Önsöz
Emin Âkif Ersoy'un Hayatı ve
Hatıraları
Emin Âkif'in Hayatı
Âkif'in
Mektuplarında Emin Âkif
Mehmet Âkif'in
Ölümünden Sonra Emin Âkif
Emin Âkif'le
İlgili Bir Rivayetin Sıhhati
Emin Âkif'in
Yarım Kalmış Hatıraları
İSTİKLÂL HARBİ HATIRALARI
1 Trabzon Mebusu
Ali Şükrü Bey'le Beraber, Bir Yaylı Araba ile Yola Çıktık [34]
2 Eskişehir'de
Silahlı Kahramanlar Yolları Doldurmuştu [35]
3 Akif ve Sarhoş
İki İtalyan Şoförü [36]
4 Âkif; En Ziyade
Süs ve Modaya Düşkün Erkeklere Çok Kızardı [37]
5 Âkif'in
Hayatında Yegâne Gördüğü Toplu Para: 970 lira idi [38]
6 Anlaşıldı ki
Mustafa Sağîr, Bir Hain ve Casustu. Mustafa Kemal Paşa'yı Öldürmek İçin
Ankara'ya Gel
7 Âkif,
Gözyaşları İçinde Yazıyordu [40]
8 Türk Neslinin
Günden Güne Bozulduğunu Görmek Âkif'i Çok Üzüyordu [41]
9 Safahat Şairini
Oğlundan Dinleyiniz [42]
10 Pek Sevdiği
(Ali Şükrü) Bey'in Kayboluşu Babama Gözyaşları Döktürmüştü [43]
11 Gecenin
Issızlığında Top Sesleri Ankara Sokaklarında Duyuluyordu [44]
12 Annem
Gözyaşları İçinde Beni Hasretle Bağrına Basmıştı [45]
13 Büyük Taarruz
Başlamıştı, Her Taraftan Gelen Müjdeli Haberler Birbirini Kovalıyordu [46]
14 Mehmet Âkif,
Kurtulan Edirne'ye de Gitmişti [47]
15 Ruhu Huzur
İçinde, Vatan Topraklarında Yatıyor! [48]
EKLER
Şair Mehmet
Âkif'in Oğlu Şimdi Ne Yapıyor?
Mehmet Âkif'in
Oğlu Sefaletle Mücadelede
Kızı Feride
Hanımefendi ile Damadı Muhiddin Akçor, İstiklâl Marşı Şairimizi Anlatıyor
Takvim'den Bir
Yaprak: Mehmed Âkif'in Oğlu
Mehmet Âkif'in
Oğlu
Kaynaklar
EMİN ÂKİF
ERSOY
Babam Mehmet
Âkif
-İstiklâl
Harbi Hatıraları-
Derleme-Giriş:
Yusuf Turan Günaydın
Babam Mehmet Akif
-İstiklâl Harbi Hatıraları-
EMİN ÂKİF ERSOY
Derleme-Giriş:
Yusuf Turan
Günaydın
Önsöz
Emin Âkif Ersoy'un, babası Mehmet Âkif'i
merkeze alarak yazdığı hatıraları bölük pörçük olarak çeşitli mevkûtelerde
yayınlanmıştır. Aslında o, hatıralarını Orta Çiftlik
adını verdiği bir deftere kaydetmiştir. Fakat bu defterin âkıbeti –şimdilik–
meçhuldür. O da kendisi gibi, insanın yüreğini burkan bir âkıbete sahip
olmalıdır.
Derleme çalışmamızda, Emin Âkif'in
hatıralarından yayınlanmış olanların büyük bir kısmını ihtiva eden Millet gazetesindeki tefrika başı çekmektedir. Bu gazetedeki
hatıralar 12 Şubat 1948 tarihli 106. sayıdan başlar ve 10 Haziran 1948 tarihli
122. sayıda sona erer; toplam on beş bölümden ibarettir.
Çalışmamızda ikinci olarak Nusret Safa
Coşkun'un 25 Aralık 1947 tarihli Memleket'te Emin Âkif'i konuşturarak hazırladığı bir bölümlük neşir yer
almaktadır. Bu metin de Mehmed Âkif merkeze alınarak hazırlanmıştır.
Kenan Akın'ın 24 Şubat 1966 tarihli Tercüman'da yayınladığı ve Emin Âkif'i ziyaret ederek kayda
geçirdiği hatırat ihtiva eden yine bir bölümlük görüşmesi derlememizin son
bölümünü oluşturmaktadır. Emin Âkif'in hatıralarını Orta
Çiftlik adıyla bir deftere kaydettiği bilgisinin kaynağı da bu yazıdır.
Bu kaynakta, adı geçen hatırat defterinden iktibaslar ve Emin Âkif'in söz
konusu defterden bazı pasajları okurken çekilmiş bir resmi yer alır.
Âkif'in ortanca kızı Feride [Akçor] ve
damadı ile 1978'de gerçekleştirilmiş bir röportaj da hem Emin Âkif'ten kısaca
da olsa söz edilmesi, hem de Âkif'in İstiklâl Harbi sırasındaki hatıralarına
yer vermesi bakımından önemlidir. Emin Âkif'in hatıralarını bütünleyeceğini
düşünerek bu metni de iktibas ettik.
Hayat hikâyesi hakkındaki dağınık bilgileri
de bir araya getirerek yayına hazırladığımız bu hatırat neşrinde yukarıda
saydığımız metinler yer almaktadır. Gazeteler ve dergiler tarandığında bu
toplama, belki başka katkılar da sağlanabilir. Ayrıca derlememize Refi Cevad
Ulunay ve Çetin Altan'ın Emin Âkif'le ilgili yazıları da metnin sonuna ek
olarak konulmuştur.
Aslında önümüzde çözümlenmesi gereken bir
dizi mesele vardır:
Emin Âkif'in kardeşleri ve bazı yakınları
sağken ve evlenmişken neden bu kadar yalnız kaldığı, hayat hikâyesi hakkında
yazılanlarla kısmen aydınlanmaktadır. Fakat elbette bu hususta daha fazla
ayrıntıya ihtiyaç vardır. Eşinin kendisinden önce vefat ettiğini kaydeden
kaynaklar, bu evliliğinden çocuğu olup olmadığı hususunda ise sükût hâlindedir.
Kendisiyle yapılan görüşmelerde, hatıralarında neden diğer kardeşlerinden hiç
söz etmemiş, hatta ‘babasının tek oğlu olduğunu' vurgulama ihtiyacı
hissetmiştir? Mehmet Âkif'in Türkiye'ye dönmeden kısa bir süre önce o sırada
askerliğini yapmakta olan oğlunun başına gelenler karşısında nasıl bir tavır
takındığı hususu ise hepten karanlıktadır. Âkif Türkiye'ye döndüğünde Emin ne
durumdaydı? Kabri nerededir?
Gazetelerden derleyerek hazırladığımız bu
neşir, Emin Âkif'in hayatını ve büyük oranda babasının etrafında şekillenen
hatıralarının sadece bir kısmını ihtiva etmektedir. Bu hâliyle belki de onun
hatıratını kaydettiği deftere ulaşılması ve bu defterin bütünüyle
yayınlanabilmesi yönünde bir teşvik unsurudur.
Hatıratın bir an önce kitaplaşabilmesi için
gösterdikleri çabadan ötürü Oğuzhan ve Selçuk Azmanoğlu kardeşlere çok teşekkür
borçluyum. Nusret Safa Coşkun'un Memleket'teki
röportajını Meclis Kütüphanesi'nden onlar temin etti. Eksik olan dokuzuncu
bölümü Ali Birinci Kütüphanesi'nde tam takımı bulunan Millet'ten
onlar fotoğrafladı. Metnin dizgisini de onlar gerçekleştirdi. Bu gayretleri
olmasa, dağınık metinler hâlâ derlenip toparlanmayı bekliyor olacaktı.
Kapakta kullandığımız resmi, hazîne-i
evrâkından cömertçe sunan Mehmet Ruyan Soydan Beyefendiye ve kitabın
basılmasındaki teşvikinden ötürü İsmail Dervişoğlu'na da teşekkürler. Ersan
Güngör ise eserin en güzel bir biçimde basılabilmesi için editörlük vazifesini
hakkıyla yerine getirdi; müteşekkiriz.
Emin Âkif Ersoy'a ve bu vesileyle Mehmet
Âkif'e tekrar tekrar rahmet diliyor, baba-oğlun hatırası karşısında
hürmetlerimi sunuyorum.
Yusuf Turan Günaydın
Yenişehir
Emin Âkif Ersoy'un
Hayatı ve Hatıraları
Mehmed Âkif'in büyük oğlu Emin Âkif
(1908-1967) babasıyla ilgili hatıralarını kaleme almış, İstiklâl Savaşı'na
onunla birlikte Anadolu'yu dolaşarak iştirak etmiş; fakat askerliğini yaptığı
sırada yaşadığı talihsiz bir vaka sonrasında hayatının kalan kısmını büyük
oranda perişan bir biçimde geçirmiş bir şahsiyettir. Millet
gazetesinde on beş; Memleket ve Tercüman
gazetelerinde birer bölüm hâlinde yayınlanmış hatıralarında babasıyla geçirdiği
Mısır ve İstiklâl Savaşı yıllarına dair birçok ayrıntı vermiş ve hem yakın
tarihe, hem de Mehmet Âkif biyografisine katkıda bulunmuştur.
Emin Âkif'in Hayatı
Mehmed Âkif'in üç oğlu dünyaya gelmiştir:
İbrahim Naim, Emin ve Tahir Ersoy. Büyük oğlu İbrahim Naim bir buçuk yaşında
iken ölmüştür.[1] Emin ortanca
oğludur. Küçük oğlu Tahir (1916-2000) ise babası Tahir Efendi'nin (ö. h. 1305)
adını taşır.
Âkif'in hayatı hakkında bilgi veren
kaynaklar çocukları hakkında doyurucu malûmat vermezler. En başta, damadı Ömer
Rıza Doğrul (ö. 1952)'un Safahat neşrinin başında
verdiği malûmat yetersizdir. En yakın arkadaşlarından Hasan Basri Çantay (ö.
1962)'ın Âkifnâme'sinde ise "Mehmed Âkif'in
Doğumu ve Âilesi" başlıklı bir bölüm olmasına rağmen yalnızca anne ve
babası hakkında bilgi verilmiştir.[2]
Emin Âkif'in hayatı hakkındaki ayrıntılar
ise daha çok Reşad Ekrem Koçu ile M. Ertuğrul Düzdağ'ın eserlerindedir.
Düzdağ'ın verdiği malûmata göre Emin Âkif 1908'de İstanbul'da doğmuştur.[3] Mehmet Âkif'in İstiklâl Savaşı'na
katılmak üzere İstanbul'dan yola çıkarken yanına aldığı Emin o sırada 12
yaşındadır.[4] Ailesinin diğer
fertlerini bir müddet sonra Kastamonu'ya getirtip orada bir ev kiralayan Âkif,
Emin'i de Kastamonu'ya göndermiş ve mektebe kaydettirmiştir. Fakat Emin
Kastamonu'da fazla duramayarak kaçmış, babasının yanına, Ankara'ya gelmiş ve
Âkif'le birlikte Taceddin Mahallesi'nde ikamet etmiştir. Âkif, bir müddet sonra
eşi ve diğer çocuklarını da Ankara'ya getirtmiştir. Fakat başkentin Kayseri'ye
taşınma tartışmalarının yaşandığı İstiklâl Savaşı sıralarında eşini ve
çocuklarını Kayseri'ye göndertmiş, yanında yalnızca Emin'i alıkoymuştur.
"Benim öldüğüm yerde oğlum da ölsün" diyerek baba-oğul cepheleri
dolaşmışlar, halka ve askere moral verip düşmanın çıkardığı yangınlara su
taşımak gibi fedakârlıklarda bulunmuşlardır.[5]
Emin Âkif, hatıralarında babasının
kendisini yanında alıkoymasından iftiharla söz eder, bunu biraz da onu diğer
kardeşlerinden daha fazla sevmesine bağlar.[6]
Mehmet Âkif, uzun süreli gidişinden önce de
birkaç kez Mısır'a gitmiştir. 1923 ve 1924 kış aylarını geçirmek üzere Abbas
Halim Paşa'nın davetlisi olarak Kahire'ye gitmiş, 1924 ve 1925 baharlarında
İstanbul'a dönmüştür. Fakat Mısır'da kaldığı ilk iki kış döneminde İstanbul'da
bulunan Emin Âkif, haylazlık yaptığı için çok üzülmüş ve 1925 sonlarında uzun
süreli olarak Kahire'ye giderken onu da yanında götürmüştür. Âkif daha sonra
eşini ve küçük oğlu Tahir'i de yanına aldırtmıştır.
Âkif'in Mısır'da iken Emin sebebiyle ne
kadar tedirgin olduğunu, Kahire'den dostu Fuad Şemsi İnan (1886-1974)'a yazdığı
mektuplar yeterince gösterir.[7]
Gerek Fuad Şemsi'ye, gerekse diğer dostlarına yazdığı mektuplarında Emin'le
ilgili birçok husus dile getirilmiştir.
Mektuplarda bir baba olarak Âkif'in oğlu
hakkındaki endişelerini bütün açıklığıyla görürüz. Onun İstanbul'da iken okula
devamsızlık vb. davranışlarından duyduğu üzüntü; Mısır'da iken de Arapça ve
İngilizce öğrenmesi için gösterdiği gayret ve teşvik, bu hususta yeterince
gayretli görmediği oğlu hakkında esprili bir üslûpla dile getirdiği şikâyetler,
eğitimiyle ilgili gelişmeleri takipteki hassasiyeti, güreş ve yüzme gibi spor
dallarında gösterdiği kabiliyetten duyduğu memnuniyet ayrıntılı bir biçimde
mektuplarından takip edilebilir.
Âkif'in Mektuplarında Emin Âkif
Mektuplarda Emin Âkif'le ilgili bölümleri
kronolojik sırayla iktibas edersek şöyle bir manzara ortaya çıkar:
İki gözüm Fuat,
Bizim Emin çok haylazlık
ediyormuş; müdavim bulunduğu Üsküdar Sultanisi'nden savuşup çarşılarda,
pazarlarda dolaşıyormuş. Annesi, ben başa çıkamıyorum diyor. Dünden beri kafam
alt üst oldu.
Artık mektebe kadar
giderek derece-i devamı hakkında tahkikat icra edersin, sonra bizim eve de uğrayarak
validesiyle konuşursun. Oğlanı azarlamak, dövmek, türlü cezaya çarpmak
salâhiyyetin dâhilindedir. Benim avdetime kadar sen velisi olacaksın, anladın
mı? Kat'iyyen ihmal etmeyeceğinden emin olduğum için sana yazıyorum. Kuzum
kardeşim, icabını icrada terâhî gösterme!
Gelecek posta ile
annesine de yazacağım; çünki şimdi vakit yok... Hatta bu mektubu bir gidenle
Port-Said yolundan göndereceğim. (Fuad Şemsi İnan'a, 3 Mart 1341 (3 Mart 1925).[8]
*
İki gözüm Fuat,
Geçen hafta kemal-i
isti'cal ile yazıp gönderdiğim mektubun vusulünden emin olamadığım için tekrar
yazıyorum.
Evden gelen son mektupta
bizim Emin'in mektebe canı isterse gittiği, canı istemediği surette ...[9] sıvışıp sokak sokak dolaştığı,
verilen nasihatlerin, edilen tevbihlerin, ihtarların müessir olamadığı
bildiriliyor. Ben bu hâli zaten seziyordum. İş'ar-ı ahir, olanca aklımı
başımdan aldı. Avdetime kadar çocuğun vazife-i velayetini ifa edecek dostumu,
zihnen bir hayli taharriden sonra seni buldum. Enişteleri, sonra sana şifahen
bildireceğim esbabdan dolayı, bu işe ehil değillerdir. Kuzum kardeşim, bizim ev
Üsküdar'da, Selimiye'de, eczahaneye muttasıl Şevket Paşa'nın evidir. Acele ile
öbür mektupta tarif etmesini unutmuştum. Oğlanın mektebi de Üsküdar
Sultanisi'dir. Geçen sene Çengelköy'deki Havuzbaşı Numune Mektebi'nin beşinci
senesini zor zar geçebilmişti. Numuneler'in altıncı senesinin kaldırılması
üzerine bu mektebe vermeğe mecbur olduk.
Oğlan ahmaktır.
Senelerden beri uğraştığım hâlde yalan söylemekten vazgeçiremedim. Yarım saat
sonra meydana çıkacak yalanlarla işini görebileceğine kani olan sersemlerden!
Doğrusunu söylemek şartıyle birçok kusurlarını bağışladığım ve bu tabiatim
hakkında kendisine itimat verdiğim hâlde bir türlü o huyundan vazgeçiremedim.
Her neyse kardeşim, eve
uğrar, mucib-i şikâyet olan ahvalini validesinden öğrenirsin; tabiî mektebine
de giderek müdüründen, müdür muavininden lâzım gelen malumatı alırsın!
Selimiye'de bizim Miralay İsmail Hakkı Bey isminde bir dostumuz vardır ki pek
mübarek bir adamdır. İstersen, onunla da konuş! Hâsılı, tekdir ile ihtar ile,
dayak ile, tazyik ile, murakabe ile bu sersem çocuğu yola getirmeğe çalış!
Ahval, beni canımdan bîzar etmişti; bu hâdise, yıkık maneviyatım üstüne tüy
dikti!
Çoktan beri yazamıyor,
imâte-i vakt için okuyordum. Şimdi aynı satırı kırk defa okusam bir şey
anlayamıyorum. Bu vazifeyi muvakkaten sana devretmekle azıcık teselli
duyuyorum. İleride mektebini değiştirmek, leylîye kalbetmek icap ederse
düşünür, birlikte kararını veririz. Arzu edersen daima murakabe edebileceğin
bir mektebe geçiririz.
Âh, kendi yumurcağını
terbiyeden aciz babaların mürebbi-i ümmet geçinmesi ne ayıp şeymiş! Bu hafta
validesine yazdım; senin icraatına kat'iyyen müdahale etmemesini sıkı sıkı
ihtar ettim. Hani sen zengin olacaktın da beni şair edecektin. Ondan vazgeçtim.
Şu çocukla biraz meşgul olursan beni cidden minnettar edersin. Dirîğ-ı lutf
etmeyeceğinden eminim. Cenab-ı hak tevfik versin!
Onun küçüğü Tahir var ki
daima kendisinden beyan-ı memnuniyyet ediyorlar. Tabiî neticeye ait bana
malûmat verirsin!
Baki kemal-i iştiyak ile
gözlerini öperim, kardeşim Fuad'ım. (Fuad Şemsi İnan'a, 8 Mart 1341 (8 Mart,
1925) Pazar).[10]
*
Bizim aptal oğlanla ne
yaptın? Çağırdın, tekdir, yahut nasihat etmedin mi? Herifte adamlık kabiliyeti
görüyor musun? Her hâlde vazife-i vesayeti kemal-i ciddiyyetle ifa etmelisin!
(...) Allah sağlık
verirse, 29 Nisan'da İskenderiye'den vapura bineceğiz. Şu hesapça, bir ay sonra
görüşürüz. Allah'a emanet ol, kardeşim! Oğlanın işini ihmal etme ha! (Fuat
Şemsi İnan'a, 12 Ramazan, 1343 (6 Nisan 1925) Pazartesi).
*
Fuat,
Seni taltif için, hayli
zamandır bir vesile arıyordum; kısmetin açık imiş ki iki tane birden zuhur
etti.
1. Bizim Tahir, galiba,
ağabeyi Emin'in bir buçuk iki sene evvelki mesleğini tuttu. Zannediyorum o daha
çabuk yola gelecek kabiliyettedir. Onlar şimdi Beylerbeyi'nde, Havuzbaşı'nda,
Ressam Halil Paşa'nın köşkünde, Ömer Rıza ile beraber oturuyorlar. Önceden
Rıza'yı haberdar ederek bir cuma günü lütfen gider, tahkikat-ı lâzimeyi icra ve
tenbihat-ı muktezıyyeyi fîsebilillah i'tâ edersen, ben hazretlerini hizmetinden
memnun olmak cihetine biraz imaleye muvaffak olursun. (Fuat Şemsi İnan'a, 2
Recep 325 (6 Ocak 1927) Perşembe).
*
Tahir için validesine yazdım.
Hiç karışmayacak, tamamiyle sana bırakacak. Emin'i buraya getirdiğimden dolayı
o kadar memnunum, o kadar doğru bir iş gördüğüme kaniim ki sorma!
Evet,
"Secde"den sonra bir şeyler yazmak isterdim amma, tercüme işini ikmal
etmeden şairliğe kalkışmağı doğru bulmuyorum. (Fuad Şemsi İnan'a, 8 Şaban 1345
(10 Şubat 1342/1927) Perşembe).[11]
*
Emin Arapça ile
İngilizce ile hiç iyi değil. Zaten onun oyundan başka arasının iyi olduğu bir
şeyi henüz göremedik! Mamafih, buraya getirdiğim çok isabet oldu,
mütalâasındayım.
Hâ! Kuzum evlâdım, Zihni
Efendi merhumun el-Müşezzeb
diye bir risalesi vardır ya, onu lütfen bana yollayıver. Hatırımda kaldığına
göre onun sarfiyle nahvi aynı risalededir. Bunu Emin'e okutmak istiyorum.
Gündüzleri mektebe gidiyor, ellerinizi öper. Kardeşi Fahir'e de arz-ı hürmet
eder. Kemal-i iştiyak ile gözlerini öper, cümlenizi sıyânet-i mevlâya emanet
ederim. Ferit'i, Hayri'yi görürsen, unutma, ikisine de selâmımı söyle. (Mahir
İz'e, 25 Kânûnusânî 1342 (25 Ocak 1926)[12]
*
Kitaba çok memnun oldum.
Bakalım, bizim Emin'e onu okutmak istiyorum. Lisan hafıza işi, oğlanda ise o
meleke, ötekilerden de berbat! Ramazan'ın başından beri çalıştığı Tebbet Yedâ
sûresini Kadir Gecesi dinletebildi, o da dört yanlışla! Sonra da bana,
"Baba, beni hafız mı etmek istiyorsun?" demesin mi! "Oğlum,
böyle bir şey aklımdan geçmedi. Zaten, baksana; maazallah öyle bir tasavvurum
olsa, bu gidişle ömr-i beşer değil, ömr-i beşeriyyet bile yetişmeyecek!"
dedim.
Mamafih, çocuğun gayet
iyi bir hâli var: Kendisinden son derecede memnun. Şu hakkını da unutmayalım ki
Ramazan'ı tamamiyle oruçlu geçirdi. Senin Fahir ne yaptı? Vakıa o, zannederim,
geçenlerde bir hastalık atlattı. Tabiî zayıf düşmüş, oruç tutamamıştır."
(Mahir İz'e, 29 Ramazan 1344 (12 Nisan 1926).[13]
*
Emin hâlinden, bermûtad,
pek memnun. Rüyalarını bile Arapça görüyormuş! Bizim dairenin kapıcısı, Elbasan
köylerinden Kâzım Ağanın, Emin'den bir yıl evvel Mısır'a gelen, o yaşlarda bir
oğlu var. İşte bizim mahdûm-ı mükerrem, ondan tashih-i lügat ile meşgul!
"Var kıyâs et vüs'at-i deryâ-yı rahmet nidüğün!"
Mamafih, getirdiğim çok
isabet olmuş. Bilhassa ellerinizden öper. (Mahir İz'e, 1345, Perşembe (30
Haziran 1927).[14]
*
Emin geçen sene
Hilvan'da hususi bir mektebe gidiyordu. Bu yıl Mısır'a gidecek. Terakkisi gayet
yavaş, mamafih fena değil. Mahsus, ellerinizden öpüyor, kardeşi Fahir'e de
selâm ediyor. (Mahir İz'e, 20 Safer 1346, 18 Ağustos 1343, Perşembe (1927).[15]
*
Emin düşe kalka gidiyor.
Avamın konuştuğu dili çoktan öğrendi. Lisan-ı fasihi öğrenmesine, bilmem, ömr-i
tabiî kâfi gelecek mi?" (Mahir İz'e, 17 Muharrem 1347, 5 Temmuz 1344,
Perşembe (1928).[16]
*
Emin ile Tahir
ellerinizi öpüyorlar. Emin, Fahir'e birçok selâmlar gönderiyor. Geçen kış,
onlarla birlikte bir resim aldırmıştık. Altına şu kıtayı yazdım:
Ne odunmuş babanız,
olmadı bir baltaya sap!
Ona siz çekmeyiniz,
sonra ateştir yolunuz.
Meşe hâlinde yaşanmaz, o
zamanlar geçti;
Pek de incelmeyiniz,
sâde biraz yontulunuz.
(Mahir İz'e, 15 Recep
1348 (17 Aralık 1929).[17]
*
İnşallah ben de size
Emin ile kardeşi Tahir'in resimlerini aldırır, yollarım. Tahir, biz Hâil'de
iken dünyaya gelmişti. Şimdi on dört, on beş yaşlarında! Zaman ne süratle
ilerliyor değil mi? Üç kızımın üçü de müteehhil. İkisi İstanbul'da, birisi
Milas'ta. Şimdilik iyiler. Biri erkek, mütebakisi kız olmak üzere beş torunum
var. Biz Mısır'da iki çocuk, bir de anneleri olmak üzere dört kişiyiz.
Hamdolsun geçinip gidiyoruz. Emin Arapçayı bir fellâh gibi söylüyor. Tahir de
fena değil. Mekteplerine gidiyorlar. Şimdilik hâllerinden memnunum.
