Felsefe Yazıları
II
Arda
Denkel
Arda
Denkel 1949'da Ankara'da doğdu. Saint
Benoit Lisesi' nden sonra ODTÜ Mimarlık Fakültesi'nde okudu. 1972 yılında Şehir Planlama lisans derecesini aldı. Aynı yıl Oxford Üniversitesi' nde felsefe öğrenimine başladı. 1977'de
bu üniversiteden
felsefe dalında
doktora derecesini kazandıktan
sonra, Boğaziçi Üniversitesi' nde göreve başladı. 1988'de profesör ünvanını alan Denkel halen aynı kurumda
öğretim
üyesidir. 1985 ve 1989 yıllarında ABD
Wisconsin Üniversitesi
felsefe bölümünde konuk
öğretim
üyesi, 1994'te Uludağ Üniversitesi'nde ve 1995-97 yılları arasında da Koç Üniversitesi'nde ek görevli olarak
dersler vermiştir.
1995'ten beri Türkiye Bilimler
Akademisi üyesidir. 1997'ye
değin 45' in üzerinde Türkçe yazı, 18' i uluslararası dergilerde olmak üzere 26
İngilizce makale yayımlamıştır; bir yazısı Almanca'ya,
ikisi de Yunanca'ya çevrilerek
bu ülkelerde basılmıştır. Denkel' in Türkiye'de 8 kitabı yayımlanmıştır. Ayrıca Object and Property başlıklı kitabı Cambridge University Press'ten
1996' da çıkmış, The Natural Background of Meaning
başlıklı
kitabıysa Kluwer Academic Press tarafından yayımlanmak üzere basım aşamasındadır.
Arda
Denkel
FELSEFE
YAZlLARI
2
Editör:
Ahmet Haluk Atalay
Sümer, Sibel ve Seçkin için
Bu iki cilt 18 yıl içinde çeşitli kitap ve dergilerde çıkan makalelerimi bir
araya getiriyor. Sürenin
uzunluğu ve yazıların yöneldiği okur kitlelerinin farklılığı dolayısıyla birçok açıdan çeşitlilik gösteren metinleri konularına göre
guruplandıran editörüm oldukça iyi bir bütünlük elde etmiş. Yine sürenin
uzunluğunun doğurduğu doğal bir sonuç olarak, buradaki biçimi makalelerde savunduğum görüşleri, ya da bunların
dilegetiriş biçimimi artık benimsemiyorum. Buna karşın, metinlerde bir değişiklik
yapmamayı, onları özgün olarak yazıldıkları gibi basmayı
yeğledik. Makalelerin tümünün benim bugünkü
düşüncelerimi yansıtmaları gibi bir beklenti
zaten gerçekçi
olamazdı. Onları kağıda döküldük/eri günlerin düşünce ve biçeminin ürünü
olarak okumak gerekir.
Bu iki derlemeye, bir üçüncü cilde malzeme oluşturacak sayıya ulaşan kitap tanıtma,
eleştiri ve polemik tartışma yazılarımı sokmadık.
Eleştiri yazısı, karşısına aldığı metinler/e birlikte okunabildiği ölçüde anlaşılır olan bir şeydir. Onu, eleştirdik/erinden
zamanca kopartılmış bir biçimde yayımlamak öbür yazariara haksızlık
anlamına geleceği gibi, eleştirinin kendi yazarı için de yakışıksız olur diye düşündük.
Sözünü ettiğim ilkeyi bozan tek
makale, içinde sayın Hilmi Yavuz' a atıfta
bulunulan "Eksoterik." Onu dışta bırakmayışımızın gerekçesi ise, bir eleştiriyi ya-
nıtlamaktan çok belli bir konuyu ele alıyor olması.
Bu iki cilt, genelde
felsefecilerimizin favori konuları arasında yer alan, felsefenin neliğine, kültüre ve felsefe eğitimine
ilişkin tartışmalar yanısıra, düşünce ve felsefe tarihi,
bilgi, varlık, edim ve anlam gibi benim favorim olan daha profesyonelce felsefi konulara ilişkin görüşlerimi de içeriyor.
Kitabın hazırlanmasında emeği geçen editörüm sayın Ahmet HalUk Atalay' a ve çalışmalarımı destekleyen Türkiye Bilimler Akademisi' ne teşekkür ediyorum.
Arda
Denkel
Boğaziçi Üniversitesi, 1997
I. BÖLÜM
Nesneler
ve Özdeşlik ................................. 9
Özdek ............................................................................ 42
Belirlenim, Neden ve
Değişim....................................... 61
Gerçek Neden ................................................................ 94
Her Dönemde Gündemde Olan Bir Soru: Zaman
Akıyor mu? 116
Zaman Durağan mıdır? ............................................... 122
Geçmiş Zaman ............................................................ 128
II. BÖLÜM
Bilim, Bilgi ve Kuşku ................................................. 145
Minimal Gerçekçilik .................................................... 163
Epistemizm .................................................................. 172
Bilgi ve Nesne-I:
Epistemizm ile Gerçekçilik Arasında Çağdaş Tartışmalar 198
Bilgi ve Nesne-II: Gerçekçilik İçin Sınırlar ................. 235
Deneycilik; Gerçekçilik, idealizm ve Görüngücülük .. 263
III.
BÖLÜM
Bazı Terimler
Üzerine Notlar............... 277
Edim Felsefesinde Bazı Kuramsal Güçlükler ............. 287
Uzlaşımsal ve Önaşımsal Yönletim ............................. 305
Hayvansal İletişimde Anlam ........................................ 323
Düşünme, Dil ve Anlam .............................................. 343
I. BÖLÜM
NESNELER
VE ÖZDEŞLİK
Ontolojinin
temel sorunu varlı.ksa,
varlığın da temel bir koşulu özdeşliktir. Özdeşliği olmayan bir somut nesneyi var
olarak düşünebilmemizi,
mantığın çıkış noktasını oluşturan en
temel ilkeler engeller. Burada, bir nesne için özdeşliğin ne olduğunu açıkladıktan sonra, bu özdeşliği sağlayan koşullar üzerinde tartışacak
ve sonuç olarak
bir özdeşlik
ölçütü önereceğiz.
Bir
nesnenin özdeşliği
olması demek, her şeyden önce, belirli bir zaman kesiti verildiğinde, bu nesnenin başka nesnelerden
ayrı
olması ve buna bağlı olarak
da onlardan ayırt edilebilir olması demektir.
Bir somut nesneyi başkalarından
ayırt eden nedir? Bu soruya felsefe
tarihi boyunca verilen değişik yanıtları, iki karşıt görüş çerçevesinde toplayabiliyoruz: Bunlardan biri,
"bir nesneyi başkalarından
ayıran onun tözüdür" önermesinde, öbürü de bir nesneyi ayırt eden
ilkenin, onun taşıdığı
özelliklerin toplamı olduğu savında ortaya
konmaktadır.
Önceki görüş Aristoteles
ve onu bu bağlamda
izlemiş olan filozoflara, sonraki görüş de
başta Hume olmak üzere Deneyci
aleıma ve ayrıca da
bu akımın rakiplerinden Leibniz 'e bağlanabilir.
Şimdi, A
gibi bir nesnenin var olduğunun söylenebilmesi için, onun bu gibi herhangi bir
nesneden başka
olması gerekir. Yoksa A ve B ayırt edilemeyeceğinden A'nın herhangi bir B 'nin varlığından ayrı bir varlık taşıdığı söylenemeyecektir. Az önce or-
taya
konan soru, A'nın herhangi bir B nesnesinden başka oluşunun, yani A'nın B
'den ayrı
oluşunun neye dayandığı idi.
Bir yandan deneyciler ve öbür yandan
Leibniz'in buna yanıtı, A ve B 'nin ayrı deneyciler
ve öbür
taşıdıkları (veya onları oluşturan) özelliklerin ayrı oluşlarından kaynaklandığını vurgular. Örneğin, önümde duran iki kalemin niye iki ayrı varlık taşıdığı sorusunun açık ve
basit bir yanıtı, birinin mavi ve kısa, öbürünün de siyah ve uzun oluşundan, bunların ayırt edilebilir, yani başka başka kalemler olduklarıdır. İşte Leibniz; bu görüş doğrultusunda ünlü özdeşlik ilkesini şöyle dilegetirmiştir: Eğer iki nesnenin bütün özellikleri ortaksa bu iki nesne özdeştirler. Ol Yukarıda sözü edilen kalemlerin renkleri, boyları ve
üzerlerindeki
en küçük çizik ya da lekeye dek taşıdıkları her özellik aynı olsaydı, bunlar bu ilkenin getirdiği görüşe göre, ayırt edilemez, yani özdeş olurlardı. Dikkat edilecek olursa, Leibniz
ilkesinin özdeşlik
için bir yeterli koşul bildirdiği anlaşılacaktır. İlke
Aristoteles'çi yaklaşımla yalnız bu
anlamında
karşıtlık içindedir. Öte yandan
bir zorunlu koşul olarak yorumlandığında, tözcü yaklaşımla çelişik
olmayacağı gibi, hiç kimsenin
karşı
çıkamayacağı bir
ilke olacaktır.
Eğer iki nesne özdeşseler, bunların bütün özelliklerinin aynı,
ya da ortak olacağı kimsenin
yadsımadığı
bir doğruluktur.
Günümüz felsefecilerinden
Anthony Quinton'ın
da belirttiği gibi,<2l
Leibniz'in ilkesi, yeterli koşul anlamında, mantıksal açıdan zorunlu biçimde doğru olamaz. Çünkü, herbir
niteliği
ortak (yani aynı) olan
iki ayrı nesne, örneğin fabrikadan
yeni çıkmış bir örnek iki
kalem, bulunabileceği
düşüncesinde veya
böyle bir olanaklı durumda, hiçbir çelişki yoktur.
1)
Leibniz,
G.W., Discourse on Metaphysics, IX, Selections,
ed. P.P. Wiener, Scribners, New Yarı, 1951.
2)
Quinton,
A.M., The Nature ofThings, Routledge and Kegan Paul, London,
1973, s.29.
Leibniz,
nesneler yeterli ayrıntıda
(örneğin büyüteç altında) incelendiğinde, her
özelliği
ortak olan iki ayrı nesnenin
bulunamayacağını
söyler.(3) Deneysel açıdan bunda
haklı
olabileceği onay- lansa bile, mantıksal açıdan böyle iki nesnenin düşünülebilme olanağı korunacaktır. Bundan dolayı, ilkesinin
felsefi açıdan doyum veren, bir zorunlu doğruluk getirmediği öne sürülebilir. Leibniz belki de bunun farkında olduğundan, ilkesini, büyük ölçüde keyfi gibi görünen bir
başka ilke ile desteklemek yoluna gitmiştir. Yeterli Neden İlkesi (The
Principle of Sufficient Reason) adını verdiği bu son ilkeye göre, Tanrı'nın, bütün nitelikleri ortak iki ayrı nesne
yaratmak için yeterli bir ussal nedeni olamazdı; çünkü Tanrı'nın bunları yaratıp uzay içinde yerleştirirken, birini yerleştireceği noktaya öbürünü değil de bunu yerleştirmek için yeterli bir ussal nedeni bulunamazdı. Bu ilkeyi günümüz felsefesi
açısından
onaylanabilir bulamadığımız ölçüde, yeterli koşul yorumundaki
Leibniz özdeşlik
ilkesini de onaylayamayacağız demektir.
Gelelim
karşıt
yaklaşıma: Bu bağlamda Aristoteles'in
kendi ortaya attığı
töz kavramıyla bu
kavrl"ıQın
ondan çok sonraki
yüzyıllarda
aldığı biçim arasındaki önerf 'I
hır avrılığa
değinmek gerekir. Locke Skolastik'ten sarkan geleneksel töz kavramlarından bu
bağlamla ilgili olanını, "bir nesnenin bütun tnellik ya da niteliklerinden
sıyrıldığında geriye kalan" diye yorumlamı:ştır. Bu yoruma göre, birinin
giysilerini birbiri ardına çıkarırmış gibi, bir nesnenin niteliklerini bir bir
ayıkladığımızı düşünsek, bütün nitelikleri bitirdiğimizde, giysileri giyip
çıkaran veya onların sahibi olan kişi gibi, nitelikleri üzerinde taşıyan bir
altyapıya (substratum), yani töze varılması gerekir.<4> Kabaca
söylenirse, bu görüşe göre bir somut
3)
Leibniz, G.W., Correspondence With Clarke, 3
and 5, Philosophica/ Wri- rings, Dent: London, 1934, s.204, 213, 214.
4)
Locke'un töz kavramını yorumlayışı ve ona karşı
olumsuz tutumu için bkz. An Esay Canceming Human Understanding
(Denl: London, 1961) II, xiii, 17-20; xxiii, 1-6, 15. 37. özellikle yukarıda
aktardığımız yorum için bkz. aynı yapıt. I 1, xxii, 2.
nesne,
töz artı
niteliklerden oluşur. İşte bu yorumdaki töz, Deney-
ciler'in haklı
eleştirilerine konu
olmuştur.
Oysa, Aristoteles'in özgün olarak
ileri sürdüğü tikel töz kavramı bu değildir.
Aristoteles'te
bu yorumu hazırlayan
görüşler yok değildir. Örneğin, mantık veya gramer açısından tözü dilegetiren özne, niteliklerin kendisine yüklediği şey ve onları taşıyandır. Ancak, Aristoteles tözden herhangi
bir somut nesneyi anlar; yoksa bu nesnenin nitelikleri ardındaki hiçbir zaman görülemez olan
bir ilkeyi değil; bir somut nesne veya tözün biçimi ve bu biçimi belirleyen
bütün nitelikleri, onunformunu oluşturur. Aristoteles'e
göre
yalnızca nitelikler
yani form, somut nesneyi veremez. İşte bu
noktada bir yandan töz kavramını karşılarına alan Deneycilerden, öbür yandan
da tözü kendi metafizik sistemiyle bütünleyen Leibniz'den
keskin bir biçimde
ayrılmaktadır. Forma
sahip olduğu
söylenebilecek, ya
da başka bir deyişle, formun
kendi üzerinde
gerçeklendiği bildirilebi-
lecek ayırt edici, belirleyici bir ilke
zorunludur, Aristoteles için. Bu
ilke de özdek
kavramıdır. Özdeksiz form
(bir tek ayrıcalık
dışında) bulunamayacağı gibi
formsuz özdek de yoktur. Formu olan her öz- dek
parçası
ayrı bir töz, ya
da somut bir nesne oluşturur.
Görüldüğü gibi, Locke'nun belirlediği anlamdaki tözün karşılığı Aristoteles'in özdek kavramıdır.
Ana
çizgilerini
verdiğimiz bu görüş açısından biçim, yani niteliklerin bütünü olan
form, kendi başına soyuttur. Bundan dolayı tikel
olan bir somut nesnenin özdeşliğini, ya da başka nesnelerden ayırt edilebilirliğini (individuation) tek başına veremez.
ilkesel olarak soyut olan aynı formu
(aynı nitelikler bütününü) taşıyan birçok somut nesne düşünülebilir. Bir somut nesneyi tikel ya da özdeşliği olan
ayırt edilebilir bir nesne durumuna
getiren, onun somutlaştırıcı
ilkesi, ya da özdeğidir.
Aristoteles'in
özdek
kavramının, bir somutluk ve tikellik ilkesi sağlaması ötesinde, bağımsız bir gözlemlenebilirliği de var
mıdır? Hayır; örneğin bir deneyci, herhangi bir somut
nesneyi incelerken onun nitelikleri dışında özdeğini gözlemleyemeyeceğimi- zi öne sürdüğünde haklı olacaktır. Özdeği nerede algıladığımızı söylesek, orada bir nitelikler bütünü, yani
form algılıyoruz.
Özdek kavramını, Aristoteles 'teki biçiminde, bir
somutluk ve tikellik ilkesi olarak, daha açıklayıcı kavrarnlara
çözümleyebilir
miyiz? Karşımızda, formları aynı (yani bütün nitelikleri
ortak) olan iki ayrı somut nesne bulunduğunu düşünelim. Bunları Leib- niz'in önerdiği doğrultuda özdeş olmaktan alıkoyan nedir?
Aristoteles'e göre özdeşliği önleyen, bu nesneleri oluşturan özdek parçalarının ayrı oluşudur. Fakat, öte yandan,
bu özdek
parçaları niteliklerinden bağımsız olarak
gözlemlenemediklerine
göre, karşımızda yine
de ortak niteliklerden oluşan iki
nesneden birşey
bulunmadığını söylemek doğru olmaz
mı? Bu doğru olsa
bile, nitelikleri aynı olan iki ayrı nesne
düşünebileceğimizi
de akıldan çıkannamak gerek. Şimdi, bir
kısır
döngüye girmeden ve her iki karşıt görüşten de bağımsız olarak,
bu eş nitelikli iki ayrı nesneye
ilişkin olarak söylenebilecek şu var: Eğer bunlar
birbirinden ayrı iseler, ya da ayrı olarak
imgeleniyorlarsa, birbirleri ile bir ilişki içinde olmaları gerekir. Örneğin, birinin
öbürünün
yanında, sağında, üstünde, önünde, v.b.
durumda olması gerekir. Bütün bu
sayılanlar,
uzayda yer bildiren sözcüklerdir. Bundan çıkarsayabileceğimiz ilke ise, nitelikleri nasıl olursa
olsun, birbirinden ayrı olan her somut iki nesnenin,
belirli bir zamanda, uzayda ayrı yerlerde
bulunacaklardır.
Olaylarda bulunmayan, fakat
nesnelerde gözlemlediğimiz
giril- mezlik (impenetrability) özelliği bu
ilkeye temel olur. İki nesne aynı anda
aynı yerde bulunamaz. Öyle ise,
somut nesneleri ayırt eden, yani onlara özdeşlİk sağlayan, onların uzay-zaman içinde bulundukları yerdir, diyebiliriz.
Bu
sonuç
ışığında klasik görüşleri değerlendirelim: Nesneyi ayırt eden
bir ilke olarak Locke'un belirlediği anlamdaki töz, ya
da
somutluk,
tikellik ilkesi olarak Aristoteles'çi özdek, "belirli bir zamanda
uzayda kaplanan, içinde bulunulan yer"e çözümlenmekte- dir.C5) Eğer böyle yorumlanırsa, tözcü görüşün önemli bir doğruluğu içerdiğini onaylayabiliriz..
Bir
somut nesne için uzay ve zamanda bulunduğu yer
nedir? Bu o nesnenin özelliklerinden biridir. Öyle ise,
Leibniz ve Deneyci filozoflar da haklıydılar. Çünkü bütün özellikleri ortak olan iki nesnenin özdeş oldukları söylenirken onların uzay-zaman içinde kapladıkları yer de içeriliyorsa, bu ikisi bir tek nesneden özdeş olacaktır. Bu düşünceyi onaylayabiliriz,
ancak onun ağırlığını
etkileyecek iki noktayı da
belirtmemiz gerek. Önce, Leibniz ve Deneycilerin her türlü özellik değil, yalnızca nitelik türünden özellikleri düşünmüş olduklarını
anımsamalıdır. Kaldı ki,
Leibniz uzay ve zamanı
göreli olarak yorumlarken, onların "tam
anlamıyla
gerçek" olmadıklarını da
ileri sürer.
