Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Sadi Somuncuoğlu Ülkücü Hareketi

 



Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.

UYARI:

 

Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...

Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki

tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran

vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görme engelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele" düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük

esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir.

Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.   web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.

Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyoruz.

Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyoruz.

Bilgi paylaşmakla çoğalır.

İLGİLİ KANUN:

5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi

bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz.

Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."

bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir.

Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görme engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp,  

Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.

Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.

Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...

Teşekkürler.

Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.

TÜRKİYE Beyazay Derneği

 

 

Sadi Somuncuoğlu _ Ülkücü Hareketi

Ülkücü Hareket 1: Türkeş’i kaçırıp vuracaklardı

Darbecilerin gözaltına aldığı liderler Ecevit Demirel ve Erbakan evlerine dönmüştü. Ancak Türkeş, hapishanede tutulmaya devam ediyordu. Derin devletin bir kesimi Türkeş’i kaçırmak, diğeri kaçmasına engel olmak istiyordu. İkincilere göre kaçırmak isteyenler daha sonra vuracaktı

12 Eylül darbesi, “vatanı kurtarma” iddiasında olanlar” ile “vatanı yıkmaya” çalıştığı ileri sürülenleri aynı kefeye koyup cezaevlerine yolladı. Ülkücü gençlik tam bir şok içindeydi. O güne kadar devletin yanında yer aldıkları bunun için can verdikleri halde, kendilerine nasıl böyle davranılabilirdi anlam veremiyorlardı

“Sokakta ne işiniz vardı? Kendinizi devletin yerine mi koydunuz?” diye soruluyordu ülkücülere Birisi şu cevabı vermişti: Evet... Çünkü devlet görevini yapsaydı sokaklar komünistlere kalmazdı. Biz Atatürk’ün nutkundan hareket ettik

TÜRKİYE, önemli iç ve dış tehlikelere maruzken onlar “Vatana ve Millete can feda” diyerek mücadeleye girdiler. Enternasyonal bazı cereyanlar, başta komünizm olmak üzere, ülkemizdeki rejimi değiştirmek ve bu yolla bölüp parçalayarak Anadolu topraklarına sahip olmayı hedeflemişti. 1980 öncesinin şartlarında bölücülüğü üstlenmiş en azgın ideoloji, diyebiliriz ki sadece komünizmdi. Ne var ki, bu çağdışı ideolojinin besleyip sokaklara saldığı Marksist, Leninist, hatta Maocu gruplar vardı ve bunların hemen hepsi silahlı eylemciliği benimsemişti.

Sokağa dökülen ve milletimizin canına, devletimizin varlığına kastetmiş terörist gruplar, siyasal iktidar anlayışının kıt ve sığ olması yüzünden sokaklarımızda âdeta fink atıyor, anarşi tanımlamasına giren her türlü eylemi pervasızca üstleniyorlardı. Bunlar başı boş bırakılamazdı. İşte kendilerini “Ülkücü” olarak adlandıran gençler, bu gerekçeyle karşı mücadeleye girdiler. Toplum, bu gençlere sahip çıkıyor ve destek de veriyordu. Genel görüntü şuydu:

Komünizmden nemalanan terörle sokakta Ülkücüler, siyasette de Milliyetçi Hareket Partisi, devletin bekası, milletin bölünmez bütünlüğü, üniter devletin devamı, kısacası devlet-i ebed müddet için mücadele veriyordu.

Karşı cephe

Sokakları eylem alanları haline getiren militanlara, ne acı ki bir kısım aydın, yazar, gazeteci, hatta bilim adamı arka çıkıyordu. Özellikle sol basın, militanların eylemlerine engel olmaya başlayan Ülkücüleri ve MHP’lileri karalıyor, MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’i kavgacı, kan akıtan, faşist görüşlü biri olarak göstermeye yelteniyordu. Bu kesime göre ülkede kardeş kanı akıtılmasının sebebi Ülkücüler ve MHP’lilerdi. Oysa çok açık ve net olarak görülüyordu ki, militanlara karşı nefs-i müdafaa yapanlar saldırgan değil, bir milli tepkiyi sergileyen insanlardı. Evet, Ülkücüler savunma yapan milli bir güçtü.

1980 askeri darbesine doğru, siyasal iktidar, kardeş kavgası diye tanımlanan sokaktaki eylemleri kesinlikle bitirmek için her türlü yasal önlemi almak çabasındayken iktidara el konuldu. Darbe, sadece ülkemizi karıştıran, devletimizi yıkmayı ve milletimizi bölmeyi hedeflemiş kızıl militanların yakasına yapışmadı, onların yanına Ülkücüleri de oturttu. Bir yanda ülkeyi komünistleştirmek isteyenler, bir yanda buna varlıklarıyla engel olanlar vardı. İnsanlık tarihinde belki de ilk kez vatanını savunanlar, o vatanı bölmek, devleti yıkmak ve rejimini değşitirmek isteyenlerle bir tutuluyordu.

Ülkücülerin, tıpkı kızıl militanlar gibi yaka paça toplanmalarının gerekçesinde yatan şu cümle dikkate değerdir. Bir yetkili, Ülkücü gençlerden birine diyordu ki:

-  Sizin sokakta ne işiniz vardı. Kendinizi devletin yerine mi koydunuz?

Ülkücü genç “Evet” diye cevap vermiş ve şunu söylemişti:

-  Devlet olsaydı görevini yapardı, sokaklar komünistlere kalmazdı. Biz Atatürk’ün gençliğe nutkundan hareket ettik...

1980 sonrası...

Aradan yıllar geçti... Araştırmacılar, çoğunlukla MHP ve ülkücülerin 1977-80 dönemini irdelemeyi tercih etti.

Ülkücü ve MHP’liler, biraz da “cürüm refleksiyle” kendilerini tam anlatamadığı gibi, belki de ömründe hiç sevmediği ve uyuşmadığı insanları sırf MHP’li ve ülkücü olduğu için savunmak zorunda kaldı.

Özetle bu tartışmalar 1980 eşiğini bir türlü atlayamadı, atlatılamadı. Aradan tam 25 yıl geçti ama takvim âdeta 1977-80’de takıldı kaldı. Sol için de aynı akıbet yaşandı diyebiliriz. Son 24- 25 yılın sağlıklı özeleştirisi ve değerlendirmesi “gerektiği gibi” yapılamadı. Oysa siyasetçi olarak 12 Eylül öncesi Alparslan Türkeş, CHP-MHP Koalisyonu’nu savundu. CHP’nin Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay’ın çabası sonuç vermedi. Türkeş ve MHP, dökülen kardeş kanını durdurmak için CHP’li Cahit Karakaş’ın TBMM Başkanlığ’ına seçilmesi için oy verdi. Olmadı. Süleyman Demirel ile görüştü AP ile aynı çatı altında “bütünleşme” dedi. O da olmadı. 12 Eylül geldi çattı.

Bir yandan birlik ve bütünlüğünü korumaya çalışan MHP ve Alparslan Türkeş, diğer yandan 1980 sonrası başlıca üç unsurla mesai tüketti:

-  Ülkücü mafya gölgesinin silinmesi

-  Afanistan’ın işgaliyle başlayan Türkiye’de yeşil kuşak projesinin ekim sahası olmaktan çıkarılması

-  12 Eylül öncesi organize siyasi cinayetler ile ilgili suçlamalar

Biz bu dizide, ülkücü hareketin 1980-1995 dönemini irdelemeye çalışacağız. Bunun için dönemin ülkücü liderleriyle birbir görüştük, görüşlerini aldık, anılarından yararlandık. Dizi boyunca bunlara yer vereceğiz. Dönemin birinci dereceden şahitleri, pek çok olayı aydınlığa kavuşturuyor. İlgiyle okuyacağınıza inanıyoruz.

Yeşil Kuşak kuşatması

ABD’nin, 1980 yılından itibaren Afganistan’ı Sovyetler Birliği’nin işgalinden kurtarmak istediği projenin adı, Afganistan merkezli Yeşil Kuşak Projesi’dir. Amaç Rusya’nın etrafına, İslami bir kuşak oluşturmaktı. MSP ve Akıncılar

tabanında yeterli “hareketliliği” bulamayan “görünmeyen” veya “derin” güçler, hapishanelerdeki ülkücülere el attı, empozelere başlandı.

Seyyid Kutup başta olmak üzere, özellikle Mısırlı din âlimlerinin kitapları kolilerle hapishanelere sevk edildi. Hapishanede olmasına rağmen, Türkeş ve yakın çevresi bu havayı görmüştü. MHP üzerindeki “radikal yeşil kuşak baskısı”, 1991-92 yılına kadar artarak sürdü.

Türkeş’i kaçıracaklar mıydı?

1983 yılında, Alparslan Türkeş’in Danışma Meclisi Çanakkale Üyesi Mehmet Pamak’a gönderdiği mesaj, elden ele dolaştı. Mesaj şuydu:

- Pamak başkanlığında Muhafazakâr Parti’yi kurun...

Muhafazakâr Parti kuruldu. ANAP tek başına iktidar olmuştu. Demirel, Ecevit, Erbakan dahil eski liderler serbest kaldı.

Ama Türkeş hâlâ hapishanedeydi. Daha doğrusu Ankara Mevki Askeri Hastanesi’ndeydi. Diş kliniği için sadece 110 defa hastaneye gelmişti. Görüşmelerini burada yürütüyordu.

Devlet, maalesef zaman zaman siyasi hesaplaşmalara da bulaştırılıyordu. Bunlardan birisi Alparslan Türkeş’in hastaneden kaçırılma planıydı. Ama Türkeş kaçmak istemedi. Alparslan Türkeş’in kaçırılma hikayesi, 2000’li yıllarda bile basına yanlış aksettirildi.

Türkeş’in damadı ve Kıbrıs’taki Mili Mukavemet Teşkilatı mensubu Hamit Homriş, Türkeş’in hastaneden kaçırılma projesini, “Devletin bir birimi Türkeş’i kaçırıp yok etmek istiyordu. Başka bir birimi de, bunu doğru bulmuyordu. Uygun görmeyenler durumu Türkeş’e anlattı. O da kaçırmak isteyenleri oyaladı” diye anlattı.

Yani Homriş’in ifadesiyle devletin içindeki bir grup, Türkeş’i belki de “kaçarken vurarak” ortadan kaldırmayı planlarken, bir kısmı da kaçırılmasını engelleyerek “hayatta kalmasını” istiyordu. Türkeş’i kaçırmak isteyenler, 1970’lerde devletle tanışan ve 1983’den sonra göreve gelen isimler arasındaydı. Kaçmasını istemeyenler de 1970 öncesi işbaşında olan kesimlerin kollarıydı. Daha doğrusu Türkeş’in eski arkadaşlarıydı.

Taşar: Ankara’dan ayrılın

1987 yılında siyasi yasaklar kalktı. Bazıları ANAP’ın içinde olan ülkücü eğitimcilerin de desteklediği bir grup, Türkeş’in, “manevi lider” olarak kalmasını istedi. Ünlü Dedeman toplantıları öncesi MHP Genel İdare Kurulu Üyeleri’nin hemen hemen hepsi Türkeş’e, “siyasete girmeyin” imasında bulundu. Haluk Pirimoğlu, Türkeş’i durumdan haberdar etti. Bu arada ANAP Genel Sekreteri Mustafa Taşar, Türkeş’i evinde ziyaret etti. Yanlış anlaşılmalara meydan vermemek adına Türkeş’ten, “Bir süreliğine Ankara’dan ayrılmasını” rica etti.

Ülkücü Hareket 2: Türkeş’in eli havada kaldı

Antalya’da tatil yaparken Başbakan Özal’ın da geleceğini öğrenen Türkeş devlet adamı olgunluğuyla beyaz şık takım elbisesini giydi ve karşılamaya gitti. Ancak Özal, Türkeş’i görmezden geldi, kendisine uzatılan eli sıkmadı

Bu hareket, ANAP içindeki “milliyetçileri” zor durumda bıraktı Özal, ANAP için istediği 10 kurucu için gelen “hayır” cevabının rövanşını alıyordu. Halbuki, Türkeş’in düşüncesi merkez sağda birliği sağlamaktı

Türkeş, güçlü sağın ANAP-DYP ve MHP’nin bütünlüğüyle oluşacağına inanıyordu. RP- MHP ittifakıyla yeniden TBMM günleri başlarken, Yazıcıoğlu Türkeş’le yollarını ayırdı. Yazıcıoğlu, artık MHP dışında siyaset yapıyordu

12 EYLÜL Müdahalesi, siyaseti darmadağın etmişti. Partiler kapatılmış, icazetli kurulanlar da “veto” tehdidi altında sınırlı bir çerçeve içinde yapılanabiliyordu. Özellikle ülkücüler, dört bir yana savrulmuştu. Kimi cezaevinde, kimi farklı siyasi arayışlar içinde, kimisi de “ekmeğini sokaktan çıkarma” çabasındaydı.

Zor günler, çok zor geçer. Zaman bir türlü geçmek bilmez. Ama zor da olsa, geçmek bilmese de, takvim yaprakları 24 saatte bir değişir. Demirel, Ecevit ve Erbakan’dan epey sonra, yargılanıp hayli eziyet verildikten sonra, Milliyetçi Hareket’in Başbuğ’u da nihayet özgür dünyaya kavuşmuştu. Kendisini cezaevinden kaçırarak vurma planları yapanların hesaplarını bozan Türkeş, sonunda tahliye edilmişti.

Türkeş, kendisine “Bir süre Ankara’dan uzak kalmalısınız” diyen Mustafa Taşar’ın etkisiyle olsa gerek, dinlenmek üzere Antalya’ya gitti. Tesadüf bu ya, aynı tarihlerde Başbakan Turgut Özal da Antalya’ya tatile gidiyordu.

Tatil köyü yetkilileri, Türkeş’e durumu haber verince, tecrübeli siyasetçi, olgun devlet adamı kimliğiyle Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın karşılamasında hazır bulunması gerektiğini düşündü. Ne var ki, beyaz şık takımı ile Özal’a uzattığı el havada kalmıştı. Özal, kendisine uzanan eli sıkmamış, üstüne üstlük sırtını dönerek gitmişti. Bu hareketle ANAP içinde kendilerini “milliyetçilik misyonu”nun temsilcileri olarak gören isimler açığa düşmüştü.

Ülkücüler, Özal’a ateş püskürüyordu.

ANAP’ın kuruluşunda Özal’ın özellikle eğitimcilerden seçilen 10 kurucu isteme pazarlığı ve Türkeş’in “hayır” cevabı dahil olmak üzere, “eski defterler” karıştırılmaya başlandı. Türkeş, ANAP kurucusu olarak 10 isim vermeyi reddettiği için Özal rövanş almıştı.

Türkeş; Mustafa Mit, Rıza Müftüoğlu ve Haluk Pirimoğlu ile birlikte Dedeman toplantısını düzenledi. Toplantıyı Şuayip Üşenmez idare etti. Mehmet Irmak hariç, MHP yöneticilerinin neredeyse tamamı Türkeş’in karşısındaydı.

Eğitimcilerin birçoğu da, “çoğunlukla” aynı fikri savundu.

Genç takım işbaşında

Taha Akyol’un dışarıdan desteklediği ve toplantılara katılmadığı Dedeman toplantısında, Ahmet Hamdi Ayan ve Selahattin Baysal grubu Türkeş’in ANAP’a geçmesini önerdi. Avni Çarsancaklı, siyasette Celal Bayar modeli önerdi.

Tarih 1985 Temmuz’u idi. Devlet Bahçeli, Mustafa Mit, Rıza Müftüoğlu, Muhsin Yazıcıoğlu, Mahir Damatlar, Muharrem Şemsek, Ali Güngör, Hasan Çağlayan, Mehmet Ekici gibi isimler, “siyasete devam”dan yanaydı. Türkeş, “mahkemelerimiz sürüyor” gerekçesiyle ortaya atılan Celal Bayar Modeli’ni kabul etmemişti. Ve MHP üst yönetimi, Türkeş’le yollarını ayırmış, bir bakıma kendisini terk etmişti. Türkeş, Ülkü Ocakları kökenlilerle yoluna davam edecekti.

Bu toplantıda ayrıca, “ülkücü mafya” suçlamasını önlemek için hapishanedeki ülkücülerle irtibat komitesi de oluşturuldu. Rıza Müftüoğlu, Mehmet Ekici, Mahir Damatlar hapishanedeki ülkücülerle ilgilenecek, kurulacak bir vakıf marifetiyle tahliye olanlara bularak sokaktan kurtarmaya çalışacaktı.

Alparslan Türkeş, 4 Ekim 1987 tarihinde MÇP (Milliyetçi Çalışma Partisi) Genel Başkanı oldu. 12 Eylül öncesi hapishanelerde başlayan “yeşil kuşak” projesi, daha net görülmeye başlandı. Radikal yeşil kuşak projesi, “ılımlı İslam

projesi”ne dönüşünce, ele geçirilecek hedef RP oldu. Bu arada Avni Çarsancaklı, Sadi Somuncuoğlu ve Nevzat Kösoğlu’nun muhalefetine rağmen, MÇP ismini değiştirdi, yeniden MHP oldu.

Siyasi birlik arayışları

RP-MHP seçim ittifakı ile 1991 yılında TBMM yolu göründü. Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları Türkeş ve MHP ile yollarını ayırdı. 1990’lı yıllarda Alparslan Türkeş’in günleri PKK ile mücadele formülü aramakla geçti. Bu arada 1991 yılında Turgut Özal, Cumhurbaşkanı olmuştu. Türkeş, Körfez krizinde Musul’u alma ve Irak’a girme siyasetinde Özal ile aynı paralelde hareket etti. Nazım Hikmet’ten şiir okuyarak, moda deyimle “ulusal sol” ile bahar rüzgârı estirdi. İtirazlara rağmen MHP, DYP-SHP Koalisyonu’na “güvenoyu” verdi.