Mısır'da ikamet tabiî
daha iyi olur. Ancak memleket çok pahalıdır. Üç yüz elli lira ile o kadar ferah
geçinmek kabil olamaz. Evet, bundan daha az bir para ile de yaşamak mümkündür.
(Kuşçubaşı Eşref Sencer'e, 18 Ağustos 1346 (1930) Pazartesi).[18]
*
Emin idmancı oldu.
Kuvvetinin zararı yok, vücudu biçimli, güzel yüzüyor, iyi bisiklete biniyor,
atlaması, güreşmesi yolunda. Küçüğünün[19]
spora çokluk hevesi yok. İnşallah ilk fırsatta aldıracağımız resmi takdim
ederiz. Hayli zamandır görmediğiniz kardeşinizi epeyce ihtiyarlamış
bulacaksınız. Mamafih sıhhatim yolunda. İhtiyarlık, vücut sağlam olduktan sonra
büyük bir keder değil... (Kuşçubaşı Eşref Sencer'e, 3 Cemaziyelevvel 1349 (25
Eylül 1930).[20]
Görüldüğü üzere 3 Mart 1925 – 15 Eylül 1930
arasında kaleme alınmış bulunan bu mektuplar, kronolojik olarak Emin Âkif'le
ilgili birçok gelişmeyi yansıtmaktadır. İlk zamanlar yanında bulunmayan oğluyla
ilgili aldığı haberler onu telâşlandırmış, üzmüş ve bu hususta sert ve otoriter
mizacıyla tanınmış bulunan dostu Fuad Şemsi'den yardım istemiştir. Emin'i
yanında Mısır'a götürdükten sonra eğitimi ve terbiyesiyle bizzat ilgilendiğini
de bu mektuplardan anlıyoruz. Gelişmeleri yine kendisi takip etmiş ve duyduğu
memnuniyeti de dostlarıyla paylaşmıştır.
Sadece bu mektuplar bile Mehmet Âkif'in
ailesiyle yakından ilgilenen ve onlarla ilgili her babanın duyacağı endişe ve
memnuniyetleri duyan bir şahsiyet olduğunu gösterebilir.
Mehmet Âkif'in Ölümünden Sonra Emin
Âkif
Kaynakların bu hususta verdiği bilgilere
göre Emin Âkif, 1934'te askerliğini yapmak üzere Mısır'dan Türkiye'ye döndü.
Askerliğini Kırklareli'nde er olarak yapmaktaydı. Fakat bu dönemde koğuştaki
arkadaşlarına Kur'an okuyup tefsir ettiği gerekçesiyle Divan-ı Harb'e verildi.
Bu bilginin kaynağı Ali İlmî Fanî'nin Rıza
Tevfik'e gönderdiği bir mektuptur. 14 Ekim 1935 tarihli söz konusu mektup Emin
Âkif'in Bereketzâde Cemil Bey'e gönderdiği bir mektuptan iktibaslar ihtiva
etmektedir. "Kırıkhan'da mevkuf şair Mehmed Âkif Bey'in mahdumu Emin"
imzalı mektuptan iktibasta şu ifadeler yer almaktadır:
Kırklareli'nde vazife-i
askeriyemi ifâ ediyordum. Arapça bildiğim için ara sıra arkadaşlarıma Kur'an
okur, âyetleri tefsir ederdim. Bu hareketim irtica mahiyetinde görüldü. Divan-ı
Harb'e tevdi olundum ve tevkif edildim. Tevkifhâneden şimdi benimle beraber
bulunan çavuşumun delâlet ve himmetiyle firar ettik. İstanbul'a geldik, oradan
bir vapura atladık. Mersin'e çıktık. Mersin'den yaya olarak Antakya'ya gelirken
yoldaki karakolhanedeki jandarmalar hâlimizden şüphelendi, pasaportlarımız olmadığından
her ikimizi de Kırıkhan kazasına gönderdiler. Şimdi bizi Türkiye'ye iade
edecekler. İmdadımıza yetişiniz.[21]
Bu hadise vuku bulduğunda Mehmet Âkif
sağdır ve Mısır'dadır. Hadiseyi duyduktan sonraki tavrı hakkında ise bir şey
bilmiyoruz. Tutuklandıktan sonra cezasını çektiği ve askerliğini bitirip terhis
olduğu anlaşılmaktadır.
Terhisi sonrasıyla ilgili bilgiler ise
Reşad Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi'ndedir.
Buna göre Emin Âkif terhis olduktan sonra kendini içkiye verdi ve yakınlarıyla
irtibatsız bir biçimde perişan bir hayat sürdü. Sabahçı kahvehanelerinde ve
hamamlarda barındı. Yalın ayak dolaşarak şarap, ispirto ve esrar parası için
hamallık yaptı. 1939'da İstanbul zabıtası tarafından bir esrarkeş olarak
yakalandı ve akıl hastanesine sevk edildi. Bir müddet cezaevinde kaldı. Bu
arada kendisine ulaşan bir baba dostu tarafından Bursa'da Atatürk Çiftliği
harasına kâhya olarak yerleştirildi. Evlendi ve mazbut bir hayat sürmeye
başladı. Fakat bir müddet sonra (1963-1964) işinden çıkartıldı. İstanbul'a
döner dönmez tekrar esrara başladı. 1966 başlarında eşi vefat edince yine
kimsesiz kaldı. Bu kez âdeta intihar kastıyla kendisini içkiye ve esrara verdi.
1966 sonlarında birkaç ay akıl hastanesinde
kaldı. Hastaneden çıktığında (Kasım 1966) geceleri Tophane'de terk edilmiş bir
kamyonetin karoseri içinde yatmaya başladı ve 24 Ocak 1967'de bu karoserin
içinde ölü bulundu.[22]
Reşad Ekrem'in nitelemesiyle Emin Âkif:
"(...) hayatı kendi itirafları ve bütün teferruatı ile zabt edilerek
yazılabilmiş olsaydı, dünya edebiyatında yeri olan İtalyan yazarı Tullio
Murri'nin Kürek Cehennemi isimli eserinin ayarında
dehşet verici bir romanın kahramanı olabilecek kara bahtlı bir adam"dır.
Hayatıyla ilgili ayrıntıların büyük çoğunluğu yazıya dökülmemiştir.[23]
Emin Âkif'le İlgili Bir Rivayetin
Sıhhati
Emin Âkif'in işsiz kaldığı günlerde çeşitli
tanıdıklarına; baba dostlarına başvurmuş olması tabiî karşılanacak bir
hadisedir. Kaynaklar bu hususta bize üç isim vermektedir. Nusret Safa Coşkun
(1915-?), Refi Cevad Ulunay (1890-1968) ve Çetin Altan (d. 1927)...
İlk olarak Nusret Safa'nın Memleket gazetesinde çıkan (25 Aralık 1947)
röportaj-yazısında Emin Âkif'in böyle bir başvurusundan söz edilmektedir. Bunun
dışında Refi Cevad Ulunay'ın da aynı meâlde bir yazısı vardır.[24]
Ulunay'ın bu yazısı Emin Âkif'in Karacabey
Harası'nda çalışırken meydana gelen bir zelzele sebebiyle işsiz kalması
hadisesine ışık tutmaktadır. Hadise, yazı "İki ay kadar oluyor (...)"
diye başladığına ve 30 Ocak 1965 tarihini taşıdığına göre 1964'ün Aralığında
vuku bulmuş olmalıdır ve Ulunay Milliyet gazetesinde
çalışırken vuku bulmuştur.
Bir yıl sonra da hemen hemen aynı hadise
vuku bulmuş olabilir mi? O yıllarda yine Milliyet gazetesinde
çalışan Çetin Altan'ın Sabah gazetesinin 5 Ağustos
1999 tarihli nüshasında yayınlanan "Enver Paşa'nın Kız Kardeşi ve Mehmet
Âkif'in Oğlu" başlıklı yazısında anlattığı şeyler, Ulunay'ın
anlattıklarıyla aynı meâldedir. Altan'ın anlattıklarına bakılırsa Emin Âkif bu
kez de Çetin Altan'ı ziyaret etmiş ve ondan yardım istemiştir. Yalnız Ulunay'ın
yazısında kaybettiği işini tekrar elde etmek için bir tavassut isteği söz
konusuyken, Altan'ın yazısında para yardımı isteği söz konusudur.
Ulunay'ın ilgisi sonucu, Emin Âkif Ziraat
Bakanlığı tarafından tekrar Karacabey Harası'ndaki işine iade edilmiş ve fakat
kendisine kalacak yer olarak merkeze 7-8 km. ötede Poyrazbahçe Koyun Ağılı
gösterilmiştir.
Her iki yazarın aynı gazetede çalışıyor
olması ve hadiselerin çok yakın sayılabilecek bir tarihte vuku bulmuş görünmesi
Emin Âkif'in Ulunay'ın yanına –belki– bir kez daha uğradığını ve onu bulamadığı
için Altan'la görüştüğünü düşündürüyor. Burada kafa karıştırıcı olan şey,
Altan'ın Ulunay'ın anlattığı hadiseden tamamen habersiz görünmesidir. Ulunay
1953-1968 tarihleri arasında Milliyet'te çalışmıştır.[25] Altan ise Nebioğlu'nun Türkiye'de Kim Kimdir adlı ansiklopedisine bakılırsa 1960'lı
yıllarda Milliyet'te çalışmıştır.[26] Bu durumda Ulunay'la aynı tarihlerde Milliyet gazetesinde mesai
arkadaşıdırlar. Fakat anlattığı hadise için verdiği tarih 1966 olduğuna göre
Ulunay'la o tarihte mesai arkadaşı olmayabilirler. Yine de Altan'ın olayın vuku
buluş tarihi olarak zikrettiği 1966, bir hafıza yanılması değilse Ulunay'ın
anlattıklarıyla çok yakın bir tarihte vuku bulmuş olmaktadır. Bu durumda Emin
Âkif hem 1964 Aralığında Ulunay'a, hem de 1966'da Çetin Altan'a gelmiştir.
Altan'ın Milliyet gazetesinde vuku bulan ilk hadiseyi
duymamış ve aynı zamanda Ulunay'ın gazetedeki köşesinden okumamış olması mümkün
müdür? Hadisenin Milliyet gazetesi merkezinde –ufak
çaplı da olsa– bir çalkantıya sebep olmaması düşünülemez.
Ulunay ile Altan'ın yazılarını yan yana
koyduğumuzda iki yazıdan ilkinde bir tavassut dileği, diğerinde ise para
yardımı isteği söz konusudur. Fakat Altan, adını vermediği bazı gazetelerde
Emin Âkif'in ‘Beşiktaş'taki çöp bidonlarından birinde (...) ölüsünün
bulunduğunu' yazmıştır ki, Emin Âkif'in öldüğünde Tophane'de terk edilmiş bir
kamyonetin karoseri içinde yaşadığı bilenmektedir. Dolayısıyla Altan'ın verdiği
ve birçok kaynağın ittifakla ondan naklettiği bu hususu doğru kabul etmemiz
mümkün değildir. Altan, 1966'da gerçekleştiğini yazdığı bu hadiseden ‘bir ay
geçmeden' ölümüyle ilgili haberi okuduğunu belirttiğine ve Emin Âkif 24 Ocak
1967 öldüğüne göre hadise 1966'nın sonlarında vuku bulmuş olmalıdır.[27]
Altan'ın Emin Âkif'in ölümüyle ilgili
yazdıkları Âkif'in çocuklarını söz konusu eden birtakım eserlerde[28] aktarılmıştır.
Emin Âkif'in Yarım Kalmış Hatıraları
Söz konusu hatıraları son iki bölüm hâriç, Millet gazetesinden derlemiş bulunuyoruz. Yazıların tam
künyeleri şöyledir:
"Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey'le
Beraber, Bir Yaylı Araba İle Yola Çıktık-I, Millet,
Yıl: III, 12 Şubat 1948, S. 106, s. 16.
"Eskişehir'de Silâhlı Kahramanlar
Yolları Doldurmuştu-II", Millet, Yıl: III, 19
Şubat 1948, S. V/107, s. 16.
"Âkif ve Sarhoş İki İtalyan
Şoförü-III", Millet, Yıl: III, 26 Şubat 1948, S.
108, s. 15.
"Âkif En Ziyade Süs ve Modaya Düşkün
Erkeklere Çok Kızardı-IV", Millet, Yıl: III, 11
Mart 1948, S. 110, s. 16.
"Âkif'in Hayatında Yegâne Görebildiği
Toplu Para: 970 Lira İdi-V", Millet, Yıl: III, 18
Mart 1948, S. 111, s. 17.
"Anlaşıldı ki Mustafa Sağîr Bir Hain
ve Casustu. Mustafa Kemal Paşa'yı Öldürmek İçin Ankara'ya Gelmişti. Şair Âkif
Bir Mektubunu Açınca-VI", Millet, Yıl: III, 25
Mart 1948, S. 112, s. 15.
"Âkif, Gözyaşları İçinde
Yazıyordu-VII", Millet, Yıl: III, 1 Nisan 1948,
S. 113, s. 18.
"Türk Neslinin Günden Güne Bozulduğunu
Görmek Âkif'i Çok Üzüyordu-VIII", Millet, Yıl:
III, 8 Nisan 1948, S. 114, s. 18.
"Safahat Şairini Oğlundan
Dinleyiniz-IX", Millet, Yıl: III, 15 Nisan 1948,
S. 115, s. 18.
"Pek Sevdiği Ali Şükrü Bey'in
Kayboluşu Babama Gözyaşları Döktürmüştü-X", Millet,
Yıl: III, 22 Nisan 1948, S. 116, s. 18.
"Gecenin Issızlığında Top Sesleri
Ankara Sokaklarında Duyuluyordu-XI", Millet, Yıl:
III, 29 Nisan 1948, s. 117, s. 18.
"Annem Gözyaşları İçinde Beni Hasretle
Bağrına Basmıştı-XII", Millet, Yıl: III, 6 Mayıs
1948, S. 118, s. 18.
"Büyük Taarruz Başlamıştı, Her
Taraftan Gelen Müjdeli Haberler Birbirini Kovalıyordu-XIII", Millet, Yıl: III, 13 Mayıs 1948, S. 119, s. 18.
"Mehmet Âkif, Kurtulan Edirne'ye de
Gitmişti-XIV", Millet, Yıl: III, 27 Mayıs 1948,
S. 120, s. 18.
"Ruhu Huzur İçinde, Vatan
Topraklarında Yatıyor", (XV), Millet, Yıl: III,
10 Haziran 1948, S. 122, s. 15 (Birinci kısmın sonu).
Bu yazı dizisinin Millet'teki
bölüm başlığı "Safahat Şairini oğlundan dinleyiniz..." şeklindedir ve
ilk bölümün sunuşu şöyledir:
İstiklal Marşı şairi
rahmetli Mehmet Âkif Ersoy'un, Emin Âkif Ersoy adlı bir oğlu olduğunu bilir
misiniz? Emin Âkif, henüz on üç yaşında iken İstiklâl Mücadelesi'ne katılan
babasıyla beraber Anadolu'ya geçmiş, zafere kadar yanında kalmış, sonra
beraberce Mısır'a gitmiştir. Emin Âkif şimdi ana vatandadır ve safahat şairinin
bilinmeyen taraflarını kucaklayan hatıralarını Millet'in muhterem okurlarına
sunmaktadır.[29]
Hatırat tefrikasının bitişinde ise
"Birinci kısmın sonu" ifadesi vardır. Dolayısıyla bu hatıraların
devam edeceği okuyucuya bir nevi müjdelenmiş olmaktadır. Emin Âkif'i Millet gazetesini yayınlayan Cemal Kutay konuşturmuş ve
hatıralarını yazıya aktarmış olmalıdır. Bu sebeple hatıratın ikinci kısmı belki
de gazetede yayınlanacak biçimde hazırlanamadığı için on beşinci bölümden
sonrası gelmemiş olabilir. Dolayısıyla ikinci kısmın Cemal Kutay Arşivinde
kalmış olabileceği akla gelmektedir. Elbette hiç kayda geçirilmemiş olma
ihtimali de vardır. Vefatından sonra ne durumda olduğunu bilmediğimiz Cemal
Kutay Arşivinde araştırma imkânı bulamadığımız için bu hususta kesin bir şey
söyleyemeyiz.[30]
Ayrıca Nusret Safa Coşkun'un Memleket gazetesinde, Kenan Akın'ın Tercüman'da
Emin Âkif'i konuşturarak yayınladığı hatıralarını[31] da bu çalışmaya ekleme ihtiyacı duyduk. Nusret
Safa'nın röportajı 1947'de gerçekleştirilmiştir ve Emin Âkif o sırada 35-36
yaşlarındadır. Röportaj-yazıda o yaştaki hâlini yansıtan bir fotoğrafının
klişesi de kullanılmıştır.
Böylece Emin Âkif'in yayınlanmış
hatıralarından bulabildiklerimizi derleyerek bir araya getirmiş oluyoruz.
* * *
Emin Âkif'in hatıralarında Mehmet Âkif'in
İstiklâl Savaşı'na iştirak etmek üzere Anadolu'ya geçerken yaşadıkları, takip
ettiği güzergâh, âilesiyle ilgili anekdotlar ve yolculuk esnasında ve Ankara'ya
geldikten sonra yaşadıkları hakkında birçok ipucu ve ayrıntı yer alır.
Fakat daha hatıratın başında yer alan
"(...) ben onun yegâne oğlu olduğum (...)" şeklindeki ifadeyi
açıklamak gerekir. Bilindiği üzere Âkif'in iki oğlu vardır. Fakat hatıratın
başladığı tarihlerde Âkif'in küçük oğlu Tahir daha dünyaya gelmediği için Emin
Âkif böyle söylemiş olmalıdır.
Emin Âkif'in hatıralarına göre Mehmet Âkif
yola çıktıktan sonra Karacaahmet Mezarlığı'nda Ali Şükrü Bey'le buluşmuş, Geyve
yakınlarında bir köyde ise Kuşçubaşı Eşref'le birleşmiştir. Böylece Âkif'in yol
arkadaşlarının kimler olduğunu da Emin Âkif'in hatıralarından öğrenmiş oluruz.
İstanbul'dan çıkıp Anadolu'ya geçtikten sonraki güzergâhı ise Emin Âkif'in
ifadelerine göre şöyledir:
Adapazarı-İzmit üzerinden Geyve, Eskişehir,
Ankara.
Ankara'ya ulaştıktan sonra da çeşitli şehir
ve beldelere yolculukları sürmüştür. Emin Âkif, Ankara'ya yerleştikten sonra
ilk olarak Eskişehir'e gittiklerini anlatmaktadır.
Emin Âkif söz konusu belde ve şehirlere
uğradıklarında nerelerde misafir kaldıklarını, kimlerle görüştüklerini
hatırlamıştır. Eskişehir'de Şefik Bey'in Bakteriyolojihanesine uğramışlar ve
akşamları da onun evinde kalmışlardır. Emin Âkif'in verdiği ayrıntılardan Şefik
Bey'in Pendik Bakteriyolojihane Müdürü Şefik Kolaylı olduğu anlaşılmaktadır.
Şefik Kolaylı[32], Âkif'in yakın
dostlarından Neyzen Tevfik'in de kardeşidir. Eskişehir'de 20 gün kalmış ve
peşinden Ankara'ya dönmüşlerdir. Fakat bu arada Mehmet Âkif Burdur milletvekili
seçildiği için Burdurlular tarafından ısrarla davet edilmektedir. Bunun üzerine
Âkif, yanında Emin ile birlikte Burdur'a doğru hareket eder. Kendilerine
Antalya Mebusu Süleyman Efendi eşlik etmektedir. Burdur'da bir hafta kadar
kalırlar. İstikamet Antalya'dır. Antalya yolu üzerinde Sandıklı ve Dinar'a
uğranır. Antalya'da Süleyman Efendi'nin evinde misafir olurlar. On beş günlük
bir misafirlikten sonra Ankara'ya dönüş başlar. Fakat seferler sürecek ve bir
ay kadar sonra da Eskişehir üzerinden Afyon'a, oradan da Konya'ya gidilecektir.
Dönüş güzergâhı da aynıdır.
Bu esnada İstanbul'da bulunan ailesini
Ankara'ya getirtmek isteyen Âkif, ailenin eski emektarlarından Halil Ağa ile
Ankara'da karşılaşınca ondan ailesini Ankara'ya getirmesini istedi. Âkif,
ailesini karşılamak üzere oğluyla birlikte Çankırı, Ilgaz, Kastamonu üzerinden
İnebolu'ya vardı. Fakat fırtına yüzünden İnebolu'ya yolcu indiremeyen vapur,
Sinop'a yolcularını indireceği için onlar da Sinop'a gittiler. Âkif, ailesini
alarak Sinop'tan Kastamonu'ya götürdü. Âkif dokuz kişilik ailesini Ankara'da
Taceddin Mahallesi'ndeki iki odalı bir evde barındıramayacağını anlayınca
onlara Kastamonu'dan ev kiralayıp Ankara'ya döndü. Bu kez Emin Âkif annesiyle
Kastamonu'da kalmıştı. Fakat babasının yanında olmayı çok isteyen Emin, o
sırada Kastamonu'ya gelen Şefik Kolaylı ile Ankara'ya döndü. Aylar sonra
Kastamonu'daki aile fertleri de Ankara'ya geldiler.
Emin Âkif'in hatıralarının yedinci
bölümünden itibaren hep Ankara'daki günler anlatılır. Sakarya Savaşı
başladığında Yunanlıların Ankara yakınlarına kadar gelmiş olması bir panik
havası doğurunca başkentin Kayseri'ye nakli tartışılmaya başlanmıştı. Bu
gerçekleşmediyse de birçok mebus, çoluk çocuğunu Kayseri'ye göndermişti. Bu arada
Âkif de yanında sadece Emin'i alıkoyarak diğer aile fertlerini Kayseri'ye
gönderdi. Ancak Sakarya Savaşı kazanıldıktan sonra Ankara'ya döndüler.
Hatıratın on üçüncü bölümünde Büyük Taarruz
günleri anlatılmaktadır. O günlerde Âkif, Eskişehir, Afyon üzerinden çekilen
Yunan ordusu tarafından yakılıp yıkılmış Bilecik şehrine gittiler. Burada
yangın söndürme faaliyetlerine katıldılar.
Hatıratın on dördüncü ve on beşinci
bölümlerinde Yunanlıların İzmir'den denizi dökülüşü, İstanbul'dan müttefiklerin
çekilişi sebebiyle yaşanan sevinç ve o sırada gerçekleştirdikleri bir Edirne
seyahati anlatılır. İstanbul üzerinden Edirne'ye vasıl olan Âkif ve oğlu burada
on beş gün kaldılar.
Âkif, Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine
Mısır'a gitmeye karar verdi ve Ankara'ya döndü. Burada milletvekilliğinden
istifa eden Âkif, 1923 senesi Eylül sonlarında kış mevsimini geçirmek üzere
Mısır'a gitti.
Mısır'a bu ilk gidişinden sonra gelişen
hadiseler ve Âkif'in ölümünden kısa bir süre önce Türkiye'ye dönüşünü çok hızlı
çizgilerle anlatan bir paragrafla on beşinci bölüm bitmektedir. Bu bölümün
sonuna "Birinci Kısmın Sonu" açıklaması konulduğu hâlde Âkif'in
Mısır'a İstiklâl Savaşı sonunda gidişinden sonraki hadiselerin tamamen
özetlenerek verilmesi, Emin Âkif'in hatıralarının geri kalan bölümünü de
anlattığı izlenimini vermektedir.
Emin Âkif'in yarım kalmış hatıraları
İstiklâl Savaşı sırasında Âkif'in hayatını araştıranlara birçok ipucu ve
ayrıntı sağlamaktadır. Çok teferruatlı bir Âkif kronolojisi hazırlayabilmek
için de bu hatırat tefrikasının mutlaka görülmesi gerektiği açıktır. Ayrıca
Âkif'in İstiklâl Savaşı'na katılma konusunda tereddüt yaşayan Anadolu
şehirlerinde etkili hitabeti ve ikna gücü yüksek düşünceleriyle nasıl bir rol
oynadığını da en iyi bu hatırat metni anlatmaktadır.
12-13 yaşlarındaki bir çocuğun gözlemlerine
dayalı olarak ileriki yaşlarında hatırladıklarından derlenen bu hatırat,
Âkif'in kişiliği, aile reisi olarak tavırları, Millî Mücadele'ye katkısı
bakımından müstakil olarak neşredilmeyi hak eden bir metindir.
Hatıraların 6. bölümünde söz edilen Mustafa
Sağîr hadisesiyle ilgili anlatılanlar, konuya değinilen bir kaynakta -Aykut Kazancıgil Kitabı- verilen bilgilere açıklık
getirmektedir. Burada Emin Âkif'in bu hususta söyledikleri arasında geçen şu
cümleler önemlidir:
İstiklâl Marşı şairinin
bu hain İngiliz casusunun içyüzünü keşfetmekte çok büyük rolü olmuştur. Rol
değil, Mustafa Sağîr'i suç üzeri babam yakalamış, Atatürk'ün doğrudan doğruya
hayatı ile alâkadar olan teşkilatlı bir suikasta mâni olabilmiştir. Bittabi Mustafa
Sağîr kendisine Hindistan'ın Ankara Hükûmeti'ni alkışlayan bir ferdi, âlemi
İslâm'ın bir âzası, bir sefiri süsü veriyor idi. Babam da eskiden beri
Türkiye'de İttihadı İslâm teşkilâtına çalışan, hitap eden bir mütefekkir
tanındığı için Mustafa Sağîr ile samimiyet peyda etmiş, içyüzünü henüz
bilmediği bu İngiliz casusunu kaç defalar Taceddin Mahallesi'ndeki evimize
davet etmişti. Bu arkadaşlıktan kendi hesabına faydalanmayı düşünen Hintli
casus yeni yeni düzelmekte olan muhabere işlerinde babamın adresiyle
mektuplaşmayı daha münasip bulmuş, Mehmet Âkif vasıtasıyla muhabereye
başlamıştı. Lâkin Mustafa Sağîr namıyla Hindistan'dan, İstanbul'dan, hattâ
Mısır'dan babamın adresine o kadar çok mektuplar koca koca zarflar geliyordu ki
peder şüphelenmeğe başladı. Hiç unutmam, İstanbul'dan Mustafa Sağîr'e gelen
büyük bir zarfın bir ucu kazara yırtıldı. Zarfın muntazaman katlanmış
sahifelerce muhteviyatı gözüküyordu. İkimizin de nazarı dikkatini çeken şey
mazrufun yazıdan âri olması oldu. Babam artık dayanamadı. Zarfı yırtarak açtı.
