İsrail'in on yitik kabilesinin peşinde dünyanın dört bir ucunda arayış
Rivka Gönen
MIZ
RAK
"On kabile bir daha dönmeyecektir, çünkü şöyle yazılıdır: Rab büyük kızgınlıkla, şiddetli öfkeyle onları ülkelerinden söküp attı; bugün olduğu gibi başka ülkeye sürdü (Yasanın Tekrarı 29:28). Bugünün yitip gitmesi, bir daha asla geri gelmeyecek olması gibi, bu kabileler de yitip gitmiştir ve geri gelmeyecektir. Haham Avika bunu söyler. Ama Haham Eliezer de şöyle der: Nasıl ki gün kararır ve gecenin ardından ışık yeniden yükselir, On Kabile'nin de üzerine karanlık çökmüştür ama ışık yeniden onların üzerinde parıldayacaktır."
Mişna Sanhedrin 1 O: 3
MIZRAK
RivkaGonen
İSRAİI:İN ON YİTİK KABİLESİNİN PEŞİNDE
DÜNYANIN DÖRT BİR UCUNDA ARAYIŞ
.
- Baskı, İstanbul, Eylül, 2012
Rivka Gonen
İSRAİL'İN ON YİTİK
KABİLESİNİN PEŞİNDE
DÜNYANIN DÖRT BİR
UCUNDA ARAYIŞ
İngilizce'den Çeviren
A. DENİZ HAKYEMEZ
MIZ
RAK
TEŞEKKÜR
Bu kitabın öyküsü, 1985 yılında Londra'da kalırken Daily Mail'de gördüğüm küçük bir ilanla başladı; ilanda, İsrail'in On Kabilesi'nin ortadan kayboluşu gizeminin çözüldüğü iddia ediliyordu. ilanda verilen adrese bir mektup yazdım; bu adreste Britanyalı İsrailliler'in kaldığını ve bu insanların, Britanya halkının bu yitik kabileler soyundan geldiğine inandıklarını gördüm. Bu yenilikçi fikir bende heyecan uyandırdı ve beni British Library'de uzun günler boyunca kitaplar, popüler dergiler, uzmanlık dergileri, bu arada broşürler taramaya itti. Böylelikle, On Yitik Kabile'nin kaybolması hikayesinin, hem coğrafi, hem de etnik açıdan ne denli tuhaf uçlara çekilmiş olduğunu gördüm. Konu üzerine sonu gelmez literatürün bütününü elden geçirmem mümkün değildi; dolayısıyla, bu kitapta geçmişten günümüze, On Yitik Kabile'nin izinde sürülen tüm arayışları kapsayan bir anlatı sunmayı amaçlamadım. Böyle bir anlatı ortaya koymak, çok büyük ama kendini çok tekrarlayan bir eser bırakmak anlamına gelirdi. Bense, öne çıkan ve çarpıcı bazı girişimler üzerinde durmayı seçtim; ama seçtiğim örneklerin, yüzyıllar
boyunca Yitik Kabileler arayışında başvurulan yolları ve araçları yetkin bir şekilde temsil ettiği inancındayım.
Konu üzerine aralıklarla eğildiğim yıllar boyunca, çalışmamın beni sürüklediği her türlü sapkın yolda hülyalı sayıklamalarıma maruz kalan pek çok insan oldu. Yakın ailem, özellikle kocam Amiram bu yükü yıllarca taşımak zorunda kaldı. Pek çok kişi, elyazmalarımı ya da bazı parçalarını, çeşitli aşamalarda, okudu ya da düzeltti, çok yararlandığım yorumlarda bulundu. Bu insanlara teşekkür etmeyi bir borç biliyorum: Özellikle de, çalışmamı sürdürmem konusunda beni hep teşvik eden ilana Korenbluth'a; orta ve güney Amerika'yla ilgili önemli elyazmalarına ulaşmamı sağlayan Yvonne Fleitman'a ve İngiliz Cadmeon'un öyküsüyle tanışmamı sağlayan Amazia Porat'a. Amishav'dan -Kudüs'teki Dağılmış İsrailliler Örgütü'nden- Haham Eliyahu Avihail, Hindistan'daki Mizoram kabilelerine ilişkin bildiklerini benimle paylaştı ve beni Manaşşe Kabilesi'nden biriyle tanıştırdı. Kudüs'teki Ulusal Üniversite Kütüphanesi'nin müdür yardımcısı Dr. Jonathan Yoel, kütüphane kitaplarından fotoğraflar çekilmesine izin verdi. Kudüslü fotoğraf sanatçısı Peter Lanyi bu fotoğrafları çekme lütfunu gösterirken, bir başka fotoğrafsanatçısı Aran Patinkin'se Hindistan'da ve Çin'de çektiği fotoğrafları kullanmama izin verdi. Tel-Aviv'de bulunan "Nahum Goldman Yahudi Diasporası Müzesi"nden Beit Hatefutzot ile müzenin Görsel Belgeler Bölümü'nden Zipi Posen, koleksiyonlarındaki ilgili fotoğrafları bulmama yardımcı oldular ve benim için bu fotoğrafların kopyalarını yaptırdılar.
Bununla birlikte, Washington D.C., Goldfarb & Silverman Hukuk Bürosu'ndan Ronald Goldfarb ile, özellikle, aynı bürodan Robbie Ann Hare'ın azimleri olmasaydı, tüm bu çabalar eksik kalırdı. Bu iki ismin destekleri olmasaydı, bu kitap asla tamamlana- mazdı. Desteğini sunan herkese teşekkürlerimi sunarım.
İÇİNDEKİLER
Resim Listesi 9
Giriş Günümüz Dünyasında On Yitik Kabile 15
Birinci Bölüm
Kuş'tan Gelen Adam: On Kabilenin İlk Elden Öyküsü 29
İkinci Bölüm
Büyük Sır: On Yitik Kabile Nerede?
Üçüncü Bölüm
Yahudiler Kayıp KardeşleriniArıyor 69
Dördüncü Bölüm
Dağ Kabileleri ile Ova Kabileleri: KafkasDağlarında ve Ötesinde İsrail 99
Beşinci Bölüm
Asur Topraklarında Kaybolanlar: Afganistanöa Patanlar 135
Altıncı Bölüm
Yükselen Güneş'in Ülkesindeki Kabileler: Japonya'da İsrail 161
Yedinci Bölüm
Batıya Atılım: İsrailliler Britanya'ya Nasıl Gitti 187
Sekizinci Bölüm
Kızılderililer ve Beyazlar: Amerika'da İsrail 211
Dokuzuncu Bölüm
Dünyanın Ücra Köşelerinde İsrailliler 241
Sonuç
Bu Arayış Neden? 259
Kaynakça 269
Endeks 275
RESİM LİSTESİ
Resim 1: Etiyopya'daki Yahudi cemaatinin saygın ve yaşlı bir üyesi, İsrail, 1983. Devlet Basın Ofisi, İsrail. Fotoğraf: Harnik Nati. Giriş:
Günümüz Dünyasında On Yitik Kabile 16
Resim 2: 1991 Süleyman Operasyonu, Eti yopyalı göçmenler İsrail Hava Kuvvetleri uçağında. Devlet Basın Ofisi, İsrail.
Fotoğraf: Alpert Nathan 17
Resim 3: İsrai lli Sefarad Hahambaşı Ovadia Yosef'i n, Etiyopyalı
Yahudi ler'i n Dan Kabilesi soyundan olduğuna yönelik ilanı.
Kudüs, 1973. Hahambaşılık, Hechal Shlomo, Kudüs.
Fotoğraf: Beth Hatefutsoth, Tel Aviv 21
Resim 4: Gösteri yapan Etiyopyalı göçmenler. Kudüs, 1983. Devlet Basın Ofisi, İsrail. Fotoğraf: Harni k Nati 22
Resim 5: Danlı Eldad Kitabı'nın ilk sayfası. İstanbul, 1766.
Yahudi Ulusal Üniversite Kütüphanesi, Kudüs. Fotoğraf: Beth Hatefutsoh, Tel Aviv 34
Resim 6: Jaillot, Alexi s-Hubert, 1632-1712. İsrai l'i n On İki Kabile'si arasında paylaşılmış Kutsal Topraklar Haritası, 1690. El çizimi, yaklaşık 1690. Norman Bier Kutsal Topraklar Haritaları
Departmanıİsrail Müzesi, Kudüs. Fotoğraf: PeterLanyi 45
Resim 7: Asurlar'ın Ekron kuşatması. Horsabad'daki Sargon Kalesi.
Botta, P.E. & Flandin, E. Monuments de Ninive II. Pari s, 1849, levha 145. Fotoğraf: Peter Lanyi 50
Resim 8: Ele geçirilen bir şehir ve esir alınan halk. Layard, A.H., Nineveh Anıtları il. Londra, 1853. İsrai l Müzesi, Kudüs.
Fotoğraf. Peter Lanyi 52
Resim 9: Lachish kentinden Yahudi esirler. Ni neveh, Sanherib
Sarayı. Layard, A.H., Nineveh ve Babil. Londra, 1853.
İsrail Müzesi, Kudüs. Fotoğraf: Peter Lanyi 53
Resim 10: Tel-Halaf'tan (Tevrat'ta Gozan) bir Asur mektubundan detay.
Neviah ve Paltiyahu isimleri geçiyor.
M.Ö. yedinci yüzyıl. Harper, R.F. Asur ve Babil Mektupları. Chicago, 1895.
Fotoğraf: Beth Hatefutsoh, Tel Aviv 57
Resim 11: Efsanevi kral Presbiter John.
Alvares F. Hindistan'dan Presbiter John. Lisbon, 1640.
Fotoğraf: Beth Hateutsoth, Tel Aviv 73
Resim 12: Yemenli bir Yahudi aile çölde yürüyor, 1949.
Hükümet Basın Ofisi, İsrail. Fotoğraf: Kluger Zoltan 80
Resim 13: Haban'dan bir Yahudi erkek.
Hükümet Basın Ofisi, İsrail. Fotoğraf: Kluger Zoltan 82
Resim 14: Haban'dan bir Yahudi kadın.
Hükümet Basın Ofisi, İsrail. Fotoğraf: Kluger Zoltan 83
Resim 15: İzmir'de kendisini gören birinin yaptığı, Sabetay Sevi portresi, 1666. Thomas Coenen'in Sabetay Sevi'nin yaşamı ve serüvenleri kayıtları, Amsterdam, 1669. Yahudi Ulusal Üniversite Müzesi, Kudüs. Fotoğraf: Beth Hatefutsoth, Tel Aviv 90 Resim 16: Kafkasya'da Yitik Kabile Orduları, 1606.
(Söylentiye göre Türkler'le savaşmaktan gelen ve
"Vaat Edilmiş Topraklar"a dönmekte olan ordular) Roma'dan Haberler. Londra, 1606.
Fotoğraf: Beth Hatefutsoth, Tel Aviv. 101
Resim 17: Derbent Geçiti. Yahudi Etnografyası Departmanı fotoğraf arşivi, İsrail Müzesi, Kudüs 119
Resim 18: Geleneksel giysileriyle Kafkas Yahudileri.
Gravür, Kafkasya, 1905. Yahudi Ansiklopedisi.
NewYork, 1901-1906. Yahudi Ulusal Üniversite Müzesi, Kudüs.
Fotoğraf: Beth Hatefutsoth, Tel Aviv 126
Resim 19: Geleneksel giysileri içinde Kafkas Yahudileri, yaklaşık 1920. Yahudi Etnografyası Departmanı fotoğraf arşivi, İsrail Müzesi, Rivka Avshalomov'un izniyle, Tel Aviv 132
Resim 20: Agronov Ailesi, Derbent, 1920. Yahudi Etnografyası Departmanı fotoğraf arşivi, İsrail Müzesi,
Agronov ailesinin izniyle, Hadera 134
Resim 21: Dürrani kabilesi üyeleri, Kendilerine Beni-lsrael diyen Patan kabile grubundan. Çizim. Recluse, E. Nouvelle Geographie Universelle. Paris, 1876-1894.
Yahudi Ulusal Üniversite Müzesi, Kudüs.
Fotoğraf: Beth Hatefutsoth, Tel Aviv 137
Resim 22: Damun'dan bir Afgan: "Beni-Israel" Forster, Charles.
The One Primeval Language, Londra, 1851.
Yahudi Ulusal Üniversite Müzesi, Kudüs. Fotoğraf: Peter Lanyi 140
Resim 23: Bir Yusuf-Zye ya da "Yusuf kabilesinden'' bir Afgan.
Forster, Charles. The One Primeval Language, Londra, 1851.
Yahudi Ulusal Üniversite Müzesi, Kudüs. Fotoğraf: Peter Lanyi 152
Resim 24: Afridiler. Forster, Charles. The One Primeval Language,
Londra, 1851. Yahudi Ulusal Üniversite Müzesi, Kudüs.
Fotoğraf: Peter Lanyi 156
Resim 25: Kyotoöa Gion Festivali, sokaklarda taşınan sandıklar, 1879. McLeod, N. Illus trations to the Epitome of the Ancient History of Japan. Nagazaki, 1879. Yahudi Ulusal Üniversite Müzesi, Kudüs.
Fotoğraf: Peter Lanyi 162
Resim 26: İsrailler'in Japonya'ya yürüyüşü tasviri. McLeod, N. Illustrations to the Epitome of the Ancient History of Japan. Nagazaki, 1879. Yahudi Ulusal Üniversite Müzesi, Kudüs.
Fotoğraf: Peter Lanyi 171
Resim 27: Yahudi tapınağı müzik enstrümanlanlarının Japon enstrümanları olarak tasarlanmış hali. McLeod,
N. Illustrations to the Epitome of the Ancient History of Japan.
Nagazaki, 1879. Yahudi Ulusal ÜniversiteMüzesi, Kudüs.
Fotoğraf: Peter Lanyi 178
Resim 28: Japon İmparatoru. McLeod, N. Illustrations to the Epitome of the Ancient History ofJapan. Nagazaki, 1879.
Yahudi Ulusal Üniversite Müzesi, Kudüs. Fotoğraf: Peter Lanyi 179
Resim 29: Makoya Tarikatı li deri Profesör Avraham Tashi ma, 1973. Hükümet Basın Ofisi, İsrai l. Fotoğraf: Milner Moshe 184
Resim 30: Kudüs'te Makoya Tarikatı'ndan Japon Hacılar,
Kudüs, 1986. Hükümet Basın Ofisi, İsrail. Fotoğraf: Mi lner Moshe 185
Resim 31: Geçmi şi n Dört Büyük Dünya İmparatorluğu ile beşincisi, (yenilmez) Taş İmparatorluğu. Britanya İsrai lliler'i, Beşinci İmparatorluğu'n tüm beyaz üyeleri ni n İsrail kabileleri soyundan geldiğine inanır. Ferri s, A.J. Great Britain and the USA Revealed as the New World Order. Londra, 1941. Yahudi Ulusal Üniversite
Müzesi, Kudüs. Beth Hatefutsoth'un i zni yle, TelAviv 201
Resim 32: İsrail, Büyük Britanya ve Ameri ka Birleşik Devletleri Soy Kütüğü Ferris, A.J. Great Britain and the USA Revealed as the New World Order. Londra, 1941. Yahudi Ulusal Üniversite Müzesi, Kudüs 209
Resim 33: Rahi p Bartolome de !as Casas. Gravür:
Tomas Lopez Engui danos, 1550'ler 213
Resim 34: Putperestleri n öldürülmesi. Descrepcion de Tlaxcala. 1582-1583. İsrai l Müzesi, Kudüs. Fotoğraf: Peter Lanyi 214
Resim 35: Menasseh Ben Israel. Rembrant, oyma baskı, 1636. Beth Hatefutsoth'un i zni yle, Tel Aviv 217
Resim 36: Antoni o de Monte Zi nos raporunun ilk sayfası.
Ben lsrael, Menasseh. Spes Istaelis. Amsterdam, 1650.
Yahudi Ulusal Üniversite Müzesi, Kudüs. Beth Hatefutsoth'un izniyle, Tel Avi v 220
Resim 37: Kızılderi li ayinleri. Rahip Bernardi no de Sahagun,
Florentine Codex II. İsrai l Müzesi, Kudüs. Fotoğraf: Peter Lanyi. 221
Resim 38: Müzisyenler ve dansçılar. Rahi p Bernardino de Sahagun, Florentine Codex I. İsrai l Müzesi, Kudüs. Fotoğraf: Peter Lanyi 222
Resim 39: "Manaşşe Kabilesi " sinagogunda dua, Mi zoram, Hi ndi stan, 1995. Fotoğraf: Aran Pati nki n, Kudüs 244
Resim 40: "Manaşşe Kabi lesi " üyeleri, Mizoram, Hi ndi stan, 1995.
Fotoğraf: Aran Patinkin, Kudüs 244
Resim 41: Toren gi ysi leri yle Madai ailesi, Koçi, yaklaşık 1900.
Yahudi Etnografyası Departmanı fotoğraf arşivi, İsrai l Müzesi, Eli as Madai'ni n i zni yle, Rishon LeZi on 248
Resim 42: Si çuan bölgesinde Chiang Min köyü, Çin, 1996.
Fotoğraf: Aran Pati nki n, Kudüs 250
Resim 43: On Yitik Kabile arayışlarına ilişkin gazete kupürleri, 1970'ler-1980'ler. Amishav-Dağılmış İsrailliler Örgütü, Kudüs.
Beth Hatefutsoth'un i zni yle, Tel Aviv 265
Giriş
GÜNÜMÜZ DÜNYASINDA
ON YİTİK KABİLE
1984 Kasım ayında bir sabah tüm dünya, Etiyopya'da korkunç bir kıtlık olduğu haberiyle çalkalandı. Televizyonlar her eve, bir deri bir kemik kalmış küçük çocukların, her yaştan ölünün, köylerini terk etmek ve yiyecek bir şeyler bulabilmek umuduyla yüzlerce kilometre yürümek zorunda kalan, bu acı içindeki insanların görüntülerini taşıdı. Çorak topraklara saçılmış incecik, aç insanların bitmez bilmez yürüyüşleri gerçekliğimizin bir parçası haline geldi ve dünyanın dört bir köşesinden insanlar, insanı yürekten etkileyen bir yardımseverlik örneği göstererek, bu bölgenin bahtsız insanlarına yardım edebilmek için seferber
Resim 1: Etiyopya'daki Yahudi cemaatinin saygın ve yaşlı bir üyesi
İSRAİL’İN ON YİTİK KABİLESİNİN PEŞİNDE 17
oldu. Hükümetler fonlar oluşturdu; çocuklar harçlıklarını biriktirdi; kiliseler ve sinagoglar yardım topladı; pop şarkıcıları yardım parası toplamak üzere konserler düzenledi ve albümler çıkardı. Ama açlıktan ölen insanları kurtarma yolunda en etkileyici, en vurucu hamle Musa Operasyonu oldu; Etiyopyalı Yahudi- ler uçaklarla alınarak İsrail'e götürüldü.
Etiyopya Yahudileri, tarihi çok eskilere dayanan ve kendilerine Beta Israel-İsrail Evi diyen bir kabileye mensuptur. Yakın zamanlara kadar, komşularının taktıkları küçümseyici bir isimle "Falaşa'' diye çağırılıyorlardı; bu sözcük, yabancı ya da göçmen anlamına geliyordu. Beta Israel, yüzyıllardır Kuzey Etiyopya'da, Tigre adında uzak, dağlık bir bölgede yaşamışlardı; kendilerinin olmayan topraklarda dişleriyle, tırnaklarıyla çabalayarak kıt kanaat de olsa geçimlerini sağlamaya ve hayatta kalmaya çalışmış, her türlü zulüme maruz kalmışlardı. 1970'li yılların ortalarında, monarşinin yıkılması, iç savaşın başlaması ve etkisini gittikçe arttıran kıtlık, Beta Israel'in yaşamlarını daha da zorlaştırmıştı. İronik bir yanı var, bu insanları kurtarma fırsatı, ancak Etiyopya'nın bütünü toptan bir yıkımın eşiğine geldiğinde, açlıktan kırılan yüzbinlerce insan evlerini bırakıp yiyecek peşin - de yollara döküldüğünde, kendini gösterdi. Beta Israel, ancak bu koşullar altında Tigre dağlarından ayrılıp Sudan'a doğru uzun ve tehlikeli bir yolculuğa koyulabildi. Buradan, çoğunlukla sığınma kamplarında oldukça uzun süren bir zorunlu konaklamanın ardından, uçak yoluyla İsrail'e getirildiler. Musa Operasyonu, medyaya yansıdığında, kamunun hemen büyük ilgisini çekti ve bütün büyük gazetelerin manşetlerinde, bütün radyo ve televizyonlarda verildi. Gazeteler şöyle yazıyordu:
Musa ile Harun'un günümüz halefleri, "yitik kabileye" yol gösterme görevini üstlendiklerinde, Sudan yetkililerinin
Firavunaan dahi katı olduğunu gördüler... Eski Ahit'teki Mısıraan Çıkış denli ilham verici bir hikaye (The Times, Ocak 1985).
İsrail, kendi kavminden insanları felaketin eşiğinden kurtarabilmek için -Mısıraan Çıkış'taki sözlerle- ''güçlü ve koruyucu elini" uzatıyor (The Scotsman, Ocak 1985).
Bu etkileyici kurtarma hikayesinin uyandırdığı heyecan henüz dinmeden ve Beta Israel, İsrail'deki yeni evlerine uyum sağlamaya çabalarken, pek çok soru dillendirilmeye başlandı. Bu insanlar kimlerdi? Etiyopya'ya ne zaman ve hangi koşullarda gelmişlerdi? Tarihlerine ilişkin neler biliniyordu? Dinleri aslına ne kadar yakındı? Bu kabilenin kökenleri hakkında anlatılanlar oldukça ilginçti; pek çok tartışmaya ve spekülasyona neden oldu. Beta Israel'in, kendi kökenlerine ilişkin bir öyküsü yoktu, ama bazıları Hıristiyan komşularından duydukları öyküleri benimsemişlerdi. Bunlardan biri, atalarının Etiyopya'ya Kral Süleyman zamanında geldiklerine ilişkin romantik bir anlatıydı. Öyküye göre, Etiyopyalı Saba Melikesi, Süleyman'ın Kudüs'teki sarayına yaptığı ünlü ziyarette kraldan pek çok hediye almıştı; bu hediyelerden biri de bir oğuldu. Süleyman, dönüş yolculuklarında güvenliklerini sağlayabilmek amacıyla, anne ile oğlun yanına, pek çok koruma vermişti; bu insanlar sonunda Etiyopya'ya yerleşmiş ve Beta Israel'in, ataları olmuşlardı. Bu öykünün, aynı zamanda, Etiyopya hanedanının, Süleyman ile Saba Melikesi'nin oğlu olan Menelik'in doğrudan halefleri olduğu iddiasıyla tutarlılık göstermesi, bu açıdan, şaşırtıcı bulunmamalıdır.
Beta Israel'in kökeniyle ilgilenen bilim adamları başka teoriler de ileri sürmüştü; bunlardan birine göre, Beta Israel, Yukarı Mısır'daki Yahudi yerleşimcilerin soyundandı ve Nil nehrinin yukarı kesiminde toplanmıştı. Bu teoriyi savunanlar, Beta
Israel'in atalarının izinin, M.Ö. altıncı ve dördüncü yüzyıllar arasında Asvan adasındaki askeri bir karakolda görev alan Yahudi askerlere kadar götürülebileceğine inanıyorlardı. Arkeolojik kazılarda, bu askerler tarafından yazılan pek çok belge çıkarılmıştı. Bu belgeler, söz konusu bölgede oldukça farklı bir tür Yahudi geleneği olduğunu ortaya koymaktaydı.
Beta Israel'in kökenine ilişkin olarak bazı bilim adamlarının savunduğu bir görüşse, bu insanların Yemenöen Kızıl Deniz'i geçerek geldiği yolundaydı; altıncı yüzyılda, İslam'ın doğuşundan hemen önce Yemen'de, Etiyopyayı da denetimi altına almış kısa ömürlü bir Yahudi krallığı kurulduğu biliniyordu. Bir başka görüşse, Beta Israel'in, Etiyopyayı ziyaret eden Yahudi tüccarlarla ilişki kuran yerli kabilelerin Yahudiliğin eski bir formunu benimsediğini düşünüyor ve bu insanların esmer tenleri ile Nil çevresinde yaşayan halklarınkine benzeyen özelliklerini böyle açıklıyordu. Bununla birlikte, bu teorilerden hiçbiri, insanların imgelemi üzerinde, İsrail'in Sefarad Hahambaşı Ovadiah Yosef'in 1973 tarihli açıklaması kadar etkili olmadı; Yosef'in iddiası 1985 yılında halefi tarafından da tekrarlandı: Bu iddiaya göre, Beta Israel, İsraeil'in On Yitik Kabilesi'nden biri olan Dan kabilesi soyundan geliyordu.
Sefaradlar'ın hahambaşının bu şaşırtıcı açıklaması, on altıncı yüzyılda Kaireöe yaşamış haham David Ben Zimranın söylediklerini temel alıyordu; Ben Zınıra ise, kendi düşüncelerini oluştururken, büyük ölçüde, gizemli dokuzuncu yüzyıl gez^ini Dan- lı Eldad'ın öykülerinden beslenmişti (Bkz. 1. Bölüm).: _Bununla birlikte, bu açıklama, Beta Israel'in, ortodoks Yahudilik tarafından kabul görmesini sağlamadı. Bu insanlar, Yahudi halklardan o denli uzun süre, o denli keskin bir şekilde kopuk kalmışlardı ki, kendi Yahudilikleri çok eski bir inancın özelliklerini gösteriyordu. Beta Israel, diğer tüm Yahudiler'in uzun zaman önce bırakmış
Resim 3: İsrailli Sefarad Hahambaşı Ovadia Yosef'in, Etiyopyalı
Yahudiler'inDan Kabilesi soyundan olduğuna yönelik ilanı.
Resim 4: Göster i yapan Etiyopyalı göçmenler.
oldukları adetleri hala sahipleniyor ve yüzyıllar önce kabul edilmiş kurallardan da, bu süre zarfında değişmiş olanlardan da habersiz görünüyorlardı. Diğer kavimlerden o denli kopuk yaşamışlardı ki, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar, dünyada kalan tek Yahudi cemaati olduklarını sanmışlardı. Musa Operasyonu'nu izleyen yıllarda, özellikle de 199l'deki Süleyman Operasyonu sırasında, bütün Beta Israel cemaati, İsrail'e getirildi ve eski-yeni yuvalarındaki yaşama yavaş yavaş alışmaya başladılar.
Beta Israel'in dramatik öyküsü, İsrail'in On Yitik Kabilesi öyküsünün tüm öğelerini anıştıran bileşenlere sahip görünmektedir. Kabilelerin ilk göçlerini, dünyanın uzak köşelerine dağılmalarını, yıllar içinde bazı gezginlerin arada bir kadim kabilelerden gelen bu insanlardan söz edişini ve onların günümüz dünyası içindeki rollerini, hepsini bu öykü içinde bulabiliriz. Bu, 2700'den fazla yıldır, unutulmamış bir öyküdür ve modern dünya ile onun kadim kökenleri, bilimsel tarih ile dinsel inançlar, gerçeklik ile mit arasındaki ilişki üzerine pek çok sorunun sorulmasının önünü açar. Bu kitapta bu son derece ilginç sorular ve sorunlar üzerinde duracağız.
Beta Israel'in birdenbire ortaya çıkışı belki de, Yitik Kabileler ile modern dünyayı birbirine bağlayan en dramatik olaydır. Dünyanın dört bir yanından pek çok ulus, kabile ve topluluk, İsrail'in On Yitik Kabilesi soyundan geldiği iddiasında bulundu. Ben de, Asya'nın, Amerikanın ve Avrupa'nın çeşitli yerlerinde böyle iddialarla karşılaştım ve şaşkınlık içinde bu tür iddiaların ne denli yaygın olduklarını fark ettim. Bu iddialardan ilkini Japonya'da duydum; beni en çok şaşırtanı olduğu için aynı zamanda en net hatırladığımdır. Yıllar önce, pek eğlenceli Gion festivalini görebilmek için Kyoto'ya gitmiştim. Bu festivallerde, Gion Tapınağı'nda düzenlenen ağırbaşlı törenleri, genç erkekle-
rin omuzlarında süslü, kutsal sandıklar taşıyarak Kyoto sokaklarında ilerlediği renkli geçit gösterileri izler. Geçit törenini izlerken, yanımdaki bir Japon'a festivalle ilgili sorular sormuştum. Japon, benim İsrail'den geldiğimi duyunca pek heyecanlanmış ve bana, festivalin, yıkımından önce Kudüs Tapınağı'nda düzenlenen Yahudi törenlerinin doğrudan bir uzantısı olduğunu söylemişti. Gençlerin taşıdığı sandıkların, İsrailoğulları'nın Sina çölünde taşıdıkları Ahit Sandığı'nın kopyaları olduğunu ve Gion isminin, Kudüs'ün bir başka ismi olan Sion'dan geldiğini anlatmıştı. Japon, bu dramatik ifşaatını, "Biz Japonlar, İsrail'in On Kabilesi'nden geliyoruz:' diyerek tamamlamıştı. Tokyo'da pek saygın Bay Kobayashi ile tanıştım; bundan sonra, Japonya'da bu inancı taşıyanların, hiç de Kobayashi ile Kyoto'da tesadüfen tanıştığım Japon'dan ibaret olmadığına inandım. İsrail'in Yitik Kabileleri ile Japonlar arasındaki bağlantının öyküsü altıncı bölümde ele alındı.
On Kabile'den gelenlerin öyküleri, nereye gitsem beni takip etti; bir sonraki öyküyle karşılaşmam Güneybatı Amerika'dadır. New Mexico, Albuquerque kentine yaptığım bir ziyarette, Zuniler'e özgü turkuaz taşlı gümüş mücevherlerden almak üzere bir dükkana girmiştim. Daha önce On Kabile'nin çocukları üzerine Amerika yerlileri arasında aktarılagelen söylentileri duymuştum ve bu konuda daha fazla bilgiyi nereden edinebileceğimi öğrenmek istiyordum. Ailemle İbranice sohbet ederek mücevherlere bakarken, Amerika yerlilerine özgü parlak siyah saçlı, bakır rengi tenli ve çıkık elmacık kemikli dükkan sahibi, hangi dilde konuştuğumuzu sordu. İbranice olduğunu duyunca, bizleri dükkanın iç kısmına davet etti ve en ciddi tavrını takınarak bizlere kardeş olduğumuzu, kabilesi Zuniler'in, İsrail'in On Kabilesi'nden geldiklerine ilişkin uzun yıllardır öyküler anlatılmakta olduğunu söyledi. Daha ilginci, Zuni kabilesi anavata-
nına çağırılmayı bekliyordu. Zuni dükkan sahibi bizlere bu öykülerin nelere dayandığını, kökenlerinin ne olduğunu anlatmadı, ama bunun, tartışmasız, gerçek olduğu ve tüm kabilenin de bu inancı paylaştığı konusunda ısrar etti. Daha sonraki araştırmalarım, böyle bir iddia taşıyan tek kabilenin Zuniler olmadığını gösterdi; kökenlerinin İsrail'de olduğuna duyulan inanç, ilginçtir ki, hem Kuzey hem de Güney Amerika'da pek çok kabilenin paylaştığı bir inançtı. Dahası, bu inancı sahiplenenler arasında, İsa Mesih'in Son Zaman Azizler Kilisesi üyeleri gibi, Amerika topraklarında Hıristiyan olarak doğmuşlar da vardı. İsrail'in Yitik Kabileleri'nin Amerika'daki izleri sekizinci bölümün konusunu oluşturuyor.
Bir kez On Yitik Kabile'nin ve onlardan geldiğini iddia eden çağdaş toplulukların izini sürmeye başlayınca, bu tür örneklerin düşündüğümden çok daha fazla olduğunu gördüm. Daily Mail of London gazetesinde çıkan küçük bir reklam beni bir başka gruba yönlendirdi. Reklamda şöyle deniyordu: "İSRAİrİN YİTİK KABİLELERİ. Bugünün dünyasında kimlerler?" Reklamda verilen adrese bir mektup yazdım; bana Kutsal Kitap Tarihi ve Britanya başlıklı bir broşür gönderdiler. Bu broşürde, okurlar İsrail'in Yitik Kabileleri'nin bütünüyle yitip gitmiş olmadıklarına ve bu soydan gelenlerin Britanya halkları içinde bulunabileceğine ikna edilmeye çalışılıyordu. Broşürü kaleme alanlar, pek çok açıdan şu sözün geçerli olduğu iddiasındaydı: "Britanya İsrailöir': İsrail kabilelerinin göç tarihi, Ortaçağ'daki büyük ölçekli kabile göçlerinin bir parçası olarak, yaşadıkları yerlerden sürülmelerinden Britanya kıyılarına çıkışlarına dek anlatılıyordu. Aynı zamanda, Britanya'nın dünya imparatorluğu konumuna yükselmesi de, kökenlerinin İsrail'de olduğuna açık bir kanıt sayılıyordu ve Britanya'nın kutsal köklerine döndüğü takdirde bugünkü sorunlarını çözeceği ve dünyada hak ettiği konumu yeniden kazana-
cağı söyleniyordu. Böylelikle, İsrail'in On Kabilesi'nden geldiklerini söyleyen bir grup insanla daha tanışmış oldum. Bu, dünyanın ücra bir köşesinde kalmış bir grup değildi; tersine, yıllarca dünyanın odak noktası olmuş bir yerdeydiler. Broşürde, bugün Avustralyaöa, Yeni Zelanda'da, Kanada'da, Güney Afrika'da, bu arada Amerika, Hollanda ve İskandinav ülkelerinde, aynı fikri savunan pek çok topluluk olduğu söyleniyordu. Bu fikirleri benimseyen hareket, Britanya İsrailciliği adıyla anılıyor ve on dokuzuncu yüzyılın son onyılları ile yirminci yüzyılın ilk onyılla- rı arasındaki dönemde olduğu kadar olmasa da bugün hala aktif. 1900 yılı civarında, bu hareketin Avrupa ve Amerika'da yaklaşık iki milyon yandaşı olduğuna inanılıyor. O zamandan bu yana, bu hareketin ideolojisini yayan pek çok kitap, broşür ve makale yayınlanmış durumda. Bunların bazıları oldukça şaşırtıcı yayınlar. Bu yayınlarda son derece ilginç bilgiler öğrendiğimi söylemeliyim; örneğin bu hareket, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında Britanya halkının moralini yükseltmekle övünüyordu. Bunu, kamuoyuna, Britanya'nın, İsrail soyundan geldiği için yenilemeyeceğini iddia ederek başarmış. Britanya İsrailcileri'nin gerçekten de ilginç öyküsü yedinci bölümde anlatılacak.
Araştırmamda geldiğim bu noktada, Yahudi olsun, Hıristiyan olsun, pek çok topluluğun On Kabile'den gelmeyi büyük bir onur olarak gördüğünü anlamıştım; anlamadığım, bunun nedeniydi. Bir de, İslam dünyasında aynı düşünceleri paylaşan insanlar olup olmadığını merak ediyordum. Hiç beklenmedik bir şekilde, bu sorunun yanıtının yolunda ilk ipuçlarına, Kudüs'te gittiğim bir fotoğraf sergisinde ulaştım. Pakistan'da bazı köylerde yaşayanlar Beni Israel -İsrail'in çocukları- olduklarını iddia ediyorlardı; sergilenen fotoğraflar işte bu köylerde çekilmişti. Fotoğrafçıyı buldum ve Pakistan ziyaretinin ilginç hikayesini dinledim. Gittiği pek çok köyde, insanlar ona İsrail kökenli olduklarını an-
!atmışlar. Fotoğrafçı bana, Pakistan'da ve komşusu Afganistan'da Peştun kabilelerinin, Yahudi ayinlerini anımsatan bazı ayinler yaptıklarını söyledi. İsrail'den Afganistan'a göç eden bazı Yahudi- ler, bu tür geleneklerin Müslüman komşularınca da benimsendiğini aktardı. Londra'da oturan Pakistanlı bir arkadaşım, yalnızca Peştunlar'ın değil, Pakistan'da ve özellikle Afgan topluluklarında, köylüler ve göçebelerden zenginlere, her sınıftan insan arasında İsrail soyundan geldiği iddiasında bulunanlara rastlanılabil- diği konusunda ısrar etti. Kendisi, söylediğine göre, çocukluğundan bu yana Yahudi geleneğine aşinaymış. "Bizler Yahudi değiliz;' diyordu, "inançlı Müslümanlarız, ama kökenimiz İsrail'dir" "On Kabile" terimini kullanmadı; "Beni Israel-İsrail'in çocukları" diyordu ve bu gelenekten gelenlerin, Afganistan'a ya da Pakistan'a nasıl geldiklerini bilmiyordu. Bunu, kütüphanelere giderek, gezginlerin ve kaşiflerin anlatılarını inceleyerek öğrendim. Afganistan Müslümanları'nın İsrail Kabileleri öykülerini beşinci bölümde ele alacağım.
On Kabile soyundan gelindiğine ilişkin öyküler, bugün dünyanın dört bir yanında pek çok toplulukta bulunmaktadır. İsrail'in sürülen kabilelerinin öyküsü Asya'ya, Afrika'ya, Avrupa'ya, Amerika'ya ve hatta Yeni Zelanda'ya yayılmış durumdadır. Farklı ırklardan olan, farklı diller konuşan, farklı dinlere mensup ve farklı gelenekleri sahiplenen pek çok insan bu inancı paylaşmaktadır. Bu inanç, tek tanrılı üç dine -Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık'a- inananlar arasında görülebilmektedir. Bu denli farklı insanlar, tek bir kökeni bulunan bunca eski, kadim bir inancı nasıl paylaşıyor? Bu gelenek birbirinden bu denli ayrı, uzak bölgelere nasıl yayıldı? Bu kitabın oluşmasının ardında bu sorulara yanıt arayışı yatıyor.
Birinci Bölüm
KÜŞ'TAN GELEN ADAM:
ON KABİLENİN İLK ELDEN
ÖYKÜSÜ
M.S.883 yılında bir gün Kuzey Afrika'da, Tunus'un Kayravan kentinde Danlı Eldad adında biri çıktı ve bu kentin Yahudiler'ine son derece ilginç ve heyecan verici bir öykü anlattı. Dinleyenlerden biri, anlatılanları hemen yazıya geçirdi ve bu müjdeli haberi paylaşmak amacıyla, İspanyadaki Yahudi topluluğuna bir mektup gönderdi. Bu ünlü mektuptan alınmış birkaç cümle, bu çok ilginç adamı ve öyküsünü tanımamıza yardımcı olacaktır:
Dan kabilesinden dindar Eldad bize geldi ve dünyanın dört bir yanına dağılan İsrailoğulları'na güzel haberleri olduğunu söyledi. Kuş nehrinin diğer yakasından, Aşer kabilesinden bir
adamla küçük bir teknede yolculuğa çıkmış. Ticaret yapmak, özellikle de pelerin ve takı almak istiyormuş. Geceyarısı çıkan büyük bir fırtınada tekneleri batmış ama Tanrı onun ve arkadaşının karşısına bir tahta parçası çıkarmış. İki adam tutundukları tahta parçasıyla sürüklenerek Amarnum Kabilesi'nin yaşadığı sahillere vurmuş. Bu kabileden insanlar kuzgunlar kadar kara, uzun boylu yamyamlarmış. Önce gürbüz Aşerli- ye saldırmışlar ve onu canlı canlı yemişler. ..
Bu dindar adamı yedikten sonra Eldad'ın boynuna bir tasma geçirmişler; amaçları sağlığını kazanıp şişmanlayıncaya kadar onu beslemekmiş (çünkü o tarihte Eldad hastaymış, bir deri bir kemikmiş). Böylelikle Eldad, Tanrı onu kurtarmak üzere bir mucize gönderinceye dek yamyamlarla kalmış. Bir süre sonra başka bir yerden gelen silahlı adamlar KCışlulara saldırmış, bir kısmını öldürüp bir kısmını esir almış. Danlı da esir alınanlar arasındaymış; ateşe tapan düşmanları onu beş yıl esir tutmuş. Sonra onu Sin eyaletine getirmişler. Sinae bir Yahudi 32 altın sayarak Vanlıyı özgürlüğüne kavuşturmuş.
Eldad'ın öyküsü her çağda ve dünyanın her köşesinde anlatılan tipik bir macera öykülerine benzer. Balina tarafından yutulan Yunus'tan, Tepegöz'ün saldırdığı Ulyssese; yeryüzü ve uzay canavarlarıyla ve kötü düşmanlarla savaşan modern zaman kahramanları, esir düşen yolcular, insanları canlı canlı yiyen yamyamlar, mucize eseri kurtuluşlar bu tür öykülerin olmazsa olmaz motifleridir. Doğaüstü varlıklarla, tüyler ürperten maceralarla ve ucu ucuna kurtuluşlarla örülmüş öyküler, gezgin öykücülerden televizyona, her türlü ortamda tekrar tekrar anlatılmış, hem gençlerin hem yetişkinlerin ilgisini çekmiştir. Bazı macera öyküleriyle karşılaştırıldığında, Eldad'ın yolculuğunun öyküsü sıradan dahi sayılabilir. Ancak bu öykünün ilginç tarafı Eldad'ın
kendisinden, sıradan bir şeymiş gibi, bir Danlı olarak-Dan kabilesinden biri olarak, zavallı arkadaşındansa Aşer kabilesinin bir üyesi olarak bahsetmesidir. Bu iki kabile İsrail'in On Yitik Kabilesi arasında sayılmaktadır.
Danlı Eldad'ın 883 yılında, o unutulmaz günde Kayravan'ın tozlu sokaklarında ortaya çıkmasının uyandırdığı heyecanı tahmin edebiliriz. Bu tarihte İsrail'in On Kabilesi'nin sürülmesinin ve ortadan kaybolmasının üzerinden 1600Öan fazla yıl geçmişti. Bu kabilelerin gerçekten varolduklarına dair hiçbir kuşku bulunmasa da bu çok uzun süre boyunca onlardan hiçbir haber alınamamıştı. Kimse nerede olduklarını bilmiyordu; kimse bilinmez yollara düşerek onları aramaya cesaret edemiyordu. Ve günün birinde birden, hiç beklenmedik bir şekilde bir adam çıkıyor ve Yitik Kabileleröen birinin üyesi olduğunu söylüyordu. Adamın birdenbire capcanlı karşılarına çıkmasının bir mucize olduğunu düşünmüş olsalar gerek. Adamın Eldad ismi bile, kendi başına büyük etki yaratmış olmalı: Eldad, Tevrat'ta geçen bir isimdi ve Yahudiler arasında uzun zamandır kullanılmıyordu. Eldad, eski İbranice konuşuyordu; bu dil kutsal Yahudi metinlerinin incelenmesinde kullanılıyordu ama artık yaşayan bir dil değildi, bu dilde konuşan yoktu. Eldad, yalnızca kendi kabilesi Dan'ın değil, aynı zaman diğer dokuz Yitik Kabile'nin de yerini bildiğini söylemişti. Kayravan'daki Yahudi topluluğu On Yitik Kabile soyundan gelen bu ilk haberciyi büyük bir coşkuyla karşılamış ve böylesi önemli bir misafiri ağırlamaktan büyük onur duymuş olmalı. Eldad'ın onuruna verilen görkemli ziyafetleri ve onun hikayelerini, topluluğun büyüklerine ve saygın üyelerine anlatışını zihnimizde canlandırmak hiç de güç değildir. Topluluğun önde gelenleri çok büyük olasılıkla, işlemelerle süslenmiş odalarda toplanıyor, renkli minderler üzerinde yerlerini alarak bu yabancının ağzından çıkan her sözü büyük bir hayranlık ve saygıyla dinliyorlardı. Davetli olmayanlarsa muhtemelen
dışarıda büyük bir kalabalık halinde toplanıyor, bir iki sözcük, bir küçük cümle yakalayıp bunları Yahudi mahallesinin dar sokaklarını dolduran heyecanlı kitlelere aktarabilmek umuduyla kulaklarını kapılara ve pencerelere yaslıyorlardı. Bu pek şaşırtıcı yabancının iddialarına kuşkuyla yaklaşan bazı hahamlar, önce onun Yahudi olup olmadığını merak ettiler; sonunda ikna olduklarını şu sözlerden anlayabiliyoruz:
Eldad, Yahudi Yasaları'na ve On Emire çok hakimdi. Yanına oturup, sabahtan akşama kadar onun, eski İbranicesiyle Yahudi Yasaları'nı açıklamasını dinleyebilirdiniz. Dudaklarından dökülenler baldan tatlıydı.
İnsanların çoğunun komşu bir yerleşim merkezine dahi yolculuk etmediği bu zamanlarda, Kuş gibi, Sin gibi, Tatar Toprakları gibi yerlerin sadece isimleri bile insanlarda büyük bir macera hissi uyandırmaya yetiyordu. Üstelik şimdi karşılarında yalnızca bu isimleri zikretmekle kalmayıp aynı zamanda buralarda ve başka gizemli yerlerde bulunduğunu söyleyen biri vardı. Ayrıca Eldad'ın sözünü ettiği bu yerler yalnızca uzaklardaki masalsı topraklar değil, yitik kardeşlerinin, İsrail'in On Kabilesi'nin bulunduğu gerçek yerlerdi.
Kayravan'da, bu unutulmaz günlerde pek çok soru sorulmuş olmalı: Bu gizemli topraklar nerededir? Kabileler bir arada mı, yoksa ayrı ayrı mı yaşarlar? Bu kabileden insanların görünüşü nasıldır? Nasıl giyinirler, nasıl yaşarlar, hangi dili konuşurlar? Sürüldükleri ve İsrail ulusunun ana gövdesinden koptukları günden bu yana, İsrail'in On Yitik Kabilesi'nin kaderi çok merak edilen bir konu olduğundan, her küçük bilgi kırıntısı, onların nerede olduklarına dair her küçük ipucu ya da söylenti büyük heyecan yaratıyordu. Kardeşlerini bulacaklarına, onlarla sonunda bir
araya geleceklerine ve böylelikle Yahudi halkının kurtulacağına ilişkin büyük umutlar uyanıyordu. Eldad, gerçekten de On Yitik Kabile'nin yüzyıllardır süren sürgünlük hayatından kurtulacaklarının ve kardeşlerine kavuşacaklarının habercisi miydi? Bu uzun ayrılık sona mı erecekti? Olup bitenler Mesih'in gelmesinin yakın olduğunun bir göstergesi miydi?
Danlı Eldad'ın anlattığı hikayelerin yarattığı büyük heyecanı, bu hikayeleri konu alan çeşitli el yazmalarından izlemek mümkündür. Hikayelerin birden fazla çeşitlemesi olması bunların El- dad tarafından yazılmamış olduğunun göstergesidir; büyük olasılıkla bunları dinleyenler tarafından daha sonra yazıya geçirilmişlerdir. Hikayeleri bir tür günlük biçiminde sunan da büyük olasılıkla Eldad'ın kendisi değildi. Eldad'ın "günlüğü" o denli popüler oldu ki, basılan ilk kitaplar arasında yer aldı. Kitap ilk olarak İtalya Mantua'da, 1480<ien birkaç yıl önce basıldı; bu, ilk kitap olan Gutenberg İncili'nin basılmasından yirmi yıl sonradır.
Kabilelerin Bulunduğu Yer
Eldad'ın, İsrail'in çeşitli kabilelerinin nerede bulunduğuna ilişkin olarak anlattıklarına dönelim. Eldad, kabileleri kuzey, doğu ve güney grupları altında topluyordu; her grup Yakındoğu'da farklı bir bölgeyi temsil ediyordu. İçlerinde en büyüğü kuzey grubuydu ve Reuben, Zevulun, İssakar, Şimon kabileleri ile Manaşşe kabilesinin yarısını içine alıyordu. Söz konusu kabileler İsrailliler'in anavatanında birbirlerine yakın olmadıklarından, bu durum, ilginç bir birleşimdi. Şimon kabilesi, Yehu- da kabilesine erken dönemde katılmış güneyli bir kabileydi ve aslında On Yitik Kabileden biri sayılmıyordu. Eldad'ın dinleyicileriyse, bu küçük sapmadan rahatsız olmamış görünüyorlar;
Resim 5: Danlı EldadKitabı'nın ilk sayfası, İstanbul, 1766.
büyük olasılıkla bu sapmayla ilgilenemeyecek kadar büyük bir hayranlık duygusu içindeydiler. Eldad'a göre, Reuben kabilesinden olanlar artık "Paran Dağları'nın arkasında'' -büyük olasılıkla Kafkaslaröa- yaşıyorlardı. Zevulun onlara komşuydu; "Paran Dağları'nda'' yaşıyorlardı ve "çadırlarını Ermeni topraklarından Fırat Nehri'ne uzanan alanda kurmuşlardı. İssakar İran'da, "Medler'le Persler'in topraklarının yanındaki yüksek dağlarda'' yaşıyorlardı. Şimon kabilesi ile Manaşşe kabilesinin yarısı Hazar Denizi'nin kuzeyindeki düzlükte, Hazarlar'ın topraklarındaydı- lar. Demek ki, bu kabileler Kafkas Dağları ile Hazar Denizi'nin batısında ve kuzeyindeki düzlüklerden İran Platosu'na uzanan geniş bir alana yayılmışlardı.
Doğu grubu, bir tam, bir de yarım kabileden oluşan, daha küçük bir gruptu. Efraim kabilesi ile Manaşşe kabilesinin diğer yarısı "Muhammediler'in bölgesindeki güney dağlarında': büyük olasılıkla Arabistan'ın güneyinde, belki Yemende yaşıyorlardı. Güney grubunun içinde Dan, Naftali, Gad ve Aşer kabileleri bulunuyordu; bunlar bugün Etiyopya olduğu düşünülen kutsal Kuş topraklarında, "altını bol Kadim Havilah'ta'' bir arada yaşıyorlardı.
Kabilelerde Yaşam
Eldad'ın, çeşitli kabilelerin yaşam tarzına ilişkin anlattıkları çok ilginçtir. Reuben, Eski Ahit'i, Mişna'yı, Talmud'u ve Aggadah'ı sahiplenen dindar bir kabile olarak anlatılır. Her Şa- hat günü Yasa çalışır, İbranice bir metni okuyarak başlar ve metin üzerine Tatarca yorum yaparak devam ederler.
Reuben, Mavera-i Ürdün düzlüklerinde yaşayan büyükbaş hayvan yetiştiricileri olarak tanındığından ve entelektüel uğraşları olmayan bir kabile olarak bilindiğinden, bu oldukça tu-
haf bir anlatımdır. Gerçekten de Eski Ahit'te Hakimler döneminden sonra bu kabilenin adı geçmez ve İsrail krallığı tarihinde de aktif bir rolleri olmamış görünmektedir. Reuben kabilesi sürüldükten ve Yahudi halkıyla her türlü bağlantıları kesildikten sonra Eski Ahite, Mişna'ya, Talmud'a ve Aggadah'a nasıl ulaşmış, bunları nasıl bir araya getirmişlerdir? Bu soru Eldad'ın da, onun dinleyenlerin de zihnini meşgul etmemiş görünüyor.
Geçmişte deniz kenarında yaşayan ve denizcilikle uğraşan Zevulun kabilesi, Eldad'a göre, artık yüksek Paran dağlarında yaşıyor ve komşusu Reuben'le işbirliği yapıyordu. İki kabile savaşa birlikte giriyor, yolları birlikte inşa ediyor, ganimetleri aralarında paylaşıyorlardı.
Eldad, İssakar kabilesinden övgüyle bahsediyordu. İsrail'in kuzeyindeki Aşağı Celile düzlüğünden Pers İmparatorluğu'nun yüksek dağlarına taşınan İssakar, çok dindar bir kabile haline gelmişti.
Onlar cennetinkinden başka boyunduruk tanımazlar. Başkalarıyla savaş bilmezler. Tüm zamanlarını Yasayı tartışmaya ayırırlar. Herkesle barış içinde yaşarlar; düşmanları yoktur. .. Sığırları, develeri ve eşekleri, kadın erkek köleleri vardır. Tek silahları, hayvanları kesmek için kullandıkları bıçaktır. İnançlı insanlardır. Onların olduğu yerde hiçbir şey çalınmaz; köleleri de efendileri kadar güvenilirdir. .. Hem hakimleri, hem de prensleri olan kişinin adı Nahshon'dur. .. İbranice, Farsça ve Tatarca konuşurlar.
Eldad, Hazarlar'ın topraklarında yaşayan Şimon kabilesiyle Manaşşe kabilesinin yarısının çok sayıda üyesi olduğunu söyler; bunlar 28 krallıktan vergi alırlar. Pek çok Müslüman da onlara haraç verir.
Doğu'da yaşayan kabileler diğerlerinden çok farklıdır ve El- dad onlar hakkında pek de iyi şeyler söylemez. Bunlar kaba saba insanlardır; hep at üstündedirler, yol keserler ve acımaları yoktur. Talanla yaşarlar. Çok yiğit savaşçılardır; içlerinden biri tek başına yüz kişiyi öldürebilir.
Güneyli kabileler de yiğit kabilelerdir ve refah içinde yaşarlar:
Altınları, gümüşleri, değerli taşları, koyunları, danaları, develeri ve eşekleri vardır. Tarımla uğraşırlar, çadırlarda yaşarlar. İki ucu arasında dört günlük mesafe olan toprakların yalnızca en bereketli yerlerinde çadırlarını kurarlar. Kralları, Malchiel oğlu Uziel'dir; prensleri, Ahliab oğullarından Nikolay'dır; hakimleri Aşer kabilesinden Mikail oğlu Avdan'dır. .. savaşa gittiklerinde borazan çalarlar ve yüz yirmi bin atlı ile yüz bin piyade komutanlarının çevresinde toplanır. Kabileler sırayla askerlik yaparlar. Her kabile bir aylığına sefere çıkar, gittikleri yerde üç ay kalır, üç aydan sonra geri döndüklerinde ganimet bütün kabileler arasında paylaşılır. ..
Bu kabilelerin Kıiş'a gelmelerinin öyküsü oldukça dramatiktir. Her şey, İsrail'in iki krallığa, Yehuda ve İsrail krallıklarına ayrılmasıyla başlamıştır. İsrail'in ilk kralı, Nevat oğlu Yarovam, on kabileye, özellikle de yiğit Dan kabilesine Davut hanedanıyla savaşma emri vermiştir. Dan, kardeşlerinin kanını akıtmayı reddeder ve kaçmak zorunda kalır. Danhlar önce Mısır'a gidip orada yaşayanları öldürmek ve ülkeyi yakıp yıkmak isterler ama prensleri onlara Mısır'a dönmelerinin yasak olduğunu hatırlatır. Böylelikle Kuş topraklarına gelinceye kadar Pishon nehrini izlerler; bereketli, bağlı bahçeli topraklar bulunca Kftş'a yerleşirler. Danlı- lar Kftş'un çocuklarıyla bir anlaşma imzalar ve her zaman İsraile
bağlı kalacaklarına söz verirler. Burada yıllarca yaşarlar, nüfusları artar. Danlılar'ın peşinden üç başka kabile -Naftali, Gad ve Aşer- gelir; çölü aşıp Danlılar'ın topraklarına varırlar.
Eldad'ın On Kabile üzerine anlattıkları bunlardır; bu anlatımın dinleyenleri gerçekten etkilediğinden ve duygulandırdığından, onların kendilerine güvenlerini arttırdığından kuşku duya- mayız. Dinledikleri, kralları, yiğit bir ordusu ve zenginliği bulunan özgür ve güçlü Yahudi kabilelerinin hikayesiydi. Bunlar, yüzyıllarca sürgünde, çeşitli egemenlerin boyunduruğu altında yaşamaya mahkum Yahudi halklarında büyük bir heyecan uyandıracak türde hikayelerdi. Eldad hikayelerinin pek çok kuşağın imgelemini ateşlemesi ve onlarda yeni umutlar uyandırması hiç şaşırtıcı değildir.
On Birinci Kabile
Eldad'ın bir sürprizi daha vardı: On birinci kabilenin öyküsü- Musa'nın (Levi'nin) kabilesi. Levi kabilesinin toprağı olmamasına, üyelerinin tapınak hizmetlileri ve İsrail halkı ile Tanrı arasında aracı konumda bulunmalarına, Tevrat'ta, Mısır'dan Çıkış'ta adları geçmemesine rağmen, Eldad bu kabilenin imrenilesi ve kutsal yaşamına ilişkin uzun bir anlatı sunmuştur. Musa kabilesi diğer İsrail kabilelerinden yalıtılmış yaşıyor ve dindar yaşam tarzlarından ödün vermiyorlardı.
Bu insanlar, kendi inşa ettikleri, güzel kuleleri olan güzel evlerde yaşarlar. Yaşamlarında temiz olmayan hiçbir şeye yer yoktur; kuşları, geyikleri, evcil hayvanları bulunmaz. Yaşadıkları çevrede vahşi hayvan da yoktur; sinek, tilki, haşerat, yılan, köpek, başka deyişle çevresine zarar verecek hiçbir yaratık yok-
tur. Bu insanların yalnızca, yılda iki kez yavrulayan koyunla- rı ve sığırları vardır. Tarımla uğraşırlar; her türlü meyve ve tahıl, bezelye, kavun, kabak, soğan, sarımsak, buğday, arpa yetiştirirler; bir tohum yüz meyve verir. İnançlarına sadık insanlardır; Yasayı, Mişna'yı, Talmud'u, Aggadah'ı iyi bilirler; Talmud'ları İbraniceair... İkinci Tapınak Dönemi'nde aktif olan Tanaim'i [Mişna bilgelerini] ve Amoraim'i [Talmud bilgelerini] bilmezler. .. yalnızca İbranice konuşurlar; kendi yapmadıkları şarapları içmezler ve hayvanları keserken katı kurallara uyarlar... Nefeslerinden olma korkusuyla kaba sözler söylerken Tanrı'nın adını ağızlarına almazlar ve kaba söz kullanılmasını hoş karşılamazlar. .. Böyle temiz bir yaşam sürdüklerinden yüz, yüz yirmi yıl yaşarlar. Hiçbir çocuk, kız olsun erkek olsun, ebeveynleri yaşarken ölmez. Her nesil, kendilerinden sonra gelen üçüncü ya da dördüncü nesli, torunlarını ya da torunlarının çocuklarını görecek kadar uzun yaşar. Tarlada bütün işleri kendileri yaparlar; kadın ya da erkek köleleri yoktur. İçlerinde tüccar olanlar da bulunur. Aralarında kötü insanlar ya da hırsızlar olmadığı için geceleri evlerinin kapılarını kapatmazlar; aynı nedenle küçük bir çocuk, hırsızlardan, canavarlardan, hiçbir tehlikeden korkmadan sürüsünü günlerce otlatabilir; tüm otlaklar kutsal ve temizdir. .. Kimseyi görmezler, Kuş nehrinin diğer yakasındaki dört kabilenin üyeleri dışında kimse de onları görmez. Bu kabilelerin üyeleriyle görüşür, konuşurlar, ama aralarında her zaman Sambatyon nehri vardır. Sambatyon nehrinin genişliği, bir ucundan diğerine, 150 metredir. .. nehir bir kum ve taş nehridir, su akmaz. Nehir yatağındaki taşlar denizdeki dalgalar ve uğultulu rüzgarlar gibi sesler çıkarırlar; bu sesler o denli yüksektir ki yarım günlük mesafeden duyulur... bu taş ve kum nehri altı iş gününde uğuldar, Şabat günündeyse durulur. Şabat başlar başlamaz,
nehrin çevresini alevler sarar; alevler Şabat'ın bitimine kadar sönmez. Bu nedenle, hiç kimse nehrin iki yakasına da iki kilometreden fazla yaklaşamaz; ateş orada yetişen her şeyi yakıp kül eder. Dört kabile, Dan, Naftali, Gad, Aşer nehrin kıyısında bulunur; burada koyunlarını kırparlar, arazi düz ve dikensizdir. Musa'nın çocukları onları diğer kıyıda toplanmış görünce, "Ey kardeşler, Yeshurun kabileleri, bizlere develerinizi, köpeklerinizi ve eşeklerinizi gösterin," diye bağırırlar ve develerin boynunun uzunluğu, kuyruğunun kısalığı üzerine yorumlarda bulunurlar. Sonra birbirlerine veda eder ve kendi yollarına giderler.
Bu, hayranlık uyandıran efsanevi Sambatyon nehrinin, Yitik Kabileler'le bağlantılı olarak ilk anılışı değildir; ama nehrin olağanüstü özellikleri burada ayrıntılarıyla anlatılır. Sambatyon'un, aşılmaz bir engel olduğu en çok burada, açıklıkla vurgulanır. Bununla birlikte, ilginçtir ki bu nehir, Yitik Kabileler'le Yahudi halkının geri kalanı arasında değil, onlarla -yitik İsrail'in özü olarak görülen- Musa kabilesi arasında bir engel olarak gösterilir. Sambatyon nehrinde 3. bölümde yeniden söz edilecektir.
Eldad Bir Sahtekar Olabilir Mi?
Eldad'ın öyküleri o denli şaşırtıcıydı ki, o denli fantastik öğeler içeriyordu ki, Kayravan hahamları o zamanın en büyük Yahudi otoritesi olan Zemah Gaon'a Babiföeki Sura haham okulunun başkanına danışmaya karar vermişlerdi. Ona, günümüze de ulaşmış olan, uzun bir mektup yazmışlardı. Mektupta güneydeki dört kabileyle, Dan'la, Naftali ile, Gad'la ve Aşer'le ilgili öyküleri anlatmışlar, ama diğer kabilelerden söz etmemişlerdi. Ha-
hamlar için, Eldad'ın kullandığı İbranice bir merak ve şaşkınlık konusu olduğundan, mektupta bu dilden bazı tuhaf ve bilinmeyen sözcükleri aktarmışlardı. Öte yandan, Eldad'ı dil konusunda bir sınavdan geçirdiklerini de eklemişlerdi; ona birtakım nesneler gösterdiklerini ve ondan bu nesnelerin adlarını yazmasını istediklerini yazmışlardı. Kayravanlılar'ın, bir süre bekledikten sonra, Eldad'dan aynı nesneleri adlarını yeniden yazmasını istedikleri, Eldad'ın da daha önce yazdığı adların aynısını yazdığı anlaşılmaktadır.
Eldad'ın anlattığı tören yasaları, özellikle de hayvanların kesimi ile ilgili olanlar, Kayravan hahamları için bir başka merak ve şaşkınlık konusuydu. Çünkü yasalarına bağlı Yahudiler'in uygulamaları ile çelişiyordu. Mektupta Eldad'ın yasaları ayrıntılı biçimde anlatılmış ve Zemah Gaon'un bu anlatılanlar üzerine düşüncelerini paylaşması istenmişti. Mektubun son kısmında, Musa'nın Çocukları'nın, Babil nehirlerinde Sion şarkısını söylemeyi reddettikleri için, bir ödül olarak, mucizevi bir şekilde Havilah'a taşındıkları söyleniyordu ve mektup Sambatyon'un öyküsüyle bitiyordu.
Zemah Gaon'un yanıtı da bugün elimizdedir ve Gaon'un El- dad ile öykülerine olumlu yaklaştığını görürüz. Gaon, Eldad'ın yasalar konusundaki farklı yorumlarını, bir yerden bir yere göçün zorluklarına bağlar ve Eldad'ın halakhah (yasa) sözcüğünü, alışılagelenden farklı bir anlamda kullanmış olabileceğini belirtir. Gaon aynı zamanda On Kabile'ye ve Musa'nın Çocukları'na ilişkin öykülere inandığını ve bunlardan, daha eski kaynaklarda da söz edildiğini söyler. Zemah Gaon'un yanıtı coşku, hatta kıvanç doludur; Gaon On Yitik Kabile'den bir ulak çıktığına göre, refah içinde yaşayan bu yiğit Yahudiler'in varlığının ispatlandığını, Yahudi halkının bir araya gelişinin yakın olduğunu umut ettiğini söyler.
