Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Mevlânâ ve Eflâtun Şefik Can

 

 

Giriş

Hazret-i Mevlânâ’nın Hayatı ve Kişiliği

Hazret-i Mevlânâ’nın Kısaca Hayatı

Mevlânâ’nın Nesebi

Bahaeddin Veled Hazretlerinin Belh’ten Göç Etmesi

Bahaeddin Veled Hazretlerinin Bağdat’a Gelişi ve Seferine Devam Edişi

Sultanü’l-Ulema’nın Lârende’ye Gelişi

Mevlânâ Celâleddîn Mehmed’in Evlenişi

Sultanü’l-Ulema’nın Konya’ya Gelişi ve Sultan Tarafından Karşılanışı

Mevlânâ’nın Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizî’ye Mürit Oluşu ve Kübreviyye Tarikati’ne Girişi

Mevlânâ’nın Hayatındaki Değişiklik

Tebrizli Şemseddin Hazretlerinin Kişiliği

Mevlânâ’nın Şems’in Tesiri Altında Kalışı ve Şems’in Dedikodular Yüzünden Konya’dan Kaçışı

Şems Hazretlerinin Konya’ya İkinci Gelişi

Tebrizli Şems Hazretlerinin Kayboluşu

Şems Hazretlerinin Kayboluşundan Sonra Mevlânâ’nın Hâli

Şems mi Mürşitti? Mevlânâ mı Mürşitti?

Çelebi Hüsameddin Hazretleri

Mesnevî-i Şerîf’in Yazılması

Hazret-i Mevlânâ’nın Bu Fâni Âlemden Sonsuzluk Âlemine Göç Etmesi

Hazret-i Mevlânâ’nın Son Günleri

Hazret-i Mevlânâ’nın Hayatının Özelliği

Mevlânâ’nın Sureti ve Sireti

Mevlânâ’nın Gerçek Sîreti

Hazret-i Mevlânâ’nın Mücahede ve Riyâzetleri

Hazret-i Mevlânâ’nın Namaz Şekli

Mevlânâ’nın Eserleri

Mevlânâ Hazretleri’nin Şiirlerinden Seçmeler

Tasavvuf Tamamıyla Edeptir

Gönül Kâbesi

Gönlün Ne Olduğunu Ancak Gönül Sahipleri Bilir

Kitaptaki Konularla İlgili Bazı Rubâiler

Hazreti Mevlânâ’da Peygamber Sevgisi

Mevlânâ ve Eflâtun


Şefik Can


Kurtuba Kitap


Kurtuba Kitap: 2

 


Şefik Can

1910 yılında Erzurum’un Tebricik Köyü’nde doğan Şefik Can, ilkokulu Sivas Yıldızeli’nde bitirdi. Arapça ve Farsçayı küçük yaşta babasından öğrenen Can, Kuleli Askeri Lisesi’ni 1929’da, Harp Okulu’nu da 1931 yılında tamamladı. Daha sonra Milli Savunma Bakanlığı’nın müsaadesi ile İstanbul Üniversitesi’nde imtihan vererek öğretmen oldu ve 1935 yılında Kuleli Askeri Lisesi’nde Tahirü’l-Mevlevî (Tahir Olgun) merhumun mahiyetinde stajını tamamlayarak öğretmenliğe başladı. 1965’de emekli oluncaya kadar, çeşitli askeri okullarda, sivil kolej ve liselerde Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yaptı.

Şefik Can, askeri okullarda öğrendiği Fransızcayı Kadıköy’de bir papazdan ders alarak ilerletmiş, sonra İstanbul’da Highschool’da gece derslerine devam ederek ve kendi çabaları ile İngilizce öğrenmiştir. Şefik Can’ın mitoloji alanında “Klasik Yunan Mitolojisi” adlı eserinden başka Mevlânâ ve Mesnevî konularında da “Mevlânâ’nın Rubâileri” “Mevlânâ’nın Hayatı, Şahsiyeti ve Fikirleri”, “Mesnevî Hikâyeleri”, “Divan-ı Kebîr”, “Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi” ve “Cevâhir-i Mesneviye” adlı eserleri vardır.

Bunlardan başka Tahirü’l-Mevlevî merhumun yarıda kalan Mesnevî Şerhi’nin 5 ve 6. ciltlerini tamamladı.

Şefik Can, 23 Ocak 2005 gecesini 24 Ocak’a bağlayan saatlerde Hakk’a yürüdü.



Teşekkür

Bu kitabın hazırlanmasında, tashihinde ve yayınlanmasında emeği geçen zamanımızın büyük mutasavvıfı Midhat Bahari Betur evlâdlarından Mevlânâ hayranı elektrik mühendisi Ahmet Kadri Yetiş’e teşekkürlerimi arz etmeyi bir borç bilirim.

Mevlânâ hayranlarından Alb. Şefik Can



İkinci Baskıya Önsöz

Bu kitabın ilk baskısı 1965 senesinde Konya, İleri Matbaası’nda basılmıştı. O zaman bu kitabın ilâveli baskısının çıkacağı söylenmişti. Aradan tam otuz sekiz sene geçti ve ikinci baskısı ancak çıkabildi.

Kitabın birinci baskısı, Mevlânâ ve Eflâtun’un kısa bir görüş mukayesesi mahiyetinde olan bir konferanstan ibâretti. Bu konferansın sonuna da Mevlânâ’nın “vahdet-i vücud” görüşüne göre Fruzanfer’in bastırdığı Divan-ı Kebîr’den alınan bazı rubâiler ve gazeller ilâve edilmiştir.

Bu ikinci baskısında ise Mevlânâ’nın kısaca hayatı, bazı konular hakkındaki görüşleri ve birinci baskıya ilâve edilmiş çeşitli gazelleri ve rubâileri bulunmaktadır.

Şefik CAN


Birinci Önsöz

Mevlânâ Haftası’nda, 7 Aralık 1964 günü Konya’da Kitaplık Salonu’nda verilen bir konferansı ihtiva eden bu küçük kitap, hazırlanmakta olan “Mevlânâ ve Eflâtun” adlı mütevazı bir eserin özeti mahiyetindedir.

Bu konferansın yayınlanmasını şahsen düşünmemiştim. Fakat gerek konferansı dinleyenlerin gösterdikleri yakın ilgi ve gerekse kopyasını okuyan aydın ve bilgi sever kişilerin teşvikleri ile asıl kitabı beklemeden bu kitapçığı neşrettim.

Konferansın bir suretini okumak nezaketinde bulunan, Hazret-i Mevlânâ hayranlarından muhterem üstadım Midhat Bahari Beytur yazmak tenezzülünde bulunduğu bir mektupta aynen şöyle demektedir:

“Konya’da İhtifâl-i Hazret-i Mevlânâ’nın icrası sırasında “Mevlânâ Eflâtun” başlığı ile vermiş olduğunuz konferansın göndermek lütfunda bulunduğunuz kopyasını korka korka okudum. Çünkü güç bir mevzu seçmişsiniz. Bu mevzuda hataya düşebilirdiniz. Fakat hepsini okuduktan sonra sevindim. Çok şükür hataya düşmemiş, pek güzel yazmışsınız tebrik ederim.”

Öte yandan, İstanbul’da bulunan ve konferansımın kopyasını okuyan bir felsefe öğretmeni de “Eflâtun’un görüşlerinin, gâyet açık ve anlaşılır bir şekilde olmasından” ötürü beni tebrik etti.

Lâyık olmadığım hâlde beni tebrik edenlere şükranlarımı arz etmekle beraber, her insan eseri gibi konferansımın noksanları ve hataları olduğuna inanıyor, sayın okuyucularımdan müsamaha gözü ile mütalâa buyurmalarını istirham ediyorum. Hatalarımı söyleyenlerin, yanıldığım yerleri gösterenlerin minnettarı olacağım.

26 Ocak 1965



Öğretmen Albay Şefik CAN

Giriş

Yunan feylesoflarından Epiktetos, insanları, efendilerinden izinsiz kaçmış, tiyatro seyretmeye gelmiş esirlere benzetir. Sahnede fevkalâde güzel bir piyes temsil edilmektedir. Esirler, bu eşsiz piyesi seyrederken bir taraftan da gözleri kapıya doğru kaymakta, her an efendilerinin geleceğinden ve kendilerini cezalandıracağından endişe duymaktadırlar. Bu yüzden piyesin güzelliğinden, korku ve telaşları sebebiyle zevk almamaktadırlar.

Bu feylesofa göre dünya, büyük bir tiyatro sahnesi gibidir. Güzel ve muhteşem bir piyes sahneye konmuştur. Aynı zamanda bu dünya, güzel eserlerle dolu bir müze gibidir. Biz insanlar, bu muhteşem müzenin içinde olduğumuz hâlde bu müzeyi, lâyıkı ile incelemiyoruz. Burada bulunan eserlerin inceliklerine nüfuz edemiyoruz. Çünkü hepimiz, günlük işlerimizle meşgulüz. Başarmak mecburiyetinde olduğumuz vazifelerimiz vardır. Hayatımızı kazanmak çabası, bizi hayatın esiri yapmıştır. Bu sebeple ne sahneye konan hayat piyesini, ne etrafımızdaki şaheserleri ve onun yaratıcısını düşünemiyoruz. Gerçekten ilmin ışığı altında, aklımızı ve fikrimizi kendimize kılavuz yaparak etrafımıza şöyle bir bakacak olursak en küçük bir zerreden, en büyük bir varlığa kadar, gerek şu üstünde bulunduğunuz dünyada gördüklerimiz ve gerekse gökyüzünün sonsuz boşluğunda dönüp duran başka dünyalar, başka yıldızlar, başka güneşler bizi hayrete düşürecektir.

Uzağa gitmeye lüzum yok, kendi vücudumuza bakalım. Her insan milyonlarca küçük hücreden mürekkep bir âlem... Bizim haberimiz yok, bizde bulunan bu milyonlarca hücre bizim için çalışıyorlar.

Biz öldükten sonra mezarda bir müddet daha yaşamaya devam eden bu küçük hücreler, şuurlu birer varlıktır. Onlar da yaşıyorlar, çoğalıyorlar, ölüyorlar. Henüz tıraş olmuş bir adamın, mezara konduktan bir hafta sonra mezârı açıldığı zaman, sakalının uzadığı görülecektir. Çünkü ölmeyen hücreler çalıştılar. Ayakkabı ayağımızı sıktığı zaman meydana gelen nasır, ölü hücrelerden yapılmış bir barikattır. Evet, kendi vücudumuzda olup bitenlerden haberimiz yok.

Ya dimağlarımız? Gördüğünüz şehirlerin, geçtiğimiz derelerin, aştığımız dağların, tanıdığımız insanların, okuduğumuz kitapların fotoğrafları, kafamıza istif edilmiş. Bu ne şaşılacak arşivdir! Senelerce görmediğimiz bir arkadaşımızın sesinin bile kopyası, aklımıza yerleştirilmiştir. O arkadaşın yüzünü görmeden sesini tanıyabiliyoruz. En kıymetli varlığımız olan beynimiz, kuvvetli bir mahfaza içine, az hacimli bir yere buruşturularak ustaca yerleştirilmiş. Kaç mimar, kaç mühendis, kaç fizik âlimi, kaç kimyager, baş başa vererek insan vücudunun, bu esrarengiz laboratuarın plânını hazırlamışlar ve bu şaheser varlığı ortaya koymuşlardır.

Dünya, yalnız insandan ibaret değildir ki, gözümüzün görmediği mikroplardan alınız da fillere kadar, milyonlarca çeşit canlı varlık var. Onların her birisinin üstünde de aynen insanda olduğu gibi durulmuş, düşünülmüş, hesaplanmış, bir kanuna bağlanarak yaratılmış ve yaratılmakta. En küçük ve ehemmiyetsiz gibi görünen sivrisineğin kanadındaki incelik ve sanat, insan yapısı en büyük bir dev nakliye uçağının kanadında yoktur. Arılar şaşırmadan çok muntazam, bir milimetre dahi hatası olmayan, petek yapmaktadır. Ördek yavrusu yumurtadan çıkar çıkmaz usta bir yüzgeç gibi yüzmeye başlıyor. Kuşların yuvalarını düşününüz. Kristof Kolomb’un Amerika’ya götürdüğü atlar, Avrupa’da görmedikleri zehirli bitkileri, zehirsizlerinden ayırt edebildiler.

Bitkilerin sayısı da bir o kadar... Onlar köklerinden yere bağlı; dolaşamıyorlar, fakat gıda alıyorlar, teneffüs ediyorlar; onlar da nesil bırakıyor, onlar da ölüyor. Onların ciğerleri mesabesinde olan yapraklarındaki intizam ve güzellik, meyvelerindeki renk, koku ve tat nedir?

Cansız sandığımız maddelerde de bir hareket var, bir canlılık var. Atom bilgisi, yeni buluşlar gösterdi ki her maddenin en ufak zerresi, bir Atom çekirdeği etrafında baş döndürücü bir hızla dönmektedir. Bir Alman bilgininin hesabına göre, bir çay kaşığı kömür tozunun en ufak zerrelerinin kalplerine yerleştirilmiş potansiyel enerji (gizli kuvvet) harekete geçirilirse milyonluk bir şehrin kalorifer ihtiyacını sağlayacaktır.

Buğday, mısır, çavdar, yulaf gibi hububatın her birinin unlarını en ufak zerrelerinin bile kendilerine mahsus, birbirlerine benzemeyen muntazam ve güzel şekilleri var. Bazısı silindir gibi, bazısı koni şeklinde... Kar tanelerinde bile çiçekler gibi bir şekil güzelliği var.

Canlı cansız bütün varlıklarda bu ince hesapları yapan, bu sanatı gösteren, bizi hayretlere düşüren güzellikler ibdâ eden sanatkâr nerededir?

Bu gördüğümüz eserlerin sahibi kimdir? Bu varlıkları kim yarattı?

Çocukluğumuzda bize ezberlettikleri bir manzumeden hatırıma gelen şu iki kıtayı okumadan geçemeyeceğim:

Okursanız bir kitabı

Sahibini sorarsınız

Gördünüz mü hoş bir yapı

Yapan kimse ararsınız.


Sahipsiz mi yerler, gökler?

Düşününce insan anlar

Her şey bize isbat eder

Büyük kâdir bir Allah var.

Her şeyi inceden inceye hesaplayan, her şeyi çok iyi düşünen ve kâinatı şaşmaz kanunlarla idare eden büyük ve eşsiz YARATICI nerededir?

Her zerrede bile büyük bir sanat eseri gösteren Tanrı’yı nasıl arayacağız, nasıl bulacağız?

Dünyamız da dahil, bütün kâinatı güzel eserlerle süsleyen eşsiz yaratıcı, eserlerinin arkasına gizlenmiş, sanki eserlerini kendine perde yapmış, kendini göstermiyor.

Büyük feylesof Eflâtun ile büyük mutasavvıf Mevlânâ, kâinatı yaratan varlığı arama, bulma, anlama ve anlatma bakımından aynı gayreti sarf etmişlerdir. Fikirlerini ve sezişlerini birbirlerine çok benzer bir şekilde ifâde etmişlerdir.

Şu var ki hakikate varmak ve kâinatın sırlarını çözebilmek için Eflâtun düşüncesini ve duygusunu kendine rehber edinmiş, büyük Mevlânâ ise İslâm’ı, îmanını ve ilhamı kendine kılavuz yapmıştır.

Feylesof Eflâtun ile mutasavvıf Mevlânâ’nın ifâdelerinin birbirine benzeyişinden ötürü, Mevlânâ bu görüşü, bu fikirleri Eflâtun’dan almıştır, gibi bir düşünceye kapılmayalım.

Bu konu ile ilgili olarak Abdurrahman Câmî’nin bir beyti vardır.


missing image file

“Yunan Felsefesi hevâ ve hevesin mahsulüdür; halbuki mü’minlerin felsefesi Peygamber’in emir buyurduğu şeylerdir.”

Gerçekten Mevlânâ, Hazret-i Peygamber’in yolundan kıl kadar ayrılmamıştır. Kendisi:


missing image file

“Ben oldukça Kur’ân’ın kölesiyim.

Ben Hazret-i Muhammed’in yolunun toprağıyım”

diyor. Şu hâlde, Eflâtun’un düşünceleri ile Mevlânâ’nın düşüncelerinin bazı noktalarda aynı olduğu hakikatini nasıl izah edeceğiz?

Hazret-i Âdem’den beri hakikat, insanlara duyurulmuş, bildirilmiştir. Bu sebeple Eflâtun da kendisinden evvel gelen büyük dinlerin ve felsefî cereyanların etkisi altında kalmıştır. Onun kitaplarındaki hakîkat kırıntıları, bu büyük dinlerin kaynağından gelebilir. Zaten tevhid babında (tek Tanrı inancında) semâvî dinler müşterek bir imana varırlar. Kaldı ki, bazı İslâm mütefekkirleri, Eflâtun’u, Kur’ân-ı Kerim’de adı zikredilmeyen peygamberlerden saymışlardır.

Acaba Hazret-i Mevlânâ, Eflâtun’un eserlerini okudu mu? Okumuş olabilir. Çünkü kendi bildiği Rumca ile Eflâtun’un eserlerini okuyup anlamamış olsa dahi Eflâtun ve Aristo gibi büyük Yunan feylesoflarının eserleri ta Abbasiler devrinde Arapçaya tercüme edilmişti.

Şimdi Mevlânâ ile Eflâtun’un eserlerinde nazar-ı dikkatimizi çeken bazı müşterek görüş ve inanışları kısaca gözden geçirelim:

Gerek Eflâtun ve gerekse Mevlânâ, her ikisi de şu yaşadığımız hayatın bir evveliyatı olduğunu ifâde etmişlerdir. Her ikisi de bizler dünyaya gelmeden evvel ruhlarımızın, Eflâtun’un “ideler âlemi, misâl yahut örnekler âlemi” Mevlânâ’nın “rûh âlemi” dediği başka bir âlemde yaşadığı kanaatini benimsemişlerdir.

Eflâtun’a göre, dünyaya gelmeden önce, ruhlarımızın bulunduğu o âlemde, bu dünyada gördüğümüz her şeyin, en güzeli, en mükemmeli, en kusursuz örnekleri vardı.

Bu dünyada gördüğümüz bütün hoşumuza giden şeyler, mesela güzel bir çehre, güzel bir manzara, hoşumuza giden bir eser, bir mûsiki, rûh âleminde gördüğümüz güzellikleri, ruhumuza hatırlatmaktadır. Çünkü rûh âleminde gördüğümüz güzelliklerin, ruhumuzun hâtırasında bazı izleri kalmıştır. Bu sebeple Eflâtun: “Bilmek, sadece evvelce bilinen şeyleri hatırlamaktır. demektedir.

Hazret-i Mevlânâ’ya göre bizim asıl vatanımız “mutlak güzellik âlemi” olan o âlemdir. Biz bu dünyada gurbetteyiz. Bütün insanlar burada birer gariptir. Eflâtun’un “ideler âlemi” dediği o âlem, bizim için kaybedilmiş bir cennettir. Biz o âlemden bu âleme sürgün edildik.

Mesnevî-i Şerif’ in dördüncü cildinde, 3628 nolu beyitle başlayan kısımda aynen şöyle deniliyor:

“Bir adam, yıllarca bir şehirde kalır da bir an gözünü kapadı, uyudu da rüya görmeye başladı mı kendisini iyi kötü şeylerle dolu bir şehirde bulur. Kendi esas şehri, hiç hatırına gelmez ‘Ben orada idim, bu yeni şehir benim şehrim değil, ben burada yabancıyım.’ demesi şöyle dursun o, kendini rüyada gördüğü o şehirde dünyaya gelmiş, aslı orası kendi vatanı imiş de orada yaşıyormuş zanneder. Ne şaşılacak şeydir ki rûh da doğup yetiştiği, yaşadığı esas vatanını, öz yurdunu hatırına bile getirmez. Bulutların, yıldızlan kapadığı gibi şu dünya hayatının da onun gözlerini perdelediğini düşünmez.”

Burası bizim için bir sürgün yeridir ve rûhlarımız da vücutlarımıza hapsedilmiştir. Mevlânâ bir şiirinde, “Ben neredeyim, hapishane nerede? Ben kimin malını çaldım ki bu beden zindanına hapsedildim?” demektedir.

Asıl yurdumuz olan rûh âleminden ayrılmakla biz muztaribiz. Mesnevî’nin en başında bu ayrılıktan acı acı şikâyet edilmektedir. Aslımızdan ayrıldığımız için başımız derde girmiştir. Mevlânâ’ya göre ölüm nedir? Ölüm, ıstırab dünyasından kurtulmak, asıl vatanımıza dönmektir. Bu sebeple ölüm bir kurtuluştur. Ruhun beden zindanından kurtulması, rûh âlemine dönmesi, hüsn-i mutlaka kavuşması, ölümü korkunç olmaktan çıkarmış, tatlılaştırmıştır. Büyük Mevlânâ’nın ölüm gecesine “Şeb-i Arus” (düğün gecesi) denmesinin sebebi budur.



22_opt.jpeg
23_opt.jpeg

“Öldüğüm gün tabutum giderken, bende bu cihânın derdi, tasası var sanma. Cenazemin götürüldüğünü görünce ‘Ayrılık, ayrılık!’ deme. Ölüm günü benim için sevgiliye kavuşma ve buluşma günüdür.”

Aynı îmanladır ki, Hallac-ı Mansur teessür duymadan darağacında can vermişti.

Aynı îmanladır ki, Feridüddin-i Attar hazretleri kendisini köle olarak satmak isteyen Moğol askerini kızdırmış, bile bile ölümü göze almıştı.

Aynı îmanladır ki, Seyyid Nesîmî şikâyet etmeden derisini yüzdürmüştü.

Yine aynı îmanladır ki, Eflâtun’un hocası Sokrates de baldıran zehrini gülerek içmiş ve ölümün kucağına üzüntü duymadan atılmıştı. Eflâtun’un “Fedon rûhun ölmezliği” adlı eserinin sonunda anlatılan bu ölüm hikâyesi ibretle okunmaya değer.

Eflâtun’a göre bu dünyada gördüğümüz her şey, daimi bir değişikliğe mâruzdur. Burada her şey tam ve mükemmel değildir.

Bizi burada büyüleyen her güzelliğin en güzeli, her iyinin en iyisi “ideler âlemi”nde yani örnekler âlemindedir. Bu sebeple burada yok olan fâni güzeller için üzülmememiz gerekir. Hazret-i Mevlânâ bu meseleye temas eden bir şiirinde şöyle demektedir:


fars.jpg

“Bu dünyada gördüğün her maddenin, her nakşın aslı, rûh âlemindedir. Nakış gitti diye gam yeme, gördüğün her güzel yüz, işittiğin her nükteli söz yok oldu ise üzülme, zira hakikat, sadece bu dünyada gördüklerinden, bildiklerinden ibaret değildir.”

Evet, bu dünyada gördüğümüz her varlık gelip geçicidir. Bu sebeple bizim bu hayâllere gönlümüzü kaptırmamamız, örneklerin örneğini, güzellerin güzelini aramamız lâzımdır. Bir başka deyimle, bu hayâl âleminin ötesine geçmemiz, fâni âlemden bekâ âlemine doğru yönelmemiz gerekir.

Mevlânâ’ya göre bu dünyaya sürgün edildikten sonra, Tanrı, bize kurtulmak için imkânlar vermiştir. Ölümü beklemeden ihtiraslarımızı öldürerek, dünyevî arzulardan kurtularak rûh âlemine doğru yükselebiliriz. Önümüze yükselmek için bir aşk merdiveni konmuştur:


missing image file

“Bu varlık âlemine geldiğin andan beri, kaçabilmen ve kurtulabilmen için önüne bir merdiven konuldu.”

Mevlânâ her vesile ile rûhumuzun, beden zindanında hapsedilmiş olduğunu düşünmekte ve kurtuluş yollarını tahayyül etmektedir.

Bir ilkbahar günü bahçelerde dolaşırken, kış mevsiminde ölü gibi cansızlaşan kuru dalların canlandığını, tomurcuklandığını, yapraklandığını görüyor. Tomurcukların, dalların sert kabuklarını yararak çıktıklarını ve zafer sancakları gibi neşe ve heyecanla yapraklarını açtıklarını müşahede ediyor. Bu narin yeşil yapraklar, hangi kuvvetle, kuru sandığımız dalların sinesinden baş kaldırdılar, kabukları delerek, karanlık bir dünyadan, günün ışığına çıktılar ve hapisten kurtuldular.

Büyük mütefekkir aynı zamanda büyük şair Mevlânâ yaprağa soruyor:


25_opt.jpeg

“Ey yaprak, elbette bir kuvvet buldun da dalı yarıp çıktın, ne yaptın da zindandan kurtuldun? Söyle, söyle de biz de bu hapishaneden kurtulmak için senin yaptığını yapalım.”

Bu madde âleminin hapishanesine atılan insanın, esaret ve hapis hayatına alışması ve buradan çıkmanın, kurtulmanın yollarını aramaması, bulunduğu bu hayâl âlemini gerçek bir âlem sanarak gönlünü buraya bağlaması, nereden geldiğini unutması ne acıdır.

Senelerce kafeste yaşayan bir kuşun, bir ilkbahar sabahı, kafesini açsak da onu hürriyete kavuşturmak istesek esâret hayatına alışmış olan kuş, dışarıdaki hürriyetin zevkini bilemeyeceği için, şaşkın şaşkın kafes etrafında uçarak dolaştıktan sonra yine kafese dönecek ve unuttuğu vatanını, hürriyetini istemeyecektir. Çünkü o, kafes hayatını benimsemiştir. Çünkü o, esareti gerçek hayat sanmaktadır.

Bunun gibi insan da aşağı duygularının, hayvanî arzularının ve cismanî zevklerinin etkisi altında kalarak yaşadığı bu madde âlemini esas vatanı saymakta ve ne yazık ki aldanmaktadır.

Mevlânâ, rûh âleminden bu fâni âleme sürgün edilen insana, kendisinin ne olduğunu, nereden geldiğini anlamaya çalışmasını ve buradan uzaklaşmasının ve asıl vatanına dönmesinin gerekli olduğunu sık sık hatırlatır:


25_opt2.jpeg

“Kendini, hâlini düşün, kendini anlamaya çalış. Dışarı git, seyahate çık, asıl yurdunu ara, madde âleminin hapishanesinden uzaklaş, mânâ âlemine sefer et. Sen kutsal rûh âleminin kuşusun. Bu fâni dünyayı benimser, burada kalmak istersen sana yazık olur.”

İşte, sürgün edildiğimiz bu dünyayı ve dünyanın sayılmayacak kadar çok olan maddî nimetlerini ve burada görülen fâni güzelleri, gelip geçici güzellikleri değil ebedi olan Allah’ı düşünmek, O’nu vicdanında bulmak, gönlünde hissetmek, O’nu sevmek meselesi ortaya çıkıyor.

İşte Eflâtun’a nispetle Eflâtunî aşk, Platonik aşk denilen ilâhî aşk budur. Zamanla solan, güzelliğini kaybeden, çirkinleşen güzelleri değil, kendini, kendine perde yaptığı eserleri arkasına gizleyen, eserleri ile bize varlığını hissettiren, bilinen, fakat görülmeyen, sonsuz olan, ölümsüz olan güzellerin güzelini sevmek kolay mıdır?

Yalnız güzelliği ve güzellikleri değil, her şeyi yaratan ve yaratmakta olan en büyük varlığı, yani Allah’ı nasıl bulacağız? Nasıl seveceğiz?

Allah’ı herkes kendi zâviyesinden görür. Allah, herkesin zannına, anlayışına, idrakine göre ifâde edilir. Biz Allah’ı, Hazret-i Musa’nın rastladığı çoban gibi mi arayacağız?

Mesnevî-i Şerifin ikinci cildinde malûm bir hikâye vardır:

Bir gün Hazret-i Musa yolda giderken bir çobana rastlıyor. Çobanın Allah’a şöyle seslendiğini duyuyor: “Allah’ım, sen neredesin? Ben sana hizmet etmek istiyorum. Senin çarıklarını dikmek, saçlarını taramak arzusundayım. Benim canım da çoluk çocuğum da sana feda olsun. Allah’ım neredesin, sen neredesin? Seni temizleyeyim, çamaşırlarını yıkayayım, bitlerini kırayım, sana koyunlarımdan süt sağayım, karnını doyurayım. Sen hasta olursan kendim hasta olmuş gibi kederlenirim. Sen bana evini göster, ben devamlı olarak sabah akşam sana yağ getireyim, süt getireyim, peynir getireyim, seni besleyeyim.”

Çobanın bu samimi hitabının, onu Allah’a ne kadar yaklaştırdığını Hazret-i Musa önce anlayamamış ve Cenâb-ı Hak tarafından ihtara da mâruz kalmıştı.

Herkes, zannına göre, anlayışına, kabiliyetine ve Allah’ın inâyetine göre Allah’ın her şeyde, her zerrede kudretini görmektedir. Sadî’nin meşhur beytini hatırlamamak elden gelmiyor:


27_opt.jpeg

“Akıllı adamların nazarında, bitkilerin, ağaçların her bir yaprağı, Allah’ı ve sanatını anlatan birer kitaptır.”

Bazıları, her şeyi, bütün kâinatı O’ndan ibâret sandı. Bazı mutasavvıfların “Her şey odur.” dedikleri bu inanç Batı felsefesinde Panteizm ile ifâde edilmiştir; bu “Vücûdiye Mezhebi” olup (Vahdet-i Mevcud) İslâmî inanca aykırıdır. İslâm tasavvufundaki “Vahdet-i Vücud” ile Panteizmi birbirine karıştırmamak lâzımdır.

Vahdet-i Vücud’da “Her şey O’ndandır.” demek olan bu inanca göre eşyada, her zerrede Allah’ın kudreti, sanatı görünmektedir. Fakat, görünen şeyler, hâşâ, Allah değildir. Üzerine güneşin nûru düşen her nesneye biz, güneş diyebilir miyiz?

Eflâtun, Allah’ı çok aradı, bulamadı. Çünkü O bir feylesoftu; feylesof, akılla, mantıkla hareket eder. Halbuki Mevlânâ’nın yolu gönül yoludur.


27_opt2.jpeg

“Gönlümün içi de dışı da O’dur. Bedenim de can da damar da kan da bütün O’dur. Artık böyle bir yere kâfirlik, îman nasıl sığar? Varlığım, niteliksiz bir hâle gelmiştir. Çünkü bütün varlığım O olmuştur.”

Mevlânâ güzellerin güzelini, önce kendinde hissetti, sonra her şeyde, her zerrede O’nu buldu:


28_opt.jpeg

“Orada, burada deme, doğru söyle 0 nerededir? Bütün âlemde 0 vardır. Fakat O’nu görebilecek göz nerede?”

Mevlânâ başka bir şiirinde de şöyle buyurur:


28_opt2.jpeg

“Âlemde senden daha güzel bir yâr, senin yüzünü görmekten daha güzel bir iş olur mu? Hâşâ olmaz. İki cihanda da güzelim, yârim, sen olman bana yeter. Her nerede bir güzellik varsa hepsi senin parıltındır.”

Her zerrede, her varlıkta Cenâb-ı Hakk’ın kudreti, büyüklüğü sezilince her yerde, O’nu hâzır ve nâzır bulmak gâyet tabiîdir:


28_opt3.jpeg

“Her nereye başımı koysam, secde edilen ancak O’dur. Altı cihette ve altı cihetten dışarıda mâbut ancak O’dur. Bağ, gül, bülbül, güzel hepsi birer bahanedir. Bunların hepsinden maksat O’dur.”

Eflâtun’un “Devlet” adlı kitabında bir mağara temsili vardır: Eflâtun’a göre bizler, büyük bir mağarada ayakları, elleri ve kolları bağlı sırtlarımız mağaranın kapısına dönük oturan esirler gibiyiz. Mağaranın ağzında büyük bir ateş yakılmıştır. Bu ateşin alevleri önünde birtakım yükler taşıyan ve kendi aralarında konuşan ırgatların akseden gölgelerini mağaranın duvarlarında seyrederken, onların bize kadar gelen karışık ve boğuk seslerinden bir şey anlamayız.

Bunun gibi bizler bu dünyada mevcut bulunan varlıkları ve eşyayı birer hayâl olarak görürüz. Çünkü esirler gibi ayaklarınız bağlıdır. Dışarı çıkamayız, hakikati göremeyiz. Sadece hayâller görürüz. Bu temsilde Eflâtun’un esirlerden maksadı vücutlarımızın zindanına hapsedilmiş rûhlarımızdır.

Vücut zindanında hapsedilmiş rûh, Eflâtun’un mağaranın duvarına aksettirdiği gölge ve hayâlleri (bugün sinema perdesinde seyrettiğimiz hayâller gibi) hakikat sanır ve kendi kendini aldatır.

Gerçek hayatı bulmamız için gölgeleri değil, gölgeleri düşenleri yahut gölgeleri düşüreni bulmamız, görmemiz lâzım.

Ünlü mütefekkir Emerson, görünen şu dünyayı, görünmeyen hakikî dünyanın bir sembolü sayar da “Görünen şeyler, görünmeyen şeylerin hayâlleridir.” der. Bu sözler Eflâtun’un ve büyük Mevlânâ’nın anlattıklarının başka türlü bir ifâdesidir.

Şu var ki rûh âleminden bu dünyaya akseden hayâllerin içinde, yahut görünmeyen âlemin görünen hayâllerini alan şu dünyada en üstün varlık insandır. Çünkü insanın rûhunda kâinatı yaratan büyük varlıktan bir emânet vardır, bir ilâhî kıvılcım vardır.

Hazret-i Ali,


30_opt.jpeg

“Sen kendini küçük bir şey zannediyorsun. Halbuki sende en büyük bir âlem gizlidir” dedi.

Şeyh Galip de bir şiirinde şöyle demektedir:

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

Gerçekten eşref-i mahlûkat ve zübde-i âlem olan insanda, başka hiçbir varlıkta bulunmayan bir mânâ cevheri, bir ilâhî kıvılcım vardır. Bu ilâhî kıvılcım, aslına kavuşmak için hasretle, iştiyakla çırpınmakta, bizsiz, maddî varlığımızın ötesinden, titreyerek, yanarak, sıçrayarak koşmakta ve mânen O’nu aramaktadır.

Mevlânâ,


30_opt2.jpeg

“Sende bir şey var ki o şey, sensiz O’nu arar, senin toprağının içinde bir inci vardır ki o inci O’nun mâdenindendir.”

diye insanda O’nun mâdeninden bir inci olduğunu haber veriyor. Bu sebeple insan, kâinatın en şereflisi en üstünüdür. Başka varlıklardan esirgenen, yalnız insana verilen ilâhî emânet sebebiyle insan dünyayı güzelleştirmiş, akıllara hayret veren şeyler icat ve ibdâ etmiştir.

İnsanın yaratıcısı tarafından kendisine lütfedilen bu ilâhî cevher sayesinde ortaya koyduğu eserlerden, icat ettiği makinelerden gurura kapılması, kendisinin bir şey yaptığını sanması, kendinden haberdar olmadığını gösterir. Aslında yaptıran, bulduran, hep O’dur. Mevlânâ insanın üstünlüğünü anlatırken der ki:


missing image file

“Biz Allah’ın sırlarının hazinesiyiz, biz incilerle dolu sonsuz deniziz. Aydan balığa kadar her şeyin içinde olan biziz. Padişahlık tahtına oturan da yine biziz. Varlıkların en üstün olanı biziz.”

İnsan kendisinde bulunanı anladığı ve keşfettiği zaman hakikati bulacaktır. Fakat insan kendi varlığının hakikatini keşfedemiyor. Kendi vücudunun şehrine giremiyor.

Yunus Emre bir şiirinde:

İşbu vücudum şehrine

Bir dem giresim gelir.

İçindeki sultanın

Yüzün göresim gelir.

demişti. Vücut şehrine girmek ve içindeki sultanı görmek kolay değildir.

İnsan, hayâl âlemine dalmış, dikkatini kendine çeviremiyor. Etrafını ve kâinatı anlamakta çok ileri gitmiş, dünyadaki keşif ve icatlarıyla yetinmiyor. Şimdi de gökyüzünü keşfe çalışıyor. Sunî peyklere binip dünyanın etrafında dönüyor. Resimlerini çektiği Ay’a gitmeye uğraşıyor. Merih’te hayat olup olmadığını anlamak için gayretler sarf ediyor. Fakat kendi gönlüne inip de kendini keşfedemiyor. Daha doğrusu kendinde, kendini arayamıyor.


32_opt.jpeg

“Efendi, sen kendinden kendine sefer et, kendinde kendini ara!”

diyen gönüller sultanı Mevlânâ, akıl yordamı ile hakikati araştıran Eflâtun’u çok gerilerde bırakarak insan gönlünün derinliklerine indi. Hakikî insanı ve insanda bulunan cevheri keşfetti.


32_opt2.jpeg

“Ey can, sevgilin kimdir, haberin var mı? Ey gönül, sende misafir olan kimdir, haberin var mı?”

diye seslendi.

Kendinde misafir olanı bulan ve onu seven için artık ayrılık mevzubahis olamaz.

Başkaları vuslat diye çırpınırken, sevgiliye kavuşmak için yanıp tutuşurken o,


32_opt3.jpeg

“Ben sevgiliye kavuşmaktan dem vurmuyorum, vuslattan bahsetmiyorum; çünkü ben, sevgiliden ayrı değilim.” diyor.

Kur’ân-ı Kerim’de insanın bütün varlıkların en şereflisi olduğunu, en güzel vasıflarla, en üstün meziyetlerle yaratıldığını anlatan birçok âyetler vardır:

“Biz gerçekten insanoğlunu şerefli kıldık.” (İsra Sûresi, 70. âyet)

“Muhakkak ki biz insanı mükemmel bir biçimde yarattık.” (Tin Sûresi, 4. âyet)

Allah’ın insana ne büyük teveccühlerde bulunduğunu O’nun sonsuz lütfunu ve ihsanını anlayabilmemiz için şu âyetlerin mânâsını düşünelim.

“Biz ona yakın olan şah damarından daha yakınız.” (Kaf Sûresi, 16. âyet)

Allah’ın insana, kendi şah damarından daha yakın olması ne demektir?

Vaktiyle bir gazetede okumuştum: Amerikalı zengin bir kadın vefatından evvel bıraktığı vasiyetnamede, “Ben şu kadar dolara malikim. Vârislerim de yoktur. Bıraktığım bu para ile dünya rasathanelerinde hâlen mevcut olan bütün teleskopların en mükemmeli yapılsın, onunla insanlar belki Allah’ı görebileceklerdir. Çünkü ben hayatımın en heyecanlı zamanlarını rasathanelerden gökyüzünde Tanrı’yı aramakla geçirdim. Fakat ne yazık ki, Tanrı’yı göremedim.” diye vasiyet etmişti.

Amerikalılar tuhaf insanlardır. Köpeklerine, kedilerine milyonlar bırakanlar oluyor. Bu kadıncağız da hayırlı bir iş için milyonlarını bırakmış; acaba vasiyeti yerine getirildi mi? Onu bilmiyorum, yalnız bildiğim bir şey var: Allah’ı, yeryüzünde, gökyüzünde aramak için ne teleskopa ne de başka bir âlete ihtiyaç vardır. “Allah yerlerin ve göklerin nûrudur.” (Nûr Sûresi, 35. âyet) Allah her yerde kudretini göstermekte, her zerrede varlığını açığa vurmaktadır. Allah bizim kalp gözlerimizi açsın da teleskop ihtiyacını duymadan O’nun varlığını mânen hissedelim; O’nu canımızda, gönlümüzde bulalım. Bize şah damarlarımızdan daha yakın olanı, gökyüzünde aramamıza ne lüzum var?

Niyazî-i Mısrî’nin dediği gibi:

Sağ u solum gözler idim

Dost yüzünü görsem diyü

Ben taşrada arar idim

Ol can içinde can imiş

Yine Kur’ân’da, Hadid Sûresi’nin 4. âyetinde, “Her nerede bulunursanız bulunun, Allah sizinle beraberdir.” diye buyrulmaktadır. Bu âyette, inanan insan için ne büyük bir müjde vardır. İhtiraslarını yenen, dünyevî arzularını ayak altına alan, gerçek insanlık vasfını kazanan imanlı bir kimse, O’nu kendinde hissedecek ve yalnızlıktan kurtulacaktır.

Büyük Mevlânâ, bu âyetin müjdesiyle heyecana kapılmış ve mübarek göğsüne neşe kıvılcımları sıçramıştır. Bir rubâisinde bu âyeti bahis konusu ederek diyor ki:


missing image file

“‘Nerede bulunursanız bulunun, O sizinle beraberdir.’ Haberi Allah ‘tan geliyor. Bu haber, insanın gönlünü ümitle, neşeyle dolduruyor. Sen kendini tanımadığından ötürü neşelenemedin, huzura kavuşamadın. Eğer kendini tanısaydın, sende kimin misafir olduğunu bilseydin, memnuniyetsizlik, huzursuzluk denilen şeyler sana bir daha gelmezdi.”

Eflâtun, akıl yardımı ile diyalektik yolu ile yani hakikate ulaşmak için geçilen merhaleler vasıtasıyla, hakikati araştırmıştı. Halbuki Mevlânâ, aklın yüksek hakikatleri idrak edemeyeceğini biliyor ve aklı balçığa saplanmış merkebe benzetiyordu. 0, akıl yolunu bırakarak, ilhamla, Allah’ın lütfu ile kendinde kendini bulunca kendi kendine âşık oldu:



missing image file



missing image file

“Aklın bulunduğu yerden yüzlerce merhale uzaklaşmak, iyi ve kötünün mevcudiyetinden kurtulmak istiyorum. Bu perdenin arkasında ne kadar güzellikler var. Benim hakikî mevcudiyetim de oradadır. Ey akılları ermez kişiler, ben kendi kendime âşık olmak istiyorum.”

Eflâtun insanın faziletini izah ederken, “Fazilet, rûhun, misaller âlemindeki örneğine uyması, daha doğrusu Allah’a benzemesidir.” demişti. İnsanın, örneğine uyması için, kendini tanıması ve kendisinde bulunanı keşfetmesi gerekmekte idi. İnsanın nereden geldiğini ve kendisinde kimin misafir bulunduğunu hissetmesi, bilmesi icap ediyordu.

O zaman insan, kendini maddî bakımdan kendinden ayırt edecek ve kendisine değer verecekti.

Mevlânâ bu gerçeği daha çok derinleştirdi. Kendinde misafir bulunanı tanımak, sevmek ve ona lâyık bir kul olmak ve onun tarafından sevilmek için gereken yolları aradı, buldu.

Bu yol, insanlık yolu, kemâl yolu, aşk yolu idi.

Mevlânâ’ya göre; madem ki insanda ilâhî bir emânet vardır, insan bu emânetin değerini ve kendi kıymetini daha doğrusu insanlığını bilmelidir. İnsan, Allah tarafından kendisine lütfedilen ilâhî emâneti kabul ederek yeryüzünde onun halîfesi olmuştur. Şu hâlde, insan, etiyle kemiği ile kanı ile benzese dahi kendini hayvanlarla bir saymamalı, kendisinin üstünlüğüne inanmalıdır; yaratılmış varlıkların en şereflisi olduğunu bilmelidir; bu sebeple maddî varlığının, kendisini zorladığı beşeri kirliliklerden, yalandan, riyadan, gururdan, maddeye tapmaktan, ihtirastan, şehvetten uzaklaşmalı, temiz bir gönülle hakkı ve hakikati aramalıdır. Gerçek insanı ve insanlığı sevmelidir. O zaman Allah’ın emânetine hıyanet etmemiş olacak, o zaman Kur’ân’da haber verildiği gibi O’nun halîfesi olmakla şereflenecek ve insan nâmını taşımaya hak kazanacaktır.

Böyle hareket ederse insan, ihtiraslarını ve beşerî zaaflarını öldürerek daha ölmeden evvel aslını bulacak ve gurbetten kurtulacaktır. Sözümü Hazret-i Mevlânâ’nın bir rubâisi ile bitireyim:


missing image file

“Dostun varlığının, sana açılıp aydınlanmasını istiyor isen özün içine gir. Kabuktan yukarı çık, yüksel; dost bir zattır ki etrafında örtüler kat kattır. O kendi varlığına gark olmuş, iki cihân da onda gark olmuştur.”