Satırsız büyük eseri cedit kâğıtları bomboştu. Yalnız bu kâğıtları katlayan bir
tabakada üç dört satırlık bir yazı vardı. İstanbul'da havaların yağmurlu
gittiğinden bahsediyor, Mustafa Sağîr'e muvaffakiyetler temenni ediliyordu.
Bilâhare diğer sahifeler tahlil edildi. Bu gibi hâllerde istimal edilen kimyevi
mürekkeple yazıldığı anlaşıldı. Mustafa Sağîr, sağîr değil kebir bir hain
olmasının cezasını hayatı ile ödedi, darağacında can verdi.
Aynı konuya Kazancıgil de Avni Refik
Bekman'dan naklederek değinmektedir:
(...) Hintli bir casus,
Mustafa Sağîr diye bir İngiliz casusu, Afganistan'daki Afgan Kralını vurmuş...
Daha sonra İngilizler tarafından Ankara'ya Atatürk'ü vurmakla görevli olarak
gönderiliyor. Fakat Mustafa Sağîr, Ankara'dayken bir türlü Atatürk'ü göremiyor;
ama bir yandan da İngilizlerle yazışıyor. "Merak etmeyin, mutlaka
vuracağım," diye... Bizimkilere de Hint Müslümanlarını temsilen geldiğini
ve onlardan milli mücadeleye yardım için para getirdiğini söylüyor. Fakat Mustafa
Sağîr'in -Sağîr, küçük demektir- bir zaman sonra Ankara'da niyeti anlaşılıyor
ve asılıyor... Ben ajan olduğunun nasıl anlaşıldığını, işin aslını merak ettim.
Bir gün Ankara Üniversitesi'nde kimya hocası olan Profesör Avni Refik Bekman
bir dergide; "Ben Berlin'de kimya okumuştum, Adnan Adıvar bakandı, ben de
mecliste kâtiptim o zamanlar," diye bir yazı yazmış, Adnan Adıvar merak
etmiş bu adamı, Almanya'da ne okudu diye... O da, "Biyokimya doktorası
yaptım," demiş. Adnan Adıvar, bunu öğrenince hemen adamı sağlık bakanlığına
bağlı, biyokimya laboratuarı kurmakla görevlendirmiş, aletler bulmuşlar falan.
O esnada da birtakım mektuplar getirmişler Avni Refik Bey'e; mektubun bir yüzü
dolu, arkası boş! Avni Refik Bey, türlü çalışmalardan sonra kimyasal
reaksiyonlar yardımıyla bu mektupların limonla yazılmış, gizli mektuplar
olduğunu buluyor ve Mustafa Sağîr'in foyası o zaman ortaya çıkıyor ve
yakalanıyor. Atatürk belki de ölümden kurtuluyor bu sayede. Bu olayı
sosyalistler ya da başka gruplar kendilerince açıkladılar zaman içinde; ama
kimse bunun böyle kimyasal bir analiz sonucu ortaya çıktığını anlatmamıştı,
mühim bir belge diye hemen bunu buldum ve yayınladım dergide.
-Nereden buldunuz bu belgeleri?
-Büyük Millet
Meclisi'nin kuruluşunun 50. ya da 60. kuruluş yıldönümünde -tam hatırlamıyorum-
bir kitap çıkarmışlar, o kitapta buldum.[33]
Emin Âkif'le Bekman'ın verdiği bilgileri
telif etmek gerekirse -Kazancıgil'in bahsetmemesine rağmen- mektuplar Bekman'a
Âkif vasıtasıyla ulaşmış olabilir diyebiliriz. Nitekim Kazancıgil "O
esnada da birtakım mektuplar getirmişler Avni Refik Bey'e (...)" diyerek
bu hususta muğlak bir ifade kullanır.
* * *
Kenan Akın'ın görüşmesinde, Emin Âkif'in
hatıralarını Orta Çiftlik adıyla kaleme aldığı
vurgulanmakta ve bu hatırattan bazı iktibaslar da yapılmaktadır. Burada hemen
hatırlatmak gerekir ki, bugün elimizde bu hatırat defteri yoktur. Defterin Millet gazetesinde yayınlanan hatırat tefrikasının devamı
olabileceği veya oradaki bölümlerle birlikte daha fazlasını ihtiva ettiği akla
geliyor.
Bugüne kadar ortaya çıkmadığına göre
hatırat defterinin -ne yazık ki- kaybolmuş olduğuna hükmetmemiz gerekiyor.
Çünkü Millet'teki tefrika 12 Şubat 1948 tarihli
nüshasında başlar, 10 Haziran 1948' tarihli nüshasında sona erer. Kenan Akın Orta Çiftlik adlı bu hatırat defterinden bazı bölümleri 24
Şubat 1966 tarihli Tercüman'da yayınladığına göre Emin
Âkif'in ölümünden (24 Ocak 1967) on bir ay önce kaleme alınmış durumda olduğu
ortaya çıkmaktadır. Burada Emin Âkif'in -belki de son- resmi de yer almaktadır.
Memleket gazetesinde 1947'de yayınlanan fotoğrafıyla
kıyaslandığında zamanın Emin Âkif üzerindeki yıpratıcı tesiri bütün açıklığıyla
fark edilmektedir.
Akın'ın röportaj-yazısında Emin Âkif'in
MTTB ilgililerince himaye altına alındığı kaydedildiğine göre bu defterin MTTB
arşivinde olma ihtimali akla gelmektedir. Tabii bu arşiv muhafaza
edilebildiyse...
Bütün bunları destekleyen bir metin olarak
Âkif'in ortanca kızı Feride [Akçor] Hanım ve damadı Muhiddin Akçor ile yapılmış
bir röportaj da önemlidir. Bu röportajda Âkif'in mizacı, İstiklâl Savaşı
sırasındaki tutumu hakkında kızı ve damadının ağzından bilgiler verilmekte;
ayrıca Emin Âkif'ten de –adı anılmadan– söz edilmektedir. Dolayısıyla metni,
derlememize eklemiş bulunuyoruz.
Sözü fazla uzatmadan okuyucuları Emin
Âkif'le ve hatıralarıyla baş başa bırakalım.
İSTİKLÂL HARBİ
HATIRALARI
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey'le Beraber,
Bir Yaylı Araba ile Yola Çıktık[34]
Millî Mücadele yıllarında Mehmet Âkif'in
büyük bir gazâ telakki ettiği bu savaşa nasıl iştirak ettiğini bugün benim
kadar yakından bilen kimse yoktur; çünkü ben onun yegâne oğlu olduğum kadar,
Yunan Harbi'nin cereyan ettiği zamanlarda, bidayetten nihayete yine onun yegâne
can yoldaşı ve yol arkadaşı idim.
İstanbul en hazin ve pek kara günlerini
yaşıyor idi. Müttefikler bu güzel şehri işgal etmişlerdi. Boğaz; İngiliz,
Amerikan, İtalyan, Fransız harp gemileriyle dolu iken memleketin muhtelif
semtlerinde işgal kuvvetlerinin ayrı ayrı karakolları ve kuvvetleri vardı. O
zamanları çok iyi hatırlarım; on iki yaşımda idim. Çengelköyü'nde büyük bir
evde oturuyorduk.
Bir mayıs sabahı babam bizzat beni pek
erken uyandırdı; kalabalık olan evimizde bir fevkalâdelik, garip bir heyecan
vardı. Annem gizlemek istediği gözyaşlarını saklayamıyor, herkes bana düşünceli
görünüyor idi. Çabucak hazırlandık, Mehmet Âkif ile gün doğmadan Üsküdar'a
müteveccihen yola düzüldük...
Safahat şairi o
zamanlar çok zinde ve pek çevik bir adamdı. Ben de kanı kaynayan bir çocuktum.
Çengelköyü ile Karacaahmet arasındaki mesafeyi süratle katettik. Henüz güneş
doğar iken Üsküdar'ın büyük bir kısmını kaplayan Karacaahmet Mezarlığı'na vâsıl
olmuştuk. Orada bizi bir payton arabası bekliyordu. Merhum Trabzon Mebusu Ali
Şükrü Bey oradaydı. Kısıklı üzerinden derhal hareket ettik. Payton ikindiye
kadar bizi Alemdağı arkalarında bir çiftliğe götürdü. O günlerde bizim
geçtiğimiz yollar pek tehlikeli idi. İşgal ordularına hizmet etmeyi kabul eden
bazı hamiyetsiz vatansızlar yolları kesiyor, Millî Mücadele'ye menfaat temin
edebilecek herhangi bir teşebbüse mâni olmağa ellerinden geldiği kadar gayret
ediyorlar idi.
Çiftlikte pürsilâh heybetli insanlar
dikkatimi çekti. Bunların bazıları göğüslerine çapraz fişeklikler asmışlar,
başlarına da İzmir zeybeklerininkine benzeyen başlıklar dolamışlar idi. İşte bu
kahramanlar o muazzam savaşın ilk günlerinde düşmanlara karşı cephe tutan
Kuvayi Milliye'nin serhad fedaileri oluyorlardı. Orada az bir zaman istirahat
ettik. Bize yol gösteren müsellâh bir süvariyi çiftlikten bindiğimiz atlar ile
takip ettik. Geceyi o civar köylerin birinde köy muhtarının misafiri olarak
geçirdik.
Ertesi gün sabah erken hareket ettik. O gün
bütün gün yol aldık. İzmit ile Adapazarı arasında bir köye geldik. Orada Kuvayi
Milliye'ye cephane götüren kalabalık bir kafileye rast geldik ve onlara iltihak
ettik. Atların taşıdığı cephane sandıklarının üzerinde şarka doğru gider iken
cereyan eden ufak bir hâdiseyi kaydetmek istiyorum:
Emsali arasında cesaret ve atılganlığı ile
tanınmış bir çavuş kır atının üzerinde aşka gelerek mavzerini havaya bir iki el
boşalttı. Bu vaziyetten cesaret alan efrat onu taklide başladı. Kuvayi
Milliye'ye cephane taşıyan, bu uğurda ölümü göze alan bu kafile, böyle bir
hareketle hata ediyor, boş yere sayısız fişek yakıyor idi. Mehmet Âkif bu halin
devamına dayanamadı, atını ileri sürerek şöyle bağırdı: «Arkadaşlar boşa
attığınız her kurşun bir düşman öldürmeğe kâfi gelir. Bugünse elimizdeki
kurşundan sandıklarımızdaki cephanelerden çok düşmanımız var, çok rica ederim
atışa nihayet veriniz.» Bu sözler derhal tesir etti. Silah sesleri kesildi. O
zamanlar Biga, Karabiga hattâ Geyve ve Adapazarı eteklerine kadar uzanan bir
Anzavur Ahmet Çetesi türemişti. İngilizlerin bir iki ay zarfında paşalık unvanı
ile taltif ettikleri Anzavur Ahmet Paşa aslen Çerkez, maiyeti de Abaza, Gürcü
ve Türklerden mürekkep idi. İngilizler ve güya Halifeye çalışan bir teşkilât
reisi olan Anzavur, kara cahil bir adamdı.
Kafilemiz Geyve Boğazı'na yaklaşır iken bir
köyde konakladı. Orada Kuşçubaşı'nın oğlu Eşref Bey'le birleştik. Bu zât Mehmet
Âkif'in dostlarından ve sevdiği arkadaşlarındandır. Harb-i Umumî'de Necid
Çölleri'nde de develer üzerinde uzun boylu arkadaşlıkları vardır. Eşref Bey'le
birlikte Enver Paşa'nın yaveri, o zamanlar binbaşı olan Yenibahçeli Şükrü Bey
de var idi. Türk ordusunda nişancılığı ile şöhret bulan Binbaşı Şükrü Bey'e de
Mehmet Âkif'in sevgisi pek fazla idi. Anzavur Ahmet Çetesi'nin Kuvayi
Milliye'ye cephane sevk eden kafilemizi çevirmek
gayesi ile üzerimize geldiğini duyduk. Ancak buna cesaret edemeyerek bize yol
verdi.
Tehlikeli mıntıka geçildikten sonra biz,
yani Mehmet Âkif ve ben, Ali Şükrü Bey, Kuşçubaşı Eşref Bey, Binbaşı Şükrü Bey
kafileden ayrıldık, tren yolu üzerinde dekovil ile Eskişehir'e kadar daha çabuk
gittik. O zamanlar Yunanlılar İzmir'i işgal etmişler, Manisa, Aydın, Ödemiş
üzerine ilerliyorlardı. Eskişehir'den Ankara'ya tren ile gittik. Atatürk Ankara'da
idi. Millet Meclisi yeni teşekkül etmişti. Gazi ile babamın ilk görüşmelerini
bugünkü gibi hatırlarım.
Tren öğleye doğru Ankara'ya vâsıl oldu. Ali
Şükrü Bey, peder ve ben yaylı bir arabadan Millet Meclisi'nin önünde indik.
Babam bana sen buralarda otur diyerek, Meclisin bahçesini gösteriyordu. İşte o
sırada Gazi başındaki siyah kalpağı ile gözüktü. Yanında Erzurum Mebusu
Gözübüyükzade Ziya Hoca var idi, daha tanımadığım iki üç kişi var idi. Evvelâ
Ali Şükrü Bey'in elini sıkarak hoş geldiniz, diyen Atatürk oldu; bilâhare şaire
iltifat etti: "Sizi bekliyordum efendim, tam zamanında geldiniz, şimdi
görüşmek kabil olmayacak, ben size gelirim" dedi.
Onlar uzaklaşır iken biz de Ankara'da
acıkan karnımızı doyuracak bir lokanta aradık.
Mehmet Âkif'in Safahat
adı altında kaleminden süzülen 7 ciltlik eserleri arasındaki altıncı kitap
(Asım)'a verdiği emek çok fazla ve pek kıymetlidir. Ankara'da Tacettin
Mahallesi'nde tamamladığı bu cilde Yunan Harbi başında başlamıştır. Diğer
yazıları hakkında büyük bir tevazu gösteren şair, Asım'ı şaheser olarak kabul
ederdi. Aruz vezninin Türk edebiyatında bu kitapta vasıl olduğu tekâmülüne,
zarafetine kendisi bile imreniyor, cidden sanatkârane işlediği manzumeleriyle
iftihar ediyor, gurur duyuyor idi. Ben o zamanlar on iki yaşında bir çocuktum.
Babam beni çok sever, bana gönlünün en mahrem köşelerini açmakta, içini
dökmekte teselli arardı. İstanbul'u işgal ordularının işgal edişi zavallı
babamı madden ve manen harap etmişti. Yazılarını itmam eylemesi için zaman ve
zemin hiç müsait değil idi. Bu yüzden üzüldüğünü, ağır bir yük altında
ezildiğini söylüyordu. Ankara'da gayesine yükselebildi. Bu muvaffakiyet o kara
günlerde onu bayağı sevindirmişti; bu başarısından doğan derin bir vecd içinde;
ziyaretine gelen arkadaşlarının karşısında kendisine seccadelik vazifesini
gören bir karaca derisinin, üzerinde diz çöker, heyecanlı bir ahenkle Asım'ı
okur, dinleyenler yalçın ye muazzam kayalardan çağlayarak gürleyen bu berrak
şelâlenin baş döndürücü nağmeleriyle mest olurlardı. Ben Asım'ı bu şekilde
yaratıcısının ağzından işite işite baştan başa ezberlemiştim.
Babam bazı hususlarda pek beceriksiz
olduğunu daima itiraf eder, bu hâline çok teessüf ederdi. İkimiz yalnız idik.
Çamaşırımızı yıkayacak, söküğümüzü dikecek kimse bulamıyor, bu yüzden sıkıntı
çekiyorduk.
Bereket versin Erzurum Mebusu Gözübüyükzade
Ziya hocam, Ankara'ya ailesiyle yerleşmiş, Fatma isminde Erzurum'dan getirdiği
hamarat ve gürbüz bir evlâtlığını her gün muayyen saatlerde bizim de ufak tefek
hizmetlerimizi görmeğe memur etmişti.
Daha sonra komşumuz Ankara mebusu Bünyanlı
Hoca, Balıkesir Mebusu Basri Bey, yine Balıkesir mebusu Abdülgafur Hoca bize
büyük bir misafirperverlik ve insanlık göstermişlerdir. İşte o kara günlerde
babamı pek derinden yaralayan, çileden çıkaran, hırsından ağlatan bir hâdiseyi
kaydeylemek isterim: Çengelköyü'nde oturur iken her sabah kapımıza kadar
zerzevat getiren İsmail Ağa isminde bir bahçıvanın yirmi yaşlarında genç bir
oğlu var idi. Büyük Millet Meclisi'nin karşısındaki parkta bir gün babamı bekler
iken Kemal ağabey dediğim bu delikanlıya rast geldim. Beni görünce cebinden
kâğıt kalem çıkardı. Babama verilmek üzere elime bir pusula tutuşturdu.
Herhangi bir sebepten dolayı birkaç saat caketimin cebinde unuttuğum bu mektubu
gece evde babama verdiğim zaman yalnız idik. Beş altı satırdan ibaret olan bu
çirkin yazı şairin temiz mânalar ifade eden çehresinin azimkâr çizgilerinde
korkunç tahavvüller husule getirdi. Kalınca ve mukavves kaşlarının altındaki
biraz müstehziyane bakan kara gözlerinde şimşekler çaktı!
2
Eskişehir'de Silahlı Kahramanlar Yolları Doldurmuştu[35]
Elindeki kâğıt parçasını parça parça
ettikten sonra ‘Allah kahretsin' diyerek fırlattı, attı. Anladığıma yöre bir
iki hafta evvel bu delikanlı babamla Ankara'da karşılaşmış, İstanbul'dan
Ankara'ya gelmesine sebep olarak mevhum vatanî bir izzetinefis hâdisesini
hikâye etmiş. Güya Türklüğe ve Müslümanlığa hakaret eden bir Fransız subayını
öldürdüğünü ve Cumhuriyet Türkiyesi'nin başşehrine iltica ettiğini ilâve eylemişti.
Aslında hiç bir meziyeti olmayan vatanı ve millî hisleri uğrunda her şeyi göze
alarak bir düşman zabitini yere sermek şehametini göstermek kabiliyetinden pek
uzakta olan bu genç, Mehmet Âkif'in tavassutu ile bir çete reisinin maiyetine
girmiş, zoru görünce silâhını dahi atarak cepheden firar etmişti. Bu
yetişmiyormuş gibi hâlâ temiz kalpli şairi aldatmak hiç bir zaman
affedilmeyecek korkaklık ve küstahlığını hoş göstermek âdiliğinde ısrar
ediyordu.
Anayurdunu zebunkeş ve nâmert düşman
istilâsından korumak için ölümü; şerefin, şehametin en yüksek rütbesi telâkki
eden kahramanlar; o pek karanlık günlerde Mehmet Âkif'e bir İstiklâl Marşı
yazabilmek ilhamını aşılamıştır. Meclis'in önünde gördüğüm zaman bir memnuniyet
hissettiğim, çünkü İstanbul'da köylümüz idi; Kemal Ağabey gibi karakterinde
alçaklık olan bedbahtlar bütün bir milletin dişili, erkekli, haksızlığa, zulme
karşı isyan ederek kıyam ettiği anlarda utanmıyor, cepheden firar ediyor, bir
de Âkif'ten muavenet talep ediyordu.
Yunan orduları Kütahya, Simav ve Bilecik
havalisini henüz işgal etmişlerdi. Ankara'dan ilk olarak Eskişehir'e hareket
ettik. Mümtaz Bey isminde genç bir yüzbaşı trende bize refakat ediyordu. Babam,
ben, Yüzbaşı Mümtaz Bey üç kişi idik. Cephelerde
harikulade yararlıklar gösteren Mümtaz Bey'e babam çok hürmet ediyordu. Cephede
yaralanmış, Ankara'da tedavi görmüş tekrar cepheye avdet ediyordu. Çok
yakışıklı ve ağır bir gençti.
Trenden Eskişehir'e inince yabancılık
çekmedik. Bugün Ziraat Bakanlığı'nda salahiyetli bir mevkii olan eski Pendik
Bakteriyolojihane Müdürü Şefik Bey de otuz kırk çift sığır bir o kadar davar,
at ve arabalarla mühim bir kalabalık ve yekûn teşkil eden müessesesini düşman
istilâsı karşısında Pendik'ten Bursa'ya, oradan da Eskişehir'e kaçırmıştı. Bu o
zaman için nev'inde müstesna fevkalâde bir muvaffakıyet sayılıyordu.
Eskişehir'de Şefik Bey'in henüz işgal
ettiği bakteriyolojihanesinde misafir edildik. Bina geniş ve güzel, hayvanları
kâmilen alabilecek ahırlar muntazamdı. İstanbul'dan Ankara'ya gelirken Geyve
Boğazı'nı çeteci Eşref Bey'e cephane götüren yine onun tayfasından bir kafile
ile geçmiştik. Eskişehir'de Kuşçubaşı'nın oğlu çeteci Eşref Bey babamın
ziyaretine geldiği zaman pek zinde ve pürsilah bir adam idi. Bir doksan boyunda
çok geniş omuzlu 110 kiloluk bir insandı. Benim o zamanlar ata öyle dehşetli
bir iptilam bir merakım vardı ki bu halimi hissedince bana bir kısrak hediye
etti. Hayatımda hiç bir hediye beni bu derece sevindirmemiştir!
Babam vaziyeti görünce; İyi amma oğlum, biz
başımızı sokacak bir yer bulduk da atımıza mı bir ahır temin etmek kalmıştı? Ne
yapalım Allah onu da versin!
Eskişehir'de yirmi gün kaldık. Geceleri
Şefik Bey'in evinde kalıyorduk. Eşref Bey'in bana bağışladığı kısraktan
akşamları ayrılmak en büyük üzüntümü teşkil ediyordu. Çocuk idim. Harpten
düşmandan çokluk bir şey anlamıyordum. Her an her dakika karşılaştığım çakı
gibi zabitler çevik, atik süvariler, pürsilâh çeteler hiç bunlar dururken
korkak düşman bu yerlere gelebilir miydi?
Babam da bir hayvan tedarik ediyor. Bazen
Eskişehir eşrafından Osman Bey namında bir zatın şehirden birkaç saat uzaktaki
çiftliğine gidiyor idik. Orası Kuvayi Milliye'ye yeni iltihak edenlerin bir
talimhanesi haline getirilmişti. Çeteci Eşref Bey, Sami Bey, Binbaşı Şükrü Bey
nereden tedarik edildiğini bilmediğim bazı ağır ve hafif makineli tüfekler ile
ateş ediyorlar. Daha ileride süvariler muhtelif, manevralar yapıyorlardı.
Eskişehir'den bir bayram günü Ankara'ya hareket ettiğimizi hatırlarım. Babam bu
şehirden daha neş'eli, daha ümitvar olarak ayrılıyordu. Safahat şairinin en
büyük kusurlarından biri de hislerini gizleyememesidir, kırıldığı zaman imkânı
yok belli eder, kaşları gayri ihtiyarî çatılır, geniş alnı gerilir. Daha garip
parlamağa başlar, bütün hal etvarı iğbirarını izhar eder. Aksi takdirde sevindiği
zamanlar, sürurunu gizleyemez. Gözlerinin içi güler. Ben tabiatını bildiğim
için halinden anlıyordum. Babam İstanbul'dan ayrılır iken bu kadar nikbin
değildi. Her halde onun gönül ferahının sebepleri, hem de çok mühim sebepleri
vardı.
Evinde misafir kaldığımız Osman Bey çok
zengin bir vatandaştı. Kuvayi Milliye'ye maddî müzaherette bulunmak istiyordu.
Lâkin kayınpederini buna ikna edememişti. Aslen Tatar ve gayet sofu olan bu
ihtiyara babam derhal tesir etti. Bu harbin bir cihat hem de çok kıymetli bir
gaza olduğuna onu ikna etti.
İki akşam eylerinde misafir kalmıştık.
İhtiyar halinde bahçe kapısına kadar babamı teşyi eden Hacı Tahir Ağa babama
titrek elini uzatırken ağlıyor. Gözyaşları arasında bizi selametliyordu.
Mehmet Âkif Burdur, Biga Mebusu seçilmişti.
Biga maalesef düşman istilâsı altında kalmıştı, Burdur'a pederi davet
ediyorlardı. Ankara'da on beş yirmi gün kadar kaldıktan sonra cenuba doğru
hareket ettik. Seyahatimiz yaylı bir araba ile başladı. Bu seferimizde bize
Antalya Mebusu Süleyman Efendi refikası ile birlikte iştirak ediyordu. Günlerce
muayyen mevkilerde mola vererek yol aldık. Burdura vasıl olduğumuz zaman bu
uzun araba yolculuğu hepimizi epeyce yormuştu. Lâkin orada gördüğümüz iyi kabul
bize bütün acıları unutturdu. Mehmet Âkif'i Burdur eşrafı aralarında taksim
edemiyorlardı. Her akşam bir yerde ağırlanıyor. Şerefimize ziyafetler, hususî
toplantılar tertip ediliyordu.