Bilim adamları, Eldad'ın gerçek kökenine ve gizli amacına ilişkin birbirinden pek farklı fikirler öne sürerler. Bazıları onu, beklenmedik bir başarı kazanmış, cüretli bir sahtekar olarak betimlemiştir. Eldad sahtekar olsun olmasın, İsrail'in On Yitik Kabilesi'ni arayanlar, Eldad'ın ortaya çıkmasından bu yana, en fazla onun günlüğünde sunulan bilgilere başvururlar. Yitik Kabileler, Hazar Denizi'nin ötesindeki düzlüklerde ve Kafkas dağlarında (4.bölüm), Yemen'de (3.bölüm) ve Etiyopya'da aranmıştır. Etiyopya'da Dan kabilesinden gelen Beta Israel topluluğunun bulunduğu haberi, bu yolda en yakın tarihli başarıdır.
İkinci Bölüm
BÜYÜK SIR: ON YİTİK
KABİLE NEREDE?
İsrail'in On Yitik Kabilesi'ne ilişkin gizem, dünya tarihindeki en eski, en ilginç, varlığını en uzun dönem sürdüren gizemlerden biridir. Buradaki önemli nokta, gizemin özünde, yalnızca, bir ulusun ya da bir kadim kabileler grubunun yitip gitmiş olmasının yatmamasıdır. Dünya tarihi boyunca pek çok ulus ya da kabile kaybolmuştur ama bunların pek azı, geride kalanlar tarafından bulunmaya çalışılmıştır. Arkeologlar dışında kim, Kutsal Kitap döneminden Moabitler'i ya da Edomitler'i, Antik Yunan döneminden İskitler'i ya da Trakyalılar'ı aramıştır? Pek çok insanın günümüzde dahi İsrail kabilelerinin kaybolduğunu kabul edememesi ve onların yazgısının diğer yitik uluslarla aynı olma-
dığına inanması nedendir? Pek çok insan neden bu kabilelerin, İngiltereöe, Japonya'da, New Mexico'da ya da Afganistan'da, şu ya da bu kılık altında hala yaşamakta olduğu konusunda ısrarcıdır. Birbirinden çok farklı pek çok insanın kendilerini bu kabilelerin soyundan görmeleri nasıl mümkün olabilir?
Bu büyük gizemi anlayabilmek için, kısaca İsrail'in tarihine ve on iki kabileden, onunun sürgün edilme koşullarına bakmamız gerekir. İsrail peygamberlerinin değerli söylediklerine bakarak On Kabile'nin yazgısına ilişkin mesajlarını hatırlatabiliriz.
Kadim İsrail: Başlangıç Yılları
Kadim İsrail Ulusu, İsrail'in üçüncü Patriyark'ı Yakup'un, on iki oğlunun soyundan gelen on iki kabileden oluşuyordu. Bu on iki oğul ile aileleri Mısır'a gittiler, orada çoğaldılar ve on iki aile on iki kabile oldu. Kabile olunca Mısır'dan çıktılar ve Vaat Edilmiş Topraklar'a ulaşabilmek üzere Sina Çölü'ne girdiler. Şeria nehrinden geçtiler ve Kenan'ı fethettiler. Buraya yerleştiler; her kabile kura yolu ile kendi toprağını aldı. Levi Kabilesi'ne toprak verilmedi çünkü bu kabilelerin üyeleri din görevlileriydi ve görevlerini yerine getirebilmek amacıyla diğer kabilelere dağılmışlardı. Diğerlerinden daha büyük olan Yusuf Kabilesi'ni ikiye böldüler. Biri Efraim, diğeri Manaşşe adını aldı; on iki toprak parçasını böyle doldurdular. Topraklarına yerleşen kabileler, kendilerine özgü yaşam biçimlerini benimsediler; Yakup'un ve Musa'nın kehanetvari sözlerinde, bu kabilelerin birbirinden farklı yapılarına göndermeler vardır. Kadim İsrail tarihi boyunca, kabile içi bağlılık anlayışı çok güçlü olmuştur. Kabilelerin, düşman tehdidi altında olduklarında bile birbirlerine yardım etmede isteksiz
oldukları o çalkantılı Hakimler dönemini simgeleyen, "Herkes kendi çadırından sorumludur" sözü olmuştur. Bütün kabileleri sonunda bir birleşik İsrail Krallığı altında toplayan, ortak Filistin tehdidi ile Davut'un karizmatik liderliği oldu. Gene de İsrail'liler bu noktaya kolay gelmedi. Yehuda kabilesinden Davut, Benyamin kabilesinden gelen ve birleşik İsrail'in ilk kralı olan Saul'un hanedanlığını yıkmak, sonra da içlerinden bir kendi oğlu Abşalom tarafından çıkarılan pek çok ayrılıkçı isyanı bastırmak zorunda kaldı. Davut, oğlu Süleyman'a birleşmiş bir krallık bıraktı ve Süleyman ülkesini kırk yıl boyunca barış içinde yönetti. İsrail tarihinde on iki kabilenin tek bir kral yönetiminde, bir arada, tek bir ulus olarak yaşadığı tek dönem Davut ile Süleyman'ın seksen yıllık iktidar dönemleridir. Bununla birlikte, barışın küllerinin altında ayrılıkçılık közleri, ateşi yeniden canlandırmak üzere bekliyordu.
Krallığın Bölünmesi
M.Ö 930 yılında Süleyman'ın ölmesinden hemen sonra, İsrail Krallığı'nın temelleri ağır vergiler, katı idari uygulamalar ve yüksek sınıflar arasında putperestlik nedeniyle çatırdamaya başladı. Bu koşullar altında, derinlere gömülmüş ancak hiçbir zaman ölmemiş, "yalnızca kabileye bağlılık duyma'' anlayışı ön plana çıktı:
Kralın kendilerini dinlemediğini görünce, bütün İsrailliler "İşay oğlu, Davut'la ne ilgimiz, ne de payımız var!" diye bağırdılar, "Ey İsrail halkı, haydi evimize dönelim! Davut'un soyu başının çaresine baksın". Böylece herkes evine döndü. [Krallar I 12:16]
On iki kabile içinden on tanesi, İsrail ulusunun büyük çoğunluğu -İsrail adını koruyan- ayrı bir krallık kurdu. Bu ülkenin ilk kralı, Süleyman döneminde de ayaklanma düşleri kuran, güçlü Efraim kabilesinden, Nevat oğlu Yarovam oldu (Krallar il 11:26-35). Yalnızca iki kabile, Yehuda ve Benyamin, Davut hanedanına sadık kaldı ve küçük bir Yehuda krallığında Süleyman oğlu Reha'vam yönetimini kabul etti; yeni Yehuda Krallığı'nın merkezi kutsal Kudüs'tü. Böylece on iki kabile, Yakup'un çocukları iki gruba ayrılmış oldu: On kabile İsrail Krallığı'nı, kalan iki kabile ise Yehuda Krallığı'nı oluşturdu.
Bu bölünmeden sonra, Yehuda ile İsrail, kendilerine özgü tarihleri, yazgıları, kültürleri ve hatta lehçeleri olan iki ayrı siyasal birime dönüştü. Özellikle İsrail Krallığı'nda "kabileye bağlılık'' duygusu güçlü kaldı. Farklı coğrafi bölgelere, orada yaşayan kabilelerin adları verildi. İsrail Krallığı'nda kralların ve hanedanlıkların sık sık değişmesi, bu güçlü "kabileye bağlılık" duygularının ve rekabetin göstergesidir. Yehuda Krallığı, tarihi boyunca, Davut hanedanlığının egemenliğini kabul ettiğinden, daha fazla istikrar sergilemiştir. Hem İsrail hem de Yehuda, komşularıyla ve bazen birbiriyle savaşmış, ittifaklar ve koalisyonlar kurarak, uluslararası ilişkilerde aktif olmuştur. Kurulmasından sonraki ilk yüzyılda, İsrail daha çok, komşusu Suriye ile ilişki içerinde olsa da, İsrail'in en ünlü krallarından 'ın iktidarında yeni bir güç, Asurlular, bölgede yeni bir tehdit olarak ortaya çıktılar. Kuzey Mezopotamya'da Dicle nehrinin yukarı kısmında (bugünkü Kuzey Irak'ta) yer tutan Asurlular, yayılmacılık siyaseti benimsediler. Asurlular tarafında fethedilme korkusu, Suriye ile Doğu Akdeniz kıyısında bulunan on iki küçük krallığı, tarihin kayda geçirilmiş ilk askeri koalisyonlarından birini oluşturmaya zorladı; dönemin belgelerinde bu, Güney Koalisyonu adıyla anılır. O dönemki Asur Kralı III. Şalmanezer' in iktidarı-
nın ilk altı yılında yaşanan olayların dökümünü veren bir Asur yazıtında, bu koalisyonun başında Şam Kralı Hadad'ın bulunduğu, koalisyonun en önemli üçüncü isminin ise İsrail'li (Ahab- bu Sir'ialu) olduğu belirtilmektedir. Nitekim , koalisyon ordusuna 2000 at arabası vermiştir; bu, diğer bütün üyelerin verdiğinden fazladır. Asurlu Şalmanezer ile koalisyon ordusu arasındaki savaş M.Ö. 853 yılında Kuzey Suriye'de gerçekleşti. Asurlular nihai zaferin kendilerinin olduğunu ilan etse de, savaşın galibinin kim olduğu net değildi. 'ın haleflerinin katılmaya devam ettiği Güney Koalisyonu, zaman içinde çeşitli yenilgiler yaşasa da, sonunda başarıya ulaştı ve koalisyon üyeleri 100 yıldan uzun bir süre boyunca bağımsız kaldı.
İsrail Krallığı, kuzey sınırında, Asur yayılmacılığına karşı bir bariyer oluşturmaya çalışırken, Yehuda Krallığı güney komşusu Mısır ile mücadele ediyordu. Mısırlı Firavun Ziklak, Süleyman'ın ölümünden ve monarşinin bölünmesinden 5 yıl sonra, M.Ö. 925 yılında Yehuda'yı işgal etti. Asurlular büyük bir güç olarak ortaya çıkınca, hem Yehuda hem de İsrail, bağımsızlıklarını koruyabilmek için, o günün iki süper gücü Mısır ile Asur arasında bir denge politikası peşinde koştular. Bu tehlikeli oyun sonunda İsrail'in çöküşünü getirdi.
İsrail Krallığı'nın Sonu
İsrail Kralı Pekah'ın krallığı sırasında, Asur Kralı Tiglat- Pileser İsrail'in İyon, Avel-Beytmaaka, Yanoah, Kedeş, Hasor kentleriyle Gilat, Celile ve Naftali bölgelerini ele geçirerek halkı Asur'a sürdü. [Krallar il 15:29]
Aynı zamanda Ürdün'ün doğu yakasında yaşayan kabileleri de yerlerinden etti:
Asur Kralı Rubenliler'i, Gadlılar'ı, Manaşşe oymağının yarısını tutsak edip Halaha, Habura, Haraya, Gozan Irmağı'na sürdü. Onlar bugün de oralarda yaşıyorlar. [Tarihler I 5:26]
Bu olaylardan kısa bir süre sonra, Elah oğlu Hoşea, İsrail Kralı Pekah'ı öldürdü. Hoşea Mısır'la ilişkiye geçerek Asur baskısından kurtulmayı ümit ediyordu ama başarısız oldu:
Ancak Asur Kralı, Hoşea'nın hainlik yaptığını öğrendi. Çünkü Hoşea Mısır Firavunu So'nun desteğini sağlamak için ona ulaklar göndermiş, üstelik her yıl ödemesi gereken haraçları da Asur Kralı'na ödememişti. Bunun üzerine Asur Kralı onu yakalayıp cezaevine kapadı. Asur Kralı İsrail topraklarına saldırdı. Samarya'yi kuşattı. Kuşatma üç yıl sürdü. Hoşea'nın krallığının dokuzuncu yılında Asur Kralı Samarya'yi ele geçirdi. İsrail halkını Asura sürdü. Onları Halaha, Habur Irmağı kıyısındaki Gozana ve Med kentlerine yerleştirdi. [Krallar II 17:4-6]
Böylece İsrail Krallığı'nın sonu gelmiş oldu. Biri M.Ö. 734, diğeri M.Ö. 721 yılında, iki seferle Asurlular, krallığı boyunduruk altına aldı; başkenti Samarya'yi yıktı ve fethettikleri tüm topraklarda uyguladıkları tehcir politikasıyla halkı -İsrail'in On Kabilesi'ni- başka yerlere sürdü. Kutsal Kitap'ta, On Kabile'den, sürüldükleri günden sonra, pek nadiren söz edilmiştir.
Sürülenler ve Kalanlar
Tevrat'ta İsrail'in düşüşü ve halkının tehcir edilmesi hakkında anlatılanları okuyanlar, krallıkta yaşayanların büyük çoğunluğunun sürüldüğü izlenimini edinir. Ama bu gerçekten öyle mi
olmuştur? Gerçekte kaç kişinin sürüldüğünü ve geride kalanlar olduysa, onların başlarına neler geldiğini bilen var mıdır? Sürülen İsrailliler'in sayısına ilişkin yeterli bilgi bulunmadığından bu sorulara kesin yanıtlar vermekten uzağız. Antik dönemlerden kalan kaynaklar, sundukları istatistikler açısından genellikle güvenilir değildirler; ya sayılara gereken önemi vermezler ya da şu ya da bu amaca hizmet etmek üzere onları çarpıtırlar. Tevrat biz- lere sürülen İsrailliler'in sayısını vermese de, bazı Asur yazıtları vermektedir. Bu yazıtlardan birinde (Tiglat Pileser kayıtları, satır 227), Mavera-i Ürdün'den iki kabile ile bir de yarım kabileden aile reislerinin, bu arada Celile'deki beş kentten 3000 erkeğin ilk tehcirde sürüldüğü söylenmektedir. Bununla birlikte, bu belge konuyu aydınlatmada yeterli değildir. Bir başka kaynak ($argon kayıtları, satır 10) konuya ilişkin daha fazla bilgi sunuyor görünmektedir; bu belgeye göre, Samarya'dan 27.290 kişi sürülmüştür.
Resim 7: Asurlar'ın Ekron kuşatması. Horsaba&iaki Sargon Kalesi.
Belgede, Samarya kentine göndermede bulunuyorsa, bu sayı abartılı bulunmalıdır, çünkü bu kent, en geniş zamanında bile, 150 dönümü aşmıyordu ve her dönümde ortalama 120 kişinin oturduğu kabulüyle hareket edersek, kent nüfusunun en fazla 18.000 olabileceğini görmemiz gerekir. Bununla birlikte, Asur seferleri döneminde kentteki insan sayısı, krallığın işgal edilen bölgelerinden gelen sığınmacılarla büyük ölçüde şişmiştir; öte yandan, elbette bu artışın, Asur ordusunun üç yıllık kuşatması sırasında verilen kayıplarla dengelendiğini hesaba katmak gerekir (Krallar il, 18:9- 10). Asur belgesinde verilen sayı, Asurlular'ın gene Samarya adıyla andıkları krallıktan sürülenlerin sayısıysa, nüfusun bütününün sürülmediğini kabul etmek gerekir. Öyleyse, bütün İsrailliler'in sürülmediğini ve sürülenlerin çoğunlukla aile reisleri, büyük olasılıkla soylular, çeşitli alanlarda uzmanlar ve becerikli işçiler olduğunu düşünebiliriz. Çoğunluk, özellikle taşra nüfusu, yaşlılar ve zayıflar büyük olasılıkla geride bırakılmışlardı.
İsrail'in On Kabilesi'nden yalnızca bir azınlık sürüldüyse, fethedilen topraklarda kalan çoğunluğun yazgısı ne oldu? Daha önce bu topraklarda yaşayanların çoğunun, o zamanlar hala bağımsız olan komşu Yehuda'ya kaçtıklarına ve oraya sığındıklarına şüphe yoktur. Gerçekten de arkeolojik kazılar M.Ö. sekizinci yüzyılda Kudüs'ün kapladığı alanın genişlediğini, kentin daha önce yayılmadığı alanlara yayıldığını ortaya koymaktadır. Yehuda'nın ikinci büyük kenti olan Lachish de benzer bir "gecekondulaşma'' sürecinden geçmiştir; kent merkezinin çevresindeki boş alanlar büyük bir hızla derme çatma evlerle dolmuştur. Arkeolojik çalışmalar o zamanda Yehuda taşrasındaki yerleşim merkezlerinin sayısında önemli bir artışa da işaret etmektedir. Bunların hepsi, Yehuda nüfusunun birden ve büyük ölçüde arttığını ortaya koyar; bu da ancak fethedilen İsrail'den kaçan sığınmacıların buralara yerleşmiş olmasıyla açıklanabilir.
Resim 8: Ele geçirilen bir şehir ve esir alınan halk.
Resim 9: Nineveh, Sanherib Sarayı nda Lachish kentinden Yahudi esirler.
İsraiföe kalmaya devam edenlerin bazıları, Yehuda Krallığı süresince İsrailli kimliklerini korudular (Tarihler il, 30:1-11). Bunurıla birlikte, bu insarılar Yehuda ulusunun bir parçası olmadılar. Bazıları, muhtemelen çoğunluk, Asurlular'ın imparatorluğun dört bir yanından, fethettikleri topraklara getirdikleri yabancı halklarla karıştılar (Krallar II, 17:24). Eskiden orada yaşayanlarla yeni gelenler karışarak yeni bir halk, Samaryalılar oldular; Samaryalılar bugün hala eski İsrail Krallığı'nın merkezindeki Nablus-Şekem kentinde yaşamaktadır. Bazılarıysa, yabancı etkilere açık kaldı ve bölgedeki siyasetlerin ve dirılerin değişimiyle Helen ya da Roma Paganlığını, sonra Hıristiyanlığı ve sonra İslam'ı kabul ettiler. Böylece kendi topraklarında kalanların tümü İsrailli kimliklerini yitirmiş oldu; bunlar konumuzun dışındadır.
Asur İmparatorluğu Topraklarına Dağılma
Sürülen İsrailliler On Yitik Kabile oldular. Tevrat'ta bu insanların sürgünden sonraki durumlarına pek az gönderme yapıldığını biliyoruz. Tarihler Kitabı'nda İsrailli tutsakların "bugüne dek'' sürüldükleri yerde olduğunu yazar (Tarihler Kitabı I, 5:26); "bugüne dek'' sözü, Tarihler Kitabı'nın kaleme alındığına inanılan M.Ö. dördüncü yüzyıla, sürgünden dört yüzyıl sonraya işaret eder. Bu gibi tek tük göndermelerin dışında sürgünler unutulmuş görünmektedir. Belki de, İsrail'in yıkımının ve sürgünün getirdiği travma o denli büyüktü ki, Yehuda'da bu olaylardan yüzyıllar sonra kaleme alınan kitaplar dahi, bu olayların sonuçlarını tartışmaktan kaçınmaktaydı. Sürülenlerle bağlantı kurmak kolay olmamış olabilir; çünkü bunlar kısa süre içerisinde yeni evlerine yerleşmiş ve komşuları arasında asimile olmuşlardı. Yalnızca Birinci ve İkinci Tapınak dönemlerinde yapılan yazılı göndermeler, ki bunlar da oldukça sınırlıdır, sürülenlerin izini yeni yurtlarında da sürmemize olanak tanır.
İsrail kabilelerinin nereye sürüldüğüne ilişkin Tevrat ayetleri kısa ve kapalıdır. Birinci dalgada sürülenlerin "Halalı, Ha- bor ve Hara ve Gozan Nehri" ne (Tarihler Kitabı I, 5:26), ikinci ve daha büyük dalga sürgünlerininse "Halalı ve Gozan Nehri kıyısında Habor ve Med kentleri"ne (Krallar Kitabı il, 17:4-6) sürüldüğü söylenir. Halalı ismine iki listede de rastlanmaktadır, ama Asur'un içinde de, dışında da bu adda bir yer bilinmediğinden, burada sözü edilen yerin neresi olduğu sorunu henüz çözülmüş değildir. Bununla birlikte, modern araştırmalar ve özellikle Asur krallığı hakkında bilgimizi büyük ölçüde geliştiren arkeolojik kazılar ışığında Halah'ın Tevrat'ta Kelah adıyla, Asur dilindeyse Kalku adıyla bilinen yer olduğu düşünülmektedir. Kalku, Kuzey Mezopotamya'da, Asur imparatorluğunun merkezinde, Dicle
nehri kıyısında büyük ve önemli bir kentti. Bir süre imparatorluğun başkenti olmuş ve arka arkaya gelen pek çok krala ev sahipliği yapmıştı. Bugün Arapça Tel Nimrud adıyla anılan bölgede pek çok kazı yapılmış, saraylar, tapınaklar, inci süslemeleriyle devasa heykeller ve girift, ustalıklı rölyefler gün ışığına çıkarılmıştır. İsrailli sürgünlerden bazılarının, pek çoklarının bekleyeceği üzere imparatorluğun uzak köşelerine değil de, tam kalbine yerleştirilmesi şaşırtıcı bulunabilir. Büyük olasılıkla, buraya getirilen şanslı İsrailliler üst sınıftan kimseler ya da bu zengin ve büyük kentte çalışmaları istenen becerikli taş ustaları ya da zanaatkarlardı. İsrailliler'in bazılarının gerçekten de bu Asur kentine getirildiği, üzerinde İbrani isimleri bulunan bir ostrakonun (antik dönemlerde karalama kağıdı olarak kullanılan kırık çanak parçası) varlığıyla ispatlanmaktadır. M.Ö. 700 yılı civarından kalan bu çanak parçası İsrailli sürgünlerin Asur imparatorluğunda bulunduğunun az sayıda kanıtından biridir.
Asurlular Kalku'yu boyun eğdirdikleri halklardan aldıkları ganimetlerle de süslemişlerdi; kazılarda bir zamanlar ahşap mobilyaları süsleyen sayısız fildişi süsleme, bu arada güzel ve girift işlemeli bronz tabakalar çıkarılmıştır. Bu hazineler Tire ve Sidon'da, Asurlular'ın fethettiği diğer doğu Akdeniz sahil kentlerinde yaşayan Fenikeliler'in kendilerine özgü sanatsal üslubunu yansıtır. Samarya'daki İsrailli kralların saraylarından da Kalku'dakilere çok benzer işlemeli fildişi parçalar çıkarılmıştır.
Habor ve Hara ve Gozan Nehri Tevrat'ta adı geçen diğer sürgün yerleridir. Tevrat'ı yazıya geçirenler bu isimleri karıştırmış olmalı, çünkü Gozan gerçekten de ünlü bir kenttir, ama Ha- bor Fırat'a dökülen bir nehirdir, Gozan da bu nehirin kıyısında kurulmuştur. Habor'un kıyısındaki Gozan'ın, Telhalaf adıyla bilinen bölge olduğu düşünülmektedir. Bu bölge M.Ö. 800 civarında, Asurlular'ın eline düşmeden önce, Suriye ve Kuzey
Mezpotamya'da yaşayan göçebe Arami Kabileleri için önemli bir merkezdi. İsrailli sürgünler buraya getirildiklerinde, bu bölge ve kent, uzun zamandır Asur yönetimi altındaydı. Gozan'da yapılan kazılarda da üzerinde İbrani isimler bulunan ostraka ve başka belgeler çıkmıştır. M.Ö. yedinci yüzyılda yaşamış Asurlu krallardan birine yazılmış bir mektupta "Paltijau" (Paltiyahu) "Ni- rijau" (Neriya) adları, bu arada "Samerina (Samarya) kentinden gelen bir adam'' sözler, geçmektedir. Mektuptan Paltiyahu ile Neriya'nın resmi görevliler oldukları anlaşılmaktadır; Neri- ya, belli ki, maliye bakanlığında çalışan yüksek düzey bir görevlidir. Bu mektup, İsrailli sürgünlerin en azından bazılarının Asur yönetiminde önemli pozisyonlara yükselebildiklerini göstermektedir. Aynı dönemden kalma bir başka resmi belgede, birinden "Danaya'' (Dinah) adlı bir kadını "Usi'a''ya (Hoşea) teslim etmesi istenmektedir; bu ikisi de İbrani adlarıdır. M.Ö. beşinci yüzyıl boyunca yazılmış olan ve Gazan kazılarında ortaya çıkan mektuplarda başka İbrani adlarında da rastlanır. Bunlar, kentte yaşayan İsrailliler'in İbrani adlarını kullanmaya devam ettiklerini, dolayısıyla sürgünden sonra uzun süre kimliklerini koruduklarını kanıtlamaktadır. Birinci listede adı geçen Hara'nın ise neresi olduğuna dair bir bilgi yoktur; bu ya da buna benzer bir isim bilinmemektedir.
Med kentleri yalnızca ikinci, daha büyük sürgün dalgasındaki yerler listesinde anılır. Med toprakları Hazar Denizi'yle Urmi- ye Gölü arasında, bugün İran'ın kuzeybatısı ile merkezinde bulunan dağlık bölgedir. Burası, Asur İmparatorluğu'nun kuzeydoğu bölgesindeki halkları sürekli olarak huzursuz eden göçebe Med'lerin yaşadığı bir sınır ülkesiydi. Asurlular yüzyıllar boyunca Med'lere sayısız akın düzenlediler ve sonunda bu bölgeyi ilhak ettiler. Bu akınlardan, Asur kralı il. Tiglat Pileser zamanında yapılanlardan birini anlatan bir yazıt, Asurlular'ın tehcir siyasetini
Resim 10: Tel-Halaf'tan bir Asur mektubundan detay.
Neviah ve Paltiyahu isimleri geçiyor.
orada da uyguladıklarını kanıtlar. Yazıtta 65.000 Medlinin kendi topraklarında sürüldüğünü ve bu topraklara onların yerine, fethedilen diğer bölgelerden halklar getirildiğini okuruz. Bu yeni gelen halklar arasında İsrailliler'in bulunması muhtemeldir.
Modern araştırmalar bizlere, yalnızca anavatanlarında kalan İsrailliler'in yazgısının izlerini sürme değil, aynı zamanda sürülenlerin yerleştikleri farklı yerlerin gerçeğe oldukça yakın bir haritasını çıkarma imkanı sunar. Söz konusu yerler, Asur Krallığı'nın merkezinden batı ve doğu çeperlerine kadar uzanır. Bununla birlikte, sürülen İsrailliler'den M.Ö. beşinci yüzyıldan sonra hiçbir tarihsel kayıtta söz edilmez. Sanki yer yarılmış da içine girmişlerdir.
Yehuda Krallığı'nın Yazgısı
Yehuda Krallığı M.Ö.701 yılında, Asur kralı Sanherib tarafından yıkılmaktan kurtuldu ve İsrail Krallığı'nın düşüşünden sonra yaklaşık 150 yıl kadar, güç de olsa, bağımsızlığını korudu. Bu krallığın yıkımı M.Ö. 586 yılında, güçlü Asur Krallığı'nın güneydeki komşusu Babil'in eline düşmesinden kısa bir süre sonra gerçekleşti. Babilliler, kralları Nebukadnezar yönetiminde, selefleri Asurlular'la aynı yayılma ve kitlesel sürgün politikasını izliyordu. Yehuda'ya bir sefer düzenlediler, başkenti Kudüs'ü ele geçirdiler ve yurttaşlarının çoğunu Babil'e sürdüler. Ama Yehudalılar'ın esirlik yılları uzun sürmedi. Kudüs'ün düşüşünden 48 yıl sonra Babil'i fetheden Pers Kralı Kiros, onların evlerine dönmelerine ve Kudüs'teki tapınağı yeniden inşa etmelerine izin verdi. Sürgünler arasında bu zorlu yolculuğu kabul edip Yehuda'ya dönen çok olmadı. İzin üzerine dönenler ve bir sonraki yüzyıl boyunca onları küçük gruplar halinde izleyenler, İkinci Yehuda Krallığı'nı kurdu-
lar ve Kudüse İkinci Tapınak'ı inşa ettiler. Geri dönenler, Babil<le kalan Yehudalı çoğunlukla birlikte Yahudi halkının ataları oldular.
İsrail'in On Kabilesi'nin Varlığını Sürdürdüğüne
Neden Hala İnanılıyor?
On Kabile'nin gerçekte yitip gitmediğine, varlığını bir yerde sürdürdüğüne ve bir gün yeniden ortaya çıkacağına yönelik güçlü inanç Tevrat'ta bulunan ilahi vaatlere dayanır; Eski Ahit'te , On Kabile'nin bir gün evlerine döneceği ve orada görkemli bir geleceğe kavuşacağı yazılıdır. Bu kabilelerin yitip gittiğini kabul etmedeki isteksizliğin temelinde, ilk ulusun iki kolunun, İsrail ve Yehuda'nın yazgılarının, tarihsel açıdan çok farklı olduğunun düşünülmesinde yatar. İsrail'in On Kabilesi, en azından bunların Asur İmparatorluğu'na sürülmüş kısmı, kaybolmuş ve izini kaybettirmiştir; Yehuda ise, belki de sürgün dönemi uzun sürmediğinden, bir ulus olarak varlığını sürdürebilmiş, zaman içinde nüfusunu ve gücünü arttırmıştır. Yehuda'nın, sürgünden sonra anavatanına dönmesi, peygamberlerin vaatleriyle uyum içindeyken, kendilerine aynı vaatte bulunulan On Kabile ortadan kaybolmuştur.
Yehuda ve İsrail halkları yeniden birleşecek. Başlarına tek önder atayacaklar. Ülkeden çıkacaklar. [Hoşea 1: 11] [1]
Yeşaya da aynı kanıdadır:
O gün Rab elini uzatacak ... Sürgün İsrailliler'i toplayacak, Dağılmış Yehudalılar'ı Dünyanın dört bucağından bir araya getirecek. [Yeşaya 11: 11-12]
Babiföe, sürgün Yehudalılar'la yaşayan Hezekiel, Rab'bin kendisine şöyle seslendiğini söylüyordu:
"İnsanoğlu, bir değnek al, üzerine 'Yahuda ve dostları İsrailliler için' diye yaz. Sonra başka bir değnek al, üzerine 'Yusuf'la dostları İsrailliler için Efrayim'in değneği' diye yaz. İki değneği yan yana getirerek birleştir. Öyle ki, elinde bir değnek gibi olsun" [Hezekiel 37: 16-17}*
Yehuda söz konusu olduğunda bu vaatler yerine getirildi. Öte yandan İsrail'in On Kabilesi'ne verilen vaatler yerine getirilmeyi bekliyordu. İsrail'in, Eski Ahit'te kötücül, dinsel ve ahlaksal açıdan düşük olduğu tekrar tekrar vurgulanır, ama aynı vurgu pek çok yerde Yehuda için de yapılır. Her ikisi de kötü davranışlarına ilahi bir ceza olarak sürülmüşlerdir ve her ikisine de cezalarını çektikleri zaman kurtuluşa ulaşacakları vaat edilmiştir. Yehuda'nın .sonunda, sürgünden döndüğünü, öte yandan İsrail'in dönemediğini biliyoruz. İlahi vaatlerin bir kısmının yerine getirilip, diğer kısmının getirilmemesini açıklamak zordu. Dolayısıyla İsrail'in On Kabilesi, yerine getirilmemiş kehanetleri temsil ede- geldi; günah-ceza-kurtuluş örüntüsünde bir kusura işaret etti ve insanlarda derin bir haksızlık duygusu uyandırdı. Bu örüntü kutsal yazılarda sıklıkla vurgulanmış, dünyanın ahlaki dokusunun temelini oluşturmuş ve Batı'nın kılavuz ilkesi olagelmişti. Tevrat açısından baktığımızda, hem genel olarak insanlık tarihi, hem de özel olarak İsrail tarihi, ilahi tasarının bir dışavurumudur ve ilahi ses bizlere İsrail'in vatanına döneceğine, dönmeye yazgılı olduğunu anlatırlar. On Kabile'nin ortadan kaybolması, ilahi tasarıda bir kusurdan çok, insanın yetersizliğiyle ilgili bir sorunun sonucu ola-
rak algılanmış alınalı. Bu açıdan bakıldığında, pek çok insanın On Kabilenin sonsuza dek yitip gittiğine inanmayı reddetmesi anlaşılırdır. Bu kabilelerin uçsuz bucaksız dünyanın bir köşesinde yeniden ortaya çıkacaklarına can-ı gönülden inanan ve onların dünya tarihindeki yerlerini yeniden alacakları günü bekleyen nice insan vardır. İsrail'in On Yitik Kabilesi'ni arayışın temelinde işte bu inanç yatar. Bu inanç, keşif gezileri başlatmış, yeni keşfedilen kabilelerin ve ulusların kökenlerinin ve yaşam biçimlerinin incelenmesini ve yorumlanmasını etkilemiş, tarihsel süreçlere yeni bir anlam yüklemiş ve mesyanik hareketlere ilham vermiştir.
On Yitik Kabile Nerede Gizli?
Günümüzde bilimsel çalışmalarla, Tevrat'ın, İsrail'in On Kabilesi'nin sürüldüğü yerler olarak işaret ettiği isimlerden yola çıkarak, buraların modern karşılıklarının nereler olabileceğine ilişkin öngörülerde bulunabilmekteyiz; geçmiş kuşaklarda Yitik Kabileler'i arayanlarsa, elbette bu bilgilerden yoksundu. Halalı, Habor, Gozan ve Hara'nın nereleri olabileceğini bulmaya çalışırken isim benzerliklerinden yola çıktılar. Dolayısıyla Gozan'ın Afganistan'da dağlık bir bölge olan Gaz- ni ya da Hindistan'daki Ganj nehri olabileceğini düşündüler. Habor'u Kafkas Dağları'ndan kuzeye doğru akan Habur nehrinde, Afganistan'daki Hayber Geçidi'nde ya da Arabistan'ın Hayber bölgesinde aradılar. Uzak diyarlarda sürgün arayışına, tutkulu sözcükleri coğrafya bilgisini daha da bulandırmaya yarayan İsrail peygamberleri de kendi renklerini verdi. Yeşaya, İsrailli sürgünlerin "Asur İmparatorluğu'ndan, Mısırclan, Patros'tan, Kuş'tan, Elam'dan, Şinarclan, Hama'dan ve Deniz kıyılarından" döneceğini vaat ediyordu. (Yeşaya 11:11)
İsrail'in, Mısır'a ya da -Tevrat'ın Yukarı Mısır için kullandığı ad olan- Patros'a, Güney İran'daki Elam'a, Güney Mezopotamya'daki Şinar'a ya da çoğunlukla Etiyopya ile özdeş görülen Kftş'a sürüldüğüne dair hiçbir ipucu yoktur. İsrailliler'in kıyılara sürüldüğünü gösterecek bir deniz yolculuğundan da hiçbir yerde bahsedilmemektedir. Yeşaya ayrıca şöyle der: "Kimi kuzeyden, kimi batıdan, kimi de Sinim'den gelecek''; Sinimin Çin olduğunu düşünenler olmuştur. (49:12) Yeremya da İsrailliler'in "kuzey ülkesinden, dünyanın dört bucağından'' geleceğini söylerken pek net ifadeler kullanıyor sayılmaz (31:8). Amos'un kehaneti ise bir, bütün uluslararasından İsrail'i kalburla eler gibi eleyeceğine yöneliktir, "bir çakıl bile yere düşmeyecek'' yollu ekler (9:9). Yitik Kabileler'i arayanlar için coğrafi göstergelerin bu denli bulanık oluşu gerçek bir güçlük oluşturmuş ve arayışlarında spekülasyonlar peşinde koşmaya açık olanlara sınırsız bir ufuk sağlamıştır. Yitik Kabileler her yerde, Dünyanın en ücra köşelerinde bile aranılagelmiştir.
Asur İmparatorluğu'ndan Dünyanın Ücra Köşelerine
Eski Ahit'in kehanetlerini izlediğimizde, asıl soru, sürgünlerin Asur İmparatorluğu ve İran'dan dünyanın dört bir yanına nasıl ve hangi koşullar altında yayıldığıdır. Bu soruya yanıt vermede, daha önce belirttiğimiz gibi, sürgün sonrası dönemde kabilelerin dünyevi durumundan söz etmeyen Tevrat da, M.Ö. beşinci yüzyıldan sonra İsrailliler'den söz etmeyen Asur kayıtları da yardımcı olmaz. Yitik Kabileler'in Asur İmparatorluğu'ndan sonra nereye gittiğine ilişkin ipuçlarını, ancak M.S. birinci yüzyılın çalkantılı günlerinde yaşayan bazı Yahudi bilginlerin ve mistiklerin yazılarında ve yorumlarında bulabiliriz.
M.S. birinci ve ikinci yüzyıllarında İsrail'in On Kabilesi'nin yazgılarından hahamlar ve mistikler çevresinde söz edilmiş olması tesadüf değildir. O dönemde bu konu üzerine söylenenler, On Yitik Kabile destanının gelişmesinde çok etkili olmuş, dünyanın dört bir köşesinde başlatılacak arayışların temelini atmıştır.
M.S. ilk iki yüzyıl, siyasal ve ruhsal açıdan büyük çalkantıların yaşandığı bir dönemdi. Akdeniz çevresinde, topraklarına bölge üstüne bölge ekleyen Roma, M.S. 70 yılında Yehudayı bütünüyle boyunduruk altına aldı. Ülkenin ve başkenti Kudüs'ün yıkımını, 600 yıl boyunca Yahudiler'in ruhani merkezi olan İkinci Tapınak'ın yakılmasını, Romanın Yehuda üzerindeki baskısını gittikçe arttırdığı yüz elli yıllık bir dönem izledi. Roma bu topraklara kendi krallarını atıyordu; bunların en ünlüsü Büyük Hirodes'ti. Kudüs'ün yıkımı Yahudiler'in siyasal bağımsızlığına son verdi, ülkelerini ve dinsel özgürlüklerini yitirmiş oldular. Ya- hudiler bu yıkım sonrası dönemle başa çıkabilmek için pek çok yeniliğe uyum sağlamak zorunda kaldılar; bilgeleri bu zor görevde onlara yardımcı oldu. Bununla birlikte, yıkımından önce de Yehuda, ruhani açıdan yoğun bir mayalanma dönemi geçiriyordu. Romanın gelişi, Yehuda halkı için bir yanda gittikçe artan baskı, öte yandan geniş bir din ve değerler yelpazesiyle tanışma anlamına geldi. Yabancılarla ticaret ülkeyi zenginleştirmiş, servet birikimiyle üst sınıflar yozlaşmış ve kentler alt sınıfla dolmuştu. Bütün bunlar Romanın da dinsel açıdan büyük bir krizden geçtiği, Yunan-Roma tanrıları yerine alternatif arayışlar olan bir dönemde oluyordu. Tüm Roma İmparatorluğu'na, Partlar'ın tanrısı Mitras ve Mısır tanrıçası İsis kültleri gibi doğu mistisizmi örnekleri yayılıyor; bunlar ölümden sonra yaşama inancı getirdiğinden, insanların ölüm fikriyle başa çıkmasını kolaylaştırıyordu. Hem içerden hem de dışarıdan büyük baskı altında olan Yehu-
da halkı bu kriz karşısında farklı stratejiler geliştirmek zorunda kaldı. Gerçekçi ve akılcı Hahamlar ahlaki, toplumsal ve dinsel sorunları çözebilmek için Musa Yasası'nı, Yahudi yaşamının temellerini yeniden yorumlamaya ve dönüştürmeye giriştiler. Aynı zamanda başka mistik eğilimler de ortaya çıkıyordu. Ölüdeniz parşömenleri adıyla bilinen yazıtlarıyla ünlü Esensi tarikatı, kurtuluşu çölde ve bir ölçüde, eskatolojide arıyordu. Sonunda, bu çalkantılı günlerde tüm insanların kurtuluş arayışına cevap, Hıristiyanlık adındaki dinden geldi. O günlerde bilinen hareketlerin dışında bağımsız mistikler de etkili oldu ve bunlar günümüze zengin bir literatür bıraktılar.
Josephus Flavius ve On Kabile
On Yitik Kabile ile yazgılarının tekrar gündeme gelmesi pek çalkantılı bir dönemde oldu. Yahudi ulusunun gelecekte bir kurtuluşa ulaşacağı kehanetinin bir parçası olduğundan, bu çalkantılı dönemlerde insanların sığındığı bir hikayeye dönüştü. On Kabile'nin nerede olduğuna ilişkin ilk fikirleri sunan, M.S. birinci yüzyılda yaşayan ünlü Yahudi tarihçisi Josephus Flavius olmuştur. Yahudi Halklarının Tarihçesi adlı kitabında Josep- hus, Babile sürülen Yehudalılar'ın vatanlarına dönüşünün öyküsünü anlatır. Pers kralının, eve dönüş yolculuğunun önemli lideri olacak Ezra'ya verdiği mektuptan alıntılar yapar; kral mektupta ülkesindeki Yahudiler'e vatanlarına dönme izni vermektedir. Josephus'un anlattığına göre, Ezra, kralın yazdıklarını Babil'de olan Yahudilere okumuş, ama mektubun aslını elinde tutmuş ve bir kopyasını da Med ülkesinde olan Yahudilere göndermiştir. Burada yaşayan Yahudiler mallarını toplayıp Kudüse gitmek üzere Babile gelmişlerdir.
Öyleyse Josephus, On Kabile'den gelenlerin bazılarının Med ülkesinde olduğunu biliyordu; bunların pek çoğu Yehudalı kardeşlerine katıldı ve onlarla birlikte Kudüs'e döndü. Gene de çoğunluğun bu yolculuğa çıkmadığını anlıyoruz. Josephus, Asya'da ve Avrupa'da yaşayan yalnızca iki kabilenin (Yehuda ve Benya- min kabilelerinin} Roma yönetimi altında yaşadığını söyler; öte yandan On Kabile Fırat'ın ötesine yerleşmiştir ve kabile üyeleri sayılamayacak denli çoktur. Bu abartılı anlatım Tevrat'ta yazanları hatırlatır: "soyunu denizin kumu gibi sayılamayacak kadar çoğaltacağım'' (Yaradılış 19: 17).
Josephus'a göre, o günlerde On Kabile hala Fırat'ın öte yakasında yaşamaktadır. Yitik Kabileler'in "kalabalıklığı" ilk kez burada vurgulanmıştır ve daha sonraki kuşakların On Kabile anlatılarında önemli bir öğe olacaktır.
Ezra'mn Mistilc Düşleri
Josephus bizlere On Kabile'nin yazgısı ile ilgili bilgi vermez; yalnızca onların varolduğunu haber verir. Başkalarıysa bu konuda spekülasyon yapmaya daha açık olmuştur. Bu kabileleri daha sonra arayanlar açısından en önemli isim, Josephus Flavius'un çağdaşı olan ve mistik anlatılarıyla ünlü Ezra'dır. Yunanlı Esdras adıyla da anılan Ezra, On Kabile'nin Fırat'ın öte yakasından başka yerlere dağılmasının nedenlerini ve koşullarını anlatan ilk kişidir. M.S. 120 civarında yazdığı Visions Of Esdras/Ezra'nın Düşleri kitabı, Yahudiler'in Kutsal Kitabı'nı oluşturan yirmi dört kitabın dışında bırakılmış Apokrif'e dahil edilmiştir; Apokrif, birkaç yüzyıllık bir dönem içerisinde farklı zamanlarda yazılmış mistik kitapların bir toplamından oluşur. Aynı addaki başka kişilerden ayrı tutulabilmek için 4. Ezra olarak anılan Ezra bu gündüz
düşlerini gördüğünde, Kudüs'ün M.S. 70 yılında Romalılar'ın eline geçişi yakın döneme ait, travmatik bir anıydı. Ezra, bu trajik olay karşısında duyduğu büyük üzüntüyü dile getirdi ve her fırsatta, yapmış olduğu acımasız işler nedeniyle Romanın yıkılmasını umduğunu dile getirdi. Denizden Gelen Adam başlığını taşıyan altıncı anlatısında On Yitik Kabile'den şöyle söz eder:
Çevresine toplanmış barışçıl topluluklar gördüğünde, bildin ki onlar on kabileydi. Kral Hoşea zamanında yurtlarından sürülmüşlerdi. Asur kralı Şalmanezer onu esir almış, suları aşarak başka topraklara getirmişti. Aralarında kararlaştırdılar, putperestin egemenliğinde yaşamayacaklar, insanların daha önce ayak basmadığı başka topraklara gideceklerdi. Putları putperestlerin olsun, onların topraklarında put olmayacaktı. Nehrin dar kısımlarından Fırat'a vardılar. Sonra Yücelerin Yücesi onlara bir işaret gönderdi, akıntıyı durdurdu, onlar geçinceye kadar. Bu mucizevi yolda bir buçuk yıl ilerlediler, vardıları topraklara Arzaret dendi. Buraya yerleştiler ama artık gelmeleri yakındır. Yücelerin Yücesi ırmağın sularını yine durduracak, onlar yine ırmağı aşacak. (Ezra II; XIII: 39-46)[2]
Fırat suları üzerindeki bu mucizevi yolculuk, Mısır'dan çıkış döneminde Kızıl Deniz (Mısır'dan Çıkış 14:16-29) ve Şeria ırmağı (Yeşu 3:12-17) üzerinden ilerlenmesini hatırlatır. Suların mucizevi bir şekilde donması, Tanrı'nın On Kabile'yi korumayı ne denli istediğinin ve bu kabilelerin yazgısının İsrail'inkiyle ortak olduğunun bir göstergesi sayılır.
Kabileler'in Fırat'ı geçerek vardığı Arzaret bölgesinin adı pek çok arayışın çıkış noktasını oluşturmuştur. Arzaret, dünyanın
pek çok köşesinde aranmış; bu isme yakın olan her isim heyecan uyandırmıştır. Bununla birlikte, Arzaret çok da gizemli bir isim değildir; İbranice Eretz Aheret sözcüklerinin bozulmuş halidir. Eretz Aheret "bir başka toprak'' anlamına gelir; bu da, Arzaret'in neresi olabileceğine ilişkin pek ipucu sunmaz. Gene de, Fırat sularını mucizevi geçiş öyküsü ve gizemli Arzaret pek çok kuşağın imgelemini kamçılamış; On Yitik Kabile'nin nerede olabileceğine ilişkin pek çok teorinin çıkış noktasını oluşturmuşur.
Üçüncü Bölüm
YAHUDİLER KAYIP
KARDEŞLERİNİ ARIYOR
Yahudiler, Yitik Kabileler gizemini öyküler ve efsanelerle, hahamlar arası tartışmalarla canlı tuttu. Tarihsel koşullar nedeniyle, M.S. 70 yılında tapınaklarının, ülkelerinin ve bağımsızlıklarının ellerinden alınmasından sonra sürgünde yaşayan Ya- hudiler, On Yitik Kabile'yi aramak üzere keşif gezilerine çıkmadılar. Yerleştikleri yerde yitik kardeşlerinin pek kalabalık, bağımsız, siyasal ve ekonomik açıdan güçlü olduklarına inanarak onların mucizevi bir şekilde dönmeleri için dua ettiler. Kutsal kitaplardaki ipuçlarından yola çıkarak Yitik Kabileler'in yazgı-
sı üzerine spekülasyonlarda bulunan, onlar hakkında efsaneler yaratan tüm ezilmiş Yahudiler'in yüreğindeki umut bu inançla beslendi. Gene de Yahudi halklarının uzun tarihi boyunca On Kabile'den geldiklerini söyleyen birkaç kişi ortaya çıktı ve insanların imgelemini ateşledi; hatta bazılarını Yitik Kabileler'i arama yolunda yüreklendirdi.
Mişna ve Talmud Bilgeleri ile Yitik Kabileler
İkinci Tapınak'ın yıkılmasını, Yahudiler'in siyasal ve dinsel özgürlüklerini kaybetmesini bekleyen yüzyıllarda bazı hahamlar ve mistikler On Kabile'nin yazgısı ve bulunduğu yer üzerine spekülasyonlarda bulundu. Bu konuyla ilgili bulanık ve spekülatif bilgiler Talmudöa ve Ezra'nın yazdıklarında gördüğümüz gibi Apokrif'te bulunmaktadır. İki Talmud bilgesi, Haham Berechiah ve Haham Helbo, kendilerinden önce gelen bilge Haham Samuel Ben Nahman adına, şunları söylerler:
İsrailoğulları sürgünde üç kola ayrıldılar: Biri Sambatyon nehrinin öte yakasına geçti, diğeri Antakya'ya, Defneye ilerledi. Üçüncü kolsa, Üzerlerine inen bir bulutun arkasına saklandı. [Filistin Talmudu, Sanhedrin 10.6}
Bu isimlerden yalnızca bir tanesi, Antakya'da Defne gerçek bir yerdir. Bu anlatının bir başka çeşitlemesinde, Defne için "Riblah'tan" denir (Pesikta Rabbati, bölüm 31). Antakya ile Rib- lah, birbirlerinden farklı dönemlerde varolmuş iki ünlü Suriye kentiydi; bu antik kentler arasında 200 kilometrelik mesafe bulunuyordu. Riblah M.Ö. yedinci ve altıncı yüzyılda varolmuş, Antakya ise Riblah'ın yıkılmasından 300 yıl sonra, M.Ö. 300'de ku-
rulmuştu. Defne, Antakya'ya bağlı bir yerleşim merkeziydi; Rib- lah çevresindeyse bu isimde bir yer bilinmemektedir. Bütün bunlar, beşinci yüzyılda Talmud'un ve onunla bağlantılı kaynakların toplanarak bir araya getirildiği dönemde dahi, On Kabile'ye ilişkin bilgilerin oldukça bulanık olduğunu gösterir. Bununla birlikte, her iki alıntı da, sürülmüş kabilelerin en azından üçte birinin Suriye'ye gittiğine inanıldığını göstermektedir. Bu görüşü, kabilelerin Selug dağlarına sürüldüğünü söyleyen Haham Hanina'da da (Sanhedrin 93b) buluruz; Selug ismi, Helenistik Dönemöe Suriye için kullanılan Selukiye'ye işaret ediyor olabilir.
Kabile üyelerinin bir diğer üçte birlik bölümünün bulutlarla sarılmış olduğu söylenilir; bu, onlar hakkında hiçbir şey bilinmediği anlamında kullanılmış olabilir. Bununla birlikte, aynı anlatının bir başka çeşitlemesinde sözü edilen kara bulutun yerini "kara dağlar içinde" sözü alır; bu dağlar Afrika ile ilgili bir Tal- mud efsanesinde, Büyük İskender'in {bugün Tunus'ta bulunan) Kartaca'ya giderken geçtiği söylenen dağlardır. Afrika'ya geçişe ilişkin bu efsane, daha sonra Danlı Eldad'ın hikayelerinde karşımıza çıkar.
Sambatyon Nehri
Talmudöaki öykünün tüm çeşitlemeleri içinde en ilginç öğe, On Yitik Kabile'ye ilişkin anlatılanlar açısından son derece önemli olagelmiş Sambatyon Nehri'dir. Talmud'da bu nehrin ismi geçer, ama nehrin efsanevi özelliklerinden bahsedilmez. Nehrin sıradışı özelliklerinin betimlemesini Romalı General Titus'un Ye- huda zaferinden sonra Roma'ya dönüşünü anlatan büyük tarihçi Josephus Filavius' da buluruz. Filavius'a göre Titus, Berytus'tan (Beyrut) Antakya'ya giderken:
Bir nehir görmüş. Ama bu nehir tarih kitaplarına geçmesi gereken türden bir nehirmiş. Agrippa krallığı ile Raphenea arasında akıyormuş. Aktığı zamanlar büyük bir güçle akıyormuş, suyu pek bolmuş. Ama sonra akış altı gün boyunca kesiliyor- muş, yatak kuru kalıyormuş. Sonra, yedinci günde nehir, gene eskiden olduğu gibi, çağıldağamaya başlıyormuş. Bu hep böyle tekrar ediyormuş. Bu yüzden nehre Şahat nehri de diyorlar- mış; nehir, ismini Yahudiler'in kutsal yedinci günü Şabat'tan alıyormuş. ( Kitap XVII, bölüm V:1)
Josephus'un çağdaşı olan Romalı coğrafyacı Büyük Plinius da bu ilginç nehirden söz eder. Dünyanın dört bir yanındaki sıra dışı nehirleri -Hindistan'daki durgun Silas sularını, üzerinde her şeyin yüzdüğü ve hiçbir şeyin batmadığı Afrika göllerini, suları alev gibi yanan Bitinya Nehri'ni, geleceği gören Cantabria Kaynağı'nı- anlatırken Plinius, "Yehuda Nehri her Şahat günü kuruyan bir nehirdir:• der.
Josephus ile Plinius Şahat nehrinin bu olağanüstü özelliğini anlatırken, tam olarak eşi benzeri görülmemiş bir özellikten söz etmiyordu. Samiler'in yaşadığı Yakındoğucla, düzenli aralıklarla akan ve kuruyan kaynaklara ve nehirlere hiç rastlanmıyor değildi. Bunlardan biri, Kudüs'te bulunan, birkaç saat gürül gürül akan, bu saatler dışındaysa hep kupkuru olan Gihon Nehriydi. Sambatyon nehrine üiş^ anlatılanların çelişkili olması —bazı yerlerde altı ^ ahp yedinci gün kuruduğunun, başka yerde ise altı ^ kuru kalıp yedinci ^ a^ığınm söylenmesi— nehri Josephus'un da, Plmius'un da görmediğini, her ikisinin de başkalarından duyduklarını aktardıklarını gösterir. Bu iki isim nehrin nerede bulunduğuna ilişkin ayn görüşlere sahiptir. Plinius genel olarak "Yehuda'da'' demekle yetinirken, Jo- sephus nehrin, Berytus (bugünü Beyrut) ile Suriye’de, ideniz h- yısındaki Antakya arasında olduğunu söyler.
Q)o Prcftc Jomn nae indiaa.
lDerdadern ıntormaçJm t:>as tcrrua oo ^rctlc Jo.ım feı;ıındo,ıfo ufcrcııeo bo pıdrefraııcifco 11.ıunrqcapdlaııd'flcrnolfo fcnboı,;sııo10 nouami'tı: fmpulfo poı mandado co ı,(to Jcnboı (mnra ııcıı.11i;ı m"drisııı s llurcfroc,fuulte3a.
Resim 11: Efsanevi Kral Presbiter John
Josephus da, Plinius da bu Şahat Nehri'ni On Kabile'yle bağlamaz. Her iki isim de, ayrıca Talmud hahamları da, nehrin doğaüstü olduğuna inanmazlar. Bu dönemde nehrin kesintili akışının pek çokları tarafından bilindiğini şuradan anlayabiliyoruz: Romalı general Tineius Rufus, Haham Akiva'dan Şabat'ın kozmik değerini ispatlamasını istediğinde, haham onu ikna edebilmek için Sambatyon Nehri'ni örnek göstermiştir. (Bu öykü bazı Midraş kaynaklarında bulunmaktaydı; örneğin Bereshit Raba 11:2) Sambatyon Nehri'ne mitolojik ve doğaüstü özellikler atfedilmesi ancak Ortaçağ'da Danlı Eldad'ın öyküleriyle ve daha sonra -12.yy'da Hindistan'da, sonraları Etiyopya'da yaşadığına inanılan Hıristiyan lider- Presbiteryen John tarafında gönderildiğine inanılan mektuplarla gerçekleşmiştir. Presbiteryen John, mektuplarından birinde kendi topraklarıyla Danyal'ın yönettiği Yahudi Krallığı arasında hafta boyunca sularıyla değerli taşlar taşıyan, Şahat gününde ise kuruyan bir nehirden söz ediyordu. Bu büyük nehrin bu toprakları birbirinden ayırması bir şanstı; çünkü Yahudiler bu nehri geçebilecek olsalar, bütün Dünyaya büyük felaketler getirirdi, hiçbir ulus onların karşılarında duramazdı. Günümüze dek Sam- batyon nehri'nin birbirinden çok farklı yerlerde olduğuna inananlar çıkmıştır. Bu nehri Afrika'da, Asya'nın çeşitli bölgelerinde, hatta Çin'de arayanlar olduğunu biliyoruz. Sambatyon Nehri ile On Kabile aynı öykünün birbirinden ayrılmaz bileşenleri olagelmiştir.
Yitik Kabilelerin Yazgısı
Eski dönemlerin hahamları, On Yitik Kabile'den yalnızca söz etmekle kalmamış, onların geleceğini ve yazgılarını da
tartışmıştır. Bu tartışmaların en önemlisi, M.S. ikinci yüzyılın çalkantılı günlerinde yaşayan, büyük hahamlardan Haham Akiva'nın çevresindeki bilgeler topluluğunca yapılmıştır. Haham Akiva sözlü din geleneğine önemli katkılarda bulunmuş bir isimdi; sözleri ölümünden kısa bir süre sonra yazıya geçirildi ve Mişna'nın temelini oluşturdu. Akiva aynı zamanda önemli bir mistikti; mistik öğretileri günümüze ulaşmamış olsa da, kendisinin ve arkadaşları ile müritlerinden oluşan çevresinin mistisizm ile yakından ilgilendikleri bilinmektedir. Bazılarının Cennet olduğuna inandığı mistik Pardes'e girip akıl sağlığını koruyarak çıkabilen tek bilge olduğu söylenir. Haham Akiva, M.S. 132-136 yılları arasında, Romalılar'a karşı girişilen İkinci Savaş ya da Bar Kohba Ayaklanması'nın arkasındaki en önemli lideriydi. Akiva, ayaklanmanın lideri Simon Bar Kosba'yı Mesih ilan etti. İsmini Bar Kohba'ya (Yıldızın Oğlu'na) çevirdi. Ve Kudüs'ün yıkılmasından, Tapınak'ın yakılmasından altmış yıl sonra o zorlu günlerde, Yahudi halkı kurtuluş umudunu bu yeni lidere bağladı. Akiva'nın yaptığı tartışmalardan biri, gelecekteki dünyada kimlerin var olacağına ilişkindi. Bu tartışmayı Mişna'da bulabiliyoruz. (San- hedrin 10:3)
"On kabile bir daha dönmeyecektir, çünkü şöyle yazılıdır: Rab büyük kızgınlıkla, şiddetli öfkeyle onları ülkelerinden söküp attı; bugün olduğu gibi başka ülkeye sürdü (Yasanın Tekrarı 29:28). Bugünün yitip gitmesi, bir daha asla geri gelmeyecek olması gibi, bu kabileler de yitip gitmiştir ve geri gelmeyecektir. Haham Avika bunu söyler. Ama Haham Eliezer de şöyle der: Nasıl ki gün kararır ve gecenin ardından ışık yeniden yükselir, On Kabile'nin de üzerine karanlık çökmüştür ama ışık yeniden onların üzerinde parıldayacaktır."
Burada Haham Akiva'nın söyledikleri dikkate değerdir. Çünkü görüşlerinin Zohar Kitabı'nda toplandığına inanılan büyük mistik Haham Simon Bar Yohai'nin benzer bir tartışmada, kabilelerin dönmeyeceği görüşünü savunduğu söylenir. Haham Aki- va ise döneceklerine inanmaktadır. (Haham Nathan'a göre Atalarımız, 31). Görüşleri kayıtlara geçirilmiş diğer bütün hahamlar da kabilenin döneceği kanısındadır. Örneğin, İsrail topraklarında Yahudi cemaatinin lideri olmuş ve Mişna'yı derlemiş Haham Yehuda ha-Nassi şöyle demiştir:
İkisinin de gelecekte oynayacak rolleri vardır. Bu sözlerin anlamı açıktır: "ve o gün Rab ' isteyecek ve Asuriia yitenler geri dönecek." Bunlar On Kabileiiir. (Filistin Talmudu, Sanhedrin 10:4)
Haham Akiva'nın öne sürdüğü görüşlerden hangisinin daha erken tarihli olduğu ve fikrini neden değiştirdiği, yanıtlanması zor sorulardır. Bu değişiklik, Bar Kohba ayaklanmasının başarısızlığa uğramasıyla yaşadığı büyük hayal kırıklığından kaynaklanıyor olabilir. Ayaklanma için hazırlanırken Haham Akiva'nın, mesih çağının geldiğine inanarak On Kabile'nin döneceği umuduna kapılmış olma olasılığı yüksektir. Ama ayaklanmanın sonucunda gelen yıkım -Yehuda'nın yerle bir olması ve Yahudiler'in kitlesel olarak sürülmesi- hayatta kalan Yahudiler'in mesihin geleceğine ve kabilelerinin döneceğine ilişkin umutlarını da ortadan kaldırdı.
On Kabile'nin gerçekten var olduğuna hem mistik hem de apokaliptik çevrelerde inanıldığını görüyoruz; normatif Yahudilik'te de bu inancın izlerine rastlanır. Örneğin ganimet toplamaya ilişkin yasalarda, On Kabile'den söz edilir. Yasaya göre ganimet toplama, Tevrat çalışmaya ayrılabilecek zamanı boşa
harcamak anlamına gelmez. Ancak ganimetten On Kabile'nin payına düşeni ayırmak ve bunları On Kabile'ye ulaştırmaya çalışmak zaman kaybı olarak nitelenir (Sanhedrin, 84b). Bir başka yerde ise bir Babillinin Yahudi bir kadınla evlenmesinin ancak adam On Kabile'den geliyorsa onaylanabileceğinden bahsedilir (Yebamot, 16-17). Mişna ile Talmud'un yaratıldığı günlerde On Kabile'nin varlığına ve bir gün geri döneceklerine duyulan inanç sarsılmaz bir inançtı. Mişna ile Talmud'un bugünkü Yahudi yaşamı üzerindeki canalıcı etkisi göz önüne alındığında On Kabile'nin gerçek olduğuna, sonsuza kadar yitip gitmediklerine, yalnızca geçici bir dönem ortadan kaybolduklarına inanılmasında şaşırtıcı bir şey yoktur. Öte yandan, bu kabilelerin nerede oldukları, nereden dönecekleri açık değildi. Zaman ilerledikçe, sürgünde yaşayan Yahudiler'in yaşam koşulları kötüleştikçe, İsrail halkının bir kısmının geniş, güçlü, bağımsız, gizli bir ülkede yaşadıklarına duyulan inanç yaygınlaştı ve bu kabilelere ilişkin öğeler efsanevi özelliklerle süslendi. Peygamberlerin kehanetleriyle saygın hahamların sözlerine dayanan bu inanç Yahudi cemaatlerinde yaşamın ayrılmaz bir parçası haline geldi ve insanların zorlu dönemleri atlatmasına yardımcı oldu. Dokuzuncu yüzyılda, güçlü ve bağımsız On Kabile'ye ilişkin öyküler anlatan ve kendisinin Dan kabilesinden geldiğini söyleyen Dan- lı Eldad'ın ortaya çıkışı, kabilelerin dönmesini özlemle bekleyişi, yakın bir zamanda ortaya çıkacaklarına dair ateşli bir inanca çevirdi. Eldad, dönemin Yahudi cemaatlerine Yahudiler'in çoğunluğunun bu kötü kaderi paylaşmadığı ve bir gün ezilen kardeşlerine yardıma gelecekleri inancını verdi. Bu dönemden sonra On Kabile'ye ilişkin öyküler mesyanik bir yan kazandı. Ne zaman sahte bir mesih ortaya çıksa, gizemli bariyer Sambatyon nehrinin kuruduğuna ve kabilelerin çeşitli yerlerde görüldüğüne ilişkin öyküler anlatıldı.