İkinci ve daha ilginç olan
nokta ise, yine Quinton'ın da
belirttiği
gibi şudur:C6) Leibniz
ilkesini, "uzay-za- man içindeki yeri"
nesnenin özellikleri
arasında sayarak yorumlayacak olursak, nesnelerin özdeşlikleri açısından, "uzay-zaman içindeki yer"
dışındaki
her özellik gereksiz
kalacaktır.
Çünkü niteliklerin
ortak olduğu bilinmeyen iki nesne bile, aynı zamanda
aynı yerde iseler zaten özdeştirler. Eğer böyle bir yorum nesnelerin niteliklerini "işsiz" bırakıyorsa, onun başta bu
nitelik ilkesi olarak öneren Leibnizci
görüşe
sağlayabileceği yarar
ne olabilir?
Bir
nesnenin özdeşlik
taşıdığını söylemek, yalnızca onun
belirli bir zamanda başka nesnelerden ayrı ve
ayırt edilebilir olması anlamına gelmez; bunun yanısıra, onun
varlığının
zaman akışı
5)
Bkz.
Quinton, aynı
yapıt, s.28.
6)
Aynı yapıt, s.24
içinde belirli
bir süre boyunca kalıcı oluşunu da (persistence) dile- getirir. Eğer bu
ikinci anlamda özdeşlik
söz konusu olmasaydı, evrende bildiğimiz türden denge, yasa ve düzenlilik bulunabilmesinin koşulu olan
kalıcı nesneler bulunamazdı. Ancak gelip geçici anlık somut varlıklar, zaman
akışında
karmakarışık bir
oluş-yoko-
luş devinimi gösterirlerdi. Zaman, bildiğimiz akış hızını sanki pek çok artırmış gibi olurdu.
Zaman
içindeki
özdeşliği, nesnelerin kalıcılığı biçiminde saptadık. Kalıcı olan bir nesnenin iki ayrı zaman
kesitindeki aşama veya durumu, birbirine bu anlamda
özdeştir.
Ayasofya'nın 1880'lerde
çekilmiş
bir resmi ile güncel bir
fotoğrafını
karşılaştırarak
ikisinin özdeş
olduğunu, yani aynı nesneyi
gösterdiğini
söylüyoruz. Elimdeki kahve bardağını göstererek "34 yıl önce bununla
süt
içiyordum" diyorum.
"Yaşlanmak
adamı nasıl da değiştirmiş; ben onun gençliğini bilirim",
"Dün
aynı dolmuşa binmiştim", "Bu
ceket bir zamanlar öyle
şıktı ki..." gibi önermeler ya
özdeşlik
bildirmekte,
ya da özdeşliği
önden varsaymaktadırlar. Tikel
bir nesne üzerine
konuşmak, yani bir adı!, betimleme
veya özel adla yönle- tim
yapmak, bu nesnenin zaman içinde özdeş kalması koşuluna
bağlıdır.<7>
Zaman
boyutunu böylece
içeren özdeşlik kavramını felsefe
için
ilginç bir sorun yapan, zaman içinde olayların oluşması ve olayların zorunlu
olarak nesnelerde oluşması,
bunları kapsaması (içine alması) olgusudur.
Nesnesiz bir olay sözkonusu
olamayacağı ve her olayın da,
küçük ya da büyük bir
değişim
olması nedeniyle, nesneler z^man içinde değişirler. Dolayısıyla, bir nesnenin iki ayrı zaman
kesitindeki aşamalarını
karşılaştırır, özdeşleştirirken, değişime uğramış ve birbirine pek de bütünüyle benzemeyen
iki şeyi
özdeş tutmak durumunda kalırız. "Bu
çam benim çocukluğumda
7)
Bu,
yönletimin
özbelirleme (identification)
gerektirdiği
anlamına gelmez.
henüz ufacıktı" gibi bir önerme, ufak
bir fidanla dev bir ağacı özdeş
varsayar. İşte felsefi
sorun da buradadır:
Bütün bu şaşırtıcı ayrılığa karşın nasıl olabiliyor da ikisini özdeş sayabilİyor ve böylece de
doğru bir önerme yapmış olabiliyoruz? İki ayrı zaman
kesitinde alınan "nesne aşamaları" önemli ölçülere varabilen değişime karşın nasıl oluyor da özdeş oluyorlar?
Bu özdeşliğin
koşulları, ölçütü veya
bunu sağlayan
ilke nedir?
Değişim önemli ölçülere varsa bile, özdeşlik bozulmayabi-
lir. Aristoteles'in ayrımını
izleyerek, bu tür, özdeşliği zedelemeyen değişime, "niteliksel
değişim"
diyeceğiz. Öte yandan
"tözsel
değişim" ise,
bir nesnenin özdeşliğini
yitirmesidir. Bir nesnenin özdeşliğini yitirmesi varlığını da
yitirmesi, yani o nesnenin yokolması- dır. Bu yokoluş bütünüyle görünmez olmak veya "sırra kadem basmak" biçiminde ortaya
çıkmaz. Yok olan nesneden pek çok şey geride kalarak yeni bir nesne veya yeni
birçok nesneyi meydana getirir. Örneğin parçalanmak, vazo gibi bir nesnenin varlığının sonudur. Geride ise yeni meydana gelmiş nesneler
olarak birçok
porselen parçası kalmıştır. Tözsel değişim, gözlenebilen
niteliklerin bu ölçüde çeşitlilik kazanmasını her zaman içermeyebilir. Örneğin bir canlının ölümü, bu canlının varlığını yitirişi iken ölüm öncesi canlı ile ölüm sonrası ceset arasında, görünürde büyük bir niteliksel ayrılık olmayabilir.
Tabii önemli olan, değişimin nesnenin
özsel (es- sential) niteliklerinde olup
olmadığıdır.
Örneğin balmumundan yapılmış bir
yontuyu renkten renge boyarnakla onda gerçekleştirdiğimiz değişiklik, yontunun özdeşliğini etkilemeyecektir. Hatta, yontunun
kolunu veya hacağını
kopartmak bile, bu eksilmeye karşın, onun
varlığını
sona erdiren bir değişim olmayacaktır. Öte yandan, sıcaklığın neden
olacağı bir erime, o yontunun sonu
olacak, geriye eriyik durumda veya bir başka formda
yalnızca
balmumu kalacaktır. Şu halde, nesnenin özdeşliğini koruyabilmesi, ne ise o oluşunu koruyabilmesine
bağlıdır.
Türünü yitirmek veya değiştirmek, öz-
deşliği yitirmeyi
içermektedir.
Örneğimizdeki nesne
bir yontu idi ve yontu oluşunu yitirdiğini anda varlığını da
(yani özdeşliğini
de) yitirdi. Nesnenin ne ise o oluşunu koruyabilmesi
ise, olduğu
şeyin (yontunun) özsel niteliklerini
koruyabilmesine bağlıdır.
Bir nesnenin ögesi bulunduğu tür ve o türü tanımlayan özsel nitelikler, zaman içindeki özdeşliğini zorunlu koşulları arasındadır.
Bu
özelliğin
mantık alanına yansıyışı şöyledir: Herhangi
bir A ve bir B 'nin özdeş
olduklarını öne sürdüğümüz zaman,
önermemizin kesin bir doğruluk değeri, yani kesin bir anlam kazanabilmesi, A ve B 'nin ne olarak özdeş olduklarının da dilegetiriliyor olmasına bağlıdır. Bu demek ki bir özdeşlik önermesi, özdeş olduk- Iarı söylenen nesnelerin ne olduklarını belirleyen bir türsel kavramı (sortal concept) bulundurmadığı sürece tamamlanmış olamaz. A ve B yukarıdaki örnekte düşündüğümüz nesnenin iki değişik zaman kesitindeki aşamaları olsun.
A, erime öncesindeki,
B ise erime
ertesindeki durumu göstersin.
"A ve B özdeştirler" önermesi doğru mudur, yoksa yanlış mı? Bu,
açıkladığımız
gibi, A ve B'yi hangi türsel kavram
altına
soktuğumuza bağlı olacaktır. Örneğin, bu
türsel kavram 'yontu' ise, önerme yanlış olurken 'balmumu parçası' olduğunda doğru olur. Demek ki, belirtilen türe göre, özdeşlik önermesinin doğruluğu
değişebilmektetlir. Bu
bilgiyi günümüz
felsefecilerinden Peter Geach ve
David Wiggins'in çalışmalarına
borçluyuz.<B>
Bir
nesnenin özdeşliğini
korumasının zorunlu bir koşulunun,
bu nesnenin bağlı
olduğu türü koruması olduğunu gördük. Oysa,
bu zorunlu koşul yeterli değildir. Bir
yontu, yontuluğunu
yitirmeden de özdeşliğini yitirebilir. Aynı balmumuna
başka bir yontu biçimi verdiğimde, önümdeki, eski yontu değil, başka ve yeni
8)
Geach,
P.T., "Identity", The Review of Metaphysics, xxi (1967). Wiggins David,
ldentity and Spatio-Temporal Continuity, Basil Blackwell: Oxford, 1967.
bir
yontu olacaktır.
Öyle ise, zaman içindeki özdeşliğin zorunlu ve yeterli koşullarını saptamanın yolu nedir?
Önce sormamız gereken, birinci bölümde ·artıştığımız
ve belirli bir zamandaki özdeşlik kavramını açıklayan koşulların zaman içindeki özdeşliğe uygulanıp
uygulanamayacağıdır. Bu
sorunun yanıtı, açıkça ve kolayca görülen bir
"hayır"dır.
Durum, söz konusu
iki bağlamda
tanımsal olarak ayrıdır. İlki özdeşliği, belirli bir zaman kesitinde, içinde bulunulan
yer olarak tanımlamaktadır.
Buna karşılık ikincideki
"zaman içinde olmak" tanımsal koşulu, zorunlu olarak nesnenin birden çok zaman
kesitindeki yer ve durumunu kapsayacağından, ilk ölçüt burada
geçersiz
kalacaktır.
Soruna
felsefe tarihi açısından
baktığımızda, zaman
içindeki
özdeşliğin açıklanma çabasında başlıca iki
ilkenin kullanılmış
olduğunu görüyoruz. Bunlardan
biri nesnenin uzaysal parçalarının biraraya geliş biçimi, öbürü de nesnenin kendisinden yapıldığı fi-
ziksel-özdeksel
bileşimdir. Bu ilkelerin Aristoteles'teki
form ve öz- dek kavramlarını parçacıkçı bir bakış açısından önemli bir ölçüde yansıttığı ileri sürülebilir. Ancak ne var ki, bu ilkeler ne yalnız başlarına, ne de birlikte, amaçlanan açıklama ve ölçütü veremiyorlar.
Her iki ilke de özdeşliğe
özgü önemli özellikleri saptıyor olmalarına karşın, bu
olguyu tam olarak kavramaktan geri kalıyor.
Her
somut nesneyi kimi "uzaysal parçaların", (spatialparts) biraraya gelmesi
olarak düşünebiliriz.
Bir uzaysal parçanın üç boyutta uzamı vardır; bir başka nesneyi
oluşturmak
için başka uzay- sal parçalada birleşmediğinde, o da bir somut nesnedir. Örneğin bir
masayı uzaysal parçalarına ayırdığımızda, dört bacak ve bir dörtköşe tahta
elde ederiz. Bunları da kesip kırarak yeni
parçalar
ve bütünden ayrı olacaklarına göre, yeni nesneler elde etmek olanaklıdır. Bir nesneyi oiuşturan uzaysal
parçaların
biraraya geliş bi-
çimi o
nesnenin biçimini
oluşturur. Bu ise, özdeşliğin bir
zorunlu koşuludur.
Aynı parçaların başka türlü biraraya
geldikleri bir durum aynı nesneyi
oluşturrnayacaktır.
Masarnı uygun parçalara ayırıp, bunlardan, hiçbirini artırmadan, bir iskemle yapacak olsam, eski
masa ile yeni iskemle aynı nesne
olmayacaktır.
Fakat bunun dışında, masadaki
ufak eğrilmeler
ve çatlamalar onun
özdeşliğini
etkilemeyecektir. Öte yandan,
parçaların
biraraya geliş biçimi de özdeşlik için yeterli koşul olamaz;
çünkü,
parçaları aynı biçimde bi-
raraya gelmiş
birçok değişik nesne
sözkonusu
olabileceğine göre, yeterli
koşulun
içereceği ve bugünkü masanın, aynı biçimi taşıyacağı
yarınki on ayrı masa
ile özdeş
kalacağı sonucu, bir mantıksal çelişkidir.
Özdeksel bileşime gelince, bunun da bir yeterli koşul olmadığı görülebilir. Yukarıda
kullandığımız ve
parçaların
biraraya geliş biçiminin zorunlu koşul olduğunu gösteren örnek, bu parçaların özdeksel bileşiminin aynı
kalmasının, nesnenin aynı kalmasının bir yeterli koşulu olamayacağını da kanıtlar. Bir
başka
deyişle bileşim, zorunlu
bir koşul da değildir. Nesneleri
sık sık
onarır, yamalar,
bozulan parçalarını
aynı biçim ve işlevi gören başkalarıyla değiştiririz.
Onarımdan gelen televizyonumun içindeki birkaç parça değişti diye bunun benim televizyonuro olmadığını öne sürmek aklımdan bile geçmez. Koltuklarımızı onarırız, kaplatırız,
kitaplarımızı ciltletiriz,
bisikletlerimizin bozulan yerlerini yenileriz ve bu onların özdeşliğini etkilemez. Eğer etkileseydi,
hiçbir nesneyi onarmak sözkonusu olamazdı. Doğal olarak, bir onarımın özdeşii- ği etkilernesinin de ölçüleri ve
koşulları
olacaktır. Eğer onarımda onarılan nesnenin
parçalarının
büyük bir bölümü bir
kerede değişecekse,
bunu pek de kolayca, özdeşliğin bozulmadığı bir durum olarak göremiyoruz. Örneğin yağmurdan pasianmış bir yontunun ayakları dışında kalan bütün yerlerini
bir kerede yenilersek, oraya diktiğimizin artık yeni ve başka bir
yontu olduğunu
düşünmek
eğilimi güç kazanacaktır. Öte yandan, değişik devrelerde
ve ağır olmak üzere, aynı yontunun küçük bölümlerini onarıp yenileyerek, böylece uzun
bir zaman bölümü
içinde onun yine büyük bir
bölümünü
değiştirirsek, bu
kez eğilimimiz
yontunun özdeşliğini bozduğumuz doğrultusunda
olmayacaktır. Buna
koşut bir örnek bugün görevlerini hala sürdüren emektar
dolmuşların
öyküsünde bulunabilir. 1940'lı yıllardan beri geçirdikleri onarımlar sonunda acaba ilk yapıldıkları malzemenin kaçta kaçı hala
üzerlerinde
durmaktadır?
Nesneler
zaman içinde
değişiktiklerine ve
değiştirildiklerine
göre, ağır aşamalı olmak
koşuluyla,
hem biçimlerinde hem de bileşimlerinde, özdeşliklerini bozmayan ayrılaşmalar olacaktır. Bu ayrılaşmaların hangi aşamada ve
koşullarda
özdeşliği etkileyeceği, daha
önce de belirtildiği gibi, nesnenin türü ve
bu türü
tanımlayan özelliklerle ilgilidir.
Örneğin,
biçimsel değişikliğe karşı çok duyarlı olan
yontu, iskemle, bisiklet vb. nesnelerin bileşimlerini ağır olmak koşuluyla özdeşliği etkilerneden büyük ölçüde değiştirebilirken, "bir balmumu parçası", "bir bilye yığını", "bir bardak şarap", "bir oyun kağıdı destesi"
gibi nesnelerde biçimi
nasıl dağıtıp değiştirirsek değiştirelim, özdeşliği etkilemiyoruz. Bilyeleri yayıp toplamakla,
iskambilleri dağıtmalda
veya şarabı değişik biçimdeki bir bardağa almakla,
bunlann özdeşliğini
bozmayız. Oysa özdeksel bileşimierindeki çok küçük bir değişim bile
onların,
aynı parça, aynı yığın ve
aynı deste olmalarını önleyebilir.<9)
9)
Biçimsel açıdan zaten amorf olan ve bir içsel
birliği (intrinsic unity) bulunmayan bu tür nesnelere "sahte-nesne"
diyebiliriz. Aynı nedenlerle özdeşlikleri de metafizik bir gerçek olmak yerine
bir uzlaşım konusu gibi durmaktadır. Özdeşlik bir ölçüt geliştirirken
"sahte-nesneler" için de geçerli olmasına özel bir çaba göstermeyeceğiz.
Bkz. Eli Hirsch, "Essence and Identity" ldentity and lndividuation, Milton
Munitz, (ed.) New York P.P. 1971, s.47.
Demek
ki ne bileşim,
ne biçim, nesnenin
bağlı
olduğu türün özsel veya
tanımsal
özelliklerine göre değişen ölçülerde, özdeşliği etkileyen bir zorunlu koşul niteliği bile gösteremeyebilmektedir. Birinin, değişimi daha
az 'hoşgördüğü'
yerlerde öbürü daha
çok
'hoşgörmekte', öbürünün daha
az esneyebildiği
yerlerde de önceki daha
esnek olmaktadır.
Fakat her durumda, biçimde olsun
bileşimde olsun, değişimin özdeşliği bozması, bunun ağır ve
aşamalı
olmasına bağlı kalmaktadır. Değişimin nesnede
ağır ve aşamalı olması özdeşlik için her zaman uyulması gereken
bir nitelik ise, bu bizi geçerli bir
zorunlu koşula
götürebilir. Birden
gelen büyük bir değişim nedir?
Böyle bir değişim, ya
parçaların
biraraya geliş biçiminden ya da özdeksel bileşimde zaman içinde gerçekleşen bir kopukluktur. Kısa bir süred^ önemli
bir biçim değişikliğine uğrayan _
nesnenin zaman içindeki' kalıcılığı, o kısa dönemde,
bir biçimsel kopukluk gösterecektir. Tıpkı bunun gibi nesnenin (örneğin bir bisikletin)
yüzde seksenini yarım saat içinde yenilersek, bu nesne de bir bileşimsel
kopukluk sergileyecektir. Bu koşullar özdeşiiğİn her durumda zedelendiği
koşullarsalar, özdeşliğin korunabilmesinin bir zorunlu koşulunu da, nesnenin
uzay-zaman içinde sürekli olması biçiminde belirleyebiliriz. Günümüz
felsefecilerinin önemli bir çoğunluğu, bu koşulu zaman içindeki özdeşiiğİn bir
ölçütü olarak görmektedirler.
Gerçekten de bir özdeşlik koşulu olarak,
"uzay-zaman içinde süreklilik" açıkça çekici durmaktadır. Zaman
içinde özdeşliğini koruyan bir nesnenin aynı uzay-zaman bölgesi içinde sürekli
olmuş olmasının bir mantıksal zorunluk olduğunu gqrmek için, bu sürekliliğin
bozulmasının hangi koşullarda gerçekleşeği düşünülmelidir. İki türlü
kopukluktan söz edebiliriz. Birini "yüzeysel kopukluk" olarak
adlandıralım: Bu tür kopukluk, şimdiye değin söz ettiğimiz, biçim veya
bileşimdeki ani ve büyük değişiklikleri gösterecektir. Bundan daha uç
nitelikteki bir kopukluk biçimini "tam
kopukluk"
olarak adlandıracağız.