İngilizlerin o günlerde bize şimdi olduğu
gibi müttefik olduklarını kendileri dahi iddia edemezler. Millî Mücadele başlayınca;
İngilizler Osmanlı Hanedanı'ndan politika bakımından da faydalanmağa kalktılar.
İşte Mehmet Âkif'in kat'iyyen mürteci bir
softa olmadığına Anadolu'nun çok derinlerine kadar zehirli filizler salan bu
propagandaları milletin kalbinden söküp atması delâlet eder.
Mehmet Âkif Millî Mücadele'nin muazzam bir
cihat olduğuna halkı o kadar yakından ikna etmişti ki; bu vadide öyle mahirane
bir üslûp, öyle candan bir ahenk kullandı ki, Anadolu'nun birçok
vilâyetlerinde, kazalarında hattâ nahiyelerinde, camilerde, medreselerde,
meydanlarda insan kütlelerine karşı hitap etti. O çok samimî konuşuyor. Doğruyu
söylüyordu. Sözleri herkesin üzerinde çok derin tesir ediyor. Onu bir kere
dinleyen ve eli silâh tutabilen bütün erkekler
ailesiyle vedalaşıyor, evini, karısını, çocuklarını Allaha emanet ederek
cepheye koşuyordu.
Babamı ilk defa Burdur'da hükümet konağında
üç dört yüz kişiyi mütecaviz bir cemaate karşı hitap ederken gördüm. Fazla
bağırdığı zaman sertleşen gür sesi ile konuşuyor. Çok heyecanlı olduğu bütün
hareketlerinden belli oluyordu. İzmir havalisinden sızan kara haberleri
vatandaşlarımıza yapılan işkence ve hakaretleri, mülevves çizmeler altında
çiğnenen tarihî ve ilâhî mabetlerimizi öyle yanık bir dille ifade ediyor. Bu
fecayiin yürekler acısı avakıbını öyle acı bir dille tarif ediyordu ki: Ben de
dinleyiciler arasında sıkışmıştım.
O muazzam kalabalık derin bir sükûta
dalmıştı. Lâkin bu öyle bir sessizlik öyle bir hava idi ki, kasırgalar
koparacak ruhların kellesini koltuğuna almağa niyet eden başların son kat'î
kararından doğuyordu. Bir de şurada burada hissiyatına malik olamayarak
hıçkırıklarını tutamayan vatanseverlerin iniltileri duyuluyordu.
Burdur'da bir hafta kadar kaldık. Babama
çok fazla iltifat ettiler. Öğle ve akşam yemeklerini başka başka yerlerde
davetli olarak yiyorduk. Safahat şairi boğazlı bir insan değildi. Bünyesine
nispeten az yerdi. Lâkin güzel yemekleri intihap etmekte bilhassa sanatkârane
yapılmış hamur tatlılarını seçmekte zevki selim sahibi idi. Burdur'da eşraftan
bazı kimselerin sofralarında yediğimiz armudî şekilde imal edilmiş bir tatlı
çok hoşuna gitti. Hane sahibinden bunun ismini bile öğrenmeye kalktı. Antalya
Mebusu Hacı Süleyman Efendi ile Antalya'ya kadar arkadaşlık yapacağımızı
söylemiştim. Hattâ Süleyman Efendi'nin refikası dahi bizimle birlikte seyahat
ediyordu.
3
Akif ve Sarhoş İki İtalyan Şoförü[36]
Burdur'dan cenuba müteveccihen hareket
ettik. Seyahatimize yine yaylı ile devam ediyorduk. Sandıklıya kadar epeyce
uzun ve arızalı olan mesafeyi hiç mola vermeden katettik.
O zamanlar Sandıklı dört tarafı dağlar ile
çevrili çukurda, küçük bir kasaba idi. Havasından ağır ve sıtmalık olduğu
hissediliyor. Bakımsızlığı dikkat çekiyordu. Orada iki akşam yattık. Birinci
akşam babam kasabanın, en büyük camiinde yatsı namazını müteakip minbere çıktı.
Cemaate karşı vâiz tarzında nutuk verdi. Sandıklı ile Dinar arasındaki yolu
daha kolaylıkla geçtik. Hem arazi daha müsait hem de yol düzgünce idi. Dinar'da
üç gün eğlendik Misafir kaldığımız yer büyük bir bina idi. Hane sahibinin ben
kadar çocukları vardı. Üç gün onlarla vakit geçirdim. Babam müteaddit yerlere
gitti, geldi.
Dinar'dan Antalya'ya kadar uzun bir mesafe,
hem de ormanlık, dağlık bir yol katettik. Bu sefer yolculuğumuz yaylı ile değil
kamyon ile başladı. İtalyanların idare ettikleri kamyonlar o zaman Antalya ile
Dinar arasında işliyor, yolcu ve yük taşıyorlardı. Sarhoş bir İtalyan şoförü
ile yine sarhoş muavininin idare ettiği kamyonda dört kişi iki de biz altı
yolcu idik. Geçen bir hâdiseyi nakletmek isterim: Babam, Süleyman Efendi'ye;
Allah, mukadderatımız bu iki sarhoş İtalyan'ın eline kaldıysa yardımcımız
olsun, derken; süratle giden makineden fesi uçtu.
Babam direksiyonu idare eden İtalyan
şoförün omzunu dürterek ve Türkçe olarak rüzgârın fesini başından aldığını,
makineyi durdurmasını söylüyordu. Suratının gayritabii kızıllığından gözlerinin
şehlâ nazarlarından adamakıllı şarap içtiği anlaşılan şoför, dudakları
arasından İtalyanca bir şeyler mırıldanıyor, süratle yola devam etmekte ısrar
ediyordu.
Mehmet Âkif, çok kavi, aynı zamanda usta
bir pehlivandı, şoför arkadaşının yanında müstehziyane bu muhavereyi takip eden
muavinim yakalarını kuvvetli elleriyle yakaladı, herifi oturduğu yerden
yukarıya doğru öyle şiddetli çekti ki İtalyan âdeta muallakta kaldı, bu şekilde
adamı iki üç defa ileriye geriye tartakladı, tekrar yerine oturturken bu sefer
Fransızca arkadaşına hemen durmasını haber vermesini ihtar etti. Süleyman
Efendi ve refikası şaşırmışlar, ben de bir iki dakika içinde cereyan eden bu
hâdisenin neticesini heyecanla bekliyordum.
İki İtalyan bir şeyler konuştular, kamyon yavaşladı ve istop etti, babam beni fesini
getirmeğe yolluyordu. Otomobilden derhal atladım, fesi üç dört yüz metre
geçmiştik, koşarak gitsem dört beş dakika bir zaman kaybedecektim. Babamı hiç
merak etmiyordum, çünkü o bu iki İtalyan'ın hakkından gelebilecek kadar
kuvvetli ve silâhlı idi!
Babamın hasırsız fesi -daima öyle fes
kullanırdı- çok uzaklarda şosenin kenarında yatıyordu. Aldım, koşarak döndüm,
yolumuza devam, ediyorduk. Şoför hırsını sanki süratten alacakmış gibi
uçarcasına sürüyordu. Babam ise şöyle söyleniyordu: Bu herifle az evvel
boğuşmaktan hiç ürkmüyordum; amma şimdi, kellesi dumanlı olan şoförün baş
döndürücü şu süratle gidişinden huylanıyor, daha doğrusu korkuyorum!
Makineye su almak üzere saatlerden beri
devam eden ormanın az meyilli yamacında bir akar çeşme önünde durduk. Bereket
versin İtalyanlar kin gütmüyorlar, aramızda hiçbir hâdise geçmemiş gibi gayet
pişkin ve samimî davranıyorlardı. Babamın Fransızca konuşması hayretlerini
mucip olmuştu. İstiklâl Marşı şairinden uzun uzadıya mukabele görmedikleri
halde konuşuyor ona iltifat ediyorlardı.
Antalya Mebusu Süleyman Efendi zengin aynı
zamanda âlim ve asilzade bir adamdı... Bizi, ağaçlık, çiçeklerle, süslü büyük
bir bahçenin ortasındaki köşkünde misafir etti. Bahçedeki fıskiyeli havuzların
içerisinde kırmızı balıklar yüzüyor, ayrı bir köşeyi portakal ve limon ağaçları
kaplıyordu.
Antalya, Anadolu'da o zamanlar gezdiğim
memleketlerin en güzeli sayılabilirdi. Maalesef bu şirin şehrin sahillerinde
İtalyan askerleri yüzüyorlar, müttefikler arasında Türklere pek yüksek
medeniyet ve nezaketlerini pahalıya mâl etmeyi siyaset ittihaz edinmiş olan bu
millet, şehirde tedricen nüfuz etmiş daha içerilere doğru kol atmak emeliyle mürettep
plânlarını muvaffakiyetle neticelendirmeğe yelteniyorlardı.
İstiklâl Marşı şairi, bu memlekette boşuna
zaman itlâf etmedi. Kuvayı Milliye'ye silah, cephane vesaire temin edebilmek
için nakden fedakârlık gösterebilecek kimseler ile mülâkatlar yapıldı. Süleyman
Efendi bu vadide teşekkül eden bir şebekeye reis intihap edildi. Bu teşkilâtı
ana hatlarını Mehmet Âkif ile Ankara'da tertip etmişler, yollarda
hazırlamışlar, Antalya'da tatbike koyulmuşlardı. Ben açıktan kulak misafiri,
olmuştum. Maalesef bu vadide daha sarih malûmatım mevcut değildi sinnim de buna
gayri müsaitti.
4
Âkif; En Ziyade Süs ve Modaya
Düşkün Erkeklere Çok Kızardı[37]
Antalya Mebusu Hacı Süleyman Efendi
edebiyata çok meraklı idi. O günler ise güzel sanatlar ile meşgul olunacak
vakitler değildi. Demek oluyor ki: Süleyman Efendi'nin Acem Edebiyatı'na ifrat
derecesindeki sevgisine hanesinde misafir ettiği şairi gecenin ilerlemiş
saatlerinde kavuşabildiği yalnızlıktan mahrum etmesi delâlet eder.
Babam akşam yemeklerini yedikten sonra çok
geç vakitlere kadar oturan ziyaretçilerden ayrılarak tam odamıza çekilerek
kafamızı dinleyeceğimiz sıralarda Süleyman Efendi elinde bir takım Acem
divanları ile gelir. Sabahlara kadar peder ile konuşur, okur, uykusunu severek feda
ederdi. Safahat şairi ise namütenahi nazikti. Değil Süleyman Efendi gibi makul
ve zarif kimseleri, o sırasında mütemadiyen saçmalayan edebiyat hastalarını
bile nezaketen dinler ve sabrederdi.
(Mahalle Kahvesi) bence Safahat şairinin
şaheserlerinden biridir. Eski mahalle kahvelerinin duvarlarına yazılan beylik
manzumeler hakkında şu söz ne kuvvetli ve müstehzi bir buluştur.
Bedaheten kusulan herzepareler ki düşün!
Epey zaman daha lazım idi herze olmak için!. Bunu otelde bana zorla şiirlerini
okuyan eski hukuk mezunlarından bir zata söyledim de üzerine hiçbir şey
alınmadı. Çünkü hiçbir şey anlamadı!..
Antalya'da on beş gün kadar eğlendik.
Tekrar Ankara'ya hareket ettik. Dinar'a kadar Manavgatlı zengin bir tüccarın
Fort otomobili ile gittik. Oradan yolumuza yaylı araba ile devam ettik.
Burdur'da bizi daha samimi ve candan karşıladılar. Ahalinin ısrarı karşısında
bir hafta kalmak mecburiyetinde kaldık. Ankara'ya bir gün evvel vasıl olmak
için can atıyordum. Ev sahiplerine emanet bıraktığımız kısrağı öyle göreceğim
gelmişti ki gece rüyalarıma bile giriyordu!..
Mevsim kıştı. Birinci İnönü
Muzafferiyeti'nin müjdesini Ankara'ya gelişimizden sonra haber aldık. Mehmet
Âkif'i bu zafer çok sevindirmişti. Geceleri onunla bir yatakta yatardık.
Bana o gece bu zaferin ehemmiyetini,
kıymetini, Allah'ın bize müzaheretini anlatmaktan zevk alıyordu. Yalnız
kaldığımız zamanlar kendisine münasebetli münasebetsiz birçok şeyler sorardım.
Benim anlayabileceğim şekilde uzun uzun izahat verir sorduğum sualleri bana
anlatmaya çalışırdı.
Çocukluğum saikasıyla bazen kendisinden
sorduğum bir şeyi bana uzun uzadıya anlatırken dalar onu dinlemezdim. Bir
defasında kulağımı acı acı çekti. Bana bir iki gün hiç yüz vermedi. O zamanlar
Ankara'da Taceddin Mahallesi'nin münzevi bir köşesinde müstakil iki odalı bir
evde oturuyor. Babam yazılarını yazacak, düşünebilecek, kafasını dinleyebilecek
asude bir zemin bulmuştu. Mehmet Âkif'i bu sırada Eşref Edip Bey çok sık
ziyaret ederdi. Âkif'e misafir olmakla temiz bir ev temin etmiş oluyordu. Zaten
Eşref Edip Bey hayatı imtidadınca Mehmet Âkif'i bırakmamış, ta Mısır'a kadar
takip etmişti. İstiklâl Marşı şairi rahmeti rahmana kavuştuktan sonra (Mehmet
Âkif) başlığı altındaki yazılarını tekrar etmişti.
Safahat şairinin bazı hususiyetlerini
söylemekte hiçbir mahzur görmüyorum; pek yakınlarından başka kimselerin
bilmediği, itiyatları, içyüzü, kendisinin hoşlandığı veyahut sevmediği şeyler
içerisinde aleyhine fikir yürütülecek hiçbir ahlâkı yoktur. Temizliği çok
severdi. Vücudu, eli, ayağı her zaman nazarı dikkati celbedecek derecede
temizdi. Dişlerini misvak ile fırçalar, nezafetine itina ederdi. Tırnaklarımı
zamanında kesmeyerek temiz tutmamaklığım hayatta babamdan müteaddit defalar
azar işitmeme sebep olmuştur. Sabahları gayet erken kalkar, mevsimlerin soğukluğunu
nazarı dikkate almayarak yaz kış soğuk su ile duş yapardı. Yatağa girerken ayak
yıkamak bu da peder ile bir arada geçen yıllar imtidadınca çarnaçar mecbur
olduğum bir keyfiyet idi. Bu yüzden de şairin epeyce ağır olan laflarına
ihtarlarına hedef oldum.
Eşref Edip Bey Taceddin Mahallesi'ndeki
evimize misafir olunca babamın o güne kadar sade bana inhisar eden azarlarına
ortak oldu.
Mehmet Âkif'in şıklık ile hiçbir alâkası
mevcut değildi. Hele erkeğin tuvalet ve süse kıymet vermesini hiç kabul
etmiyordu. Gençlerin cinsiyetine yakışır bir tarzda giyinmelerine muarız
değildi. O tırnaklarına manikür yapan, zülüflerini acaip bir şekilde uzatan,
yürüyüşüne gayri tabii bir reşakat ilave etmeye kalkışan kimselere fena halde
kızardı. "Ecnebileri taklit etmek bunu kabul ediyorum" derdi.
"Ancak Frenklerde taklit edilecek manikürden, danstan, tuvaletten daha
mühim işler dururken ikinci hatta üçüncü derecede kalan fuzuli fantezilere
özenenleri sevemiyorum. Baştan başa katılaşmağa, erkekleşmeğe muhtaç olduğumuz
şu günlerde Levantenlik çok yersiz, aynı zamanda pek tehlikeli bir şey."
Mehmet Âkif Milli Mücadele senelerinde böyle düşünüyordu...
Antalya'dan Ankara'ya geleli ancak bir ay
olmuştu. Mevsim kıştı. Babamı Büyük Millet Meclisi'nin önündeki parkta
bekliyordum. Akşam ezanı okunmak üzere iken Meclis binasının büyük kapısından
mebuslar grup grup dağılıyorlardı. Uzaktan babamı ayağındaki siyah
çizmelerinden elini kolunu kendine has bir şekilde sallayışından tanıdım. O
tarafa doğru koşarak bekledim.
5
Âkif'in Hayatında Yegâne Gördüğü
Toplu Para: 970 lira idi[38]
O zaman en ileride gelen Atatürk başındaki
siyah kalpağı sırtında aynı renkteki paltosu elinde bastonu ile yanımdan geçmek
üzere idi. Her halde nazarı dikkatini çektim. O esnada babam da yanıma
gelmişti. Ben elimle onu tuttum. "Oğlunuz mu?" diye babama soran Gazi
müsbet cevap alınca soğuktan üşüyen parmaklarıyla suratımı okşadı ve uzaklaştı.
O ince uzun parmakların çehremi okşamasından hâlâ gurur duyuyorum...
O akşam babam ertesi gün için daha erken
kalkacağımızı uzun bir tren yolculuğuna hazır olmamı haber verdi; Eskişehir
üzerinden, Afyon'a oradan da Konya'ya gidecektik. Birkaç kat çamaşırımızı
muhafaza eden bavulu ben taşıyamıyordum. Sabahın pek erken saatlerinde
yürüyerek Ankara İstasyonu'na vasıl olduk. Ankara'yı kesif bir sis tabakası
gizliyor, şehir derin bir sükûn içinde uyuyordu. Artık bu yola gide gele bütün
aradaki istasyonları bile öğrenmiş ve bu geniş Haymana Ovası'nın, trenin
pencerelerinden döne döne uzayan ufuklarını seyrede ede ezberlemiş idim.
Haymana, saatlerce tükenmeyen uçsuz bucaksız ova... Düşmanın, taarruzlarını
bağrında boğan o kahraman toprak! Bugün çok kıymetli şehitlerimizin muazzam bir
makberesi olduğu kadar, Ankara'yı işgal ederek Türklüğü haritadan silmek sevdasıyla
can veren zebunkeş düşmanlarımızın seraplar ile karşılaştıkları suya hasret bir
vatan köşesidir. Eskişehir'de hiç kalmadık, bizi Konya'ya kadar götürecek başka
bir trene aktarma yaparak yolumuza devam ettik. Afyonkarahisar'da kalmağa
niyetimiz olmadığı halde, Afyon mebusu Şükrü Bey namında bir zat babamı
istasyonda tesadüfen gördü ve bizi trenden inmeğe mecbur etti. Şehre girdiğimiz
vakit karanlık yeni çöküyor idi, dehşetli bir soğuk ortalığı kasıp kavuruyor
idi. O akşam Şükrü Bey'in istasyona pek uzak olmayan hanesinde yattık. 48 saat
kadar süren bir tren yolculuğunu müteakip haritada olmayan bu misafirlik bize
çok iyi geldi! Gayet teniz ve kaba bir döşekte istirahat ettik, yorgunluğumuzu
aldık.
Milli Mücadele'de Afyonkarahisar, malûm
olduğu gibi ismi dünya tarihine karışan ve Orta Anadolu'ya bir köprü mevkiinde
bulunan mühim bir vilâyetimiz idi. Türkiye Cumhuriyeti bugünkü refahını,
istiklâlini; istiklâl dedikten sonra söylenecek bir şey kalmıyor, velhasıl
Cumhuriyet Hükümeti'nin haricî ve dahilî düşmanlar tarafından baltalanmakta
olan temelleri, Afyonkarahisar'da savrulan Türk mermilerinin açtığı zaferle pek
sağlam olarak yerine oturmuş idi. Müttefik devletlerin yurdumuzda en metin bir
mevkii müstahkem olarak tahkim ettiği, icabında harikalar yaratan Türk gücünün
katiyen yıkamayacağı kat'î kanaatinde bulunduğu, Afyonkarahisar'ın istirdadı,
tarihin seyrini değiştirmiş bütün vatanda maneviyatı yükseltmiş, zafer, intikam
aşkı ile tutuşan gönülleri coşturmuş münhezimen kaçan düşmanı kovalamakta
piyade süvari ile baş başa gelmiştir.
Misafiri olduğumuz Afyonkarahisar mebusu
Şükrü Bey aslen yerli imiş, babam ile aralarında geçen muhavereyi hatırlıyorum:
Afyon'da doğmuş ve büyümüş, fakat hemşerilerini beğenmiyordu. Kuvayi Milliye'ye
gönüllü giden vatandaşlar arasında hemşerilerinin diğer yurttaşlar kadar
yararlık, cesaret, fedakârlık göstermediklerini, bu yüzden pek müteessif
olduğunu anlatıyordu. Babamın herhalde Konya'da görülecek mühim işleri vardı.
Çünkü Şükrü Bey'in birkaç zaman daha kalmamız üzerindeki ısrarlarını suret-i
nazikânede kabul etmedi. Afyon'a varışımızın dördüncü günü Konya'ya
müteveccihen şehirden ayrıldık, Konya İstasyonu'nda bir arabaya bindik,
Hüsamettin Bey isminde bir zatın kapısının önünde indik. Babam bana trende iken
Konya'da gideceğimiz yerin rahat ve temiz bir yer olduğunu zannettiğini
söylemişti. O zamanlar Konya'da yurdun muhtelif taraflarına beyannameler,
günlük emirlere benzer neşriyat tab' eden bir matbaanın müdürü ve sahibi olan
Hüsamettin Bey babamı Ankara'ya geldiği esnada Konya'ya davet etmiş, Mehmet
Âkif de onun bu davetine icabetle beni de birlikte götürmüştü. Konya'da da
benim vakitlerim çok güzel geçiyordu. Gündüzleri ev sahibinin kendi yaşındaki
oğlu ile geziyor, on dört yaşlarında olan Cemil ile Konya'nın görülecek yerlerine
gidiyorduk. Babamı bu şehirde çok iyi karşılıyorlardı. Her akşam birlikte
davetli olduğumuz yerlere gidiyor, hane sahipleri tarafından çok büyük kabul ve
hürmet görüyorduk.
Konya'da babam ile birlikte gittiğimiz
yerlerde ibadete verilen kıymet sair vilâyetlerden daha ziyade idi. Namaz
zamanlarında, cemaatle kılınıyor. Müslümanların, Allah'a secde ederek borç
bildikleri bu ibadeti bütün hazır bulunanlar eda etmekte kusur
göstermiyorlardı. İstiklâl Marşı şairini ekseri imamete intihap ediyorlar, o
bazı yerlerde tevazu gösterdiği zaman ısrar ile onu saflarının önüne sürüyorlar
idi. Mehmet Âkif Kur'an'ı başından sonuna kadar ezbere bilirdi. Hıfzı çok
kuvvetli idi. Şairlik hususiyetlerinden birisi de, hafızasının pek kuvvetli
oluşudur, bilhassa gençliğinde bir kere okuduğunu ezberleyecek derecede
kuvvetli bir dimağa sahip olduğunu neşeli zamanlarında iftiharen söylerdi.
Safahat şairinden 1934 de Kahire'de
ayrıldım. Onun tek oğlu olduğum için bana çok düşkün idi. Ben de kendisini
candan sever, kendisine karşı içimde korku ile karışık derin bir hürmet
taşırdım. Bir arada yaşadığımız son günlerde, ah diyordu, paraya kıymet
vermedim, şimdi yanıldığımı görüyorum, hayat, dünya benim bildiğim gibi
değilmiş! Lâkin çok geç aklım başıma geldi...
İşte babam Konya'da iken bana şu sırrını da
ifşa etti: Hayatımda bu kadar zengin olduğumu [hiç] hatırlamıyorum. Cebimde 960
lira param var. Ne yazık ki annen, kardeşlerin İstanbul'da şimdi yoksulluk
çekiyorlar. Onlara para gönderebilecek bir vasıta bulamıyorum. Bu yüzden çok üzüntü
içindeyim. Zavallı babacığım dokuz yüz Türk lirasını tecavüz eden toplu bir
parayı bir arada yeni gördüğünü itiraf ediyordu. Bu servete malik olmasının
sebebi de ailesine birkaç aydır para yollayamamış olması idi.
6
Anlaşıldı ki Mustafa Sağîr, Bir Hain ve Casustu.
Mustafa Kemal Paşa'yı Öldürmek İçin Ankara'ya Gelmişti.
Şair Âkif Bir Mektubunu Açınca...[39]
Babam Konya'da Kuvayi Milliye'yi takviye
edebilecek gönüllü kafilelerini çoğaltmak, milletin gönlünde heyecanlar yaratmak
maksadıyla nutuklar söyledi, konferanslar verdi. Kalabalık insan kitleleri onu
huşu içinde dinliyor, sözlerine hak veriyorlardı.
Babamı İstanbul'daki refikası ve
kardeşlerim çok meşgul etmeğe başladı. Kendilerinden haber dahi alamıyorduk. O
zamanlar posta ile muhabere etmek de kabil olmuyordu. En ziyade bu işe bir
nihayet vermek, hiç olmazsa onlara para gönderebilecek bir vasıta bulmak
emeliyle Konya'yı terk ettik. Tren ile Afyon, Eskişehir, oradan da Ankara'ya
avdet ettik. Babam, Ankara'da Koyunpazarı'nda meşhur bir kebapçı olan Hacı
Kadri Ağa'nın daimî bir müşterisi, aynı zamanda samimî bir arkadaşı olmuştu.
Saf, hakikatte biraz da cahil bir adamcağız olan Hacı Kadri Ağa şaire çok fazla
tesir etmişti. Ankara'nın yerlisi, temiz bir Türk kanı taşıyan bu nurlu yüzlü
ihtiyar, cidden muhterem bir adam idi. Konya'dan avdetimizi müteakip bir öğle
yemeğini kebapçı dükkânında yer iken tesadüf karşımıza Halil Ağa'yı çıkardı.