Tudelalı Benyamin ve On Kabile
Ortaçağ'ın en ünlü Yahudi serüvencilerinden biri, on ikinci yüzyılda İspanyada yaşamış olan Tudelalı Benyamin'di. Benya- min Danlı, Eldad'ın açtığı yoldan ilerledi ve dünyanın çeşitli bölgelerindeki Yahudi topluluklarını aramak üzere çok uzun yolculuklara çıkmakla övündü. Günlüğü, 1543 yılında basılmasından bu yana, en çok okunan kitaplar arasındadır. Bugün Benyamin'in gittiğini söylediği yerlerin hepsine gitmediğini kesin olarak biliyoruz; bazı araştırmacılar İspanyadan hiç ayrılmadığını savunmaktadır. Gerçek her ne olursa olsun Benyamin, On Kabile'den bir kısmının İranaa, ya da İran'ın doğusunda olduğuna ilişkin söylentiler duyduğunda ısrar eder:
Pers topraklarında Yahudiler vardır. .. Nisabur'da dört İsrail kabilesi, Dan, Aşer, Zevulun ve Naftali'nin olduğu söylenir. Anlatılanlara göre bu kabileler ilk sürülenlerdir... Ülkelerini bir uçtan diğer uca geçmek yirmi gün alır; dağlarda büyük kentleri vardır ve bir uçta sınırı Gozan nehri belirler. Hiçbir ulusa bağlı değildirler, kendi kendilerini yönetirler. Liderleri Levi kabilesinden Haham Joseph Amarkala'dır. İçlerinde bilginler vardır; bazıları tarımla uğraşırlar; bazıları ise Kuş ile savaşırlar. Rüzgara tapan ve çölde yaşayan Kofar al Torak'la ittifak içindedirler.
Benyamin, Kofar al Torak'ı, Presbiter John'un vahşi, kaba, yassı burunlu tebaası olarak betimler; Presbiter John'un, Cengiz Han olduğunu düşünenler de, Hindistan ya da Etiyopya kralı olduğuna inananlar da vardır. Paras krallığına (İran) saldırdıklarında İsrailli kabileler bunlarla ittifak yaptılar. Paras kralı korku içinde kabileleri kendilerine karşı savaşmamaya ikna etmeye çalıştı. Edemeyin-
ce intikamını kendi krallığındaki Yahudiler'den alacağını söyledi. Bunun üzerine kabileler kralın isteğini kabul ederek geri çekildi.
Benyamin Reuben ve Gad kabilelerinden, bu arada Hayber Yahudileri ya da Rehaboğulları da denilen Manaşşe kabilesinin bir kısmından da söz eder. Bu kabileler Babil'den Saba Çölü ya da al- Yeman (Yemen) tarafında, yirmi bir günlük yolculuk mesafesindeki Thema ülkesinde yaşıyordu. Bağımsızlardı; liderleri Hanan'dı. Çapulcu ve göçebe Arap komşularıyla savaş halindeydiler; bölgelerinde dehşet salan bir güç olmuşlardı. Ülkeleri geniş, kentleri büyük ve güçlüydü. Bazıları toprağı işliyor, başkaları hayvan yetiştiriyordu. İçlerinde Yasa çalışanlar, mağaralarda ve uzak kuytu köşelerde çileci bir yaşam sürenler, sığındıkları yerde Kudüs'ün yıkımına ağlayıp Yahudiler'in kurtuluşu için dua edenler de vardı.
Komşuları, Hanan'ın kardeşi Salmon tarafından yönetilen Telmas'tı. İki kardeş Davut'un soyundan geliyorlardı. Telmas'taki Yahudi sayısı 300.000'di. Yaklaşık 200 köye yayılmışlardı; Yahudiler'in yaşadığı en önemli kent büyük ve güçlü San'a'ydı. Telmas halkının büyük çoğunluğu iyi eğitimli, bilge ve zengindi.
Benyamin'in, Danlı Eldad'ın yazdıklarından tınılar taşıyan günlüğü, güney Arabistan'da yaşayan Yemen Yahudileri'nin, On Yitik Kabile soyundan geldiklerine inananların temel kaynağıdır. Bu düşüncenin, bazı tarihsel kanıtlarla doğrulanıyor olması ilginçtir: Arabistan'daki kazılarda gün ışığına çıkarılan ve İslam'ın doğuşundan önce, beşinci ve altıncı yüzyıllara ait olan yazıtlarda, Yemende, Samin dağlarında yarı bağımsız bir Yahudi krallığının hüküm sürdüğü ve kralının Joseph Du Nuas olduğu yazılıdır. Du Nuas Arabistan'da Hıristiyanlar'a ve Paganlar'a karşı savaşmış, bunların bir kısmının Yahudiliği benimsemesini sağlamıştı. Savaşlarla Kızıldeniz'den Afrika'ya uzanmış, Etiyopyayı bir dönem kendisine bağlamıştı. Yemen Yahudileri'nin On Kabile soyundan kabul edilmesi Yahudiler arasında oldukça yaygındır ve tarih bo-
yunca pek çok gezgin gerçekten de çölleri aşarak onlara ulaşmaya çalışmıştır. Çoğunun başarısız olduğunu eklemek gerekiyor.
Hindistan, Yemen ve Etiyopya Yahudileri'nden Haberler
Beşinci ve altıncı yüzyıllarda Kudüs'teki küçük Yahudi cemaati, mistik ve mesyanik beklentilerle, Yitik Kabileler'in döneceği umudunu taşıyordu. Kudüs'ten çeşitli Yahudi topluluklarına bu konuyla ilgili bazı raporlar ve mektuplar gönderildiği bilinmektedir. Bu mektuplarda söylenenlerin çoğu Presbiter John'a, onun Hindistan'daki Hıristiyan krallığına, Sambatyon nehrinin ötesindeki komşu Yahudi krallığına ilişkin olarak anlatılan yaygın öykülerin tekrarıdır. Mektuplarda, Danlı Eldad'ın öykülerine göndermeler ve Hindistan, Etiyopya ve Yemen'deki Yahudilere ilişkin, yer yer efsanevi tonlar alan bilgiler vardır. Bu üç bölge -Hindistan, Yemen ve Etiyopya- o zamandan bu yana Yahudiler'in On Kabile arayışının merkezinde olagelmiştir.
Resim 12: Yemenli bir Yahudi aile çölde yürüyor, 1949.
Sambatyon nehrinin ötesinde yaşayan On Kabileyle ilgili, en erken tarihli aktarımlara, 1435 yılında Ferraralı Elijah tarafından Kudüs'ten İtalya'daki oğullarına gönderildiği mektupta rastlarız. Elijah mektubunda, Hindistan'da güçlü bir Yahudi krallığı olduğunu duyduğunu anlatır. Sambatyon nehri yakınlarında bir adada yaşayan Musaoğulları'ndan, Danlı Eldad'ın betimlemelerinde geçen başka kabilelerden söz eder. 1454'de Kudüs'te yazılan bir başka mektupta Sambatyon nehrinin kuruduğu ve kabilelerin Presbiter John'la savaşa girmek üzere nehri geçtiği haber verilir. Sambatyon nehrinin kurumasıyla dört kabilenin nehri geçmesi yaklaşık yüz yıl sonra, 1563'te yazılan bir başka mektuba da konu olur. On beşinci yüzyılın sonlarına doğru Kudüs'ü ziyaret eden, ünlü Mişna yorumcusu Bertinorolu Haham Oba- diah italya'ya, biri 1488'de, diğeri 1489cia olmak üzere iki mektup göndermiştir. Obadiah bu mektuplarda, kabilelerle savaşında Presbiter John'un galip gelmesinden, Hindistan'da neredeyse tüm Bene İsrail'i tarihten silmesinden duyduğu üzüntüyü dile getirir; Bene İsrail sözcüğünün bildiğimiz ilk kullanımı bu mektuptadır. Bununla birlikte, içlerinden kurtulanlar olmuştur; bunlar başka Hint krallarının da yardımıyla topluluklarını büyütmeyi başarmışlardır. Daha geç tarihli bir savaşta, Bene İsraiföen bir kısmı esir düşmüş, köle olarak satılmak üzere Mısır'a getirilmiş, burada Mısırlı Yahudi cemaati tarafından satın alınarak özgürlüklerine kavuşmuşlardır. Obadiah mektubunda onları kendi gözleriyle gördüğünü anlatır; tenlerinin Etiyopyalılar'ınki kadar olmasa da koyu renk olduğunu söyler. Bu kişiler Dan kabilesinden geldiklerine inanmakta ve ülkelerinde biber ve baharat yetiştiğini söylemektedirler. Obadiah'ın gördüğü insanlar büyük olasılıkla güney Hindistan'da bulunan Koçi Yahudileri'ydi; Presbiter John'un krallığına ve bu krallığın Yahudi komşularına ilişkin öyküler, kısmen de olsa, güney Hindistan'daki Hıristiyanlar'ın yaptıkları ile ilgili
tarihsel belgelere dayanır görünmektedir. Obadiah ikinci mektubunda, bir başka Beni Israil grubundan söz eder: Bu grubun toprakları Aden'den elli günlük mesafededir ve altı gün boyunca hızla akan suları taşları sürükleyen, Şahat günündeyse akmayan Sambatyon nehriyle çevrelenmiştir. Bu insanlar Musa'nın safkan ve dindar oğulları olduklarını, Levi'nin güzelliği ve çocukları olduklarını iddia ederler. Bu ikinci Beni Israil grubunun gerçekte kimler olduğu anlaşılamamıştır. On altıncı yüzyılda, Kudüs'te yazılmış bir başka mektupta da Sambatyon nehrinin bir kıyısında, Musa'nın Oğullarının diğer kıyısında ise, On Kabile'nin yaşadığı anlatılır. Bu, Musa Oğullarının Talmud'u değil peygamberleri, Mişna'ları ve Musa ibn Meymun'un Mişna Tora'ları vardır ve Kabbala'ya çok bağlıdırlar. Burada Yemenli Yahudiler'den söz ediliyor olabilir: Yemen'deki Yahudiler'in gerçekten de Talmud'ları yoktu ve dini meselelerde Meymun'a başvuruyorlardı. Yemenli Yahudiler'in Kabbala'ya çok bağlı oldukları bilinmektedir. Mekke'ye hacca giden Müslümanlar da Arabistan çöllerinde Yahudiler bulunduğuna yönelik bilgi vermiştir. Bu hacılar, çölü geçerken bazen, El Shaddai Oğulları adında büyük ve güçlü bir kabilenin saldırısına uğruyorlardı; kabileye bu ismin verilmesinin nedeni kabile üyelerinin savaşırken Yahudi Tanrısı'nın adını haykırmalarıydı. Bu yiğit savaşçılar, Yahudi dinine bağlıydı ve Tudelalı Benyamin'in sözünü ettiği Rec- hab Oğulları'ndan geldikleri söyleniyordu. Sözü geçen kabilenin, güney Yemen'de yaşayan ve uzun saçlarıyla vahşileri andıran Habanlı Yahudiler olma ihtimali vardır.
Kudüs'te bulunan başka kayıtlarda, Etiyopya'nın yüksek dağlarındaki Falaşa Krallığı'nın da sözü geçer. Falaşa adıyla anılan Etiyopyalı Yahudiler'in çadırlarda yaşadığı ve sürülerine uygun otlaklar aramak için göçebe bir yaşantı sürdükleri aktarılmıştır. Falaşalar'ın Dan ve Gad kabilelerinden gel-
diğine inanılıyordu. 1525 tarihli bir mektupta Falaşalar'la ilgili bir not buluruz. Mektubun yazarı Kudüs'te, daha önce bir deniz yolculuğunda esir düşen ve pek çok serüvenin ardından İskenderiye'ye getirilen, orada özgürlüğünü kazanan bir adamla tanıştığını yazar. Bu adam, Eldad'ın öykülerinde anlattıklarına benzer bir şekilde, kendi ülkesinde Simeon, İssakar kabilelerinden ve adını hatırlamadığı başka kabilelerden pek çok insan olduğunu söylemiştir. Adamın anlattıklarına bakılırsa, bu insanlar zengin ve güçlüydüler ve hem Hıristiyan ve hem de Müslüman tebası olan tek Yahudi kralın egemenliği altında huzur ve refah içinde bir hayat sürüyorlardı. Bu halklar Talmud'a bağlı değildi; yazıya geçirilmemiş yasalarındaysa Musa'ya değil, Nun'un oğlu Hoşea'ya gönderme yapıyorlardı. İssakar oğulları kendilerini Yasa'yı incelemeye adarlarken, diğer kabileler zamanlarının bir kısmını Yasa'yı incelemeye, diğer kısmı- nıysa Hıristiyan komşularıyla (o dönemde Etiyopya'ya geçmiş olan) Presbiter John'un krallığıyla savaşarak geçiriyorlardı. Portekizli bir Yahudi, bu kabileleri görmeye geldiğinde onlara Kudüs'ün yakılıp yıkıldığını ve Yahudiler'in dört bir yana dağıldığını anlatmıştı. Bu haberi daha önce almamış olan Fala- şalar bunun üzerine üzüntüden gözyaşları içinde üstlerini başlarını yırtmışlar ve hemen bir ordu oluşturarak Kudüs'e bir sefere çıkmaya karar vermişlerdi. Bunun üzerine prensleri, onları sefere çıkmadan önce Tanrı'dan bir işaret gelmesini beklemeye ikna etmişti.
Yitik Kabilelere ilişkin tek bilgi kaynağı Kudüs değildi. İtalya'daki Yahudiler'in de bu konu üzerinde pek çok şey yazdıkları bilinmektedir; birkaç mektup bugüne kalmıştır. 1532 tarihli bir mektupta, Etiyopya'da bağımsız bir Yahudi krallığından söz edilir. Bir başka mektupta, Sambatyon'un, artık Pazartesi, Perşembe ve Cumartesi günleri kuruduğu ve pek çok
Yahudi'nin nehri geçtiği ve Kutsal Topraklar'dan otuz günlük mesafede kamp kurdukları anlatılır. Bununla birlikte, Tanrı onlardan orada iki yıl kalmalarını istemiştir. Bir başka mektubun yazarıysa, Şam'da Reuben Kabilesi'nden, Hananel adında bir prensin ulağıyla karşılaştığını, hatta onunla bir kadeh şarap içtiğini anlatır. Ulağın söylediğine göre Prens 250 yaşındaymış ve Dan kabilesi ve başka pek çok kabile ile birlikte Sambat- yon nehrini geçmiş. İlginçtir ki, aynı Kral Hananel ve Reuben Kabilesi'nden, adının Davud olduğunu öğrendiğimiz aynı ulaktan, 1525 civarında Safed'den gönderilen bir mektupta da bahsedilir. Her iki mektupta, söz edilenin de Davud Reubeni olması olasılığı yüksektir. (Bkz. bir sonraki bölüm)
Mesihler ve Yitik Kabileler
Kudüs'te ve İtalya'da bu mektuplarda anlatılanlar, 15. ve 16. yüzyıllarda Yahudi dünyasına damgasını vuran mesih beklentisi atmosferinin bir parçasıydı. Bu dönem, İspanyadaki Yahudiler'in kıyıma uğradığı ve nihai olarak sürüldüğü dönemdir. Yahudi edebiyatında çokça vurgulanan "mesihin doğum sancıları" inancı, acı dolu dönemlere katlanmayı kolaylaştırıyordu. Mesih'ten hemen önce İsrail'in On Yitik Kabilesi'nin -İsrailoğulları'nın bağımsız zengin ve güçlü yaşam süren büyük bir kesiminin- geleceğine ve İsrailoğulları'na zulmedenlerden, Hıristiyanlar'dan ve Müslümanlaröan intikam alacağına inanılıyordu. Sanbat- yon Nehri, her zaman hem kabileleri dış dünyadan koruyan, hem de onların bildiğimiz dünyaya dönüşünü engelleyen bir büyük engel olarak görülegelmişti; şimdi bu nehrin kuruması, kabilelerin sonunda nehri geçmesi "Mesih'in geleceğinin" göstergesi olarak yorumlanıyordu. Benzer bir yaklaşımı, birden orta-
ya çıkmış görünen ve dünyanın çeşitli kesimlerini hızla egemen - likleri altına alan başka kabilelerin öykülerinin yorumlanmasında da bulabiliyoruz. Yedinci yüzyılda Müslümanlar'ın Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki Hıristiyan topraklarını hızla ele geçirmesi de "mesih'in adımları" olarak görülmüştür. Aynı şey, on üçüncü yüzyılda Asyayı ve Doğu Avrupayı fetheden Moğollarla, on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda, Türkler'in hızla ilerleyerek yüzyıllardır ayakta duran Hıristiyan Bizans İmparatorluğu'nun çöküşünü getirmesi için de geçerliydi.
Yahudi tarihinde önemli dönüş noktalarında ortaya çıkan güçlü mesih umudu, kendilerinin mesih olduğunu ve Yitik Kabileler'le bağlantılı olduğunu iddia eden bazı kişilerin ortaya çıkmasına yol açtı.
Reubenli Davud
Kudüs'ten italya'ya gönderilen mektuplardan birinde sözü edilen Reubenli prens, kendisine Reubenli Davud diyen ve 1523'te Venedik'te olduğu bilinen kişiye gönderme yapıyor olabilir. Bu kişinin ortaya çıkması kuşkusuz Yahudiler'in İspanya'dan sürülmesinin Yahudi dünyası üzerindeki yıkıcı etkisiyle yakından ilgiliydi. Davud, günlüklerine yolculuk güzergahını kaydetmişti; bunun, gerçekten ziyade fantastik bir güzergah olma ihtimali yüksektir. Bununla birlikte, Davud'un iddiası, Habur Çölü'nden (Yemen) Kudüs'e gittiği ve orada kendini Yitik Kabileler'den gelen biri olarak anlattığı yönündedir. Günlüklerine göre, Davud Mısır'a ve oradan da Venedik'e geçmiştir. Venedik'te kendisini Kral Süleyman'ın oğlu, Kral Yusuf'un kardeşi ve gene Yusuf'un ordu komutanı olarak tanıtmıştır. Yusuf'un Krallığı ''.Asya ve Yemen çöllerinde" idi. Bu-
ranın halkı Reuben, Gad ve Manaşşe Kabileleri'nden geliyordu; nüfus üç yüz bin kadardı. Bu ülkenin insanları baharat, biber, ilaç ve başka pek çok güzel şey üretiyordu. Reubenli Davud, 1524'te beyaz bir at üstünde, Venedik'ten Roma'ya geçmiş ve orada Papa VII. Clement tarafından kabul edilmişti. Papa'ya, Yahudi Krallığı'nın gücüyle Hıristiyan dünyasınınkini birleştirme ve birlikte o dönemde Avrupa'da terör estiren yayılmacı Osmanlı Türkleri'yle savaşma planını anlatmıştı. Papa'dan İmparator V. Karl'a, Kral 1. Françoise'a ve Etiyopya'da bulunduğuna inanılan Presbiter John'a vermek üzere referans mektupları istemişti. O dönemde, Hıristiyan dünyasıyla Müslüman dünyası arasındaki diplomatik ilişkilere Portekizliler aracı olduğundan, Papa, Portekiz Kralı'ndan, bu arada Etiyopya Kralı'ndan Reubenli Davud'un hikayesini doğrulamasını talep etmişti. Davud Portekiz'e gönderilmiş ve orada dönmeler arasında (Hıristiyanlığa dönen ama Yahudilik inançlarının gereklerini gizlice uygulamaya devam eden Yahudiler) Mesih'in geleceğine dair güçlü umutlar uyandırmıştı. Davud, dönmelere kurtuluş zamanının geldiğini, hep birlikte Kudüs'e gideceklerini ve İsrail topraklarını Müslümanlar'dan alacaklarını söylemiş, haberler hızla yayılmış ve Avrupa ve Kuzey Afrika kabileleri arasında büyük bir heyecan dalgasına neden olmuştu. 1532'de Davud yanına tekrar, açıkça Yahudi olan ve kendisinin Mesih olduğunu iddia eden eski dönme Shlomo Molcho'yu da alarak, Regensburg'da İmparator V. Karl'ın huzuruna kabul edilmiş ve ona meramını anlatmıştı. Bunun üzerine her ikisi de tutuklanmıştı. Shlomo Molcho, Maltoba'ya gönderilmiş ve burada diri diri yakılmıştı; Davud ise tutuklanarak İspanya'ya gönderilmişti. Bu olaydan sonra Davud'un başına neler geldiği pek bilinmemektedir. Bildiğimiz, İspanyada, büyük olasılıkla 1538 yılında öldüğüdür.
Sabetay Sevi
Sahte mesihlerden en tanınanı İzmirli Sabetay Sevi; 17.yüz- yılda yaşadı; ancak ortaya çıkışı gene Yahudiler'in İspanyadan sürülmesine geç tarihli bir tepki olarak değerlendirilir. 1665'te öğrencisi Gazzeli Nathan tarafından mesih ilan edilen Sevi, sürülüşünün hemen ardından hızla yayılan Kabbalacı düşüncelerden büyük ölçüde etkilenmişti. Aynı yılın yaz aylarında pek çok mucize gerçekleştiren aziz bir kişinin liderliğinde, On Kabile'nin yeniden ortaya çıktığı haberi Hollanda'ya, İngiltere'ye ve Almanya'ya ulaştı. Bazıları, kabilelerin ordusunun, İslamın merkezi Mekke'yi fethettiğini söylüyordu. Bazıları ordunun Sahra Çölü'nde toplandığını, diğer bazılarıysa İran üzerine yürüdüğünü iddia ediyordu.
Bunlar olurken kendi_ni peygamder ilan etmiş Gazzeli Nat- han, pek çok Yahudi topluluğuna mektuplar göndererek, onlara Sabatay Sevi'nin mesih olduğunu yazıyordu. Mektuplarından birinde Sevi'nin savaşa hiç başvurmadan, Türkler'in sultanının tahtına oturacağını ve onu hizmetkarı yapacağını iddia ettiğini biliyoruz. Nathan'a göre Sevi, dört ya da beş yıl içinde Sambatyon nehrine ilerleyecek, Yitik Kabileleri geri getirecek ve Musa'nın 13 yaşındaki kızı Rebeka ile evlenecekti. Bu olaylar ve On Yitik Kabile'nin yeniden harekete geçtiği haberleri, pek çok Yahudi'nin Sabetay Sevi'yi Mesih olarak kabul etmesini ve bütün mülklerini satarak Sevi'nin izinden Kudüse gitmeye hazırlanmalarını beraberinde getirdi. Sevi'nin, Osmanlılarca yakalanması ve hapsedildiği yerde İslam'a dönmesi, bu öykünün trajik sonu oldu.
Resim 15: İzmircle kendisini gören birinin yaptığı, gerçek bir Sabetay Sevi
portresi, 1666.
On Kabileye Yahudi Ulaklar
On dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren, pek çok ülkede Yahudiler'in durumu iyileştikçe, bazıları başkalarından duydukları öykülerle yetinmek yerine, Yitik Kabileler'e kendileri ulaşma umudunu beslemeye başladı. İçlerinden keşif gezilerine çıkanlar oldu; bunlar, arzularını ve dileklerini gerçekmiş gibi yazma yolunu seçmeyip, karşılaştıkları insanlar ve gittikleri yerler hakkında gerçek bilgiler verecek kadar dürüst davrandılar.
Bunlardan biri, 19.yüzyılın ikinci yarısında Kutsal Topraklaröan, Hindistan ve Avusturya'daki Yahudi topluluklarına, onlardan mali destek istemek üzere gönderilen ulak Jacob Sappir oldu. Yemene giderek tarihte ilk kez oradaki Yahudiler'le ilişkiye geçti. Onların Yitik Kabileler soyundan geldiğini iddia etmedi. Uzak diyarlarda bulduğu bir başka Yahudi topluluğu, Güneydoğu Arabistan'daki uzun saçlı, vahşi görünüşlü Ha- ban Yahudileri'ydi; Sappir'in, Haban Yahudileri keşfinin, Yitik Kabileler'e ilişkin öykülerin canlanmasına katkıda bulunmuş olması muhtemeldi.
On dokuzuncu yüzyılın ünlü gezginlerinden bir başkası, tek renkli ve serüvenci bir Rum Yahudisi olan Joseph Israelöi {18181864). Israel, Tudelalı Benyamine o denli hayrandı ki, onun izinden gitmeye karar verdi ve il. Benyamin adını aldı. Yolculuğunun amacı On Yitik Kabile'yi bulmaktı. Yolculuğuna 1845'te İstanbul'dan başladı ve oradan İskenderiye'ye, Kahire'ye, Filistine, Suriye'ye, Babil'e, Kürdistan'a, İran'a, Hindistan'a ve Afganistan'a geçti. Gittiği yerlerde Yahudiler hakkında, nüfusları, yaşam tarzları, tercih ettikleri meslekler, gelenekleri ve folklorleri hakkında çok değerli bilgiler topladı. Hindistan'da, Bene Israel topluluğunu buldu; bu topluluğun Şahat, sünnet ve oruç geleneklerini sürdürmesi, onu bu topluluğun On Kabileöen geldiğine inan-
dırdı. Ancak efsanevi Sambatyon nehrine ulaşamadı. 1859'da Kuzey Amerika'ya geçerek oraya yeni yerleşmiş Yahudi toplulukları, o toprakların doğası ve halkı üzerine bilgi topladı. 1864'te cebinde 5 kuruşu olmaksızın öldü.
Daha sonraki tarihlerde Yitik Kabileleri aramaya çıkan bir başka isim, Shmuel Yavneeli oldu; Yavneeli 19 11 yılında Siyonist organizasyonun bir temsilcisi olarak oradaki Yahudiler'in durumunu incelemek ve onları Filistin'e göç etmeye ikna etmek amacıyla Yemen'e gitti. Amaçlarından birinin, pek çok gezgin ve kaşifin, Yemen çevresinde yaşadıklarına inandığı Dan kabilesini, Musa Oğullarını ve Rechablılar'ı bulmak olduğu söylenir. Yavneeli Siyonist misyonunu tamamladı, ancak gizli umudunu gerçekleştirip gerçekleştiremediğine dair bir kayıt bulunmamaktadır.
Yitik Kabileleri bulmak amacıyla çıkılan yolculuklar geçmişe özgü bir olgu değildir. Günümüzde Kudüs'te bulunan ve Haham Avihail tarafından yönetilen Amishav (Halkım Dönüyor) adlı organizasyon İsrail kökenli olduğuna inanılan halkları arayıp bulmaktadır. Organizasyonun görevlendirdiği kişiler Afganistan'a, Hindistan'a, Çin'e, Afrika'ya ve Güney Amerika'ya gitmişlerdir. Buradaki halkları gerçekten, On Yitik Kabilenin soyundan geldiklerine inandırmakta ve İsrail'e göç etmeye ikna etmektedirler. Bu organizasyon, zaman zaman kamuya Afgan- lar ya da Japonlar gibi ulusların kökeninin On Kabile ile ilişkili olduğuna ve bu soydan gelenlerin Vaat Edilmiş Topraklar'a dönmeye karar verdiklerine dair, açıklamalar yapıyordu. Orga- nizasyondakiler bu türden göçlerin İsrail devleti açısından çok yararlı olacağını, Japonlar'ın çalışkan ve üretim odaklı insanlar, Afganlar'ın ise yiğit savaşçılar olarak İsrail ordusuna önemli katkıda bulunacaklarını ileri sürmektedir. Bununla birlikte, bu heyecanlı raporlara rağmen organizasyon bugüne kadar yalnız-
ca küçük başarılar sağlamış; ancak çok uzaklardaki küçük toplulukları On Kabile soyundan geldiğini açıkça kabul etmeye ve İsrail'e göç etmeye ikna edebilmiştir.
Halle Efsanelerinde On Kabile
On Kabile, Yahudi literatürünün önemli bir parçasıdır ve bu konuya ilişkin çok sayıda efsane bulunmaktadır. Bu efsanelerin tümünde bu kabilelerin, bağımsız; politik, ekonomik ve fiziksel açıdan çok güçlü; dini bütün oldukları ve Yahudiliğin tüm yasa ve kurallarına riayet ettikleri anlatılır. Nedenleri bilinmemekle birlikte, bu kabileden olanlara atfedilen bir başka özellikse kızıl saçlı olduklarıdır; dolayısıyla "Kızıl Yahudiler" olarak anıldıklarıdır.
Naftali kabilesinden geldiğini iddia eden Faslı bir Yahudi olan Moses Edrei, Etiyopya'ya giden bir adamı anlatır. Edrei'ye göre, 1630 yılında İskenderiye'den Selanike giden bir adam, orada Etiyopya'dan bir kervan geldiğini duymuştur. Adam kervanın lideri ile konuşarak kendisini de aralarına almaları için ricada bulunmuş ve kervan ile birlikte Sambatyon topraklarına gitmiş, orada İsrail Kralı Eleazar'la tanışmıştır. İsrail krallığının yanında İsrailliler'le barışçıl ilişkiler sürdüren Pristiani Krallığı (Prestbi- ter John'un krallığı) bulunmaktaymış.
Edrei aynı zamanda, 1646 yılında Kutsal Topraklar'daki Ya- hudiler için para toplamak üzere gönderilen Kudüslü Haham Baruch'tan da söz eder. Baruch, İran'a geldiğinde soyguncuların saldırısına uğrar, içlerinden biri tarafından öldürülmek üzere iken yaşamını bağışlamaları için İbranice yalvarınca, soyguncu da kendisine Naftali kabilesinden Malkiel olarak tanıtır. Buradaki Yahudi kabileleri Baruch'a, Musa'nın Çocukları'ndan Kudüslü
Yahudiler'e iletilmek üzere, Azaria oğlu Kral Ahitub ve başka iki saygın kişi tarafından imzalanmış uzun ve ağdalı bir mektup verir. Mektupta On Kabile'den, onların bağımsızlığından ve gücünden söz edilmekte, Yahudi ulusunun geri kalanının dağılmasına ağıt yakılmakta ve On Kabile'nin, diğerlerinin yardımına Sam- batyon nehrini geçemedikleri için koşamadıkları açıklanmakta- dır. Mektubun Kudüs'te dokuz haham tarafından teslim alındığı söylenmektedir. Daha sonra, çokça el değiştirdiğini, çokça farklı yere gittiğini, sonunda önce Edrei, sonraysa Jacob Sappir tarafından yayımlandığını biliyoruz. Sappir, kendi baskısına mektubun otantikliği konusunda dilsel nedenlerle şüpheye kapıldığı notunu eklemiştir.
Bir başka efsanede, Kudüs'te yaşayan ve kabileleri bulmayı tutkuyla arzulayan Yemenli Yahudi Zaddok'tan söz edilir. Zad- dok, kendi topladığı bir Yahudi grubuyla yolculuğa çıkar. Bir süre sonra grubun bazı üyeleri Kudüs'e döner ve Sambatyon nehrine giden yolu bilmediklerini, kumanyaları bitene kadar amaçsızca dolaştıklarını anlatır. Zaddok yola devam etmede ısrarcı olur. Bir süre geçtikten sonra Zaddok da döner ve Sam- batyon kıyısına ulaştığını söyler. Orada Cuma gününe kadar beklemiş ve Şabat'tan hemen önce İbranice "Ey Yahudiler, gelin beni alın" diye bağırmıştır. Zaddok, küreklerini devlerin çektiği bir kayığın geldiğini ve ona kim olduğunu sorduklarını anlatır. Devler onun Kudüs'ten geldiğini öğrenince, onu kucaklamış, öpmüş ve nehrin öte yakasına götürmüştür. Zaddok, Şahat arifesinde sinagoga gitmiş, orada kabile üyelerine Kudüs'ü anlatmış ve Yemen şarkıları söylemiştir. Kabile üyeleri ondan kendileriyle kalmasını istemiştir ama Zaddok evini özlemiş, karısının ve çocuklarının kendisi olmadan geçinememelerinden endişe etmiş ve Kudüs'e dönmeye karar vermiştir. Kabile üyeleri ona değerli hediyeler vermiş ve bir Cuma öğleden sonrasında,
onu nehrin diğer yakasına bırakmışlardır. Ne yazık ki Zaddok geri dönüş yolunda soyulmuş ve Kudüs'e yolculuğa çıktığı günlerdeki denli yoksul dönmüştür.
Gene bir başka efsanede, tam o anda "Nasıl bir kişi bin kişiyi kovar, iki kişi on bin kişiyi kaçırtırdı?" (Yasanın Tekrarı 32:30) dizesini okuyan okullu çocuklara rastlayan Yemenli bir kral anlatılır. Kral, sözü geçen dizenin kendisine okunduğunu düşünerek öğretmene, ya bu dizeyi Tevrat'tan silmesini ya da hayatına veda etmesi gerektiğini söyler. Topluluk, Sambatyon'un ötesindeki Musa Oğullarından yardım istemeye karar verir ve onlara bir ulak gönderir. Ulak, nehre Şabat'ın bitmesinden hemen önce ulaşır ve orada, su almaya nehre gelen iki kız görür. Onlara doğru bir taş atar, taş su doldurdukları kavanozlardan birini kırar; ulak da böylelikle kızların dikkatini başka yöne çekmeyi başarır. Kimseye fark ettirmeden nehrin öte yakasına geçer. Sinagoga girdiğinde, oradakilere, kendisini Yemen'den gelen bir Yahudi olarak tanıtır. Şahat gününde nehri geçmekle suçlanır ama kızlardan biri onun lehine tanıklık ederler. Ulak o kızla e".'lenir ve yeni eşini alıp Yemen'e döner. Öğretmenin yargılanması sırasında bu kız, Krala, söz konusu dizenin doğru olduğunu ispatlar. Kral dava ettiklerinin üstüne bin asker salar ama kız bir tılsımla hepsini öldürür.
Bir diğer efsanede, 1831 yılında İsrailöeki Eşkenaz topluluğu tarafından, Musa'nın Çocukları'yla, On Kabile'ye yazılmış bir mektup ile birlikte gönderilen, Pinskli Samuel'in oğlu Baruch'un öyküsü anlatılır. Mektupta kabilelerden mali yardım istenmektedir. Aynı zamanda Danlı Eldadöan, Yahudiler'in çektiklerinden, Reubenli Davud'ten söz edilir ve iki yıl önce Filistin'den Yemen'e gönderilen bir ulağın, Dan kabilesinden biriyle karşılaştığı anlatılır. Bu, Danlı, kendi kabilesinin refahından ve gücünden bahsetmiş ve sonra ortadan kaybolmuştur. Baruch, Yemenden
Sina'ya gider ve orada hasta olan kralı iyileştirir. Sina hahamı, Jo- seph Ben Zion Modai adlı hizmetkarı ile birlikte kabile arayışına katılır. Çölde başlarından geçen pek çok serüvenden sonra, sonunda Dan kabilesinden olduğunu iddia eden bir çobanla karşılaşırlar. Ondan kendilerini kabilenin olduğu yere götürmesini isterler ama çölde günlerce bekletilirler ve sonunda Sina'ya dönerler. Sina'da, Baruch kralı tedavisine devam eder ve kralın kıskanç hekimi tarafından öldürülür. Mezarı, başından pek çok serüvenin geçmiş olduğu Sina'dadır.
Sambatyon nehrinin geçilmesi neredeyse imkansız olduğundan, bazen On Kabile'ye ulaşabilmek için hayvanlardan yardım istenildiğine tanık oluruz. Polonya'da anlatılagelen bir efsanede, tekesi olan yoksul bir Yahudi'den söz edilir. Bir Şahat gününün arifesinde bu teke kaybolunca, adam onu aramaya çıkar. Şabat'ın başlamasının çok yakın olmasına aldırmaksızın, adam ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye devam eder. Sonunda birden, hiç tanımadığı bir yere varmış olduğunu anlar. Burada Şabat'ın başladığının göstergesi olan yıldızların güneşler denli büyük olduğunu görür. Teke kaybolmuştur. O sırada birden karşısında Filistinli Goliath'a benzeyen, çok uzun birini gören adam, hemen kendisinin Yahudi olduğunu söyler. Ardından başka devler de gelir; hepsi bu küçük adam karşısında çok şaşırmıştır. İlk dev onu yerden alır ve cebine koyar; hep birlikte çok büyük ve güzel bir köye giderler. Eve vardıklarında dev, Yahudi'yi masanın üzerine koyar. Küçük Yahudi "Şema Yisrael" duasını ve başka duaları okur. Bunun üzerine dev, ona, kendilerinin On Kabile'den geldiklerini ve o anda Sambatyon'un öte yakasındaki topraklarda bulunduklarını söyler. Şabat'tan sonra dev, küçük adamı havaya fırlatır, adam kendini ormanın yakınında bulur; kaybettiği keçisi karşısında- dır. Köyüne döndüğünde, oradakilere başından geçenleri anlatır ve köylüler tarafından bir Zaddik (dürüst adam) ilan edilir.
İsrail'in On Yitik Kabile'yi arayanları, en çok söylentiler, öyküler ve efsaneler dünyasında buluruz. Kabileleri bulmak amacıyla gerçekten yola çıkan az sayıdaki serüvencinin çabaları da hüsranla ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır. O büyük engel -Sam- batyon nehri- On Kabile'ye ulaşımı imkansız kılar ve kabilelerin ortaya çıkışım mesih dönemine erteler.
Dördüncü Bölüm
DAĞ KABİLELERİ İLE
OVA KABİLELERİ: KAFKAS
DAĞLARINDA VE ÖTESİNDE
İSR AİL
Yahudiler spekülatif düşünce, söylentiler, mesih beklentileri, efsaneler ve birkaç gerçek keşif gezisi üzerinden, On Yitik Kabile gizemini çözmeye çalışırken; İncil'de sunulan tarihle ve kehanetlerle donanmış Hıristiyan dünyası da, uzun zaman önce yitip gitmiş olan bu kabilelerin izlerini sürmek amacıyla, dünyanın dört bir yanında arayıştaydılar. Dünyanın en ücra köşelerine kadar uzanan askeri, ticari ve misyonerlik etkinliklerinde bulunduklarından, Hıristiyanlar'ın, arayışlarında, daha etkin oldukla-
rını söyleyebiliyoruz. Hıristiyanlar'ın, On Yitik Kabile'yi bulmaya yönelik tutkulu çabalarında, onları Hıristiyanlık'a döndürme ve böylelikle dünyaya nihai kurtuluşu getirme umudu temel oluşturuyordu.
İnciföe yer alan kehanetler ve tarihsel veriler, Ezra'nın gördükleri, Danlı Eldad'ın ortaya çıkışı, On Yitik Kabile efsanesinin yeniden canlanmasında ve hülyalı Hıristiyan kuşaklarının imgelemini yeniden harekete geçirmede etkili olmuştu. Bununla birlikte, bu kaynakların hiçbiri, kabilelerin nerede olduğuna ilişkin açık coğrafi bilgi sunmuyordu; kaşifler, arayışlarında kendi yorumlarına dayanmak zorundaydılar. Kabilelerin yaşıyor olabileceği üç bölgeye işaret ederek en belirgin coğrafi bilgi veren El- dad, arayışların en fazla başarılı olabileceği yerlere işaret ediyordu. Eldad dikkatleri, İsrailliler'in başlangıçta sürüldüğü Asur İmparatorluğu'nun kuzeyine ve batısına, Kafkas Dağları'na ve bu dağların ötesinde bulunan geniş ovalara çekiyordu. Eldad'ın işaret ettiği bir başka yer, sürgün coğrafyasıyla çokta ilgili olmayan Arabistan Dağları ile Doğu Afrika'da Nil nehrinin yukarı kıyılarıydı.
Bu üç bölgeden ilki, Kafkas Dağları ile Avrasya ovaları en fazla umut vaat eden yerdi. Coğrafi açıdan, İsrailli sürgünlerin hepsinin olmasa bile çoğunun sürüldüğü Asur'a yakındı. Dahası, Ezra'nın İsrailliler'in ikinci sürgün ve dağılma öyküsüyle örtüşü- yordu; Ezra'ya göre İsrailliler Fırat nehrini izleyerek uzak Arza- ret topraklarına ulaşmışlardı. Ezra'nın anlattıkları, gördüğü düşler üzerine kurulmuş olsa da, gerçek bir tarihsel olgu olarak kabul ediliyordu. Kadim Asur topraklarının kuzeybatısındaki bölge, Kafkas Dağları ve bu dağların ötesindeki ovalar -"ikinci dağılmada'' Yahudiler'in yayıldığı topraklar- erken tarihli kaşiflerin, kabileleri ya da en azından bir kısmını bulabileceklerine inandığı öncelikli bölgeler oldu.
7?.
:J\(erv eı from· 'R.tme.
Ofcwo mightie Armies, afwelf footcmco as boı1men: The
fıRofıhc grut Saphy, tbc otherofaa Hcbrcw pcop!c, till ıhis rimc nor dıfco-
ı.ıtrcd,commıogfcom ıh, Mounı^incı ofCafpij, who prcıcnd ılıcir w^rc iJıo
moucrıhc Lane! of Promifc, & cıcpcl! ıhc Tw-kıouıofChrificndomç, Wırh
chcir ınulıirud, ofSoııldıcrs, f.x ncw invcnıion of wcapons.
AUocuıaincprophcckı ofa Tcw fcruing.to ıharArmic, callcdCJel SMat^,
prognofiıc.1ting m:ıny Or211gc 2ccidcn·u, wlıich /hall happcn
ehe followiııg yccrc, ı 6 o 7.
Tranfürcd out oflt;lian inıo Erıglifb, by W. W.
Prir.ted b-y I. R. for Henry Goffon, and arcto be fold in Paıcr
Resim 16: Kafkasya'da Yiti k Kabile Orduları, 1606.
Kafkas Dağları'nın ve ardındaki ovaların kapladığı geniş alan, yakın zamanlara kadar Avrupalılar'ın bilmedikleri yerlerdi; bugün bile pek çok insan buranın coğrafyası, tarihi ve etnografyası konusunda olsa olsa bulanık bir fikre sahiptir. Güvenilir bilginin azlığı, bölgenin gizemine ve algıdaki romantizme katkıda bulunmuştur. Yüksek ve sarp Kafkas Dağları, geçmişte de, bugün de, ulaşılması neredeyse imkansız topraklara sığınan, farklı kökenden pek çok kabileye ev sahipliği yapar. Çin sınırlarından Doğu Avrupa'ya uzanan uçsuz bucaksız Asya ovaları pek çok kabileye yuva olurken, aynı zamanda sayısız fetih dalgasında izlenen yol da olmuştur. Doğu ve Orta Asya'dan gelen barbar-göçebe dalgaları bu geniş ovaları süpürmüş ve Batı Asya ve Avrupa'daki büyük medeniyetleri tekrar tekrar tehdit etmiştir. Bunlardan bazıları bu bölgede yerleşik hayata geçmiş toplulukları gerçekten kırmıştır; bunların isimleri bugün dahi dehşet ve hayranlıkla anılır. Bunlar arasında, M.Ö. birinci binyılda yaşamış İskitler ve çok daha sonra Hunlar, Tatarlar, Moğollar ve Türkler bulunur. Her dalga yaşam ve mülk açısından çok büyük kayıpları beraberinde getirmiş ve Tanrı'nın insanları cezalandırmak için kullandığı bir araç olarak görülmüştür. Bu yağmacı kabileler, güçlerinin ve refahlarının doruk noktasına ulaştıklarında, çoğunlukla yerleşik düzene geçmiş ve seçtikleri yerlerdeki yerel halklarla karışmışlardır.
Kendilerine özgü gelenekleri ve yaşam tarzları hakkında pek az şey bilinen bu dağ ve ova insanları ve geçmişte yaşamış gizemli kabileler, coğrafi konumları da dikkate alınınca, Yitik Kabileler soyundan gelmeye aday olarak görüldüler. Bu bölgelerdeki her kabilenin ilgi çekmediğini eklemek gerekiyor. İlgi çekenler arasında, bazılarının en vahşi ve en tehlikeli olduğu biliniyor; ilginin temelinde bu kabilelerin dikkat çekici ve farklı bir okumaya olanak tanıyan bir geçmişe ya da kadim İsrail geleneklerini andıran geleneklere sahip olmaları yatıyor.
Bu bölümde, On Kabile soyundan geldiğine inanılan kadim ve çağdaş kabilelerden dördü -Tatarlar, eski İskitler, ovalarda yaşayan Hazarlar ve Kafkas dağlarında yaşayan Dağıstanlı Dağ Yahudileri- incelenecek. Bu halkların her birinin farklı tarihleri vardır; gene de hepsinin İsrail'in On Yitik Kabilesi'ne bağlı olduğuna inanılmıştır. Bunlardan ikisinin -İskitler'in ve Hazarlar'ın- uzun zaman önce tarihe karıştığını biliyoruz. Diğer ikisi -Tatarlar ve Dağ Yahudile- ri- bugüne dek gelmiştir; ama her ikisi de, Yitik Kabileleri arayanları heyecanlandıracak özelliklerini ve geleneklerini yitirmişlerdir. İskitler ve Tatarlar Yahudi değildiler; On Kabileye bağlı görülmeleri, kendileri açısından büyük olasılıkla çok şaşırtıcı olmuştur. Hazarlar Yahudiliğe döndüler; bu, dünya tarihinde pek nadir bir olgudur. Kafkas Dağları'nda yaşayan Dağ Yahudileri ise Yahudi'ydi. On Kabileyi arayan Hıristiyan kaşifler, arayışlarını genellikle Yahudi olmayan halklar arasında sürdürüyorlardı; son grup, bu nedenle Hıristiyan kaşiflerin genel uygulaması açısından bir istisna oluşturmuştur. İskitler'in durumuysa bir başka açıdan ilginçtir; eski İsrail ile bağlantının nedeni, kabilelerin Asya ve Avrupa'ya dağılmalarının öyküsünde vazgeçilmez bir halka olarak görülmeleri oluşturur. İskitler'in tarihi bu teoriyle uyum gösterecek şekilde yeniden inşa edilmiştir. İsrail<ien geriye kalanların bu dört halkla özdeşleşti- rilmelerinin öyküsü, hem kaşiflerin arayışının dramatik öyküsünü ortaya koyacak, hem de bu kaşiflerin İsrail'in Yitik Kabileleri'ni bulmak üzere başvurdukları yöntemlere ışık tutacaktır.
- Tatarlar
Tatarlar, Yitik Kabileler'in soyundan gelenleri arayan Avrupalı kaşiflerin ilgisini çeken ilk grup oldu. Bu özdeşleştirmenin izleri Ortaçağ'a kadar sürülebilir.
Türk ya da Moğol kabilelerine bağlı olan Tatarlar, ilk kez on ikinci yüzyılda Avrupa'nın doğu sınırlarında görülmüştür. İsimleriyle anıldıkları ilk yer, Moğolistan'da Orhun nehri yakınlarında bulunan, sekizinci yüzyıl tarihli, eski Türk dilinde bir grup yazıttır. Çeşitli Tatar kabileleri, her biri kendilerine özgü adlarıyla, Moğollar'a katılmış, on üçüncü ve on beşinci yüzyıllarda Moğollar'la birlikte akınlara ve Orta Asya'nın, Kafkas Dağları'nın, Yakındoğu'nun ve Doğu Avrupa'nın fethine katılmışlardı. Tatarlar Moğollar'la o denli karıştırılagelmiştir ki, Avrupa'ya yapılan Moğol akınları ve Rusya'da "Tatar Fethi"olarak bilinirken Batı Avrupa'da "Moğol İstilası" adıyla anılır. Sonunda Tatarlar bugünkü Rusya'ya, doğuda Sibirya'dan batıda Ukrayna'ya kadar uzanan geniş alanlara yerleştiler; nüfuslarının Volga nehri merkezi vadisinde ve Karadeniz'e uzanan Kırım yarımadasında yoğunlaştığını biliyoruz.
Tatarlar'ı İsrailliler'le Bağlanhlandırmaya Yönelik
İlk Çabalar
Tatarlar, Danlı Eldad'ın öykülerinin dolaşıma girmesinden sonra, Avrupalılar'ın ilk ilgisini çeken göçebe Asya kabilesi oldu. Ortaçağ<la Yahudilerce olsun, Yahudi olmayanlarca olsun, yaygın olarak okunan Eldad Günlüğü, Batı Avrupalılar'ın Tatarlar'a ilişkin olarak kendilerine ulaşan bulanık ve eksik bilgileri karşılaştırma fırsatı bulduğu bir başvuru kitabı haline geldi. Bazı araştırmacılar Tatarlar'la Kabileler arasında yeterli benzerlik bulduklarına inanarak Tatarlar'ın Yitik İsrail'in gerçek soydaşları olduğunu iddia ettiler.
Tatarlar'la İsrailliler arasında ilk bağlantı kuran, on üçüncü yüzyılda bir İngiliz Benedikt papazı olan Matthew Paris'ti. Paris iyi eğitimli bir papazdı ve kitabı Chronica Majora, bugün bile 1235 ile 1259 arasında Avrupa'da olup bitenler hakkında mükem-
mel bir kaynak olarak kabul edilir. Paris, konuyu çok açmamakla birlikte, Kafkas boğazında yaşayan iki Türk kabilesi olan Tatarlar ile Kumanlar'ın, Büyük İskender tarafından Kafkas Dağları'na hapsedilmiş İsrailliler'in soyuna ait olduğunu söyler. Tatar-İsrail bağlantısının o dönemlerde yaygın olarak kabul edilmiş olma olasılığı yüksektir. Benzer bir iddayı Ortaçağ'ın önde gelen matematikçilerinden biri olan Thomas Bradwardin'in (1290-1349) yazılarında da buluruz.
Erken Dönem Coğrafya Bilgileri ve Tatarlar
Tatarlar'la İsrailliler arasında erken tarihlerde kurulan bu bağlantı, Paris'in kitabının ilk kez yayımlandığı ve yaygın olarak okunmaya başlandığı on yedinci yüzyıla kadar tam bir özdeşleştirmeye dönüşmedi. On yedinci yüzyıl, coğrafya ve etnografya konusunda bilgilerin hızla arttığı ve yayıldığı bir dönemdi. Daha önce hiç bilinmeyen yabancı halkların keşfi, On Yitik Kabilenin nerede olduğuna ilişkin merakı da canlandırdı; kabileler belki de uzak ve daha önce araştırılmamış bölgelerde bulunabilirdi. Bu dönemde genişleyen ufka, "Fransız Kralının Merhum Coğrafyacısı" (XIV. Lou- is, 1643-1715) Mösyö Sanson'un birkaç yıl önceki araştırmalarını temel alan coğrafyacı Richard Blome'un yazdıkları da tanıklık eder. Blome, okurlarına Tatar topraklarının coğrafi bilgisini aslına oldukça sadık bir şekilde sunarlar. Tatar toprakları, Volga nehrinden Asyayı Aınerika'dan ayıran Jesso Boğazına (bugün Bering Boğazı) ve Hazar denizinden Gehon nehrinden Kafkas dağlarından Kuzey Okyanusuna (Donmuş Okyanus ya da İskit Okyanusu) uzanan alanı kapsayacak şekilde betimlenir.
Tatarlar'ın özgün kabile isimlerini de, kabile yapılanmasını da koruduğuna inanılıyordu. Blome, bu noktaya dikkat çek-
tikten sonra, Tatar isminin kökeni üzerine bazı düşünceler sunar. Önerdiği ilk açıklama, bu ismin Quarter nehrinden ya da Tatar Orda'sından geldiği yolundadır. Bu kestirme açıklamayla yetinmeyen Blome, bunun yerine daha romantik ve daha ilginç bir açıklama da önerir: Tatarlar İsrail'in On Kabilesi'nden gelmektedir. Blome bu iddiasını Tatar ya da Totar sözcüklerinin Suriye dilinde geriye kalanlar ya da geride bırakılanlar anlamına gelmesine dayandırır. Bu iddiaya göre Tatarlar, bu isme, kendilerini Yahudiler'in Geriye Kalanları olarak gördüklerinden almışlardır.
Bu pek ilginç açıklamayı öneren Blome, bundan sonra İsrailliler'in sürgünlerine ve dağılmalarına ilişkin ayrıntılı bir tarih aktarımına başlar; Tatarlar'ın M.Ö. birinci bin yılda yaşayan İskitler'le bağlantılı görüldüğünü yineler (bkz. sonraki kısımlar). Temelde yalnızca dilbilimine ya da ses benzeşmelerine başvurarak ve kronoloji ile tarihi çok da ciddiye almayarak spekülatif araştırma yöntemlerine başvurmak, Blome'nin döneminde oldukça yaygın bir yaklaşımdır. Bu, aynı zamanda gelecek kabile kaşifi kuşaklarının da benimsediği yöntem olacaktır.
Giles Fletcher ve Tatar-İsrail Teorisi
Tatarlar'la İsrail'in Yitik Kabileleri özdeşliğini vurgulayanların en tanınmışı belki de Giles Fletcher'dır. Fletcher, kitabına yazdığı önsözde kullandığı sözleriyle (ve yazım şekliyle), Büyük Moskova Çarı'nın Saray'ında Kraliçe Elisabeth'in sadık hizmetkarıydı. On altıncı yüzyılın ikinci yarısında Moskova'ya ulak olarak gönderilen Fletcher o dönemde çok az kişiye nasip olacak bir fırsat bulmuş ve Hazar Denizi yakınındaki bozkırlarda ve dağlarda yaşayan halkları tanımıştır. Bu topraklar Avrupalılar'ın tanımadıkları, romantik bir çekiciliği bulunan topraklardı.
Fletcher, buraların kabileleri aramak için en iyi yer olduğunu vurguladıktan sonra (Fletcher'e göre kabileler, en büyük olasılıkla, ilk yerleştikleri kolonilerde ve çevresinde yaşıyordu), Tatarlar'la İsrail kabilesini özdeş görmesinin sekiz nedenini sıralamıştır. Kitabından doğrudan alıntı yapmak, okura Fletcher'ın savlaması hakkında bir fikir verecektir.
- Mekandan yola çıkarak: İsrailliler büyük topluluklar halinde, Medler ülkesinin çeşitli kentlerine ve bölgelerine sürüldüler. Kozmograflar, özellikle tüccarlar ve başka gezginler, Medler ülkesinin, Rusların Bachualensky ya da Chnolensky-More adıyla andığı Hazar Denizi çevresinde olduğunu anlatır. Tatarlar, Hazarın kuzeyinde, Sibirya'da ve Kuzey Denizi'ne uzayan topraklarda yaşar. Kiros döneminden bu yana Asur ve Pers krallıkları üzerine yazılan tüm öyküler, Kiros'un, o dönemde artık büyük ve güçlü bir halk olmuş olan İsraillilerin sürülmesinden yaklaşık iki yüz yıl sonra İskitli çobanların ya da Tatar halkının topraklarını fethettiğini doğrular.
Fletcher daha sonra, Asurlar'ın İsrailliler'i Medler ülkesinin en güzel yerlerine değil de, bu krallığın kuzeyinde ve kuzeydoğu kesimlerinde bulunan uzak ve çorak topraklara yerleştirdiğini ve bu alanların o gün artık Tatarlar'ın yaşadığı alanlar olduğunu söyler.
- Tatar kentlerinin isimlendirilmesinden yola çıkarak: Başkentleri Samarahan'dır; Tamarlin'in tahtının bulunduğu bu kentte başka büyük anıtlarda vardır. Samarahan ile Samar- ya sözcükleri arasında ne denli küçük bir fark olduğuna dikkat çekmemiz gerekir. .. Tek fark son hecededir; bu da insanların ve kentlerin adlandırılmasında sıkça karşımıza çıkar. .. Bu-
rada Tabor dağının dışında, yüksek bir tepenin üstünde güçlü bir kaleyle korunan büyük bir kent vardır... Ardoce nehrinin üstünde Eriha adında bir başka kent bulunur. ..
Fletcher, çobanlık yapan ve çadırlarda yaşayan İskitler'in tersine, Tatarlar'ın büyük ve surlarla çevrili kentlerde yaşadığını ekler.
- Kabilelerin farklarından yola çıkarak: Buradaki kabileler tek elden yönetilir, ama kabile üyelerinin evlilik yoluyla birbirlerine karışmaları yasaktır. Ulusların kabilelere bölünmesi ve kardeş kabilelerin kaynaşma yasağı, İsrailliler dışında hiçbir ulusun benimsediği bir yol değildir ve Tatarlar, dinsel inançları gereği bu geleneği en katı biçimde sürdürür.
- Kabileler'in sayısından yola çıkarak: Toplam on kabile vardır. ..
- Tatarların söylediklerinden yola çıkarak: Tatarlar, atalarından Hazar Denizi yakınındaki İsraillier'den geldiklerini öğrendiklerini ve bu bilginin gelenek yoluyla kuşaktan kuşağa aktarıldığını, eski dönemlerden kalan öykülerde Tamarlin'in Dan Kabilesinden gelmekle övündüğünün anlatıldığını söylemektedirler.
- Dillerinden yola çıkarak: Ruslar'ın da kullandığını duyduğum bazı Tatar sözcükleri İbranice'deki ve Keldani dilindeki sözcüklere benzemektedir.
- Sünnet Uygulamalarından.
- Kutsal Kitap'ta, On Kabile'nin bir gün vatanlarına döneceklerinin yazıldığı bölümlerden.
Fletcher, Vahiyler Kitabı 16'da, doğudan, kurumuş Fırat ırmağı üzerinden bir dönüş olacağına ilişkin söylenenlerin, On Kabile'ye işaret ettiğini ileri sürüyordu. Burada gönderme yapılan Yehuda ya da Benyamin olamazdı, çünkü bunlar Ro- malılarca batıya sürülmüştü ve vatanlarına doğudan dönmeleri mümkün değildi. Buna ek olarak, dönecek kişilerin kral olduğu söyleniyordu; oysa Yahudiler'in kralları yoktu, yoksul ve ezilmiş bir halktılar. Öte yandan Tatarlar doğu halklarıydı ve kralları vardı.
Fletcher'ın öne sürdüğü sekiz nokta, geçmişteki kaşiflerin izlenimci yöntemleri yerine bilimsel coğrafi, tarihsel, antropolojik ve dilbilimsel yöntemlerle donanmış modern okurlar açısından oldukça şaşırtıcıdır. Ayrıca Fletcher'ın, Tatar topraklarına hiç gitmemiş olması, geleneklerini ilk elden gözlemlememiş olması, çıkarımlarını, doğruluğu kuşkulu söylentiler üzerine temellendirmiş olması olasıdır. On yedinci yüzyılda, Fletcher gibi iyi eğitimli ve yüksek konumlu insanlar dahi, bilimsel ya da mantıksal düşünceye, bugün olduğu şekilde bağlı değildi; birbiriyle ilgisiz bilgi kırıntılarını en yaratıcı biçimde, son derece renkli, hayalci bir dokuda bir araya getirebilirdi. İsim benzerlikleri, bin yıl arayla yaşamış insanlar arasında kurulan zayıf bağlantılar, birbirine uzaktan benzeyen gelenekler ya da toplumsal organizasyonlar; Ortaçağ'ın sonlarından itibaren hızla genişlemeye başlayan şaşırtıcı dünyayı açıklayabilmek adına kullanılan araçlar bunlardı. On Yitik Kabile'yi bulma çabalarında başvurulan yöntemler de gene bunlar oldu.
Tamarlin ve Dan Kabilesi
Tatarlar'ın On Kabile'den geldiklerine inandıklarına ve Cengiz Han'ın torunu Tamarlin'in kendisini, Dan kabilesinin bir üyesi olarak görmesine ilişkin kayıtlar özellikle ilgi çekicidir ve Fletcher'in Tatarlar'la Moğol Türkleri arasında bir ayrım gözetmediğine işaret eder. Tamarlin ya da Timurlenk ( Türkçecle "topal demir adam") Tatar değil, bir Moğol Türk prensiydi; tüm zamanların en büyük fatihlerinden biriydi. 1370 ile 1405 yılları arasında, başkenti Semerkant'tan (Fletcher'ın Samarahan'ı) yola çıkarak batıya doğru sayısız akın düzenledi ve orta ve batı Asya'da uçsuz bucaksız topraklar fethetti. Timurlenk acımasızlığıyla ünlüydü; binlerce düşmanını kılıçtan geçiriyor, kafataslarından kuleler inşa ediyordu. Timurlenk'in kendisini neden Dan kabilesinden gördüğüne ilişkin hiçbir bilgiye sahip değiliz; gerçekten böyle bir iddiada bulunup bulunmadığından dahi emin değiliz. Tatarlar'ınsa kendilerini İsrail'in On Kabilesi'nden görmediğini artık biliyoruz; heyecanlı kaşifler Tatarlar konusunda, başka halklarda yakaladıkları başarıyı yakalayamamışlar ve onları bu soydan geldiklerine inandıramamışlardır. Fletcher'ın savları, bozulmadan, Tatar-On Kabile bağlantısına ilişkin daha geç tarihli çalışmalarda da, bu arada, on sekizinci yüzyılda Aaron Hill'in yazılarında karşımıza çıkar. Hill, Fletcher'ın sekiz noktasını özetler ve bunlara Sion adlı bir dağda Yordan (Jordan-Ürdün) ırmağı çevresinde ve isimlerinin İbranice'den geldiğini düşündürecek pek çok yerde Tatarlar bulunduğu bilgisini ekler. Hill ayrıca şöyle der: "Büyük Timurlenk sıkça soyuyla övünür ve doğrudan Dan kabilesinden geldiğini söylerdi:'
Kabileleri Arayış ve Hıristiyan Doktrinleri
Fletcher'ın, İsrail'in On Yitik Kabilesi'nin çocuklarını aramasının nedeni, yalnızca merak değildi. Kitabına yazdığı gibi, gizli
amacı, bulduklarının Hıristiyanlığı benimsemelerini sağlamaktı. Samuel Lee'nin, Fletcher'ın kitabının ilk baskısına yazdığı önsözde bu amaç açıklıkla ortaya konmuştur. Lee, kitabın iki bölümden oluştuğunu yazıyordu: "ilk bölümde Hazar Denizi çevresinde yaşayan bugünkü Tatarlar'ın İsrail'in On Kabilesi'nden gelmesinin mümkün olduğu tartışılmaktadır. İkinci bölümdeyse, bu halkların gelecekte dine dönmeleri ve yeni vatanlarına yerleşmeleri konusundaki Kutsal Kitap kanıtları incelenmektedir:'
Demek ki, on yedinci yüzyılda dahi İsrail'in Yitik Kabilelerini bulmaktaki gizli amaç onları Hıristiyanlığa döndürmekti. Bu halkların İsrail kökenleri bir kez kanıtlandıktan ve kabul edildikten sonra kendi istekleriyle dine dönecekleri umudunu besliyorlardı. Bu umudu daha çekici kılan, büyük olasılıkla, uzun süredir çabalamalarına rağmen normatif Yahudiler'i din değiştirmeye ikna edememiş olmalarıydı.
Tatarlar'ın kökenine ilişkin tek öyküyü Tatar-İsrail teorisi oluşturmuyordu. Rahip Samuel bu teoriyi reddediyor ve Fletcher'ı bu bölgelere hiç gitmemekle, Tatarlar'ın gelenekleri ve isimleri hakkında hiçbir bilgiye sahip olmamakla suçluyordu. Samuele göre, Tatarlar'ın İsrail Kabileleri'yle hiçbir ilgisi yoktu. Tersine Tatarlar, bugün yaşadıkları yerlere, M.Ö. yedinci yüzyılında yerleşen, Suriye kökenli bir halktı. Suriye'nin Rezin kralı, İsrail'in Pekah kralıyla birlikte Yehuda'ya karşı savaş açtıklarında, Tiglat Pileser Suriye'yi boyunduruk altına almış ve burada yaşayanları Araxes ırmağıyla birleşen Kur ırmağının çevresine sürmüştür. Sürülen bu halklar bugün Özbek Tatarları olarak bilinmektedir.
- İskitler
Tatarlarla çoğunlukla karıştırılan ve onlarla bağlantılı olan
İskitler, İsrail'in On Yitik Kabilesi'yle de bağlantılı görüldüklerinde, çoktan ortadan kaybolmuş bir kavimdi. Ortadan kaybolmuş bir kavmin Vaat Edilmiş Vatan'a dönüşü simgeleyecek ilahi bir araç olarak görülmesi oldukça sıradışı bir olaydır. İskitler on dokuzuncu yüzyıl kaşiflerinin dikkatini, coğrafi açıdan çok geniş bir alana yayılmalarıyla ve farklı yerlerde farklı isimlerle anılmalarıyla çekmiştir. Kadim İsrail'le On Kabile soyundan geldiklerini iddia eden çeşitli halklar arasındaki zorunlu halka işlevi gördükleri söylenebilir. Özellikle Britanya İsrail hareketi için (bkz. Bölüm 7), bu arada gene On Kabile'den geldiği iddiasında olan Afganlar, Hintliler, Güneydoğu Asya ve Çin'deki topluluklar ve Japonlar için özellikle değer atfedilen bir halka olagelmişlerdir.
