Kitaplar, uygarlığa yol gösteren
ışıklardır.
UYARI:
Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...
Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı
yer olarak gördüğümüz sitemizdeki
tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran
vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde,
"TXT","DOC" ve "HTML"
gibi formatlarda, tarayıcı
ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görme engelliler
için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki
e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele" düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç
gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük
esasına dayalı olarak,
engelli-engelsiz Yardımsever
arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı
olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan doğabilecek
tümyasalsorumluluklar kullanana aittir.
Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir. web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.
Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyoruz.
Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü
teşekkür ediyoruz.
Bilgi paylaşmakla çoğalır.
İLGİLİ KANUN:
5846 Sayılı Kanun'un "altıncı
Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE
11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış
yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî
amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü
bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD,
braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi
bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan
gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."
bu e-kitap Görme engelliler için
düzenlenmiştir.
Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görme engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu
paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp,
Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.
Bu Kitaplar size gelene
kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı
göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.
Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...
Teşekkürler.
Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.
TÜRKİYE Beyazay Derneği
Sadi Somuncuoğlu _ Ülkücü Hareketi
Ülkücü Hareket 1: Türkeş’i kaçırıp vuracaklardı
Darbecilerin gözaltına aldığı liderler Ecevit Demirel ve Erbakan evlerine dönmüştü. Ancak Türkeş, hapishanede tutulmaya devam ediyordu. Derin devletin bir kesimi Türkeş’i kaçırmak, diğeri kaçmasına engel olmak istiyordu. İkincilere göre kaçırmak isteyenler daha sonra vuracaktı
12 Eylül darbesi, “vatanı kurtarma” iddiasında olanlar” ile “vatanı
yıkmaya” çalıştığı ileri sürülenleri aynı kefeye koyup cezaevlerine yolladı. Ülkücü gençlik tam bir şok içindeydi. O güne kadar devletin yanında
yer aldıkları bunun için can verdikleri halde, kendilerine nasıl böyle davranılabilirdi anlam veremiyorlardı
“Sokakta ne işiniz vardı? Kendinizi devletin yerine mi koydunuz?” diye soruluyordu ülkücülere Birisi şu
cevabı vermişti: Evet... Çünkü devlet görevini
yapsaydı sokaklar komünistlere kalmazdı. Biz Atatürk’ün nutkundan hareket ettik
TÜRKİYE, önemli iç ve dış tehlikelere maruzken onlar “Vatana ve Millete can feda” diyerek mücadeleye girdiler. Enternasyonal bazı cereyanlar, başta komünizm olmak üzere,
ülkemizdeki rejimi değiştirmek ve bu yolla bölüp parçalayarak Anadolu topraklarına sahip olmayı
hedeflemişti. 1980 öncesinin şartlarında bölücülüğü
üstlenmiş en azgın ideoloji, diyebiliriz ki sadece komünizmdi. Ne var ki, bu çağdışı ideolojinin besleyip sokaklara saldığı Marksist, Leninist,
hatta Maocu gruplar vardı ve bunların hemen hepsi silahlı eylemciliği benimsemişti.
Sokağa dökülen ve milletimizin canına, devletimizin varlığına
kastetmiş terörist gruplar, siyasal
iktidar anlayışının kıt
ve sığ olması yüzünden sokaklarımızda âdeta fink atıyor, anarşi
tanımlamasına giren her türlü eylemi pervasızca
üstleniyorlardı. Bunlar başı boş bırakılamazdı. İşte kendilerini “Ülkücü”
olarak adlandıran gençler, bu gerekçeyle karşı mücadeleye girdiler. Toplum, bu gençlere sahip çıkıyor ve destek de veriyordu. Genel görüntü şuydu:
Komünizmden nemalanan terörle sokakta Ülkücüler, siyasette de Milliyetçi
Hareket Partisi, devletin bekası, milletin bölünmez
bütünlüğü, üniter devletin devamı, kısacası devlet-i ebed müddet
için mücadele veriyordu.
Karşı cephe
Sokakları eylem alanları haline getiren militanlara, ne acı ki bir kısım aydın, yazar, gazeteci, hatta bilim adamı arka çıkıyordu. Özellikle sol basın,
militanların eylemlerine engel
olmaya başlayan
Ülkücüleri ve MHP’lileri karalıyor, MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’i
kavgacı, kan akıtan, faşist görüşlü biri olarak göstermeye
yelteniyordu. Bu kesime göre ülkede kardeş kanı
akıtılmasının sebebi Ülkücüler ve MHP’lilerdi. Oysa çok açık ve net olarak görülüyordu ki, militanlara karşı
nefs-i müdafaa yapanlar saldırgan değil, bir milli tepkiyi sergileyen insanlardı. Evet, Ülkücüler savunma yapan milli bir güçtü.
1980 askeri darbesine doğru, siyasal iktidar, kardeş kavgası diye tanımlanan sokaktaki eylemleri kesinlikle bitirmek için her türlü yasal önlemi almak çabasındayken iktidara el konuldu. Darbe, sadece ülkemizi karıştıran, devletimizi yıkmayı ve milletimizi bölmeyi
hedeflemiş kızıl militanların yakasına yapışmadı, onların yanına Ülkücüleri de oturttu. Bir yanda ülkeyi komünistleştirmek isteyenler, bir yanda
buna varlıklarıyla engel olanlar vardı.
İnsanlık tarihinde belki de ilk kez vatanını savunanlar, o vatanı
bölmek, devleti yıkmak ve rejimini değşitirmek
isteyenlerle bir tutuluyordu.
Ülkücülerin, tıpkı kızıl militanlar gibi yaka paça toplanmalarının gerekçesinde yatan şu cümle dikkate değerdir. Bir yetkili, Ülkücü
gençlerden birine diyordu ki:
- Sizin sokakta ne işiniz vardı. Kendinizi devletin yerine mi koydunuz?
Ülkücü genç “Evet” diye cevap vermiş ve şunu
söylemişti:
- Devlet olsaydı görevini yapardı, sokaklar komünistlere kalmazdı. Biz Atatürk’ün
gençliğe nutkundan hareket ettik...
1980 sonrası...
Aradan yıllar geçti... Araştırmacılar,
çoğunlukla MHP ve ülkücülerin 1977-80 dönemini irdelemeyi tercih etti.
Ülkücü ve MHP’liler, biraz da
“cürüm refleksiyle” kendilerini tam anlatamadığı gibi, belki de ömründe hiç sevmediği ve uyuşmadığı
insanları sırf MHP’li ve ülkücü olduğu için savunmak zorunda kaldı.
Özetle bu tartışmalar 1980 eşiğini bir türlü
atlayamadı, atlatılamadı. Aradan tam 25 yıl geçti ama takvim âdeta 1977-80’de takıldı kaldı. Sol için de aynı akıbet
yaşandı diyebiliriz. Son 24- 25 yılın sağlıklı özeleştirisi ve değerlendirmesi
“gerektiği gibi” yapılamadı. Oysa siyasetçi olarak 12 Eylül öncesi Alparslan Türkeş, CHP-MHP Koalisyonu’nu savundu. CHP’nin Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay’ın
çabası sonuç vermedi. Türkeş ve MHP, dökülen kardeş
kanını durdurmak için CHP’li Cahit Karakaş’ın TBMM Başkanlığ’ına
seçilmesi için oy verdi. Olmadı. Süleyman Demirel ile görüştü
AP ile aynı çatı altında “bütünleşme” dedi. O da olmadı. 12 Eylül geldi çattı.
Bir yandan iç birlik ve bütünlüğünü korumaya çalışan MHP ve Alparslan Türkeş, diğer yandan 1980 sonrası başlıca üç unsurla mesai tüketti:
- Ülkücü mafya gölgesinin silinmesi
- Afanistan’ın
işgaliyle başlayan Türkiye’de yeşil kuşak projesinin ekim sahası olmaktan çıkarılması
- 12 Eylül öncesi organize siyasi
cinayetler ile ilgili suçlamalar
Biz bu dizide, ülkücü hareketin 1980-1995 dönemini irdelemeye çalışacağız. Bunun için dönemin
ülkücü liderleriyle birbir görüştük, görüşlerini aldık,
anılarından yararlandık. Dizi boyunca bunlara
yer vereceğiz.
Dönemin birinci dereceden şahitleri, pek çok olayı
aydınlığa kavuşturuyor. İlgiyle okuyacağınıza inanıyoruz.
Yeşil Kuşak kuşatması
ABD’nin, 1980 yılından itibaren Afganistan’ı Sovyetler Birliği’nin
işgalinden kurtarmak istediği projenin adı, Afganistan merkezli Yeşil Kuşak Projesi’dir. Amaç Rusya’nın etrafına, İslami bir kuşak
oluşturmaktı. MSP ve Akıncılar
tabanında yeterli “hareketliliği” bulamayan “görünmeyen” veya “derin” güçler,
hapishanelerdeki ülkücülere el attı, empozelere başlandı.
Seyyid Kutup başta olmak üzere,
özellikle Mısırlı din âlimlerinin kitapları kolilerle hapishanelere sevk edildi. Hapishanede olmasına rağmen, Türkeş ve yakın çevresi bu havayı
görmüştü. MHP üzerindeki “radikal yeşil kuşak
baskısı”, 1991-92 yılına kadar artarak sürdü.
Türkeş’i kaçıracaklar mıydı?
1983 yılında, Alparslan Türkeş’in
Danışma Meclisi Çanakkale Üyesi Mehmet Pamak’a gönderdiği
mesaj, elden ele dolaştı. Mesaj şuydu:
- Pamak başkanlığında Muhafazakâr Parti’yi kurun...
Muhafazakâr Parti kuruldu. ANAP
tek başına iktidar olmuştu. Demirel, Ecevit, Erbakan dahil eski liderler serbest kaldı.
Ama Türkeş hâlâ hapishanedeydi. Daha doğrusu Ankara Mevki Askeri
Hastanesi’ndeydi. Diş
kliniği için sadece 110 defa
hastaneye gelmişti.
Görüşmelerini burada yürütüyordu.
Devlet, maalesef zaman
zaman siyasi hesaplaşmalara da bulaştırılıyordu.
Bunlardan birisi Alparslan Türkeş’in hastaneden kaçırılma
planıydı. Ama Türkeş kaçmak istemedi. Alparslan Türkeş’in kaçırılma hikayesi, 2000’li yıllarda bile basına yanlış aksettirildi.
Türkeş’in damadı ve Kıbrıs’taki Mili Mukavemet Teşkilatı
mensubu Hamit Homriş, Türkeş’in hastaneden kaçırılma projesini, “Devletin bir birimi Türkeş’i kaçırıp yok etmek istiyordu. Başka bir birimi de, bunu doğru bulmuyordu. Uygun görmeyenler durumu Türkeş’e
anlattı. O da kaçırmak isteyenleri oyaladı”
diye anlattı.
Yani Homriş’in ifadesiyle devletin içindeki bir grup, Türkeş’i belki de “kaçarken vurarak” ortadan kaldırmayı planlarken, bir kısmı da kaçırılmasını engelleyerek “hayatta kalmasını” istiyordu. Türkeş’i kaçırmak isteyenler, 1970’lerde devletle tanışan ve 1983’den sonra göreve gelen isimler arasındaydı.
Kaçmasını istemeyenler de 1970 öncesi işbaşında olan kesimlerin kollarıydı.
Daha doğrusu Türkeş’in eski arkadaşlarıydı.
Taşar: Ankara’dan ayrılın
1987 yılında siyasi yasaklar kalktı.
Bazıları ANAP’ın içinde olan ülkücü eğitimcilerin de desteklediği bir grup, Türkeş’in, “manevi lider” olarak kalmasını istedi. Ünlü Dedeman toplantıları
öncesi MHP Genel İdare Kurulu Üyeleri’nin hemen hemen hepsi Türkeş’e, “siyasete girmeyin” imasında bulundu. Haluk Pirimoğlu,
Türkeş’i durumdan haberdar etti. Bu arada
ANAP Genel Sekreteri Mustafa Taşar, Türkeş’i evinde ziyaret etti. Yanlış anlaşılmalara meydan vermemek adına
Türkeş’ten, “Bir süreliğine Ankara’dan ayrılmasını” rica etti.
Ülkücü Hareket 2: Türkeş’in eli havada kaldı
Antalya’da tatil
yaparken Başbakan
Özal’ın da geleceğini öğrenen Türkeş devlet adamı
olgunluğuyla beyaz şık takım elbisesini giydi ve karşılamaya gitti. Ancak Özal, Türkeş’i görmezden geldi, kendisine uzatılan eli sıkmadı
Bu hareket, ANAP içindeki “milliyetçileri” zor durumda bıraktı
Özal, ANAP için istediği 10 kurucu için gelen “hayır”
cevabının rövanşını alıyordu. Halbuki, Türkeş’in düşüncesi merkez sağda birliği
sağlamaktı
Türkeş, güçlü sağın ANAP-DYP ve MHP’nin bütünlüğüyle oluşacağına inanıyordu.
RP- MHP ittifakıyla yeniden TBMM günleri başlarken, Yazıcıoğlu
Türkeş’le yollarını ayırdı. Yazıcıoğlu, artık MHP dışında siyaset yapıyordu
12 EYLÜL Müdahalesi, siyaseti darmadağın
etmişti. Partiler kapatılmış, icazetli kurulanlar da “veto” tehdidi altında sınırlı bir çerçeve içinde yapılanabiliyordu.
Özellikle ülkücüler, dört bir yana savrulmuştu. Kimi cezaevinde, kimi farklı siyasi arayışlar içinde, kimisi de “ekmeğini sokaktan çıkarma”
çabasındaydı.
Zor günler, çok zor geçer. Zaman bir türlü geçmek bilmez. Ama zor da olsa, geçmek bilmese de, takvim yaprakları 24 saatte bir değişir.
Demirel, Ecevit ve Erbakan’dan epey sonra, yargılanıp hayli eziyet verildikten sonra, Milliyetçi Hareket’in Başbuğ’u da nihayet özgür dünyaya
kavuşmuştu. Kendisini cezaevinden kaçırarak vurma planları
yapanların hesaplarını bozan Türkeş, sonunda tahliye edilmişti.
Türkeş, kendisine “Bir süre Ankara’dan uzak kalmalısınız”
diyen Mustafa Taşar’ın etkisiyle olsa gerek,
dinlenmek üzere Antalya’ya gitti. Tesadüf bu ya, aynı tarihlerde Başbakan Turgut Özal da Antalya’ya tatile gidiyordu.
Tatil köyü yetkilileri, Türkeş’e
durumu haber verince, tecrübeli siyasetçi, olgun devlet adamı
kimliğiyle Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın karşılamasında hazır
bulunması gerektiğini düşündü. Ne var ki, beyaz şık takımı ile Özal’a uzattığı
el havada kalmıştı. Özal, kendisine uzanan eli sıkmamış, üstüne üstlük sırtını
dönerek gitmişti. Bu hareketle ANAP içinde kendilerini “milliyetçilik
misyonu”nun temsilcileri olarak gören isimler açığa düşmüştü.
Ülkücüler, Özal’a ateş püskürüyordu.
ANAP’ın kuruluşunda Özal’ın özellikle eğitimcilerden seçilen 10 kurucu isteme pazarlığı ve Türkeş’in “hayır” cevabı dahil olmak üzere,
“eski defterler” karıştırılmaya başlandı. Türkeş, ANAP kurucusu olarak 10 isim vermeyi reddettiği için Özal rövanş almıştı.
Türkeş; Mustafa Mit, Rıza Müftüoğlu ve Haluk Pirimoğlu ile birlikte Dedeman toplantısını düzenledi. Toplantıyı Şuayip Üşenmez idare etti. Mehmet Irmak hariç, MHP yöneticilerinin neredeyse tamamı
Türkeş’in karşısındaydı.
Eğitimcilerin birçoğu da, “çoğunlukla” aynı fikri savundu.
Genç takım işbaşında
Taha Akyol’un dışarıdan desteklediği ve toplantılara
katılmadığı Dedeman toplantısında, Ahmet Hamdi Ayan ve Selahattin Baysal grubu Türkeş’in ANAP’a geçmesini
önerdi. Avni Çarsancaklı, siyasette Celal Bayar modeli önerdi.
Tarih 1985 Temmuz’u
idi. Devlet Bahçeli, Mustafa Mit, Rıza
Müftüoğlu, Muhsin Yazıcıoğlu, Mahir Damatlar, Muharrem Şemsek, Ali Güngör, Hasan Çağlayan, Mehmet Ekici gibi isimler, “siyasete devam”dan yanaydı. Türkeş, “mahkemelerimiz sürüyor”
gerekçesiyle ortaya atılan Celal Bayar Modeli’ni kabul etmemişti. Ve MHP üst yönetimi, Türkeş’le yollarını
ayırmış, bir bakıma kendisini terk etmişti.
Türkeş, Ülkü Ocakları kökenlilerle yoluna davam edecekti.
Bu toplantıda ayrıca, “ülkücü mafya” suçlamasını
önlemek için hapishanedeki ülkücülerle irtibat komitesi de oluşturuldu. Rıza Müftüoğlu, Mehmet Ekici, Mahir
Damatlar hapishanedeki ülkücülerle ilgilenecek, kurulacak
bir vakıf marifetiyle tahliye olanlara iş bularak sokaktan
kurtarmaya çalışacaktı.
Alparslan Türkeş, 4 Ekim 1987 tarihinde MÇP (Milliyetçi Çalışma Partisi) Genel Başkanı oldu. 12 Eylül öncesi hapishanelerde başlayan
“yeşil kuşak” projesi, daha net görülmeye başlandı. Radikal yeşil kuşak projesi, “ılımlı İslam
projesi”ne dönüşünce, ele geçirilecek hedef RP oldu. Bu arada Avni Çarsancaklı, Sadi Somuncuoğlu ve Nevzat Kösoğlu’nun muhalefetine rağmen,
MÇP ismini değiştirdi, yeniden MHP oldu.