Halil Ağa bizim eski emektar aşçımız ve sadık bir adamımız idi. Esasen Bolulu
olan bu adamcağız Harbi Umumi'de İngilizlere esir düşmüş, esaretten kurtulmuş,
pederin Ankara'da olduğunu işitince onu aramağa gelmişti.
Ankara'da Halil Ağa'yı bulmak babamı cidden
sevindirdi. Çünkü aşçımız babamın her cihetçe itimat edebileceği sadık ve
fedakâr bir emektardı. Babam Halil Ağa'ya hemen İstanbul'a hareket etmesini,
beş altı kişiden mürekkep olan annemi ve kardeşlerimi Ankara'ya getirmesini
söyledi.
Halil Ağa İstanbul'da kalan, annemi ve
kardeşlerimi Ankara'ya getirmek üzere Ankara'dan Sinop'a, oradan da İstanbul'a
varabilmesi muayyen bir zamana mütevakkıftı. İstanbul'dan ailemizin hazırlanıp
yola çıkmaları, İnebolu'ya gelebilmeleri, bütün bunları aksi ihtimalleri de göz
önüne alarak hesap ettik. Halil Ağa'nın arkasından on beş gün sonra babam ile
Ankara'dan ayrıldık. Yaylı bir araba ile Çankırı üzerinden Ilgaz'ı geçtik.
Kastamonu'ya, oradan yine yaylı araba ile Küre tarikiyle İnebolu'ya vardık.
Halil Ağa'yı İstanbul'a götüren Bahri Cedit vapuru biz İnebolu'ya vasıl
olduğumuz sıralarda Karadeniz Boğazı'nı aşmıştı. Annem ve kardeşlerim Halil Ağa
ile beraber bu vapur ile geliyorlardı.
«Bahri Cedit» yolsuz küçük bir vapur idi,
mevsim kış, Karadeniz'de tipi ile karışık dehşetli bir fırtına başlamıştı,
haftalarca devam eden bu hava, denizleri allak bullak etmiş, Bahri Cedit'in
haftalarca dalgalar arasında bocalayan talihsiz yolcuları karaya çıkmaktan
ümitlerini kesmeye başlamışlardı.
Babam ile İnebolu'da yolcularımızı
sabırsızlıkla bekliyor idik. Dört gün evvel İnebolu açıklarında görünmesi lâzım
gelen Bahri Cedit'ten hiç bir haber yok idi. Sahillerde şarapneller gibi
patlayan dalgalara bakar iken annemin ve kardeşlerimin sağ salim karaya
çıkmalarına dualar ediyor, heyecanlanıyor idim. Nihayet beşinci günün
akşamüzeri Bahri Cedit muazzam dalgaların arasında bir ceviz kabuğu gibi yalpa
vuruyor, İnebolu'yu acı acı düdük çalarak selâmlıyordu. Lâkin bu fırtınada
yolcu indirmek imkânsız bîr hâdise idi. İnebolu'nun meşhur kayıkçıları bu
havada denize açılmak cesaretini gösteremediler. Yalnız sahilden dört çifte sağlam
bir kayık denize çöken alaca karanlık içinde coşkun dalgalar arasında kâh
yükseliyor, kâh nazarlardan kayboluyor, vapura müteveccihen dalgalar içerisinde
yol almağa çabalıyor idi. O gün Bahri Cedit vapurundan bu dört cifte sandal bir
tek yolcu aldı.
Hintli Mustafa Sağîr karaya çıkarıldı. Bu
zat İslâm Hindistan ile kurtuluş mücadelesi yapan Türkiye'nin münasebetlerini
tanzim etmek için İslâm âlemi adına Ankara hükümetine elçi gönderiliyor idi.
Aradan üç dört ay geçtikten sonra aynı adamın Ankara'da Büyük Millet Meclisi
karşısındaki meydanlıkta asılmış cesedini gördüm. Kurnaz bir İngiliz casusu
olan bu Hintliye hiç acımadım. Sözün sırası gelmiş iken Mustafa Sağîr'den
birazcık bahsetmek isterim. Çünkü İstiklâl Marşı şairinin bu hain İngiliz
casusunun içyüzünü keşfetmekte çok büyük rolü olmuştur. Rol değil, Mustafa
Sağîr'i suç üzeri babam yakalamış, Atatürk'ün doğrudan doğruya hayatı ile
alâkadar olan teşkilatlı bir suikaste mâni olabilmiştir. Bittabi Mustafa Sağîr
kendisine Hindistan'ın Ankara Hükûmeti'ni alkışlayan bir ferdi, âlemi İslâm'ın
bir âzası, bir sefiri süsü veriyor idi. Babam da eskiden beri Türkiye'de
İttihadı İslâm teşkilâtına çalışan, hitap eden bir mütefekkir tanındığı için
Mustafa Sağîr ile samimiyet peyda etmiş, içyüzünü henüz bilmediği bu İngiliz
casusunu kaç defalar Tacettin Mahallesi'ndeki evimize davet etmişti. Bu
arkadaşlıktan kendi hesabına faydalanmayı düşünen Hintli casus yeni yeni
düzelmekte olan muhabere işlerinde babamın adresiyle mektuplaşmayı daha münasip
bulmuş, Mehmet Âkif vasıtasıyla muhabereye başlamıştı.
Lâkin Mustafa Sağîr namile Hindistan'dan,
İstanbul'dan, hattâ Mısır'dan babamın adresine o kadar çok mektuplar koca koca
zarflar geliyordu ki, peder şüphelenmeğe başladı. Hiç unutmam, İstanbul'dan
Mustafa Sağîr'e gelen büyük bir zarfın bir ucu kazara yırtıldı. Zarfın
muntazaman katlanmış sahifelerce muhteviyatı gözüküyordu. İkimizin de nazarı
dikkatini çeken şey mazrufun yazıdan âri olması oldu. Babam artık dayanamadı.
Zarfı yırtarak açtı. Satırsız büyük eseri cedit kâğıtları bomboştu. Yalnız bu
kâğıtları katlayan bir tabakada üç dört satırlık bir yazı vardı. İstanbul'da
havaların yağmurlu gittiğinden bahsediyor, Mustafa Sağîr'e muvaffakiyetler
temenni ediliyordu. Bilâhare diğer sahifeler tahlil edildi.
Bu gibi hallerde istimal edilen kimyevi
mürekkeple yazıldığı anlaşıldı. Mustafa Sağîr, sağîr değil kebir bir hain
olmasının cezasını hayatı ile ödedi, darağacında can verdi.
Bahri Cedit İnebolu'ya ancak Mustafa
Sağîr'i indirebilmişti. Zaten bu adamcağız hayatına kıymet veren bir insan
değildi, çıkan deniz onu korkutmuyor, onun görecek pek mühim işleri vardı.
Hakikaten boğulmadı. Lâkin Hakk'ın Ankara'da boynuna geçirdiği ilmik küstah
hayatına acı bir hatime çekti. Gelelim biz bizimkilere. Onlar İnebolu'ya
inememiş Sinop'a doğru dalgalar arasında yollarına mecburen devam etmişlerdi.
Onların arkasından karadan Sinop'a gitmek
kabil olmayacaktı. Nasıl olsa yanlarında Halil Ağa vardı. Biz Kastamonu'ya
dönerken Küre'de kaldığımız bir han sahibine tembih ettik. Çünkü annem ve
kardeşlerim de bu handa konaklayacaklardı. Geldikleri zaman kendilerini
ağırlamasını iyi bir adam olan bu han sahibinden rica ettik.
Güç belâ Sinop Limanı'na yolcularını
çıkaran Bahri Cedit vapurundan salimen karaya ayak basan annem orada Halil
Ağa'ya bir koç aldırarak kurban kesmiş, denizlerin bu küçük tekneyi gark etmek
raddelerine yükseldiği esnada batmadan toprağa çıkarsak fakir fukaraya
dağıtılmak üzere bir kurban adamıştı.
Babam ile yine bir yaylı araba kiralayarak
geldiğimiz yollardan Kastamonu'ya avdet ettik. Ankara Taceddin Mahallesi'ndeki
iki odalı mesken bizim ile dokuz kişiye ailemize kâfi gelemezdi. Kastamonu'da
Ankara'da olduğu gibi ev buhranı mevcut değildi. Orada Olukbaşı Mahallesi'nde
kocaman bir bahçe ortasında köşk gibi münasip bir ev kiraladık.
İki hafta sonra eşyaları ile birlikte üç
yaylı arabayı dolduran annem, kardeşlerim Halil Ağa ile birlikte geldiler.
Zavallı annemin sevincini tarif edemeyeceğim. Babamı ve beni çok severdi.
Tuttuğumuz evi pek beğendi. Yerleştik. O esnada Kastamonu da dehşetli bir kış
ve soğuk vardı, bereket versin odun boldu. Mehmet Âkif'in bilâhare Ankara'da, o
zamanlar Balıkesir eşrafından Yüzbaşı Hayrettin Bey'e verdiği Süheylâ Hanım
isminde bir evlâdı manevisi de ablalarım ile birlikte gelmişti. Bu kızcağızı
küçüklüğümde öz hemşirem sanırdım.
7
Âkif, Gözyaşları İçinde Yazıyordu[40]
Hasan Tahsin Bey namında babamın pek samimi
arkadaşlarından bir zatın kızı olan Süheylâ Hanım'ın pederi ölmüş babam da bu
çocuğu evimize almış, onun tahsil ve terbiyesi ile bizzat alakadar olmuş,
netice Süheylâ ablam Darülmuallimat'ı ikmal ettikten sonra Darülfünun'u dahi
bitirmişti. Ben alfabeyi ve ilk tahsilimi ondan öğrendim.
Babam Kastamonu'da bir ay kadar kaldı. Beni
anneme emanet ederek Ankara'ya gitti. Çünkü ben Kastamonu İlk Mektebi'ne
yazılmıştım. Babamdan ayrılmak doğrusu çok gücüme gitti. O da bana çok
tutkundu. Lâkin bir seneye yakın bir zamandan beri beni adamakıllı özleyen
validem ısrar etti. Beni babam ile Ankara'ya yollamadı. Çocuk iken gayet zeki
idim, İstiklâl Marşı şairi ile o zamanlar geçirdiğim maceralar seyahatler ile
dolu hayat pek hoşuma gitmişti. Annem ablalarım ile Kastamonu'da normal ve
rahat bir ömür geçiriyorduk, lâkin bu hayat tarzından pek çabuk usandım.
Ankara'ya babamın yanma dönmek için can atıyor idim. Hatır hayale gelmeyecek
yaramazlıklar yaparak validemin gözünü korkuttum. Benimle başa çıkamadı. O
sıralarda Kastamonu'ya gelmiş olan Eskişehir Bakteriyolojihane Müdürü Şefik
Kolaylı tekrar yerine dönüyor, Ankara yolu ile Eskişehir'e gidiyordu. Annem
onunla beni babama yolladı. Yaylı bir araba ile Ilgaz'ı geçerken soğuktan
donacak idik. O sene kış pek şiddetli idi. Taceddin Mahallesi'ndeki evimize
babamın yanına bir gece yarısı döndüğüm zaman safahat şairi beni pek tatlı bir
yüzle karşıladı. Eşref Edip Bey de meydanda yoktu. Anladığıma nazaran babam ona
daha münasip bir ikametgâh bulmak ıztırarında kalmış! O günlerde İstiklâl
Marşı'nı yazan babam pek dalgın çok müteheyyiç bir durumda idi. Her gün her
gece hattâ her saat cephelerden bazı ümit verici ekseri üzücü haberler gelmekte
idi. (Bülbül) manzumesi işte o kararsız günlerin ve tehlikeli gecelerin
tazallüm eden sitemkâr bir mahsulüdür.
Eşin var, âşiyanın var,
baharın var ki beklerdin!
Kıyametler koparmak
neydi ey bülbül, nedir derdin?!
diye feryat eden şair, Bursa'da
Yunanlıların vatandaşlarımıza yaptıkları hakaretlere mülevves çizmeler altında
çiğnenen mabetlerimizin haline için için yanıyor, cidden müteellim oluyordu.
Mehmet Âkif'i yazarken ağlar bir vaziyette hem de bol gözyaşları dökerek derin
derin hıçkırarak ağlar bir halde çok gördüm. İyi biliyorum ki gözyaşlarını
yalnız benden gizlemez inkisarını bana izhar etmekte bir mahzur görmezdi.
Kuşçubaşı'nın oğlu çeteci Eşref Bey'in bana
bağışladığı kısrak doğurmuştu. Artık ben bir de tay sahibi olmuştum, O esnada
babam benim çocukluk saikasıyla taşkın neşemi bile çok görüyor, bu halimden
hoşlanmıyor, memleketin kan ağladığı bu kara günlerde sürur, neşe, taşkınlık
çocukların tabiî bir haklan olan bu hallere bile kızıyor, bana acı acı sitem
ediyordu.
İşte o günlerde babam ile aramızı açan bir
hâdiseyi zikredeceğim. Zira Safahat şairini hayatta hiç bu kadar asabi bu
derece muğber gördüğümü hatırlamıyorum. Bir akşamüzeri kısrağı semtimizin
yakınlarından geçen dereden sulamaya götürmüş hayvana rakiben avdet ediyordum.
Tam hayvandan inerken bahçe kapısının önünde genç bir adam ile karşılaştım. Pek
ağır yürüyen bu tanımadığım şahıs benim yolumu, kesiyordu. «Yol versene
görmüyor musun geçeceğim ne cansız adamsın!» diye bağırdım. Dudakları arasından
işitemediğim bir şeyler mırıldandı. Hâlâ önümden çekilememişti. Mahsus yapıyor
zannettim. Atımı üzerine doğru sürdüm ve çarptım. O zaman acı acı inledi.
Nereden çıktığını hâlâ anlayamadığım babam beni kısrağın üzerinden öyle
şiddetle aşağı çekti ki yere çamurlardı içine yuvarlandım. Babam beni kaktırdı.
Suratıma iki üç tokat aşketti. Tekrar yere düştüm.
Sonradan anladığıma nazaran o meçhul adam
cephede yaralanmış ve el'an yarası kapanmayan bir gönüllü; göğsünü vatanına göz
diken düşmanlara karşı siper eden bu yüzden ağır yaralanan bir komşu çocuğu
imiş.
Benim bütün bunlardan haberim yoktu. Ben
onu kasten yolumu kesen bir kimse zannederek böyle hareket etmiş kendisine
ıstırap veren yarasını incitmiştim. Sonradan babam da beni affetti; amma
yediğim o ağır tokatların acısı hâlâ içimden çıkmamıştır.
8
Türk Neslinin Günden Güne Bozulduğunu
Görmek Âkif'i Çok Üzüyordu[41]
O zamanlar her ne kadar memleketin vaziyeti
pek bozuk, neticenin ne olacağı meşkûk ise de arada yine bir takım şenlikler tertip
ediliyor, cirit oyunları, at yarışları güreşler ve emsali müsabakalar
yapılıyordu. Mehmet Âkif'in usta bir pehlivan olduğunu bir kere daha
zikreylemiştim. Şunu da ilave etmek isterim ki kendisinden şu sözleri işittim.
Benim belden aşağım yukarılarım yani kollarım, omuzlarım, boynum gibi kuvvetli
olmuş olsaydı bana çok yazık olurdu. Çünkü o zaman ben başa güreşebilecek ve
muvaffak olacak bir pehlivan yetişirdim.
Dolayısıyla peder gençliğinin bütün güzide
pehlivanlarını yakından tanıyor. O zamanlar dünya güreş rekorunu kazanan Koca
Yusuflar, Kara Ahmedler, Adalı Halil Pehlivan, Hergeleci, Küçük Yusuf, Yaşar
Pehlivan, Çolak Mümin Hoca, Kıyıcı Osman Pehlivan gibi dünyaca tanınmış meşhur
pehlivanlarımızın bütün güreşlerini takip ediyordu, bunların bir kısmı ile
arkadaşlığı samimiyeti dahi varmış. Meselâ dünya şampiyonu olan Kara Ahmed'i
Prens Abbas Halim Paşa'nın himayesi altına vermiş. Bu yolda ona tavassut
etmişti. Pek hürmet ile andığı Kıyıcı Osman Pehlivan ta çocukluğundan beri
mahallelisi ve arkadaşı idi. Bütün bunları yazmaktan maksadım Mehmet Âkif'in
güreş bilir ve güreşir bir sporcu, bir meraklı olduğunu belirtmektir. İşte o
zamanlar Ankara'da tertip edilen derme çatma güreşler onun pek canını sıkıyor.
Sırtı yere gelmeyen gürbüz Türk neslinin Harbi Umumi'den, Balkan Harbi'nden
hele mütareke senelerini takip eden Yunan Harbi yıllarında hastalık, açlık
sefalet yüzünden düştüğü derin inkıraza candan yanıyor. O da pek cılız ve aç
pehlivanlarının üç beş kuruş uğrunda acayip bir şekilde boğuşmaları onu yaralıyordu.
Mehmet Âkif'e taassup irtica isnat edenler olmuştur. Halbuki o hiçbir zaman ne
mürteci ne de softa fikirli idi. Onun yalnız başka şekilde tezahür eden
taassupları kendine has görüşleri vardı. Sıhhaten ve bedenen inkıraz etmekte
olan nesil onu çileden çıkarıyor. Birçok cehaletlerin, suiistimallerin de rol
oynadığı bu inkıraza ne kadar üzülüyordu.
Aslında eski köyleri, köy düğünlerindeki
güreşleri, levent endamlı pehlivanları, onları candan seyreden zinde ve kavi
Türk ırkını tasvir ederken okuyucu o müşa'şa devrin azametini iftihar ile duyar
ve yaşar. Yine aynı eserinde son devrin yeni Harbi Umumi senelerinin harbin,
felâketin, sefahatin, zaruretin ve cehaletin kasıp kavurduğu Türk köylüsünü,
Türk vatandaşını acı acı anlatır.
İşte Harbi Umumi sonlarının o bedbaht
yıllarında bir köy düğününü canlandırmaya çalışırken; kemikleri çıkmış cılız,
aç zavallı iki öküzün sürüklediği sakat bir gelin arabası içinde giden geline
şöyle hitap eder: Zavallı kızım, sana baksın da bahtın utansın. Senin nerede
medfun olduğundan haberim olmayan ananın ruhuna melekût aguş açarken onun temiz
ve saf naşını gizleyen tabut! Senin şimdi şu gelinlik arabandan daha şahane
idi... geline böyle acırken güreşlere geçer. Yine yokluğun sefaletin harap
ettiği cılız pehlivanları onların bitik hallerini tasvir ederek okuyanları bile
mahzun eder. İşte bütün dünyada bükülmez kolunun kuvveti dönmez yüzünün
mehabeti ile tanınmış Türk ırkının bu acı tereddisi karşısında ecnebilerin,
düşmanlarımızın mevzun endamları, sıhhatleri, demevi çehreleri Mehmet Âkif'i
derin bir gıpta acı bir kıskançlık içinde bırakıyor. Onların bu üstünlüklerini
kat'iyyen çekemiyor, içerliyor, üzülüyor, acı acı feryat ediyordu. Safahat
şairi bu cepheden hakikaten mutaassıp hem de çok koyu mutaassıptı. O zamanlar
Ankara'da tertip edilen güreşlere beraber gittik. Bu müsabakalar da babamı
tatmin edemiyor bilâkis üzüyordu.
Spordan bahsetmişken babamın talebelik
hayatında on sekiz on dokuz yaşlarında Halkalı Ziraat Mektebi'nde talebe iken
başından geçen bir hâdiseyi nakletmek münasip olacak. Bu meseleyi benden başka,
bugün bilen hiç kimse kalmamıştır: Babamın sınıf arkadaşları arasında birisi
Musevi diğeri Ermeni olmak üzere iki yaman rakibi varmış. Musevi'nin ismini
unuttum. Hem bu adamın, babamla ilgisi yalnız derslere inhisar ediyormuş.
Sınıfta birinciliği arkadaşlarına vermek istemeyen bu Musevi'nin bilhassa
ziyaziyesi çok kuvvetli imiş. Agop'a gelince o da derslerine pek fazla
çalışıyor sınıfta en ileri gelen talebelerin başında
geliyormuş. Aynı zamanda vücut itibariyle pek kuvvetli ve okkalı
olan bu Ermeni biraz da güreş biliyormuş. Lâkin babama nazaran yaşı da ileri,
kilosu da çok fazla imiş. Lâkin genç Mehmet Âkif Halkalı Ziraat Mektebi'nde
sınıfında birinciliği bu iki Türk olmayana vermeyi çok büyük bir zül telâkki ederek geceyi gündüze katarak çalışmış
onları-geçmiş ve sınıfının birincisi olmuş.
9
Safahat Şairini Oğlundan Dinleyiniz[42]
Hatta mektepten aldığı diplomasında bu
imtiyazı göze çarpar ve şehadetnamesi birinciliğini kaydeder. Agop, mektepteki
talebe hatta hademeler arasında kolunun harikulade kuvveti ve güreşteki
mahareti sayesinde önüne geleni yeniyor. Koca mektepte kimse bu genç irisi
delikanlıya mukavemet edemiyordu. Mehmet Âkif o zamanlar çok çevik, kuvvetli ve
usta bir güreşçi olduğu kadar izzeti nefis sahibi ve mağrur bir Türk genci idi.
Agop için bana şöyle söylemişti:
Ermeni bildiğin gibi
değil dehşetli kuvvetli idi. Arkadaşlarımı çarçabuk altına alıp ezmesi öyle
zoruma gidiyor, beni çileden çıkarıyordu ki sana anlatamam... Kendisi ile şaka
mahiyetinde dahi olsun hiç tutuşmamıştık. Zira onun da gözü beni pek
tutmuyordu. Cüsseten okkaca kendisinden aşağıda idim. Lâkin ondan çok daha atik
ve daha oyuncu idim. Göz hasmını tanır! O da bunları görüyor, hesap ediyor,
benimle elense şakası bile yapmaya yanaşmıyordu. Bir gün hiç unutmam. Hüseyin
Avni isminde Fatihli bir hemşerim ve benden bir sınıf aşağı bir arkadaşımla
Agop idman mahiyetinde güreş tutmuşlardı. İdman filân derken Avni'ye boyunduruk
çekiyor, şiddetli elenseleriyle çocuğu eziyor, pek müşkil vaziyetlere
sokuyordu. Nasıl oldu bilmiyorum Avni, Agop'un çektiği şiddetli bir elense ile
yere kapandı. Ağzından dişlerinden kan boşanmaya başladı. Artık dayanamadım.
Gel Agop dedim biraz da ikimiz idman tutalım. Tereddüt edemedi. Arkadaşlarımın
intikamını almak üzere Agop'u tek çapraza aldım. Meydan genişti. Belki on beş
yirmi adım sürdüm. Nihayet kavi rakibim tutunamadı. Burnu üzerine yüzükoyun
yere kapaklandı. Bu sefer çok iyi kullandığım kündeye aldım. O koca Agop'u
kaldırarak öyle bir çevirdim ve sırtını yere getirdim ki bütün bunlar bir buçuk
iki dakika içinde olmuştu. Ermeni ne olduğunu şaşırdı. Kıpkırmızı olmuş hâlâ
yerinde oturuyor, önüne bakıyordu. İşte o zaman etrafı şiddetli bir alkış
tufanı çınlattı. Agop'u tam manasıyla mağlup etmiştim. Hiç sesini çıkarmadı.
Yavaş yavaş yerinden kalktı, kafası önünde kös kös mektebin kapısından içeriye
girerek kayboldu.
Bir riyaziye hocamız
Ekrem Bey vardı. O da bu hâdiseye şahit olanlar arasında idi. Muhterem ihtiyar
o kadar sevinmiş o kadar heyecanlanmış idi ki: "Yahu Agop'u, Agop'u
kaldırdı savurdu attı, Agop kalkar mı?" diye bağırıyor, tuhaf tuhaf
hareketler yapıyordu.
Kastamonu'da kalan validem Ankara'ya bizim
yanımıza gelmek istiyor, bu hususta babama üst üste haber gönderiyordu. Her
şeyden evvel onlara münasip bir ev bulmak icap ediyordu. Kendisinden daha önce
bahsettiğim Kebapçı Hacı Kadri Ağa evinin müstakil bir bölüğünü babama terk
etti. Bunun üzerine annem kardeşlerimle birlikte Kastamonu'dan Ankara'ya
geldiler. Artık Ankara'da ailece yerleşmiş idik. Mehmet Âkif bu sıralarda
İstiklâl Marşı'nı yaratmış bu muvaffakiyeti 500 lira nakdî bir mükâfat ile
tâltif edilmişti. Babam o esnada 500 liraya gerçekten muhtaç bir adamdı. Fakir
idi. Parası yoktu. Lâkin mâlum olduğu gibi gönlü çok boldu.
İyi biliyorum ki, babam bu parayı almadı,
onu Kızılay'a terk etti... Ben İstiklâl Marşı'nı babamın ağzından ezberledim.
Birçok yerlerde muvaffakiyetle okudum. Hatta Ankara'da bir müsamerede büyük bir
kalabalığa karşı okuduğum bu manzumeyi alkışlamışlar ve bana matbu bir
takdirname vermişlerdi. Babam o esnada yine pek bedbin ve düşünceli idi.
Hürmetkârı bulunduğu Erzurum Mebusu Gözübüyükzâde Ziya Hoca Meclis'te garip bir
istiskale maruz kalmış, bu hâdise pederi ziyadesiyle rencide etmişti. Meclis'te
sevdiği Balıkesir Mebusu Basri Bey, Abdülgaffur Hoca da Meclis'ten ayrılmışlar
Safahat şairi arkadaşlarının kaybına üzülmüştü. O zamanlar Ankara'da Ziraat
Mektebi'ne sık sık gidiyor. Orada Halide Edip Hanım, Doktor Adnan Bey,
Hamdullah Suphi Bey babamı ekseri görüştüğü arkadaşlardan sayılabilirdi.