Bugün ortadan kaybolmuş bir kavim olduğu için İskitler hakkındaki bilgiler büyük ölçüde Kutsal Kitap'taki bulanık göndermeden, özellikle de Antik Yunan ve Roma tarihçilerinin yazdıklarından toplanmıştır. On dokuzuncu yüzyılda İskitler'le ilgili arkeolojik kazılar hızlanıncaya kadar bu kültür hakkında pek az şey biliniyordu. On dokuzuncu yüzyıl aynı zamanda İskit-İsrail teorisinin, gördüğü ilgi açısından doruk noktasına ulaştığı dönem oldu.
İskitler Nasıl İsrail'li Oldu?
M.Ö. yedinci yüzyılda Antik Yakındoğu'ya damgasını vuran, Asyalı kökenleri hakkında fazla bilgi sahibi olmadığımız göçebe bir kabile ya da kabileler grubu olan İskitler öncelikle isimleri nedeniyle dikkat çektiler. Kendileriyle Doğu Avrupa ovalarına, Da- nube ve Don nehirleri çevresine yerleşmelerinden sonra irtibat kuran Antik Yunanlılar, onlara Skityalı ya da Skutyalı diyorlardı. Persler'se Sakay ya da Sakalar diyordu; M.Ö. yüz yılında Kuzey Hindistan'ı fethedenler bu adla anıldı. Sakalar birkaç yüzyıl ayak-
ta kalan bir krallık yarattılar. Hindistan'da görev yapan bir İngiliz olan ve Britanya-İsrail teorisini başlatan Albay Gawler, İskit ve Saka isimlerini duyduğunda bunların kendisine tanıdık geldiğini düşündü. Gawler, İskit sözcüğünün "açıkça ve hiç zorlanmadan, hayal gücüne hiç yaslanmadan İzak'ın çocukları olarak'' çevrilebileceğini öne sürdü. İzak çok sık olmasa da, bazen Tevrat'ta, örneğin Amos 7:9'da, İsrail ile eş anlamlı kullanılır; böylelikle İskit- ler, İzak'ın oğullan, başka deyişle İsrail oldu.
Gawler, İskit-Saka isminin anlamını yorumlarken, bu yoruma destek olacak bir başka savlama üzerinde de durdu; bu noktada ses benzeşmesine değil, İskit sözcüğünün çeşitli dillerdeki an- lamlannı temel alıyordu. Grekçe'de İskit adının bir anlamı yoktu, ama Yunanlı tarihçilere göre bu sözcük, bu kabilelerin mitik atası Skutis'ten türemişti. Zaman içinde İskit sözcüğü Grekçe'de bir cins isim haline geldi ve göçebe halkları tanımlamak için kullanıldı. Romalı tarihçi Strabo Antik Yunanlılar'ın, tanıdıkları tüm kuzey uluslarını İskit adıyla ya da Homeros'un deyişiyle Göçebeler olarak andıklarını söylemiştir.
İskitler'in göçebeler olması, onları doğrudan İsrail'e bağlamada yeter neden oluşturmaz. Bunun için çok daha güçlü bir bağlantıya ihtiyaç vardır ve bulunur. Gawler şöyle der:
Grekçeae Skutai sözcüğünün anlamı yoktur ama bu sözcüğün bir anlam taşıdığı, göçebe anlamını taşıdığı bir dil bulursam, bu halkların bu dili kullananların soyundan geldiğini kabul etmek için nedenim olmuş olur. İbraniceae S'kot sözcüğü Çingenelerin kullandığı türden çardak ya da taşınabilir mal anlamına gelir; bu çardakların içinde yaşayanlara ise Skotyalı denir. Levililer 23:33-34'te şöyle yazar: "RAB Musa'ya şöyle dedi: İsrail halkına de ki, Yedinci ayın on beşinci günü Çardak Bayramı başlar. Bu bayramı RAB'bin
onuruna yedi gün kutlayacaksınız." Böylelikle S'kot'un geçici bir çadır, çardak anlamına gelmesinin yanı sıra, burada, ıssız topraklarda göçebe hayatı sürmeyi kutlamak üzere düzenlenen bir çardak bayramı buluruz. İsrailliler S'kothi deyince çardakta yaşayanları anlarlar ve bu, bize Grekçe'deki Skuthai kökenini veriyor görünmektedir. ..
Tatarlar'la ilgili yorumlarda olduğu gibi, bu yorum da ses benzeşmesi üzerine kuruluydu. Ama bu, elbette yeterli değildi ve daha başka bağlantılar bulabilmek umuduyla İskit tarihi ve gelenekleri üzerine başka incelemeler de yapıldı.
Tarihte İskitler
Antik Yunanlı tarihçiler İskitler'in başlangıçta dar bir alanda yaşayan, küçük, horgörülen bir kabile olduğunu anlatır; İskitler üstün nitelikleri nedeniyle zaman içinde büyümüş ve gelişmiş, Kafkas dağlarından Tanais nehrinin ötesine kadar yayılmayı başarmıştır. Antik Yakındoğu kaynakları, bu arada Kutsal Kitap, İskitler'in, Diodorus'un aktardığından çok daha geniş alanlara yayıldığına işaret eder. M.Ö. yedinci yüzyılda İskitler'in tüm Yakındoğu'ya yıkıcı seferler düzenledikleri ve bu dönemde çevrelerine dehşet saçtıkları, tarihsel açıdan kanıtlanmış gerçeklerdir. M.Ö. 630 yılında Medler'i yenmiş, ardından Mısır'ın kapısına dayanmış, arada kalan tüm ulusların en korkulu düşmanı haline gelmişlerdir. O dönemlerde bağımsızlığını koruyan Yehuda Krallığı, İskitler'in Mısır'a uzanan yollarının üstünde bulunuyordu. Peygamber Yeremya, Yehuda'nın İskitler tarafından fethedilmesi karşısında şöyle demiştir:
"RAB diyor ki, 'İşte kuzeyden bir ordu geliyor. Dünyanın uçlarından Büyük bir ulus harekete geçiyor. Yay, pala kuşanmışlar, Gaddar ve acımasızlar. Atlara binmiş gelirken, Kükreyen deni-
zi andırıyor sesleri. Savaşa hazır savaşçılar karşına dizilecek- le^ ey Siyon kızı!’” [Yeremya 6:22-23}
Milattan önce 609 yılında Doğu Akdeniz kıyılarına ilerle- seler de, İskitler komşuları haline gelen Yehuda Krallığı'nı istila etmediler. Bu sıradışı tarihsel olgu, son derece ilginç yorumlarda bulunulmasının yolunu açtı: İzak'ın oğulları olarak İskitler Yehuda'ya, iki halk arasındaki kan,ieşçe ilişkiler nedeniyle saldırmamışlardı. Bu ilginç yorum İskit ve İsrail teorisinde temel bir taş oldu. Harap olmuş ve sürülmüş İsrail kabilelerinin, yüz yıldan kısa bir zaman içerisinde güçlü ve ateşli İskitler'e nasıl dönüştüğü, bu yorumda hesaba katılmamış görünmektedir.
Yıllar süren yağma dolu seferlerden sonra İskitler sonunda, Pers Kralı Birinci Darius (M.Ö. 522-486) tarafından yenilgiye uğratıldı ve Yakındoğuaan kovuldu. İskitler'in bir kısmı güney Rusya'ya yerleşti ve orada yaklaşık dört yüzyıl yaşadılar. M.Ö. ikinci yüzyılda, Asya'ya fetih yoluyla giren bir başka kabile olan Sarmatlar tarafından bu topraklardan sürüldüler. İskitler'in bir başka kısmı batıya doğru göç etti ve orta Avrupa düzlüklerine yerleşti, burada Yunanlılar'la ilişkiye girdi. Bir diğer kısmıysa Hazar Denizi'nin doğusuna yerleşti; yüz yıl sonra, Sakalar adı altında, buradan yola çıkarak Afganistan ve Hindistan'ı ele geçireceklerdi.
İskitler'in "Ön Tarihi"
İskitler'in kayıtlı tarihinde onları açıkça İsrail'e bağlayan hiçbir şey olmasa da, pek çokları onların "ön tarihinde" bu tür bir bağlantının ipuçları bulunduğuna inandı. Yunanlı ve Romalı tarihçilere göre, İskitler bir ulus olarak yaşamlarının, M.Ö. 500 yılları civarında onları Pers ve Med topraklarından süren Kral Darius'un seferinden bin yıl önce başladığını savunuyordu. Öyleyse, İskitler'in doğuşu, en azından bir teoriye göre,
İsrailliler'in Mısır'dan sürüldüğü tarih olan M.Ö. lS00'deydi. Buna ek olarak, bir İskit efsanesine göre, ataları Skutis, Jüpiter ile yarı tatlı su yılanı olan bir annenin oğluydu; bu öykü, İskit-İsrail teorisini savunanlara Musa'nın yaşantısına ilişkin bazı detayları anımsatmıştı. Musa, bebekken, Mısır firavununun kızı tarafından ırmakta bulunmuştu ve daha sonraları kutsal bir imge olarak pirinçten bir yılanla temsil edildi. Dahası, İskitler yasal düzenlerini, tıpkı Musa gibi, Mısır'da eğitim görmüş Zamolxis adlı bir köleye dayandırıyordu. Bununla birlikte, Musa-Skutis-Zamolxis bağlantısının savunucuları bu ikisini özdeş görecek kadar ileri gitmedi. İsrailliler, sürüldüklerinde, Yunanlı tarihçi Diodorus'un sözleriyle "horgörülmesi gereken bir halk" olan İskitler'e dönüşmüşlerdi.
İskitler'in alışkanlıkları ve gelenekleri konusunda Yunanlı ve Romalı tarihçiler olumlu görüşler sunmuyorlardı. İskitler'i çoğu zaman yamyam barbarlar olarak betimlediler. Elbette, onları daha olumlu betimleyenler de çıktı. Yunanlı tarihçi Heredot bazı İskitler'in eğitimli olduklarını, bir başka Yunanlı tarihçi Epipha- nius İskit yasa ve geleneklerinin başka uluslara örnek teşkil etmesi gerektiğini, Romalı Strabo ise İskitler'in domuzdan nefret ettiğini yazdı. Sayılan bu özellikler İsrailliler'in özellikleriyle uyum içindeydi.
Kazılarda Çıkan İskit Kalıntıları
İskit-İsrail bağlantısını savunanların kullandığı bir başka ilginç sav, İskit kral mezarları kazılarından çıkarılanlara dayanır. Bu mezarlar birbirlerine geniş geçitlerle bağlı büyük odalara yerleştirilmişti. Odalarda kabile şefleri ve onlarla birlikte öldürülen erkek ve kadın köleleri bulunuyordu. İnsanların yanında, kurban edilmiş düzinelerce at vardı. Bunların dışında, bu mezarlardan yüzlerce altın ve gümüş kap çıkarıldığı bilinmektedir; bunların
çoğunda Yunan kültürü izleri vardır. Kadın mezarlarında mücevher, erkeklerinkinde incelikle işlenmiş silahlar, özellikle bronz ya da demirden mızrak başları, mızraklar bulunuyordu. Odalar, bazen 120 santimle 180 santim arasında değişen yüksekliklerde taş ve toprakla örtülmüştü. Odaların inşasında ve mezarlara konan nesnelerin yapımında gösterilen incelik, İskitler'in vahşi göçebe- lerinkinden çok daha yüksek bir medeniyet seviyesine ulaşmış olduklarını kanıtlıyordu. İskitler'in bu gelişmişliği, İskit-İsrail teorisini savunanların gözünde, onları kadim İsraillilere bağlayan bir başka kanıt oldu.
İskit Tarihinin Yeniden İnşa Edilmesi
Yitik Kabileler'in izini süren kaşifler, bu ipuçlarını bir araya getirerek İskit tarihini yeniden inşa etme yoluna gittiler: İzak'ın oğulları olarak bilinen İsrailli sürgünler Fırat nehrini aşmış ve doğu Asya'dan uzak ve küçük bir bölgeye ulaşmışlardı. Dinlerinin kurucusu olan Musa'nın geleneklerine bağlıydılar; Musa'yı, daha sonra Skutis ya da Zamolxis olarak anmaya başlamışlardı. Yerleştikleri bu yeni topraklarda barbar oldular ama daha önceki değerlerinden, geleneklerinden ve başarılarından bir kısmını korumuşlardı. Sürgün edilen İzakoğulları, İskitler ya da Sakalar adıyla kısa zaman içinde güçlenmişti, nüfusları artmıştı ve sürüldükleri tarihten yaklaşık yüz yıl sonra fetih yoluyla, Yakındoğu'ya kaos ve yıkım getirdiler; yalnızca akrabaları olarak gördükleri Yehu- da Krallığı'na dokunmadılar. Yakındoğu'dan çekildikten sonra Avrasya düzlüklerine dağıldılar ve oradan, Sakalar adıyla Afganistan ve Hindistan'a ve Saksonlar adıyla Avrupa'ya ve sonunda İngiltere'ye göç ettiler.
İşte bu anlatıyla İskitler, hem Avrupa'da hem Asya'da, On Kabileöen geldiğini iddia eden tüm toplulukların atalarına dönüştüler.
- Hazarlar
Hazarlar'ın öykümüze dahil olma nedeni, onların İsrail'in Yitik Kabileleri'nden geldiklerine inanılması değil, varlıklarının kabilelerinin öyküsünü geliştirmede ve bu öyküye inanılırlık kazandırmada önemli bir etken olmasıdır.
Hazarlar Kimlerdi?
Hazarlar büyük olasılıkla bir Türk kabilesi ya da kabileler topluluğuydu. İsimleri ilk kez M.S. 6. yüzyılın sonlarında tutulan tarihsel kayıtlarda geçer. Uzun bir süre içinde ve barışçıl yollarla Hazar Denizi ile Karadeniz arasında, Kafkas dağlarının kuzeyindeki düzlüklere yerleşmiş görünmektedirler. Yunanca ve Arapça'da Hazar, İbranice Kuzar ve Çince'de K'osa adıyla anılmışlardır; bu kabileye verilen ismin, Türkçe'de "başıboş dolaşmak, gezmek'' anlamına gelen gazmak sözcüğünden ya da "dağın kuzey yüzü" anlamına kuz sözcüğünden türediği düşünülmektedir. Kökenleri ve erken dönem tarihleri iyi bilinmemektedir. Bununla birlikte elimizde, örgütlenmelerine, göçebe yaşamlarına, geleneklerine ve çevrelerindeki bölgelere askeri ve siyasal açıdan müdahalelerine ilişkin ayrıntılı bilgi vardır; bunları Arap, Bizanslı, Ermeni, Gürcü, Çinli ve İbrani yazarlarda bulabiliyoruz. M.S. 700 yılına gelindiğinde Hazarlar, Volga nehrinin aşağı tarafındaki düzlüklere ve Kırım yarımadasına yerleşmiş, Bizans imparatorluğuyla ve Dinyeper ırmağı çevresindeki Slavlar'la ilişkiler kurmuşlardı. Hazarlar'la Araplar birkaç kez karşı karşıya gelmişlerdir. Başlangıçta yenilgiye uğrayan Hazarlar oldu, ama M.S. 653 yılında Kafkas Dağları'yla Hazar Denizi arasında bulunan ve Arapça'da Kapılar Kapısı anlamına gelen Bab al-Abwab adıyla bilinen stratejik derbent geçidini ele geçirmeyi başardılar. Böylelikle Hazarlar, Araplar'ın kuzeye ve batıya geçişini sağlayan ve
Resim 17: Derbent Geçiti
Doğu Avrupa'yı tehdit eden geçiş noktasını kontrolleri altına almış oldular. Derbent geçidi için verilen savaş öylesine önemliydi ki, tarihçiler bunu Fransa'da Charles Marter'in ordularının Araplar'ın Batı Avrupa'daki ilerleyişini durdurduğu Poitiers Savaşı'na (M.S. 732) benzettiler.
Bölgeye yerleşen Hazarlar, batıdaki komşuları Bizans imparatorluğu ile ilişkiler geliştirmeye başladı. İki Bizans kralı, vaftiz edilen ve Hıristiyan isimleri alan Hazar prensesleriyle evlendiler. İmparator Jüstinyen, Theodora'yla, İmparator V. Konstantin İrene'yle evlendi; V. Konstantin'in oğlu imparator IV. Leo, Hazar ismiyle anıldı (775-780).
Hazarlar'ın Yahudiliği Benimsemesi
M.S. 740 yılı civarlarında Hazarlar alışılmadık bir adım atarak Yahudiliğe döndüler; bu olgu pek çok Arap ve Yahudi kayna- ğınca doğrulanmaktadır. 920 yılı civarlarında Arap coğrafyacı İs- takhri, Hazarlar'ın, ülkelerinin, alışkanlıklarının ve yaşam biçimlerinin, ekonomilerinin ve siyasal örgütlenmelerinin uzun ve ayrıntılı betimlemesini sunar:
Kralları Yahudi'dir... Hazarlar Müslümanlar'dan, Hı- ristiyanlar'dan ve Yahudiler'den oluşur; aralarında putperestler de vardır. Bu topluluklar içinde en küçüğü Yahudiler'dir; nüfusun çoğunluğu Müslüman ve Hıristiyan olsa da, kral ve saray halkı Yahudi'dir. Topluluğun alışkanlıkları, putperestlerinkine benzer. Yasa düzenleri kendilerine özgüdür; Müslüman, Yahudi ya da Hıristiyan geleneklerinin tersine, eski pagan anlayış hakim görünür. .. Kralın Yahudi, Hıristiyan, Müslüman ve putperest yedi yargıcı vardır... Hazarların başkentle (Volga deltasındaki Atil) Bab al-Abwab arasında bulunan Semender adlı bir kentleri vardır. .. Kralları Yahudi'dir. .. Hazarlar'ın köleleri putperesttir. .. Yahudiler'in ve Hıristiyanlar'ın dinleri, bu arada Müslümanlar'ınki de, birbirlerini köle yapmaya engeldir ...
Bazı Arap yazarlar Hazarlar'ın Yahudiliği benimsediği tarih ve koşullara ilişkin bilgi sunmaktadır. El Mesudi {943-947) Mu- ral al-Dhahab (Altından Kırlar) adlı eserinde şöyle der:
Bu kentte (Atil) Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler ve paganlar yaşar. Kral ve yardımcıları Yahudi'dir. Hazarlar'ın kralı, Harun el-Reşid'in (M.S. 786-809) halifeliği sırasında Yahu-
di olmuştur ve İslam topraklarından ve Yunanlılar'ın ülkesinden (Bizans) pek çok Yahudi onun egemenliğini benimsemiştir. Dönemin Yunan kralı, krallığındaki Yahudiler'i Hıristiyanlığı benimseye zorlamıştır. .. Pek çok Yahudi Yunanlılar'ın ülkesinden Hazar ülkesine göç etmiştir. .. Hazar kralının nasıl Yahudi olduğu burada anlatmayacağız. Daha önceki eserimizde anlatmıştık.
Ne yazık ki El Mesudi'nin daha önceki eserim derken hangi eserden söz ettiği bilinmemektedir; bilinen eserlerinin hiçbirinde Hazarlar'ın Yahudiliği seçişinin öyküsü yoktur. Bir başka Arap yazar, El Dimeşki, 1327 yılında İbn el Esir'in, Harun el Re- şid döneminde imparatorun Yahudiler'i nasıl göç etmeye zorladığını anlatır. Yahudiler Hazar ülkesine gelmiş, burada zeki ama yetiştirilmemiş bir ırkla karşılaşmış, onlara dinlerini tanıtmışlardır. Hazarlar bu dinin daha iyi olduğunu kabul etmiş ve kendi dinlerini bırakıp bu yeni dini benimsemişlerdir.
Bazı kaynaklarda, Hazarlar'ın Yahudiliği benimsemesinin bir dini tartışmaya bağlandığı görülür. Müslüman İspanyol yazar Bakri (1094) bu savı bize ilk aktaran olmuştur; yazdıklarını Arap coğrafyacılardan birinden, hatta belki Mesudi'nin kayıp eserinden almış olması mümkündür. Bakri şunları yazar:
Önceden pagan olan Hazar kralının Yahudiliği seçme öyküsü şöyledir: Kral önce Hıristiyanlığı benimsemişti. Sonra bu inancın yanlışlığını anladı ve yöneticilerinden birine, duyduğu kuşkuları aktardı. Yönetici ona şöyle dedi: Ey kralım, kitaplı üç halk vardır. Her birinden bir kişi çağıralım, onlara sorular soralım, doğruları hangisi söylüyorsa onun dinini kabul edelim. Böylelikle kral Hıristiyanlardan bir papaz istedi. Kral papazı sorguya çekerken yanında tartışmayı iyi bilen bir Yahudi de
vardı. Yahudi, papaza şöyle sordu: İbrahim oğlu Musa hakkında, onun için indirilen Tevrat hakkında ne düşünüyorsun? Papaz, Musa bir peygamberdir ve Tevrat' ta yazılan her şey doğrudur, dedi. Yahudi, krala döndü, şunları söyledi: Papaz benim inancımın doğruluğunu kabul ediyor. Şimdi ona kendisinin neye inandığını sorun. Böylece kral papaza sordu ve şu yanıtı aldı: Meryem oğlu İsa'nın Mesih ve Hakikat olduğuna ve Tanrı adına insanlara gizemler açıkladığına inanırım. Bunun üzerine Yahudi, krala döndü ve şöyle dedi: Benim bilmediğim bir inak anlatıyor ve bunlara inandığını söylüyor. Öte yandan, benim söylediklerimin doğru olduğunu kabul ediyor. Papaz kendi inancına güçlü kanıtlar getiremedi. Böylece Müslümanlartian, birini göndermesini istediler; Müslümanlar da onlara tartışmaya çok iyi bilen, eğitimli ve akıllı birini gönderdi. Ama Yahudi, bir katil kiraladı. Katil Müslümanı yolda zehirledi. Böylelikle Yahudi, kralı kendi dinine kazanmış oldu.
Müslüman İspanyanın en ünlü Yahudi şairlerinden biri olan Yehuda Ha-Levi'nin kayıtları daha iyi bilinir; Hazarlar Kitabı başlıklı eserinde Hazarlar'ın Yahudiliği benimsemesine yol açan din tartışmasının ayrıntılı bir anlatımını sunar. Yehuda Ha-Levi atalarının dinine gönülden bağlı Hazar kralının din değiştirmesini, gördüğü rüyalara bağlar. Kral rüyalarında bir meleğin ona, Tanrı'nın, niyetlerini tasvip ettiğini, ancak eylemlerini etmediğini söylediğini görür. Kral huzuruna, önce bir Hıristiyan sonra bir Müslüman, sonunda da bir Yahudi çağırır; huzura çıkanların hepsi kendi dininin temellerini açıklar. Ha-Levi'nin din değiştirme öyküsü ilginçtir:
Hazar kralı düşlerini ordusunun komutanına anlattı. Rüyasında Varsan dağlarında sürekli olarak Tanrıyı memnun et-
menin yollarını arıyordu. Böylelikle kralla komutan deniz kenarındaki bir çölde bulunan dağların yolunu tuttular. Geceleyin bir mağaraya denk geldiler; burada Şabat dinlencesinde bazı Yahudiler vardı. Yahudiler onları görünce dinlerine kabul etti; kralla komutan mağarada sünnet oldu. Ardından ülkelerine döndüler. Gönülleri Yahudiler'in dininden yana olsa da inançlarını yalnızca çok yakın bildiklerine açıkladılar. Açıkladıkları kişiler zamanla sayıca arttı ve topluluk Hazarlar'ın geri kalanını idareleri altına aldı; onları da Yahudi olmaya ikna etmeye çalıştı. ..
İspanya'yla Hazar Ülkesi Arasında Mektuplaşma
İspanyanın Müslüman halifesi III. Abdurahman'ın (912-960) sarayında bulunan üst düzey bir Yahudi görevli olan Kordoba'lı Hisdai İbn-Shaprut ile Hazar kralı Joseph arasındaki yazışma pek ilginçtir. 961'den daha geç yazılamış olan bir Hisdai mektubu ile Joseph'in bu mektuba verdiği yanıtın, biri uzun, biri kısa, iki nüshası bugüne ulaşmıştır. Joseph'in mektubundan parçalar içeren bir başka belge de, Kahire Genizah'ta (bir kenara atılamayacak kadar kutsal görünen, dolayısıyla sinagogun tavan arasında saklanan eski kitap ve belgeler deposu) gün ışığına çıkmıştır. His- dai, Joseph'e yazdığı mektupta, Hazarlar'ın Yahudi olduğunu sıkça duyduğunu ve uzun süredir onlarla iletişime geçmek istediğini yazar. Şimdi, "G-b-lim kralının'' -Almanya kralı 1. Otto olabilir- Kordoba'ya gönderdiği bir diplomata eşlik eden iki Yahudi sayesinde bir fırsat çıkmıştır. Hisdai kendi yaşadığı yer olan Endülüs'ü ve buradaki konumunu anlatır ve Hazar ülkesi hakkında pek çok soru sorar: Yahudiler oraya nasıl gelmiştir? Hazarlar nasıl din değiştirmiştir? Dini törenleri nasıldır? Şahat günü savaşırlar mı? Joseph'in dünyanın sonu hakkında bir bilgisi var mıdır? Kral Joseph, Hisdai'nin bazı sorularını yanıtlar; hepsi-
ne yanıt vermez. Hazarlar'ın Bulan kralının din değiştirmesinin temelinde bir rüyanın yattığını, ardından üç dinin temsilcileri arasında bir din tartışmasının yapıldığını söyler. Joseph ayrıca, Kafkaslar'ın güneyinde yapılan bir savaşta elde ettikleri ganimetle Kutsal Kitap'ta anlatılana uygun bir tapınak inşa ettiklerini ve daha sonra kral Obadiah döneminde Yahadut Rabanit'i kabul edildiğini aktarır. Joseph kendi ülkesini anlatır ve Hisdai'yi davet eder. Hisdai'nin bu daveti kabul etmiş olması mümkündür, ancak Hazar ülkesine ziyaretine ilişkin herhangi bir kayıt bulunmamaktadır.
Bazı uzmanlar bu üç mektubun özgünlüğüne kuşkuyla yak- laşsalar da Kahire Genizah'ta ortaya çıkan bölümler bu yazışmanın gerçekliğini kanıtlamıştır. Yahudi Hazarlar'ın haberlerinin İspanyaya ulaşmış olduğuna ve Hazar ülkesinden bazı insanların, Avraham ben-Davud'un aktardığı gibi on ikinci yüzyılda Toledo'yu ziyaret ettiğine kuşku yoktur.
Yahudi Krallığı ve Yahudi Dünyası
Hazar ülkesinde bir Yahudi krallığı bulunduğu haberinin, Yahudi dünyası üzerindeki etkisi büyük oldu. Dan'lı Eldad'ın, anlattıkları içinde, İspanya ve Kuzey Afrika'da Hazar ülkesine ilişkin olarak dolanan söylentiler de göze çarpıyordu. Eldad açıkça, Sineon kabilesinin ve Manaşşe kabilesinin yarısının "Hazar topraklarında yaşadığını"; Reuben, Zevulun ve İssakar kabilelerinin hemen komşu topraklarda bulunduğunu, bu toprakların bir kısmının Hazar işgali, bir kısmınınsa Hazar etkisi altında olduğunu söyler. Bu kabilelerin göçebe kabileler olarak betimlenmesi Hazarlar'ın yaşam biçimiyle uyumluluk gösterir. Diğer kabilelerin de, göçebe yaşam biçimini benimsemiş olmalarının, savaş ve işgalle yaşamalarının, komşularını boyunduruk altına almalarının, onların, Arabistan ya da Afrika'da değil, Hazar bölgesinde
aranması gerektiğini gösterdiğini ileri sürenler olmuştur. Bazı uzmanlar, Eldad'ın kullandığı sözcüklerden bir kısmının Yunan kökenli olabileceği ve bunun Yunanca konuşan Bizans'la bir yakınlığa işaret edebileceği gerekçesiyle, Eldad'ın kendisinin de Hazar olabileceğini savunacak kadar ileri gitmiştir. Eldad'ın öykülerine yansıyanlar, Hazar Yahudileri'nin bir gerçeklik olmasından kaynaklanır; aradaki bu bağı tersine çevirerek, örneğin rahip Charles Forster'in ileri sürdüğü gibi Hazarlar'ın On Kabile'den geldiğini savunmak yanıltıcıdır. Forster kendi savını yalnızca "Dan'lı Haham Eldad'ın" günlüğüne dayanarak oluşturmuştur; Eldad'a hahamlık payesini veren Forsteröir, büyük olasılıkla Eldad'ın saygınlığını arttırmak istemiştir.
Hazar krallığı, 10. yüzyılda, hiç sonu gelmeyecekmiş gibi görünen Rus akınlarıyla gittikçe zayıfladı ve en geç 11. yüzyılın başında bağımsızlığını kaybetti. Gerileme döneminde pek çok Hazar İslam'a ya da Hıristiyanlığa döndü; Yahudi kalan küçük kesim batıya göç etti. Bazı Doğu Avrupa ülke ve kentlerine, örneğin Kieve yerleştiklerine ilişkin kayıtlar bulunmaktadır. Kestirmeci görünen teorilerden birine göre Doğu Avrupa Yahudiliği'nin ilk ve egemen katmanı Hazar kökenlidir.
- Kafkas Dağlan Yahudileri
Yüksek ve sarp kayalıklı Kafkas Dağları, Karadeniz ile Hazar Denizi arasında uzanır. Tarih boyunca bu dağlar, güneyde uzanan Yakındoğu ile kuzeyde bulunan Avrasya düzlüklerine karşı, bazen çok etkili, bazen daha az etkili, bariyerler olmuşlardır. Aşılmaz izlenimi veren sarp dağlar yabancı, düşman topraklardan kovulmuş pek çok kabile ve halk için bir sığınak olmuştur. Burada yaşayan halklar, genellikle birbiriyle ilgisi bulunmayan
Resim 18: Geleneksel giysileriyle Kafkas Yahudileri, 1 905.
çok farklı diller konuşmuşlar ve birbirinden çok farklı gelenekler ve dinler benimsemişlerdir. Beliti de, Kafkas bölgesi etnik ve dilsel açıdan dünyada en büyük çeşitliliği gösteren bölgedir. Bugün Kafkas Dağları'nın güney etekleri ve çevresi, üç bağımsız cumhuriyet, Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan arasında paylaşılmıştır; kuzey yamaçları ise özerk Dağıstan, Çeçenistan cumhuriyetleri ile Rusya'ya bağlı başka halklara ev sahipliği yapar. Bu pek çeşitli ve farklı bölgeyi ziyaret eden kaşifler ya da burayı başkalarından duyanlar, bu heterojen nüfusun On Kabile'den gelmesi mümkün halklar olduğuna inanmışlardır. Bu kişiler, bu inançlarına dayanak olarak, bu bölgenin coğrafi açıdan Ezra'nın "sürgünlerin ikinci dağılması" anlatımına uygunluk göstermesini ve bölge halklarında, eski İsrail'inkilere benzer gelenek ve alışkanlıklar gözlemlenmesini göstermiştir.
Dağıstan'ın Dağ Yahudileri
Dağıstan, Kafkas Dağları'nın doğusunda, Hazar Denizi'nin batısından uzanır; Türkçe-Farsça etkisindeki dillerinde Dağıstan, "Dağ Ülkesi" anlamına gelir. Dağıstan'ın yüksek dağları, derin, dar vadilerle bölünmüştür; bu, içine sızılması pek güç, vahşi bir coğrafya oluşturur. Bölgede, bugüne dek kültürel ve siyasal bağımsızlığını korumak için (özellikle geçmişte büyük) savaşlar vermiş otuza yakın kabile vardır. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar Dağıstan, Avrupalılar'ın bildiği bir bölge değildi. Dönemin üç komşu imparatorluğu arasında sürekli bir çekişme alanıydı; İran, Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya, her biri sınırlarını genişletmeye çalışıyordu. Bu imparatorluklardan hiçbiri dağların içine sızmayı başaramadı; bölgede yaşayan kabilelerse hem kendi aralarında, hem de çeşitli imparatorlukların ordularına karşı savaşlar verdiler.
On dokuzuncu yüzyılda, On Kabile'nin izini süren Avrupalı kaşifler işte bu ulaşılmaz topraklara ilgi göstermeye başladı. Genelde olduğunun tersine, ilgilerini çeken, bölgede yaşayan çok sayıdaki kabile ve farklı halklar değil, kendilerini saklamayan ve Dağ Yahudileri olarak bilinen açık Yahudi topluluğu oldu. Kaşifler, On Kabile ile bağlantılı olmalarını mümkün görerek araştırmaya geldiğinde, çoktan tarih yüzünden silinmiş olan ova halklarının tersine, Dağıstan Yahudileri yaşamlarına devam ediyordu; bu, araştırmaların ilk elden yapılmasını mümkün kıldı. Bu bölgedeki araştırmacıların en ünlüsü Rahip Jacob Samuel'di; Samuel Yahudi olarak doğmuş, sonradan Hıristiyanlık'ı benimsemiş ve 1830'lu yıllarda "Hindistan, İran ve Arabistan'daki Yahudiler için kıdemli misyoner" olmuştu. Samuel'in görevini Kafkaslar'a da taşıması tam anlamıyla şans eseri gerçekleşmişti:
1837 Mart ayında, Tahran'da, misyonerlik görevimi yerine getiriyor ve kardeşlerim arasında İbrahim'in soyunda gelenleri arıyordum. Şah Muhammed'in sarayına elçi olarak gönderilen Graf Simoneich'e saygılarımı sunmaya gitmiştim. Konuşma esnasında . .. kıymetli elçi, beş yıl önce Kafkas Yahudileri'nin karakterini ve yaşadıkları koşulları incelemek üzere Gürcistan'a bir komisyon gönderdiğini söyledi. Gönderdiği kişiler, tatmin edici bilgilerle dönmeyi başaramamışlardı.
Rus elçisi, hemen orada, Samueföen bu görevi almasını istedi. Samuel kendisine önerilen görevi heyecanla kabul etti; On Kabilenin soyundan gelenler kaldıysa, Dağ Yahudileri'nin onlardan biri olduğuna gönülden inanıyordu. Yanına Rus ve Britanya elçilerinin kaleme aldığı mektupları da alarak, Samuel, o zorlu bir dönemin içinden geçen Dağıstan topraklarına girdi; araştırması sıklıkla rekabet içindeki imparatorlukların askerleri nedeniyle kesintiye uğruyordu. Bütün zorluklara rağmen, Samuel Dağıstan'ın çeşitli bölgelerini ziyaret etmeyi başardı ve raporlarını kitaplaştırdı.
Samuel, Dağıstan Yahudileri'nin kadim bir kabile olduğunu, bu bölgelerde "anımsanamayacak kadar eski zamanlardan bu yana" yaşadıklarını aktardı. Burada yaşayanların Dağıstan'a nereden gelip yerleştikleri hakkında tarihsel kayıtlar bulunmadığından, Samuel yaşam tarzlarıyla ve gelenekleriyle tanıştıktan sonra onların On Yitik Kabile soyundan geldiğine ikna oldu. İlginç bir şekilde, Samuel araştırmanın, on sekizinci yüzyılın ortalarında, İran kralı Nadir Şah'ın istilasından önce gerçekleşmiş olsa, çok daha verimli olacağını düşünüyordu, çünkü bu durumda, Dağ Yahudileri, İranlı Yahudileröen etkilenmemiş olacaktı. Ayrıca, on dokuzuncu yüzyılın başında, Rusya'nın Dağıstan fethinden itibaren, Rusya ve Polonya Yahudiler'i bu bölgeye gelmeye başlamış ve beraberlerinde modern Yahudilik yasaları ile gelenekle-
rini getirmişti. Her iki olay da, burada yaşayan insanların kadim gelenekleri üzerinde bozucu etki yapmıştı.
Bununla birlikte, Samuel, Dağıstan Yahudileri'nin hala uyguladığı gelenekler ile benimsedikleri yaşam tarzından o denli etkilenmişti ki, onların yaptığı gibi, vahşi komşu kabileler arasında kendilerine özgü bir yaşam sürmenin, bu şekilde varolmanın, görünenin ötesinde bir anlamı olduğuna ikna oldu. Samuel, bu yaşam tarzıyla Eski Ahit'teki bir kehanetin yerine gelmiş olduğuna inandı: "Kayaların doruğundan görüyorum onları, Tepelerden bakıyorum onlara. Tek başına yaşayan, Uluslardan kendini soyutlayan Bir halk görüyorum." (Çölde Sayım, 23:9)
Samuel, kendi düşüncesinin tersine, Dağıstan Yahudileri'nin, kendilerini İsrail'in On Kabilesi soyundan görmediklerini aktaracak denli dürüsttü. Dağıstan Yahudiler'i uzun süre kendilerini bu soydan göremeyecekti; bu durum, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar, muhtemelen onları ziyaret etmeye ve geleneklerini incelemeye gelen Rus Yahudi bilginlerinden etkilenmeye başlayıncaya kadar değişmeyecekti.
Dağıstan Yahudileri, On Kabile soyundan geldikleri iddiasını reddettiklerinden, Samuel ilgisini, kabilelerin en vahşisi olan Lesgiyenler'e çevirdi. Bu kabile, Avrupalı gezginler tarafından "vahşi, barbar yağmacılar" olarak adlandırılıyordu; dinleri ise "Islam, Hıristiyanlık ve paganizmin tuhaf bir karşımından'' oluşuyordu. Samuel, okurlarına Lesgiyenler'in Dan kabilesi soyundan geldiğine inandığını aktardı. Bu halkın fizyonomisi ve karakteristik özellikleri Yahudiler'inkine benziyordu.
İki fızyonomi arasında benzerlik bulmada, açıkça, izlenimlere dayanılıyordu. Fizyonomide benzerlik arama, daha sonra On Kabile soyundan gelenleri tespit etmeye çalışmada geçerli kriterlerden biri oldu. Samuel, Lesgiyenler'le Dan kabilesi arasında bağlantı kurarken, Yakup'un Danlılar'a ilişkin betimlemesini de
kaynak gösterir: "Yol kenarında bir yılan, toprak yolda bir engerek olacak; atın topuklarını ısırıp atlıyı sırt üstü düşüren bir engerek:' (Yaradılış, 49: 17)
Samuel'e göre, çevrelerindeki topraklara dehşet saçan Lesgi- yenler, göçebe Kazakları tam da bu kehanette anlatıldığı gibi yenilgiye uğratmıştı. Samuel, Lesgiyenler'in kendilerini nasıl ve neden Dan kabilesi ile bağlantılı gördüğünü anlatmıyordu; ama bu Yahudiler'in en başından beri dağlarda yaşadıklarına inanılıyordu. Bu ilginç nokta Yahudiler'in kadim zamanlardan beri bu topraklarda var olduğunu gösteriyordu.
Samuel, Lesgiyenler'in Dan soyundan geldikleri iddiasına sahip çıkıp devam ettirmek yerine, Dağıstan kabilelerinin On Yitik Kabile'yle bağlantılı olduğunu gösterecek ipuçları bulmaya çalıştı. Bu inancını, Dağ Yahudileri'nin, kendisine Yahudiliğin sürgün öncesi dönemlerine özgü gelenekleri anımsatan dini kabullerine ve uygulamalarına dayandırıyordu. Kendisi de eski bir Yahudi olan Samuel, bu toplulukta gözlemlediği gelenekleri, Yahudi dünyasının bütünündeki geleneklerle karşılaştırdı ve bunlar içinde özellikle bu topluluğun bayramlarını ilginç buldu.
Fısıh Bayramı üzerine: Bayram günü şafak vakti evin reisi bir oğlak ya da kuzu alarak onu kurban ediyor, kanını bir tasa akıtıyor ve her evin kapısına kandan biraz sürüyordu (Mısırdan Çıkış, 12:7). Daha sonra kurban edilen kuzu hanedeki bütün erkekler tarafından ateşte kızartılıyor ve bir takım acı otlarla yeniyordu... Dağ Yahudileri bu geleneği ilkel haliyle koruyan tek topluluktu; diğer tüm cemaatler kuzu kurban etmeyi bırakmıştı ve Fı- sıh Bayramı'nda satın aldıkları etleri kızartıyordu.
Samuel, aynı zamanda Dağ Yahudileri'nin Hagada'yı bilmediklerini, bu nedenle bayramda onu okumadıklarını, şarap içerek dua etmediklerini aktarıyordu. Bu topluluk tıpkı Yasanın Tekrarı 16:S'de geçtiği gibi altı gün boyunca mayasız ekmek yiyordu. Di-
ğer Yahudi cemaatlerinde olduğu gibi ev içinde maya artığı kalmasını engellemek üzere tüm kap kaçaklarını değiştirmiyorlardı. Dağ Yahudileri dünya yüzünde, Fısıh Bayramı'nı bu şekilde kutlayan tek topluluktu.
Böylelikle Şavuot Festivalinin kutlanılmasına geçilir:
Topluluğun önde gelen büyükleri, Nisan ayının başlangıcından Sivan ayının altıncı gününe kadar insanlardan Tanrıya sunmak için armağan toplarlar. Sivan'ın altıncı gününde büyükler bir dağın tepesine çıkarak armağanlarını sunarlar. Ardından diğer insanlar da çıkar, tütsü yakar ve Tanrı'nın birliğini kutlamak üzere ilahiler söylerler. Yasaaan bölümler okurlar, bir ateş yakarlar ve ateşe son hasattan bir demet arpa atarlar. Bu topluluk festivalin yalnızca bir gününü kutlar; Kutladıkları, Yasa'nın indiği gün değil, İsrailliler'in kendi topraklarındaki ilk hasadın olduğu gündür.
Dağıstan Yahudileri, Tişri ayının ilk günündeki Roş Aşana'yı yılbaşı kabul etmiyorlardı.
İnsanlar bir araya gelerek koç boynuzundan yapılma şofarı üflerler, yasadan parçalar okurlar; bu günde çalışmazlar. Bunu bir günah çıkartma günü olarak görmezler ve bir ay öncesinden hazırlanmazlar. Günah çıkartma töreni yapmazlar ve diğer günlerde olduğundan farklı giyinmezler.
Tişri ayının onuncu gününde, Kefaret Günü'nde:
Herkes, hayvanlar da dahil olmak üzere bir akşamdan diğer akşama oruç tutar. Kurban uygulaması yoktur. Tişri'nin on beşinci gününde, Sukkot'ta insanlar bir barakada toplanır ve kutlama yaparlar.
Sekizinci gün hasadın kutlandığı gündür. Herkes yanında bir testi su getirir. Mısırlardan büyük bir demet yapılır ve bu demet kutsal gördükleri bir binaya bırakılır. İlahiler söylendikten ve Yasai:lan parçalar okunduktan sonra düşmana karşı korumak amacıyla evlere doğru su serpilir. Dağ Yahudileri Simha Tora gününü kutlamazlar; dört dal ile meyve taşımazlar.
Dağ Yahudileri'nin diğer dini geleneklerine ilişkin gözlemlerse şunlardır:
Hayvan kurban ederken katı kurallar gözetmezler. Etleri kaynatma ya da tereyağında kızartma konusunda bir rahatsızlıkları yoktur ama oğlak etini tereyağında ya da sütte kaynatmaktan kesinlikle kaçınırlar (Mısırdan Çıkış, 23:19). Et ile süt için ayrı kaplar kullanmazlar. Hahamları ya da Leviler'i yoktur. Kutsal kitaplarını yalnızca Musa'nın Beş Kitabı oluşturur.
Resim 19: Geleneksel gi ysi leri içinde Kafkas Yahudileri, yaklaşık 1920.
Rahip Jacob Samuel'in çizdiği bu tablo, gerçekten de kendine özgü bir Yahudi topluluğuna işaret ediyordu. Musa'nın Yasası'nı en eski ayrıntılarıyla izlemeleri, kutlamalarında gözlemlenen kadim dönemlerden kalma öğeler ve M.Ö. ikinci yüzyılda başlamış olan Hanuka'yı kutlamıyor oluşları, Dağıstan Yahudileri'nin gerçekten de çok erken bir tarihte Yahudi halkının ana kesiminden ayrıldıklarını ve dinlerinin bin yıl boyunca dönüşüm geçirmediğini gösteriyordu. Ama bütün bunlar onların On Kabile soyundan geldiklerini kanıtlamaya yeter görülebilir mi? Muhtemelen hayır, özellikle de kabilelerin sürülüşünden yüzlerce yıl sonra M.Ö. beşinci yüzyılda Pers İmparatorluğu'nda ortaya çıkan Purim bayramını kutladıkları göz önüne alındığında: Bu olgu, modern tarihçilerin Dağıstan Yahudileri'ni Pers Yahudileri'nin bir dalı olarak görmelerini ve Kafkas Dağları'na yerleşmelerini M.S. beşinci yüzyılda İran'daki Sasani Hanedanlığı'nın Yahudi kıyımından kaçışa bağlamalarına yol açmıştır. Gerçek.ten de Dağ Yahudileri, bir ölçüde Türkçe ve İb- ranice ile karışmış bir tür eski Farsça'ya bağlı görünmektedir. Les- giyenlerin, Dağıstan halkının kendilerinden önce de Yahudi olduğuna inanması, bu topraklardaki Yahudi topluluğunun gerçekten eski zamanlardan bu yana varolduğu savını güçlendirir. Aynı zamanda, bölgedeki pek çok Yahudi'nin, bu arada yerel pagan kabilelerin çoğunluğunun, Dağıstan M.S. 644 yılında fethedilince, zaman içinde İslam dinini benimsediğine işaret eder.
Dağıstan Yahudileri'nin, bölgeye nasıl geldiklerine ilişkin gerçek bir bilgiye sahip olmadıkları ve bazen Nabukadnezar tarafından Dağıstan'a sürülen Yehudalılar'ın soyundan geldiklerini iddia ettikleri eklenmelidir. Bu topluluk bir süre sonra rahip Ja- cob Samuel'in ve daha sonraki kaşiflerin savını, On Yitik Kabile soyundan geldiklerini kabul etmiştir. Topluluğun böyle bir iddiada bulunduğunu ilk kayda geçiren, 1860'lı yıllar ile 1880'li yıllar arasında Dağıstan'a birkaç kez giden Rus Yahudisi Yehuda Çor-
ney oldu. 1860'lı yıllarda Dağ Yahudileri ile yaptığı konuşmalarda, yalnızca üç kabilenin On Kabile soyundan geldiğini iddia ettiğini biliyoruz. Zaman içinde gittikçe daha fazla DağıstanYahu- disi, bu inancı sahiplenmiştir ve bugün bu iddia yaygın olarak kabul görmektedir. 1970li yıllardan bu yana Dağıstan Yahudileri'nin çoğu İsrail'e göç etmiştir; bu göçün altında On Kabile'ye ilişkin kehanetlerin yerine getirildiği umudu yatıyor olabilir.
Resim 20: A gronov Ailesi, Derbent, 1920.
Beşinci Bölüm
ASUR TOPRAKLARINDA
KAYBOLANLAR:
AFGANİSTAN'DA PATANLAR
Afganistan'da ve komşu Pakistan'daki kabileler, dinine bağlı Müslümanlardır; bu, onlar arasında kadim İsrail soyundan geldikleri iddiasının ortaya çıkmasını engellememiştir. Afgan kabilelerinin öyküsü yalnızca bu açıdan şaşırtıcı değildir ve son halini üç aşamadan geçerek almıştır. Yerel kabilelerin soylarının kadim İsrail'e dayandığı iddiası on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Avrupalı kaşif ve uzmanlarca yeniden ele alınmıştır. Bunlar, Afganları genel olarak İsrail'e değil, özel olarak On Yitik Kabile'ye bağlı görerek yeni bir tarih geliştirmişlerdir. Yahudi kabilelerini bugün arayanlar, Afganlar'ı mükemmel adaylar olarak görmüş ve
bazı Afganlar tarafından da kabul edilen bu yeni tarihi benimsemiştir.
Modern Afganistan ve Halkları
Modern Afganistan devleti 1893 yılında Britanya tarafından kuruldu. Batı'da İran ile doğuda Hindistan arasına sıkışmış bu Orta Asya devleti, coğrafi açıdan farklı bölgelere ayrılır. Uçsuz bucaksız Asya steplerinin bir kısmını oluşturan kuzeydeki düzlük kesim, yüksek ve geçit vermez Hindu-Kuş dağ sıralarıyla ülkenin en geniş bölümünü oluşturan yarı kurak güney düzlüklerini ayırır. Çok eski zamanlardan bu yana, halklarına çok da elverişli yaşam koşulları sunmayan bu bölge Yakındoğu, Orta Asya, Hindistan ve Çin'in kesişim noktası olagelmiştir. Burası, dört bir yandan gelen akıncıların, fatihlerin ve yerleşimcilerin -Dravidler, Ari- ler, Yunanlar, İskitler, Araplar, Türkler ve Moğollar'ın- aşina oldukları bir bölge olmuştur. Her istilacı dalgası, birbirinden farklı diller konuşan ve birbirlerine duydukları düşmanlık nedeniyle sıkça kanlı savaşlara tutuşan kabileler mozaiği üzerinde kendi etkisini bırakmıştır. Afgan kabilelerinin yaşadığı bölgeler modern Afganistan devletinin sınırlarıyla tam olarak örtüşmez; ka- hilelerden bazıları, bugün komşu ülke Pakistan'da yaşamaktadır. Afgan kabileleri arasındaki en büyük grup Afganistan nüfusunun yüzde altmışını oluşturan Puştunlar<iır. Puştunlar, ülkenin güneyinde ve doğusunda ve bu arada Pakistan'ın belli bölgelerinde yaşarlar; başkent Kabil'i merkezleri olarak kabul etmek yerinde olacaktır. Puştu adında bir Hint-Avrupa dili konuşan Puştun- lar, üç gruba ayrılır: Afganistan'ın her zaman toplumsal ve siyasal elitini oluşturan ve Kandahar kenti çevresindeki bölgede yaşayan Dürraniler, Gılzailer ve Patanlar. Gene, Hint-Avrupa dilleri konuşan
diğer kabileler Hindi-Kuş dağlarıyla güneydeki yarı kurak bölgeye dağılmışlardır. Afganistan'a en son göç etmiş kabilelerden olan, Türkçe konuşan Özbekler ile Türkler kuzeydeki steplerde yaşarlar. Afganistan bugün Müslüman bir ülkedir.
Afganlar'ı Kadim İsrail'e Bağlayan İslam Geleneği
Bazı Afgan kabileleri, Beni-İsrail, İsrailoğulları'ndan olduklarına, Kral Şaul soyundan geldiklerine inanırlar. Geleneksel öyküleri, İslam öncesi döneme aittir. Yüzyıllar boyunca dilden dile aktarılmıştır. Bu öyküler ilk kez, en geç yedinci yüzyılda yazıya geçirilmiş ve o günden bu yana hem Puştu diline, hem de Farsça'ya aktarılmıştır. Bu öykülerin birkaç çeşitlemesi vardır. Aşağıda sunulan, Britanyalı bir hekim ve subay olan, aynı zamanda Afgan-İsrail bağlantısını ateşli bir şekilde savunan Bellew tarafından bir araya getirilmiş yorumun bir özetidir.
Afganlar ve Kral Şaul
Afgan tarihine ilişkin bütün anlatılar, Benjamin kabilesinden Kiş oğlu Şaul ile başlar. Afgan tarihinde Şaul'un İsrail üzerindeki egemenliğine ilişkin anlatılanlar, örneğin Da- vud ile düşmanlığı ya da Andor'daki cadıyı ziyareti gibi konularda, Eski Ahit'te yazılanları izler. Ama Afgan tarih anlatılarıyla Eski Ahit'te yazılanlar arasındaki benzerlik Şaul'un ölümüyle sona erer ve Afgan geleneği, kendi anlatısına Eski Ahit yazarlarınca bilinmeyen yeni kişiler sokar. Afgan anlatılarına göre, Kral Şaul'un Berekya ve İrmiya adında iki oğlu olmuştur; bu oğullar babalarının ölümünden sonra Gilboa da-
ğında, ikisi de Levi kabilesinden gelen iki farklı anneden doğmuşlardır. Aynı günde doğan iki oğul, Davud tarafından yetiştirilmiş ve her ikisi de onun krallığında önemli pozisyonlara gelmiştir; Berekya kral naibi, İrmiya ise kralın ordularının komutanı olmuştur. Berekya'nın oğlu Asaf ile İrmiya'nın oğlu Afgana, Kral Süleyman döneminde yetişmiş ve babaları gibi önemli görevler üstlenmiştir. Afgana, Kudüs'teki kutsal tapınak Beytülmükaddes'in yapımını denetlemiştir. Zaman içinde bu soydan gelenler sayıca artmış ve toplum içinde saygın bir mevkiye yükselmiştir. Buhtunnasr-Nabukadnezar kuşatması sırasında Kudüs'ü savunanlar arasında olmuşlardır. Afgan ailesinin pek çok üyesi (Afgan anlatıları bu noktadan sonra İrmiya soyundan gelenlerin izini sürmez), dinleri uğruna savaşırken yaşamlarını kaybetmiştir; hayatta kalanlar, Babil İmparatorluğu'nun farklı köşelerine sürülmüştür. Bunlar bir süre sonra yeni egemenlerine başkaldırmış ve Afganistan'daki Herat kentinin doğusunda bulunan Gur ve Ferah'taki geçit vermez dağlara kaçmışlardır. Burada yerli kafirlerle savaşmış ve sonunda bölgenin hakimleri haline gelmişlerdir. Zaman içinde nüfusları artınca, dağların ardında saklandıkları yerlerden çıkmış ve savaş yoluyla sınırlarını Kabil, Kandahar, Gazne bölgelerini içerecek şekilde genişletmişlerdir. Bütün bu süre boyunca, Tevrat'ı -Musa'nın Yasaları'nın iki levhasını- kutsal kitap kabul etmişlerdir. İslam'ın ilerleyişi ile beraber bu yeni dini kabul etmiş ve sadık inananlar olmuşlardır.
Bu anlatıya göre, kendilerine Beni-İsrael diyen Afgan kabileleri, Yehuda ile birlikte, Yehuda krallığını oluşturan Benjamin ve Levi kabilelerinden geldikleri iddiasındadır. Eski zamanlarda, Kudüs'ten sürüldükten yüzyıllar sonra da Musa'nın Yasası'na bağlı kalan Yahudiler olduklarında ısrar ederler. Afgan kabileleri ile İsrail'in On Kabilesi ile hiçbir bağlantı kurmayan bu tarih
Resim 22: Damunilan bir Afgan: "Beni-Israel"
anlatısı, Afganistan'daki Yahudi nüfusunun, pek çok sürgün Yahudi'ye ev sahipliği yapan Pers imparatorluğundan geldiğinin işareti olarak görülebilir. Pers Yahudileri, en azından bir kısmı, Kral Şaul hanedanıyla bağlantılıydılar; bu bağlantının izi, bu hanedanın iki önemli üyesi Kraliçe Ester ile amcası Mordekay'ın soyu üzerinden sürülebilir. Ester Kitabı'nda (2:5-6) Mordekayöan şu şekilde söz edilir:
"Benjamin oymağından olan Mordekay, Kiş oğlu, Şimi oğlu Yair'in oğluydu. Kiş Babil kralı Nebukadnessar'ın Yehuda kralı Yehoyakin ile birlikte Yeruşalim'den sürgün ettiği kişilerden biriydi."
Afganlar'ın Kral Şaul'un soyundan geldiği iddiasının temelinde bunun yatıyor olması muhtemeldir. Onuncu yüzyıldan itibaren Müslüman ordularının yavaş yavaş bu bölgeye girişi ile Ya- hudiler, bazen gönüllü olarak, bazen zorla İslamı kabul ettiler ama İsrail kökenlerini ve bugün bazı Afgan kabilelerinin hala uyguladığına inanılan bir takım gelenekleri unutmadılar. Ortaçağöan kalan Yahudi kaynaklarında on üçüncü yüzyıldaki Moğol istilasına kadar Afganistan'ın belli bölgelerinde Yahudi topluluklarının varlığından söz edilir. Kıyımdan kaçan İranlı Yahudiler'in Herat kentine yerleştikleri on dokuzuncu yüzyıla kadar Afganistan'da Yahudiler'in bulunduğunu gösterecek bir başka kayıt yoktur. Öte yandan, Afgan kabilelerinin İsrail kökenlerine sahip çıkmaları, kendi aralarında Yaşayan Yahudiler'in hayatlarını kolaylaştırma- mıştır. Afganlar her zaman kendileriyle, Beni Israel ile horgör- dükleri ve çoğu zaman düşmanca davrandıkları Yahudiler arasında açık bir ayrım gözetmiştir.
On Kabile'den Gelen Afganlar:
Avrupalılar'a Özgü Spekülasyonlar
Kendilerine Beni-İsrael diyen Afgan kabileleri, İsrael'in On Kabilesi konusuna Avrupalı uluslar, özellikle Britanya, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda, Hindistan ve çevresindeki bölgelere hem siyasal hem de kültürel açıdan ilgi gösterince, eğilmeye başladı. Bölgede Britanya'nın sömürgeci çıkarlarına hizmet eden bazı İngilizler, yerli halkların geleneklerini, efsanelerini, dillerini öğrendiler ve pek çok eseri, bu arada Afgan kabilelerinin geleneksel tarihini İngilizce'ye çevirdiler. Bu renkli ve serüvenci İngilizler'in ilk örneği Bengal Valisi olan Henry Vasittart'ı (1732-1770); Vasittart aynı zamanda önemli bir araştırmacı ve dilbilimciydi ve Afgan tarihini İngilizler'e tanıtan ilk isim oldu. Aslı Puştu dilinde olan ve "mezarı Çungur<ia bulunan Hazretşah Kasım Süleymani'nin öğrencisi Hızır oğlu, Sabir oğlu Hüseyin" tarafından yazılan Asrar-ulafghinah'ı (Afganlar'ın Sırları) kısaltılmış Farsça basımından İngilizce'ye çevirdi. İslam dünyasında, aktarılan bilginin gerçekliğini vurgulamak ve esere inanırlık ve prestij kazandırmak amacıyla, uzun bir öğretmenler listesi sunmak yaygın bir uygulamadır. Vasittart'ın çevirisi 1790 yılında yayımlandı ve önemli bir oryantalist ve Hindistan araştırmalarının öncüsü olan Sir William Jones (1746-1794) kitaba bir giriş yazısı yazdı. Yaşadığı dönemde "Asyalı Jones" olarak bilinen Sir Wil- liam 1783 ile 1794 yılları arasında Kalküta'da yargıçlık yapmıştı. Farsça ve Sanskritçe dahil, pek çok dili biliyordu ve Hint ve İslam yasalarını ve şiiri, tiyatrosunu ve masallarını İngilizce'ye çevirdi. Kalükta'daki Asya Topluluğunun kurucusu ve ilk başkanı oldu; Asya Araştırmaları dizisinin yayın editörlüğünü yaptı. Vasittart'ın çevirisine yazdığı giriş yazısında Sir William şöyle diyordu:
Afgan öyküleri ilginç bir keşfin yolunu açabilir. Ezra'dan öğrendiğimize göre, uzun bir yolculuktan sonra On Kabile Ar- zaret adlı bir ülkeye vardılar; oraya yerleştiklerini düşünebiliyoruz. En iyi İranlı tarihçiler Afganlar'ın Yahudiler soyundan geldiğini söylüyor. Afganlar içinde de buna inananlar var. Hatta bazı ailelerin Yahudi kabilelerin isimlerini aldıkları söyleniyor. Gene de İslam'ı benimsemelerinden bu yana, özenle kökenlerini gizledikleri düşünülüyor. .. Bu kabilelerin yaşadıkları alanlardan biri Hazareth adıyla anılıyor; bu, Ezra'nın kullandığı sözcüğe büyük yakınlık göstermektedir. Afganlar'ın yazın ve tarihinin incelenmesini kuvvetle tavsiye ediyorum.
Böylelikle Sir Willaın, Afganlılar'la İsrail'in On Yitik kabilesi arasında bir bağlantı olabileceğini öneren ilk isim oldu; bu ikisi arasındaki bağlantıda, Ezra'nın mistik düşlerine dayanıyordu. Sir Williaın'ın ünlü bir uzman olması başkalarını da harekete geçirdi ve kabileleri arayan kaşifler için yeni ufuklar açtı. İsrail'in Yitik Kabileleri'ne bağlayabilmek umuduyla Afgan kabilelerinin isimleri ve kimlikleri incelenmeye başlandı. Bu kabilelerin izledikleri yol ve Afganistan'a varma koşulları yeni bir araştırma konusu oldu. On dokuzuncu yüzyıl boyunca bu konu üzerine pek çok kitap ve makale yazıldı. ilginçtir, herkes Sir William'ın heyecanını paylaşmadı ve eleştirel sesler de çıktı. Hindistan'da üst düzey bir Britanyalı yetkili olan ve 1808'de Kabil'deki Afgan sarayına elçi olarak gönderilen Mountstuart Elphinstone, bu eleştirel seslerden biriydi. Elçilik görevine başlamak üzere Kabile gidiş iznini geç alabilen Elphinstone, bir süre Peşaver'de kalmak zorunda kaldı ve boş zamanını Afganistan üzerine bilgi toplayarak geçirdi. Araştırmasının sonucunda, 1815'te yayımlanan oylumlu bir kitap yazdı. Bu kitap kendisine büyük bir ün getirdi ve yıllar yılı Afganistan üzerine en önemli kaynak olarak kabul edildi. Elphins-
tone, kitabında, bazı Afgan kabilelerinin İsrail kökenli olduğuna ilişkin anlatılara değiniyor ama bu iddiaları ciddiye almıyordu. Şüpheci bir yaklaşımla şöyle diyordu: "Bütün kaba ulusların kendi geçmişlerine ilişkin hoşlarına giden tarih anlayışını kabul edeceksek, korkarım, Afganlar'ın Yahudiler'den geldiği iddiasıyla Romalılar'ın ve İngilizler'in Truvalılarcian geldiği iddiasını aynı sınıfa koymamız gerekecektir:' Bununla birlikte, gittikçe daha fazla sayıda araştırmacı Sir William'ın söylediklerini tercih etti ve Elphinstone'un görüşlerini çürütmek ve Sir William'ınkileri desteklemek amacıyla çeşitli kitaplar yazdı. Rahip Charles Forster, Sir William'ın en ateşli savunucularından biri oldu. Büyük kısmında Sina'da, Mısır'da, Babil'de, Asurcia ve İran'da yeni keşfedilen eski yazıtları tanıttığı oylumlu kitabının son bölümü, "Yitik On Kabile'nin Ortaya Çıkarılması İçin Yeni Bir Anahtar" başlığını taşıyordu. Forster bu kitapta yalnızca Sir William'ın görüşlerini savunmakla kalmıyor, aynı zamanda Afganistan'daki farklı kabilelerin yerleştikleri bölgelerin bir haritasını sunuyordu.