Felsefe literatüründe tartışması yapılan uzay-zaman sürekliliği, böyle bir tam kopukluğun bulunmamasını gerektirir. Sürekliliği bu anlamda bozulan bir nesnenin
kimi uzay zaman koordinatlarında
hiç bulunmadığı, yani
varlığının
kesintiye uğradığı söylenecektir. Bir örnekle göstermek gerekirse, yirmi yıldır benim
olan çanta, 2 Şubat 1982
günü saat 11.30'da 470 no.lu ofisteki çalışma masasının üstünde dururken birden yok oluyor ve
11.35'te aynı yerde yeniden belirip ortaya çıkıyor.OO) Çantanın önceki ve sonraki durumu, herbir özelliği açısından, ayırt edilemeyecek gibi aynı. Sanki
bu çaııta
önce yok sonra yeniden varlığa dönmüş. Sorun şudur: Kopukluk
öncesi
çanta ile kopukluk sonrası çantanın özdeş oldukları öne
sürülebilir mi? Yoksa bu öyküde nitelikleri
çok
büyük benzerlik gösteren iki
ayrı
çanta mı söz- konusudur?
Kimi felsefeciler uzay-zaman sürekliliğini yadsıyıp, Leibniz türünden niteliksel
benzerliği
ölçüt alarak, bir nesnenin belirli bir aşamada yok
olup yeniden varlığa
dönebileceğini onaylıyorlar. (ii)
Oysa bu tutum, bir ölçüde günlük değerlendirmelerimize uysa
bile, kimi mantıksal güçlükler içermektedir. Locke'un sormuş olduğu gibi, bir
nesnenin varlığının uzay-zamanda kesintiye uğradığı, fakat aynı nesnenin
yeniden varlığa dönerek bunu sürdürdüğünü savunanlara sorulması gereken, bir
tek nesnenin (ki kendisiyle özdeşse tek olacaktır) nasıl olup da birden çok
başlangıcı olabileceğidir. Her somut özdeş nesne veya olay bir kez meydana
gelir.
10) Tam
kopukluk üç biçimde oluşabilir: Birincisi, belimiediğimiz biçimde yani belirli
bir yer ve zamanda yok olup zaman ve uzayda bir süre var olmadıktan sonra aynı
yerde yeniden belirmek. İkincisi, yeniden belirmenin uzayda başka bir yerde
meydana gelmesi. Üçüncüsü, zaman içinde hiçbir kopukluk olmadan, sadece uzay
içinde sürekliliği bulunmayan bir biçimde yer değiştirmek: Örneğin, belirli
bir zamanda nesnenin bir yerde yok olup aynı anda başka bir yerde
belirivermesi.
11) Örneğin
Baruc Brody. Bkz. ldentity and Essence, Princeton University Press: New Jersey,
1980, s.43-46.
Aynı şeyin birkaç kez meydana geldiğini söylediğimiz yerlerde nesne veya olayların birey
ya da örneklerinden
değil, tiplerinden söz ediyoruz.(l2)
Her şeyin bir tek başlangıcı varsa,
kopukluktan sonra başlayanın
da yeni ve başka bir
nesne olması gerekir.
Aynı noktayı savunan ikinci bir uslamlama da
Robert Co- bum tarafından
verilmiştir.03) Eğer, diyor
Coburn, nesneleri uzay- zaman içinde kopukluk
gösterebilen
varlık çizgileri izliyormuş gibi gösterecek olursak,
kopukluktan önceki ve sonraki nesneleri özdeş olarak
belirleyebilmenin tek ussal ölçütü, niteliklerin
özdeşliği
olacaktır. Oysa bu ölçüt de,
aynı anda kopukluk gösteren birden
çok ve nitelikleri bütünüyle ortak
olan nesnelerin özdeşliği
söz konusu olduğunda, kullanılmaz olacaktır. Örneğin her niteliği aynı olan ve fabrikadan yeni çıkmış üç kalem
düşünelim.
Bu her üçü de
aynı anda yok olsunlar ve bir süre sonra
yine aynı anda ve önceden bulunduklarından farklı yerlerde yeniden belirsinler.
Yeni belirenlerden hangisinin eskilerden hangisiyle
özdeş
olduğuna karar verebilmenin olanaksızlığı bir yana, gerçekte de
böyle bir özdeşlİk söz konusu olamayacaktır.
Bu
gerekçeler
ışığında, uzay-zaman içinde sürekliliği, nesnelerin özdeş olmalarının bir zorunlu koşulu olarak
onaylayabiliriz. Böylece,
"değişik zamanlarda
bulunan A ve B gibi iki nesne, nitelikleri (zaman içindeki değişim nedeniyle) ortak olmasa bile, eğer özdeşseler, A ve B arasında birbiri
ardına gelen en küçük zaman
aralıklarında,
zaman ve uzayda kopukluk göstermeden birbiri ardına
gelen nesneler bulunuyor olacaktır" gibi bir koşul elde
etmiş oluyoruz. Bunu tür özdeşliği ile ilgili öbür zorunlu
koşul ile birleştirdiğimizde ortaya çıkanın zaman
içinde
özdeşliği veren bir zorunlu
ve yeterli koşul
olduğunu öne sürenler, günümüz felsefecileri
12)
Bu
ayrıma ileride yeniden döneceğiz.
13) Cobum, R.C., "ldentity and
Spatiotemporel Continuity", ldentity and /n- dividuation, Munitz, M., ed.,
New York University Press, 1971.
arasında çoğunluktadır."04> "Eğer,
A ve B gibi, zamanda iki ayrı noktada
bulunan iki nesnenin aralarındaki zaman bölümünün birbiri ardına gelen
en küçük kesitinde zaman ve uzayda
kopukluk göstermeyen aynı türden nesneler bulunuyorsa, A ve B özdeştirler."
Bu
yazıda
asıl tartışmak istediğimiz konuya
gelmiş
bulunuyoruz. Görüleceği gibi,
uzay ve zamanda sürekli
oldukları tartışılabilecek birçok nesneyi
özdeş
varsaydığımızı gösteren sonsuz
sayıda örnek üretilebilmektedir. Durum böyle ise,
yukarıda
verilen koşulun zorunlu
olduğu
nasıl savunulabilir?
Ele
alacağımız
örnek türü, parçalarına ayrılabilir nesnelerin
oluşturduğu
büyük bir öbeği belirliyor.
Örneğin,
bisikletler, saatler, iskemleler,
pipolar ve benzeri türden nesneleri düşünecek olursak,
bunların
türlerine göre, ufacık ögelerine dek
parçalanıp,
sonra istenirse öylece bir
süre
bırakılıp, daha sonra da yeniden eskisi gibi
takılarak
"geri
getirilebildiklerini" hepimiz biliriz. Bunlarla ilgili olarak sorulması gereken
ve yanıtı
özdeşlik kavramımızı özünden etkileyecek
soru şudur:
Parçalarına ayırdığımız ve
sonradan yeniden takıp biraraya
getirerek elde ettiğimiz
nesneler özdeş midirler? Buna felsefi açıdan ussallaştırılmış tutarlı bir yanıt araştırmadan önce, sağduyunun, yani genel olarak sokaktaki adamın -ussal
olmasa da- sezgisel yanıtını
düşünelim: Bu, tartışmasız bir "evet"tir. Oysa, bu
"evet"in kendisiyle birlikte getirdiği mantıksal karışıklıklar vardır.
Parçalarına ayrıldığında artık söz konusu
nesnenin, uzayda (o nesne olarak) bir yeri
olmayacaktır.
Parçaları da-
14) Bkz. Quinton, A.M., aynı yapıt, s. 66-67; Wiggins, D., aynı yapıt; Hirsch, E., aynı yapıt, s.32; Shoemaker S., SelfKnowledge
and Selfldentity, Cor- nell U.P.: Ithaca, New York, 1963, s.4-5; Strawson,
P.F., Individuals, Methuen: London, 1959, s.37; Williams, B.A.O.,
"Personel ldentity and lndividuation", Proceedings of the
Aristotelian Society, LVII (1956-577) s.230.
ğıldığına ve
bu parçaların
değişik kentlere bile götürülebileceğine ve tikel olarak parçalar nesnenin
kendisiyle özdeş
sayılmayacaklarına göre, belirli
bir zaman bölümünde
nesne uzayda yer alıyor olamayacaktır. Şimdi ikinci bir soru var: Eğer nesne
uzayda bulunmuyorsa, o nesne olarak var olmadığını onaylamamız gerekmez mi? Eğer nesnenin
parçalarına
ayrıldığında yok
olduğunu
ve yeniden birleştirildiğinde aynı nesnenin yeniden varolduğunu söyleyecek olursak (bunu ileride görüleceği gibi
Burke görüşü olarak belirliyoruz) Locke'un aynı tek
nesnenin iki kez varolduğunu
nasıl söyleyebileceğimiz sorusuna
takılıyoruz.
Bu yanıtı, daha
ileride yeniden tartışmak
üzere şimdilik bırakalım. Özdeşlik sorununa
eğilmiş
çağdaş felsefecilerin ikinci sorunumuza çoğnlukla verdikleri yanıt, parçalarına ayrılan bir nesnenin, uzayda belirli bir
yeri bulunmamasına
karşın, parçalanmış bir
durumda varlığını
sürdüreceği doğrultusundadır. Buna
genel görüş
diyeceğiz. Genel görüş, hem
sağduyu
yargısını izleyebildiği, hem
de uzay-zaman içinde
süreklilik ölçütünü koruyabildiği için önemli bir ağırlık taşıyor. Bu görüşü paylaşan Coburn, bisikletini onarmak için parçalarına ayırıp bırakmış olan bir gencin annesinin,
hisikieti ödünç almak için gelen
birine; "Evet, oğlumun bir hisikieti var ama şu anda
binilebi- lir durumda değil; parçalarına ayrılmış ve bodrumda yere dağılmış durumda
bekliyor"05) diyeceğini,
canlı bir anlatımla vurguluyor.
Henry Laycook06) aynı sezgi doğrultusunda, kimi "yapısal" nesnelerin, parçalarına ayrılıp yeniden takılma süreci içinde, varlıklarını sürdürüp
özdeşliklerini yeniden
kazandıklarının
"herkesçe bilinen
bir olgu" olduğunu
açıkladıktan sonra
"özdeşlik
için süreklilik gereğinin, sözkonusu edilen
nesnelerin 'el değmemiş'
bir süreklilik göstermeleri olarak düşünülemeyeceğini ve örneğin trombon,
ı5) Cobum,
R.C., aynı
yapıt, s.93.
ı6) Laycock,
H., "Some Questions ofOntology", Phiıosophical Review, LXXXI ı 97
ı, s.28.
çadır ve
tabanca gibi nesnelerin varlıklarının büyük bir bölümünü parçalarına ayrılmış durumda geçirebildiklerini" ekliyor.
Marjorie
Price< [17]>,
"Onarımcının
onarım için parçalarına ayırdığı bir saat veya pikabm varlığını yitirdiğini
söylemek, böyle nesnelerin onarımını bir mantıksal olanaksızlık durumuna
getirirdi" diyor. Brian Smart da aynı görüşü paylaşıyor.08)
Genel görüş, belirttiğimiz bu çekiciliği
yanısıra, kimi güçlükler de getirmektedir. Sorun, bu görüşün istenilmeyen
sonuçlarına bir sınır çekebilmektir: Genel görüşün kendi içinde tutarlı kalarak,
geçerli bir biçimde açıklaması gereken iki tür durum olacaktır.
1- Önce, Smart
ve Coburn'un değindikleri ve parçalarına ayrılmış bir nesnenin bu parçalarının
başka nesneler üzerine takılmalarıyla doğacak durumun tutarlı bir açıklaması
gerekmektedir.
2- Genel
görüş, eğer tutarlıysa, bir alanda vardığı özdeşlik yargısına, benzer başka
alanlarda da varmalıdır. Oysa parçalarına ayrılabilir türden olmayan nesneler
için aynı yargı sağduyuya pek uygun olmayabilir: Bir evi yıktığımız ve
tuğlaları ile harç artıklarını öylece iki yıl sakladıktan sonra, aynı plana
uygun olarak, aynı tuğlalardan ve kum haline getirilen eski harç artıklarından
yeni bir ev yaptığımızda, elde deceğimiz ev, eskisiyle özdeş olacak mıdır?
Kırılan bir sürahinin parçaları zamkla tutturularak eski durumuna
getirildiğinde elde edilen o eski sürahi midir?
Önce birinci durumu inceleyelim. Coburn şöyle
bir örnek veriyor: Birinin bisikletini parçalarına ayırdığını ve bu parçaları
tanıdıklarına dağıtlığını düşünelim. Parçaları alan kişiler bunları kendi
bisikletlerine takıp uzun yıllar kullanmış olsun. Böylece parçalar, birçok
değişik bisikletin ögeleri olarak kullanıldıkları yıllar
boyunca
eskidikten sonra, günün birinde, parçaları dağıtan adamın bunları geri isteyip birleştirerek yeniden bir bisiklet durumuna getirdiğini düşünelim. Şimdi elde edilen bu kullanılmış eski bisiklet, dağıtılmış olan
yepyeni bisikletle özdeş midir. Bisikletin, parçalarına ayrılmış fakat henüz başka bisikletlere takılmamış olduğu ilk aşamada, Coburnt
ve Smart'ı da kapsayan genel görüş, halen
bisikletin, ayrılmış biçimde ve uzayda bisiklet olarak bir yer
kaplamadan, varlığını sürdürdüğünü söyleyecektir. Sorun, aynı şeyin, parçalar başka bisikletlere takıldıktan sonra da söylenip söylenemeyeceğidir. Parçalara ayrılan
hisikiete A ve yeniden toplanan kullanılmış eski hisikiete de B dersek, soru
"A = B midir?", biçiminde verilebilir. Eğer bunun yanıtı genel
görüşle tutarlı olarak "Evet" olacak ise, bu kez sorulması gerekecek
iki soru daha olacaktır: Önce B kullanılmış ve eski bir bisiklet olduğuna ve
de A kullanılmamış olduğuna göre, A = B ise, A'nın nasıl ve nerede kullanıldığı
yanıtlanabilmelidir. İkinci olaraksa, birinci soruyla bağlantılı bir anlamda,
parçalar başka bisikletlere takılıyken A veya B 'nin nerede olduklarının
sorulması gerekir. Bu iki sorunun tutarlı ve doyum veren bir yanıtı bulunmadığından,
Smart bu aşamada nesnenin (yani bu örnekte, A olarak belirlediğimiz bisikletin)
varlığını yitirdiğini öne sürüyor.09) Coburn da bu görüşe katılmış- tır.<20)
Bu her iki yazarın da genel görüşe bu aşamada sınır çekmelerinin nedeni, A'nın
artık başka bisikletlerin parçası durumunda olması, yani A'dan başka
bisikletlere ait olmayan A'ya ait bir parça bulunmamasıdır. A'nın bu aşamada
var olduğu söylenecekse, onun başka bisikletlerde varolduğu söylenecektir. Bu
söylenebilir mi? A'nın başka bisikletlerde soyut olarak var olduğunu söylemek,
bir aşmada somut olan bir nesnenin daha ileriki bir aşamada soyut ola-
I 9) aynı yapıt.
20) Coburn, R.C., aynı yapıt, s.93.
macağı ilkesiyle
çelişecektir.<2I)
Öte yandan A'nın başka bisiklerde somut olarak varolduğunu söylemek ise, önünde sonunda,
belirli bir zamanda aynı yerde birden çok nesne
bulunamayacağı,
yani gi- rilmezlik ilkesiyle çelişecektir.
Genel
görüşü benimsernelerine karşın, Smart
ve Cobum, bunu açıklanan noktada
sınırlıyorlar.
Böylece çıkan, Burke
görüşü ile genel görüş arasında bir orta noktadır. Sonuç açısından Cobum ve Smart arasında da
bir aynlık yoktur. Cobum bir yandan A'nın bildirilen aşamada ortadan
kalkacağını
onaylarken, başka bir
yandan A = B
olduğunu da onaylıyor. Bu açıdan Burke görüşüne daha yakın olduğu gibi,
Locke'un sorusundan .da aynı ölçüde etkileniyor. Aynı tek nesne nasıl olup da,
iki varoluşa sahip olabiliyor? Smart ise, A'nın, varlığını yitirdikten sonra
yeniden varlığa geri dönemeyeceği görüşünde. Dolayısıyla ona göre "A = B"
doğru değil. Smart'ın önerisi hem Locke ilkesini hem de girilmezlik ilkesini
koruyabiliyor. Oysa, onun da karşılaştığı ağır güçlükler sözkonusudur.
Her şeyden önce sağduyu, Smart'ın tersine, A = B
demek eğiliminde olacaktır. Parçaları geri aldıktan sonra, her ne ölçüde
eskimiş olsa da örnekteki adamın bisikletini yeniden monte ettiğini öne
sürecektir sağduyu. Kimi kaçakçıların çok değerli taşlarını değişik kişilerin
giyecekleri değişik takılar üzerine monte ettiklerini düşünelim. Kaçakçıların
bu kişileri değişik yollardan belirli bir yurtdışı kente yollayıp, orada tacı
yeniden biraraya getirdiklerinden elde ettikleri nesnenin, eskisiyle özdeş
olduğunu söylemek eğilimindeyiz. İkinci ve önemli olarak Smart'a şu
sorulmalıdır: Parçalarına ayrılmış bir nesnenin var olup olmadığı neden bu par-
çalann aynı türden başka nesnelere takılıp takılmamasına bağlı olsun? Örneğin
bu parçaların yalnızca yarısını başka bisikletlere tak-
21)Bkz. Burke, M., "Cohabitation, Stuff
and Interrnittent Existence", Mind LXXXX, 1980, s.399.
sam,
A'ya ne olmuş olurdu? Veya, parçaları takmak
yerine onları
başka bisikletlere sıkıca yapıştırmış olsaydık ne olurdu? Parçalarına ayrılmış nesneler
konusunda Coburn ve Smart'ın
görüş ve yargılarının, gelişigüzel ve dayanıksız olduğunu görüyoruz. Şimdi, bu yargılar gelişigüzelse, parçalarına ayrılmış nesnelerin bu parçalar yok
olana değin
varlıklarını sürdürecekleri ileri
sürülebilir
mi? Birinin
bisikletini parçalara
ayırıp, bu parçaları değişik kişilere sattığını ve bunların yedek
parça olarak kullanıldığını düşünelim: Parçalanan bisiklet bir daha hiçbir zaman
biraraya getireceğiz?
Bunu söylemek, çevremizde şimdi sayabildiklerimizden ve gösterebildiklerimizden çok daha
fazla sayıda nesne bulunduğunu söylemek sonucunu getirir. Böyle "hayalet"
nesneleri onaylamamak ve öte yandan
sağduyu
yargılarına ters düşmernek için nasıl bir açıklama geliştirmeliyiz?
Bir
açıklama
çabasına girişıneden önce, yukarıda (2)'de
kısaca betimlediğimiz ve parçalarına ayrılmayan türden nesnelerin parçalanması durumuna eğilelim. Kırılan bir vazo veya yıkılan bir
ev yeniden biraraya getirildiğinde
aynı nesneyi elde eder miyiz? Arkeolog
ve restoratörlerin
yaptığı bu değil midir?