10
Pek Sevdiği (Ali Şükrü) Bey'in Kayboluşu
Babama Gözyaşları Döktürmüştü[43]
Yazılarımın başında isini geçen Trabzon
Mebusu Ali Şükrü Bey, İstanbul'dan Ankara'ya kadar muhtelif vasıtalarla geçtiğimiz
her bakımdan tehlikeli yollarda babamın can yoldaşı ve yegâne arkadaşı bu zat
birdenbire ortadan kayboldu. O zamanlar Trabzon mebusunun refikası hanım ve
kerimeleri bize komşu denecek bir yerde oturuyorlar. Bizimkiler onlara onlar
bizim eve sık sık gelip giderlerdi.
Kocasının bu beklenmedik kayboluşuna hanım
efendi pek üzülüyor ve merak ediyordu: Her halde babam da bu hususta birçok
şeyleri hesap ediyor ve şüpheleniyordu. Aradan iki gün, üç gün, bir hafta
geçtiği halde Ali Şükrü Bey'den hiç bir malûmat alınamamış, nerede olduğu
öğrenilememişti. Halbuki vaziyetler onun Ankara'dan, Meclis'ten böyle
haftalarca ayrılmasına hiç müsait değildi. Bu işin içinde yani Ali Şükrü Bey'in
kaybının pek mühim ve müphem bir sebebi, düşündürücü, şüphelendirici bir mânası
olmalıydı. Babamı o güne kadar o derece mahzun, kederli gördüğüm pek nadirdir.
Gözlerinde gizlemeğe çalıştığı yaşlar garip bir şekilde parlıyor. Sesi âzap
duyan bir heyecanın titrek nâğmelerini fısıldıyordu:
Ben ona söylemiştim! Bu adama itimat etme.
Ondan kendini sakın ve koru demiştim. Demek ki Allah bana bunları söyletmiş
yüreğimde bir hissikablelvuku Ali Şükrü'ye Topal Osman'dan gelecek felâketi
bana ilham etmiş, ben de bunu kendisine ifade etmeye uğraşmıştım. Ne yazık ki
onu ikna edemedim. Mert çocuk, hemşerilikten, mertlikten, saflıktan bahsediyor,
Topal Osman'a güveniyordu. Çok yazık oldu.
Pek sevdiği arkadaşının esrarengizce
öldürülüşü onu çok derinden yaralamış. Meclisten soğutmuştu. Korkmuştu
diyemeyeceğim babamı çok iyi tanıdım. Hiç bir zaman korkak değildi. Korkunun
ihtirazın, tedbirin, mukadderatın önüne geçmeyeceğine öyle kuvvetli bir kanaati
vardı ki; daima mütevekkil her zaman Allah'a güvenir ondan gelecek her şeye
boyun büker ve sinesine çekerdi...
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey'i, memleketlisi,
Kuvayi Milliye'nin ilk günlerinde Karadeniz sahillerinde, Trabzon, Samsun ve
havalisinde Rum çetelerine, hattâ Ermenilere karşı büyük muvaffakiyetler
kazanan, Türk köylerini, kazalarını ve kasabalarını yakıp yıkan
vatandaşlarımıza hatır ve hayale gelmeyen işkenceler yapan yerli düşmanları
dağıtan, Düvel-i Müttefike'den muavenet görerek gayriinsanî katliâmlara girişen
Hıristiyan çetelerini bastıran, sindiren çete reisi Topal Osman haddizatında
cahil, lâkin muktedir ve cesur, bir reis ve vatana bu hususta birçok
yararlıklar göstermiş bir kahramandır. İşte Trabzon, mebusu Ali Şükrü Bey,
Topal Osman'ın hürmetkârı, aynı zamanda hemşerisi olmak hasebiyle onunla
iftihar ettiği Şükrü Bey bu hunhar çetebaşının kurbanı olmuş, Ankara
civarındaki Çubuk Ovası'nda Osman'ın avenesi tarafından kahve içerken boynuna
sardırılan kementle boğdurulmuştu. Zavallıyı Ankara açıklarında böyle ıssız bir
yere davet etmişler onu gafil avlayarak boğmuşlardı.
Cesedini, paltosu ve elbisesiyle pek derin
kazılmayan bir çukura atmışlar; bir iki gün sonra yağan şiddetli yağmurlar
toprağı sürüklemiş, ceset meydana çıkmış, hâdise de anlaşılmıştı.
Ali Şükrü Beyin sıkı sıkı kapadığı avuçları
acılınca, boğulmamak için sarf ettiği gayret ve mukabele esnasında kendisini
müdafaa için kullandığı hasır bir iskemlenin hasırları çıkmış. Ankara'da
kendisine bütün şehrin iştirak ettiği muazzam bir cenaze merasimi yapılmış, bir
top arabasına yerleştirilen tabutunu ay yıldızlı bayrağımız sarmalamıştı...
Havalar yaza döndü, Yunan Harbi devam
ediyor, talih harbi ara sıra yüzümüze gülüyorsa da netice, kat'i neticenin ne
olacağını yalnız Cenabı Hak biliyordu.
Sakarya Harbi başladı, malûm olduğu üzere
bu harb pek mühimdir. Payitahtın yakınlarına kadar uzanmaya fırsat bulan,
Ankara'yı hedef tutan düşman orduları hakikaten bayağı dayanıyordu.
11
Gecenin Issızlığında Top Sesleri Ankara
Sokaklarında Duyuluyordu[44]
Haymana'ya doğru ilerlemeğe bütün
gayretleriyle uğraşıyorlardı. Top sesleri gecenin ıssızlığında Ankara'dan duyulabiliyordu.
O zaman Ankara'yı Kayseri'ye nakletmek düşünülüyor. Mebuslar, büyük memurlar
ailelerini çocuklarını peyderpey Kayseri'ye gönderiyorlardı. Ziraat Mektebi
daha bazı müesseseler dahi Kayseri'ye göç etmişlerdi. Sıra yine bizimkilere
geldi. Sıcak bir yaz günü akşamüzeri Kayseri'ye giden kağnı arabalarından
müteşekkil bir kafile ile anam ve hemşirelerim de yola çıktılar. Babam beni
yanından ayırmadı. Benim kaldığım, icabında öldüğüm yerde oğlum da ölsün dedi.
Gözyaşlarımı tutamayarak anamın elini öptüm, kardeşlerim ile vedalaştım. Kağnı
arabaları hazin gıcırtılar çıkararak ağır ağır uzaklaşıyor, Şarka doğru hicret
eden bu zavallıları taşıyorlardı. Onları teşyi ederken çeteci Eşref Bey'in bana
verdiği kısrağa binmiştim. Babamla boş kalan evimize dönerken yedeğimizde gelen
kısrağın bile mahzun bir hali vardı. Atın; mahlûkat içinde, Allah'ın özenerek
yarattığı bu asîl hayvanın, ne demek olduğunu, ahırların gübre kokan yumuşak
zemininde dolaşmayanlar, açlığını sahibine ince kişneyişleriyle ihsas etmeye
çalışan atların dilinden anlamazlar, bu bambaşka bir âlem, apayrı bir ilimdir.
Burada uzun uzadıya izah edemeyeceğim.
İşte o yaz Ankara en tehlikeli günleri
geçiriyor, babam Yunanlıların Türk ordusu karşısında bu derece dayanmalarına gıpta ve hayret ediyordu. Sakarya Harbi
epeyce sürdü. Düşman hattı müdafaamızı geçemedi, bütün gayretlerine, bütün
ısrarlarına rağmen Ankara ufuklarını uzaktan bile seçemedi. Ricat etmek mecburiyetinde kaldı. Lâkin panik halinde kaçmadı,
muntazaman çekildi. Sakarya'nın öbür kıyısında tutundu ve kaldı. O zaman bizim
de düşmana saldıracak, onu söküp atacak bozacak kudretimiz yoktu. Bir sene
kadar bir mütareke devresi geçirdik ki. Bu vakitten mümkün olduğu kadar
istifade ettik, hazırlandık, silâhlandık. Şark cephesinde Kâzım Karabekir Paşa
Ermenileri bozmuş onlardan külliyetli miktarda silâh ve mühimmat iğtinam
etmişti. Malûm olduğu gibi bu yıl içinde Afyon taarruzuna kalkabilmek için icap
eden bütün hazırlıkları yaptık ve muvaffak olduk.
Sakarya'da harp kazanılarak düşman çekilince,
Ankara'ya hicret eden memurin ve mebusan aileleri, resmî müessese ve mektepler
tekrar Ankara'ya avdet etmeye başladılar. Bizim eski emektarımız Halil Ağa,
annem ve kardeşlerim Kayseri'ye gittikleri zaman o da memleketine düşman ayağı
basmayan Bolu'ya gitmişti. O esnada tekrar Ankara'ya yanımıza geldi.
Validem Kayseri'den Ankara'ya dönen
kafileleri, aileleri gördükçe sabredemiyor, Ankara'ya gelmek istiyor, babama bu
hususta mektuplar yağdırıyordu. Halil Ağa da gelince babam kendisine epeyce
para verdi, beni de yanına katarak ikimizi ailemizi getirmek üzere Kayseri'ye
gönderdi.
Halil Ağa ile Ankara'dan Kayseri'ye kadar
uzayan yolculuğumuz rahat geçti, çünkü oraya gitmekte olan bir tüccarın
otomobiline bindik, çok çabuk ve rahat gittik. Kayseri'ye hicret eden mebus
ailelerine hükümet kolaylık göstermiş, onları orada çabucak iskân etmişti.
12
Annem Gözyaşları İçinde Beni
Hasretle Bağrına Basmıştı[45]
Burdur ve Biga Mebusu Mehmet Âkif'in
ailesinin oturduğu yeri istihbarattan öğrenerek çabucak bulduk. Bu ev aslen
Ermeni olan bir kunduracının hanesi imiş. Lâkin orada ne annem, ne de
kardeşlerim mevcut değildi. Sorduğumuz zaman beş gün evvel Ankara'ya hareket
eden bir kafileye iştirak ettiklerini ve iki yaylı araba ile gittiklerini hayretle
haber aldık.
Artık Halil Ağa ile bana Ankara'ya derhal
dönmekten başka yapacak hiç bir iş kalmıyordu.
Ancak hangi vasıta ile dönecek ve nasıl
dönecektik. Bunu düşünerek hiç görmediğimiz Kayseri
sokaklarında serseriyane dolaşırken oraya göç etmiş ulan Ankara Ziraat Mektebi
aşçısına tesadüf ettik. Bu bizim için büyük bir hüsnü talih ve güzel bir
tesadüf oldu. Ziraat Mektebi'nin aşçısından mektebin bir, iki güne kadar
Ankara'ya gideceğini öğrendik. Halil Ağa'nın ahbabı meslektaşı aynı zamanda
hemşerisi olan aşçı bizi bırakmadı. Şehrin biraz açığında olan mektebe gittik.
Hakikaten üç dört gün sonra Ziraat Mektebi öküz ve
kağnı arabalarından müteşekkil uzun bir kafile halinde Ankara'ya müteveccihen
yola düzüldü. Biz de beraber Türkiye'nin yeni payitahtına dönüyorduk. Kırşehir
üzerinden Kayseri'den Ankara'ya öküz arabalarıyla tam 23 günde varabildik.
Annem ve kardeşlerim çoktan Ankara'yı bulmuşlar, validem benim için çok
üzülüyor, peder ile bu hususta her gün münakaşa ediyormuş. Hatta sağ salim eve
dönersem adaklar kurbanlar adamış! Ankara'ya bir menzil kala bir yerde
rahmetlik Halil Ağa'ya bir oyun yaptım. Yalnız o değil bütün, kafile bu işle
alâkadar olmuş beni bayağı merak etmişler ve üzülmüşler. Geriden iki yaylı
araba ile maalesef bugün ismini unuttuğum İzmir mebuslarından bir zatın ailesi
gelmekte idi, kafilemize yetiştikleri zaman bizim öküzlerin ayağı ile Ankara'ya
daha iki buçuk günlük yol vardı. Yaylıdaki kadınlar beni tanıyor ve
seviyorlardı. O zamanlar başımdaki kuzu derisi siyah kalpağım, sırtımdaki aynı
renkteki paltom ile hoş bir kıyafetim vardı, ayağımda da Kastamonu'da meşhur
bir ustanın yaptığı çizmeler vardı. Yalnız haftalarca süren yollarda fena halde
bitlenmiş, çok kirlenmiştim. Beni görünce arabalarına
davet ettiler, ben de kimseyi haberdar etmeden, bu davete icabet ettim. Dinç
beygirlerinin çektiği yaylı araba o akşam gece yarısı Ankara'yı tuttu.
Evimize yaklaşınca arabadan atladım koşarak
kapımızı çaldım. Bana kapıyı açan hemşirem anneme yüksek sesle müjde verdi.
Emin geldi, diye feryat ediyordu. Halbuki zavallı kadıncağızı bu seklide bir
çok defalar aldatmışlar, güya şaka yaparak kandırmışlardı. Henüz yatmayan
annemin sesini işittim. Artık çok oluyorsunuz. Vakitli vakitsiz benim
heyecanlarımla oynamayınız, sonra kalbinizi kırarım diyordu. Bu sözler üzerine
ben bağırdım: «Anne benim, hakikaten geldim.»
Gece yarısı evin içi karıştı, anam boynuma
sarılıyor, beni göğsüne çekiyordu. Kendisine beni pek fazla kucaklamamasını
zira yollarda bitlendiğimi hatırlattım. Zavallı aldırış etmiyor beni bırakmıyordu.
Hiç unutmam hemen beni tepeden tırnağa
soydu ve eliyle yıkadı. Babam o gece bir yere davetli imiş, geç kalarak henüz
gelmemişti. Doğrusunu söylemek lazımsa annemden çok babamı göreceğim gelmişti.
Annem, kardeşlerime çocuklar Emin'in
geldiğini babanıza söylemeyiniz. Birdenbire görsün derken, kapı çalındı, babam
gelmişti, beni güya sakladılar. Ama babam kapının önünde çıkardığım mahud
çizmelerimi görmüş, tanımış ve geldiğimi anlamıştı!..
İki gün sonra Halil Ağa çıkageldi.
Adamcağız beni araya sora bir hal olmuş, bana çok darılmıştı. Kendisine bir
daha Halilof demeyeceğime söz vererek gönlünü aldım.. Ruslarla müteaddid
muharebelerde dövüşen bu hiç su katılmamış koca Türk, Halilof lâfına o kadar
kızar ve sinirlenirdi ki tarif edemeyeceğim.
İşte o sıralarda kendisinden daha önce
bahsettiğim Süheylâ ablam, babamın manevî evlâdı, Ankara'da gelin oldu. Babam
onu bilâhare Balıkesir mebusluğuna seçilen Hayreddin Bey'e verdi.
13
Büyük Taarruz Başlamıştı, Her Taraftan
Gelen Müjdeli Haberler Birbirini Kovalıyordu[46]
Babam Büyük Taarruz'a geçileceğini biliyor,
bu uğurda bütün milletin dişili erkekli, geceyi gündüze katarak sarfettiği
candan gayreti ve fedakârlığı elinden geldiği kadar körüklemeye gayret ediyor,
bu hususta yazılar yazıyor, nutuklar söylüyordu. Hâttâ Bestekâr Rauf Bey'in
bestelediği o zamanlar, ordunun ağzından düşmeyen «Yılmam ölümden, yaradan
askerim! Orduma gazi dedi Peygamberim» bu güfte malûm olduğu gibi Mehmed
Âkif'indir. Ancak Erkânıharbiye'nin başında pek mahdut kimselerden başkasının
bilmediği büyük taarruz gününün hangi gün olduğunu tabiatıyla babam da
bilemiyordu. Gecelerin gebe hem de doğurmak üzere hâmile olduğunu söylüyordu.
Ankara'nın o günleri büyük taarruz ile
başlayan her saat, her gece, ardı arkası kesilmeyen müjdeli haberleriyle panik
halinde kaçan düşmanın elinden kurtulan topraklarımızın, kasaba ve
şehirlerimizin istirdadını müjdeleyen o mes'ut günler, Mehmet Âkif'i neşeden
sarhoş edecek kadar sevindiriyor, babam yerinde duramıyor, gözleri ümitle,
sevinçle parlıyordu.
Fazla dayanamadı ordu ile birlikte olmazsa
harikalar yaratan o kahramanların biraz arkasından o da ayaklandı. Beni de
yanına almayı unutmayarak Ankara'dan Eskişehir'e oradan da Afyon'a hareket
ettik.
Yunan Harbi'nin henüz dumanları tüten
karmakarışık meydanları, daha hayvan ve düşman leşleriyle tamamıyla
temizlenemeyen, kırık topların hurdahaş olmuş mitralyözlerin kum torbalarının
başa giyilen miğferlerinin doldurduğu o muharebe [meydanını] babamla adım adım
dolaştık. Yanan yıkılan kasabalarda, şehirlerde düşman esirlerinin yüksek
üniformalı Yunan zabitanının mukadder akıbetlerine şahit olduk. Maneviyatı
sıfıra düşen müstevli hâlâ kaçıyor, piyademiz, süvarilerimizle onları
kovalamakta yarış ediyordu. Bazı yerlerde mel'un düşman oraları yakmağa, tahrip
etmeğe zaman ve fırsat bulmuş, köylerimizi, kasabalarımızı gazla yakarak harap
etmiş, halka akla gelmeyen zulümler yapmıştı.
Bilecik ve havalisine vardığımız zaman
henüz söndürülemeyen yangınlara kovalarla su taşıdık. Babam Mehmet Âkif de bu
itfaiye ameliyesine bizzat iştirak etti.
14
Mehmet Âkif,
Kurtulan Edirne'ye de Gitmişti[47]
Bilecik, kısmen yanmıştı. Henüz
söndü[rü]lemeyen kasabanın, için için yanarak dumanlar çıkan harabelerinde; bu
facialara sebep olan yüksek üniformalı Yunan subayları, kovalarla su taşıyor,
Mehmetçiğin, parlak süngüsü önünde, acımadan yangın yerine soktukları bu güzel
yurdun, yangından zarar görmeyen yerlerini kurtarmağa mecbur ediliyorlardı.
Bu arada düşman ordusunun mümtaz sınıfından
sayılan fistanlı Efzun askerleri, garip kıyafetleri, püsküllü serpuş ve
pabuçları ile ortalıkta dolaşıyorlardı.
Bilecik'ten Eskişehir'e döndük. Bereket
versin, Yunanlılar kaçarlarken bu şirin ve mamur ülkemizi yakmaya, tahrip
etmeğe fırsat bulamamışlardı. Orada fazla kalmadık, Ankara'ya avdet ettik.
Ankara daha önce arz ettiğim gibi, en neşeli, en mesut günlerini yaşıyordu.
Gazeteler Akdeniz sahillerine yaklaşan bu müthiş zaferin kulaklara saadetler,
ümitler fısıldayan haberlerini yazıyor, arkasına bakamadan silâhını atarak
kaçan, yenik halindeki bozgun düşman ordusunun tahliye ettiği memleketlerimizi,
bu gazetelerde okuyor ve haber alıyorduk.
İşte o sırada, bizim, bir de Edirne
seyahatimiz vardır:
Düşman İzmir'den denize dökülmüş,
İstanbul'dan müttefikler henüz çekilmiş, memleket iç ve dış düşmanlarından
temizlenmişti. Edirne'de Türk Bayrağı dalgalandığı halde, şehre biraz ilerideki
tren istasyonu, Yunanlıların elinde kalmıştı. O zamanlar muvakkat bir hudut
tesbit edilmişti. Edirne'ye gitmek üzere Ankara'dan İstanbul'a gelmiştik. İki
sene evvel şirin sahillerinde korkunç kâbuslar şeklinde yükselen ecnebi
diritnotları, kara ve meş'um ağızlarını minarelere doğru çevirmiş, güzel
sularımıza demir atmış, koca Boğazı büyük hacimleriyle kaplamışlardı.
Allah'a çok şükür, artık şimdi onlardan
eser kalmamış, İstanbul kurtulmuş, üzerine yıllarca abanan o korkunç heyulalar
ortadan kalkmış, Fatih'in surlarına, kahraman şehitleri merdiven yaparak
yükseldiği bu tarihî şehirde, ay yıldızlı sancağımız dalgalanıyordu.
İstanbul'da ancak bir hafta kaldık.
Hedefimiz Edirne olduğu için, Sirkeci'den trene bindik. Evvelce de söylediğim
gibi, Edirne'ye gidecek olan Türkler, o zaman Babaeski İstasyonu'nda treni terk
ediyor, oradan Edirne'ye başka bir vasıta ile gidiyorlardı. Çünkü Edirne tren
istasyonu, Yunan hudutları dahilinde bulunuyordu. Çatalca'yı geçerken, gece
yarısına yaklaşıyorduk. Babamla birlikte işgal ettiğimiz kompartımanda iki kişi
yalnızdık.
Mevsim kış, lâkin kompartıman sıcaktı.
İstanbul'da kaldığımız yedi sekiz gün zarfında her gece bir yere gitmiş, geç
vakitlere kadar kalmıştık. Demek istiyorum ki, uykusuzduk. Trenin malûm olan
muntazam sarsıntıları ve çıkardığı sesler, bize bir ninni tesiri yapmış olacak.
İnmekliğimiz elzem olan Babaeski'de uyuya kalmışız.. Bize hiç kimse dokunmamış.
Uyandığımız zaman tan yeri atıyor. Tren de Edirne'ye vasıl olmak üzere
bulunuyordu.
Benim başımda, mahut siyah kalpağım, babam
da fesli idi. Artık bunları gizlemeye lüzum görmeyerek, Edirne'de treni terk
ettik. Bizi o zaman Yunanlıların hudut kumandanına çıkardılar. Bir albay
rütbesini taşıyan bu Yunan kumandanı, babamla tercüman vasıtasıyla konuştu.
Mükâleme çok sürmedi. Babam vaziyeti olduğu gibi anlattı. Yalnız mebus olduğunu
söylemedi. Ticaret için Edirne'ye giden, yolda uykusuzluğa tahammül edemeyerek
Babaeski'de inemeyen bir tüccar olduğunu söyledi. İki Yunan subayı kendi hudut
karakollarını geçerek Edirne'ye yakın bir köprübaşında olan Türk hududuna kadar
bizi getirdiler ve bizi kendi ırkdaşlarımıza teslim ettiler.
Edirne, Mehmet Âkif'in pek güzide
hatıralarıyla andığı bir şehirdir. Babam çok genç yaşta yüksek baytar mektebini
ikmal edince, Edirne'ye tayin edilerek oralarda epey zaman kalmış. Yirmi bir,
yirmi iki yaşlarında iken bu memlekette çok tatlı ve heyecanlı günler
yaşamıştı.
15
Ruhu Huzur İçinde,
Vatan Topraklarında Yatıyor![48]
Biz, Edirne'ye vasıl olunca Bekir
Efendi'nin evine indik. Bekir Efendi, aslen Edirneli, babamın pek eski gençlik
arkadaşlarından bir zattır. Ben babam hakkında, bilmediğim, kendisinden
işitmediğim birçok hatıraları bu adandan öğrendim:
Babamı cidden sevdiğini, onu görünce
gözlerinden dökülen sevinç yaşlarından anladım. Bize öyle derin bir hürmet ve
samimiyet gösteriyordu ki, tarif edemeyeceğim. Yaşça Safahat şairinden büyük
olan Bekir Efendi, babamın bütün ısrarlarına rağmen kendi eliyle bize hizmet
ediyor, artık ne biçim hareket edeceğini şaşırıyordu, O zamanlar Edirne'deki
bütün ekalliyetler yerli Rumlar, Ermeniler, hattâ Yahudiler memleketi terk etmişler...
Bu hicret o kadar âni olmuştu ki: mallarını mülklerini bile alamayacak kadar
acele etmişlerdi. Her halde onların bu isticallerinde bildikleri bir şey vardı,
kabahatlerini biliyorlardı... Öyle olmasa mal canın yongası imiş, hiç cana pek
lüzumlu olan bu yongadan geçilir mi?!
Ben Edirne'de kendime tam aradığım bir
muhit bulmuştum.
Kış mevsimlerinde orada kızak kaymak
adetmiş. Oturduğumuz mahalle ise bu iptidaî (kayak) sporuna en müsait bir
yokuşun başındaydı.
Edirne'de on beş gün kaldık. Edirneliler,
oturmamızı uzatmamızı istiyorlardı. Fakat babamın pek hürmetkârı olan merhum
Prens Abbas Halim Paşa, 1923 de Kahire'den İstanbul'a gelmişti. Âkif'in
Edirne'de olduğunu anlayınca, uzun bir telgrafla bizi Heybeliada'daki köşküne
davet etti. Önümüz yazdı. Bizi ısrarla Mısır'a davet etti. Kahire'nin kışlık
bir mesiresi olan Hilvan'da kalacaktık. Babam, ömrümün arta kalan yıllarını bu
İslâm diyarında geçirmek, kendisini şiirlerine ve eserlerine tamamen vermek
kararında idi. Nil kıyıları ona, aradığı asude hayatı verebilecekti.
Babamla Ankara'ya gittik ve Safahat şairi,
milletvekilliğinden istifasını verdi. Annemi ve kardeşlerimi alıp İstanbul'a
döndük. Çengelköy'le Beylerbeyi arasında Havuzbaşı'nda, Çakaltepe'nin üstünde
rahat, geniş bir eve yerleştik.