1995’li yıllarda ise ANAP-DYP ve MHP bütünlüğünü savundu. Gerekirse tek parti olarak da yürünmesi yolunda “yeşil ışık” yaktı. 12 Eylül öncesi anarşi ve terör ortamının ortadan kalkması sebebiyle de, gerginliklerin azaldığı 1990’lı yıllarda Türkeş kamuoyunda en sivri karşıtlarının bile “sempatisini” kazanmaya başladı Ermenistan sınırının açılmasına, “Karabağ’dan çekilme şartı” ile “evet” dedi. Hatta SHP’li Esenyurt Belediye Başkanı Gürbüz Çapan’ın olaylı Ermenistan ziyaretini teşvik etti. Türk siyasetinin duayenlerinden olan Alparslan Türkeş, 1980 sonrası siyasetiyle MHP’nin bugünkü “değişiminin ve dönüşümünün” temellerini de attı. 1980 öncesi eğitimciler Namık Kemal Zeybek, Ramiz Ongun, Türkmen Onur, Muhsin Yazıcıoğlu, Yılma Durak, Sami Bal, Nurettin Taşar, Abdullah Kılıç, Mehmet Göktolga, Mehmet Ali Özgüven, Abdullah Alay, Ömer Haluk Pirimoğlu, Mustafa Öztürk, Hasan Sabri Erdem, Seyfi Apaydın, Himmet Kayhan, Rıza Müftüoğlu, Hakkı Duran, Lokman Abbasoğlu, Mehmet Şandır, M. Ali Özgüven, Abdullah Kılıç, Musa Serdar Çelebi, Faik İçmeli, Yılmaz Saka, Mehmet Göktolga, Ahmet Güzel, Hakkı Şafakses.

Yazıcıoğlu: DYP-SHP koalisyonu bizi ayırdı

“DEP’liler SHP’nin içindeydiler Bu ortaklığa güvenoyu vermek demek PKK’ya oy vermek demekti”

BİR dönem, Devlet Bahçeli ile birlikte merhum Alparslan Türkeş’in veliahtı olarak gösterilen Muhsin Yazıcıoğlu, MHP ile yollarını ayırdıktan sonra, Büyük Birlik Partisi’ni kurdu. Halen BBP’nin Genel Başkanı...

Yazıcıoğlu, MHP’den koptuğu günleri ve sebeplerini şöyle anlatıyor:

Gündeme MHP ile RP’nin ittifakı gelmişti. Bununla ilgili bir proje hazırlandı. Projeye rahmetli Kasım Gülek bile destek veriyordu. Herkesin endişesi, devletin içindeki bir takım unsurların bu ittifakı sabote edebileceği yönündeydi. O tarihlerde rahmetli Türkeş Bey’in Kocatepe civarında kullandığı bir bürosu vardı. İlk kez orada buluşuldu. O toplantıda Mehmet Irmak ve Rıza Müftüoğlu da bulundu. Bir süre sonra Erbakan, yanında iki kişiyle birlikte geldi. Konu ele alındı, barajın yüksekliğine takılmamak için ittifakın şart olduğu üzerinde hemfikir olundu. Anayasa, partilerin ittifak kurmalarına engeldi, bunun için formül aranması kararlaştırıldı. Bu sürece İDP (İslahatçı Demokrat Parti- Şimdiki adı Millet Partisi) de katıldı.

İttifak kalıcı mı?

O günlerde, kurulduğu takdirde bu ittifakın kalıcı olup olmayacağı zihinlerde cevap arıyordu. Yazıcıoğlu, bu konudaki soruları cevaplarken “Adı geçen toplantıda kalıcı bir ittifak anlayışı yer almamıştır” diyor. Sonuçta MHP, RP ve İDP ortaklığı Meclis’e girdi. İttifak 19 MHP’liyi Meclis’e taşıdı. Kalıcı bir ittifak üzerinde uzlaşılmadığı için, bir süre sonra ittifak Meclis içinde çözüldü, alınmış olan yüzde 16 oy da böylece parçalandı.

Yollar ayrılıyor

BİR süre sonra oluşan SHP- DYP ortaklığına güvenoyu verilip verilmeyeceği tartışması, MHP’de ayrılık rüzgârlarının esmesine vesile oluyordu. Muhsin Yazıcıoğlu, şunları söylüyor:

DEP’liler SHP’nin içindeydiler. Bu ortaklığa güvenoyu vermek demek, PKK’ya oy vermek demekti. .Biz oy vermesek de koalisyon güvenoyu alacaktı. Bu ortaklığa güvenoyu veremeyeceğimizi Türkeş Bey’e söyledim, o sırada birlikte düşünen dört arkadaştık. Başbuğ’a, ‘Oylama sırasında izin verin dışarı çıkalım’ dedim. Kolumdan tuttu, ‘hayır’ dedi. O zaman bir kağıda istifamı yazıp Başkanlığa gönderdim. Türkeş Bey bazıları tarafından, kendisine güvenmediğim yönünde şartlandırılmak istenmiş. Bunu öğrenince güvensizlik beyanımın hükümete dönük olduğunu bir mektupla anlattım. Sonuçta ayrılmak zorunda kaldık.

ıÜüÜlkücü Hareket 3: İstifa dilekçemi Türkeş yırttı

DYP-SHP Koalisyon hükümetine güvenoyu vermemekte ısrar eden Muhsin Yazıcıoğlu’nun koluna giren Türkeş Meclis Genel Kurulu’na soktu ve yanına oturttu. Ancak Yazıcıoğlu SHP’deki DEP’lileri hazmedemiyordu

Meclis'te açık oylama yapılıyordu. Türkeş “Evet” yanında oturan Yazıcıoğlu “Hayır” diyecek ve ilginç bir görüntü oluşacaktı. Yazıcıoğlu “Efendim izin verin çıkayım” dedi. Türkeş kabul etmedi

Bunun üzerine Yazıcıoğlu, bir kâğıda milletvekilliğinden istifa dilekçesi yazdı. Türkeş çok sinirlenmişti. Dilekçeyi yırttı. Yazıcıoğlu ve üç arkadaşı genel kurul salonunu terkedince, kopma kaçınılmaz olmuştu

MHP’NİN Meclis’te 19 olan sandalye sayısı, Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının ayrılması üzerine 15’e indi, sonraki bir katılımla 16’ya çıktı. Bu arada Yazıcıoğlu ve arkadaşları herhangi bir partiye katılmak yerine Büyük Birlik Partisi adı altında bir parti kurdular. Hilal ve gül motiflerinin yer aldığı parti amblemi yeni bir çatının işareti oldu. Ancak şimdi biz, BBP’nin kuruluşundan önceye, Yazıcıoğlu’nu kopmaya götüren sürece dönelim yine.

Dizinin önceki bölümlerinde belirttiğimiz gibi, ülkücü camia içinde bazı isimler, Türkeş’in MHP’nin başına geçmemesi ve partilerüstü kalması yönünde telkinlerde bulunuyordu.

Yazıcıoğlu, o günleri anlatıyor:

-  Ben cezaevinden çıktıktan sonra Anadolu’yu karış karış gezdim. Bu gezilerim sırasında ülkücü hareketin ciddi anlamda dağınık olduğunu gördüm. Kimi ANAP, kimi DYP içerisinde yer almış, kimileri Milliyetçi Çalışma Partisi’ni kurmuş ve onun içinde yer almış. Kimileri de bu kuruluş dönemini benimsememiş. Tam tatminkâr olmamış. Dolayısıyla o sürecin dışında kalıp hâlâ arayışlarını sürdürüyor. Kimileri de tamamen siyaset dışı kalmış, siyaseti küçümsüyor, onu basit insanların yaptığı işler gibi görüyor. Dolayısıyla siyaset dışı tasavvuf hareketlerine katılmış durumdaydı. Böyle bir dönemdi 1987’nin sonları. Tabii ki, hareketin hukukunu lider temsil eder. Lideri yok sayarak hareketi toparlamak, lideri dışlayarak hareketin birliğini sağlamak mümkün değildir tezini ben savundum...

Sayın Devlet Bahçeli de aynı görüşteydi sanırım...

-  Evet, biz aynı şeyleri savunduk. Ben de o zaman bunu ifade ettim. Tabii ki, liderle ilgili bir takım politik anlayışı, fikri çizgisi, uygulamalarıyla ilgili farklı yorumlarınız, değerlendirmeleriniz olsa bile, bunu içselleştirerek birliğe giden yolun mutlaka liderin etrafında olması gerektiğini savunursunuz,

ben de öyle yaptım. Benim görüşüm buydu. O sebeplede MÇP’nin içinde yerimizi aldık.

10 günlük evliyken Anadolu’ya çıktım

Hareketin toparlanması için de ben elimden geleni yaptığıma inanıyorum. 10 günlük evliyken en az onbeş gün evime dönmemek üzere valizimi hazırlayıp Karadeniz’den, Doğu’ya, Güneydoğu’ya kadar her yeri gezip dolaştım. Bir sinerji oluşturuldu. Yeniden bir toparlanma oldu ve hareketin bir noktada cazibe merkezi haline gelmesi gerekiyordu. O yönde çaba gösterdik. Tabii MHP’nin kendi asli unsurları içinde Türkeş Bey’in siyasete girmemesi konusunda talepler vardı.

12 Eylül öncesi birlikte siyaset yaptığı arkadaşları değil mi?

- Tabii... O arkadaşlar içerisinde GİK üyeliği yapmış kişiler, o zaman MÇP’nin bu şekilde devamından yana olmayanlar vardı. Bunlar başka bir siyasi partinin içinde oldukları kadar, hiçbir siyasi partinin içinde olmayanlar da vardı. Bu yönde yoğun tartışmalar oldu. Dedeman toplantıları benden daha evveldir. Ben cezaevinde olduğum sırada avukat arkadaşlarımız gelerek, dışarıda bir takım siyasi arayışların olduğunu, hatta bu yönde kamplaşmalara dönük organizasyonların bulunduğunu, gelişmelere benim nasıl baktığımı, ne dediğimi öğrenmek istediklerini söylediler. Hatta ne diyorsanız, biz de dışarıda o istikamette çalışmalar yapalım diyenler olmuştur. Ancak ben şunu söyledim, dışarıda hareketimizin yetkin unsurları var. Dışarıda olan arkadaşlarımız bir araya gelip tartışıp değerlendirirler, bir karara varırlar. Varacakları kararlar birlik beraberlik içerisinde olmalı. Bunun ötesinde ben özel bir şey söylemem. Benim işim cezaevindeki arkadaşların birliğini sağlamaktır. Onların hukuki, ekonomik sorunlarını sağlamaktır. Dışarıdaki gelişmelere buradan müdahale etmeyi saygısızlık olarak görürüm dedim.

Dedeman toplantılarında bu hareketin içinde eğitimcilik görevinde bulunmuş, ocaklarımızda, teşkilatlarımızda bir araya gelmiş arkadaşlar yer aldı. Ciddi çelişkiler, tartışmalar olmuş. Aslında önemli bir arayış dönemidir. Biz o zaman, ifade ettiğim gibi arkadaşlarımızla, ülkü ocaklarının, gençlik kollarının genel başkanlığını yapmış arkadaşlarla bir araya gelip, birlikte MÇP’ye girme noktasında buluştuk. Rahmetli beni davet etti. ‘Arkadaşlara söyle, partiye aktif olarak girsinler’ dedi.

O dönemde rahmetli Türkeş’in velihatı olarak Muhsin Yazıcıoğlu ve Devlet Bahçeli gösteriliyordu. Ama siz bir mesafe koydunuz. Soğukluk oldu. Nasıl ve neden oldu bu?

Veliaht diye kapak yaptılar

Türkeş Bey bizi davet edince, ‘Efendim benim arkadaşlara söylemem yanlış anlaşılabilir. Zatıâlinizin doğrudan daveti olsun’ dedim. Burada o arkadaş çevresinin bir temsilcisi gibi konuma düşmeyi doğru bulmadığımı ifade ettim. Kendisinin söylemesinde yarar olduğunu ifade ettim. Buna rağmen arkadaşlarımıza hem ben söyledim, hem de kendisi söyledi. Partiye katılıp ciddi çalıştık. Üzerime düşeni en ileri seviyede yaptım. Arkadaşlarımız da yaptılar. Bir müddet sonra kongre oldu. Bazı dergilerde halef selef diye yazıldı. Türkeş Bey’in halefi Muhsin Yazıcıoğlu denildi. Bazı dergilere kapak konusu oldu. Fotoğraflarımızla birlikte. Bunlar bünyede bir takım rahatsızlıklara yol açtı. Bu benim istediğim, yazdırdığım bir şey değil. Hatta ben bunun böyle anlaşılmaması için gayret sarf etmiş birisiyim. İşte o arada bir büyük kurultay oldu. O kurultayda arkadaşlarımızla yan yana oturup her birimizin ismi okunduğunda salonun coşkusunu artırmak, bir ihtiyaç olduğu halde, o günün şartlarında biz bunun bile olmaması için gayret ettik. Niye bazı büyüklerimizde bizi uyarmışlardır. Büyük kurultayda kitlenin bize yönelik ciddi ilgisi oldu. Hatta Cumhuriyet gazetesinde, Muhsin Yazıcıoğlu tezahüratın devam etmesini önlemek için yerinden kalkmadı diye yazıldı. Bu gazetenin bile fark edeceği bir

ilgi yoğunluğu oldu. Bunun üzerine, ‘Senin işin bundan sonra zor’ dediler. Niye çünkü bundan sonra bu dengeyi çok sağlıklı götürmek zorundasın dediler. Ben de o dengeyi sağlıklı götürmek için elimden geleni yaptığıma inanıyorum. Fakat sürekli bir şey oldu. O kurultayımızdan sonraki ilk yapılan MYK toplantısından önce dedi ki, ‘Yönetim ikilik kabul etmez. Onun için bazı gazetelerde, dergilerde, halef selef yazıldı. Bu istismara yol açıyor. Genel Başkan Yardımcısı olarak yazmalıyız’ dedi. Ben de genel başkan yardımcılığı diye bir talebimin olmadığını, bunun gazetelerde böyle yayınlandığını söyledim. Tabii bir gelişme... Herhangi bir sıfatım olmadan harekete hizmet edebilirim. Müsaade ederseniz merkez yürütmede kalıp, divanda görev almayayım dedim. Ve görev almadım. Onun tefarruatı çok da................ Toplantıda diğer bazı arkadaşlarımıza teklif edildi, onlar da görev almadı.

Kimler mesela?

- Mustafa Mit, Abdurrahim Karakoç gibi... Bu arkadaşlarımızın bir çoğu da görev almadılar. Yâni bir gedik açıldı o günden itibaren. Bu niye açıldı. Böyle bir niyetim, parti içinde ayrı bir organizasyonun olmadığını, Türkeş’e rağmen bir iddia içerisinde olmadığımı, bu tür bilgiler geldiği zaman bana sorulmasının daha sağlıklı olacağını söyledim. Bunları söyledim. Bana, boşver bunlara aldırmayalım, işimize bakalım denildi. Çok ciddi şeyler kendiliğinden yaşandı. Adana’ya gittim. Teşkilat daveti üzerine. Milletvekiliydim. Adana’da bir konvoy yapmışlar bana, 50- 60 araba var. Bir arabanın önüne Muhsin Yazıcıoğlu diye yazılmış. Gidip konferans verdim. Ankara’ya döndüğüm zaman Mehmet Eke, o da kendi görüşü değil belki, aracı olarak çevresine söylüyor. Orada lider gibi karşılanmışsın. Ben de onlara, ben bu partinin Genel Sekreter Yardımcısı’yım, milletvikiliyim. Bir ile gittiğimde eğer bu partinin milletvekili, genel sekreter yardımcısı konvoylarla karşılanıyorsa bundan mutluluk duymanız lâzım dedim.

SHP-DYP koalisyonu oluşmuştu. O zaman DEP’liler SHP’nin içinde. Ben böyle bir koalisyona oy vermeyi içime sindiremediğimi söyledim. Oy vermeyeceğimi ifade ettim. Bazı arkadaşlarımızın böyle bir düşünceleri oldu. Bu koalisyona güven oyuyla destek vermeyelim. Ancak koalisyon oluşur. Bizim oylarımız olmasa da koalisyon kurulabiliyor. Faydalı olanlarda destek veriririz, olmayanlarda vermeyiz. Ama böyle toptan bir irademizi bu hükümetimizin yanında koymayalım. Meydanlarda SHP’ye verilen her oy PKK’ya verilmiş demektir diye propaganda yaptık. Burada SHP’nin iktidarına oy verirsek bu çelişki olur. Vicdani olarak da doğru bulmuyorum. Tabii bu görüş ayrılığı................................................................... Türkeş Bey farklı düşündü, ben farklı düşündüm. Bu hükümete dört kişi güvenoyu vermedik. Rahmetli ısrar etti. Hatta benim kolumdan tutarak Meclis’in içine girdik. O zaman oylamalar işaretle, açık bir şekilde yapılıyordu. Oylama başlarken yan yana oturuyorduk. Ben o arada kendisine, efendim ben bu hükümet güvenoyu veremem. Beni anlayışla karşılayın. Kendime olan saygımı kaybedemem. Bana müsaade edin dışarıya çıkayım. Bunun gerekçesini de hareketimize zarar vermeyecek şekilde ifade edebilirim. Yan yana duruyoruz. Siz kabul diyecekiniz, ben ret diyeceğim. Bu yakışmaz. Şık da olmaz. Müsaade edin çıkayım. İznini almak istedim. Hayır, dedi kalınıp, kabul oyu verilecek. Ben de ‘C-5’te işkence görmekten daha beter bir psikoloji içerisindeyim şu anda. Ben böyle birşeyi asla kabul etmeyeceğim’ dedim. ‘Duygumu iyi anlayın diye söylüyorum. Müsaade edin.’ Buna rağmen ‘Hayır’ dedi. ‘Öyleyse bu siyaseti yapamayacağımı anlıyorum ve milletvekilliğinden istifa ediyorum’ dedim. Oradan bir kâğıt aldım, TBMM Başkanlığı’na hitaben, istifa ediyorum diye yazıp imzaladım ve gönderdim. Bunlar Meclis’in genel kurulunda oluyor.