Görüldüğü gibi her şey Hakk’ı tesbih etmektedir. Bu konuda Mevlânâ gibi bazı arifler de bu hakikati aşağıya koyduğumuz şiirlerinde dile getirmişlerdir.

Üstadımız, büyüğümüz Midhat Bahari hazretleri “Komşunun Ördekleri” başlığında bu konuyu terennüm etmişlerdir:

Komşunun Ördekleri

Bak şu ördeklere, vak vak ötüyorlar arada,

Ne kadar neşelidir, sesleri hep bir arada.

Hepsi baş kaldırarak vak vak eder, yem bekler

Ne diyor hâl diliyle bize, bak ördekler?

-Hasretiz biz denize, bir göle, hatta dere,

Gidelim, yok suyumuz, yüzmeğe bilmem nereye?

Bize bir lâhza suda yüzme verir başka hayat,

Yüzeriz, cilve eder, neşemiz artar kat kat

Oynaşır, koklarız, çırpınırız, keyf ederiz,

Dalarız, yükseliriz, dalgalar üzere gideriz...

Fakat eyvâh ki hep bunlara hasret kaldık;

Su, deyüp hâl-i perişanımıza biz daldık...

Siz gibi yer içeriz, gâh açız, gâh tokuz,

Şeklimiz benzemez amma, hepimiz mahlûkuz;

Veriniz bir avuç arpa, ya mısır şimdi açız,

Bizi Hak böyle yaratmış size muhtacız,

Bakınız hâlimize, ibret alın insanlar;

Sizdeki kudrete müştâk bütün hayvanlar.

Bizde vardır kanat amma, uçamaz göklerde,

Elimiz yok, var ayak kudreti yok köklerde,

Dilimiz varsa da âmâlimizi anlatmaz,

Ağzımız varsa da her nîmeti bilmez, tatmaz,

Gözümüz varsa da görmez özünü mânânın,

Aldatır sûreti, bir lokma yemi dünyanın;

Sözümüz: Ömrümüzün seyri gibi hep vak vak...

Ne desek, sözlerimiz çünkü hakikatten uzak.

İnâdiye Dergâhı şeyhlerinden biri “Sesler ve Nağmeler” diye bir manzumeyi kaleme almışlardı:

Sesler ve Nağmeler

Bütün esvat-ı hilkat tîz-pest elhan-ı hikmettir.

Kulak ver dinle ey dil cümlesi Hak’tan işarettir.

Denizde, yerde, göklerde açılmış sanki bir mektep

Zevil-ervah okur gizli açık üstad-ı fikrettir.

“Celâl”dir sayhası arslanların dehşet verir halka

“Cemâl”dir kuştaki nağme müeddası beşârettir

Sakın sen sanma vak! vak! Gölde kaz, ördek çeken Ya

Hak!

Ağaçta kumrunun Hu! Hu! ları Hakk’a ibâdettir.


Öter gülşende bülbül mübtelâ-yı kîl ü kâl olmuş

O murgun derdi; gül, sümbül sanıp kanmak

belâhattir

anarya aynı vahdet mevcesi ile çırpınıp söyler

Seda-yı bunu meş’un bir nida sanmak hamâkattır


Nây’ın feryadı her dem vağfu anna ente Mevlânâ

Kemânın bigüman Allahuekberden ibârettir

Seda-yı mûsiki gûş etse rûhen gaşy olur âşık

Sazın her bir telinden duyduğun gülbang-ı vahdettir


İlâhî ente maksudî bütün seslerdeki elhan rızadır

Cümlenin matlûbu bakisi hikâyettir.


Bu manzumenin bugünkü dile tercümesi:

Dünyadaki bütün tiz, pes sesler Allah’ın hikmetini terennüm etmektedir.

Ey gönül, kulak ver de dinle bu seslerin hepsi Hak’tan ibârettir.

Denizde, yerde, göklerde sanki bir mektep açılmış

Canlı olan her şey bu mektepte gizli açık olarak dersler alır, bir şeyler okur.

İnsanları korkutan, dehşet veren aslanların sesi, Hakk’ın “Celâl” sıfatını belirtmektedir.

Kuşların ötüşleri ise Hakk’ın “Cemâl” sıfatını belirtmektedir.

Sakın sen göldeki kazların, ördeklerin vak vak seslerini yanlış anlama, onlar lisan-ı hâl ile “Ya Hak!” diye nida etmektedirler.

Ağaçtaki kumruların “Hu! Hu!” diye ötmeleri Hakk’a ibâdetten başka bir şey değildir.

Gül bahçesinde bülbül ötüp durmaktadır. Onu güle, sümbüle âşık olduğu hakkında hikâyeler anlatırlar.

Aslında bülbül güle, sümbüle âşık değildir. Hakk’a âşıktır. Başka bir şey sanmak aptallıktır.

Kafeste çırpınıp duran kanarya da Allah’ı zikretmektedir.

Baykuşun sesini uğursuz sanmak aptallıktır. O da Hakk’ı zikretmektedir.

Nây’ın feryadı ise her an “Sen bizim Mevlâmızsın, bizi affet.” sözüdür.

Hiç şüphe etme ki, keman da lisan-ı hâl ile “Allahuekber” demektedir.

Âşık musiki seslerini duyduğu zaman rûhen kendinden geçer. Çünkü sazın her bir telinden bir Vahdet Gülbankı duyulmaktadır. İlâhî bütün seslerde “Allah’ım biz sana âşığız, senin rızanı istiyoruz” nidası gizlidir.

Bundan başkası hikâyedir.

Hazret-i Mevlânâ’nın



Hayatı ve Kişiliği

Hazret-i Mevlânâ’nın hayatı hakkında bilgi edinmeden önce, onun yaşadığı 13. milâdi asrın durumunu kısaca gözden geçirmemiz gerekir. O asrın durumunu mütalâa edenler, Moğolların İslâm diyarlarına saldırmalarından, şehirleri yakıp yıkmalarından, halkı kılıçtan geçirmelerinden uzun uzadıya bahsederler de İslâmî olmayan batıl inançların saldırısından, felsefenin mü’minler üzerindeki tahribatından, kendi akıllarına güvenerek Kur’ân âyetlerini ve hadisleri batını yönden açıklayanların imanları nasıl zedelediğinden hiç bahsetmezler. Hele Mutezile taifesinin îmanlar üzerindeki yıkıcı etkisini hiç düşünmezler. Hazret-i Mevlânâ’nın babası Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled hazretlerinin de sadece Moğol saldırısından korktuğu için Anadolu’ya göç ettiğinden söz ederler. Bu göçün, fikir ayrılığı yüzünden olduğunu söylemezler. Sultanü’l-Ulema’nın doğup büyüdüğü, okuduğu, yaşadığı, sevdiği, bÜyüklerinin mezârları bulunan bir şehri kendi arzusuyla bırakıp yollara düşmesinin, gurbet sıkıntılarına katlanmasının elbet birkaç sebebi vardı. En mühim sebep, inandığını yaşayanların arasında bulunmak isteyişi idi. O zamanlar Belh şehri, İslâm, Hıristiyan, Zerdüşt, Budist ve Yunan düşüncelerinin kaynaştığı, o devrin en mühim ilim, sanat ve tarikat merkezlerinden biri idi. İslâm’a aykırı düşen inançlar, görüşler, Mutezile fikirleri, münakaşa edilip duruyordu. Abbasiler devrinde Arapçaya tercüme edilen eski Yunan filozoflarının eserlerini okuyan İslâm bilginleri ile İslâm inançları ile İslâmi olmayan inançları birbirleriyle uzlaştırmaya çalışıyorlardı.

Sahihî, dindar birer Müslüman olan Selçuklu hükümdarları, sünnî mezhebinde olan bilginlere çok rağbet edip huzurlarında dinî tefsir hüccetleri yaptırırken, Mevlânâ’nın doğum yeri Belh’te, Harzemşahlar yurdunda batınî inançlar, Mutezile fikirleri, felsefî görüşler tartışılıyordu. Orada bulunan birçok âlimler ve başta bulunan Harzemşahlar, kendilerini felsefî cereyana kaptırmışlar, kendileri gibi düşünmeyenleri yobazlıkla suçluyorlar, hoş karşılamıyorlardı. Halbuki Mevlânâ’nın babası, bu felsefî görüşlere ve aklî inanışlara şiddetle karşı çıkıyordu. Akıl yolu ile huzura kavuşulamayacağını bildiği için çekinmeden vaazlarında, Yunan felsefesini benimseyen Fahr-ı Râzî hazretleri ile ona uyan Harzemşah’ın fikirlerini tenkit ediyordu. Nitekim Sultanü’l-Ulema hazretleri Maârif adlı kitabında şöyle söylemektedir: “Yunan felsefesi tesirine kapılan büyük müfessir Fahr-ı Râzî hazretlerine ve Harzemşah ve daha nice bidat ehline dedim ki: ‘Siz, yüzbinlerce huzur içindeki gönülleri, keşifleri, devletleri bırakmışsınız da şu iki karanlık bucağa kaçmışsınız. Bunca mucizeleri, delilleri bırakmışsınız da iki üç hayâlin peşine düşmüşsünüz. Bunca aydınlıklar size fayda vermiyor mu ki şu iki üç karanlık düşünceli filozoflar, size âlemi karartmada, bu sapıklık, bu bidat üstünlüğü, sizi ibâdetten, takatten alıkoymaktadır.’” (Maârif, 45.B.)

Sultanü’l-Ulema bu sözleri ile felsefenin mü’mini huzura kavuşturmadığını anlatmak için felsefi görüşleri karanlık bucağa, hayâle benzetiyor.

Nitekim Mevlânâ Câmî hazretleri de, “Yunan düşüncesi, felsefesi, hevâ ve hevesin mahsulüdür. Halbuki İslâmların mü’minlerin inandıkları hikmet, uydukları fikir Peygamber Efendimizin (s.a.v.) emirleridir” diye buyurmuştur.

Mevlânâ’nın babası, 1221 senesinde Moğollarla savaşarak şehit düşen büyük âlim ve sûfi Necmeddin Kübra hazretlerinin yolunda olup o devirlerde yaygın olan Kübreviyye tarîkatinde idi. Sultanü’l-Ulema Bahaeddin hazretleri, inandıklarını yaşayan, fikirlerini çekinmeden söyleyen, tam Muhammedi bir yolda, büyük bir veli, eşsiz bir âlimdi. Maârif adlı eserinde: “Hazret-i Muhammed’in yolundan daha doğru bir yol görmedim.” diye buyurmuştu. Aradan seneler geçti, Hazret-i Mevlânâ da babasının Belh’te söylediğini Konya’da şu rubâisinde dile getirmişti: “Yaşadığım müddetçe ben, Kur’ân’ ın kuluyum. Hazret-i Muhammed (s.a.v.)’in yolunun toprağıyım. Birisi benim sözlerimden, bu görüşlere aykırı mânâlar çıkarır, beni başka türlü tanırsa ben, bu sözleri çıkarandan da bu sözlerden de bıkmışım, usanmışım.”

Görülüyor ki, baba oğul, her ikisi de yani bilginlerin sultanı Bahaeddin Veled de âriflerin sultanı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Hazret-i Muhammed’in (s.a.v.) yolunda idiler; her ikisi de İslâmî olmayan inançlarla, İslâm’ı içten yıkmak isteyen sapık görüşlerle mücadele etmişler, eserleri ile sohbetleri ile mü’minleri uyarmışlar, onlara gerçek Muhammedî yolu göstermişlerdir. Bıraktıkları eserlerle, bugün de bu vazifeye devam etmektedirler.

Hazret-i Mevlânâ bir gönül adamı, bir Hak âşığı olup bütün eserlerinde İslâm’ın ruhundan, esasından zerre kadar ayrılmamış, fırsat düştükçe Kur’ân’ ın âyetlerini ve eşsiz Peygamberimiz Aleyhisselâm’ın hadîs-i şeriflerini açıklamıştır. Onun ilham kaynağı Allah sevgisi, Kur’ân sevgisi, Peygamber sevgisi, insan sevgisidir. Onun bütün eserleri dikkatle okunur incelenirse eserlerinde İslâm’a aykırı düşen, İslâmî olmayan bir görüş bulunmayacaktır. Eğer Mevlânâ’nın şiirlerinde, İslâmî olmayan bir fikre rastlarsanız o şiirin Mevlânâ’ya ait olduğundan şüphe ediniz, araştırınız. Güvenilir divanlara bakınız, göreceksiniz ki zihninize takılan o şiir, Mevlânâ’nın kendi şiiri değildir. Sonradan onun şiirleri arasına karıştırılmıştır. Mevlânâ’nın asılları Farsça olan eserlerinden yapılan her tercümeye de güvenmemek gerekir. Çünkü Mevlânâ’nın Muhammedî olan görüşlerini kendi sakat, batıl görüşlerine, İslâmî olmayan inanışlarına doğru çekip götürenler vardır.

Hazret-i Mevlânâ çok kuvvetli edebî kabiliyeti ile İslâmî ve insanî olan fikirlerini, duygularını herkesin anlayacağı şekilde, misallerle, hikâyelerle o kadar güzel, o kadar hoş ifâde etmiştir ki îmanın, aşkın gücü ile, şiirlerinin tesiri ile duygusu olan herkesi büyülemiştir. Bu sebepledir ki onun eserleri, şiirleri, başka dinlerden İslâm’a geçenlere sihirli bir köprü olmuştur.

Asırlarca önce İslâm memleketlerine saldıran Haçlıları defetmek için Kılıçarslanlar, Selâhaddin Eyyübîler, nasıl aslanlar gibi savaşmışlarsa, kimseyi itikadı için zorlamayan, kimseye kâfir demeyen, sadece İslâmî esaslar üzerinde, onları Muhammedî yoldan haberdar eden Mevlânâ da eserleri ile şiirleri ile sohbetleri ile İslâmî olmayan inançlarla, Muhammedî olmayan davranışlarla öyle savaşmış, İslâmî esasları korumuş büyük bir veli, büyük bir ‘insan-ı kâmil’dir. Hazret-i Mevlânâ şu veya bu şekilde hiçbir zaman İslâmî esaslardan, şeriat yolundan ayrılmamıştır. Bugün ona isnat edilen “Mevlevîlik Tarikati”ni de o kurmamıştır. O tam mânâsıyla Ehl-i sünnet erbabından büyük bir veli, büyük bir şair ve mütefekkirdir. İslâm’ın dışında bir Mevlânâ düşünmek, Mevlânâ’ya hakaret olur ve insan bir veliyi yanlış anladığı için günaha girer.

Hazret-i Mevlânâ’nın Kısaca Hayatı

Hazret-i Mevlânâ, 30 Eylül 1207 (H. 6 Rebiu’l-evvel 604) senesinde, bugün Afganistan’da bulunan Belh şehrinde dünyaya gelmiştir. Belh şehri, o devirlerde ilim ve irfan merkezi olup henüz Moğol istilasına uğramamıştı. Camileri, medreseleri ile, sarayları ile etrafa ün salmıştı. İpek Yolu üzerinde tüccarların kaynaştığı, iktisâden gelişmiş bir başkent idi.

Mevlânâ’nın adı Mehmed (Muhammed), lâkabı Celâleddîn’dir. Bütün tarihçiler onu, bu lâkapla tanırlar. Celâleddîn isminden başka Hüdavendigar lâkabı ile yâd edilir. Mevlevî ve Mevlânâ tabirlerine gelince, bugün umumiyetle Mevlevî kelimesi ile Hazret-i Mevlânâ’ya gönül verenleri kastediyoruz. Halbuki eski devirlerde, bu lâkap, sûfîler arasında Hak âşıklarına, hakikat ehli olanlara, gönülleri uyanık kişilere tahsis edilmişti. “Bizim efendimiz” mânâsına gelen “Mevlânâ” kelimesi, isminin başına getirilerek Mevlânâ Celâleddîn diye yâd edildiği gibi, sadece Mevlânâ diye de çağrılmış ve çağrılmakta ve çoğu zaman bu lâkap kullanılmaktadır. Esasen velilerden bahseden kitaplarda, halk sevdikleri velileri hep bu adla zikretmiştir. Mevlânâ Halid, Mevlânâ Kâsım, Mevlânâ Ahmed, Mevlânâ Câmî adları menakıb kitaplarında sık sık geçer. Hazret-i Mevlânâ hayatının çoğunu, o zamanlar “Rum Diyarı” diye anılan Anadolu’da geçirdiği için Mevlânâ-yı Rum yahut Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî yahut da sadece Rûmî diye anılmaktadır.

Hazret-i Mevlânâ’nın şiirdeki mahlası Şems-i Tebrizî’dir. Nadiren “Hâmüş/Hamûş” kelimesini de kullanır.

Mevlânâ’nın Nesebi

Hazret-i Mevlânâ’nın nesebi Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık’a kadar uzamaktadır. Babası Mehmed Bahaeddin Veled hazretlerinin, “bilginlerin sultanı” anlamına gelen Sultanü’l-Ulema lâkabını Peygamber Efendimiz’in rüyada kendisine verdiğini anlatan rivayetler vardır.

Gerçekten de Bahaeddin Veled hazretleri, yalnız bilginlerin sultanı değil, insanlığın sultanı, faziletlerin sultanı, cesaretin sultanı, hulâsa, her şeyin sultanı idi. Kısaca örnek bir insan, kâmil bir insan idi. Üstün bilgisi yanında, tam Muhammedî bir ahlâka, fazilete mâlikti. Herkese iyilik eder, kötülükten kaçınırdı. Etrafında bulunanları uyarmak, onları imansızlıktan, sapıklıktan korumak için, onlarla sohbetler tertip eder, konuşmalar yapardı. Çok güzel konuşurdu. Onu dinleyenler, aşkla, îmanla kendilerinden geçerlerdi.

O, korkak âlimlerden değildi. Hükümdarların bile yüzlerine karşı hatalarını söylerdi. Nasıl Şeyh Sa’dî hiç korkmadan Bağdat’ı yakıp yıkan Hülâgu’nun yüzüne karşı, “Sen, bir zalimsin!” diye bağırdı ise, Sultanü’l-Ulema da Harzemşah’ın yüzüne karşı yürüdüğü yolun şeriat yolu olmadığını, sapıklık olduğunu söylüyordu.

O, korkarak düşüncelerini söylemeyen, sultanları metheden, maddî çıkarı için ikiyüzlü olan, yüze gülen bilginlerden değildi. Yunan felsefesinin etkisi altında kalan âlimleri de pâdişahları da uyarıyordu. Bu sebeple imanlı halk hep ona koşuyordu. Belh şehri ahalisi Bahaeddin Veled hazretlerine büyük itibar ve sevgi besliyordu. Halkın Sultanü’l-Ulema’ya karşı gösterdiği aşırı sevgi ve saygı, o devrin padişahı olan Harzemşah’ı korkuttu. Onun değerini anlayamayan, onun inancını taşımayan bilginlerin çoğu, onu kıskanıyorlardı. Fakat o, hiçbir şeyden çekinmiyordu. Fikirlerini açıkça söylemekten vazgeçmiyordu.

Sultanü’l-Ulema’nın babası Ahmed Hatibî oğlu Hüseyin de o devrin en tanınmış âlimlerinden, faziletli erlerindendi. Mehmed Bahaeddin Veled hazretlerinin annesi, Harzemşahlar hanedanına mensuptu. Fakat hanedanın hangi sultanına mensup olduğu belli değildir.

Bahaeddin Veled Hazretlerinin Belh’ten Göç Etmesi

Sultanü’l-Ulema’nın, fikir ve inanç ayrılığı yüzünden Belh’ten göç ettiği bir gerçektir. Çünkü Harzemşah’ın, Kübreviyye Tarikatı mensupları ile arası iyi değildi. Bahaeddin Veled hazretleri Necmeddin Kübra’nın halîfelerindendi. Felsefi düşüncelere kapılıp akla değer verenlerin şeriat yolunda olmadıklarını çekinmeden vaazlarında söylüyordu. Kendisini çekemeyen bilginler, pâdişâhla arasını açmışlardı. Bu sıralarda, Necmeddin Kübra hazretlerinin halîfelerinden Mecdeddin Bağdadî, Harzemşah’ın emri ile Ceyhun Irmağı’na atılarak boğdurulmuştu. Sultanü’l-Ulema bir taraftan kıskanılıyor, bir taraftan da baskı altında bulunuyordu. Bunun üzerine, bir fitneye sebep olmamak için göç etmeye karar verdi.

Bahaeddin Veled hazretlerinin hangi tarihte Belh’ten göç ettiği katî olarak bilinmemektedir. En yakın müritlerini, halîfelerini ve ailesini yanına alarak Belh şehrini terk etti. Bahaeddin Veled hazretlerinin yanında refikası Mümine Hatun ile büyük oğlu Alaeddin Mehmed ve küçük oğlu Celâleddîn Mehmed bulunuyordu. Akrabalarının bir kısmı Belh’te kalmıştı.

Bu göç başladığı zaman Celâleddîn Mehmed yani Mevlânâ kaç yaşında idi? Bu katî olarak bilinmiyor. Bazıları on dört, bazıları yirmi bir yaşında olduğunu yazmaktadırlar.

Göç kervanının ilk önemli durağı Nişabur şehri oldu. Bu şehir de Belh gibi o devrin en mühim ilim ve irfan merkezlerinden biri idi. Üstelik bu şehirde Sultanü’l-Ulema’nın pîrdaşı Feridüddin-i Attar hazretleri yaşıyordu. Attar hazretleri Sultanü’l-Ulema’nın Nişabur’a teşrifini haber alır almaz konakladığı yere geldi.

İki veli, “Marace’l-bahreyni yeltegıyan” (Rahman Sûresi, 19. âyet) sırrına mazhar oldular. Derler ki, bu buluşmada Feridüddin-i Attar hazretleri, Celâleddîn Mehmed’in mânevî büyüklüğünü sezmiş de babasına, “Umarım ki senin bu oğlun, yakın zamanda, âlemde ilâhî aşkla yanacak gönüllere ateş salacaktır.” demişti. İlk gençlik çağında olan Celâleddîn Mehmed’e, ilâhî sırlara aşina olacak bu delikanlıya, Esrâr-nâme adlı kitabını armağan olarak vermekten zevk duydu. Mevlânâ Esrâr-nâme’yi pek sevdi. Onu daima yanında sakladı. Seneler geçti, Mesnevî’sini yazdırırken, oraya Esrâr-nâme’den hikâyeler aldığı gibi fırsat düşünce de Attar hazretlerine olan sevgisini ifâde etti. Divan-ı Kebîr’ inde,


missing image file

“Attar, rûh idi. Senayî de onun iki gözü. Biz hakikat meydanına Senayî ve Attar’dan sonra geldik. Onları izledik.”

diye buyurdu.

Bahaeddin Veled Hazretlerinin Bağdat’a Gelişi ve Seferine Devam Edişi

Sultanü’l-Ulema’nın ikinci önemli durak yeri, o zamanlar Abbasi Devleti’nin başkenti ve hilâfet makamı olan Bağdat oldu. Molla Câmî’nin rivayetine göre Bahaeddin Veled hazretlerinin kafilesi Bağdat’a girince halk, “Bunlar hangi kavimdendir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?” diye sorunca Sultanü’l-Ulema, “Biz Allah’tan geldik, yine ona gidiyoruz. Allah’tan başka kuvvetimiz yoktur.” diye cevap verdi. Bu cevabı, Avarifü’l-Maârif sahibi Şeyh Şehabeddin Sühreverdî hazretleri (1145-1235) duydukları zaman, “Bu sözü Belhli Bahaeddin Veled hazretlerinden başkası söyleyemez.” dedi ve hemen onu görmeye gitti. Onun kafilesinin karşıdan geldiğini görünce saygı ile atından indi, geldi Bahaeddin Veled’in dizini öptü, dergahına teşriflerini niyaz etti. Sultanü’l-Ulema, “Bilginlere, bir medresede konaklamak daha münasiptir.” diyerek bir medreseye misafir oldu. Sühreverdî hazretleri, bu aziz misafiri bırakmadı, yanında kaldı, ona hizmet etti.

Bağdat halîfesi, bu büyük veliye yardımda bulunmak istedi. Üç bin Mısır dinarı altın gönderdi, Bahaeddin Veled hazretleri bu hediyeyi, haramdır, şüphelidir diye kabul etmedi. Halîfe, onu bizzat ağırlamak, sarayda misafir etmek istedi. Mevlânâ’nın babası, halîfenin bu isteğini de reddetti. Çünkü halîfenin, bulunduğu makamın mânevî değerini düşünmeden daima içki içtiğini, şeriata aykırı hareketlerde bulunduğunu duymuştu. Böyle bir zatın sarayında misafir olmak, gönderdiği altınları kabul etmek bir sûfiye yakışmazdı.

Bağdat şehrinin en büyük camiinde verdiği vaaz, çok ihtişamlı oldu. Halîfe de dahil sayısız mü’min camii doldurmuştu. O kadar kalabalık vardı ki oturmaya imkân yoktu. Herkes ayakta bu büyük veliyi dinliyordu. Belh’ten göç eden, çoluğu çocuğu ile, ihvanıyla Hicaz’a Peygamber Efendimiz’i ziyarete giden bu nûrlu, îmanlı Türk velisi, fasih Arapça konuşuyor, halîfe de dahil, herkesi büyülüyordu. İnandığını yaşayan, inancı uğrunda kendi isteği ile göç eden, gurbet acılarına katlanan bu mübarek insan, haliyle, konuşmaları ile, bütün Bağdatlıların gönüllerini fethetmişti. O, Kâbe’yi ziyaret etmeden önce, sayısız mü’minin gönül kâbelerini ziyaret etmiş, onlara mübarek gönlünden seslenmiş, onları, İslâm’ın başına gelen felâketlerden haberdar etmiş, uyarmıştı. Terk edip geldiği güzelim Belh şehrinin Moğolların ayakları altında çiğnendiğinden ve Harzemşah hükümdarı Sultan Tekiş’in perişan edildiğinden bahsetmişti. Halîfe de, onu dinleyen bütün mü’minler de onun hayranı olmuşlardı. Kendisinin Bağdat’a yerleşip kalmasını istirham ettiler. Fakat o, halîfeler şehrinde üç günden fazla kalmadı. Hac seferine devam etti.

Sultanü’l-Ulema, hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte, Medine-i Münevvere’de Resûlullah Efendimiz’in mübarek türbelerine yüz sürdüler. Baba, oğulları ve halîfeleri ile beraber, âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz’in Ravza-i Mutahhara’sında sevgi gözyaşları döktüler. Sonra yollarına devam ederek birçok menzillerden geçerek Kudüs-i Şerife vardılar. Burada İslâm’ın ilk kıblesi olan Mescidü’l-Aksa’yı ziyaret ettiler. Sonra Şam şehrine geldiler. Büyük bir velinin şehirlerine gelmek üzere olduğunu haber alan Şam halkı, Bahaeddin Veled hazretlerini şehrin dışında karşıladı.

Şam şehrinde tanınmış birkaç bilginle sohbetlerde bulunduktan sonra Anadolu’ya doğru sefere devam ettiler.

Şam şehrini arkalarında bırakan kafile Halep şehrine geldi. Burada da birkaç gün kalıp dinlendikten sonra yollarına devam ettiler. Artık, o zamanlar “Rum Diyarı” diye adlandırılan Anadolu’ya ayak basmışlardı. Kafile, hiçbir yerde bir iki günden fazla kalmadan yoluna devam ediyordu. Kervan Malatya’ya vardı. Sonra Erzincan’a doğru yöneldi. O zamanlar Erzincan, Mengücekoğullarının başkenti idi, Mengücek Sultanı Fahreddin Behremşah ve karısı İsmetî Hatun, Sultanü’l-Ulema’nın kendi beldelerine doğru gelmekte olduğunu öğrenince onları karşılamak üzere Erzincan yakınındaki Akşehir kasabasına kadar geldiler. Sultan onları saraya götürmek, sarayda misafir etmek istedi. Bahaeddin hazretleri her yerde yaptığı gibi burada da bir medreseye misafir oldu. Burada da bir müddet kaldıktan sonra, Sivas-Kayseri-Niğde yolu ile Lârende’ye, bugünkü Karaman’a geldi.

Sultanü’l-Ulema’nın Lârende’ye Gelişi

O devirlerde, telefon, telgraf, radyo gibi uzaklardan haberler getiren vasıtalar yokken büyük velilerin, çok kıymetli bilginlerin çok uzaklardan şehirlere gelişleri haber alınıyor, şehrin ileri gelenleri ve halk onları şehirlerin uzaklarında sevgi ile, heyecanla karşılıyorlardı. Bu hâl, o zamanlarda, ilme, irfana verilen değerin ifadesidir. Mutlu haberler ağızdan ağıza duyuluyor, sanki esen rüzgârlarla, uçan kuşlarla haber yerine ulaşıyordu. O asırlarda telefon yoktu ama ilmi seven, insanlığı seven, Hakk’ı seven mü’minlerin gönüllerinde saygılar, sevgiler, sezişler vardı. Gönüller sağırlaşmamıştı. Her şehirde olduğu gibi Lârende’de de Bahaeddin Veled hazretlerinin gelmekte olduğu haberi, birkaç gün önceden duyulmuştu. Lârende emiri, faziletli, Hak aşığı bir zat olan Emir Musa Bey şehrin ileri gelenleriyle birlikte yaya olarak şehrin dışına çıktı. “Bilginlerin Sultanı”nı saygı ile heyecanla karşıladı. Onu sarayına davet etti. Çok dil döktü, niyaz etti, fakat her yerde olduğu gibi burada da o, Emir Musa’nın teklifini tatlı bir dille reddetti, “Bize, sarayda değil, medresede oturmak gerekir.” dedi ve bir medreseye misafir edildi. Fakat Emir Musa, şehrine gelen bu büyük veli için derhal bir medrese yapılmasını emretti. Münasip bir yerde güzel bir medrese inşa edildi. Kısa bir zamanda yapılan bu medreseye Sultanü’l-Ulema, ailesi ve müritleri ile birlikte yerleşti. Ders vermeye, vaaz etmeye başladı.

Bilginlerin Sultanı, Lârende’den memnundu. Emir Musa ve halk, bu büyük veliyi çok seviyordu. Vaazları feyz kaynağı, îman kaynağı oluyordu. Bu sıralarda Mevlânâ Celâleddîn Mehmed genç fakat çok bilgili bir derviş olarak babasının derslerine devam ediyor, hiçbir vaazını da kaçırmıyordu. Başka bilginlerin eserlerini büyük bir zevkle okuyor, bilgisini derinleştiriyordu.

Mevlânâ Celâleddîn Mehmed’in Evlenişi

Sultanü’l-Ulema ile Belh’ten göçüp gelen, onun en gözde müritlerinden Semerkandlı Şerefeddin Lala’nın Gevher Hatun isminde çok güzel bir kızı vardı. Bu kız, eşsiz bir güzelliğe malik olduğu gibi, ahlâkı, huyu da diğer kızlara benzemiyordu. Cenâb-ı Hak, maddî ve mânevi güzellikleri Gevher Hatun’un varlığında cem etmişti. Bahaeddin Veled hazretleri, bu güzel kızı, küçük oğlu Mevlânâ Celâleddîn’e almayı düşünüyordu. Büyük oğlu Alâeddin Mehmed’i hesaba katmadan küçük oğlunu evlendirmek istemesinin sebebi ne idi? Elbet bunda bir hikmet vardı. Gevher Hatun yedi yaşına kadar Sultanü’l-Ulema’nın önünde diz çökmüş, onun talebesi olmuştu. Küçük oğlu ile bu güzel talebesinin huyları birbirine çok uyuyordu. Bu tasavvurunu, kızın babasına açtığı zaman Şerefeddin Lala, “Bu evlenme bize şeref getirir, mutluluk getirir.” diye sevindi. İki baba bu izdivaca karar verdiler. 1225 senesinin bahar mevsiminde gösterişsiz, çok sade bir düğünle, bu iki güzel varlık, evlendiler, dünya evine girdiler. Bu mutlu evlenme sonunda Cenâb-ı Hak, ona nurtopu gibi iki erkek çocuk ihsan etti. Sultanü’l-Ulema da Mevlânâ Celâleddîn de Allah’ın bu lütfuna ve ihsanına çok sevindiler. Mevlânâ, ilk oğluna babasının adını (Sultan Veled Çelebi), ikinci oğluna da ağabeysinin adını (Alaeddin Çelebi) koydu.

Sultanü’l-Ulema, Karaman’da yedi sene kadar kaldı.

O zaman Selçuklu hükümdarı Sultan Alaeddin Keykubad’ın, Sultanü’l-Ulema gibi büyük bir varlığın Karaman’da yerleşip kalmasına gönlü razı olmadı. İyi kalpli sultan, Emir Musa’nın da muvafakatini alarak Sultanü’l-Ulema’yı Konya’ya davet etti.

Sultanü’l-Ulema’nın Konya’ya Gelişi ve



Sultan Tarafından Karşılanışı

Bilginlerin Sultanı, Selçuklu hükümdarının davetini kabul etti. Hemen yol hazırlıklarının yapılmasını istedi. Yedi seneden beri oturduğu Karaman’dan ayrılacaktı. 1229 (h.696) yılının bir bahar günü Karamanlıların gözyaşları arasında Konya’ya doğru yola çıktı. Bahaeddin Veled hazretleri daha feyizli olmak, daha yararlı olmak için sultanın davetini kabul etmişti. Yoksa Karaman topraklarına defnettiği karısı Mümine Hatun’u, büyük oğlu Alaeddin Mehmed’i bırakır mı idi? Karamanlıların da kendisini ne kadar sevdiklerini bilmiyor değildi. O şimdi, daha büyük bir şehre, âlimleri seven ve sayan büyük bir sultanın başkentine gidiyordu. Artık Konya onun için son menzil olacaktı. Türkistan’dan, İran’dan, başka İslâm diyarlarından koşup gelen velilerin toplantı yeri olan Konya’ya daha güçlü bir veli, Bilginlerin Sultanı olan bir varlık geliyordu. Olgun ruhlu, genç Mevlânâ, yine en büyük rehberi, hocası olan aziz babasının yanında idi. Küçük kervan, ağır ağır Konya’ya doğru ilerliyordu. Senelerce evvel Belh’ten kalkan, Nişaburları, Bağdatları dolaşan, Kâbe’den, Ravza-i Mutahhara’dan feyz alan, Haleplerde, Şamlarda duramayan, çok kalabalık olmayan beş on kişilik bir kafile, aslında, hiçbir yere, hiçbir şehre, hatta evliyalar burcu olan Bağdat’a bile sığamayan, bu küçük, fakat manen büyük olan kafile, Konya’ya sığacak ve Konya’da kalacaktı.

Konyalılar, büyük bir velinin şehirlerini şereflendireceğini duymuşlar, neşe ve heyecan içinde idiler. Başta Sultan Alaeddin Keykubad olmak üzere, Konya’nın bütün ileri gelenleri, din ve devlet adamları bilginler ve şeyhlerle birlikte Konya halkı, Karaman yolu üzerinde bir çayırlıkta Bilginler Sultanı’nı karşılamaya çıktılar.

Bu güzel bahar mevsiminde Konya surları dışında Karaman yolu üzerinde iki büyük sultan karşılaşacaktı. Biri, çökmek üzere olan büyük Selçuklu Devleti’ni yeniden canlandıran, zaferler kazanan, kaleler zapteden, devrin en büyük sultanı Alaeddin Keykubad; öteki bilgisizlikle, İslâmî olmayan inançlarla savaşan, insanlık, fazilet ve îman örneği, fikri ve îmanı uğruna ihtiyarî olan gurbete katlanan, bilginler sultanı, arifler sultanı Bahaeddin Veled hazretleri idi.

Alaeddin Keykubad, bitip tükenmeyen savaşlardan usanmış, bıkmış, şu vefasız dünyada sultan olmanın hiçliğini anlamış, bir mânâ sultanının önünde diz çökmek, onun dervişi olmak istiyordu. Bu sebepledir ki asil ruhlu, büyük sultan Alaeddin Keykubad, Bahaeddin Veled hazretlerini beklerken herkesten fazla heyecanlı idi.

Küçük kervan, uzaktan göründü. Ak sakallı, nûranî yüzlü Sultanü’l-Ulema en önde atının üzerinde geliyordu. Mevlânâ Celâleddîn, muhterem babasını takip ediyordu. Dervişleri, müritleri, hanımlar, en arkada kitap yüklü birkaç deve görülüyordu. Kervan yaklaşınca, atının üstünde bekleyen Sultan, hemen atından indi. Koşarak Bahaeddin Veled hazretlerinin atının dizginlerini tuttu. Attan inmesine yardım etti. İki sultan saygı ile birbirlerini selâmladılar. “Şehrimize hoş geldiniz, uğurlar getirdiniz.” dendi. Sonra Sultanü’l-Ulema’yı tekrar atına bindirdiler. Selçuk hükümdarı, büyük sultan Alaeddin Keykubad, Bahaeddin Veled hazretlerinin yanında atına binmedi. Yaya olarak, büyük velinin bazen atının dizginlerinden çekiyor, bazen de atının eğerinden tutarak yanında yürüyordu. Dünya sultanı, mânâ sultanının kulu, kölesi olmuştu. Bu hâli gören halk şaşırıp kalmıştı. Sultanlarının bu alçak gönüllülüğüne hayran olmuşlar, onu daha çok sevmişler, takdir etmişlerdi. Bu hâl ile şehre girildi.

Şehirde, sokaklar halkla dolup taşıyordu. Damlardan pencerelerden ahali, bu eşsiz manzarayı hayranlıkla seyrediyordu.

Selçuklu hükümdarı, aziz misafirini sarayda hazırlattığı daireye götürmek istedi, orada oturmasını, kalmasını niyaz etti. Bahaeddin Veled hazretleri, “Ey kudretli sultan, niyetinizi anlıyorum, fakat imamlara medrese, şeyhlere dergah, emirlere saray, tüccarlara han, gariplere kervansaray yaraşır, müsaade buyurunuz da biz de bir medreseye inelim.” dedi. Sultan bu isteğe uydu, daha fazla ısrar etmedi. Şehrin en büyük medresesi olan Altun-Aba’da misafir edildi. Zamanın sultanları, emirleri, büyükleri arasında âdet olduğu üzere, bu aziz misafire Sultan Alaeddin birçok bağış ve ihsanlarda bulunmak istedi. Para, yiyecek ve çeşitli hediyeler gönderdi ise de Bahaeddin Veled hazretleri, bütün hediyeleri nazikâne bir şekilde geri çevirdi, “Bizim dünya malında gözümüz yoktur. Dedelerimizin gaza suretiyle elde ettikleri dünyalığımız bitmedi. Onlar bize yeter, sultan, zahmet edip hakkımız olmayan şeyleri bize göndermesin.” diyerek her şehirde yaptığı gibi Konya’da da sultandan bile olsa hediye kabul etmedi.

Bahaeddin Veled hazretleri, kendisine ayrılan Altun-Aba Medresesi’nin birkaç hücresini işgal etmiş, oğlu ve torunları ile oraya yerleşmişti. Bugün Konya’da asırların tahribatından kendini kurtararak ayakta duran Alaeddin Camii’nde vaaz ediyordu. Nereye giderse büyük bir halk kalabalığı onu takip ediyordu. Sultan da sık sık emirleri ile birlikte onun vaazını dinlemeye geliyordu.

Sultanü’l-Ulema, Konya’ya teşrifinden iki sene sonra 1231 senesinin kış mevsiminde birdenbire hastalandı. Yaşı seksen beşi geçmişti, hastalığının üçüncü günü vefat etti. Bugün Konya’da görülen Hazret-i Mevlânâ da dahil babasının en yakınlarının mezarlarını içine almış bulunan türbe sonradan yapılmıştır. Bugün Sultanü’l-Ulema’nın mezarı üstünde bulunan ve Selçuklular devrinin en güzel ağaç oyması sanat eserlerinden sayılan yüksek ahşap sanduka, Kanûni Sultan Süleyman zamanına kadar Mevlânâ’nın mezârı üzerinde bulunuyormuş. Kanûni devrinde bu yüksek ahşap sanduka, Mevlânâ’nın mezârı üstünden alınarak, babasının mezârı üstüne konmuş, Mevlânâ’ya daha az yüksek mermer ve pûşîdeli bir sanduka yaptırılmıştır. Yoksa zannedildiği gibi Sultanü’l-Ulema, Mevlânâ’nın mübarek naaşı gelince onun ilmine ve fazlına hürmeten ayağa kalkmış değildir. Babanın da oğlunun da ayağa kalkarak birbirlerini yüceltmelerine ihtiyaçları yoktur. Senelerden beri onlara gönül verenler, onların huzurunda heyecanla, sevgi ile, saygı ile ayakta durmaktadırlar ve kıyamete kadar da ayakta duracaklardır.

Mevlânâ’nın Seyyid Burhaneddin



Muhakkik Tirmizî’ye Mürit Oluşu ve



Kübreviyye Tarikati’ne Girişi

Babasını kaybeden Mevlânâ içinde büyük bir boşluk duyuyordu. Çünkü o, yalnız bir baba kaybetmemişti; bir şeyh, bir mürşit, bir gönül dostu, ilim ve fazilet timsali bir insân-ı kâmil kaybetmişti. Her ne kadar Sultanü’l-Ulema’nın müritleri tarafından bir şeyh, bir pîr olarak tanınıyor, genç yaşta zamanın en büyük âlimi sayılıyor, etrafında hayli ilim ve irfan meraklısı toplanıyorsa da o, kendini babasının yerine koyamıyor, mânevî yalnızlığını hissediyordu. Bir sene böyle geçti.

Sultanü’l-Ulema’nın vefatından bir yıl sonra, onun halîfelerinden Tirmizli Seyyid Burhaneddin Muhakkik, şeyhinin Konya’ya yerleştiğini duymuş, onu görmek için Konya’ya gelmişti. Seyyid Burhaneddin, Mevlânâ’nın babası Belh’te bulunuyorken de orada idi. Ve Sultanü’l-Ulema’nın en gözde müritlerindendi. Belh’te bulunduğu o zamanlarda Hazret-i Mevlânâ çocuk yaşlarda iken Seyyid onun terbiyesini üzerine almıştı. Bu sebeple Seyyid Burhaneddin hazretlerinin Konya’ya gelişine Hazret-i Mevlânâ çok sevindi. Baba dostu eski hocasının elini öptü. Belh’te geçen mutlu günleri hatırladılar. Seyyid hazretleri Konya’ya niçin geldiğinin mânâsını anladı. O, aziz şeyhinin oğlunun, eskiden mürebbisi iken, şimdi mürşidi olacaktı. Hazret-i Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, İbtidâ-nâme adlı eserinde Seyyid’in Konya’ya gelişini ve Mevlânâ ile buluşmasını anlattıktan sonra, onun eski talebesine şunları söylediğini yazmaktadır. “Bilgide eşin yok. Üstün ve seçkin bir kişisin, fakat baban, ‘hâl’ sahibi idi; sen de sözü bırak da ‘hâl’ine sahip olmaya bak. Bu hususta çalış da onun yalnız ilmine değil, mânevî yönüne de varis ol. Güneş gibi âlemi aydınlat, karanlıkta kalanlara, Muhammedî yoldan çıkanlara yol göster.”

Hazret-i Mevlânâ gönülden gelen bu sözleri, babasının sözleri imiş gibi kabul etti, ona teslim oldu. Çünkü Burhaneddin hazretleri ona, “İstiyorum ki, benim şeyhim olan babandan bana ulaşan hakikatleri, sen de benden alasın. Vakit geçirmeden, senin dervişlik yoluna girmen gerek. Ledün ilmi ‘Hakk’ı bilme, Hakk’ı bulma ilmi’, peygamberlerin, velilerin ilmidir. Artık senin bu ilimde de ilerlemen lâzımdır.” demekte idi.

O günden sonra Mevlânâ, Seyyid Burhaneddin hazretlerine mürit oldu ve şeyhinin onu talim ettiği Kübreviyye Tarikati’nin evrat ve tesbihine devam etmeye başladı. Seyyid, önce onu kırk gün bir odaya kilitlemiş, Mevlânâ’ya halvet yaptırmıştı. Baba dostu Seyyid Burhaneddin hazretlerini bulunca, Mevlânâ mânevî yalnızlıktan kurtulmuş, şeyhinin verdiği virtleri aşkla, şevkle okumakta ve tesbihleri çekmekte idi.