Siyasi birlik arayışları
RP-MHP seçim ittifakı ile 1991 yılında
TBMM yolu göründü. Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları
Türkeş ve MHP ile yollarını ayırdı. 1990’lı yıllarda Alparslan Türkeş’in günleri PKK ile mücadele formülü aramakla geçti.
Bu arada 1991 yılında Turgut Özal, Cumhurbaşkanı olmuştu. Türkeş,
Körfez krizinde Musul’u alma ve Irak’a girme siyasetinde Özal ile aynı paralelde hareket etti. Nazım Hikmet’ten şiir okuyarak, moda deyimle “ulusal sol” ile bahar rüzgârı estirdi. İtirazlara
rağmen MHP, DYP-SHP Koalisyonu’na “güvenoyu” verdi.
1995’li yıllarda ise ANAP-DYP ve MHP bütünlüğünü savundu. Gerekirse tek
parti olarak da yürünmesi
yolunda “yeşil ışık” yaktı. 12 Eylül öncesi anarşi ve terör ortamının
ortadan kalkması sebebiyle de,
gerginliklerin azaldığı
1990’lı yıllarda Türkeş kamuoyunda en sivri karşıtlarının bile “sempatisini” kazanmaya başladı Ermenistan sınırının açılmasına, “Karabağ’dan
çekilme şartı” ile “evet” dedi. Hatta
SHP’li Esenyurt Belediye Başkanı Gürbüz Çapan’ın olaylı Ermenistan ziyaretini teşvik etti. Türk siyasetinin duayenlerinden olan Alparslan Türkeş, 1980 sonrası siyasetiyle MHP’nin bugünkü “değişiminin ve dönüşümünün” temellerini de attı.
1980 öncesi eğitimciler Namık Kemal Zeybek, Ramiz
Ongun, Türkmen Onur, Muhsin Yazıcıoğlu,
Yılma Durak, Sami Bal, Nurettin Taşar, Abdullah Kılıç, Mehmet Göktolga, Mehmet Ali Özgüven, Abdullah Alay, Ömer
Haluk Pirimoğlu, Mustafa Öztürk, Hasan Sabri Erdem, Seyfi Apaydın, Himmet Kayhan, Rıza Müftüoğlu, Hakkı Duran, Lokman Abbasoğlu,
Mehmet Şandır, M. Ali Özgüven, Abdullah Kılıç, Musa Serdar Çelebi,
Faik İçmeli, Yılmaz Saka, Mehmet Göktolga, Ahmet Güzel, Hakkı
Şafakses.
Yazıcıoğlu: DYP-SHP koalisyonu
bizi ayırdı
“DEP’liler SHP’nin içindeydiler Bu ortaklığa
güvenoyu vermek demek PKK’ya oy vermek
demekti”
BİR dönem, Devlet Bahçeli ile birlikte merhum Alparslan Türkeş’in veliahtı olarak gösterilen Muhsin Yazıcıoğlu, MHP ile yollarını
ayırdıktan sonra, Büyük Birlik Partisi’ni kurdu. Halen BBP’nin Genel Başkanı...
Yazıcıoğlu, MHP’den koptuğu günleri ve sebeplerini şöyle
anlatıyor:
Gündeme MHP ile RP’nin ittifakı gelmişti. Bununla ilgili bir proje hazırlandı. Projeye rahmetli Kasım Gülek bile destek veriyordu. Herkesin endişesi, devletin içindeki bir takım
unsurların bu ittifakı sabote edebileceği
yönündeydi. O tarihlerde rahmetli Türkeş Bey’in Kocatepe civarında
kullandığı bir bürosu vardı. İlk kez orada buluşuldu. O toplantıda Mehmet Irmak ve Rıza
Müftüoğlu da bulundu. Bir süre sonra Erbakan, yanında
iki kişiyle birlikte geldi. Konu
ele alındı, barajın
yüksekliğine takılmamak için ittifakın şart olduğu üzerinde hemfikir olundu. Anayasa, partilerin ittifak kurmalarına engeldi, bunun için
formül aranması kararlaştırıldı. Bu sürece İDP (İslahatçı Demokrat Parti- Şimdiki
adı Millet Partisi) de katıldı.
İttifak kalıcı mı?
O günlerde, kurulduğu takdirde bu ittifakın
kalıcı olup olmayacağı zihinlerde cevap arıyordu. Yazıcıoğlu, bu konudaki soruları
cevaplarken “Adı geçen toplantıda kalıcı bir ittifak anlayışı yer almamıştır” diyor. Sonuçta MHP, RP ve İDP ortaklığı Meclis’e girdi. İttifak
19 MHP’liyi Meclis’e taşıdı. Kalıcı bir ittifak üzerinde
uzlaşılmadığı için, bir süre sonra ittifak Meclis içinde çözüldü, alınmış olan yüzde 16 oy da böylece
parçalandı.
Yollar ayrılıyor
BİR süre sonra oluşan SHP- DYP ortaklığına
güvenoyu verilip verilmeyeceği tartışması, MHP’de ayrılık
rüzgârlarının esmesine vesile
oluyordu. Muhsin Yazıcıoğlu,
şunları söylüyor:
DEP’liler SHP’nin içindeydiler. Bu ortaklığa
güvenoyu vermek demek, PKK’ya oy vermek
demekti. .Biz oy vermesek de koalisyon güvenoyu alacaktı. Bu ortaklığa güvenoyu veremeyeceğimizi
Türkeş Bey’e söyledim, o sırada birlikte düşünen dört
arkadaştık. Başbuğ’a, ‘Oylama sırasında izin verin dışarı çıkalım’
dedim. Kolumdan tuttu, ‘hayır’ dedi. O zaman bir kağıda istifamı yazıp Başkanlığa gönderdim. Türkeş Bey bazıları
tarafından, kendisine güvenmediğim yönünde şartlandırılmak
istenmiş. Bunu öğrenince güvensizlik beyanımın
hükümete dönük olduğunu bir mektupla anlattım. Sonuçta ayrılmak zorunda kaldık.
ıÜüÜlkücü Hareket 3: İstifa dilekçemi Türkeş yırttı
DYP-SHP Koalisyon hükümetine güvenoyu vermemekte ısrar eden Muhsin Yazıcıoğlu’nun
koluna giren Türkeş Meclis Genel Kurulu’na
soktu ve yanına oturttu. Ancak Yazıcıoğlu
SHP’deki DEP’lileri hazmedemiyordu
Meclis'te açık oylama yapılıyordu.
Türkeş “Evet” yanında oturan Yazıcıoğlu “Hayır” diyecek ve ilginç bir görüntü
oluşacaktı. Yazıcıoğlu “Efendim izin verin çıkayım” dedi. Türkeş kabul etmedi
Bunun üzerine Yazıcıoğlu, bir kâğıda
milletvekilliğinden istifa dilekçesi yazdı. Türkeş çok
sinirlenmişti. Dilekçeyi yırttı. Yazıcıoğlu ve üç arkadaşı genel kurul salonunu terkedince, kopma kaçınılmaz olmuştu
MHP’NİN Meclis’te 19 olan
sandalye sayısı, Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının
ayrılması üzerine 15’e indi, sonraki bir
katılımla 16’ya çıktı. Bu arada Yazıcıoğlu ve arkadaşları herhangi bir partiye katılmak yerine Büyük Birlik Partisi adı
altında bir parti kurdular. Hilal ve gül motiflerinin yer aldığı parti amblemi yeni bir
çatının işareti
oldu. Ancak şimdi biz, BBP’nin kuruluşundan önceye, Yazıcıoğlu’nu kopmaya götüren sürece
dönelim yine.
Dizinin önceki bölümlerinde belirttiğimiz gibi, ülkücü camia içinde bazı isimler, Türkeş’in MHP’nin başına
geçmemesi ve partilerüstü kalması yönünde telkinlerde bulunuyordu.
Yazıcıoğlu, o günleri anlatıyor:
- Ben cezaevinden çıktıktan sonra Anadolu’yu karış karış gezdim. Bu gezilerim sırasında ülkücü hareketin ciddi anlamda dağınık olduğunu gördüm. Kimi ANAP, kimi DYP içerisinde yer almış, kimileri Milliyetçi
Çalışma Partisi’ni kurmuş ve onun içinde yer almış. Kimileri de bu kuruluş
dönemini benimsememiş. Tam tatminkâr olmamış. Dolayısıyla o sürecin dışında
kalıp hâlâ arayışlarını sürdürüyor. Kimileri de tamamen
siyaset dışı kalmış, siyaseti küçümsüyor, onu basit insanların
yaptığı işler gibi görüyor. Dolayısıyla siyaset dışı tasavvuf hareketlerine katılmış durumdaydı. Böyle bir dönemdi 1987’nin sonları. Tabii ki, hareketin hukukunu lider temsil eder. Lideri yok sayarak hareketi
toparlamak, lideri dışlayarak
hareketin birliğini sağlamak mümkün değildir tezini ben savundum...
Sayın Devlet Bahçeli de aynı görüşteydi
sanırım...
- Evet, biz aynı şeyleri savunduk. Ben de o
zaman bunu ifade ettim. Tabii ki, liderle ilgili bir takım politik anlayışı, fikri çizgisi,
uygulamalarıyla ilgili farklı yorumlarınız,
değerlendirmeleriniz olsa bile, bunu içselleştirerek birliğe giden yolun mutlaka liderin etrafında olması gerektiğini savunursunuz,
ben de öyle yaptım. Benim görüşüm buydu. O sebeplede MÇP’nin içinde yerimizi aldık.
10 günlük evliyken Anadolu’ya çıktım
Hareketin toparlanması için de ben elimden geleni yaptığıma inanıyorum. 10 günlük evliyken en az onbeş
gün evime dönmemek üzere valizimi hazırlayıp Karadeniz’den, Doğu’ya,
Güneydoğu’ya kadar her yeri gezip dolaştım. Bir sinerji oluşturuldu.
Yeniden bir toparlanma oldu ve hareketin bir
noktada cazibe merkezi haline gelmesi gerekiyordu. O yönde çaba gösterdik. Tabii MHP’nin kendi asli unsurları içinde Türkeş Bey’in siyasete
girmemesi konusunda talepler vardı.
12 Eylül öncesi birlikte siyaset yaptığı arkadaşları değil mi?
- Tabii... O arkadaşlar içerisinde GİK üyeliği
yapmış kişiler, o zaman MÇP’nin bu şekilde
devamından yana olmayanlar vardı. Bunlar başka bir siyasi partinin içinde oldukları kadar, hiçbir siyasi partinin içinde
olmayanlar da vardı. Bu yönde yoğun tartışmalar oldu. Dedeman toplantıları
benden daha evveldir. Ben cezaevinde olduğum sırada avukat arkadaşlarımız gelerek, dışarıda bir takım siyasi arayışların
olduğunu, hatta bu yönde kamplaşmalara dönük
organizasyonların bulunduğunu, gelişmelere benim nasıl baktığımı, ne dediğimi
öğrenmek istediklerini söylediler. Hatta ne diyorsanız, biz de dışarıda o istikamette çalışmalar
yapalım diyenler olmuştur. Ancak ben şunu söyledim,
dışarıda hareketimizin yetkin unsurları var. Dışarıda olan arkadaşlarımız bir araya gelip tartışıp
değerlendirirler, bir karara varırlar. Varacakları kararlar birlik beraberlik içerisinde olmalı. Bunun ötesinde ben özel bir şey söylemem. Benim işim cezaevindeki arkadaşların
birliğini sağlamaktır. Onların hukuki, ekonomik sorunlarını sağlamaktır. Dışarıdaki
gelişmelere buradan müdahale etmeyi saygısızlık olarak görürüm dedim.
Dedeman toplantılarında bu hareketin içinde
eğitimcilik görevinde bulunmuş, ocaklarımızda, teşkilatlarımızda bir araya gelmiş
arkadaşlar yer aldı. Ciddi çelişkiler,
tartışmalar olmuş. Aslında önemli bir arayış dönemidir. Biz o zaman, ifade ettiğim gibi arkadaşlarımızla, ülkü ocaklarının,
gençlik kollarının genel başkanlığını yapmış arkadaşlarla bir araya gelip, birlikte MÇP’ye girme noktasında buluştuk. Rahmetli beni davet etti. ‘Arkadaşlara söyle, partiye aktif olarak
girsinler’ dedi.
O dönemde rahmetli Türkeş’in
velihatı olarak Muhsin Yazıcıoğlu ve Devlet Bahçeli
gösteriliyordu. Ama siz bir mesafe
koydunuz. Soğukluk oldu. Nasıl ve neden oldu bu?
Veliaht diye kapak yaptılar
Türkeş Bey bizi davet edince,
‘Efendim benim arkadaşlara
söylemem yanlış anlaşılabilir. Zatıâlinizin doğrudan daveti olsun’ dedim. Burada o arkadaş çevresinin bir temsilcisi gibi
konuma düşmeyi doğru
bulmadığımı ifade ettim. Kendisinin söylemesinde yarar olduğunu ifade ettim. Buna rağmen arkadaşlarımıza hem ben söyledim, hem de kendisi söyledi.
Partiye katılıp ciddi çalıştık. Üzerime düşeni en ileri seviyede yaptım. Arkadaşlarımız da yaptılar. Bir müddet sonra kongre oldu. Bazı dergilerde halef selef
diye yazıldı. Türkeş
Bey’in halefi Muhsin Yazıcıoğlu denildi. Bazı dergilere kapak konusu oldu. Fotoğraflarımızla birlikte. Bunlar bünyede bir takım
rahatsızlıklara yol açtı. Bu benim istediğim,
yazdırdığım bir şey değil. Hatta ben bunun böyle
anlaşılmaması için gayret sarf etmiş birisiyim. İşte o arada bir büyük
kurultay oldu. O kurultayda arkadaşlarımızla yan yana oturup her birimizin ismi okunduğunda salonun coşkusunu artırmak, bir ihtiyaç olduğu halde, o günün
şartlarında biz bunun bile olmaması için gayret ettik. Niye bazı büyüklerimizde bizi uyarmışlardır. Büyük kurultayda kitlenin bize yönelik ciddi ilgisi oldu.
Hatta Cumhuriyet gazetesinde, Muhsin Yazıcıoğlu tezahüratın devam etmesini önlemek için yerinden kalkmadı diye yazıldı. Bu gazetenin bile fark edeceği bir
ilgi yoğunluğu oldu. Bunun üzerine,
‘Senin işin bundan sonra zor’
dediler. Niye çünkü bundan sonra bu dengeyi çok sağlıklı götürmek zorundasın dediler. Ben de o dengeyi sağlıklı götürmek için elimden geleni yaptığıma inanıyorum. Fakat sürekli bir şey oldu. O kurultayımızdan
sonraki ilk yapılan MYK toplantısından önce dedi ki, ‘Yönetim ikilik kabul etmez. Onun için bazı gazetelerde,
dergilerde, halef selef yazıldı. Bu istismara yol açıyor. Genel Başkan
Yardımcısı olarak yazmalıyız’ dedi. Ben de genel başkan yardımcılığı diye bir talebimin olmadığını, bunun gazetelerde böyle yayınlandığını söyledim. Tabii bir gelişme... Herhangi bir sıfatım olmadan harekete
hizmet edebilirim. Müsaade
ederseniz merkez yürütmede kalıp, divanda görev almayayım
dedim. Ve görev almadım. Onun tefarruatı çok da................ Toplantıda diğer bazı
arkadaşlarımıza teklif edildi, onlar
da görev almadı.
Kimler mesela?
- Mustafa Mit,
Abdurrahim Karakoç gibi... Bu arkadaşlarımızın
bir çoğu da görev almadılar. Yâni bir gedik açıldı o günden itibaren. Bu niye açıldı. Böyle bir niyetim, parti içinde ayrı bir organizasyonun olmadığını, Türkeş’e rağmen bir iddia içerisinde olmadığımı, bu tür bilgiler geldiği zaman bana sorulmasının daha sağlıklı
olacağını söyledim. Bunları söyledim. Bana, boşver bunlara aldırmayalım,
işimize bakalım denildi. Çok ciddi şeyler
kendiliğinden yaşandı. Adana’ya gittim. Teşkilat daveti üzerine. Milletvekiliydim. Adana’da bir konvoy yapmışlar bana, 50- 60 araba
var. Bir arabanın önüne Muhsin Yazıcıoğlu diye yazılmış. Gidip konferans verdim. Ankara’ya döndüğüm zaman Mehmet Eke, o da
kendi görüşü değil belki, aracı olarak çevresine
söylüyor. Orada lider gibi karşılanmışsın. Ben de onlara, ben bu partinin Genel Sekreter Yardımcısı’yım, milletvikiliyim. Bir ile gittiğimde eğer bu partinin
milletvekili, genel sekreter yardımcısı konvoylarla karşılanıyorsa bundan mutluluk duymanız
lâzım dedim.