Bunlar basına yansımadı...

- Tabii yansımadı. Ama bizim içimizde biliniyor. Türkeş Bey benim istifa dilekçemi yırtıp çöpe attı. Bunun üzerine arkadaşlar bana gelip, ‘Niye istifa ediyorsun, hadi dışarı çıkalım’ dediler. Beraber dışarı çıktık. Biz dışarı çıkınca MÇP’den dört kişinin güvenoyuna katılmadığı yansıdı. O zaman 19 kişiydik. Bunu parti içindeki unsurlar MHP’ye, Türkeş’e güvenoyu vermedim diye

ısrarla yansıtmaya çalıştılar. Halbuki ben hükümete güven vermedim. Demokratik bir hakkımı kullandım. Daha öncesinde Genel Başkan’a bu hükümete güven oyu vermenin mahsurlarını anlattım. Kendisi de faydalarını anlattı. Milletvekilleri bir araya gelip grup toplantısı yaptığımızda da çoğunlukla güvenoyu verilmesine karşıydı arkadaşlarımız. Çoğunluk olarak. Ama rahmetli, “yanlışta da beraber olacağız” deyip kalkıp gitti. “Bu konuyu tartıştırmak istemiyorum” dedi.

Ankara İl Kongresi krizi

Ankara il kongresinde tavır koyduk. Bu saygısızlık çerçevesinde değil. Gösterilmek istenen adayı benimsemediğimizi, onun karşısında başka bir adayın daha faydalı olacağını Türkeş Bey’e ilettik. Gizli saklı değil dedik. Aday çıkardık. Allah rahmet etsin Hasan Basri Erdem’i çıkardık. 25 ilçenin, 24’ü teklifimizi imzaladı. O kongreyi Türkeş Bey kabul etmedi. Salonu terk etti. Çok öfkelendi. Gitti sonra biz yine genel başkanımız bunu kabullenmedi, bir bölünmeye meydan vermeyelim, bir sıkıntıya meydan vermeyelim. Madem ki kabullenilmedi, bu arkadaşlarımızı istifa ettirelim dedik. Görevlerinden istifa ettirdik. Kongreyi kazanmalarına rağmen. Kendisi de bize divanda böyle olması lazım dedi. İmzalandı. Yarım saat sonra yeni toplantı yapıldı. Türkeş Bey istedi denildi. Bütün sonuçlarıyla bu kongrenin fesh edilmesi lâzım. Halbuki istifa etmişler. Bunun üzerine ben şerh düştüm karar defterine. Bazı arkadaşlarımız da şerh düştüler. Çünkü divan başkanlığı yapmış bir arkadaşımız bu kongre usulsüz diyemezdi.

ıÜüÜlkücü Hareket 4: Ülkücü, ülküyücü vursun istemedim

Yazıcıoğlu’nun DEP’lileri barındırıyor diye DYP-SHP Koalisyonu’na güvenoyu vermemesi, Türkeş yönetimindeki MÇP’de gerginlik yarattı. Yazıcıoğlu’nun davetli olduğu toplantılar iptal edildi, dergi binası basıldı

Yaralılar vardı. Yazıcıoğlu hastane kapısında sonradan adı MHP olacak MÇP’den istifasını açıkladı. Yazıcıoğlu, bu kopuşta dış kaynaklardan çok, iç mekanizmaların etkisi olduğuna inanıyor. “O gün istifa etmesem koridorlarda başka şeyler olurdu” diyor

ALPARSLAN Türkeş’in bütün ısrarına rağmen, Muhsin Yazıcıoğlu ve üç arkadaşı, genel kurul salonunu terkederek DYP-SHP Koalisyonu’na güvenoyu vermedi. İpler bir anlamda kopmuştu. Ama Türkeş, Yazıcıoğlu’nun milletvekilliğinden istifa dilekçesini yırtıp çöpe attığı için, henüz ayrılma sözkonusu değildi.

İyi de Türkeş, aralarında DEP’lileri de barındıran bu koalisyona neden destek için o kadar ısrar ediyordu?

Yazıcıoğlu anlatıyor:

- Güvenoyu verilmesiyle partinin daha avantajlı hale geleceğini düşünmüş olabilirdi. Kadroların değerlendirilmesi, işsiz arkadaşlarımızın iş bulması açısından. İdeolojik olarak bu hükümet DEP’lilere mahkûm hale gelmesin gibi bir gerekçe de vardı. Tabii ben de diyorum ki, güvenoyunu biz vermesek bile hükümet yeterli sayıya sahip. Türkiye’nin çıkarlarına uygun olan her hareketi destekleyelim. Bizim fikriyatımıza uygun olan. Ama ben toptan irademizi böyle bir iktidara vermeyi doğru bulmuyorum. Bu bir görüş. O zaman Seyfi Oktay Adalet Bakanı’ydı. Bu bakanlığın böyle bir zihniyetin eline verilmesinin mahsurlarını anlattım. En az 30 yıl bunların ektiği tohumları tarladan temizleyemeyiz dedim. Dolayısıyla bu zihniyetin mesuliyetini almamamız gerektiğini düşünüyorum. Tabii on yıl sonra Türkiye cezaevlerini yıkarak teslim almak zorunda kaldı Moğultay. Beş bin yeni kadro aldı.

Ben güvenoyu vermeme kararını alırken tek başıma almadım. Arkadaşlar da karar alırken kendi kendine almadılar. Tabanın, teşkilatların talebiydi bu.

Bu davranışınız sonrasında size karşı tavır değişti galiba. Bazı tatsız olaylar da yaşandı...

Dergiye baskın

- Ciddi bir gedik açıldı. Anadolu’dan bizimle ilgili yapılmış programlar merkezden iptal ettirildi. Yaptırımlar, planlar başladı. Açık bir şekilde istifaya zorlandık. Önceden programlanmış davetler iptal ettirildi. İller iptal etmedi. Bazı yerler buna rağmen davetleri devam ettirdiler. Bu programları yaparken, parti içine yönelik bir program değildi. İç çelişkileri gündeme taşıyan toplantılar değildi. Normal konferanslardı. Türkiye’nin genel sorunlarını tartışıyorduk. Sonra da çıkarılan bir dergi vardı. O derginin genel merkez idarehanesi basıldı, orada silah kullanıldı. Baktık ki ülkücü ülkücüyü vursun, ülkücü ülkücüyle kavga etsin. İşin demokratik zarafet ölçüsünden çıktığını görünce o gün istifa ettim. Önceden parti içinde bir organizasyon yapalım ve bu bir bölünme noktasına getirsin, ondan sonra da yeni bir siyasi parti organizasyonu bunun içinden çıkartalım diye planlanmış progamlı olarak getirilmiş bir nokta değildir. Şartlar sürükleyip getirdi.

Ve BBP kuruldu... Partinin kuruluşu Türk milliyetçiliğinden vazgeçiş, İslâm’a yöneliş değil ama ideolojisi ne oldu?

- Parti içinde nüanslarımız zaten vardı. Bu 1970’li yıllardan beri gelen...

İlk konuşmalarınızda gönüldaşlarımız demeye başladınız. Hilalin içine gül konuldu. Bunların anlamı neydi?

İç unsurların tezgâhı

- Bunların hiçbirinden vazgeçmedim. Başından beri gönüldaşlarım, ülküdaşlarım diyorum. Bu arada Türk İslâm ülküsü diye ifade ettiğim doğru terkibi, bana göre ne soyumdan, ne de dinimden endişem var. Ne de artık demokrasiyle ilgili bir problemim var.

Dolayısıyla, soyumu, dinimi, demokrasiyi iç içe haleler şeklinde uyumlandırmak ve oradan milletimize bir çıkış yolu bulmak doğru bir yoldur diye bakıyorum. Burada programlı bir şekilde, oradan bir kopuş sağlayalım, oradan da bir siyasi parti kuralım diye düşünmedim. Bir yerde parasal kaynaklarını ayarlamış sermayeyle ilgili bir takım yerlerden destekler almış veya öz sermayeden destekler alıp birşeyi kurmuş değilim. Tamamen naturel bir harekettir BBP. Orijinaldir. Bize aittir. Geçmişimize, köklerimize dayanan, samimiyetle savunan bir harekettir. Her şey doğru yapıldı, hiçbir yanlışı yoktur demiyorum. Fani olan insanların her zaman yanlışları olur. Eksiklikleri vardır. Biz de insanız, şartlar neyi getirdiyse onu yaptık. Ama ne yaptıysam inanarak yaptım. Ona o gün inanarak yapıp, söylemişimdir. Arkadaşlarımızla beraber samimiyetle söyledik.

Arkamızda başka güç aramak, iftira ve hayalperestlik olur. Biz biziz. 1968’lerde genç ülkücüler teşkilatında Muhsin Yazıcıoğlu neye inanmışsa, o zaman neye varsa BBP’yi kurarken de ona inanmıştır ve devam ettirmiştir. Dolayısıyla eksik varsa bizimdir. Yanlış varsa bizimdir. Doğru ise bizim doğrumuzdur. Bir başka mahfilin bize dayattığı, oluşturduğu ve yönlendirdiği bir iş değildir. Ama birşey vardır MHP’den kopuşumuzda dış unsurlardan daha çok iç unsurların tezgâhı olabilir. Ona birşey demem.

Nasıl yani?

- MHP’nin kendi içinde Yazıcıoğlu ve arkadaşları kopsun diye bir gayret olmuş olabilir. Bu gayretin katkıları olmuş olabilir. Bu yönde zorlanmış olabiliriz. Şartların o şekilde oluşması için belli çabalar olabilir. Bunlara bir şey demiyorum. Ama ne yapmışsak kendimize inanarak yaptık. O gün istifa etmemiş olsaydım o zaman MÇP’nin kapısında ve koridorlarında başka şeyler olurdu.

Ne olurdu mesela?

-  Çok tatsız ve üzücü şeyler olurdu. Bizden kaynaklanmazdı ama bizi de zorlayıcı şeyler olurdu. Neticede biz hastahanenin kapısında istifamızı açıklamışız.

Yaralılar ortada. Olay var. O günkü psikoloji ile biz artık bu burada demokratik iç mücadele olmaktan çıktı. Öyleyse herkes yoluna.

Ben kendimi çok yürekli insan olarak bilirim. Ama ülküdaşımla kavga ederim, kendimi çok dayanıklı, dirençli olarak bilirim, ama ülkücünün ülkücüyle kavga etmesine hiçbir zaman rıza göstermedim. Bu bir dayanıksızlık veya acziyet değil. Ülkücünün ülkücüye şiddet unsuru kullanarak iç mücadeleye razı olmadım. Olmam da. Çünkü onun telafisi mümkün değil. Müsade de etmedim. Aslında ayrılış ve kopuş böyle bir hassasiyetinde sonucudur. Tarihi olayların o tarihin şartları içerisinde değerlendirirsek doğru yaparız. Bugüne getirirsek yanlış yaparız.

Yazıcıoğlu ve arkadaşları bugün ayrı bir parti çatısı altında mücadelelerini sürdürüyor. Ancak milliyetçi-ülkücü insanlar arasında ayrı gayrı olmaması gerektiğini savunmaya devam ediyorlar:

-  Ülkücüler, farklı partilerde, farklı siyasal yöntemler izleseler, hatta farklı organizasyonlara sahip olsalar da, önce birbirlerinin hukukuna saygı göstermelidirler. Arkadaşlık, mazi birliği ve ülküdaşlık bunu gerektiriyor.

Bugün de beklentimiz odur. Ülkücüler birbirlerine sahip çıkmalı, sezgilerini ve çabalarını geliştirmeli. Bu görüşümüz devam ediyor, Ülkücünün ülkücüye küslüğünü, şiddet unsuru kullanmasını, birbirinden kopmasını asla bağışlamıyoruz ve buna izin vermiyoruz.

Rıza Müftüoğlu anlatıyor: Yeşil Kuşak, ABD ve İngiliz tezgâhı

Bu iddianın sahibi, Türkeş’in yakın çalışma arkadaşlarından Rıza Müftüoğlu... Türkeş, MHP’yi dini esaslara daha da yakınlaştırmayı amaçlayan bu proje ortaya atıldığında, Esad Coşan Hoca’ya Müftüoğlu ve Naci Memiş’i gönderiyor.

MİLLİYETÇİ Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve Erzurum Milletvekili olarak özellikle 1980 sonrası Alparslan Türkeş’in uzun süre çok yakınında bulundu. Bu yüzden birçok siyasal gelişmenin de yakın tanığı oldu. Müftüoğlu, bugün aktif siyaset yapmıyor ama milliyetçi bir siyaset adamı olarak siyasal zeminde olan biteni yakından gözlemliyor.

Müftüoğlu, bazılarına göre Türkeş Bey’in bir dönem en mutemet yakını... Bazı MHP’liler ise buna itiraz ediyor, “O da Başbuğ’un yardımcılarından sadece biriydi” diyor. Öyle veya böyle, sonuçta Müftüoğlu, Türkeş’in çalışma arkadaşlarından biri olarak pek çok olayın, belki de bir dönemin canlı ve yakın tanığı...

Rıza Müftüoğlu’na Yeşil Kuşak Projesi gündeme geldiğinde, Türkeş’in ve MHP’nin ne gibi zorluklar yaşadığını soruyoruz. Müftüoğlu, şunları anlatıyor:

- 1985 ile 1992 yılları arasında mütedeyyin kesimin tabanına, ülkücülerin aktif biçimde yerleştirilmesi çabalarının Yeşil Kuşak Projesi olarak gündeme taşınması herkesi şaşırttı ve ürküttü. Bunu öğrendiğimizde Türkeş Bey, özellikle Esad Coşan Hoca ile görüşmemi istedi. Naci Memiş arkadaşımla birlikte Coşan’a gittik. MHP’nin ve MHP’lilerin İslami yönünün ne kadar kuvvetli olduğunu anlattık, buna rağmen dine yönelmek yolunda sıkıştırıldığımızı söyledik. Biat konusunda Necmettin Erbakan ile yolları ayrılmış olan Esad Coşan Hoca’ya MHP’nin din işlerini din adamlarına, devlet işlerinin de devlet adamlarına bıraktığını, iktidara geldiğimizde bundan asla vaz geçmeyeceğimizi, iki tarafın da birbirlerinin görevlerine müdahale etmelerine izin vermeyeceğimizi uzun uzun anlattık. O tarihten sonra Hoca’nın damadının sık sık partiye gelip gitmesi ise yeni bir sıkıntı doğurmuştu.

Yeşil Kuşak ve Yazıcıoğlu

YEŞİL Kuşak Projesi’ni kimin yürüttüğü bugün dahi tartışma konusudur. Rıza Müftüoğlu, “Bu projeyi Muhsin Yazıcıoğlu ve ekibi mi yürütüyordu?” sorusuna şu cevabı veriyordu:

- Sayın Yazıcıoğlu bizim çok değerli bir arkadaşımızdır. Arkadaşlarıyla birlikte bizden ayrılmış olmasının sebebi içinde Yeşil Kuşak Projesi’nin asli unsur olduğu söylenemez. Esasen Yazıcıoğlu arkadaşımız, MHP’den kopma sebebini bugüne kadar inandırıcı bir ifadeyle açıklayabilmiş değildir. Yazıcıoğlu’nun anlattığı ayrılış nedeni, bir kitle partisinde geçerli bir sebep olabilirdi ama MHP içinde asla geçerli bir sebep değildi. Öyle sanıyorum ki değerli arkadaşımızı oyuna getirmek istediler.

Müftüoğlu, Yeşil Kuşak Projesi’nin dışarıdan desteklendiğini, özellikle ABD ve İngiltere tarafından tezgâhlandığının anlaşıldığını belirtiyordu. ANAP’ın kuruluşu aşamasında Turgut Özal’ı gizlice ziyaret eden bir Yahudi profesör, Washington’un ve Londra’nın ortak talimatı olan “Faydacılık Akımı”nı anlatarak, Özal’dan partisini bu akıma dayanarak kurmasını istedi.

Faydacılık Akımı’na göre solcular ve sağcılar da partiye alınacak, ANAP dört eğilimli parti haline getirilecek, keza bu gruplara mensup olanlar holdinglere, basın kuruluşlarına yerleştirilecekti. Hem de tam bir uzlaşı içinde. Onları uzlaştıracak olan da, nimetlerden faydalanmaktı. Böylece Türkiye ABD’nin istediği gibi terörden uzaklaşmış bir ülke olacaktı... Yeşil Kuşak Projesi de faydacılık akımı gibi dış kaynaklıydı.