Mevlânâ her ne kadar babası ve aynı zamanda hocası olan Sultanü’l-Ulema’dan çok şeyler öğrenmişse de Seyyid Burhaneddin hazretleri din ve şeriat bilgisini derinleştirmesi için ona Halep ve Şam’a gitmesini tavsiye etmiş, Mevlânâ da şeyhinin emrine uyarak, birkaç derviş arkadaşı ile beraber Halep’e gitmişti. Mevlânâ’yı Halep’e gönderince Seyyid Burhaneddin hazretleri de Konya’da kalmadı. Kayseri’ye gitti. Bu gidiş muvakkatti. Sevgili müridi Konya’ya dönünce o da Konya’ya gelecekti.

Mevlânâ Halep’te iki sene kadar, o devrin en meşhur medresesi olan Halâviyye Medresesi’nde kaldı. Oranın en tanınmış âlimi Kemaleddin İbnü’l-Adîm’den (öl. 1262) fıkıh tahsil etti. Bu meşhur âlim, Mevlânâ’nın babası ile görüşmüştü. Bu sebeple çok sevdiği Sultanü’l-Ulema’nın oğluna pek yakınlık gösterdi. Onunla candan meşgul oldu.

Mevlânâ Halep’ten Şam’a geldi. Şam, Moğol istilası önünden kaçıp gelen bilginlerle, sûfilerle dolmuştu. Sanki kudret, ilerde eşsiz bir sûfî olacak, ledün ilmine Mesnevî gibi eseri ile hizmette bulunacak Hazret-i Mevlânâ’nın yetişmesi için her şeyi hazırlamıştı. Gerçekten Şam, o devirde velilerin toplandığı bir “veliler şehri” olmuştu. Bütün devirlerin en seçkin sûfisi olarak anılacak olan Muhyiddin el-Arabî (1165-1240) hazretleri de o zamanlar Şam’da idi. Mevlânâ Şam’da Makdîsiyye Medresesi’nde kaldı. Buradaki bilginlerden sûfilerden de çok yararlandı. Büyük bir aşkla gece gündüz okuyor, bilginleri sık sık ziyaret ediyor, onların sohbetlerinde bulunuyor, onlara sorular soruyor, cevaplar alıyordu. Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin eserlerini okuyor, onlar üzerinde düşünüyor, fikirlerini, görüşlerini derinleştiriyordu.

Mevlânâ Şam’da dört seneden fazla kaldı. Orada geniş bir muhit edinmişti. Onu tanıyan herkes ona saygı gösteriyordu. Karısını, çocuklarını Konya’da bırakarak altı seneden beri gurbet ellerde ilim aşkıyla didinip duran Mevlânâ’nın zekâsına, irfanına herkes hayran kalıyordu. Şam’da bulunduğu senelerde tahsilini daha çok derinleştirdi. Artık Konya’ya dönmesi gerekiyordu.

Hazret-i Mevlânâ Anadolu’ya dönünce, önce Kayseri’ye uğrayarak şeyhi Seyyid Burhaneddin hazretlerini ziyaret etti. Sonra onunla birlikte Konya’ya geldiler. Şeyh, durumdan çok memnundu. Mevlânâ’yı çok değişmiş buldu. Bilgisi, olgunluğu, şeriata bağlılığı bariz bir şekilde dikkati çekiyordu. O gerçekten mürşitlik, babalık vazifesini yapmış; şeyhinin oğlunu, ilmin, îmanın yolunda kemâle sevk etmişti. Şimdi artık onunla şahsen meşgul oluyor, onu telkinleri ile görüşleri ile daha mükemmel bir hâle getirmeye gayret sarf ediyordu. Seyyid Burhaneddin bir müddet sonra Kayseri’ye döndü ve orada vefat etti (1241).

Mevlânâ’nın Hayatındaki Değişiklik

Burhaneddin Tirmizî hazretlerinin vefatından sonra Mevlânâ, Konya’da medresede ders vermeye başladı. O, ilk bilgisini, feyzini Sultanü’l-Ulema olan babasından almıştı. Sonra Halep’te, Şam’da altı senesini harcamış, devrinin en tanınmış bilginlerinden yararlanmış, en meşhur sûfilerin sohbetlerinde bulunmuştu. Bilhassa babasının halifesi olan Burhaneddin Tirmizî hazretlerinin terbiyesi ile seyr ü sülûkunu tamamlamış, ilimde olduğu gibi sûfilik alanında da en yüksek dereceye ulaşmış, mürşit ve şeyh olmuş, şeyhi tarafından da halkı irşada memur edilmişti.

Mevlânâ bir taraftan medresede derslerle uğraşıyor, hakikati arayanlarla sohbetler ediyor, bir taraftan da Hak âşıklarına mürşitlik ediyor, onları uyanyordu. Böylece Mevlânâ, din ilminde ve çeşitli ilim dallarında babası gibi “Bilginlerin Sultanı” olmuş, sûfilik alanında da “Ariflerin Sultanı” sayılmıştı.

Halk, Mevlânâ’nın hayranı idi. Onun ibâdetlere bağlılığı, oruca, namaza, zikir ve tesbihe düşkünlüğü, fazileti, insanlığı, iyilikseverliği, büyük bir âlim olduğu hâlde gösterdiği tevâzu, dünya malına gönül vermeyişi, babası gibi tam Muhammedî yolda oluşu, kusursuz ve lekesiz hayatı sebebiyle o, sultanın, büyüklerin ve halkın nazarında gerçekten üstün bir insan, bir insân-ı kâmil olarak tanınıyordu.

İşte bu sıralarda, Mevlânâ’nın hayatında büyük bir değişiklik yapan bir hadise oldu. Tebrizli Şemseddin Konya’ya geldi. Dersleri ile meşgul olan büyük bilgin, temkinli büyük sûfi ve mürşit Mevlânâ’yı bu gelen Tebrizli Şems adındaki garip zat, kendinden geçirdi, coşkun bir Hak âşığı hâline getirdi.

Tebrizli Şemseddin Hazretlerinin Kişiliği

Tebrizli Şemseddin Tebriz’de doğduğuna göre Azeri Türklerinden olsa gerek. Çok iyi bir tahsil gördüğü, devrinin bütün bilgilerine sahip bulunduğu Makâlât adlı eserindeki sözlerinden belli... Bir yere bağlanıp kalmadığı, çok yer dolaştığı için ona Şems-i Perende (Uçan Şems) denmiştir. Kâmil bir insan oluşu sebebiyle de Kâmil-i Tebrizî diye de anılır. Büyük bir veli olduğu hâlde kendini ve kerâmetlerini herkesten gizlemiş; şehirlerde tanınmadan yaşar, tanınınca hemen o şehirden kaçarmış. Seyahatleri sırasında tekkelere, medreselere misafir olmaz, basit tüccarlar gibi giyinir, şeyhlere mahsus gösterişli elbiseler giyinmezmiş. Hanlara misafir olur, odasının kapısını sıkıca kapar, içerde hasırdan başka yatacak şey bulundurmazmış. Sipehsalar, risalesinde, onu daha hayatta iken Cenâb-ı Hakk’a yakın olmak saadetine eren velilerin sultanı, ariflerin kutbu, nebilerin varisi, Hakk’ın sevgililerinin baş tacı diye tavsif ettikten sonra, yine onun keşf sahibi bir insân-ı kâmil olduğunu, Allah’a yakınlıkta Musa Aleyhisselâm’ın meşrebinde; uzlette, tek başına yaşamakta ise İsa Aleyhisselâm’ın huyunda olduğunu yazmaktadır. (Sipehsalar Tercümesi, Midhat Bahari, s. 164)

Eğer bu vasıflan taşımasaydı o, Hazret-i Mevlânâ ile nasıl olur da anlaşabilirdi? Nasıl olur da bu iki büyük veli, Hak dostları olarak iki deniz gibi birbirlerine kavuşabilirlerdi.

Sultan Veled, İbtidâ-nâme adlı eserinde Şems ile Mevlânâ’nın buluşmalarını Hazret-i Musa ile Hızır Aleyhisselâm’ın buluşmalarına benzetir. Bilindiği gibi Hazret-i Musa, Kelîmullah mertebesine erişmiş bir peygamber olduğu hâlde Hak âşıklarına hayrandı, onları arıyordu. Mevlânâ da en üstün derecelere ulaşmış, hem müderris hem mürşit makamına erişmiş olmasına rağmen yine de Hak âşıkları ile ilgileniyor, onları seviyordu. Yoksa bazılarının yanlış anladıkları gibi Mevlânâ mürşit aramıyordu. Büyük mürşit Burhaneddin Tirmizî’nin sülûk derecelerinden geçerek kendisi mürşit olmuştu.

Şems de büyük bir varlıktı. O da Mevlânâ gibi büyük bir Hak âşığı idi. O da çeşitli memleketlerde dolaşmış, çeşitli âlimler, şeyhler görmüş, kendi ifâdesine göre hiçbirisinde aradığını bulamamıştı. Hiç kimse onun hâline muttali olamamıştı. Hiç kimse onun sırlarının hakikatini bilememişti.

Hazret-i Mevlânâ kemâl mertebelerine ulaşmış, Konya’ya yerleşmiş, müderris olmuş, mürşit olmuş, yaşı da elliyi bulmuştu. Artık o, bir yerlere gitmek, bir şey aramak ihtiyacında değildi. Halbuki Şems yaşı altmışa vardığı hâlde bir yere yerleşip kalamamış, hâlâ dönüp dolaşıyor, şeyh arıyordu.

Şems, Makâlât adlı kitabında, “Ben Tebriz’den şeyh bulmak için çıktım, çıktım ama bulamadım. Âlem boş değil ya! Elbet vardır.” diyor. “Benim Tebriz’de Ebu Bekir adlı bir şeyhim vardı. Sepet örer, onunla geçinirdi. Ondan çok feyz aldım. Fakat, bende bir şey vardı ki şeyhim onu göremiyordu. Zaten onu hiç kimse görmemişti.” Hazret-i Şems’in hangi tarikate bağlı olduğunu da kesin olarak bilemiyoruz. Bazılarına göre Necmeddin Kübra hazretlerinin halîfelerinden Baba Kemal’in, bazılarına göre de Halvetiyye silsilesinden Ebheriyye kolundandı. Aslında Şems kendinde olanı göremeyen ve “Ben Şeyhim” diye övünen Sepetçi Ebu Bekir’e bağlanıp kalacak bir derviş değildi. O devirlerde, konuştuğu, tanıştığı, sohbetlerinde bulunduğu, muhtelif yerlerde yaşayan meşhur şeyhlerin hiçbirisinde Şems aradığını bulamamış, onlara tam olarak bağlanıp kalamamıştı. O, bir insân-ı kâmil, mükemmel bir mürşit arıyordu. Onun gönlünde kusursuz, tam Muhammedî yolda yaşayan, bir sahabe gibi lekesiz, tertemiz bir şeyh mefhumu vardı. Bu yüzden “Şeyhim” diye, “Mürşidim” diye kaşısına çıkan kişilerde kusur görüyor, onlara bağlanamıyordu. Herkesin eline sarıldıkları, saygı gösterdikleri şeyhlerde, İslâmî yaşayış, İslâmî ahlâk bulamayınca üzülüyor, onlardan uzaklaşıyordu. O, Makâlât’ında, “Dün, anasının karnından çıkmış, bugün, ‘Ben Hakkım’ diyor. Filan kadından doğan bir kişi nasıl olur da ‘Ben Hakkım’ diyebilir? Bu şeyhlerin çoğu Muhammed dininin eşkıyalarıdır, yol kesicileridir.” diyordu. (Makâlât, Fatih nüshası 45a)

Şems, menfaat ve gösteriş peşinde koşan şeyhlerden daima uzak kalmış, ömrü boyunca Mevlânâ’yı görüp onunla tanışıncaya kadar, herhangi bir yerde, herhangi bir şeyhe bağlanıp kalamamıştı. Muhyiddin-i Arabî hazretleri de dahil birçok şeyh gören, birçok ariflerle sohbetlerde bulunan ve kendisi de büyük bir veli olan Tebrizli Şems, Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini tanıyınca, ondaki hakikati görünce “Ben aradığımı, Hüdavendigarım’da (Mevlânâ) gördüm.” demiş ve Konya’da kalmıştı.

Mevlânâ’nın Şems’in Tesiri Altında Kalışı ve Şems’in



Dedikodular Yüzünden Konya’dan Kaçışı

Şems hazretleri Konya’ya 23 Ekim 1244 Cumartesi sabahı gelmişti. Mevlânâ ile buluşmaları hakkındaki çeşitli rivayetleri bir tarafa bırakarak Mevlânâ’nın Şems’in etkisi altında kalışı üzerinde düşünelim. Mevlânâ’nın büyük oğlu Sultan Veled, İbtidâ-nâme adlı eserinde, “Mevlânâ, Şems’in nûrlu yüzünü görünce birçok sırlar ona açıldı. Adeta Şems’in yüzünün nûrunda yok oldu.” diye yazmaktadır. Şems de hiçbir velide bulamadığını Mevlânâ’da bulunca, iki mânâ denizi birleşti.

Bu yakınlıkta, bu dostlukta, bu ilâhî sevgide, “Kim, kime mürşit oldu? Kim müritti?” diye üstünlük iddia edilemez. Fark gözetilemez.

Emir Hüsrev-i Dihlevî’nin şu beyti bu iki Hak âşığının durumlarını tavsif etmektedir:


missing image file

“Ben, sen oldum, sen de ben oldun. Ben, ten oldum; sen, can oldun. Artık bundan sonra kimse, ‘Ben ayrıyım, sen ayrısın.’ diyemez.”

Bu iki büyük velinin buluşmaları ve birbirlerini Hak dostu olarak sevmeleri, “Mü’min, mü’minin aynasıdır.” hadisinin sırrına ererek birbirlerine ayna olmaları, birbirlerinin gerçek hüviyetlerini görmeleri, etrafta bulunanlar tarafından iyi karşılanmıyordu. Mevlânâ’nın öğrencileri, müritleri, ileri gelen imamlar, din adamları hatta ailesinin fertleri, Mevlânâ’yı bu kadar tesiri altında bırakan Şems’teki hakikati, aşk ve îman gücünü göremedikleri, sezemedikleri için Tebrizliye nefret gözü ile bakıyorlardı.

Mevlânâ’nın zevcesi Kira Hatun, Şems gelmeden önce Mevlânâ’nın adam boyundaki bir çerağ altında, tan yeri ağarıncaya kadar babası Bahaeddin Veled’in Maârif adlı eserini okuduğunu rivayet etmekte idi. Halbuki Şems, Mevlânâ’ya hem babasının kitabını okutmuyor hem de Mevlânâ’nın pek sevdiği Mütenebbî Divanı’, daha başka kitapları okumasına müsaade etmiyordu.

Çünkü Şems, unutulacak, insana yük olacak, insanın benliğine benlik katacak bilgiye değil, gönül bilgisine, feyz ve cezbeye ehemmiyet veriyordu. “Gönül bilgisi kitaplardan öğrenilmez. İnsan altı bin sene yaşasa, altı kere Nuh ömrüne sahip olsa, yüz binlerce yıl içinde çalışarak elde edilen şey, bir an Allah’la beraber olmak yüzünden elde edilen feyz ile bir olamaz.” diyordu (Makâlât, Fatih nüshası 141). Böylece o, sohbeti ve Hakk’ın cezbesini esas tutuyor, bilginin bir gaye olmayıp hakikati anlamada, Hakk’ı idrakte aczimizi ortaya koyduğunu söylüyordu. Bu sebeple Şems, Mevlânâ’yı çok sevdiği şeyhlerden ayırarak zaten yakın olduğu Hakk’a, onu daha çok yaklaştırmak istiyordu.

Çoğu zamanlar medresenin cemaat hanesinde, kitap okumakla meşgul olan Mevlânâ’yı mütalâadan men ediyordu. Hatta onu, herkesle görüştürmüyordu. Bazen medresenin kapısına oturuyor, Mevlânâ’yı görmek isteyenlere, “Niyaz olarak, şükrâne olarak ne getirdin? Onu gösterin de Mevlânâ’yı size göstereyim.” diyordu. Bir gün birisi, bu garip adama kızarak, “Sen ne getirdin ki, bizden onu istiyorsun!” deyince Şems, “Ben, kendimi getirdim, başımı onun yoluna feda ettim.” demişti.

Şems’in Mevlânâ’ya bu kadar yakın oluşu, onu tesiri altına alışını İbtidâ-nâme’de Sultan Veled şöyle anlatmaktadır:

“Halk bu bağlılığı, bu vefayı, bu coşkunluğu, bu sevgiyi görünce hasede düştü. Herkes kınamaya koyuldu. Şeyhler, büyükler, yüce kişiler, ‘Bu adam ne biçim bir adamdır ki Mevlânâ’yı bu hâle getirdi. Hiçbirimiz onda bir hayır görmediğimiz hâlde Mevlânâ neden onu böyle üstün bir adam olarak tutmada, ağırlamada? Onda ne hâl var, ne ilim var! Ona, nazar ehli dememize, gönül gözünün açık olduğuna hükmetmemize imkân var mı?’ diye açıkça onun hakkında dedikodu yapmaya başladılar.”

Şems işin çığırından çıktığını, herkesin kendisine düşman olduğunu görünce, bir gün ansızın kayboluverdi. Şems, 643 yılının Şevvalinin 21. Perşembe günü Konya’yı terk etmişti (15 Şubat 1246). Şems, Konya’da tam on beş ay, yirmi beş gün kalmıştı.

Şems Hazretlerinin Konya’ya İkinci Gelişi

Mevlânâ hazretleri, Şems’in gidişine çok üzüldü. Sultan Veled, babasının, Şems’in gidişine sebep olanların yüzlerine bile bakmadığını yazıyor. Sebep olanların yaptıklarına pişman olduklarını, Mevlânâ’nın da onları affettiğini bildiriyor. Bir müddet sonra Şems, Mevlânâ’ya Şam’dan bir mektup göndermiş, bu suretle Şems’in Şam’a gittiği anlaşılmıştır.

Şems, Şam’dan mektup yazınca Mevlânâ da ona mektuplar yazdı. O zamanlar, şimdiki gibi posta teşkilatı olmadığından mektuplar ulaklarla gönderiliyor, bu da hayli zaman alıyordu. Eflaki hazretlerinin Menâkibü’l-Ârifîn adlı eserinde, Mevlânâ’nın Şems’e yazdığı dört manzum mektubu bulunmaktadır. Bu manzum mektuplardan teberrüken bir iki beyit aldım:


missing image file

“Ey dünyanın zarif kişisi, sana selâmlar gönderirim. Şunu iyi bil ki benim hastalığım da sağlığım da senin elindedir. Bedenimle senin yanında değilsem de sana hizmet edemiyorsam da şu bir gerçektir ki, ruhum ve gönlüm senin yanındadır.”

Mevlânâ, Şems’in yerini öğrenince Sultan Veled’i çağırdı. Ona bir miktar para vererek, “Sen, elçi olarak git, bu paraları ayağına saç, benim tarafımdan rica et, kendisine kötü davrananların pişman olduklarını söyle, lütfetsin, gelsin.” dedi.

Eflaki, Sultan Veled’in Şam’a yirmi kişi ile gittiğini yazıyor. Şam’da Şems hazretlerini buldular. Sultan Veled babasının dediğini yaptı; paraları ayağına saçtı. Şems paraları görünce gülümsedi, “Muhammed huylu Mevlânâ bizi altınla, gümüşle ne diye oyalıyor, onun dileği kâfi...” dedi ve Konya’ya gelmeyi kabul etti. Yolda, herkes at üstünde giderken Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled yaya olarak yürümede idi. Şems, ona, “Sen de ata bin, şu yörük kır ata binerek yol al.” dedi ise de Sultan Veled, “Ey, pâdişahlar pâdişahı! Seninle eşit olmaya gücüm yetmez. Hem pâdişah ata binsin hem de kul, bu nasıl olur?” dedi.

Şam kervanı Konya’ya yaklaşınca Sultan Veled babasına bir müjdeci gönderdi. Mevlânâ müjdeyi alır almaz, dervişler, beyler ve Mevlânâ’nın adamları, Mevlânâ ile beraber karşı çıktılar. 8 Mayıs 1247 günü Şems hazretleri tekrar Konya’yı şereflendirdi. Şems Mevlânâ’yı görünce atından indi. Kucaklaştılar; iki mânâ denizi tekrar birleşti.

Tebrizli Şems Hazretlerinin Kayboluşu

Şems tekrar Konya’ya geldikten sonra, önce onun aleyhinde bulunanların hepsi yaptıklarına pişman oldular; Şems de Mevlânâ gibi onların hepsini bağışladı. Fakat bu hâl uzun müddet devam etmedi; yine kin ve nefret uyandı, yine Şems aleyhinde dedikodular başladı; yalanlar, fitneler yine aldı yürüdü. Bu defaki fitneler daha şiddetli idi. Sultan Veled’in rivayetine göre küfür ve tehditlere artık dayanamayan Şems kendisine, “Ben bu sefer, öyle bir gidiş gideceğim ki, kimse izimi bulamayacak; öyle kaybolacağım ki, zamanlar geçecek izimin tozu bile bulunmayacak, onu mutlak bir düşman öldürdü diyecekler.” dedi.

Onu Konya’ya geldiğine pişman etmişlerdi. Makâlât’ında şöyle dert yanıyor: “Öyle zahmetlere katlandım ki, şu Konya’yı altınla doldursalar yine gözümde yok. Bu cefalar çekilemez. Fakat Mevlânâ’nın sevgisi üstün geldi de bu sıkıntıya katlandım.” Halbuki Şems, Sultan Veled ve arkadaşları ile beraber Şam’dan ne ümitler ne büyük özlemle yola çıkmış, dağlar aşmış, nehirler geçmişti. Şimdi kendisini ve Mevlânâ’ya olan bağlılığını ve Mevlânâ’nın ona gösterdiği saygıyı ve yakınlığı çekemeyen ham insanlar, hep onunla uğraşıyorlardı. Bu arada Hazret-i Mevlânâ’nın tensibi ile Şems hazretleri, Mevlânâ’nın evlatlığı Kimya ile evlenmişti. Kimya çok güzel bir kızdı. Altmış yaşında bulunan Şems bu genç ve güzel Kimya’yı çok seviyor ve onu kıskanıyordu. Mevsim kıştı. Yeni evlilere, medresenin ocaklı sofasında bir yer ayrılmıştı.

Hazret-i Mevlânâ’nın ikinci oğlu Alaeddin Çelebi, babasını görmek için geldiği zamanlar, hep Şems ile Kimya’ya ayrılan odadan geçiyordu. Bir gün Şems dayanamadı. Alaeddin Çelebi’ye “Gözümün nûru,” dedi, “zahir ve batın edepleri ile süslenmişsin. Lâkin, bundan sonra, bu odaya edep yolu ile, saygı ile teşrif buyurmanız gerekir.” dedi. (Sipehsalar, s. 178). Bu söz Alaeddin Çelebi’nin gücüne gitti ve Şems’e kırıldı. Esasen Şems, Sultan Veled’i çok seviyor, ona iltifatlarda bulunuyordu. Bu yüzden de Alaeddin Çelebi’de küçük görülme duygusu uyanmıştı. Alaeddin Çelebi Şems’le aralarında geçen bu hadiseyi Şems’i çekemeyenlere anlattı. Böylece fitneye fitne katıldı. Kin, nefret, dedikodu Konya’da çalkalanmaya başladı. Şems’in aleyhinde bulunanlar, “Ne şaşılacak şeydir ki, yabancı bir adam gelsin de ev sahibinin oğlunu kendi evine bırakmasın.” diyordu.

Cenâb-ı Şems kendisini çekemeyen kötü niyetli kişilerin davranışlarını, dedikodularını, iyi huylu olduğu için kendi içine gömüyor, Mevlânâ’ya açmıyordu.

Şems’in çok sevdiği karısı Kimya da evlendiklerinden pek az zaman sonra vefat etmişti. Ne kadar üstün bir varlık olursa olsun, Şems de bir insandı. Bir taraftan sevdiği karısının vefatı, bir taraftan dedikodular, onu çok sarsmıştı. Küfür ve tehditlere artık dayanacak hâli kalmamıştı.

O, Sultan Veled’e, birkaç defa, “Ben, bu sefer, öyle bir gidiş gideceğim ki, izimi kimse bulamayacak, yahut onu bir düşman öldürdü diyecekler.” diye söylediği gerçekleşti. 1247 senesinin Aralık ayının Perşembe günü Şems hazretleri ortadan kayboldu.

Şems’in ortadan kaybolduğu sabah, Hazret-i Mevlânâ medreseye gelip de Şems’i odasında bulamayınca çok mahzun oldu. Hemen Sultan Veled’in yattığı yere gitti; “Bahaeddin, ne uyuyorsun! Kalk, şeyhini ara, yine can burnumuz, onun lâtif kokusundan mahrum kaldı.” diye seslendi. (Sipehsalar Tercümesi, s. 179)

Şems’in kayboluşu hakkında iki rivayet vardır. Sultan Veled’den gelen bir rivayete göre, Şems, Mevlânâ ile yalnızca otururlarken dışarıdan birisi Şems’i çağırıyor, Şems Mevlânâ’ya, “Beni ölüme çağırıyorlar.” diyor. Mevlânâ bir müddet sustuktan sonra şu âyeti okuyor: “İyi bilin ki yaratma ve emir Allah’ındır. Âlemlerin Rabbi Allah ne büyüktür.” (A’raf Sûresi, 54. âyet) Şems bunun üzerine dışarı çıkıyor. Pusuda bulunan yedi kişi, üstüne saldırıp bıçaklarla onu şehit ediyorlar. Şems bir nâra atıyor, hepsinin akılları başlarından gidiyor. Mevlânâ, Şems’in narasını duyunca “Allah dilediğini yapar, istediğine hükmeder.” diyor. Şems’e kastedenler, kendilerine gelince yerde, birkaç damla kan görüyorlar. Şems de ortadan kaybolmuş bulunuyor. Sultan Veled’e atfedilen bu rivayet muhakkak ki sonradan uydurulmuştur. Çünkü Mevlânâ Şems’in bu şekilde şehit edildiğini bilseydi, onu aramak için iki defa Şam’a gider miydi?

İkinci rivayet de şöyle: Sözde, Şems şehit edilmiş ve cesedi bir kuyuya atılmış. Bir gece Şems, Sultan Veled’in rüyasına girmiş; öldürülüp atıldığı kuyuyu ona göstermiş. O da bazı dostları ile beraber gidip cesedi kuyudan çıkarmış ve Emir Bedreddin Gevhertaş’ın yanına gömmüştür.

Bugün Konya’da Şems makamı olarak ziyaret edilen ve içinde namaz kılınan camide bulunan türbenin Şems’e ait olduğu sanılmaktadır. Hayâllerle süslenmiş olan bu rivayetlerden hangisi doğrudur? Acaba Şems gerçekten, “Öyle bir gidiş gideceğim ki izimi kimse bulamayacak.” dediği gibi kayıplara mı karıştı? Dönülmez bir seyahate mi çıktı? Yoksa şehit mi edildi? Doğrusunu Allah bilir.

Rivayetlerden şöyle bir netice çıkarılabilir: Şems, Mevlânâ’nın yanında iken dışarı çağrılmış, bir daha Mevlânâ’nın yanına dönmemiş ve ortalıkta görülmemiş. Onu çağıranlar onu alıp götürdüler mi? Öldürdüler mi? Onun Konya’dan başka bir yere gitmesini mi sağladılar? Acaba Şems, evvelce gittiği Şam’a mı gitti? Bütün bunlar kesin olarak bilinmemektedir. Bilinen bir hakikat varsa o da Mevlânâ’nın, Şems’in şehit edildiğini bilmediğidir. Bu faciayı Mevlânâ’ya duyurmadılar mı? Yahut böyle bir facia vuku bulmadı mı? Mevlânâ gibi büyük bir veliden bu hakikat nasıl saklanabilir? Eğer şehit edildiği ona malum olsaydı onu, Şam’da hem de iki defa gidip aramayacaktı.

Şems Hazretlerinin Kayboluşundan Sonra Mevlânâ’nın Hâli

Şems kaybolduktan sonra Mevlânâ perişan oldu Sultan Veled babasının bu hâlini anlatırken, “Mevlânâ, onun ayrılığından adeta deli oldu. Fetva veren şeyh aşkla, şair kesildi.” diye yazar.

Şems’in kayboluşundan birkaç gün sonra Mevlânâ yollara düştü, Şems’i aramak için Şam’a gitti. Şam’da Şemseddin’i bulamadı ama onun sininin hakikatinin kendi varlığında doğduğunu gördü de dedi ki: “Beden bakımından ondan uzağız; fakat cansız, bedensiz, ikimiz de bir nuruz. İster onu gör, ister beni... Ey arayan kişi ben oyum, o da ben...” Sultan Veled’in İbtidâ-nâme adlı eserinde yazdığına göre Hazret-i Mevlânâ birkaç sene sonra, müritleri ile beraber tekrar Şam’a gitti; aylarca orada kaldı.

Bütün araştırmalarına rağmen Şems’i bulamayınca ondan ümidini kesti, onun öldürüldüğüne dair dedikodular da duymuştu. Oğlu Alaeddin Çelebi’nin de bu işte parmağı olduğunu artık biliyordu. Sevgi ve hasret şiirleri ile duygularını ifâde etmekle avunuyordu.

Şems mi Mürşitti? Mevlânâ mı Mürşitti?

Birbirlerinde bulunan hakikatleri gören, birbirlerine hayran olan bu iki büyük veliden hangisi, hangisine mürşit oldu? Hangisi, hangisinden üstündür, büyüktür? İlâhî aşkta fâni olan velileri birbirleri ile mukayese etmek hatadır. Bütün beşerî kirliliklerden arınmış, nefsanî arzulardan kurtulmuş, Hakk’ın tecellisine mazhar olmuş, vahdet deryasına dalmış, yok olmuş yüce varlıklar, birbirinden üstün görülemezler. Tozlardan, paslardan arınmış, temizlenmiş çeşitli aynalarda parlayan güneşin nûru, aynı nûr değil midir? Bunlar, birbirlerinden ayırt edilebilir mi?

Hazret-i Mevlânâ, gönlü hasret ateşiyle yana yana Şam’da Hazret-i Şems’i ararken, Mevlânâ’nın ilmine, irfanına, aşkına hayran olan, nûru ile gözleri kamaşan Şam’ın arifleri, “Nasıl oluyor da bir mürşit, mürşit arıyor!” diye düşünmüşlerdi. Mevlânâ, Şems’i aradığı gibi, Şems de vaktiyle Mevlânâ’yı aramıştı. Şems de dolaştığı şehirlerde, meşhur şeyhlerin, mürşitlerin hiçbirisinde aradığını bulamamış, Mevlânâ’yı bulunca, “Memleketimden çıkalı Mevlânâ’dan başka bir şey göremedim. Ben aradığımı, Hüdavendigarım’da (Mevlânâ) buldum.” demişti. Bunlar, birbirlerinde ne gördüler, ne buldular? Bunlar, birbirlerine ayna oldular. Bunlar, şeyhlik, mürşitlik, halifelik, müritlik makamlarının ötesine geçtiler de birbirlerinde bulunanı gördüler. Bu sebeple, bunlardan herhangi birisini ötekinin mürşidi sanmak, evvelce de arz edildiği gibi boş bir düşüncedir. Yersiz ve lüzumsuz bir fikre kapılmaktır.

Neden bu düşüncelerle kafamızı yoralım? Neden aralarında fark var diyelim? Şunu bilelim ki bunların her ikisi de o devrin en üstün bilginlerinden, en üstün ariflerinden, mürşitlerindendi. Aralarında birçok hususta benzeyiş, anlayış, görüş birliği vardı. Şems’i, sadece Mevlânâ’yı coşturan, heyecanlandıran rind bir derviş saymak, onun ilmini ve irfanını görmemek büyük bir hatadır. Gerçekten de Mevlânâ gibi Şems de büyük bir bilgindi. Onun Makâlât adlı eserinde görüldüğü gibi sırası geldikçe bahsettiği konulardan açıkça anlaşılmaktadır ki, o, tefsirden, hadis ilminden, şiirden ve devrin bütün ilimlerinden haberdardır. O da Mevlânâ gibi felsefeden ve filozoflardan hoşlanmamaktadır: “Cehennemliklerin çoğu, keskin fikirli kişilerden, filozoflardan, bilginlerden meydana gelir. Onların keskin zekâları kendilerine perde kesilmiştir.” (Şems’in bu düşüncesinde, “Cennet ehlinin çoğu, ebleh, saf kişilerdir.” hadis-i şerifine işaret vardır. Bu hadisle, Hakk’a hakikate, keskin zekâ ile, akıl ve ilimle değil, sevgi ve hayranlıkla ulaşılır, denmek istenmektedir.)

Şems’e göre hakikate varmak, ancak sünnet-i seniyyeye uymakla gösterişten uzak, hâl ehli olarak, sözde kalmayarak inandığını yaşayarak, ilâhî aşkla mümkündür. Şems de Mevlânâ gibi Hazret-i Peygamber Efendimizin (s.a.v.) âşığıdır. Hazret-i Mevlânâ, “Ben Muhammed-i Muhtarın yolunun toprağıyım.” dediği gibi Şems de “Mustafa’nın (s.a.v.) en küçük ve ehemmiyetsiz gibi görünen bir hadisini Kuşeyri Risalesi ve onun gibi en önemli kitaplara değişmem, Peygamberin hadisleri karşısında, onların hepsi de tatsız ve zevksizdir.” diyor. Görülüyor ki şeriata bağlılık, dini, taklitten tahkike çıkarmak, gösterişten uzak, aşk ve îman yolunda yürümek hususunda, Mevlânâ ile Şems arasında bir birlik vardır. Meşrep bakımından bazı farklar bulunabilir. Mevlânâ temkinlidir; Şems, coşkun ve heyecanlıdır. Fakat, şu da bir gerçek ki, Şems gelmeseydi, Mevlânâ belki de babası gibi ikinci bir Sultanü’l-Ulema olarak kalacaktı. Belki Feridüddin-i Attar hazretlerinin Mantıku’t-Tayr’ı gibi Mesnevi hikâyeleri yazılacaktı fakat, coşkun şiirler yazılmayacaktı. Divan-ı Kebîr meydana gelmeyecekti. Mevlânâ, Şems’le görüşmeseydi, Şems’in de ne adı duyulacaktı ne Şems olacaktı. Onlar mânâ yönünden birbirlerini tamamladılar.

Eğer insanlar Mevlânâ ile Şems gibi birbirlerinde bulunanı, birbirlerinin hakikatini görebilselerdi, dünya cennet olurdu; insanlar, daima bir barış hâlinde yaşarlardı. Harpler ortadan kalkar, bütün dünyada silah fabrikaları kapatılır, Afrika’da, şurada burada açlık çeken insanlar bulunmazdı. Dünya, refah içinde yaşardı. Hazret-i Mevlânâ, “Şu dünyada gördüğümüz tenlerimiz, vücutlarımız, bizim gölgelerimizdir. Biz aslında bu gölgelerin ötesinde yaşıyoruz.” diye buyurmaktadır. İşte, Mevlânâ ile Şems, birbirlerinin maddî varlıklarının ötesinde bulunanı gördüler ve onu sevdiler.

Yaşadığımız bu atom devrinde, insanların madde peşinde koştukları bu dünyada, artık Mevlânâlar, Şemsler yok mudur? Yahya Kemal merhum ne demişti:

Aba var, post var, meydanda er yok

Horasan erlerinden bir haber yok

Uzak yollarda durdum hiç eser yok

Diyar-ı Rum ‘a gelmiş evliyadan...

Evet, İslâm diyarlarının en mamur bölgeleri Belhler, Semerkandlar, Horasanlar, yine savaşlar sahası olmuş, Moğolların yerini başka Moğollar almış, Horasan erlerinden Diyar-ı Rum’a evliya gelmiyor ama, İslâm ülkeleri yine boş değil. Baba Kemâl-i Hucendî ne güzel söylemiş:


missing image file

“Hak âşıkları, erenler gittiler, aşk şehri boş kaldı diye düşünme! Dünya Şems-i Tebrizî’yle doludur ama, Mevlânâ gibi bir er nerede ki onlardaki hakikati görsün.”

Hazret-i Mevlânâ’nın Hayatında Sükûn Devri

Hazret-i Mevlânâ, Şems’in yaşadığından ümidini kesmiş, onu aramaktan vazgeçmişti. Şems’i artık ne Şam’da ne de başka yerde bulamayacağını anlamış da Sultan Veled’in dediği gibi onu, kendi gönlünde, kendisinde bulmuştu. Bulmuştu ama hâlâ gözleri Şems misli, bir gönül dostu arıyordu.

Mevlânâ’nın etrafında ailesi, oğulları, dostları, talebeleri, müritleri bulunduğu hâlde o, içinde bir boşluk duyuyor, adeta kendisini yalnız hissediyordu.

Muhakkak ki insanın en büyük dostu Allah’tır. Bilhassa veliler, Hakk’ın dostları olduklarına göre onlar nasıl olur da yalnızlık hissederler? Cenâb-ı Hakk, “Her nerede bulunursanız bulunun, Allah sizinle beraberdir.” (Hadid Sûresi, 4. âyet) diye buyurmuyor mu? Mevlânâ da bir şiirinde bu hakikati şöyle ifâde eder:


missing image file

“Burada gizli birisi var, kendini yalnız hissetme, yalnız sanma.”

Fakat Mevlânâ’nın, bu duyguyu paylaşan, kendinde bulunanı kendine hissettiren Şems gibi bir Hak dostuna, bir can aynasına, bir rûh ufkuna ihtiyacı vardı. Bu yüzden huzura ve sükûna kavuşamıyordu. Yahya Kemal merhumun “Ufuklar” şiiri bu rûhî yalnızlığı ne güzel ifâde eder:

Rûh ufuksuz yaşamaz.

Dağlar ufkunda mehâbet,

Ova ufkunda huzur,

Deniz ufkunda teselli duyulur.

Yalnız onlarda bulur rûh ezelî lezzetini.

Bu ufuklar avutur rûhu saatlerce, fakat

Bir zaman sonra derinden duyulur yalnızlık.

Rûh arar kendine bir rûh ufku.

Manevî ufku çok engin ulu peygamberler

-Bahsin üstündedir onlar- lâkin

Hayli mes’ud idiler dünyâda.

Yaşıyorlardı havârileri, ashâbıyle;

Ne ufuklar! Ne güzel rûh imiş onlar! Yârab!

Mevlânâ da sonraları, Mesnevî’sinin II. cildinde 96. beyit ile başlayan bölümde bu “can aynası” konusunu terennüm edecektir:




missing image file
missing image file

“Can aynası, sevgilinin yüzünden başka bir şey değildir.

O sevgilinin yüzü ki öteki diyardandır, hakikat âlemindendir, Hakk’ın tecellisine mazhardır.

Senin gözün, benim gönlüme göz olunca hakikati göremeyen bu gönül, hakikati gördü de onda yok oldu.

Seni ebedî ve küllî bir ayna olarak gördüm. Senin gözünde, kendi nakşımı ve hakikî suretimi müşâhede ettim.

Nihayet kendi kendime dedim ki: ‘Ben, onun iki gözünde nûrlu bir yola düştüm de kendimi buldum.’

Benim nakşım, suretim, senin gözünden, ‘Ben sen oldum, sen de ben oldun, aramızda birlik vardır, ayrılık yoktur.’” diye seslendi.

Şems’ten sonra Mevlânâ’ya, gönül dostu, can aynası Konyalı Kuyumcu Selâhaddin hazretleri oldu. Bu yeni hemdemle Mevlânâ mânevî yalnızlıktan kurtuldu, huzur ve sükûna kavuştu. Bu yeni hemdem de ahlâkı, hulûsu ve ibâdete düşkünlüğü ile sûfîlik yolunda hayli ilerlemişti. Seyyid Burhaneddin Tirmizî’den hilafet alarak şeyhlik makamına yükselmişti.

Kuyumcu Selâhaddin ümmî idi yani, hiç okuma yazma bilmiyordu; ama muttakî, ibâdete çok düşkün, çok nûrlu bir mü’mindi. İlâhî aşka gönlünü vermiş, birçok hâller elde etmişti.

Şems Konya’ya geldikten sonra çoğu zaman Mevlânâ ile sohbetlerini Selâhaddin’in evinde yaptıklarını Sipehsalar yazar.

Selâhaddin hazretleri, Hazret-i Mevlânâ’yı çok seviyordu. Ona derin hürmeti vardı. Çünkü her ikisi de aynı şeyhten, Burhaneddin Tirmizî’den feyz almışlardı. Her ikisi de aynı tarikatte, Kübreviyye Tarikati’nde idiler. İkisi de Hak’ta fâni olmuşlardı.

Mevlânâ, Kuyumcu Selâhaddin hazretlerini, kendi yerine halîfe, şeyh olarak seçti. Dostlarını, müritlerini ona tâbi olmaya çağırdı. Çünkü bu yeni gönül dostunda Şems’in nûrunu görüyor, onu Şems yerine koyuyordu. Konyalılar Mevlânâ’nın Kuyumcu Selâhaddin’e gösterdiği sevgiyi çekemediler. Mevlânâ’nın ümmî ihtiyarı şeyh tanıması, ona uymalarını istemesi, ilâhî aşktan nasipsiz olanları çileden çıkarıyordu. Yine dedikodular başladı. İnkârcılar diyorlardı ki: “Birinden (yani Şems’ten) kurtulduk daha beterine çattık. Şems’in sözü dinlenirdi. Anlatışı güzeldi, faziletli, bilgili bir kişi idi. O Tebrizli idi, nazikti, bunun gibi Konyalı, kaba, sert bir adam değildi.” Sonra bu çekemeyenler, aleyhte bulunanlar pişman oldular. Bu sıralarda Hazret-i Mevlânâ, Kuyumcu Selahaddin’in kızı Fatıma Hatun’u oğlu Sultan Veled ile evlendirdi. Bu mutlu mânevî dostluk, on yıl devam etti.

Sonra Şeyh Selâhaddin hazretleri 1258 yılının Aralık ayının 29. günü vefat etti. Yaratılış itibarı sabırlı, sakin, konuşmadan çok susmasını bilen bir kişi olduğu için Şeyh Selâhaddin hazretlerinin rûh arkadaşlığından Hazret-i Mevlânâ sükunet buldu. Tebrizli Şems’in aşk ve îmanla dolu, heyecanlı, hararetli sohbetlerinden Mevlânâ’nın rûhunda hasıl olan coşkunluk yatıştı. İlâhî aşkla yanan sevgi ocağı sönmedi, üstü küllendi, Şems’in ayrılığının kalbinde açtığı yara kabuk bağladı. Bu hâl geçici idi, geçici bir sükunetti. Çünkü Mevlânâ yaratılış icabı, bir yerde kalabilecek, bir hâlde durabilecek karakterde değildi. Hak sevgisinde daima ilerlemek, daima yükselmek, daha çok yanmak, daha çok yakılmak ihtiyacında idi. Aslında o, ne babasından ne Seyyid Burhaneddin’den ne Şems’ten ne de Selâhaddin’den ayrılmıştı. Muvakkat bir zaman için onların ateşi ile yanmış, onlardan alacağını almış, onlarla beraber, onların mânevî kişilikleriyle aşk seferine devam etmişti. Bu üstün varlıkların hepsi de Mevlânâ’nın hayatında, birer terbiye, talim, aşk ve îman merhalesi olarak kalmıştır. Sanki bu seçkin kişilerin hepsini de Cenâb-ı Hak, Mevlânâ’nın yetişmesi için yaratmış; çünkü eğer Mevlânâ dünyayı şereflendirmese idi, bu meşhur kişiler bu kadar meşhur olmayacaklardı. Aslında Hazret-i Mevlânâ, Kur’ân’ın kulu kölesi, Muhammed-i Muhtar’ın (s.a.v.) âşığı olarak gönlüne yerleştirdiği sevgilileri ile Hak yolunda, hakîkat yolunda ilerlemeye devam etmiştir. Bir yerde kalmamıştır. Onun gayesi fâni dostlar, fâni dostluklar değildi. Onun gayesi, Hakk’ı idrak eden gerçek dostlarla beraber hakikî dosta, dostlar dostuna varmaktı. Gönlü, dost sevgisi ile, insan sevgisi ile, Allah sevgisi, Peygamber sevgisi ile dolu olan bu büyük veli, yalnız devrinde yaşayan mü’minlere değil, yüzyıllar boyunca bütün mü’minlere, sevgiden nasip alan, Hakk’ı ve hakikati seven bütün insanlara, bir îman meşalesi, bir aşk meşalesi olmuştur.