SHP-DYP koalisyonu oluşmuştu. O zaman DEP’liler
SHP’nin içinde. Ben böyle bir koalisyona oy vermeyi içime sindiremediğimi söyledim. Oy vermeyeceğimi ifade ettim. Bazı
arkadaşlarımızın böyle bir düşünceleri oldu. Bu koalisyona güven oyuyla destek
vermeyelim. Ancak koalisyon oluşur. Bizim oylarımız olmasa da koalisyon kurulabiliyor. Faydalı olanlarda destek
veriririz, olmayanlarda vermeyiz. Ama böyle toptan bir irademizi
bu hükümetimizin
yanında koymayalım. Meydanlarda SHP’ye
verilen her oy PKK’ya verilmiş demektir diye
propaganda yaptık. Burada SHP’nin iktidarına
oy verirsek bu çelişki olur. Vicdani olarak
da doğru bulmuyorum. Tabii bu görüş ayrılığı................................................................... Türkeş Bey farklı düşündü,
ben farklı düşündüm. Bu hükümete dört kişi güvenoyu vermedik. Rahmetli ısrar etti. Hatta benim
kolumdan tutarak Meclis’in içine girdik. O zaman
oylamalar işaretle, açık bir şekilde
yapılıyordu. Oylama başlarken yan yana oturuyorduk. Ben o arada kendisine, efendim ben bu hükümet güvenoyu veremem. Beni anlayışla
karşılayın. Kendime olan saygımı kaybedemem. Bana müsaade edin dışarıya çıkayım. Bunun gerekçesini de hareketimize zarar vermeyecek şekilde ifade edebilirim. Yan
yana duruyoruz. Siz kabul diyecekiniz, ben ret diyeceğim. Bu yakışmaz. Şık da olmaz. Müsaade edin çıkayım. İznini
almak istedim. Hayır, dedi kalınıp, kabul oyu verilecek. Ben de ‘C-5’te işkence görmekten daha beter bir
psikoloji içerisindeyim
şu anda. Ben böyle birşeyi asla kabul etmeyeceğim’ dedim. ‘Duygumu iyi anlayın diye söylüyorum. Müsaade edin.’ Buna rağmen
‘Hayır’ dedi. ‘Öyleyse bu siyaseti yapamayacağımı
anlıyorum ve milletvekilliğinden istifa ediyorum’ dedim. Oradan bir kâğıt aldım, TBMM Başkanlığı’na hitaben, istifa ediyorum diye yazıp imzaladım ve gönderdim. Bunlar Meclis’in genel kurulunda oluyor.
Bunlar basına yansımadı...
- Tabii yansımadı. Ama bizim içimizde biliniyor. Türkeş Bey benim istifa dilekçemi yırtıp çöpe attı. Bunun üzerine arkadaşlar bana gelip, ‘Niye istifa ediyorsun, hadi dışarı çıkalım’ dediler. Beraber dışarı çıktık. Biz dışarı çıkınca MÇP’den dört kişinin
güvenoyuna katılmadığı yansıdı. O zaman 19 kişiydik. Bunu parti içindeki unsurlar MHP’ye, Türkeş’e güvenoyu vermedim diye
ısrarla yansıtmaya çalıştılar. Halbuki ben hükümete güven vermedim. Demokratik bir hakkımı kullandım. Daha öncesinde Genel Başkan’a bu hükümete güven oyu vermenin mahsurlarını
anlattım. Kendisi de faydalarını anlattı. Milletvekilleri bir araya gelip grup toplantısı yaptığımızda da çoğunlukla güvenoyu verilmesine karşıydı
arkadaşlarımız. Çoğunluk olarak. Ama rahmetli, “yanlışta da beraber olacağız” deyip kalkıp gitti. “Bu konuyu tartıştırmak istemiyorum” dedi.
Ankara İl Kongresi krizi
Ankara il kongresinde tavır koyduk. Bu saygısızlık
çerçevesinde değil. Gösterilmek istenen adayı benimsemediğimizi, onun karşısında
başka bir adayın daha faydalı olacağını Türkeş Bey’e ilettik. Gizli saklı değil dedik. Aday çıkardık. Allah rahmet etsin Hasan Basri Erdem’i çıkardık. 25 ilçenin, 24’ü teklifimizi imzaladı.
O kongreyi Türkeş Bey kabul etmedi.
Salonu terk etti. Çok
öfkelendi. Gitti sonra biz yine genel başkanımız bunu kabullenmedi, bir bölünmeye meydan vermeyelim, bir
sıkıntıya meydan vermeyelim. Madem ki kabullenilmedi, bu arkadaşlarımızı istifa ettirelim dedik. Görevlerinden istifa ettirdik.
Kongreyi kazanmalarına
rağmen. Kendisi de bize divanda böyle olması lazım dedi. İmzalandı.
Yarım saat sonra yeni toplantı yapıldı. Türkeş Bey istedi denildi. Bütün sonuçlarıyla bu kongrenin fesh
edilmesi lâzım. Halbuki istifa etmişler.
Bunun üzerine ben şerh düştüm karar defterine. Bazı arkadaşlarımız da şerh düştüler. Çünkü divan başkanlığı
yapmış bir arkadaşımız bu kongre usulsüz diyemezdi.
ıÜüÜlkücü Hareket 4: Ülkücü, ülküyücü vursun istemedim
Yazıcıoğlu’nun DEP’lileri barındırıyor diye DYP-SHP Koalisyonu’na güvenoyu vermemesi, Türkeş yönetimindeki MÇP’de gerginlik yarattı.
Yazıcıoğlu’nun davetli olduğu toplantılar iptal edildi, dergi binası basıldı
Yaralılar vardı. Yazıcıoğlu hastane kapısında sonradan adı MHP olacak MÇP’den
istifasını açıkladı. Yazıcıoğlu, bu kopuşta dış kaynaklardan çok,
iç mekanizmaların etkisi olduğuna inanıyor. “O gün istifa etmesem koridorlarda başka şeyler olurdu” diyor
ALPARSLAN Türkeş’in bütün ısrarına rağmen, Muhsin Yazıcıoğlu ve üç arkadaşı, genel kurul salonunu terkederek DYP-SHP Koalisyonu’na güvenoyu vermedi. İpler bir anlamda kopmuştu.
Ama Türkeş, Yazıcıoğlu’nun milletvekilliğinden istifa dilekçesini
yırtıp çöpe attığı için, henüz ayrılma sözkonusu değildi.
İyi de Türkeş, aralarında DEP’lileri de barındıran
bu koalisyona neden destek için o kadar ısrar ediyordu?
Yazıcıoğlu anlatıyor:
- Güvenoyu verilmesiyle partinin daha avantajlı hale geleceğini düşünmüş olabilirdi. Kadroların
değerlendirilmesi, işsiz arkadaşlarımızın iş bulması açısından. İdeolojik olarak bu hükümet DEP’lilere mahkûm hale gelmesin gibi bir gerekçe de vardı. Tabii ben de diyorum ki, güvenoyunu biz vermesek bile hükümet yeterli sayıya sahip. Türkiye’nin çıkarlarına
uygun olan her hareketi destekleyelim. Bizim fikriyatımıza uygun olan. Ama ben toptan irademizi böyle bir iktidara vermeyi doğru bulmuyorum. Bu bir görüş. O zaman Seyfi Oktay
Adalet Bakanı’ydı. Bu bakanlığın
böyle bir zihniyetin eline verilmesinin mahsurlarını anlattım. En az 30 yıl bunların
ektiği tohumları tarladan
temizleyemeyiz dedim. Dolayısıyla bu zihniyetin
mesuliyetini almamamız
gerektiğini düşünüyorum. Tabii on yıl sonra Türkiye cezaevlerini yıkarak
teslim almak zorunda kaldı Moğultay. Beş bin yeni kadro aldı.
Ben güvenoyu vermeme kararını
alırken tek başıma almadım. Arkadaşlar da karar alırken kendi kendine almadılar.
Tabanın, teşkilatların talebiydi bu.
Bu davranışınız sonrasında size karşı tavır
değişti galiba. Bazı tatsız olaylar da yaşandı...
Dergiye baskın
- Ciddi bir gedik açıldı. Anadolu’dan bizimle ilgili yapılmış programlar merkezden
iptal ettirildi. Yaptırımlar,
planlar başladı. Açık bir şekilde istifaya zorlandık.
Önceden programlanmış davetler iptal
ettirildi. İller iptal etmedi. Bazı
yerler buna rağmen davetleri devam
ettirdiler. Bu programları yaparken, parti içine
yönelik bir program değildi. İç çelişkileri gündeme
taşıyan toplantılar değildi. Normal konferanslardı. Türkiye’nin genel sorunlarını
tartışıyorduk. Sonra da çıkarılan bir dergi vardı. O derginin genel merkez idarehanesi basıldı, orada silah kullanıldı. Baktık ki ülkücü ülkücüyü
vursun, ülkücü ülkücüyle kavga mı etsin. İşin demokratik zarafet ölçüsünden çıktığını görünce o gün istifa ettim. Önceden
parti içinde bir organizasyon yapalım ve bu bir bölünme
noktasına getirsin, ondan sonra da yeni bir
siyasi parti organizasyonu bunun içinden çıkartalım diye planlanmış progamlı olarak getirilmiş bir nokta değildir.
Şartlar sürükleyip getirdi.
Ve BBP kuruldu...
Partinin kuruluşu Türk
milliyetçiliğinden vazgeçiş, İslâm’a yöneliş değil ama ideolojisi ne oldu?
- Parti içinde nüanslarımız zaten vardı. Bu 1970’li yıllardan beri gelen...
İlk konuşmalarınızda gönüldaşlarımız demeye başladınız. Hilalin içine gül konuldu. Bunların anlamı
neydi?
İç unsurların tezgâhı
- Bunların hiçbirinden vazgeçmedim.
Başından beri gönüldaşlarım, ülküdaşlarım diyorum. Bu arada Türk İslâm ülküsü diye ifade ettiğim doğru terkibi, bana göre
ne soyumdan, ne de dinimden endişem var. Ne de artık demokrasiyle ilgili bir problemim var.
Dolayısıyla, soyumu, dinimi,
demokrasiyi iç içe haleler şeklinde
uyumlandırmak ve oradan milletimize
bir çıkış yolu bulmak doğru
bir yoldur diye bakıyorum. Burada programlı bir şekilde, oradan bir kopuş
sağlayalım, oradan da bir siyasi parti kuralım diye düşünmedim. Bir yerde parasal kaynaklarını ayarlamış sermayeyle ilgili bir takım yerlerden destekler almış veya öz sermayeden destekler alıp birşeyi kurmuş değilim. Tamamen naturel bir
harekettir BBP. Orijinaldir. Bize aittir. Geçmişimize, köklerimize dayanan, samimiyetle
savunan bir harekettir. Her şey doğru yapıldı, hiçbir yanlışı yoktur demiyorum. Fani olan insanların her zaman yanlışları olur. Eksiklikleri vardır. Biz de insanız, şartlar neyi getirdiyse onu yaptık. Ama ne yaptıysam inanarak yaptım. Ona o gün inanarak yapıp,
söylemişimdir. Arkadaşlarımızla beraber samimiyetle söyledik.
Arkamızda başka güç aramak, iftira ve
hayalperestlik olur. Biz biziz. 1968’lerde genç ülkücüler teşkilatında Muhsin Yazıcıoğlu neye inanmışsa, o zaman neye varsa BBP’yi kurarken de ona inanmıştır ve devam ettirmiştir.
Dolayısıyla eksik varsa bizimdir. Yanlış varsa bizimdir. Doğru
ise bizim doğrumuzdur. Bir başka mahfilin bize dayattığı,
oluşturduğu ve yönlendirdiği bir iş değildir. Ama birşey vardır MHP’den kopuşumuzda dış
unsurlardan daha çok iç unsurların tezgâhı olabilir. Ona birşey
demem.
Nasıl yani?
- MHP’nin kendi içinde Yazıcıoğlu ve arkadaşları kopsun diye bir gayret olmuş olabilir. Bu gayretin katkıları olmuş olabilir. Bu yönde
zorlanmış olabiliriz. Şartların o şekilde
oluşması için belli çabalar olabilir. Bunlara bir şey demiyorum. Ama ne yapmışsak kendimize inanarak yaptık. O gün istifa etmemiş
olsaydım o zaman MÇP’nin kapısında ve koridorlarında
başka şeyler olurdu.
Ne olurdu mesela?
- Çok tatsız ve üzücü şeyler olurdu. Bizden kaynaklanmazdı
ama bizi de zorlayıcı şeyler olurdu. Neticede biz
hastahanenin kapısında
istifamızı açıklamışız.
Yaralılar ortada. Olay var. O günkü psikoloji ile biz artık bu iş burada demokratik iç mücadele olmaktan çıktı. Öyleyse herkes yoluna.
Ben kendimi çok yürekli insan olarak bilirim. Ama ülküdaşımla kavga ederim, kendimi çok dayanıklı, dirençli olarak bilirim, ama ülkücünün ülkücüyle kavga etmesine hiçbir zaman rıza göstermedim.
Bu bir dayanıksızlık veya acziyet değil. Ülkücünün ülkücüye şiddet unsuru kullanarak iç mücadeleye razı olmadım. Olmam da. Çünkü onun telafisi mümkün
değil. Müsade de etmedim. Aslında ayrılış ve kopuş böyle bir hassasiyetinde sonucudur. Tarihi olayların o tarihin şartları içerisinde değerlendirirsek
doğru yaparız. Bugüne getirirsek yanlış yaparız.
Yazıcıoğlu ve arkadaşları bugün ayrı bir parti çatısı altında
mücadelelerini sürdürüyor. Ancak milliyetçi-ülkücü insanlar arasında ayrı
gayrı olmaması gerektiğini savunmaya devam
ediyorlar:
- Ülkücüler,
farklı partilerde, farklı siyasal yöntemler izleseler, hatta farklı organizasyonlara sahip
olsalar da, önce birbirlerinin hukukuna saygı göstermelidirler. Arkadaşlık, mazi birliği ve ülküdaşlık bunu gerektiriyor.
Bugün de beklentimiz odur. Ülkücüler birbirlerine sahip çıkmalı, sezgilerini ve çabalarını geliştirmeli. Bu görüşümüz devam ediyor, Ülkücünün
ülkücüye küslüğünü, şiddet unsuru kullanmasını, birbirinden kopmasını
asla bağışlamıyoruz ve buna izin vermiyoruz.
Rıza Müftüoğlu anlatıyor: Yeşil Kuşak, ABD ve İngiliz tezgâhı
Bu iddianın sahibi, Türkeş’in yakın
çalışma arkadaşlarından Rıza Müftüoğlu... Türkeş, MHP’yi dini esaslara daha da yakınlaştırmayı amaçlayan bu proje ortaya atıldığında, Esad Coşan Hoca’ya Müftüoğlu ve Naci Memiş’i
gönderiyor.
MİLLİYETÇİ Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve Erzurum Milletvekili olarak özellikle 1980 sonrası Alparslan Türkeş’in uzun süre çok
yakınında bulundu. Bu yüzden birçok siyasal gelişmenin de yakın tanığı oldu. Müftüoğlu,
bugün aktif siyaset yapmıyor ama milliyetçi bir siyaset adamı
olarak siyasal zeminde olan biteni yakından gözlemliyor.
Müftüoğlu, bazılarına göre Türkeş Bey’in bir dönem en mutemet yakını... Bazı MHP’liler ise buna itiraz ediyor, “O da Başbuğ’un yardımcılarından sadece biriydi” diyor. Öyle veya böyle, sonuçta Müftüoğlu, Türkeş’in
çalışma arkadaşlarından biri olarak pek çok olayın, belki de bir dönemin
canlı ve yakın tanığı...
Rıza Müftüoğlu’na Yeşil Kuşak Projesi gündeme geldiğinde, Türkeş’in ve MHP’nin ne gibi zorluklar yaşadığını soruyoruz. Müftüoğlu, şunları anlatıyor:
- 1985 ile 1992 yılları arasında mütedeyyin kesimin tabanına,
ülkücülerin aktif biçimde yerleştirilmesi çabalarının
Yeşil Kuşak Projesi olarak gündeme taşınması herkesi şaşırttı ve ürküttü. Bunu öğrendiğimizde
Türkeş Bey, özellikle Esad Coşan Hoca ile görüşmemi istedi. Naci Memiş
arkadaşımla birlikte Coşan’a gittik. MHP’nin ve MHP’lilerin İslami yönünün ne kadar kuvvetli olduğunu anlattık, buna rağmen dine yönelmek yolunda sıkıştırıldığımızı
söyledik. Biat konusunda Necmettin Erbakan
ile yolları
ayrılmış olan Esad Coşan Hoca’ya MHP’nin din işlerini din adamlarına, devlet işlerinin de devlet adamlarına
bıraktığını, iktidara geldiğimizde bundan asla vaz geçmeyeceğimizi,
iki tarafın da birbirlerinin görevlerine müdahale etmelerine izin vermeyeceğimizi
uzun uzun anlattık. O tarihten sonra Hoca’nın damadının sık sık partiye gelip gitmesi ise yeni bir sıkıntı doğurmuştu.
Yeşil Kuşak ve Yazıcıoğlu
YEŞİL Kuşak Projesi’ni kimin yürüttüğü bugün dahi tartışma konusudur. Rıza Müftüoğlu,
“Bu projeyi Muhsin Yazıcıoğlu ve ekibi mi yürütüyordu?”
sorusuna şu cevabı veriyordu:
- Sayın Yazıcıoğlu bizim çok değerli bir arkadaşımızdır.
Arkadaşlarıyla birlikte bizden ayrılmış olmasının sebebi içinde Yeşil
Kuşak Projesi’nin asli unsur olduğu söylenemez. Esasen Yazıcıoğlu
arkadaşımız, MHP’den kopma sebebini
bugüne kadar inandırıcı bir ifadeyle açıklayabilmiş
değildir. Yazıcıoğlu’nun anlattığı ayrılış nedeni, bir kitle
partisinde geçerli bir sebep olabilirdi ama MHP içinde asla geçerli bir sebep değildi. Öyle
sanıyorum ki değerli arkadaşımızı oyuna getirmek istediler.
Müftüoğlu, Yeşil Kuşak Projesi’nin dışarıdan desteklendiğini, özellikle
ABD ve İngiltere tarafından tezgâhlandığının anlaşıldığını belirtiyordu. ANAP’ın
kuruluşu aşamasında Turgut Özal’ı gizlice ziyaret eden bir Yahudi profesör, Washington’un ve Londra’nın ortak talimatı olan “Faydacılık
Akımı”nı anlatarak, Özal’dan partisini bu akıma
dayanarak kurmasını istedi.
Faydacılık Akımı’na göre solcular ve sağcılar da partiye alınacak, ANAP dört eğilimli parti haline getirilecek, keza bu gruplara mensup olanlar holdinglere, basın kuruluşlarına
yerleştirilecekti. Hem de tam bir uzlaşı içinde. Onları uzlaştıracak olan da, nimetlerden faydalanmaktı. Böylece Türkiye ABD’nin istediği gibi terörden
uzaklaşmış bir ülke olacaktı... Yeşil Kuşak Projesi de faydacılık
akımı gibi dış kaynaklıydı.