Rusya’nın Afganistan’ı işgal ettiği ve başarısız olduğu için çekilmeye karar verdiği günlerde, bölgeye bir daha egemen olmamasını isteyen ABD, Müslümanlar’ın güçlenmesinden yana gözüküyordu. Bu amaçla Türkiye üzerinde oynamayı sürdürüyordu. MHP’nin dinci bir parti olmasını sağlamanın en akılcı yöntem olduğunu düşünen Amerika, aynı günlerde sonradan başına bela olacak Usame Bin Ladin’e de destek veriyordu. Rusya’ya karşı İslam, Washington’un projelerinin mayası olmuştu. MHP’yi hedef alan Yeşil Kuşak Projesi’nin amacı ve kapsamı buydu. Cezaevinde yatarken milliyetçilik yerine ümmetçiliği seçmeye yüz tutan az sayıdaki ülkücü, bu projeye çok olumlu yaklaştı. Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının MHP’den ayrılmalarının nedeni bu proje değildir, ama ayrılığın sebebi hep bu proje sayıldı.

Bu projenin varlığından Turgut Özal’ın haberinin olduğu da sonradan yakınları tarafından belirtildi. Müftüoğlu bunları anlatırken Yeşil Kuşak Projesi’nin kimse fark etmeden kardeşi kardeşten ayırdığını da kaydediyordu.

ıÜüÜlkücü Hareket 5: 5 trilyonluk batık çek senet sektörü

Yazıcıoğlu, 1987 itibariyle verdiği bu rakamın, yüzde 50 ile çalışan tahsilat âlemi için cazibe yarattığına dikkat çekiyor. Kirli işlerle para sağlayan PKK’ya karşı, belli kesimlerin “yol vermesi”yle cezaevinden yeni çıkmış, kamuda çalışma yasağı getirilen gençler, bu alana yönlendiriliyor

ÜLKÜCÜ Mafya tanımlaması, yıllarca bir kısım medyanın pek de severek kullandığı bir ifade oldu. Bıyıklarını sarkıtıp, kollarını iki yana açarak yürüyen pek çok sokak kabadayısı da bu ifadenin ardına sığınıp yasal olmayan eylemlerin içinde oldu. Bazı görüşler, ülkücü mafya diye tabir edilen zemini, dönemin iktidarı veya sistemi tarafından MHP’yi küçük tutma noktasında bir organize hareket olarak değerlendiriyor.

Hapishaneden çıkmış ve işsiz kalmış gençlerin çek senet işi takibinden ziyade, mafyalaştığı iddialarını soruyoruz Muhsin Yazıcıoğlu’na. Şöyle konuşuyor:

- Bu söylediklerinize katılıyorum. Yâni 1970’li yıllarda biz sokakta bir ülkücü gördüğümüz zaman, kim olduğunu araştırmaksızın, sadece rozetiyle onu benimser kucaklaşırdık. O anda her şeyimizi emanet eder, herşeyimizle ona teslim olurduk. Çünkü ülkücüyü, aşkın değerler adına hareket eden, kendisini milletine, vatanına adamış, şahsi ikbal, istikbal ve kişisel çıkar ilişkilerinin içerisinde olmayan insan olarak görürdük. Dolayısıyla ben, gece yarısı yatağımdan çok kaldırıldım. Arkadaşlarımız emniyete düştü diye. Hemen emniyetin kapısında olurduk. Neredeyse orada olurduk. Hiç düşünmeden koşar giderdim. Çünkü o kişinin şahsi bir meselesinin olacağı aklıma bile gelmezdi. Alacak, verecek, çek senet meselesi o zaman yoktu. Ben de böyle bir ülkücü tanımadım. Ama 12 Eylül harekâtından sonra ülkücü camianın hareketi içerisine böyle bir kavram sokuldu, ülkücü mafya. Buna baktığımız zaman konunun çok iyi irdelenmesi gerekiyor. O günlerde de buna tepki göstermiş bir insanım.

2.5 trilyonluk kâr

1983, 84, 85’te birçok yerde olağanüstü hâl var...

- Çok net şeyler söylüyorum. O dönemde PKK yeni veriyor ve gündeme giriyor. Türkiye’de bir de gerçek var. Yasalar vatandaşın alacağını ve vereceğini zamanında tahsil etmeye yeterli değil. Burada bir boşluk var. Bu boşluğu da bazı doğulu kişiler dolduruyor. Böyle bir örgütlenme oluşmuş. 1987 yılında bir istatistik gördüm. O dönemin rakamıyla 5 trilyon batık çek ve senet var. Bu âlemde yüzde 50’yle çalışıldığına göre 2.5 trilyon kârı olan bir sektör var ortada. Bu, çok yüksek bir marjdır. Şimdi bunu belli bir kesim, yapmış olduğu organizasyonla edip kullanıyor. Kullandığı, elde ettiği sermayeyi devletin ve milletin aleyhine terör eylemleri yapan kesimlere kaynak olarak aktarıyor. Aynı zamanda bu kesimler eroin, esrar, kadın ticareti gibi işlere giriyor. Böylece, müthiş bir potansiyel meydana getiriliyor. O dönemde bazı değerlendirmeler diyor ki, böyle bir kesim böyle bir kaynağı kullanıyor. Böyle bir kaynak varsa bunu milliyetçi unsurlar kullansınlar. Hiç değilse bunlar esrara, eroine buluşmazlar. Terörde kullanmazlar. Bu işin gerekçesi, fotoğraf ve ikna yolu. Cezaevlerine girilmiş, oradan çıktıktan sonra ekonomik sıkıntıya düşmüş, yasaklı olduğu için kamuda görev yapamayan, ticaretini oluşturması için sermaye bulamayan ama büyük bedeller ödeyerek bir yerlere gelmiş gençlerin içerisinden kimilerine bir cazip alan olarak gösterilip yol verildi. Bu yola girin denildi. El yapacağına siz kullanın dendi. Buna herkes düştü diye bir şey yok. Ama bu yönde açılmış olan gedikten girenler de oldu. Ondan sonra da aynı zaman deşifre edildiler. Bir taraftan yol verildi, bir taraftan deşifre edildi. Televizyonlarda konuşmalarına, beyanat vermelerine imkân verildi. Hukuk devletinde, demokratik bir ülkede mantar biter gibi kulüpler açılıyor. Bu kulüpler onu bunu uzlaştırmaya çalışıyor deniliyordu. Bunlar tabii olaylar mıydı, hayır. Bununla bir taşla iki kuş vuruldu. Bir, ülkücü hareket dejenere edildi. İki, ülkücü hareketin o aşkın değerler adına yapılan mücadelesinin yanına başka sıfatlar eklenerek güven bunalımı oluşturuldu. Öbür taraftan yıllarca idealist mücadele vermiş bazı kişilerin cezaevlerinde o bunalımlı dönemlerde edindikleri kazanım olarak gördüğüm, yaşam tarzları bozulmuş oldu. Bu aslında bir dejenarasyon operasyonudur. Bu, birileri tarafından gerçekleştirildi. Bunun içinde rol almış kişilerin önemli bir kısmının, suçlamak adına söylemiyorum, çünkü onların önüne böyle bir imkân açılmış, o yöne sevk edilmiştir. Hatta orada bir ulviyet vehmedilen yanları olmuştur. Herkes buna bulaştı diye bir şey yok.

Bu yol vermede ANAP’ın, Özal’ın bir katkısı oldu mu?

- Bu, sistematik olarak 12 Eylül Harekâtı’nın siyaseti kontrol altında tutmak ve depolitizasyon dediğimiz gençliği siyaset dışına itmek ve düşünen, tartışan idealist yapıları deforme etmek adına yapılmış olan bir operasyondur. Bu, 12 Eylül’de başlayıp, Özal ile devam eden planlı bir operasyondur. Süreçtir. Bu, bir transformasyondur. Benim menfaatim ne olacak, çıkarım ne olacak kaygısına kapılan insanların çoğaldığı bir dönemde öne çıkarılan, bencilliğin yoğunlaştığı, ben duygusunun tanrılaştırdığı diyeceğim bir süreçtir. Bu süreç

Türk Milleti’nin dayanışma ruhunun, toplumculuk anlayışını ortadan kaldıran sorgulayıcı, ideal unsurları deforme eden bir süreçtir. Bu çok planlı yapılmış bir süreçtir ve ülkücü harekete çok zarar vermiştir.

Türkeş, Çatlı’ya ‘Bulaşmayın’ dedi

MHP’nin 1980 sonrası en çok sıkıntı çektiği hususların başında “Ülkücü Mafya” konusu geliyordu. Ülkücü mafya tabiri Alaattin Çakıcı’ya yurtdışında görev verilirken gündeme getirilmişti. Abdullah Çatlı ise 12 Eylül’ün Evren Paşalı döneminde ASALA’ya karşı görevlendiriliyordu. Çatlı, bu görevlendirme sırasında, o tarihlerde tutuklu bulunan Türkeş’e haber gönderiyor. Alparslan Türkeş ise şu talimat veriyordu:

- Siz bu işlere bulaşmayın, onlar benimle görüşsünler.

Ancak Alparslan Türkeş ile kimse görüşmüyor ve bugüne kadar söylenen ve yazılanların aksine, Başbuğ dinlenmiyor. Bundan dolayıdır ki Çatlı, 1980 sonrası Türkeş’le hiç görüşmedi. Nitekim Türkeş, Susurluk’taki kazadan sonra kendisine yöneltilen sorulara, “Çatlı, 1980 yılına kadar beraber olduğumuz bir arkadaşımızdı” demekle yetiniyor.

Siyaset belgesine mafya yüzünden girdiler

12 Eylül döneminde Özal’ın bilgisi çerçevesinde ülkücü gençlerin ASALA ve PKK’ya karşı kullanıldığını belirtiyor ve “Bizim bundan geç haberimiz oldu” diyor Müftüoğlu’na göre, bu gençlerden de “ülkücü mafya” diye söz edilerek, bu imaj bilinçli olarak yaygınlaştırıldı

TÜRKEŞ döneminde MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Erzurum Milletvekili olan Rıza Müftüoğlu, ülkücü mafya iddiaları ve suçlamalarının da, Yeşil Kuşak Projesi gibi “dış kaynaklı” olduğu görüşünde. Şöyle diyor Müftüoğlu:

- Yeşil Kuşak Projesi gibi, ülkücü mafya suçlaması da dış kaynaklıydı. Dönen dolaplardan geç haberimiz oldu. Meğer Turgut Özal, ASALA ve PKK’ya karşı devletin gücünü kullanacağına, ülkücülerin gücünü kullanmayı düşünmüş. Buna onay verince, bir kısım ülkücü, Haymana yolundaki atış poligonunda eğitime tabi tutulmuş. Bu arada etrafı Turgut Bey’e telkinde bulunurken, eğitilenlerden “ülkücü mafya” diye bahsetmişler. Bu yakıştırma o günden sonra yine Özal’ın etrafı tarafından yaygın hale getirildi. Ben bu gerçeği Turgut Bey’in çok yakınındaki bir emniyet mensubundan öğrenmiş ve Türkeş Bey’e anlatmıştım... Bu zatın ismini vermek istemiyorum.

Müftüoğlu, bu konudaki sözlerini şöyle sürdürüyor:

- ANAP’a yakın olanlar, ABD’nin de isteği olan ülkücü mafya karalamasını yandaşı medya kuruluşları ve mensupları sayesinde iyice dallandırıp budaklandırdılar. Oysa mafyanın sağcısı, solcusu, ülkücüsü, İslamcısı olur mu? Mafya mafyadır. Bugün bölücü terör örgütüne mensup mafyalar var, ancak ülkücü mafya suçlaması yapanlar bugün dilleri varıp PKK mafyası diyemiyor!

Müftüoğlu’nun açıklamalarına göre ülkücü mafya yakıştırması da dış kaynaklı, fakat destekliydi. İç destek de ne acı ki iktidardaki parti ve lideri tarafından üstleniliyordu. Müftüoğlu, “Nitekim bunların gayreti sonucu ülkücü mafya terimi MGK Ulusal Güvenlik Belgesi’ne zararlı akım olarak girdi. Bu hiçbir zaman oluşmamış suç, bugün bile ülkücülere yakıştırılarak bir büyük haksızlık yapılıyor” diyor.

Müftüoğlu’nun çok açık olmasa da söylemek istediği, milliyetçi-ülkücü kesimle en fazla uğraşanların başında Özal ve o gün çevresinde bulunanlardı.

Müftüoğlu, bir de anısını anlatıyor:

- Televizyonda Uğur Dündar Bey’in bir programı vardı. Akşam yayınlanacaktı, gündüzden tanıtımını yapıyordu. Baktım, tanıtımlarda sürekli, “ülkücü mafya” tabiri kullanılıyor. Sağlık Bakanlığı’ndaki bir müfettişin öldürülme hâdisesinde bir zatın ismi geçiyordu. Suçlu mu, değil mi bilemeyiz? O adaletin işi. Ama araştırdık, ismi geçen zat MHP üyesi değil, tam tersi ANAP belediye başkan adayı olmuş. Sayın Dündar’a “ülkücü mafya” tâbirinin doğru olmadığını ilettim. Mafyanın nam üzerine çalıştığını söyledim. Sağolsun o da MHP’nin mafyanın karşısında olduğumuz yönündeki açıklamasına programda yer verdi.

Türkeş ve MHP, bölücülükle mücadeleyi hiç bırakmadı. Bu mücadele, zaman zaman çok da etkili oldu. Kâh devletin derinliklerinde, kâh dönemin hükümetleri içinde... HEP milletvekillerinin TBMM’den çıkarılmasında Türkeş’in işareti çok etkili oldu. Devlet görevlileri arasında isimleri, “özel yıldızlar” olarak tanımlanan bir istihbaratçının Türkeş’e, Rıza Müftüoğlu aracılığıyla getirdiği, “Almanlar PKK’ya silahları bırak baskısı yapıyor” bilgisinden sonra, olaylar şöyle gelişti: 1991-1995 yılları dönemine gidiyoruz... Avrupa Birliği’nin bugün Türkiye’den istediği ve kabul ettirdiği kriterleri 10 yıl önce Almanya, bir yeni strateji olarak PKK’lılara kabul ettirmeye çalışmış, ama başaramamıştı. 1991’de Alman istihbaratçıları PKK’nın yürüttüğü stratejiyi beğenmiyor ve yeni bir strateji öngörüyordu. PKK silahları bırakacak ve istediği hakları silahsız elde edecekti. Avrupa’ya göre PKK ve çetebaşı Abdullah Öcalan, Türkiye’nin adamı gibi hareket ediyordu. İşin en ilginç yönü, Abdullah Öcalan’ın MİT’in adamı olduğun ilk kez, öldürülen gazeteci Uğur Mumcu yazmıştı. Ardından gazeteci Avni Özgürel, Hürriyet Gazetesi’nde, Öcalan’ı MİT’in mutfağında gördüğünü açıklamıştı.

“MİT’te çalıştı, o bir Kemalist” denilen Abdullah Öcalan’ı, PKK’dan ayrılıp ayrı bir teşkilât kuran ve ABD ile birlikte olduğunu hiç gizlemeyen Osman Öcalan’ı, Avrupa’nın güdümünde yürüyen ve falso yapmamak için basın mensuplarının sorularına bile cevap vermeyen Leyla Zana ve kapatıldıktan sonra DEP adını alan eski HEP’li milletvekili arkadaşlarını koruyup kollamak amacıyla 19 Haziran 2004 tarihinde Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Wolf- Ruthart Born, şunları söylüyordu:

- Türkiye’ye kapılar açıktır. Diyalog ve uzlaşma için açılan kapıların tekmelenmemesi gerekir. Hükümetin uzattığı elin tutulması gerekir. Şiddeti desteklemeyin. İlgili tüm taraflara şiddete ve teröre son verme çağrısında bulunuyorum. Bunu açıkça söylemeleri ve terörle aralarında net bir mesafe koymaları çağrısında bulunuyorum.

AB, rövanşı fena aldı

HEP miletvekillerinin TBMM’den çıkarılmasında Türkeş faktörünü Rıza Müftüoğlu ile paylaştık. “Evet” diyerek doğruladı ve şunları söyledi:

- Evet, Avrupa ve özellikle Almanya, PKK’ya sürekli Silahları bırakın, isteklerinizin yerine gelmesinde size daha büyük destek verelim demiştir. Biz MHP olarak 29 Nisan 1992 tarihinde TBMM’de yapmış olduğumuz bir basın toplantısında da bunu açıkladık. O zaman gerçekten de Almanya ve aynı düşüncede olan Batılı çevreler, PKK’ya Terörü bırakın, legal bir yapıya kavuşun, işi azınlık ve etnik hakları savunmak noktasına getirin, size bu konuda tam destek verelim demişlerdir. O zaman bunu kabul ettirememişlerdi ama bugün gelinen nokta onlar için büyük bir başarıdır. Dün silahla elde edemediklerini, bugün biz AB sevdasıyla verdik. Kürtçe eğitim ve televizyon serbest bırakıldı. DEP’ten yargılanıp 17 Mart 1994’te cezaevine düşen milletvekilleri, Kürtçe yayının TRT’de yapıldığı gün 9 Haziran 2004 tarihinde tahliye oldular. Almanya 10 yıl sonra rövanşı bu şekilde, hem de en ağır bir tarzda aldı.

Ülkücü Hareket 6: ‘Nasılsa Mehdi geliyor her suçu kabullenin’

Ülkü Ocakları Genel Başkanlarından Alaaddin Aldemir cezaevlerinde ağır baskıla altında ruh hali bozulan ülkücüler olduğunu belirterek ilginç örnekler veriyor. Bir yerlerden gönderilen Mısırlı âlimlerin yazdığı koliler dolusu dini kitapların özellikle ülkücülere dağıtıldığını açıklıyor

KIZIL terör karşısındaki boşluğu doldurmak amacıyla kanlarını ve canlarını veren ülkücüler, 12 Eylül darbesinden sonra, haklarında açılmış soruşturma ve dava olsun olmasın, teker teker toplandılar ve cezaevlerine tıkıldılar. Uzun süre cezaevinde kalanlardan biri de Ülkü Ocakları Başkanları’ndan Alaaddin Aldemir idi.