Çelebi Hüsameddin Hazretleri

Kuyumcu Selâhaddin hazretlerinin vefatından sonra Çelebi Hüsameddin, Mevlânâ’ya hemdem ve halîfe oldu. Sipehsalar’ın “İlâhî nûrların mazharı, hakîkat ve marifet sırlarını öğreten, tam şeriat yolunda olan velilerin iftihar ettikleri büyük bir varlık” olarak tavsif ettiği Çelebi Hüsameddin hazretlerinin aslen Urumiyeli olan ailesi, Konya’ya muhacir olarak gelmişti ve bu şehre yerleşmişti. Çelebi Hüsameddin de 1225 yılında Konya’da doğmuştu.

Mevlânâ’nın neslinden gelenlere verilen Çelebi adı ile Hüsameddin’in Mevlânâ’nın kanından gelmiş bir kişi olduğu sanılmamalıdır. Buradaki “çelebi”, “efendi, kibar, nazik bir insan” mânâsında kullanılan bir kelime olup halkın, sevdiği kişilere verdiği bir lakaptır.

Çelebi Hüsameddin’in dedesi, büyük velilerden olup 1107 senesinde Bağdat’ta vefat eden ve aslen Kürt olan Şeyh Tâceddin Ebu’l-Vefa hazretleridir. Bu büyük veli, ümmî, yani anadan doğma cahil bir kişi olduğu hâlde arif bir zat idi. İnsanların tahsil derecesine, mevkiine, servetine bakanlar, dış yüze göre insanlara değer verenler, bu büyük veliyi mahcup etmek için kendisinden vaaz ve nasihatte bulunmasını istediler. Bunun üzerine Ebu’l-Vefa-yı Kürdî hazretleri onlara, “İnşallah yarın vaaz ederim, hazır olunuz.” diye buyurdu. O gece Cenâb-ı Hakk’a candan sığındı, niyazda bulundu, sonra yattı. Rüyasında Resûl-i Ekrem Efendimiz’i gördü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, ümmî Kürt velisine, Allah’ın alîm (her şeyi bilen), ve hakîm (hikmet sahibi) vasıfları ile kendisinde tecelli ettiğini müjdeledi. Ertesi gün camide konuşmak üzere kürsüye çıktıkları zaman söze, “Kürt olarak yattım, Arap olarak kalktım.” diye başladı ve gayet fasih âlimâne, arifâne bir konuşma yaptılar; herkes şaşırıp kaldı. İşte Hüsameddin Çelebi böyle bir velinin torunu idi ve Mevlânâ’ya çok bağlı idi. Mevlânâ da onu çok seviyordu. Bir toplantıda Hüsameddin Çelebi bulunmazsa Mevlânâ’nın neşelenmesine imkân yoktu.

Mevlânâ eline ne geçerse bir puluna bile dokunmadan hepsini Çelebi’ye gönderir, o da herkesin istihkâkı ne ise onları dağıtırdı. Bir gün Emir Tâceddin, Aksaray’dan Hazret-i Mevlânâ’ya epeyce bir para göndermiş, dervişlere ziyafet verilmesini ve kendisine de dua edilmesini rica etmişti. Mevlânâ, kendisine gönderilen bu paranın hepsini Çelebi Hüsameddin’e verince oğlu Sultan Veled’in canı sıkılmış, “Evde hiçbir şey yok. Ne gelirse hepsini Çelebi’ye gönderiyorsun. Biz ne yapacağız?” diye sızlanınca, Mevlânâ, oğluna “Vallahi, yüzlerce olgun zahid açlıktan ölüm hâline gelse, bizde de tek bir ekmek bulunsa onu da yine Çelebi’ye göndeririz.” demişti. Böylece Çelebi’nin ne kadar güvenilir, merhametli, ne kadar yoksulları düşünen bir kimse olduğunu Sultan Veled’e hatırlatmak istemişti. Gerçekten de Çelebi Hüsameddin hazretleri öyle asil ruhlu, öyle mükemmel bir insan idi ki, Mevlânâ hiçbir halîfesine Çelebi’ye gösterdiği sevgiyi ve iltifatı göstermemişti. Ona o kadar büyük değer verirdi ki, gören, Hüsameddin Çelebi’yi Mevlânâ’nın şeyhi sanırdı. Nitekim Mevlânâ’nın Mesnevî’de yeri geldikçe Çelebi Hüsameddin hazretleri hakkında kullandığı yüceltici sözler, sevgi ifâdeleri insanı şaşırtır. Yedi asır önce, bu iki insân-ı kâmilde tecelli eden ilâhî nûr, sevgi nûru, onları nasıl birbirine hayran bırakmışsa, asırları aşarak gelen o mübarek nûr, hakkı ve hakikati seven, mânen uyanık bulunan gönülleri bugün de hayran bırakmaktadır. Eğer Çelebi Hüsameddin hazretlerini Hazret-i Mevlânâ hak dostu edinmeseydi, ondaki hakikati görmeseydi, o hakikate gönül vermeseydi bugün insanlık Mesnevî-i Şerif gibi bir şaheserden mahrum kalırdı.

Şu da muhakkak ki, eğer Mevlânâ olmasaydı, ne Şems-i Tebrizî ne Kuyumcu Selahaddin ne de Hüsameddin Çelebi anılacaktı. Her devirde olduğu gibi o devirde de kim bilir daha ne Şemsler ne Kuyumcular ne Hüsameddinler bu köhne dünyaya geldiler, yaşadılar, gönüller aydınlattılar, gittiler. Onların bir kısmı, velilerden bahseden kitaplara geçtiler, bir kısmı da hiç bilinmediler, tanınmadılar. Hiçbir kitap onlardan söz etmedi. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin III. cildinde 3103 numaralı beyitten sonra yer verdiği şu hadîs-i şerif çok dikkat çekicidir:

“Allah’ın, hakikaten birtakım gizli velileri vardır. Onların saçları bakımsızlıktan keçeleşmiş, yüzleri tozlanmıştır. Bir emîrin yanına girmek isteseler kendilerine müsaade edilmezler; onlar ortalıkta görünmeseler aranmazlar; bir toplulukta bulunmasalar çağrılmazlar; hastalansalar, hâllerini hatırlarını soran olmaz; kimse onları yoklamaya gelmez. Ölseler cenazelerine gelinmez. Onlar yeryüzünde bilinmezler, fakat gökyüzünde meşhurdurlar.”

Mesnevî-i Şerîf’in Yazılması

Mevlânâ’nın Çelebi Hüsameddin ile olan sohbet günlerinin en güzel yadigârı hiç şüphesiz Mesnevî-i Şerif’tir. Eğer Hüsameddin Çelebi olmasaydı İslâm tasavvufunun en güzel eserlerinden sayılan Mesnevî yazılmayacaktı.

Rivayete göre Çelebi Hüsameddin, Mevlânâ’ya gönül verenlerin, Hakim Senayî’nin (528/1131) Hadîka; Feridüddin-i Attar’ın (627/1230) Mantıku’t-Tayr adlı eserlerini okuduklarını görüyor, bu hâle gönlü razı olmuyordu. Mevlânâ’nın hayli gazel söylediğini ve divanının yeni gazellerle büyüdüğünü, fakat Senayî’nin Attar’ın eserleri gibi sûfilik yollarını, hakikatlerini, inceliklerini gösteren kitapların henüz meydana gelmediğini düşünerek üzülüyordu.

Bir gece Hüsameddin Çelebi, Hazret-i Mevlânâ’yı yalnız buldu. Kendisinin gazellerinin çokluğundan bahsederek Senayî’nin ve Attar’ın eserleri gibi dervişlere yol gösterecek tasavvufî hikâyeler de söylemesini rica etti. Mevlânâ da böyle herkesin anlayacağı şekilde hikâyelerle hakikatleri isteklilere duyurmak istiyordu. Bu hususta bir karara varmıştı. Çelebi’nin bu sözleri üzerine derhal sarığının arasından bir kağıt çıkardı. Kağıtta Mesnevî’nin ilk on sekiz beyti yazılı idi. “Çelebi,” dedi, “eğer sen yazarsan ben de söylerim.” Çelebi, bu müjdeli karara canla başla razı oldu. Böylece yazılmaya başlandı. Mesnevî’nin yazılmasına ne vakit başlandı? Bu katî olarak bilinmemektedir. Fakat, Mevlânâ hayatının sonuna kadar Mesnevî’yi yazdırmaya devam etmiştir. Mesnevî’nin yazılması hususunda karara varıldıktan sonra gündüzleri geceleri artık Mesnevî’nin yazılmasıyla geçiyordu. Bilhassa geceleri, herkesin yatıp uyudukları zamanlarda, gecenin sessizliği içinde Mevlânâ, eline kalem kağıt almadan söylüyor, Çelebi Hüsameddin de onları süratle yazıyordu.

Mesnevî’nin yazılması bazı gecelerde sabahlara kadar sürüyordu. Çelebi, bıkmadan usanmadan, şevk içinde, vecd içinde yazıp duruyordu. Yazarken duyduğu mânevî zevk, heyecan, Mevlânâ’ya yorgunluğunu unutturuyordu. Sanki Cenâb-ı Hak, Hüsameddin Çelebi’yi bu mübarek kitabın yazdırılması için yaratmış, ona bu uğurlu vazifeyi takdir buyurmuştu. Mevlânâ da bu emsalsiz eserin ortaya konmasına, söylemesine, yazdırmasına hazırdı. Mevlânâ’dan başka kimsenin böyle muazzam, muhteşem bir eserin ibdâına gücü yetmezdi. Çünkü Mevlânâ’da babasından, şeyhi Seyyid Burhaneddin’den gördüğü tahsil, okuduğu sayısız kitaplardan gelen derin kültür, kuvvetli bir hafıza, üstün bir tedâî (çağrışım) gücü vardı. Çok şeyleri düşünen, kimsenin aklına gelmeyen incelikleri bulan ve hoş tatlı şekilde ifâde eden bir tabiata malikti. Müşâhede (görüş) yeteneği, şiddetli üzüntü ve hislilik duygusu, derin heyecan, herkeste görülmemiş derecede idi. Bütün bu duyguların, hasletlerin, kabiliyetlerin ötesinde büyük bir îmanı, sonsuz bir aşkı vardı. Cenâb-ı Hak, bu sevgili velisinin aklını bilgi ile, gönlünü sevgi ile, irfan ile doldurmuştu. O, başta büyük Peygamberimiz olmak üzere bütün velileri, bütün insanları seviyordu. Onda, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı bütün insanlarda kusur görmeyen sonsuz, müsamahalı bir görüş vardı. Ayrıca, Cenâb-ı Hakk, Mevlânâ’nın Mevlânâ olması için başta Şems olmak üzere Hak dostları, gönül aynaları takdir buyurmuştu. Nitekim Mevlânâ, çok zahid bir sûfî iken, Tebrizli Şems, onun kuru zahidliğini gidermiş onu aşk ve cezbe âlemine itmişti. Kuyumcu Selâhaddin sakin tabiatı, temkini ile onu, coşkunluk âleminden alıp sükûna kavuşturmuştu. Çelebi Hüsameddin ise sükûna kavuşan, daha çok olgunlaşan, kemâle eren Mevlânâ’nın ilmini, irfanını yaymak suretiyle onun Hak âşıklarına, bütün insanlığa mânevî güneş olmasını sağlamıştı.

Çelebi Hüsameddin hazretlerinin, Hazret-i Mevlânâ’ya hemdem olması, onun halîfesi sayılması, Selâhaddin’in vefatından beş yıl sonradır. Fakat Çelebi Hüsameddin daha Tebrizli Şems Konya’da bulunurken de Mevlânâ’nın çok yakın dostlarındandı.

Hazret-i Mevlânâ’nın Bu Fâni Âlemden Sonsuzluk Âlemine Göç Etmesi

Hazret-i Mevlânâ’nın altmış, yetmiş senelik feyzli, hayırlı, şerefli, mübarek ömürleri gelip geçmişti. Her fâniye takdir buyrulan sayılı nefesler tükenmek üzere idi. Mesnevî-i Şerîf bitmişti ve Mevlânâ artık yorulmuştu. Çocukluğunda babası Sultanü’l-Ulema ile beraber endişelerle, maddî ve manevî sıkıntılar içinde geçen göç seneleri, ailesinden uzak gurbette, Şam’da, Halep’te harcanan tahsil yılları, annesini, babasını ve pek sevdiği şeyhi Seyyid Burhaneddin’i kaybedişi onu sarsmıştı. Üstelik gönül dostlarını, Şems’i ve Selâhaddin’i yitirmesi, en yakınından, oğlu Alâeddin Çelebi’den gördüğü hürmetsizlik, bazı kişilerin onu kınamaları, kulağına kadar gelen dedikodular, mütemadî çalışmalar, ibâdetler, riyâzetler Hazret-i Mevlânâ’yı yıpratmıştı. Son demlerini, daimî bir tefekkürle geçirmekte idi. Bu büyük veli kendi içine gömülüyor, dilediği ebedî sükûnu, iç huzurunu kendi gönlünde buluyordu.

Artık öteleri düşünüyor, ötelerden sesler duyuyordu; Divan-ı Kebîr’ inin 1353 numaralı şu şiiri onun rûhî hâletini çok güzel ifâde etmektedir:

“Bütün kâinatın ve varlıkların yaratıcısından, o cemâl ve celâl sahibinden, rûha, çok tatlı bir hitapla, “Haydi kulum, gel!” denilince rûh, nasıl olur da kanatlanıp uçmaz!

Berrak denizden ayrılmış, kurak yere düşmüş bir balığın kulağına dalga sesleri gelirse balık nasıl olur da hemen sıçrayıp asıl yurdu olan denize atılmaz!

Bu kadar lâtif, güzel, sevimli ve can bağışlayıcı olan eşsiz varlığı bulamayan, tanıyamayan ve sevemeyen kimse, cidden ne zavallı, ne kötü, ne sapık bir kimsedir!

Ey rûh kuşu, günâhlardan temizlendin, nefsinin kafesinden kurtuldun, mânâ kanatların açıldı, haydi geldiğin yere, kendi öz vatanına doğru uç!”

Hazret-i Mevlânâ’nın Son Günleri

Nihayet yorgun bedeni son hastalığının pençesine düştü. Hararet Mevlânâ’yı bir türlü terk etmiyordu. Tabip Ekmeleddin, gece gündüz yanından ayrılmıyordu. Hastalığının ne olduğu bir türlü anlaşılamıyordu. Mübarek vücudu hararetten yanıyor gibi idi. Yanındaki su dolu kaba ellerini sokuyor, yüzüne, eline sürüyordu. Hasta yatağına düştüğü bu sıralarda, yedi gün, yedi gece hadden aşırı deprem oldu. Birçok evler ve bağların duvarları yıkıldı. Dünya birbirine girdi. Yedinci depremde halk korku ve dehşet içinde Mevlânâ’ya geldiler, ondan dua etmesini niyaz ettiler. Hazret-i Mevlânâ tebessüm ederek, “Korkmayın zavallı toprak acıkmış, yağlı bir lokma istiyor. Bunu vermek lâzımdır.” diye buyurdu ve yanında bulunanlara şöyle vasiyet etmeye başladı:


missing image file

“Ben, size gizli ve aşikâr olarak Allah’tan korkmanızı vasiyet ederim. Az yemek yemenizi, az uyumanızı, az konuşmanızı, günâhlardan sakınmanızı, oruca, namaza devam etmenizi, daima şehvetten kaçınmanızı, bütün insanlardan başınıza gelecek eziyetlere ve cefalara sabır ve tahammül etmenizi, cahil insanlarla, zevklerine düşkün olan sefihlerle oturup kalkmaktan kaçınmanızı, kerem sahipleri ile, salih ve iyi kişilerle sohbet etmenizi, beraber bulunmanızı vasiyet ederim. Çünkü insanların en hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır.”


missing image file

“Hevâ ve hevesten yüz çevirmek, şehvetten kaçınmak kahramanlıktır. Hevâ ve hevesi bırakmak da peygambere has bir kuvvettir.”

1273 senesi Aralık ayının on altıncı günü, Mevlânâ biraz iyileşmişti. Akşama kadar gelenlerle konuştu. Fakat her sözü, adeta vasiyet gibi idi. Akşam oldu; Konya gecenin karanlığına gömüldü. Mevlânâ’nın yanında gönül dostu Çelebi Hüsameddin, oğlu Sultan Veled ve hekimler vardı. Sultan Veled o günlerde üzüntüden, uykusuzluktan son derece zayıflamıştı. O gece de çok perişan bir hâlde idi. Mevlânâ sabaha karşı, oğlunun yaşlı gözlerine baktı ve hafif bir sesle, “Bahaeddin,” dedi, “ben iyiyim, sen git biraz yat.” Sultan Veled, tahammül edemedi, gözyaşlarını zor zaptederek kalktı. Odadan çıkarken Mevlânâ hazin bakışlarla arkasından baktı ve birkaç beytini aldığım son gazelini söyledi.


missing image file

“Git başını yastığa koy, beni yalnız bırak, geceleri dolaşıp duran, yanmış yakılmış müptelâdan vazgeç.

Biz geceleri yapayalnız sabahlara kadar sevda dalgaları arasında çırpınır dururuz. İster isen gel bizi bağışla, ister isen hicranınla bize cefa et.

Sen, benden kaç ki sen de benim gibi dertlere düşmeyesin; sen dert yolunu terk et de kurtuluş yolunu seç.” (Divan-ı Kebîr, 2039)

Ertesi gün 17 Aralık 1273 Pazar günü güneş gurup ederken mânâ güneşi Mevlânâ da rûh âlemine gurup etti. Böylece Hazret-i Mevlânâ 44 yıl önce şereflendirdiği Konya’da şu fâni dünyaya gözlerini kapadı.

Hazret-i Mevlânâ’nın Hayatının Özelliği

Belh’te bu fâni dünyayı şereflendiren, mecâzî hayatını, sayılı nefeslerini tüketerek Konya’da öteki âleme göç eden büyük veli Mevlânâ’nın hayatı, diğer büyük insanların hayatından pek farklıdır.

Mevlânâ’nın hayatı, gurbet içinde, gurbette geçmiştir. Öz yurdunun yani ezel âleminin garibi olan Mevlânâ, mecâzî yurdunun yani dünya hayatının da garibi olmuştur. Çocukluğunun güzel şehri Belh’i terk ederek diyar diyar dolaşan, sonunda Konya’da karar kılan Mevlânâ, gurbet içinde, gurbette geçen hayatını tamamladı. Sevdiği ve sevildiği Allah’ına kavuştu. Gerçekten de Mevlânâ’nın hayatı, diğer büyüklerin hayatına benzememektedir. Yanımda gerek Türkçe ve gerekse başka dillerde yazılmış Hazret-i Mevlânâ’nın hayatından bahseden birçok kitap var. Bu kitapların hiçbirisinde Mevlânâ’yı bulamadım. Bu kitaplarda Mevlânâ’nın babası Sultanü’l-Ulema, mürşidi ve şeyhi Seyyid Burhaneddin-i Tirmizî, Tebrizli Şemseddin, Kuyumcu Selahaddin, Çelebi Hüsameddin var. Fakat gönüller sultanı Mevlânâ yok. Bu görüş, indî bir görüş değildir.

Sayın okuyucularım, kitaplığınızda bulunan herhangi büyük bir insanın, hangi alanda olursa olsun bu kubbede hoş bir sada bırakmış ünlü bir kişinin hayatından bahseden bir kitabı elinize alınız, karıştırınız. Göreceksiniz ki elinizdeki o kitapta, hayatını öğrenmek istediğiniz o kişinin, doğumundan ölümüne kadar, başından geçen maceralar, yaptığı işler, ortaya koyduğu eserler vardır. Halbuki Mevlânâ’dan bahseden eserlerde Mevlânâ yok. Mevlânâ nerede? Mevlânâ sevdiklerinde, sevdiklerinin hayatında, kendi hayatını gizlemiştir. Nasıl hiçbir şaire nasip olmayan vasıflarda fevkalâde lâtif, derin mânâlı şiirleri ihtiva eden Divan-ı Kebîr’ inde Celâleddîn-i Rûmî diye bir şair yoksa nasıl sadece bir nazım şekli olan Mesnevi tarzını kullanarak bir şekli şereflendirmiş Mesnevî-i Şerif’ ine bile, Celâlnâme değil, Hüsamnâme adını vermek suretiyle eserlerinde adını gizlemişse hayatını da sevdiklerine vermiş, kendini gizlemiştir.

Mevlânâ’nın Sureti ve Sireti

Mevlânâ’ya ait hayâl mahsulü birçok resimler, portreler, minyatürler görülmektedir. Hatta o devirlerde Mevlânâ’nın resmini yapan ressamlardan da bahsedilmektedir. Biz, bu resimlere bakarak Mevlânâ’nın fizyonomisini, dış görünüşünü tasavvur edebilir miyiz?

Anlattıklarına göre Mevlânâ zayıf, solgun benizli, narin vücutlu bir kişi idi. Derler ki bir gün hamama girmiş; orada, aynada kendini çıplak olarak görünce çok zayıf olduğunu fark etmiş, kendine acımış da “Bütün ömrümde, bir kimseden utanmamıştım, fakat bugün aynada kendi zayıf vücudumu görünce kendimden utandım.” diye buyurmuştu. Mevlânâ solgun benizli olmasına rağmen gayet nûrânî, mehabetli bir görünüşe malikti.

Mübarek velinin gözleri, çok çekici, keskin ve coşkunlukla dolu idi. Gözlerinin nûrlu bakışı öyle tesirli idi ki kimse onun gözlerine dikkatle bakmaya cesaret edemezdi. Bu görüşler, bu tasvirler Mevlânâ’nın dış görünüşüne aittir. Onun sireti, iç âlemi nasıldı?

Mevlânâ Mesnevî’de şöyle demektedir:

“Acaba, ben kendi yüzümü nasıl görebilirim? Acaba, benim nasıl bir rengim var? Ben ak yüzlü biri miyim? Yoksa kirli, günahkâr yüzlü bir kişi miyim? Bu hâli nasıl görebilirim? Böylece ben, iç yüzümü, can suretimi görmek için çalışıyor, araştırmalar yapıyordum. Fakat iç yüzüm kimseden görünmüyordu. Hiçbir şey, beni, bana göstermiyordu. Nihayet düşündüm, kendi kendime dedim ki: Ayna neden icat edildi? Ne işe yarar? Herkes aynaya bakarak kendisinin kim olduğunu, nasıl olduğunu görsün, bilsin diye bulunmamış mı? Fakat bildiğimiz aynalar, insanların dış yüzlerini, suretlerini göstermek için yapılmıştır. Can yüzümüzün aynası nasıldır? Nerededir? Can aynası, çok pahalıdır, çok değerlidir. Can aynası, ancak sevgilinin yüzüdür. Bizim iç yüzümüzü, can yüzümüzü gösteren sevgilinin yüzü bu diyarda yoktur. O mânâ diyarındandır?” (Mesnevî, II/95)

Mevlânâ’nın iç âlemini, ahlâk ve karakterini aksettirecek sevgili nerede bulunur ki? Sultanü’l-Âşıkîn nasıl tasvir edilebilir?

Bilginlerin Sultanı olan babasının ilmiyle, ahlakıyla beslenen, Seyyid Burhaneddin-i Tirmizînin himmetine mazhar olan ve aşk potasında yanıp yakılan bir veliyi gereği gibi anlamaya ve anlatmaya kimsenin gücü yetmez. İlâhî aşkın etkisiyle o, kinden, nefretten, kötülüklerden, benlikten, şöhretten ve bütün beşerî isteklerden kurtulmuş üstün bir varlıktı. Hayır ve kemâl sahibi, aşk ve irfan sahibi idi. Mevlânâ’da büyük bir tahammül, yumuşak huyluluk vardı ki, herkesi hayrette bırakıyordu. Gönül gözleri kapalı olan ve kendini çekemeyenler tarafından ona reva görülen dil uzatmalara, dedikodulara, uygunsuz sözlere hiç acı cevap vermez; güzel huyu ile, müsamahalı görüşü ile onları yola getirirdi.

O, büyük bir âlim, büyük bir veli olduğu hâlde çok alçak gönüllü idi. Büyük küçük, yüksek mevkide bulunsun, halktan olsun herkese tevâzu ile muamele ederdi. Mevlânâ’nın hayatında kibir, gurur, kendini beğenmişlik asla görülmezdi.

Hazret-i Mevlânâ tam Muhammedî yolda, Muhammedî ahlâkta olduğu için her vesile ile kendini küçük görmüş, gururdan kaçınmıştır. Şu rubaisini ibretle okumamız gerekir:


missing image file

“Sarığıma, cübbeme, başıma, bu her üçüne birden paha biçtiler; her üçünü beraber değerlendirdiler de bunlara bir kuruştan da daha az paha biçtiler. Sen, dünyada, benim adımı hiç mi duymadın? Ben bir hiçim, hiçim hiç...”

Gerçekten de insanların bir kısmı, zenginlikleri ile, mevkileri ile övünürler, bir kısmı bilgileri, marifetleri, hünerleri, meslekleri ile gurura kapılırlar. Hak yolunda yürüdüklerini sanan gafiller de tesbihleri, namazları, yaptıkları hac vazifeleri ile kendilerini halktan üstün görürler. Hazret-i Mevlânâ’nın, her fazileti, her meziyeti gibi yüksek tevâzuunun da nihâyetsizliğini gösteren bu rubâi, çok dikkat çekicidir. Mevlânâ, kendisinin bir ilham güneşi olan o mübârek başına, o başı bir hâle gibi saran ilim ve irfan nûrunun sembolü olan sarığına, Hakk’ın güzellik cevherine bir mahfaza olan cübbesine ne değer veriyor?

Başka bir rubâisinde de aynen şöyle buyurmaktadır:

“Sen, sende oldukça ve sen, kendine taptıkça senden, sana yol vermezler. Senin varlığın, kendini bir şey sanman düşüncesi, sende bulundukça huzur bulurum zannetme. Çünkü sen, hâlâ benlik putuna tapmadasın.”

Hazret-i Mevlânâ, çocuğa, kadınlara, erkeklere, herkese sevgi ve saygı gösteriyordu. Mevlânâ bir gün, Konya’da bir mahalleden geçiyordu. O sırada çocuklar yolda oynuyorlardı. Uzaktan Mevlânâ’yı görünce hepsi birden koşarak geldiler, Hazretin önünde saygı ile eğildiler. Mevlânâ da onları sevgi ile selâmladı, önlerinde eğildi. O sırada çocuklardan biri uzakta kalmıştı. “Durun ben de geliyorum.” diye bağırdı. Mevlânâ, çocuk gelinceye kadar bekledi. Gelince onu da selâmladı, okşadı, onun da gönlünü hoş etti.

Babası Sultanü’l-Ulema gibi Hazret-i Mevlânâ da pâdişahların, vezirlerin, emirlerin sevgisini, itibarını kazanmıştı. Mevki sahibi kişiler, onunla görüşmeyi çok arzu ediyorlardı. Fakat Hazret-i Mevlânâ onların davetini nadiren kabul eder; o, daha çok fakirlerle, zaruret içinde olanlarla düşüp kalkardı. Onun kimsesizlere, zavallılara, yoksullara yönelik davranışlarını değerlendiremeyenler, görünüşe, gösterişe bağlı kalanlar, Mevlânâ’yı tenkit ediyorlardı. “Mevlânâ’nın müritleri acayip adamlardır, onların çoğu şehrin işçileri, sanat erbabı kişilerdir; zengin adamlar, bilginler onun etrafında az dolaşıyorlar. Her nerede bir terzi, bakkal, manifaturacı varsa Hazret-i Mevlânâ onları müritliğe kabul ediyor.” diye dedikodu yayıyorlardı. Mevlânâ kulağına kadar gelen bu sözlere kulak asmıyor, kimseye darılmıyordu.

İhtiyacı olanlardan yardımını, feyzini esirgemiyordu. İtiraz edenlere kızmıyor, onlara gönül alıcı, tatlı cevaplar veriyor, diyordu ki: “Eğer benim müritlerim, bana ihtiyacı olmayan kişiler olmasaydı ben onların müritleri olurdum. Bana muhtaç oldukları için ben, onları müritliğe kabul ettim. Böylece istedim ki onlar, değişsinler, huzura kavuşsunlar, iyi kişiler olsunlar.”

Eflâkî hazretlerinin yazdığına göre (Tahsin Yazıcı tercümesi 1/257) bir gün Mevlânâ, müritlerine, “Bütün veliler nefsi köreltmek, müritlerinin benliklerini kırmak için onlara, dilencilik kapısını açmışlar. Ellerinde kandil, sırtlarında zembil taşıyarak zengin adamlardan zekât, sadaka ve hediye almışlardır. Biz ise kendi dostlarımıza dilencilik kapısını kapadık. Dostlarımızın çalışarak kendilerini geçindirmelerini, ticaret, memurluk, veya herhangi bir el emeği, alın teri ile geçinmelerini temin etmek için Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ‘Gücün yettikçe istemekten sakın.’ hadisini yerine getirdik. Bizim müritlerimizden kim bu yolu tutmazsa, bizim nazarımızda onun bir pul kadar kıymeti yoktur.” diye buyurdu.

Mevlânâ bazı hükümdarların, vezirlerin, emirlerin ve zengin kişilerin zekât ve sadaka olarak gönderdikleri paraların hepsini ihtiyacı olanlara veriyor, yoksullara dağıtıyordu. Mevlânâ fetva parası ve medreselerde okuttuğu derslere karşılık verilen ücretle kimseye muhtaç olmadan geçiniyor ve kendisini başkalarının minneti altında bırakmıyordu. O bir rubâisinde şöyle diyordu:


missing image file

“Ayran kâsem önümde oldukça Allah’a yemin ederim kimsenin balında gözüm yoktur. Yoksulluk, beni ölümle sıkıştırsa bile hürriyeti kulluğa satmam.”

Hazret-i Mevlânâ dünyadan ve dünyalıklardan yüz çevirmişti. Tam dervişâne bir hayat sürerdi. Evinde bir şey bulunmadığı zaman sevinir, “Allah’a şükürler olsun, bugün evimiz Peygamber’in evine benzedi.” derdi. Zengin olmadığı hâlde yoksullara yardımda bulunurdu. Muhtaç olanlara yaptığı iyilikleri, ihsanları gizler, hiç kimsenin bilmesini istemezdi.

Medresedeki yoksul talebelere yaptığı yardımı da gizlerdi. Şöyle ki, her bir talebenin oturduğu minderin yahut keçenin altına, onların liyakatlerine, ihtiyaçlarına göre gereken parayı, hiç kimseye söylemeden, göstermeden kordu. Talebeler oturduktan minderin tozunu silkmek istedikleri zaman, kaldırdıkları minderin altında paraları bulurlar, şaşırır kalırlardı.

Mevlânâ’nın insanlara karşı duyduğu saygı da tarif edilemeyecek kadar çoktu. Hazret bir topluluğa girdiği zaman kendisine saygı duyularak ayağa kalkarlardı. Mevlânâ için herhangi bir kişiyi oturduğu yerden kalkmaya zorladıkları zaman hazret bu hâle çok üzülürdü.

Eflâkî’nin yazdığına göre Mevlânâ bir gün hamama gitmişti. Hazretin yıkanma yerine girmesi ile çıkması bir oldu. Hemen elbisesini giydi, gitmeye hazırlandı. Dostları, “Efendimiz, neden çabucak çıktınız?” diye sordular. Buyurdu ki: “Tellak, beni görünce havuzun kenarında oturan bir kişiyi bana yer ayırmak için oturduğu yerden uzaklaştırdı. Benim yüzümden rahatsız edilen o kişiye karşı mahcup oldum, bu hâle çok üzüldüm.”

Hazret-i Mevlânâ’nın iyi huyları, merhameti, kibarlığı, bir kelime ile insanlığı anlatılmakla bitmez ki! O, yüz sene önce, yalnız İslâm memleketlerinde değil, bütün dünyada, kölelerin, cariyelerin hayvanlar gibi para ile alınıp satıldığı ve bu zavallı insanların evlerde, bahçelerde, tarlalarda, her türlü işlerde kullanıldığı bir devirde yaşadığı hâlde, “Bende köle yaratmayan bir Allah’a îman var.” inancına varmış ve Kur’ân-ı Kerîm’ in Lokman Sûresi’nin 28. âyetinde beyan buyrulduğu gibi (Sizin yaratılmanız ve dirilmeniz bir tek nefis, bir tek kişi gibidir.) bütün insanları bir ve eşit yapmıştır. Onun nazarında, köle, cariye, efendi diye bir şey yoktu.

Bir gün Mevlânâ’nın kızı Melike Hatun kendi cariyesini azarlarken Hazret-i Mevlânâ ansızın kapıdan içeri girmiş ve kızını hiddetli bir hâlde görerek “Cariyeyi niçin azarlıyorsun? Ne hakla onu incitiyorsun? O, hanım, sen de ona câriye olsaydın ne yapardın? İster misin ki, bütün dünyada, Allah’tan başka hiç kimsenin köle ve cariyesi yoktur diye bir fetva vereyim. Aslında, kölelerin ve cariyelerin hepsi de bizim kardeşlerimiz ve hemşirelerimizdir.” diye kızına çıkıştı. Kızı hatasını anladı, af diledi, tövbe etti ve o câriyeyi azad etti.

Mevlânâ yalnız yoksullara, kölelere, câriyelere değil herkese, hatta hayvanlara bile acıyor, onların yardımına koşuyordu. Şeyh Nefîseddin hazretleri rivâyet etti ki: “Bir gün Mevlânâ hazretleri bana, iki dirhemlik çörek al, bana getir.’ diye buyurdu. Gittim derhal çörekleri aldım, getirdim. Mevlânâ çörekleri benden aldı ve bir mendile koyup gitti. Ben, yavaş yavaş onun arkasından yürüyordum. Nihayet Mevlânâ bir harabeye vardı. Orada, dişi bir köpeğin yavrulamış olduğunu gördüm. Mevlânâ çöreklerin hepsini köpeğe doğradı, verdi. Ben, bu büyük velinin bu merhametinden ötürü şaşırıp kalmıştım. Mevlânâ, ‘Yedi gün, yedi gecedir, bu zavallı köpek bir şey yememiştir. Yavruları yüzünden de buradan ayrılamıyordu.’ diye buyurdu.”

Rivayet edildiğine göre, bir gün bir Rum usta, Mevlânâ’nın evinde ocak yapıyordu. Dostlar, şaka olsun diye, o Rum ustaya, “Niçin Müslüman olmuyorsun? Dinlerin en iyisi İslâm dinidir.” dediler. O, “Elli seneye yakındır ki, ben İsa dinindeyim. Dinimi terk hususunda ondan korkuyor, utanıyorum” dedi. Bu sözleri duyan Mevlânâ, “İmanın sırrı korkudur, her kim, Allah’tan korkarsa, o Hıristiyan da olsa din sahibidir, yani dinsiz değildir.” diye buyurdu. Mevlânâ’nın bu müsamahalı sözleri üzerine o Hıristiyan mimar Müslümanlığı kabul etti. (Menâkıbü’l-Ârifîn, I/516)

Bir gün Mevlânâ hazretleri buyurdu ki: “Hoca Fakih Ahmed, tam kırk senedir, gece gündüz sonsuz mücadelede bulundum. Birçok riyazet çektim, istedim ki, şu bende bulunan “bilginlik illeti”, kendini âlim sanma ve gurura kapılma hastalığı benden gitsin ve o perdeden dışarı çıkayım, bütün gayretime rağmen bu illetten kurtulamadım. Hâlâ bende, ondan bir eserin kaldığını görüyorum. Gönül levhası, ne kadar saf olursa, Hakk’a yakınlık da o kadar fazla olur.”

Yine buyurdu ki: “Dünyada bilginlerin sultanı olan babam Bahaeddin Veled daima şöyle derdi: ‘Eğer bende bu tahsille elde edilen bilgiler olmasaydı, o mânâ, ilimden daha kuvvetli olurdu.’”

“Kalbimi, dünyevî bilgilerden arındırınca, ilimlerden temizleyince Hakk’a daha çok aşinalık peyda ettim, daha çok yakınlık duydum. Benliğin, varlığın karanlığından kurtuldum da aydınlığa kavuştum.” (Menâkıbü’l-Arifîn, 1/446)

Gerçekten de bizi Hakk’a ulaştırmayan, bize Hakk’ı tanıtmayan ilim, ilim değildir. Nitekim Yunus hazretleri de:

İlim ilim bilmektir

İlim Hakk’ı bilmektir

diyerek bizi Hakk’a götürmeyen ilmi, ilim saymamakta... Üstelik yukarıda işaret edildiği gibi, ilim, sahibini, benliğe, gurura götürdüğü zaman, bizi Hak’tan uzaklaştırmada, bizi şüphe ve tereddüte götürmektedir. Bu sebepledir ki bir şairimiz:

Ümmî kalıp da câzibe-i dîne incîzab

Evlâ değil mi âlim olup çekmeden azab

Yani, “Dinin, inancının cazibesine kapılıp, ibâdetten, zevk alan, Hakk’ı gönlünde bulan bir ümmî, şüpheler, tereddütler içinde kıvranan âlimden daha değerlidir.” diye yazmıştır.

Bir gün Mevlânâ hazretleri, şehrin içinden çıkıp gelen bir ırmağın kenarında bulunan tabakhanenin kapısı önünde durmuştu. Şehrin içinden gelen su, tabakhaneye dökülüyor ve oradan çıkıp akıyordu. Mevlânâ, bu suyun son derece bulanık ve kirlenmiş olduğunu gördü. Suya uzun uzun baktıktan sonra “Ey zavallı su, git de bu şehir halkının kalplerinden geçmediğine şükret. Eğer onların kalplerinden geçseydin, ne kadar kirleneceğini görürdün! Bununla beraber umulur ki, tertemiz olan Hak kendi an ve duruluğu ile seni bu kirlilikten kurtarsın.” dedi.

Gerçekten de Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi çeşitli sebeplerle kirlenen su, bahçelere, bağlara koşar, temizlenmek için toprağın içine girer, hayırlı işler yapar, bitkileri besler, güneşin harareti ile havalara yükselir, bulut olur, sonra tertemiz yağmur hâlinde tekrar Allah’ın rahmeti olarak yeryüzüne yağar.

Bir gün, Konya’nın büyükleri Hazret-i Mevlânâ’yı ziyarete gelmişlerdi. Mevlânâ, “Allah’ın, İslâm uğruna, İslâm için göğsünü açtığı kimse” meâlindeki Zümer Sûresi 22. âyeti tefsir ediyordu. Şöyle buyuruyordu: “Âyet nazil olduğu vakit Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) ‘O açılmış göğsün ve gönlün hiçbir alâmeti var mıdır?’ diye sordular. Hazret-i Peygamber buyurdu ki: ‘Evet, Hakk’ın nûru, bir gönle geldiği vakit, o gönül açılıp genişler, Allah bir kimsenin gönlünü süslemek, genişletmek ve görüş sahibi yapmak dilediği vakit, o gönlü, kendi nûru ile açar, bunun belirtisi de şudur: Böyle bir kalp sahibinin dünyadan uzaklaşması, âhirete meyletmesi ve dünya onu boşamadan önce, onun dünyayı boşamasıdır.”’

“Peygamber Efendimiz, bu dünyadan göçtüğü gün, Aişe validemiz ağlıyordu. Fakat o ağlayış, senin, benim ağlayışımız gibi değildi. O, bizim gibi dünya varlıklarından, balından mülkünden, sevdiği şeylerden ayrıldığı için ağlamıyordu. Belki Aişe validemiz, ‘Ey kalın bir döşekte rahatça uyumayan, hayatında ipekli giymeyen, arpa ekmeğinden doyasıya yemeyen hasır üstünde uyuyan aziz varlık!’ diye ağlıyordu. Peygamber efendimiz tatlı canını, sevdiği Allah’ına teslim ettiği gün, altında hurma ağacının lifleri ile doldurulmuş bir yatak vardı. Öyle ki, bu lifler, Peygamberimiz’in mübarek yanlarında iz bırakmıştı. Baş ucunda ağaçtan bir kâse vardı. Elini ona batırıp alnına sürüyor, o sudan, yanan yakılan göğsüne döküyor ve ‘Ey Allah’ım, beni ölümün dehşetine ve onun hoşa gitmeyen şeylerine karşı koru.’ diye yalvarıyordu. İşte büyük ve eşsiz Peygamberimiz Allah’ına bu şekilde kavuşmuştu.”

Bir gün, dostlarından birisinin canı sıkılmıştı. Mevlânâ hazretleri ona, “Dünyanın bütün can sıkıntısı, bu dünyaya gönül verme neticesidir. Bu dünyadan azad olduğun, kendini bu dünyada garip bir kişi olarak bildiğin; baktığın, gördüğün güzel renklerin, güzelliklerin, tattığın zevklerin kalmayacağını, her şeyin gelip geçici olduğunu, senin başka bir yere gideceğini bildiğin an, can sıkıntısından kurtulursun. Ne mutlu o insana ki, hikmet ehli ile oturur, mağrur kişilerle değil. Kendilerini hakir ve zelil gören kişilerle düşer kalkar.” dedi. Ve yine buyurdu ki: “Hürriyetini elde eden kurtulmuş olgun kişi, başkasının kendisini incitmesinden incinmeyen kimsedir. Yiğit er, incinmeyi hak edeni, kırılmaya layık olanı dahi incitmeyen, kırmayan kimsedir.” (Menâkıbü’l-Arifin 1/432)

Bir gün Mevlânâ hazretleri vaazda bulunuyor, diyordu ki: “Servi ve kavak gibi meyvesiz ağaçların başları daima yukarıdadır. Bunların dalları da yukarıya doğru uzar. Meyveli ağaçların, meyveli oldukları vakit bütün dalları aşağı doğru sarkar. Olgun insanlar da alçak gönüllü olurlar. Peygamber Efendimiz de son derece alçak gönüllü idi. Nitekim aziz Peygamberimiz: ‘Ben halka boyun eğmek, müdara etmek ve onlara iyi huyla muamele etmekle emredildim. Hiçbir peygamber, benim kadar eziyete maruz kalmamıştır.’ diye buyurmuştur. Peygamberimiz’in mübarek başını yardıkları, dişlerini kırdıkları vakit, sonsuz olan keremi yüzünden, ‘Ey Allah’ım, kavmime doğru yolu göster. Çünkü onlar cahildirler. Hakikati görmüyorlar.’ diye Hakk’a yalvarmıştır. Diğer peygamberler hakarete maruz kaldıkları zaman kendi ümmetlerine lânet ettiler. Onların başlarına taş yağdırdılar, çeşitli belâlara uğrattılar.”

Sultan Veled buyurdu ki: “Bir gün babam bana Bahaeddin, senin düşmanını sevmeni, düşmanının da seni sevmesini istersen kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle. O düşman senin dostun olur. Çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönle yol vardır. Allah’ın sevgisini de O’nun aziz olan isimleri ile elde etmek mümkündür. Allah buyurdu ki: ‘Ey kullar, kalplerinizde safa hasıl olması için daima beni çok zikretmekten, anmaktan geri durmayın, safa ne kadar olursa, Allah’ın nûrunun parlaklığı da kalpte o nispette fazla olur.’ ” (Menâkıbü’l-Arifîn Tercümesi, I/324)

Hazret-i Mevlânâ’nın hayatı ve ahlâkı hakkında yazılmış en eski kaynak ve eserlerden sayılan Menâkıbü’l-Arifin’den yukarıya bazı bölümler aldım. Şimdi de yine Mevlânâ hakkında yazılmış en eski eserlerden olan Risale-i Sipehsalar’dan bazı notlar almayı faydalı buluyorum.

Selçuklular devrinin askerî kumandanlarından olduğu için kumandan mânâsına gelen Sipehsalar diye anılan Ahmed oğlu Mecdeddin Feridun tarafından Farsça yazılmış olan bu meşhur eser, merhum Midhat Bahari ve Ahmed Avni Beyler tarafından ve son zamanlarda Tahsin Yazıcı Bey tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Sipehsalar Feridun hazretleri 1312 senesinde vefat etmiş olup Konya’da Mevlânâ Türbesi’nde Mevlânâ’nın babasının yanına defnedilmiştir.