Rusya’nın Afganistan’ı işgal ettiği ve başarısız
olduğu için çekilmeye karar verdiği günlerde, bölgeye bir daha egemen olmamasını
isteyen ABD, Müslümanlar’ın güçlenmesinden yana gözüküyordu. Bu amaçla Türkiye
üzerinde oynamayı sürdürüyordu. MHP’nin dinci bir
parti olmasını
sağlamanın en akılcı yöntem olduğunu düşünen Amerika, aynı günlerde sonradan başına bela olacak Usame Bin Ladin’e de destek veriyordu. Rusya’ya karşı İslam, Washington’un projelerinin mayası olmuştu. MHP’yi hedef alan Yeşil Kuşak Projesi’nin amacı
ve kapsamı buydu. Cezaevinde
yatarken milliyetçilik yerine ümmetçiliği
seçmeye yüz tutan az sayıdaki ülkücü, bu projeye çok olumlu yaklaştı. Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının MHP’den ayrılmalarının nedeni bu proje değildir,
ama ayrılığın sebebi hep bu proje sayıldı.
Bu projenin varlığından Turgut Özal’ın haberinin olduğu da sonradan yakınları
tarafından belirtildi. Müftüoğlu bunları anlatırken Yeşil
Kuşak Projesi’nin kimse fark etmeden kardeşi kardeşten ayırdığını da kaydediyordu.
ıÜüÜlkücü Hareket 5: 5
trilyonluk batık çek senet sektörü
Yazıcıoğlu, 1987 itibariyle verdiği bu rakamın, yüzde 50 ile çalışan tahsilat âlemi için cazibe yarattığına dikkat çekiyor. Kirli işlerle para sağlayan PKK’ya karşı, belli kesimlerin “yol vermesi”yle cezaevinden yeni çıkmış, kamuda çalışma yasağı getirilen gençler, bu alana yönlendiriliyor
ÜLKÜCÜ Mafya tanımlaması, yıllarca bir kısım medyanın pek de severek kullandığı
bir ifade oldu. Bıyıklarını sarkıtıp, kollarını iki yana açarak yürüyen pek çok sokak kabadayısı da bu ifadenin ardına
sığınıp yasal olmayan eylemlerin içinde oldu. Bazı görüşler,
ülkücü mafya diye tabir edilen zemini, dönemin iktidarı veya sistemi tarafından
MHP’yi küçük tutma noktasında bir organize hareket olarak değerlendiriyor.
Hapishaneden çıkmış ve işsiz kalmış
gençlerin çek senet işi takibinden ziyade, mafyalaştığı iddialarını soruyoruz Muhsin Yazıcıoğlu’na. Şöyle konuşuyor:
- Bu söylediklerinize katılıyorum. Yâni 1970’li yıllarda biz sokakta bir ülkücü
gördüğümüz zaman, kim olduğunu araştırmaksızın, sadece rozetiyle onu benimser kucaklaşırdık. O anda her şeyimizi emanet eder, herşeyimizle
ona teslim olurduk. Çünkü ülkücüyü, aşkın değerler adına
hareket eden, kendisini milletine, vatanına adamış, şahsi ikbal, istikbal ve kişisel çıkar ilişkilerinin içerisinde olmayan insan olarak görürdük. Dolayısıyla ben, gece yarısı yatağımdan çok kaldırıldım.
Arkadaşlarımız emniyete düştü diye. Hemen emniyetin kapısında olurduk. Neredeyse
orada olurduk. Hiç düşünmeden
koşar giderdim. Çünkü o kişinin şahsi bir meselesinin olacağı
aklıma bile gelmezdi. Alacak, verecek, çek senet meselesi o zaman yoktu. Ben de böyle bir ülkücü tanımadım. Ama 12 Eylül
harekâtından sonra ülkücü camianın hareketi içerisine böyle
bir kavram sokuldu, ülkücü mafya. Buna baktığımız
zaman konunun çok iyi irdelenmesi
gerekiyor. O günlerde de buna tepki göstermiş
bir insanım.
2.5 trilyonluk kâr
1983, 84, 85’te birçok yerde olağanüstü hâl var...
- Çok net şeyler
söylüyorum. O dönemde PKK yeni uç veriyor ve gündeme giriyor. Türkiye’de bir de gerçek var. Yasalar vatandaşın
alacağını ve vereceğini zamanında tahsil etmeye yeterli değil. Burada bir boşluk var. Bu boşluğu da bazı doğulu
kişiler dolduruyor. Böyle bir örgütlenme
oluşmuş. 1987 yılında bir istatistik gördüm.
O dönemin rakamıyla 5 trilyon batık çek ve senet var. Bu âlemde yüzde 50’yle çalışıldığına göre 2.5 trilyon kârı
olan bir sektör var ortada. Bu, çok yüksek bir marjdır. Şimdi bunu belli bir kesim, yapmış olduğu organizasyonla iç edip kullanıyor.
Kullandığı, elde ettiği sermayeyi devletin ve milletin aleyhine terör eylemleri yapan kesimlere kaynak olarak aktarıyor. Aynı zamanda bu kesimler eroin, esrar, kadın ticareti gibi işlere giriyor. Böylece, müthiş
bir potansiyel meydana getiriliyor. O dönemde bazı değerlendirmeler diyor ki, böyle bir kesim böyle bir kaynağı
kullanıyor. Böyle bir kaynak varsa bunu milliyetçi unsurlar kullansınlar.
Hiç değilse bunlar esrara, eroine buluşmazlar. Terörde kullanmazlar. Bu işin gerekçesi, fotoğraf ve ikna yolu.
Cezaevlerine girilmiş, oradan çıktıktan sonra ekonomik sıkıntıya
düşmüş, yasaklı olduğu için kamuda görev yapamayan, ticaretini oluşturması için sermaye bulamayan ama büyük bedeller ödeyerek bir yerlere gelmiş
gençlerin içerisinden kimilerine bir cazip
alan olarak gösterilip yol verildi. Bu yola girin denildi. El yapacağına siz kullanın dendi. Buna herkes düştü diye bir şey yok. Ama bu yönde
açılmış olan gedikten girenler de oldu.
Ondan sonra da aynı zaman deşifre edildiler. Bir taraftan yol verildi, bir taraftan deşifre edildi. Televizyonlarda konuşmalarına, beyanat vermelerine imkân verildi. Hukuk devletinde, demokratik bir ülkede mantar biter gibi kulüpler açılıyor. Bu kulüpler onu bunu uzlaştırmaya
çalışıyor deniliyordu. Bunlar tabii olaylar
mıydı, hayır. Bununla bir taşla
iki kuş vuruldu. Bir, ülkücü hareket dejenere edildi. İki, ülkücü hareketin o aşkın değerler adına yapılan
mücadelesinin yanına başka sıfatlar eklenerek güven bunalımı oluşturuldu. Öbür taraftan yıllarca idealist mücadele vermiş
bazı kişilerin cezaevlerinde o bunalımlı dönemlerde edindikleri kazanım
olarak gördüğüm, yaşam tarzları bozulmuş oldu. Bu aslında bir dejenarasyon operasyonudur. Bu, birileri tarafından gerçekleştirildi. Bunun içinde rol almış kişilerin
önemli bir kısmının, suçlamak adına söylemiyorum, çünkü onların önüne böyle bir imkân açılmış, o yöne sevk edilmiştir. Hatta orada bir ulviyet vehmedilen yanları olmuştur. Herkes buna bulaştı diye bir şey yok.
Bu yol vermede ANAP’ın, Özal’ın bir katkısı oldu mu?
- Bu, sistematik
olarak 12 Eylül
Harekâtı’nın siyaseti kontrol altında tutmak ve depolitizasyon dediğimiz gençliği siyaset dışına itmek ve düşünen,
tartışan idealist yapıları deforme etmek adına
yapılmış olan bir operasyondur. Bu, 12 Eylül’de başlayıp, Özal ile devam eden planlı
bir operasyondur. Süreçtir. Bu, bir transformasyondur. Benim menfaatim ne olacak, çıkarım ne olacak kaygısına
kapılan insanların çoğaldığı bir dönemde öne çıkarılan, bencilliğin
yoğunlaştığı, ben duygusunun tanrılaştırdığı diyeceğim bir süreçtir. Bu süreç
Türk Milleti’nin dayanışma ruhunun, toplumculuk anlayışını ortadan kaldıran sorgulayıcı, ideal unsurları deforme eden bir süreçtir. Bu çok planlı yapılmış bir süreçtir ve ülkücü harekete çok zarar vermiştir.
Türkeş, Çatlı’ya ‘Bulaşmayın’ dedi
MHP’nin 1980 sonrası en çok sıkıntı
çektiği hususların başında “Ülkücü Mafya” konusu
geliyordu. Ülkücü mafya tabiri Alaattin Çakıcı’ya yurtdışında görev verilirken gündeme getirilmişti. Abdullah Çatlı ise 12 Eylül’ün Evren Paşalı
döneminde ASALA’ya karşı görevlendiriliyordu. Çatlı, bu görevlendirme
sırasında, o tarihlerde tutuklu bulunan Türkeş’e haber gönderiyor. Alparslan Türkeş ise şu talimat veriyordu:
- Siz bu işlere bulaşmayın, onlar benimle görüşsünler.
Ancak Alparslan Türkeş ile kimse görüşmüyor ve bugüne kadar söylenen ve yazılanların aksine, Başbuğ dinlenmiyor. Bundan dolayıdır ki Çatlı, 1980 sonrası
Türkeş’le hiç görüşmedi. Nitekim Türkeş, Susurluk’taki kazadan sonra kendisine yöneltilen sorulara, “Çatlı, 1980 yılına kadar beraber olduğumuz
bir arkadaşımızdı” demekle yetiniyor.
Siyaset belgesine
mafya yüzünden girdiler
12 Eylül döneminde Özal’ın bilgisi çerçevesinde
ülkücü gençlerin ASALA ve PKK’ya karşı kullanıldığını belirtiyor ve “Bizim bundan geç haberimiz oldu” diyor Müftüoğlu’na göre, bu gençlerden de “ülkücü mafya” diye söz edilerek, bu imaj bilinçli olarak yaygınlaştırıldı
TÜRKEŞ döneminde MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Erzurum Milletvekili olan Rıza Müftüoğlu, ülkücü mafya iddiaları ve suçlamalarının da, Yeşil Kuşak Projesi gibi “dış
kaynaklı” olduğu görüşünde. Şöyle diyor Müftüoğlu:
- Yeşil Kuşak Projesi gibi, ülkücü
mafya suçlaması da dış kaynaklıydı. Dönen dolaplardan geç haberimiz oldu. Meğer
Turgut Özal, ASALA ve PKK’ya karşı devletin gücünü
kullanacağına, ülkücülerin gücünü kullanmayı düşünmüş. Buna onay verince, bir kısım ülkücü, Haymana yolundaki atış poligonunda eğitime
tabi tutulmuş. Bu arada etrafı Turgut Bey’e telkinde bulunurken, eğitilenlerden “ülkücü mafya” diye bahsetmişler. Bu yakıştırma o günden sonra yine Özal’ın etrafı
tarafından yaygın hale getirildi. Ben bu
gerçeği Turgut Bey’in çok
yakınındaki bir emniyet mensubundan öğrenmiş ve Türkeş Bey’e anlatmıştım... Bu zatın ismini vermek istemiyorum.
Müftüoğlu, bu konudaki sözlerini şöyle sürdürüyor:
- ANAP’a yakın olanlar, ABD’nin de isteği olan ülkücü mafya karalamasını
yandaşı medya kuruluşları ve mensupları sayesinde iyice dallandırıp
budaklandırdılar. Oysa mafyanın sağcısı, solcusu, ülkücüsü,
İslamcısı olur mu? Mafya mafyadır. Bugün bölücü terör
örgütüne mensup mafyalar var, ancak ülkücü mafya suçlaması yapanlar bugün dilleri varıp PKK mafyası diyemiyor!
Müftüoğlu’nun açıklamalarına göre ülkücü mafya yakıştırması da dış kaynaklı, fakat iç destekliydi. İç destek de ne acı ki iktidardaki parti ve lideri tarafından üstleniliyordu. Müftüoğlu, “Nitekim bunların gayreti sonucu ülkücü
mafya terimi MGK Ulusal Güvenlik Belgesi’ne zararlı akım olarak girdi. Bu hiçbir zaman oluşmamış suç, bugün bile ülkücülere
yakıştırılarak bir büyük haksızlık yapılıyor” diyor.
Müftüoğlu’nun çok açık olmasa da söylemek istediği, milliyetçi-ülkücü
kesimle en fazla uğraşanların başında Özal ve o gün çevresinde
bulunanlardı.
Müftüoğlu, bir de anısını anlatıyor:
- Televizyonda Uğur Dündar Bey’in bir programı vardı.
Akşam yayınlanacaktı, gündüzden tanıtımını yapıyordu. Baktım, tanıtımlarda
sürekli, “ülkücü mafya” tabiri kullanılıyor. Sağlık Bakanlığı’ndaki
bir müfettişin öldürülme hâdisesinde bir zatın ismi geçiyordu.
Suçlu mu, değil mi bilemeyiz? O
adaletin işi. Ama araştırdık, ismi geçen zat MHP üyesi değil, tam tersi ANAP belediye başkan adayı olmuş. Sayın Dündar’a “ülkücü mafya” tâbirinin doğru
olmadığını ilettim. Mafyanın nam üzerine
çalıştığını söyledim. Sağolsun o da MHP’nin mafyanın karşısında olduğumuz
yönündeki açıklamasına programda yer verdi.
Türkeş ve MHP, bölücülükle mücadeleyi hiç
bırakmadı. Bu mücadele, zaman zaman çok da etkili oldu. Kâh devletin derinliklerinde, kâh dönemin hükümetleri içinde... HEP
milletvekillerinin TBMM’den çıkarılmasında Türkeş’in işareti çok etkili oldu. Devlet görevlileri arasında isimleri, “özel yıldızlar” olarak tanımlanan bir istihbaratçının
Türkeş’e, Rıza Müftüoğlu aracılığıyla getirdiği, “Almanlar PKK’ya silahları bırak baskısı yapıyor” bilgisinden sonra, olaylar şöyle gelişti: 1991-1995 yılları dönemine gidiyoruz... Avrupa Birliği’nin bugün Türkiye’den istediği ve kabul ettirdiği kriterleri 10 yıl
önce Almanya, bir yeni strateji olarak PKK’lılara kabul ettirmeye çalışmış,
ama başaramamıştı. 1991’de Alman istihbaratçıları PKK’nın yürüttüğü stratejiyi beğenmiyor ve yeni bir strateji öngörüyordu. PKK silahları bırakacak ve istediği
hakları silahsız elde edecekti. Avrupa’ya
göre PKK ve çetebaşı Abdullah Öcalan,
Türkiye’nin adamı gibi hareket ediyordu.
İşin en ilginç yönü, Abdullah Öcalan’ın
MİT’in adamı olduğun ilk kez, öldürülen gazeteci Uğur Mumcu yazmıştı.
Ardından gazeteci Avni Özgürel, Hürriyet Gazetesi’nde, Öcalan’ı
MİT’in mutfağında gördüğünü açıklamıştı.
“MİT’te çalıştı, o bir Kemalist”
denilen Abdullah Öcalan’ı,
PKK’dan ayrılıp ayrı bir teşkilât kuran ve ABD ile birlikte olduğunu hiç gizlemeyen Osman Öcalan’ı, Avrupa’nın güdümünde
yürüyen ve falso yapmamak için basın mensuplarının sorularına bile cevap vermeyen Leyla Zana ve kapatıldıktan sonra DEP adını alan eski HEP’li milletvekili arkadaşlarını koruyup kollamak amacıyla 19 Haziran 2004 tarihinde Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Wolf- Ruthart Born, şunları söylüyordu:
- Türkiye’ye kapılar açıktır. Diyalog ve uzlaşma için
açılan kapıların tekmelenmemesi
gerekir. Hükümetin
uzattığı elin tutulması gerekir. Şiddeti desteklemeyin. İlgili
tüm taraflara şiddete ve teröre son verme çağrısında bulunuyorum. Bunu açıkça söylemeleri ve terörle aralarında net bir mesafe koymaları
çağrısında bulunuyorum.
AB, rövanşı fena aldı
HEP miletvekillerinin
TBMM’den çıkarılmasında
Türkeş faktörünü Rıza Müftüoğlu ile paylaştık. “Evet” diyerek doğruladı
ve şunları söyledi:
- Evet, Avrupa ve özellikle Almanya, PKK’ya sürekli
Silahları bırakın, isteklerinizin yerine
gelmesinde size daha büyük destek verelim demiştir. Biz MHP olarak 29 Nisan 1992 tarihinde TBMM’de yapmış olduğumuz bir basın
toplantısında da bunu açıkladık. O zaman gerçekten de Almanya ve aynı
düşüncede olan Batılı çevreler, PKK’ya Terörü bırakın,
legal bir yapıya kavuşun, işi azınlık ve etnik hakları savunmak noktasına getirin, size bu konuda tam destek verelim demişlerdir. O zaman bunu kabul ettirememişlerdi ama bugün gelinen nokta onlar için büyük bir başarıdır. Dün silahla elde edemediklerini, bugün biz AB sevdasıyla verdik. Kürtçe eğitim ve televizyon serbest bırakıldı. DEP’ten yargılanıp 17 Mart 1994’te cezaevine düşen milletvekilleri, Kürtçe yayının TRT’de yapıldığı gün 9 Haziran 2004 tarihinde tahliye oldular. Almanya 10 yıl sonra rövanşı bu şekilde, hem de en ağır bir tarzda aldı.