Aldemir, Niğde, Konya, Kayseri, Malatya ve Elazığ Cezaevleri’nde uzun süre yattı. Ülkücülerin cezaevlerinde ciddi psikolojik ve büyük ekonomik sıkıntılar yaşadığını anlatan Aldemir, ilginç örnekler veriyor:

- O kadar ki, Kayseri Cezaevi’nde yaşanan bir olay, durumu bütün korkunçluğuyla ortaya koyuyor. Bir arkadaşımız, “Sorguda direnmenize gerek yok. Neden işkence görmenize sebep olacak tavır içindesiniz? Nasılsa Ramazan Bayramı ile Kurban Bayramları arasında Mehdi gelecek. Yapmış olsanız da olmasanız da size isnat edilen suçları kabul edin. Hepimiz hapisten çıkıp Mehdi’ye biat edeceğiz ve dünyaya hâkim olacağız” dedi. Bu sözlere kanan bazı arkadaşlar, işlemedikları suçları kabul ettiler. Özellikle o psikolojiyi vurgulamak istiyorum. Sıkıntılarına dünyevi çözüm bulamayan insanlar, iman sahibi iseler her zaman uhrevi çözüm yollarına, yani duaya ve kendilerine manen yardımcı olacak dini iyi bilen insanlara yönelirler. Bu toplumsal travma, cezaevlerinde bazı ülkücüleri bu noktaya getirdi, Adıyaman’a kadar götürdü..

Koli koli kitap

Aldemir’in anlattığına göre, ülkücülerin dine ve ‘Menzil’ gibi noktalara yönelmesi, cezaevi dışından yönlendirilen bir plandı. O günlerde 12 Eylül yönetiminin askeri cezaevleri de dahil, özellikle dini akımları anlatan dış kaynaklı kitaplar bütün cezaevlerine rahatça sokuluyordu. Çok yoğun bir şekilde Mısırlı din âlimi Seyyid Kutub, Ali Şeriati, Mevdudi gibi âlim ve yazarların kitapları kolilerle içeriye taşındı. Bunlar solculara değil ülkücülere dağıtıldı.

Aldemir bu konuda şunları da söylüyor:

- Bu kitapları okuyan bazı arkadaşlarımız, “İslâm’da milliyetçiliğe gerek yok” demeye başladı. Böyle düşünenlere “İslâm’da milliyetçiliğin olduğunu kavmiyetçiliğin olmadığını Başbuğ söylüyor” diyorduk. .O zaman “Başbuğ takıye yapıyor” diye açıklama getiriyorlardı. Bu arkadaşların kafalarını düzeltene kadar çok zorlandık. Aldemir, cezaevindeki hayat yüzünden kafayı bozan arkadaşlarının olduğunu, dinci örgütlere gitmeye kalışanları engellediklerini, tahliye edilenlerin dışarıya uyum sağlamakta çok zorlandıklarını da kaydediyor.

Devlete karşı çıkanlar

Alaaddin Aldemir, tarikatçılıktan etkilenenlerin devlete dönük düşüncelerinin değiştiğini belirtirken, şunları söylüyor:

- Devlete karşı çıkan arkadaşlarımız da devlete kurşun sıkmamıştır. Hiçbir zaman devletin karşısında bir operasyonun içinde olmamışlardır. Ama bu tartışmalar MHP’yi kendi içinde vurulur hale getirmiştir. MHP’yi kendi içine kapamıştır. İslâm’ın doğru kaynaklardan öğrenilmesine engel olmuştur. Alparslan Türkeş, gençliksiz bırakılmak istenmiştir. Yazıcıoğlu’nun parti kurma hareketiyle gençler MHP dışına çıkarıldı. Ama şimdi Büyük Birlik Hareketi içindeki bazı arkadaşların MHP içine dahil olduklarını, delege ve kongre üyesi olduklarını duyuyorum.

Aktif siyasette yok

Aktif siyaset yapmadığını belirten Aldemir, bugünkü siyasal yapı için de şöyle konuşuyor:

- AKP’nin alternatifi, kesinlikle CHP değil. Türkiye’de hiçbir zaman sağ bir partinin alternatifi sol bir parti olmamıştır. Türk siyasetinde alternatif sadece Türk milliyetçileridir. O bakımdan milliyetçiler ve ülkücüler ciddi bir platform oluşturarak sivil toplum kuruluşu sıfatıyla ülkenin yönetimine renk ve yön katmalıdırlar. Bu platform, fikir alışverişi yapılan bir platform olmalıdır. Bu çağdaş bir siyasal yöntemdir ve Türkiye’de bir noksanlıktır. Şuna inanıyorum ülkücü hareket 1980 öncesi sürecde Türkiye’yi Afganistanlaştırmadı, Beyrutlaştırmadı. 1980’den sonraki süreçte masaya oturulmadıysa bunun psikolojik altyapısında ülkücülerin verdiği mücadele vardır. Ülkücüler bir görev daha yapacaklar, bu görev de devlet yönetiminde olacaktır diye düşünüyorum.

Demir parmaklıklı kafeste 'karıştır-barıştır' model

MUHSİN Yazıcıoğlu, 31 Aralık 1981’de cezaevine girdi, 17 Nisan 1987’de tahliye edildi. 12 Eylül ihtilalinden sonraki çilehanesi, Mamak oldu.

Cezaevi şartlarını, orada birlikte kaldığı tutuklu arkadaşlarının ruh halini sorduk, cevapladı:

-  Mamak Askeri Cezaevi’nin çok özel bir konumu, durumu ve iç yapısı vardı. Daha sonra yaptığım bazı incelemelerden anlıyorum ki, ABD’de, Arjantin’de, Şili’de uygulanmış olan cezaevi metodları tamamen Türkiye’ye adapte edilmiştir. Dolayısıyla çok programlı bir şekilde sindirme, kişilikleri ezme ve o ezilen kişiliğiyle insanların teslim olmasını sağlamaya yönelik bir uygulama vardı. Bunu sağcısı, solcusu, ülkücüsü diye ayırmadan yapıyorlardı. Tabii, ülkücüler C- 5 diye bir yerde yargılanıyor. Hususi organize edilmiş bir sorgulama birimi. Dev-Genç’liler de Ankara Emniyeti’nde sorgulanıyorlardı. 12 Eylül öncesinden biraz ayrışmış, fikri olarak yapıyı değerlendirerek sağcıların üzerinde sol görüşlü polisler, sol görüşlülerin üzerinde ise sağ görüşlü polisler görevlendiriliyordu.

C-5’te sorgulanan ülkücülere her çeşit işkence metodu uygulandı. Günlerce aç ve susuz bırakılarak gözleri bağlı şekilde bekletildiler, daha sonra sorgulandılar. Kimileri İzmir’e ve Adana’ya götürüldü, sorgulamalar başka mekânlarda da yapıldı. C-5 sorgulamasından çıktıktan sonra ‘kafes’ diye bir yere alıyorlar. Üç tarafı demir parmaklıklarla çevrili. İlk cezaevi kurallarının öğretildiği, cezaevi şartlarına adaptasyonun sağlandığı, ilk acemi er eğitiminde alınan formasyonlar neyse o formasyonların verildiği bir yer kafes.

Etrafında inzibatlar geziyor. Kafese alınmış kişi, otururken, kalkarken, sigara içiyorsa, ensesini kaşıyacaksa, üzerindeki ceketinin düğmesini açarken, kaparkan, yüksek sesle etrafta gezen inzibattan izin istemek zorundaydı. Bunların hepsi askeri disiplin içerisinde yapılıyordu. “Komutanım” diye seslenenlere “söyle lan” diye cevap veriyorlardı.

Komutanlar izin isteyenlere, “O ne biçim izin istemek, avucunu” der iki cop vururlardı. Yüksek sesle ve askeri disiplin içerisinde izin istenmediği zaman mutlaka cezalandırılırdı. Yanan sigarayı da izinle söndürürlerdi. Tutuklular sağ sol demeden aynı koğuşta kalıyordu. Solcuların sayısı daha fazlaydı. Dolayısıyla bir koğuşta 120 mevcutun 15’i ülkücü, gerisi sol görüşlüydü. Bir de tecrit hücreleri vardı...

Kafeste ne kadar kalınıyordu?

-  Kafeste kalmak duruma göreydi. Bir gün kalan, beş gün, bir ay kalan vardı. Belli bir prensip yoktu. Ben B blok beşinci koğuşa gönderildim. Bu koğuşu hücreden bozmuşlardı. Deniz Gezmiş’lerin kalmış olduğu koğuştu. Orada mevcut 57 kişiydi. Biz 7 kişi ülkücüydük. Diğerleri sol görüşlüydü. Bir ara Akıncı Gençlik’ten birisi geldi.

Sizden 7 kişi kimlerdi?

- İstanbul Şişli İlçesi eski Başkanı Ahmet Ayhan, Ahmet Farsak , Ankaralı bir genç, Resul Çakır, Mahmut Akıllı, Ali Asker Çorum vardı. Yâni içeride yine de biz “karıştır barıştır” olsa da ayrı bir organizasyon içerisine girdik. Koğuşun dip tarafı bize aitti. Orada her ranzada ikişer kişi yatıyordu. Oturaklar yan yana getirilip yatak yapılıyordu 35-40 metrekarelik yerde mevcut 60-70’e çıkıyordu. Sonra ben, tecrit 2-A’da hücrede kaldım. Koğuşlarda kısa kaldım. Orada da 5.5 yıl kadar kaldım. Tecrit hücresi 2.5 metrekaredir. Orada dört kişiydik. Başlangıçta 3’ü sol görüşlüydü. Birisi de bendim. Koğuşta hepimiz bir tek kişi gibi davranıyorduk. Kimin parası önce gelirse o ortak kasaya parasını koyar ve harcamalar tek elden yapılırdı.

Sanırım idamla yargılananlar da vardı?

- İdamla yargılananlar da vardı. Biraz riskli gördükleri kişiler... Nasuh Mithat, Dev-Yol’un merkez komite üyesi, Mehmet Ali Yılmaz Dev-Genç Genel Başkanı, bir de Fatih isimli bir genç, ODTÜ’den.

Söyle bakalım Atatürk ne yaptı?

Aynı hücrede, daha önce gırtlak gırtlağa olduğunuz insanlarla nasıl anlaşıyordunuz?

- İçeride baskıcı işkence uygulanıyordu. Bu da onun bir parçasıydı. Örneğin sol görüşlüler İstiklâl Marşı’nı söylemek istemiyorlardı. Ama onlarla karışık şekilde sıraya diziliyorduk. Yine komutlar veriliyordu. Herkesin başı ve gözleri tavanda olarak İstiklâl Marşı’mızı söylüyorduk. Onlar söylemiyorlardı. O zaman coplarla gelip bizim karnımıza vuruyor ve “daha canlı lan” diyorlardı. Tepki gösteriyorduk bazen tabii. Ama maalesef İstiklâl Marşı da bir cop gibi kullanıldı. Atatürk ile ilgili eğitim çalışmaları yaptırılıyordu. Tabii eğitim çalışmasını yaptıran tutuklu üniversite tarih hocası, inkılap derslerine giden öğretim görevlisiydi. Burada da traji komik bir durum ortaya çıkıyordu. Bizim çocuklarımızdan birisi karavana almaya çıktığı zaman, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni okutup yemek veriyorlardı. Sonra da bazı sorular sorup karavana veriyorlardı. Bir gün asker tutukluya “Atatürk ne yaptı” diye soruyor. Tutuklu da “Kurtuluş Savaşı’nı yaptı. Meclis Başkanlığı ve Başkomutanlık yaptı” gibi cevaplar veriyor. Her birini söyledikçe asker avuç açtırıp üç-dört cop vuruyor, “daha ne yaptı” diye soruyordu. Asker ısrarla sorduğu için çocuğun aklına başka birşey gelmiyordu. Asker cop vurarak ısrar edince çocuk, “karga kovaladı komutanım” diyor. Asker çocuğa dönerek, “Hımm bu kadar copu yedikten sonra öğrendin değil mi” diyor. Erin kafasında sadece, Atatürk’ün dedesinin yanındayken, yâni çocukken tarlada karga kovaladığı kalmış. Şimdi onu söyletmeye çalışıyor. Tabii ki tutuklunun aklına hiç gelmiyor. Yâni böyle garip şeyler oluyordu.

Fikri reddiyeler de oldu

Peki orada ülkücüler arasında bir sorgulama başladı mı? Bu sorgulamanın boyutu ideolojik anlamda ne oldu?

- Tabii ideolojik anlamda bir takım sorgulamalar başlamıştı. Bazı arkadaşlarımız Türk milliyetçiliğini ırkçılık noktasında ele alarak, milliyetçiliği İslâmi anlamda değerlendirdiklerinde İslâm’ın evrensellik anlayışına uygun bulmuyorlardı. Bu tarzda görenler vardı. Öbür tarafta milliyetçiliği İslâm’ı evrensel bir anlayış olarak görüp, onu ümmet fikriyle birleştirip, ümmetçilikle, milliyetçiliğin bağdaşamayacağını iddia edenler vardı. Ümmetçiliği reddederek böyle diyenler vardı. Bir de milliyetçiliği reddederek böyle diyenler vardı.

İşin özünü kaybettirmeden gelişmesini savunuyorsunuz?

-  Evet o noktada bazı arkadaşlarımız oldu. Burhan Kavuncu gibi. Bunlar çok ileri düzeyde reddiyelerde bulundular içerdeyken. Ülkücü hareketle, çizgiyle, Türk milliyetçiliğiyle ilgili sorgulamalar ve reddiyeler oldu.

ıÜüÜlkücü Hareket 7: Bize bu ufku siz açtınız

Başbuğ, Türkmenistan gezisinden sonra Fethullah Gülen ve cemaatini tanıdı. Fatih Üniversitesi’nin açılışına katıldı Türkeş ve Gülen, birbirlerine iltifatlarda bulundular

MHP eski Genel Sekreter Yardımcısı ve Türkeş’in özel sekreteri Naci Memiş,

Başbuğ’un Mehmet Zahit Kotku Hoca ve Esad Coşan ile de görüştüğünü açıklıyor

Coşan Hoca, Başbuğ’un MHP’ye davet için gönderdiği Müftüoğlu ve Memiş’e ‘Alperen’ diye hitap ederek Türkeş’e ‘Zülfikâr’ kundaklı bir tüfek hediye etti

NACİ Memiş, Bayburtlu bir ülkücüydü. 1977 ve 78 yıllarında memleketinde değişik ülkücü kuruluşlarda görev yaptı, MÇP Bayburt İl Başkanlığı görevinde bulundu. Üç partinin ittifak yaptığı seçimde milletvekili adayı oldu, kazanamadı. 1993’teki MHP Kongresi’nde Yürütme Kurulu’na girdi, Genel Sekreter Yardımcılığı görevine getirildi. İki seneye yakın Başbuğ’un yanında bulundu ve özel sekreterliğini yaptı, mektuplarını yazdı ve okudu. Başbuğ’un talimatı üzerine İslâm’da Birlik Şuuru ve Milliyetçi Hareket adlı seri konferansları düzenledi.

Memiş, dizimizin önceki bölümlerinde Rıza Müftüoğlu’nun naklettiği üzere bazı olayların da içinde bulundu.

Bunlardan biri de Esad Coşan Hocaefendi ile yapılan görüşmedir. Bu görüşmeyi bir de Memiş’in ağzından dinleyelim:

-  MHP’de rahmetli Türkeş tarafından hepimize perçinlenmiş bir ideoloji vardı. Bu, Kuran ve Turan değerlerinde varolan maddi ve manevi değerlere bağlı Türk Milliyetçiliğli’ydi. Türkiye’yi kendine emanet olarak kabul ettiği için, herkesi Milliyetçi Hareket’in çatısı altında toplamak istedi. Ne var ki bu başarılamadı. O tarihlerde yapılan vaadler MHP’nin dışındaki koşullar yüzünden sağlanamamış, dolayısıyla da MHP, düşünülen oy oranlarını toplayamamıştı. MHP elbetteki bir ideolojik harekettir. Bu hareket, bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır ve her türlü yobazlıkla yılmadan - ki komünizm yobazlığı dahil- mücadele etmeyi göze almıştır.

Türkeş bu şartlar sürerken MHP’yi, ufku açık, pırıl pırıl bir gençliğin siyaset yaptığı çatı altı haline getirmek için çok çalıştı. Bunu için de Türkiye’nin ileri gelen âlimleriyle görüştü. Bizi de davet etti.

Ben, Türkeş’in İskender Paşa Cemaati’ne gittiğini, 60’lı yılların sonundan itibaren Mehmet Z. Kotku Hocaefendi ile çok yakın görüştüğünü, Erbakan ile oradan gelen bir dostluğunun olduğunu zaman zaman dinlemişimdir. Bu tür insanları hiç bırakmadı. Esad Coşan Hocaefendi’ye Rıza Müftüoğlu ile beni gönderdi. Partiye daveti ben yaptım. Esad Bey ile bir saate yakın memleket meselelerini konuştuk. Daha sonra Hoca benim boynuma sarıldı, “Alperen” dedi. Başbuğ Türkeş’e, Zülfikâr kundaklı bir tüfek hediye etti. Hatta Türkeş’in bu tüfekle fotoğrafı da vardır.