Sipehsalar kırk yıl Hazret-i Mevlânâ’ya hizmet etmiş olduğu için (Midhat Bahari Tercümesi, s. 11) eseri, Mevlânâ’yı tanımak ve tanıtmak bakımından çok önemlidir. Yedi asır önce yazılmış bulunan ve Mevlânâ’nın mânevî kokusunu günümüze kadar ulaştıran bu kaynak eserden Mevlânâ’yı tanımaya çalışarak kendi hayâlimizden Mevlânâ hakkında yanlış vakalar uydurmayalım; o büyük veli hakkında yanlış fikirler yürüterek gerçek Mevlânâ’yı kaybetmeyelim.

Mevlânâ’nın Gerçek Sîreti

Senelerce Mevlânâ ile beraber yaşamak saadetine eren Sipehsalar’ın şiirleri de vardır. Yazdığı şu üç beyti dikkatle okumak gerek:


missing image file

“Ya Hazret-i Mevlânâ! Senin sözlerinin güzelliğini ve letafetini kıskandığı için insanlara ölümsüzlük bağışlayan âb-ı hayat çeşmesi, tamamıyla utanç içine gömüldü, kaldı. Artık kimseye gözükmüyor.

Ey mekârim-i ahlâkı tamamlamak için dünyayı şereflendiren Sevgili Peygamber’in bütün güzel huylarını kendinde toplayan Mevlânâ!

Ey Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini, en güzel, en doğru şekilde açıklayan eşsiz varlık! Ben, senin vasfında ne yazabilirim? Ne söyleyebilirim? Çünkü söz biter, fakat söylenen söz, senin vasfını kavrayamaz. Çünkü vasıfların sonsuzdur. İyi huyların had ve hesaba gelmeyecek kadar çoktur, söylenmekle bitmez.” (Sipehsalar, s. 53)

Kumandan Feridun’un bu övgüleri, gönülden gelen, duyularak söylenen, gerçek duygulardır. Mevlânâ’nın gerek Mesnevî-i Şerif ve gerekse Divan-ı Kebîr’ indeki güzel sözler, tatlı ifâdeler herkesi büyülemektedir. Gerçekten de her velide bulunduğu gibi Hazret-i Mevlânâ’da bulunan müsamaha ve iyi huylar, Hazret-i Muhammed’in (s.a.v.) müsamahası ve onun iyi huylarıdır. Sipehsalar, Hazret-i Mevlânâ’ya “Kur’ân-ı Kerim’ in âyetlerini en güzel, en doğru şekilde açıklayan eşsiz varlık” diyor. Gerçekten de Hazret-i Mevlânâ yeri geldikçe Mesnevî-i Şerif’te bazı âyet-i kerimeleri tefsir ederken zamanına gelinceye kadar yetişen tanınmış müfessirlerin dokunamadıkları hususlara Rabbâni bir ilhamla dokunmuş ve açıklamıştır. Bu sebepledir ki, büyük veli İsmail Bursevî hazretleri Rûhü’l-Beyân tefsirinde, bazı âyetleri Mesnevi’den yararlanarak açıklamıştır. Hazret-i Mevlânâ’yı yakından tanıdığı için ona hayranlığını izhar eden Sipehsalar, yalnız Hazret-i Mevlânâ’yı, yani mensup olduğu veliyi değil, bütün velileri severek o devirde tarikat bölücülüğünden kendini kurtarmış, Hakk’ı ve hakikati sevenlere örnek olmuştur. Sipehsalar, risale’sinin bir yerinde diyor ki: “Mevlânâ’nın hudutsuz olan yüksek vasıflarını -ki bazısını kendi gözlerimle müşâhede etmiş, bazısını da duyarak, hissederek, inanarak vicdanen gönlümde bulmuşumdur. Gerek bu fâni baş gözümle gördüklerimi, gerekse gönül gözü ile idrak ettiklerimi, ucu kesik kalem gibi noksan ve aciz olan dilimle nasıl açıklayabilirim? Çünkü, her bilinen görülmez; her görülen söylenmez ve her söylenen de yazılmaz. Bunun delili şudur ki: Cenâb-ı Hakkın velilerinin her biri, yaptıkları ibâdetler, iyilikler, başlarına gelen belâlara gösterdikleri sabır, çektikleri riyazetler, mücahedeler, gayretler ve kendi gönül aynalarını, Hak’tan başka her şeyden temizledikleri, hasetten, benlikten, hiddetten, şehvetten, tamamıyla kurtuldukları için felaha kavuşmuşlardır. Allah’ın bu has kulları, kendilerinden yok olmuşlar, dost ile bâkîdirler. Şaşılacak şey şudur ki: Şu anda onlar var gibi göründükleri hâlde, yokturlar, mevcut değillerdir. Gerçekten de asıl tevhid eri bunlardır. Arta kalanların hepsi, benlik içinde olup, kendilerine tapıcıdırlar.”

“Hazret-i Mevlânâ’nın, diğer veliler gibi ulaştığı makamları anlatmakta bu fakir Sipehsalar için bir vazife vardır. Gerçekleri söylemek zorundayım. Önce şunu arz etmeliyim ki, Hazret-i Pir Arapçanın künhüne vâkıftı. Arap dilinin bütün inceliklerini ve lügatlerini biliyordu. Fıkıh, tefsir, hadis, aklî ve naklî ilimlerde o çağda, zamanın bütün bilginlerinin başta gelenlerindendi. Bütün fenlerde yüksek icazetler elde etmişti. Gençliğinin ilk çağında Halep şehrinde tahsilini ilerletirken, arkadaşları, kendilerine güç gelen meseleleri Mevlânâ’ya sorarlardı. Mevlânâ kendisine sorulan herhangi bir meselenin tarifi hususunda o kadar yollar gösterirdi ki, bunları duyanlar, o anlaşılmaz gibi görünen konuya akıl erdirenler, anlama ve duyma zevkinden heyecana kapılırlardı. Öyle ki, gösterdiği çözüm şekillerinden hiçbiri bir kitapta bulunmuyordu. Mevlânâ’nın mübarek nazarları en karışık, en zor meseleleri gönül kitabından okuyor, onları cevaplandırıyordu.”

Hazret-i Mevlânâ’nın Mücahede ve Riyâzetleri

“Tam Muhammedî yolda olan ve her davranışında Hazret-i Muhammed (s.a.v.) Efendimiz’i örnek olarak alan Hazret-i Mevlânâ, ilâhî aşkının fazlalığı sebebiyle ibâdete, mücahedeye, riyazetlere çok düşkündü. Bu zayıf kul (Sipehsalar) tam kırk sene Hazret-i Mevlânâ’ya hizmette bulundum. Gençlik çağından vefat edinceye kadar, ibâdetlerini, riyâzetlerini eksiltmeden devam ettiriyordu. Yatakta başlarını yastığa koyup da yanları üzerine uzanarak rahat ettiğini görmedim. Allah sevgisinin heyecanının, o hazretin riyâzet görmüş vücudunu daima harekete getirdiği, ona güç kattığı bir gerçektir.”

“İslâmî esaslara göre senede bir ay oruç tutulur. Takva ehli, Hak’tan çok korkanlar, onun emirlerine çok uyanlar da üç ayları tutarlar. Üç gün, bir hafta ve daha ziyâde oruç tutanlar da bulunur. Fakat bütün bu oruç tutanlar, iftar ederler, ancak Hazret-i Mevlânâ aç kalmayı son dereceye vardırmıştı. Senelerce doyasıya yemek yememiş, midesini tıka basa doldurmamış ve ‘Kırk yıl geceleri midemde yemek bulunmadı. Madem ki, geceyi rabbimin huzurunda geçirdim, bu saadete erdim, rabbimin yemeği rûhuma ulaştı beni mânen doyurdu.’ diye buyurmuştu.”

Hazret-i Mevlânâ’nın en çok yediği yemek de on lokmayı geçmezdi. Açlık hususunda şöyle buyururlardı:

“Senin gönül kuşun, Hızla yemeden ve hastalığından ötürü, bu varlık yumurtasını delip çıkmamıştır. Bu daracık yumurta hapishanesinde kalmıştır. Sen, nefis esaretinin yumurtasından çık ki kanatların açılsın, mânâ göklerinde uçabilesin.”

Bu anlatılanlar, Mevlânâ’nın zahirî orucuna aittir. Allah’tan başka her şeyi terk etmekten ibaret olan batınî orucu, gönül orucunu en iyi tutan da şüphesiz o idi.

Evinde yemek pişirmek külfetine girildiği gün, ev halkına kızardı. Yemek işleri ve külfet az olduğu gün de son derece memnun olur, onlara şöyle iltifatlarda bulunurdu: “Bugün bu ev halkının alnında fakirlik nûru parlamaktadır.”

Mevlânâ bir şiirinde şöyle buyurur:

“Şehvetine esir olmuş kişinin ölüsü pistir, murdardır. Aşk şehidi ise temizdir, haktır. Yoksulluk bambaşkadır. Bütün âşıkların gönülleri yoksulluğun, fakirliğin etrafında halka olup durdular. Yoksulluk sanki şeyhlerin şeyhi, gönüller de onun müridi oldu.”

Hazret-i Mevlânâ Divan-ı Kebîrî’inin başka bir yerinde de:

“İki dünyada da gönlü isteklerden kurtaran, temizleyen, ne bu dünyada, ne de öteki dünyada zevk aramayan her insan, elest sesine “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sesine karşı, “Beli: Evet.” demenin yokluk, yoksulluk olduğunu görmüş, anlamıştır.”

Hazret-i Mevlânâ’nın Namaz Şekli

Sipehsalar’ın yazdığına göre, Hazret-i Mevlânâ namaz vakti gelince kıbleye dönerdi ve mübarek yüzünde bir renk değişikliği olurdu. Hazret-i Mevlânâ’nın namaza hazırlanışı, Hazret-i Ali’nin namazını hatırlatırdı. Bilindiği gibi Mü’minlerin Emîri Hazret-i Ali’nin, namaz vakti geldiği zaman yüzü, renkten renge girer, korkudan titremeye başlardı. “Ey Mü’minlerin Emîri, bu ne hâl, size ne oluyor?” diye sordukları zaman buyururlardı ki: “Allahu Teâlâ’nın göklere, yere ve dağlara arz ettiği ve onların korkarak yüklenmedikleri ilâhî emânetin Hakk’a karşı vazifesini yapma ve Hakk’a yönelme zamanı geldi. Üzerime aldığım bu vazifeyi, iyice yerine getirebilecek miyim getiremeyecek miyim diye korkuyorum.”

Hazret-i Mevlânâ’nın namazı, tam bir gönül alçaklığı ile kılınan, kendinden geçiş namazı idi. O, namazda, tam mânâsıyla kendini Hak’ta bulur, Hak’la mânen buluşurdu. Zaten namazdan da istenen, beklenen mânâ Hakk’ı bulmak, kendini unutarak, mecâzî varlığından kurtulmaktır. Bu sebepledir ki, Peygamber Efendimiz, “Namaz, Allah ile buluşmadır, fakat bu buluşmanın ne şekilde, nasıl olacağını, zahir ehli, işin sadece dış yüzünü görenler bilemez.” diye buyurmuştur.

Bu sebepledir ki, namaz dinin direği ve mü’minin miracı sayılmıştır. Birçok defalar görülmüştür ki, Hazret-i Mevlânâ yatsı namazı vakti tekbir alıp kıyama durdular, sabah oluncaya dek iki rekat namazda dalıp kaldılar, huzur-ı Hak’ta kendilerini unuttular. Bunun gibi rüku ve sücudda, bütün bir gün ve bir gece dalıp kaldıkları da görülürdü.

Hazret-i Mevlânâ’nın namazı, diğer mü’minlerin sadece Allah’ın rızasını elde etmek için bir vazife olarak kıldıkları namaz gibi değildi. Yani Hazret-i Mevlânâ’nın namazı, yalnız bir rıza namazı değil, gönül namazı, ilâhî aşk namazı idi. Bu konu bitmez devam eder gider. Fazla uzatmayalım. Kısaca Mevlânâ’nın eserlerinden bahsederek ve o mübarek eserlerden bazı örnekler alarak o örnekleri dikkatle okuyalım da o örneklerde Hazret-i Mevlânâ’nın sîretnümâ meşrebini, yolunu, çeşitli konular hakkındaki görüşlerini, düşüncelerini, duygularını bulalım. Böylece, Mevlânâ’yı başkalarının kitaplarında, görüşlerinde, yorumlarında değil, Mevlânâ’yı Mevlânâ ile anlamaya çalışalım.

Mevlânâ’nın Eserleri

1. Mesnevî-i Şerif: İslâmî bir nazım şekli olan mesnevîde her beyti teşkil eden iki mısra kendi arasında kafiyeli olduğu için şairler, iki mısrada birbirine uygun kafiyeli iki kelime bulmakta zorluk çekmezler. Bu yüzden hikâyeler hep mesnevî tarzında yazıla gelmiştir. Divan şairlerimizden Fuzuli, meşhur Leylâ ve Mecnun hikâyesini mesnevî şeklinde yazdığı gibi Galip Dede’nin Hüsn ü Aşk’ ı da mesnevî tarzında yazılmıştır. Mevlânâ fa i lâ tün fâ i lâtün fa i lün vezniyle yazdığı altı ciltlik ve 25.618 beyitten oluşan muazzam eserine ad koymadığı için, bazıları Hüsameddin Çelebi’nin himmetiyle ve onun mübarek eliyle yazıldığı için Hüsam-nâme adı verilmiştir, demelerine rağmen, bu mübarek eser yazıldığı nazım şeklinin adı ile anılır. Kitaba saygı duyulduğu için “Şerefli Mesnevî”, “Mübarek Kitap” anlamına gelen Mesnevî-i Şerif, İslâmî klâsik eserler arasında yer almış, bütün İslâm diyarlarında okunduğu gibi, çeşitli tercümeleri ile Batılılarca da tanınmıştır. İslâm tasavvufunun eşsiz bir şaheseridir. Türkçede birçok tercümeleri ve şerhleri vardır. En makbul şerhi tam olarak İsmail Ankaravî hazretleri (1041/1631) yapmış ve haklı olarak “Şarih” lâkabını almıştır.

2. Divan-ı Kebîr: Kırk bin beyti aşkın muazzam bir divan olduğu için Divan-ı Kebîr; “Büyük Divan” adı ile anılan bu şiirleri Mevlânâ, Şems ile söylediği için Divan-ı Şems-i Tebrizî adı ile de tanınmaktadır. Kırk bin beyti söyleyen Mevlânâ kendini yok farz ettiği için Celâl ve Mevlevî mahlaslarını kullanmamış, hep Şems ismini yâd etmiştir. Bu divan, Mevlânâ’nın ilâhî aşk, vecd ve heyecan dolu şiirlerini ihtiva eder. Divan bazen alfabe sırasıyla yazılmış, yahut basılmıştır; bazen, aruzun çeşitli bahirlerinden 20 bahir olarak her vezne göre alfabe sırasıyla tertiplenmiş böylece 20 ayrı divan hâlinde yazılmıştır. Bu bahirlerin sonunda bir de rubâiler divanı vardır. Bendeniz çeşitli yazma ve basma divanlardan ve şiir mecmualarından Mevlânâ namına yazılmış ve basılmış bulunan 2217 rubâi tesbit edebildim. Bu rubâilerin içinde Mevlânâ’ya ait olmayan tek tük rubâi bulunsa da Mevlânâ tarafından söylendiği için kâtipler onun namına yazmışlardır. Mevlânâ’nın sevdiği rubâileri ben atmadım. Kime ait olursa olsun aldım. Bunların miktarı belki yirmi rubâiyi geçmez. Bu rubâiler divanı Hazret-i Mevlânâ’nın Rubâileri adı altında iki cilt hâlinde, asılları ve tercümeleri ile beraber Kültür Bakanlığı yayınları arasında çıkmıştır.

3. Mecâlis-i Seb’a: Mevlânâ’nın Arapça söylediği yedi vaazının not edilmesinden meydana gelmiş dinî, tasavvufî bir eserdir. İçinde tek tük şiirler de vardır. Mecâlis-i Seb’a’yı Kitapçı Hulusi Bey ve Abdülbaki Gölpınarlı Türkçeye çevirmiştir.

4. Fîhi Mâfih: Mevlânâ’nın sohbetlerinden derlenmiş, çok faydalı bir kitaptır. Çeşitli konuları ihtiva eden bu eserde, dünya, âhiret görüşü, kadın, şeyhlik-müritlik, mürşitlik, îman, aşk, ibâdet, ahlâk gibi mevzular bulunmaktadır. İçinde hikâyeler de var. Farsça olan eser dilimize Meliha Hanım ve Gölpınarlı merhum tarafından tercüme edilmiştir.

5. Mektuplar: Mevlânâ’nın bazı kişilere tavsiye yollu yazdığı mektuplardır. 147 mektuptan ibaret olan bu kitap da önemlidir. Mevlânâ’nın bazı fikirlerini, görüşlerini belirtmektedir. Tarihî önemi de vardır. O devir hayatını, yapılan uygunsuz, haksız hareketleri belgelemektedir.

Mevlânâ Hazretleri’nin



Şiirlerinden Seçmeler

Tasavvuf Tamamıyla Edeptir

“Efendi, bilmiş ol ki, edep, insanın bedenindeki rûh gibidir. Aslında edep, Allah adamlarının gözü ve gönlü nûrudur.

İnsan süflî âlemden değil, ulvi âlemdendir. Bunu böyle bil! Şu dönen feleğin dönüşündeki düzen, şaşmazlık, güzellik edepli oluşundandır.

Eğer şeytanın başını ezmek dilersen gözünü aç da gör ki, şeytanın katili edeptir.

İnsanoğlunda edep bulunmazsa o, insan değildir. Çünkü dedemiz olan Hazret-i Âdem, küçük bir hata yüzünden “Ya Rabbi, biz, emrini dinlemedik, yasakladığın yemişten yediğimiz için nefsimize zulmeyledik.” demiş, o hatayı nefsine yüklemişti. İnsan ile hayvanın varlıkları arasındaki fark, edep iledir.

Gözünü aç da baştan başa Allah kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’e bak! Kur’ân’ın bütün âyetleri edep talim eder, edep öğretir.

‘İman nedir?’ diye aklımdan sordum. Akıl, kalbimin kulağına, İman, edepten ibarettir.’ diye fısıldadı.

Ey Şems-i Tebrizî sen, ilâhî bir sırsan, sus! Dünya gecesini aydınlatacak ışıkların en parlağı edeptir.”

(Mevlânâ’nın olduğu söylenen bu şiiri divanında bulamadım)

“Kendimizi kontrol ederek Cenâb-ı Hak’tan, edepli insan olmada bizi başarıya ulaştırmasını niyaz edelim. Çünkü edebi olmayan, Allah’ın lütfundan mahrum kalır.

Edebi olmayan, yalnız kendisine kötülük etmiş olmaz, belki edepsizliği yüzünden bütün dünyayı ateşe vermiş olur. (Mesnevî, I/78-79)

Edepten dolayı bu gökler nûra gark olmuştur. Melekler de edeplerinden ötürü temiz ve mâsum kalmışlardır.” (Mesnevî, I/91)

Gönül Kâbesi

Eğer senin gönlün varsa, gönül kâbesini tavaf et. Topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin mânâsı gönüldür.

Cenâb-ı Hak, görünen, bilinen suret Kâbe’sini tavaf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş, arınmış bir gönül kâbesi elde edesin diye sana farz kılmıştır.

Şunu iyi bil ki, sen, Allah evi olan bu gönlü incitir, kırarsan, yaya olarak bin defa Kâbe’ye gitsen, Allah bu ziyaretini kabul etmez.

Sen, varını yoğunu, malını mülkünü ver de bir gönül al. Al da o gönül, mezarda, o kapkara gecede, sana ışık versin, nûr versin.

Allah’ın huzuruna altın dolu binlerce keseler götürsen Cenâb-ı Hak, ‘Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir.’ diye buyurur.

‘Çünkü altın, gümüş, bizim için hiçbir şey değildir. Eğer bizi, bizim rızamızı istiyorsan, bizim isteğimiz gönülden ibarettir.’

Senin değer vermediğin, bir saman çöpü saydığın yıkık gönül, arştan üstündür. Kürsî’den de Levh’ten de Kalem’den de...

Harap gönül, Hakk’ın nazargâhıdır. Hakk’ın baktığı, sığındığı yerdir. Onu yaratan varlık, ne de büyüktür ne de kutludur!

Kırılmış, iki yüz parça olmuş zavallı bir gönlü yapmak, tamir etmek Cenâb-ı Hakk’ın nazarında Hac’dan da Umre’den de değerlidir. Hakk’ın dermeleri, harap gönüldedir. Harabelerde pek çok defineler gömülüdür.

Mutlu olmak, mânen yükselmek istiyorsan gönüller almaya, gururu, kibri bırakmaya bak.

Kazandığın gönüllerin yardımı, seninle beraber olursa kalbinden hikmet kaynakları fışkırır, akar.

Dilinden sel gibi âb-ı hayat akar. Nefesin Hazret-i İsa’nın nefesi gibi hastalara deva olur.

İki dünya da bir gönül için yaratılmıştır. ‘Sen olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım.’ hadisinin mânâsını düşün.

Eğer böyle olmasaydı senin varlığın; mekânın, güneşin, ayın, yeryüzünün, şu gökyüzünün varlığı nerede olacaktı?

Sus, fazla söyleme, vücudundaki her bir kılında iki yüz dil olsa da gönlü anlatmaya çalışsan yine de anlatamazsın, çünkü gönül, anlatılamaz, anlatışa sığmaz.” (Divan-ı Kebîr, VI/3104)

Gönlün Ne Olduğunu Ancak Gönül Sahipleri Bilir

“Gönlü, gereği gibi anlamak için bir zaman, gönül mahallesine girdim. Orada kaldım. Böylece gönlün hâlinden bir iz, bir insan aramaya koyuldum.

‘Bakayım, gönlümün hâlleri nedir; nasıldır?’ diye düşündüm. Gördüm ki, yalnız ben değil bütün dünya ondan şikâyetçi, onun yüzünden feryada düşmüş.

Her ovada, her şehirde rastladığım bilginlerden, akıllı kişilerden gönle dair ne düşündüklerini, ne destanlar söylediklerini sordum.

Hepsi de gönlün elinden şikâyet etti, yaka silkti, hepsi de feryada geldi. Bu hâl bana dokundu. Gönül konusu üzerinde bir şüpheye, bir zanna düştüm.

Sonunda, bu konu üzerinde aklın bir işe yaramadığını anladım da aklımı bıraktım, gönle doğru sefere çıktım, yola düştüm. Fakat onun bulunmadığı hiçbir yer de görmedim.

Aslında şu gönül ‘ârif ile ‘ma’rûf, yani bilen ile bilinen arasında tercümanlık edip durmadadır.

Gönlün ne olduğunu ancak gönül sahipleri bilir. Rûhsuz kişi gönlün değerini ne bilsin?

Sen, gönlü ancak Allah kapısında, ilâhî dergâhta bulabilirsin, gönül filan ve fişmanda bulunmaz.

Âlemde, kırık gönülleri onaran, eksiklerini tamamlayan, dilediğini zorla yaptırmaya gücü yeten, her izi olanı, her izi bulunmayanı gereği gibi gören Allah ‘tan başkasında gönlü bulamazsın. Çünkü Allah, insan gönlünü ev edinmiştir.” (Divan-ı Kebîr, VI/2722)

Kitaptaki Konularla İlgili Bazı Rubâiler

Mevlânâ’nın, toplamı iki bine yakın olan rubâileri arasından dikkatle ve titizlikle seçilen bu rubâiler, kitapta işlenen konulara göre mümkün olduğu kadar birbirini tamamlayacak şekilde sıraya konmuştur. Binlerce rubâi içinden, aynı fikri düşündüren, aynı duyguyu duyuran rubâileri seçip bir araya getirmek kolay olmadı. Böylece seçilen rubâiler, okuduğunuz şu kitapta, kısaca temas edilen konulara ışık tutacak ve onların daha iyi anlaşılmasına yardım edecektir. Bu arada ben de huzurunuzda, hatalarımı, noksanlarımı itiraf ederek sahneden çekiliyor ve sizi büyük mutasavvıf, büyük veli, büyük şair, büyük insan Mevlânâ ile baş başa bırakıyorum. Eflâtun’un açık olarak anlatamadığı ilâhî aşkı o anlatacak, insanın değerini ve insanlığın ne olduğunu o size haber verecektir.

Rubâiler


missing image file

“Tanrı aşkından bir zarar görmezsin, cansız nasıl kalabilirsin ki, O’nun aşkıyla bilâkis can olursun. Sen, önce yeryüzüne gökten gelmiştin, sonunda, yeryüzünden göğe yükseleceksin.”


missing image file

“Sen, gökyüzünden kendine bir vatan tutmuş, bir yurt edinmiştin. Kendini lekesiz, temiz bir cihâna mensup bir varlık sanmakta idin. Sonra tuttun, toprağa kendi resmini yaptın, bu kirli toprağa bağlandın kaldın ve aslın olan şeyi unuttun, gittin.”


missing image file

“Sen toprak değilsin, sen su değilsin, sen topraktan ve sudan yaratılmış değilsin. Sen bambaşka bir varlıksın. Senin, dönen, hareket hâlinde bulunan su ve toprak dünyasıyla bir ilgin yoktur. Sen bu madde âleminin dışındasın. Kalp, bir ırmaktır, can da onun içinde akan âb-ı hayat gibidir. Fakat sen, bulunduğun mevkiide bunların her ikisinden de habersizsin.”


missing image file

“Topraktan yaratılmış olan bu tenimiz gökyüzünün nûrudur. Hakikate varmak, Hakk’ı aramak hususundaki canlılığımızı, çevikliğimizi, melekler kıskanır, mânâ üstünlüğümüze, rûhî temizliğimize haset ederler. Bazen de beşeri zaafımızdan kötülüklerimizden şeytan bile kaçar.”


missing image file

“Ezelî aşkın sabahı aydınlanmaya başlayınca yaşayanların teninden rûh kanatlanır, uçar.

Bu uçuşta insan, öyle bir merhaleye erişir ki her nefeste gözün yardımı olmaksızın, dostu görür.”


missing image file

“Git, gözlerini kapa ki, bütün gönlün göz olsun. O zaman gönül gözüyle sana başka bir cihan, başka bir dünya görünecektir.

Eğer sen, kendini görmekten, kendini beğenmekten kurtulursan, bütün yaptığın işler beğenilecektir.”


missing image file

“Bu yalnızlık, binlerce can değer, bu serbestlik, cihan mülkünden daha fazla kıymetlidir.

Bir an Hak’la olmak, Hak’la bulunmak, candan, cihandan, ondan bundan daha çok değerlidir.”


missing image file

“O’ndan haberi olmayan kimse, başını yastığa koyunca uyur. O’ndan haberi olan, nasıl olur da uykuya varır? Bu şaşılacak şeydir. Aşk gelir, bütün gece, iki gözüme bakarak ‘Yazıklar olsun O’nsuz uyuyan kimseye!’ diye söylenir durur.”


missing image file

“Kendi kendimden kaçmak isterim. İsteklerden kurtulmak, hür olarak yaşamak arzu ederim.

Ben durakların, merhalelerin bağları ile bağlanmışım, bütün bu bağları koparmak, kırmak niyetindeyim.”


missing image file

“Aşk yolunda yetişkin olmalıdır. Elini eteğini dünyadan çekmiş bulunmalıdır.

Sen kendi körlüğünü tedavi etmeye çalış, yoksa âlem hep O’ndan ibarettir. O’nu görecek göz olmalıdır.”


missing image file

“Varlık ve yokluk hep O’dur. Sevinci ve kederi hasıl eden de hep O’dur. Sende görecek göz yok ki, tepeden tırnağa kadar hep O’ndan ibaret olduğunu görebilesin!”


missing image file

“Sen, Tanrı kitabının bir nüshasısın. Sen kâinatı yaratan kudretin bir aynasısın.

Dünyada ne varsa senden dışarıda değil, ne istiyorsan, sen onu, kendinden iste, kendinde ara.”


missing image file

“Sarayının kapısından sık sık geçmiyorsam bu, seni kıskananların korkusundandır.

Doğrusunu istersen sen, düşünce gibi gece gündüz gönlümdesin. Ben, seni aradığım zaman gönlüme bakarım.”


missing image file

“ ‘Her tarafta Allah’ın nûru vardır.’ dediler. Halktan, ‘O nûr nerededir?’ diye bir feryâd yükseldi. Hakikati bilmeyen kişi, sağına soluna bakındı, O’nu aradı, bulamadı. Ona dediler ki: ‘Bir an için sağsız ve solsuz bakabilirsen O’nu görürsün.’”


missing image file

“Senin yanağının güneşi, göklerin ötesindedir. Senin güzelliğini dil anlatamaz, açıklayamaz. Senin aşkın, benim canımın içindedir. Öyle olduğu hâlde ne gariptir ki, o, canın da cihanın da dışındadır.”




missing image file

missing image file

“Ben bir damla gibi görünüyorsam da damla değilim, ben bütün bir denizim. Ben şaşı değilim ve şaşılar gibi de gurura kapılmamıştım. Her bir zerreye ben, hâl dilimle hitap edecek olsam, zerre, ‘Ben zerre değilim.’ diye feryâd eder.”


missing image file

“Diyorsun ki: ‘Şu maddî varlığımla, tenimle senden uzaktayım, ama gönlüm senin yanındadır.’ Bu hâlde, sakın beni sevgilin sanma! Sonra bir gün, benim yerimde, kendi hayâlinin şeklini, nakşını görürsün de gönülden şikâyet çığlığını koparırsın.”


missing image file

“Âşıklık sözünü, ilk defa işitir işitmez canımı da gönlümü de gözümü de O’nun yoluna koydum. O’na dedim ki: ‘Sevenle, sevilen iki yarı varlıklar mıdır?’ Aslında onların her ikisi de bir, fakat ben, şaşılığımdan dolayı onları ayrı görüyordum. “


missing image file

“Senin elinin, gözünün, ayağının iki olması doğrudur. Fakat gönül ve sevgilinin ayrı ayrı oluşu hatadır. Yani, bunları ayrı ayrı görmek yanlıştır.

Sevgili dediğimiz varlıklar bir bahanedir. Gerçek sevgili Allah’tır. Kim ki, bunları bir bilmez de iki zannederse o, ya Yahudi’dir yahut puta tapandır.”


missing image file

“Ne ben, benim; sen, sensin ne de sen, bensin. Hem ben, benim, hem sen, sensin, hem sen, bensin. Ey Hotenli güzel! Seninle öyle bir hâldeyim ki, anlayamıyorum, ben mi senim, sen mi bensin?”




missing image file

missing image file

“Olur ve saklanırız. Ben, kendi kendime düşünür de derim ki: ‘O, benim midir, senin midir?’ Çünkü ikimizin arasında, ‘ben’ ile ‘sen’ yokuz.”


missing image file

“Sonsuz olan o şehirdenim. O şehrin yolu, sonsuz bir yoldur. Oraya varmak için ne başa ne ayağa ihtiyaç vardır. Bu sebeple o şehre başsız, ayaksız git, çünkü baş ve ayak hep odur.”


missing image file

“Ey can! Senin gönlünden benim gönlüme bir yol vardır. Benim gönlüm o yolu araştırmak hususunda uyanıktır. Çünkü gönlüm, berrak, duru su gibi hoştur. Berrak, duru, saf su ise aya ayna tutar.”


missing image file

“Ben öyle bir canım ki, yüz binlerce tenim vardır. Bunların hepsi de ben olunca hiç olmazsa kendimden başkasından bahsetmeyeyim. Dalga gibi bedenimden bir baş göstereyim de dikkatle bak, gör ki, o başı gösteren de benim, başkası değil.”


missing image file

“Ben, öyle bir canım ki, yüz bin tane bedenim var. Fakat ne yapayım ki, ağzım bağlı, hakikati söyleyemiyorum. Sanki iki bin kişi gördüm. Bunların hepsi de ben imişim, şaşılacak şeydir ki, bütün bunların içinde ben olan bir tanesini bile göremedim.”


missing image file

“Ben yüz bin teni olan canım. Can nedir? Ten nedir? Can da ten de benim. Hani birisi var ya! O da benim, ona hoş gelsin diye kendimi zorla bir başkası hâline getiriyorum.”


missing image file

“Kendi hayâlinin köyünde ne diye koşup duruyorsun? Neden gözlerini, gönül kanıyla yıkamaktasın?

Tepeden tırnağa kadar bütün varlığın Hak’tan ibarettir. Ey kendisinin ne olduğundan haberi olmayan gafil! Sen kendinden başka neyi arıyorsun?”


missing image file

“Senin canında bir can vardır. O canı ara. Senin tenin dağında çok kıymetli bir cevher bulunmaktadır. O cevherin mâdenini ara.

Ey yürüyüp giden sûfî! Eğer sen O’nu arıyorsan O’nu dışarıda arama, aradığını sen, kendinde ara!”



missing image file



missing image file

“Ey dost! Dostlukta sana yakınım. O kadar ki, nereye ayağını bassan sevine sevine o yerlerin toprağı olurum. Sevgilim, âşıklık mezhebinde, reva mıdır ki, âlemi seninle göreyim de seni görmeyeyim.”


missing image file

“İnsaf et, aşk güzel bir iştir. Onun bozulması, güzelliğini kaybetmesi, tabiatın kötü niyetli oluşundandır. Sen kendi şehvetine aşk adını koymuşsun, halbuki, şehvetten aşka ulaşabilmek için çok uzun yollardan geçmek lâzımdır.”


missing image file

“Bu bizim sarhoşluğumuz, kırmızı şaraptan değildir. Bizim şarabımız, aşk kadehinden başka yerde bulunmaz. Sen, benim şarabımı dökmek için geldin. Fakat ben, görünmez bir şarabın sarhoşuyum, bu sebeple benim şarabımı görüp dökmeyeceksin.”


missing image file

“Yerde ve havada olan her zerreye iyi bak ki, onlar da bizim gibi bir kudretin meftunu ve mecnunudur. Neşeli neşesiz, iyi kötü, her zerre eşsiz bir güneşe gönlünü kaptırmış, dönüp durmaktadır.”


missing image file

“Sevgili güneş gibi parlar, ışık saçar. Âşık ise güneşin aydınlığında titreyerek uçuşan zerre gibi döner durur.

Aşk baharının rüzgârı esmeye başlayınca kuru olmayan her dal, sallanır.”


missing image file

“Aşk geldi, derimin, damarlarımın altında akan kan gibi oldu. Beni benden boşaltarak dost ile doldurdu. Vücudumun her tarafını, bütün zerrelerimi dost kapladı. Benden, bana ancak bir isim kaldı ve arta kalan hep o, oldu.”


missing image file

“Sudan ve topraktan yaratılmış fâni bir sevgiliye malik olan, ona kavuşunca sükûn bulur. O kimse ne kadar nâdir, ne kadar az bulunur bir kimsedir ki, maddî güzellere gönül vermez de senin gibi esrarlı ve acayip bir sevgilinin muhabbetine düşer.”


missing image file

“Berrak, duru sudan daha temiz bir aşkım var. Bu aşk oyunu, şehvetiyle ilgili olmadığı için bana haram değildir. Aşk başkalarını, şekilden şekle sokar, hâlden hâle kor. Halbuki bu benim aşkım, gelip geçici olmadığı gibi sevgilime de zevâl yoktur. O ölümsüzdür.”

missing image file



missing image file

“Deniz senin aşkından coşar, köpürür. Kıyılarını hırçın dalgalarla döver durur. Bulutlar, senin ayaklarına inciler saçar. Senin aşkınla yere bir yıldırım düştü. Bu duman, göğe o yüzden yükseliyor.”


missing image file

“Bağda binlerce ay yüzlü güzeller, güller ve misk kokulu menekşeler var. Dereler içinde akıp giden sular var. Bütün bunların hepsi birer bahane, aslında yalnız O, yalnız O, var.”


missing image file

“Âlem yeşilliklerle dolu; her taraf bağ ve bahçelerle süslenmiş. Her şey ezelî güzelliğin aksi ile gülümsüyor. Her yön, her zerre, ilâhî mâdenden çıkarılmış cevherler gibi ışık saçmakta her tarafta, aynı rûhu taşıyan birleşmiş canlar var.”


missing image file

“Kendini kaybetmiş, sarhoş olmuş bülbülden tatlı bir ses işitiyorum. Semânın rüzgârında, gönül alıcı bir hâl buluyorum. Suda, hep sevgilinin hayâlini görüyorum. Gülden, her zaman, bana yabancı olmayan bir koku, bir tanıdık kokusu alıyorum.”


missing image file

“Bu bahar mevsimi değil başka bir mevsimdir. Her gözdeki mahmurluk, başka bir buluşma neticesidir. Her ne kadar bütün dallar, rüzgârların tesiriyle sallanıyorlar, oynuyorlarsa da aslında her dalın kımıldanışının başka bir sebebi vardır.”


missing image file

“Aşkta bütün dertlerin devası vardır. O, öyle bir buluttur ki, içinde yüz binlerce şimşekler çakar. İçinde onun nûrundan bir deniz hasıl oldu ve bütün bu kâinat orada boğuldu, gitti.”


missing image file

“Aşk, çok hoş bir şeydir. Ama insanın başına, türlü türlü belâlar getirir. Âşık olan kişinin bu belâlardan sakınmaması gerekir. Mert olan kişi, aşk mezhebinde aşk onun canına yettiği, hayatına kastettiği zaman bile ondan sakınmaz.”


missing image file

“Bir kimse, kendi benliğinden mutlak surette fâni olmadıkça onun için (tevhid) Hakk’a ulaşmak imkânsızdır. Tevhid, hulûl değildir; tevhid, benlikten kurtulmak, varlıktan sıyrılmak, yok olmak demektir. Yoksa boş ve mânâsız sözlerle bâtıl, hak olmaz.”



missing image file



missing image file

“Hepimiz Tanrı kudretinin oyuncağıyız. Varlık, zenginlik, hep O’nundur, bizlerse hep yoksul kişileriz. Üstünlük iddia etmek, başkalarında bulunanlardan daha fazlasını istemek, birbirini çekememek, ne mânâsız ne boş şeydir. Bütün insanlar, hepimiz aynı sarayın kapısına mensup değil miyiz?”


missing image file

“Ben aklı delil edip dağlara düşürenin kölesiyim. Ondan yüzlerce can feryâd etti, yüzlerce gönle kan doldu. Allah ‘a yemin ederim ki âşıkların gözlerinden akan yaşlara âb-ı hayat gıpta eder.”


missing image file

“Ben zerreyim, sen benim güneşimsin; ben gam hastasıyım, sen, tam benim ilacımsın. Kolsuz, kanatsız arkanda uçar dururum, sanki ben bir saman çöpü olmuşum, sen de benim kehribarımsın.”


missing image file

“Eğer bir an hakkıyla nefsine hâkim olabilsen bütün peygamberlerin ilmi sana malum olur. O zaman, bütün dünyanın aramakta olduğu güzeller güzeli, o gayb âleminin güzeli, senin anlayışının, idrakinin aynasında belirir, kendini gösterir.”


missing image file

“Gönlümde, perileri bile kıskandıran bir güzel mevcut iken bu dünyada, benim gibi neşeli ve mesut kim vardır? Allah’a and olsun ki, ben, neşe olmadan yaşayamam. Ben, gam denen bir şey varmış diye işitiyorum, fakat onun ne olduğunu bilmiyorum.”


missing image file

“Gam kimdir ki ermişlerin gönüllerinin etrafında dolaşabilsin. Gam âşıklara yanaşamaz. O ancak gönülleri donmuş, kalpleri buz kesilmiş kişilerin başına belâ olur. Allah adamlarının gönlünde öyle bir deniz vardır ki, onun çok hoş dalgalanışından aşka gelir de şu gökyüzü dönmeye başlar.”


missing image file

“Tanrı’ya av olursan kederden, ıstıraptan kurtulursun. Eğer kendi benliğinin dışına çıkamazsan, kendi sıfatlarından ayrılamazsan gam ve kasavetle bağlanır kalırsın. Şunu bil ki, maddî varlığın, dünyevî arzuların senin yolunu kesmektedir. Şu hâlde, kendinde kalma, kendinle oturma, aksi hâlde muzdarip olursun, hasta olursun.”


missing image file

“İstiyorum ki, gönlüm, O’nun gamı ile anlaşsın, arkadaş olsun. Gönlüm, O’nun gamını elde ederse ne iyi olur. Ey âşık gönül! Aklını başına al da O’nun verdiği gamın kıymetini bil. O’nun gamını yakala, bağrına bas. Gözünü kapayınca gamının gam değil bizzat kendisi olduğunu anlayacaksın.”


missing image file

“Ey gönül bir sen varsın, bir de O’nun derdi var. O’nun dertlisi olmak ne hoştur! O’nun derdi senin dermanındır. Bu sebeple O’nun verdiği ıstırabı çek; sakın şikâyet etme, sızlanma! O’nun takdiri, O’nun fermanı budur. Maddî arzularını ayak altına alırsan, o zaman nefsin köpeğini öldürürsün ki, asıl kurban da budur.”


missing image file

“Eğer gönlümde bulunan ıstırabı, derdi, açığa vurabilseydim, her zerrenin yüzü gamdan simsiyah kesilirdi. Eğer bizde bulunan gönül cevherine doğru bir yol bulabilseydi her damla su, coşar, köpürür, kocaman bir deniz olurdu.”


missing image file

“İnle ki, senin bu iniltilerini işiten bir komşun vardır. Bu komşu sana şah damarından daha yakın olan birisidir. Ağla ki, çocuğun ağlaması sütannesinin merhametini uyandırır. Her ne kadar ruh çocuğunu terbiye eden büyük terbiyeci, seni sevdiği için sana zararlı olacak istekleri yerine getirmese, dersen yine ağla, çünkü ağlamak aşkı besler, ona sermaye olur.”


missing image file

“Bazen, onun gamından candan bıkarsın, bazen de için yanarak onun aşk hikâyesini anlatır durursun. Neden başı dönmüş bir hâlde dünyanın etrafında koşup duruyorsun? Kimi arıyorsun? O aradığın senin, dışarıda değil ki!”


missing image file

“Sen çok kıymetli bir inciyi aradıkça o inci olursun, sen ekmek peşinde koşar, sadece ekmek düşünürsen ekmek kesilirsin. Sen bu nükteli ve rumuzlu sözü anlarsan her şeye aklın erer: Ne arıyorsan, neyin arkasından koşuyorsan sen osun, o şeysin.”


missing image file

“Eğer ben kendi değerimi, insanlığımı bilseydim, kendi büyüklüğümü gereği gibi tanısaydım, eteğimi tozdan, topraktan, dünyaya ait kirliliklerden çekerdim de ruhen hafiflemiş, günâhlardan kurtulmuş olarak gökyüzüne yükselir, başımı dokuzuncu kat göğün üstüne kordum.”


missing image file

“Senin varlığın, kendini bir şey sanman düşüncesi sende bulundukça rahat oturma. Çünkü sen hâlâ puta tapmaktasın. Tutalım ki, uğraştın, sonunda zan putunu kırdın. Fakat putu kırdığını sanman ve kendinde bir varlık olduğuna inanman, bu da senin için ayrıca kırılmamış bir puttur.”


missing image file

“Eğer sen aşk yolunda yürürsen yolunu açarlar. Eğer bu uğurda yok olursan senin yokluğunu varlığa çevirirler. Benliği, gururu, ayak altına alırsan, mânen o kadar büyürsün ki dünyalara sığmazsın, işte o zaman seni, sensiz sana gösterirler.”


missing image file

“Sen, sende oldukça ve kendine taptıkça, senden, sana yol vermezler. Sana gerçek varlığını buldurtmazlar. Fakat benliğini ayak altına alıp da yok oldun mu seni gözden dışarı çıkarmazlar. Hele dünya ve âhiret nimetlerini istemekten kendini kurtarabilirsen o zaman tam bir insan diye seni parmakla gösterirler.”


missing image file

“Sen dışa, etrafına bakacak olursan burada, çeşit çeşit renkte, çeşit çeşit dil konuşan acayip insanlar görürsün. Allah, Kur’ân’da ‘Rabbine dön!’ (Fecr Sûresi, 28. âyet) diye buyurdu. Rabbe dönmek, insanın kendi içine dönmesi, daha doğrusu insanın kendi dışında bulunan insanları değil, kendi içinde bulunan insandan başkasını bulması, görmesi demektir.”