Ülkücü Hareket 6: ‘Nasılsa Mehdi geliyor her suçu kabullenin’
Ülkü Ocakları Genel Başkanlarından Alaaddin Aldemir cezaevlerinde ağır baskıla altında ruh hali bozulan ülkücüler olduğunu belirterek ilginç örnekler
veriyor. Bir yerlerden gönderilen Mısırlı âlimlerin yazdığı
koliler dolusu dini kitapların özellikle ülkücülere
dağıtıldığını açıklıyor
KIZIL terör karşısındaki boşluğu doldurmak amacıyla
kanlarını ve canlarını veren ülkücüler, 12 Eylül darbesinden sonra, haklarında açılmış soruşturma ve dava olsun olmasın, teker teker toplandılar
ve cezaevlerine tıkıldılar. Uzun süre cezaevinde kalanlardan biri de Ülkü Ocakları Başkanları’ndan Alaaddin Aldemir idi.
Aldemir, Niğde, Konya, Kayseri, Malatya ve Elazığ Cezaevleri’nde uzun süre yattı. Ülkücülerin cezaevlerinde ciddi psikolojik ve büyük ekonomik sıkıntılar yaşadığını anlatan Aldemir, ilginç örnekler veriyor:
- O kadar ki, Kayseri Cezaevi’nde
yaşanan bir olay, durumu bütün korkunçluğuyla ortaya koyuyor. Bir arkadaşımız, “Sorguda direnmenize gerek yok. Neden işkence görmenize sebep olacak tavır içindesiniz? Nasılsa Ramazan Bayramı ile Kurban Bayramları
arasında Mehdi gelecek. Yapmış olsanız da olmasanız da size isnat edilen suçları kabul edin. Hepimiz
hapisten çıkıp Mehdi’ye biat edeceğiz
ve dünyaya hâkim olacağız” dedi. Bu sözlere kanan bazı
arkadaşlar, işlemedikları suçları kabul ettiler. Özellikle o psikolojiyi vurgulamak istiyorum. Sıkıntılarına dünyevi çözüm bulamayan insanlar,
iman sahibi iseler her zaman uhrevi çözüm yollarına, yani duaya ve
kendilerine manen yardımcı
olacak dini iyi bilen insanlara yönelirler. Bu toplumsal travma, cezaevlerinde bazı ülkücüleri bu noktaya getirdi, Adıyaman’a kadar götürdü..
Koli koli kitap
Aldemir’in anlattığına göre, ülkücülerin dine ve ‘Menzil’ gibi noktalara yönelmesi, cezaevi dışından yönlendirilen bir plandı. O günlerde 12 Eylül
yönetiminin askeri cezaevleri de dahil, özellikle dini akımları anlatan dış kaynaklı kitaplar bütün cezaevlerine rahatça
sokuluyordu. Çok yoğun bir şekilde Mısırlı din âlimi Seyyid Kutub, Ali Şeriati, Mevdudi gibi âlim ve yazarların
kitapları kolilerle içeriye taşındı. Bunlar solculara değil ülkücülere dağıtıldı.
Aldemir bu konuda şunları da söylüyor:
- Bu kitapları okuyan bazı
arkadaşlarımız, “İslâm’da milliyetçiliğe gerek yok” demeye başladı. Böyle düşünenlere “İslâm’da
milliyetçiliğin olduğunu kavmiyetçiliğin olmadığını Başbuğ söylüyor” diyorduk. .O zaman “Başbuğ takıye yapıyor” diye açıklama getiriyorlardı. Bu arkadaşların
kafalarını düzeltene kadar çok zorlandık. Aldemir, cezaevindeki hayat yüzünden kafayı bozan arkadaşlarının olduğunu, dinci örgütlere gitmeye kalışanları engellediklerini, tahliye edilenlerin dışarıya uyum sağlamakta çok zorlandıklarını da kaydediyor.
Devlete karşı çıkanlar
Alaaddin Aldemir, tarikatçılıktan etkilenenlerin devlete dönük düşüncelerinin değiştiğini belirtirken, şunları
söylüyor:
- Devlete karşı çıkan arkadaşlarımız da devlete kurşun
sıkmamıştır. Hiçbir zaman devletin karşısında bir operasyonun içinde
olmamışlardır. Ama bu tartışmalar MHP’yi kendi içinde
vurulur hale getirmiştir. MHP’yi kendi içine kapamıştır. İslâm’ın doğru kaynaklardan öğrenilmesine
engel olmuştur. Alparslan Türkeş, gençliksiz bırakılmak
istenmiştir. Yazıcıoğlu’nun parti kurma
hareketiyle gençler MHP dışına
çıkarıldı. Ama şimdi Büyük Birlik Hareketi içindeki
bazı arkadaşların MHP içine dahil olduklarını, delege ve kongre üyesi olduklarını duyuyorum.
Aktif siyasette yok
Aktif siyaset yapmadığını belirten Aldemir, bugünkü siyasal yapı için de şöyle
konuşuyor:
- AKP’nin alternatifi,
kesinlikle CHP değil.
Türkiye’de hiçbir zaman sağ bir partinin alternatifi sol bir parti olmamıştır. Türk siyasetinde alternatif
sadece Türk
milliyetçileridir. O bakımdan milliyetçiler ve ülkücüler ciddi bir platform oluşturarak sivil toplum kuruluşu sıfatıyla ülkenin
yönetimine renk ve yön katmalıdırlar. Bu platform, fikir alışverişi yapılan bir platform olmalıdır. Bu çağdaş bir siyasal yöntemdir
ve Türkiye’de bir noksanlıktır. Şuna inanıyorum ülkücü
hareket 1980 öncesi sürecde Türkiye’yi Afganistanlaştırmadı, Beyrutlaştırmadı. 1980’den sonraki süreçte masaya oturulmadıysa bunun psikolojik altyapısında ülkücülerin verdiği mücadele vardır. Ülkücüler bir görev daha yapacaklar, bu görev de devlet yönetiminde olacaktır diye düşünüyorum.
Demir parmaklıklı kafeste 'karıştır-barıştır'
model
MUHSİN Yazıcıoğlu, 31 Aralık 1981’de cezaevine girdi, 17 Nisan 1987’de tahliye edildi. 12 Eylül ihtilalinden sonraki çilehanesi, Mamak oldu.
Cezaevi şartlarını, orada birlikte kaldığı
tutuklu arkadaşlarının ruh halini sorduk, cevapladı:
- Mamak Askeri Cezaevi’nin çok özel bir konumu, durumu ve iç yapısı vardı. Daha sonra yaptığım bazı incelemelerden anlıyorum
ki, ABD’de, Arjantin’de, Şili’de uygulanmış olan cezaevi metodları
tamamen Türkiye’ye adapte edilmiştir. Dolayısıyla çok
programlı bir şekilde sindirme, kişilikleri ezme ve o ezilen kişiliğiyle insanların teslim olmasını sağlamaya yönelik bir uygulama vardı.
Bunu sağcısı, solcusu, ülkücüsü diye ayırmadan
yapıyorlardı. Tabii, ülkücüler C- 5 diye bir yerde yargılanıyor. Hususi organize edilmiş bir sorgulama birimi. Dev-Genç’liler de Ankara Emniyeti’nde
sorgulanıyorlardı.
12 Eylül öncesinden biraz ayrışmış, fikri olarak yapıyı
değerlendirerek sağcıların üzerinde sol görüşlü polisler, sol görüşlülerin
üzerinde ise sağ görüşlü polisler görevlendiriliyordu.
C-5’te sorgulanan ülkücülere her çeşit işkence metodu uygulandı.
Günlerce aç ve susuz bırakılarak gözleri bağlı şekilde bekletildiler, daha sonra sorgulandılar. Kimileri İzmir’e ve Adana’ya götürüldü,
sorgulamalar başka mekânlarda da yapıldı. C-5 sorgulamasından
çıktıktan sonra ‘kafes’ diye bir yere alıyorlar. Üç tarafı demir parmaklıklarla
çevrili. İlk cezaevi kurallarının öğretildiği, cezaevi şartlarına adaptasyonun sağlandığı,
ilk acemi er eğitiminde alınan formasyonlar neyse o formasyonların verildiği bir yer kafes.
Etrafında inzibatlar geziyor.
Kafese alınmış kişi, otururken, kalkarken, sigara içiyorsa, ensesini kaşıyacaksa, üzerindeki ceketinin düğmesini
açarken, kaparkan, yüksek sesle etrafta gezen inzibattan izin istemek zorundaydı. Bunların hepsi askeri disiplin içerisinde yapılıyordu. “Komutanım” diye seslenenlere “söyle lan” diye cevap veriyorlardı.
Komutanlar izin
isteyenlere, “O ne biçim
izin istemek, aç avucunu” der iki cop vururlardı. Yüksek sesle ve askeri disiplin içerisinde izin istenmediği zaman mutlaka cezalandırılırdı.
Yanan sigarayı da izinle söndürürlerdi. Tutuklular sağ sol demeden aynı
koğuşta kalıyordu. Solcuların sayısı daha fazlaydı. Dolayısıyla bir koğuşta 120 mevcutun 15’i ülkücü, gerisi sol görüşlüydü. Bir de tecrit hücreleri
vardı...
Kafeste ne kadar kalınıyordu?
- Kafeste kalmak duruma göreydi. Bir gün kalan, beş gün, bir ay kalan vardı.
Belli bir prensip yoktu. Ben B blok beşinci koğuşa gönderildim. Bu koğuşu hücreden
bozmuşlardı. Deniz Gezmiş’lerin kalmış olduğu koğuştu. Orada mevcut 57 kişiydi.
Biz 7 kişi ülkücüydük. Diğerleri sol görüşlüydü. Bir ara Akıncı
Gençlik’ten birisi geldi.
Sizden 7 kişi kimlerdi?
- İstanbul Şişli İlçesi eski Başkanı Ahmet Ayhan, Ahmet Farsak , Ankaralı bir genç, Resul Çakır, Mahmut Akıllı, Ali Asker Çorum vardı.
Yâni içeride yine de biz “karıştır barıştır” olsa da ayrı bir organizasyon içerisine girdik. Koğuşun dip tarafı bize aitti. Orada her ranzada ikişer kişi yatıyordu. Oturaklar yan yana
getirilip yatak yapılıyordu
35-40 metrekarelik yerde mevcut 60-70’e çıkıyordu. Sonra ben, tecrit 2-A’da hücrede kaldım. Koğuşlarda kısa kaldım. Orada da 5.5 yıl kadar kaldım. Tecrit hücresi 2.5 metrekaredir. Orada dört kişiydik. Başlangıçta 3’ü sol görüşlüydü. Birisi de bendim. Koğuşta hepimiz bir tek kişi gibi davranıyorduk. Kimin parası önce gelirse o ortak kasaya parasını koyar ve harcamalar
tek elden yapılırdı.
Sanırım idamla yargılananlar da vardı?
- İdamla yargılananlar da vardı. Biraz riskli gördükleri
kişiler... Nasuh Mithat, Dev-Yol’un merkez komite üyesi, Mehmet Ali Yılmaz Dev-Genç
Genel Başkanı, bir de Fatih isimli
bir genç, ODTÜ’den.
Söyle bakalım Atatürk ne yaptı?
Aynı hücrede, daha önce gırtlak gırtlağa olduğunuz insanlarla nasıl
anlaşıyordunuz?
- İçeride baskıcı işkence
uygulanıyordu. Bu da onun bir parçasıydı. Örneğin sol görüşlüler
İstiklâl Marşı’nı söylemek istemiyorlardı. Ama onlarla karışık şekilde sıraya diziliyorduk. Yine komutlar veriliyordu. Herkesin başı ve gözleri tavanda olarak İstiklâl
Marşı’mızı söylüyorduk. Onlar söylemiyorlardı. O zaman coplarla gelip bizim karnımıza vuruyor ve “daha canlı lan” diyorlardı. Tepki gösteriyorduk bazen tabii. Ama maalesef İstiklâl Marşı da bir cop gibi kullanıldı. Atatürk ile ilgili eğitim
çalışmaları yaptırılıyordu. Tabii eğitim çalışmasını yaptıran tutuklu üniversite tarih hocası, inkılap
derslerine giden öğretim görevlisiydi. Burada da traji komik bir durum ortaya çıkıyordu. Bizim çocuklarımızdan birisi karavana almaya çıktığı zaman, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni okutup yemek veriyorlardı. Sonra da bazı sorular sorup karavana veriyorlardı. Bir gün asker tutukluya “Atatürk
ne yaptı” diye soruyor. Tutuklu
da “Kurtuluş
Savaşı’nı yaptı. Meclis Başkanlığı ve Başkomutanlık
yaptı” gibi cevaplar veriyor. Her birini söyledikçe asker avuç açtırıp
üç-dört cop vuruyor, “daha ne yaptı” diye soruyordu. Asker ısrarla sorduğu için çocuğun aklına başka birşey gelmiyordu. Asker cop vurarak ısrar edince çocuk, “karga kovaladı
komutanım” diyor. Asker çocuğa dönerek, “Hımm bu kadar copu yedikten sonra öğrendin değil mi” diyor. Erin kafasında sadece, Atatürk’ün dedesinin yanındayken,
yâni çocukken tarlada karga kovaladığı kalmış. Şimdi onu söyletmeye
çalışıyor. Tabii ki tutuklunun aklına hiç gelmiyor. Yâni böyle garip şeyler oluyordu.
Fikri reddiyeler de
oldu
Peki orada ülkücüler arasında bir sorgulama başladı
mı? Bu sorgulamanın boyutu ideolojik
anlamda ne oldu?
- Tabii ideolojik
anlamda bir takım sorgulamalar başlamıştı.
Bazı arkadaşlarımız Türk milliyetçiliğini ırkçılık noktasında ele alarak, milliyetçiliği
İslâmi anlamda değerlendirdiklerinde İslâm’ın evrensellik anlayışına uygun bulmuyorlardı. Bu tarzda görenler vardı.
Öbür tarafta milliyetçiliği İslâm’ı evrensel bir anlayış olarak görüp, onu ümmet fikriyle birleştirip,
ümmetçilikle, milliyetçiliğin bağdaşamayacağını iddia edenler vardı.
Ümmetçiliği reddederek böyle diyenler vardı. Bir de milliyetçiliği reddederek böyle diyenler vardı.
İşin özünü kaybettirmeden gelişmesini savunuyorsunuz?
- Evet o noktada bazı arkadaşlarımız oldu. Burhan Kavuncu
gibi. Bunlar çok ileri düzeyde reddiyelerde bulundular içerdeyken. Ülkücü hareketle, çizgiyle, Türk milliyetçiliğiyle ilgili sorgulamalar ve reddiyeler oldu.
ıÜüÜlkücü Hareket 7: Bize bu
ufku siz açtınız
Başbuğ, Türkmenistan gezisinden sonra
Fethullah Gülen ve cemaatini tanıdı.
Fatih Üniversitesi’nin açılışına katıldı Türkeş ve Gülen, birbirlerine iltifatlarda bulundular
MHP eski Genel
Sekreter Yardımcısı ve Türkeş’in özel sekreteri Naci Memiş,
Başbuğ’un Mehmet Zahit Kotku
Hoca ve Esad Coşan ile de görüştüğünü
açıklıyor
Coşan Hoca, Başbuğ’un MHP’ye davet için
gönderdiği Müftüoğlu ve Memiş’e ‘Alperen’ diye hitap ederek Türkeş’e ‘Zülfikâr’ kundaklı bir tüfek hediye etti
NACİ Memiş, Bayburtlu bir ülkücüydü. 1977 ve 78 yıllarında memleketinde değişik
ülkücü kuruluşlarda görev yaptı, MÇP Bayburt İl Başkanlığı görevinde bulundu. Üç partinin ittifak yaptığı seçimde milletvekili adayı oldu, kazanamadı. 1993’teki MHP Kongresi’nde Yürütme Kurulu’na girdi, Genel
Sekreter Yardımcılığı
görevine getirildi. İki seneye yakın Başbuğ’un
yanında bulundu ve özel sekreterliğini yaptı,
mektuplarını yazdı ve okudu. Başbuğ’un talimatı üzerine İslâm’da Birlik Şuuru ve Milliyetçi Hareket adlı seri konferansları
düzenledi.
Memiş, dizimizin önceki bölümlerinde Rıza
Müftüoğlu’nun naklettiği üzere bazı olayların da içinde bulundu.
Bunlardan biri de Esad
Coşan Hocaefendi ile yapılan
görüşmedir. Bu görüşmeyi bir de Memiş’in
ağzından dinleyelim:
- MHP’de rahmetli Türkeş tarafından hepimize perçinlenmiş bir ideoloji vardı.
Bu, Kuran ve Turan değerlerinde varolan maddi ve manevi değerlere bağlı Türk Milliyetçiliğli’ydi. Türkiye’yi kendine emanet olarak kabul ettiği için, herkesi Milliyetçi Hareket’in çatısı altında toplamak istedi. Ne var ki bu başarılamadı. O tarihlerde yapılan vaadler MHP’nin dışındaki
koşullar yüzünden sağlanamamış, dolayısıyla da MHP, düşünülen oy oranlarını
toplayamamıştı. MHP elbetteki bir
ideolojik harekettir. Bu hareket, bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır ve her türlü
yobazlıkla yılmadan - ki komünizm yobazlığı dahil- mücadele etmeyi göze almıştır.
Türkeş bu şartlar sürerken MHP’yi, ufku açık,
pırıl pırıl bir gençliğin siyaset yaptığı çatı
altı haline getirmek için çok çalıştı. Bunu için de Türkiye’nin ileri gelen âlimleriyle
görüştü. Bizi de davet etti.
Ben, Türkeş’in İskender Paşa Cemaati’ne gittiğini,
60’lı yılların sonundan itibaren
Mehmet Z. Kotku Hocaefendi ile çok yakın görüştüğünü, Erbakan ile oradan
gelen bir dostluğunun
olduğunu zaman zaman dinlemişimdir. Bu tür insanları
hiç bırakmadı. Esad Coşan Hocaefendi’ye Rıza
Müftüoğlu ile beni gönderdi. Partiye daveti ben yaptım. Esad Bey ile bir saate
yakın memleket meselelerini konuştuk. Daha sonra Hoca benim
boynuma sarıldı, “Alperen” dedi. Başbuğ
Türkeş’e, Zülfikâr kundaklı bir tüfek hediye etti. Hatta Türkeş’in bu tüfekle fotoğrafı da vardır.