Türkeş, sadece Coşan ile görüşmedi. Fethullah Gülen Hoca ile de görüşmeleri olmuştur. Türkeş,Türkmenistan ziyaretinden sonra Fethullah Hoca’yı, cemaati tanıdı. Fatih Üniversitesi’nin açılışında ve sonrasında iltifatlara dayalı görüşmeleri oldu.

Türkeş, okullardan dolayı tebrik etti. Fethullah Hoca da, “Bu ufku bize siz açtınız” diyerek karşılık verdi.

12 Eylül darbesinden sonra herkes, karakteristik özelliklerinden epey değişikliğe uğradı. Harekete yeni bir yön vermek isteyen çoğaldı. İhtilalden

sonra Türkeş yalnız bırakıldı. Böylece MHP üzerine oyunlar oynandı. En yakın arkadaşları bunu yaptı. Eğitimciler...

-  , 3 arkadaşımız kaldı. Maaş alırken Başbuğ’u insanüstü bir insan olarak tanıtanlar gitti. Hayal kırıklığı içindeydik.

Hiç tartışma götürmeyen bir gerçek var, o da rahmetli Mehmet Irmak’ın Türkeş Bey’i hiç bırakmadığıdır. Bir ara yanında ya 10, ya 20 kişi kaldı. Türkeş Bey, Mevki Hastanesi’nde tutulurken de gelen gideni çok azdı. Oğlu Tuğrul, eşi Seval, kayınbiraderi, rahmetli Galip Erdem, İstanbul’dan bir gazeteci arkadaşımız sürekli ziyaret ederlerdi. Ziyaretçileri Muhafazakâr Parti kuruluşu vesilesiyle arttığında, Türkeş’in de gözlerinde sevinç ışıkları görülürdü.

Türkeş Bey’in gençliği manevi değerlere bağlı olarak yetiştirme gayretleri bazı kimselerin istismarına maruz kaldı. Bunlar gençleri, bazı tarikatlara yönlendirmeye uğraşıyorlardı. Yakalarını kurtaramayanlar tarikatlere yöneldi.

Menzil konusu

Bir tarikat kapısı da Adıyaman’daydı. Oraya yönelenlerin dilinden Menzil lâfı düşmezdi, Adıyaman’daki hocanın mekânı için menzil lafı kullanılıyordu. Ne yazık ki, birkaç parti yöneticisi de Adıyaman’a gidip geliyor ve gençleri oraya yönlendirmeye çalışıyordu.

Tek çatı altında

Türkeş, 12 Eylül’den sonraki dönemde de hak bellediği yolda dosdoğru yürümeye devam etti. O dönemin Türkeş’ini iyi değerlendirebilmek lâzım. Türkiye bir taraftan dış tehdit, bir taraftan da PKK terörüyle ablukaya alınmıştır. Türkeş, milliyetçi ve ülkücülerin daha geniş kitle halinde “hattı müdafaa değil, sathı müdafaa yapılmalı” denilerek tek çatı altında toplanmasını istemektedir. Turan ve Kuran birlikteliği iyi değerlendirilmedir. Üç hilalli bayrak da düşünülen bu çatıdan yükselerek dalgalanmalıdır.

Türkeş partiyi toparlamaya çalışıyordu. O sıralarda en çok ettiği dua “Allah’tan bir kongrelik daha ömür istiyorum” sözüydü. Partiyi ve davasını iyi bir kadroya bırakmak istiyordu.

Türkeş ve ANAP

Naci Memiş, çok konuşulan ünlü Dedeman Toplantıları konusunda da şunları anlatıyordu:

-  Dedeman toplantıları, MHP’yi bölmeyi amaçlamış bazılarının, sık sık bir araya geldiği toplantılardı. Türkeş bu toplantılardan hep rahatsız olmuştur. Tabiatıyla da gözünü ve dikkatini bu toplantılardan ayırmamıştır. O dönemde maalesef bazı partililer ANAP’ta iş takipçisi oldular. Bunlar iş takipçiliğiyle o kadar çok kazandılar ki, sonuçta MHP’yi tasfiye edilme sürecine sokmaya bile çalıştılar. Türkeş Bey, hem bu tür adamlardan, hem de onlara yol vererek MHP’nin yıkılmasını planlayan ANAP’lılar ile ANAP’tan tiksinir hale geldi. MHP, bugün de önemli gelişmeler yaşıyor. Partiyi Turani değerlerinden mahrum etmek isteyenler var, AB’de görmek isteyenler var...

Tek başıma giderim

Bazı eski MHP’lilerin partiye dönmeyip ANAP’ta siyaset yapmaları konusunda Türkeş’in görüşünün ne olduğu hep merak edilmişti. Türkeş zaman zaman, onlar bizim arkadaşlarımız diyerek hepsini sahiplenirken, kızgınlığını saklamayı da iyi beceriyordu. Bu konuda Naci Memiş, şunları söylüyor:

-  12 Eylül’e doğru MHP ve Türkeş, Türkiye’nin umudu olmuştu. Haksız ithamlara rağmen parti hızla gelişiyordu. MHP’den ve Türkeş’ ten umudunu kesmiş insanlar da ANAP’ta siyaset yapmaya başladılar. Türkeş’siz Türk Milliyetçiliği kampanyası, Türk Ocakları vasıtasıyla Türkiye’nin tamamına yayılmıştı. Bundan fevkalâde rahatsızlık duyuyordu. O yüzden uzun süre Türk Ocakları ile hiç arası olmadı. Bazı arkadaşlarımız Türk Ocakları’ndan yana tavır koyuyor, bir ikisi ise devlet aleyhtarlığı yapmaya kalkışıyordu. Türkeş; Yeşil Kuşak Projesi, Faydacılık Akımı ve ülkücü mafya gibi tuzakları farketmeseydi MHP büyük sıkıntılar yaşayacaktı. Bunların hepsi Türkeş Bey sayesinde aşıldı.

'ÜLKÜLÜCÜ HAREKET' DİZİSİNE GELEN AÇIKLAMALAR

Türkeş’in kaçması değil hapiste çürümesi istendi Sayın Işık;

Ülkücü Hareket dizinizi büyük bir ilgiyle okuyorum. 1 Mart 2005 tarihli sayıda Türkeş’in damadı Hamit Homriş’in ifadelerine dayanarak, devletin bir bölümünün Alparslan Türkeş’in kaçırılmasını planladığı ve kaçırılırken de öldürülebileceği ifade edilmektedir.

Başbuğumun 3.5 yıl Mevki Hastanesi’nde Tutuklu Servisi Şefi olarak doktorluğunu yaptım. Olayın gerçeği şudur:

O günlerde Alparslan Türkeş’i tutuklayan Konsey, hiçbir zaman Türkeş’i elinden kaçırmayı istemedi. Tam aksine, 62 yaşındaki Başbuğ’un hastanede tutuklu olarak çürümesini istedi. 2000 yılında Kenan Evren televizyonlarda, o günlerde Alparslan Türkeş’i kaçıracaklardı, kaçırılsaydı hapishanelerdeki bütün ülkücülerin öldürülmesi için talimat vermiştim demedi mi?

Türkeş’in kaçırılmasını isteyenler, bizzat Türkeş’in kendisi ve Başbuğları için ölümü bile göze alan birkaç ülkücü genç subaydı. Türkeş kaçmayı istemiyordu demek, Türkeş’i hiç tanımamak demektir. Çünkü Türkeş durağan bir lider değildi, tam bir aksiyon adamıydı.

Sayın Işık,

Ben 1994 senesinde “12 Eylül’de Türkeş” adlı hatıralarımı anlattığım kitabımda, kaçırılma olayını en ince ayrıntısına kadar anlattım. O tarihlerde MHP’de Genel Sekreter Yardımcısı olarak görev yapıyordum. Kitabımın önsözünü bizzat Başbuğum yazdı. Bu önsözde, Başbuğum onu kaçırmak isteyenlerden biri olan beni ‘kahraman’ diye nitelemekte. Bu önsöz, benim evlatlarıma bırakabileceğim en kıymetli miras. Bu konu o günlerde televizyonlarda tartışıldı. Rahmetli Başbuğum bir kere dahi ben kaçmak istemedim demedi. Kaçış, bizzat Türkeş tarafından talep edilmiş, evlatları her türlü hazırlığı yapıp eylemi gerçekleştirebilecek boyuta getirmiştir. Ama o günlerde Başbuğ’un hastaneden alınacak bir heyet raporuyla tahliye umudu doğunca, kaçma eyleminden vazgeçilmiştir. Ardından da ben ve diğer doktor arkadaşlarımın verdiği heyet raporuyla tahliye olmuştur. Yani kaçmayı planlayanlar heyet raporunu da organize edip Başbuğlarını esaretten kurtarmışlardır.

Selim Kaptanoğlu

HOMRİŞ'İN KAPTANOĞLU'NA CEVABI

Sayın Doktor Selim Kaptanoğlu’nun, hastanedeyken Başbuğum’a son derecede değerli hizmetleri olmuştur. Benim de çok sevdiğim değerli bir arkadaşımdır. Bu konularda birçok gayretleri olmuştur. Kendisini şükranla anıyorum. Tabii ki, her şeyi herkesin her seviyede bilmesi mümkün değildir. Birçok şeyde olduğu gibi bu konuda da yeter bilgi prensibi geçerlidir.

ıÜüÜlkücü Hareket 8: Özal, Türkeş’ten özür diledi

Milliyetçi kanadın temsilcisi olarak ANAP kurucuları arasında yer alan Ercüment Konukman, tokalaşma krizini Özal’a sorunca şu cevabı aldı: “Kalabalıkta Türkeş Bey’i fark edemedim. Sonra haberim olunca, iş işten geçti. Üzüldüm ve özür diledim”

Konukman, ANAP’ta olduğu süre içinde Alparslan Türkeş’le hep irtibat halinde olduğunu açıklıyor Nitekim Mesut Yılmaz döneminde Türkeş’in daveti üzerine MHP’ye geçerek, Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı

Özal’ın Cumhurbaşkanlığı’ndan ayrılarak, ikinci değişim planını devreye sokmak amacıyla yeni bir parti kurmak istediğini belirten Konukman’a göre, yeni partide, ülkücü hareketten Somuncuoğlu ve Yazıcıoğlu da bulunacaktı

MİLLİYETÇİLER Derneği Genel Başkanlığı’nı 1954’ten 1965’e kadar yürüten Ercüment Konukman, 1983 yılında Turgut Özal’ın davetiyle ANAP’ta siyaset yaptı. ANAP İstanbul İl Başkanlığı’nın ardından, milletvekili oldu. ANAP’ın Grup Başkanvekilliği görevini yürüttü. 1989-91 yılları arasında Devlet Bakanlığı yaptı.1993 yılında Mesut Yılmaz ile ters düştü ve ANAP’la yollarını ayırdı. Anadoluculuk Akımı ile Türk Milliyetçiliği’ne yeni bir ufuk açan Nurettin Topçu’yla yıllarca birlikte çalışan Konukman, Alparslan Türkeş’in daveti üzerine MHP’ye, yani eski yuvasına katıldı. Konukman, MHP’nin 2000 yılında yaptığı Büyük Kurultay’da Divan Başkanlığı’na seçildi. Bahçeli’nin Başkanlık Divanı’nda Seçim İşlerinden Sorumlu MHP Genel Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu.

Özal’ın, Antalya’da tatilde iken Türkeş’in uzattığı eli sıkmayarak sırtını dönmesi sırasında ANAP’ta yer alan Konukman’a, o olayı hatırlattık. Konukman, bu konuyu Özal’la hiç konuştu mu?

- Evet sordum. Verdiği cevapta, “Ben önce kalabalıktan Türkeş’i fark etmedim. Beni ikaz eden de olmadı. Fark ettiğimde ise iş işten geçmişti, epey uzaklaşmıştım. Üzüldüm ve özür diledim” dedi. Bu cevaptan sonra, konunun üzerinde durmadım. Tabii ki “Neden fark etmedi? Geç fark etmesi geri dönmesine engel miydi?” diye sormak mümkün. Ancak benim görüşmemde, Özal’ın pişman olduğu belliydi. Yoksa bana “özür diledim” demezdi. Bir yanlışı fark etmek de bir fazilettir.

ANAP’ta bulunduğunuz dönem içinde Türkeş ile görüşüyor muydunuz?

- Evet, ANAP Milletvekili ve Bakan sıfatıyla da Türkeş Bey ile sürekli ve periyodik olarak görüşüyordum. Benim Türkeş ile tanışıklığım 1959 senesine dayanır. O yıldan beri farklı kulvarlarda olduğumuzda dahi birlikteydik.

MAFYA KİMİN OYUNU?

Ülkücü mafya tabiri Özal döneminde ve hatta Özal’ın bilgisi dahilinde mi ortaya çıktı?

- Rahmetli Özal’ın böyle bir talimatının olup olmadığını bilmiyorum. Ama Özal’ın başbakanlığı döneminde bazı görevliler bunu organize etmiş olabilir. O dönemde ANAP’ta yer alan bir kısım milliyetçi arkadaşlar, ülkücü gençlerin bazı sorunları ile de meşgul oluyorduk. Mafya türü meseleler zaman zaman gündeme geliyordu. Biz bu konuya, çözülmesi gereken toplumsal bir sorun olarak bakıyorduk. Tabii her toplumsal sorun belli merkezlerce siyasi olarak kullanılabilir. Bu her zaman böyle olmuştur.

Ülkücü gençlerin hangi sorunlarıyla ilgilendiniz?

- Cezaevleri sorunlarıyla ilgilendik. Bizzat ben bu konuyu ele almıştım. Hatta gurupta da bir konuşma yapmıştım. Ben zaten Özal tarafından “Milliyetçi kanadı” temsil etmek üzere partinin kurucu üyeliğine davet edilmiş ve üniversitedeki görevimden ayrılmıştım. Sonra Türk Ceza Kanunu’nun 313. Maddesi’nin

değiştirilmesi meselesi ile uğraştık ve bu yasa o zaman rahmetli Alparslan Pehlivanlı’ya rahmetli Türkeş tarafından sanırım Rıza Müftüoğlu vasıtasıyla gönderilen selam ve rica ile Meclis Genel Kurulu’na inmişti. Burhan Kara, Nedim Budak, Gökhan Maraş, Mustafa Nazikoğlu başta olmak üzere, milletvekili arkadaşların bir kısmı çok aktif olarak gayret ettiler. Bu yasa çıktı ve o gün cezaevlerinde olan çok ülkücü tahliye oldu.

O dönemde ANAP’ta o ülkücülerin sorunlarıyla 1980 öncesi MHP camiasında yetkili olanlardan kimler ilgileniyordu ve kimler ilgilenmiyordu?

- İsimlendirmeyelim ama şunu söyleyebilirim. 1980 öncesi MHP ve ülkücü kuruluşlarda etkili ve yetkili görevlerde bulunanlar, ülkücü camiadan gelen hiçbir sorunla ilgilenmediler. Bu o zaman özellikle dikkatimizi çekmişti. İlgilenenler ise MHP’de etkili ve yetkili görevlerde bulunmamış ama milliyetçiliğe hizmet etmiş kişilerdi.

ÖZAL'IN 2. DEĞİŞİM PLANI

Siz Özal’ın yanındaydınız. Hakkın rahmetine kavuşmamış olsaydı, Cumhurbaşkanlığı’ndan inip bir grup milletvekili ile yeni bir parti kuracaktı. Bu parti nasıl olacaktı ve kimlerden oluşturulacaktı?

- Evet. Bize Cumhurbaşkanlığı’ndan hemen ayrılmak istediğini söylemişti. ANAP içindeki bir grup milletvekili arkasındaydık. Ona, “önce biz sonra siz istifa edin” dedik. İstifa ettik. ANAP’tan istifa ettik. Özal ikinci değişim paketini hayata koyacak bir siyasi parti düşünüyordu. Yine kurulacak partide milliyetçi kesimden, muhafazakâr kesimden, dini guruplardan isimler olacaktı.

O zaman MHP cenahından kimlerin isimleri dolaşıyordu?

- Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları ile Sadi Somuncuoğlu ve arkadaşlarının ismi geçiyordu. Ama detaylarını ben çok iyi bilmiyorum.

'ÜLKÜCÜ HAREKET' DİZİSİNE GELEN AÇIKLAMALAR

Ülkücü hareketin ilkesi kalmadı

Sayın Işık,

Ülkücü hareket’le ilgili yazı dizinizi alâkayla okuyorum. Yazıcıoğlu’nun değerlendirmelerini, nezaketen eksik bırakıp söylemediği veya söylemek istemediği şeyler dışında baştan sona doğrudur. Ülkücülerin hapishanede yeşil kuşak projesinin bir parçası haline getirilmek istendiği, bu amacı gerçekleştirmek için içeri kitap gönderildiği doğru değildir. Bu ülkücünün gerçek davasından rahatsz olan MHP içinde ülkücülük yapmak için değil, sistemin uzantısı olarak bulunanların bir uydurmasıdır.

Ben Türkiye’nin muhtelif cezaevlerinde 10.5 yıl yattım. Ülkücüleri dine döndürmek için sistemli, programlı bir çabaya hiç şahit olmadım. Esasen böyle bir iddia bile ülkücü harekete büyük haksızlıktır. Ülkücüler zaten dindar insanlardır. Şarlok Holmes vari işine gelmeyen her şey de dış parmak aramak marazi bir ruh halinin ifadesidir. Hapishanede insan kendisi ve amelleriyle baş başadır. Hapishane insanı muhasebeye, kendi içine, enfüsüne dönmeye mecbur eden bir mekândır. İçeride biraz daha dine yönelmek, biraz daha hassas davranmak içerinin ve yargılanmanın psikolojisinin bir gereğidir. Lider dediğiniz insanın da sizinle aynı şartlarda olduğu aynı acziyeti yaşadığı şartlarda Allah’tan başka sığınak ve tutamak aramak da zaten mümkün değildir.