İsrail-Afgan teorisinin en önemli savunucularından biri Henry Walter Bellew (1834-1892) idi. Bellew, Bengal ordusunda görev yapan bir İngiliz subayının oğlu olarak Hindistan'da doğdu, Londra'da tıp eğitimi aldı. 21 yaşında okulunu bitirdikten sonra, 1855'te Hindistan'a döndü ve Bengalcie cerrah olarak çalışmaya başladı. Bir yıl sonra Binbaşı Henry Lumsden'ın Kandahar'daki misyonuna katıldı. Bu, onun otuz yıllık kariyerinin başlangıcı oldu. Bu süre içinde Bellew çeşitli tıbbi ve siyasi görevler aldı. Emekli olduğunda Hindistan'ın başcerrah yardımcısıydı. Dil konusunda sıradışı bir yeteneğe sahip olan Bel- lew, Farsçayı, Puştu'yu ve Afgan kabilelerince konuşulan başka birkaç dili akıcı bir şekilde konuşabiliyordu; hatta Puştu dilbilgisi kitabı ve sözlük yayınladı. O dönemde, kuzeybatı cephesi olarak bilinen bölgede, Afgan kabileleri arasında çalıştı; bu ırak toprak-
lanndaki geri kalmış halka hem sağlık hizmeti götürdü, hem de hijyen ve hastalıkları nasıl önleyebilecekleri konusunda bilgilendirdi. Bölgede kısa sürede tanındı. Tıp çalışmaları arasında Bel- lew, ülke ve halkı üzerine incelemeler yapma zamanı da buldu ve izlenimleriyle incelemelerinin özetlerini sunduğu çeşitli kitaplar yazdı. Afganlar'la İsrailli On Kabile arasındaki bağlantı üzerine geliştirdiği teorisini 1862 yılında yayımladı. Yitik kabileleri arayanlar arasında, Beni Israel ile Yahudi kavramları arasındaki farka dikkat çeken tek kişi Bellew oldu. Afganlar'ın kendilerine Beni Israel demelerine rağmen, Yahudiler'le ilişki kurmak istememeleri, gene de kendilerini Yahuda krallığıyla ve Kudüs'ün yıkımıyla sürülen Yahudalılar'la bağlantılı görmek istemeleri Bellew'un ilgisini çeken bir sorundu. Bellew bu sorunun, kuşaktan kuşağa sözlü gelenekle aktarılan çeşitli anlatılarda tarihlerin, olayların ve koşulların karıştırılmasından, yanlış aktarılmasından kaynaklandığını savundu. Afgan anlatılarının Yahuda-Yahudileri ile ilgili kısmını bir yana bırakarak, Afganlar'ın İsrailli-On Kabile soyundan gelmesi iddiası üzerinde, kabilelerin izledikleri göç yolu ve Afganistan'a nasıl vardıkları üzerinde durdu. Bu konuları açıklığa kavuşturmak Bellew'un yıllarını aldı; Bellew, Afgan tarihine ilişkin kendi anlatısını ancak 1880 yılında kamuya açıklayabildi.
İki Ayrı Sürgün
1880 yılında Hindistanö.a, Simla'da Britanya subayları ile ailelerine yaptığı iki konuşmada Bellew, Kutsal Kitap'ta, Afgan anlatılarında ve başka kaynaklarda yazılanlara dayanarak oluşturduğu büyük teorisini sundu. Bellew teorisini açıklamaya, Afganlar'ın ataları olarak gördüğü İsrailliler'in kendi yurtlarından sürülmesinin koşullarını anlatarak başladı. Tarihte, Asur'a
iki sürgün dalgası olmuştu; ilki Kral Pekah zamanında, ikincisi ise yirmi yıl sonra, Kral Hoşea zamanındadır. Bellew bunların ilkine Pekah sürgünü, ikincisine ise Hoşea sürgünü dedi. Her ikisinde de sürülenler aynı bölgelere, Gozan ırmağı üzerinde Ha- lalı, Habor ve Hara'ya; ikinci sürgünde ayrıca Med kentlerine gittiler. Bellew, Halalı, Habor ve Haranın, Hazar denizinin güneyinde, modern İranın başkenti Tahran'ın kuzeybatısında bulunan üç İran kenti Alamut, Abhar ve Hara olduğuna inanıyordu. Med kentleri ise Tahranın doğusundaki eski Pers kenti Rai idi. Dolayısıyla İsrailli sürgünlerin tümü bugünkü İranın kuzeyinde toplanmışlardı. Fakat bu noktadan sonra iki ayrı dalgayla göç eden sürgünlerin yazgıları farklı oldu.
Hoşea sürgününden on yıl kadar sonra Medler Asurlu efendilerine başkaldırdılar; bu başkaldırı Asur İmparatorluğu'nun çöküşünü başlattı. Bellew'a göre İsrailliler, artık burada kalamazlardı, kaçtılar. Bu, Ezra'nın, ayrıca Afgan anlatılarının sözünü ettiği kaçıştı; yalnız bu iki kaynak kaçışın hangi yöne doğru olduğu konusunda hemfikir değillerdi. Ezra, kaçış yolunu Fırat ırmağının dar kıyıları üzerinden diye tanımlarken, batı ya da kuzeybatı yönünü işaret ediyordu. Ama Bellew'a göre, Ezra'nın sözünü ettikleri yalnızca Kral Hoşea zamanında sürülenlerdi. Bellew, yola ilk çıkan Pekah'a sürgünlerinin bundan farklı bir yol üzerinden ilerlediklerini, Tahrandan Meşete (Bellew'a göre eski Rai) uzanan kervan yolunu izlemişlerdi. Pekah'a sürgünleri buradan, Merve doğru ilerlediler ve Ceyhun nehrinin çevresindeki dağlık ülkeye, Afganlar'ın Gur adını verdikleri bölgeye gelmişlerdi. Af- ganlar atalarının ilk yerleştikleri bölgenin burası olduğuna inanıyorlardı. Pekah İsrailliler'i bu sarp dağlarda yüzlerce yıl tek başlarına yaşadılar. Sayıları ve güçleri arttığında bölgedeki diğer halkları, Bellew'a göre Puştun halkını ve Hint Avrupa dilleri konuşan diğer kabileleri de aralarına aldılar. Böylece bütün bu kabile-
ler İsrail soyuyla karıştı; gerçekten İsrail soyundan gelmiyorlardı ama Pekah İsraillileri'nin geleneklerini ve alışkanlıklarını benimsediler.
Afganlar ve İskitler
Bellew, buraya kadar söylediklerini, sürülen İsraillilere ilişkin Ezra anlatılarıyla karşılaştırarak incelediği Afgan anlatılarına dayandırır. Bu noktada geleneksel kaynaklardan ayrılarak, tarih kurgusuna yeni bir öğe -İskitler'i-katar. Bellew, Afganistan'daki araştırmalarına devam ederken ve teorilerini oluştururken, kabilelerin peşindeki başka araştırmacılar ve kaşifler, İsrail'in Yitik Kabileleri ile Asya'nın doğusunda ve Avrupa'ya ve hatta iki Amerika'ya, dünyanın dört bir yanına dağılmış halklar arasındaki can alıcı önemdeki halkanın, İskitler olduğu fıkrini ortaya atmışlardı. Bellew'un, İskitler'e ilişkin bu teorilerden haberdar olduğundan kuşkumuz yoktur; Bellew de, kendi ilgilendiği alan olan Afganistan'a ilişkin bilgilerle bu teorilere katkısını sundu. İsrailliler'in Afganistan göçünü açıklamada İskitler'in bu denli önemli bir halka olarak görülmesinde, Orta Asya'nın coğrafi yapısının rolü vardır. Bellew, Gur'daki sarp dağların batıdan doğuya göç eden ve kendilerine yeni bir yurt arayan insanların gözünde ideal bir yerleşim yeri olamayacağının farkındaydı. Pekah sürgünlerinin arkadan kovalayan herhangi bir düşmanın bulunduğuna ilişkin kanıt olmadığından, onların yerleşmek üzere geniş ve açık Türkmen steplerini seçmeleri çok daha fazla ihtimal dahilindeydi. Bellew'a göre, olan tam da buydu. Bazı Pekah İsrailliler'i, Gur'a yerleşse de, çoğunluğu burada durmamış, kuzeye doğru yoluna devam etmiş, hiç de zorlu olmayan yolları aşarak, çok daha davetkar Türkmen steplerine ulaşmıştı. Bu bölgelerde İsrailliler:
kısa zaman içinde, buradaki toprakların yapısına uygun yaşama uyum sağlayarak, vahşi Sina topraklarındaki atalarının göçebe yaşamlarına döndüler -bu göçebe yaşamın anısı İsrailliler arasında Sukkot festivali ile anılır- ve orada kendilerine koç boynuzlarından Sukkot denilen surlar yaptılar.
Böylelikle Yunanlılar bu halkı Sukkotay ya da Sukutay ve Avrupalılar İskitler olarak bildi.
Dolayısıyla İskitler, yeni çevrelerine uyum sağlayan ve eski göçebe yaşam tarzını yeniden benimseyen, Pekah İsraillileri'nden başkası değildi. Ama Bellew'un anlatacakları burada bitmiyordu; öyküsüne yeni halk daha; Tatarlar'ı ekliyordu. Bellew'a göre, steplerde yaşayan İskitler, İsrailliler, zaman içinde güç kazandılar; komşuları egemenlikleri altına aldılar ve eşleri ile evlendiler. Böylelikle bu halka Tatar kanı ve özellikleri de karışmış oldu. Bu halk, Tatarlar olarak Çin sınırlarından Rusya'nın güneyine bütün Asya steplerine yayıldı; ayrıca Afganistan'ı işgal etti. Bununla birlikte, bu Tatarlar yalnızca barbar step kabileleri değil, yıllar önce Gur dağlarına yerleşmiş kardeşleri ile buluşmak umuduyla Afganistan'a gelen gerçek İsrailliler'di. Afganistan'da üç kabile -Kakar, Kattive, Safı- bu halkın soyundan gelir; bunlar kendilerini diğer Afganlar'dan ayrı değerlendirirler ve her biri diğerlerinden bağımsız olarak, kendini Beni-İsrael olarak görür. Dördüncü bir kabile, Türk kökenli Gılzay kabilesi de aynı iddiadadır. Bellew, İskitlerle Türkler'in Orta Asya steplerinde, ortak bir yurt paylaşmaları nedeniyle birbirleriyle karıştıklarından, Türk Gılzay kabilesinin de İsrail soyundan gelen kabileler arasında görülebileceğine inanır.
Bellew'un, kapsayıcı teorisine göre, kökenlerinden, soylarından, hangi dönemlerde yaşamış olduklarından ve bu topraklara hangi koşullarda varmış olduklarından bağımsız olarak, bütün Afgan kabileleri Pekah sürgünüyle gelen İsraillileröi.
İsrailli ve Afgan Kabileleri Arasında Özdeşlik
Afganlar'ın İsrail kökenli olduklarının ortaya konmasının ardından geriye çeşitli Afgan kabilelerini İsrail kabilelerine bağlama işi kalıyordu. Bellew, bu konuya, bölgedeki en önemli iki adın kökenine açıklık kazandırarak katkıda bulunmaya çalıştı. Bu adlardan birincisi büyük bir kabileler grubunun genel adı olan Afgan ve ikincisi, Herat'a doğru Kandahar civarında yaşayan kabileler için kullanılan ad olan Abdali idi. Bellew, Afganlar'ın atası olarak gördüğü Afgana'nın adını elbette daha önce duymuştu; bununla birlikte, Afgan sözcüğünün Pekahan -İsrailliler'in ilk sürgün dalgasının adı olarak gördüğü- sözcüğünün bozulmuş hali olduğunu ileri sürebildi. Bellew, Afgan adının çoğu zaman Aphakhan olarak yazıldığını ileri sürdü. Pekah'ın çoğulu Pekahan'dı; bu aynı zamanda Pekah'a ait olanlar anlamına geliyordu. Belew'a göre, Abdali adı toprakları Asurlu Tiglat Pile- ser tarafından işgal edilen ve halkı Pekahan sürgününde esir düşen İsrail kabilesi Naftali'den geliyordu. Başka Avrupalı yazarların Abdali'yi Beyaz Hunlar'ın Naftali kabileleri ile özdeş görmeleri Bellew'u rahatsız etmiyordu. Ne de olsa, Bellew'a göre, Beyaz Hunlar da İskitler soyundan geliyordu. Dolayısıyla İsrail kökenliydiler. Naftali kabilesinin adı bunlar arasında korunmuş olabilirdi. Bellew, Afgan kabilesi Aşezi kabilesi ile İsrailli Aşer arasında bir bağlantı olabileceğini söylüyor ama- bu konuda ayrıntılı bilgi sunmuyordu. Tersine, oldukça şaşırtıcı bir şekilde, 1891 yılında basılan son kitabında, Afganistan kabileleri ile On Yitik Kabile arasında bir bağlantı bulunduğuna ilişkin daha önceki inancını bütünüyle bir yana koymuş görünüyordu. Bellew son kitabında Afganlar'ın erken dönem İsrail halkından gelmiş olduğuna ilişkin anlatının büyük olasılıkla yalnızca İslamın ilerleyişine kadar bu bölgede bir Yahudi nüfusunun da var olduğunu gösterdi-
ğini ileri sürdü. Afganlar'ın, en azından Afgan adının kökeninin ise Ermenistan'da bulunduğunu iddia etti.
Bellew'ın, Afgan-İsrail teorisinden vazgeçmesine rağmen, teori kendi başına o denli çekiciydi ki, başkaları onun bıraktığı yerden devam etti. Bir kabile ismi olan Yusuf Zye ile Yosef arasındaki benzerlik pek çoklarının dikkatini çekmiştir. İndus nehri, Hindi-Kuş Dağları ve Kabil Irmağı arasındaki alanda yaşayan Yusuf Zye kabilesinin üyeleri kendilerine Yoseföen çok oğullarıyla (Zye), Efraim ve Manaşşe kabileleriyle bağlantılı görüyordu. Rahip Charles Poster, Yusuf Zye'nin doğusunda yaşayan -İkinci yüzyılda yaşamış olan ünlü coğrafyacı İskenderiyeli Batlamyus'un sözünü ettiği eski bir kabile olan- İsaguru kabilesinin İsrailli İssakar kabilesi olduğunu, YusufZye'nin batısındaki Zeblestan bölgesinin ise Zevulun kabilesinin yaşadığı yer olduğunu ileri sürüyordu.
Orijinal Afgan geleneğinin temelinde, böyle bir iddiaya rastlanmasa da bazı Afgan kabilelerinin yakın geçmişte, genel olarak On Kabile ile ya da bazı belirli İsrail kabileleriyle bağlantılı olduklarını iddia etmiş olmaları ilginçtir. Bu kabilelerin, Afganistan'da Yitik Kabileleri arayan heyecanlı Avrupalıların kurdukları öykülerden etkilenmiş olmaları muhtemeldir. Bu iddialar oldukça geç tarihte ortaya çıkmıştır; ilk iddia Avrupalıların arayışlarının başlamasından yüz yıl sonra, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ortaya atılmıştır. Dürrani kabilesinin komutanı Gulam Haydar 1894 ile 1895 yıllarında Afganistanöa görev yapan İngiliz ordusu mühendisi Sir Thomas Hungerford Hoditche Dürranile- rin, Samarya'dan sürülen İsrailliler'in günümüzdeki temsilcileri olduğunu söylemiştir. 1950li yılların başlarında İsrail'e göç eden Afgan Yahudileri daha ayrıntılı bilgiler sunar. Heratlı Benyamin oğlu Avraham, İsrail devletinin ikinci başkanı İzhak Ben-Zivi'ye şöyle der:
Afridilerin bazıları İsrail kökenli olduklarına, Efraimoğulla- rından geldiklerine inanır. Bunlar sakal bırakırlar; daha yaşlı olanları Yahudi soyundan geldiklerini saklamaz ama gençler ülkenin bugün içinde bulunduğu siyasal durumda kendilerine iyi gözle bakılmayacağını düşünerek kimliklerini gizli tutar. Bildiğim kadarıyla, Beluçistanc:lan Kuveyt'e uzanan topraklarda on bin ila yirmi bin cesur develi asker vardır. Bunlarda Vassililer gibi, Benyamin kabilesinden geldiklerini iddia ederler. Öte yandan, Jajio kabilesi Gadoğullarından geldiklerinin, Shinwariler ise Simeon kabilesinden geldiklerine inanırlar. Kökenlerinin İsrailc:le olduğuna inananların sayısı yarım milyon civarındadır. Afridiler koyu renk gözlü, doğulularda sıkça görülmeyecek denli güzel tenli dağ insanlarıdırlar. Bağımsızlıklarına çok düşkündürler; kendilerinden başka kimsenin hatta resmi Afgan güçlerinin ya da Hindistan yönetiminin otoritesini tanımazlar. Her kabilenin kendi lideri ve sancağı vardır ama önde gelen üç kabilenin liderleri diğerlerininkinden üstün kabul edilir.
Bu yönde başka ayrıntılı bilgi verenle·r de olmuştur. Bakan Gulam Nebu Han, İsrail'e göç etmeden önce Afgan toplumu içinde yüksek konumda bulunanlarla iyi ilişkileri olan Hiya Zaurov'a Afganlarından İsrail kabilelerinden geldiğini ve hanedanın Ben- yamin kabilesinden olduğunu söylemiştir. Tel Avivöeki Afgan Yahudi cemaatinin önde gelenlerinden Michael Gol'ün de aynı bilgiyi verdiği bilinmektedir. Gol, çocukken, Herat Yahudi cemaatinin kral Habib Ala Han onuruna verdiği resepsiyona katılmış. Kral, cemaatin önde gelenlerini hangi kabileden geldiklerini sormuş ve onlardan "Bilmiyoruz" cevabını almış. Kralsa, 'ı\ma biz biliyoruz:' demiş, "Bizler Benyamin kabilesindeniz, Kral Şaul'un ve oğulları Yonathan, Afgan ve Patan'ın soyundan geliyoruz:'
Resim 23: Bir Yusuf-Zye ya da "Yu suf kabilesinden" bir Afgan.
Böylelikle ilginç bir noktaya varmış oluyoruz: İsrail'in On Yitik Kabile'sinin sekizinin, bu arada ilginç bir şekilde Benyamin'in, On Kabile'nin sürülmesinden yüz altmış yıl sonra Babil'e sürülen iki Yehuda Krallığı kabilesinden birinin, Afgan topraklarında yaşadıklarına inanılmaktadır. Anlatılanlar arasında Reuben ve Dan kabilelerinin neden hiç geçmediği bilinmemektedir.
Yer İsimlerinde Benzerlik
Afgan-İsrail bağlantısını kanıtlamak üzere kabile isimlerine olduğu kadar yer isimlerine de başvurulur. Bellew, Naftali topraklarının en büyük ve en ünlü kenti Hazor'un, Afganistan'daki Hazarah olduğunu ileri sürmüştür. Bellew'un bu görüşünün temelinde Naftali-Pekahanların, Abdali-Afganlarımızın, özgürlüklerini kazanmışken ve yeni bir ülke kurarken yerleştikleri topraklara anavatanlarında sevdikleri bir yerin ya da liderlerinin yaşamış oldukları yerin adını vermiş olma olasılıklarını yüksek görmesi yatar. Sir William Jones ise aynı yeri, Hazarah'ı, Ezra'nın Arzaret'i ile özdeş görmüştür.
Bugün Pakistan topraklarında kalan Süleyman dağları, bu dağların doruğuna Süleyman'ın Tahtı adının verilmiş olması ve Arapların, Afganlara Süleymanek demesi de ilgi çekmiştir. Tüm bu isimlerin Kral Süleyman'la bağlantılı olduğu açıktır. Da- ğişik bazı isimler de bu kralla bağlantılı görünür; Pek çoklarınca, Afganistan'ın başkenti Kabil'in, Süleyman'ın Sur kralı Hiram'a verdiği Celile topraklarındaki Kavul olduğu kabul edilir (1 Krallar 9:13). Sioona Dang adıyla bilinen, ama bugün nerede olduğu bilinmeyen, yerleşim merkezininse Sion olduğuna inanılagel- miştir.
Afganlar'ın ve Yahudiler'in Fizyonomisi
Afganlar ile İsrailliler arasında bağlantı kurmanın, çok da güvenilir olmayan bir başka yolu ise iki halkın fizyonomileri arasında benzerlik aramak oldu. Kabile arayanların neredeyse hepsi Afgan- larla Yahudiler'in birbirlerine benzediklerini vurgulamıştır; Elp- hinstone da Rajputana da Patan kabilelerini görmeye gittiğinde üst sınıftan olanların güçlü ve yakışıklı olduklarını, kanca burunlarının Yahudiler'inkini hatırlattığını söylemiştir. Elphinstone çobanlar arasında gördüğü kızlardan ve onların kemerli burunlarından da söz etmiştir. Doğu Hindistan Şirketi'nde veteriner olarak görev yapan ve Himalaya Dağları ve çevresinde bir Arap atıyla çiftleştirmek üzere Türkmen atı arayan William Moorecraft da aynı fızyo- nomi benzerliğine dikkat çekmiştir. Günlüğüne, Hayber geçidinden geçerken Haybarlılar'ın dağlı halklara göre uzun boylu olduklarını ve yüzlerinin Yahudiler'inkine benzediğini yazmıştır. Dağıstan Yahudileri'ni inceleyen Rahip Doktor Joseph Wolff 1843Öe Buhara'daki görevine giderken Peşavar bölgesinden geçmiştir. Yolda karşılaştığı iki Afgan kabilesinin, Yusuf-Azeye ile Hayberi kabilesinin üyelerinin Yahudiler'e benzediğini görmüş ve şaşırmıştır. Doktor Wolff aynı zamanda Hindu-Kuş dağları arasındaki uzak vadilerde bulunan ve o dönemde Kafıristan adıyla bilinen bölgede yaşayan Kaffre Seeah Poosh kabilesinin de İsrail kökenli olduğunu ileri sürmüştür. 1895 gibi geç bir tarihte Müslüman olmaya zorlanan putperestler (Arapça Kafirler) olan Kaffre kabileleri, onların Büyük İskender ile askerlerinin soyundan geldiğine inanan pek çok Avrupalı kaşifin ilgisini çekmiştir. Wolff, Kaffre kabilesi üyelerinin tahta ya da taştan büyük insan figürlerine taptıklarını anlatmıştır. Bu heykellerin bir kısmı, en büyükleri olmasa da büyükçe olanları, İtalya'da, pek de bilinmeyen Floransa Etnografya Müzesi'nde sergilenmektedir. Kafıristan, Rudyard Kipling'in unu-
tulmaz şiiri "The Man Who Would Be King-Kral Olacak Adam'' şiirinde konu edindiği Peechy Taliaferro Carneham ile Daniel Dravot'un fethetmeyi ve yönetmeyi amaçladığı ülkedir.
Sir George Rose Hindistan'da bir subayın tanıklığından şu alıntıyı yapar:
200cak 1852ae, Munikialakarargahında yazıyorum. Afganistan'ın bir kısmını gördük. İndus'u geçer geçmez karşımıza çıkan halkların Yahudilere ne kadar benzediğini görmek beni çok şaşırttı. Yalnızca dış görünüşleriyle değil, her açıdan benziyorlar. Gördüğüm her şey beni onların On Kabileaen geldiğini düşünmeye itiyor.
Bellew da, Afgan ve Yahudi fizyonomisinin benzerliği üzerinde duruyor ve ulaşılmaz Süleyman dağlarında ve ülkenin yüksek bölgelerinde yaşayan göçebe kabilelerin Yahudilere daha fazla benzediğini söylüyordu. Bellew'a göre bu doğaldı çünkü bu bölgelerde yaşayanlar düzlüklerdeki kasaba ve kentlerde yaşayan kardeşlerine göre daha yalıtılmıştı ve kendilerine özgü özellikleri diğer halklarınkiy- le daha az karışmıştı. Gene de, düzlüklerde bile pek çok ırk birbirine karışmış olsa da Afgan ırkından olanlar hemen kendini belli ediyor, ilk bakışta tanınıyordu. Kendilerine özgü görünüşlerini bu kadar koruyabilmeleri, belki de az sayıda istisna dışında, kızlarını yalnızca kendi ırklarından olanlara vermelerinden kaynaklanıyordu.
Afganlar'ın uzun boyuna, güçlü bedenlerine ve kemerli burunlarına, Yahudiler'e benzerlikleri konusunda bunca tanıklık olması ilginçtir. Bu insanlar benzerliği vurgularken hangi tür Ya- hudiyi düşünüyorlardı. İngiltere'de görmüş olabilecekleri Avrupalı bir Sefarad'ı ya da Eşkenaz'ı mı, Asya'daki yolculuklarında gördükleri farklı Yahudiler'den birini mi düşünüyorlardı? Avrupa karikatürlerinde karşımıza çıkan karga burunlu klasik Yahudi tipini düşünüyor olmaları uzak ihtimaldir.
Resim 24: Afridiler
Alışkanlıklarda ve Geleneklerde Benzerlik
Bellew'ın, Afganlar ile İsrailliler arasında kurduğu bağlantıyı kanıtlama çabası içinde önerdiği bir başka yöntem, bu iki halkın benimsedikleri "ahlaki değer ve kuralları" karşılaştırmaktı. Fiziksel güzelliklerinin tersine Afganlar da Yahudiler gibi:
Sabırsızlıklarıyla, baskıya gelememeleriyle, yerinde duramamalarıyla, zora gelememeleriyle, özgürlük tutkularıyla ve bunun doğal sonucu olan otorite tanımamalarıyla ünlüdürler. Bu özellikler egemenlerine saygıda ve sadakatte kusurla birlikte, karakterlerini oluşturur; dağınıklığa ve karışıklığa yatkınlıkları, kendi aralarında birlik gösterememeleri, onların, komşuları tarafından asi, bildiğinden şaşmayan ve yozlaşmış bir halk olarak görülmelerine yol açmıştır.
Afganlar'ın, Musa'nın Yasalarını anımsatan bazı dini gelenekleri ilginçtir. Bunların bir kısmı eski Afgan yasası Puhtunvalcle yazılı olan geleneklerdir. Bununla birlikte Puhtunval yasaları, Müslüman şeriatın etkisiyle o denli değişmiştir ki bir yasanın gerçekten Afgan kökenli mi olduğunu, yoksa İslamla mı geldiğini bilebilmek güçtür. Gelenekselleşen uygulamalarının bir kısmı Afgan-İsrail teorisine kanıt olarak gösterilmiştir; bunların en önemlisi bazı durumlarda tanrıya kurban sunmalarıdır. Afganlar kurban ettikleri hayvanın kanını evlerinin kapıları üstüne ve iki yanına sürerler ve böylelikle bu haneleri hastalıktan ve kötülükten korumayı umut ederler. Bu uygulama ile Kutsal Kitap'ta geçen Fısıh Bayramı kutlamaları arasında büyük bir benzerlik vardır; her ikisinde de kurban edilen hayvanın kanı kapı söveleri- ne sürülür (Mısır'dan Çıkış 12:21-25). İsrail'in On Kabile'si Yahudi ulusundan çok erken tarihlerde ayrıldığından ve Kutsal
Kitap'tan sonra gelen kuralları, kurban uygulamasına son verildiğini bilmediklerinden, Afganlar'ın bu geleneği onların On Kabile'yle bağlantılı olduğuna yönelik çok güçlü bir kanıt olarak kabul edilmiştir. Hayvan kurban edilmesi ve kanının tehlikelerden korunmak üzere kapılara sürülmesi, İslam-öncesi Arap- lar ve günümüz Müslümanları tarafından da sürdürülen bir gelenek olmasa, bu savlama büyük ölçüde ikna edici kabul edilebilirdi. Günümüz Arapları ve Bedeviler, yeni bir evin inşa edilmesi ya da evlilik gibi sevindirici gelişmeler karşısında ve hastalık durumlarında ve başka kötü durumlarda kurban keserler. Kurbanın etini yerler, kanını belli yerlere, örneğin çadırların girişine kapı niyetine asılan kilimlere sürerler. Dolayısıyla Afgan geleneklerinin önemli bir kısmı eski zamanlardan günümüze kadar, Yakındoğu'nun çeşitli halkları tarafından benimsenmiş geleneklerdir ve eski İsrail'le özel bir bağlantısı yoktur. Aynı durum Afganlar'ın günah keçisi inançları içinde geçerlidir; bu inancın benzerini Eski Ahit'te de buluyoruz.(Levililer 16:21-22). Bir köyde ya da ordugahta yaşayanların başına bir felaket geldiğinde, Af- ganlar cemaatin günahlarını bir tekenin başına aktarırlar ve davul sesleri ile bağrışlar eşliğinde tekeyi çöle götürürler. Tüm kötülükleri bir günah keçisine aktarmak ve sonra onu öldürmek dünyanın pek çok yerinde görünen bir uygulamadır; Sir James Fra- ser, The Golden BôughlA ltın Dal adlı kitabında bunun pek çok kanıtını sunar. Dolayısıyla, bu uygulamanın da Afgan-İsrail bağlantısını ispatladığını söyleyemiyoruz.
Eski İsrail'ler'inkini andıran diğer uygulamalar bunlar denli çarpıcı değildir. Birçoğu tek bir kültüre ait olmaktan uzaktır; bir kısmı ise, İslam öncesi dönemden kalma Yahudi geleneklerinin kalıntılarıdır. Afganlar'ın, kafirleri ölünceye dek taşlaması (Levililer 24:14-16) ve Çölde Sayım 33:54'te geçen, toprakların kabileler arasında kura yoluyla pay edilmesi (İbranice'de pur
sözcüğü -Bellew bu sözcüğün Farsça pare sözcüğüne benzediğini söyler- Babil sürgünü döneminde kabul edilmiş görülmektedir) ilk kategoriye dahil edilebilir. Buna benzer diğer uygulamalar arasında, özellikle yaralanmayla sonuçlanan suçlara katı cezalar verilmesi -Levililer 24: 17 -21öe olduğu gibi, göze göz dişe diş istenmesi- ya da Yasanın Tekrarı 25:S'te olduğu gibi genç erkek kardeşin abisinin dul eşiyle evlenmek zorunda olması vardır.
1950'li yılların başlarında İsrail'e göç eden Afgan Yahu- dileri'nin aktardığı gelenekler, ikinci kategori içinde incelenebilir. Bu Yahudiler'in anlattıkları, 1980'li yıllarda Pakistan ve Afganistan'daki Patan kabilelerini inceleyen araştırmacıların an- !attıkları tarafından da doğrulanmıştır: Bazı kabilelerde kadınlar Cuma öğleden sonraları mum yakarlar; bazıları mumları sepetlere saklar. Kabilelerin bazıların da, Musa yasalarında olduğu gibi evlilik öncesi cinsel ilişki yasaktır ve erkek bebekler doğumlarından sonraki sekizinci günde sünnet edilirler; Müslümanların sünneti çok daha geç tarihlerde yapabildiklerini biliyoruz. Afganlar ile İsrailliler arasında diğer bağlantı kurma çabaları yalnızca görünüşteki benzerliklere dayanır: Kabilelerin çoğunda erkekler sakal bırakır ve favorilerini uzatır; bazı erkekler başlarını Tallit'e benzer yemenilerle örterler; bu türden benzerlikler gözleyen araştırmacılardan biri kabile üyelerinden bazılarının pelerinlerinin arkasında, kendisine Hanuka lambasını anımsatan bir işleme gördüğünü aktarır. Bazı geleneklerin yüzlerce yıl boyunca gizliden gizliye uygulanmasının dönmelerde, İspanya ve Portekiz de 15. yüzyılda Hıristiyanlığı kabul eden Yahudiler'de görüldüğü bilinmektedir. Dönmeler, bugün de Cuma akşamları gizlice mum yakar, Fısıh bayramında matza pişirir ve kendilerinin de anlamadığı bazı gelenekleri sürdürür. Sözünü ettiğimiz Afgan- lar'da İslamiyet'i benimsemiş Yahudi dönmelerde olabilir.
Afgan-İsrail Bağlantısı Bugün de Araştırılmakta
Afganlar'la İsrailliler'in bağlantılı olduğu inancı yalnızca eski dönemlerle ilgilenen araştırmacılara özgü değildir; bugünkü Afganistan, Pakistan ve İsrail'de de bu bağların izi sürülmektedir.1984'de Patan geleneklerinin İsrail kökenli olup olmadığını incelemek üzere Pakistan'a İsrailli araştırmacılar gönderilmiştir. Amishav örgütünün başlattığı bu keşif gezisinde, Pe- şaver ile Hayber geçidi arasında kalan Patan bölgesindeki on beş köy ziyaret edilmiş, aynı zamanda Pakistan'ın kuzey ucunda Çin sınırına yakın Gilgit bölgesi incelenmiştir. Bu gezinin sonucunda, dinine bağlı Müslümanlar olan Patanlılar'ın, aynı zamanda İsrail kökenli olduklarına ilişkin güçlü bir inanç taşıdıklarının aktarıldığını biliyoruz. Bu insanlar, kendi yasaları Paştunval'a bağlı oldukları gibi Yahudi geleneklerine benzer gelenekleri de benimsemişlerdir. Amishav örgütündekiler ve bu örgütle aynı inancı paylaşanlar, Patanların gerçekte On Kabilesi'nden olduğuna inanırlar ve onların yeniden Yahudiliği benimsemesine ve hatta İsrail'e dönmelerini isterler. Bununla birlikte aynı hevesi ve bakışı paylaşmayanlar, şu savları öne sürer: Afgan gelenekleri pek çok yerel geleneğin birbirini etkilemesiyle oluşmuştur; bu gelenekler arasında en başta İran Yahudileri'ninki gelir; Afgan-İsrail bağlantısı teorisi fazla heyecanlı Avrupalı kaşiflerin varsayımsal bir kurgusudur ve Afgan topluluklarının benimsedikleri uygulamalar, ya başka yerlerde de yaygın olarak görülen uygulamalardır ya da yüzyıllar öncesinden kalma Yahudi geleneğinden gelirler. İslam'a dönmeden önce Afganistan'da bulunan Yahudi cemaatinin, ülkenin bugünkü halkı ve onları inceleyenler üzerinde hala bu denli etkili olması gerçekten ilginçtir.
Altıncı Bölüm
YÜKSELEN GÜNEŞ'İN
ÜLKESİNDEKİ KABİLELER:
JAPONYA'DA İSRAİL
İsrail'in On Yitik Kabilesi'nin Japonya'da bulunduğu iddiasını ilk duyduğumda güzel bir haziran gününün tadını çıkarıyordum. Güneş parlıyordu ve Japonya'nın eski başkenti Kyoto'da yılın en önemli festivali -Gion festivali- kutlanıyordu. Sokaklar hafifesintide sallanan rengarenk fenerlerle ve bayraklarla donanmıştı. İnce bambu direkler üzerinde yükselen dükkan tabelaları , kenti saran renk ve coşku atmosferini pekiştiriyordu. Kadınlar en güzel kimonalarını erkekler koyu renk yaz giysilerini giymişlerdi; kız çocukları renkli kurdeleleri ile erkek çocukları ise önünü açtıkları kısa ceketleriyle sokakları doldurmuştu. Tüm bu insanlar
162 İSRAİL’İN ON YİTİK KABİLESİNİN PEŞİNDE
günün en önemli töreninin, kutsal sandık geçit alayının başlamasını bekliyordu. Uzaklardan gelen müziğin başlamasıyla kalabalık dikkat kesildi. Genç erkekler başlarına bağladıkları şeritleri sıkılaştırdı, yoğun kalabalık içerisinde mümkün olduğunca ısınmaya ve kaslarını açmaya çalıştılar. Gömleklerini çıkardılar; gittikçe artan bir sabırsızlık içinde oldukları görülüyordu. Alay sonunda geldiğinde bu genç erkekler, onlara doğru koştular ve omuzlarının üstünde tahta sandıkları taşıyan ter içindeki erkeklerin arasına karışmaya çalıştılar. Bazen itip kakarak, bazen tekmeleyerek omuzlarındaki ağır yüke dayanamayıp sandıkları bırakmak zorunda kalanların yerini almaya çalıştılar. Alay, ter içindeki hevesli erkeklerin birbirinin yerini almasıyla ilerledi. Kalabalık büyük bir coşku içindeydi; yavaşça ilerleyen sandıklara ve onları taşıyanlara tezahürat ediyordu.
Son Alay uzaklaşınca, onları seyredenler eğilerek birbirlerine veda etti ve alandan ayrılmaya başladı. Evlerine dönmek üzere ayrılanların denetimli ama büyük bir tatmin duygusu yaşadıkları anlaşılabiliyordu; kendilerini derinden etkileyen bir deneyim yaşamış, zorlu bir görev başarmış gibi bir halleri vardı. Sokakta Japon olmayanlar fazla değildi ve şimdi tören artık sona erdiğinden varlığım insanların dikkatini çekmeye başladı.Yanım- da duran meraklı insanlara hafifçe selam verdim; nereli olduğumu öğrenmek istiyorlardı.Kudüslü olduğumu duyunca, Yamagu- çi adında bir adam kendini tanıtarak bana Gion festivalinin önemini bilip bilmediğimi sordu. Şinto bölgesinde kutlanan en eski ve en kutsal törenlerden biri olduğunu fark etmiş olsam da tarihi ve anlamı üzerine pek bir şey bilmediğimi kabul etmek zorunda kaldım. Yamaguçi şaşırmıştı. Kudüs'ten gelip de biraz önce gördüğümüz Alayda taşınan sandıklarla, İsrail oğullarının Mısır'da esaretten İsrail Topraklarına göç ederken taşıdıkları kutsal sandık arasındaki benzerliği, nasıl fark edemediğimi sordu. Yeni ar-
kadaşım Yamaguçi, İsrail'in kutsal sandığının yüzyıllar boyunca Kudüs'teki Tapınakta saklandığını, daha sonra İsrail halkıyla beraber sürgüne gittiğini anlattı. Ayrıca bütün dünya On Yitik Kabile'nin ortadan kaybolduğuna inansa da, Japonların buna inanmadığını söyledi. Japonlar'a özgü geleneksel bir anlatıda, Japonlar'ın atalarının Batı'dan geldiği ve sürgündeki İsrailliler'in soyundan olduğu anlatılıyordu. Buna en iyi kanıt sandıklarla kutlanan Gion festivaliydi; Gion sözcüğü dahi Kudüs'ün bir başka ismi olan Sion'un bozulmuş haliydi. Yamaguçi, bizler sizin uzak kardeşlerinizden başka bir şey değiliz dedi heyecanla, bizler İsrail'in On Kabilesi'ndeniz.
Tokyo<ia tanıdığım Bay Kobayaşi'de bu görüşü destekledi ancak konu üzerine daha fazla bilgi vermedi. Böylelikle ben de bu tuhaf inancın kökenlerini araştırmaya başladım. Araştırmalarım sonunda, Japon halkının kökeni ve kültürünün uzun yıllardır pek çok Batı'lı araştırmacının ve meraklının ilgisini çektiğini gördüm. Japon tarihinin erken dönem araştırmacıları arasında, gerçekten de, Japon tarihiyle bu araştırmacıların en yakından tanıdığı kutsal tarih -Eski Ahit'te anlatılan tarih- arasında paralellikler bulma çabasında olanlar vardı. Bunlar, Japon halkını Eski Ahit'te geçen pek çok hakla, en çok İsrail'in yitik kabileleriyle bağlantılı görüyordu.
On Kabile Teorisine Işık Tutacak Kısa Bir Japon Tarihi
İsrail'le Japonya arasında kurulan bağlantıyı anlayabilmek için, son birkaç yüzyıllık Japon tarihi hakkında bazı bilgilere ihtiyaç vardır. Japon halkının kökenini inceleyen ilk Japon olmayan araştırmacı, Japonya'ya, ülkenin kendini dış dünyaya bütünüyle kapamasından elli yıl kadar sonra, 1690<ia giden Alman hekim
ve gezgin Engelbrecht Kaempferöi. (1651-1716) İç savaşın hüküm sürdüğü uzun yılların sonunda 1606'da feodal Japonya'nın önemli beylerinden İeyasu Tokugawa, diğer tüm beyleri egemenliği altına almaya başardı. Güneş tanrıçasının kutsal temsilcisi imparatorun gücünü sınırladı, o günden sonra imparator sadece göstermelik bir imparator oldu ve Kıyotoöaki sarayına kapandı. Tokugawa Şogun (büyük bey) unvanını alarak başkent ilan ettiği Edo'dan (Günümüzde Tokya) ülkesine demir bir yumrukla yönetti. Kendisine başkaldıran beyleri ya öldürdü ya da güçlerini ellerinden aldı ve el koyduğu topraklarının kendi aile üyelerine ya da destekçilerine dağıttı. Böylelikle bazılarının hiç dinmeyecek nefretini, bazılarınınsa desteğini ve bağımlılığını kazandı. O dönemde üstün donanmaları ve dünyanın dört bir yanında kurdukları bağlantılarıyla İspanyollar ve Portekizliler Japonya'yla ilişkiler kurmuştu; ülkenin neredeyse tüm dış ticareti bunlar üzerinden yürüyordu. Misyonerleriyle, bazı Japonların Hıristiyanlığı benimsemesini sağlamışlardı; bu Japonlar'da da kendi dinlerinden olanların çıkarlarını gözetiyordu. Tokugawa, buna tepki olarak, İspanyollar'ın ve Portekizliler'in hem dinsel hem de ticari etkinliklerini, bu arada Hıristiyanlığı yasakladı ve dış ticareti neredeyse durma noktasına getirdi. 1635 yılına gelindiğinde Japonlar'ın deniz aşırı yolculuk yapmaları, yurtdışında olanlarınsa yurtlarına dönmeleri yasaklanmıştı. Dört yıl sonra, 1639'da Portekiz gemilerinin Japon sularına girmesi bütünüyle imkansız hale gelmişti. Japonya, kendi tercihiyle, tüm dünyadan yalıtıldı- ğı bir döneme girdi. Bu siyasa Tokugawa Hanedanlığı'nın politik, ekonomik ve kültürel istikrarı 250 yıl kadar sürdürebilmesini sağladı. Japonya'nın çevresi aşılmaz surlarla çevrilmiş gibiydi; dış dünyaya açılan tek bir küçük kapı -Nagazaki yakınlarında De- jima adasında küçük bir Hollanda ticaret limanı- vardı. Israrcılıklarıyla, dürüstlükleriyle ve misyonerlik amacı gütmemeleriyle,
Şogun'un gözüne giren Hollandalılara, yılda bir kez yabancı mal getirme ve dışarıda satmak üzere Japon malları alma izni verildi.
Tokugawa döneminde Japonya'ya pek az Avrupalı girebildi ve bunu Hollandalılara ticaret izni verilen limandan yaptı. En- gelbrecht Kaempfer Japonya'ya girmekle kalmadı, dostane havası ve hekimlik yeteneği sayesinde Japon yetkililerin güvenini kazanarak Japonya içinde seyehat etme iznini kopardı; Edo'yu iki kez gittiği bilinmektedir. Kaempfer gezilerinde pek çok şey gördü ve pek çok şey öğrendi; sonunda gördüklerini aktardığı oylumlu bir kitap yazdı.
Kendisine bütünüyle yabancı ve hakkında hiçbir şey bilmediği bir ülkeyle karşılaşan Kaempfer, Japon halkının kökenini gerçekten çok merak etmişti. Bunların, Japonya'ya yakın kutsal adalarda, tanrıların çocukları olarak doğduklarına inandıklarını öğrendi. Japonlar, ayrıca, Çin'den sürülen Çinli isyancıların soyundan geldiklerine ilişkin Avrupa teorisini de duymuşlardı. Çin'den Japonya'ya göç olduğunu kabul ediyorlardı, ama bunun kendi tarihleri içinde oldukça geç bir dönemde, ilk imparatorlarının hükümdarlığından 453 yıl sonra gerçekleştiğini savunuyorlardı. Kaempfer, Japonların tanrıların çocukları oldukları iddiasına kulak asmadı. Çin kökenli olduklarını da kabul etmedi. Ulusların kökenlerine ilişkin ipuçlarının konuştukları dilde bulunduğuna inanan Kaempfer; Japonca öğrendi ve bu dilin bütünüyle saf olduğuna, Çin'de konuşulan dillerden bütünüyle bağımsız olduğuna, kendi başına özgün bir dil olduğuna karar verdi. Aynı zamanda, Japon halkının din, alışkanlıklar, yaşam tarzı, yedikleri ve giydikleri, düşünme tarzları gibi pek çok açıdan Çinlilerden farklı olduğunu vurguladı. Öyleyse, Japonlar 'orijinal bir ulussa' nerede ortaya çıkmışlardı? Kendi döneminde ve daha sonraki dönemlerde yaşayan bütün Avrupalılar gibi, Kaempfer'de ulusların ortaya çıkışlarıyla ilişkin tek bir kaynak tanıyordu: Bu, Kutsal
Kitap'tı. Kaempfer, Japonları İsrail'in On Kabilesi'yle özdeş görmedi -böyle düşünenler daha sonra ortaya çıkacaktı- ama onların eski Babil kökenli olduğunu ve dillerinin de Babil Kulesi'nin yıkımından sonra yaratıldığını ileri sürdü. Kaempfer'in, Japonların kökenine ilişkin görüşlerinin Japonya'da nasıl karşılandığını bilmiyoruz; ama Avrupa kitabı yüzyıllar boyunca Avrupa açısından bu uzak ve gizemli ülke hakkındaki başlıca bilgi kaynağı oldu. Bu kitap aynı zamanda Japonya-İsrail bağlantısının gerçek savunucusu, McLeod'un düşüncesini büyük ölçüde etkiledi.
McLeod ve Japon-İsrail Teorisi
İlk adı ve yaşamı hakkında fazla şey bilinmeyen McLeod, Japonya'ya çalkantılı Tokugawa Hükümdarlığı döneminin sonlarında; 1867öe gelen İskoç bir misyonerdi. McLeod ülkede birkaç yıl kaldı; 250 yıllık Şogun rejiminin yıkılışına ve Japonya'da modern dönemin kuruluşuna tanıklık etti. Güney Japonya'daki güçlü aileler, Şogun Hükümdarlığını sona erdirmek ve imparatora yeniden hak ettiği gücü vermek üzere komplolar kuruyor, batılı güçler, özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Japonya'nın dış ilişkilerine ve ticaretini geliştirmesi için görüşmelerde bulunuyordu. 1853'te Amerikan donanmasından Kumandan Metthew C. Perry, Yokohama sahiline açtığı ateş, Şogun rejimine indirilen öldürücü darbe oldu. 1867öe tahta yeni bir imparator çıktı. Ülkenin kontrolünü bütünüyle ele geçirdi, son Şogun'u da tarih'den sildi ve Meiji Restorasyonu dönemini başlattı. Japonya çok kısa bir süre içerisinde Ortaçağ'a özgü bir devletten modern bir devlete dönüştü.
Tüm bu heyecan verici olaylar, McLeod'un gözleri önünde olup bitiyordu ve onu çok etkilemişti. McLeod, tüm ülkeyi dolaş-
tı, Japon halkı ve kültürünü tanıdı, gelişmeleri yakından takip etti. Görevine bağlı bir misyoner olarak, Japonya'da gözlemlediği her şeyi nihai bilgi kaynağı olan Kutsal Kitap'la karşılaştırdı. Tanık olduğu devrimci dönemin nihai bir nedeni olduğuna bütünüyle ikna olmuştu; Japon halkının, İsrail'in On Yitik Kabilesi'nden başka bir şey olamayacağına inandı. Bu çarpıcı teorisini ince bir kitapta sunan McLeod bizlere, Japonlarla İsrailliler'in bağlantılı olduğuna yönelik geleneksel Japon anlatısını duymuş olduğuna ilişkin bir işaret vermemiştir; büyük olasılıkla, kendisini bu özgün fikrin yaratıcısı sayıyordu. McLeod, bu yeni fikirden öylesine heyecanlanmıştı ki, daha sonra resimli on iki cilt olarak hazırlamayı düşündüğü eserine bir başlangıç olarak gördüğü ince ve kötü basılmış kitabının basım masraflarını kendisi karşıladı. Bu on iki ciltlik eser yayımlanabilseydi, Kaempfer'inkine benzer yanları olması muhtemeldi ama Japon tarihinin daha doğru ve ayrıntılı bir anlatısını ve onların Yahudi kökenli olduğuna ilişkin açıklamalar sunacaktı. McLeod, bu düşünü gerçekleştiremedi. Anlaşılan, görüşleri yeterinde heyecan uyandırmamıştı ve mali destek bulamadı. Bununla birlikte, McLeod'un teorisi zaman içinde Japon toplumuna sızdı; bazı Japonlar ve bazı modern kaşifler tarafından benimsendi. McLeod'un döneminden bugüne yazılmış birtakım kitaplar onun teorisini kanıtlamayı amaçlamıştır.
McLeod'un Gözlemleri ve Yorumlan
McLeod'un ilk gözlemi Japon nüfusunun üç ayrı gruptan oluştuğuydu: Japonya'nın kuzeyinde yaşayan ve Kafkas ırkından gelen Aynular; çoğunlukla Japonya'nın güney adalarında yaşayan ve ince yapılı olmaları nedeniyle McLeod'un Küçük Irk diye adlandırdığı
Malay kökenli grup ve gerçek Japonlar. McLeod'ın, Kaempfer'in, Japonların Babil kulesinden gelen sığınmacılar olduğu görüşünü reddetmesinin altında, bu üçlü sınıflandırma yatar.
Arkeolojik çalışmalar McLeod'un gözlemlerinin doğru olduğunu ve bu üç farklı halkın Japonya'ya gerçekten de ayrı dönemlerde geldiğini göstermiştir. Aynular'nun ataları Buzul Çağı'nda Kuzey Sibirya'dan, Asya'yı Japonya'ya bağlayan bir köprüden geçerek gelmiştir. Japonların büyük kitlesi altı ila yedi bin yıl önce Sibirya'dan yola çıkarak teknelerle Japon Denizi'ni geçmiştir. Malaylar'sa uzun bir dönem içinde çeşitli aralıklarla Güneydoğu Asya ve Pasifik Adalarından gelmişti. Gerçeğe uygun bu bilgileri verdikten sonra McLeod bu üç halkın kökenini açıklamaya girişiyor ve bu yolda kendi din eğitimine dayanıyordu. Bu üçlü sınıflandırma ona Kutsal Kitap'ta insanlığın Nuh'un üç oğluna -Sam, Ham ve Yafet- bölünmesini çağrıştırıyordu. McLe- od, Aynu'nun Yafet soyundan geldiğini ve Japonya'ya Babil halkının dört bir yana yayılmasının ardından vardığını iddia etti. Esmer tenli küçük ırk ise Ham soyundandı ve gene Babil halkının dağılmasından sonra Japonya'ya gelmişti. Japonlar'ın çoğunluğunu oluşturan üçüncü grup ise Sam soyundandı. Bu onların Semavi, daha belirgin olarak Yahudi ırkından; İsrail'in On Yitik Kabilesi'nden olduğunu gösteriyordu.
Bu iddiasını kanıtlamak için McLeod, kadim İsrail'in sürgüne kadarki döneminin ve On Kabile'nin Asur esaretinden kaçışının Ezra'ya dayalı tarihini sundu. McLeod'a göre kaçan İsrailliler yanlarına kadınlarını ve çocuklarını, koyun ve davar sürülerini almışlar ve bir buçuk yıl boyunca Asya'da ilerlemişlerdi; Ezra böyle anlatıyordu. McLeod, İsrailliler'in bu yolculukta, o gün Japonya'da hala kullanılan türde kağnılar kullandığını düşünüyordu; bu kağnıları çeken de, Başarı Öküzleri'nden başkası değildi.
İsrailliler Kore'ye vardıklarında ikiye bölündüler. Bir kısım Çin'in güneyine doğru ilerledi ve orayı fethetti. McLeod, buna sıradışı bir kanıt sunuyordu: Filistin'den Londra'ya ithal edilen ve Smithfield pazarında satılan koyunlarla, Çin'de alınabilen koyunlar aynı türdendi. İsrailliler'in diğer kısmı Kore'den Japonya'ya geçmeye hazırlanıyordu. Yıl M.Ö. 663 ya da biraz son- rasıydı; İsrailliler'in sürgünüyse M.Ö. 721 yılında gerçekleşmişti. McLeod, bu kronolojinin can alıcı önemde olduğunu vurguluyordu; çünkü Japon samurayları Asya'nın batısında bulunan uzak bir ülkeden geldiklerine inanıyorlardı. Jin mu Tenno liderliğinde bir sefer düzenlediler ve doğuya yöneldiler; amaçları bilinmeyen bir ülke bulmak ve onu fethetmekti. McLeod'a göre tam da bunu yaptılar ve M.Ö. 660 yılı civarında Japonya'ya vardılar. McLeod'un, Kore kıyısındaki İsrailliler'le denizi geçip Japonyayı fetheden samuraylar'ın bir ve aynı grup olduğuna kuşkusu yoktu. Jin mu Tenno, aynı zamanda Jimmu Tenno olarak biliniyordu, Temmo cennetin imparatoru anlamındadır; Japon efsanelerine göre Jimmu Tenno ilk imparatordu. Doğrudan tanrıların soyundan geliyordu. Güneş tanrıçası ve Japonya ile hanedanlığın koruyucusu olan Amaterassu'dan sonraki beşinci nesildi.
McLeod, büyük olasılıkla, M.S. sekizinci yüzyılda yazılan ve Jimmu liderliğinde yapılan doğu seferini anlatan erken tarihli mitsel-tarihsel Japon metninden haberdardı. Ama bu metinde Jimmu'nun Japonya'nın batısından, doğuya, Kyoto'nun güneybatısında bulunan Yamato bölgesine, Japon iktidarının en erken tarihli merkezine geçtiği anlatılıyordu. McLeod'un anlatısı, Tenno'nun Japonya'ya Japonya'nın dışından geldiği iddiası Japonların innçla- rına taban tabana zıttı. Japonlar'a göre, kendi ülkeleri tanrılar tarafından yaratılmıştı; tanrılar şahsen Japonya'ya inmiş, Japon halkı ile hanedanlığı yaratmıştı. Geleneksel Japon inanışına göre, ilk Japon imparatoru kesinlikle dışarıdan gelen bir fatih olamazdı.
Rivka Gönen İSRAİL'İN ON YlTtK KABİLESİNİN PEŞİNDE 171
McLeod, kanıt olarak tekneye binmiş insanları gösteren eski bir çizim sunuyor ve bunun Jimmu Tenno'nun Kore'den geçişini temsil ettiğini söylüyordu. Bu çizim McLeod'a, teknedekilerin kökenine ilişkin pek çok ipucu sunuyordu:
Prenslerin üzerinde eski Asur ve Med zırhları ve eski İsrail prenslerinin kullandığı türden porsuk derileri bulunmaktadır. Yanlarında Teçi ya da Pers kılıçları ile tek boynuzlu at figürünün boynuzunu andıran mızraklar vardır; bazı prenslerde ise eski Med askerlerinin kullandığı mızraklar görülmektedir. .. Jimmu Tenno'nun samuraylarının en etkili silahlarından biri ok ve yaydı. .. Jehu benzer bir yay kullansa okunun düşmanının bedenini delip geçmesi içten bile olmazdı. .. Asur yayı Japon yayının birebir aynısıdır.
İsrailli sürgünler, McLeod' a göre Kyuşu adasının Ava Şima kıyısına varmıştır.
Jimmu Tenno ile samurayları, tıpkı İsraillilerin Kutsal Toprakları ele geçirdiklerini yapmaları gerektiği gibi, kendilerine karşı çıkanları öldürmüş ve güneydeki zayıf ırkın yaşamını bağışlamıştır.
Tenno ile samurayları daha sonra Awa Şima kıyısına bir tapınak inşa etmiştir ve bugün dahi Kyuşu<.ia yaşayanlar bu kutsal yere gelirler. Samuraylar daha sonra İse'de bir başka tapınak inşa etmiştir ve bugün burası Şinto bölgesindeki en kutsal yer kabul edilir. McLeod'a göre, bu tapınak inşa etme geleneği şunu temsil eder:
Yarovam ile İsrailli ataları Dan ile Beytüllahime yüksek tapınaklar dikerek on kabilenin sadakatini kazandılar. Aynı şeyi,
daha Japonya'nın kuzeyini ve Yezoyu fethetmeden, onların soyundan gelen samuraylar da yaptı ... öyleyse, Japonya'nn kuzeyinde bulunan Ava Şima ile güneyinde bulunan İse, Dan ile Beytüllahim'dir.
Japonya'nın fethi kolay olmadı. İsrailliler, Japonya'nın büyük kısmında egemen olan Aynular ırkı ile savaşmak zorunda kaldı McLeod'un anlattığına göre, Aynular güçlü bir direniş gösterdi:
Çoğu Japon güreşçileri gibi güçlü insanlardı, ok ve yayları, topuzlan vardı, ama Jimmu Tenno'nun gözü pek savaşçıları karşısında uzun süre dayanamadılar. Samurayların hepsi yaşamlarında en güçlü olduklan dönemdeydi. Med kentlerinde tapınak inşasında çalışmışlardı. 18 ay boyunca, onla- n daha da güçlü kılan bir yolculuk yapmış ve tepeden tırnağa Asurlular'ın, Medler'in, Yahudilerin silahları ve zırhlarıyla donanmışlardı.
Savaşın ne denli çetin geçtiği, McLeod'a göre, Aynular'ın adından da anlaşılır. Aynu sözcüğü iki Japonca sözcükten oluşur: AA küçümseme anlamı taşır, Ynu ise köpek demektir. Aynu adı Yahudi ırkının egemen sınıfına, Japon samurayları tarafından verilmiştir ve bu egemen sınıf "Yahudi olmayanlara köpek der': Sonunda Aynular yenildi ve Japonya'nın güney ucuna doğru sürüldü. Ancak yenilgileri nihai değildi ve güçlü bir topluluk olarak kaldılar. Yahudiler'in kültüründen büyük ölçüde etkilendiler; Nuh'un Yafet'e ilişkin kehanetine uygun olarak çadır binalar inşa ettiler: "Tanrı Yafete bolluk versin, Sam'ın çadırlarında yaşasın'' (Yaradılış 9:27)[3].
Mitsel-tarilsel inşasının bu aşamasında, McLeod, kadim zamanlar üzerine yazmayı bırakıyor ve kendi döneminden çok da uzak olmayan bir tarihi anlatmaya koyuluyordu. Ancak bu tarihe ilişkin söyledikleri de daha az şaşırtıcı bir yoruma dayanmıyordu. McLeod'a göre, yenilen Aynu'lar Tokuga- va egemenleri oldular, iktidara yeniden geldiler ve Japonya'yı, McLeod'un gelişinden hemen önceki 250 yıl boyunca egemenlikleri altına aldılar. McLeod, iktidarın Tokugawa Şogun- ları tarafından ele geçirilmesini ve onlara karşı çıkan samu- rayların boyunduruk altına alınmasını hem Japonlar'ın bir iç sorunu, hem de Aynular ile Yahudi ırkının arasında yaşanan yeni bir karşılaşma olarak gördü. Bu yeni karşılaşmada Aynu- lar üstün geldi, Jin mu Tenno'nun soyundan gelenler üzerinde mutlak bir hakimiyet kazanmayı başardı. Japonya, Yahudi ırkı için bir büyük hapishaneye dönüştü. Bu trajik durum, McLeod'un Japonya'ya varmasından kısa süre önce çözülmeye başladı: "1862'de Yahudi rehinelerin Edo'dan kendi bölgelerine dönmesine izin verildi".
1867Öe McLeod'un Japonya'ya vardığı yılda tahta yeni bir imparator geçti. Meiji adı altında, son Şogun'u tarihten sildi ve batı değerleriyle uygunluk gösteren Meiji Restorasyonu'nu başlattı.
1868'de Tokugawa Şogun ile başkaldıran prensler arasında yaşanan Fuşima savaşı McLeod'a göre, Uzakdoğuöa gerçekleşecek Gog ile Magog arasındaki savaşın ilk aşamasıydı. McLeod, o dönemde Japonya'da yaşanan iki büyük tayfunla büyük yangınları Magog yangınları olarak gördü (Ezekiel 39:6). McLeod aynı zamanda Japonya'nın bulunduğu yerle Ezekiel 38-39'da anlatılan Gog ile Magog savaşının son aşamasının geçtiği yer arasında benzerlik buluyordu. McLeod şöyle bir kehanette bulunuyordu: "Bu son savaş sona erdiğinde Çin'in, Japonya'nın, Kore'nin başla-
rında Japon imparatoruyla, Yahudi İmparatorluğu altında birleşmesi çok muhtemeldir. İmparator, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, Efraiın'in lideri ve birleşik İsrail ve Yehuda tahtının varisi olma hakkını kazanacaktır:'
Kabileleri Tanıma Yolları
Geçmişte olanlardan ve gelecekte olanlardan söz ettikten sonra McLeod Yahudi ırkının nasıl tanınacağını anlatmaya başlar:
Hangi dönemde ve hangi mekanda olursa olsun, Yahudiler arandığında, şu özellikler önemli ipuçları sunar: Sünnet olurlar; yüzleri Yahudilerinkine benzer, burunları kemerlidir; Yehuda ile Benyamin kabilelerinden gelenler bütün Yahudilerin en uzun ve güçlü olanlarıdır. Bunların Yahudi olduklarını bir bakışta anlarız; İbranice konuşurlar ve Yahudi isimleri taşırlar. Yahudiler dünyanın dört bir yanına dağılmıştır.
Ama, der McLeod, arttık bu özellikleri arayamayız çünkü on kabile ahlaklarını ve Tanrı'nın yolundan gitmeyi unutmuştur; kafirlerin izinden gitmişlerdir ve artık sünnet olmamaktadırlar. Sürgünde bulundukları dönemde dillerini unutmuş ve esaret altında Danyal gibi Yahudi isimleri almışlardır. On kabile o denli dağılmış değildir: Yehuda kabilesinin dünyanın dört bir yanına dağıldığı doğrudur (Yeşaya 11:12), ancak sürgündeki sürülen İsrail kabilesi bir arada kalmıştır (Yeremya 30:10). Bu insanlar artık Yahudi olarak bilinmezler, ama Üzerlerine konan belirti, lanet, onların ve onların soyundan gelenlerin her zaman tanınmasını sağlayacaktır. Bu nokta hem Yasanın Tekrarı 28'de, hem de
Yeşeya 66:19cia vurgulanır: ''.Aralarına bir belirti koyacağım. Onlardan kaçıp kurtulanları uluslara göndereceğim:'
Şimdi Yasanın Tekrarı'nda sözü geçen tüm lanetler Japonya'da gerçekleşiyordu ve McLeod da bunları ayrıntılarıyla kayda geçiriyordu:
Bu kentlerde, dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar çok sayıda büyük yangın çıkıyor; işler batıyor; tarlalar yıllarca lanetli kalıyor; çocuklann derileri hep döküntü; ebeveynlerinden hastalık kapıyorlar; salgınlar herkesi dehşete düşürüyor; insanlar yetersiz besleniyor ve hepsi güçten düşmüş durumda; dünyanın hiçbir köşesinde bu denli çok sayıda aciz insan yok; sular kurtlu, tüm sulara gübre karışıyor; büyük yoksulluk nedeniyle çılgınlık ve kendini bilmezliğe büyük baskılar ve intiharlar eşlik ediyor; edebiyat eserleri uyduruk ve açık saçık, tiyatro oyunları vasat ve zevksiz; samuray ailelerindeki kadınlar ve kızlar, fahişelerin tapındığı tapınaklarda festivaller düzenliyor; akçalı işlerde yabancı uluslar baş, Japonya ise kuyruk olmuş durumda. Japonya'daki safkan Yahudi Irkı'nın, Kyoto'daki Şinto Tapınağı'nda duyulan şarkıları dahi, Amos'ta yazılanları haklı çıkaracak şekilde, uğultuya ve ağıta dönüşmüş durumda. Amos 8: 10 şöyle der: "Bütün ezgilerinizi ağıta döndüreceğim .