Türkeş, sadece Coşan ile görüşmedi. Fethullah Gülen Hoca ile de görüşmeleri
olmuştur. Türkeş,Türkmenistan ziyaretinden sonra
Fethullah Hoca’yı, cemaati tanıdı. Fatih Üniversitesi’nin
açılışında ve sonrasında iltifatlara dayalı
görüşmeleri oldu.
Türkeş, okullardan dolayı tebrik etti. Fethullah Hoca da, “Bu ufku bize siz açtınız” diyerek karşılık verdi.
12 Eylül darbesinden sonra herkes, karakteristik özelliklerinden epey değişikliğe
uğradı. Harekete yeni bir yön vermek isteyen çoğaldı.
İhtilalden
sonra Türkeş yalnız bırakıldı. Böylece MHP üzerine oyunlar oynandı. En yakın
arkadaşları bunu yaptı. Eğitimciler...
- , 3 arkadaşımız kaldı. Maaş alırken Başbuğ’u insanüstü bir insan olarak tanıtanlar gitti. Hayal kırıklığı içindeydik.
Hiç tartışma götürmeyen bir gerçek var, o da rahmetli Mehmet Irmak’ın Türkeş Bey’i hiç bırakmadığıdır. Bir ara yanında ya 10, ya 20 kişi
kaldı. Türkeş Bey, Mevki
Hastanesi’nde tutulurken de gelen gideni çok azdı. Oğlu Tuğrul, eşi Seval, kayınbiraderi, rahmetli Galip Erdem, İstanbul’dan bir gazeteci arkadaşımız sürekli ziyaret ederlerdi. Ziyaretçileri Muhafazakâr Parti kuruluşu vesilesiyle arttığında,
Türkeş’in de gözlerinde sevinç ışıkları
görülürdü.
Türkeş Bey’in gençliği manevi değerlere bağlı
olarak yetiştirme gayretleri bazı kimselerin istismarına maruz kaldı. Bunlar gençleri, bazı tarikatlara yönlendirmeye
uğraşıyorlardı. Yakalarını kurtaramayanlar
tarikatlere yöneldi.
Menzil konusu
Bir tarikat kapısı da Adıyaman’daydı.
Oraya yönelenlerin dilinden Menzil lâfı düşmezdi, Adıyaman’daki hocanın
mekânı için menzil lafı kullanılıyordu. Ne yazık ki, birkaç parti yöneticisi de Adıyaman’a gidip geliyor ve gençleri oraya yönlendirmeye çalışıyordu.
Tek çatı altında
Türkeş, 12 Eylül’den sonraki dönemde de hak bellediği yolda dosdoğru
yürümeye devam etti. O dönemin Türkeş’ini iyi değerlendirebilmek
lâzım. Türkiye bir taraftan dış tehdit, bir taraftan da PKK terörüyle ablukaya alınmıştır. Türkeş, milliyetçi ve ülkücülerin daha geniş kitle halinde “hattı
müdafaa değil, sathı müdafaa yapılmalı” denilerek tek çatı altında toplanmasını istemektedir. Turan ve Kuran birlikteliği iyi değerlendirilmedir. Üç hilalli bayrak da düşünülen bu çatıdan yükselerek dalgalanmalıdır.
Türkeş partiyi toparlamaya çalışıyordu. O sıralarda en çok ettiği dua “Allah’tan bir kongrelik daha ömür istiyorum” sözüydü. Partiyi ve davasını iyi bir kadroya bırakmak
istiyordu.
Türkeş ve ANAP
Naci Memiş, çok konuşulan ünlü Dedeman Toplantıları konusunda da şunları
anlatıyordu:
- Dedeman toplantıları, MHP’yi bölmeyi amaçlamış bazılarının, sık
sık bir araya geldiği toplantılardı. Türkeş bu toplantılardan hep rahatsız
olmuştur. Tabiatıyla da gözünü ve dikkatini bu toplantılardan
ayırmamıştır. O dönemde maalesef bazı partililer ANAP’ta iş takipçisi oldular. Bunlar iş takipçiliğiyle o kadar çok kazandılar ki, sonuçta MHP’yi tasfiye edilme sürecine sokmaya bile çalıştılar. Türkeş Bey, hem bu tür adamlardan, hem de onlara yol vererek MHP’nin yıkılmasını planlayan ANAP’lılar ile ANAP’tan tiksinir hale geldi. MHP, bugün de önemli gelişmeler yaşıyor. Partiyi Turani değerlerinden
mahrum etmek isteyenler var, AB’de görmek isteyenler var...
Tek başıma giderim
Bazı eski MHP’lilerin
partiye dönmeyip ANAP’ta siyaset yapmaları
konusunda Türkeş’in görüşünün ne olduğu hep merak edilmişti.
Türkeş zaman zaman, onlar bizim arkadaşlarımız diyerek hepsini sahiplenirken, kızgınlığını saklamayı da iyi beceriyordu. Bu
konuda Naci Memiş, şunları
söylüyor:
- 12 Eylül’e doğru MHP ve Türkeş, Türkiye’nin umudu olmuştu. Haksız
ithamlara rağmen parti hızla gelişiyordu. MHP’den ve Türkeş’ ten umudunu kesmiş
insanlar da ANAP’ta siyaset yapmaya başladılar. Türkeş’siz Türk
Milliyetçiliği kampanyası, Türk Ocakları vasıtasıyla Türkiye’nin tamamına
yayılmıştı. Bundan fevkalâde rahatsızlık duyuyordu. O yüzden
uzun süre Türk Ocakları ile hiç arası olmadı. Bazı
arkadaşlarımız Türk Ocakları’ndan yana tavır koyuyor, bir ikisi ise devlet aleyhtarlığı yapmaya kalkışıyordu. Türkeş; Yeşil Kuşak Projesi, Faydacılık
Akımı ve ülkücü mafya gibi tuzakları farketmeseydi MHP büyük sıkıntılar yaşayacaktı. Bunların hepsi Türkeş Bey sayesinde aşıldı.
'ÜLKÜLÜCÜ HAREKET' DİZİSİNE GELEN AÇIKLAMALAR
Türkeş’in kaçması değil hapiste çürümesi istendi Sayın Işık;
Ülkücü Hareket dizinizi büyük bir ilgiyle okuyorum. 1 Mart 2005 tarihli sayıda Türkeş’in damadı Hamit Homriş’in ifadelerine dayanarak, devletin bir bölümünün Alparslan Türkeş’in kaçırılmasını planladığı ve kaçırılırken de öldürülebileceği
ifade edilmektedir.
Başbuğumun 3.5 yıl Mevki Hastanesi’nde Tutuklu Servisi Şefi olarak doktorluğunu yaptım. Olayın gerçeği
şudur:
O günlerde Alparslan Türkeş’i tutuklayan Konsey, hiçbir zaman Türkeş’i elinden kaçırmayı istemedi. Tam aksine, 62 yaşındaki Başbuğ’un hastanede tutuklu
olarak çürümesini istedi. 2000 yılında
Kenan Evren televizyonlarda, o günlerde Alparslan Türkeş’i
kaçıracaklardı, kaçırılsaydı hapishanelerdeki bütün ülkücülerin öldürülmesi için talimat vermiştim demedi mi?
Türkeş’in kaçırılmasını isteyenler, bizzat Türkeş’in kendisi ve Başbuğları için
ölümü bile göze alan birkaç ülkücü genç subaydı. Türkeş
kaçmayı istemiyordu demek, Türkeş’i hiç tanımamak demektir. Çünkü Türkeş
durağan bir lider değildi, tam bir aksiyon adamıydı.
Sayın Işık,
Ben 1994 senesinde “12
Eylül’de
Türkeş” adlı hatıralarımı anlattığım kitabımda, kaçırılma olayını en ince ayrıntısına kadar anlattım. O tarihlerde MHP’de Genel Sekreter Yardımcısı olarak görev yapıyordum. Kitabımın önsözünü
bizzat Başbuğum yazdı. Bu önsözde, Başbuğum onu kaçırmak isteyenlerden biri olan beni ‘kahraman’ diye nitelemekte. Bu önsöz, benim evlatlarıma
bırakabileceğim en kıymetli miras. Bu konu o günlerde televizyonlarda tartışıldı. Rahmetli Başbuğum bir kere dahi ben kaçmak istemedim demedi. Kaçış, bizzat Türkeş tarafından
talep edilmiş, evlatları her türlü hazırlığı yapıp eylemi gerçekleştirebilecek
boyuta getirmiştir. Ama o günlerde Başbuğ’un hastaneden alınacak bir heyet raporuyla tahliye umudu doğunca, kaçma eyleminden vazgeçilmiştir. Ardından da ben ve diğer doktor arkadaşlarımın
verdiği heyet raporuyla tahliye olmuştur. Yani kaçmayı planlayanlar heyet raporunu da organize edip Başbuğlarını esaretten kurtarmışlardır.
Selim Kaptanoğlu
HOMRİŞ'İN KAPTANOĞLU'NA CEVABI
Sayın Doktor Selim Kaptanoğlu’nun, hastanedeyken Başbuğum’a
son derecede değerli hizmetleri olmuştur. Benim de çok sevdiğim
değerli bir arkadaşımdır. Bu konularda birçok
gayretleri olmuştur. Kendisini şükranla anıyorum. Tabii ki, her şeyi
herkesin her seviyede bilmesi mümkün değildir. Birçok şeyde olduğu
gibi bu konuda da yeter bilgi prensibi geçerlidir.
ıÜüÜlkücü Hareket 8: Özal, Türkeş’ten özür diledi
Milliyetçi kanadın temsilcisi olarak ANAP
kurucuları
arasında yer alan Ercüment Konukman, tokalaşma krizini Özal’a sorunca şu cevabı aldı:
“Kalabalıkta Türkeş Bey’i fark edemedim.
Sonra haberim olunca, iş işten geçti. Üzüldüm ve özür diledim”
Konukman, ANAP’ta olduğu süre içinde Alparslan Türkeş’le hep irtibat halinde olduğunu açıklıyor Nitekim Mesut Yılmaz döneminde Türkeş’in daveti üzerine MHP’ye geçerek, Genel Başkan
Yardımcısı olarak görev yaptı
Özal’ın Cumhurbaşkanlığı’ndan ayrılarak, ikinci değişim planını
devreye sokmak amacıyla yeni bir parti kurmak istediğini belirten Konukman’a göre, yeni partide, ülkücü hareketten Somuncuoğlu ve Yazıcıoğlu da bulunacaktı
MİLLİYETÇİLER Derneği Genel Başkanlığı’nı 1954’ten 1965’e kadar yürüten Ercüment Konukman, 1983 yılında Turgut Özal’ın davetiyle ANAP’ta siyaset yaptı. ANAP İstanbul İl Başkanlığı’nın ardından,
milletvekili oldu. ANAP’ın Grup Başkanvekilliği
görevini yürüttü. 1989-91 yılları arasında Devlet Bakanlığı
yaptı.1993 yılında Mesut Yılmaz ile ters düştü ve ANAP’la yollarını
ayırdı. Anadoluculuk Akımı ile Türk
Milliyetçiliği’ne yeni bir ufuk açan Nurettin Topçu’yla
yıllarca birlikte çalışan Konukman, Alparslan Türkeş’in daveti üzerine MHP’ye, yani eski yuvasına katıldı. Konukman, MHP’nin 2000
yılında yaptığı
Büyük Kurultay’da Divan Başkanlığı’na seçildi. Bahçeli’nin
Başkanlık Divanı’nda Seçim İşlerinden Sorumlu MHP Genel Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu.
Özal’ın, Antalya’da tatilde
iken Türkeş’in
uzattığı eli sıkmayarak sırtını dönmesi sırasında
ANAP’ta yer alan Konukman’a, o olayı hatırlattık. Konukman, bu konuyu Özal’la hiç konuştu mu?
- Evet sordum. Verdiği cevapta, “Ben önce
kalabalıktan Türkeş’i fark etmedim. Beni
ikaz eden de olmadı. Fark ettiğimde ise iş işten
geçmişti, epey uzaklaşmıştım. Üzüldüm ve özür diledim” dedi. Bu cevaptan sonra, konunun üzerinde durmadım. Tabii ki “Neden fark etmedi? Geç fark etmesi geri dönmesine engel miydi?” diye sormak mümkün. Ancak benim görüşmemde, Özal’ın pişman olduğu belliydi. Yoksa bana “özür diledim” demezdi. Bir yanlışı fark etmek de bir fazilettir.
ANAP’ta bulunduğunuz dönem içinde Türkeş ile görüşüyor muydunuz?
- Evet, ANAP
Milletvekili ve Bakan sıfatıyla da Türkeş Bey ile sürekli ve periyodik olarak görüşüyordum. Benim Türkeş ile tanışıklığım 1959 senesine dayanır.
O yıldan beri farklı kulvarlarda olduğumuzda
dahi birlikteydik.
MAFYA KİMİN OYUNU?
Ülkücü mafya tabiri Özal döneminde ve hatta Özal’ın bilgisi dahilinde mi ortaya çıktı?
- Rahmetli Özal’ın böyle bir talimatının olup olmadığını bilmiyorum. Ama Özal’ın
başbakanlığı döneminde bazı görevliler bunu organize etmiş olabilir. O dönemde
ANAP’ta yer alan bir kısım milliyetçi arkadaşlar, ülkücü
gençlerin bazı sorunları ile de meşgul oluyorduk. Mafya türü meseleler zaman zaman gündeme geliyordu. Biz bu konuya, çözülmesi gereken toplumsal bir
sorun olarak bakıyorduk. Tabii her toplumsal sorun belli merkezlerce siyasi olarak kullanılabilir. Bu her zaman böyle
olmuştur.
Ülkücü gençlerin hangi sorunlarıyla ilgilendiniz?
- Cezaevleri sorunlarıyla ilgilendik. Bizzat ben bu konuyu ele almıştım. Hatta gurupta da bir konuşma yapmıştım. Ben zaten Özal tarafından
“Milliyetçi kanadı” temsil etmek üzere partinin kurucu üyeliğine
davet edilmiş ve üniversitedeki görevimden
ayrılmıştım. Sonra Türk Ceza Kanunu’nun 313. Maddesi’nin
değiştirilmesi meselesi ile uğraştık ve bu yasa o zaman rahmetli Alparslan Pehlivanlı’ya rahmetli Türkeş tarafından sanırım Rıza
Müftüoğlu vasıtasıyla gönderilen selam ve rica ile
Meclis Genel Kurulu’na inmişti. Burhan Kara, Nedim
Budak, Gökhan Maraş, Mustafa Nazikoğlu başta
olmak üzere, milletvekili arkadaşların bir kısmı çok aktif olarak gayret ettiler. Bu yasa çıktı ve o gün cezaevlerinde olan çok ülkücü tahliye oldu.
O dönemde ANAP’ta o ülkücülerin
sorunlarıyla 1980 öncesi MHP camiasında yetkili olanlardan kimler ilgileniyordu ve kimler ilgilenmiyordu?
- İsimlendirmeyelim ama şunu
söyleyebilirim. 1980 öncesi MHP ve ülkücü
kuruluşlarda etkili ve yetkili görevlerde bulunanlar, ülkücü
camiadan gelen hiçbir sorunla
ilgilenmediler. Bu o zaman özellikle dikkatimizi çekmişti. İlgilenenler ise MHP’de etkili ve yetkili görevlerde bulunmamış ama milliyetçiliğe hizmet etmiş
kişilerdi.
ÖZAL'IN 2. DEĞİŞİM PLANI
Siz Özal’ın yanındaydınız. Hakkın rahmetine kavuşmamış
olsaydı, Cumhurbaşkanlığı’ndan inip bir grup
milletvekili ile yeni bir parti kuracaktı. Bu parti nasıl olacaktı ve kimlerden oluşturulacaktı?
- Evet. Bize Cumhurbaşkanlığı’ndan hemen ayrılmak
istediğini söylemişti. ANAP içindeki bir grup milletvekili arkasındaydık. Ona, “önce biz sonra siz istifa edin” dedik. İstifa ettik. ANAP’tan istifa
ettik. Özal ikinci değişim paketini hayata koyacak bir siyasi parti düşünüyordu. Yine kurulacak partide milliyetçi kesimden, muhafazakâr kesimden, dini guruplardan isimler olacaktı.
O zaman MHP cenahından kimlerin isimleri dolaşıyordu?
- Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları ile Sadi Somuncuoğlu ve arkadaşlarının ismi geçiyordu. Ama detaylarını ben çok iyi bilmiyorum.
'ÜLKÜCÜ HAREKET' DİZİSİNE GELEN AÇIKLAMALAR
Ülkücü hareketin ilkesi kalmadı
Sayın Işık,
Ülkücü hareket’le ilgili yazı dizinizi alâkayla okuyorum. Yazıcıoğlu’nun
değerlendirmelerini, nezaketen eksik bırakıp söylemediği veya söylemek
istemediği şeyler dışında baştan sona doğrudur. Ülkücülerin hapishanede yeşil
kuşak projesinin bir parçası haline getirilmek istendiği, bu amacı
gerçekleştirmek için içeri kitap gönderildiği doğru değildir. Bu ülkücünün
gerçek davasından rahatsz olan MHP içinde ülkücülük yapmak için değil, sistemin uzantısı olarak bulunanların bir uydurmasıdır.
Ben Türkiye’nin muhtelif cezaevlerinde 10.5 yıl yattım. Ülkücüleri dine döndürmek için sistemli, programlı bir çabaya hiç
şahit olmadım. Esasen böyle bir iddia bile ülkücü
harekete büyük haksızlıktır. Ülkücüler zaten dindar insanlardır. Şarlok Holmes vari işine
gelmeyen her şey de dış parmak aramak marazi bir ruh halinin ifadesidir. Hapishanede insan kendisi
ve amelleriyle baş başadır. Hapishane insanı muhasebeye, kendi içine, enfüsüne dönmeye mecbur eden bir mekândır. İçeride biraz daha dine yönelmek,
biraz daha hassas davranmak içerinin ve yargılanmanın psikolojisinin bir gereğidir. Lider dediğiniz insanın da sizinle aynı şartlarda
olduğu aynı acziyeti yaşadığı şartlarda Allah’tan başka sığınak ve tutamak aramak da zaten mümkün değildir.