Yıkılmış
kalıntılarından yeniden
inşa edilen yapıları tarihsel
devirlerde orada bulunmuş
olan yapılar ile
özdeş tutmuyor muyuz? Arkeologlann parçalanmış vazo kalıntılarından biraraya getirerek yapıştırdıkları vazoları müzelerin baş
köşelerine koymuyor muyuz? Eğer müzeye koyduğumuzu eskisiyle özdeş varsaymasak
ona bu değeri
vermezdik. Öyle ise,
aynı
soruları yeniden sormalıyız. Yıkıldıklarından beri aradan geçen iki
bin yıl boyunca bu kent kalıntısındaki, sonradan yeniden inşa ettiğimiz, o tapınak, o kütüphane, o
hamam ve de o vazolar, varlıklarını o karmakarışık durumlarında da sürdürmüşler miydi? Oysa böyle bir
yere gittiğimizde
(eğer restorasyon yapılmamışsa) çevremizde gördüklerimizi
kütüphane, hamam ve toprak
kaplar olarak değil de kalıntılar olarak
değerlendiriyoruz.
Yani
orada
gördüklerimizi
yıkılarak varlığını yitirmiş kütüphaneden arta
kalanlar olarak yorumluyoruz. Yeniden inşa edilen
kalıntılar
varlığa yeniden mi döndüler? Yeniden
varolanlar eskileriyle özdeş midirler? Yoksa bütün bu
süre boyunca bu nesneler varlıklarını korudular mı? Sonuncuyu
söylemek,
varolmuş hiçbir şeyin, toz
haline gelse bile parçaları
kalacağına göre, tam
anlamda yok olmayacağını
öne sürmektir.
Açıklama aşamasına geçmeden önce ele alacağımız son
bir sorun var. Bu, özdeşlik
felsefesi üzerine düşünenleri çok uğraştırmış ve uzay-zaman içinde süreklilik ölçütünü temelinden sarsmış sorunu,
ilginç bir örnekle ortaya
koyan Thomas Hobbes olmuş- tur.<22l Örnek tek
iken çift olan nesnelerle ilgilidir ve
"Theseus'un Gemisi" adı ile
anılır. A gibi bir gemi olduğunu düşünelim. Bu ahşap gemiyi
oluşturan
tahta levhalar zamanla eskidikçe eskiyen
parçaların
atılıp yerine yenilerinin çakıldığını imgeleyelim. Bu yenileme yavaş yavaş gerçekleştiğinden geminin özdeşliği bozulmamak-
tadır.
Öte yandan, belirli bir süre sonunda,
yenilene yenilene omurgası
da içeriirnek üzere teknenin bütünü yeni
parçalardan
oluşacaktır. Bu
durumdaki tekneye de B diyelim. A ve B 'nin özdeksel bileşimlerinin bütünüyle ayrı olmasına
karşın, bu değişim ağır ağır gerçekleştiğinden, A = B
diyoruz. (Tıpkı dokulmnı birkaç ay içinde yenileyen insan ve benzeri canlılar
gibi.) Öte yandan, tersanenin çevresinde dolaşıp duran yaşlı bir adamın,
gemiden eskidiği için sökülüp atılan bütün parçaları gizlice topladığını ve
günün birinde bunları birbirine, teknenin biçimine tam tamına uyan bir biçimde
çakıp, eski görünümlü ve B'ye tıpatıp benzer bir C gemisi yaptığını düşünelim.
A ve C özdeksel bileşim açısından bütünüyle aynıdırlar. Bunlar biçimce de aynı
olmalarına karşın uzay-zaman
22)
Hobbes, T., De Corpore, Pt. II. ch. ı ı The
English Worh ofThomas Hobbes, Moıesworth, W. (ed.), John Bohn: London ı839-45,
Cilt !.
içinde sürekli değildirler. Sorun, A ile özdeş olanın B mi yoksa C mi olduğudur. A,
hem B ve hem C ile aynı anda özdeş olamaz,
çünkü B ve C aynı anda
var olan iki ayrı teknedir. Hobbes, özdek- sel
özdeşlikleri
nedeniyle A = C demiştir. Günümüz felsefecilerinin büyük çoğunluğu ise, A ve B 'nin uzay-zaman içinde sürekli olmaları nedeniyle özdeş olacaklarını savunan David Wiggins'i iz-
lemektedirler.<23) Görüldüğü gibi
bu da A= C olmadığını
içermektedir.
Oysa, parçalarına
ayırdığımız hisikieti yeniden toplayıp taktığımızda ilkiyle özdeş bir
bisiklet elde ettiğimizi
söylüyorsak, örnek koşutluğundan A= C diyebilmeliyiz... Ancak hem
A= B hem de A =Cdemek çelişki olduğuna göre bu sorun nasıl çözülmeli?
1980'de
yayımlanan
bir makalesinde Michael Burke geçen bölümde tartıştığımız türden durumların
varlıkta bir ara (intermis- sion) oluşturduğunu kanıtlama,ya çalışmıştır.<24) Tabii bunun sonucu
olarak da nesneferin uzay-zaman içinde sürekli olmalarının sıkı anlamda bir zorunlu koşul olmadığını öne sürmektedir, Burke. Verilen tanıt iki
aşamalıdır.
Birinci aşama ayrıntılı ve uzun uslamlama
ile parçalarına
ayrılan herhangi bir nesnenin varlığının sona
erdiğini
gösterıneyi amaçlamakta, ikinci
aşama ise parçaların aynı biçimde yeniden biraraya gelmelerinin parçalanarak varlığı son bulmuş nesne
ile özdeş bir nesne oluşturacağını kanıtlamayı amaçlamaktadır.
Böylece aynı nesnenin
varlığının
kimi koşullarda zaman içinde kesintiye
uğrayabileceği
gösterilmiş olmaktadır.
Burke'ün verdiği ilk aşama kanıta bir açıdan bütünüyle katılabiliriz. Zaten, Coburn ve Smart'ın üzerine dikkat çektikleri, par-
23)
Wiggins,
D., aynı
yapıt ve Sameness and Substance, Basit Blackwell:
Ox- ford, 1980.
24)
Burke,
M., aynı
yapıt, Dr. Burke ülkemizde üç yıl süre ile kalarak Boğaziçi Üniversitesi'nde felsefe dersleri vermiştir.
çaların başka nesnelere takılması durumunu
gözönünde
bulundurduktan
ve bununla ilgili "masa, parçaları başka nesnelere takılınca yok
oldu" gibi gelişigüzel
olmakla nitelendirdiğimiz açıklamayı da devreden çıkardıktan sonra, doğal olarak
bu sonucu benimsemiş
olduk. Uslamlamasını kısaca özetlersek, Burke, bir nesnenin parçalarından iki ayrı nesne
yapma durumunu inceliyor. Örneğin, bir
masayı
parçalarına ayırsak ve
bu parçalardan
bir iskemle ve bir tabure
yapsak, tabure ve iskernknin birlikte masa ile özdeş olduklarını söylememizin olanaksız
olacağını işleyerek geliştiriyor uslamlamasını. Bu uzun uslamlamanın ayrıntılarına girmeden, onun akla yakın olduğunu vurgulamak isteriz. Özellikle, masadan
herbir seferinde küçük parçalar sökerek bir yandan iskemle ve tabureyi yaptığımızı düşünürsek, masadan alınan parçaların masanın varlığını
sürdürmediklerine örnek oluşturacak bir
durum gösterebiimiş
oluruz. Parçalar belirli
biçimlerde
toplandıklarında artık masa
yok ise, öylece
yığılı dururken, niye var olsun? Öyle ise,
belirli bir açıdan (veya bir anlamda), parçalarına ayrılan bir nesnenin varlığını yitirdiğini ileri sürebiliriz.
Burada
asıl
üzerinde durmak istediğimiz, Burke'ün ikinci aşamayı oluşturan uslamlamasıdır. Parçaların yeniden eskiye uygun biçimde takılmasıyla elde edilen masanın parçalanan ilk masa ile özdeş olduğunu Burke şöyle kanıtlıyor:
(I)
Sonraki
masa öncekiyle niteliksel açıdan aynıdır
(2.a) Öiıceki masanın parçaları ile sonraki
masanınkiler özdeştirler, ve
(2.b) Bu parçalar aynı biçimde
birleştirilmişlerdir.
(3)
Durum Theseus'un gemisi türünden olmadığından,
önceki masa ile özdeşliği sözkonusu edilebilecek taşıyabilecek üçüncü bir
nesne bulunmamaktadır.<25)
Sonuç: Öyle ise, önceki masa ile sonraki masa
özdeştirler.
25)
aynı yapıt, s.403.
Bu
uslamlamayı
incelemeye giriş olarak
önce (1) ve (3)'ün, uslamlamanın sonucunu belirleyecek veya zorunlu
biçimde
etkileyecek türden öncüller olmadıklarını belirtmeliyiz. Niteliklerin ortak oluşunun hiçbir yerde özdeşlik için yeterli koşul olmadığını ve olamayacağını gördük. Kaldı ki, burada söze konu
olan zaman içindeki
özdeşlik olduğuna göre, niteliksel
açıdan
aynı olmak bir zorunlu koşul bile
değildir.
Bu ortaklık olsa
olsa özdeşliği
olumsal bırakan bir
benzerliği
gösterecektir. İkinci olarak
da, Theseus'un gemisi gibi, mantıksal açıdan, yeniden takılan masa
ile yarışma durumunda olacak bir nesnenin bulunup
bulunmadığının
temeldeki olguyu etkilernemesi gerekeceği söylenrnelidir.
Eğer gerçekte A = B ise, bu, B 'ye bir rakip olsa da olmasa da böyle olacaktır.
Yok eğer A = B değilse, B 'ye bir rakip olması bu gerçeği yine etkile-
rneyecektir. Özdeşliğe rekabet durumunda bulunan bir üçüncü nesne, olsa olsa
özdeşlİk üzerine bilgi edinip yargıya varma çabasında olan bizlerin aklını
karıştırabilir. Yoksa gerçekte, bu bilgi veya karardan bağımsız olarak varolan
özdeşliği karıştıramaz.
Öyle ise, Burke'ün incelediği durumda,
masaların aynı olup olmadığını belirleyen, (2.a) ve (2.b) de bildirilenler
olmalıdır. Dernek ki sorunumuz, A ve B gibi iki nesnenin özdeş olabilmeleri
için i) aynı parçalardan meydana geliyor olmaları, ve
11)
bu parçaların aynı biçimde birleştirilmiş
olmalarının, yeterli olup olrnadığıdır. Buna yanıt olarak, A ve B sözü edilen
masalar olduklarında, (i) ve (ii) önermelerinde geçen "aynı"
sözcüğünün bu bağlamlarda aynı anlamı taşımadığını tanıtlamaya çalışacağız.
Bunun için, önce şu iki durumu karşılaştıralım:
I. D gibi
bir masa, t1 - t2 zaman bölümü içinde uzayda sürekliliğini koruduğu
gibi, gözlemlenebilir bir değişim de geçirrni- yor. t1'deki aşamasına D, t2'dekine
de E diyoruz. D ve E, (i) ve (ii) koşullarını yerine getirrnektedirler.
Kuşkusuzca D = E olduğunu önerebiliriz.
II. Burke'ün
betimlediği masa aşamaları, yani
t1'de, A ve t2 'de B tı - I2
süresi
içinde parçalara ayrılıp yeniden birleştiriliyor. Birleştirmenin de (i) ve
(ii)'ye uyarak yapıldığı belirtiliyor.
Şimdi, önemli olarak, şunun söylenip
söylenemeyeceği sorulmaktadır. "D ve E kuşku götürmeyecek biçimde özdeş
oldukları ve (i) ile (ii)'yi yerine getirdiklerine göre, (i) ve (ii)'yi aynen
yerine getiren A ve B'de özdeş olmalıdırlar." Bunu, ancak iki nesnenin
özdeş olmaları için (i) ve (ii)'nin yeterli koşul oluşturdukları onay-
lanabilecekse söyleyebiliriz. Her durumda, kendi içinde tutarlı olmak
açısından Burke'ün usavurmayı kabul etmesi gerekecektir. Kendisi, A = B
olduğunu, bunu (i) ve (ii)'den çıkarsayarak öne sürmektedir. Sağduyu sezgisi
açısından, gerçekten de, eğer D ve E gibi iki nesnenin parçaları özdeşse, yani
D ve E'nin biçimleri özdeşse, bunların kendileri de özdeş olmalıdırlar. Bunun
karşıtını düşünmek çelişik gibi durmaktadır. Öyle ise, D ve E arasındaki
ilişkiyi zaman içindeki "M-özdeşlik" olarak adlandıralım.
M-özdeşlik, IV. bölüm öncesinde betimlemiş olduğumuz zaman içindeki özdeşlik
kavramını vermektedir.
Şimdi, yeterli koşul olarak, (i) ve (ii)'yi
aynen doyuran A ve B 'nin özdeş oldukları çıkarsanabilir mi? Bunu
çıkarsayabilmek için A ve B 'nin aynı (i) ve (ii)'yi yerine getiriyor olmaları
gerekir. Oysa A ve B 'nin yerine getirdikleri yukarıdakilerle aynı koşullar
mıdır? Buna yanıtımızın olumsuz olduğunu belirtmiştik. Bu yanıtın gerekçesini
görebilmek için önce özdeşlik veya aynılık dediğimizin yalnızca nesnelere
uygulanmayıp aynı zamanda olay, nitelik, özellik ve ilişkilere de uygulandığnı
anımsamak gerekmektedir. Aynı renk, aynı yön, aynı biçim dendiğinde nesneler
değil onlann özellikleri üzerine söz ediyoruz. Niteliklerin kendilerine özgü
bir özellikleri, nesnelerden ayrı olarak aynı zamanda birden çok, hatta sonsuz
sayıda ve yerde olabilmeleridir. Aynı kırmızı, aynı anda, o tonda kırmızı olan
bütün nesnelerin üzerindedir. Yani özellikler için
özdeşlik tek
olmayı gerektirmez. Yalnız, böyle konuşurken zorunlu olarak özellik (veya
nitelik) tiplerinden veya tİkelin karşıtı tümel niteliklerden söz etmekteyiz.
Özellikler
(veya nitelikler) tikel nesnelerde özeilenider (instantination) ve belirli bir
nesnenin özelliği
olurlar. Bir nesnede özellenmiş durumundaki
herhangi bir özelliğe
özellik örneği (veya
bireyi) diyebiliriz. Özellik örneği olarak kırmızı, herhangi
bir kırmızı,
veya aynı tondan
başka bir nesne üzerindeki kırmızı değil, örneğin bu kazakta bulunan kırmızı örneğidir (birey = token). Bu
anlamdah bir özellik örneğinin özdeşliği tek olmayı da, tıpkı nesnelerin
özdeşliğinde olduğu gibi, gerektirecektir.
Özelliklerin özdeşliği ile ilgili olarak tip ve
örnek (birey) ayrımını "parçaların biraraya geliş biçimi" özelliğine
uygulayalım. Buna göre, "parçaların biraraya geliş biçim tipi" ve
"parçaların bi- raraya geliş biçim örneği" arasındaki ayrımı
belirginleştirmeye çalışalım.
Biçim tipi özdeşliği: Parçaları aynı düzen, plan, tasarım, yapı
veya mantık ilkesine göre birleştirilip yerleştirilmiş nesneler arasında
bulunan ilişki. Aynı plan veya tasanma göre yapılmış bi- raraya geliş veya
yerleştirme biçimleri.
Biçim örneği (bireyi) özdeşliği: Tasarım veya plan ne olursa olsun, parçaları
bir arada olan bir nesnenin, zaman içinde önemli ölçüde değişmiş olan, bu
parçalarının düzen ve birleştiriliş biçimi. Tanımsal olarak bu biçim örneği, bir
tek başlangıç birleşim olayı içerecektir.
Betimlenen bu iki kavram arasındaki kimi
aynlıklan belirtelim.
1.
X ve Y gibi iki nesne arasında biçim tipi
özdeşliği bulunması, bunlar arasında biçim örneği özdeşliği bulunmasını içer-
meyecektir. Bundan başka, X ve Y arasında biçim tipi özdeşliği bulunması bu iki
nesnenin özdeş olmasını içermeyecektir. Örneğin X ve Y, üretim platformunda
bulunan aynı modeldeki iki ayrı ara-
ba
olabilir. Veya, Selanik'te bulunan Atatürk'ün doğduğu ev ile, onun eşi (kopyası) olan Çankaya'daki ev olabilir.
2.
X
ve Y gibi iki nesne arasındaki
biçim örneği özdeşliği, X
ve Y aşamaları
arasında sözkonusu olacak
bütün
bileşimsel ve öz- deksel
değişimlerin,
bu değişim tam
olsa bile, ağır
ağır oluşmasını gerektirecektir.
Aynı bir bileşimsel değişiklik, biçim örneğinin özdeşliğini
etkileyecektir. Öte yandan,
biçim tipi özdeşliği artık açık olan nedenlerden ötürü, ağır bir bileşimsel değişim gerektirmez.
3.
X
ve Y arasında
bulunan biçim örneği özdeşliği belirli sınırlar içinde bir biçim tipi
özdeşliği
içerecektir. X
ve Y aynı bronz yontunun değişik aşamaları iseler, bunların biçim örneklerinin aynı olması, biçim tiplerinin özde§liğini de gerektirecektir. Zaman içinde yontunun
parmağının
biri tarafından hafifçe kıvrılmasının biçim
örneğini etkilerneyeceği düşünülebildiği ölçüde özdeş biçim tipinin de bu örnekçe içerildiği söylenebilecektir.
Tip-örnek (birey)
ayrımını
bu kez de özdeksel bileşim kavramına uygulayalım. Tıpkı
aynı biçim tipinde olan (yani parçalarının biraraya geliş biçim tipleri özdeş olan)
iki nesneden söz edebildiğimiz
gibi, iki ayrı nesnenin
de aynı malzemeden yapıldığını söyleyebiliriz. Aynı tür çelikten
yapılmış iki nesne ile belirli bir çelik parçasından yapılan nesnenin iki ayrı aşaması arasındaki özdeşlik açısından ayrılık açık olsa gerek. Özdeksel bileşim örneği özdeşliği, tıpkı biçim
örnekliğindeki gibi,
sürekliliği
ve başlangıcın tekliğini gerektirecektir.
Bu
açıklamaların
ışığında artık bir
yandan D ve E, öbür yandan da A ve B arasında bulunan
ilişkilerin
karşılaştırılmasma dönebiliriz. D
ve E'nin yerine getirdikleri (i) ve (ii) koşulları ortaya koyduğumuz yeni
ayrımlar
açısından nasıl belirlenecektir?
(i)
D
ve E özdeksel
bileşim örneği olarak
özdeştirler,
çünkü onları oluşturan parçalar özdeş kalmışlardır.
(ii)
D
ve E, parçalarının
bir araya geliş biçim örneği olarak
da
özdeştirler;
çünkü başlangıçtaki biçim düzenlenmesi, bozulmadan, D ve E'de de sürmektedir.
Şimdi aynı açıdan A ve B 'ye baktığımızda, (i)'in olduğu gibi uygulanabildiğini görüyoruz. A ve B aynı özdeksel bileşim örneğine sahiptirler, çünkü aynı parçalardan oluşrnaktadırlar. Ancak, (ii)'yi A ve B 'ye uygulayarnıyoruz: A ve B, parçalarının bir araya geliş biçim örneğinde değil, bu biçimin tipinde
özdeştirler.