Babam, eski dostlarına kavuşmuştu. Bu arada
bilhassa, Çamlıca'da oturan Şerif Muhittin Bey'i ziyaret ederdik. Amerika'da
viyolonsel konserleri muvaffakiyet kazanan bu şair ruhlu sanatkâr, aynı zamanda
çok güzel ud çalardı. O zaman Babanzâde Naim Bey'le de sık konuşurduk. Bu
kıymetli ilim adamı, biz Mısır'da iken ölmüştü. Babamın bu kadar içten
ağladığını hiç hatırlamam... «Bir gün anavatanıma dönebilirsem, beni onun
yanına gömünüz.» dedi.
Kudretine bütün varlığıyla inandığı ve
bütün hayatında ilâhî adaletini terennüm ettiği Allah'ı, bu dileğini kabul
buyurdu. Safahat şairi bugün, Edirnekapı
Şehitliği'nde. Babanzâde Naim Bey'le beraber yatar. Dünya dostluğu, ahiret
âleminde de devam ediyor.
Akif, son senelerini, gördüğü bazı
vasıfsızlıklara karşı bedbin geçirdi:
Şu serilmiş görünen
gölgeme imrenmedeyim
Ne saadet hani... Ondan
bile mahrumum ben...
diyordu. Vefasızlıklar, onu çok üzüyordu.
Temiz kalbi, dürüst seciyesi, karaktersizliklere hiç tahammül edemezdi:
Çöz de artık yükümün
kördüğüm olmuş bağını
Bana çok görme İlâhi bir
avuç toprağını...
1923 senesi eylül sonlarında Prens Halim
Paşa ile birlikte Mısır'a gittik. O kışı Kahire'de geçirecek, yaza doğru Prens
ile birlikte İstanbul'a dönecektik. Âkif, Umumî Harp'ten önce Mısır'ı bir defa
daha görmüştü. Hilvan'da çok rahat bir yaz geçirdik. Âkif'e Mısır'da gösterilen
alâka ve yakınlık, hayatımın en sıcak hatıraları arasındadır. Bu müşfik alâka,
şairi pek mütehassis etmişti:
Bileydim ey Koca Şark...
Ey cihan-ı duradur
Senin nerendeki
evlâdının nasibi huzur...
diyordu. Safahat şairinin Mısır'da geçen
hayatı, ayrı ve bakir hatıralarla doludur. Onu, münasip bir zamanda
vatandaşlarıma anlatmayı vazife addediyorum.
Şair, canından pek çok sevdiği vatanına
dönerken:
Ben ki yaşlıyım artık,
düşük kolum kanadım...
diye fâni hayatının son günlerini
yaşadığını anlatıyordu. Vefalı Türk milleti, onu, kadirbilirlikle bağrına
bastı.
Ruhu, yurdunun ufuklarında huzur içindedir.[49]
EKLER
Şair Mehmet Âkif'in Oğlu Şimdi Ne
Yapıyor?
Nusret Safa Coşkun
Kapı ağır ağır açıldı; aralıktan muhteriz
bakışlı bir yüz görüntü. Yüzdeki tereddüt ve çekingenliğin sirayet ettiği gövde
ve ayaklar neden sonra kapı önünde, baş, gövde ve ayaklar, ihtirazın
büklümlerinden kurtularak teşkil ettikleri şahsı, yere amut bir hâle getirebildiler.
Bu, donuk bakışlı; fakat ara sıra gözlerinde zeki pırıltılar beliren, ince
bıyıklı, otuz dört, otuz beş yaşlarında bir genç adamdı. Titrek bir sesle:
"İsmim Mehmet Emin", dedi.
Herhangi bir şikâyeti veya dileği olan bir okuyucu sanmıştık. Fakat yer
gösterirken, o ilâve etti:
"Şair Mehmet Âkif merhumun
oğluyum."
Bu defa tabiatıyla alâkamız arttı. İtiraf
etmeliyim ki, derin bir hüzün bu alâkanın üstüne çıktı. Zira dün ihtifali
yapılan İstiklâl Marşı şairinin oğlunun durumu, her bakımdan yürekler acısı
idi. Bitkin bir hâlde masamın yanındaki sandalyeye çökerken;
"Hâlihazırda çok mağdur
durumdayım" dedi. "Elimden tutulması lâzım, maddî, manevî müzaherete
ihtiyacım var."
Muhtelif işlerde bulunmuş. Şimdi boşta ve
ihtiyaç içinde bir otel köşesinde kimsesiz ve her türlü alâkadan mahrum
günlerini geçiriyormuş.
"Çok iyi Arapça bilirim. Arap
edebiyatına tamamen vâkıfım. İngilizcem de var. Türkçem çok kuvvetlidir. Sizden
münasip bir vazifeye yerleştirilmem hususunda tavassutunuzu ricaya
geldim."
Bu dilek üzerinde bütün bir şey yapabilmek
iktidarında bulunanların durmak kadirşinaslığını göstereceklerine emin
olduğumuzu belirterek, Âkif'ten kalan yegâne canlı hatıranın, tam ihtifal günü
karşımızda bulunduğunu düşünerek bu mesut tesadüften, Âkif severler adına
faydalanmağı düşündük. Merhumun hususiyetlerini, bizce malûm olmayan
taraflarını oğlundan daha iyi kim bilebilirdi? Nitekim bu tahminimizde
yanılmadık. B. Mehmet Emin diyor ki:
Senelerce onunla
Mısır'da baş başa yaşadık. Benden başka muhatabı yoktu. Son yazıları bendedir.
Bunların içinde tasavvufa ait olanları da var. Kendisi neşirlerini istemedi.
Fakat neşri, edebiyatımıza kazandırılmak istenilirse, ruhundan af dileyerek,
neşrinde bir mahzur görmeyeceğim. Bu eserleri edebiyata kazandırmak suretiyle
ifa edeceğim hizmetten duyacağım huzur, pederin sözünü dinlememekten mütevellit
çekeceğim azaptan daha kuvvetli olacaktır.
Âkif'in oğlu, babasının hususiyetlerini
şöyle anlatıyor:
Bence ilmî ve edebî
kıymetinden çok, karakterinin kıymeti daha fazla idi. Çok kuvvetli bir iradesi
vardı. Hatta bu bazen inatçılık derecesini bulurdu. Otuz beş sene kullandığı
enfiyeyi bir sözle bıraktığını hatırlarım. Son zamanlarda çok bedbindi. Sebebi
de Garbın dev adımlarla ilerleyişi ve yükselişi karşısında bizim sönük
kalışımızdı. Bir kusuru vardı: Çok fazla itimat ederdi. Bu yüzden pek çok
nankörlükler görmüş, kırılmıştır. Diyebilirim ki, ben, en sevdiği bir tane
oğluna, fazla itimat etmesi, hayatta başarısızlığıma âmil olmuştur.
Türkiye'den uzakta
yaşamak onu çok üzüyordu. Bunu göstermek, belli etmek istemezdi. Ben çok
yakınında olduğum için anlıyor, hissediyordum.
Onun mükemmel bir sporcu
olduğunu bilir misiniz? Çok küçük yaşımdan beri bana zorla İsveç usûlü
jimnastik yaptırmıştır. Güzel sesli kadınlara meftundu. Hatta Mısır'ın meşhur
muganniyesi Ümmü Gülsüm için, "Bu kadının sesi, bir erkeği baştan çıkarmak
için kâfîdir" derdi.
Mütedeyyindi, fakat asla
softa değildi. Dinin tababet, ziraat, iktisat gibi, işlenecek, ilerlenecek
tekâmül ettirilecek bir ilim şubesi olduğuna kaniydi. Yobazlardan nefret eder,
kadınların çarşaf giymeye varan tesettürüne aleyhtar bulunurdu. Dinin birtakım
softalar elinde şirazesinden çıktığını daima söylerdi.
"Size bir şey bıraktı mı?"
"Muhteşem bir isim ve gurur. Başka
hiçbir şey bırakamazdı. Çünkü bırakılacak bir şeyi yoktu."
Âkif'in oğlu acı acı başını sallayarak
sözlerine şunları ilâve ediyor:
Teessürle görüyorum ki,
Türkiye'de pek sevdiği ve dost bildiği bazı arkadaşları, onunla sırf
menfaatleri için düşüp kalkıyorlarmış. Bunu bilhassa söylemek isterim.
Ayın 27'sinde yapılacağını sandığı
ihtifalinde söz söylemeye hazırlanırken, ihtifalin Eminönü Halkevi'nde yapılmak
üzere olduğunu öğrenince tehâlükle yerinden sıçradı:
"Gitmeliyim!" dedi; fakat
birdenbire durakladı:
"Bu kıyafetle doğru olur mu dersiniz?"
Kendisine şu cevabı verdim:
"Herhalde bundan utanması lâzım gelen
siz değilsiniz."[50]
Mehmet Âkif'in Oğlu Sefaletle
Mücadelede
Kenan Akın
Üç metre boyunda, iki metre eninde, basık,
yer yer badanası dökülmüş, eşyaları temiz bir odanın içindeydik... Ufak bir
mangaldan çıkan ısı, titrek titrek odanın içine yayılıyordu. Burada Vatan ve
İman Şairi Mehmet Âkif Ersoy'un hayatta kalmış, daha doğrusu hayata terk
edilmiş erkek oğlu barınıyordu... Emin Âkif Ersoy...
Evde yoktu...
"Hastalığa iyi gelir diye. Tuzsuz
ekmek aramağa gitmiş" dediler...
Gözler evin duvarlarını tarıyor ve
gazetelerden kesilmiş birkaç resme takılıyordu.
Tak... tak... tak... Bir ayak sesi... Uzun
boylu, güleç yüzlü bir insan, gölge gibi içeriye süzülüyor... İşte, Emin Âkif
Ersoy... 57 yaşında, saçlarına ak düşmüş, hayatın acı cilvesi, alnına yüzüne
keskin çizgilerle âdeta konmuştu...
Divan gibi kullandığı yatağına otururken,
kısık bir sesle "Hoş geldiniz" diyor ve merakla bakıyor... Sonra
tanışıyoruz. Tercüman'dan olduğumuzu anlayınca,
gözleri dalıyor ve ağzından titrek titrek şu kelimeler dökülüyor:
"Emin olun, çok memnun oldum. Ne
diyeceğimi şaşırdım. Yıllar yılı bu kapı aralanmadı. Bir dost, bir aşina yüz ne
hâldesin diye sormadı."
... Ve sonra sohbete başlıyoruz. Kelimeler,
Mehmet Âkif Ersoy ve geçen günler üzerinde gezinip duruyordu.
* * *
Üstadın oğlu, hatıralarını yazıyordu...
"Orta Çiftlik" adını koymuş hatıra defterine... Hayatının tatlı ve
acı anılarını, karalıyor da karalıyordu. İşte, Orta Çiftlik'ten
birkaç satır:
16 yıl önce... Mayısın
13'ü. Günlerden Pazardı. Baba dostları tavassut etmişlerdi. Henüz 40
yaşlarındaydım. Çocukluğum, delikanlılığım 25'ine kadar iyi geçti. Maalesef
bunu takip eden yıllar devamlı bir kâbusun, korkunç karanlıkları içinde,
inkisâr-ı hayâl, hüsran, sıkıntı ve sefaletle doludur...
... Ve işte Âkif merhumdan bir hatıra, oğlu
anlatıyor:
Peder, Halkalı Ziraat
Mektebi'ndeyken, garip bir tesadüf eseri, sınıfın çalışkanı bir Musevî, kulun
sırtı yere gelmez pehlivanı da bir Ermeniydi... Peder bu duruma tahammül
edememiş ve gecesini gündüzüne katarak ders çalışmış, saray pehlivanları ile
idman yaparak, her iki gayrimüslimin önüne çıkmıştır. Kısa bir zamanda sınıfın
birincisi olan peder, güreşçi Agop'u da eze eze mükerreren yenmiştir. İşte,
pederin taassubu, böyle bir taassuptu...
Hayatının yarıdan fazlası acı içinde geçen
Emin Âkif, şimdi MTTB gibi milliyetçi, tarih sever bir gençlik kuruluşunun
himayesi altındaydı...
Karanlık Geceler
Saat üç, hayli vakit var
sabaha,
Üşüdüm, yatmamak olmaz,
acaba;
Uzanırsam çabuk açmaz mı
şafak?
Sabah olmaz yüz kere
kalkar gezinir
Gece bitmiş ağarır şimdi
etraf
Bu sabahın yelidir, ne
yazık;
Duyduğum ses, yine
baykuş sesidir.[51]
Kızı Feride Hanımefendi ile Damadı
Muhiddin Akçor,
İstiklâl Marşı Şairimizi Anlatıyor
Röportaj: Burhan Bozgeyik
Cemiyetteki büyük insanlar buhranlı
günlerde ortaya çıkarlarmış. Güllük gülistanlık dönemlerde de genç fidelere su
vermekle meşgul olurlarmış. Tarihimiz aslında her dönemde
"büyük"lerle doludur. Bazıları vardır ki, insan her an onlarla,
hatıralarıyla, eserleriyle baş başadır. O "büyük"le haşir neşir
olmuştur. Cesedini fânî dünyaya bırakmış olsa bile. İşte Mehmet Âkif böyle
büyüklerimizden birisidir. Ülkenin en sıkıntılı dönemi. Şanlı fakat talihsiz
koca bir devlet çözülme hâlinde. Yıllardır bu ânı gözetleyen düşmanlar hep
birden yüklenmişler. Düşmanda silah, cephane, malzeme bol. Müslüman Türk'te mi?
Ne gezer. Silah, cephane ve erzak bakımından düşmanla kıyas kabul edilmez bir
yokluk. Bu yokluk içerisinde yegâne "var"ı iman'ı, bu imandan aldığı
güç ve ümitle kazanacağına inancı. Bir de evet bir de Mehmet Âkif gibi
vatanperver, imanlı kişiler, rehberler var. İstiklâl Harbi'nin zaferle
neticelenmesi, imanın küfre karşı mutlak üstünlüğüdür. Zafer kazandıran ruhlara
tılsımlı nefes gibi işleyen Âkif'in tesirli, gür sesli şiirleri... Ay yıldızlı
bayrağın gölgesinde ebediyete kadar bu vatan gençliğinin okuyacağı İstiklâl
Marşı bunlardan bir tanesi.
İstiklâl Marşı şairimizin yakınlarıyla
görüştük. Kızı Feride Hanımefendi ve damadı, aynı zamanda talebesi Muhiddin
Akçor Beyefendi anlattılar çok sevdikleri pederlerini. Safahat
şairini...
Muhiddin Akçor: Mehmet
Âkif Bey'in ikisi erkek, üçü kız beş çocuğu vardır. Bir de öz evlâtlarından
ayırt etmediği manevî kızı vardır. Bugün iki erkek çocuğundan küçüğü
hayattadır. Manevî kızı vefat etmiştir. Üç kızı berhayattır. Feride Hanım
ortanca kızıdır.
M. Âkif Bey, ailesinden ziyade cemiyetin
adamı idi. Evvelâ cemiyet, ondan sonra vakit bulabildiği takdirde kendi ailesi
ile meşgul olan bir insan idi. 1920'de İstanbul'da Sebilürreşad'da
başmakale yazıyordu. Nâşiri Eşref Edib'le anlaşıyor, "Ben Anadolu'ya
gidiyorum. Sen de derginin malzemelerini de alarak arkamdan gel" diyor.
Büyük oğlunu yanına alıp birçok kişinin ihtiyar ettiği yoldan, Alemdağı'ndan
yürüyerek Kastamonu'ya gidiyor. Arkasından da Eşref Edib Bey malzemelerle
birlikte Kastamonu'ya gidiyor ve orada mecmuayı çıkarmaya başlıyorlar. Bu
mecmuanın takip ettiği hedef millî tesânüdü kuvvetlendirmek, milletin mücadele
gücünü artırmak ve düşmana karşı koyma arzularını uyandırmak ve Millî
Mücadele'yi de teşci etmek. Orada intişâr eden Sebilürreşad
orduya da dağıtılıyordu. Dokuz ay sonra Mehmet Âkif Bey'in ailesi de
Kastamonu'ya gidiyor. Âkif Bey, Kastamonu'ya gidişinden üç ay sonra Ankara'ya
gidiyor. Ankara'ya gidince Burdur mebusu olması teklif ediliyor. I. Devre
sonuna kadar mebus sıfatıyla Ankara'da kalıyor. Fakat zamanının kısm-ı azamını
memleketin muhtelif yerlerine yaptığı seyahatlerle, ordu ile temasta bulunarak,
mev'izelerle, sohbetlerle, halkı birlik ve beraberliğe davet ederek, mücadele
güçlerini arttırmaya sarf ediyordu.
Feride Akçor: Zaten
muhtelif defalar cepheye gidiyor. Bazen ordu kumandanları davet ediyor. Bazen
kendisi gidiyor. Mümkün mertebe askerle çok temasta bulunarak, onların
gayretlerini arttıracak sohbetler yapardı. Manevî cepheyi kuvvetlendirmeye
çalışırdı.
Muhiddin Bey:
İstanbul'dan Kastamonu'ya giden ailesini de bir müddet sonra Ankara'ya
aldırttı. Fakat bu faaliyetlerinden vakit bulabildiği kadar kendi çocuklarıyla
meşgul olurdu.
Feride Hanım:
Sonra harp çıkıp Yunanlılar Polatlı'ya geldiği vakit Ankara'yı boşalttılar. Biz
de Kayseri'ye kafileler hâlinde gittik. Kayseri'ye gidişimiz çok hazindir.
Kağnılarla gidiyorduk. Müthiş de sıcak vardı. On gün sürdü yolculuğumuz. Ben o
zaman on sekiz yaşındayım. O sıcağın altında akşama kadar yürüdüğümüz oluyordu.
Muhiddin Bey: O
zaman cephenin en buhranlı zamanıydı. 1921 başlarında. Düşman Eskişehir'i
aldıktan sonra Polatlı'ya kadar yaklaşması üzerine hükümet dairelerinin, bazı
müesseselerin Kayseri'ye nakli kararlaştırıldı. Birçok hükümet devâiri de
Kayseri'ye gittiler. O zamanlar çok buhranlı zamanlardı. Vasıta yok. Asayiş
yok. Yer yer eşkıyâlar türemişti.
Bozgeyik: O sıralar ne ile meşguldünüz?
Muhiddin Bey: Millî
Mücadele senelerinde ben Ankara Ziraat Mektebi'nde muallimlik yapıyordum.
Mehmet Âkif Bey bize gelirdi. Sevdiği insanları nerede olursa olsunlar, arar
bulurdu. Bir gün dahi abes lâfla iştigâl ettiğini işitmemişimdir. Çocuklarının
da devamlı bedenen güçlenmeleri, bir şeyler öğrenmeleri için elinden geleni
yapardı.
Bozgeyik: Âkif Bey'le ilk defa ne vakit, nasıl tanıştınız?
Muhiddin Bey: Âkif
Bey'le tanışmam yahut benim onu tanımam çok eski zamanlara dayanır. 12-13
yaşlarında iken gördüm ilk defa. Sonra talebesi oldum. Kendisini çok severdim.
O da beni severdi. Hatta çocuklarını Kayseri'ye ben yolcu ettim.
Ben Darüşşafaka'da okurken 12-13
yaşlarındaydım. Bazı toplantılarda, sınıf hocamız bana Mehmet Âkif Bey'in Safahat'tan alınmış şiirlerini okuturdu. O vesileyle Safahat ve Âkif'e karşı bir yakınlığım vardı. Bir gün
mektebin bahçesinde oynarken hocamız beni çağırdı. Merdivenden çıkmakta olan
bir zâtı işaret ederek "İşte Mehmet Âkif budur!" dedi. Ben de o
merdivenleri çıkıncaya kadar hayranlıkla seyrettim. Sonra Halkalı Ziraat
Mektebi'nde bize kitabet dersi veriliyordu. Bu dersimize de hoca olarak Mehmet
Âkif Bey gelmez mi? Benim artık sevincime pâyân yok. Sanki onun bir dostuymuşum
gibi. Onun derslerini dört gözle takip ederdim.
Bozgeyik:
Efendim, hocanız Mehmet Âkif Bey'le aranızda cereyân eden hiç
unutamadığınız bir hatıranızı anlatır mısınız?
Muhiddin Bey: Çok
hatıramız var. Ama en mühimi şu: Âkif Bey, kitabet dersinde tahtaya bir beyit
yazar, bunun tahlilini yapardı. Bir gün tahta başında bir talebeyle meşgul
olurken sınıftan birisi, zannederim münasebetsiz bir gürültü yaptı. Talebelere
karşı döndü ve gözünü bana dikti. Halbuki ben dersi dikkatle takip ediyordum.
Kolay kolay sinirlenmezdi. Ama o zaman canı sıkılmıştı. "Tahtaya
kalk!" dedi. Ben de tahtaya kaldırdığı için sevinmiştim. "Yaz!"
dedi. Hâlâ sesi kulağımdadır:
"Gönder Allah'ım bu
millet kurtulur, tek mucize
Bir utanmak hissi ver
gaib hazinenden bize."
Bu ikinci mısraı okuyunca ne kastettiğini
anladım. Bu saygısızlığın benim tarafımdan yapıldığını zannetmişti.
"Anlamadın mı?" dedi. İkinci mısraı bir daha tekrar etti. Yine
yazmadım. Sonra yumuşak bir sesle; "Yazmayacak mısın?" dedi.
"Hayır, yazmayacağım!" dedim. "Peki oturun!" dedi. İşte
bana karşı muhabbet peyda etmesinin başlangıcı budur.
Bozgeyik: Şiirleri irticâlî olarak mı yazıyordu, yoksa
üzerinde durduktan sonra mı yazıp neşrediyordu?
Muhiddin Bey: Âkif
Bey'in şiirleri büyük bir emeğin mahsûlüdür. Kendisinin de belirttiği gibi
aylarca üzerinde çalıştığı mısraları vardır. O kadar akıcı, selis, güzel
Türkçesi vardır.
Âkif Bey Ankara'ya gittiği zaman Taceddin
Dergâhı'nda kalmıştır. Şimdi müze olarak düzenlenmiştir. O tekkenin şeyhi olan
Nureddin Efendi misafir etti. Âkif Bey, bazı dostlarıyla orada kaldı. Bu
dostları; Washington sefîri iken vefat eden Münir Ertegün, Ziraat Vekâleti'nde
me'mûrîn müdürlüğü yapmış Çopur Hilmi Bey, Hariciye Vekâleti'nden Mısırlı Hilmi
Bey vardı. Bunlarla beraber otururlardı. Sonra Âkif Bey'in ailesi Ankara'ya
geldi ve onun yanındaki bir evi kiraladı. Orada oturdu.
Bozgeyik: Birçok ilim, fikir ve sanat adamlarının
konuşmayı tercih ettiklerini görüyoruz. Âkif Bey'in bu yönü nasıldı?
Muhiddin Bey: Âkif
Bey hoşlandığı insanlar yanında konuşurdu. Sohbeti gayet tatlıydı. İnsan, o
konuşurken bitmesin diye nefes almaktan bile çekinirdi. Şayet hoşlanmadığı bir
kimse olursa, abes laflar eden birisi olursa susardı. Hafif uykuya dalardı.
Fakat sevdiği insanlar yanında birbirinden güzel fıkralarla güzel sohbet eder,
edebî kudretine inandığı insanlara, eserleri hakkında fikir sorardı.
Bozgeyik:
Efendim, babanızla küçüklüğünüzden başlayarak unutamadığınız
hatıralarınızdan bahseder misiniz?
Feride Hanım: Babam
küçükken, zaman zaman bizi gezmeye götürürdü. Çok küçüktük o zamanlar. Hatta
yorulduğum zaman beni omzuna alır, gezdirirdi. Şehzadebaşı'nda meşhur bir çaycı
vardı, oraya götürürdü. Babam arkadaşlarıyla çay içer, sohbet ederdi. Bana da
lokum verirdi. Bunları hatırlıyorum küçüklüğümden. Daima açık havayı severdi
babam. Geniş bahçeli evlerde otururduk. Bizim büyük şairlerin şiirlerini
okuturdu. Bazen açıklardı. Bir kısmını ezberletirdi.
Babam Anadolu'ya giderken küçük kardeşimi
yanına aldı. Oğlanların büyüğüydü kardeşim. O sıralar altı yaşındaydı. Aileden
onu aldı yanına.
Harp sırasında çok üzüntülüydü. Fazla
konuşmazdı. Heyecanlıydı. Arkadaşlarıyla sabahladıkları oluyordu.
Konuşuyorlardı. Ve kazanacağımıza son derece inanıyordu.
Bozgeyik: Hiç unutamadığınız bir hatıranız?
Feride Hanım: Hiç
unutamadığım hatıra, babamın ilk Anadolu'ya gidişi esnasında cereyan etmiştir.
Annem bir sabah geldi. "Çocuklar kalkın, babanız Halkalı'ya gidiyor"
dedi. Babam her zaman Halkalı'ya giderdi. Dersi var diyorduk. Baktım, babam
kapının önünde giyinik vaziyette duruyor. Baktım, babamın gözlerinden yaşlar
akıyordu. İlk defa o vaziyette görüyordum babamı. Çok fena oldum. Gayet tabii
bir şeyler anladım. Ben de kendimi tutamadım. Ağlayarak yukarıya koştum. Babam
da arkamdan koştu. Beni kucakladı. "Üzülmeyin!" dedi. Babamın o
hâlini çok iyi anlıyordum. Çünkü bir daha ya görüşecektik, ya görüşemeyecektik.