MHP içinde her zaman fikir ayrılıkları
olmuştu. Siyasi partiler içinde bu normaldir. Ama bu ayrılıklar en temel meselelerde
ortaya çıkar, işin ucu uğruna ölümlere
meydan okuduğunuz inançlarınıza ilkelerinize uzanırsa orada kalmanızın
anlamı kalmaz.
Bazıları hala Sn. Yazıcıoğlu’nu da, ülkücü hareketi de anlamamış.
Türkeş’e yakın olmak bazı şeyleri anlamaya yetmiyor maalesef. Bir aksaklıkla karşılaştığımızda hep hangi dış güç, hangi manipülasyonu
yaptı diye düşünüyoruz. Kafa kurgumuzda biz
nerede hata yaptık veya bizi yönetenler nerede hata yaptı
sorusu yok. Biz de, liderimiz de hata yapmaz mantığı ülkücü hareketi geçen hükümet
dönemindeki icraatlarıyla bugünkü acıklı hale getirdi. Bugün ülkücü hareketin bir ideolojisi, bir ilkesi kalmamıştır.
Ülkücü hareketi sisteme
eklemleme, onun azat kabul etmez kölesi, kirli işlerde taşeronu yapma hastalığı, ülkücü
hareketi kendine göre tavır alan, kendine göre
çıkış noktaları olan bir hareket
olmaktan çıkarmış, lastik gibi her tarafa çekilen icabında Maocular’la oturup
memleket kurtarmaya çalışacak
kadar geçmişinden kopan bir hareket
haline getirmiştir.
Tartışmaktan korkmayalım
Mesele şudur; Ülkücü hareket kaynağını milletten alan, onun mukaddesleriyle beslenen,bir hareket mi olacaktır? Yoksa ideolojik çizgisini
-Sistemin ihtiyaçlarının belirlediği- kullanılmak üzere kurgulanan bir hareket mi olacaktır? Muhsin Yazıcıoğlu’nu tartışmadan önce
ülkücü hareketin çıkış noktasından başlayarak bugüne gelişine kadar geçirdiği
safhaların hiçbir komplekse kapılmadan eleştirisinin yapılması gerekir. Mesela komando kamplarında eğitim veren kişiler -ki bir çoğu emekli veya muvazzaf asker idi- kimdi, ne adına eğitim veriyorlardı? Niçin bir dönem MHP’nin tüm söylemleri,
devleti koruma fikri üzerine kurulmuştu. Anti komünizm vurgusu ülkücü hareketin tabiatından kaynaklanan bir vurgu mu, yoksa o dönem komünizm tehlikesine karşı bir çok NATO ülkesinde
olduğu gibi tamamen sistem kaynaklı bir organizasyonun sonucu muydu? 70’li yılların ortasında gittikçe kabaran ve kesafet
kazanan İslam vurgusu ülkücü hareketi ellerinde tutmak isteyenlere karşı ülkücünün ipleri kendi eline alışı mıydı? Bu soruları kendimize sormakta fayda var: Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının MHP’den ayrılışı Sovyetler’in yıkılışından
sonraya rastladığına ve artık Sovyetler’e karşı
yeşil kuşak projesine ihtiyaç kalmadığına göre bu ayrılışın yeşil
kuşak projesiyle bir ilgisi yok. Ancak aynı dönemde NATO’nun yeni hedefi İslam olduğuna göre acaba bazı NATO ülkelerinde
başlatılan İslamsızlaştırma projesinin ilk hamlesi
Türkiye’de MHP içinde mi yapıldı? O zaman Sayın
Yazıcıoğlu’nun değil, onu MHP’den gitmeye zorlayanların kimin oyununa geldiğini
tartışmak gerekir. Bence ülkücü hareketi yazanlar ülkücü harekette önce bir özeleştiri
kapısının aralanması sağlamalıdırlar. Hâlâ dün ölümlere giden arkadaşlarna
şüphe ve tereddütle bakan, en küçük farkı ihanet olarak gören,
adam gibi tartışamayı bile beceremeyen bir
hareket her gün yazılsa ne olur, yazılmasa ne olur.
Bir hareketin şuuraltı şüphe ve ihanet endişesinden ibaret olursa akrep gibi kıskacını hep kendine sokar, hep
kendini zehirler. 12 Eylül’ü, sonra yapılanları ve geçen hükümet döneminde
yapılanları tartışmalıyız. Ayrıca eskimiş, bugünün sorularının karşılığı olmaktan çıkmış fikirlerle bir yere gidemeyiz. Unutmayalım ki, fikirler de
insanlar gibidir. Doğarlar,
büyürler ve ölürler. Her gün dünyaya yeniden bakmayan, her gün yeniden düşünmeyenler hayatın dışında
kalırlar. Ülkücü hareketi seviyor, yarınını düşünüyorsak kendimizi tartışmaktan
korkmayalım. Bir fikrin özgüven kazanması da buna bağlıdır.
Umarım yazı diziniz Ülkücü hareketin kronolojisini vermekten ibaret kalmaz.
Selam, dua...
Av. İrfan SÖNMEZ
Ülkücü Hareket 9: Devlet
istemeden mafya olmaz
Yılma Durak, 1980 sonrasında ülkücülere yapılan ‘mafya’ yakıştırmasının
ardında ANAP Hükümeti’nin olduğunu belirterek, “Devlet istemeden kimse parmağını kıpırdatamaz" dedi
MHP içinde önemli bir yere sahip olan ve ülkücü camiada “Doğunun başbuğu” olarak tanınan Yılma Durak, 12 Eylül Harekâtı
öncesi ve sonrası ülkücü hareketi değerlendirdi.
12 Eylül Harekâtı’nın ülkücülere karşı
yapıldığını ifade eden Durak, “İhtilal olmasaydı, MHP iktidara yürüyordu.
Bunu ABD Büyükelçisi de itiraf etti” dedi. Ülkücülere mafya yakıştırmasının
bizzat yöneticiler tarafından yapıldığını belirterek, “Devlet istemeden mafya olmaz” dedi. Günümüzde dağınık biçimde duran ülkücülerin
safları sıklaştırması gerektiğini belirten Durak, “Yükselen değer milliyetçiliktir.
Ülkücüler birbirleriyle kucaklaşarak, ülkücü hareketin önünü
açmalıdır” görüşünü savundu. MHP içinde eğitimci kadronun başkanlığını da yapan Durak’ın
görüşleri ve sorulamıza verdiği cevaplar şöyle:
1980-1995 yılları arasında, özellikle 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren ülkücüler, tıpkı 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndaki Türk Ordusu’nun yaşadığı paniğe
benzer psikolojik bir dağılma haliyle karşı karşıya
kaldılar. Tabii ki bu durumu tanzim eden bazı unsurlar, ülkücü hareket içerisinde istedikleri oyunu kısmen oynamaya muaffak olmuşlardır. Maalesef yakın menfaat hesabı yapanlar ve mafya bozuntuları dağılan bu yapı içerisinde tefekkür mekânlarını
oluşturamayan ülkücüler arasında, zaman zaman
kendilerine yer bulmuşlardır.
Dolayısıyla bu acı hâl karşısında ülkücüler boynu bükük
kalmışlardır.
MHP ve ülkücüler her siyasi parti ve hareket gibi, Türkiye’yi ve Türk dünyasını kurtarmak için yola çıkmışlardır. Devletin derinlerinde bir yerde rantiyeyi paylaşamayanlar bazı hakikatleri bilip de söylemeyenler karşısında meydanı doldurmuşlardır.
MHP İKTİDARA YÜRÜYORDU
Peki 1980 öncesi MHP ve ülkücülerin durumu ne idi?
-1979 yılında kısmi senato seçimleri
yapıldı. MHP İstanbul’da Osman Albayrak’ı
senatörlük için aday gösterdi. MHP, yanılmıyorsam 22 milletvekilinin çıktığı İstanbul’da 6 milletvekili çıkaracak oy almıştı. Biliyorsunuz, ihtilal
olmazsaydı 1981 yılında genel seçim olacaktı.
MHP iktidara gelecek, oy patlaması yapacaktı. O günlerde CHP Genel Başkanı olan Bülent Ecevit, TBMM’de yaptığı
bir konuşmada AP’lileri ve Süleyman Demirel’i MHP’ye karşı, “Duymuyor musunuz? Faşizmin ayak sesleri geliyor” diye tahrik etmeye çalıştı.
Yani 1980 ihtilali MHP
ve ülkücülere
karşı mı yapıldı?
- Tabii ki 1980
ihtilali MHP’yi, “enterne” etmek istemişti. Yoksa MHP iktidara
geliyordu. Bunu 1980 ihtilali sonrası dönemin ABD Ankara Büyükelçisi de itiraf etti.
Ne dedi?
- Cumhuriyet
gazetesinde de yayınlandı. 12 Eylül
olmasaydı, MHP’nin iktidar yolunun açılacağını söylüyordu.
MEHMET AĞAR'A SORU
Peki 1980 sonrası ne oldu? Ülkücü mafya tâbiri ANAP tarafından mı
türetildi?
- ANAP yönetimi İstanbul’da Kürt mafyası
karşısında yeni bir mafya tipini organize etmiştir. Alaaddin Çakıcı gibi isimler Ülkücü
olduğu için seçilmedi. Karadeniz’in yiğit yağız delikanlısını Ermeni terörünü ve Kürt mafyasını
önlemek amacıyla seçtiler, yol verdiler. Bugünlerde yaşadığımız kapkaç da aslında yeni bir mafyacılık yorumudur. Kapkaçın
arkasında da vatandaşı güvensizliğe iten çok ciddi programlar var. Devleti yıpratmak istiyorlar. O dönemde sonradan MHP ve ülkücülere
karşı, “türetilen” ülkücü mafya tabirini dönemin iktidar çevresinde
aramak gerekiyor. Bunu
Sayın Mehmet Ağar’a sormak lazım:
“İstanbul’da asayiş şube müdürüyken bu olayları önlemek için ne yapıyordu? Kimlerle beraberdi?” Türkiye’de mafya, devlet
desteklemeden olmaz. Devlet desteklemeden mafyacılık olmaz. Polisin arkasında olmadığı, devletin bir takım
güçlerinin arkasında olmadığı bir devlette mafya
olmaz. Kimsenin parmağını
kıpırdatması mümkün değildir. Bu türedi tabir MHP’yi ve ülkücüleri
yok etme planıydı. başarılı olamamıştır. Ama yara vermiştir.
Ülkücüler hep geçmişi konuşmuyor mu?
- Ülkücülerin geleceği kucaklaması
için bütün Türk milliyetçilerinin MHP’de siyaset yapması gerekmektedir. Ama maalesef üç ülkücü bir araya geldi mi
hemen kendi halinden şikâyet ediyor. Oysa MHP’nin nasıl iktidara geleceğini
konuşmalıdırlar. Ama MHP ve ülkücüler maalesef fitne ve dedikodularla meşgul edilmektedirler.
Ülkücüler aralarındaki boşluğu doldurmalı ve saflarını
sıklaştırmalıdırlar. Noksanları ile uğraşılmamalı artıları ile geleceği
kucaklamalıdırlar. 2005’i yaşadığımız bu günlerde
milliyetçilik yükselen bir değerdir. Ülkücü hareketin önü açıktır. Ama yine bir kısım
bahaneler ve engellerle önü tıkanmak istenmektedir.
TARİFİ UYGUN BAŞBAKAN
Ülkücüler Yeşil Kuşak’ın parçası oldu mu?
- BOP bugünün meselesi değil ki içi
tartışmalarla doldurulmak istenen
bir projedir. ABD eski Dışişleri Bakanı Kissenger, ardından Brezinski ve Hantington medeniyetler çatışması projeksiyonu ile İslam ile Hıristiyanlığın
çatışmasını gündeme taşımak istemekteydiler. Ülkücüler, Sovyetler’e karşı
Yeşil Kuşak’ın da bir parçası edilmek çalışıldı ama ama bunda başarılı
olunamadı.
Afanistan’daki Taliban
hareketinde Amerikalılar istedikleri sonuca ulaşmışlardır. Sonradan ılımlı İslam’a dönüldü ve Tayyip Erdoğan’ın yolu açıldı. Erdoğan
da tarife uygun başbakan olarak siyasi konjoktürde
yerini aldı. Ancak AKP’nin gerçek sahipleri takiyelerle meydana gelen aşırı yozlaşma karşısında rahatsız olmaya başlamışlardır.
Erdoğan sessiz ve derinden gelen bu rahatsızlık karşısında çare bulmakta zorlanmaktadır.
Erkan Mumcu hareketi küçük bir ihtar olarak değerlendirilmelidir. Asıl tehdidi partinin gerçek sahipleri yapmaktadır.
Peki hapishanelerde ne
oldu?
- Sanki İslam’ı yaşamıyormuşuz gibi yoğun bir propaganda yapıldı.
Sanki biz Müslüman değilmişiz gibi içimizde aşırı tartışmalar
başlatıldı. Yer yer ifrata varan tavırlar sergilendi. Maalesef radikalizme kayan arkadaşlarımız oldu.
Mesela kimler?
- İsim vermeyeyim
Verin verin...
- Mesela bunlar içinde Yılmaz Yalçıner vardı. Uçak
kaçırdı. Bir takım radikal örgütlerin kurucusu olanlar da oldu. Ama bunlar arasında cezaevinden çıktıktan sonra bu yanlışlıktan
dönenler de oldu
Ülkücü Hareket 10: Özal’ın teklifini kabul etmedim
BBP’yi kurma çalışmaları sırasında Cumhurbaşkanı
Özal’ın kendisini telefonla aradığını ve Köşk’e davet ettiğini belirten Yazıcıoğlu, yeni kurulacak parti için davet aldığını doğruladı
Yazıcıoğlu, “Sayın Cumhurbaşkanı’na Bir neslin gözyaşlarıyla
savunduğu değerleri yaşatmak düşüncesinde olduğumuzu ifade ettik ve teklifini kabul etmedik” dedi
BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu,
‘Ülkücü hareket’ dizimizde görüşlerini anlatan Ercüment Konukman’a cevap verdi. Yazıcıoğlu, Konukman tarafından ifade edilen, “Özal
Cumhurbaşkanlığı’ndan ayrılıp yeniden parti kuracak
ve Yazıcıoğlu da bu partinin içinde
olacaktı” sözleriyle ilgili kaleme aldığı cevapta, Özal ile görüşmesini ve görüşmenin sonucunu anlattı.
Yazıcıoğlu’nun cevabı şöyle:
6 Aralık 1992 tarihinde Ankara Söğütözü’nde dinamik bir toplantı yaptık. Toplantıya ANAP’tan ayrılan ve o tarihte halen ANAP’ta olan olan bazı milletvekilleri de katıldı. Aynı akşam biz BBP’yi kurma kararı aldık. Mevcut Genel Merkez binamızı da kullanıyorduk. Genel Merkez binamızda
otururken santraldeki sekreter aradı ve “Sayın
Cumhurbaşkanı Turgut Özal sizi arıyor,
görüşmek istiyor. Şu anda da telefonda” dedi. Direk kendisi aramış. “Sizinle tanışıp görüşmek istiyorum” dedi. Ben de, “Hemen atlayıp geliyorum” cevabını verdim. Cumhurbaşkanlığı
girişinde herhangi bir karışıklık ve girişte zorluk olmaması için kendisinin araç göndermek
istediğini söyledi, kabul ettim, araç geldi gittim. O tarihte Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın danışmanı olan Mustafa Çalık
Bey de oradaydı. Bizi karşıladı. Oturdu, ikramda bulundu.
“Sizi çok merak ediyordum ve sizinle çok tanışmak istiyordum” dedi ve
ekledi:
SİYASET İKTİDARLA OLUR
“Devletin çeşitli kademelerinden, kanallarından
bana bilgiler geliyor. Arkadaşlarım da bazı bilgiler aktarıyor. Sizi enteresan buluyorum. O sebeple sizinle konuşmak istedim. Ne yapmak istiyorsun?
İlgisine teşekkür ettikten sonra,
“Siyaset yoluyla ülkeme
hizmet yapmak istiyorum” deyince, “Siyaset
iktidarla olur. Gel beraber olalım ve iktidar olalım. Ben 1983 yılında partiyi kurduğumda
iktidarı avucumun içinde gördüm. Beraber olursak yine avucumun içinde görüyorum” cevabını verdi.
“Siz yeniden siyasete
mi dönmek istiyorsunuz” diye sordum. Evet dedi ve devam etti:
“Ancak seçim kararı alındığı zaman düşünüyorum.
Eğer şu sıralarda Cumhurbaşkanlığından ayrılırsam, koltuğu boşaltırsam Süleyman
(Demirel) ya da Erdal (İnönü) gelir. Seçim kararı
alındığı an boşaltırsam kendi aralarında
anlaşamazlar ve buraya kimse
oturamaz”
Ben de kişisel kanaat olarak, “Şu anda bulunmuş
olduğunuz konumun ne kadar önemli olduğunun elbette farkındasınız. Ben yeniden bir siyasete dönüşünüzü faydalı görmem” dedim.
Arkadaşlarıyla görüşmemi istedi. Ben de ‘görüşme ve diyaloğa’ açık
olduğumu söyledim ve şöyle devam ettim:
“Bizim bir çizgimiz var. Biz bu çizginin
üzerinde siyaset yapmak istiyoruz. Yaşadığımız bir geçmişimiz var. Bu geçmişimize ve o mücadeleye bizi sevk eden değerlerimize
sadakatli kalarak bir siyaset yürütmek düşüncesindeyiz. Ama arkadaşlarınızla
görüşebilir.”