A ve B, aynı düzen ve
tasanma göre
yapılmış olduklarından, biçim tipinde
aynı iken, B 'nin ilk düzenieniş veya
bir araya gelişini
artık koru- muyar oluşundan ötürü, yani B'deki biçim örne,^inin A'daki ile artık özdeş olmamasından ötürü, A ve B 'nin biçim özdeşlikleri D ve E'ninkinden başka bir
türdendir.
A'daki biçim örneği özdeşliği, bu nesne parçalarına ayrıldığı zaman yokedilrnişti.
Dernek
ki A ve B arasındaki
ilişki, D ve E arasında bulunan
biçimiyle,
(ii)'yi yerine getirmemektedir.
Bu ise, her iki çifte de özdeşlik yüklendiğinde "özdeşlik"
sözcüğünün bu bağlamlardafarklı anlamlarda kullanıldığı sonucunu kanıtlarnaktadır. D ve E arasındaki özdeşlik, biçim örneği özdeşliğini gerektirirken, A ve B arasındaki bunu gerektirrnernektedir. İlkine M-özdeşlik demiş olduğumuza göre, A
ve B arasındakine
M-özdeşlik diyernernek dururnun- dayız. Bu
tanıta dayanarak A ve B'nin özdeş olmadıklarını önerecek olursak, sağduyuya göre özdeş sayabildiğirniz birçok nesneyi özdeş sayarnayacağız. Bu sonucu doğurmamak için, A ve B durumunda
olan nesnelerin, sıkı anlarndaki M-özdeşlikten farklı bir anlamda özdeş olduklarını söyleyebiliriz. Bu daha yumuşak özdeşlik ilişkisine zaman içinde U-özdeşlik veya Uzlaşırnsal Özdeşlİk adını veriyoruz. Dolayısıyla Burke, masanın parçaları aynı düzene göre yeniden birleştirildiklerinde eski masa ile özdeş bir
masa elde edildiğini
ileri sürdüğü zaman,
bunu ancak yumuşak
U-özdeşlik anlamında söyleyebilecektir. Gerekli
aynrnı
görrnediğinden, parçalanana
kadarki A'nın kendi kendisi ile olan özdeşliğini, A ve B arasın-
daki
özdeşlik
ile aynı tutmak
yanılgısına
düşmektedir. U-özdeşlik, M-özdeşlikten daha
yumuşak veya zayıf bir
ilişkidir.
Çünkü X ve Y gibi iki nesne arasında biçim tipi özdeşliğine ek olarak yalnızca öz- deksel bileşim tipi
özdeşliği
bulunduğu düşünüldüğünde, X
ve Y çok benzer iki ayrı nesneden
başka
birşey olamıyorlar.
Önerdiğimiz ayrım, Bölüm IV'te gözönüne getirdiğimiz sorunlara kolay çözümler getirmektedir.
Böylece hem uzay-zaman içindeki sürekliliği ölçüt olarak kullanmayı sürdürebiliyor, hem de sağduyu doğrultusundaki kararlara anlamlı açıklamalar getirebiliyoruz. Örneğin saatçiye götürülüp orada onarım için parçalanan ve sonra takılıp yeniden
eve getirilen saat, eskisiyle aynı saattir.
Tersi geçerli
olsaydı, saatleri onarmak olanağı bulunmazdı. Oysa, bunu derken, saatin özdeşliği için uzay-zaman içindeki sürekliliğinin bozulmaması
zorunluluğundan da
vazgeçmiyoruz.
Çünkü onarımdan gelen
saatin eski durumuyla özdeşliği ve
hiç onanma gitmemiş bir
saatin özdeşliği
ayrı kavramlardır. Önceki, tıpkı müzede duran
vazonun tarihsel dönemlerden kalan parçalanmamış bir vazo ile özdeş olduğu anlamda, yani uzlaşımsal anlamda
özdeştir.
Sonraki ise sıkı anlamdaki
özdeşliğini
koruyabilmek için uzay-zaman
içindeki
sürekliliğini korumak
zorunluluğundadır.
Çünkü M-özdeşliğin gerektirdiği biçim örneği özdeşliği uzay-zaman içindeki sürekliliği gerektirir. Uzay-zaman içinde sürekliliği bozulan bir nesnenin biçim örneği özdeşliği de zorunlu olarak bozulacaktır.
Zaman
içinde
M-özdeşliğin korunması, niteliklerin
özdeş
kalmasını gerektirmeyecektir. Bunun nedery,
başlarda
belirttiğimiz gibi,
zaman içinde her nesnenin şu ya
da bu ölçüde
değiştiğidir. U-
özdeşliğin
korunması da niteliksel özdeşlik gerektirmez.
Ancak U- özdeşlik
yanısıra niteliksel özdeşiiğİn de
var olup olmaması
sağduyuyu etkilemektedir. Örneğin, yarım saat içinde onarılan saat aynı
zamanda
niteliklerini de korumuştur.
Sağduyu burada özdeşliği kuvvetle
savunacaktır.
Oysa yeni iken parçalarına ayrılan ve sonra bu parçaları başka yerlerde kullanılıp eskitilerek
yeniden biraraya getirilen köhne görünürnlü bisikleti ilk durumoyla özdeş tutrnakta
diretmeyecektir sağduyu.
Theseus'un
gemisi sorununu da büyük bir kolaylıkla açıklayabiliriz. A, hem B, hem de C ile özdeştir. Ancak
bu özdeşlikler
değişik anlamlarda olduğundan B = C olmamasının dağuracağı çelişki bir sorun
yaratrnayacaktır. A ve B bu örnekte M-özdeştirler. Çünkü özdeksel bileşim
örneği yavaş yavaş, fakat bütünüyle değiştirilirken A ve B 'nin parçalarının
biraraya geliş biçim örneği bozulrnarnıştır. Öte yandan, A ile C aynı biçim
tipini taşırken aynı biçim örneğini paylaşrnarnaktadırlar; yani, A ve C
U-özdeştirler.
Az önce, biçim örneği özdeşliğinin uzay-zaman
içinde süreklilik gerektirdiğini belirttik. Bu ilişkinin tersi geçerli
olmadığına göre, bu iki kavrarnın tam olarak çakışrnadıklarını, yani aynı şey
olmadıklarını öne sürebiliriz. Uzay-zamanda süreklilik gösteren bir balrnurnu
parçasını çeşitli biçimlere sokup çeşitli değişik nesneler elde edebiliriz.
Yine az önce, M-özdeşliğin biçimsel örnek özdeşliğini gerektirdiği açıklandı.
Bu ilişkinin tersi de geçerli değildir. Biçimsel örnek özdeşliği bozulmayan v^
dolayısıyla uzay- zaman içinde sürekli kalan herşey özdeş bir nesne
oluştunnayabi- lir. Örneğin fırına giren hamur, biçimini bozmadan kül ve kömür
olacak, ocakta ağır ağır yanan odun, biçimini bozmadan kül ve kömür olacak,
eceli gelmiş köpek biçimini bozmadan ceset olabilecektir. Bu durumlarda
değişen biçim örneği değil, türdür ve bu tür değişiminin özdeşliği zorunlu
olarak bozduğunu bölüm II'de açıklamış bulunuyoruz. Canlı varlıkların içsel
(intrinsic) değişim de- virnselleri, bunların, varoluşları süresince, büyük
biçimsel değişikliklere uğrarnalarına neden olur. Herhangi bir canlının iki
değişik aşaması biçimsel açıdan tanınmayacak kadar ayrı olabilir. Dernek ki
burada artık biçim örneği özdeşliğinden söz edilerneyecektir.
Ancak
yine burada, hiçim
örneği, ani değişimierin içerdiği kopukluklar olmadan, sünnektedir. Dolayısıyla, canlı varlıkların
M-öz- deşliğinin zorunlu
koşulu,
biçim örneğinin özdeş kalması değil, ağır bir
değişim
içinde sürmesidir. Bu
koşulu uzay-zaman içinde süreklilik ile karıştırmamalıyız: Önceki, ani biçim değişikliklerini kabul etmezken sonraki bunları içerebilecektir. ön.-:eki sonrakini gerektirirken sonraki öncekini gerektirmez.
"Biçimsf
1 örnek kalıcılığı" deyimi altında cansız varlıklar için biçimsel örnek
özdeşliğini, canlılar için ise
biçimsel
örneğin sürmesini anlayalım. Biçimsel örnek kalıcılığı, yalnız başına M-özdeşliği vermese bile, bunun tür özdeşliği ile birleştirildiğinde M-özdeşlik için zorunlu ve yeterli koşul oluşturduğunu öne sürüyoruz. Böyle bir açıklamaya ne
gerek olduğunu sorulabilir.
Bölüm
III'ün sonunda, felsefecilerin yaygın görüşünün, uzay-zaman içinde süreklilik ve tür özdeşliğinin, birlikte, nesne özdeşliğine zorunlu ve yeterli koşul oluşturduğu yönünde olduğu
belirtilmişti. Bölüm IV'teki
durumların
uzay-zaman içinde süreklilik ölçütüne ayrıcalık getinnediklerini gösterdiğimize göre, bir ikinci özdeşlik tanımı geliştirmeye ne gerek olsun?
Bunu
yanıtlarken,
önce tür artı biçimsel örnek kalıcılığının uzay-zaman
içinde
süreklilik artı tür özdeşliğini gerektirirken,
tersinin geçerli olmadığını vurguluyoruz. İkinci olarak
ise, uzay zaman içinde süreklilik artı tür özdeşliğinin her zaman M-özdeşliği veremezken tür artı biçim örneği kalıcılığının bu durumları açıkla- yabildiğini belirtiyoruz. Ünlü bir
düşünürün
balmumundan yapılmış bir
büstü olsun. Usta bir yontucu gelip birkaç hamlede
balmumu parçasını başka bir ünlü düşünürün büstü haline sokuyor. Şimdi
ilk büst ile sonraki büst aynı büst değiller(26l, fakat hem uzay-
26) Eğer bunlara 'aynı büst' demek istiyorsak, o zaman 1930
model bir Ford ile onu eritip aynı metalden
yapacağımız
bir 1982 model Fiat'ın da
aynı araba olduklannı söylemek gerekir.
zaman
içinde
sürekliler, hem de ikisi de büst, yani
ikisi de aynı türden. Özdeş olmamalarının nedeni, açıkça belirdiği gibi, biçim örneğinin kalıcılığını yitirmiş
olmasıdır. Bölüm III'te
uzay-zaman içinde bir nesnede meydana gelebilecek süreksizlikleri ikiye ayırarak
tam ve yüzeysel
kopukluk türlerinden söz etmiştik. Görüldüğü gibi, biçim örneğinin kalıcılığı yalnız tam kopukluğu değil, yüzeysel olarak nitelendirdiğimiz kopukluğu da dışlayabilmektedir. Onun yalın anlamda
bir süreklilik
ölçütüne olan üstünlüğü de
bundan doğmaktadır. Çünkü tam kopukluğu bulunmaması yüzeysel kopukluğun
bulunmamasını içermez.(27)
Özdeşlik için önerilen yeterli koşulların varoluş için yeterli olacaklarını söylemeye olanak yoktur. Bunun nedeni özdeşlik için yeterli koşulların bulunmamış olması değil, özdeşiiğİn
varlık için ·
bir
zorunlu koşul iken yeterli olmamasıdır.
27) Elimizdeki koşullarla açıklamaktan geri kalacağımız tek durum türü, örneğin bir perinin deyneğiyle dokunduğu masanın o anda altına dönüşlüğü veya benzeri bir ani özdeksel değişimin bilimsel yolla elde edildiği (örneğin ani elektroliz yöntemleri geliştirilmiş olsun) yerlerde ortaya çıkacak durumdur.
Buralarda nesnenin ani özdeksel değişimini, yasak olana baktığında taşlaşan insan örneğinde olduğu gibi, türsel değişimle açıklayamı- yoruz. İnsan biçimindeki taş artık insan değildir ama
altın masa yine de masadır ve
biçim
örneğinin özdeşliğini korumuştur. Altın olan
masanın tahta durumu ile M-özdeş sayılıp sayılmayacağı sorusunun yanıtı, eğer değişim ani ise olumsuz olmalıdır. Bu tür ani
değişimlere
evrenin bildiğimiz şimdiki durumunda
rastlamıyoruz.
Buna yakın çabukluktaki kimi değişimleri de tür değişimi olarak betimliyoruz. (Örneğin, fırına giren hamurun
ekmek oluşu gibi.) Eğer bir
gün bu şimdi değindiğimiz mantıksal olanaklık deneysel olanaklık durumuna
girerse, önerdiğimiz
yeterli koşulun
bu olanaklılıklan
dışarıda bırakacak biçimde zenginleştirilmesi zorun- I u olacaktır.
(1988)
Özdek düşüncesi fiziksel nesnelerin tümünü kuşatıp niteleyen en temel bir ilke, onları tam
bir genellik ve birlik içinde kavramayı sağlayan bir araçtır. Tek
başına
varolduğu gösterilebilecek ve
aynı zamanda nesne olmayan bir özdek yoktur.
Nerede özdeği
göstermeye çalışırsak orada
bir nesne gösteririz.
Bundan dolayı tikel
anlamdaki özdek, nesne ile eşkaplamlıdır: Her özdek parçası bir nesne, bir nesne de bir özdek parçasıdır. Tümel anlamdaki özdekse, fiziksel
varlığı genelleyerek kavramaya yarayan
bir kavramdır.
Bunun kapiarnı bütün nesnelerdir. Bu durum bize özdek dediğimiz şeyin başlı başına bir varlık olmayıp nesneden yapılan bir
soyutlama olduğunu
gösteriyor. Somutluğa en
birincil anlamda ilke olan, örnek yapılan özdeğin kendisinin soyut olması bir
paradoks değildir.
Çünkü o, somutluğun kendisi
değil,
somutluğu kavramaya yarayan düşünsel aracımızdır. Fiziksel varlığın somutluğunu, aracılığıyla özetleyip
yansıttığımız şeydir. Burada
bir ilk adım olarak, özdek düşüncesinin gelişimini, bu genel kavrayış amacı ile değişim olgusunu tutarlı olarak
açıklama
amacının bir arada dağurdukları bir sonuç olarak
betimlemeye çalışacağım.
Daha sonraysa, klasik fizikte son
biçimini
alan bu kavramın yüzyılımız içinde doğa bilimlerinin gerçekleştirdiği büyük ilerlemeler bağlamında kökten bir biçimde değiştiği savlarına karşı direneceğim.
Kavramın bir gelişimine kökten değişiklikler geçirmeden ayak uydurabildiğine inanıyorum. Böyle değişiklikler
geçirmenin tikel anlamdaki özdek kavramını ortadan kaldıracağım, onu, ayırtedici yönlerini eriterek "fiziksel varlık" düşüncesine indirgeyeceğini öne
sürüyorum. Buysa, doğa biliminin var saymayı onaylayacağı her şeyi kuşatan bir kavram olaca-
ğına göre, "özdek" için
"varlık"tan daha
belirleyici olmak niteliğini
kaldırmak, yani özdek kavramını bütünüyle işsiz bırakmak sonucunu getirmiş olacak.
Bu sonuca izin vermek istemiyorum.
Algıya konu
olan varlığı geneBeyerek kavramak çabası doğaya yönelik felsefi ve ön-bilimsel düşüncenin ortaya çıktığı aşamadan beri belirgin olmuştur. İlk filozoflar algıladıkları doğada karşılaştıkları zengin çeşitliliği geneBeyerek kavramaya çalışırken, bu algı verisini
üç ayrı ulama zaten ayırmış durumdaydılar: Algıladık- Iarının kendisini "şey" ya da "varlık" diye anışları yanısıra, varlığın değişimini ve düzenini, ondan
ayrı olarak görmekteydiler. Bu ayrımın kökenieri konusuna girmeyeceğim. İnsan dilleri ve düşüncesinin temelini oluşturan özne-yüklem yapısıyla doğrudan
ilişkili olduğu söylenebilecek olan
bu ayrımın
kökenleri, felsefi, hatta dinsel açıklama çabalarından çok daha eskiye ve derinlere gidiyor olmalı.
Varlığı geneHeyerek
kavramak çabası
içindeki filozoflar bundan ne anlıyorlardı? "Şey" onlar için neydi?
Bugün, nesne, cisim, özdek, nitelik,
tür gibi kavramlar arasında yaptığımız incelikli ayrımlar o
zaman için
henüz söz konusu değildi: Algısal temelde ayırt edilebilen
her şey bir "şeydi". Katı bir cisim kendi yüzeyi ya
da sınırının
dışında kalandan nasıl ayırt ediliyorsa, bir renk yayılımı da,
onun bittiği yerde başlayan öbür renk yayıbmmdan aynı anlamda ayırt ediliyordu.
Dolayısıyla
bizim bugün "nesne"
dediklerimiz gibi, "nitelik"
dediklerimiz de, aynı anlamda "şey"diler. Nitelik, nesne düşüncesinden başkalaşmamıştı. Bundan ötürü de
bir nesnenin yokolup yerine başka bir
nesnenin gelmesi olayıyla
bir niteliğİn yok
olup yerine bir başkasının
gelmesi, aynı tür değişimler olarak görülmekteydi. Bir örnek vermek
gerekirse, odunun küle
dönüşmesiyle, yaprağın yeşilinin kırmızıya dönüşmesi, ulamsal olarak ayırt edilmiyordu.
İlk filozoflar
varlığı geneHeyerek kavrama çabalarında doğada buldukları katı, sıvı ve gaz ayrımından yararlandılar. Bunlara yanmayı da
ekiemiş olan Eski Yunan düşüncesi, tüm varlığın temelde bu ögelerden biri
ya da hepsi olduğu, ya da bunlardan dönüştüğü savlarını, olası hemen her çeşitlilik içinde denemiştir. Örneğin Thales varlığın bu
anlamdaki temelini suda, Anaksimenes havada, Herakleitos ateşte görmüş; bu filozoflar ögelerden temelde
olanının
öbürlerine, onların da
algılanan
şeylere dönüştüğünü öne sürmüşlerdir. Ögelerin birbirlerine dönüşümünün olanaksız olduğunu savunan Anaksimandros ve
Empedokles gibi düşünürler
de olmuştur. Anaksimandros
tarihsel açıdan bilinen ilk iki filozoftan biri olmasına karşın varlığın geneilenerek kavranmasında Aristoteles'e değin aşılamayacak bir görüş ortaya
koymuş ve ögelerin kendisinden türedikleri, nitelikçe belirsiz olan, "sınırsız" diye adlandırdığı bir varlığı en
temele yerleştirmiştir.
Ancak bu adımların henüz hiç biri özdek düşüncesini ortaya çıkarmış sayılamaz. Yapılan, bir ya da birkaç tür nesneyi
öbür nesnelere genellemektir.
Eski
Yunan felsefesine en büyük ivmeyi
veren düşünürler
arasında Par enides'i saymak gerekir.
Parmenides'in düşünce
tarihine yaptığı önemli katkı, Eski Yunanlılar'ın inandıkları gibi eğer varlığın sakımı diye bir şey varsa,
algıladığımız
biçimdeki değişimin mantıkla çeliştiğini göstermiş olmasıdır.
Varlığın sakımı, varlığın yokluktan
gelemeyeceği
gibi, varolanın da
bütünüyle
yokluğa dönüşemeyeceği ilkesidir.