Eski Ahit'te geçen lanetleri gerçek hayatta aramak, McLeod'un, İsrail'in Yitik Kabileleri'ni arayan kaşiflerin kullandıkları yöntemlere özgün bir katkısı olmuştur. McLeod Japon- İsrail bağlantısını kanıtlayabilmek için, yaygın olarak kullanılan bir yöntem olan, ses benzeşimlerinin izini sürmeye de başvuruyordu. Yahudilere ya da Ortadoğu'ya özgü yer isimlerinin, nesnelerin ve alışkanlıkların uzun bir listesini çıkarıyor ve bun-
ların Japonya'daki karşılıklarına işaret ediyordu. Örneğin, Akel- dama, kan tarlası, Kyoto'nun dışında suçluların cesetlerinin atıldığı bir kuyuydu; Samuray, surlarla korunan dağ kentlerinin, Samarya'nın askerleriydi; Kemer, çadır şekline tekabül ediyordu; tapınaklara giriş kapısı Torii, çölde İsraillilere ne yöne gitmeleri gerektiklerini gösteren ışık huzmesinden oluşan sütunlara denk düşüyordu. İmparatoriçe Jingo Kogo'nun başına bağladığı şerit Med din adamlarının taktıkları tacı anımsatıyordu; Japon kadınları bayram günlerinde, Şaul egemenliğindeki İbrani kadınları giydirdiği gibi kırmızı renk giysiler giyiyorlardı. Şinto rahipleri, Yahudi din adamları gibi keten takkeler takıyor ve böyle ibadet ediyorlardı; Japon kadınlarıyla erkekleri, Yahudi geleneklerine uygun olarak her zaman birbirilerinden ayrı dans ediyorlardı. McLeod, benzer şekilde, Japonya'da bulunan tüm meyve ve ağaçların Filistin, tüm testi ve kap kaçağın Yahudi ve Asur kökenli olduğunu ileri sürüyordu.
McLeod, ayrıca fiziksel benzerlikler üzerinde de duruyordu. Kendi döneminde Yahudi Irkı'ndan insanların, Japonya'daki diğer halklardan insanlarla karşılaştırıldığında epey az sayıda olduğunu söylemekle birlikte, içlerinden biriyle karşılaşır karşılaşmaz onda yitik İsrail'in suretini hemen tanıyabildiğini ileri sürüyordu. McLeod bu suretin nasıl bir suret olduğunu anlatmasa da, okurlarını, bu gördüklerinin Japonya'da yaşayan yitik İsrail üyeleri olduğuna ikna etmede kararlı görünüyordu. McLeod'a göre, bunlar elbette, daha uzun boylu, daha açık renk saçlı ve daha güçlü olan İngiliz Yahudileri'nden farklıydı. Bunlar daha çok On Kabile'nin soyundan gelen ve Yehuda ve Benyamin ile birlikte Kutsal Topraklara dönen 12000 Yahudi'nin çocukları olan Eşkenazlar'a benziyordu. McLeod'un ilginç gözlemini buraya almakta yarar var: "İmparator büyük ölçüde, Varşova'da ve St. Petersburgöaki zengin bankacılardan von Epstein ailesinin üyelerine benziyor"
..m'.P J 13
Jf^W ı.suTEMPLEMUSJCALİN^TlJVMENTS.ALSO
Tı-rnsrOtSıNGINGMf;NANnWPMEN·
Resim 27: Yahudi tapmağı müzik enstrümanlanlarının
Japon enstrümanları olarak tasarlanmış hali.
B.Jltl' E R O .H
Resim 28: Japon İmparatoru.
Japonlar ve Japon-İsrail Teorisi
McLeod, İsrail'in On Yitik Kabilesi ile Japon halkı arasındaki bağlantıya ilişkin teorisini incelikli bir biçimde sunmuştu. 19. yüzyıl Protestan İskoçyası'nda yetiştirilen ve Kutsal Kitap'a dayalı bir eğitim gören bu misyonerin, karşılaştığı bu tuhaf Japon dünyasını anlamaya çalışırken İncil'i temel alması şaşırtıcı değildi. McLeod'un, Japonya ile İsrail arasında bağlantı kurması bir açıdan anlaşılır görünebilir. Japonya-İsrail öyküsünün asıl gizemli yanı Japonların kendilerinin, en azından bazılarının, McLeod'un, şaşırtıcı fikirlerini nasıl olupta kabul ettikleridir. Meiji Restorasyonu'nun Japonyayı batıya yaklaştırdığı doğrudur, ama Japonlar batının politik ve ekonomik sistemini, teknolojisini ve yaşam tarzını benimseseler de, batının dinlerini kabul etmede isteksiz davranmışlardı. Hıristiyanlık'a getirilen yasak on yedinci yüzyılda kaldırılmış olsa da, Hıristiyanlık'ı kabul eden Japon çok az oldu; geleneksel Japon dinleri -Şin- toizm ve Budizm- Japon yaşamı üzerindeki etkisini kaybetmedi. Dahası, Şintoizmin en önemli öğretilerinden biri, Japon İmparatoru'nun bu toprağın tanrılarının çocuğu olduğuna yönelikti. Bu görüş imparatorun yeniden devlet başkanı olarak aktif bir rol üstlendiği Meiji Restorasyonu döneminde daha da büyük kabul gördü; ilerleyen yıllarda Japonya'da yükselen milliyetçilik gene bu görüşü yükseltecek ve İkinci Dünya Savaşı'na açılan süreci başlatacaktı. İdeolojik açıdan Japonya'nın kökenlerini İsrail'de aramaya ihtiyacı yoktu. Gene de Hıristiyanlık Japonya'ya yavaş yavaş sızmaya, Eski ve Yeni Ahit nüfusun giderek daha büyük bir kesimi tarafından bilinmeye başladı. Japonlar'ı, Hrisiyanlık'ı benimsemeye teşvik edebilmek için, Londra'daki Misyonerlik Topluluğu, Japonya'nın 1903 yılında Japon-Rus Savaşı'nda ve 1909'da İngilizlerle kurduğu ittifakta
gösterdiği başarının onların eski İsrailliler soyundan geldiğini ve İsrail'in kutsanmışlığının mirasçısı olduğunu savunan küçük bir broşür yayımladı. Japonlar'la İsrail'in On Kabile'si arasında kurduğu bağlantıyı, büyük ölçüde, Eski Ahit'te geçen belirti ve lanetlere dayanarak açıklayan McLeod'un tersine, Japonlar şimdi, başarılı oldukları için İsrail kökenli görülüyorlardı.
Başarıyı İsrail kökenli olmanın bir göstergesi saymak, Britanyalılar'ın İsrail kökenli olduğunu savunanlar arasında da yaygın bir yaklaşımdır (7. Bölüm); bu yaklaşıma göre, Tanrı'nın İsraile zafer ve egemenlik vaatlerini yerine getirmekte olduğu ve gözle görülür bir güç ya da başarı kazanan ulusların her zaman İsrail soyundan geldiği düşüncesini temel alır. Japonya'nın, Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte kutsanmış devletler arasına alınması, bazı Japonlar'ı etkileyerek, Japon-İsrail bağlantısına daha sıcak yaklaşmasını sağlamış olabilir; gerçekten de 1920'li yıllardan bu yana Japon yazarlar benzer fikirler savundukları çeşitli broşürler ve kitaplar yayınlamışlardır. Bunlardan biri 1934 yılında Rahip Juji Nakada tarafından kaleme alınmıştır. Nakada, Japon ırkının üstünlüğünü İncil'e dayanarak açıklamaya çalışıyordu. Nakada, Zebur 84: 11ele[4] bulunan "Çünkü Rab Tanrı bir güneş, bir kalkandır;' sözlerini amblemi güneş olan Japonya'yla amblemi Davut'un Zırhı olan Yahudi Ulusu arasındaki güçlü ilişkinin bir göstergesi olarak yorumluyordu.
Doktor Zeniçiro Oyabe'nin ise daha girift fıkirleri vardı. Oyabe'ye göre, Japon halkının kökenleri Gad ve Manaşşe kabilelerinde bulunuyordu; Gad ve Manaşşe inançlarının saflığını koruyabilmek amacıyla, Kenan'dan ayrılıp kutsal atlı arabası üzerindeki İlyas Peygamber liderliğinde doğuya doğru ilerlemişlerdi. Bütün bunlar Japonya'nın ilk imparatoru Tenno Jimmu'nun tahta
çıkmasından yaklaşık 240 yıl önce olmuştu ve Japon imparatorlarına verilen eski bir unvan olan Mikado, Doktor Oyebe'ye göre Gad sözcüğünden geliyordu. Bunların yanı sıra, imparatorun, Tenno Jimmu'nun adı da "ilahi Kıymet" anlamını taşıyordu ve bu Gad Kabilesi'nin kendine özgü gördüğü bir özellikti. Gadlılar'ın ve Manaşşeliler'in soyundan gelenler Japonya'ya yerleşmişler ve tarihleriyle eski kültürlerini Kado, Çuçimikado, Nakamikado, Omikado gibi Japonca soyadlarına yansıtmışlardı. Oyabe, Yama- to bölgesindeki Menaşe kentinin adının da Manaşşe'ten geldiğine inanıyordu. İddiasına göre Kral Süleyman'ın Babilliler tarafından uzaklara taşınan eşyaları, Japonya'da, İse Tapınağı'ndaki imparatorluk hazinesi içinde bulunuyordu. Bu hazine içindeki eşyalardan ikisi kutsal ayna ile içinde ezilmiş pirinç bulunan altından küçük bir kavanozdu. Oyabe, bu pirincin, Sina Çölü'nden Vaat Edilmiş Topraklar'a ulaşmaya çalışan İsrailloğulları'nı besleyen gizemli yiyecek olduğuna inanıyordu. İlginçtir, Yahudi inanışına göre, Kudüs'teki tapınakta gizlenen hazine içinde bir kavanoz manna da bulunuyordu.
Nihon Üniversitesi'nde çalışan Doktor Çikao Fujisawa, benzer fikirler öne sürmüştür. Doktor Fujisawa Şintoizm ile Yahudiliğin ortak özelliklerini sıralıyordu: Her ikisi de ulusal dinlerdi; her iki dine inanlar da başlangıçta çok tanrıcıydılar, tek tanrıcılığı sonradan benimsemişlerdi. Her iki din de dünya barışını ve evrensel kardeşliği amaçlıyordu; her ikisi de başka dine inanan insanlara kendi dinini benimsetmeye çalışmıyordu; her iki din de kendini siyasetten ayrı görmüyordu, çünkü her ikisine göre de ruhani olan da, maddi olan da Kutsal Olan'ın kendini gösterme şekilleriydi.
Kendini İsrail'e bağlı gören Makuya Mezhebi'nin kurucusu İkuro Teşima da, Japonlar'la eski İsrailliler'in bağlantılı olduğuna inanıyordu. Japonya'da Işıklı Din adıyla bilinen Nastu-
ri Kilisesi'ne bağlı Teşima kökenini Japonya dışında aradığı Japonları, Taka-ama-hara adı aracılığıyla İsrailliler'e bağlamaya çalışıyordu. Bu ad Japonya'da birbirinden farklı pek çok yere verilmişti. Teşima'ya göre, sözcük, Orta Asya'da bir düzlüğün adı olan Takla Makancian geliyordu; Takla Makan pek çok insanın İpek Yolu üzerinden, hem doğuya, Çine ve oradan Japonya'ya, hem de batıya, Filistin'e göçlerine başladıkları yerdi. Böylelikle, Teşima'ya göre, Japonlar İsrailliler'in soyundan gelmiyordu, ama her iki halkın kökeni aynıydı. Teşima, bu şaşırtıcı teoriye kanıt olarak bir kan uzmanı Doktor Tanemoto Furuhata'ya başvurdu. Furuhata, Japon halkının kanının en çok Filistin halkının kanına benzediğini söylüyordu. Ona göre, İsrailliler, nispeten geç tarihli Hadas Kabilesi olarak Japonya'ya göç etmişlerdi. Bu Yahudi ya da İsrail kabilesi, Japonya'nın gelişimine çok büyük katkıda bulunmuştu. Teşima, bu kabilenin üyelerinin Japonya'ya akçalı işlerdeki becerilerini, bu arada klasik Yahudi zanaatini, ipek üretmeyi, dokumayı, at ve şahin yetiştirmeyi, balina avlamayı ve bakır işlemeciliğini getirdiğini söylüyordu. Bu insanlar aracılığıyla, Japon Sarayı, Yahudiler'le güçlü ilişkiler geliştirmişti. Bunlara ek olarak, imparatorluk ailesi üyelerinin yüz yapılarında Yahudiler'i andıran birtakım karakteristik özellikler bulunuyordu; öyle ki Japonya'nın eski başkanlarından Prens Ayamoro Konoe gerçek bir avrupalı Yahudi'ye benziyordu. Teşima'ya göre bu aynı zamanda, Japon hayatının birtakım ayrıntılarını, örneğin Japon çocuk şarkılarında neden bazı İbrani sözcüklerin kullanıldığını ve bazı halk şölenlerinde neden tipik Yahudi burnu olan maskeler takıldığını açıklıyordu. Japonya'yla İsrail arasında güçlü bir bağlantı olduğuna inanan Teşima, Japonca adına ek olarak İbrani adı Avraham'ı alarak gerçek bir İsrail dostu olduğunu gösterdi ve İsrail Devleti ile sürekli ve dostane bir ilişki kurulmasını destekleyen Makuya, "Mişkan'' mezhebini kurdu.
Resim 30: Kudüs'teMakoyaTarikatı'ndan Japon Hacılar, 1986.
Japonya-İsrail bağlantısını kabul eden bazı Yahudiler ve İsrailliler'de oldu. Bunlardan en azından biri, Joseph Eidelberg konu üzerine bir kitap yazdı. Eidelberg, yukarıda sözü edilen bazı noktaları vurgulamanın yanı sıra Japonlar'ın Tennu Jimmu liderliğinde Asya'dan göç etme hikayesinin, Mısır'dan kaçış anlatısının Japon çeşitlemesi olduğuna yönelik özgün bir sav da sundu. Eidelberg, anlattıklarında büyük ölçüde, Japonca ve -eski ya da çağdaş- İbranice, bu arada eski Arami yer isimleri ve çeşitli sözcüklerdeki ses benzeşimlerini temel alıyordu.
Yedinci Bölüm
BATIYA ATILIM: İSRAİLLİLER
BRİTANYA'YA NASIL GİTTİ
Daily Telegraph'ın ilanlar sayfasında bir küçük ilan göze çarpıyordu:
İsrail'in Yitik Kabileleri. Bugünün dünyasında kimler ve nere- deler? Konuyla ilgili ücretsiz literatür için aşağıdaki adrese yazınız: İdentity information, freepost, Glasgow G12 BBR.
Söz konusu adrese mektup yazınca, bana İncil Tarihi ve Britanya adında bir broşür gönderdiler. Broşürün kapağında bir Büyük Britanya haritası vardı ve Britanya'nın üzerinde büyük ve koyu renkli harflerle İSRAİL yazıyordu. Britanyalı İsrailliler
adında bir grubun yayınladığı broşür, okurlarına, İsrail'in On Kabilesi'nin yitip gitmediğine ilişkin inançlarını ortaya koyan özet bilgiler sunuyordu. On Kabile Britanya'ya göç etmiş ve orada Britanya halklarının ataları olmuştu. Broşürde aynı zamanda on dokuzunca yüzyılda ve yirminci yüzyılın erken döneminde bu "ilahi inancın^ "Büyük Britanya ve İrlanda'da, Avusturalya'da, Yeni Zellanda'da, Kanada'da, Güney Afrika'da, bu arada Amerika Birleşik Devletleri'nde, Hollanda'da ve İskandinav ülkelerinde" güçlenerek yayıldığı söyleniyordu. Ayrıca British sözcüğünün kendisi de İsrail bağlantısına kendi başına bir kanıt oluşturuyordu, çünkü sözcük İbranice'de -ahit insanı anlamına gelen- "brit-iş"ten geliyordu.
Britanya İsrailciliği'nin Sloganı: Başarı Kanıttır
Britanya İsrailciliği, 1900 civarında, Avrupa ve Amerika'da yaklaşık iki milyon insanı etkilemiş bir harekettir. On dokuzuncu yüzyılda, Britanya'nın ekonomik ve askeri açıdan beklenmedik yükselişini açıklayabilmek üzere geliştirilmiştir. On dokuzuncu yüzyıl boyunca, Sanayi Devrimi'nin etkisinde, Britanya ekonomisi gittikçe daha fazla gelişiyordu. Ülkenin zenginliğinin büyük kısmı donanmasının ve ordusunun egemenliğini kurmaya ve uçsuz bucaksız bir imparatorluk yaratmaya harcanıyordu. Britanya'da büyük bir iyimserlik çağı olan Victoria Dönemi aynı zamanda bazı kökten dinci Hıristiyan hareketlerin gelişmesini de teşvik eden dinsel ve ahlaki bir muhafazakarlık çağıydı. Britanya İsrailciliği teşvik edilen gruplardan biri oldu. Bu grup Britanyalılar'ın İncile büyük bağlılığından beslendi. İncil'i dikkatle okumuş olan ve onu tek güvenilir bilgi kaynağı kabul eden Britanya İsrailcileri, onda, Victoria Britanyası'nın eşsiz başarısı-
nın açıklamasını bulduklarına inandılar. Britanya İsrailcileri şunun farkındaydı: Bir yanda İsrail'in On Kabilesi'nin dönüşü vaadi gerçekleştirilmemişti; öte yanda çağdaş Britanya'nın ulaştığı büyük başarı gizemli ve neredeyse açıklanamaz bir olgu gibiydi. Bu ikili soruna bir çözüm olarak kadim zamanlarla bugünü birbirine bağlayan basit, yalın ve yaratıcı bir fikirle ortaya çıktılar; Britanya İsrail'di. Yitik Kabileler aslında hiçbir zaman kaybolmamıştı ve dünyanın ücra köşelerinde aranmalarına gerek yoktu. Ortadan kaybolmalarının açıklaması basitti. İnsanların yalnızca kendi içlerine bakmaları ve kabileleri, daha doğrusu onların soyundan gelenleri, orada, Britanya'da bulmaları gerekiyordu.
Böylelikle Britanya İsrailciler'i kendi dönemlerinde yaşanan olayların ardında yatan gizli tasarımı keşfetmiş oldu. Onlara göre, on dokuzuncu yüzyıl Britanyası'nın olağanüstü askeri ve ekonomik başarısı dünyevi süreçlerle açıklanamazdı. Tüm bunların ardında ilahi bir neden yatıyor olmalıydı ve Britanya İsra- ilcileri kökten dinci görüşlerine uygun olarak, bu nedeni tek geçerli bilgi kaynağı olan İnciföe buldular; İncil seçilmiş halkın - İsrailliler'in- gelecekte büyük başarı kazanacaklarını vaat ediyor ve bu başarıya ilişkin pek canlı betimlemeler sunuyordu. Gerçeklikte, bu vaatler İsraile yönelikti ama Britanya'da yerine getirildiği açıktı; bu iki ulusun bir ve aynı olduğuna kanıt oluşturuyordu. Britanya ulusu, başarılarıyla, ilahi vaatlerin kendisine yönelik olduğunu ispatlamış oldu. Britanya'nın on altıncı yüzyılda beş milyon köylüden oluşan bir ulustan, dünya tarihinin en geniş imparatorluğuna dönüşmesinin, hayranlık verici öyküsü, ancak Tanrı'nın vaatlerinin İsrail için, kendi soyundan gelen Britanyalı- lar üzerinden gerçekleşmesiyle açıklanabilirdi. Başarı, ilahi vaatlerin gerçek mirasçısının Britanya olduğunun ve Britanyalılar'ın soylu köklerinin İsrailae bulunduğunun en iyi kanıtıydı. İsrail'in Yitik Kabileleri'ne ilişkin, bir süredir uykuya yatmış görünen gi-
zem ve onların zafer dolu bir gelecekle buluşmaları vaadi siyasal açıdan şaşırtıcı sonuçları beraberinde getirdi. Bu inanç, yalnızca çağdaş dünyayı açıklamanın bir ideolojik temeli olarak kullanılmakla kalmadı, Britanyalılar arasında milliyetçi duyguların ve ulusal onurun yayılmasına da yol açtı.
Bu sıradışı teorinin geçerliliğini ortaya koymak üzere, Britanya İsrailciliği idelogları, tarihsel, antropolojik ve arkeolojik verilerden yararlanarak -ya da onları eleştirenlerin gözünde, kötüye kullanarak- bir yeni tarihsel çerçeve inşa etmeye koyuldular. yakındoğudan Avrupa'nın diğer ucuna nasıl göç ettiklerini ve nasıl Britanyalılar'a dönüştüklerini açıklamayı amaçladılar.
Britanya İsrail Bağlantısına İlişkin
Erken Dönem Düşünceler
İsrail ile Britanya arasındaki gizli kalmış bağlantıyı ilk vurgulayan, Britanya İsrailciliği Hareketi değildi. Bütünlüklü bir ideolojik çerçeve ve resmi bir örgüt kurulmadan çok önce de bu tür düşünceler ileri sürülüyordu. Bu bağın en açık şekilde vurgulandığı örnekler az olsa da, günümüze kalanlar, Britanya Adaları'nda yaşayanların İncil'e yaklaşımlarını ve Hıristiyan ulusları arasında eşsiz bir konumda bulunduklarına dair inançlarını ortaya koymaya yeterlidir. Bu yaklaşım ve inanç, nihayetinde Britanya İsrailciliği'ne giden yolu açmıştır.
On altıncı yüzyılda VIII. Henry'nin, İngiltere'ye getirdiği Protestanlık, insanların İncil'i okuyabilmesini sağladı; daha önce Katolik Kilisesi, İncil'in Latinceöen başka dilde olmasına karşı çıkıyordu. Protestan Kilisesi, İncil'in İngilizce'ye çevrilmesini teşvik etti ve sonunda 1611 yılında, Kral James İncil'i basıldı. İncil'i İngilizce'ye çevirme çabaları aslında birkaç yüzyıl önce, İngiltere
hala katolik iken başlamıştı. 1380'li yıllarda Papaz John Wycliff ile cemaati, İncil'in Vulgata adıyla bilinen Latince versiyonundan İngilizce'ye çevirmişti. Ancak o zamanlarda bu, kiliseye karşı ağır bir suç sayılmıştı. Çağdaş kilise tarihçisi Thomas Fuller, bu İncil'in çevirmenlerinden biri için şu sözleri söyler: "Ona, yeteneği nedeniyle mi, cesareti nedeniyle mi yoksa bu denli güç ve tehlikeli bir işi başarabildiği için metaneti nedeniyle mi hayran olmalıyım, bilmiyorum''.
İlginçtir, daha on beşinci yüzyılda İsraile verilen vaatlerle, Britanya'nın yazgısı arasında bağlantı aranıyordu. Yeni Ahit'in bazı kısımları ile Yeni Ahit'i İngilizceye çeviren ilk Protestan, William Tyndale (yaklaşık 1494-1536), İngiltere'yi, eski İsrail gibi bir ahit ulusu olarak görüyordu. Tyndale, Reformasyon'un ahdi yenilemek ve ilahi vaatlerin yerine getirilmesinden yararlanmak üzere bir fırsat olarak görüyordu. Bu açıdan Tyndale, Britanya İsrail Hareketi'nden birkaç yüzyıl önce onların savlarını dile getirmiş sayılabilir. On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda İngiltere'ye hakim olan İngilizlere özgü aşırı Protestanlık, Püritenizm, büyük ölçüde Eski Ahit'i merkez alıyordu ve İncile verilen önemi eşine rastlanmadık ölçüde arttırıyordu. Kendilerini eski İsrail soyundan gören Püritenler, çocuklarına İnciföen isimler koyuyor, günlük konuşmalarında İbranice sözler kullanıyor ve askeri ve siyasal sorunların çözümünde İncile başvuracak denli ileri gidiyorlardı. Hukukçu, akademisyen, parlamento üyesi olan Püriten John Sadler, İngiliz Anayasası'nı incelemiş ve onun Hıristiyanlık'ın yasalarına büyük benzerlikler gösterdiğini savunmuştu. Açıkça söylemese de Sadler, bu türden bir benzerliğin ancak İsrail ile Britanya arasında doğrudan bir bağlantı bulunması durumunda mümkün olabileceğini ima ediyordu. Sadler'ın fikirleri, sonunda 1653 yılında, İngiliz Parlamentosu Musa'nın yasalarını İngiltere Anayasası olarak kabul ettiğinde gerçek oldu. Sadler,
İngiltere'nin Püriten egemeni Oliver Cromwell'in arkadaşıydı; Britanya ile İsrail arasında bağlantı olduğu görüşünü Cromwell ile paylaşmış olması muhtemeldir. Cromwell'in, Menasseh Ben Israel'in Yahudiler'in İngiltere'ye kabul edilmesine yönelik dilekçesine olumlu yaklaşmasının nedeni bu olabilir. Sadler'da kitabında bu dilekçeden bahsetmiştir. Menasseh Ben Israel'in, bu dilekçeyi kaleme almasındaki itkisi bugün bize tuhaf gelebilir, ama dönemin atmosferi göz önüne alındığında oldukça anlaşılırdır.
Menasseh Ben Israel ve Yahudiler'in İngiltere'ye Dönüşü
Yahudiler 1291 yılında İngiltere'den kovulmuştu; yüzlerce yıl boyunca hiçbir Yahudi'nin dönmesine izin verilmedi. Avrupa tarihine baktığımızda bunun, Yahudiler'in kovulmasının ne ilk ne de son örneği olduğunu görürüz. Bu kovulma öyküleri içinde en travmatik olanı 1492'de İspanyada çok uzun süredir yaşayan bu topraklara kök salmış büyük Yahudi cemaatinin ülkeden üç ay içinde ayrılmasının istenmesidir. Sürülen Yahudiler Portekize ve Akdeniz çevresindeki başka ülkelere sığınmıştır. Daha sonra, Portekiz tarafından da kovulunca, Yahudiler'in bir kısmı, on altıncı yüzyılın sonlarına doğru İspanya egemenliğinden kurtulan Hollanda'ya yerleşmiştir. Amsterdam'daki Yahudi cemaati, hem sayı hem de refah açısından zenginleşmiş, dünyanın dört bir yanında dindaşlarıyla ticari ilişkiler geliştirerek kendilerine kucak açan ülkeye katkıda bulunmuşlardır. On altıncı yüzyılda Amsterdam'da saygın bir haham olan Menasseh Ben Israel'in, On Yitik Kabilesi'nin Amerika'da bulunduğu haberini aldığını biliyoruz (8. Bölüm). Menasseh Ben Israel bu iyi haberleri alınca Cromwell'e mektup yazdı ve onu Yahudiler'in İngiltere'ye yerleşmesini izin vermediği için Mesih'in gelişini engellemekle suçladı.
Çünkü Kutsal Kitap'taki kehanetlere göre, Mesih ancak İsrailliler dünyanın dört bir yanına dağıldıklarında gelecektir. İncile hakim dindar bir Püriten olan Cromwell, Menasseh Ben Israel'in dilekçesine olumlu yaklaşmış ve 1655'te, parlamentonun tereddütlü yaklaşımını dikkate almayarak, Yahudiler'in İngiltere'ye dönmesi konusunda görüşmeler başlatmıştır. Görüşmeler devam ederken önce İngiltere-Hollanda, ardından İngiltere-İspanya savaşlarının çıkmasıyla Ben Israel'in isteğinin gerçekleşmesi de gecikmiştir.
Sakson-İsrail ve Kelt-İsrail Bağlantılan
İsrail ile Britanya arasında gizli kalmış bağlantılar olduğuna dair inancın kökenleri çok daha erken bir dönemde, Sakson- lar döneminde bulunabilir. Saksonlar, Sakson Edgar Aetheling'in yeğeni olan Kraliçe Matilda soyunun, İsrail'in Patriyarkları'na kadar gittiğine inanıyorlardı. Bu gibi inançlar, büyük olasılıkla, Hıristiyanlık'ın Vulgata'yı okumuşlar arasında kuşkusuz en iyi eğitimli olan Saksonlar arasında yayılmasıyla ilgiliydi. Saksonlar İncil'e, hatta sonraki Yahudi literatürüne büyük ölçüde hakimdi; bu olgu oldukça ilginç bir şekilde kanıtlanmıştır. Yedinci yüzyılda Northumbria'daki Whitby Manastırı'nda Caedmon adında mütevazı bir çoban yaşıyordu. Tanrı'nın dinsel ilahiler besteleme yeteneği verdiği bu adam Hıristiyan döneminin tanınmış ilk İngiliz şairi oldu. Kitaplarından dördü -Yaradılış, Mısır'dan Çıkış, Danyal ve Şeytan'ın Acıları- günümüze kadar gelmiştir. İncil'in ilk iki kitabının tüm bölümlerini şiirsel bir dille yeniden kaleme aldığı Yaradılış ve Mısır'dan çıkış kitaplarında, orijinal İbra- nice metinde bulunmayan ayrıntılara yer verilmiştir. Dikkatli bir incelemeyle, bu ayrıntıların, Eski Ahit sonrası Yahudi literatürünü, ilk binyılın ilk yüzyıllarında ortaya konmuş literatürü temel aldığı görülmektedir. Caedmon'un anlatımında orijinal öyküden sapma gösteren bölümler, daha çok Talmud'un da bir parça-
sı olan Midraş kaynaklıdır. Bu eski Yahudi literatürünün yedinci yüzyıl İngilteresi'ne nasıl ve kim tarafından ulaştırıldığı bilinmemektedir. O dönemde İngiltere'de bir Yahudi cemaati bulunduğuna ilişkin hiçbir kayıt olmadığından bu literatürü İngiltere'ye tanıştıranın kilise olması büyük olasılık dahilindedir.
Belki de daha bu erken dönemden, İngilizler kutsal metinlere özel bir ilgi göstermiş ve Saksonlar öncesinde Keltler ile eski İsrail arasında belli bağlantılar bulmuşlardı. Buna örnek olarak Aramatyalı Yusufun öyküsü gösterilebilir: Yusuf İsa'yı kendi aile mezarlığına gömmeyi önermiş, daha sonra İngiltere'ye göç etmiş ve öldüğünde Glastonbury'e gömülmüştü. Bir başka efsaneye göre ise İrlanda kıyılarına, Yeremya Peygamber ile Davut soyundan gelen genç bir kızı taşıyan bir gemi yanaşmıştı; bu kız Britanya hanedanının atasıydı. Aynı gemide, Yakup'un üzerinde uyuyakalıp cenneti yeryüzüne bağlayan merdivenin düşünü gördüğü taş da vardı. Bu taş daha sonraları Kader Taşı adıyla bilindi; bugün hala Britanya krallarının taç giyme töreninde oturdukları tahtın alt kısmında bulunmaktadır.
Erken döneme özgü bu inançlar, bu arada Püritenler'in inançları ve daha sonraki dönemlerdeki görüşler ancak belli belirsiz bir çizgiye işaret eder; Britanyalılar'ın, İsrail'in On Yitik Kabilesi ile özdeş görülmesi daha sonradır. Bu özdeşlik fikri, ilk kez yukarıda aktarılan bulanık fikirleri güçlü Britanya İsrailciliği ideolojisine dönüştürmenin yolunu açan, kendini peygamber ilan eden, renkli Richard Brothers tarafından yaygınlaştırılmıştır.
Richard Brothers: Çılgın Peygamber
Richard Brothers renkli kişiliğiyle, kendini peygamber ilan etmesiyle ve yaşadığı çalkantılı hayatla ünlüdür. Alexander Pope'ın "Erdem erdem diye tutturur/Çılgınların en kötüsüdür çıldırmış Aziz" mısraları sanki Brothers için yazılmış gibi-
dir. Brothers, bugün Britanya İsrailciliği adıyla bildiğimiz fikirleri, ilk oluşturan kişi değildir, ama bunları ilk kez açık ve güçlü bir şekilde ifade eden ve İngiltere halkı arasında yaygınlaştıran kişidir.
1758'de Kanada'da, Newfoundland'de doğan Brothers küçük bir çocukken İngiltere'ye gelmiş, daha sonra Britanya Donanması'na katılmış ve donanmada teğmen olarak görev yapmıştır. Birkaç savaşa katılmış, Amerikan kolonileriyle, Fransa'yla ve İspanya'yla barış anlaşmaları imzalandıktan sonra ordudan ayrılmış ve gemiyle ticaret yapmaya başlamıştır. Kendine özgü bir kişiliği olduğuna daha 1786'da, karısını düğün gecesinde terk ederek gemisine dönmesiyle anlaşıldığı aktarılır. Brothers, bundan sonra tuhaf yaşamını sürdüreceği Londra'ya taşınmıştır. An - !atılanlar şöyledir: Brothers Bayan Green'in evinde kalıyordu ama kirayı ödeyecek parası yoktu, çünkü hizmetleri karşısında alacağı az miktarda parayı da Tahta bağlılık yemini etmediği için alamamıştı. Ev sahibesi, bu davranışından etkilendiğinden onu isteksizce dava etmişti. Bayan Gren, "Bay Brothers iki yıl boyunca benim evimi mesken bildi. Ondan daha dindar, daha adil, daha cömert biri daha görmedim. Son on iki aydır kapıdan dışarı adımını atmadı;' diye ifade veriyordu. Westminister Muhafızları da Brothers'tan çok etkilenmişlerdi. İçlerinden biri, "Görünüşü benim üzerimde çok olumlu bir etki bıraktı. Otuzlu yaşlarında görünüyordu. Uzun boylu ve yapılıydı, tavırlarından kibar biri olduğu anlaşılıyordu;' diye yazacaktı. Brothers'ın dış görünüşü, anlaşılan çılgınlığını, o dönemde sahip olduğu fikirleri gizlemesine yardımcı oluyordu. Brothers, bir düşkünler evine yerleştirildi; bir süre sonra yeni bir oda kiralayabilecek duruma geldi, burada da aynı nedenlerle kirayı ödeyemedi ve yeniden hapse atıldı. Brot- hers çılgın fikirlerini açıklamayıp sonunda bir tımarhaneye kapatılmasaydı bu düzen muhtemelen aynı şekilde devam edecekti.
Richards Brothers: Yahudiler'e Peygamber
Brothers, fikirlerini, uzun yalıtılmışlık dönemlerinde, İncil'i alıp odasına kapandığı dönemlerde geliştirdi. Düşlerinde, Tanrı tarafından lanetlenmiş şeytanın Londra'nın kanlı sokaklarında yürüdüğünü görüyordu. Brothers, gördüğü bu düşlerden sonra ateşli bir şekilde dua etti ve on üç gün sonra Tanrı'nın öfkesini yatıştırarak kenti kurtardığına inandı. Bir süre sonra aynı düşleri yeniden görmeye başladı ve aynı yolla Tanrı'yı yatıştırdı. Brot- hers, aynı zamanda İncil'de gizli olan aritmetik kodu çözdüğünü ve yeni binyılın geliş tarihini hesapladığını iddia etti. Dünyanın yedi bin yıl boyunca ayakta kalacağını ve yeryüzünde yedi bin yılın cennette bir haftaya denk geldiğini söylüyordu. Haftanın altı günü geçince ardından nasıl Şahat geliyorsa altı bin yılın ardından da bin yıllık bir barış dönemi gelecekti. Yaklaşan bin yıl üzerine düşünürken Brothers bu ilahi tasarı içinde, Yahudiler'in rolü ile İsrail'in On Yitik Kabilesi sorununu çözdüğüne inanıyordu. Bin yıl gerçekten de gelmek üzereyse Yahudiler'le Yitik Kabileler de çok yakında evlerine dönecekti. Ama bu kabileler neredeydi? Brothers, çok da neden göstermeden, kabilelerin Britanya'da olduğunu ve zamanı geldiğinde binlerce Britanyalı ailenin kökenlerini hatırlayarak, atalarının Vaad Edilmiş Topraklarına döneceklerini ilan etti. Brothers, bu büyük Yahudi ve İsrailli kitlesine Siyon'a dönüş yolculuğunda kimin liderlik edeceğini ve kimin Kudüs'ten tüm dünyayı yöneteceğini iyi biliyordu. Hiç kuşkusu yoktu: "Yahudilere kendini, dönüş yolculuklarında gösterecek Peygamber benim:'
Brothers, 1794'te bir kitap yayınlayarak fikirlerini dünyaya duyurdu; öngördüğü büyük olayların gerçekleşmesi ona göre pek yakındı. Brothers, İsrail ordusunun başında İstanbul'a yürüyüşüne 1 Temmuz 1795'te başlayacağını, aynı yılın 19 Kasımında Kudüs'te dünyanın kralı olarak taç giyeceğini ilan etti. Aradaki
kısa süre fazla hazırlık yapmaya zaman tanımıyordu. Kitabının basılmasından üç ay sonra ikinci bir bölüm yazdı; aşağıdaki pasaj bu bölümden alınmadır:
Tanrı size şunu bildirmemi emrediyor, ey II. George, İngiltere Kralı, İbrani ırkının Prensi ve tüm Ulusların Hükümdarı ilan edilmemin ardından tacınızı bana devretmelisiniz, iktidarınızın hükmü kalmayacaktır.
İlginçtir, bu çağrı dışında, Brothers, gelecek büyük olaylara hazırlanmak üzere bir organizasyona gitmemiştir; herhalde ilahi güçlerin bunu kendisi için yapacağını düşünüyordu.
Richard Brothers'ın Fikirlerinin Şaşırtıcı Başansı
Brothers'ın fikirleri İngiltere halkı arasında anında başarı kazandı; bu başarı ancak, içinde yaşadıkları çalkantılı dönem göz önünde bulundurularak açıklanabilir. 1792 Fransız Devrimi üçüncü yılındaydı. İngiltere, özgürlük sloganlarıyla giyotin iktidarının Kanalı aşarak kendi topraklarında da egemen olacağı korkusuyla titriyor, Fransa'ya müdahale etmenin ve eski düzeni geri getirmeye çalışmanın akıllıca bir hamle olup olmayacağını tartışıyordu. Bu dehşet verici karmaşa ve huzursuzluk atmosferinde bir adam çıkmış ve tüm sorunlara hemen gerçekleşecek ve kalıcı olacak bir çözüm vaat etmişti. Üstelik bu çözümü vaat ederken yalnızca insan aklını değil, tartışmasız en güvenilir kaynak olan İncil'i temel alıyordu. Brothers'ın kitapları yayınlanır yayınlanmaz en çok satan kitaplardan oldu. Halktan sıradan insanlar, küçük tüccarlar, her türlü zanaatkar, süslü hanımlar, soylular hatta din adamları, Brothers'ın kaldığı yere giderek bu yeni peygamberi görebilmek ya da sesini duyabilmek üzere kapılarda beklediler. Brothers'ın müritleri arasında, parlamento üyesi, ünlü
oryantalist Nathaniel Halhed ve Avrupa'da ünlü bir sanatçı olan William Sharp'ın da aralarında bulunduğu bazı önemli isimler de vardı. Sharp, yaptığı Brothers portresi üzerine şunu yazdı: "Bu portreyi bu adamın Tanrının seçtiği adam olduğuna bütün inancımla yapıyorum:' Taç giydikten sonra Brothers'ın portrelerine duyulacak talebin artacağı hesabıyla, Sharp, aynı portreden iki tane yapmıştı.
Brothers, kuşkusuz, halkla ilişkiler alanında doğuştan yetenekliydi. Müritlerinin her birinden inançlarının kamusal duyurusunu yapmasını istedi. 1794 ile 1795 yılları arasında, böylelikle, sayısız broşür yayınlandı; bunlar arasında Richard Brothers'a İlişkin Tanıklık, Hakikatin Ruhuna İlişkin Tanıklık, Yeryüzünün Zamansal Aritmetiğine Kutsal Metinlerden Kanıtlar, Kehanetler Gerçekleşiyor, Halkların Huzuru İçin Bilgi Kırıntıları gibi broşürler bulunuyordu. Bunlara karşıt olarak, Yalancı Peygamberin Yanlış Kehanetlerinin İncelenmesi, Richard Brothers'ın Kehanetlerinin Çürütülmesi gibi yayınlara da rastlanıyordu, ama bunlar sayıca çok azdı. Gazetelerde tartışmalar yapılıyor, karikatürler çiziliyordu; Brothers, İngiltere'nin en çok konuşulan ismi oldu.
Ne var ki, kısa süre sonra hükümet müdahale etti. Brothers, kendi başına zararsız bir çılgın olabilirdi, ama hükümet onun yol açtığı karmaşa ortamının, kendilerine dehşet salan Fransız Devrimi destekçilerinin de kullanılabileceğinden korkuyordu. Brot- hers tutuklandı, deli olduğu ilan edildi ve bir tımarhaneye kapatıldı. Sadık destekçisi Halhed, hemen Brothers'ın salıverilmesini ve kitaplarının Avam Kamarası'nda tartışılmasını talep etti. Böyle bir talepte bulunan başkası olmadı; Halhed bir ay sonra, Meclis'te Brothers'ın davasının konu edilmesi talebinde de yalnız kaldı. Brothers 11 yıl boyunca tımarhanede kaldı; hal böyle olunca İstanbulöaki ve Kudüs'teki randevularına yetişemedi ve müritle-
rinin pek çoğunu yitirdi. Gene de, kendini yılgınlığa kaptırmadı; içeriden yazmaya ve kitaplarını yayınlatmaya devam etti. Geç dönem yayınlarından en ilgincinde, Kudüs'ün hayali bir betimlemesini buluruz. Brothers, açıkça, hala Kudüs'e gidebileceğini umuyordu ve tarihteki rolünü yerine getirebilmesi için Kudüs'te yapılması gereken değişiklikleri anlatıyordu. Brothers'ın dört duvar arasında, neredeyse bütünüyle terk edilmiş olduğu dönemde bile, yayıncısı George Riebau'nun, kendisine hala "İbraniler'in Kralının Yayıncısı" demesi dikkate değerdir. Tımarhanede geçirdiği 1 1 yılın ardından salıverildiğinde, Brothers büyük bir umut kırıklığı içindeydi. Yaşamının geri kalanında, kendisine, sadık destekçisi John Finleyson baktı.
Brothers, günümüzde bütünüyle unutulmuş bir isimdir, ama peygamber olduğunu iddia ettiği dönem içinde İsrail'in Yitik Kabileleri'nin yazgısına duyulan ilgiyi yeniden ateşlemiş ve bu kabilelerin Britanya'da bulunduğu düşüncesinin yayılmasına katkıda bulunmuştur. Brothers'ı, ölümünden onlarca yıl sonra, Britanya İsrailciliği'nin ortaya çıkmasının zemini hazırlayanlar arasında görmek mümkündür.
Britanya İsrailciliği İdeolojisi
Richard Brothers'ın fikirleri, arkadaşı John Finleyson tarafından devam ettirildi; İskoç bir avukat olan Finleyson 1849'da Kutsal Topraklar'a dönmeye ve Yeni Kudüs'ü inşa etmeye yazgılı gizli İbranileri keşfettiği iddiasıyla bir kitap yazmıştı. Finleyson öğretmeninden daha cömert görünüyordu:
Almanlar'ın neredeyse tümü, İngilizler, İskoçya'nın aşağı bölgelerinde yaşayanlar, İrlanda'nın doğusundakiler, İbrani kökenli-
dirler. Fransızlar'ın üçte ikisi, bu arada İranlılar, Berbei devletleri, Rusların yarısı, Polonyalılar, lsviçreliler, ltalyanlar, lspan- yollar ve Yunanlılar da öyledir. Osmanlı lmparatorluğu'nda ve çevresindeki devletlerde hatta Çin'de, Japonya ve Etiyopya'da yoğun olarak yaşarlar. Kuzey Avrupalılar'ın neredeyse hepsi yine İbrani'dir. ..
Finleyson, daha sonra bu listeye Meksikalılarla Peruluları da ekliyordu.
Brothers'dan ve onun müritlerinden bağımsız olarak daha 1814'te kendi dönemindeki olayları, özellikle de Napolyon'a karşı zaferi Daniel ve Vahiy Kitapları'nda sunulan kehanetler ışığında açıklayan bir kitap yayınlayan Ralph Wedgwood, Fin- leyson kadar kapsamlı değildi. Wedgwood, kitabında bir bölümü "İngiliz İmparatorluğu'nun Mesih'in mülkü olduğuna ilişkin kanıtlar"a ayırmıştı. Dolayısıyla Wedgwood Britanya'nın yükselişini kutsal kitaplardaki vaatlerle açıklayan ilk kişiydi. Yalnızca Britanya'nın, söz konusu ilahi ışıktan yararlanabileceğini iddia ediyordu. Bu anlamda, Britanya İsrailciliğinin gerçek bir öncüsüydü.
Radikal bir Kilmarnock'lu dokumacının oğlu olan İrlandalı John Wilson, örgütlü bir hareket olarak Britanya İsrailciliğinin gerçek yaratıcısıydı. 1840<ian 1871<!eki ölümüne kadar Wilson İrlanda ve İngiltere'yi gezerek Kuzey Avrupa ülkelerinin, özellikle İngiltere'nin gerçek kimliği, İsrailli Yitik Kabileler soyu üzerine konuşmalar yaptı. Wilson'ın yaptığı konuşmalar, büyük yaygınlık kazanan ve çok baskı yapan bir kitapta toplandı. Wilson'a göre Avrupa'nın modern ulusları, özellikle İngiliz ulusu Efraim'in kayıp oğlunun soyundan geliyordu; dolayısıyla İsrail halkının bir parçasıydılar.
Resim 31: Geçmişin Dört Büyük Dünya İmparatorluğu ile beşincisi,
(yenilmez) Taş İmparatorluğu
Britanya'nın, İsrail'in gerçek, fiziksel devamı olduğuna ilişkin görüş, İsrail'in ruhani mirasçılarının kilise, dolayısıyla bütün Hıristiyanlar olduğuna yönelik kabul edilegelmiş Hıristiyan dogmasından cüretkar bir sapma idi. Bu açıdan bakıldığında İsrailliler'e vaat edilenlerden kimlerin yararlanacağı tartışma konusu oluyordu. Wilson'la takipçilerine, eski İsrail'le Britanya arasında doğrudan bir bağlantı kurulabileceğini kanıtlamak düşüyordu; bu amaçla Britanya'ya göç eden ve Britanya'nın bugünkü nüfusunu oluşturan çeşitli kavimlerin tarih içindeki hareketlerini incelemeye başladılar.
"İskitli Atalarımız İsrail'lidir"
Londra kulesinde, kraliyet mücevheratının Bekçisi, Albay Gawler'ın yazdığı makalenin başlığını oluşturan bu sözler, Britanya İsraillileri'nin İsrail'le Britanya arasındaki kayıp halkayı bulmak adına geliştirdikleri fikirleri özetlemektedir. Britanya İsraillileri, oldukça ilginç ve bir açıdan dahiyane şekilde, bu halkanın bir Orta Asya kabilesi olan İskitler olduğuna inandılar. Yunanlı ve Romalı tarihçilerin İskitler hakkındaki görüşlerini, İskitler'in eski İsrailliler'e nasıl bağlandığını daha önce ele aldık (Bölüm 4). İlginç ve bir açıdan dahiyane bir şekilde, Britanya İsrailliler'i, İskitler/İsrailliler'i Britonlar'a bağlamayı başardılar.
Farklı halklar, İskitler'i, birbirine yakın ama farklı isimlerle anıyordu. Yunanlı tarihçi Heredot, Persler'in İskitlere "Sa- kai" dediklerini aktarıyordu. Başka yazarlar onlara Sakanlar, Sa- kasani, Sakasuni dediler. Gawler bu listeye Saksonlar'ı da ekledi; oysa Saksonlar birinci binyılın ilk yüzyıllarında Britanya'ya Avrupa'dan geçen ve Britanya nüfusunun önemli bir bileşeni haline gelen bir Germen kabilesiydi. Gawler listeye, İskitler'in bir başka çeşitlemesi olarak gördüğü İskoçlar'ı da dahil etmişti. İskit- İskoç bağlantısına bir İrlanda efsanesinde geçen "Onlara Skoti
denmesinin nedeni liderlerinin Ebur Scut, başka deyişle İskitli Ebur denmesiydi" yollu sözü, kanıt gösteriyordu.
Çelişkili görünse de, İskitler aracılığıyla İsrailliler yalnızca Saksonlar'ın ve İskoçlar'ın değil, aynı zamanda Saksonlar'ın ve diğer Germen kabilelerinin istilasından önce, Britanya adalarında yaşayan eski bir halk olan Keltler'in de atası olarak görüldü. Burada özdeşlik, İskit bağlantısı üzerinden değil, Kelt Gallileri'nin eski adı Cymbri'nin fonetik açıdan Kimmerler'e benzemesi üzerine kuruluyordu. Kimmerler, daha sonra İskitler'in istila edeceği topraklarda yaşayan göçebe bir Orta Asya kabilesiydi; İskit işgali onlara ölümcül bir darbe oldu ve topraklarını yitirdiler. Britanya İsrailliler'i, Kimmerler'i Asur metinlerinde geçen Kumri kabilesiyle bağlantılı gördü. Bu kabile, İsrail kralı Omri'nin soyundan geliyordu; Asurlular da İsrail'e Omri diyordu. Böylelikle Kimmerler'le onların topraklarını fetheden İskitler, ikisi birden, daha sonra Britanya'da yaşayacak çeşitli kabilelerin atası olarak kabul edildi. İzak oğulları İskitler, $aksonlar ve İskoçlar; Omri oğulları Kimmerler ise Keltler oldu.
Ama bu da öykünün sonu değildi, çünkü Keltler'in aynı zamanda İsrail kabilesi Gad'a ve onlar aracılığıyla Germen Gotlar'la bağlantılı olduğuna inananlar da vardı. Bu inanç, Britanya'yı istila eden bir başka kabile olan Getlere gönderme yapıyordu. Bazı eski kaynaklarda Getler'in İskitler'e çok yakın olduğu, hatta bazen aralarında ayrım gözetilmediği belirtiliyordu. M.Ö. 500 yılında Pers Kralı Daryus'un, İskitler'e karşı sefere giderken, Tuna nehrinin güney kıyısında Getler'le, kuzey kıyısındaysa İskitler'le karşılaştığı söyleniyordu. Bununla birlikte, Büyük İskender'in seferi sırasında ırmağın her iki kıyısındaki halklara Geder dendiği bilinmektedir. Romalı tarihçi Strabo da, Romalı şair Vergilius da bu Getler'i kıllı, traşsız, hayvan derileri giyen, insanlıktan çıkmış, tıknaz, katı (Gowler'a göre, tıpkı İrlandalılar gibi) kısa pelerinler
giyen insanlar olarak tanımlıyordu. Bir başka Romalı tarihçi olan Gaius Plinius Secundus, bu insanların (Gawler'a göre tıpkı Bri- tonlar gibi) yüzlerini boyadıklarını söylüyordu. Britanya İsrail- cileri, Getler'i, Gotlarla bağlantılı görüyor ve bu özdeşliği kurarken yalnızca isim benzerliğine değil, aynı zamanda, Gawler'ın da söylediği gibi İskitler'in mezarlarında kullandıkları "en güzel kemerler" in "gotik kemerlerin ve gotik mimarı üslubunun doğrudan ataları olmasına dayandırıyordu': Getler'in / Gotlar'ın 19.yy tarihçisi Nennius'un diliyle şöyle anlatılmıştı: ''Almanya'dan Britanya'ya üç gemi geldi. Bunlar tanrının oğlu olduğu söylenen Getli Folegule'nin oğulları olan Horsa ve Hengest tarafından kumanda ediliyordu."
Getler'in / Gotlar'ın İsrailli Gad kabilesiyle özdeş görünmesinin temelindeyse isim benzerliğinin yanı sıra, Yaradılış 30: 1 1 'de geçen Gad sözcüğünün anlamı yatıyordu: "Ve Lea bir askerin geldiğini söyledi (İbranice'de ba gad) ve Lea ona Gad adını verdi:' Gawler şöyle diyordu: " İndi, İrlanda dilinde bagach şavaşçı anlamına gelir... Galce'de bagad ise bir gruba işaret eder"; böy- lece hem İrlanda dili hem de Galce kelt dilleri olduğundan bu, Getler'in / Godlar'ın / Gad'ın keltlerin atası olduğunun kanıtı olarak kabul edilir.
Dan Kabilesi de Britanya İsrailcilerinin pek ilgisini çeken bir kabile olagelmiştir; Britanya İsrailcileri kendilerince bu kabilenin Avrupa boyunca ilerlemesini izlemiş ve sonunda onların İngiltere'ye geldiğine inanmıştır. Dan , elbette, kendi halkını yöneten kişi olması itibariyle (Yaradılış 49:16) çok akıllı biriydi; ama bununla kalmıyordu. Halkı da hem karada hem de denizde çok becerikli bir halktı. Bu kabilenin üyeleri Fenikeliler'le evlenmişler ve onlarla birlikte deniz ticaretine başlamışlardı. Gaw- ler, Fenikeliler'in adımlarını attıkları her yere izlerini bıraktıklarını söylüyordu:
Gittikleri her yere, her nehre ya da kente, Filistini fethettiklerinde yaptıkları gibi Dan ismini bırakıyorlardı. Kızıldenizileki Dongola, Yunanistanilaki Kalidon, Evidan ve Makedon, Tuna (İngilizcede Danube), Danastris (bugünkü Dnister), Danap- ris ve Don, bütün bu isimler Danilan gelir. .. Danastris'i kaynağına doğru izlerken, yola Vistulailan devam ettiğimizde Vistula'nın Co-dan Körfezi (bugün Baltık Körfezi) kıyısında bulunan Dan-Zigile denizle buluştuğunu görürüz. Karşı tarafta Dannemora bulunur. Kuzey Denizi'nden Humber'a geçtiğimizde Don Nehrine varırız ve buradan güneye indiğimizde Doncaster'a varırız. Az ileride bugün Devonshire adıyla anılan Dannonia toprakları uzanır ve oradan İrlanda'nın kuzeyinde eskilerin Scotia dediği Dannanlar'ın bölgesine geliriz. Bu bölgede yalnızca yer isimleride değil, soyadlarında da don ekini sıklıkla buluruz; Dundalk ya da Donaghadee bunlara verilebilecek iki örnektir. Sözü geçen Donaghadee, Tuat- ha De Danann'ın ilk yerleştiği yerlerden biridir: okunuşu İb- ranice bir cümleyi çağrıştırır; İbraniceile Danhaghedee dendiğinde "Dan benim tanığımdır" demiş oluruz. Eski Scotiailan modern Scotia'ya ya da Yunanistanila benzerini gördüğümüz Caledonia'ya geçeriz. Burada, başka isimlerin yanı sıra Dumf- ries, Dumbarton (bu sözcükte m harfi n olarak okunur), Dun- dee ve Aberdeen (Don'un ağzı) ve Don Nehri isimlerine rastlarız.
Gawler, bunlara, Danimarka'nın Dan Kabilesi soyundan geldiğinden kuşku duyulamayacağını ve Danimarkalılar'ın gerçekten de Dan isimli ünlü bir savaşçının soyundan geldiklerine inandıklarını ekliyordu.
Diğer İsrail kabilelerinin isimleri, özellikle de Yosef adı, Avrupalı kavimlerin yaşadığı yerler üzerinden sürülemediğinden
bu kabilenin İskitler, Kimerler ya da başka bir kabile yoluyla Avrupa'ya geçtiği kolaylıkla iddia edilemiyordu. Bununla birlikte bu kabile tablo dışı bırakılamayacağından Yosef oğulları ile İngi- lizler arasında özdeşlik olduğunu savunanlar, isim benzerliği yönünden daha incelikli ve yaratıcı işaretlere başvurmak zorunda kaldılar. John Wilson, Yaradılış 49:24'te Yakup'un oğlu Yusuf'u överken kullandığı "onun yayı sağlam, kolları esnek çıktı" sözlerinin gerçek anlamını kavramada zorlandığını anlatır. Kendisini yeterince tatmin edecek bir açıklamaya ulaşmaktan uzak olduğu bir dönemde, resim çizen çocuklarını izlediğini ve çocuklarının kendisine İngilizler'in ünlü uzun yaylarıyla kazandığı Crecy, Poitiers ve Agricourt savaşlarının resimlerini yaptıklarını söylediklerini anlatır. Wilson, bunu duyunca bir anda Yusuf'la ilgili pasajla, İngiliz yayı arasındaki bağlantıyı yakalar ve İngilizler'in, Efraim'in yitik çocukları soyundan geldiğini iddia eder.
Kuşkusuz, isimler, olaylar ve yerler bağlamları dışında ele alınmış, tarihsel ve dinsel açıdan birbirine karıştırılmış ve yer yer yanlış şekilde yeniden inşa edilmiştir.
Milliyetçilik ve Kutsal Kitap Üzerinden Sürülen İzler
Biritanya İsrailcilerinin savunduğu fikirlerin gelişiminin erken bir noktasında İsrail kabilelerinin batıya geldiklerinde yalnızca Britanya adalarına değil, Kuzeybatı Avrupa'da pek çok bölgeye yerleştiklerine inanılıyordu. 187l'de kurulan ilk resmi örgüt Anglo-Efraim Derneği adına rağmen, "Tötonist" fikirler savunuyordu. Bununla birlikte, çok geçmeden, Britanya milliyetçiliğinin etkisiyle kıta avrupası uluslarının İsrail'le bağlantılı olamayacağı, çünkü Avrupa'da savaşın ve karmaşanın hüküm sürdüğü fikri hakim olmaya başladı. Avrupa savaşıyordu, öyleyse ilahi vaadler onun için olamazdı. Öte yandan Britanya ekonomisiyle, donanmasıyla ve askeri gücüyle yükseliyor, her geçen gün daha güçlü
bir imparatorluk oluyordu. Britanyalılar İsrailliler'in gerçek mirasçıları olduklarını ispatlamışlardı ve bu ayrıcalığı paylaşmaya niyetleri yoktu. Avrupacı Anglo Efraim derneği etkisini yitirirken, 1870'li yılların sonlarına doğru Britanya ve İrlanda'da kurulan Britanya yanlısı örgütler güç kazanıyordu. İsrail çocuklarının Britanyalılardan başkası olamayacağına ilişkin yeni kanıtlar aranırken İncile başvuruldu ve çeşitli pasajlara yeni anlamlar yüklendi. Hoşea'da İsraile yeni bir ad konacağının söylenmesi (1:9) bu yeni adın Britanya olabileceği fikrini uyandırdı. Yeşaya'da adalardan söz edilmesi de (24: 15) Britanya'ya işaret edildiği şeklinde yorumlandı. Büyük güç sahibi olunacağına (Mika 5:8) ve mevcut sınırların aşılacağına (örn. Yeşaya 49:19) dair vaatler de aynı yönde ele alındı. Çölde Sayım 24:8-9'da Britanya'nın sembollerine -tek boynuzlu at ve aslan- gönderme vardı. Soyun düşmanlarının kapılarına dayanılacağı (Yaradılış 22:17; 24:60) vaadinin, Britanya İmparatorluğu'nun Cebelitarık'ı, Aden'i, Singapur'u ve Hong Kong'u ele geçirmesiyle yerine getirildiğine inanıldı. Ateşli bir Britanya İsrailcisi olan Dr. Wild, Britanya'nın İstanbul'u da alması gerektiğini savundu.
Britanya İsrailciler'in gözünde Kıta Avrupası önemini yitirirken Amerika Birleşik Devletleri önem kazanıyordu. Amerika, bir okyanustan diğerine uzanan geniş topraklara sahip olmuştu ve bu toprakların tüm zenginliği artık onundu. Hem ekonomi, hem de etki alanı açısından gittikçe güçleniyordu; yazgısında bir dünya gücüne dönüşmek olduğu açıktı. Amerika Birleşik Devletleri Manaşşe kabilesi ilan edildi Yaradılış 48:19'da Manaşşe'ye Efraim'e (Britanya'ya) denk büyük bir halk olacağı vaat edilmişti. Gücünü ilahi bir vaatten alan bu ortaklık fikri genç Amerikan ulusunda pek çok insanı etkiledi, Britanya İsrailcileri bu toprakta pek çok yandaş buldu. Britanya İsrailcileri'nin H. W. Poole gibi ateşli Amerikalı yandaşları bu
fikri Yeni Dünyaya yaydı. Günümüzde, kendini Britanya İsrail- ciliği hareketine bağlı görmese de, hatta bu hareketin adını hiç duymamış olsa da, pek çok beyaz, Protestan Amerikalı İsrail kabilelerinden geldiğine inanır.
Başarının İsrail soyundan gelişe kanıt olduğu savının Ang- lo Amerikan beyaz dünyanın ötesine de ulaştığı oldu. 1905 yılında İngiltere-Japonya İttifakı ilan edildiğinde Japonya'nın büyük bir güç olacağı görülüyordu. Böylece, bir süreliğine gerçek Manaşşe'nin Amerika değil Japonya olduğuna inanıldı. İlahi olanla özel bir bağı bulunduğu düşünülen halkların belirlenmesinde başarı en önemli ölçütlerden sayıldı.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nda Britanya İsrailcile- ri, İngilizler'in moralini yükseltme görevini üzerine aldı ve bu amaçla binlerce broşür dağıttı. 1942'de yayınlanan bu broşürlerden biri Britanya'nın Zafere Ulaşmadaki Rolü adını taşıyordu:
İngiltere'nin verdiği savaşın doruk noktasında -tüm dünyanın gözünde Britanya'nın geleceği risk altındayken- bu ülkeye sığınan Belçikalı bir doktor şöyle haykırıyordu: "Siz Britanya- lılar, tüm gelişmeler bunun tersine işaret ederken Britanya'nın yenilmeyeceğinden nasıl emin olabiliyorsunuz? Bana zafere inandığınızı söylemeyin. Bana bir neden gösterin." lşte bu noktada, bu soruya ancak Britanya-İsrail bağlantısını savunanların yanıt verebileceği, bu olgunun Britanya-İsrail Gerçeği'nin gücünü ortaya koyduğu, daha önce hiç olmadığı kadar açıklık kazandı ... İnancımız rasyonel olmakla kalmıyor, aynı zamanda ilahi vaatten ve Tanrı'nın daha önceki vaatlerini tamamen gerçekleştirmiş olmasından güç alıyor. Geçmişte olanlar, gelecekte de tanrının vaatlerinin yerine getirileceğine dair güvence veriyor.
Abr^ham
(casi out) )SHMÂEL - ■
o
M/CHT/ NATİON. I GEN. 18,18.
I
ISOlD HiS
sı RTH ESAU
MAT^OVS " (OILH.AU) ^ ^ ■ 9 10
(lcaJacob -1
SEEO A.S "rHC STARS \
TOOt A "NA TION &
R(GHT)
{RACHELI
----
il 12
2 ^
HOUSE OF
jy?AH
HOUSEof ISRAEL ....
..
^ OISPERSEO 721 -74
536
ON
■ Two families”
70 A.D.
Tfwc’ "twoNatic is- EWS "TWO(OUNTRIEs"
M
I
AND
!EARS
?ısPER!ıoN
1917
194l>^
"rwo KıNGOOMs"
EzekJ5:IO. Jl:22
GENTILISED"|
.
.
1780 la
A.O.
UNflL
KINGDOM
COMMONWEAtTH
UNITED STAItl öf America.
OFJACOB
Resim 32: İsrail, Büyük Britanyave
Am erika Birleşik Devletleri Soy Kütüğü
İkinci dünya savaşından sonra Britanya'nın gerilemesi ve İmparatorluğun dağılması Britanya'nın İsrail'in mirasçısı olarak özel bir yazgısı olduğu inancını zayıflatmadı. Günümüz Britanya İsrailcileri'ne göre Kutsal Kitap'a dönüş ve Britanya'nın Ahit'te vaat edilen zafere ulaşması yalnızca bir zaman meselesidir, çünkü "Britanya İsrail'dir"
Sekizinci Bölüm
KIZILDERİLİLER VE BEYAZLAR:
AMERİKA'DA İSRAİL
Amerikanın 1492 yılında keşfedilmesiyle, İspanyanın temsil ettiği Avrupa yepyeni, kendisine bütünüyle yabancı bir dünyayla karşılaşmış oldu. Bu yeni topraklarda yaşayan tuhaf ve beklenmedik "yaratıklar" Avrupalı fatihler açısından büyük bir şaşkınlık kaynağı oldu: Bu yerliler neydi? Başlangıçta Kızılderili daha sonra Amerika yerlisi denilen bu yaratıklar insan mıydı? Yoksa insandan daha aşağı varlıklar mıydı? Onlara nasıl davranılmalıy- dı? İspanyollar başlangıçta Kızılderilileri insan kabul etmedi; on-
lan aşağı bir ırk olarak gördü, köleleştirdi, toplu kıyımlar yoluna gitti. Ancak on altıncı yüzyılın sonuna doğru saygın bir Katolik rahip ve Meksika'daki Chiapas eyaletinin piskoposu olan Barto- lome de las Casas, yerlilere kötü davranılmasına, onların ve kültürlerinin yok edilmesine karşı çıktı. Las Casas, böylelikle Katolik kilisesi ile İspanya tahtının resmi politikasını tartışmaya açmış ve Kızılderililere yönelik politikaların yeniden değerlendirilmesini talep etmiş oldu.