missing image file

“Ey topraktan yaratılan ten, aklını başına al, topraktan söz açma. O tertemiz ilâhî aynanın hikâyesinden başka bir şeyden bahsetme. Gökleri yaratandan rûhunda bir şey var. Bu sebeple sen gökleri yaratanın sıfatından başka bir şeyden dem vurma.”


missing image file

“Dünya, baştan başa O’nun sıfatlarıyla büyülenmiştir. Her madde, her şey, kendi varlıklarında görünüyorlar ama aslında hepsi, O’nda yok olmuşlardır. Ancak O’nun hayat perdesinin ötesine geçenler, sıfatlara bağlanmamışlar, zatını bulmuşlardır.”


missing image file

“Felek, bizim kendi görüşünü beğenmiş, egoist tab’ımızm kölesi değildir. Şu varlık âlemine geliş bize yokluk sermayesi olmuştur. Perdelerin arkasında gizlenmiş, bizi terbiye eden büyük bir terbiyecimiz var. Aslında biz O’nun yanındayız ve dünyaya gelmiş değiliz. Bu görünen maddî varlığımız bizim gölgemizdir.”


missing image file

“Mânâda var, fakat görünürde yok olanı kim gördü? Gönülde görülen, hissedilen, fakat dilde olmayanı kim gördü? Cihanın varlığı olmakla beraber cihanda bulunmayanı kim gördü? Varlıkta da yoklukta da böyle yokluğu kim gördü?”


missing image file

“Ey özden, içten haberi olmayan, dış görünüşe aldanan, madde ile gurura kapılan, aklını başına al! Senin rûhunda, gönlünün içinde bir dost var. Duygu, senin teninin özüdür, duygunun özü ise, senin canındır. Fakat, tenden, duygudan ve candan öteye geçersen her şeyin yalnız o olduğunu anlarsın.”


missing image file

“Gönlünü, kendi varlığından, kendi benliğinden temizlediğin zaman, rûh alemindeki eski sevgilini kendin görürsen. Aynasız, kendi yüzünü görmeye imkân yoktur. Bu sebeple sen, sevgiliye bak, onun yüzü senin aynandır.”


missing image file

“Yarattığı eserlerini kendine perde yaparak kendini gizlemiş olan eşsiz güzeli, mânâ gözüyle gören gönül, nasıl olur da gelip geçici olan dünya mülküne bakar? Ben, ecel gününde bile gizli sevgilinin yüzünü bırakıp da canını düşünen ve canını gören gözden memnun olmam.”


missing image file

“Eğer ömür tükendi ise gam yeme, Allah başka bir ömür verdi. Fâni ömür kalmadıysa, işte ebedî ömür! Bil ki aşk, âb-ı hayattır, bu suya dal. Bu suyun her damlası, başlı başına bir hayat denizidir.”


missing image file

“Âşık için ya basit insanlar gibi ölüp yok olmak yahut da aşk yolunda can vererek ölümsüz hayata kavuşmak vardır. Yoksa ‘Aşk, hayat yanağından su içmektir.” sözü bir lâftan ibarettir.’


missing image file

“Bu aşk bir pâdişâhtır, fakat bayrağı görünürlerde yoktur. Kur’ân haktır, fakat âyetlerinin esrarı bilinmez. Her âşık, bu avcıdan bir ok yemiştir. Kanlar içinde kalmıştır, fakat yarası görünmez.”


missing image file

“Senin aşkın, dünyadan rahatlığı, selâmeti aldı götürdü. Ayrılığın, insanın canını alan ecel oldu. Yüz binlerce cana verilmeyen gönlü, senin tek bir gülüşün aldı gitti.”


missing image file

“Aşk odur ki, elemden, kederden uzaklaştırır; aşk odur ki, neşeye, neşe katar. Bizi annemiz doğurmadı, bizi o aşk doğurdu. Bizi doğuran o anaya yüzlerce rahmet, yüzlerce aferin!”


missing image file

“Aşkın gönlü, asla dünyaya önem vermez, ona bakmaz, zaten aşkın kendisinden başka bakılacak ne vardır? Ecel günü, gözüm, aşkı unutup da tenimden ayrılmak üzere olan canı düşünürse ben, o gözden şikâyetçi oluyorum.”


missing image file

“Gönlümü, aşk gamına uğratmak istiyorum. Canımı, belâ okuna hedef tutacağım. Ben, senin aşkınla geçmeyen ömrümü, bugün, gönül kanına kaza edeceğim.”


missing image file

“Bizim Peygamberimiz’in yolu, aşk yoludur. Biz aşk oğullarıyız, bizim anamız da aşktır. Ey şu et ve kemikten ibaret olan maddî varlığımızın içinde gözlenen mânâ anamız! Ey bizim, hakikati idrak edemeyen îmansız tabiatımızın ötesinde bulunan büyük yaratıcımız!”


missing image file

“Ey aşk, sen ne biçim bir şeysin ki, kâinatta mevcut olan her şey senin ve her şey sensin. Neşelerimiz, kederlerimiz senden olduğu gibi, topluluk hayatımızdaki dağınıklıklar, perişanlıklar da senden. Dünyadaki bütün iyilikler, bütün güzellikler senin eserin. Altınların hepsi, senin bedeninden. Sanki sen bir anasın ve bütün insanlar senin çocukların...”


missing image file

“Ey aşk, sen ne kadar hoşsun! Hoşluk da nedir? Sen hoştan da daha hoşsun. Beni ateşinle yak. Senin ateşinle yanmak da pek hoştur! Altı cihetin hepsi de aşk yüzünden âbâd oldu, mutlu oldu, hoş oldu. Bununla beraber bu altı cihetten de dışarı çıkmak, hudutsuz aşkı bulmak daha hoş....”


missing image file

“Bugün de her gün gibi yine harabız, yine harap olmuşuz. Endişe kapısını, düşünce kapısını açma; içli feryâdları ile, yanık sesiyle bize her şeyi unutturan rebâbı eline al, çalmaya başla. Her zerrede, her şeyde, kâinatı yaratanın kudretini görenler ve onun ilâhî güzelliğini kendilerine mihrap edinenler için yüz çeşit namaz, yüz çeşit rükû, yüz çeşit secde vardır.”


missing image file

“Bizim şarabımız kadehsiz olarak sunulmaktadır. İçimize bir ateş düşmüştür, yüreğimiz yanıp tutuşmaktadır. Fakat bu gönül yangınının dumanı görülmemektedir. Aşk rebâbının feryâdı, inlemesi, gerçek sevgilimizin, gönül sultanımızın yayından, onun mızrabındandır. Sakın ‘Bu, rebâbdır, bu sesi rebâb çıkarıyor.’ deme!”


missing image file

“Bizim, sarhoş olmamız için şaraba ihtiyacımız yoktur. Meclisimizin neşelenmesi için çeng ve rebâb da istemeyiz. Biz gönül alıcı bir güzelin yüzünü görmeden, hoş sesli çalgıcıyı dinlemeden, sâkinin elinden şarap içmeden mest olmuşuz, kendimizden geçmişiz.”


missing image file

“Sen cansın, sen cihansın. Cihan ancak seninle hoştur. Sen beni yaralasan mızrağının tenimde açtığı yara, senin açtığın yara olduğundan benim için bir lütuf olur. Avucuna aldığın bir toprak parçası bile bir kimya mâdenidir. Hulâsa, hoş olmayan her şey, seninle hoştur.”


missing image file

“Seni kalp gözü ile değil baş gözü ile gören kimse, seni olduğu gibi göremez, yanlış görür. Bu görüş, imansız bir kimsenin temiz bir mü’mini görmesine benzer. Sen uyanık kişilere, uykulu gözle, kapalı gözle bakma! Çünkü senin baktığın bu göz, gönül gözü değildir.”


missing image file

“Ey gül, sen, gül bahçesinin güzelliğine hayran oldun da onun için mi gülüyorsun? Veya aşk bülbüllerinin ötüşleri mi seni güldürüyor? Yahut gizli sevgilimin yanağındaki gül gibi mi açılıyor ve gülüyorsun? Galiba sende ona benzer bir şey var, bu yüzden neşeleniyor, bu yüzden gülüyorsun.”


missing image file

“Ey gözsüz ve ağrısız nergis, sende bir dalgınlık, bir hayranlık var. Sanıyorum ki, sen, yeşillik gelinlerinin yüzlerini hayranlıkla seyrediyorsun. Hayır ben yanıldım: Sen, bahar gelinlerinin güzel yüzlerinde, benim örtünmüş, kendini gizlemiş sultanımın güzelliğini seziyor da ona hayran oluyorsun.”

Gönül Kimin Elinden Tutarsa O Kimse, Kirli Arzuların Çamuruna Düşmez

“Sen, gönül sahibi olmadığından ötürü senin elinden tutmadı, ilâhî sevgiden nasibini almadın, sevmek mutluluğuna eremedin, kimseyi sevemedin. Şunu iyi bil ki, gönül, kimin elinden tutarsa, o kimse, kirli arzuların çamuruna düşmez, kirlenmez. Bir kez bile, benim gülüm, rengi ile, kokusu ile gönül sıfatından, gönül huyundan başka bir huy edinmedi. Benim elimde bir şey yok, ben yokluk içindeyim. Fakat bu yokluk, beni, her şeyi elde etme yoluna, ilâhî aşk yoluna sevk etti.” (Rubâiler, 434)

Dosta Gönülden Bir Gizli Yol Vardır

“Ey şaşırmış gönül! Dosta, candan giden bir yol vardır. Ey yolunu kaybetmiş kişi! Dosta hem apaçık, hem gizli bir yol vardır. Eğer altı yönden de senin yolunu keserler, kapatırlarsa korkma, çünkü, senin gönlünün derinliklerinden Hakk’a giden gizli bir yol vardır.” (Rubâiler, 411)

Gönle Dedim ki, Lütuf Merhemi Ol; İnciten Diken Gibi Olma

“Gönlüme dedim ki: “Başkalarından ileri gitme, lütuf merhemi ol, inciten diken gibi olma, kimseden sana bir kötülük gelmesini istemiyorsan kötü sözlü, kötülük öğretir, kötülük düşünür olma.” (Rubâiler, 1117)

Git, Dervişlerin Binek Hayvanlarının Ayağının Toprağı Ol

“Ey gönül, git, sonunu düşünenlerden ol, yabancılık âleminde, hısımlarına, yakınlarına katıl. Eğer seher rüzgârını kendine binek yapmak ister isen git, dervişlerin, binek hayvanının ayağının toprağı ol.” (Rubâiler, 1119)

Allah’ım Gönül Âlemi Senden Dirilik Buldu

“Allah’ım, gönül âlemi, senden dirilik, canlılık kabiliyetini elde etti. Pak olan zatının sıfatları, canın müşküllerini çözdü. Anlayış, fikir, gönül, akıl senden hayat buldu. Sen, canın canısın, canın aklısın, canın gönlüsün.” (Rubâiler, 1544)

Gönül Gözü Açık Olan Hak Âşıklarının İşleri Güçleri Hayranlıktır

“Gönül gözleri açık olan Hak âşıklarının işleri güçleri hayranlıktır. Körler de Hakk’ın güzelliğini, sanatını, yaratma gücünü görmezler de fikir yürütürler, düşüncelere dalarlar. Gayb âleminden sana, yüzlerce dal güller, çiçekler açıp dururken sen, rıza dalına neden balta vurursun?” (Rubâiler, 1808)

Gönül Bir Gün Olur; Seni Gönlünü Alana Ulaştırır

“Gönül, bir gün olur, seni gönlünü alan ulaştırır. Can, bir gün olur, seni sevgiliye ulaştırır. Sen de derdin eteğini elden bırakma, çünkü o dert, bir gün olur, seni dermana ulaştırır.” (Rubâiler, 1991)

Gönül Kitabımızdan Bir Yaprak Oku

“Eğer gönül kitabımızdan bir yaprak okusan sonsuz bir hayranlık içinde kalırsın. Bu ne güzel hayranlıktır. Bir an gönül dersine otursan hocaları okutmaya başlarsın.” (Rubâiler, 2071)

Geceleri Gönlün Kapısı Açılır

“Geceleyin, yürü, zira gece, sırlar rehberidir. Herkes uyurken ilâhî aşk sırları, mânâ zevkleri gönle gelir. Çünkü geceleyin gönlün kapısı açılır. Yapılan işler, yabancıların gözlerinden gizlenir. Geceleyin gönlümüz aşk ile gözlerimiz ise uyku ile karışmış olduğu hâlde bizim dostun güzel yüzü ile işimiz vardır, buluşmamız vardır.” (Rubâiler, 219)

Ben; Benlikten Kurtulanın Kuluyum Kölesiyim

“Bensiz, bizsiz olduğu hâlde hoş olanın, benlikten kurtulduğu için mutlu olanın kulu, kölesiyim. Şikâyet etmeden, kimseye yük olmadan kendi acıları ile baş başa kalarak yalnızlıktan hoşlanan kişinin gamı ile arkadaşım. ‘Sevgilinin vefakârlığı, ne kadar hoştur? Onun vefalarında ne zevkler vardır?’ diye sordular. Onlara dedim ki: ‘Onun vefalarından haberim yok; bence onun nazları, cefaları hoştur.’” (Rubâiler, 264)

Yeryüzü Tavşan Uykusuna Yatmıştır

“Şu yeryüzü, cansız, aklı fikri yok sanmayasın diye tavşan uykusuna yatmış, sessizce uyur gibi görünüyor. Halbuki o, uyanıktır, canlıdır. O da senin gibi kendi hayatını yaşamakta, Hakk’ın kendisine verdiği görevi yapmaktadır.

Görmez misin, ocakta ateş üstünde kaynayan tencerenin ağzına binlerce köpük yükselir, durur. O köpükleri gören insanlar, tencerenin kaynadığını anlarlar. Şu yeryüzünün kalbinden fışkırıp çıkan çeşit renkli çiçekler, sayısız bitkiler, ağaçlar, neyi anlatır?” (Rubâiler, 324)

Alçak Gönüllü Olmak Küçüklük Değildir

“Büyük kişinin küçülmesi, alçak gönüllü olması, küçüklük değildir. Şüphe yok ki, küçülmek, çocukluk etmek, çocuk gibi olmak, kemâlden gelir, olgunluk alâmetidir. Bir baba çocuk gibi konuşursa akıllı kişi bilir ki, o baba gibi konuşuyor ama, çocuk değildir.” (Rubâiler, 423)

Can Sonunda Gideceği Yeri İstemektedir

“Geçici bir zaman, bir iki gün, bedende konuk olan ‘can’ ile öyle anlaşmış, öyle kaynaşmış, dost olmuşsun ki, sana ölümden söz etmem, yersiz ve anlamsız geliyor. Fakat, senin çok sevdiğin, bir türlü ayrılmak istemediğin ‘can’ ise, sonunda konak yerini istemektedir. Konak yeri ise ölümdür.” (Rubâiler, 423)

Eğer Aklın Varsa Git Hak’tan Dert İste

“Herhangi bir kimsede, gizli bir aşk derdi yoksa, o yaşıyormuş gibi görünen bir ölüdür. Onun gönlü ve canı yoktur. O adeta gezen, dolaşan bir ölüdür. Eğer aklın varsa git de Hak’tan dert ise, keder iste, çünkü dertsiz olmak aşk derdine düşmemek, tedavisi imkânsız bir hastalıktır.” (Rubâiler, 477)

Hak Dostu ile Bir An Bulunmak Bir Can Değer

“Hak dostu olan bir insan ile bir an beraber bulunmak, bir can değer. Ondan düşen bir kıl, kıymetli bir mâdene değer. Fakat öyle insan da vardır ki, onunla buluşmak, onunla konuşmak şöyle dursun, onu görmemek cihan mülküne değer.” (Rubâiler, 606)

Bahar Mevsiminde Dostların Bir Arada Oturmaları Gerekir

“Havaların bulutlu, yağışlı olduğu günlerde, dostların bir arada toplanıp oturmaları gerekir. Nasıl ki, güller, bir bahçede öteye beriye serpilmiş olarak değil de bir arada toplu olarak bulundukları zaman, bahçeye güzellik ve ihtişam verirler, birbirlerini adeta tazeleştirirlerse dostlar da bahar mevsiminde bir araya gelince gençleşirler.” (Rubâiler, 639)

Kitaptaki Konularla İlgili Başka Şiirler

Divan-ı Kebîr’den seçilen bu şiirlerle bu küçük kitap biraz daha büyümüş ve değerlenmiş oldu. Daha evvel seçilen rubâiler gibi bu şiirler de Mevlânâ’nın insanı şaşırtacak kadar çok ve güzel olan şiirleri arasından derlenmiştir.

Gerçekten şimdiye kadar gelmiş geçmiş, çeşitli milletlere mensup, dünyanın en ünlü şairleri içinde hiçbir şair, Mevlânâ kadar çok miktarda, aynı zamanda çok güzel, mânâlı, ahenkli heyecanlı, coşkun ilâhî aşk şiirleri söylememiştir. Bu yüzden hiç tereddüt etmeden onu, dünyanın, eşsiz en büyük ilâhî aşk şairi sayabiliriz. Homeros, üzerinde yaşadığımız şu madde dünyasının şairlerinin babası olarak ün salmıştır.

Büyük Mevlânâ ise rûh âleminin, mânâ dünyasının şairlerinin sultanıdır. Mevlânâ, şiirlerini, kalemi eline alıp, kafiye düşünerek, vezin hesaplayarak yazmamıştır. O, Tanrı aşkının verdiği coşkunlukla kendinden geçtiği zamanlar, mübarek kalbine doğan hakikatleri, ilâhî duyguları, kolayca konuşur gibi şiir hâlinde söylemiştir. Bu hâl, dünyada hiçbir şaire nasip olmayan bir hâldir. Bu şüphesiz bir keramettir. Çünkü o, kendi varlığını, yarattığı kusursuz ve güzel eserlerle bize hissettiren Allah’ın âşığıdır; O’nun aşkı ile coşmakta, O’nun aşkı ile söylemektedir.

Oğlu Sultan Veled babasının şiirlerinden bahsederken:

Tanrı’dan rahmettir onun sözleri

Körler okusa açılır gözleri

diye yazmıştır. Biz de eşsiz Mevlânâ’nın ilâhî şiirlerini okurken mânâ gözümüzün açılmasını niyaz edelim.

“Ben Tanrı’ya Mensubum”



missing image file



missing image file




missing image file

“Ben yücelik ülkesinden, rûh âlemindenim. Bu cihan düşüncesinde değilim. Ben ne sudan ne de topraktanım. Benim bu dünya ile ilgim yok.

Gökyüzünün sonsuz boşluğu yıldızlarla dolu imiş, denizlerde inciler varmış, ovalarda nergisler, yaseminler, açarmış... Ben bunlarla da ilgilenmem.

Bana, ‘İncilik göster, nazik ol, bizimle bir an arkadaşlık et.’ diyorsun. Halbuki, gerçek sevgili bana, ‘Bir kararda durma!’ dedi. Ben zaten seni dost saymıyorum. Tanrı’nın lütuf dadısı, beni lütuf sütüyle besledi, yetiştirdi. Ben o sütün mahmuruyum. Bu yüzden ‘zemzem’ sevdasında değilim.

Ben, öyle bir mânevi zevke dalmışım ki, sevinçlerden bile usanmışım, bıkmışım. Gönlümün yârinden başka hiçbir kimse, bana hoş gelmez, beni neşelendirmez. Ben aşk ırmağının suyuna düştüm, yıkandım, renkten ve kokudan temizlendim. Sevgilimin, kalbimde açtığı yaranın zevki aşkına düştüm de merhem aradığım yok.

Ben, güzel gülüşlü İsa’yım. Şu ölü dünya benimle dirildi, fakat ben, Tanrı’ya mensubum, benim Meryem’le bir alâkam yok.

Ben, aşktan bu sözü işittim de susmayı kendime yol edindim. Aşka deyiniz ki: ‘Ben artık dosta konuşurken, ‘Hayır, neden?’ sözlerini söyleyemem.’”

“Ben Neyim?”






missing image file
missing image file

“Sen ne bilirsin ki ben iç âlemimde nasıl bir pâdişâhla oturmaktayım?

Sen, benim sararmış yüzüme bakma, benim demir gibi ayaklarım vardır. Ben yüzümü, tamamıyla beni yaratan ve bu dünyaya getiren padişaha çevirmişim ve O’na, öyle candan bağlanmışım ki, O’ndan, binlerce aferin almışım. Ben, bazen güneşe, bazen incilerle dolu denize benzerim. Dıştan, topraktan yaratılmış, değersiz bir varlık gibi görünüyorsam da iç yüzümle, en aziz, en şerefli bir mahlûkum.

Şu dünya küpünün içinde, bir arı gibi vızıldar dururum. Fakat sen, sadece benim bu sızlanmalarıma bakma, benim balla dolu kovanım vardır.

Evlere vurur, evlere düşersem de ben güneş ışığıyım. Toprakla sudan doğdum, anam balçıktır, fakat ben akiğim, altınım, yakutum.

Sen, herhangi bir inciyi görürsen o incinin içinde, öte yüzünde başka bir inci ara. Çünkü her zerre, ‘İçimde bir define saklıdır.’ diye söylenip durmaktadır.

Her inci sana, ‘Güzelliğimle yetinme, alnımda parlayan nûr, içimde yanan ışıktan ileri geliyor.’ demektedir.

Ben, sustum. Sen de gerçekleri anlayacak akıl yok; gören anlayan bir can gözüm var diye kulağını sallama, kendini aldatma.”

Aşksız Geçen Ömür

missing image file



missing image file




şksız geçen ömrü ömür sayma, onu hiç hesaba katma. Aşk, âb-ı hayattır. Onu canla ve gönülle kabul et. Âşıklardan olmayan kimseyi, sudan çıkanlmış, karaya bırakılmış balık bil; âşık olmayan bir insan, en yüksek bir mevkide bile olsa sen onu, ölmüş ve çürümüş gibi gör.

Aşk gelip eşya dengini açınca, her şey canlanır, her ağaç yeşerir, ihtiyarlanmış daldan bile her an genç yapraklar biter. Aşka avlanan, nasıl olur da ölüme av olur? Ay’ı kendine kalkan edinen bir kimseyi, ok, nasıl ulaşır da yaralayabilir?

Allah’tan yüzünü çevirdin, bari bir kurtuluş yolu bulabildin mi? Haydi Hak yoluna dön, günâh yollarında aptalca kaybolup gitme!

Ne yazık ki bütün temiz canlar, toprağa bağlanmışlar, maddeye esir olmuşlardır. Aşk, bu esirleri kurtarmak için mânâ altınları saçmada, onlara kurtuluş yollarını göstermektedir. Ey sepetine kimsenin ekmek koymadığı kişi, neden üzülüyorsun 7 Sana yardım, ancak senden gelecektir. Ey hakikat fakiri, sen kendi ekmeğini kendi sepetinde ara.

Ey, Tebrizlilerin övündükleri büyük varlık! Ey hakkın ve dinin Şemsi! Gel, gel de himmetinle, gönlün ayağı, saplandığı şu katran gibi balçıktan kurtulsun.”

Aşk Nedir?


missing image file
missing image file

“Aşk, göklere uçmaktır. Her an yüzlerce perdeyi yırtmaktır. Aşk, önce nefsini, nefisten kurtarmak, nefsânî yollarda yürümekten vazgeçmektir. Bu cihanı, görülmemiş saymak, kendi gözünü, kendi unsurlarını görmektir.

Gönlüme dedim ki: ‘Ey gönül! Âşıklar arasına karışman, herkesin bakamadığı yönden cihâna bakman, gönüllerin sokaklarında koşman kutlu olsun.’ Ey can! Sana bu nefes alma nereden geldi? Ey gönül, bu çırpınman nedendir.

Gönül bana cevap verdi: ‘Balçıktan yaratılan vücut evine gelinceye kadar iş evinde, rûh âleminde idim. Sonra o âlemden, o sanat evinden uçtum, sanatı yaratanın evine geldim.’”

Aşk Mezhebi

missing image file



missing image file

“Eğer sen, aşkı bilmiyorsan gecelere sor, sapsarı yüzlerden, kupkuru dudaklardan öğren. Nasıl ki, su, yıldızı ve ayı aksettirir, gösterirse bedenler de aklı ve rûhu öyle aksettirirler. Can, aşktan binlerce çeşit edep öğrenmede, öyle edepler ki, bunların mekteplerde öğrenilmesine imkân yoktur.

Gökyüzünde, parlak ay, sayısız yıldızlar arasında, nasıl görünürse âşık olan kimse de yüzlerce kişinin arasında öyle görünür.

Akıl, her ne kadar bütün mezheplere vâkıf olsa da aşk mezhebine gelince, şaşırır kalır, ona akıl erdiremez.

Aşk, âb-ı hayatını tadan ve Hızır kesilen gönül sahibine, bütün kaynaklar açılır. Pâdişâhtan dilenciye kadar herkes, tamaha düşmüş, çırpınıp durmaktadır. Halbuki can, aşk yardımıyla tamahkârlıktan ve isteklerden kurtulmuştur.

Güneş, nasıl bütün bineklere binmeye tenezzül etmeden göklerde dolaşırsa sen de güneş gibi aşk kanadıyla havalarda uç, yüksel.”

Aşk Yolu


missing image file


missing image file

“Eğer sen, aşkın âşığı isen ve aşkı arıyorsan, keskin hançeri al, utanmanın boğazını kes. Şunu iyi bil ki, Hak yolunda yürüyenler için utanmak, büyük bir engeldir. Bu söz, garazsız bir sözdür. Bunu sevinçle kabul et.

Mecnun neden binlerce delilikler etti? O ünlü aşk delisi, neden birçok çılgınlıklar gösterdi? Bazen elbisesini yırttı, bazen insanlardan kaçtı, dağlara düştü, bazen zehir tattı, bazen fâniliği seçti, düşün bir kere, fâni bir varlık olan Leylâ’nın yüzünün aşkı, bunları yaptırırsa gerçek Leylâ olan ve şanlı sevgilisini gece, Mîrac’a yürüten Allah’ın aşkı nasıl olur. Neler yaptırmaz?

Örümcek, cüssesine nazaran büyük avlar tutarsa her şeyden üstün olan Rabbim’in kuvvetli ağı, neler avlamaz?

Aşk yolu, Hak uğrunda tamamıyla mest olma ve kendini aşağı görme yoludur. Hak âşığı, coşkun akan sel gibidir; derelerde koşar, başını taştan taşa çalar, yukarı doğru çıkmaz, hep aşağılara doğru akar gider.

Can kulağını aç da Hak âşıklarını iniltilerinden, gizli feryâdlarından şu gök kubbesinin boşluğuna, ne gürültüler, ne uğultular aksetmiştir, onları dinle.”

Aranan Dost


missing image file
missing image file

“Âşıklara, dostu araştırmak farzdır. Âşıkların, coşkun akan bir sel gibi, yüzlerini, başlarını, yerlere sürerek, taşlara vurarak dostun deresine varıncaya kadar koşması gerekir.

Zaten isteyen hep O’dur. Biz, gölgeler gibiyiz. Bütün bu dedikodularımız bile hep dostun dedikodularıdır.

Bazen akarsu gibi dostun ırmağına akmaktan hoşlanırız. Bazen durgun su gibi, dostun testisinde hapsolur kalırız.

Bazen ateşin üstündeki tencere gibi kaynar, coşarız. O ise bir şeyler düşünerek fazla taşmayalım diye kepçe ile başımıza vurur. Dostun huyu böyledir.

Ağzını kulağımıza koymuş da canımız, dostun kokusunu tamamıyla alsın diye bir şey söyler durur. Nazla, işve ile seni zayıflatır kıla döndürür. Böyle olduğu hâlde sen, iki dünyayı dostun tek bir kılına değişmezsin.

Dostumuzla beraber oturmuşuz, onun yanındayız. Öyle olduğu hâlde dosta, ‘Ey, dost, dost nerede?’ diye soruyoruz. Dostun mahallesinde bulunduğumuz hâlde, sarhoşluğumuzdan olacak, ‘Dost nerede? Dost nerede?’ deyip duruyoruz.

Hoş olmayan kuruntular, fena düşünceler, bizim gevşek tabiatımızdan meydana geliyor, yoksa dostun huyu bu değildir.”

Gönül Kapısı




151_pot2.jpeg
missing image file

“Gönlünde aşk olan, bir istek bulunan kimse, gönül kapısına gider de gönül ona kapı açmazsa elbette bunun bir sebebi vardır. Kapı açılmadı diye üzülme. Git, gönül kapısında otur, bekle. Çünkü o gizlenen sevgili ya gece yarısı, yahut da seher vakti gelir.

Her şeyden ayrılan, yalnız Allah’ını arayan can, az bulunan eşsiz bir candır; şaşılacak bir candır. Bulunduğu eyvandan başka bir eyvan seyreden, başka bir dünya gören göz, görüş sahibidir. Onun hoş bir lâkabı vardır.

Sus! Sırları, her yerde açığa vurma. Hatif rûhlu kişilerin toplantısında bir Ebu Leheb de bulunabilir.”

Âşıkların Namazı


missing image file


missing image file

"Akşam namazı vakti gelince, herkes ışığını yakar, sofrasını kurar, ben de içimde sevgilimin hayâlini bulur, feryada figâna başlarım.

Göz yaşlarımla abdest aldığımdan ötürü, benim namazım, ateşlidir. Ezan sesi duyulunca gönül mescidimin kapısı dayanamaz, tutuşur yanar.

Kıblemin yönü ne taraftadır? Benim namazım kazaya kaldı. Daima, sana da bana da kaderden bir imtihan vardır. Acaba, Tanrı sarhoşlarının namazı doğru mudur. Sen söyle, çünkü sarhoş, ne zamanı bilir ne mekânı tanır. Acaba bu ikinci rekat mı, sekizinci rekat mı? Acaba hangi sûreyi okudum? Çünkü heyecandan dilim tutulmuştu.

Tanrı kapısını nasıl çalabileceğim? Çünkü kendimde ne elim kaldı ne de gönlüm... Ben bende değilim. Benim elimi de sen aldın, gönlümü de... Allah’ım, bende hiçbir şey kalmadı, hiç olmazsa bana bir güven ver, bir aman ver.

Allah’a yemin ederim ki, namazı nasıl kıldığımın farkında değilim. Rükuyu tamamladım mı, imâm kimdir; haberim bile yok.

Bundan sonra ben, her imamın önünde ve arkasında gölge gibi olayım da benim gölgemi düşürenin, beni yaratanın korkusundan bazen ayağa kalkıp uzayayım.

Gölgenin ne değeri vardır? O’nun rükûuna da bakma, kıyamına da önem verme. Gölgeden bir şey bekleme. Gölge cansızdır, onda bir can vardır sanma.

Gölge, hesaba insanını meydana getiren, beni yoktan var eden o eşsiz pâdişâh olduğu için o yürürse ben de yürürüm, bir dükkân yanında oturursa bende otururum.

Varlığım kalmadığı için hep gölgelerden bahsedip dururum. Gölgede ağız bulunur mu? Gölge kendini düşürenin sözüne tâbi olur.”

Aşkın Sesi




missing image file

missing image file
missing image file

“Her an sağdan soldan aşkın sesi geliyor. Biz göğe yükseliyoruz, kimde bizi seyretmek isteği var? Zaten biz, bu dünyaya gelmeden önce gökteydik, meleklerin dostuyduk. Biz tekrar oraya dönelim. Çünkü esas bizim yurdumuz orasıdır. Aslında biz, gökten de yüceyiz, melekten de üstünüz. Bizim konak yerimiz, O’nun yanı olunca neden biz göğü de meleği de gerilerde bırakmayalım?

Tertemiz inci, ilâhî cevher nerede, kirli toprak dünyası nerede! Neden şerefinizi düşünmeden bu alçak âleme geldiniz, kondunuz? Haydi, eşyanızı toplayın, yükünüzü bağlayın, burası nasıl bir yer?

Genç baht, bizim dostumuz... Can bağışlamak işimiz, meşguliyetimiz... Bizim aşk kervanımızın başında da cihanın varlığı ile övündüğü Mustafa var. Mustafa öyle büyük bir varlık ki, ay, onun mübarek yüzünü gördü, dayanamadı, bölündü ve ona değersiz bir dilenci oldu da bu bahtı buldu.

Şu rüzgârın hoş kokusu, onun mübarek saçlarının büklümünden geliyor. Bu hayâlin parıltısı, kuşluk güneşine benzeyen yüzünden meydana geliyor.

Gönlümüze bak da her an, ayın bölünmesini gör. Neden gözünü o bakıştan ayırıyorsun da başka tarafa bakıyorsun?

Belki de hepimiz can denizinin içindeyiz, hepimiz O’nun huzurundayız. Böyle olmasa, gönül denizinden birbiri ardınca gelen dalgalar nedir?

‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ dalgası geldi, beden gemisi bağlandı, hazırlandı. Beden gemisi kırılıp kenara düşünce artık buluşma ve kavuşma zamanı geldi demektir. Buluşma ve kavuşma zamanı, haşrolma ve ölümsüzlüğe erme vakti, lütuf, iyilik çağı çok temiz ve lekesiz bir deniz kesilme çağı...

Deniz ağardı, saf bir hâle geldi de lütuf incilerinin kutusu göründü. Allah’ın nûrundan nûr alan saadet sabahı açıldı.

Bu suret, bu resim kime aittir? Bu pâdişâh, bu bey kimdir? Bütün bunlar, gizli sevgilinin gözünü örten örtülerdir.

Örtüleri açmanın çaresi, bu çeşit coşkunluklardır. Bütün bu tatlı suların çeşmesi, hep sizin başınızda, sizin gözünüzdedir. Başınızda, gözünüzde böyle şeyler yok mu diyeceksiniz? Fakat sizin iki başınız vardır: Biri dünyaya ait toprak baş; öbürü, göğe ait tertemiz, rûhanî baş. Bu görünen başın, öteki baştan meydana gelmiş; bunu anlayasın diye nice tertemiz başlar, toprağın ayağına dökülmüş saçılmışlardır.

Bizim asıl başımız gizli, fakat, topraktan olan başımız meydandadır. Bil ki gizli kalan esas başımız, bu dünyanın ötesindeki sonsuz âlemi düşünmektedir.

Ey sucu! Su tulumunu bağla. Bizim küpümüzün tahammülü yok. Ne olduğunu pek anlayamadığımız dünyada, anlayış testisi pek dar, küçük. Tebriz tarafından Hak güneşi parladı, ben ona dedim ki: ‘Senin nûrun hem herkese bitişiktir, hem de herkesten ayrıdır.’”

Hakikat Denizi


missing image file

“Sen, bana cansın, sen bana cihansın, ben canı ve cihanı ne yapayım? Sen bana bir ruh hazinesisin, benim kazançla, ziyanla ne ilgim var?”

Herkesten Kaçtım Bütün İnsanlardan Uzaklaştım

“Ne gizliyim ne de görünürüm. Ben kevn ü mekânı neylerim? Sana kavuştuğumdan ötürü sarhoş olmuşum da niçin yaratıldığımı hiç düşünmem. Madem ki, senin aşkına av oldum, artık ok ve yay benim işime yarar? Ben ırmağın içine dalmışken neden kuyu suyu arayayım? Hoş bir şekilde akan bu ırmağın nasıl olduğu hakkında ben ne söyleyebilirim, ne yapabilirim?

Varlık düşüncesinden kurtulunca dağların yükü çekilir mi? Kurt, bana çoban olunca çobanın nazını ne diye çekeyim?

Ey aşk! Sen ne kadar hoşsun! Ne tatlı sarhoşluğun var! Kadehi eline alıp da bir yere oturdun mu orası ne hoştur! Seni gören can gözüne ne cihan vardır, senden her damlanın kalbinde bir can gizlenmiş gibidir. Senden bir nişane, bir iz bulan kimse, nam u nişanı ne yapsın!

Çok kıymetli inci elde etmek için hakikatler denizinin dibine, canla başla dalmak gerekirken koşan ayakları ne yapayım?”

Sen ve Ben


missing image file


missing image file

“Sevgilim, sen ve ben, iki ayrı çehre, iki ayrı ten, fakat bir rûh, bir can olarak, evin, önü açık sofasında oturduğumuz zaman, ne mutlu bir zamandır.

İkimiz birlikte meyve bahçesine girince bahçenin rengi ve kuşların ötüşleri, bize can bağışlar, âb-ı hayat sunar; gece olunca gökyüzündeki yıldızlar bizi seyre gelirler, o zaman, sen ve ben, onlara kendi ay’ımızı gösteririz.

Sen ve ben senlikten ve benlikten kurtularak, sensiz ve bensiz olarak zevk yönünden, manen birleşiriz; perişan hayâlleri, boş düşünceleri bırakırız. Sen ve ben, gökyüzündeki dudu kuşlarına güldüğümüz anda, onlar da bizim saadetimize iştirak ederler, hepsi de şeker yemeye başlarlar.

Fakat bütün bunların hepsinden daha çok şaşılacak bir şey vardır ki, o da sen ve ben, şu anda burada, aynı yerde, aynı köşede bulunduğumuz hâlde, aynı zamanda hem Irak’ta hem de Horasan ‘da yine beraber bulunuruz.

Sen ve ben, görünen maddî suretlerimizle, şu yer yüzündeyiz, öbür suretimizle, mânâ yüzümüzle ebedî cennette, huzur ve tatlılıklar içindeyiz. Sen ve ben, kalk da bir kere daha Şemseddin’in aşkı uğruna inciler saçan güneş gibi canımızla oynayalım, biz de onun için saçılalım, dökülelim, canımızı verelim.”

Gönül Kâbesi


missing image file
missing image file


“Yeni bir haber geldi. Bu hususta senin bilgin yok. Seni çekemeyenlerin hasetlerinden kalpleri kanadı, belki de bunu sen duymadın. Yüzünün perdesini kaldırmış, nûrdan kanatlarını açmış bir ay var. Eğer sende onu görecek göz ve gönül yoksa hiç olmazsa birisinden bunları ödünç al da aya bak. Gece ve gündüz acayip, gizli bir yaydan oklar uçmaktadır. Canını o yayın okuna hedef yap, başka ne yapabilirsin? Kalkanın yok. Senin içinde bir Mısır ülkesi var. Sen, O Mısır’ın şeker kamışı bahçeleri gibisin. Eğer dışardan şeker tedarik edemiyorsan ne üzülüyorsun?

Puta tapanlar gibi şeklin, dış görünüşünün kölesi olmuşsun halbuki sen Yusuf gibisin, fakat kendine doğru, kendi içine, kendi gönlüne bakmıyorsun. Allah’a yemin ederim ki, sen, kendi güzelliğini aynada görebilsen kendi güzelliğine âşık olur da kendini put yaparsın, artık hiçbir güzele bakmaz olursun.

Senin tenin, gönül kâbesine giden deve gibidir. Sen, eşeğin olmadığı için değil, kendi tabiatının eşekliğinden ötürü Hacca gidemedin.

Eğer, Kâbe’ye gitmedinse baht, saadet seni oraya çeker, götürür. Ey lüzumsuz şeylerle uğraşan! Kaçma, Hak’tan başka hayran kalınacak şeyler yoktur.”

Aşk Kölesi




missing image file
missing image file

“Senin, gül bahçesine benzeyen yüzünün hayâli, geldi ve dudaklarına dair şeker hikâyeleri getirdi.

Ona dedim ki: ‘Sen, canın gönül sırlarına vâkıf olduğun hâlde, neden canın da cihanın da senin dünyandan haberleri yoktur. Sen nesin? Aslın nedir? Ne çeşit birincisin? Hangi mâdendensin? Benim kılavuzum aşktı. O beni çekti, sana doğru getirdi. Bu sebeple önce aşkının kölesiyim, sonra senin.’

O elini benim kanla dolu gönlümün üstüne koydu, ‘Bu kimindir?’ diye sordu. Ben ne kadar utandımsa da ona, ‘Kimin olacak, senindir.’ dedim.

Sonra, güzel gözleriyle gözlerimin içine baktı, ‘Peki, bunlar ne?’ dedi. ‘Ey ay yüzlüm, bunlar, senin inciler saçan iki ıslak bulutundur.’ diye cevap verdim. O, kederden safran gibi sararmış yüzümü, kanlara bulanarak bir lâle bahçesi hâline gelmiş görünce ‘Ey, gül yanaklım!’ dedim, ‘Bu gördüklerinin hepsi de senin nakşın senin nişanındır.’

O, nerede beni kokladı ise, kendi kokusunu aldı. Ona dedim ki: ‘Canına yemin ederim ki, ben başka değilim, bulduğun gibiyim, iyi bak da gör.’”

Can Meclisi


missing image file
missing image file

“Bütün kâinatın ve varlıkların yaratıcısından, o celâl ve cemâl sahibinden rûha, çok tatlı bir hitapla ‘gel’ denilince rûh, nasıl olur da kanatlanıp uçmaz? Berrak denizden ayrılmış, kurak yere düşmüş bir balığın kulağına dalga sesleri gelirse, balık nasıl olur da hemen sıçrayıp asıl yurdu olan denize atılmaz?

Davuldan, bir davula vurulan tokmaktan ‘Geri dön!’ haberini duyunca doğan, nasıl olur da avı bırakıp gerisin geri sultana doğru uçmaz?

Rûhunu yok olmaktan kurtaran ebediyet güneşinin ışığında, her sûfî nasıl olur da zerre gibi titremez, oynamaz? Bu kadar lâtif, güzel, sevimli ve can bağışlayıcı olan eşsiz varlığı bulamayan, tanımayan ve sevemeyen kimse, cidden ne zavallı, ne kötü, ne sapık bir kimsedir!

Ey rûh kuşu, ihtiraslarından, günahlarından temizlendin, nefsinin kafesinden kurtuldun. Mânâ kanatların açıldı. Haydi, geldiğin yere, kendi vatanına doğru uç, uç!

Acı sudan âb-ı hayata doğru yollan, eşik dibinde, pabuçlukta oturanlar arasından ayrıl, can meclisinin baş sedirine geç otur.

Ey can! Sen git, git ki biz de bu ayrılık cihânından o visâl cihânına kavuşalım.

Çocuklar gibi ne zamana kadar şu toprak âleminde eteğimizi toprakla, taşla, çanak ve çömlek kırıntılarıyla dolduracağız?

Artık topraktan elimizi çekelim, göklere yükselelim, uçalım. Çocukluktan kaçalım, büyük ve olgun insanların meclisine varalım.

Ruha ‘Gayri âlemine git!’ diye seslendiler. Orada bulunan tükenmez hazineyi elde et de artık inleme, zahmetlere katlanma.”

Can Evi



 missing image file


168_opt.jpeg

‘Ey canımın başbuğu, ey ruhumun sahibi! Senin evin nerededir? Ey benim parlak ay’ım! Evin nerededir? Ey her şeye gücü yeten, zalimleri kahreden ulu varlık! Ey tende gizlenen, fakat gönülde beliren, varlığını hissettiren sevgili! Ey benim hem gizli hem aşikâr olan efendim! Senin evin nerededir?

Sen diyorsun ki: ‘Hakanın evi onu sevenlerin gönlüdür.’ Ey ruhum! Bende gönül kalmadı ki, seni gönlümde arayayım. Şu hâlde söyle bana evin nerededir?

Ay gölgeye dadılık eder, fakat gölge, dadıya nasıl ulaşabilir? Sen söyle ey ay, ben bilmiyorum. Senin evin nerededir?

Ayın gökyüzünde dolaştığını görüyordum. Seni bulmak için, yüzlerce evi dönüp dolaşıyordum. Bu araştırmalardan, bu dönüp dolaşmalardan artık kurtar beni, evin nerede ise göster bana.”

Ebedi Ömür




missing image file
missing image file
missing image file

“Ey dertli zamanımda canımın rahatı, ey yoksulluk acılığında, ruhumun hazinesi olan sevgili!

Vehmin elde edemediği, anlayışın ve aklın ermediği güzellikler, senden canıma ulaştığı için, sen benim kıblemsin. Senin keremin ve lütfun sebebiyle ben ebediyet âlemine nazla bakarım. Ey şahım! Fâni olan devlet, hiç beni aldatır mı?