Buna karşılık
değişimin bir nesnenin ya da niteliğİn ortadan
kalkarken başka bir nesne ya da niteliğİn ortaya çıkrnasıysa, böyle bir şey olanak
dışı
olmalıdır: Varlık varlığa geldiyse,
ya varolandan ya da var olmayandan gelmiştir. Varolmayandan varlık gelemez.
Bu, sakım ilkesine aykırıdır. Öte yandan varlık varolandan
gemişse
varlığa gelmiş değildir, çünkü kendi
kendisinden gelmekte, zaman içinde özdeş ve sürekli olmaktadır, der Parmenides. En genel anlamda varlığa uygulanmış olarak dü-
şünüldüğünde, bu uslamlamayı çürütmek pek güçtür.
Böylece Parmenides'te
ve onu izleyen felsefede yokluk (var olmamak, hiçlik) düşüncesi de gündeme gelmekte
ve böyle bir şeyin olanaklılığı tartışma konusu yapılmaktadır. Pythagorasçı- lar'dan kaynaklanan bir gelenek, yokluğu boşluk, yani boş uzay
ile özdeşleştirir.
Bu özdeşleştirme, yokluğun olanaklılığı konusunun, boş uzayın olanaklılığı biçiminde sürmesine neden olmuştur.
Parmenides'in
ortaya koyduğu
güçlük, kendisinden sonra yaşayan doğa filozoflarının birincil kaygısı olmuş ve bu sorunun çözümünü amaçlayan değişik çokçu açıklamalar birbiri ardına ortaya atılmıştır. Bunlardan bir bölümü hemen
Parmenides'ten sonra, 5. yy'ın ikinci
yarısında
geliştirilmiştir. Varlığın yapısal açıklaması diye adlandırabileceğimiz bu tür yaklaşımın doruğu Atomcu- luk'tur. Parmenides'in ölümünden bir
yüzyıl sonra geliştirilen ve varlığı kavramsal
olarak çözümleyen
Aristoteles felsefesiyse bu
alandaki bir başka
açıklamadır. Aristoteles
felsefesi, açıklayıcı
gücü, getirdiği anlayış derinliği ve
kavramsal zenginliği
açısından bilim
olarak değilse de, felsefe olarak Atomculuk'tan
daha yüksek bir doruktur.
Atomculuk,
algılanabilir
nesnelerin varlığa gelmesini,
gözle görülemeyecek ölçüde küçük cisimciklerin bir araya gelmesi,
nesnelerin yokolmasını
da bu "atomların" dağılması olarak açıklamıştır. Buna göre, varlığa geliş ve yok oluş yalnızca "görünüşte" bir olgudur. Çünkü nesneleri
yapılandıran
atomlar zaman içinde önsüz ve sonsuz şeylerdir: Ne
varolmuşlardır
ne de yokolacaklar- dır. Böylece değişim, varlığın sakımı ilkesi zedelenmeden açıkla- nabilmektedir.
Atomculuk'ta
ilginç olan, nesnelerin ve bunların varlığa gelip yokolmalarına ilişkin açıklama ile, nesnelerin taşıdığı nitelikle-
rin
ve bunların
değişiminin açıklamasının farklı olmasıdır. Nesneler üzerinde algıladığımız çok sayıdaki nitelik, atomların biraraya
gelişindeki
yapısal özellikler dolayısıyladır. Örneğin atomların sıklığı, nesneyi daha katı ve
ağır yapar. Atomların düzeniyse, algı organlarını etkileyerek, renk, tat, koku, ısı vb.
izlenimleri oluşturur.
Dolayısıyla niteliğİn nesne
düşüncesinden
ayırt edilmesi, belirginliğini Atomculukta bulan bir şeydir. Öte yandan, yine yapısal olan
Anaksagoras'ın
kuramında nesneler ve nitelikler farklı ulamlar
oluşturmazlar;
farklı açıklamalar da
gerektirmezler.
Atomcu
kuram, atomların
boşluk içinde devindikleri
varsayımına
dayanır. Bir araya gelip nesneleri oluşturabilmeleri için atomlann devinmeleri zorunludur.
Bunun boşluk ya da "yokluk" içinde gerçekleştiğini söyleyen Atomcular bir çelişkiye düşmü- yarlar mı? Parmenides'in
belirtmiş
olduğu gibi, "varolmayanın varlığını" öne sürmek
çelişik değil mi?
Atomcular, tıpkı Parmeni- des'in kendi
tilmizlerinden biri olan Melissos gibi, varolmak ve yer kaplamak (yeri
doldurmak; cisimsel olmak) düşüncelerini ayırt ederek, böyle bir
çelişkiyi
gidermişlerdir. Bu,
felsefede ci- simsellik dışı bir
varlık
düşüncesine doğru atılan ilk
adımlardan
biridir. Ancak Eski Çağ'da önce Pythagorasçılar sonra da Atomcular dışında boşluğun varlığını onayiayan düşünürlere pek rastlanmaz. Hemen herkes, her yerin bir tür varlıkla (örneğin hava ile) dolu olduğuna ve
devinimin de karşılıklı
yer değiştirmeyle gerçekleştiğine inanmıştır.
Yapısal açıklama, algıladığımız nesneleri ve bunların içine girdiği değişim olgusunu, kendileri değişmeyen ve
gözle
görülemeyecek ölçüde küçük olan cisimciklere ve bunların boşluktaki devinimine çözümlüyor. Ancak böyle bir
çözümleme
tam anlamıyla
bir felsefi çözümleme,
yani kavramsal bir çözümleme değil: Çünkü, nesneyi, kendileri yine nesne
olan atarnlara indirgiyor. Algılanan nesneler
için nesne olmanın ne
olduğunu
sorduğumuz gibi,
atomlar
için birer nesne olmanın ne
olduğunu
sorsak, alacağımız yanıt, bunların birer temel varsayım olup,
daha derine çözümlenemeyeceği
olacak. Demek ki, gerçekte verilmiş olan açıklama nesne
olmanın ne olduğuna değil, "nesne gibi görünmenin", "değişiyormuş gibi görünmenin" ne olduğuna ilişkin. "Nesne olmak" ise açıklanmak bir
yana, temelde varsayılıyor.
Aristoteles'in
nesne kuramı,
düzeyi ya da büyüklüğü ne
olursa olsun "varlığı
varlık olarak" açıklamayı amaçlar. Nesneleri, kendileri yine nesne
olan ögelere
değil, nesne olmanın kavramsal
ögelerine
çözümler. Atomcularınki olumsal
ve dolayısıyla
da daha bilimsel bir çözümlemeyken, bu, zorunlu kavramsal ilişkiler saptayan ve dolayısıyla nitelikçe daha felsefi olan bir çözümlemedir. Aristoteles, her şeyden önce, yokluğu söylenen bir nesnenin küçük parçalara dağılıp bütünüyle göze
görünmez olmasının pek
rastlanan bir şey
olmadığını gözönüne alıyor: Bir
şeyin yok olması, her
zaman, onunla uzay ve zamanda sürekli olan
başka bir şeyin varlığa gelmesidir.
Bu hem nesneler için hem de nitelikler için böyledir. Peki, birbiri ardına yokolup
varlığa gelen nitelikler ve nesnelerin
uzay ve zaman içinde
sürekli olmaları sözkonusuysa, böylece, bütün bunlara temel olan ve kendisi sürekli olan
bir şeyin
varlığı gerektirilmiş olmuyor
mu? Bir ağacı kesip tahta kalas durumuna
getirdikten sonra bundan bir koltuk yapmak ve yıllar sonra da bunu yakarak küle dönüştürmek gibi bir süreç içinde, birbirinden farklı olan
ağaç, kalas, koltuk ve kül gibi
nesneler var. Şimdi,
bunların birbirleriyle zaman içinde sürekli olmalarını açık- Iayan ve bütün bu
nesnelerin ve değişimin
kendi üzerinde gerçekleştiği, değişmeyen temel bir şey de
bulunuyor olmalı burada. Aristoteles'e göre Parmenides'in
ortaya koyduğu sorunun çözümü de
bu süreklilikte
aranmalı: Varlığa geldiği ya
da yokolduğu
söylenen nesneler hiçbir zaman
tam anlamıyla
yoktan varlığa gelmez
ve bütünüyle
yok olmazlar. Oldukları şeye her zaman bir başka
şeyden dönüşürler. Dolayısıyla değişim
Parmenides'çe görüldüğü ölçüde kökten birolay
olmadığıdan,
yine onun sözünü ettiği çelişki de doğmamakıadır. Değişim, kendi değişmeyen ve
sürekli olan o temel ilke üzerinde gerçekleşen biçimsel ve niteliksel başkalaşımları kapsar. Aristoteles böylece kavramsal
olarak ayrıştırdığı,
değişmez ve sürekli olup,
değişimin
kendi üzerinde gerçekleştiği bu ilkeye "özdek" (hyle) adını vermiştir. "Hyle" sözcüğü bu
kullanımından
önce Eski Yunanca'da "tahta"
ve "yapı
malzemesi" anlamlarına geliyordu.
Aristoteles'e
göre her nesne form kazanmış bir
özdek,
dolayısıyla bir
form ve özdek
birliğidir. Doğada ne
özdek ne de form, birbirlerinden ayrı olarak
bulunamaz. Bundan dolayı somut anlamdaki
formu da, özdeği de göstermek, her
nesneyi göstermektir.
Form, her türlü niteliği ve işlevi de
kapsayan bir ilkedir. Değişim, formdaki
değişikliklerle
gerçekleşir. Bu
değişimin
taşıyıcısıysa, kendi
değişmeyen
özdektir.
Aristoteles
böylece nesneyi, kendileri nesne olmayan
ve bağımsız
olarak varolamayan ilkelerle çözümlemiştir. Bu çözümlemeyle Parmenidcs'in sorununu giderebiirliği gibi, somut ve tikel varlığı geneHeyerek
kavramdaki amacı tam olarak gerçekleştirmiş, varolduğu söylenen her doğal nesnenin
kendinden oluştuğu
bir ilke belirlemiştir. Bu Anaksimandros'un tuttuğu yolun
tutarlı sonucu olarak görülebilir. Ancak Aristoteles nesnelerin özdekten "türediklerini" söylemez. Ona
göre
özdek nesne için mantıksal ya da kavramsal
anlamda bir temeldir.
Özdek düşüncesi Yeni Çağ'da önemini arttırmıştır. 16. yy'da yeniden bulgulanıp yaygınlaşan yapısal açıklama ve özellikle
Atomculuk, modern bilimin temel paradigmasını oluşturmuştur. Ancak bu yapısal açıklama İ.Ö. 5.yy'dakinden farklı olarak,
Aris-
toteles'in
doğa felsefesiyle uzlaştırılır, onunla iç içe yoğurulmuş bir biçim alır. Orta Çağlar'daki "Aristoteles fiziği" Platoncu bir biçimde yorumlanmış, nesnenin formel yönü üzerinde yoğunlaşılarak, özdek düşüncesi ya geri plana itilmeye ya da çözümlemeden bütünüyle çıkarılmaya
çalışılmıştır. Formel
yönün ve dolayısıyla niteliklerin soyut ve kavramsal oldukları klişesini temel alan bu yaklaşımın temel
kaygısı,
fizikselliği, Yeni
Platoncu Hıristiyanlık
ilkelerine uygun olarak açıklamaktı.
Orta
Çağ
fiziğine tepki olarak kurulan Yeni Çağ doğa bilimi, Yapısal açıklama ile Aristoteles'in nesne çözümlemesini uzlaştırırken, özdek düşüncesini
ön plana getirir. Böylece kendini,
Aristoteles felsefesinin somuta değer veren
"ruhuna", Orta Çağ usulü "Aristoteles
fiziğinden"
çok daha iyi uyarlamış olur.
Bu uzlaşımın
mimarıysa, öncelikle Descartes'tır. Descartes'ın çağdaşı Gassen- di'nin nesne düşüncesi, kimi
küçük
ayrılıklar dışında, hemen
bütünüyle
Epikurosçu Atomculuk'la temellenmekteydi.
Ondaki Mekanizm, Aristotelesçiliği köktenci bir biçimde dışlar. Gassendi ile Descartes arasında bu
açıdan
önemli olan bir başka ayrılık da, öncekinin
nesnenin doğasını
betimleyişte deneyciliği tek
geçerli
yöntem saymasıdır. Bundandır ki, fiziksel varlığın matematiksel/ge-
ometrik kavramşma
hiçbir yakınlık göstermemiştir, Gassendi.
Des- cartes'teki fiziksel varlıksa, tam
tersine, Aristotel^s'i yapısal açıklamayla uzlaştıran ve
matematiksel olarak betimlenebilen bir geometrik yapıdır. Fiiikselliği geometriyle o denli sıkı sıkıya bağdaştım ki, Descartes için özdeksel olmanın baş koşulu (özniteliği) bir uzamı olmak,
yani geometrik anlamda yayılıını olmaktır. Gerçekte bu yönüyle Descartes,
Pythagorasçılık'la
başlayan ve Platon ile Galileo gibi düşünürlerle sürdürülen bir geleneğin de
parçasıdır.
Fiziksel nesnenin geometrik
yorumu, kendileri bölünmez
olup yine de uzama sahip olan parçacıkları, yani atomları, tutarlılığı bozmadan temele koyamaz. Geometrik
anlamda, düşünülebilecek
her iki
nokta
arasında
üçüncü bir nokta da düşünülebileceğine göre, uza- rnın öznitelendiği fiziksel varlık da
sonsuz olarak bölünebilir
olmalıdır. Bu düşünceleri açısından Descartes, Zenon ve Anaksago- ras
ile kimi benzerlikler gösterir: Uzam
küçüklükle
sınır tanımadığı gibi,
büyüklükte
de sınırsızdır. Dolayısıyla fiziksd evren büyüklükçe sonsuz olmalıdır.
Descartes'a
göre nesne, kendileri de sonsuza oek bölünebilir olan, yani kendileri de parçacıklardan oluşan parçacıkların bir aradalığıdır. İçi yine özdekle dolu
olan uzayda, başka nesnelerle çarpma, değme ve basınç ilişkileriyle etkileşir. Descartes, boş uzayı olanaksız görmüştür. Bunu, tıpkı Parmenides
gibi, "varolmamak" ile özdeş tutar.
Descartes'ın özdek düşüncesi Aristoteles'inkiyle önemli yakınlıklar gösterir. Özdekten o da, uzak ve zamanda birbiri ardında sürekli olan değişimlere dayanak olup, kendi değişmeyen bir
şeyi anlar. Nitelikler değiştiği halde,
bunları
taşırken özdeş kalan
şeydir, bu. Ünlü balmumu
örneği,
böyle bir özdek anlayışının en belirgin olduğu bağlarnlardan biridir. Descartes burada özdeksel nesnenin her bir niteliğini, özdeği yok etmeden söküp atabileceğimizi, ancak uzamı ortadan
kaldırmanın
özdeği de ortadan kaldırmak olacağını saptamayı amaçlar. Descartes için de
nesne dışında bir öz- dek
sözkonusu
değildir: Özdek, evrenin
her yerinde belirgin sınırlarla
varolan bir şeydir.
Görüldüğü gibi, Aristoteles'in formu Des-
cartes'da uzama dönüşmüştür.
Uzam, özdeğin bir
özniteliği
yapılarak, form ile özdeğin birliği, özdek ile uzarnın birliği ilkesiyle korunmuştur. Ancak bu yeni birlik, uzam dışında hiçbir niteliği gerekli kılmaz.
Töz kavramı felsefeye yine Aristoteles'çe armağan edilmiştir. Bu, bağımsız olarak
varolan ve nitelikleri üzerinde taşıyan, yani niteliklerin varolabilmek için kendisine
bağımlı
oldukları şey anlamını taşır. Aristoteles'e
göre
doğadaki somut nesne-
ler
birer tözdür.
Dolayısıyla, bir
anlamda özdek de tözdür. Tözü, Descartes da, niteliklerin taşıyıcısı, ve kendi başına, bağımsız olarak varolan şey diye
belirler. Ancak ona göre cisimler, tikel anlamdaki tözleri oluştururken (bunlara "cisimsel tözler" de diyor),
genel anlamdaki bir tözden, ya da töz türlerinden de söz edilebilir.
Özdeksel
töz, bu genel anlamdaki bir tözdür. Özdeksel töz uzam ile belirlenir ve dolayısıyla uzayda yer kapladığı söylenebilecek her şeyi kapsar.
Aristoteles'teki
nesne düşüncesini
geometrik kavrayışla uzlaştırmaya çalışması,
Descartes'ın özdek düşüncesini önceki filo-
zofunkinden çok daha yalın, hatta
fakir kılmıştır.
Uzamı olup devinebilir olan her şey özdek, ya
da cisimsel tözdür. Ancak bu, Mekanizm için zorunlu
olan basınç,
değme ve çarpma olgularını temel- lendirmede eksik kalmaktadır. Çünkü çarpışabilmek için nesnelerin, içieri dolu
ve girilmez şeyler
olması gerekir. Oysa devinen geometrik
anlamdaki yayılımların
iç içe geçmemesi için bir
ontolojik neden yok gibi durmaktadır. İç içe geçip giden şeyler çarpışamaya- cağına göre, geometri figürlerinin nesne olabilmeleri için bunların girilmezliğini sağlayacak kimi ek ilkelerin gerektiği, Descartes'a
karşı hem Leibniz hem de Newton'ca savunulmuştur.
Özdek kavramının Descartes'tan sonraki gelişim çizgisi felsefece değil, bilirnce
çizilmiştir.
Genel bir gözlem olarak,
felsefenin verdiği ve
şu
yazıda gelişimini izlediğimiz kavramsal
özün değişmediğini,
ancak bu özün ona
eklenen niteliklere giderek zenginleştiğini ve değişikliklerin de bu niteliklerde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Örneğin, Boyle'u
izleyen Locke, nitelikler arasında "birinci!" ve "ikincil" ayrımını yapmış, böylece özdek parçalarına, uzama ek olarak girilmezlik (katılık), biçim, devinim ve özdeşlik (sayı) özniteliklerini katmıştır.
Gerçekte bu ayrım, kökeni Demok-
rilos'ta
olan ve Gassendi ile Descartes'ın da bir ölçüde kullandıkları bir düşüncedir. Özdeğİn ve ondan oluşan varlık parçalarının duyuları etkileyişi
dolayısıyla "görünüşte" kazandıkları niteliklerle, kendiliklerinde taşıdıklarını ayırt eder. Descartes uzam dışındaki
"birinci!" niteliklerin uzama indirgenebileceğini düşünmüşken Locke buna karşı çıkmıştır. Locke 'un çağdaşı olan
Newton bunlara kütleyi ekler. İster parçacık, isterse de göze görünür nesne olsun, özdek uzayda
bir yere ve eylemsizlik ile yerçekimine karşılık olan kütle biçimlerine sahiptir. Ancak artık tek
fiziksel varlık ilkesi olmak
durumunda da değildir.
Newton'ca tanımlanan "güç" kavramı, fiziksel evrende varolan, fakat
nesne ya da özdeğİn
kapsamı dışında kalan
bir ilke olarak düşünülmeye
başlanacak ve özdek- güç ikiliği özellikle 19. yy'da önem taşıyacaktır. 20. yy'daysa bu iki ilke birliğe götürülmüştür.