Las Casas'ın, Kızılderililer'e insanca davranılması talebinin kabul edilmesi ya da değerlendirilmesi Kızılderilileri insan ırkı içinde kabul etmeyi gerektiriyordu. Bu kabul aynı zamanda Kızılderililer'in kökenlerinin ne olduğu sorusunu beraberinde getirdi; kilise ideolojisinin hakim olduğu bu dönemde, İncilc:le kökenlerine dair hiçbir bilgi bulunmayan bir halk olabileceği fikri anlaşılır değildi. İncilc:le adları hiçbir yerde geçmeyen Kızılderililer'in kökenini keşfetme ihtiyacı ciddi bir teolojik sorun haline geldi, çünkü İncil'in dünya yüzünde var olan her şeyin bilgisini kapsamadığı düşüncesi onun kutsallığını tartışmaya açabilirdi. O dönemde dünya, özellikle de on altıncı yüzyıl İspanya Katolisizmi İncil'in insanlık tarihinin kadim dönemleri hakkında tek geçerli bilgi kaynağı olduğu inancını temel alıyordu. Amerikanın keşfine kadar bilinen tüm dünya halklarının kökenleri İncile dek sürülebiliyordu. İnsanlık, Nuh'un üç oğlundan -Sam, Ham ve Yafet'ten- türemişti. Sam'ın soyundan gelenler Asya'da, Ham'ın soyundan gelenler Afrika'da, Yafet'in oğullar ise Avrupa'da yaşıyordu. Amerika Kızılderilileri'nin ise bu tabloda yeri yoktu. İncil'in koca bir halkı gözden kaçırmış olması düşünülemeyeceğinden, kutsallığı bu açıdan tartışmaya açılamayacağından yeni keşfedilen bu halkın kökenleri en kısa zamanda ortaya çıkartılmalıydı. Hubert H. Bancroft'a göre bu, o denli büyük bir sorundu ki:
Resim 33: Rahip Bartolome de !as Casas
Resim 34: Putperestlerin öldürülmesi.
... Sanki yer altımızdan çekilmiş gibi, sanki filozofların ve her şeyi bilen din adamlarının karşısına Karanlıklar Denizi'nin derinliklerinden o güne dek kimsenin bilmediği bambaşka bir dünya çıkartılmış gibiydi.
On altıncı ve on yedinci yüzyıllar boyunca Amerikalı Kızılderililer'in olası kökenleri üzerine çeşitli teoriler geliştirildi. Bu halkın da diğerleri gibi Eski Dünyadan, dünya tarihine ilişkin bilinen her şeyle aynı kökenden geldiğine kuşku olamazdı. Kızılderililer'in Fenikeliler soyundan olduğunu söyleyenler oldu; Eski dönemlerin Fenikelileri büyük denizcilerdi. Ya da belki bu yeni ve tuhaf halk Kartacalılar'dan geliyordu; Kuzey Afrika'ya yerleşmiş Fenikeliler olan Kartacalılar tıpkı Kızılderililer gibi insan kurban ediyor, ateşe ve suya tapıyordu. Bazıları ise Kızılderililer'in antik Yunanlılardan geldiğini söylüyordu; Peru'da, üzerinde Grekçe harflere benzer harfler kazınmış olan bir taş bulunmuştu. Ayrıca Atinalılar, Amerika'dan çok da uzakta bulunmaması gereken Atlantis'in halkıyla savaşmamışlar mıydı? Amerikan Kızılderilileri'nin, Yoktan'ın oğlu Ofır (Yaradılış 10:26-29) soyundan geldiğine inananlar da vardı; çünkü Peru ismi Ofır'e, Yukatan ismi ise Yoktan'a benziyordu. Kızılderililerin kökenini Çin'de ya da antik Mısır'da -piramitleri inşa edenler Kızılderililer'di- ya da Etiyopya'da, Truva'da, İskitler'de, hatta şaşırtıcı bir şekilde Fransızlar, İngilizler ya da Danimarkalı Frizler gibi daha çağdaş halklarda arayanlar da oldu. Ancak bu teorilerden hiçbiri, Kızılderililer'in İsrail'in On Yitik Kabilesi soyundan geldiğine ilişkin teori kadar tartışılmadı ve benimsenmedi.
Kordilera Dağları'na Sığınan İsrailliler
Eski İsrailliler'in soyundan gelenlerin, Amerika'da yaşadığına ilişkin en bilinen ve dokunaklı öykülerden biri, 1652 yılında Amsterdam'daki Portekiz Yahudi cemaatinde önemli bir din bilgini olarak kabul edilen, Manaşşe Ben Israel tarafından yazılmıştır. İlginçtir, Ben Israel'in öyküsünde İsrail soyundan gelen-
ler, Amerikalı Kızılderililer'le değil ayrı bir halkla özdeş görülüyordu. Manaşşe Ben lsrael'in Misyonu ve Oliver Cromwelfüen Ricası adlı kitapçığın girişinde yazar, dönemin sözcükleri ve yazış biçimiyle, kendisine Antonius Montezinus adlı bir adam tarafından anlatılan şaşırtıcı bir öyküyü aktarıyordu; Montezinus adındaki bu adam, Amerika'da İsrail'in On Yitik Kabilesi'yle karşılaştığı iddiasındaydı. İyi eğitimli ve bilgili bir insan olan Ben Israel, Kızılderililerle İsrailliler arasında bir bağ olduğuna ilişkin teorilere kuşkuyla yaklaşıyordu:
Pek çok insan, Amerika halklarının, Yeni Dünya'nın ilk yerlilerinin kökenini, başlangıçta kaç kişi olduklarını merak ediyor. Başlangıçta kaç kişi olurlarsa olsunlar sonuçta iki insandan, Adem ile Havvaaan ve Tufanaan sonra Nuh'tan geliyor olmalılar. Yeni Dünya eskisinden bütünüyle ayrı bir yer gibi görünse de bu insanlar Eski Dünya'nın üç bölümünden birinden, Avrupaaan, Afrikaaan ya da Asyaaan gelmiş olmalı. Soru, Eski Dünyaaan Yeni Dünyaya geçenlerin kimler olduğu ve yolculuklarına nereden başladıklarıdır. Bu soru kısmen eski öykülere kısmense tahminlere dayanılarak yanıtlanmaya çalışılıyor; insanların alışkanlıkları, dilleri ve davranışları yaşadıkları yere göre değişiklikler gösterdiğinden kesin bir yanıt bulmak imkansız görünüyor.
Bununla birlikte kendi döneminde tartışılan çeşitli fikirleri değerlendirdikten sonra Ben Israel şu karara varıyordu:
Bu güne dek duyduğum ya da okuduğum hiçbir görüş banaMon- tezinus'un anlattıkları kadar ikna edici gelmedi. Montezinus'a göre Amerika'nın ilk yerlileri Tatarlardan kaçarak Kordilera Dağlarının ardına saklanan On İsrail Kabilesi'ydi.
Resim 35: Menasseh Ben Israel
Antonio Montezinus, Amerika'da On Yitik Kabile'yle karşılaşmasını, Menasseh Ben Israel'e ve Amsterdam Yahudi Cemaatinin diğer liderlerine 1644 yazında, başından geçen trav- matik olaydan iki buçuk yıl sonra anlatmıştı. Montezinus, Por-
tekiz Devleti ve Kilise'sinin tehditleri karşısında Hıristiyanlığı benimseyen, eski adı Aaron Levi olan Portekizli bir dönmeydi. Amerika'dayken Batı Hint Adaları'ndaki Honda limanından Qu bölgesine (Ekvador<iaki Quito olabilir) bir katır kervanı götürüyordu. Yanında, Kızılderililer vardı; içlerinden biri Francis'ti ama herkes ona Cazicus diyordu. Kordilera dağlarını aştıklarında karşılarına bir tapınak çıkmıştı. Bu tapınağı görmelerinden sonra kervanda pek çok kişi ölmüştü. Kızılderililer günahları için cezalandırıldıklarına inanıyorlardı. Francis, onları yatıştırmaya çalışırken, Tanrı'nın kutsal halkının, İspanyollara vereceği ceza yanında bu cezanın bir hiç olduğunu söylemişti. Bu sözleri unutmayan Montezinus, daha sonra gizli bir Yahudi olduğu suçlamasıyla hapse atıldığında, olanları düşünmüş, Kızılderililer'in gerçekte İbrani oldukları sonucuna varmıştı. Hapisten çıktıktan sonra, söylediklerine açıklık getirmesi umuduyla Francis'i aramaya başlamıştı. Francis'i bulduktan sonra onunla birlikte yolculuğa çıkmış ve uzak bir yerde kendisinin Levi kabilesinden olduğunu itiraf etmişti. Francis ona pek çok soru sormuştu; verdiği cevaplar kendisini tatmin edince onu dağlarda uzun ve tehlikeli, yeni bir yolculuğa çıkarmıştı. Günler sonra büyük bir nehre vardıklarında, Francis Montezinus'a, nehrin öte yakasında yaşayan kardeşleriyle tanışmak üzere olduğu haberini vermişti. Boyun- bağını havaya kaldırıp sallayınca, diğer yakada bir duman yükselmeye başlamıştı. Daha sonra bir kayıkta üç erkek ve bir kadın gelmişti. Kadınlar kıyıya çıkmış, erkekler kayıkta kalmıştı. Kadın, Francis'le, Montezinus'un anlamadığı bir dilde uzun uzun konuştuktan sonra üç erkek de kayıktan inmiş ve Montezinus'a sarılmıştı. Erkeklerin ikisi Montezinus'un iki yanına geçerek İb- ranica Şemayı okumuşlardı. Sonra yeniden kendi dillerinde Montezinus'a şu gizemli sözleri söylemişlerdi, söylenenleri Francis çeviriyordu:
Ataları Avraham, İshak ve Yakup ya da sonraki adıyla İsrailai.
Bunu parmaklarından üçünü kaldırarak anlattılar sonra tek parmaklarını kaldırdılar ve Reuben ismini eklediler.
Gelip kendileri ile yaşamak isteyen olursa ona kucak açacaklardı.
Yusuf denizin ortasında yaşıyordu. Bunu parmaklarının ikisini kaldırıp aralarını açarak anlattılar.
Heyecanla biraz sonra gidip birilerini ayakları altında ezeceklerini söylediler. Bunu söylerken gözlerini kırptılar ve ayaklarını hızla yere vurdular.
Bir gün hepsi birlikte konuşacak ve toprak ananın sırlarını paylaşacaklardı.
Önce bir ulak göndereceklerdi.
Francis ona başka sırlar da verecekti.
Montezinus gibiler kendilerini hazırlamalı ve Tanrıya bunların kısa zamanda gerçekleşmesi için dua etmeliydi.
Adamlar Montezinus'tan kendilerine, yazısı güzel olan on iki sakallı adam göndermesini istedi; adamlar on iki sakallı adamı parmaklarıyla anlattı.
Aynı heyet iki kez dönmüş ve tek bir sözcük eklemeden, Montezinus'un sorularından hiçbirini yanıtlamadan aynı mesajı tekrarlamıştı. Montezinus, kayığa binmeye çalışmış ama kabul edilmemişti. Sinirlenen ulaklar onu nehri geçmeye çalışmaması ve haklarında daha fazla soru sormaması yönünde uyarmıştı. Sonra, başka kayıklarda dörder kişilik gruplar gelmiş, ilk heyetin söylediklerini harfiyen tekrarlayıp gitmişti. Sonra, üç yüz kişi gelip Montezinus'la tanışmış, ona yiyecek ve giyecek vermiş, ardından nehrin öbür yakasına dönmüştü.
Resim 37: Kızılderili ayirıleri
Resim 38: Müzisyenler ve dansçılar
Dönüş yolunda Montezinus, Francis'ten kardeşleri hakkında daha fazla bilgi vermesini istemişti. Francis, gördükleri insanların İsrail'in Oğulları olduğunu ve buraya Tanrı tarafından getirildiklerini söylemişti. Francis'in anlattığına göre kızılderililer İsrail'in Oğulları'yla savaşmış ve onlara İspanyollar'ın kendilerine davranmadıklarından daha kötü davranmışlardı. Topraklarına gelen İsrailliler'i yok etmek amacıyla Kızılderililer, üç büyük ordu kurmuştu ama askerlerden hiçbiri geri dönmemiş ve hiç genç erkek kalmamıştı. Başlarına gelen bu korkunç olaydan son-
ra Kızılderililer, İsrail'in Çocukları'nın Tanrısı'nın, gerçek Tanrı olduğunu ve günün birinde İsrailliler'in, tıpkı geçmişte olduğu gibi tüm dünyaya egemen olacaklarını anlamıştı. Yapabilecekleri en iyi şeyin İsraillilerle anlaşma yapmak olduğuna karar veren Kızılderililer, beş şef (bunlara Cazici dendi) seçerek onlara yukarıda sözü edilen kadınla görüşme görevi vermişti. Görüşmelerin sonunda iki tarafın da kendi sınırları dışına çıkmayacakları, çıkanların ölümle cezalandırılacakları karara bağlanmıştı. Yalnızca beş Cazici yetmiş ayda bir İsrailliler'i ziyaret edebilecekti. Bu anlaşmaya harfiyen uyulmuştu. Kızılderililere ancak olağanüstü bir gelişme olduğunda İsraillilerle görüşme hakkı verilmişti. Kızılderililer bu hakkı üç kere kullanmıştı: İspanyollar geldiğinde, Güney Denizi'nden gemiler geldiğinde ve -uzun zamandır beklenilen- Montezinus geldiğinde. Kısa süre sonra Kızılderili Cazi- cuslar da, kendilerinin, İsrailli olduğuna inanmaya başlamışlardı.
Montezinus, Menasseh Ben Israel'e, üç başka Cazicusun da Honda limanına gelerek kendisini gördüğünü, kendilerini onun kardeşleri olarak tanıttığını ve tekrar gelmeye söz verdiklerini anlatıyordu.
Montezinus'un kim olduğu ve öykülerini neye dayandırdığı bilinmemektedir. Anlattıklarına baktığımızda, tuhaf bir şekilde, On Yitik Kabile'yle ilgili olağanüstü hikayeleriyle Danlı Eldad'ı hatırlarız. Bilindiği kadarıyla, Montezinus'un anlattıkları üzerinden araştırmalar yapılmamış, dağların ardındaki büyük nehrin öte yakasında yaşayan gizemli insanlar aranmamıştır. Nihayetinde, Menasseh Ben Israel de konuya belli bir kuşkuyla yaklaşıyordu:
Montezinus'un anlattıkları konusunda benim ne düşündüğüm sorulacak olursa, tüm bunların gerçek olup olmadığına karar vermenin yolu olmadığını söylerim, çünkü ortada bir kanıt
yoktur. Ne insanların yazdıklarında ne de Kutsal Kitap'ta bu topraklarda ilk yaşayanların kimler olduklarına dair bilgi bulabiliyoruz. ..
Gene de, Ben Israel, Montezinus'un dürüst bir adam olduğuna ikna olmuştu: Montezinus engizisyonun saldığı dehşete rağmen gizliden gizliye de olsa Yahudi dinine sadık kalmış, kişisel kazanç peşinde koşmamış ve hem pek çok saygın insan önünde hem de ölüm döşeğinde anlattıklarının doğru olduğuna yemin etmişti. Manaşşe Ben Israel, dönemin İngiltere hükümdarı Oliver Cromwell'e, Yahudiler'in dört yüz yıl önce kovulmuş oldukları İngiltere'ye dönmesine izin vermesi ricasında bulunduğu mektubunda, Montezinus'un öykülerinden de yararlanmıştır (Bölüm 7).
İsrailli Kızılderililer
Montezinus'a göre, Kızılderililer İsrail'in On Kabilesi soyundan gelmiyordu. Anlattıklarına göre, bu iki halk birbirinden ayrıydı; hatta ilişkileri bir dönem düşmancaydı. Bununla birlikte, iki taraf arasında bir anlaşma imzalandıktan sonra, Kızılderili şefleri kendilerinin İsrailli olduklarına inanmaya başlamışlardı.
Montezinus'unki, İsrail'in On Kabilesi soyundan gelenleri Amerika'da olduğuna ilişkin tek "ilk elden'' tanıklıktır. On altıncı yüzyılın sonlarından itibaren yaygınlaşan teoriye göre ise Kızılderililer'in kendileri yitik kabileler soyundandı. Bu yönde fikir beyan eden ilk kişinin piskopos Bartolome de las Casas olması muhtemeldir. Bu teori aynı zamanda bu insanların kökeninin İncilcie bulunup bulunmadığı sorununa da bir çözüm oluyordu. Dolayısıyla bu teoriyi ilk savunanların gene Katolik din
adamları, büyük olasılıkla, on altıncı yüzyılın sonlarında yaşayan, Meksika, Tezcucu yerlisi Peder Duran ya da on yedinci yüzyılın başlarında yaşayan Peder Garda olması şaşırtıcı değildir. Peder Garda, Kızılderililer ile İsrail'in yitik kabileleri arasında kurduğu bağlantıyı kendi araştırmalarından çıkarmadığını, tezlerini başkalarının gözlemlerini özetleyerek oluşturduğunu açıkça belirtiyordu. Bu, iki halk arasında bağlantı kurulmasının çok yeni bir gelişme olmadığını gösteriyordu. Kızılderili-İsrailliler teorisi hakkında ilk İngilizce metni on yedinci yüzyılın ortasında Rahip Thomas Throwgood yazdı; bu kitaptaki tezler Kuzey Amerika Kızılderilileri ile yaşayan Protestan din adamları arasında çok sayıda destekçi buldu. Başka pek çok din adamı ve kaşif de Kızılderili-İsrailliler teorisini benimsedi ve kendi gözlemleri ya da yayınlarıyla, konuyla ilgili gittikçe gelişen literatüre katkıda bulundu. Bunlar arasında en ünlü eserlerden biri on dokuzuncu yüzyıl sonları gibi tüm kaynaklarını bu konu üzerine dokuz ciltlik devasa bir eser hazırlamaya adayan Lord Kingsborough (Ed- ward King) oldu.
Kızılderili-İsrailliler teorisinin bunca heyecan uyandırmasının nedeni, öncelikli olarak bu teorinin Kızılderililere İncil'de geçen bir köken atfediyor olmasıydı. Buna ek olarak misyonerler Hıristiyanlığı benimseyen Kızılderililer'in Pagan değil de Yahudi olduklarını düşünmek istiyordu; çünkü bu, İsa Mesih'in dirilişini hızlandıracak bir gelişmeydi. Öyle ki, Throwgood'un teorileri misyonerleri New England'daki Kızılderililer üzerinde çalışma konusunda da teşvik etmişti. Dolayısıyla, Kızılderililer'in İsrailhler'le bağlantılı tezlerinin yayınlanmasından, kısa bir süre bu tezlere karşı çıkanların da, gene din adamlarının arasından çıkması bir ölçüde şaşırtıcıdır. Rahip Juan de Torquemada, 1615 gibi erken bir tarihte bu teoriyi eleştirmiş, Throwgood'un savlarına yanıtsa 1651'de Sir Hamon rEstrange tarafından verilmiştir.
Kızılderili-İsrailliler teorisinin ilk savunucuları, savlarını kaynaklardan çok çeşitli ipuçlarına dayandırıyordu. Öncelikle, kutsal kitaplardan alıntılara işaret ederek (Yeşaya 60:9, Yeremya 31:10, Zebur 97:1) sürülen İsrailliler'in denizin ortasındaki adalara dağılacağı kehanetini vurguladılar. Buna ek olarak Ezra'nın dördüncü kitabına başvurdular. Ezra, On Kabile'nin sürüldükleri Asur'dan -bir buçuk yıllık- uzun bir yolculuğa çıktıklarını ve sonunda daha önce kimsenin yerleşmediği Arzaret topraklarına ulaştıklarını anlatıyordu. Kızılderili-İsrailliler teorisyenleri, kabilelerin bu yolculukta Tataristan'dan (o dönemde bütün Orta Asya'ya Tataristan deniyordu) geçerek, Asya'nın doğu kıyısına ulaştıklarını, buradan da Aniyas Boğazı'nı (Bering Boğazı) geçerek Amerika'ya vardıklarını savunuyordu.
Bu teorisyenler yeri geldiğinde gözlemlerinden, başka zamanlarda ise hayal güçlerinden besleniyorlardı. Hoşea'nın, İsrai- loğullarının deniz kıyısındaki kum taneleri kadar çok sayıda olacağı kehanetinden yola çıkarak, Kızılderililer'in nüfusuna dikkat çekenler oldu. Dilbilim alanında, Kızılderililer'in konuştuğu dilin, tıpkı eski İspanyolcanın bozulmuş Latince olarak görülmesi gibi, İbranicenin bozulmuş hali olduğu ileri sürüldü. Küba'nın, adaya gelen ilk İsrail kabilesinin liderinin adı olduğu söylendi. Yer, nehir, insan isimlerinin, törenlerde kullanılan çeşitli sözcüklerin, İbranice sözcüklerin bozulmuş halleri olduğunu savunanlar oldu. Benzer şekilde iki halkın gelenekleri antropolojik açıdan karşılaştırılıyordu. Kızılderili-İsrailliler teorisini savunanlara göre On Kabile'nin bütün geleneklerini, az ya da çok ölçüde, korumuşlardı. Bazı Kızılderili kabilelerinde sünnet vardı; bazıları dinsel törenlerinin bir parçası olarak denizlerde ve nehirlerde arınıyorlardı; bazıları elli yılda bir kutlama törenleri yapıyorlardı; bazıları ölülere dokunmuyorlardı; bazılarıysa başlarına kötü bir şey geldiğinde ya da yakınlarından biri öldüğünde üstlerindeki
kıyafetleri yırtıyorlardı. Diğer bazı kabilelerde kadınların ruhsal ve bedensel açıdan arınmasına, eşden boşanma ve başkasıyla evlenmeye (Katoliklerin boşanması yasaktır) ilişkin kurallara rastlanıyordu. Bazı kabilelerin şefleri Eski Ahit'te görüldüğü gibi birden fazla eş alıyordu; kimileri, kardeşleri öldüğünde, onların dul kalan çocuksuz eşleriyle evleniyorlardı; kimileri faizi caiz görüyordu; kimileri ise Mika:3'te yazdığı gibi birbirlerini yiyordu. Elbette, Kızılderililer'in heretik alışkanlıkları olduğu da biliniyordu, ama bunların bu halkın kutsal kitabın yolundan ayrıldığında benimsedikleri alışkanlıklar olduğuna inanılıyordu.
İpucu olarak görülen dini alışkanlıklar da aynı derecede ilgi çekiciydi. Peder Georgia Garda, İsrailliler'in de, Kızılderililer'in de İsa'nın mucizelerini kabul etmediklerini, bu nedenle cezalandırıldıklarını savundu. Yahudiler dünyanın dört bir yanına dağılmak zorunda kalmış, Kızılderililerse büyük bir kıyımdan geçirilmişlerdi. Benzer şekilde, her iki halk da kendilerine gösterilen lütfün değerini bilmemişti; İsrailliler Tanrı'nın lütfuna, Kızılderililer ise İspanyollar'ın lütfuna gereken değeri vermemişti. King- sborough, uzun ve ayrıntılı benzerlikler listesinde pek çok örnek sıralayarak, İsrailliler'le Meksika Kızılderilileri'nin dinlerinin temelde çok benzer olduğunu ileri sürüyordu: Her iki halk da üstün tek bir varlığa inanıyordu; iki dinin tanrısı birbirine çok benziyordu. Her iki halk da Tanrı'nın yanı sıra çeşitli melekler, başka ilahi varlıklar, bir şeytan ve onun altında başka kötücül varlıklar olduğunu kabul ediyordu. İkisi de tapınaklarda, ayrıca tepelerde ve ağaçlar altında tanrılara kurban sunuyordu. Kızılderili-İsrail bağlantısını savunanlar davranış biçimlerine de özel bir önem veriyordu. Philippus de Utre adında bir adam Venezuela, Caracas yakınlarında bir yerde iki çiftçi ile karşılaştığını, çiftçilerin kendisinin de içinde bulunduğu silahlı grubu görünce kaçmak yerine onlara saldırdıklarını ve mızraklarıyla kendisini yaraladıkla-
rını anlatıyordu. De Utre, Kızılderililer cesur olmadıklarından, bu çiftçilerin, Tanrı'nın Kurtuluş Günü'ne dek o bölgede sakladığı İsraillilerden olduğuna karar vermişti. De Utre'nin bu görüşü, başkalarının her iki halkın da korkak olduğu savı göz önüne alındığında, şaşırtıcı görülebilir. Peder Garda da bu iki halkın, davranışları açısından benzerlik gösterdiğini vurguluyordu. Her iki halkla ilgili olarak sahip olduğu önyargılardan yola çıkarak, ikisinin de yoksullara, hastalara ve bahtsızlara iyi davranmadığını, her iki halkın üyelerinin de başıboş, kirli yalancılar, kendileriyle övünüp duran büyücüler ve domuzlar olduğunu söylüyordu.
Kızılderili-İsrailliler teorisini savunanlar açısından arkeoloji de önemli ipuçları sunuyordu. İspanyolların, özellikle Meksika'da ve Güney Amerikanın And Dağlarında karşılaştıkları tapınak ve yerleşim bölgesi kalıntıları herkeste hayranlık uyandırıyor ve spekülatif düşünceye esin kaynağı oluyordu. De la Vega'nın Bolivya, Collai bölgesinde Tiahuanacocia keşfettiği bir alanda bir avlu çevresine dizilmiş büyük binalar bulunuyordu. Alandaki bütün yapılar tek bir taştan inşa edilmiş gibiydi; belli ki binalar inşa edilirken taşlar harçsız ama sımsıkı yerleştirilmişti. Bölgede yaşayan Kızılderililer, De la Vega'ya bu yapıların Dünyayı Yaradan'a adandığını söylemişlerdi. De la Vega, bunun anlamlı bir açıklama olduğu fikrinde değildi; ona göre bu yapılar bütünü İsrailliler tarafından inşa edilmiş bir sinagogdan başka bir şey değildi. Bu savı ileri sürerken makul gerekçeleri vardı, çünkü Kızılderililer demir kullanmayı bilmiyorlardı; bu nedenle taşları bu denli mükemmel kesmiş olamazlardı. De la Vega, ayrıca Kızılderililer'in putlara taptıklarını, bu yüzden bu yapıları tek bir yüce Tanrı için inşa etmiş olamayacaklarını düşünüyordu. Benzer şekilde, Peru'yu gezen Petrus Cieza, Guamanga kentinde çok büyük yapılara ait olduğu belli olan yıkıntılar görmüştü. Yapıların, kendisi oraya gelmeden çok uzun zaman önce yıkıldığı, do-
layısıyla çok eski zamanlara ait olduğu belliydi. Bölgedeki Kızılderililer ona, bu yapıları, kendilerinden çok önce hakim olan beyaz sakallı insanların inşa ettiğini söylemişti. Kaşiflerin gözünde bu ve bunun gibi hayranlık uyandırıcı yıkıntılar, İsrailliler'in On Yitik Kabilesi'nce inşa edilmiş olmalıydı.
Kaşifler ve teorisyenler mitolojiden de iz sürüyordu; pek çok yazar Kızılderililer ile İsrailliler'in yaradılışa ve kadim tarihe ilişkin öyküleri arasında benzerlik görüyordu. Örneğin Kingsboro- ugh, Meksika Kızılderilileri'nin dünyanın yaradılışı öyküsünün İsrailliler'inkine yakın olduğunu savunuyordu. Kızılderililer, İsrailliler gibi, dünyada ölüm olmasını ilk erkeğin bir kadın yüzünden işlediği günaha bağlıyordu. Benzer şekilde, her iki halkın da Babil Kulesi'ne ve dünya yüzündeki canlıları yok eden bir tufana ilişkin öykü çeşitlemeleri bulunuyordu. Sürülüş öykülerinin bile Amerika'da bir karşılığı vardı. Peder Duran bazı Kızılderilileröen, atalarının, tıpkı Mısır'da İsrailliler gibi geçmişte çok büyük zorluklar ve yıkımlar yaşadığını duyduğunu aktarmıştır. İmdatlarına büyük bir adam yetişmiş ve onların lideri olmuştu; tıpkı Musa gibi, onların başka topraklara göç etmeye ikna etmişti. Göç sırasında bu eski dönem Kızılderililer'i, sürgün döneminde İsrailliler'in gördüklerine benzer mucizelere tanık olmuşlardı: Deniz kıyısına geldiklerinde Kızılderililer'in lideri asasıyla suya vurmuştu. Deniz yarılarak iki parçaya ayrılınca, Kızılderililer yollarına buradan devam etmişlerdi; peşlerindeki düşmanlarıysa denizde boğulmuştu. Resimlerle kayda geçirilmiş bir başka öyküye göre ise, yıkımda kaçan bu grup, kendilerine Vaat Edilen Topraklara yolculukları sırasında dinlenmek üzere yüksek bir dağın eteğine oturmuşlardı. Bu sırada korkunç bir deprem olmuş ve grubun içindeki kötü insanlar toprak tarafından yutulmuşlardı. Bu öykü, çölde liderleri Musa'ya başkaldıran İsrailliler'in başına gelenleri hatırlatıyordu.
İpuçları arasında belki de en ilginç olanı, İspanyolların gelmesinden önce, çok eski zamanlarda Amerikada Kızılderililer'in yanı sıra uzun boylu, beyaz, sakallı adamların bulunduğuna dair söylentiler ve kayıtlardı. Bunlar Vikingler ya da Amerikanın kıyılarına çıkan başka beyaz insanlar olabilirdi. İspanyollar bu öyküleri Kızılderililer'den duymuştu ve bazıları bunları Kızılderili- İsrailliler teorisinin bir parçası haline getirdi. İlginç olanı, bazı İspanyolların gerçekten de bu beyaz insanları gördüklerini söylemesiydi. İçlerinden biri Juariaga nehrinin kıyısında beyaz, sakallı insanlarla karşılaştığını aktarmıştı. Bu insanların iyi giyimli olduklarını, büyük bir kentte yaşadıklarını, altın ve gümüş zengini olduklarını anlatmıştı. Bir başka kaşifse gene aynı bölgede diğer nehrin kıyısında böyle insanlar yaşadığını duyduğunu söylüyordu. Bir başkasıysa yüksek dağ sıraları arasındaki düzlükte, beyaz halkla karşılaştığını bildiriyordu.
Peder Garcianın da içinde bulunduğu bazı din adamları, Kızılderililer'in bu uzun boylu, beyaz halktan ayrı bir ırk olmadığını, gerçekte onların soyundan geldiklerini savundu. Beyaz bir ırktan kızıl derili bir ırka geçiş doğal yollardan olamayacağından, bu kuşkusuz Tanrı'nın işiydi.
İsrail ve Kuzey Amerika Kızılderilileri
Kuzey Amerikanın keşfedilmesi, Orta ve Güney Amerikanınkinden sonradır. Kızılderili-İsrailliler teorisini benimseyen bazı kaşifler, Kızılderililer ile İsrailliler arasında, sıklıkla İspanyollar'ın başvurduğu yöntemlerle, benzerlikler bulmaya çalıştılar. Kuzey Amerikalı Kızılderililer çoğunlukla göçebeydiler ve Orta ve Güney Amerikada yaşayanlardan daha geri bir medeniyetleri vardı. Bu nedenle, bunların İsrail kökenli oluşuna
ilişkin ipuçlarının niteliği, güneyde yaşayan medeni kardeşleri- ninkinden biraz farklı oldu.
Kuzey Amerikalı Kızılderilileri ilk araştıran ve Kızılderili- İsrailliler teorisini benimseyenlerden ilki on sekizinci yüzyılda Kızılderililer ile ticaret yapan, kırk yıl boyunca onların topraklarında yaşamış olan James Adair idi. Adair, Amerika Birleşik Devletleri'nin güneydoğu bölgelerinde yaşıyordu ve burada kendisinin (gerçek kızıl adamlar) dediği yabanıl kabilelerle karşılaşmıştı. Adair'in, bu iki halk arasında bağlantı kurmaya çalışırken kullandığı savlar oldukça şaşırtıcıydı. Ona göre, Kızılderililer'in deri rengi iklimin sonucuydu. Havanın sıcak ya da soğuk olması insanların kızıl ya da beyaz derili olmalarını beraberinde getiriyordu. Adair, Shawano Kabilesi'nin, daha güneyde yaşayan Chik- kasa Kabilesi'nden daha açık tenli olduğunu gözlemlemişti. Gözlemleri onu, Kızılderililer'in deri renginin, ırka ait bir özellik olmadığını, Kızılderililer'in beyazlarla arasındaki fiziksel farkların onların alışkanlıklarından ve yaşama biçimlerinden kaynaklandığını düşünmeye itmişti. Adair'in gözlemlediği kabileler, o gün yaşadıkları topraklara batıdan, insanların deri renklerinin birbirinden farklı olmadığı uzak bir ülkeden gelmişlerdi. Kendi derilerinin başlangıçta ne renk olduğunu artık hatırlamıyorlardı. Adair'e göre kızıl derinin rengi ve dokusu sert rüzgarlardan ve yakıcı güneş ışınlarından kaynaklanıyordu. Buna ek olarak, Kızılderililer derilerini sürekli olarak, içinde kırmızı bir madde de bulunan bir yağ sürüyorlardı; bu yağ yetişkin beyazların derilerini bile kızıla çevirebilirdi. Adair, iki halkın fızyonomik özelliklerinin de ipucu olduğu kanısındaydı. Peder Garda gibi , Adair'in de, bu iki halk hakkında olumlu düşünceleri yoktu; ona göre Kızılderililer'in yüzlerine, gözlerine dikkatlice bakan ve kararsız, maymun iştahlı, inatçı ve acımasız olduklarını gözlemleyen herkesin aklına doğal olarak Yahudiler gelmeliydi.
Adair, iki halkın toplumsal örgütlenmelerini de benzer buluyordu. İsrailliler de, Kızılderililer de kabilelere bölünmüştü. Her iki halkın kabilelerinde bir şef vardı; her kabilenin bir amblemi ya da nişanı bulunuyordu. Kabile üyeleri aile adlarıyla anılıyordu. Her Kızılderili kampında merkezi bir toplantı alanı bulunuyor, şefler neredeyse her gece kabilenin diğer önde gelenleriyle topluluğa ilişkin önemli meseleleri bu alanda tartışıyordu. İsrailliler'in de, Sanhedrin adında benzer bir yaşlılar meclisi vardı (İkinci Tapınak dönemi). Kızılderilileröe evlilikler, boşanmalar, zinanın cezalandırılması, Yahudiler'inkine benzer kurallarla belirleniyordu. İki halkın ceza sistemlerinin geneli de benzerdi.
Dini inançları da birbirine yakındı. İki halk da bir büyük, yüce Tanrı'ya inanıyordu. Amerikalı Kızılderililer bunun yanı sıra daha küçük tanrılara inansa da İsrailliler'inde, benzer olarak, meleklerin varlığını kabul ettiği biliniyordu. Törenler arasında benzerlik vardı; iki halk da puta tapmıyordu. Adair, şaşırtıcı bir şekilde, ölüme yaklaşımlarının da yakın olduğunu gözlemlemişti. Kızılderililer her insanın öleceği zamanın ve yerin önceden belirlenmiş olduğunu kabul ediyordu; bunu engellemenin yolu yoktu. Aynı inanç, Yahudiler'in törenlerinden ve geleneklerinden büyük ölçüde etkilenen Antik Yunanlılar ve Romalılaröa da gözlemlenebiliyordu. Bir başka önemli benzerlik, her iki halkın da kendilerini Tanrı'nın seçilmiş insanları olarak görmesiy- di. Bu inançları, iki halkın dünyanın geri kalanından nefret etmelerine ve nefret ettikleri bu insanlar tarafından küçümsenmelerine neden olmuştu. Kızılderililer'in festivalleri ve dini törenleri, İbraniler'inkini andırıyordu. İsrailliler'in de Kızılderililer'in de peygamberleri, alt ve üst düzey kabul edilen din adamları vardı. Kızılderililer'in tapınakları arasında bir tanesi Kutsalların Kutsalı adıyla anılıyordu; bu da akla Kudüs'teki tapınağı getiriyordu. Ayrıca, Cherokee Kabilesi ve Missisipi kıyılarında yaşayan baş-
ka kabileler, çeşitli nedenlerle yolculuklara çıktıklarında yanlarına taşınabilir bir tapınak alıyorlardı; İsrailliler'in de aynısını çölde yaptıkları biliniyordu. Kızılderililer'in en büyük din adamının giydiği kıyafet İsrailli mudailininkine benziyordu. Kızılderililer de, tıpkı İsrailliler gibi, nehir suyunu sık sık dinsel arınma amacıyla kullanıyorlardı; temiz görmedikleri şeylerden uzak duruyorlardı. Savaşa gitmeden önce arınma ve oruç tutma yöntemleri eski İsrailliler'inkine benziyordu.
Adair'in incelediği bir başka alandilbilim oldu. Adaire göre, Kızılderili dilinde ve lehçelerinde "İbranice deyişlere ve İbranice'nin dehasına'' rastlanıyordu. Kızılderili dilinde sözcükler ve cümleler özlüydü, anlatım güçleri yüksekti; iki dilin harfleriyle anlamlandırma sisteminde benzerliklere rastlanıyordu. Kızılderililer de, İsrailliler gibi, zamanı Ay'ın hareketine göre bölüyordu. Gene İsrailliler gibi, hastalıkların Tanrı'nın öfkesinden kaynaklandığına inanıyorlar, hastalarını onlar gibi tedavi ediyorlardı. Her iki halk da ölülerini büyük bir itina ile gömüyorlardı. Boncuklar ve diğer takılarla süslenme her ikisi için de önemliydi ve takıların kendilerini kötülüğe karşı koruyacağına inanıyorlardı.
Kızılderili-İsrailliler teorisinin tek yandaşı Adair değildi. Bazıları bütün Kuzey Amerika Kızılderilileri'nin İsrail kökenli olduğunu savunurken, bazıları bu onuru yalnızca belli kabilelere bahşediyordu. İsraile özgü özellikleri en fazla gösteren kav- min Navajolar olduğu vurgulanıyordu. Navajolar, kırsal alanda barış içinde yaşıyorlardı; domuz etinden kesinlikle uzak duruyorlardı; sudan gelip suya döneceklerine inanıyorlardı. Peygamberleri vardı; iyi tüccarlardı ve kadınlarına nispeten iyi davranıyorlardı. Amerikanın güneybatısından yaşayan kabilelerin bu özellikleri İsrailliler'den almış olması mümkün görünüyordu; Albuquerqueae tanıştığım, Zuni arkadaşım, İsrailli On Yitik Kabile soyundan geldiğini söylerken işte bu inancı paylaşıyordu.
1760'lı yıllarda Pensilvanya'da ve Allegheny Dağları'nın batısında bulunan Kızılderililer ile yaşayan misyoner Charles Be- aty de Kızılderili-İsrailliler teorisine bir katkıda bulundu. Beaty, Kızılerililer'in On Kabile soyundan geldiği iddiasının doğruluğunu tartabilmek üzere, Kızılderililer'in geleneklerini yakından incelediğini aktarıyordu. Çalışmalarının ve gözlemlerinin sonunda, özellikle bazı geleneklerin birbirine ne denli yakın olduğunu görünce, bu iddiayı doğru kabul etmemenin mümkün olmadığı sonucuna vardı.
Beaty, gözlemlediği kabilelerde, özellikle kadınların Musa'nın Yasası'na göre yaşadığını anlattı. Bu kadınlar, adet gördükleri dönemlerde ve doğum yaptıktan sonra yedi gün topluluktan ayrı yaşıyorlar ve topluluğa dönmeden önce kendilerini, bütün giysilerini ve kullandıkları diğer araç gereci yıkıyorlardı. Kızılderililer'in bayramları da İsrailliler'inkine benziyordu. İlk Meyve Bayramı'nda kabilenin on iki önde geleni, avlanmış bir geyiği ve bir mısır ekmeğini on iki parçaya ayırıyor, parçaların bulunduğu tepsiyi yukarıya doğru kaldırıyor ve dua ediyorlardı. Ardından verilen yemekte, Fısıh Bayramı'na özgü birçok özellik göze çarpıyordu. Etin büyük kısmı topluluğa dağıtılıyordu, ama geri kalanlar yakılıyordu. Bununla birlikte, bazı kabileler geyiğin uyluk kısmını en baştan kesip atıyorlardı; bu da Yahudiler'in kurban ettikleri hayvanların uyluk başı üstündeki kalça adalesini atmalarına benziyordu. Kızılderililer de olağanüstü durumlarla karşılaştıklarında peygamberlerine başvuruyorlardı. Yaşlı Kızılderililer, bazı kabilelerde eskiden sünnet uygulaması olduğunu fakat bunun zaman içinde unutulduğunu anlatıyorlardı. Dünya yüzünde hiçbir halk, özgürlüklerine Kızılderililer ve eki İsrailliler kadar düşkün değildi. Kızılderililer de İsrailliler de korkusuz savaşçılardı. Bir hikayeye göre, Kızılderililer'in, eski zamanlarda, bir kutsal kitapları vardı; buna uydukları sürece Tanrı onlara iyi
davranmıştı. Ancak, eski ülkelerinde, kitaplarını beyaz adamlara satınca Kızılderililer'in düşüşü başlamıştı. Sonunda Tanrı onlara acımış ve onları Amerika'ya göndermişti.
Kalıntılardan Kanıtlar
Orta ve Güney Amerika'da olduğu gibi Kuzey Amerikanın çeşitli bölgelerinde de üzerinde İbranice yazılar bulunduğu iddia edilen çeşitli nesneler bulunması, Kızılderili-İsrailliler teorisine inancı güçlendirdi. 1815 yılında Joseph Merrick, Esq. Pittsfıeld, Pensilvanya'da İndian Hill adında bir yerde kazı yaparken bir buçuk metre uzunluğunda ve dört santim genişliğinde siyah bir kayışa rastladığını aktarmıştır. Kayışın iki ucunda ağızları dikilerek kapatılmış birer deri mahvaza bulunuyordu. Merrick zor da olsa sağlam mahvazayı açmayı başarmıştı. Mahvazanın içinde, üzerinde yazılar bulunan dört parşömen vardı. Parşömenlerden birisi Merrick'in çevresindeki meraklı insanların elinde dağılmıştı, diğer üçü ise Cambridge (Massachusetts? İngiltere?) gönderilmişti. Cambridgeöeki uzmanlar, parşömene dolmakalemle yazılmış pasajların, İncilöe İbranice parçalar olduğunu söylemişti. Bu kayışlı mahvazanın, bir yerli Yahudi'nin kaybettiği eski bir tefılin olduğu neredeyse kesindir.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarındaysa Ohio'dan ikinci bir keşif haberi geldi. Newark'un 12 kilometre güneydoğusunda, yerleşimcilerin inşaatlarda kullandıkları kayaları aldıkları büyük bir kaya yığını bulunuyordu. Bu alanda sonunda kazılar yapıldığında ahşap bir tabut bulundu. Tabutun altından bu kez taştan bir mahvaza içinde iyi kalite bir taş levha bulundu. Taş levhanın üzerinde uzun sakallı, uzun elbiseli bir adam çiziliydi. Adamın başının üzerinde ve levhanın arka tarafında çeşitli harfler var-
dı. Levhanın gösterildiği Newark'lu bir din adamı, bunların İb- ranice On Emir olduğunu söylemişti. Bu nesnelerin bugün nerede oldukları bilinmemektedir; dolayısıyla din adamının da haklı olup olmadığını bilmiyoruz. Bu nesneler gerçekse, büyük olasılıkla Colomb öncesi dönemden değildi.
Mormonlar
Mormonlar'ın (ya da resmi adıyla İsa Mesih'in Son Zaman Azizler Kilisesi'nin) öyküsü de, erken dönem İsrailliler'in Amerika'da bulunduğu ve oraya Tanrı'nın lütfuyla geldikleri inancına dayanır. Bu ütopyacı inanca göre, Vaat Edilmiş Topraklar Amerika'dır; Amerika "diğer tüm topraklar arasında seçilmiş topraktır" (Nefi il 1:5). Mormonlar'ın öyküsü aynı zamanda Kızılderililer'in kökenine ilişkin en ilginç açıklamalardan birini sunar.
Mormon Kitabı'na göre, Amerika'ya gelişin öyküsü Babil Kulesi ile başlar. Kuleyi inşa etmenin cezası olarak insanlar dünyanın dört bir yanına dağıldığında, Tanrı, Adem'den sonraki beşinci kuşaktan Yared'in oğullarına yardım etmiş, onların okyanusu aşmalarını ve Amerika'ya varmalarını sağlamıştı. Bunlar, Amerika'ya ilk yerleşen insanlar olmuştu, Zaman içinde Tanrı'nın kendilerine gösterdiği bu lütfu unutmuş ve kötü yola sapmışlardı; böylece İsa'nın doğumundan altı yüz yıl önce yıkıma uğramışlardı. Amerika'ya ikinci gelen göçmen dalgasını da, Yehuda Kralı Tzidkiyahu hükümdarlığının birinci yılında Kudüs'ten ayrılan ve büyük okyanusa ulaşana kadar doğuya doğru ilerleyen İbra- niler oluşturuyordu. Bunlar, okyanusu teknelerle geçmiş ve Güney Amerika'nın batı kıyısına ulaşmışlardı. Birkaç yıl sonra kentleri Babilliler tarafından yıkılan Kudüslüler de onlara katılmıştı.
Amerika'ya geldikten sonra Yahudiler iki ulusa ayrılmıştı: Adlarını, Amerika'ya yolculuklarında kendilerine önderlik eden peygamberleri Nefı'den alan ahlaklı Nefıliler ile yozlaşmış lider Laman'ın adını taşıyan kötücül Lamanlılar. Nefıliler kıyıma uğramış ve kuzeye kaçmışlardı; Lamanlılar ise güneyde kaldılar. Nefıliler'in yanında pirinçten levhalara geçirilmiş, Musa'nın Beş Kitabı ile Yeremya'ya kadar olan peygamberlerin kitapları vardı. Nefıliler tüm bunları yeni pirinçten levhalara geçirdiler ve kuşaktan kuşağa aktardılar. Tanrı da onları ödüllendirerek, Vaat Edilmiş Topraklar olarak bütün bir Amerika kıtasını verdi. Nefıliler Amerika'da refah içinde yaşadı, sayıca arttı, çok çeşitli bölgelere yayıldı, büyük kentler ve tapınaklar inşa etti, toprağı işledi, hayvanlar yetiştirdi, altın ve gümüş ve demir buldu. Pek çok peygamber yetiştirdi ve bu peygamberlerin söylediklerini altından levhalara işledi.
Öte yandan, Lamanlılar ise gittikçe daha kötü bir duruma düştüler ve Nefıliler'e karşı açtıkları bütün savaşları kaybettiler. Bugün Amerikanın dört bir yanında Lamanlı savaşçıların kemikleri bulunmaktadır. Lamanlılar, Amerika'ya geldiklerinde beyaz tenliydiler, ama kötülükleri nedeniyle Tanrı onları lanetledi. Derilerinin rengi koyulaştı. Böylelikle Kızılderililer'in ataları oldular. Mormon Kilisesi'nin öncelikli amaçlarından biri Kızılderililer'i dine döndürmektir; böylelikle onların en baştaki hallerine döneceklerine ve yeniden beyaz adamlar olacaklarına inanırlar. Kızılderililer'i, kötü yola sapmış kardeşleri olarak gördüklerinden, Mormonlar onlara nispeten iyi davranmışlardır.
Ancak, döngü devam edecek ve iyiler yeniden kötü duruma düşecek, kötülerse yeniden egemen olacaklardı. Nefıliler, Tanrı tarafından kutsanmış olmalarına rağmen, daha sonra bir kez daha O'nun gözünden düştüler. Büyük depremler pek çok kenti ve -hem Nefıliler'den hem de Lamanlılar'dan- sayısız insanı
yuttu. İsa Amerika'ya gelerek hayatta kalanlara yeni yasalar vaaz etti ve bu yasalar altından levhalara işlendi. Böylelikle hayatta kalanlar Hıristiyanlığı benimsedi ve üç yüz yıl boyunca huzur içinde yaşadı. Dördüncü yüzyılın sonlarına doğru Nefıliler ile La- manlılar arasında savaş çıktı ve savaşın sonunda Nefıliler önce kuzeye sürüldü, sonunda da Cumorah Tepesi yakınlarında (New York) yok edildiler. Bu süreç içerisinde çoktan Kızılderili olmuş olan Lamanlılar, Amerikanın tek yerlileri oldular. Bu trajik dönem sonrasında ancak çok az sayıda Nefıli hayatta kaldı; bunlar arasında Mormon ile oğlu Moroni de vardı.
Mormonlar, atalarının tarihini levhalar üzerine yazdılar ve bunları yanlarındaki diğer levhalarla birlikte Cumorah Tepesi'nde bir yere gömdüler. Moroni, babasının izinden giderek Nefıler'in M.S 420 yılına kadarki tarihini kayıtlara geçirdi. Kitabını aynı yere gömdü. Mormon Kilisesi'nin kurucusu Joseph Smith, 22 Eylül 1827'de bu kayıtları buldu. Smith, "Urim Tum- mim" adlı mucizevi taşların yardımıyla bu kayıtlarda yazılanları okumayı başardı ve bunları Mormon Kitabı'na ekledi. Mormon- lar, bugün de, kendilerini İsrail soyundan görürler, ancak açıkça On yitik Kabile'den geldiklerini vurgulamazlar. Bununla birlikte, "Patriarcal Blessing" sırasında, törene katılanların her biri hangi kabileden geldiğini söyler. Mormonlar'ın çoğunluğu, Efra- im üzerinden Yusuf oğullarından sayılır; bazıları kendilerini başka kabilelerden görür. Dolayısıyla On Yitik Kabile'ye gönderme vardır. Buna ek olarak, Mormonlar, Mormon olmayanlara "Gentile" derler; bu, Yahudiler'in Yahudi olmayanlar için kullandıkları addır.
Görüldüğü üzere, hem bazı Kızılderililer, hem de önemli bir beyaz Hıristiyan mezhebi bugün kendilerini, Amerika'ya göç etmiş İsrailliler'in soyundan kabul eder. Her iki grup da ilahi vaatlerin gerçekliğine inanır. Mormonlar'a göre bu vaatler, Vaat Edil-
miş Topraklar olan Amerika'da gerçekleşmiştir; peygamberlerin söylediği gibi burada refah içinde yaşamaktadırlar. Öte yandan, Kızılderililer'in gözünde, vaatler yerine getirilmeyi beklemektedir. Kızılderililer gelecekte bir gün, Tanrı'nın da yardımıyla, yaşamlarının değişeceğini ve büyük ölçüde iyileşeceğini umut etmektedirler.
Dokuzuncu Bölüm
DÜNYANIN
ÜCRA KÖŞELERİNDE
İSRAİLLİLER
Geçmiş yüzyıllarda, macera tutkusuyla dünyanın ücra köşelerine koşan hevesli kaşifler, gezginler ve misyonerler yabancı halklarla ve şaşırtıcı geleneklerle karşılaşmıştı. Dünyayı anlamlandırmada yalnızca İncil'le donanmış olan bu kişiler, karşılaştıkları yeni ve egzotik kabileleri, İnciföe yazılanlarla karşılaştırdılar. Kendilerine eski İsrailliler'inkini anımsatan pek çok gelenek gördüler. İnciföeki İbraniler'e benzediklerini düşündükleri sayısız fiziksel özellik saptadılar. Yerli halkların konuşmalarını dinleyip dillerinde İbranice sözcüklere benzer sözcükler avlamaya çalıştılar. Bu yöntemleri kullanarak yeni keşifleri-
ne İncil'de bir temel bulmayı umdular; İncil'de geçen halklardan birine bağlayabildiklerinde keşfettikleri halkları anlamlan- dırabilmiş oluyorlardı. Yeni keşfedilen kavimler ve kabileler, ancak İncil'de geçen halklar, yerler ya da olaylarla ilişkilendirildi- ğinde açıklanabilir oluyordu. Ve çok eski zamanlarda kaybolan ama bir gün bulunacaklarına dair ilahi bir kehanet bulunan, On Yitik Kabile'nin öyküsü de bu yolda en çok başvurulan öykülerden biri oldu. Dolayısıyla dünyanın dört bir yanında, ücra köşelerde, Yitik Kabileler'in soyundan gelenler bulunduğu söylendi. Sonu gelmeyen yayınlarda, Avrupalılar'ın ulaştıkları her yerde -Afrika'da, Asya'da, Amerika'da, hatta Yeni Zellanda'da- bu kabilelerden gelenlerin bulunduğu iddia edildi.
Gezginler keşfettikleri, gözlemledikleri, anlamlandırmaya çalıştıkları bu yeni bulunan halkları sıklıkla, hem Pagan oldukları için, hem de ileri kültürlerle karşılaştırıldıklarında ilkel, hatta barbar sayılabilecekleri için, horgörüldüler. Yeni beyaz efendilerince boyunduruk altına alınan bu halklar zaman içinde bazı Hıristiyan doktrinlerini benimsediler ve kendi durumlarını yorumlarken bunlara başvurdular. Avrupalı egemenlerin baskısı altında ezilen pek çok yerli halk, İncil ile tanıştı ve kıyıma uğrayan Yahudiler'in kaçış öyküsünde kendilerini buldu. Bu halklar İsrail'in Yitik Kabileleri'nden geldikleri iddiasını, pek çok kez oldukça ilginç süreçlerden geçerek sahiplenmişlerdir; bunlardan bir kısmı bu bölümde ele alınacaktır.
Hindistan'da İsrailliler
İsrail'in Yitik Kabileleri'nden gelenlerin Hindistan'da bulunduğu inancı, on ikinci yüzyılda, Hindistan'da bir Hıristiyan krallığını yönettiğine inanılan, efsanevi din adamı ve kral Presbiter John
zamanında yayılmıştır. Presbiter John'un, krallığını anlattığı mektupların Ortaçağ Avrupası'nda ünlendiğini biliyoruz; John'a göre, hayali olma ihtimali son derece yüksek olan krallığının yanındaki topraklarda İsrail'in dokuz kabilesinin yaşadığı güçlü bir devlet bulunuyordu. Bu devlet öylesine zengindi ki evleri değerli taşlarla inşa edilmişti. Bu topraklarda kaynağı cennette bulunan iki ırmak bulunuyordu. Hindistan'daki bazı halklar, bu mucizevi efsanelere dayanarak, İsrail soyundan geldiklerini iddia etmişlerdir. İddiaların niteliği kabileden kabileye farklılıklar gösterebilmektedir.
Shinlung Kabileleri
1990'lı yılların başlarında bazı İsrail gazetelerinde şu başlıklara yer verildi: "Hindistan'daki bir milyon kardeşimiz"; "Hindistan'da milyonlar şu iddiada bulunuyor: Yitik İsrail Kabileleri soyundan geliyoruz''. Gerçekten de Hindistan'ın kuzey doğusunda, Miramar (eskiden Burma) sınırına yakın uzak bir bölgede yaşayan Shinlung üyeleri, hem kendilerinin hem de Burmadaki pek çok kardeşlerinin, bu arada küçük Tiddim Kabilesi'nin eski Manaşşe Kabilesi'nden geldikleri iddiasındadır. Bu iddia çok yakın tarihte değildir, ama Misoram bölgesine giriş, Hindistan yetkililerince yasaklanmış olduğundan, İsrailliler bölgeye ancak 1980'li yılların sonunda girebilmiştir. Bu İsrailli gezginlerin bazıları, Shinlung Kabilesi üyelerinin, Avraharn'ın, İshak'ın ve Yakup'un Tanrısı'na İbranice dua ettiklerini, Tefıl'in kullandıklarını ve başlarını örttüklerini aktarmışlardır; bunların hepsi bu halkların Yahudi olduğuna işaret eden ipuçları olarak kabul edilmiştir. Bu keşfin İsrailae yarattığı heyecan, bu halklardan bazı ailelerin İsraile göç etmesini ve orada Ortadoks Yahudiliği benimsemesini beraberinde getirdi. 1998ae bunlara başka aileler de katıldı; bugün İsrailae gittikçe büyüyen bir Shinlung cemaati vardır.
Shinlung Kabileleri'nin tarihine ilişkin pek az şey biliyoruz. Shinlunglar'ın, Hindistan'ın kuzeydoğusundaki tepelik arazide
Resim 39: "Manaşşe Kabilesi" sinagogunda dua,
Mizoram, Hindistan, 1995.
Resim 40: "Manaşşe Kabilesi" üyeleri, Miroram, Hindistan, 1995.
yaşayan diğer kabileler gibi bu topraklara Çin'den geldikleri kabul edilir. Kendi iddialarına göre, Şalmanezer tarafından Asur'dan sürüldükten sonra Çin'in Yunan bölgesine yerleşmişlerdi. Daha sonra buradan yeniden yola çıkarak Çin'in merkezine ilerlediler ve burada, Kaifeng<ie yaşayan Yahudi cemaatiyle karşılaştılar. Buradan Siçuan'dan geçerek sonunda Hindistan-Miramar sınırında bugün yaşadıkları bölgeye vardılar. On dokuzuncu yüzyılda gelen Hıristiyan misyonerlerinin etkisiyle Hiristiyanlık'ı benimsediler. Shinlung üyeleri, tüm bu zaman boyunca Yahudiliğe hep sadık kaldıklarını söyleseler de, misyonerlerin eski İsrailliler'inkine benzeyen bazı adetlerle karşılaştıklarında, bu kabileleri İsrail'in On Kabilesi soyundan ilan etmiş olmaları büyük ihtimaldir. Manaşşe Kabilesi olarak kabul edilmelerinin nedeni büyük olasılıkla dualarında sıkça Manaşşe sözcüğünü kullanmalarıdır. Büyük bir yoksulluk içinde yaşayan bu insanlar, İsrail'in On Yitik Kabilesi'nden geldikleri iddiasını benimsemiş ve içselleştirmişlerdir; böyle bir soydan gelmek Tanrı'nın onları koruduğu ve onlara daha iyi bir gelecek vaat ettiği anlamına geliyordu. İsrail Devleti'nin kurulduğu haberi bölgeye ulaştığında bu kabileler, Seçilmiş Halklar'dan olduklarını açıkça ilan etmişlerdir.
Karenler
Geniş Hindistan topraklarında, İsrail soyundan geldiği iddiasında bulunan tek grup Shinlung Kabileleri değildir. On dokuzuncu yüzyılda yaşamış bir İngiliz hekim ve yazar olan Geor- ge Moore, Budizm'in İsrail dini ile bağlantılı olduğunu ileri sürüyordu. Buna ek olarak, Amerikalı misyoner Mason'un bir raporuna dayanarak, Burma-Hindistan sınırındaki bir başka kabilenin daha Yahudi olduğunu savunuyordu. Moore'a göre, bu kabile de Çin'den geliyordu. Söz konusu kabile bir zamanlar Siyamdan (Tayland) Bengale kadar çok geniş bir alana yayılmış-
tı. Karenler pek çok İsrail geleneğini benimsemiş görünüyordu: Kadınlara saygı gösteriyorlardı ve çok eşlilik yasaktı. Ahlaklıydılar, çalışkandılar, yabancılara iyi davranıyorlardı. Giyimleri Burnalılar'ınkine benzemiyordu. Moore, Mason'un, "Karenlere baktığımızda Yahudiler'i düşünmemek mümkün değil;' sözünü alıntılıyordu. Karenler sakal bırakmayı çok önemsiyorlar ve şu sözü benimsiyorlardı: "Sakallı adam kadim krallar ırkındandır"
Karenler, Tanrı'ya Yuvalı diyorlardı ve bunun Yehova olduğuna inanıldı. Karenler, Tanrı'nın onlara çok eski zamanlarda deri üzerine yazılmış kitabını verdiği iddiasındaydılar. Bu kitap bir rafa konmuştu, ama bir horoz onu almış götürmüş, sonraysa bir domuz parçalamıştı. Bu nedenle, Yahudiler gibi, Tanrı'ya tavuk ve horoz kurban ediyor ve domuzdan nefret ediyorlardı.Komşu- larını lanetlemek istediklerinde bunu yapacak büyücüleri ve peygamberleri vardı.Yaradılış öyküleri Yahudiler'inkine çok benziyordu: Tanrı önce cenneti ve yeryüzünü yaratmıştı;sonra erkeği, onun kaburga kemiğinden ise kadını yaratmıştı ve sonra onlara can vermişti.Tanrı ölüm ve yaşam ağaçlarını yaratmış ve insanın ölüm ağacından meyve yemesini yasaklamıştı. Erkek, Şeytana ve kadına uyarak bu yasağı çiğnemişti. Karen kabilesi, bölgede, evlerindeki .sütunlardan birini beyaza diğerini kırmızıya boyayan tek kabileydi; bu, Yahudiler'in Mısır'dan çıkışı anmak üzere kapılarının eşiğine kan sürmelerine benzetiliyordu (Mısır'dan Çıkış 12:22) Karenler bu gelenekleri, tanrının yazdığı bir kitaptan öğrendiklerine inanıyorlardı.
Karenler'in bu gelenekleri Hıristiyan misyonerlerinden almış olabileceği kuşkusunu ortadan kaldırmak üzere Moore, bu kabilede hiçbir Hıristiyan geleneğine ya da semboline rastlamadığını söylüyordu. Bununla birlikte, geleneklerin gerçek- tende Hıristiyanlar'dan gelmiş olması tek mantıklı açıklamadır. Shinlung'un tersine, Karenler On Yitik Kabileöen geldiklerini
inkar etmediler. Kendilerini bu yönde ikna etmeye çalışacak hevesli İsrailliler onlara ulaşamamıştı.
Kanalılar
Güney Hindistan'daki Travandrom Kanalılar'ı da, Yahudi olmalarına rağmen, On Yitik Kabile soyundan geldikleri iddiası taşımayan bir kabiledir. İsrailliler'in ilk kez 1980 yılında keşfettiği bu kabile, adlarının kökenlerine ilişkin ipucu taşıdığını savunuyordu. Onlara göre, Celile'deki Kana bölgesinden, İsa'nın suyu şaraba çevirdiği yerden geliyorlardı. Anlattıklarına göre, ilk Hıris- tiyanlar olmuşlardı; bu nedenle büyük baskıyla karşılaşmış, önce Suriye'ye oradan Hindistan'a kaçmak zorunda kalmışlardı. Kanalılar, gene de, Yahudi dinini hiç bırakmadıklarını iddia ediyorlardı. Bazı Kanalılar İsrail'e gelip Ortodoks Yahudiliği benimsemiş ve diğer cemaat üyelerini de bu yolda teşvik etmiştir.
Koçi Yahudileri
Gene Güney Hindistan'da Malabar kıyısında Koçi içinde ve yakınlarında bir başka Yahudi cemaati bulunur. Bunlar, açık Ya- hudiler olmalarına, kökenlerine ve geçmişlerini ilişkin gizemli öykülere sahip olmamalarına rağmen, onlara On Yitik Kabile soyunu atfetmek isteyen kaşiflerin ilgisini çekmişlerdir. Koçi Yahudilileri'nin On Yitik Kabile soyundan geldiklerini ilk iddia eden, on ikinci yüzyılda yaşamış İspanyol Yahudi gezgin haham Tudelalı Benyamin'di; Benyamin, çoğunlukla Güney Hindistan olduğu düşünülen (bazense Etiyopya olduğu iddia edilen) Kılş'ta birkaç bin siyah derili Yahudi'nin yaşadığını duyduğunu aktarmıştı. Benyamin, bu Yahudiler'in Tevrat'a bağlı olduğunu ama Talmud'a bağlı olmadığını söylüyordu. Çevredeki halklardan farklı ve bağımsız bir yaşam sürdüklerinden, Benyamin onları, bulmayı çok istediği On Kabile soyundan görmüştü.