Allah, bitmez tükenmez cömertliği ile bana hesapsız mülkler verse, ne kadar gizli hazineleri varsa önüme koysa, ben candan secde ederek yüzümü toprağa korum ve derim ki: ‘Bunların hepsinden, filanın aşkı benim için daha değerlidir.’

Ebedi ömür, bence sevgili ile buluşma zamanıdır. Ondan ötürüdür ki, o buluşma zamanına, bence hiçbir zaman sığmaz.

Ömür, içinde berrak visâl şerbeti olan bir kaptır. Sensiz o kap benim ne işime yarar? O benim için bir baş belâsı olan yüktür.

Onun lütfunun yardımıyla gayb sultanının ‘Sen beni göremezsin’ demesinden kurtuldum.”

Birlik


missing image file

“Gel, gel daha yakın gel, bu yol vuruculuk, ne zamana kadar sürüp gidecek? Madem ki, sen, bensin, ben de senim, artık bu senlik ve benlik nedir?

Biz, Hakk’ın nûruyuz, Hakk’ın ışığıyız. Şu hâlde kendi kendimizle bu çekişmelere ne lüzum var? Hiç aydınlık, aydınlıktan kaçar mı?

İnsanoğullarının hepsi, tek bir vücut hâlinde olgun bir insanın varlığında toplanmış gibidir. Fakat neden böyle şaşıyız? Aynı vücudun birer uzvu olduğumuz hâlde neden zengin, yoksulları hor görür?

Biz hepimiz bir cevheriz, aklımız da bir, başımız da bir... Fakat bu beli bükülmüş feleğin yüzünden biri, iki görür olmuşuz?

Haydi, şu benlikten kurtul, herkesle anlaş, hoş geçin. Kendinde kaldıkça bir zerresin, bir damlasın, fakat herkesle birleştin, kaynaştın mı bir mâden kesilirsin, bir umman olursun.

Erkek aslan, aslanlığının gerektirdiği her şeyi yapar. Köpek de köpeklik eder durur. Can dilediğini işler, ten de tenin icap ettirdiği şeyleri yapar.

Rûh birdir. Fakat ten, yüz binlercedir. Bu şuna benzer ki, dünyada sayılamayacak kadar badem vardır, fakat hepsinde de aynı yağ bulunur.

Dünyada çeşitli diller var, çeşitli lügatler var, fakat hepsinin de anlamı birdir. Çeşitli kaplara konan sular, kaplar kınlınca birleşir, bir su hâlinde akarlar.”

“Sensin!”






missing image file
missing image file

“Ey Allah’ım! Hastalara ferahlık veren sensin. Lütuflar ve merhametler arasında can gibi gizlenen sensin.

Kullarını, sana yalvarsınlar, yakarsınlar diye hasta edersin. Çünkü, inlemenin, yalvarmanın, figan etmenin alıcısı, kabul edicisi sensin.

Şu dünyada herkes, derdine derman aramaktadır. Halbuki dertlilerin dertlerinin dermanı ise seni arıyor. Çünkü derdi de dermanı da yaratan şüphesiz sensin.

İnsanı, şunun bunun kapısına düşüren dertler, önceden meydana gelen bir perdedir. Bu perdenin sonunda, son ucunda yine sen varsın. Her dertli, sonunda yine senin lütuf kapına başını vurur.

Sonunda sükûnete kavuşmaları, rahat etmeleri için hastaları inletir durursun. Halbuki hakikate bakacak olursak bizim derdimizde inleyen, feryâd eden sensin.

Kölelik de efendilik de sultanlık da hep senin yazındır. Eğridir. Eğri yazı da doğru yazı da senin mektebinde yazılmıştır.

Bizim bedenlerimiz birer evdir. Rûhlarımız da o evlere konmuş birer misafirdir. Ey Allah’ım, biz yokuz, bedenlerimiz de canlarımız da senin gölgenden ibarettir. Aslında, tenlerimizde misafir olan canlarımızın canı da sensin.”

Ölüm O’na Kavuşmaktır

“Ölüm günümde, tabutum giderken, bende bu dünyanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum sanma, bu çeşit şüpheye düşme.

Cenazemi görünce Ah ayrılık, ah ayrılık!’ deme. Çünkü benim ölüm günüm, sevgilime kavuştuğum ve buluştuğum bir gündür.

Beni kabre indirip yalnız bıraktıkları zaman ‘Vedâ, Vedâ!’ deme. Çünkü kabir, cennetler topluluğunun bir perdesidir. Batmayı, toprağa gömülmeyi gördün ya, sen şimdi, doğmayı, tekrar dirilmeyi düşün. Güneşe ve aya batmaktan bir ziyan gelir mi? Bu hâl, sana, batmak gibi görünürse de aslında doğmaktır. Mezar, insana karanlık, dar bir hapis yeri gibi görünür; hakikatte mezar, ruhun hürriyete kavuştuğu yerdir.

Hangi tane, hangi tohum, yere ekildi de bitmedi? Şu hâlde insan tanesi hakkında neden şüpheye düşüyorsun ?

Hangi kova, kuyuya indirildi de dolu çıkmadı? Can Yusufu niçin kuyuda feryâd etsin dursun? Bu tarafta, bu maddi dünyada ağzını kapayınca o tarafta, öteki dünyada aç. Çünkü senin manevî feryâdların, haykırışların, mekânsızlık âleminin fezasındadır.”

Ömür Kavgalarla Gürültülerle Didinmelerle Tükenmektedir

“Ömür, yarınlara bağlanan ümitlerle geçip gitmede, gafilcesine kavgalarla, gürültülerle, didinmelerle tükenip durmaktadır.

Sen aklını başına al da ömrünü, şu içinde bulunduğun bugün say. Bak bakalım bugünü de hangi sevdalarla harcıyorsun?

Gâh cüzdanını, keseni para ile doldurmak kaygısı ile gâh iyi yemek içmek endişesi ile ömür geçip gitmede, sayı ile verilen her nefes de eksilmede...

Ölüm bizi, birer birer çekip alıyor. Onun heybetinden akılların beti benzi sararıp durmada...

Ölüm yolda durmuş bekliyor. Efendi ise gezip tozma sevdasında.

Ölüm, kaşla göz arasında, onu hatırlamaktan bile bize daha yakın. Fakat gaflete dalanın aklı nerelere gitmede, bilmem ki...

Teni besleyip geliştirmeye bakma, çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, gönlünü beslemeye bak. Yücelere gidecek, şereflenecek olan o.

Bu leşe, yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini besleyen, nefsanî arzulara düşüyor sonunda rezil olup gidiyor.

Ruha, mânevî gıdalar ver. Yağlı ballı düşünüş, anlayış buluş yiyecekleri ver de gideceği yere güçlü kuvvetli gitsin.” (Divan-ı Kebîr, II/823)

Dirilik İstiyorsan Ölmeden Evvel Öl

“Sen, nice zamandan beri can çekişmektesin, belâ ve ıstırap görmektesin. Fakat hâlâ perde arkasındasın, hâlâ hakikati sezemiyorsun. Bizim için esas gaye, acil olan şey, yaşamak değil ölmektir. Sen ise bir türlü ölemedin.

Şunu iyi bil ki ölmedikçe can çekişmen bitmez. Merdiven olmadıkça dama çıkamazsın. Ölmeden evvel ölmediğin için, can çekişmen uzayıp gitti.

Ey akıllı kişi, sevgiliyi, örtüsüz, hicapsız görmek istiyorsan, ölmeden evvel öl, böylece kendi isteğinle ölümü seç de seni sevgiliden ayıran perdeyi, yırt at.

Fakat bu ölüm, seni mezara götüren ölüm değildir. Seni değiştiren, seni insanlığa, aşka, nûra götüren ölümdür.” (Mesnevî, VI/723-728)

Şu Toprak Perdesinin Ardında Gizli Bir Âlem Var

“Ey benim canım, şu toprak perdesinin ardında, gizli bir yaşayış, gizli bir âlem var. Gayb perdesi ötesinde yüzlerce Yusuf-ı Kenân var.

Bu beden, bu ten ortadan kalktı, gitti, ortada yalnız can kaldı. Ten fânidir, ölmüştür, fakat can bakîdir, ebedî olarak yaşayacaktır.

Eğer bu hâlin nasıl olduğunu anlamak, tatmak istersen her gece kendine bak. Sen, uykuya dalınca ten, ölmüş gibidir; can ise rüya âleminde, cennet bahçesinde uçup duruyor.

Ey ilâhî sevgi, sen öyle güzelsin, öyle hoşsun ki! Ey Allah’ım, sen ne büyük bir varlıksın! Ne eşsizsin, sen ne âlemsin, bunca zamandır sana münacatta bulunuyorum. Sayısız eserlerini, kudretini, yaratma gücünü hissediyorum. Söylüyorum, bitiremiyorum. Bu övüşlerden sen, yüzlerce defa daha üstünsün.” (Divan-ı Kebîr, V/2573)

“Biz”siz Yolculuk, Benlikten Kurtuluş

“Bize, Hak yolunda “biz”siz olarak bir yolculuk nasip oldu. O yolculukta “biz”siz olduğumuz için gönlümüze bir ferahlık geldi.

Biz, o dostun gamı ile can verdik de onun gamı, bizi bizden kurtardı. “Biz”siz olarak doğurdu.

Siz, sakın bizi yâd etmeyin, buna lüzum yok. Çünkü biz, bizsiz olduğumuzdan, kendimiz rüzgâr kesilmişiz de her yerde eser dururuz.

Biz, bizsiz kalıyoruz da her zaman sevinç içindeyiz, mutluyuz. Bu sebeple daima, bizsiz olalım, bizsiz kalalım diyoruz. Kapıların hepsi de yüzümüze kapanmıştı; biz, bizden, benlikten kurtulunca kapıların hepsi de açıldı.” (Divan-ı Kebîr, I/128)

Ruhun Köşkü

“Şu tenimiz, ruhumuzun bir köşküdür. Orası, bir tepe, bir yıkık yer değildir. Ruhumuz bizim biricik dostumuz, yârimizdir. O bize hiçbir zaman yabancı olmaz.

Gönül yolu, korkunç bir çölden geçer. Yürekli bir er, Rüstem gibi bir yiğit olmayan bir kişi oraya nasıl varabilir?

Oraya varacak kişi, bir pehlivan gibi hasmını yere vuran, çeşitli gıdalarla bedenini besleyen, kuvvetli, güçlü kişi değildir.

Oraya varacak kişi, nefsini yenen, kendi benliğini yıkıp alt eden, dünya âşığı değil, Allah âşığı olan kişidir.

Böyle bir kişinin bedeni mezara girince, mezârın toprağı ile örtülünce o bedenden, tohum nasıl baş verir yücelirse tıpkı onun gibi Hak tarafından kabul ediliş ağacı yükselir, boy atar.

Nûrlu bir gönül ehlinden başka, o nûra âşık olan kimdir? Aşk mumu, pervanenin gönlünden başka neyi yakar?” (Divan-ı Kebîr, VI/2034)

Bu Fâni Dünyaya Bağlanıp Kalma

“Ey gönül, bu fâni dünyaya, bu toprak yurda neden bağlanıp kalmışsın? Bu ağıldan dışarı çık, çünkü sen, can âleminin kuşusun.

Sen, naz âleminin sevgilisisin, sen, sır perdesi altında oturanlardansın. Bu fâni yerde ne diye oturuyorsun?

Kendi hâline bak da ne olduğunu öğren, suret âlemine hapsolmaktan kurtul, mânâlar çemenliğine sefer et.

Sen kutsal âlemin kuşusun, ünsiyet, dostluk meclisinin nedimisin; sen bu değersiz yerde kalırsan, sana yazıklar olur.

Sen, bu cihanda hakikî mutluluk, devlet arama; bulamazsın. İki cihanın selâmetini, ona candan kul olmaklığından iste.

Aşk sözünü bırak, zira o, bir geçit yoludur, bir köprüdür. Sen elinden geldiği kadar, Allah’a kulluk et, iyi bir insan ol.” (Divan-ı Kebîr, Bu şiir eski bir yazmada bulundu)|

Allah’ım Her Şey Senin Eserindir Senin Yarattığındır

“Senin aşkınla kararsız olan kişi, sana kavuşunca, seni gönlünde bulunca karar bulur, huzura erer. Böylece, ayrılık dikeninle gönlü yaralanan kimse senin gül bahçene ulaşır da mutlu olur.

Şu dünyada görülen güller, susamlar, bütün çiçekler, bütün gül bahçeleri senindir, senin yarattıklarındır. O güllerin, çiçeklerin solmaları, ölmeleri, senin sonbaharının hırçınlığındandır. Onların topraktan başkaldırmaları, tekrar hayata kavuşmaları, neşeli neşeli oynaşmaları da senin ilkbaharının eseridir.

Gerek yeryüzünde, gerekse göklerde bulunan canlı, cansız her varlık, her şey, her zerre, âşıkların canları ve gönülleri gibi senin aşkına düşmüşler de kararsız olmuşlardır. İçlerinden yanıyorlar koşuyorlar.

Yarattıklarının hepsi de senin aşkınla yaşarlar, sevdana taparlar. Bütün âlem senin kudretli elindedir. Onlar, bazen senin düşkünlerin, mestlerin olurlar. Bazen de senin humârındadırlar.

Varlıkların hepsi de senin sevdana kapılmış, alt üst olmuşlardır. Neşeyi de kederi de senden almışlardır. Ne yazık ki, her şeyi sen yarattığın hâlde yarattıkların senden habersizdirler.

Yarattığın eserlerde senin sanatını sezmek, hadiselerde takdirini, hikmetini müşahede etmek ne tuhaftır! Mukadderata boyun eğerek, şikâyet etmeden senin tecellilerini beklemek ne hoştur!

Seni gönülde hissedince, senin sevgine ulaşınca, ölü ömrü, pörsümüş teni, donuk canı ne yapayım? Sayılı iki üç günlük ömür ne işe yarar?” (Divan-ı Kebîr, V/2256)

Her Şey Sana “Benim Gibi Ol” Demektedir

“Aşk uğrunda, pervane ateşe atıldı, alevler içinde kanat çırpıyor, yanıp yakılıyordu da ‘Sen de benim gibi ol.’ diyordu.

Yağı konmuş, fitili tutuşturulmuş kandil, kırık boynu ile hem yanıyor, hem de yavaş yavaş, yumuşak yumuşak ‘Sen de böyle ol.’ diyordu.

Mum hem yanıyor hem de ağlıyordu. Kendini ateşe, ıstıraba vermişti. Fakat gözyaşları dökerken etrafa ışık saçıyordu. Bana da ‘Benim gibi ol, sen de böyle yan yakıl, böyle eri tüken.’ demekte idi.

‘Bu dünyada kazanç elde etmek için, yararlanmak için altınlar, gümüşler saçan bunlar sana ne fayda sağlar? Mânevî kâr elde etmek istiyorsan benim gibi yanmaya, erimeye bak.’ diye mum söyleniyordu.

Derya, eteğini incilerle doldurmuş, baş köşeye çekilmiş, içindeki incileri belli etmemek için kendisini acı göstermeye kalkışıyor, bana, ‘Gösterişten kaçın, sen de benim gibi ol.’ demek istiyordu.

Bahçede bulunan gül, yanağını, yüzünü, tozlardan, kirlerden arındırmış, gömleğini yırtmış, gülüyor, dikenlerin verdiği acılara, kederlere sabrediyor, adeta, ‘Ey insanoğlu. Sen de benim gibi ol.’ diyordu.

Hazret-i Âdem, tam kırk yıl, özürler getirdi, günahının bağışlanması için yas tutup ağladı. O da çocuklarına: ‘Siz de babanız gibi olun.’ diyordu. Sus, sabret, dağdaki şu kayaya bak da ibret al. O bile hiçbir şey söylemiyor, o bile susmakta fakat ağlamakta... Adeta o da ‘Ey insanoğlu sus, ağla.’ demek istemekte.” (Divan-ı Kebîr, IV/2041)

Sen Büyük Bir Âlemsin

“Sen, bedenin her zerresinden bir feryâd duy, bir inilti işit. Çünkü sen, büyük bir şehirsin, hem de bir şehir değil belki binlerce şehirsin.

Senin bedeninde cüzlerin, hücrelerin hepsi susuyorlar ama, senin gizli şeylerini görüyorlar ve çalışmalarını senden gizlemiyorlar. Onlar, bütün gün ‘Gel bakalım, senin neyin var?’ diye coşup köpürüyorlar.

Sen, ölümsüz, uçsuz bucaksız bir deryasın. O deryada sayısız balık var. Bilgisizlik yüzünden sende bulunan değerleri, meziyetleri reddetme. Ne diye inkâr edip duruyorsun.

Evet, görünüşte, senin bedeninde bulunan hücreler susmada ama, onların hepsi de gizli gizli işler yapıyorlar, senin haberin olmadan çalışıp duruyorlar. Hepsi de kalleşçesine varlığınla kumar oynuyorlar.

Hepsi de hem görünüyor hem gizli... Hepsi de birbirini yemekle meşgul birbirlerinin hem avı, hem avcısı...

Bedeninin bütün zerreleri, sana sesleniyorlar, diyorlar ki: ‘Sana ne oldu? Bütün işittiğin, söylediğin sözler, boş sözler... O sözlerde dostluktan, Allah sevgisinden hiç bahsedilmiyor.’

Varlığın sonbahar gibidir. Fakat o sonbaharın içinde bir ilkbahar gizlidir. İçindeki ilkbahar canlanınca gönül bahçesi içten içe güler durur.

Sen, ezelde mânâ balından yediğin hâlde ne diye şu fâni dünya mumunun etrafında pervane gibi döner durursun? Ne diye kanatlarını yakarsın? Bilmiyor musun sen, kendin nûrdansın, Hak nûrundansın, sen nârdan, şeytanın yaratıldığı ateşten değilsin.” (Divan-ı Kebîr, VI/2821)

Ev Dumanlarla Dolmuştu Bir Pencere Açtılar da



Duman Çıktı Gitti

“Dünya âleminde, başlarına gelenlerden ötürü yüzlerine vururlar, yüzlerini yırtarlar, dövünüp dururlar, fakat gaflet uykusu sona erince görürler ki, yüzlerinde bir tırmık yarası bile yok.

Nerede o, bizimle sütle bal gibi kaynaşan, nerede o, bizimle su ile yağ gibi bir türlü uzlaşamayan? Şimdi gerçekler belirdi, uyku da geçti, hayâl de... Şimdi huzur var, emniyet, istirahat var. Ne ‘biz’lik kaldı, ne ‘ben’lik...

Şimdi ne ihtiyar var ne genç ne esir var ne de haydutlar... Ne yumuşak var ne sert kaldı, artık ne mum var, ne demir... (Divan-ı Kebîr, Tercîler, 43)

Bir renklilik, bir safta yürünmüş birlik (vahdet) var.

Bedenden uçup gitmiş, bedenden kurtulmuş bir can var.”

Devesini Kaybeden Kürt

“Bir ovada, Kürt’ün birisinin devesini kaybettiğini duydum Kürt, ovanın her yanında devesini aradı.

Deveyi bulamayınca gönlü, devenin hasreti ile dolu, düşüncesi darmadağın, perişan ve gamlı bir hâlde yolun kenarında yattı, uyudu.

Sonunda gece geldi, ortalığı kapladı. Her tarafı karanlıklara boğdu. Kürt gece yansı gamla dolu bir hâlde uykudan uyandı. Bir de ne görsün? Yusyuvarlak parlak bir ay, gökyüzünde parıl parıl parlamada, etrafa nûrlar saçmada...

Şu dumanlarla dolmuş evde, bir pencere açtılar da duman çıktı gitti, eve güneşin nûru doldu.

O ev nedir? Neyin sembolüdür? Ev, gönül evidir. İçeri dolan ‘duman’ da üzüntülerimizi, kederlerimizi göstermektedir. Aslında boş düşüncelerimiz, endişelerimiz, bizim manevî zevkimizin ruhanî neşemizin boynunu kırmaktadır.

Ey Hak yoluna düşen kişi! Aklını başına al, gaflet uykusundan uyan da düşünceden de kurtul, hayâlden de... Ya Rabbi, şu bizim uykuya dalanlarımıza bir davulcu gönder.

Uykuya dalan kimse, bir hiç için binlerce gam yer, kederlere kapılır. Rüyasında ya kurt görür, ya da yolunu kesen eşkıya...

İnsan rüyasında yüz binlerce kılıç, yüz binlerce mızrak görür, fakat uyanınca kılıçlar, mızraklar şöyle dursun, bakar ki, bir iğne bile yok.

Ölüp gidenler, bu dünyaya gözleri kapanıp da manen öteki âlemi görmeye başlayınca derler ki: ‘Boş yere ne olmayacak gamlar yemişiz, üzülüp durmuşuz, ömrümüz çeşitli vesveselerle geçti gitti.’

‘Bir hayâl için, düğünler yapmışız, evler kurmuşuz, yine hayâl için zırhlar giymişiz, savaşa girmişiz.’

‘O düğün de o savaş da o yas da hep boş şeylermiş. Bütün bunlar bu nefsin işleri imiş. Bugün ne ondan bir oyun kaldı, ne bundan bir ağıt, bir feryâd...’

Ay ışığı ile etrafına bakınca, Kürt, devesinin biraz ötede, yolda durduğunu gördü. Sevincinden nisan yağmuru gibi gözyaşları dökmeye başladı.

Yüzünü, nûrlar saçan aya doğru çevirdi de ‘Ben, seni nasıl anlatayım? Senin vasıflarını nasıl dile getireyim?’ dedi. ‘Sen hem güzelsin hem iyisin hem de hoşsun. Alımlısın, hem de nûrlar saçmadasın.’

Allah’ım, şuracıkta, şu dünyada kerem et de nûrunu artır. Artır da insanın aklı başına gelsin. Nefsine uyup kaybettiği insanlığını tekrar bulsun.” (Divan-ı Kebîr, V/2544)

Duygulu İnsanlar İçin Bahar Mevsiminde Bahçelerde Göklere Merdivenler Kurulmuştur

“Koşa koşa, şarkılar söyleyerek gelen bahar rüzgârı, dünyayı güldürür, körpe otları ayağa kaldırır.

Ötelerden gelen bir haberci gibi her an bağdan lâtif bir koku duyulur. ‘Haydi dostlar, uyanın!’ diye sesler gelir.

Bahçe, içten içe kendi sırrını, kendinde bulunan gizli kuvveti sürükler. Yürür gider, yol alır da sana der ki: ‘Ey insan, sen de içten içe yol al, sen de sende gizli bulunanı bul. Ona doğru yol al da canına can gelsin.’

Bahar rüzgârının okşaması ile gonca uyanır, açılır ve serviye süsenin sırrını söyler. Lâle de boş durmaz, söğüt ağacı ile erguvana güzel günlerin müjdesini verir.

Her fidanın sırrı, toprağın içinden baş kaldım, yücelere boy atar. Mîrac edenler, manen Hakk’ı bulanlar; duygulu ve imanlı kişiler, yerlerde sürüklenmesinler, göklere çıksınlar diye bahçelere merdivenler kurmuşlardır.

Kuşlar ve bülbüller dallara konmuşlar, bekçilik ederler. Bahçeye kimlerin gelip gittiğini gözetlerler. Çünkü bu bekçilerin maaşları Allah’ın hazinesinden verilmektedir.

Şu ağaçların yaprakları dillere benzerler, dallarda sallanıp duran meyveleri de gönüllere... Gönüller yüz gösterince, diller çözülür, sözler de kirlenir.” (Divan-ı Kebîr, I/196)

Onun Aşk Nağmesinden Yeryüzü Coşmuş Köpürmüştü

“Onunla manen buluşmasının özlemi, ateşi ile yandığım zaman ben de Hazret-i Musa gibi Tur Dağı’na gittim, ne mutlu bana, ne mutlu!

Orada, eşi benzeri olmayan bir pâdişahlar padişahı, rûhları besleyen, pek lâtif, cana canlar katan bir güzeller güzeli gördüm.

Tur Dağı da sahra da çöl de onun nûru ile parıl parıl parlamada idi. Onun letâfeti, güzelliği her tarafı ebedî cennete çevirmişti.

Onun aşk nağmesinden yeryüzü coşmuş köpürmüştü. Gök de ona kavuşma sevdasına kapılmış da durmadan dönüp duruyordu.

Akıl almaz yaratma gücüne sahip olan o padişahlar pâdişâhı yokluğa şöyle bir baktı ‘Kün: Ol!’ emrini verdi de yokluk canlandı, varlığa kavuştu.

Lütuf ve ihsan gölgeleri, üstünlük güneşi ile birleşince bütün birbirine zıt olan unsurlar, bir araya geldiler, birbirleri ile yarıştılar. Böylece aşkının olgunluğu, merhameti, birbirine düşman olan zıtların dost olarak birleşmelerini sağladı.

Fakat o yarattıklarının varlıkları yok olunca da bir tanesi yüz tane oldu. Orada var olan, bana yok göründü, yok olan da var... Dünyanın ötesinde, onun sevdasına kapılmış vefalı varlıkları gördüm. Hepsi de tertemizdi, hepsi de safa içinde idiler.” (Divan-ı Kebîr, I/131)

Gök Kapıları Geceleyin Açılır

“Ey kardeşim, bir gecelik de olsa uyumazsan ne olur? Mum gibi diri olsan, kıvılcım gibi uyumazsan...

Gök kapıları geceleyin açılır, talihler, bahtlar uyanır. Sen de ay gibi uyuma da talih yıldızın parlasın, güzelleşsin.

Sen gökyüzüne mensup bir kişi isen elbette o âleme, gökyüzüne özlemin vardır. Bu kirli dünyada, gökyüzünden aşağılarda kalamazsın. Yücelerden başka yerlerde yatıp uyuyamazsın.

Geceleyin yürü ki, yollar geceleyin alınır, menzillere geceleyin varılır. Eğer sen, eşsiz pâdişahı istiyorsan onun yoluna düşmüş, sefere çıkmışsan seferde uyumamak gerekir.

İyi insanlar, bahtlı kişiler, Allah’ın merhameti ve sevgisi gölgesinde uyurlar. Kardeş, sakın sen de başka bir yerde uyuma.” (Divan-ı Kebîr, VI/2932)

Allah’ın Nûru Gelince Kabir Bir Gül Bahçesi Olur

“Ey karanlık geceyi uykuda geçiren mü’min, dua etmek zamanı geldi. Haydi kalk! Ey kötülük etmeyi âdet edinmiş nefis! İbadet etme iyilik etme zamanı geldi.

Pencereden bak, tevbe kapısını aç. Evi tertibe koy, düzelt, haydi durma, bizim nöbetimiz geldi.

Suçtan, kötülüklerden neden temizlenemiyorsun? Günahlardan ellerini yıka, yüzüne su vur, abdest al, namaza durma zamanı geldi.

Seni mezara koyduktan lâhitte, yüzünü kıbleye döndürdükleri zaman, hayatta şu karşında duran kıbleyi hatırlarsın. Fakat, namazını kılmadığın, kazaya bıraktığın için içinin yanmasından eline ne geçer?

Sen, şimdi hayatta iken bu kıbleden bir nûr, bir ışık ara, elde et de o nûr, o ışık, senin kabrini aydınlatsın, ısıtsın. Çünkü Allah’ın nûru gelince kabir, bir gül bahçesi olur.” (Divan-ı Kebîr, II/611)

Her Şey Allah’ı Tesbih Ediyor, Her Şey Allah’a Âşık

Hazret-i Mevlânâ, Divan-ı Kebîr’ in 6. cildinde, 865. gazelde, “Allah’a yemin ederim ki, yalnız insanlar değil, şu kâinatta bulunan her şey, her zerre bile ilâhî aşkla mest olmuş, kendinden geçmiştir.” diye buyurmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’ in birçok yerinde şöyle buyrulmaktadır: “Sebbeha li’llahi ma-fi’s-semavati ve’l-arz (Yeryüzünde ve göklerde ne varsa, her şey Cenâb-ı Hakk’ı tesbih etmektedir).”

Tesbih etmekteki anlam yalnız Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğünü ve kudretini tekrar tekrar söylemekten ibaret değildir. Burada anlatılmak istenen şey, her zerrenin O’na gönül verdiği, her şeyin O’na âşık olduğudur.

Peki, cansız sandığımız varlıklar, nasıl Cenâb-ı Hakk’a âşık olurlar? Nasıl O’nu tesbih ederler?

Şu bir gerçek ki, cansız hiçbir varlık yoktur. Onlar da insanlar gibi Cenâb-ı Hakk’ı sevmekte ve tesbih etmektedirler.

Bir hadîs-i şerife dayanarak şunu arz etmek isterim: Evveline evvel olmayan, akıl almaz, her şeyden münezzeh olan, o büyük yaratıcı, Allah dediğimiz o aziz varlık ezelde mevcut idi. O’ndan evvel hiçbir şey yoktu, sadece evveline evvel olmayan O vardı. İşte bu yüzden O’na kenz-i mahfi (gizli hazine) diyorlar.

O bilinmek ve sevilmek istedi. Bunun için evreni ve içindekileri yarattı. Fakat yaratmadan önce, yaratacağı şeylerin nasıl olacaklarını ezelde düşündü. Buna arifler, ayân-ı sâbite diyorlar. Yani, nasıl olacakları tesbit ettiği aynların (varlıklar) nasıl olacaklarını ezelde düşündü. Ancak bunu bir insanın düşünüşü gibi tasavvur etmeyelim.

Allah, her şeyden münezzehtir. O’nun düşüncesine de tasavvurlarına da plânlarına da akıl ermez. O, ilâhî bir tasavvurdur. Fakat etrafımızda bulunan her şeyi görüyoruz ki, çok ince hesaplarla düşünülerek yaratılmışlardır.

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’ in bir âyetinde “Veş-şemsü ve’l-kamerü bi hüsbanün (Ay ve Güneş, bir hesap üzere yaratılmıştır).” denmektedir. Gerçekten de aylar birbirlerini şaşırmadan takip eder. Dünya döner, günler meydana gelir. Dünya, Güneş’in etrafında döner, mevsimler meydana gelir. Yalnız bizim dünyamız değil, gökyüzünde sayısız dünyalar, sayısız yıldızlar, hatta sayısız güneşler var. Hepsi de yörüngelerinde birbirine çarpmadan mükemmel bir şekilde dönüp durmaktadırlar. Bütün bunlar, o büyük yaratıcının her maddeyi, her şeyi yaratmadan evvel nasıl olacaklarını tesbit etmesidir. İşte ayân-ı sabite dediğimiz de budur.

Şimdi önemli olan nokta şu ki, bugün ilim ve fen, Kur’an-ı Kerîm’ in 15 asır evvel bizlere haber verdiği hakikatleri ispat etmektedir. Bundan da anlıyoruz ki, hangi maddeye, binlerce derece büyüten mikroskopla bakıldığında her maddenin atomu bir proton etrafında dönüp durmadadır. İşte proton, o büyük yaratıcının, zerrenin kalbine düşürdüğü ateştir, aşktır. O’nun aşkıyla dönüp duruyorlar.

Hazret-i Mevlânâ, Divan-ı Kebîr’ in II. cildinde, 826. gazelinde, “Görmez misin; Ay bile âşık olmuş, içine aşk ateşi düşmüş de sessizce yalnız başına göklerde dolaşıp durmada.” buyurmakta; yine Divan-ı Kebîr’ in II. cildinde, 532. gazelinde, “Şu gökyüzü, bizim gibi âşık olmasaydı, şu gökyüzünün bizim gibi aşktan başı dönmeseydi dönüşten usanırdı da ‘Daha ne zamana kadar dönüp duracağım? Yeter artık’ derdi.” demektedir.

Görüldüğü gibi Ay, Güneş, yıldızlar ve bütün zerreler, bu ilâhî aşkla dönüp durmadalar. Şeyh Galip hazretleri de “Etvarı çarha uy, Mevlevî ol. Devran edersin, seyran edersin.” diye ilâhî dönüşü, sema’ya işaret ederek en güzel şekilde ifâde etmiştir.

Allah’ın, yarattıkların içinde en çok insanı sevdiği bir gerçektir. Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.), “Lev-lâke lev-lâk lemâ halaktü’l-eflâk (Sen olmasaydın Habibim! Ben bu âlemleri yaratmazdım)” dediği zaman, onun şahsiyetinde insanı kastetmiştir. Müfessirler, bu hadîs-i kudsiyi böyle tefsir etmişlerdir. Yalnız Hazret-i Peygamber’e (s.a.v.) hitap ediyor; ama Peygamber Efendimiz (s.a.v.) insanlığın örneği olduğu için insan mevzubahis... Yani insan olmasaydı O, evreni yaratmazdı. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Allahu Teâlâ’nın Peygamberimiz’e karşı gösterdiği sevgiyi ifâde eden bir âyet var ki, tüm Cuma hutbelerinde okunur. Bu âyet şöyledir: “Şunu iyi biliniz ki; Allah ve melekler Peygamber’e salât-u selâm getirmektedirler.” Ne demektir bu?

Cenâb-ı Hakk habibini övüyor, ona salât-u selâm getiriyor. Bütün bunların özünde insan vardır ve insan sevgi örneği, sevgi mihrakı olmuştur; ama bundan habersizdir. Kendinde kimin emânetinin bulunduğundan habersizdir. O bakımdan insan kendini idrak ettiği, kendini bulduğu zaman, Hakk’ın da büyüklüğünü idrak edecektir. Nitekim bir hadîs-i şerifte; “Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” diye buyrulmuştur. Yani; “Kendini bilen Rabbi’ni bilir.” Allah insanı, insan da Allah’ı sevmektedir ve bütün bu evren insan için yaratılmıştır. Bu konu, aşk ve aşkın ne kadar üstün olduğunun canlı bir ifadesidir. Nitekim Hazret-i Mevlânâ gerek Mesnevî’sinde gerek Divan-ı Kebîr’ inde bu konuda çok güzel şiirler söylemiştir. Divan-ı Kebîr, II. cilt, 532. gazelinde şöyle buyurmaktadır: “Etrafına bak da gör; her toprağa, her balçığa, her gönle bir ihtiyaç vermede, bir aşk sunmadadır da o yüzden, o şeyler ney gibi elemlerle sessizce feryâd etmededir.” Mesnevî’de ise şöyle söylemektedir: “Kâinatta her şey O’nun sevgisinin esiri olduğu için köpeğin sızlanması bile, Hakk’ın cezbesi, O’nun çekişi iledir. Köpeğin vazifeleri kendine engel olmasaydı köpekler de Hakk’ın cezbesi, aşkı ile dağlara düşerler, bir mecnun-u ilâhî olurlardı.” (Mesnevî, III/207)

Ayrıca Divan-ı Kebîr VI. cilt, 2674. gazelinde:

“Her şey canlı, her şey yiyor, içiyor, konuşuyor... Böyle olmasaydı, karıncalar Süleyman’a sır söylerler miydi? Dağ, Davud Peygamber ile beraber ilâhî okur muydu, ona seslenir miydi?

Şu gökler âşık olmasaydı, göğsü böyle saf, temiz, masmavi olur muydu? Eğer güneş de âşık olmasaydı, yüzünde bir nûr, bir ışık bulunmazdı.

Yerler, dağlar, âşık olmasalardı, gönüllerinden bir ot bile bitiremezlerdi. Deniz aşktan habersiz olsaydı, aşkı anlamasaydı, böyle çırpınıp durur muydu? Köpürüp coşar mıydı?

Ey insan! Sen de âşık ol, aşkı tanı! Vefalı ol da vefa bul!”

der.

“Düşün insan; ki evet, sende hakikatler var,

Arş var, rûh da var, debdebe, haşmetler var,

Sende vardır kanat amma uçamaz eflâke,

Sende manen o kanat saplanıvermiş hâke,

Aşktan bir kanat aç, arşa kadar yükselsin,

Nûrdan bahr-ı ilâhiye akar bir selsin;

Sana uçmak verecek kimseyi bul, öğretsin,

Çünkü sen mârifet-i Hakta büyük ibretsin;

Sana Allah’a eren kol ve kanatlar taksın,

Sen şu aydan, şu güneşten bile pek parlaksın;

Harem-i yâre kadar varmak için gökleri del;

Ezelî varlığına, aslına yüksel, yüksel...”


İnsanda Güzellik

Yüzle ben, kaşla dudak, öyle güzel kim sanki,

İnce bir perdeden Allah tecelli ediyor...


Güllere Karşı

Hâlikim; Rabbim ne hoş saçmış letafet güllere,

Seyre doymaz gözlerim, gelmiş tarâvet güllere;

Koklamış, lutf eylemiş pek sevgili Peygamberim;

İmrenirse çok değil, firdevs-i Cennet güllere;

Mevlânâ’da Aşk

Her velinin kendine has bir meşrebi vardır. Mevlânâ da ekseriya, hep aşktan, âşıklıktan bahseder. Bu sebeple ona “Âşıkların Sultanı” lâkabı verilmiştir. Nitekim bir rubâilerinde, “Bizim peygamberimizin yolu, aşk yoludur. Biz aşk oğullarıyız, bizim anamız da aşktır.” diye buyurmaktadır. Gerçekten de Mevlânâ, bütün eserlerinde en çok bu konu üzerinde durmuştur. Mesnevî-i Şerif’teki bazı hikâyelerinde, Divan-ı Kebîr’ indeki coşkun şiirlerinde çoğu zaman hep aşktan bahsetmektedir.

Mevlânâ’nın bahsettiği aşk, fâni olan, gelip geçici olan “mecazî aşk” değildir. Onun bahsettiği aşk, Hakk’a karşı duyulan ilâhı aşktır. Yani Allah’a karşı duyulan sevgidir. Hazret-i Mevlânâ, “Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Allah’ın sıfatlarındandır. Ondan başkasına âşık olma mecazî aşktır, gelip geçici bir hevestir.” diye buyurur. (Mesnevî, VI/971. beyit)

Bu bahsi daha iyi anlayabilmemiz için, yukarıdaki beyitte adı geçen “mecazî aşk” ile “ilâhî aşk” yani gerçek aşk üzerinde biraz düşünelim:

Bilindiği gibi aşk, mecazî ve hakikî olarak iki yönden mütalâa edilmektedir. Mecazî aşk, maddî ve cismânî aşktır. Yani insanların “kadın-erkek” birbirlerini sevmeleri ve beğenmeleridir. Hakikî aşk ise Hakk’a karşı duyulan sevgidir. Daha doğrusu mecazî aşk, yaratılmışlara karşı duyulan aşk; hakikî aşk ise, Yaradan’a karşı duyulan aşktır.

Mecazî aşk fânidir, gelip geçicidir. Hakikî aşk ise ebedîdir, sonsuzdur. Arifler, kirlenmeyen, şehvetle lekelenmeyen “mecazî aşk”ın da boş olmadığını, insanı hakikî aşka ulaştırdığını söylemişlerdir. Mecazî aşkı, âşığı hakikî aşka, Allah aşkına geçiren bir köprü saymışlardır. Onlara göre, güzele karşı değil de güzellikte karşı duyulan bir aşk ile güzellerde müşahede edilen şaşırtıcı güzelikte yaratıcının güzelliğini, sanatını, kudretini, büyüklüğünü görmek, hayran olmak, insana hakikî aşkın yolunu açar. Nitekim Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’nin ilk cildinde, 111. beyitte, “Aşk ister mecaz olsun, ister hakikî olsun, nihayet insanı Hakk’a ulaştırır.” diye buyurmuştur.

Peki bu mecazî sevgi insanlara niçin verildi?

Devrimizin en büyük psikologlarından Sigmund Freud’dan asırlarca önce Hazret-i Mevlânâ:

“Birleşmeleri ile dünyada hayat devam etsin diye Allah, erkekle kadını birbirlerine karşı meylettirdi, sevdirdi.”

diye bu hakikati ifâde buyurmuştur. (Mesnevî, III/1415)

Muhyiddin-i Arabî hazretleri de bu “mecazî aşk”ı bir tamamlanma olarak mütalâa etmektedir. Ve, “İnsan erkek olsun, kadın olsun evlenmekle tamamlanmaktadır. Tek başına kadın da yarımdır, erkek de yarımdır. Erkek kadında kendi noksanını tamamlamaktadır. Erkeğin sol kaburgasından yaratıldığı için kadın da erkekte kendi aslını bulmaktadır. Bu yüzdendir ki, bu birleşme, sadece bedene ait maddî bir sevk değil, ruhî bir tamamlanmadır.” diye Füsûsü’l-Hikem adlı eserinin “Fasl-ı Muhammedî” bölümünde yazmaktadır.

Dikkat edilirse, bir mecazî aşkta bu sevişme ve birleşmede “Ruhumdan ona üfledim.” (Hicr Sûresi, 29. âyet) sırrına mazhar olan ve fâni vücutlarının ötesinde bulunan ve aynı yerden gelen tanıdık rûhların birbirlerine karşı duydukları hasretin ve iştiyakın bir ifâdesi vardır.

Ancak bu sevişme ve birleşmenin hayvanlarda olduğu gibi değil de yaratılmış varlıkların en şereflisi, en üstünü olmamız sebebiyle nikâhla, şeriatın koyduğu esaslar dahilinde yapılması gerekmektedir. Yoksa dinimiz sevmemizi ve evlenmemizi menetmemektedir.

Cenâb-ı Hak bir taraftan Mevlânâ’nın buyurduğu gibi nesil, hayat devam etsin diye bize mecazî aşkı, şehvet duygusunu vermiş, bir taraftan da nefse hâkim olmayı, şehvetle mücadele etmeyi emretmiştir.

İslâmiyet’te rahiplik, rahibelik yoktur. Afif kalma, temiz yaşamak, duygularına hakim olmak, ancak nikâhla birleşmek esas tutulmuştur. Meşru olmayan, vicdanı lekeleyen birleşme, en büyük günah sayılmıştır. Dinimizde aşk haram değildir, zina haramdır.

Şu hadîs-i şerif bu meseleyi gayet açık bir şekilde halletmektedir: “Bir kişi âşık olsa, aşkını ona buna söylemese, saklasa, iffetini muhafaza etse, yani temiz kalsa, bu hâlde vefat etse, o şehit sayılır.” (Feyzü’l-Kadîr, 6/179)

Bir kimsenin âşık olduğu hâlde nefsine hakim olması, şehvetini yenmesi, onu şehitlik mertebesine ulaştırmaktadır. Bu hadiste aynı zamanda, zina günahından kendini koruyarak nefsi ile savaşa giren bir mü’minin ölümü, dini uğrunda düşmanlarla çarpışırken şehit olmuş gibi sayılmaktadır. Çünkü şehvet, insanın en korkunç düşmanlarından biridir. Bu duyguyu yenmek en büyük bir kahramanlıktır.

Hazret-i Mevlânâ, “Hiddet ve şehvet gibi duygular, insanı şaşı yapar ve ruhun istikametini değiştirir. Kişiyi, doğru yoldan uzaklaştırır.” diye buyurmaktadır. (Mesnevî, I/333)

“Mecazî aşk” kontrol altına alınmazsa, bizi Allah’a ibâdetten, kulluktan uzaklaştırdığı gibi, mutluluktan da insanlıktan da uzaklaştırmaktadır. Bedenî zevkler, gelip geçici oldukları gibi gayri meşru iseler yerini vicdan azabına, günâha terk ederler. Namık Kemâl merhumun dediği gibi:

Kimi vicdana dokundu, kimi cism ü cana



Zevk namıyla ne yaptımsa peşîmân oldum

Evet, zevk diye peşinde koştuğumuz şeylerin bazıları vicdanımızı yaralar, bazıları da bedenimizi, sağlığımızı hırpalar; yaptıklarımıza pişman oluruz.

İmanlı ve hassas bir şair olan Sully Prudhomme “Dünya” adlı bir şiirinde şöyle demektedir:

Bu dünyada bütün çiçekler solar



Bütün kuşların ötüşleri devamsızdır



Ben, ebedî sürecek yazları düşünüyorum

Bu dünyada, bütün insanlar, aşklarının



Dostluklarının zevaline ağlarlar



Ben ebedî sürecek sevgileri düşünüyorum



(Stonces, s. 34)

Fâni olan, devamsız olan şeylere gönül vermek ne kadar manasızdır, boştur. Mevsimler, güzellikler, hep gelip geçicidir.