Klasik
doğabiliminin
gelişimi, bir başka özdek kavramının daha türetilmesine sahne olmuştur. Bu,
"özdek
türü"dür. Doğabi- limcinin
amaçlarından
biri, çok büyük bir
çeşitlilik
gösteren öz- deği bir
birlik içinde
açıklamak olmuştur. Böyle bir
açıklamaysa
birlik ile çeşitlilik arasında mantıksal ve yasal ilişkiler kurulabildiği ölçüde değerlidir.
Örneğin Anaksimandros'taki dört öge, Aristoteles'te,
çevremizde
gördüğümüz ve çok farklı nitelikler
seriroleyen nesneleri temeldeki ilk özdeğe bağlamak görevini taşımıştır. En temel özdek türleri olan ögeler, birleşimle bu çeşitliliği oluştururlar. Dolayısıyla bu yaklaşım, çeşitlilik içinde herhangi bir nesnenin bir bileşik olduğunu ve bunun özel ortamlarda
(örneğin
laboratuvarda) elde edilebilecek uç koşullarla karşılaştırılmakla, dönüşüme ve ögelerine ayrışıma zorlanabileceğini ilke olarak varsayıyordu. İşte Rönesans'taki "silJlya" dönemlerinden itibaren kimya biliminin temel uğraşı bu
olmuş ve özdek türlerini belirleyiş yönünde ilk ve önemli adımları da bu dal atmıştır. Sonuçtaysa öge sayısının dörtten çok
fazla (yüzün üzerinde) olduğu
ve
İlk
Çağ'da öge sanılanların bunlar
arasında
bulunmadığı anlaşılmıştır. Doğadaki çeşitlilik içinde hemen her nesne, özdek türü olarak
yüzeyde bir homojenlik gösterse bile
gerçekte
bir karışımdır (örneğin kan). Bu karışımlar ayrıştırılınca öz (hülasa) dediğimiz salt cisimleri elde ediyoruz (örneğin su).
Kimya ve fizik bilimlerinin birlikte geliştirdikleri ve bugün için en
başarılı
ve yerleşik kurama
göre, salt cisimler gözlemlenemeyecek ölçüde küçük parçacıklardan
oluşan bir hiyerarşi oluşturuyor. Moleküller, onları
oluşturan atomlar ve atom-altı parçaetkiara ilişkin ku- ram/açıklama dizgesini iyi biliyoruz.
Birbirinden farklı
moleküllerin sayısınca özdek türünden ve farklı atom
sayısınca
da öge- den
sözedebiliyoruz.
Ögeler ve bunları oluşturan atomlar ilkece (ve kimi
durumlarda olgusal olarak) birbirlerine dönüşebiliyor, fakat atomlar birlikte oluşturdukları cisimselliği koruyarak daha temel ögelere ayrışamıyor, çözümlenemiyorlar. Bunlar klasik ya da alışılmış anlamdaki
cisimselliğin
bölünmez parçaları olmalarına karşın, bugünün biliminin gösterdiğine göre parçalanmaz şeyler değiller. 20.
yy'da sözcüğün
etimolojisine karşıt olarak,
parçalanmaz
olan atom-altı parçacıkların sözkonusu olabileceği,
ancak İlk ve
Yeni Çağ
inançlarının tersine
atarnun kendisinin parçalanabilir bir şey olduğu bir
kuramsal olgu olarak görülüyor. Hem
çekirdek
parçalanabiliyor, hem
de onu çevreleyen
kabuktaki elektronlar dağıtılabiliyor. Hızlandırıcılarda yapılan deneyierin kurama göre gösterdiği şey, atomu oluşturan proton,
nötron ve elektron gibileri yanısıra başka atom-altı parçacıkların bulunduğu,
ayrıca da böyle parçacıkların daha da alt parçaetkiara parçalanabildikleri ve birbirlerine dönüşebildikleri. Kurama göre deneyin gösterdiği bir
başka olgu, atom altı parçacıkların enerjiye (ışına) dönüştükleri gibi ondan elde edilebilir de oldukları. (Bunun bir dönüşüm olup
olmadığı
üzerinde az sonra ayrıca duracağız.) Kuantum kuramının dalga
ve parçacık
ikiliği, aynı şeyi hem
özdek hem
de alan olarak yorumlayabiliyor.<I) Eleklorunun devinimine ilişkin olarak
geliştirilen
mekanik ve bu bağlamda ortaya
çıkan ünlü belirsizlik
ilkesine göre,
ölçümde parçacığın momentu-
munu saptamak onun yerini belirsiz kılarken, yerini
saptamak da momenturounu belirsiz kılıyor. Uzaysal
konum ve nedensellik gibi klasik doğa anlayışımızın temel direkleri arasında yer
alan kavramlar bu kurarn bağlamında sanki
anlamlarını
yitiriyorlar. Özde- ğin doğasının da klasik anlayışımızdan epeyce farklı bir
görünüm
aldığı söyleniyor. Çünkü eğer gözlemlenebilir cisimler son çözümlemede atom-altı parçacıkların çeşitli yasalara göre bir
aradalığın-
dan oluşuyorlarsa, özdek parçalarının .bizim onlara klasik bilim anlayışı açısından yüklediğimiz zorunlu nitelikler "temel gerçeklikte" (yani parçacıklar düzeyinde) sözkonusu değilse, o zaman biz bu öznitelikleri bir "görünüşler dünyası"nın yüzeyselliği ve aldatıcılığı içinde varsayıyor ve bunda yanılıyor olmalıyız. Örneğin öz- dek kavramı her
ne kadar somut bir nesneyi dilegetiriyor olsa da, uzay-zamanda bir konumu olmanın ve
bir biçim
taşımanın onun için zorunlu
sayılması
artık sözkonusu olamamalı.
Şimdi, yukanki
yaklaşımın
içinde bulunan ve felsefi temelde tutarsıziıkmış gibi duran bir yöne değineceğim. Yukarıki yaklaşım
bilimsel-gerçekçi olmak
zorunda. Bir başka
deyişle, algıyla doğrudan kavranabilir
olan (gözlenlenebilir)
şeyler yanısıra, gözlemlenebilir olmadıkları halde başarılı bilim
kuramınca
varsayılan, bu kuramın varlıksal sayıt ve yükümlülükleri (pretense, commiı- nıent), yani parçacıklar, onların durumları, nitelikleri, onlar üzerinde
etkili olan çeşitli ilkeler, gerçek, yani
nesnel gerçekliğin
parçaları olarak düşünülmek zorundalar.
Aksi halde, yani gerçeksizci
(anti-realist) bir yorumda (ki tutarlılığı bozmadan gözlemlenebilir-
1)
Bkz.
W. Heisenberg, Physics and Philosophy, Harper and Row, 1962, s.
160. Heisenberg burada "alan" yerine "güç" sözcüğünü kullanıyor.
ler
için
gerçekçi, gözlemlenemezler için gerçeksizci olunabilir) kuramın başarısı onun gerçekliği betimlediğinin bir kanıtı sayılmaz ve dolayısıyla kuramın sayıılan kullanılarak
gözlemlenebilirlerin alanına özgü zorunlu
ilkeler sorgulanamaz. Kuantum kuramının, örneğin Bohr'un onu yorumladığı gibi, gerçekliği betimliyor
olmak gibi bir savı yoksa,
bu kuramın
sonuçlarından kalkarak
konum ve biçimin zorunlu
olmadığı
öne sürülemeyecektir.
Bilimsel
Gerçekçilik'i
doğruymuş gibi varsayalım. Hem Bilimsel Gerçekçilik'i savunup, hem de ölçümde karşılaşılan sınırla- nımları gerçek
sınırlılıklar olarak
saymak tutarlı
mı? Bu, iki karşıt tutumu
iç içe ve bir arada benimsernek olmuyor
mu? Eğer
kuramın "nesnelerini" gerçek sayıyorsak, bunları insan antığından bağımsız olarak varolan, anlığın çeşitli sınırlamalarınının ötesindeki bir nesnelliğin, kendileri biz onları bilmesek,
algılamasak
ve ölçemesek de
varolan parçaları
konumunda düşünüyor olmalıyız. Bunun gerisinde
kalmak tutarlı bir Bilimsel Gerçekçilik sayılamaz. Şimdi, kuramın
varlıksal sayıtları nesnel
ve bağımsızsalar,
bizim bunlara ilişkin ölçümde karşılaştığımız epistemik sınırlanım/arı da gerçek saymak bu kez ölçüme konu
olan nesneyi gerçek
saymamayı içermiyor mu?
Nesneyi ilk kez anlıktan
bağımsız saydıysak, bizim
ona ilişkin
ölçümümüzün karşılaştığı sınırlanırnlar niye
onun sınırtanımları
olsun? Heisenberg ilkesi ölçümde ya
konum ya da morneotum belirsiz kalır diyor.
Konum ya da morneotum parçacıklar için her koşulda
belirsizdir, demiyor. Peki, eğer parçacık gerçekse ve ölçümde ilkenin belirttiği gibi
bir belirsizlik varsa, gerçek olup
kimi durumlarda yeri olan nesnenin bu yerini ölçüme ilişkin sınırlanımlarımız nedeniyle kimi durumlarda bizim belirleyemediğimizi söylemek, tutarlılığın
gereği değil midir?
Gerçek olan parçacığın ölçümünün kimi koşullarında belirli olan yeri başka koşullarda da belirsiz çıktığında bu yer gerçekte de
belirsiz demek, parçacık
için "gerçektir ama
pek de gerçek
değildir" demek,
tutarsızlığını
içermiyor mu?
Öte yandan,
eğer kesin anlamda ölçülemez oluşu dolayısıyla konumun gerçekliğini yadsıyabiliyorsak, tutarlılığın beklentisi olarak, doğrudan gözlemlenemeyip ancak dotaylı izlerini
görebildiğimiz
parçacıkların gerçekliğini de
yadsımak
gerekmez mi?
Bu
konu üzerinde
daha çok durmayacağım. Özdeğin nesne ile eşkaplamlı olduğu ve özdeşliğinin uzay-zamansal konurnca belirlendiği savlarını, (a) özdeği uzaya
indirgeyen Descartes'ın
görü- şüne(2), (b)
somut özdeğin bir tikel değil, bir
özdek
türü olduğu gö- rüşüne(3), ve
(c) uzaysal konumun nesne için zorunlu
olmadığı
düşüncesine karşı savundum.<4l
Son bölümde yapmak istediğim, öz- deği enerjiye çözümleyen, onu enerjiye indirgeyen öğretiyi ele
alarak,
onu dilegetirdiği söylenen e = mc2 bağıntısının hangi anlamda geçerli
olabileceğini tartışmak.
E = mc2 bağıntısı ne anlama gelir? Enerji ve
kütle arasındaki ilişkiyi formel bir biçimde dilegetiren, iki değer arasında
eşitlik kuran bu formül olguya ilişkin olarak nasıl yorumlanacak? Literatürde
bunun bir olgusal (yönletimsel) özdeşlik, bir anlam özdeşliği (kavramsal
özdeşlik) olduğu gibi yorumlar(5) yanısıra, bunun bir dönüşümü dilegetiren
eşdeğerlik(6), ya da bir dönüşüm dilegetir- meyen eşdeğerlik olduğu görüşlerine
de(7) rastlayabiliyoruz. Bu savların hepsi farklı savlardır ve anlarnca
birbirlerine indirgenemezler. Dolayısıyla yapılabilecek şeylerin en kötüsü ve
kavramsal
2)
Bkz. Demokritos/Aristoteles, Kalamış Yayınları
1987, s. 25 1 -258.
3)
A.g.y., s. 259-266.
4)
Bkz. "Uzaysal Konum ve Ontoloji",
Yalçın Koç ile tartışma. Felsefe Tartışmaları 2. Kitap, I 988.
5)
Bkz. M. Ali Kuntman, "E = mc2'nin
Anlamı", 8, 9, 10, 12, 13 sayılı dipnotlar. Felsefe Tartışmaları 2.
Kitap, 1988.
6)
A.g.y.• 2-7 sayılı dipnotlar.
7)
A.g.y.'nin kendi savı.
açıdan en
kaba olanı,
bağıntının aynı zamanda
hem bir anlam, hem de olgu özdeşliği olup,
ayrıca da bir karşılıklı dönüşümü dilegetir- diğini öne sürmek olur ki, bu iç tutarsızlık ötesinde çelişki de içeren
bir görüştür.<8l
Eğer bir dönüşüm sözkonusuysa dönüşen şeylerin özdeşliği sözkonusu olamaz. Çünkü özdeş olan şey kendisiyle
özdeş
kaldığı sürece kendinden
başka bir şeye dönüşmeyen şeydir. Birbirlerine dönüşen şeylerse özdeş olmayan şeylerdir. "Hem
dönüşüyorlar,
hem de özdeşler" demek, "Hem özdeşler, hem
de değiller"
demeyi gerektirir. Bu ise bir çelişkidir.
Enerji ve kütlenin ne kavram olarak ne de olgu
olarak özdeş olmadıklarını iyi saptamak gerekir. Bu ikisi özdeş kavramlar olsalardı,
"enerji" ve "kütle" sözcükleri aynı anlamı taşıyor
olurlardı. Eğer böyle olsaydı, e = mc2 bilim için taşıdığı anlamı taşımaz, doğaya
ilişkin bir bilişi vermez, kendi kendini yineleyen bir analitik önerme olurdu.
Kaldı ki "enerji" ve "kütle"nin farklı anlamlara geldikleri
tanımlarından bellidir. Bilim dili bu iki sözcükten farklı şeyler
aniayagelmiştir ki, Einstein'ın öne sürdüğü bağıntı ilginç olmuştur.
Peki bağıntı bir olgusal özdeşlik bulgusu mu?
Hayır. Bağıntı farklı anlamlar taşıyan "enerji" ve "kütle"nin
özdeş bir olguyu gösterdikleri, aynı şeye yönletim yaptıklarını da
dilegetiriyor olamaz. Çünkü iki şey özdeşseler, onların belirli bir zaman
kesitindeki bütün nitelikleri, konumları ve başka şeylerle olan ilişkileri de
dahil olmak üzere, özdeş olmak zorundadır. Niteliklerinde bu anlamda fark olan
iki özdeş şey, bir tek şey olduklarından, bir şeyin aynı niteliği hem taşıması
hem de taşımaması gibi çelişik bir durumda bulunacaktır. Enerji ve kütle,
bilinen farklı niteliklerinden dolayı özdeş şeyler olamazlar.
8)
Buna iyi bir örnek a.g.y.' nin 12. dipnotunda
veriliyor. Ayrıca bkz. W. He- isenberg, a.g.y., bu karışıklıkla dolu.
Özellikle IV. Bölüm'e ve 61, 63, 70 ve 73. sayfalara bakılabilir.
Enerji
ve kütlenin
ne anlarnca ne de yönletirnce özdeş olamayacaklarının bir formel kanıtı da
bağıntı
içindeki (c2) dir. Eğer bir özdeşlik bulunmuş olsaydı bunun
dilegetirilişi e = m olurdu. E = mc2 gibi bir eşdeğerlik doğruysa (e) ve (ın)
özdeş değiller demektir. Bağıntının formel olarak dilegetirdiği bir eşdeğerliktir.
(Tabii nelerin eşdeğerliği olduğu önemli bir noktadır.) Böyle olduğu için de
kütleyi enerjiye indirgeme girişimi bir olanaksızlıkla karşılaşmış,
başarısızlıkla sonuçlanmış sayılabilir. Bu açıdan, özdeği fiziksel nesne ile
eşkaplamlı sayan, benim de savunduğum düşüncenin bağıntı nedeniyle bir yara
almadığı söylenebilir. Yazıma, for- me! olarak bir eşdeğerlik dilegetiren e = mc2
nin ne gibi bir seman- lik içeriği, ne gibi bir ontik savı bulunduğunu kısaca
tartışarak son vereceğim.
"E = mc2" bir eşdeğerlik olduğuna
göre, eşitlik iminin bir yanında yapılacak değer değişiminin öbür yana da
yansıması zorunludur. Dolayısıyla, bağıntı geçerliyse (ki tahminlerinde büyük
başarı gösteren kurama göre öyledir) örneğin dizgedeki enerji niceliğini
arttırmak (bir cisme enerji kazandırmak), eşdeğer oranda mc2 yi, yani efc2
oranında kütleyi de artırmak olacaktır. Bunu gözönüne alınca, bağıntıdan yola
çıkarak, "nerede enerji varsa orada kütle de olmak gerekir" ve
"enerji olmayan yerde kütle de olamaz" gibi sonuçlara vannak zorunda
mıyız? Eğer böyle bir sonuca varıyorsak, bağıntının bir dönüşümü
dilegetirdiğini, eşdeğerliğin olgudaki ger- çekieniminin bir dönüşüm olduğunu
(büyük ölçüde) yadsımış oluruz. Oysa eşdeğerliği dönüşümü kendiliğinden
dışlayan bir nicelik ya da değer eşitliği olarak yorumlamak sözkonusu değil.
Soralım: Eşdeğerlik nelerin eşdeğerliğidir? (E) ve (m)'nin mi? Eğer eşdeğerlik
"e = m" olsaydı ve bir anlam ve olgu özdcşliğini dilegetinneyen bir
nicelik eşitliği olsaydı, böyle bir şey sözkonusu olabilirdi. Ne var ki, arada
yine ışık hızının karesi bulunuyor. Şimdi 1932'de gerçekleşen Anderson
deneyimini düşünelim: Yüksek enerjili gama
ışını bir
kurşun plakaya, oradan da güçlü bir
manyetik alana girince ortadan kaybolmuş ve
onun kaybolduğu
yerde iki ayrı kutba
doğru yol almaya başlayan bir
elektron ve bir pozitron ortaya çıkmış olsun. Kurama göre olay,
kabataslak bir anlatımla
olsa da, böyle gerçekleşiyor. Işının enerjisi ile parçacıkların kütleleri :ıynen ele aldığımız bağıntının belirlediği gibi. Şimdi burada
neler oldu? Sanırım,
burada neler olduğuna ilişkin olarak dalaylı deney
verisini (bir noktadan sağa ve
sola spiraller çizerek
açılan izleri) yorumlayan iki farklı öykü anlatılabilir. Gama ışınının m0c2
toplam enerjisinin parçacıkların
(ikisinin toplamı olarak) durgun kütlesi olan mo'ya dönüştüğü,
öykülerden biri olacaktır. İkinci öyküyse bağlama görece- liksel (relativistic)
enerji ve kütle kavramlarını ekleyerek verilebilir. Bunların değerleri de yine
aynı bağıntıya göre belirlenecektir. Dolayısıyla bu ikinci öyküye göre, ışında
m0c2 toplam enerji varsa, m0 durgun kütlelerine karşılık, m0c2
göreceliksel enerjileri vardır, denecektir. Burada ışının parçaetkiara
dönüştüğü durumda enerjinin kütleye dönüştüğünü söylemek gerekmiyor. Çünkü
böyle bir betimlemede ışının göreceliksel kütlesinin parçacığın durgun
kütlesine, ışının enerjisinin de parçacıkların göreceliksel enerjisine
dönüştüğü ve hem kütlenin hem de enerjinin nicelikçe eş kaldıkları, yani kütle
ve enerji sakımlarının ayrı ayrı geçerli oldukları söylenebilir. (Bunu söylemek
bir zorunluluk değil, fakat bir olanak.) Dönüşüm, bir tür şeyin ortadan kalkıp
başka bir tür şeyin, uzay-zamanda sürekliliği bozmadan onun yerine gelmesidir.