MHP içinde her zaman fikir ayrılıkları olmuştu. Siyasi partiler içinde bu normaldir. Ama bu ayrılıklar en temel meselelerde ortaya çıkar, işin ucu uğruna ölümlere meydan okuduğunuz inançlarınıza ilkelerinize uzanırsa orada kalmanızın anlamı kalmaz.

Bazıları hala Sn. Yazıcıoğlu’nu da, ülkücü hareketi de anlamamış. Türkeş’e yakın olmak bazı şeyleri anlamaya yetmiyor maalesef. Bir aksaklıkla karşılaştığımızda hep hangi dış güç, hangi manipülasyonu yaptı diye düşünüyoruz. Kafa kurgumuzda biz nerede hata yaptık veya bizi yönetenler nerede hata yaptı sorusu yok. Biz de, liderimiz de hata yapmaz mantığı ülkücü hareketi geçen hükümet dönemindeki icraatlarıyla bugünkü acıklı hale getirdi. Bugün ülkücü hareketin bir ideolojisi, bir ilkesi kalmamıştır.

Ülkücü hareketi sisteme eklemleme, onun azat kabul etmez kölesi, kirli işlerde taşeronu yapma hastalığı, ülkücü hareketi kendine göre tavır alan, kendine göre çıkış noktaları olan bir hareket olmaktan çıkarmış, lastik gibi her tarafa çekilen icabında Maocular’la oturup memleket kurtarmaya çalışacak kadar geçmişinden kopan bir hareket haline getirmiştir.

Tartışmaktan korkmayalım

Mesele şudur; Ülkücü hareket kaynağını milletten alan, onun mukaddesleriyle beslenen,bir hareket mi olacaktır? Yoksa ideolojik çizgisini -Sistemin ihtiyaçlarının belirlediği- kullanılmak üzere kurgulanan bir hareket mi olacaktır? Muhsin Yazıcıoğlu’nu tartışmadan önce ülkücü hareketin çıkış noktasından başlayarak bugüne gelişine kadar geçirdiği safhaların hiçbir komplekse kapılmadan eleştirisinin yapılması gerekir. Mesela komando kamplarında eğitim veren kişiler -ki bir çoğu emekli veya muvazzaf asker idi- kimdi, ne adına eğitim veriyorlardı? Niçin bir dönem MHP’nin tüm söylemleri, devleti koruma fikri üzerine kurulmuştu. Anti komünizm vurgusu ülkücü hareketin tabiatından kaynaklanan bir vurgu mu, yoksa o dönem komünizm tehlikesine karşı bir çok NATO ülkesinde olduğu gibi tamamen sistem kaynaklı bir organizasyonun sonucu muydu? 70’li yılların ortasında gittikçe kabaran ve kesafet kazanan İslam vurgusu ülkücü hareketi ellerinde tutmak isteyenlere karşı ülkücünün ipleri kendi eline alışı mıydı? Bu soruları kendimize sormakta fayda var: Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının MHP’den ayrılışı Sovyetler’in yıkılışından sonraya rastladığına ve artık Sovyetler’e karşı yeşil kuşak projesine ihtiyaç kalmadığına göre bu ayrılışın yeşil kuşak projesiyle bir ilgisi yok. Ancak aynı dönemde NATO’nun yeni hedefi İslam olduğuna göre acaba bazı NATO ülkelerinde başlatılan İslamsızlaştırma projesinin ilk hamlesi Türkiye’de MHP içinde mi yapıldı? O zaman Sayın Yazıcıoğlu’nun değil, onu MHP’den gitmeye zorlayanların kimin oyununa geldiğini tartışmak gerekir. Bence ülkücü hareketi yazanlar ülkücü harekette önce bir özeleştiri kapısının aralanması sağlamalıdırlar. Hâlâ dün ölümlere giden arkadaşlarna şüphe ve tereddütle bakan, en küçük farkı ihanet olarak gören, adam gibi tartışamayı bile beceremeyen bir hareket her gün yazılsa ne olur, yazılmasa ne olur.

Bir hareketin şuuraltı şüphe ve ihanet endişesinden ibaret olursa akrep gibi kıskacını hep kendine sokar, hep kendini zehirler. 12 Eylül’ü, sonra yapılanları ve geçen hükümet döneminde yapılanları tartışmalıyız. Ayrıca eskimiş, bugünün sorularının karşılığı olmaktan çıkmış fikirlerle bir yere gidemeyiz. Unutmayalım ki, fikirler de insanlar gibidir. Doğarlar, büyürler ve ölürler. Her gün dünyaya yeniden bakmayan, her gün yeniden düşünmeyenler hayatın dışında kalırlar. Ülkücü hareketi seviyor, yarınını düşünüyorsak kendimizi tartışmaktan korkmayalım. Bir fikrin özgüven kazanması da buna bağlıdır. Umarım yazı diziniz Ülkücü hareketin kronolojisini vermekten ibaret kalmaz.

Selam, dua...

Av. İrfan SÖNMEZ

Ülkücü Hareket 9: Devlet istemeden mafya olmaz

Yılma Durak, 1980 sonrasında ülkücülere yapılan ‘mafya’ yakıştırmasının ardında ANAP Hükümeti’nin olduğunu belirterek, “Devlet istemeden kimse parmağını kıpırdatamaz" dedi

MHP içinde önemli bir yere sahip olan ve ülkücü camiada “Doğunun başbuğu” olarak tanınan Yılma Durak, 12 Eylül Harekâtı öncesi ve sonrası ülkücü hareketi değerlendirdi.

12 Eylül Harekâtı’nın ülkücülere karşı yapıldığını ifade eden Durak, “İhtilal olmasaydı, MHP iktidara yürüyordu. Bunu ABD Büyükelçisi de itiraf etti” dedi. Ülkücülere mafya yakıştırmasının bizzat yöneticiler tarafından yapıldığını belirterek, “Devlet istemeden mafya olmaz” dedi. Günümüzde dağınık biçimde duran ülkücülerin safları sıklaştırması gerektiğini belirten Durak, “Yükselen değer milliyetçiliktir. Ülkücüler birbirleriyle kucaklaşarak, ülkücü hareketin önünü açmalıdır” görüşünü savundu. MHP içinde eğitimci kadronun başkanlığını da yapan Durak’ın görüşleri ve sorulamıza verdiği cevaplar şöyle:

1980-1995 yılları arasında, özellikle 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren ülkücüler, tıpkı 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndaki Türk Ordusu’nun yaşadığı paniğe benzer psikolojik bir dağılma haliyle karşı karşıya kaldılar. Tabii ki bu durumu tanzim eden bazı unsurlar, ülkücü hareket içerisinde istedikleri oyunu kısmen oynamaya muaffak olmuşlardır. Maalesef yakın menfaat hesabı yapanlar ve mafya bozuntuları dağılan bu yapı içerisinde tefekkür mekânlarını oluşturamayan ülkücüler arasında, zaman zaman kendilerine yer bulmuşlardır. Dolayısıyla bu acı hâl karşısında ülkücüler boynu bükük kalmışlardır.

MHP ve ülkücüler her siyasi parti ve hareket gibi, Türkiye’yi ve Türk dünyasını kurtarmak için yola çıkmışlardır. Devletin derinlerinde bir yerde rantiyeyi paylaşamayanlar bazı hakikatleri bilip de söylemeyenler karşısında meydanı doldurmuşlardır.

MHP İKTİDARA YÜRÜYORDU

Peki 1980 öncesi MHP ve ülkücülerin durumu ne idi?

-1979 yılında kısmi senato seçimleri yapıldı. MHP İstanbul’da Osman Albayrak’ı senatörlük için aday gösterdi. MHP, yanılmıyorsam 22 milletvekilinin çıktığı İstanbul’da 6 milletvekili çıkaracak oy almıştı. Biliyorsunuz, ihtilal

olmazsaydı 1981 yılında genel seçim olacaktı. MHP iktidara gelecek, oy patlaması yapacaktı. O günlerde CHP Genel Başkanı olan Bülent Ecevit, TBMM’de yaptığı bir konuşmada AP’lileri ve Süleyman Demirel’i MHP’ye karşı, “Duymuyor musunuz? Faşizmin ayak sesleri geliyor” diye tahrik etmeye çalıştı.

Yani 1980 ihtilali MHP ve ülkücülere karşı mı yapıldı?

- Tabii ki 1980 ihtilali MHP’yi, “enterne” etmek istemişti. Yoksa MHP iktidara geliyordu. Bunu 1980 ihtilali sonrası dönemin ABD Ankara Büyükelçisi de itiraf etti.

Ne dedi?

- Cumhuriyet gazetesinde de yayınlandı. 12 Eylül olmasaydı, MHP’nin iktidar yolunun açılacağını söylüyordu.

MEHMET AĞAR'A SORU

Peki 1980 sonrası ne oldu? Ülkücü mafya tâbiri ANAP tarafından mı türetildi?

- ANAP yönetimi İstanbul’da Kürt mafyası karşısında yeni bir mafya tipini organize etmiştir. Alaaddin Çakıcı gibi isimler Ülkücü olduğu için seçilmedi. Karadeniz’in yiğit yağız delikanlısını Ermeni terörünü ve Kürt mafyasını önlemek amacıyla seçtiler, yol verdiler. Bugünlerde yaşadığımız kapkaç da aslında yeni bir mafyacılık yorumudur. Kapkaçın arkasında da vatandaşı güvensizliğe iten çok ciddi programlar var. Devleti yıpratmak istiyorlar. O dönemde sonradan MHP ve ülkücülere karşı, “türetilen” ülkücü mafya tabirini dönemin iktidar çevresinde

aramak gerekiyor. Bunu Sayın Mehmet Ağar’a sormak lazım: “İstanbul’da asayiş şube müdürüyken bu olayları önlemek için ne yapıyordu? Kimlerle beraberdi?” Türkiye’de mafya, devlet desteklemeden olmaz. Devlet desteklemeden mafyacılık olmaz. Polisin arkasında olmadığı, devletin bir takım güçlerinin arkasında olmadığı bir devlette mafya olmaz. Kimsenin parmağını kıpırdatması mümkün değildir. Bu türedi tabir MHP’yi ve ülkücüleri yok etme planıydı. başarılı olamamıştır. Ama yara vermiştir.

Ülkücüler hep geçmişi konuşmuyor mu?

- Ülkücülerin geleceği kucaklaması için bütün Türk milliyetçilerinin MHP’de siyaset yapması gerekmektedir. Ama maalesef üç ülkücü bir araya geldi mi hemen kendi halinden şikâyet ediyor. Oysa MHP’nin nasıl iktidara geleceğini konuşmalıdırlar. Ama MHP ve ülkücüler maalesef fitne ve dedikodularla meşgul edilmektedirler.

Ülkücüler aralarındaki boşluğu doldurmalı ve saflarını sıklaştırmalıdırlar. Noksanları ile uğraşılmamalı artıları ile geleceği kucaklamalıdırlar. 2005’i yaşadığımız bu günlerde milliyetçilik yükselen bir değerdir. Ülkücü hareketin önü açıktır. Ama yine bir kısım bahaneler ve engellerle önü tıkanmak istenmektedir.

TARİFİ UYGUN BAŞBAKAN

Ülkücüler Yeşil Kuşak’ın parçası oldu mu?

- BOP bugünün meselesi değil ki içi tartışmalarla doldurulmak istenen bir projedir. ABD eski Dışişleri Bakanı Kissenger, ardından Brezinski ve Hantington medeniyetler çatışması projeksiyonu ile İslam ile Hıristiyanlığın çatışmasını gündeme taşımak istemekteydiler. Ülkücüler, Sovyetler’e karşı Yeşil Kuşak’ın da bir parçası edilmek çalışıldı ama ama bunda başarılı olunamadı.

Afanistan’daki Taliban hareketinde Amerikalılar istedikleri sonuca ulaşmışlardır. Sonradan ılımlı İslam’a dönüldü ve Tayyip Erdoğan’ın yolu açıldı. Erdoğan da tarife uygun başbakan olarak siyasi konjoktürde yerini aldı. Ancak AKP’nin gerçek sahipleri takiyelerle meydana gelen aşırı yozlaşma karşısında rahatsız olmaya başlamışlardır. Erdoğan sessiz ve derinden gelen bu rahatsızlık karşısında çare bulmakta zorlanmaktadır. Erkan Mumcu hareketi küçük bir ihtar olarak değerlendirilmelidir. Asıl tehdidi partinin gerçek sahipleri yapmaktadır.

Peki hapishanelerde ne oldu?

- Sanki İslam’ı yaşamıyormuşuz gibi yoğun bir propaganda yapıldı. Sanki biz Müslüman değilmişiz gibi içimizde aşırı tartışmalar başlatıldı. Yer yer ifrata varan tavırlar sergilendi. Maalesef radikalizme kayan arkadaşlarımız oldu.

Mesela kimler?

- İsim vermeyeyim

Verin verin...

- Mesela bunlar içinde Yılmaz Yalçıner vardı. Uçak kaçırdı. Bir takım radikal örgütlerin kurucusu olanlar da oldu. Ama bunlar arasında cezaevinden çıktıktan sonra bu yanlışlıktan dönenler de oldu

Ülkücü Hareket 10: Özal’ın teklifini kabul etmedim

BBP’yi kurma çalışmaları sırasında Cumhurbaşkanı Özal’ın kendisini telefonla aradığını ve Köşk’e davet ettiğini belirten Yazıcıoğlu, yeni kurulacak parti için davet aldığını doğruladı

Yazıcıoğlu, “Sayın Cumhurbaşkanı’na Bir neslin gözyaşlarıyla savunduğu değerleri yaşatmak düşüncesinde olduğumuzu ifade ettik ve teklifini kabul etmedik” dedi

BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, ‘Ülkücü hareket’ dizimizde görüşlerini anlatan Ercüment Konukman’a cevap verdi. Yazıcıoğlu, Konukman tarafından ifade edilen, “Özal Cumhurbaşkanlığı’ndan ayrılıp yeniden parti kuracak ve Yazıcıoğlu da bu partinin içinde olacaktı” sözleriyle ilgili kaleme aldığı cevapta, Özal ile görüşmesini ve görüşmenin sonucunu anlattı. Yazıcıoğlu’nun cevabı şöyle:

6 Aralık 1992 tarihinde Ankara Söğütözü’nde dinamik bir toplantı yaptık. Toplantıya ANAP’tan ayrılan ve o tarihte halen ANAP’ta olan olan bazı milletvekilleri de katıldı. Aynı akşam biz BBP’yi kurma kararı aldık. Mevcut Genel Merkez binamızı da kullanıyorduk. Genel Merkez binamızda otururken santraldeki sekreter aradı ve “Sayın Cumhurbaşkanı Turgut Özal sizi arıyor, görüşmek istiyor. Şu anda da telefonda” dedi. Direk kendisi aramış. “Sizinle tanışıp görüşmek istiyorum” dedi. Ben de, “Hemen atlayıp geliyorum” cevabını verdim. Cumhurbaşkanlığı girişinde herhangi bir karışıklık ve girişte zorluk olmaması için kendisinin araç göndermek istediğini söyledi, kabul ettim, araç geldi gittim. O tarihte Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın danışmanı olan Mustafa Çalık Bey de oradaydı. Bizi karşıladı. Oturdu, ikramda bulundu.

“Sizi çok merak ediyordum ve sizinle çok tanışmak istiyordum” dedi ve ekledi:

SİYASET İKTİDARLA OLUR

“Devletin çeşitli kademelerinden, kanallarından bana bilgiler geliyor. Arkadaşlarım da bazı bilgiler aktarıyor. Sizi enteresan buluyorum. O sebeple sizinle konuşmak istedim. Ne yapmak istiyorsun?

İlgisine teşekkür ettikten sonra, “Siyaset yoluyla ülkeme hizmet yapmak istiyorum” deyince, “Siyaset iktidarla olur. Gel beraber olalım ve iktidar olalım. Ben 1983 yılında partiyi kurduğumda iktidarı avucumun içinde gördüm. Beraber olursak yine avucumun içinde görüyorum” cevabını verdi.

“Siz yeniden siyasete mi dönmek istiyorsunuz” diye sordum. Evet dedi ve devam etti:

“Ancak seçim kararı alındığı zaman düşünüyorum. Eğer şu sıralarda Cumhurbaşkanlığından ayrılırsam, koltuğu boşaltırsam Süleyman (Demirel) ya da Erdal (İnönü) gelir. Seçim kararı alındığı an boşaltırsam kendi aralarında anlaşamazlar ve buraya kimse oturamaz”

Ben de kişisel kanaat olarak, “Şu anda bulunmuş olduğunuz konumun ne kadar önemli olduğunun elbette farkındasınız. Ben yeniden bir siyasete dönüşünüzü faydalı görmem” dedim.

Arkadaşlarıyla görüşmemi istedi. Ben de ‘görüşme ve diyaloğa’ açık olduğumu söyledim ve şöyle devam ettim:

“Bizim bir çizgimiz var. Biz bu çizginin üzerinde siyaset yapmak istiyoruz. Yaşadığımız bir geçmişimiz var. Bu geçmişimize ve o mücadeleye bizi sevk eden değerlerimize sadakatli kalarak bir siyaset yürütmek düşüncesindeyiz. Ama arkadaşlarınızla görüşebilir.”