Kendisi Abdülkadir Aksu, Mehmet Keçeciler’i
görevlendirdi. Akşam sabaha kadar oturduk konuştuk. Ama kesinlikle kimin nerede olduğuna yönelik tek kelime etmedik.
Tamamen fikri bir konuşma
oldu. Sabaha kadar süren konuşmamızda fikren paralel olmadığımızı,
aynı fikirleri savunmadığımızı söyledik. Konu kapandı. Olay o günlerde basına
iktikal etti. Ben de aynı düşünceleri paylaşmadığımızı
aynı görüşte olmadığımızı söyledim. Bir neslin gözyaşlarıyla savunduğu değerleri
yaşatmak düşüncesinde olduğumuzu ifade ederek ortak çalışma içine girmedik. 6 Aralık
1992 tarihinden önce de Merhum Özal ile birebir tanışıklığımız
yoktu. Yüz yüze görüşmemiz de yoktu.
‘ÜLKÜCÜ HAREKET' DİZİSİNE GELEN CEVAPLAR
Vah Ayvaz vah!..
ÜLKÜCÜ hareketin geçmişine ışık tutucağına inandığım
“Ülkücü hareket” dizinizi zevkle okuyan
bir ülkücüyüm. 24.10.1975-12 Eylül
1980 tarihleri arasında MHP Merkez İlçe Gençlik Kolu Başkanı olarak görev yaptım.
Yazınızda bahsettiğiniz bazı olaylara bizzat tanık olduğum için bu açıklamayı
yazmayı uygun gördüm. Rahmetli Başbuğumuzun Mevki Hastanesi’nden heyet raporuyla tahliye edildikten sonra -verdiği sözü tutarak- dinlenmek üzere Antalya’ya geleceği bildirildi. Bir grup arkadaşla birlikte Burdur-Antalya
il hududunda karşılayarak Side Defne Otel’e yerleştirdik. Kendileri burada bir
ay kadar istirahat ettikten sonra, Antalya’da Antalya Motel’de kaldılar. Daha sonra Salima Tatil Köyü’ne geçtiler. Burada kaldıkları sürece yakın hizmetinde bulunma şerefine nail oldum.
Başbakan Turgut Özal’ın Başbuğ’un elini sıkmaması
olayına bizzat tanık oldum. Ülkücü hareketin Antalya’da verdiği ilk şehit olan Nurettin Epütkan’ın
babasını ziyaret için benim kullandığım otomobille Yukarıkocayatak
Köyü’ne gittik. Rahmetli Başbuğumuz, şehit ülküdaşımızın
babasıyla uzun süre sohbet etti. Daha sonra Salima’ya dönerken domates üreticilerinin Özal’ı protesto için domatesleri yerlere döktüğüne şahit olduk. Kendileri bu
duruma çok
üzüldüklerini söylediler. Salima’ya dönünce otel müdürü, Özal’ın
oteli ziyarete geleceğini bildirmesi üzerine durumu kendilerine arz ettik. Hâlâ kulaklarımda çınlayan şu sözleri söyledi: “Oğlum bize Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı
karşılamak düşer. Ben üzerimi değişip geliyorum.” Kendisini kaldığı villanın önünde bekledik. Çok şık açık renk birtakım elbise giymişti. Tatil köyünün dış
kapısına doğru yöneldi. Biz biraz geriden
kendilerini izliyorduk. Kapıya yaklaşırken Özal ve protokoldekiler göründü. Ceketinin önünü düğmeledi
ve “Hoş geldiniz Sayın Başbakan” diyerek elini uzatırken
Özal’a doğru yürüdü. Özal hiç oralı olmayarak, Başbuğ’u görmezden geldi ve tatil köyünün
yönetim binasına doğru yöneldi. Bu olayla ilgili, o
tarihte yayınlanan gazetelerde fotoğraflı
haberler çıkmıştı. Özal’ın bu davranışı Başbuğumuzu çok müteessir
etmiş, üzüntüsünü belli etmeyerek villasına geri dönmüştü. İki
gün sabah yürüyüşlerine ve akşma yemeklerine çıkmamıştı.
Başbuğumuzu çoz üzen ikinci olay daha vardı ki bu üzüntüsünü
gizlememişti. O tarihte Gaziantep’te
bir milletvekilliği
için ara seçim vardı. Bu konuda kendisini
arayanlara MÇP adayını
işaret ediyordu. Gaziantep’den bir telefon gelmişti. Kendilerine ulaşılamadığı
için, not alıp özel görüşmeler yaptığı odada notu kendilerine
ilettim. Notu okuyunca büyük bir teessüre kapılarak, “Vah Ayvaz vah!..” dediğine şahit oldum. Gelen notta
Ayvaz Gökdemir’in Gaziantep DYP adayı
olduğu bildirilmişti. Bu olay rahmetliyi çok ama çok üzmüştü.
Rahmetli Başbuğumuzun yaklaşan mahkeme günü
dolayısıyla kalp rahatsızlığını belirten bir doktor raporu gerekiyordu. Görüştümüğüz bazı büyüklerimiz mazeret beyan ederek yardımcı olmadılar. Antalya eski SSK Başhekimi Dahiliye Mütehassası Doktor Sadık Özen bu konuda gerekli raporu vererek Başbuğumuzun mahkemeye katılmamasını sağladı. Sayın Işık,
yukarıdaki açıklamalarım ne kadar yazınıza ışık tutar bilemiyorum. Ama kendilerine kısa bir süre de olsa hizmet etme şerefi, ülkücü olma şerefinden sonra nail olduğum en yüksek
değerdir.
Saygılarımla.
Rıza KIRIM
ıÜüÜlkücü Hareket 11: Yeşil Kuşak Projesi kardeşi
kardeşten ayırdı
ESKİ Ülkü Ocakları Genel Başkanı Alaaddin Aldemir, Ülkücü hareket dizisinde görüşlerini açıklayan BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve Av. İrfan Sönmez’e
cevap verdi, itirazlarını ortaya koydu. Muhsin Yazıcıoğlu’na düğününü neden Kocatepe Camii
avlusunda kıydırdığını sordu.
Aldemir’in açıklaması şöyle:
1- Yeşil Kuşak Projesi ABD tarafından
direkt MHP hedef alınarak konulmamıştır. Ancak MHP bu uygulamalardan nasibini almış ve etkilenmiştir.
2- Yeşil Kuşak Projesi 1991 yılında
uygulamaya konmamıştır. MHP üzerindeki etkisi ise 1980’li yılların başında başlamıştır. Cezaevlerindeki ülkücüler üzerinde belli operasyonlar olmuştur. MHP ve ülkücüler elbetteki İslami yönü kuvvetli olan insanlardır.
Ama mesela Seyit Kutupçu değillerdir. Ya da “Seyit Kutupçu
olmayanlar Müslüman değildir” diyemeyiz. Seyit Kutup
bir Müslüman
âlimidir. Ona saygılı olmak, onu okuyup aydınlanmak ayrı bir meseledir. Onun
izinden mesela silahlı bir örgüt kurma gayretleri ayrı bir meseledir. Bu
operasyonun bir noktasında
da kimin olduğunu Sayın Muhsin Yazıcıoğlu röpörtajda açıklamıştır.
3- Bu proje MHP’yi etkilemiş ve bir bölünmeyi
doğurmuştur. Bu projeyi yürütenler Sayın Yazıcıoğlu ve arkadaşlarıyla direkt bir ilişki içinde
olmamışlardır. Zaten olamazlar da.
Ama çevresiyle ilgili olmuşlardır.
Kocetepe Camii’nde nikâh töreni yapma fikri nereden çıkmıştır? Bu olayla hangi mesaj verilmiştir?
Ve Kocatepe Camii’nde
ondan sonra kaç kişi nikâh
töreni yapmıştır. Yine bazı siyasi İslamcı dergilere, “Ben Ülkücülükten
vazgeçtim artık Müslüman’ım” ilanları neden verilmiştir? Bu ilanları kim vermiş ve verdirtmiştir?
4- Yeşil Kuşak Projesi MHP’de kardeşi
kardeşten ayırmıştır. Bu bir gerçektir. MHP’deki iç meseleler etkili olmamış mıdır? Olmuştur elbet. Zaten iç meseleler doğurulmadan hangi dış merkezler mesafe kat edebilir ki?
5- Ülkücü Hareket her zaman ilkelidir. Ancak her dönem ülkücü hareketi saptırmak isteyenler çıkmıştır.
Ülkücü hareketli saptırmak isteyenlerle, ülkücü haraketin ilkeleri karıştırılmamalıdır. Hakk’ın rahmetine kavuşmuş Başbuğ’u üstü kapalı
eleştirmek cesaretini gösterenler önce geçmişleri dahil, kendilerini özeleştiriye tabi tutmalıdırlar.
Geçmişi, hatıraları, tarihi olayları hiç kimse bugünkü siyasi konumuna ve siyasi hesaplarına göre değerlendirmemeli, yorumlamamalı ve saptırmamalıdır.
Gerçekçi ve objektif olunursa
tarih gerçekleri yazar. Herkes hayatta hata yapar. Hatasız ve eksiksiz tek bir yaratılan yoktur. Mesele hatanız
olduğunun gayretiyle yeni hatalar işlememektir. Hatayı yapan hatasını
söylerse daha da büyür. Eksik varsa o söylenmelidir
ki gerekirse tekrar birk araya gelmeler mümkün olsun.
'ÜLKÜCÜ HAREKET' DİZİSİNE GELEN YORUMLAR
Metin Bey,
Nevşehir’in Gülşehir İlçesi’ndeki genç ülkücülerdenim. Başbuğ
hakkında yazmış olduğunuz açıklamaları son noktasına kadar okudum ve bir daha okuyacağım. Biz artık üzerimize gelen iftira oklarıyla
baş edemez duruma gelirken, sizin gibi doğruları gözetip halka tercüman olan kişiler sayesinde gün ışığına
çıkmayı başarıyoruz. İnanıyorum ki, bundan sonra da bu
emperyalıst oyunu bozulacak ve milliyetçi Türkiye’de nice Genç Osman’lar yetişecektir.
Genç arkadaşlarım Ülkü Ocağımız adına size ve Tercüman’a teşekkürler ve başarılar.
Genç Ülkücü
Metin Bey,
MHP ve ülkücüler hakkında yazınızı ilgiyle takip ediyorum. Rahmetlinin şeyhler ile bağlantılarını yazdınız. Doğru
olması gereken de bu. Dinimizin aksesuarlarından biri olan tarikatlara ülkücülerin sahip çıkması kadar doğal bir şey olamaz. Menzil ile ilgili kullandığınız üslubu hiç beğenmedim. Oradaki mübareği ziyaret etmenizi tavsiye ederim.
Adnan Tuğ/ MERSİN
ıÜüÜlkücü Hareket 12: Ocak’tan
iktidara
1980-1995 arası, “Ülkücü Hareket” isimli yazı
dizimiz, okuyucularımızdan ve ilgililerden büyük alâka gördü. Rıza Müftüoğlu, Alaaddin Aldemir 1980’li yıllarda başlayan Yeşil Kuşak Projesi’nin ülkücüler üzerindeki operasyon alanı olduğunu ancak ilgi görmediği
yaklaşımında bulundu.
Aldemir bu akımın zamanla bölünmeyle
sonuçlandığını savundu. Yılma Durak da bölünme
çabalarına işaret etti. MHP’den kopma gerekçelerinin “Yeşil Kuşak Projesi” ile ilgili olmadığını söyleyen BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu,
Ülkücü Hareket’in özellikle hapishanelerde Yeşil Kuşak Projesi’nin alanı
haline getirilmek istendiğini söyleyerek, bu çabaları
doğruladı. İsim verdi. Konuşmacıların tamamı İslâm ve İslâm’ı yaşayan
insanların bu çabalarla bütünleştirilmemesi
gerektiğinin altını defalarca çizdi.
Naci Memiş, Dedeman Toplantıları’nda
yoktu. Dedeman toplantıları ile ilgili sözleri, “duydukları ve okudukları” ile sınırlıydı. Bunu kendisi de kabul etti. Memiş, Alparslan Türkeş’in talimatıyla teşkilata yurt çapında İslami bilgiler verilmekle gönderildi. Böylece ülkücülerin İslâm’a karşı, “mesafeli olduğu”
iftiralarını da cevaplandırmış oldu.
Türkeş, Dedeman Toplantıları sonunda Devlet Bahçeli,
Muharrem Şemsek, Rıza Müftüoğlu, Ali Güngör, Haluk Pirimoğlu, Mustafa Mit başta
olmak üzere, “Ocaklılar” ile bütünleşmiş çıktı. Mahir Damatlar kanalıyla
Yazıcıoğlu da, rezervleri olsa da Türkeş etrafında bütünleşilmesine taraf oldu. MHP’nin “A” Takımı’nın hemen hemen tamamı Türkeş’e MÇP ile yürümeme tavsiyesinde bulundu. Türkeş de, “gerekirse
liseliler ile bu davayı
yürütürüm” diye rest çekti.
1970’li yıllardan beri Türkeş’in,
“gençlik danışmanı” olan Bahçeli, ölümüne kadar Türkeş’e kesintisiz destek verdi. Bahçeli MÇP’ye Genel Sekreter oldu. Müftüoğlu da vefatına kadar yanında kaldı.
Yazıcıoğlu, MÇP Genel Sekreter Yardımcısı idi. Ardından Sivas Milletvekili olarak 1992’de yollarını ayırdı.
Durak, Müftüoğlu ve Aldemir, ülkücü
mafya tâbirinin bilinçli olarak dönemin iktidarı ANAP destekli yöneticiler
tarafından basına lanse edildiğini örnekleriyle söyledi.
Türkeş’in Mevkii Hastahanesi’ndeki kaçırılması “ufak bir tartışmaya” sebep olduysa da Türkeş’in damadı Hamit Homriş, Selim Kaptanoğlu’nun Mevki Hastanesi’ndeki üç doktorla yürüttüğü hizmetleri takdirle karşıladı. Ancak Türkeş’in kaçırılarak vurulması projesinin de izleyici konumundaki istihbarat ve güvenlik birimlerinin bir kanadı tarafından tartışıldığı bilgilendirmesinde ısrarcı oldu. Kaptanoğlu, bu çabalardan habersiz olduğunu söyleyerek
bunu “yeterli bilgi” diye izah etti.
Kaptanoğlu, Evren’in Türkeş’in kaçırılması halinde cezaevindeki ülkücülerin hepsini öldürteceğini söyledi. O açıklama ile Türkeş’in
kaçırılmasının ilgisi yoktu. Olay şöyle gelişti:
12 Eylül 2000’de Ali Kırca’nın
12 Eylül’ün 10. yıldönümü münasebetiyle bir program yaptı.
Kenan Evren, Müftüoğlu’nun yazdığı “Copların Askerleri” adlı
eserde Konsey üyelerinden birine bir şey olursa cezaevlerindekilerin hepsinin öldürülmesi emrinin verilip verilmediği sorusuna “Evet böyle
bir kararımız olmuştu ama bu sadece konsey üyeleri arasında varılan bir karardı.
Müftüoğlu bunu nereden duymuş” diye sormuştu.
Yani Konsey üyelerinden birine bir suikast yapılmış olsaydı cezaevlerindeki ülkücüler değil ülkücü, solcu, sağcı herkes öldürülecekti. Bu karar ihtilalin ilk yılında alınmış bir karardı ve o tarihlerde Türkeş
de Mevki Hastanesi’nde değil, Dil ve İstihbarat Okulu’nda tutuklu bulunuyordu.
“1980-1995 Ülkücü Hareket” dizisi belki kitap olacak. Bu dizide ülkücüler arasındaki, “kişisel” ve “siyasi çekişmelerden” uzak durduk. Günlük
siyasetin içinde de girmedik. O dönemin kahramanlarından, şu anda siyasetin aktif içinde olmayan ve tartışmayı kişiselleştirmeyen
görevli isimlerini seçtik. Büyük ilgi gördü. Biz de “gazeteler tarihin müsvettesidir” sözüne uygun bir çaba içinde olmanın memnuniyetini yaşadık.
İlginize teşekkürler, saygılar...
'ÜLKÜCÜ HAREKET' DİZİSİ İÇİN AÇIKLAMA
Sn. Metin Işık,
ÜLKÜCÜ Hareket başlıklı yazı dizinizin 8 Mart 2005 tarihinde yayınlanan bölümünde Sn. Ercüment Konukmanía atfen, Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı’ndan ayrılarak, kuracağı partide şahsımın da yer alacağı iddia edilmiştir. Sn. Konukman, “Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları ile Sadi Somuncuoğlu ve arkadaşlarının ismi geçiyordu. Ama detaylarını ben çok iyi bilmiyorum.” dediği halde, bu iddia yazının spotunda kesinmiş gibi sunulmuştur.
İddia veya kesin hüküm; ancak benim Sn. Özal’la, dolaylı veya dolaysız hiçbir
irtibatım olmamıştır. Böyle bir düşünce olduğunu da yazınızdan
öğreniyorum. Kısacası iddia benim açımdan tamamen gerçek dışıdır.
Kaldı ki, kendisiyle dünya görüşlerimiz itibarıyla bir araya gelmemiz imkânsızdı. Çünkü gerek ekonomik politikaları,
gerekse siyasi hedefleriyle mutabık değildim. Bugün de, dış politika, ekonomi, iç siyaset ve sosyal yapıdaki yozlaşma başta olmak üzere Türkiye
bütünlüğünü tehdit eden açmazların temellerinin o dönemde
atıldığı kanaatindeyim. Bu konulardaki görüşlerimi de 1985’ten itibaren çeşitli dergilerdeki
makalelerimde açık bir şekilde ortaya koydum. Değerli
kamuoyumuzun bilgilerine saygılarımla sunulur.
Sadi SomuncuoĞlu
Sadi Somuncuoğlu _ Ülkücü Hareketi
Kitaplar, uygarlığa yol gösteren
ışıklardır.