Hazret-i Mevlânâ, bir bahar mevsiminde, sevinç içinde yeşeren, gülümseyen, hafif rüzgârla oynaşıp duran çiçeklere, güneşin şöyle seslendiğini düşünür:

“Ey gülümseyen çiçekler, ey yeşillikler, ben bir geçeyim de o zaman hâlinizi görün. Şimdi, pek neşelisiniz, sonunuzu düşünmüyorsunuz.” İnsanlar da gençlik de güzellik de böyledir. Güzeller, çiçekler gibi açarlar. Vücutlarının güzellikleri ile övünürler. Aynaya bakar, sevinirler, çünkü içlerinde gizlenen rûh onlara kuvvet verir, onları canlandırır, neşelendirir. Maddî güzellikleri ile gurura kapılan güzellerin bedenlerine rûh şöyle seslenir: “Sen, benim ışığımla yaşıyorsun, bu gurur, nedir? Bir iki gün, benim verdiğim güçle hareket ediyor, neşeleniyor, bu maddî hayatı bitmeyecekmiş gibi sanıyorsun! Nazın, işven, dünyaya sığmıyor, hele dur, bekle, ben seni terk edeyim, seni bırakıp gideyim de sonunu gör! Seni pek sevenler, seni mezara gömerler. Karıncalara, yılanlara gıda ederler. Çok defalar senin önünde, ölüme razı olan yok mu? O da senin pis kokundan burnunu tıkar.” (Mesnevî, I/3265)

Atinalı Ziya Merhum da:

Âfitâb-ı hüsn-i hûbân âkıbet eyler ufûl

Ben muhibb-i lâ-yezâlim “lâ uhibbü’l-âfilîn”

Yani “Güzellerin güzellik güneşi sonunda batar, kaybolur. Ben batanları sevmem, ben batmayan, yok olmayan Hakk’ın âşığıyım.” demiştir.

“Mecâzî aşk” hakkındaki görüşleri kısaca gözden geçirdikten sonra hakikî aşka, Allah aşkına dair düşünmeye çalışalım. İnsan, göremediği, bilemediği ve niteliğini lâyıkıyla anlayamadığı Allah’ı nasıl sevebilir? Peygamber Efendimiz bile, “Allah’ım, seni tam hakikatinle ve şanına yaraşır bir irfanla bilemedik.” diye, Allah’a münacatta bulunmuş, yalvarmıştır. Âlemlere rahmet olarak gönderilen büyük Peygamberimiz’in gereği gibi bilemediği, tanıyamadığı Cenâb-ı Hakk’ı, bizim gibi aciz, naçiz insanlar nasıl tanırlar da severler? Cenâb-ı Ali “Ben, görmediğim Hakk’a ibâdet edemem.” diye buyurmuştur. Hâşâ, Allah maddî bir varlık değildir ki, baş gözü ile insanları ve diğer varlıkları gördüğümüz gibi O’nu görelim, O’nun güzelliğine hayran olalım, O’nu sevelim.

Muallim Naci merhum da:

Âkil biliyor ki var bir Allah,

Mâhiyeti anlaşılmıyor âh

diyor. “Akıllı kişi, izanıyla, vicdanıyla bir Allah’ın varlığını biliyor; fakat O’nun mâhiyetini, niteliğini anlayamıyor diye ‘âh!’ ediyordu.”

Bizim Cenâb-ı Hakk’ı sevebilmemiz için önce O’nun varlığını hissetmemiz, aklımızla, vicdanımızla, izanımızla, O’nun var olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. İbrahim Alâeddin merhumun şu şiiri ne güzeldir:

Okursanız bir kitabı

Sahibini sorarsınız

Gördünüz mü bir hoş yapı

Yapan kimse ararsınız

Sahipsiz mi yerler, gökler?

Düşününce insan anlar

Her şey bize ispat eder,

Büyük, kadir bir Allah var.

Her şeyi, çok güzel, çok mükemmel yaratan, kâinatı şaşmaz kanunlarla idare eden büyük ve eşsiz yaratıcı nerededir? Her zerrede bile büyük bir sanat eseri gösteren Allah’ı nasıl arayacağız, nasıl bulacağız?

Dünyamız da dahil. Bütün kâinatı güzel eserlerle süsleyen eşsiz yaratıcı, eserlerinin arkasında gizlenmiş, sanki eserlerini kendine perde yapmış, kendini göstermiyor.

Hazret-i Mevlânâ bir şiirinde Cenâb-ı Hakk’a şu şekilde niyazda bulunur:

“Ey benim canıma can katan hayatım! Perdeyi kaldır. Ey benim gamıma, kederime ortak olan, nerede olursam olayım daima benimle beraber bulunan Rabbim! Ey geceleri, bana dost olan sevgili!

Ey vakitli vakitsiz benim yalvarışlarımı, yakarışlarımı duyan ey varlığımın bütün zerrelerine sevgi ateşi salan Rabbim!

Sen bütün şekillerden münezzehsin, berisin, canlardan bile temizsin. Suretin, şeklin yok, fakat benim bütün şekillerimin mıknatısısın, bütün varlığım sana doğru koşmada, sende yok olmadadır.” (Divan-ı Kebîr, IV/1963)

Yukarıdaki beyitte Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi, şekillerden, suretlerden münezzeh olan Allah’ın zatını, nasıl olduğunu düşünemeyiz. Çünkü bize “Allah’ın zatını düşünmeyiniz.” diye emredilmiştir.

Biz Cenâb-ı Hakk’ı ancak sıfatları ile, yarattığı eserlerle hisseder, tanıyabiliriz. Herkes idrakine, anlayışına, kabiliyetine ve Allah’ın inayetine göre Allah’ı hissedecektir. Çünkü Allah’ın inayeti ve lütfu olmadan gönülden ona yol bulamayız. İnsan, Allah’ı, ancak Allah ile bulabilir. Her yerde, her zerrede O’nun kudreti ve sanatı görülmektedir ama, o görme gücünü Hak vermese biz hiçbir şey göremeyiz. Bu sebeple, bize kendi kudretini, sanatını, güzelliğini göstermesi için kendinden niyazda bulunmamız gerekir. Biz insanlar, Allah’ın yarattığı bütün yaratıklar arasında en üstün bir varlığız.

Biz, insan olarak, şu tenden, bedenden ibaret değiliz. Biz, bizde bulunan ilâhi emânetle insanız. Mevlânâ; yeryüzünde yaşayan, yiyip içen, gezip dolaşan şu tenlerimizi, bedenlerimizi birer gölge saymaktadır. Asıl bizim varlığımız, şu görünen cisimlerimizin ötesindedir. Yunus Emre hazretleri “Bir ben vardır, bende benden içeri.” diye buyurmadı mı? Cenâb-ı Hak, “Ben bilinmek istedim, insanı yarattım.” diye buyurdu. Bu bilinmek de sevgide gizlidir. Cenâb-ı Hakk’ın bilinmeye ve sevilmeye ihtiyacı yoktur.

Peki, biz, Allah’ı nasıl seveceğiz?

Bizim, bilinen beş duygumuzdan başka, bir altıncı duygumuz daha vardır ki, Allah’ı ancak o duygu ile idrak ve hissedebiliriz. İnsan; akıl, nûr, kalp ve basiret ile hayvanlardan ayrılır. Bizde bulunan bâtını göz, “gönül gözü: basiret” başımızdaki gözden daha çok kuvvetlidir.

Hazret-i Mevlânâ, “Sizin iki başınız vardır: Biri dünyaya ait toprak başı, öbürü göğe ait, tertemiz, rûhânî baş” diye buyurmuştu. İşte biz, bu rûhânî başla, rûhâni gözle gerçeği idrak edebiliriz. Bu sebepledir ki, beş duygu ile idrak edilemeyen şeyler, rûhânî başla, mânâ gözü ile, gönül gözü ile anlaşılır ve hissedilir, zevk duyulur.

Allah sevgisini, ancak, insanlık derecesinden hayvanlık derekesine düşen ve beş duygudan başka duygusu olmayanlar inkâr edebilirler.

İnsanın Allah’ı sevmesi, onun bir şükran borcudur. Çünkü etraflıca düşünürsek görürüz, hissederiz ki, Allah da insanı sevmektedir. Çünkü, başka varlıklara vermediğini insana vermiştir. İnsanın, kendisine sayısız lütuflarda, ihsanlarda bulunan Allah’ını sevmemesi nankörlük olur. Aslında insanda, sevmek ve inanmak ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı olan duygulara sırt çevirdiği takdirde, yalnız Allah’ına karşı nankör olarak kalmayacak, yaratılış icabı vazifesini yapmadığı için ruhunda bir boşluk, bir eksiklik hissedecektir. Düşünürsek anlarız ki, kul ile Allah arasında gizli, batınî bir münasebet vardır. Bu, açıklaması, anlatılması güç bir hâldir. Sıkıldığımız, üzüldüğümüz zamanlarda, Allah’ımıza sığınırız. Çünkü, O bize, bizden yakındır. Kur’ân’da “Biz, size şah damarlarınızdan daha yakınız.” (Kaf Suresi, 16. âyet) diye buyrulmuştur. Vicdanlarının emri ile hareket edenler, Allah’ı çok ananlar, zikredenler, insanlık yolunda yürüyenler, çok iyilik edenler, hangi vazifede bulunursa bulunsun o vazifeyi hakkıyla yapanlar, çok ibâdette bulunanlar, bu yakınlık mertebesine ulaşan mutlu kişiler bu hâli anlarlar. Bu bir gerçektir ki, insanlık vazifesinin idraki içinde olanlar ve inandıklarını yaşayan faziletli kişiler, Allah’a daha çok yaklaşırlar. Allah, hâşâ, maddî varlık değildir ki ona yaklaşalım. İnsanın Allah’ına yakın olması, mekân ve mesafe bakımından değildir. Vasıflar, duygu ve sevgi bakımındandır. “Ruhumdan ona üfledim.” (Hicr Suresi, 29. âyet) sırrına mazhar olduğu için Cenâb-ı Hak melekleri Âdem’e secde ettirmiştir.

“Muhakkak ki biz, seni yeryüzünde halîfe yaptık.”

(Sad Suresi, 26. âyet) gibi insanın değerini belirten âyetler Kur’ân’da mevcuttur. Âdem’in, Allah’ın halîfesi olması, onun diğer varlıklardan üstün, mükerrem bir varlık olarak yaratılmasının da insanın Hak’la olan gizli yakınlığı ile bir ilgisi yok mudur?

Dostlarından, en yakın sandığı kişilerden uzak düşmüş, kendini yalnızlığın kahredici sıkıntısında bulan bir kimseye Hazret-i Mevlânâ şöyle seslenmektedir: “Burada gizli birisi var, kendini yalnız sanma!” (Divan-ı Kebîr, I/188)

İşte burada gizli olan, yere göğe sığmayıp da gelip mü’min kulunun kalbine sığan Allah’tır.

Hazret-i Mevlânâ bir rubâisinde de şöyle söylemektedir:

“Senin canında, bir can vardır, sen o canı ara. Senin tenin dağında çok kıymetli bir cevher bulunmaktadır. O cevherin mâdenini ara. Ey yürüyüp giden sûfî! Eğer sen, onu arıyorsan, onu dışarıda arama, aradığını, sen kendinde ara.”

Bizim canımızdaki can, O’ndan ayrılıp gelen ruhtur. Ruhu aramak, Allah’ı aramak, Allah’ı idrak etmek, Allah’ı sevmektir. Kulun Allah’a olan sevgisi nedir?

Bu hâl, kulun kalbinde bulduğu ve duyduğu bir his olup kelimelerle ifâde edilemeyecek kadar lâtif, hoş, ince temiz bir duygudur. Bu hâl, bu duygu insanı Allah’ını her şeyden üstün görmeye, yüceltmeye, O’nun rızasını her şeye tercih etmeye, O’ndan ayrı kalınca da sabırsızlanmaya, kararsızlığa götürür. O’nun emrini yerine getirince, O’nu sevince içinde bir rahatlık duyar.

Kulun Hak’la dost oluşu, O’nunla ünsiyeti, ülfeti nedir? Mümkün olduğu kadar, yalnız namazlar değil, devamlı suretle abdestli olarak O’nu düşünmek, kalp ile O’nu anarak O’nu gönlünde hissetmek, O’na karşı içinde bir heyecan bulmaya çalışmaktır. Kul, her şeyde, her hadisede, Allah’ın kudretini, sanatını bularak O’na hayran olmalıdır. Çiçekleri mi kokluyor? Renklerinde, kokularında Hakkın sanatını bulmak. Meyve mi yiyor? Şu kara topraktan yetişen çeşitli tattaki meyvelerde bulunan lezzet, koku ve güzellik karşısında şaşırıp kalmak, her bakımdan bize lütuf ve ihsanlarda bulunan Hakk’a minnettar olmak gerekir. Hak yolcusunun, toplumda, haksızlık gibi görülen hadiselerin ötesinde gizlenen adaleti sezmesi ve Hakk’ın Âdil-i Mutlak olduğuna inanması, O’nun adaletinin er geç gerçekleşeceğinden şüpheye kapılmaması lâzımdır.

Yukarıda, bizim beş duygumuzdan başka bir altıncı duygumuz daha vardır ki, ancak o duygu ile Cenâb-ı Hakk’ın yardımı ile Hakk’ın varlığını, yarattığı ve ortaya koyduğu sayısız eserlerin hikmetini anlayabiliriz diye arz etmiştim. Bu hususu Hazret-i Mevlânâ, şu beyitlerde, mecazî olarak ne güzel ifâde buyurmaktadır:

Bu beş duygu çeşmesi, teninde akıp durdukça (yani gözün gördükçe, kulağın işittikçe, burnun koku aldıkça, yediğinden zevk duydukça, dokunma hissin bulundukça) bil ki sende bulunan o “eşsiz peri” bu beş çeşmeyi gerektikçe açmış kapamış bu duygulara yol vermiştir. Gönül gözü ile görmek, tasavvurda bulunmak gibi beş tane de iç duygu vardır. Bunlar da bu bâtın duygular da maksada doğru akıp gitmededir. (Divan-ı Kebîr, I/188)

Maksat, bizi yaratanı idrak etmek, sevmektir. Kulun Hakk’ı sevmesi, mil, hudut ve ihata gibi şeyler ihtiva etmez. Bu nasıl bahis konusu olabilir ki, Allah ilhak ve ihata gibi şeylerden münezzehtir. Âşık, aşk babında çember gibi çevrilme tarzında vasfedilmekten ziyâde, maşukta yok olma şeklinde anlatılır.

Aşk, bir vasıfla vasfedilemez, anlatılamaz; bir hudutla sınırlanamaz. Aşk tarif edilemez. Bununla beraber, gönülde hissetmek, idrak etmek için aşktan daha belirli, daha vâzıh ve daha yakın bir şey yoktur.

Malûmdur ki bir şeyi anlatırken sözde belirsizlik, bir anlaşılmazlık, muğlaklık hasıl olduğu zaman sözü şerh ve izah etmeye girişmek ihtiyacı doğar. Müphemlik, muğlaklık zail olunca aşk meselesini ve sözünü şerh ve izah etme ihtiyacı ortadan kalkar. Hazret-i Mevlânâ bu meseleyi ne güzel ifâde buyurur:

“Aşkın şerhi için ne türlü açıklamada bulunsam diye düşünürken aşkın tesirine kapılınca söylediklerimden utanırım.

Kalemim kağıt üzerinde koşup duruyordu, aşkın açıklanması bahsine gelince, heyecana kapıldı, dayanamadı, ortasından yarıldı.

Akıl, aşkın şerhinde çamura batmış merkep gibi aciz kaldı, aşkın da âşıklığın da şerhini yine aşk söyledi.”

Yine Hazret-i Mevlânâ Mesnevî-i Şerif’ in I. cildinin dibacesinde:

“Birisi, bana “Âşıklık nedir?” diye sordu. Ona, ‘Benim gibi olursan anlarsın.’ cevabını verdim.

Aşk, sevgi, sayıya gelmez, ölçüye sığmaz. Bundan ötürü, aşk “Hakikatte Hak sıfatıdır. Kula nispet edilmesi mecazîdir” demişlerdir. “Allah kullarını sever” sözü kâfidir. Kulların da Allah’ı sevmesi ise, Hakk’ın muhabbetine nispetle nerede kalır?”

Hazret-i Mevlânâ’nın “Allah kullarını sever; kulları da Allah’ı sever.” sözleri Maide Sûresi’nin 54. âyetinden alınmıştır.

Gerçekten de aşktan bahsetmek, aşk değildir. Sebebi de aşk, yaşanan bir hâldir. Tarife gelmez, sözle ifâde edilmez.

Yalnız şu bir hakikattir ki: Cenâb-ı Hakk’ı idrak etmek, O’nu gönlümüzde bulmak için sarf ettiğimiz gayretler, uzun tefekkürler, ibâdetler, yapılan iyilikler, yardımlar neticesinde az da olsa, ilâhî sırlardan kendisine biraz bir şey duyurulan kimse, bu keşfin husulü anında büyük bir zevke ulaşır, tarif edilmez ruhî bir neşe duyar. Bu bakımdan denilebilir ki, gerçekten zevklerin üstündedir. Bütün ariflerin maksadı yalnız O’na ulaşmaktır.

Kimsenin bilemediği manevî zevk buradadır. Bu yüzdendir ki; bu hâli duyanların, bu mertebeye erenlerin sıkıntı ve istekleri mahvolur. Kalpleri, bu manevî nimetin zevki ile meşgul olur. Hatta, ateşe bile atsalar o sevgi deryasında yaşadığı için, ateşten bile haberi olmaz, cennet nimetlerini de kendilerine arz etseler, dönüp bakmazlar.

Hazret-i Mevlânâ’nın şu şiiri, bu hâlin ifadesidir:

“Ey dertli zamanımda, canımın rahatı, ey yoksulluk acılığında ruhumun hazinesi olan Allah’ım!

Vehmin elde edemediği, anlayışın ve aklın eremediği güzellikler senden canıma ulaştığı için sen benim kıblem oldun Rabbim! Senin keremin ve lütfun sebebi ile ben âleme nazla bakarını. Fâni olan devlet, zenginlik, varlık hiç beni aldatabilir mi?

Allah’ım, bitmez tükenmez cömertliğinle bana hesapsız mülkler versen, ne kadar gizli hazinelerin varsa, onları önüme koysan, ben, candan secde ederek yüzümü yerlere korum da derim ki:

‘Ey Alllah’ım, benim için senin aşkın, bütün bunların hepsinden daha değerlidir.’ ” (Divan-ı Kebîr, I/207)

Hazreti Mevlânâ’da Peygamber Sevgisi

Bu konu insanın tuhafına gidebilir. Yalnız Mevlânâ değil bütün veliler ve bütün mü’minler elbette âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz’i severler. Hatta sadece kendi Peygamberimiz’i değil bütün peygamberleri severler, onlara saygı gösterirler. Nitekim vaktiyle Viyana Muhasarası’nda Müslüman olan papaz Hazret-i İsa’ya küfrettiği için öldürüldü. Bizler Kur’ân-ı Kerîm’de beyan buyrulduğu üzere bazılarını üstün görmekle beraber, vazifeleri bakımından bütün peygamberleri birbirlerinden farklı görmeyiz. Görmeyiz ama elbette kendi peygamberimizi daha çok severiz. Hatta yalnız biz değil, çeşitli milletlerin yetiştirdiği hakikati seven bilginler, medeniyet ve uygarlık tarihinde iz bırakan büyük insanları sayarken Hazret-i Muhammed’i ihmal etmezler. Senelerce evvel İstanbul Üniversitesi’nde “Kölelik ve Köleliğin Tarihi” konusu üzerinde konferans vermek için davet edilen Cambridge Üniversitesi profesörlerinden biri aynen şöyle söylemişti: “Bütün dünyada kölelik resmen kaldırılıncaya kadar (1815’te Viyana Bildirisi ile) hiçbir filozof, hiçbir mütefekkir hatta hiçbir peygamber Hazret-i Muhammed kadar kölelerin de insan olduğunu, onların da hür insanlar gibi yaşama hakkı bulunduğunu söylememiştir. Aristo’nun, Eflâtun’un eserlerinde köleleri insan sayma fikri yoktur. Onların hür insanlara hizmet etmeleri için iri kemikli yaratıldıklarından bahsedilir.” Peygamber Efendimiz, “Kölelerinize de kendi yediklerinizden yediriniz. Onlar da insandır.” buyurmuştur. Köle azad etmek en büyük sevap sayılmıştır. Hazret-i Ömer’in deveye kölesiyle nöbetleşe binmesi... Bugün bütün dünyada insan hakları en başta gelen bir problem sayılmaktadır. 15 asır önce Peygamber Efendimiz bu mesele ile meşgul olmuştur.

Bu yüzdendir ki, Müslüman olmadıkları hâlde hakkı, hakikati seven İngiliz mütefekkiri Carlyle, Alman şairi Goethe gibi büyük insanlar Hazret-i Muhammed’e gönül vermişlerdir. İnsan olarak Hazret-i Muhammed’e karşı duydukları hayranlığı eserlerinde belirtmişlerdir. Michael H. Hart’ın yazdığı ve Sabah gazetesinin bir iki sene önce yayınladığı En Etkin 100 adlı kitapta insanlık tarihinin en etkili kişisi olarak en başta, 1 numarada Hazret-i İsa’ya yahut Karl Marx’a değil Hazret-i Muhammed’e yer verilmiştir.

Başka milletlerin en büyük insan olarak hayran oldukları Hazret-i Muhammed’i bizler, O’nun getirdiği dine bağlı olduğumuz için daha çok severiz. Bu yüzdendir ki, asırlardan beri gelen İslâm şairlerinin Peygamber Efendimiz hakkında yazdıkları na’tlar ciltler doldurur. Peygamber sevgisine dair Buharî-i Şerif’teki bir hadiste, “Her ümmet kendi peygamberini daha çok sever.” diye buyrulmaktadır.

Şu hâlde Hazret-i Mevlânâ’da peygamber sevgisi ne demek? Hazret-i Mevlânâ, yalnız büyük bir veli değil aynı zamanda eşsiz bir şairdir. Herhangi bir konu üzerinde şiir söylerken Hazret-i Peygamber’i hatırladığı zaman, söylediği beyitler arasında -benzetmede hata olmasın- “bir koyun sürüsü içindeki koçlar gibi” fark edilir. Peygamber sözü geçince Mevlânâ’nın söylediği beyitler çok heyecanlıdır, çok sıcaktır. Hazret-i Mevlânâ’nın dudaklarından dökülen o beyitler Hazret-i Muhammed’in nûru ile nûrlanır da göz kamaştırır, insanı mest eder. Mesela, Divan-ı Kebîr’ in I. cildinde 163 numaralı gazelinde Mevlânâ, ilâhî aşkı terennüm ederken bir fırsatını buluyor ve Peygamber Efendimiz’i hatırlıyor. Bu şiirin baş tarafından birkaç beytinin tercümesini arz edeyim:

“Her an sağdan soldan ilâhî aşkın sesi geliyor. Bu sesin etkisi ile biz, göklere doğru yükseliyoruz. Kimde bizi seyretmek isteği ile kabiliyeti var?

Zaten biz bu dünyaya gelmeden önce gökyüzünde idik, meleklerin dostu idik. Bizim esas yurdumuz orasıdır. Sonunda yine oraya gideriz. Aslında biz, gökten de yüceyiz, meleklerden de

üstünüz. Bizim konak yerimiz O’nun yanı olunca neden biz, gökleri de melekleri de gerilerde bırakmayalım?

Tertemiz inci, ilâhî cevher nerede? Kirli toprak dünyası nerede? Şerefinizi düşünmeden, bu alçak âleme geldiniz, kondunuz. Haydi eşyanızı toplayın, yükünüzü bağlayın! Bu yer bizim

yerimiz değildir, buradan göçelim.

Genç baht, bizim dostumuz, can bağışlamak işimiz, meşguliyetimiz. Bizim aşk kervanımızın başında da cihanın varlığı ile övündüğü Hazret-i Mustafa var.

Mustafa Aleyhisselâm öyle büyük bir varlıktır ki, ay onun mübarek yüzünü görmeye dayanamadı, bölündü ve onun niyâzkâr bir kölesi iken bu talihe kavuştu.

Bahar mevsiminde esen şu rüzgârın hoş kokusu, onun mübarek saçlarının bölümünden geliyor. Hayâlin bu parıltısı, bu şaşaası da kuşluk vaktindeki güneşin parıltısını andıran onunüceliğindendir.”

Yirmi beyitten ibaret olan bu şiirinde Hazret-i Mevlânâ Peygamberimiz’i hatırlamış ve onun sevgisi ile yukarıda arz ettiğim beyitleri söylemiştir. Şiirleri söylerken Hazret-i Peygamber Efendimizi bazen Ahmed Aleyhisselâm, bazen Muhammed (s.a.v.), bazen de Mustafa ism-i şerifi ile yâd eder. Divan-ı Kebîr’ in çeşitli kafiyelerinde 137 gazelde Peygamber Efendimiz hakkında çok güzel beyitler söylemiştir. Bilindiği gibi her velinin kendine göre bir özelliği vardır. Mevlânâ hep sevgi, Hak sevgisi üzerinde durmuş, insanı da Hakk’ın tecellisine en çok mazhar olan üstün bir varlık olarak gördüğü için sevmiştir ve sevgisinin üstünlüğünden ötürü insanın hatalarına da müsamaha gözü ile bakmıştır. Peygamber Efendimiz’e gelince, “Habibullah” Allah’ın sevgilisi olan, kâmil insanların da kâmil insanı sayılan aziz Peygamberimiz’i Hazret-i Mevlânâ’nın nasıl sevdiğini bu yönden de görmek gerek. Mevlânâ’nın “Ben yaşadığım müddetçe, Kur’ân’ın kuluyum, kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed’in ayağının bastığı yerin toprağıyım.” diye Peygamber sevgisini belirten rubâileri de mevcuttur.

Dikkat buyrulursa bahsettiğim beyitler, diğer şairler gibi sadece Peygamberimiz’i düşünerek yazdığı na’tlar değildir. Divan-ı Kebîr’deki binlerce gazeli arasında yeri gelince Peygamber Efendimiz’i hatırladığı, sevgisini, saygısını açığa vurduğu beyitlerdir. Mevlânâ’nın da diğer divan şairleri gibi yalnız Peygamberimiz’e karşı duyduğu sevgiyi belirten birkaç na’ti de vardır. Diğer şairler na’tları dışında yazdıkları gazellerde Peygamberimiz’i hatırlamazlarken Mevlânâ bu usulden ayrılmış, başka konular hakkında beyitler söylerken Peygamber Efendimiz’i sık sık hatırlamıştır. Bunlardan da birkaç örnek arz etmek istiyorum. Divan-ı Kebîr’ in II. cildinin 901 numaralı gazelinde:

“Gönül ile aşk, Ahmed Aleyhisselâm ile Hazret-i Ebu Bekir gibi mağara dostu olmuşlardır, iki mağara dostunun adları iki, canları bir olursa bundan ne çıkar?”

Divan-ı Kebîr’ in III. cildinin 1137 numaralı gazelinde:

“Hazret-i Muhammed’in nûru milyonlarca parçaya ayrıldı da uçtan uca iki dünyayı kapladı.

Peygamber Efendimiz o nûrun parıltısındaki şimşek gibi çakınca küfür perdeleri yırtılır da binlerce kişi, binlerce rahip zünnarlarını koparıverirler.

Küfür karalar giyindi. Çünkü Hazret-i Muhammed’in nûru geldi. Ölümsüzlük davulunu çaldılar, ebedî saltanat devri geldi.

Yeryüzü yemyeşil oldu. Gökyüzü hasedinden yenini yakasını yırttı. Ay ikiye bölündü ve dünyaya rûh geldi, canlandı.

Dün gece gökyüzündeki sayısız yıldızlardan müthiş bir gürültü duyuldu, çünkü yıldızı kutlulardan, kutlular kutlusu eşsiz bir yıldız yeryüzüne inmişti.” (Divan-ı Kebîr II/882)

Divan-ı Kebîr’de bu beyitleri söyleyen Mevlânâ, Mesnevî’de bu konu üzerinde çok durur. Mesnevî’nin IV. cildinin 3844-3846. beyitleri şöyle:

“Hazret-i Muhammed’in sureti bir duvarın yüzüne vursa, duvarın gönlünden gönül kanı damlar.

Onun mübarek sureti duvara öyle kutlu gelir ki, duvar bile hemen iki yüzlülükten kurtulur.

Temiz ve pak kişilerin bir yüzlü oluşlarına karşı, duvarın iki yüzlü oluşu onun için ayıptır.”

Mesnevî’nin VI. cildinde 167. beyitle başlayan beyitlerde aynen şöyle buyurur:

“Hazret-i Muhammed, bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da...

Bu dünya din dünyasıdır. O dünya ise cennetler dünyasıdır. Bu dünyada onlara yol gösterir. O dünyada ise ay gibi olan yüzünü gösterir.

Onun gizli ve aşikâr âdetleri, “Ya Rabbi, ümmetime doğru yolu göster, onlar gerçekten de bilmiyorlar.” diye dua etmekti.

Onun mübarek nefesi ile iki kapı da açılmıştır. İki dünyada da duası kabul edilmiştir.

Ona benzer birisi ne gelmiştir ne de gelecektir.

O mübarek ruhuna, kutlu gelişine, evladının zamanına da yüz binlerce salât-u selâm olsun.”

Aynı cildin 816. beyti ise şöyledir:

Hazret-i Peygamber Efendimiz’in sözlerinin hepsi de hakikat denizinin incileridir, çünkü onun mübarek gönlü, hakikat denizi ile birleşmiştir.

Mesnevî’nin III. cildinde 3110 numaralı beyitle başlayan bölümde Peygamber Efendimiz’e ait bir iki mucizeyi Hazret-i Mevlânâ’nın nasıl coşkunlukla anlattığını görelim:

“Malik oğlu Enes’ten rivayet edilmiştir: Bir kimse ona misafirliğe gitmişti.

O misafir hikâye etmiştir ki, Enes Hazretleri, yemekten sonra peşkirinin sararmış, solmuş, kirlenmiş olduğunu gördü. Hizmetçi kıza, “Şu kirli ve bulaşık peşkiri bir an için olsun tandıra atıver. “ dedi.

O anlayışlı kız hemen peşkiri ateşle dolu tandıra attı. Misafirlerin hepsi, bu işe şaştılar, peşkirden dumanlar çıkacağını, yanıp kül olacağını bekliyorlardı.

Bir müddet sonra hizmetçi kız, kirlerden temizlenmiş beyazlaşmış peşkiri tandırdan çıkardı.

Orada bulunanlar, “Ey Aziz Sahabi,” dediler, “Bu peşkiri nasıl oldu da ateş yakmadı, üstelik bir de temizledi?”

Enes hazretleri buyurdu ki: “Mustafa (s.a.v.) bu peşkiri çok defa elini, ağzını sildi de ondan.”

Ey ateşten ve azaptan korkan gönül, öyle bir el, öyle bir dudak sahibine yaklaş.

O mübarek el ve ağız, peşkir gibi cansız bir şeye böyle bir yücelik, böyle bir şeref verirse, bir âşığın ruhuna neler verir? Ne feyizlerde bulunur?”

Aynı Mesnevî cildinin 3130 numaralı beyitle başlayan bölümünde, Mevlânâ, Peygamber Efendimiz’in bir mucizesini şöyle anlatır:

“Çölde bir Arap kervanı, susuz kalmıştı. Yağmursuzluktan su tulumları kurumuştu.

Çölün ortasında kalmışlar ve susuzluktan öleceklerini anlamışlardı. Ansızın, iki dünyada da darda kalanların yardımına koşan Hazret-i Mustafa Efendimiz, onlara yardım etmek için teşrif buyurdu.

Orada pek kalabalık bir kervan gördü. Kervan halkı o uzun yolda kızgın kum üstünde kalmıştı.

Develerin susuzluktan dilleri sarkmıştı. Halk kumların üstünde öteye beriye dağılmıştı.

Resûlullah onlara acıdı ve buyurdu ki: ‘Haydi, çabuk kalkın, birkaçınız şu kum tepesine doğru koşun.’

‘Orada siyah bir köle var. Devesine binmiş efendisine tulumla su götürüyor. ‘

‘O köleyi, devesi ile beraber, istese de istemese de alın, benini yanıma getirin.’

O su arayıcılar kum tepesine doğru gittiler, biraz sonra Peygamber Efendimiz’in haber verdiği zenciyi gördüler.

Siyah bir köle, bir deveye binmiş gidiyordu. Efendisine su ile dolu bir tulum götürüyordu.

Ona, ‘İnsanların övüncü ve kâinatın hayırlısı Hazret-i Peygamber, şurada, seni istiyor.’ dediler.

Köle, ‘O kimdir? Ben onu tanımıyorum.’ dedi. ‘O ay yüzlü şeker huylu Peygamberdir.’ dediler.

Peygamberimiz’in bütün iyi huylarını mümkün olduğu kadar anlattılar. Zenci, ‘O galiba bahsedilen sihirbaz şair olacak.’

‘Duyduğuma göre, sihir yaparak halkın bir kısmını kendine bağlamış. Ben onun yanına bir arşın kadar bile yaklaşmam.’ dedi.

Bunun üzerine köleyi ve deveyi çeke çeke kervanın bulunduğu yere götürmeye başladılar. O sövüp sayıyor, bağırıyor çağırıyordu.

Onu Aziz Peygamberimiz’in yanına getirdiler. Peygamber Efendimiz, ‘Onun tulumundaki suları için ve kırbalarınızı doldurun.’ diye buyurdu. Hepsi, o tulumdan su aldılar, develere varıncaya kadar herkes o sudan içti.

Herkes kırbasını o tulumdan doldurdu. Gökyüzündeki bulut bile bu mucizeye gıpta etti, şaştı kaldı.

Bunu kim görmüştür ki, bir tulumdan bunca cehennemin yanışı soğusun, susuzluğunu gidersin?

Kim görmüştür ki, bir tek tulumdan bunca kırba, ağzına kadar dolsun?

Kervan halkı Peygamber Efendimizin mucizesine hayran oldular da ‘Ey lütuf ve ihsanı deniz kadar geniş olan Hazret-i Muhammed, bu hâl nedir?’ dediler.

‘Küçük bir tulumu, mucizene perde ederek hem Arab’ı, hem Kürt’ü suya gark ettin.’ diyorlardı.

Hazret-i Peygamber buyurdu ki: ‘Ey köle, senin suyundan aldılar diye şikâyete başlayıp, iyi kötü söylenmemen için, su tulumuna bak. O boşatmamış, dopdolu.’

O siyah köle Peygamberin mucizesi karşısında şaşırıp kaldı. Mekânsızlık âleminden onun gönlüne îman geldi.

Köle, gökten bir çeşmenin aktığını gördü. Onun tulumu, gökten gelen ilâhî feyzin coşkunluğuna örtü olmuştu.

Gözlerinin önünden bütün gaflet perdeleri yırtıldı, sıyrıldı da o, gayb âleminin çeşmesini apaçık gördü.

O anda kölenin gözleri yaşlarla doldu. Efendisini de yurdunu da unuttu, gitti.

Elsiz ayaksız kaldı. Allah, onun canına tatlı bir titreme saldı. Kendini kaybetti.

Hazret-i Peygamber, tekrar işini, vazifesini yapsın diye onu kendine getirdi. ‘Ey faydalar elde eden köle, kendine gel de yola düş, susuzlara suyunu götür.’ diye buyurdu.

‘Şimdi hayret zamanı, şaşkınlık zamanı değil, asıl seni şaşırtacak hâl, ilerde karşına çıkacak. Sen hemen yola düş, hızla gitmeye bak.’ Köle Hazret-i Mustafa’nın ellerine yüzünü sürdü, o mübarek elleri açıkçasına öptü, öptü...

Resûlullah, mübarek elini onun yüzüne sürdü ve onu ebedî saadete eriştirdi.

O zenci, o Habeşî köle, beyazlandı. Gece gibi simsiyah olan yüzü,

ayın on dördü gibi aydınlandı, gündüz gibi nûrlandı.

O siyah köle güzellikte ve olgunlukta Hazret-i Yusuf gibi oldu. Ona ‘Haydi, köyüne git de hâli anlat. Haber ver.’ diye buyurdu.

Köle, elsiz ayaksız bir hâle gelmiş, mest olmuştu. Gidiyordu ama elini ayağından ayırt edemiyordu.

Kervandan ayrıldı. İki dolu tulumla efendisinin yanına geldi. Efendisi, onu, uzaktan beyazlaşmış görünce, şaşırdı. Şaşkınlığından o köyün halkını çağırdı.

‘Bu su tulumu, bizim tulumumuz,’ dedi, ‘Deve de bizim devemiz. Fakat zenci yüzlü köle nereye gitti?’

‘Bu uzaklardan gelen bir ay ki yüzünün nûru, gündüzün ışığına vuruyor, onu aydınlatıyor.’

‘Bizim köle nerede. Yolu mu şaşırdı? Yoksa onu bir kurt mu yedi?’ Köle karşısına gelince, ona ‘Sen kimsin?’ diye sordu. ‘Bir Yemenli misin? Yoksa Türk müsün?’

‘Kölem nerede? Onu ne yaptın? Doğru söyle, hileye kalkma.’

Köle dedi ki: ‘Senin köleni öldürmüş olsaydım, kendi ayağımla kanımı döktürmek için sana nasıl gelebilirdim?’

Efendi: ‘Peki, benim kölem nerede?’ diye sordu. Köle: ‘İşte, burada, senin kölen benim, Allah’ın lütuf eli, benim yüzümü ağarttı, parlattı.’ dedi.

Efendi: ‘Hey,’ dedi, ‘Sen ne söylüyorsun? Kölem nerede? Doğru söylemekten başka çaren yok, yoksa benim elimden kurtulamazsın.’ Köle dedi ki: ‘Senin o köle ile aranda geçen sırları sana bir bir anlatayım, hepsini söyleyeyim.’

‘Beni satın aldığın andan şimdiye kadar aramızda geçenleri sana anlatayım. ‘

‘Bilesin ki ben oyum, her ne kadar, gece gibi kapkara olan bedenimden parlak göz kamaştırıcı bir sabah doğmuşsa da ben rûhî varlığımla aynı köleyim.’

‘Bedenimin rengi değişti ama tertemiz olan ruhun ne rengi vardır, ne unsurlara bağlıdır ne de toprağa mensuptur.’”

Divan-ı Kebîr’ in III. cildinin 1345 numaralı şiirinde:

“Kılıçlar üzerine zırhsız, çırçıplak atılan sahabe, Muhammed Muhtar’ın sunduğu îman şarabı ile mest olmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi.

Hayır, bu söz yanlış oldu. Hazret-i Muhammed saki değildi. İlâhî şarap ile dolu bir kadehti, iyi kişilere şakilik eden de Cenâb-ı Hak’tı.”

Keza Divan-ı Kebîr’ in II. cildinin 792 numaralı gazelinde de:

“Hazret-i Ahmed’in nûru, dünyada ne bir ateşe tapan bırakır, ne de bir Yahudi... Onun devletinin gölgesi herkesin, bütün insanların üstüne düşsün, onları aydınlatsın.

Yolunu kaybeden insanların hepsini de imansızlık çölünden alırlar, yola getirirler. Hazret-i Mustafa sonsuzluğa kadar Hak yolunun kılavuzu olsun.”

Divan-ı Kebîr’ in I. cildinin 490 numaralı şiirinde ise şöyle buyrulmaktadır:

“Dünya ve dünyanın işleri, baştan başa havadan ibaret. İyi kötü yapılan işlerin karşılığı havaya gider.

Fakat Hazret-i Muhammed’in getirdiği dine bak! Hicretten 650 yıl geçmiş, o hâlâ durmada... Ne sağlam yapı! Ebu Leheb ve ona benzeyenlerin hiçbir şeyini göremezsin. Ancak ibret almak için hikâyeler anlatılır.”

Divan-ı Kebîr’de Peygamberimiz hakkında bu beyitleri söyleyen Hazret-i Mevlânâ Mesnevî’nin III. cildinde şu beyitle başlayan bölümünde aynı duyguları daha geniş olarak söylemiştir:

“Allah’ın lütfu, Muhammed Aleyhisselâm’a vaad etmişti ki: ‘Sen ölsen de Kur’ân ve İslâm dini ölmez.’

‘Senin kitabını, senin mucizeni, ben yüceltirim. Kur’ân’a bir şey katmaya, Kur’ân’dan bir şey eksiltmeye ben engel olurum.’

‘Ben, seni iki dünyada da korurum. Sözlerini kınayanları terk eder, onları hor ve hakir bir hâle koyarım.’

‘Kimsenin Kur’ân’a bir harf ilâve etmeye ve bir harf eksiltmeye gücü yetmeyecektir. Sen benden daha iyi bir koruyucu arama.’

‘Senin şeref ve şanını günden güne artırırım. Senin adını altın ve gümüş üstüne bastırırım.’

‘Senin için mescitler, minberler ve mihraplar yaptırırım. Sevgi yüzünden sana öyle lütuflarda bulunurum ki senin kahrın benim kahrım olur, yani senin sevdiğin benim sevdiğim olur, senin sevmediğin de benim sevmediğim sayılır.’

‘Şimdi, senin adını, korkudan gizli anıyorlar. Namaz vakti gelince gizli namaz kılıyorlar.’

‘Lanetlenmiş müşriklerin korkusundan, dinin ye altında gizleniyor.’

‘Ben ufukları minarelerle dolduracağım. Onların üstünden senin şerefli adını insanlara duyuracağım. Sana asi olanların iki gözünü kör edeceğim.’

‘Kulların şehirler alacaklar, mevkiiler bulacaklar, senin dinin yerden göklere kadar bütün dünyayı kaplayacaktır.’

‘Ey Mustafa sen, dinin hükmünü kaybedip ortadan kalkacağından korkma. Biz, onu kıyamete kadar bakî kılacağız.’

‘Senin dinine kastedenler, senin Kur’ân ve hadislerine el uzatamayacaklardır. Ey peygamberlerin şahı, için rahat olarak mübarek bir uyku ile uyu.’

Sen, mezârında uyuyor gibisin, fakat nûrun göklere varmış, seninle savaşa girişecekler için, savaşa hazırlanmış.

Felsefecinin din aleyhinde söylediği sözleri, senin yay gibi olan nûrun, oklar yağdırır, onu susturur.

Cenâb-ı Hak vaad ettiğini, hatta daha fazlasını yaptı. Hazret-i Peygamber mübarek hücresinde uyudu, fakat bahtı ve ikbâli uyumadı.”

Mevlânâ bu beyitleri yedi asır önce söylemiş. Onun yaşadığı zamanlarda İslâm memleketleri önce Haçlılar tarafından yakılmış, yıkılmış, sonra doğudan gelen Moğollar da vahşi kurtlar gibi saldırmışlardır. Camileri yakmışlar Müslümanları kılıçtan geçirmişlerdir. Dikkat edilirse en buhranlı zamanlarda bile Mevlânâ bedbin, yani karamsar değil. “Mahvolduk!” demiyor. İslâm’ın sonsuza kadar yaşayacağından bahsediyor. Bu görüşten ders almamız gerekir.

Bugün de İslâm’ın ilerlemesini çekemeyen Batılılar şu veya bu şekilde İslâm’ı baltalamak istemektedirler, İslâm’ın kalesi olan yurdumuzu da çökertmek arzusu ile içimize kurt düşürmekte, bölücü örgütleri beslemektedirler. Bizi birbirimize düşürerek güzel Anadolu’muzu parçalamak için harekete geçmişlerdir. İslâm düşmanı olan Batılılar, Cezayir’de Afganistan’da Müslümanları birbirine kırdırmaktadırlar. Bosnalılar, Müslüman olmasalardı da Hıristiyan olsalardı insan haklarından dem vuran Avrupa milletlerinin gözü önünde zulme, işkenceye uğrarlar mıydı? Bütün dünyanın gözü önünde televizyonlarda görülen Müslüman Filistinliler, senelerce Yahudilerin zulmüne, işkencesine maruz kalırlar mıydı?

Aziz Peygamber Efendimiz, kendi ümmetini “ümmet-i mazlume,” ezilen, zulüm gören ümmet olarak tavsif buyurmuşlardır. Böylece her devirde Ebu Cehillerin bulunacağını, her yerde Müslümanların zulüm göreceklerini, ezileceklerini, hor görüleceklerini, yılmayacaklarını haber verdi. Müslümanların zulme, işkenceye sabırla dayanacaklarını fakat sonunda Hazret-i Muhammed’in getirdiği dinin sonsuza kadar yaşayacağını müjdeledi.


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to