Hindistan'da bir Yahudi cemaati bulunduğu bilgisi on altıncı yüzyılın ünlü Yahudi coğrafyacısı Abraham Ferissol (Farizol)'da da geçer. Ferissol'un anlattığına göre İtalyan Hıristiyan yazar Vezpucio, 'Calicut'un yukarısında' (bugunkü Kalküta) yaşayan Yahudiler'in, Hint okyanusundaki adalarda ve 'Mekke'nin yukarısında' yaşayan Yahudilerle bağlantılı görünüyordu. Ferissol aynı zamanda Kalküta'nın yukarısında bulunan Ganj Nehri'nin, Yahu- dileri Hintlilerden ayırdığını yazıyor ve Ganj'ın hem İncilcle geçen Gozan Nehri'yle, hem de mucizevi Sambatyon Nehri'yle bağlantılı olabileceğini savunuyordu. Hindistan Yahudileri zengindi ve zenginliklerini baharat ve biber ticaretine borçluydular. Ferissol'un verdiği bu son bilgi, Koçi Yahudileri'nin gerçekten varolduğunu göstermektedir. Koçi, bugün de önemli bir baharat merkezidir. Kalküta ve Ganj'ın Güney Hindistan'la birlikte anılmasıysa, on altıncı yüzyıl coğrafyacılarının yetersizliğine işaret eder.
Resim 41: Tören giysileriyle Madai ailesi, Koçi, yaklaşık 1900.
On dokuzuncu yüzyılda, Avrupalı misyonerler tarafından ilk bulunduğunda bu küçük Yahudi cemaati, siyah Yahudiler ve beyaz Yahudiler olarak ikiye bölünmüştü. Söz konusu dönemde, bakır tabletlere, yerli Malayan dilinde yazılmış bir metne dayanarak, bu beyaz Yahudiler'in, Babil Kralı Nabukadnezar'ın yıkımından kaçan Yahudiler olduğu iddia edilmişti. Rahip Cladi- us Buchanan'sa, siyah Yahudiler'in Asurlu Şalmanezar tarafından sürülen ve Hindistan'a Keldan'dan geçerek ulaşan On Kabile çocuklarıydı. Rahip Charles Froster, bu görüşe katılmıyordu; ona göre, siyah Yahudiler Afganistandaki Beni-Israel kabilelerinden geliyordu. Daha sonraki araştırmalar, söz konusu bakır levhaların onuncu yüzyıla ait olduğunu ve Koçi'ye bu tarihten çok sonra gelen beyaz Yahudilerle hiçbir ilgisi olmadığını ortaya çıkardı. Levhalarda, orada yaşayan Yahudi cemaatinin yasaları bulunuyordu.
Yahudiler'in Koçi'ye ilk kez ne zaman geldikleri bilinmemektedir. İlk gelen Yahudiler büyük olasılıkla Yemen'den, Irak'tan ya da başka yakındoğu ülkelerinden gelip baharat ticaret yollarının geçtiği Koçi'ye yerleşen tüccarlardır. Beyaz Yahudiler'se daha geç dönemde, on altıncı yüzyıldan itibaren Akdeniz ve Ortadoğu ülkelerinden gelmeye başlamış İspanyol sürgünlerdir.
Çin'de On Kabile
Hindistan'ın tersine, Çin yakın tarihe kadar İsrail'in On Yitik Kabilesi'ni arayan kaşiflerin ilgisini çekmemiştir. Bununla birlikte, iki ayrı grubun, ikisinin de Yitik Kabile soyundan geldiği iddiası olmasa da, bir ölçüde ilgi uyandırdığı söylenebilir.
Resim 42: Siçuan bö lgesinde Chiang Min köyü, Çin, 1996.
On yedinci yüzyılın başlarında, Çin'in merkezindeki Kaifengöe, İtalyan Cizvit misyoner Matteo Ricci tarafından kü-
çük bir Yahudi cemaati keşfedildi. Cemaat, atalarının, kıyımdan kaçan ya da İpek Yolu'nda ticaret yapan Orta Asya ya da Hindistan Yahudileri olduğuna inanıyordu; Çin'e yaklaşık on birinci yüzyılda yerleşmişlerdi. 1163'te Çin'e inşa edilen ilk sinegogları doğal felaketler sonucu yıkılmış ve pek çok kez yeniden inşa edilmişti, ama on sekizinci yüzyılda kullanılamaz hale geldi. Aynı zamanda, cemaat geri kalan Yahudi dünyasından bütünüyle kopuk yaşadığından yavaş yavaş asimile olmaya başladı. Cemaat üyeleri Çin adetlerini benimsemeye, çocuklarına Çin isimleri koymaya, Çin'li komşuları ile evlenmeye başladı ve böylece zaman içinde Yahudi kimliklerini yitirdi. Bölgeye on dokuzuncu yüzyılda giden Hıristiyan misyonerleri burada pek çok dua kitabı ve Yahudiler'in kullandığı pek çok eşya buldu. Misyonerlerden bazıları bu cemaatin On Kabile soyundan geldiğini iddia etsede, cemaatin kendisi bu fikri hiçbir zaman benimsemedi.
Rahip Thomas F. Torrence, 1916 yılında Batı Çin Siçuan halkından Chiang Min kabilesine misyoner olarak gittiğinde, yüksek dağların dik yamaçlarına kurulmuş köyleri hayranlıkla anmıştı. Dinini ve ayinlerini gözlemlerken bu kabilenin 'Abba Cee' adında tek bir tanrıya inandıklarını görünce şaşırmıştı. Torrance, buradan yola çıkarak, Chiang Min dininin tek tanrılı olduğu ve İsrail'le ata- larınınkine bağlı olduğu sonucuna varmıştı. Chiang Min kabilesi, Çin'e uzak bir geçmişte Ortadoğuaan göç etmiş olmalıydı. Bununla birlikte, daha geç tarihli kaşiflerin tersine, Torrance bu kabileyi özel olarak İsrail'in On Kabilesi'ne bağlı görmedi.
Afrika'da İsrailliler
Afrika'da İsrail kökenli olduğunu iddia eden, Mısır'dan, Yemenden, Fas'tan ya da deniz yoluyla başka yerlerden geldik-
lerine inanan kabilelerin sayısı çoktur. Bunlar arasında en tanınmışları Etiyopya Yahudileri, Beta-Israel'dir; bunların yitik Dan Kabilesi oldukları iddiası kitabın önceki bölümlerinde işlendi. Bu tür iddialarda bulunan diğer kabileler Yahudi değildir ve On Kabile'den geldikleri fikrini Afrika'nın dört bir yanında çalışan misyonerlere borçludurlar. Kabilelerden bazıları bu fikri gerçekten içselleştirmiştir.
Zulular
On dokuzuncu yüzyılda Rahip Joshua Tyler, kırk yılını Güney Afrika'da Zulu kabileleri arasında geçirdi. Başka pek çok misyoner ve kaşif gibi o da bu kabilelerin tuhaf alışkanlıkları ve adetleri karşısında şaşkınlığa düştü ve bu adetlerle, yakından tanıdığı tek dünya olan İncil dünyası arasında paralellikler bulmaya çalıştı. Tyler, Zulular'ın sünnet olduklarını, domuz eti yemediklerini aktardı; bu ikisi İsrail bağlantısına işaret eden önemli iki ipucuydu. Bunlara ek olarak Zulular hastalık kapmak korkusuyla yeni mezarlara ayak basmaktan çekiniyorlardı; bu Tyler için Yahudilerae böyle bir kurala rastlanmasa da; bunu da bir işaret saydı. Zulularaa da, İsraillilerae olduğu gibi, dul kadınlar ölen eşlerinin kardeşleriyle evleniyorlardı. Zulular'la İsrailliler arasında bir bağlantı olduğunu savunanlar şu ortaklıklara dikkat çekiyordu: Her iki halk da çocuklarını, doğdukları dönemde gerçekleşen olaylara atıfta bulunarak isimlendiriyordu ve topluluğa musallat olan bir hastalığı -ya da topluluğun başına gelen talihsizlikleri- bir hayvana (keçiye ya da horoza) yükleyerek onu kent dışına çıkarıyorlardı; İsrailliler'in günah keçisine yaptıkları gibi. Zulular da, İsrailliler gibi, savaşa girmeden önce düşmanlarını lanetliyor, yemek yedikten sonra ellerini hizmetlilerinin döktükleri suyla yıkıyor, hastalık girmesin diye kapı eşiğine özel bir su döküyorlardı. Tyler, ilginç bir şekilde, Hıristiyan bir Zulu'nun şöyle dediğini aktarıyordu: "Eski Ahit'i
Yeni Ahit'ten daha iyi anlıyoruz; Eski Ahit sanki tıpkı bizim hayatımızı anlatıyor!" Bu kabilenin İsrail kökenli olduğu iddiası yalnızca Tyler'a aitti; Zulular'ın böyle bir iddiada bulunduğuna ilişkin herhangi bir kayıt bulunmamaktadır.
Lembalar
Güney Afrika'da, Zimbabve'de ve Mozambik'te yaşayan Lem- balarsa yakın zamanda, İsrail'in On Yitik Kabilesi'nden geldiklerini ilan etmişlerdir. İnanışlarına göre, Lembalar Afrika'ya on dört yüzyıl önce Sena adında bir yerden gelmişlerdi. O günden bu yana dünyadaki diğer Yahudiler'den kopuk bir şekilde yaşıyorlardı. Tarihleri yazıya geçirilmemiş, kuşaktan kuşağa sözlü olarak aktarılmıştı. 1957 yılında ilk keşfedildiklerinde, yüzlerinin tipil<. zenci yüzüne benzemediği, domuz eti yemedikleri, sütle eti ayrı tuttukları ve cemaat dışı evlilil<. yapmadıkları gözlemlenmişti. Ayrıca, eğitime büyük önem vermeleri ve Eski Ahit'i iyi bilmeleri İsrail bağlantısı ihtimalini güçlendirmişti. Gene de, bu ilginç durumu en iyi açıklayan Hıristiyan misyonerler teorisidir. Lembalar'ın, bu misyonerlerden öğrenmiş olabilecekleri, Yahudi adetlerini andıran başka adetleri de vardı. Erkek çocuklar, Yahudiler'den biraz farklı olarak Lembalarda on beş yaşında sünnet ediliyordu. Lembalarla evlenmek isteyen kadınlar son derece sıkı bir eğitimden geçiyor ve Lemba geleneklerini harfiyen öğrenmek zorunda kalıyordu; bu, evlilikten önce Yahudiliği benimseyenlerin de tutması gereken bir yoldu. Din değiştirme için eğitim süreci, Yahudiler'de olduğu gibi, arınma töreniyle son buluyordu; Lembalar'la evlenmek isteyenler arınmak için ateşten bir çemberin içinden atlıyorlardı. Bunlara ek olarak, Lembalar yemek yemeden önce dinsel nedenlerle ellerini yıkıyorlardı.
Yakın zamanlarda Brintanyalı antropolog Tudor Parfıt, Lemba geleneklerini incelemiş, Lembalar'ın göç yolları oldu-
ğuna inandıkları, Afrika'yla Yemen arasındaki yolu, bizzat ka- tetmiş ve Hadermut bölgesinde Sena adında bir yer bulmuştur. Parfıt'in bulduğu bu Sena'da, eski zamanlarda Yahudiler'in yaşadığına inanılıyordu. Bu, Parfıt'in, Lembalar'ın Yahudi soyundan geldiğine yönelik inancını güçlendirdi. Oxford Üniversitesi'nden David B. Goldstein'ın yürüttüğü, bazı Lamba erkekleri üzerinde yaptığı DNA testinden alınan şaşırtıcı sonuçlar üzerine, 10 Mayıs l999'da Associated Press'te, Yahudilerle Lembalar arasında genetik açıdan benzerlik bulunduğu (cohanim) haberi yayınlandı. Bu benzerlik de Lemba-İsrail bağlantısı olasılığını güçlendiren bir kanıt olarak görüldü. Ancak, Lembalar'ın İsrail soyundan geldiği kabulü, onların İsrail'in Yitik Kabileleri soyundan geldiği kabulünü de beraberinde getirir mi?
Kamerun'da Bir Kabile
Kamerun'da da, özellikle ülkedeki kabilelerden birinin şefinin oğlu olan Nagimbus Bodol İsrail kökenli olduğu iddiasındadır. Bodol, kabilesinin kendisini İsrailoğullarından gördüğünü ve kayıtlara Hıristiyan, Müslüman ya da Pagan olarak geçmeyi reddettiklerini bildirmiştir. Hatta bu nedenle bu kabile üyeleri doğum belgesi alamamıştır. Bodol, İsrail'e taşınmış, Ortodoks Yahudiliği benimsemiş ve Uriyel Ben Abraham adını almıştır. Ben Abraham'a göre, kabile şefi olan babası çok iyi eğitimli ve çok dindar bir kimseydi ve Zebur'u çok iyi biliyordu. Ülkesindeki sömürgecilere karşı büyük bir savaş vermişti. Bununla birlikte, kabilesinin inançları ve iddiaları hakkında fazla bilgi sahibi değiliz.
Ondo Ormanı'nda Karaderili Yahudiler
Eskiden, Batı Sudan (Fransız Sudanı) adıyla anılan ve Timbuktu'nun güneyine doğru üç günlük mesafede bulunan Dahomeiöe yaşayan bir kabilenin, İsrail'in Efraim Kabilesi'nden
geldiğini iddia ettiği bilinmektedir. Kabilenin bir üyesi, Bata Kindai Amgoza İbn LoBagola, Ondo Ormanı'nın karaderili Ya- hudileri dediği bu kabile hakkında ilginç bilgiler aktarmıştır. LoBagola'ya göre, 1930'lu yıllarda sayıları iki bini bulan kabile üyesi yaklaşık yirmi köye dağılmıştı. Bu insanlar Yahudi kökenli olduklarına ve bu topraklara atalarının kuşaklarca yaşadığı Fas'tan geldiklerine inanıyorlardı. Fas'ta kendilerine karşı büyük bir zulüm başlayınca, Sahra Çölü'nü geçerek, Afrika'nın merkezinde o güne dek kimsenin yaşamadığı bir yere varmışlar, orada su bulmuş, ormanlar arasında kendilerine yer açmış ve bir köy kurmuşlardı. Çevrede yaşayan diğer Pagan kabileler, onlara, Emo-Yo-Guaim (tuhaf insanlar) demişti. Karaderili Yahudiler kimsenin egemenliği altına girmeden bütünüyle kendilerine yeterli olarak ve komşularınınkine benzer şekilde yaşamışlardı.
Gene de, LoBagola, kabilesinin Yahudiler'e özgü adetleri olduğunu da söylüyordu. Kabilenin en değerli hazinesi, Tevrat'tan Aram dilinde yazılmış bir parçaydı. Bu parçada harflerin mürekkeple değil de kızgın demirle yazılmış olması yazılanların asla değiştirilemeyeceğinin göstergesi olarak kabul ediliyordu. Kabile üyeleri, atalarının bu parçayı Afrika'ya yerleşmelerinden bin sekiz yüz yıl önce getirdiklerine inanıyorlardı. İncil'in diğer bölümlerine sahip olmadıkları gibi Talmud'u da duymamışlardı. Fı- sıh bayramını, Şabuot'u, yılbaşını, Kefaret Günü'nü ve Sukkot'u kutluyorlardı. Erkek çocuklarını doğumlarından sonraki sekizinci günde sünnet ediyor ama diğer Yahudi cemaatlerinin tersine sünneti dişleriyle ve tırnaklarıyla yapıyorlardı. Kutsal ailelerden yedi haham cemaate önderlik ediyordu. Bu hahamlar cemaatin eğitiminden ve dinsel hayattan sorumluydu.
Kabile üyeleri, ellerindeki Tevrat parçasını bir tapınakta tutuyordu ve bu tapınağa yılda yalnızca bir gün, Kefaret Günü'nde girebiliyorlardı. Hahamlar her Şabat'ta tapınağa giriyor, Tevrat
okuyor ve okuduklarını tapınağın çevresinde yere oturarak kendilerini dinleyen cemaate anlatıyorlardı.
Bu karaderili Yahudiler'in öyküsüyle ilgili ilginç olan nokta, içinde Hıristiyanlığa özgü hiçbir öğe bulunmamasıdır. Fas'ta, Sahra Çölü'nün kenarında, Efraim Kabilesi'nden geldiğini iddia eden Yahudi cemaatler olduğu bilinmektedir. Ondo Ormanı'nda yaşayan karaderili kabile belki de inançlarını, ticaret yoluyla etkileşimde bulunduğu Fas'tan almıştı.
Yeni Zelanda'da İsrail'ler
Yeni Zelanda'danın yerli halklarından Maori'nin öyküsü ile onun İsrail'le bağlantılı olduğu iddiasının özel bir siyasal boyutu vardır. Bu adalara ilk gelen Britanyalılar, Maoriler'le İsrailliler arasında gerçekten de benzerlikler bulmuştur. Ama mesele bundan ibaret değildir. Maoriler'le ile Britanyalılar'ın (Maoriler'in dilinde Faheka) karşı karşıya gelmesi Hau-Hau adıyla bilinen yeni bir kültün ortaya çıkmasına yol açmıştır. Yerli inanç ve uygulamalarla Hıristiyan inanç ve uygulamalarının birleşmesinden oluşan bu kült, Britanyalılar'ı bu adadan atma umuduyla verilen savaşın önemli bir parçası olmuştur. Bu kültte en yüce tanrının adı Yehova idi. Bu tanrı, Yahudi adına rağmen, yerli Pagan tanrısı Tane'nin pek çok özelliğini paylaşıyordu. Kült üyeleri kendileriyle Yahudiler'in aynı atadan, İsrail Kabileleri'nden özellikle Yehuda'dan geldiklerine inanıyorlardı. Britanyalılar'la savaş, onların, eski İsrailliler'in Mısır zulmü altında çektikleriyle özdeşlik kurmalarını sağladı. Hıristiyan misyonerlerinden öğrendikleri İsrail tarihi, Maoriler'in Britanyalı zalimlere karşı siyasal eylemliliğinde bir model işlevi gördü. Örneğin, tıpkı İsrailliler'in Yahudi olmayan kimseler ve gruplarla iletişim kurmaktan çekin-
mesi gibi, Maoriler de Britanyalılar'la hiçbir iletişim kurulma- masını vaaz ettiler. Kültün peygamberi, ayrıca, Britanyalılar'ın bu topraklardan kovulacağı, ölen Maori savaşçılarının dirileceği ve Yahudiler'in gelip kendileriyle birlikte yaşayacağı vaadinde bulunuyordu. Maoriler'le Yahudiler birlikte tüm dünya için yepyeni bir yaşam kuracaklardı.
Sonuç
BU ARAYIŞ NEDEN
İsrail'in on Yitik Kabilesi'ni arayış, iki bin yıldan uzun zamandır süregelen bu macera, insanları pek çok açıdan tatmin etmiş ve ilgiyi her zaman ayakta tutmuştur. On Kabile'nin sürgüne gittiği ve kısa bir süre sonra izlerini kaybettirdiği tarihsel bir olgudur. Öyle ise, 2800 yıl önce sürülen On Kabile'nin bir gün tekrar ortaya çıkması neden hala bekleniyor? Yüzyıllar içinde yitip giden onca halk varken, neden On Kabile'nin yeniden ortaya çıkacağı düşünülüyor? Başka deyişle; insanlar neden onları unutup gitmiyor? Bu soruların yanıtı dinde ve inançta yatıyor. Kutsal Kitap'a göre, Tanrı İsrail'in kabilelerini bir gün vatanlarına dönecekleri ve görkemli bir gelecekleri olacağı vaadinde bulundu.
Peygamberlerce de pek çok kez tekrarlanan bu ilahi vaatlerin yerine getirilmemesi düşünülemiyor. İsrail'in On Yitik Kabilesi'ni arayışın altında din ve inanç yatıyor.
Tarihsel olgu ve süreçleri serin kanlı ve bilimsel açıdan değerlendirenlerin gözünde bu kabilelerin yeniden ortaya çıkacağı umudu gerçekçi değildir. Tarih, tarih sahnesine kısa bir süre için çıkan, kendi rollerini oynayan ve çok çeşitli nedenlerle yitip giden kabileler ve halklarla doludur. Perde iner. Bu gerçekçiler arasında Kutsal Kitap'ta söylenenleri kabul edenler de vardır. Onlara göre, sürülen İsrailliler'in bir kısmı Babil'de Yehu- dalı kardeşlerine katılmış, Yehuda'ya onlarla birlikte dönmüş ve Kudüs'teki Tapınak'ı yeniden inşa etmiştir. Dolayısıyla İsrail kabilelerinin vatana dönüşü vaadi kısmen de olsa yerine getirilmiş sayılır. Bununla birlikte, gerçekte, Pers Kralı Kiros Yehuda'ya dönüş izni verdiğinde, İsrailliler'in çoğu sürgün sonucunda yerleştikleri bölgelerden ayrılmamış ve orada doğal bir asimilasyon sürecinden geçerek İsrail ulusuyla bütün bağlantısını kaybetmiştir. İsrailliler'in sürülmesinden yaklaşık 130 yıl sonra Nabukadnezar tarafından sürülen Yehudalılar, Babilöe kaldılar; dinlerini korudular ve zaman içinde büyüyerek Yahudi diasporasının önemli bir parçası oldular.
Tanrı kelamının, peygamberlerin sözlerinin en ince ayrıntısına kadar doğru olduğuna inananlar açısından gerçekçilerin bu yaklaşımı kabul edilmezdir. Sürgüne gidenlerin bir kısmı vatanlarına dönmüş olsa da Yitik Kabileler'in büyük çoğunluğu dönmemiştir. Onlar hala kayıptır ve vaatler hala yerine getirilmeyi beklemektedir. Dolayısıyla arayışların sonu gelmemiştir. Arayışa aktif olarak katılınamasa da, en azından, bu kabilelerin eninde sonunda bulunacağı ve yitik Yahudiler'in günün birinde kardeşleriyle, Yehuda ve Benyamin'in çocuklarıyla birleşeceği umudu bakidir.
Yahudiler'in Arayışı
On Kabile'nin bulunacağına, her zaman inanmışlar arasında, Yahudiler ile Hıristiyanlar farklılık gösterir; iki grubun birbirinden farklı amaçları vardır. Dünyanın dört bir yanında, çok çeşitli ülkelerde pek çok zorluk içerisinde yaşamaya mahkum kalmış Yahudiler açısından, Yahudi halkının bir kesiminin bir yerlerde var olmayı sürdürdüğü ve sonunda bulunacağı inancı bir teselli ve gelecek için umut kaynağı olmuştur. Böyle bir umut besleme ihtiyacı o denli derindi ki, On Kabile'nin hala var olduğu düşüncesi yüzyıllar boyunca büyüdü ve gelişti; bu kabilelerin bugünkü durumuna ilişkin öyküler, zorluklar içerisinde yaşayan diaspora Yahudileri'nin koşullarıyla taban tabana zıt öğeler taşıyordu. On Kabile'nin kendi krallıklarında bağımsız bir yaşam sürdüklerine, müreffeh ve güçlü olduklarına inanıldı. Bazı öykülerde bu kabilelerin üyeleri devlerdi; bazılarında bütün komşuları üzerinde egemenlik kuran çok güçlü orduları vardı. Çok zengindiler. Bütün bunlar kendilerine düşmanca bakanlar arasında yaşamak zorunda kalmış, sürgün, soygun, ölüm tehdidi ile karşı karşıya olmuş Yahudiler açısından rahatlatıcı ve gurur verici bir tablo oluşturuyordu.
Bununla birlikte, On Yitik Kabile'nin görkemli bir krallıkta yaşadıklarına ilişkin Yahudi inancı, beraberinde bir sorun da getirir: Bu kabileler gerçekten anlatıldığı kadar güçlü ve zengin ise, zaman içerisinde oldukça kötü koşullarda yaşamak zorunda kalmış kardeşlerinin imdadına neden yetişmemişlerdir. Yahudilere karşı düşmanlık büyürken neden huzur içinde yaşantılarını boz- mamışlardır. Bu sorulara yanıt vermede mucizevi Sambatyon nehrine, On Kabile'yi dünyanın geri kalanından ayıran o güçlü ve aşılmaz, fiziksel -aynı zamanda kuşkusuz psikolojik- engele başvurulur. Sambatyon nehri, böylelikle On Kabile'yi gerçek-
ler dünyasından ayırmış olur. Böylelikle On Kabile gerçek ama ulaşılmaz olur. Böylelikle onlarla tek iletişim yalnızca efsanelerde ve masallarda kurulur. On Kabile gerçek ihtiyaçlara cevap vermiş ama hayali bir nitelik kazanmıştır. Ortaya çıkmaları Mesih'in geleceği güne ertelenir; bu da, bugün yarın olabileceği gibi, çok uzak bir gelecekte de gerçekleşebilir.
Yahudiler, On Yitik Kabile'yi aramaya devam edecek mi? Bazıları ediyor. Pek çok Yahudi'nin vatanlarına dönmesi ve İsrail devletinin kurulması, Yahudi nüfusunu arttırmaya ve bu nüfusa On Kabile soyundan gelenleri eklemeye yönelik güçlü bir arzu uyandırmıştır. Bu arzuyu gerçekleştirme yolunda en hevesli ve aktif davranan Kudüs merkezli Amishav organizasyonu olmuştur. Bununla birlikte, On Kabile soyundan gelen büyük kitleler bulunduğu ve bunların sonunda İsrail'e göç edeceği, belki de geleceğe yönelik güzel bir hayalden ibarettir. Belki de bu vaatler, Yahudiler'in tarihleri boyunca, On Kabile'ye atfettikleri özellikler denli gizemli ve ulaşılmaz bir gelecekte yerine getirilmeyi beklemektedir.
Hıristiyanlar'ın Arayışı
Yahudiler'in On Yitik Kabile'nin varlığını sürdürdüğü inancı tek bir motife -sürgünden vatana dönme motifine- dayansa da, Hıristiyanlık'ın bu efsanevi öyküye bağlanmasının altında iki ayrı neden ve motif bulunur. Bir yandan, On Kabile inancı, onlara coğrafi ve emperyal yayılma dönemlerinde karşılaştıkları halkların bazı gelenek ve inançlarını açıklama imkanı sunmuştur. Pek çok Hıristiyan, özellikle misyonerler, yeni keşfettikleri halkların bu kabileler soyundan geldiğini düşünmüş ve onların Hıristiyanlık'ı benimsemesini sağlamıştır. Öte yandan, di-
ğer bazıları, On Kabile'nin hikayesinde kendi durumlarına açıklık getiren öğeler görmüş ve kendilerinin bu soydan olduğuna inanmışlardır.
Avrupayı tehdit eden Tatarlar ya da Moğollar gibi halkların, İsrail'in On Kabilesi'nden geldiği söylentileri daha Ortaçağ'da oldukça yaygındı. Bununla birlikte, Hıristiyan dünyası, On Kabile'nin öyküsüyle, Amerikanın keşfedilmesine ve bu dünyanın beyaz adamların dünyasına açılmasına kadar, yakından ilgilenmedi. On altıncı yüzyıldan itibaren Avrupalılar çok çeşitli fiziksel ve kültürel özellikleri olan, değişik gelenekler ve yaşam biçimleri benimseyen, Yahudi-Hıristiyan geleneğinden pek uzak dinsel inançlar ve törenleri kucaklayan halklarla tanıştı. Bu karşılaşmalar çoğunlukla Avrupalılar için pek şaşırtıcı, yerliler içinse ölümcül oldu. İncil'le donanmış Avrupalılar, hevesli misyonerleri aracılığıyla, kendi gözlerinde tek ve hakiki din olan Hıristiyanlık'ı bu yerli halklara: benimsetmeye ve onları cehalet ve barbarlıktan kurtarmaya koyuldular. Bunu yaparken, bazı misyonerler, bu arada 'bazı gezginler ve askerler yeni karşılaştıkları halkların geleneklerini, alışkanlıklarını ve yaşam biçimlerini inceledi; bunları kendi bildikleri dünyanın kavrayışı üzerinde anlamaya çalıştı. İçlerinden birkaçı inceledikleri gelenek ve alışkanlıklarla, eski İsrailliler'inkiler arasında benzerlikler gördü ve buradan son derece ilginç teoriler kurdu. Benzerlikler onları, bu halkların On Yitik Kabile soyundan gelmiş olabileceği fikrine götürdü. Bu fikrin, özellikle bazı misyonerleri gerçekten heyecanlandırdığı, bu insanların Hıristiyanlık'ı kabul etmesinin çifte bir zafer olacağını düşünmeye sevk ettiği bilinmektedir. İsrail'in On Yitik Kabilesi soyundan gelenlerin Hıristiyanlık'ı benimsemesi, yalnızca kiliseye yeni üye kazandırmak anlamına gelmiyordu; bu yeni üyeler aynı zamanda İsrailli ya da -bu ikisi arasında ayrım gözetmediklerinden- Ya-
hudi olacaktı. Hıristiyanlık Kilisesi, yüzyıllardır Yahudiler'in Hıristiyanlık'a dönmelerini bekliyorlardı; ama On Kabile soyundan gelenler, normal Yahudiler'den de farklıydı. Onlar büyük günahtan -İsa'nın çarmıha gerilişinden- sorumlu değillerdi, çünkü bu olay gerçekleştiğinde kendileri sürgündeydi. Bu günahsız Yahudiler'in, İsa'yı tanıması, hem Kilise'nin saygınlığını arttırması, hem de İsa Mesih'in gelişinin yaklaşması demekti. Hıristiyan misyonerlerinin, dünyanın dört bir köşesindeki halkları, On Kabile soyundan ilan etmedeki aceleciliği bu açıdan anlaşılırdır.
Doğa bilimlerinin ve insani bilimlerin gelişmesiyle, insanlığın tarih boyunca yolculuğu üzerine daha fazla bilgi edinildikçe, Hıristiyanlar'ın, On Yitik Kabile arayışındaki hevesi de azalmaya başladı. Günümüzde, misyonerlerin, bir kabileyi, On Kabile soyundan ilan ederek geleneklerini ve yaşam tarzlarını incelemeye başlaması pek olası değildir.
Hıristiyan halklarla On Yitik Kabile arasındaki ilişkinin bir diğer kolu, Hıristiyanlar'ın kendi içinde yeşerdi. Britanya'da ortaya çıkan ve Britanya'nın eski kolonilerine de yayılan Britanya İsraillileri hareketi ile Amerika Birleşik Devletleri'nde doğmuş bir Hıristiyan mezhep olan Mormonlar; ikisi de kendilerine özgü savlar ileri sürerek eski İsrailliler'in soyundan geldiklerini iddia ettiler. Her ikisi de, elde ettikleri başarıları, çok uzun süre önce İsrailliler'e verilen sözlere dayandırdılar; Tanrı İsrailliler'e güzel, görkemli bir gelecek vaat etmişti ve bu iki grup bu vaadin kendileri üzerinden gerçekleştiklerine inandılar. Bu hareketler bugün de canlıdır; Britanya İsraillileri'nin sayısı gittikçe azalsa da, Mormonlar artmakta ve güçlenmektedir. İkisi de, İsrail kökenli olma onurunu, başkalarından çok kendilerinin görmektedirler.
Srn mw njw
Sn intr inw ninnaaMi
^W^sp#»™»-
^ ^
T "^eS
norb «4(
u«d beta »me
i Are the Lembas Jewish?
: Reuters the history of his people »as never recorded in wriiing bul »as pMS«t on by word of mouth through generationi at annua! gathcniigs
Uk« the Ethioptdn Jews, the Lembas say they »ere cut off from main- Mrcstn Judaism hundreds of years
Prayer?. aococrpanted by ritua! »me dr>aktng, are conducted in the oW Shona iangua^c. aKhough South Ahkan Lembas speak Venda and Northern Sotho in evcryday lite
Mathivha. pnadentof the Lemba
Au fin fond du sous-contment mdien
^SSSBtîR^^i
jurrrp th <
African ■ a ritua! bat A cie--- ;
Jewisi
rea»,
barrcr ofTrs-
The tribu Ww-
Les juifs oublies du Mizoram
A tri
dui-
rheEtt
2" Mi
OW
Rtjos
Hormuz, some headingfor Ethiopra with the orber? nwving south
They rrekked round the Hom of Africa and dowti the Indi an Oce»n
M S»rd FX- »hei Nortl
cultura! organismon. saidhispeople traced thetr source to Sanaa Thev believe rheir forefathen »et e among p®» people who crossed the Stratu of
^J^j^J^^i^Ji .EWtSHCHHONtCLE AUGUS -
‘^‘'«'O/t
Crossing the Sambatyon: Tales of the Ten Lost Tribes
Losttrib^found in Burma ^
Resim 43: On Yitik Kabile arayışlarına ilişkin gazete kupürleri,
1970'ler-1980'ler.
Yerli Kabileler ve Yeni Bir Kimlik Arayışı
Hıristiyanlık, dünyanın dört bir yanında, çeşitli kabileler ve halklar arasında o denli etkili oldu ki, bazı halklar Hıristiyanlar'ın kendileriyle eski İsrailliler arasında kurduğu bağı içselleştirdi ve On Kabileöen geldiği fikrine gönülden bağlandı. Bu davranış, daha çok, inançlarına, yaşamlarına, onurlarına el konmuş, zayıf bırakılmış halklarda görüldü. Kendi geleneklerini yitirmiş olduklarından bu insanlar, yeni efendilerinin kendilerine dayattıkları kurallara alternatif kurallar arayışına girdiler; pek çok zorluğa göğüs germek zorunda kalmış İsrailliler'in öyküsüyle duygudaşlık kurdular. İsrailliler'in, Mısır'da kölesi oldukları firavunun elinden kurtulamamaları, Asurlular karşısında yenilgiye uğrayarak uzak topraklara sürülmeleri, onların başka ezilen halk- larca benimsenmesinde önemli rol oynadı. Bu insanlar, yitik İsrailliler'in çocukları olduğunu iddia ederken, kendilerini görkemli bir geleceğin beklediğine inandılar. Böylelikle Japonlar arasında, Yeni Zelanda'da Maoriler, Hindistan, Afrika, Amerika kabileleri arasında bu iddiayı sahiplenenler, bundan güç ve umut alanlar oldu.
Başka gruplar da bu fikri sahiplenir mi? Bu ideolojinin altın günleri çok gerilerde kalmış da olsa, Amishav organizasyonunun hummalı çalışmaları sonucunda günümüzde bu fikri sahiplenenlerde az da olsa bir artış görülmektedir.
Arayış Devam Edecek Mi?
İlahi Vaatler Yerine Getirildi Mi?
Konu üzerine, sürekli yayınlanan literatüre, özellikle İnternet üzerinden yayılan literatüre baktığımızda, yirminci yüzyılda
İsrail'in On Yitik Kabilesi'ni bulmaya yönelik aktif arayışlarda bir azalma olsa da, konuya ilginin hızla arttığını görürüz. Bu kabilelerden geldiklerini iddia edenlere ve bu iddialarının ardında yatan savlara ilgi her geçen gün artmaktadır. Bu savları, özellikle internet yoluyla yayma konusunda, en büyük çaba sarf eden Britanya İsrailliler'i grubudur; bu yolla, üye sayısını arttırmayı umması muhtemeldir. Günümüzde de, zaman zaman, İsrail'in On Kabilesi soyundan geldiğini iddia eden gruplara ilişkin haberler çıktığına tanık olabiliriz. 28 Kasım 1999'da, İsrail gazetesi Haa- retz, Yeni Zelanda'dan Maori kabilesinin, Efraim soyundan geldiği iddiasını haber yapmıştı. Maoriler, bugün yaşadıkları adaya 3000 yıl önce gelmişlerdi. 2000 yılında bir Maori heyetinin İsraile gelerek oradaki Yahudiler'le ilişkiye geçmek istediği bildiriliyordu.
İsrailliler'in, eski vatanlarına döneceklerine ilişkin vaadin yerine getirilip getirilmediği sorusunaysa, herkesin verdiği yanıt farklıdır. Pek çok insan, İsrail Devleti'nin kurulmasını ve çok sayıda Yahudi'nin bu devlet altında toplanmasını, vaadin yerine getirilişi olarak yorumlar. Öte yandan, Sambatyon nehri'nin kurumasını ve güçlü İsrail kabilelerinin vatanlarına dönüş yolculuklarına başlamasını bekleyenler de vardır.
KAYNAKÇA
Adair, Jaınes. History of the American Indians. Londra: E. & C. Dilly, 1775.
Bancroft, Hubert H. The Native Races of the Pacifıc States of North America. (I) Londra: Longmans, Green, 1875; {il) New York: Appleton, 1875.
Beaty, Charles. Journal of a Two Months Tour with a View of Promoting Religion aınong the Frontier Inhabitants of Pennsylvania and of Introducing Christianity among the Indians to the Westward of the Allegheny Mountains. Londra: W. Davehill and G. Pearch, 1768.
Bellew, Henry Walter. Journal of a Political Mission to Afghanistan in 1875 under Major Lumsden. Londra: Smith, Eldar and Co., 1862.
-. A New Afghan Question. Simla'da 1880ae yazarı tarafından yayınlanan konuşmalar.
-. The Races of Afghanistan: Being a Brief Account of the Principal Nations Inhabiting that Country. Kalküta: Thacker, Spink, 1880.
-. An Inquiry into the Ethnography of Afghanistan. Graz: Academische Druck, 1973.
Ben Israel, Menasseh. Sobre el origen de los Americanos. Madrid: S.P. Junquera, 1881.
Benjaınin, Israel Joseph. Eight Years in Asia and Africa. Hanover: yazarı tarafından yayınlanmış, 1865.
Tudelalı Benjaınin. The ltinerary of Benjamin of Tudela. Londra: A. Asher, 1840.
Ben-Zvi, Itzhak. The Exiled and the Redeemed. Philadelphia: Jewish Publication Society, 1961.
Blome, Richard. Geographical Description of the Four Parts of the World. Londra: T.N. tarafından R. Blome için basılmış, 1670.
Brothers, Richard. A Revealed Knowledge of the Prophecies and Times wrote under the Direction of God by the Man that will be Revealed to the Hebrews as their Prince. (I) Londra: [s.n.], 1794; (II) Philadelphia: Robert Campbell, 1795.
-. A Description of Jerusalem: Its Houses and Streets, Squares, Colleges, Markets and Cathedrals, the Royal and Private Palaces, with the Garden of Eden in the Center. Londra: George Riebau, 1796.
Buchanan, Rahip Claudius. Christian Researches in Asia. Londra: Cadell and Davies, 1840.
Dunlop, D. M. The History of the Jewish Khazars. Princeton: Princeton University Press, 1954.
Duran, Peder Diego. The Aztecs: the History of the Indies of New Spain. New York: Orion Press, 1964.
Edrei, Moshe. An Historical Account of the Ten Tribes, Settled Beyond the River Sambatyon in the East. Londra: yazar için basılmış, 1836.
Eidelberg, Joseph. The Japanese and the Ten Lost Tribes. Givatayim: Sycamore Press, 1985.
Elphinstone, Mountstuart. An Account of the Kingdom of Caubul. Londra: Longman, Hurst, Rees, Orme, Brown (ve diğerleri), 1815.
rEstrange, Sir Hamon. Americans noJews, or Improbabilities that the Americans are of that Race. Londra: Henry Seile, 1651.
Ferissol, Abraham. Igeret Orhot 'Olam. Offenbach, 1720.
Flavius, Josephus. The Jewish War. Grand Rapids, Michigan: Zondervan Publishing House, 1982.
Fletcher, Giles. Israel Redux or the Restauration of Israel. Londra: John Hancock, 1677.
Forster, Rahip Charles. The üne Primeval Language, Londra: Richard Bentley, 1851.
Frazer, Sir James. The Golden Bough. Londra: Macmillan, 1922-1925.
Fujisawa, Chikao. "The Spiritual and Cultural Affınity of the Japanese and the Jewish People': Japan and Israel. Tokyo; 1925.
Garda, Father Gregorio. Origen de Los Indios de la Nuevo Mundo. Madrid: F. Martiniz Abad, 1729.
Gawler, John Cox. Our Scythian ancestors identifıed with Israel. Londra: W. H. Guest, 1883.
-. Dan, the Pioneer of Israel. His Early Enterprise, his Settlements, and connections with the Scythians. Londra: W.H. Guest, 1880.
Godbey, Ailen N. The Lost Tribes, a Myth: Suggestions towards rewriting Hebrew History. Durham, N.C.: Duke University Press, 1930.
Ha-Levi, Yehuda Ben Shmuel. The Khuzarsi. New Jersey: J. Aronson, 1998.
Halhead, Nathaniel B. Testimony of the Authenticity of the Prophecies of Richard Brothers. Londra: [s.n.], 1795.
Hyamson, Albert M. "The Lost Tribes, and the Influence of the Search for them on the Return of the Jews to England;' The Jewish Quarterly Review 15 {1902-1903),640-676.
Ibn LoBagola, Bata Kindai Amgoza. An African Savage's own Story. Leipzig: B. Tauchnitz, 1930.
Kaempfer, Engelbrecht. History of Japan. Glasgow: J. MacLehose, 1906.
King, Edward (Lord Kingsborough). Antiquities of Mexico. Londra: A. Aglio, 1831-1848.
Lanternari, Vittorio. The Religion of the Oppressed. New York: Knopf, 1963.
McLeod, N. Epitome of the Ancient History of Japan. Nagasaki: Rising Sun, 1879.
Mechoulan, Henry & Nahon, Gerard (yay.) Manasseh Ben Israel-The Hope of Israel. Oxford: Littman Library of Jewish Civilization, Oxford University Press, 1987.
Mongait, A. L. Archaeology in the U.S.S.R. Great Britain: Pelican Books, 1961.
Moorcraft, William. Travels in the Himalayan Provinces of Hindustan and the Punjab, in Ladak and Kashmir, in Peshawar, Kabul, Kunduz and Bukhara from 1819 to 1829. Pataila: Language Department Punjab, 1970 (1837 tarihli ikinci baskısının tıpkıbasımı).
Moore, George. The Lost Tribes and the Saxons of the East and of the West, with New Views of Buddhism, and Translations of Rock-Records in India . Londra: [s.n.], 1861.
Nakada, Rahip Juji. Japan in the Bible. Tokyo: Doğu Misyonerleri Topluluğu, Kutsal Japon Kilisesi, 1933.
Nennius. History of the Britons. Londra: Hıristiyanlık Bilgilerini Yayma Topluluğu, 1938.
Neubauer, A. "Where are the Ten Tribes?" 1-IV, Jewish Quarterly Review I (1888- 1889): 14- 28; 95-112; 185-201; 408423.
Osborn, Rahip A. M. "Were the Ten Tribes of Israel Ever Lost?" The Methodist Quarterly Review 37 (Temmuz, 1855): 419-440.
Zen'ichiro, Oyabe. The Origin of Japan and the Japanese People. Tokyo: [s.n.], 1929.
Parfit, Tudor. The Thirteenth Gate: Travels among the Lost Tribes of Israel. Londra: Weidenfeld and Nicolson, 1987.
Paris, Matthew. The Illustrated Chronicles ofMatthew Paris: Observations of 13th Century Life. Cambridge: Corpus Christion College, 1993.
Plinius, Secundus Gaius the Elder. The Natural History of Plini. Londra: G. H. Bohn, 1855- 1857.
Poole, H. W Anglo-Israel, or the British Nation and the Lost Tribes oflsrael. Toronto: William Briggs, 1879.
Ro, A. S. "Sambatyon:' Encyclopedia Judaica 14 (1971): 762764.
Rose, Sir George Henry. The Afghans, the Ten Tribes or the Kings of the East. London: J. Hatchard, 1852.
Rosenau, William. "What Happened to the Ten Tribes?" Hebrew Union College Jubilee Volume 1875-1925 (1925): 79-88.
Sadler, John. Rights ofthe Kingdom. Londra: J. Kidgell, 1682.
Samuel, Rahip Jacob. The Remnant Found or the Place of Israel's hiding discovered, being a summary of proofs showing that the Jews ofDagistan on the Caspian Sea are the remnants of the Ten Tribes. Londra: J. Hatachard, 1841.
Saphir, Jacob. Even Saphir. Lyck: M'kitze Nirdamim, 1874.
Six Outline Missionary Lessons for Bible Classes in Japan. Londra: Londra Misyoner Topluluğu ( tarihi belirtilmemiş, ama 1910'lu yıllarda).
Teshima, Ikuro. The Ancient Jewish Diaspora in Japan, the Tribe of Hada, their religion and Cultural Influence. Tokyo: Makuya Tokyo İncil Semineri, 1976.
Torquemada, Frair Juan. Monarquia Indiana. Mexico City: Universidad Nacional Autonoma de Mexico, 1964.
Torrence, The ReverendThomas F. China's First Missionaries.
Chicago: Daniel Shaw Co., 1988.
Tuchman, Barbara. Bible and the Sword. New York: New York University Press, 1956.
Tyler, Rahip Joshua. Forty Years among the Zulus. Cape Town: C. Sturik, 1971 (1891 Boston baskısının fotokopisi).
Vasittart, Henry. On the Descent of the Afghans from the Jews. Londra: The Asiatic Research Series, 1790.
White, W C. Chinese Jews. Toronto: University of Toronto Press, 1966.
Wilson, John. The Title-deeds of the Holy Land, and Identifıcation of the Heir. London: J . Nisbet, 1871.
Wilson, John. Our Israelitish Origin. Philadelphia: Daniels & Smith, 1851.
Wolff, Rahip Joseph. Narrative of a Mission to Bokhara in the Years 1843- 1845. Londra: J.W Parker, 1846.
ENDEKS
- Clement 88
- Henry 190
- Karl 88
- Konstantin 1 19
IV. Leo (Hazar) 1 19
- Otto 123
A
Abraham 248, 254, 270
Abşalom 46
Adair, James 231, 232, 233, 269
Afgana 139, 149
Afganistan 7, 27, 44, 61, 91, 92, ll5, ll7, 135, 136, 138, 139, 141, 143, 144, 145, 147, 148, 149, 150, 153, 155, 159, 160, 275 Afrika 26, 27, 29, 71, 72, 74, 79, 87, 88, 92, 100, 124, 188, 212, 215, 216, 242, 251, 252, 253, 254, 255, 266
Ahav 47, 48
Akiva, Haham 74, 75, 76
Altın Dal 158
Amerika 6, 12, 23, 24, 25, 26, 27, 92, 105, 147, 167, 181, 188, 192, 207, 208, 209, 211, 212, 215, 216, 217, 218, 224, 225, 226, 228, 229, 230, 231, 233, 235, 236, 237, 238, 239, 242, 263, 264, 266
Amishav 6, 13, 92, 160, 262, 266
Amos 62, 113, 176
Anglo.-Efraim Derneği 206
Antakya 70, 71, 72
Apokrif 65, 66, 70
Arzaret 66, 67, 100, 143, 153, 226
Asaf 139
Asur 7, 10, 47, 48, 49, 50, 51, 54, 55, 56, 57, 58, 59, 61, 62, 66, 76, 100, 107, 144, 145, 146, 169, 172, 177, 203, 226, 245
Asya Araştırmaları 142
Asya Topluluğu 142
Aşer kabilesi 29, 31, 37
Avdan 37
Avihail, Haham 6, 92
Avraham, Benyamin Heart 11, 124, 150, 183, 184, 219, 243
Avraham ben-Davud 124
B
Bakri 121
Bancroft, Hubert H. 212, 269
Bar Kohba 75, 76
Baruch, Haham 93, 95, 96
Pinskli Samuel 93, 95, 96
Beaty, Charles 234, 269
Bellew, Henry Walter 144, 269
Beni Israel 26, 27, 84, 140, 141, 145, 249
Benyamin kabilesi 46, 151
Berechiah, Haham 70
Bereshit Raba 74
Beta Israel 18, 19, 20, 23, 42
Bizans İmparatorluğu 87
Blome, Richard 105, 106, 270
Bodol, Nagimbus 254
Bradwardin, Thomas 105, 150
Brothers, Richard 194, 195, 196, 197, 198, 199, 200, 270, 271
Buchanan, Rahip Claudius 249, 270
Budizm 180, 245
Bulan 124
Büyük İskender 71, 105, 154, 203
C-Ç
Caedmon 193
Cengiz Han 78, 11O
Chronica Majora 104
Cieza, Petrus 228
Cromwell, Oliver 192, 193, 216, 224
Çin 6, 13, 62, 74, 92, 102, 112, 136, 148, 160, 166, 170, 174, 183,
200,215,245,249,250,251
Çölde Sayım 129, 158,207
D
Dağıstan Yahudileri 127, 128, 129, 131, 133, 134, 154
Daniel Kitabı 200
Dan kabilesi 20, 86, 129, 130
Danyal 74, 175, 193
Darius 115
Davud 86, 87, 88, 95, 124, 138, 139, 276, 277
Defne 70, 71
De la Vega, (kaşif ) 228
Derbent Geçidi 118, 119, 134
De Utre, Philippus 228
Diodorus 114, 116
Doğu Hindistan Şirketi 154
Du Nuas, Joseph 79
Duran, Peder 225, 229, 270
Dürrani 11, 137, 150
E
Edrei, Moses 93, 94, 270
Efraim 35, 44, 47, 150, 175, 200, 206, 207, 238, 254, 256, 267
Efraim kabilesi 35
Eidelberg, Joseph 186, 270
Elah 49
Eldad, Danlı 20, 29, 30, 31, 33, 34, 71, 74, 77, 79, 80, 81, 95, 100, 104, 223
El Dimeşki 121
Eleazar 93
Elijah, Ferraralı 81
ElMesudi 120, 121
Elphinstone, Mountstuart 143, 144, 154, 270
Ester Kitabı 141
Eşkenaz Yahudileri 95, 155, 177
Etiyopya Yahudileri 18, 80, 252
Ezekiel 174
Ezra 64, 65, 66, 70, 100, 126, 143, 146, 147, 153, 169, 226
F
Falaşa 18, 84
Ferissol, Abraham 248, 270
Filistin 46, 70, 76, 91, 92, 95, 170, 177, 183
Finleyson, John 199, 200
Fletcher, Giles 106, 107, 108, 109, 110, 111, 271
Forster, Rahip Charles.Francis (kızılderili) 11, 125, 144, 271
Francoise 88
Fraser, Sir James 158
Fujisawa 182, 271
Fuller, Thomas 191
Furuhata, Tanemoto 183
G
Gad kabilesi 35, 38, 40, 48, 79, 84, 88, 151, 181, 182, 203, 204
Garda, Peder Georgia 225, 227, 228, 230, 231, 271
Gawler, Albay 113, 202, 204, 205, 271
Geder 203, 204
Gılzailer 136
Gion Festivali 11, 162
Goldstein, David B. 254
Gotlar 203, 204
Gozan nehri 78
H
Haaretz 267
Habib Ala Han 151
Habur 49, 61, 87
Hadad 48
Halalı 49, 54, 61, 146
Halhed, Nathaniel 198
Ham 169, 212
Han, Gulam Nebu 78, 110, 151, 276, 278
Hananel 86
Hanina, Haham 71
Hara 49, 54, 55, 56, 61, 146
Harun el-Reşid 120
Haydar, Gulam 150
Hazarlar 35,36,103,118,119, 120, 121, 122, 123, 124, 125
Hazarlar Kitabı 122
Helbo, Haham 70
Hıristiyanlık 27, 64, 100, 127, 129, 180, 191, 193, 245, 262, 263, 264, 266, 272
Hill, Aaron 110, 235
Hindistan 6, 10, 12, 61, 72, 74, 78, 80, 81, 91, 92, 112, 113, 115, 117, 127, 136, 142, 143, 144, 145, 151, 154, 155, 242, 243, 244, 245,247,248,249,251,266
Hirodes 63
Hisdai İbn-Shaprut 123
Hoditch, Sir Thomas Hungerford 150
Hoşea, kral 49, 56, 66, 146
peygamber 59, 85, 207, 226
Hüseyin 142
ı-i
Israel, Joseph 2, 11, 12, 18, 19, 20, 23, 26, 27, 42, 91, 140, 192, 193, 215, 216, 217, 223, 224, 249, 252, 269, 271, 272, 273
İbn el Esir 121
İkinci Tapınak 39, 54, 59, 63, 70, 232
İkinci Yehuda Monarşisi 51, 58
İncil 99, 100, 180, 181, 187, 188, 189, 190, 191, 193, 196, 197, 207, 212, 224, 225, 235, 241, 242, 248, 252, 255, 263, 273
İngiliz-Japon İttifakı 180
İrmiya 138, 139
İsa Mesih'in Son Zaman Azizler Kilisesi 25, 236
İskitler 43, 102, 103,106, 108, lll, ll2, ll3, ll4, 115, 116, 117,
136,147, 148, 149, 202, 203, 204, 206, 215
İsrail 5, 7,9, 10, 11, 12, 13, 17, 18, 19, 20, 23, 24, 25, 26, 27, 31, 32, 33, 36, 37, 38, 40, 42, 43, 44, 45, 46, 47, 48, 49, 51, 53, 54, 58,59,60,61,62,63,66,76,77,78,81,84,86,88,92,93,95,97, 102, 103, 104, 105, 106, 107, 110, 111, 112, 113, 115, 116, 117,
118,126, 129, 134, 135, 138, 139, 141, 143, 144, 147, 148, 149,
150, 151, 153, 154, 157, 158, 159, 160, 161, 163, 164,167, 168,
169, 171, 172, 175, 176, 177, 180, 181, 182, 183, 186, 187, 188, 189, 190, 191, 192, 193, 194, 196, 199, 200, 202, 203, 205, 206, 207, 208, 209, 210, 215, 216, 219, 222, 223, 224, 225, 226, 227, 230, 233, 238, 242, 243, 245, 246, 247, 249, 251, 252, 253, 254, 256, 259, 260, 262, 263, 264, 267
İsrail Krallığı 46, 47, 48, 49, 53, 58
İssakar kabilesi 150
İzhak 150
J
Japonya ll,23,24,44, 161, 164, 165, 166, 167, 168, 169, 170, 171, 173, 174, 176, 177, 180, 181, 182, 183, 186, 200, 208 Jimmu Tenno 170, 172, 173
Jones, Sir William 142, 153
Josephus Flavius 64, 65
K
Kaempfer, Engelbrecht 165, 166, 167, 168, 169, 271
Kafkas Dağları 35, 61, 100, 102, 103, 104, 105, 118, 125, 126, 127, 133
Kalku 54, 55
Katolik Kilisesi 190
Kayravan 29, 31, 32, 40, 41
Keltler 194, 203
Kızılderililer 7,212, 215, 216, 218, 222, 223, 224, 225, 227, 228, 229, 230, 231, 232, 233, 234, 235, 236, 237, 238, 239
Kimerler 206
King, Edward, (Lord Kingsborough) 155, 225, 271
Kiros 58, 107, 260
Kobayashi 24
Kofar al Torak 78
Konoe, Ayamoro 183
Kumanlar 105
Kutsal Kitap 25, 43, 49, 109, 111, 112, 114, 124, 145, 157, 166, 168, 169, 180, 193, 206, 210, 224, 259, 260
L
Laman 237
Lamanlılar 237, 238
Las Casas, Bartholome de 212, 213, 224
Lee, Samuel 1 1 1
L'Estrange, Sir Hamon 225, 270
Levi kabilesi 38, 44, 78, 139, 218
Levililer Kitabı 113, 122, 132, 158, 159
LoBagola, Bata Kindai Amgoza Ibn 255, 271
Lumsden, Henry 144, 269
M
Malkiel 93
Manaşşe 6, 12, 33, 35, 36, 44, 49, 79, 88, 124, 150, 181, 182, 207, 208,215,216,224,243,244,245
Martel, Charles 1 19
Mason, misyoner 245, 246
McLeod, N. 11, 167, 168, 169, 170, 172, 173, 174, 175, 176, 177, 180, 181, 272
Med 49, 54, 56, 64, 65, 115,146, 172, 173, 177
Meiji 167, 174, 180
Merrick, Joseph 235
Mesih 25, 33, 75, 86, 88, 89, 122, 192, 193, 200, 225, 236, 262, 264, 279
Mısır 19, 37, 38, 44, 48, 49, 61, 62, 63, 66, 81, 87, 114, 116, 144,
157, 163, 186, 193, 215, 229, 246, 251, 256, 266
Misyonerlik Topluluğu, (Londra) 180
Mişna l, 35, 36, 39, 70, 75, 76, 77, 81, 84
Moğollar 102, 104, 136, 263
Montezinus, Antonius 216, 217, 218, 219, 222, 223, 224
Moorcraft, William 272
Moore, George 245, 246, 272
Mordekay 141
Mormonlar Kitabı 236, 239
Moroni 238
Musa 18, 23, 38, 40, 41,44, 64, 84, 85, 89, 92, 93, 95, 113, 116,
117, 122, 132, 133, 139, 157, 159,191,229,234,237
Musa ibn Meymun 84
Musa Yasası 64
N
Nabukadnezar 133, 139, 249, 260
Nadir Şah 128
Naftali kabilesi 35, 38, 40, 48, 78, 93, 149, 153
Nakada, Juji 181, 272
Nasturi Kilisesi 182
Nathan, Gazeli 9, 76, 89
Nefi 236, 237
Nefıliler 237, 238
Nennius 204, 272
Nikolay 37
Nuh 169, 173, 212, 216
O-Ö
Obadiah, Bernitorolu 81, 84, 124
kral 81, 84, 124
Ofır 215
Omri 203
Osmanlı 88, 127, 200
Oyabe, Zeniçiro 181, 182, 272
p
Pakistan 26, 27, 135, 136, 153, 159, 160
Pardes 75
Parfıt, Tudor 253, 254, 272
Paris, Matthew 9, 11, 104, 105, 273
Paştunval 160
Patan 11, 151, 154, 159, 160
Pekah 48, 49, 111, 146, 147, 148, 149
Perry, Matthew C. 167
Pers 36, 58, 64, 78, 107, 115, 133, 141, 146, 172, 203, 260
Poitiers Savaşı 119
Poole, H.W. 207, 273
Presbiter John 10, 73, 78, 80, 81, 85, 88, 242, 243
R
Reuben 33, 35, 36, 79, 86, 88, 124, 153, 219
Reubenli Davud 87, 88, 95
Rezin lll
Ricci, Matteo 250
Riebau, George 199, 270
Rose, Sir George 155, 273
S-Ş
Sabetay Sevi 10, 89, 90
Sadler, John 191, 192, 273
Samarya 49, 50, 51, 55, 56, 107, 150, 177
Sambatyon nehri 39, 74, 81, 97, 261
Samuel, Rahip Jacob 70, 95, ll1, 127, 128, 129, 130, 133, 273
Samuel Ben Nahman 70
Sanherib Sarayı 53
Sanson 10.5
Sappir, Jacob 91, 94
Sclomo Molcho 88
Sharp, William 198
Simeon kabilesi 85, 151
Simon Bar Kosba 75
Simon Bar Yohai 76
Skutis ll3, ll6, ll7
Smith, Joseph 238, 269, 274
Suriye 47, 48, 55, 70, 71, 72, 91, 106, 111,247
Süleyman 9, 17, 19, 23, 46, 47, 48, 87, 139, 153, 155, 182
Şalmanezer 47, 48, 66, 245
Şaul 138, 141, 151, 177
Şintoizm 180, 182
T
Talmud 35, 36, 39, 70, 71, 74, 77, 84, 85, 193, 247, 255
Tarihler Kitabı 54
Tatarlar 102, 103, 104, 105, 106, 107, 108, 109, 110, 111, 114, 148, 263
Teshima, Ikuro 273
Tevrat 10, 31, 38, 49, 50, 54, 55, 59, 60, 61, 62, 65, 76, 95, 113,
122, 139, 247, 255
Throwgood, Rahip Thomas 225, 251
Tiglath Pileser 48, 50, 56, 111, 149
Timurlenk 110
Tineius Rufus 74
Titus 71
Tokugawa, Ieyasu 165, 166, 167, 174
Torquemada, Juan de 225, 273
Torrence, Rahip Thomas F. 251, 273
Tudelalı Benyamin 78, 84, 91, 247
Tyler, Rahip Joshua 252, 253, 274
Tyndale, William 191
V
Vahiyler Kitabı 109
Vasittar, Henry 142
Vergilius 203
Vulgata 191, 193
w
Wedgwood, Ralph 200
Wild, Dr. 207
Wilson, John 200, 202, 206, 274
Wolff, Rahip Joseph 154, 274
Wycliff, John 191
y
Yafet 169, 173, 212
Yakup 44, 47, 129, 194, 206, 219, 243
Yamaguçi 163, 164
Yaradılış 65, 130, 173, 193, 204, 206, 207, 215, 246
Yasanın Tekrarı 1, 75, 95, 130, 159, 175
Yavneeli Ha-Levi 122, 271
Yehuda ha-Nassi 76
Yehuda kabilesi 33, 46, 175
Yehuda Krallığı 47, 48, 53, 58, 114, 115, 117, 153
Yemen 20, 35, 42, 79, 80, 84, 87, 91, 92, 94, 95, 249, 251, 254
Yeni Zelanda 26, 27, 256, 266, 267
Yeremya 62, 114, 115, 175, 194, 226, 237
Yeşaya 59, 61, 62, 175, 207, 226
Yonathan, Şaul oğlu 151
Yusuf 11,44,60, 87, 150, 152, 154, 194, 206, 219, 238
z
Zaddok 94, 95
Zamolxis 116, 117
Zaurov, Hiya 151
Zemah Gaon 40, 41
Zohar 76
Bu kitap, İsrail’in On Yitik Kabilesinin Yahudiler ve Hıristiyanlarca arayışını anlatıyor. Rivka Gönen bu arayışların temelinde yatan nedenleri ve heyecanı; dil benzerliklerinin izini sürmekten, fiziksel görünümde, geleneklerde ve mitolojide benzerlikler aramaya, İncilden pasajların yeniden yorumlanmasına kadar, kâşiflerin başvurduğu çok çeşitli yöntemleri tartışıyor.
İsrail’in On Yitik Kabilesi’nin dünya mitolojileri içinde önemli bir yeri vardır ve yüzyıllar boyunca pek çok spekülasyonun, umudun ve yorumun kaynağı olmuştur. Elinizdeki kitap, bu kabilelerin, izlerinin tarihsel kayıtlardan silinmesine kadar nerelerden geçtiklerinin öyküsünü anlatır. Bu tarihten sonraysa öykünün kahramanı artık bu kabilelerin kendileri değil, onların peşinde yollara düşen gezginler ve kâşiflerdir. On Kabilenin izinin yitirilmesinden sonraki dönemde kendileri de çok uzun yıllar sürgünde yaşayan Yahudiler, onların ortadan gerçekten kaybolduğuna inanmayı reddettiler; On Kabile, Yahudiler için her zaman bir umut kaynağı oldu. Hıristiyanlar’m arayışının altındaysa bambaşka nedenler yatıyordu. Onlar açısından, On Kabile, İsa’yı çarmıha germe suçuna ortaklık etmemişlerdi.
Kitapta, uzak diyarlarda arayış öykülerinin yanı sıra, bu kabilelerin Avrupa, Asya ve Amerika nüfusunun bir parçasını oluşturduğuna inananların öykülerini de bulabilirsiniz.
[1] Gonen'de 2:2; Eski Ahit'te 1:11 (ç.n.)
[2] Gonen'de Ezra iV; Apokrif'te Ezra il (ç.n.)
[3] Gonen'de 8:27; Eski Ahit'te 9:27. (ç.n.)
[4] Gonen'de 84:12; Zebur'da 84:11 (ç.n.)