Kendisi Abdülkadir Aksu, Mehmet Keçeciler’i görevlendirdi. Akşam sabaha kadar oturduk konuştuk. Ama kesinlikle kimin nerede olduğuna yönelik tek kelime etmedik. Tamamen fikri bir konuşma oldu. Sabaha kadar süren konuşmamızda fikren paralel olmadığımızı, aynı fikirleri savunmadığımızı söyledik. Konu kapandı. Olay o günlerde basına iktikal etti. Ben de aynı düşünceleri paylaşmadığımızı aynı görüşte olmadığımızı söyledim. Bir neslin gözyaşlarıyla savunduğu değerleri yaşatmak düşüncesinde olduğumuzu ifade ederek ortak çalışma içine girmedik. 6 Aralık 1992 tarihinden önce de Merhum Özal ile birebir tanışıklığımız yoktu. Yüz yüze görüşmemiz de yoktu.

‘ÜLKÜCÜ HAREKET' DİZİSİNE GELEN CEVAPLAR

Vah Ayvaz vah!..

ÜLKÜCÜ hareketin geçmişine ışık tutucağına inandığım “Ülkücü hareket” dizinizi zevkle okuyan bir ülkücüyüm. 24.10.1975-12 Eylül 1980 tarihleri arasında MHP Merkez İlçe Gençlik Kolu Başkanı olarak görev yaptım. Yazınızda bahsettiğiniz bazı olaylara bizzat tanık olduğum için bu açıklamayı yazmayı uygun gördüm. Rahmetli Başbuğumuzun Mevki Hastanesi’nden heyet raporuyla tahliye edildikten sonra -verdiği sözü tutarak- dinlenmek üzere Antalya’ya geleceği bildirildi. Bir grup arkadaşla birlikte Burdur-Antalya il hududunda karşılayarak Side Defne Otel’e yerleştirdik. Kendileri burada bir ay kadar istirahat ettikten sonra, Antalya’da Antalya Motel’de kaldılar. Daha sonra Salima Tatil Köyü’ne geçtiler. Burada kaldıkları sürece yakın hizmetinde bulunma şerefine nail oldum.

Başbakan Turgut Özal’ın Başbuğ’un elini sıkmaması olayına bizzat tanık oldum. Ülkücü hareketin Antalya’da verdiği ilk şehit olan Nurettin Epütkan’ın babasını ziyaret için benim kullandığım otomobille Yukarıkocayatak Köyü’ne gittik. Rahmetli Başbuğumuz, şehit ülküdaşımızın babasıyla uzun süre sohbet etti. Daha sonra Salima’ya dönerken domates üreticilerinin Özal’ı protesto için domatesleri yerlere döktüğüne şahit olduk. Kendileri bu duruma çok üzüldüklerini söylediler. Salima’ya dönünce otel müdürü, Özal’ın oteli ziyarete geleceğini bildirmesi üzerine durumu kendilerine arz ettik. Hâlâ kulaklarımda çınlayan şu sözleri söyledi: “Oğlum bize Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı karşılamak düşer. Ben üzerimi değişip geliyorum.” Kendisini kaldığı villanın önünde bekledik. Çok şık açık renk birtakım elbise giymişti. Tatil köyünün dış kapısına doğru yöneldi. Biz biraz geriden kendilerini izliyorduk. Kapıya yaklaşırken Özal ve protokoldekiler göründü. Ceketinin önünü düğmeledi ve “Hoş geldiniz Sayın Başbakan” diyerek elini uzatırken Özal’a doğru yürüdü. Özal hiç oralı olmayarak, Başbuğ’u görmezden geldi ve tatil köyünün yönetim binasına doğru yöneldi. Bu olayla ilgili, o tarihte yayınlanan gazetelerde fotoğraflı haberler çıkmıştı. Özal’ın bu davranışı Başbuğumuzu çok müteessir etmiş, üzüntüsünü belli etmeyerek villasına geri dönmüştü. İki gün sabah yürüyüşlerine ve akşma yemeklerine çıkmamıştı.

Başbuğumuzu çoz üzen ikinci olay daha vardı ki bu üzüntüsünü gizlememişti. O tarihte Gaziantep’te bir milletvekilliği için ara seçim vardı. Bu konuda kendisini arayanlara MÇP adayını işaret ediyordu. Gaziantep’den bir telefon gelmişti. Kendilerine ulaşılamadığı için, not alıp özel görüşmeler yaptığı odada notu kendilerine ilettim. Notu okuyunca büyük bir teessüre kapılarak, “Vah Ayvaz vah!..” dediğine şahit oldum. Gelen notta Ayvaz Gökdemir’in Gaziantep DYP adayı olduğu bildirilmişti. Bu olay rahmetliyi çok ama çok üzmüştü.

Rahmetli Başbuğumuzun yaklaşan mahkeme günü dolayısıyla kalp rahatsızlığını belirten bir doktor raporu gerekiyordu. Görüştümüğüz bazı büyüklerimiz mazeret beyan ederek yardımcı olmadılar. Antalya eski SSK Başhekimi Dahiliye Mütehassası Doktor Sadık Özen bu konuda gerekli raporu vererek Başbuğumuzun mahkemeye katılmamasını sağladı. Sayın Işık, yukarıdaki açıklamalarım ne kadar yazınıza ışık tutar bilemiyorum. Ama kendilerine kısa bir süre de olsa hizmet etme şerefi, ülkücü olma şerefinden sonra nail olduğum en yüksek değerdir.

Saygılarımla.

Rıza KIRIM

ıÜüÜlkücü Hareket 11: Yeşil Kuşak Projesi kardeşi kardeşten ayırdı

ESKİ Ülkü Ocakları Genel Başkanı Alaaddin Aldemir, Ülkücü hareket dizisinde görüşlerini açıklayan BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve Av. İrfan Sönmez’e

cevap verdi, itirazlarını ortaya koydu. Muhsin Yazıcıoğlu’na düğününü neden Kocatepe Camii avlusunda kıydırdığını sordu.

Aldemir’in açıklaması şöyle:

1-  Yeşil Kuşak Projesi ABD tarafından direkt MHP hedef alınarak konulmamıştır. Ancak MHP bu uygulamalardan nasibini almış ve etkilenmiştir.

2-  Yeşil Kuşak Projesi 1991 yılında uygulamaya konmamıştır. MHP üzerindeki etkisi ise 1980’li yılların başında başlamıştır. Cezaevlerindeki ülkücüler üzerinde belli operasyonlar olmuştur. MHP ve ülkücüler elbetteki İslami yönü kuvvetli olan insanlardır. Ama mesela Seyit Kutupçu değillerdir. Ya da “Seyit Kutupçu olmayanlar Müslüman değildir” diyemeyiz. Seyit Kutup bir Müslüman âlimidir. Ona saygılı olmak, onu okuyup aydınlanmak ayrı bir meseledir. Onun izinden mesela silahlı bir örgüt kurma gayretleri ayrı bir meseledir. Bu operasyonun bir noktasında da kimin olduğunu Sayın Muhsin Yazıcıoğlu röpörtajda açıklamıştır.

3-  Bu proje MHP’yi etkilemiş ve bir bölünmeyi doğurmuştur. Bu projeyi yürütenler Sayın Yazıcıoğlu ve arkadaşlarıyla direkt bir ilişki içinde olmamışlardır. Zaten olamazlar da. Ama çevresiyle ilgili olmuşlardır.

Kocetepe Camii’nde nikâh töreni yapma fikri nereden çıkmıştır? Bu olayla hangi mesaj verilmiştir?

Ve Kocatepe Camii’nde ondan sonra kaç kişi nikâh töreni yapmıştır. Yine bazı siyasi İslamcı dergilere, “Ben Ülkücülükten vazgeçtim artık Müslüman’ım” ilanları neden verilmiştir? Bu ilanları kim vermiş ve verdirtmiştir?

4-  Yeşil Kuşak Projesi MHP’de kardeşi kardeşten ayırmıştır. Bu bir gerçektir. MHP’deki meseleler etkili olmamış mıdır? Olmuştur elbet. Zaten meseleler doğurulmadan hangi dış merkezler mesafe kat edebilir ki?

5-  Ülkücü Hareket her zaman ilkelidir. Ancak her dönem ülkücü hareketi saptırmak isteyenler çıkmıştır. Ülkücü hareketli saptırmak isteyenlerle, ülkücü haraketin ilkeleri karıştırılmamalıdır. Hakk’ın rahmetine kavuşmuş Başbuğ’u üstü kapalı eleştirmek cesaretini gösterenler önce geçmişleri dahil, kendilerini özeleştiriye tabi tutmalıdırlar.

Geçmişi, hatıraları, tarihi olayları hiç kimse bugünkü siyasi konumuna ve siyasi hesaplarına göre değerlendirmemeli, yorumlamamalı ve saptırmamalıdır.

Gerçekçi ve objektif olunursa tarih gerçekleri yazar. Herkes hayatta hata yapar. Hatasız ve eksiksiz tek bir yaratılan yoktur. Mesele hatanız olduğunun gayretiyle yeni hatalar işlememektir. Hatayı yapan hatasını söylerse daha da büyür. Eksik varsa o söylenmelidir ki gerekirse tekrar birk araya gelmeler mümkün olsun.

'ÜLKÜCÜ HAREKET' DİZİSİNE GELEN YORUMLAR

Metin Bey,

Nevşehir’in Gülşehir İlçesi’ndeki genç ülkücülerdenim. Başbuğ hakkında yazmış olduğunuz açıklamaları son noktasına kadar okudum ve bir daha okuyacağım. Biz artık üzerimize gelen iftira oklarıyla baş edemez duruma gelirken, sizin gibi doğruları gözetip halka tercüman olan kişiler sayesinde gün ışığına çıkmayı başarıyoruz. İnanıyorum ki, bundan sonra da bu emperyalıst oyunu bozulacak ve milliyetçi Türkiye’de nice Genç Osman’lar yetişecektir. Genç arkadaşlarım Ülkü Ocağımız adına size ve Tercüman’a teşekkürler ve başarılar.

Genç Ülkücü

Metin Bey,

MHP ve ülkücüler hakkında yazınızı ilgiyle takip ediyorum. Rahmetlinin şeyhler ile bağlantılarını yazdınız. Doğru olması gereken de bu. Dinimizin aksesuarlarından biri olan tarikatlara ülkücülerin sahip çıkması kadar doğal bir şey olamaz. Menzil ile ilgili kullandığınız üslubu hiç beğenmedim. Oradaki mübareği ziyaret etmenizi tavsiye ederim.

Adnan Tuğ/ MERSİN

ıÜüÜlkücü Hareket 12: Ocak’tan iktidara

1980-1995 arası, “Ülkücü Hareket” isimli yazı dizimiz, okuyucularımızdan ve ilgililerden büyük alâka gördü. Rıza Müftüoğlu, Alaaddin Aldemir 1980’li yıllarda başlayan Yeşil Kuşak Projesi’nin ülkücüler üzerindeki operasyon alanı olduğunu ancak ilgi görmediği yaklaşımında bulundu.

Aldemir bu akımın zamanla bölünmeyle sonuçlandığını savundu. Yılma Durak da bölünme çabalarına işaret etti. MHP’den kopma gerekçelerinin “Yeşil Kuşak Projesi” ile ilgili olmadığını söyleyen BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, Ülkücü Hareket’in özellikle hapishanelerde Yeşil Kuşak Projesi’nin alanı haline getirilmek istendiğini söyleyerek, bu çabaları doğruladı. İsim verdi. Konuşmacıların tamamı İslâm ve İslâm’ı yaşayan insanların bu çabalarla bütünleştirilmemesi gerektiğinin altını defalarca çizdi.

Naci Memiş, Dedeman Toplantıları’nda yoktu. Dedeman toplantıları ile ilgili sözleri, “duydukları ve okudukları” ile sınırlıydı. Bunu kendisi de kabul etti. Memiş, Alparslan Türkeş’in talimatıyla teşkilata yurt çapında İslami bilgiler verilmekle gönderildi. Böylece ülkücülerin İslâm’a karşı, “mesafeli olduğu” iftiralarını da cevaplandırmış oldu.

Türkeş, Dedeman Toplantıları sonunda Devlet Bahçeli, Muharrem Şemsek, Rıza Müftüoğlu, Ali Güngör, Haluk Pirimoğlu, Mustafa Mit başta olmak üzere, “Ocaklılar” ile bütünleşmiş çıktı. Mahir Damatlar kanalıyla Yazıcıoğlu da, rezervleri olsa da Türkeş etrafında bütünleşilmesine taraf oldu. MHP’nin “A” Takımı’nın hemen hemen tamamı Türkeş’e MÇP ile yürümeme tavsiyesinde bulundu. Türkeş de, “gerekirse liseliler ile bu davayı yürütürüm” diye rest çekti.

1970’li yıllardan beri Türkeş’in, “gençlik danışmanı” olan Bahçeli, ölümüne kadar Türkeş’e kesintisiz destek verdi. Bahçeli MÇP’ye Genel Sekreter oldu. Müftüoğlu da vefatına kadar yanında kaldı. Yazıcıoğlu, MÇP Genel Sekreter Yardımcısı idi. Ardından Sivas Milletvekili olarak 1992’de yollarını ayırdı.

Durak, Müftüoğlu ve Aldemir, ülkücü mafya tâbirinin bilinçli olarak dönemin iktidarı ANAP destekli yöneticiler tarafından basına lanse edildiğini örnekleriyle söyledi. Türkeş’in Mevkii Hastahanesi’ndeki kaçırılması “ufak bir tartışmaya” sebep olduysa da Türkeş’in damadı Hamit Homriş, Selim Kaptanoğlu’nun Mevki Hastanesi’ndeki üç doktorla yürüttüğü hizmetleri takdirle karşıladı. Ancak Türkeş’in kaçırılarak vurulması projesinin de izleyici konumundaki istihbarat ve güvenlik birimlerinin bir kanadı tarafından tartışıldığı bilgilendirmesinde ısrarcı oldu. Kaptanoğlu, bu çabalardan habersiz olduğunu söyleyerek bunu “yeterli bilgi” diye izah etti.

Kaptanoğlu, Evren’in Türkeş’in kaçırılması halinde cezaevindeki ülkücülerin hepsini öldürteceğini söyledi. O açıklama ile Türkeş’in kaçırılmasının ilgisi yoktu. Olay şöyle gelişti:

12 Eylül 2000’de Ali Kırca’nın 12 Eylül’ün 10. yıldönümü münasebetiyle bir program yaptı. Kenan Evren, Müftüoğlu’nun yazdığı “Copların Askerleri” adlı

eserde Konsey üyelerinden birine bir şey olursa cezaevlerindekilerin hepsinin öldürülmesi emrinin verilip verilmediği sorusuna “Evet böyle bir kararımız olmuştu ama bu sadece konsey üyeleri arasında varılan bir karardı. Müftüoğlu bunu nereden duymuş” diye sormuştu.

Yani Konsey üyelerinden birine bir suikast yapılmış olsaydı cezaevlerindeki ülkücüler değil ülkücü, solcu, sağcı herkes öldürülecekti. Bu karar ihtilalin ilk yılında alınmış bir karardı ve o tarihlerde Türkeş de Mevki Hastanesi’nde değil, Dil ve İstihbarat Okulu’nda tutuklu bulunuyordu.

“1980-1995 Ülkücü Hareket” dizisi belki kitap olacak. Bu dizide ülkücüler arasındaki, “kişisel” ve “siyasi çekişmelerden” uzak durduk. Günlük siyasetin içinde de girmedik. O dönemin kahramanlarından, şu anda siyasetin aktif içinde olmayan ve tartışmayı kişiselleştirmeyen görevli isimlerini seçtik. Büyük ilgi gördü. Biz de “gazeteler tarihin müsvettesidir” sözüne uygun bir çaba içinde olmanın memnuniyetini yaşadık. İlginize teşekkürler, saygılar...

'ÜLKÜCÜ HAREKET' DİZİSİ İÇİN AÇIKLAMA

Sn. Metin Işık,

ÜLKÜCÜ Hareket başlıklı yazı dizinizin 8 Mart 2005 tarihinde yayınlanan bölümünde Sn. Ercüment Konukmanía atfen, Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı’ndan ayrılarak, kuracağı partide şahsımın da yer alacağı iddia edilmiştir. Sn. Konukman, “Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları ile Sadi Somuncuoğlu ve arkadaşlarının ismi geçiyordu. Ama detaylarını ben çok iyi bilmiyorum.” dediği halde, bu iddia yazının spotunda kesinmiş gibi sunulmuştur. İddia veya kesin hüküm; ancak benim Sn. Özal’la, dolaylı veya dolaysız hiçbir irtibatım olmamıştır. Böyle bir düşünce olduğunu da yazınızdan öğreniyorum. Kısacası iddia benim açımdan tamamen gerçek dışıdır. Kaldı ki, kendisiyle dünya görüşlerimiz itibarıyla bir araya gelmemiz imkânsızdı. Çünkü gerek ekonomik politikaları, gerekse siyasi hedefleriyle mutabık değildim. Bugün de, dış politika, ekonomi, siyaset ve sosyal yapıdaki yozlaşma başta olmak üzere Türkiye bütünlüğünü tehdit eden açmazların temellerinin o dönemde atıldığı kanaatindeyim. Bu konulardaki görüşlerimi de 1985’ten itibaren çeşitli dergilerdeki makalelerimde açık bir şekilde ortaya koydum. Değerli kamuoyumuzun bilgilerine saygılarımla sunulur.

Sadi SomuncuoĞlu

Sadi Somuncuoğlu _ Ülkücü Hareketi

Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to