Sonradan görüştüğümüz bir asker, babamın
Anadolu'ya gidişini anlattı. Küçük kardeşimle yola çıkmıştı. Aileden bir hatıra
olsun diye onu almıştı. –Çok sevdiği bu erkek kardeşim sonradan vefat etti.–
Kardeşimi hep sırtında taşırmış. Ayakkabıları yırtılmış. Ayakları kanlar
içerisindeymiş.
Bozgeyik: Âkif Bey'in spora alâkası nasıldı?
Muhiddin Bey: Son
derece sporcu bir insandı. Talebeliği zamanında Halkalı'ya yürüyerek giderdi.
Bir hatıramı anlatayım: Merhum, Çengelköyü'nde tepede bir evde otururdu.
Erenköy'e bize geleceği zaman kestirmeden yürüyerek gelirdi. Alemdağı'ndan
çıkar, Çamlıca'dan aşar, buraya kadar yürüyerek gelirdi.
Yine bu tarafta oturan bir dostuyla
sözleşmiş, sana falan gün gelirim, diye. O gün işi çıkmış, gelemeyecek. Sabah
namazından sonra çıkıyor yola, yürüyerek dostunun evine gidiyor. "Bugün
işim çıktı, sana gelemeyeceğim" diyor, "Allahaısmarladık" deyip
dönüyor.
Çok kuvvetliydi. Güreşirdi. Alaturka güreş
yapardı. Güreşi severdi. Halkalı'da hoca iken, bizim arkadaşlardan birisi
vardı, iri yarı bir şey. "Sıkılmasam şu oğlanla güreş tutacağım"
derdi.
Feride Hanım: Bizi
hafta sonları kırlara götürürdü. Çocukları toplardı. Koca koca taşları
fırlatır, atardı. Gayet güzel yüzerdi.
Bozgeyik:
Gençlerle Âkif Bey arasındaki münasebetleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Muhiddin Bey: Âkif
Bey'in fikirleri gençler için faydalıdır. Safahat'ın
bir parçası olan Âsım, Âkif'in nasıl bir gençlik istediğini açıkça ortaya
koyar. Bugün memleketi hercümerç içerisinde bırakan bugünkü gençlik Asım'ı
mutlaka okumalıdır.
Gençleri iki şeye teşvik ederdi. Birincisi;
kuvvetli bir bünyeye sahip olmak. İkincisi; kafalarını geliştirmeye. Her çocuğu
okumaya, bir şeyler öğrenmeye teşvik ederdi. Bu hususta kendisi yardımcı
olurdu. Birisi yeter ki bir şeyler öğrenmek istesin, hemen oturtur, ders
verirdi. Kimisine lisan dersi verir, Fransızca öğretir, kimine edebiyat dersi
verir, herkesin hangi meslekten olursa olsun zamanını bir şeyler öğrenmekle
geçirmesine teşvik ederdi.
Feride Hanım:
Mithat Cemal Kuntay her hafta gelir, Fransızca dersi alırdı. Yani boş zamanı
yoktu. Ya okuyacak, ya okutacak. Ya yürüyecek, ya yürütecek.
* * *
Şahıslarına ait soruma Muhiddin Bey'in
cevabı şu oldu:
Muhiddin Bey: Mehmet
Âkif mevzubahis olunca, kızı ve damadı olarak kendimize bir iftihar vesilesi
çıkarmaktan içtinab ederiz. Sizler Mehmet Âkif'e bizden ziyade yakınsınızdır.
Bugün Âkif'in yüzünü görmemiş fakat
eserlerinden onu öz evlâtlarından daha iyi tanımış nice gençler vardır. Bundan
eminiz.
Bozgeyik:
Teşekkür ederiz efendim.[52]
Takvim'den Bir Yaprak: Mehmed Âkif'in
Oğlu
Refi Cevad Ulunay
İki ay kadar oluyor, orta yaşlı bir zat
matbaada ziyaretime gelmişti.
"Ben Mehmed Âkif'in oğluyum, ismim
Emin'dir."
Kendisini böyle takdim eden bir zata:
"Hangi Mehmed Âkif?"
denilemez. Çünkü Türkiye'de Mehmed Âkif bir
tanedir; fakat ben muhatabıma nasıl bir nazar atfetmiş olacağım ki...
"Müşkül durumdayım" dedi.
"Karacabey Harası'nda günde ufak bir ücretle çalışıyorum ve 15 seneden
beri orada barınmaktayım."
İnsanlar acayiptir. Büyük adamların
çocuklarının da büyük olacaklarını düşünürler. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Ölüden diri, diriden ölü çıkmaz."[53] buyruluyor. Mehmed Âkif'in oğlu da
hayatta muvaffak olmayabilir. Bunun için;
"Âkif gibi bir adamın oğlu olduğunuz
hâlde Karacabey Harası'nda ücretle çalışan bir gündelikçiden başka bir şey
olamadınız mı?"
demedim. Mehmed Âkif'in oğlu devam etti:
"Karacabey'de zelzele harayı alt üst
etti. Hara müdürü; "Buraları eski hâline getirilinceye kadar git, başının
çaresine bak" dedi. Beni bu durumdan kurtarmak için tavassutunuzu rica
ediyorum."
Elimden geleni esirgemeyeceğimi söyledim.
Alâkadar makamlara müracaat ettim ve neticeyi bekledim.
Evvelki gün Mehmed Âkif'in oğlundan bir
mektup aldım; Ziraat Bakanlığı'ndan tekrar haraya gönderildiğini ve kendisine
yer olarak merkeze yedi, sekiz kilometre mesafede Poyrazbahçe Koyun Ağılı
denilen bir yerde yatıp kalkabileceğini söylediklerini yazıyor. Sobasız,
gıdasız, pislik içinde olan buradan kurtarılmasını rica ediyor. Hatta bana şöyle
bir kıt'a da yazmış:
Tut elimden diyerek,
boynumu büktüm Ulunay
Yüzde yüz üzdü senin
gönlünü bitkin durumum
"Âkif'in oğlu"
dedim, sen de şaşırdın. Bu mu? Ay!
Sürünüp kıvranıyor, iş
arıyor. Vay gidi vay!
Bu zat hiçbir şey olmayabilir. Fakat Mehmed
Âkif'in oğludur. O Mehmed Âkif ki...
*
Dün akşam Kâni Karaca bizim mahallede bir
Mevlid okumağa gelmiş, bana da uğradı. Hoşbeşten sonra İstanbul'un Hâfız Osman,
Hâfız Recep, Hâfız Hasan gibi tanınmış eski mevlidhanlarından bahsettik. Bu
meyanda Said Paşa İmamı Hasan Efendi'den de bahsedildi. Hasan Efendi biraz
meczup idi, Boğaz'da Mevlid okumak üzere Valide Sultan'a gelirken Üsküdar
Çarşısı'nda karşısına bir kadın çıkmış, ona beş kuruş uzatarak:
"Dağ gibi bir evlât kaybettim, bugün
kırkıdır. Onun için bir Mevlid oku!"
demiş. Hasan Efendi de:
"Paranı cebine koy. Okuyayım!"
demiş, yüreği yanık ananın evine gitmişler.
Öyle bir Mevlid okumuş ki, dinleyenlerden bayılanların hesabı yok. Mahalle
yerinden oynamış. Hasan Efendi'nin gece yarısı kayığa binerek Valide Sultan'ın sarayına
giderken yolda okuduğu kasideyi Mehmed Âkif şöyle yazıyor:
Kayalardan, kıyılardan
bir ateştir çağlar,
Lahn-i Dâvûd ile inler
gûyâ dağlar.
Dem çekip, dem tutarak,
etmeye başlar feryâd,
Boğaz'ın her tarafından
bir ilâhî inşâd:
"Sultan-ı rusül,
Şâh-ı mümeccedsin efendim
Bîçârelere devlet-i
sermedsin efendim!
Sen Ahmed ü Mahmûd u
Muhammed'sin efendim
Hak'tan bize Sultân-ı
müeyyedsin efendim!"
Bugün Karacabey Harası'nın koyun ağılında
sobasız. Gıdasız, diz boyu pislik içinde titreyen adam işte bunu yazan Mehmed
Âkif'in oğludur.[54]
Mehmet Âkif'in Oğlu
Çetin Altan
(...)
Bir öğle sonrası... Bayram içeri girdi,
"Sizi biri görmek istiyor" dedi.
-Buyursun...
İçeri tıraşı uzamış, üstü başı bakamsız,
yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırolu andıran bir duruş ve hafif bükük bir
boyunla:
-Bendeniz, dedi, Mehmet Âkif'in oğluyum...
Bir anda ne olduğumu yine şaşırdım ve nasıl
şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine:
-Ooooo buyurun buyurun, nasılsınız?.. türünden
bir yakınlık göstermeye çalıştım.
O tavrını bozmadı:
-Rahatsız etmeyeyim, dedi. Sizden ufak bir
yardım rica etmeye gelmiştim...
Gökler mi tepeme yıkıldı; yer mi yarıldı
da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum...
Ve yine tek yapabileceğim şeyi yaptım,
cüzdanımı çıkarıp uzattım. O, bükük boynuyla:
-Siz ne münasip görürseniz, dedi.
Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları
düşüyordu yüreğime. Cüzdanımı açtım; içinde ne varsa çıkardım –fazla bir şey de
yoktu– elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 Lira
aldı...
-Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim,
dedi ve çıktı.
Aradan bir ay geçti geçmedi. Gazetelerde
küçük bir haber ilişti gözüme...
Beşiktaş'taki çöp bidonlarından birinde
Mehmet Âkif'in oğlunun ölüsü bulunmuştu.[55]
Kaynaklar
AKIN, Kenan, "Mehmet Âkif'in Oğlu
Sefaletle Mücadelede", Tercüman, 24 Şubat 1966.
ALTAN, Çetin, "Enver Paşa'nın Kız
Kardeşi ve Mehmet Âkif'in Oğlu", Sabah, 5 Ağustos
1999.
Bir 150'liğin Mektupları: Ali İlmî Fânî'den
Rıza Tevfik'e Mektuplar, Haz.
Abdullah Uçman – Handan İnci, Kitabevi Y., İstanbul 1998.
BOZGEYİK, Burhan, "Kızı Feride
Hanımefendi ile Damadı Muhiddin Akçor, İstiklâl Marşı şairimizi
anlatıyor", Köprü, Aralık 1978, S. 21, s. 3-5.
COŞKUN, Nusret Safa, "Şair Mehmet
Âkif'i Oğlu Şimdi Ne Yapıyor? ", Memleket, 27 Aralık 1947.
CÜNDİOĞLU, Dücane, Âkif'e
Dair, Kaknüs Y., 1. b., İstanbul 2005.
ÇANTAY, Mustafa, Âkifnâme
(Mehmed Âkif), Ahmed Sait Matb., İstanbul 1966
DOĞRUL, Ömer Rıza, "Mehmed Âkif'in
Hayatı", Safahat, İnkılâp ve Aka Kitabevleri Y.,
11. b., İstanbul 1977, s. XVII.
DÜZDAĞ, M. Ertuğrul, Mehmed
Âkif Mısır Hayatı ve Kur'ân Meâli, Şûle Y., 2. b., İstanbul 2005.
ERSOY, Emin, "Trabzon Mebusu Ali Şükrü
Beyle Beraber, Bir Yaylı Araba İle Yola Çıktık-I, Millet,
Yıl: III, 12 Şubat 1948, S. 106, s. 16.
ERSOY, Emin, "Eskişehir'de Silâhlı
Kahramanlar Yolları Doldurmuştu-II", Millet, Yıl:
III, 19 Şubat 1948, S. V/107, s. 16.
ERSOY, Emin, "Âkif ve Sarhoş İki
İtalyan Şoförü-III", Millet, Yıl: III, 26 Şubat
1948, S. 108, s. 15.
ERSOY, Emin, "Âkif En Ziyade Süs ve
Modaya Düşkün Erkeklere Çok Kızardı-IV", Millet,
Yıl: III, 11 Mart 1948, S. 110, s. 16.
ERSOY, Emin, "Âkif'in Hayatında Yegâne
Görebildiği Toplu Para: 970 Lira İdi-V", Millet,
Yıl: III, 18 Mart 1948, S. 111, s. 17.
ERSOY, Emin, "Anlaşıldı ki Mustafa
Sağîr Bir Hain ve Casustu. Mustafa Kemal Paşa'yı Öldürmek İçin Ankara'ya
Gelmişti. Şair Âkif Bir Mektubunu Açınca-VI", Millet,
Yıl: III, 25 Mart 1948, S. 112, s. 15.
ERSOY, Emin, "Âkif, Gözyaşları İçinde
Yazıyordu-VII", Millet, Yıl: III, 1 Nisan 1948,
S. 113, s. 18.
ERSOY, Emin, "Türk Neslinin Günden
Güne Bozulduğunu Görmek Âkif'i Çok Üzüyordu-VIII", Millet,
Yıl: III, 8 Nisan 1948, S. 114, s. 18.
ERSOY, Emin, "Safahat Şairini Oğlundan
Dinleyiniz-IX", Millet, Yıl: III, 15 Nisan 1948,
S. 115, s. 18.
ERSOY, Emin, "Pek Sevdiği Ali Şükrü
Bey'in Kayboluşu Babama Gözyaşları Döktürmüştü-X", Millet,
Yıl: III, 22 Nisan 1948, S. 116, s. 18.
ERSOY, Emin, "Gecenin Issızlığında Top
Sesleri Ankara Sokaklarında Duyuluyordu-XI", Millet,
Yıl: III, 29 Nisan 1948, s. 117, s. 18.
ERSOY, Emin, "Annem Gözyaşları İçinde
Beni Hasretle Bağrına Basmıştı-XII", Millet, Yıl:
III, 6 Mayıs 1948, S. 118, s. 18.
ERSOY, Emin, "Büyük Taarruz
Başlamıştı, Her Taraftan Gelen Müjdeli Haberler Birbirini
Kovalıyordu-XIII", Millet, Yıl: III, 13 Mayıs
1948, S. 119, s. 18.
ERSOY, Emin Âkif, "Mehmet Âkif,
Kurtulan Edirne'ye de Gitmişti-XIV", Millet, Yıl:
III, 27 Mayıs 1948, S. 120, s. 18.
ERSOY, Emin Âkif, "Ruhu Huzur İçinde,
Vatan Topraklarında Yatıyor", (XV), Millet, Yıl:
III, 10 Haziran 1948, S. 122, s. 15 (Birinci kısmın sonu).
GÜNAYDIN, Yusuf Turan, "Mehmed Âkif
Ersoy Kaynakçası (1911-2007)", Hece, Yıl: XII, 2.
baskı, Ocak 2008, S. 133 (Mehmet Âkif Özel Sayısı), s. 659-751.
GÜNAYDIN, Yusuf Turan, Mehmet
Âkif'in Mektupları, Ebabil Y., Ankara 2009.
Her Doğum Bir Mucizedir: Aykut Kazancıgil Kitabı, Söyleşi: Figen Şakacı, İş Bankası
Kültür Y., 2. b., İstanbul 2006, s. 358-359
KOÇU, Reşat Ekrem, İstanbul
Ansiklopedisi-X, Koçu Y., İstanbul 1971.
KUTAY, Cemal, Necid
Çöllerinde Mehmed Âkif, Tarih Y., İstanbul 1963.
NEBİOĞLU, Osman, "Altan,Çetin", Türkiye'de Kim Kimdir, Nebioğlu Y., İstanbul 1961-1962, s.
56.
NEBİOĞLU, Osman, Türkiye'de
Kim Kimdir, Nebioğlu Y., İstanbul 1961-1962.
ÖZÇELİK, Mustafa, Mehmet
Âkif Ersoy: Kronolojik Hayat Hikâyesi, Erguvan Y., İstanbul 2009.
"Ulunay, Refi Cevad", Tanzimat'tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi-II, Yapı
Kredi Y., İstanbul 2001, s. 852.
ULUNAY, Refi Cevad, "Mehmed Âkif'in
Oğlu", Milliyet, 30 Ocak 1965.
[1] Bk. Ömer Rıza Doğrul,
"Mehmed Âkif'in Hayatı", Safahat, İnkılâp ve
Aka Kitabevleri Y., 11. b., İstanbul 1977, s. XVII. Âkif'in 1314 yılında İsmet
Hanım'la evliliğinden dünyaya gelen çocukları Cemile, Feride, Suad (ö. 27 Şubat
2000) adlı kızları ile bu evlâtlarından sonra doğan oğullarıdır. İsmet Hanım,
Âkif'in 1936'da vefatından sonra birkaç sene daha yaşamış, gençliğinden beri
pençeleştiği nefes darlığı hastalığı sebebiyle son senelerde daha fazla
hırpalanmış ve nihayet 1944 senesinin 19 Nisan günü akşamüzeri vefat etmiştir.
Bk. Doğrul, s. XVII. Kızlarından Cemile [Doğrul] 1900-1981 yılları arasında
yaşamıştır. Feride Hanım'ın 1902'de doğduğunu biliyorsak da ölüm tarihi tespit
edemedik. Kendisiyle yapılmış bir röportajdan anlaşıldığı kadarıyla 1978'de
sağdır. Suad 1907-2000 yılları arasında yaşamıştır. Ayrıntılar için bk. Mustafa
Özçelik, Mehmet Âkif Ersoy: Kronolojik Hayat Hikâyesi,
Erguvan Y., İstanbul 2009, s. 35-38.
[2]
Bk. H. B. Çantay, Âkifnâme (Mehmed Âkif), Ahmed Sait
Matb., İstanbul 1966, s. 13-14.
[3]
Reşat Ekrem Koçu İstanbul Ansiklopedisi'nde doğum
tarihini 1904 olarak göstermiştir (Bk. İstanbul Ansiklopedisi-X,
İstanbul 1971). Düzdağ'ın da işaret ettiği gibi Emin Âkif Millet'te
neşredilen hatıralarında 1920 yılı için "Ben o zamanlar on iki yaşında bir
çocuktum" dediğine göre doğum tarihi 1908 olmalıdır. Ayrıca bk. Özçelik, a.g.e, s. 38.
[4]
Emin Âkif'in ortanca ablası Feride Hanım, bir röportajda o sıralarda Emin'in 6
yaşında olduğunu söylüyorsa da yanlış hatırlıyor olmalıdır. Bk. Burhan
Bozgeyik, "Kızı Feride Hanımefendi ile Damadı Muhiddin Akçor, İstiklâl
Marşı şairimizi anlatıyor", Köprü, Aralık 1978,
S. 21, s. 4.
[5]
M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Mısır Hayatı ve Kur'ân Meâli,
Şûle Y., 2. b., İstanbul 2005, s. 117-118.
[6]
Feride Hanım da Âkif'in Emin'e olan sevgisine işaret eder. Bk. Bozgeyik, a.y., s. 5.
[7]
Bk. Yusuf Turan Günaydın, Mehmet Âkif'in Mektupları,
Ebabil Y., Ankara 2009, s. 87-89.
[8]
Günaydın, a.g.e, s. 86.
[9]
Mektubu yayına hazırlayan Kaya Bilgegil'in verdiği bilgiye göre, üzerine
vurulan zımba yüzünden bir kelime yok olmuştur.
[10]
Günaydın, a.g.e, s. 87-88.
[11]
Günaydın, a.g.e, s. 96.
[12]
Günaydın, a.g.e, s. 30.
[13]
Günaydın, a.g.e, s. 35.
[14]
Günaydın, a.g.e, s. 49.
[15]
Günaydın, a.g.e, s. 51.
[16]
Günaydın, a.g.e, s. 56.
[17]
Günaydın, a.g.e, s. 61.
[18]
Günaydın, a.g.e, s. 75.
[19]
Tahir.
[20]
Günaydın, a.g.e, s. 77.
[21]
Bir 150'liğin Mektupları: Ali İlmî Fânî'den Rıza Tevfik'e
Mektuplar, Haz. Abdullah Uçman – Handan İnci, Kitabevi Y., İstanbul
1998, s. 101-102.
[22]
Koçu, a.g.e.-X, s. 5220. Görüldüğü üzere Emin'in ‘bir
çöp bidonu içinde ölü bulunduğu' şeklinde Çetin Altan tarafından yayılan bilgi
yanlıştır.
[23]
Bu bakımdan Dücane Cündioğlu'nun söyledikleri dikkat çekicidir: "Âkif'in
çok trajik bir hayat ve ölümün maruzu olan oğlu Emin hakkında ben de birkaç
yazı yazmış ve bazı tanıklıklar aktarmıştım. Ancak elimdeki bazı bilgileri
aktar(a)mamamın bir sebebi de hüzün, sadece hüzün. Hani derler ya yazmak
içimden gelmiyor diye işte aynen öyle! Tahassüs işte bu gibi durumlarda
ihtisasa galebe çalıyor!", Âkif'e Dair, Kaknüs
Y., 1. b., İstanbul 2005, s. 58. Cündioğlu'nun bu eserinde "Akif'in
Çocukları" başlıklı müstakil bir bölüm vardır. Bk. a.g.e.,
s. 83-103.
[24]
Bu yazıya Hece dergisinin Mehmet Âkif Özel Sayısının
bibliyografya kısmını hazırlarken Millî Kütüphane'de bulunan Âkif Zarflarından
birinde rastladım. Bk. Ulunay, "Mehmed Âkif'in Oğlu", Milliyet, 30 Ocak 1965.
[25]
Bk. "Ulunay, Refi Cevad", Tanzimat'tan Bugüne
Edebiyatçılar Ansiklopedisi-II, Yapı Kredi Y., İstanbul 2001, s. 852.
[26]
Nebioğlu, Türkiye'de Kim Kimdir, Nebioğlu Y., İstanbul
1961-1962, s. 56.
[27]
Nitekim bu karşılaştırmayı sağlamak maksadıyla iki yazının metnini bu kitabın
sonunda ek olarak veriyoruz.
[28]
Bk. Düzdağ, a.g.e., s. 123; Cündioğlu, a.g.e., s. 90.
[29]
Millet, Yıl: III, 12 Şubat 1948, S. 106, s. 16.
[30]
Belirtmeliyiz ki Kutay, Millet'te yayınlanan hatıratı Necid Çöllerinde Mehmed Âkif adlı eserinde iktibas etmiştir.
[31]
Nusret Safa Coşkun, "Şair Mehmet Âkif'i Oğlu Şimdi Ne Yapıyor?", Memleket, 27 Aralık 1947; Kenan Akın, "Mehmet Âkif'in
Oğlu Sefaletle Mücadelede", Tercüman, 24 Şubat
1966.
[32]
Âkif'in Şefik Kolaylı'ya bir mektubu için bk. Günaydın, a.g.e,
s. 108-109.
[33]
Her Doğum Bir Mucizedir: Aykut
Kazancıgil Kitabı, Söyleşi: Figen Şakacı, İş Bankası Kültür Y., 2. b.,
İstanbul 2006, s. 358-359
[34] Millet, Yıl: III, 12 Şubat 1948, S. 106,
s. 16. Gazetedeki bölüm başlığı "Safahat Şairini oğlundan
dinleyiniz..." şeklindedir ve ilk bölümün sunuşu şöyledir: "İstiklal
marşı şairi rahmetli Mehmet Âkif Ersoy'un, Emin Âkif Ersoy adlı bir oğlu
olduğunu bilir misiniz? Emin Âkif, henüz on üç yaşında iken İstiklâl
mücadelesine katılan babasıyla beraber Anadolu'ya geçmiş, zafere kadar yanında
kalmış, sonra beraberce Mısır'a gitmiştir. Emin Âkif şimdi ana vatandadır ve
safahat şairinin bilinmeyen taraflarını kucaklayan hatıralarını Millet'in
muhterem okurlarına sunmaktadır."
[35]
Millet, Yıl: III, 19 Şubat 1948, S. V/107, s. 16.
[36]
Millet, Yıl: III, 26 Şubat 1948, S. 108, s. 15.
[37]
Millet, Yıl: III, 11 Mart 1948, S. 110, s. 16.
[38]
Millet, Yıl: III, 18 Mart 1948, S. 111, s. 17.
[39]
Millet, Yıl: III, 25 Mart 1948, S. 112, s. 15.
[40]
Millet, Yıl: III, 1 Nisan 1948, S. 113, s. 18.
[41]
Millet, Yıl: III, 8 Nisan 1948, S. 114, s. 18.
[42]
Millet, Yıl: III, 15 Nisan 1948, S. 115, s. 18 (Millet'e bu bölüme müstakil bir başlık konulmamıştır).
[43]
Millet, Yıl: III, 22 Nisan 1948, S. 116, s. 18.
[44]
Millet, Yıl: III, 29 Nisan 1948, s. 117, s. 18.
[45]
Millet, Yıl: III, 6 Mayıs 1948, S. 118, s. 18.
[46]
Millet, Yıl: III, 13 Mayıs 1948, S. 119, s. 18.
[47]
Millet, Yıl: III, 27 Mayıs 1948, S. 120, s. 18.
[48]
Millet, Yıl: III, 10 Haziran 1948, S. 122, s. 15.
[49]
Burada "Birinci kısmın sonu" ifadesi vardır ve tekrar belirtelim ki, Millet'te hatıratın devamı yer almamıştır.
[50]
Memleket, 25 Aralık 1947.
[51]
Kenan Akın, "Mehmet Âkif'in Oğlu Sefaletle Mücadelede", Tercüman, 24 Şubat 1966.
[52]
Köprü, Aralık 1978, S. 21, s. 3-5.
[53]
"(...) çıkar." Âyetin tam metni için bk. Âl-i İmran: 27.
[54]
Milliyet, 30 Ocak 1965.
[55]
Çetin Altan, "Enver Paşa'nın Kız Kardeşi ve Mehmet Âkif'in Oğlu", Sabah, 5 Ağustos 1999 (Yazının Enver Paşa'yla ilgili
paragrafları alınmamıştır).