Oysa ikinci öyküye göre burada görünüşte dönüşümmüş gibi duran şey, görünüşün
ardında yitirilen ya da kazanılan bir şeyin bulunmadığı bir olay: Enerji
varlığını yitirmeden göreceliksel konuma (status) geçiyor, kütle de bu konumdan
açığa çıkıyor. Yani gerçeklik görünür olana göre bir kat daha kalabalık.
Gözlemlediğimiz ve yarı yarıya daha "ekonomik" olan olgu yalnızca
görünür olanı ele alıyor. Oysa, varlığın görünür olanla sınırlanması gibi bir
zorunluluk bulunmamalı.
İkinci öykü tanıdık bir açıklama biçimi. Aristoteles'in po- tansiyellik ve
aktüellik
öğretisini adım adım izliyor.
Bir açıklama
olarak, dönüşümü içeren yaklaşımla deneysel olarak eşdeğer ve
ondan daha sınırlı
değil. Fakat potansiyellik kavramında kök salan erekselliği getirme eğilimi onda
da var. Ayrıca,
dalaylı anlamda olsa
da, deneysellikten göreceli
olarak bir adım daha
uzak. Ancak belki en önemlisi, içerdiği varlık kalabalığı nedeniyle, ücearn'ın Orta
Çağlar'dan
buralara uzanan bıçagına karşı savunmasız. Bu noktalar, "dönüşüm öyküsünü" yeğlemeyi daha geçerli kılıyor.
Bu
yazıda özdek
düşüncenin ortaya çıkışını ve
gelişimini
özetledikten sonra,
bu kavramı
"işsiz" bırakan kimi
düşüncelere
karşı savunmaya çalıştım. Sonucu
özetleyeyim:
Özdek tikel nesneleri
birlikte kavramaya yarayan bir kavram olarak nesne düşüncesinden soyutlanmıştır. Özdek kavramını açıklamak, tikel nesne kavramını açıklamaktır. (9)
9)
Bu yazının hazırlanışına tartışma ve görüş
bildirme yoluyla katkıda bulu· nan Sayın M. Ali Kuntman ve Dr. Gürol lrzık'a
teşekkür ediyorum.
BELİRLENİM, NEDEN VE DEGİŞİM
(1989)
Belirlenimcilikten
(determinizm), farklı
oluşları ötesinde birbirlerini
içenneyebilen
şeyler anlaşılagelmiştir. Bu
anlaşılanların
hepsini birlikte gerektirmek, karşılanması olanaksız bir zenginliği amaçlar; ayrıca kaypaklığa ve hatta tutarsızlığa da gebedir. Be- Iirlenimciliğin "şemsiyesi" altında, birlikte veya birbirinden ayrı olarak
düşünülen
bu farklı ilkelere
verilen değişik
ağırlıklara göre, bu
öğretinin
farklı yorumları sözkonusu olur;
bu birbirini her zaman içermeyen yorumları yadsıyışlarına göre de farklı belirlenmezci (endeterminist) tutumlar ortaya çıkar. Heterojenlik
belirlenimciliği
ne ölçüde niteliyorsa,
belirlenmezcliği
de aynı ölçüde nitelemek gereğindedir. Çünkü belirlenmezcilik, değilleyici bir sav olarak, belirlenirnciliğin öne sürdüklerine karşı
çıkınakla varolan (bir anlamda parazit) bir
tutumdur. Bu yazıda,
yukarıda değindiğim olumsuz
niteliklerden arındırılmış
bir belirlenirncilik öğretisinin olasılıkçı kavrayışı kuşattığını ve bu öğretinin fiziksel
doğa
içinde dışlanmadığını savunacağım.
Belirlenirnci
öğretinin
içeriğinin aşırı zenginliğini en
saydam bir biçimde gördüğümüz bağlarnlardan biri, Laplace'ın ünlü dilegetirişidir:
"Evrenin
şimdiki durumunu, bir önceki durumunun
etkisi ve bir sonraki durumunun da nedeni olarak kavramamız gerekir. Belli bir zaman aşamasındaki Doğa'ya canlılık veren tüm güçleri ve onu oluşturan varlıkların bütün konumlarını bilebilen bir anlak (zeka) olsa ve ayrıca bu
anlak tüm bu veriyi çözümleyebilecek ölçüde büyük olsaydı, evrendeki en büyük cisimlerden en ufak atomlara değin bir
şeyin devinimini bir tek
formül içine toplayabilirdi. Onun için hiçbir şey kesinlik dışında
kalmaz, geçmiş de gelecek de gözünün önüne serili olurdu." (A Philosophical Essay on Probabilities,
2. Bölüm)
Bu dilegetiriş, doğaya ilişkin bir öğretiyi
bilgi ve kavrayış boyutu üzerinden sunuyor. Oysa bizi doğrudan ilgilendiren bu
boyut değil: Biz öncelikle, bu kavrayışın nesnesini oluşturduğu varsayılan
varlıksal koşullarla, ontik durumla ilgiliyiz. Belirlenimcilik, doğruluğunu,
onun varlığını kavrayan, ölçen veya duyumlayan aniakların varlığına bağımlı
kılan bir öğreti değildir. Dolayısıyla, bir sav olarak her şeyden önce ontik
bir değer taşır. Şimdi Lapla- ce'ın sözlerinde yankılanan bu öğretinin
epistemik yorumuna daha ileride değinmek üzere, ontik anlamda hangi farklı
savları kapsadığına bakalım. Şöyle bir liste yapabiliriz:
A.
1) Her olayın bir nedeni (cause) vardır.
2)
Her olayın belirli bir nedeni vardır.
3)
Her olayın zorunlu olan belirli bir nedeni
vardır.
B.
1) Her olayın bir etkisi (effect) vardır.
2)
Her olayın belirli bir etkisi vardır.
3)
Her olayın zorunlu olan belirli bir etkisi
vardır.
C.
1) Evrende (dizgede) önceki olaylar sonraki
olayları belirler.
2)
Evrende önceki belli olaylar sonraki belli
olayları belirler.
3)
Evrende önceki belli olaylar sonraki belli
olayları zorunlu olarak belirler.
Laplace'ın dilegetirişinde, meydana gelmiş
olayların birbirlerini belirleyişine ilişkin savlar, yani (C)'ler yanısıra, şu
an meydana gelen herhangi bir olay sözkonusu olduğunda, onun geçmişteki
nedeni (nedenleri) ve gelecekteki etkisi (etkileri) açısından giderek daha
sıkılaşan biçimlerde hem (A) önermelerini hem de (B) önermelerini -ya da
bunların varsayımlarını- bulabiliyoruz. (3)'leri savunmak (2) ve (l)'leri de
savunmak anlamına geliyor. Tabii, ay-
nı şey ters
yönde
geçerli değil. Örneğin (l)'leri,
(2) ve (3)'lerin doğruluğunu
savunmaya yükümlü olmadan
önee
sürebilmek olanağı var.
Buna karşılık
(I)'!erin yadsınması (2)
ve (3)'Ierin yadsınmasını
da gerektirirken, örneğin (3)'leri
yadsımak,
daha yumuşak olan
(1) ve (2)'leri yadsımayı
gerektirmiyor. Ben burada Lapla- ce'ın dilegetirişinin (3)'leri kapsayacak ölçüde sıkı olduğunu öne sürmeyi amaçlamıyorum.
Kendisi o denli sıkı bir
sav ortaya atmayı
istememiş olabilir. Benim arnaçiarım açısından (3)'lerin belirle- nirncilik bağlamında gündeme getirilebitmiş olması yetiyor.
(A)'lar
ve (B)'ler arasında
bir içerme ilişkisi bulunmadığını öncelikle ve açıklıkla ortaya
koymak gerekir. Bir olayın bir nedeninin bulunması, aynı olayın bir etkisinin de bulunacağını gerektirmez. İçinde her
olayın (zorunlu, belirli veya böyle olmayan)
bir nedeni bulunduğu
halde bunlardan kiminin, hatta hiç birinin
bir etki doğurmadığı olanaklı bir evren tutarlı olarak
düşünülebilir.
Bunun tam tersi de söz konusudur;
içinde, hepsinin birer (zorunlu, belirli
veya böyle olmayan) etkisi bulunduğu halde
kimisi veya hepsi nedensiz olan olayların geçerli olduğu olanaklı evrenler de düşünülebilir. Olaylar için etkinin
varlığı
(zorunluluğu) nedeni,
nedenin varlığı
(zorunluluğu) da
etkiyi gerektinniyor. Bir etki için bir
neden tabii ki zorunludur. Bir neden için de
bir etki zorunludur. Ancak
bu, analitik olarak böyledir!
Çünkü, bir olayın bir
neden olduğunu
söylemek onun bir etkisi bulunduğunu söylemek anlamına gelir. Oysa, bir olayın bir
nedeni bulunduğunu
söylemek, yalnızca, bu
olayın bir etki olduğunu söylemek anlamına geliyor; bu olayın bir
etkisi olacağını
söylemiş olmayı, ya
da bunun böyle
olmasını gerektirmiyor.
(3)'ler,
çok fazla sıkı olarak
belirlenmiş
evrenler içeriyor. Öyle ki, bunlara göre bir
olayın nedeninin (ya da etkisinin) belirliliği, olanaklı bütün evrenler için gerekli
kılınıyor.
Bir başka deyişle, bu koşula göre, r olayının bu
evrendeki belirli nedeni s olayıy-
sa,
r'nin nedeninin s olmadığı
olanaklı bir evren yok! Çünkü (3)'e
göre
böyle bir olanak yok. Böyle bir
olanağın
tam bir mantıksallık içinde var olması, yani
böyle
olanakların çelişkiye düşmeden dü- şünülebiliyor oluşu, (3)'lerin doğru savlar
olamayacaklarını
kesinleştiriyor. Örneğin bu
evrende fırtına denilen şeyin tam
bir düzenlilikle belirli bir tek nedenden, yani
hava basıncının
düşmesinden kaynaklanıyor olması, doğa yasalarının farklı işlediği başka bir olanaklı evrende
fırtınaların
başka bir nedenden, örneğin Olimpos
tanrılarının
gazabından, kaynaklanıyor olmasını çelişik veya
düşünülemez
kılınıyor. (3)'ler yanlış, çünkü belirlenirnci öğretiyi doğa üzerindeki farklı tikeller arasında bulunduğu halde mantıksal güçte olan bir doğruluk biçiminde öne sürüyorlar.<O
(2)'ler
ve (!)'ler arasındaki
ayrım, düzenli olan
ve düzenli olmayabilen evrenler arasındaki ayrımı veriyor. Çünkü, (2)'nin
içerdiği
ve nedenselliği yasal/aştırabi/irliğe (genele yayılabilirli- ğe) bağlayan "belirli neden" (veya
etki) (1)'de gerekli kılınma- maktadır. (l)'i herhangi bir neden doğrulayabilir. Yani, belli bir olayın alışılagelmiş, onu geçmişte düzenli olarak doğurmuş olan,
nedenindenfarklı
olan herhangi bir nedenin varlığı da,
(l)'i doyurmaya, doğrulamaya yeterlidir. (l)'de, bir neden olsun
da bu ne olursa olsun denmektedir: Doğanın düzenliliğinin, yasalarının ve genelleştirebilirlik gibi şeylerin hiçbirinin izlenmesi gerektirilmeden, burada herhangi bir nedenin bulunması yeterli
sayılmaktadır.
İçinde bulunduğumuz evren hemen her yerinde büyük bir
düzenliliğin
geçerli olduğu bir
ortamdır.
Bundan ötürü, salt
anlamdaki (l)'i evrenin genelliğine ilişkin olarak öne sürmek yanlış bir şey söylemek olmasa bile, eksik bir şey söylemek olur. Şimdilik
1)
Böylesi bir
zorunluluğun
"fiziksel zorunluluk",
ya da son zamanlarda "olumsal zorunluluk" diye adlandırılan ilişkiden farklı olduğu açık olsa gerek, (Bkz. D.Annstrong, What
is a Law of Nature? Cambridge Univer- sity Press, 1981.) Fiziksel zorunluluk
(2)'1erin kapsamı
içinde kalacaktır.
özellikle (A)'lar
üzerinde
duracak olursak, (1) ile doğada bulunduğu biçimdeki nedenselliğin
kavranamayacağını onaylamak
gerekecektir. Peki, doğadaki nedensellik
durumunu kavrayışta
(2)'de biraz fazla sıkı kaçmayacak mıdır? Her olayın belirli
bir tek nedeni olduğunu
savunmak biraz güç. Bundan
dolayı nedensellik üzerine düşünce geliştiren felsefeciler neden alanlarından, neden öbeklerinden, birlikte sağlanan nedensel
koşullardan
söz ediyorlar. Öbür koşulların yerine gelmiş olmaları durumunda, bu koşullar arasında herhangi birinin, neden sayılabildiğini göz önüne alıyorlar. Dolayısıyla,
burada salt olarak (2)'ye değil, (2)'nin
(1 )'e doğru kayan yumuşak bir
biçimine
yer vermek gereği var.
Burada gereken, genelleştirilebilir
oluşları yanısıra sayıca birden
çok olabilen kimi nedenlerden sözedebilmeye izin verecek bir dilegetiriştir ve böyle bir
şeyi
geliştirme yönünde oldukça başarılı adımlar atılmıştır. (Örneğin John Mackie, The Cement ofthe
Universe, Oxford U.P., 1974) Dolayısıyla, dilegeliş biçimleri (nedense! koşulları veya
fiziksel zorunlulukları
saptamak gibi) çeşitlilikler gösterebiise de, "nedensel yasa" dediğimiz şeylere uymadıkları, onlara aykırı düştükleri söylenebilecek, düzensiz ve tekil nedenlerin varlığını onaylamaya
gerek yoktur. Yasallaştırmaya
zemin sağlamayan tikel
nedensel ilişkiler
bulunduğu saptansa bile, bu, yasalarda
belirlenen genelle- rnelere ayrıcalık oluşturan tekil olguların ortaya
çıkması
anlamına gelmez. Böylece, (A)
yorumundaki belirlenimciliği,
bütünüyle (l)'e kaymak gerekmeden, yumuşatılmış bir (2) yorumuyla dilege- tirebildiğimiz öne sürülebilir. Bu, genelleştirilebilir oldukları sürece, ortak nedenleri de ortak
etkileri de dışlamayan
bir şeydir.
Artık (A)
ve (B)'leri birbirlerinden ayırabiliriz. (A) ilkeleri nedensellik
ilkesinin çeşitli
sıkılık derecekrindeki yorumlarıdır. Bu ilkeyse doğada (yasalaştırılabilir) nedenlerin bulunduğu doğruluğundan yola çıkan bir
savdır.
Yukarıda, (A)'nın (B)'yi
içermediği-
ni
gösterdik.
Peki (B)'nin de nedensellik
ilkesinden türediği
veya doğadaki olaylara
neden olan başka olaylar bulunduğu olgusunu
temel aldığı
öne sürülebilir mi?
Buna olumlu bir yanıt verebilmek için şöyle bir
şey
söylenebilir: Bir
kez bir nedensel yasa saptanıp iki
olay türü
arasında ontik anlamda genel bir
birliktelik belirlendiğinde,
bunu (A)'ya da, (B)'ye de temel
olacak biçimde
düşünebiliriz. Örneğin, r
ve s gibi iki olay türü
arasında genel bir nedensel bağlantı varsa,
tikel bir s olayına bakarak, bu yasanın şemsiyesi altında, onu bir tikel r olayıyla açıklayabild(^imiz gibi, bir r olayına bakarak
aynı yasa çerçevesinde bir s olayını tahmin
de edebiliriz. Yasa bize açıklama olanağını tanıdığı gibi tahmin olanağını da
tanır.
Bütün fark, ele alınan olayı nasıl seçtiğimiz, açıklanacak bir şey mi,
yoksa üzerine tahmin dayandınlacak bir şey mi
olarak düşündüğümüzle
ilgilidir. Ne var ki, bütün fark
bu olsaydı,
sanki (A)'nın (B)'yi
ve (B)'nin de (A)'yı
içermediği doğru olamazmış gibi
geliyor.
İki olay
türünün
birlikteliğinin bir
genellik oluşturduğu
temelinden kalkarak bunu (A) ve (B) doğrultularında kullanırken neler yaptığımıza bir daha ve derinlemesine bakalım. Elimizde,
yasa olduğunu
düşündüğümüz bir
sürekli birliktelik var ve (A)'da bunu geçmişte meydana
gelmiş belirli tİkellere uyguluyor
ve bir açıklama sağlıyoruz. Bir olayı, onun
geçmişte
gözlemlenebilir olmuş nedeniyle açıklıyoruz. Oysa, (B)'de durum oldukça farklı. (B) geçmişte kalan
etkileri kapsadığı
gibi gerçekleşmiş, ya da şimdi gerçekleşen kimi olayların gelecekteki
etkilerini de kapsıyor.
Yukarıdaki yasal birlikteliği bir olaya uygulayarak, bu olayın gelecekte
bulunan, henüz
gözlemlenebilir olmamış bir
olayı
doğuracağını da
söylüyoruz.
Tahmin yapmak dediğimiz şey bu olayı düşüncede kavramak oluyor.
Şimdi şunu soralım: Bir genelliğe dayanarak
şimdiki bir olayın gelecekteki
belli bir olayı
doğuracağını söylemenin ereksel
(teleolojik)
bir açıklamaya
olan uzaklığı nedir?
Bir başka
deyişle, "Her olayın belirli
bir etkisi vardır"
demekle "Her olayın belirli
bir ereği
vardır" demek
arasındaki
fark ne ölçüde kapanmaz
olan bir farktır?
Gelecekteki bir olaya
"etki" ya da "erek" demek arasındaki fark
kaplamsal değil. Fark içlemdeyse bu,
"erek" sözcüğünün
ardındaki insanbiçimcilik (antropomorfizm)
ve (17. yy'dan beri biri- kegelen) yergi yüklerinden başka nedir? Böyle bir
fark önemli bir fark mıdır? Örneğin bu olumsuz yükleri ortadan
kaldırsak
bu terimleri
birbiri yerine kullanmanın
bir sakıncası kalır mıydı?
Buradaki
önemli olan ve temeldeki fark, açıklama ve
tahmin dediğimiz şeyler arasında, bu iki düşünsel eylemi
yapışın
biçimsel ve yapısal ayrımında yatıyor. Eldeki şey, yani
iki olayın
genel birlikteliği, deneysel verinin gösterdiği bir
ontik olgu. Aynı genellikler hem Galileo'ya hem de
Aristoteles'e veri oldular. Onların bu
genellikleri açıklama
içindeki kullanışiarı farklı: Fark,
bir olayı
açıklayışta genellikten yararlanırken o olayın gelecekteki
eşieşiği-
ne mi, yoksa onun geçmişteki eşieşiğine mi dayanıldığında yatıyor. Gelecekteki eşleşiğe dayanılarak verilen açıklama, henüz gözlemlenebilir olmayan, oysa bütünüyle yokluktan
varolduğu
da onaylanmayan bir niteliğe dayandırılıyor. Buysa, şimdi varolanın bir ereği, onun
içinde
sakladığı bir potansiyeli olarak anlaşılıyor. Açıklamayı gelecekteki eşieşik olaya
dayandınnca
erekler ve potansiyellerden konuşmak gerekiyor.
Oysa temele alınan antik birliktelik nedensel açıklamada da
ereksel açıklamada
da aynı.
Bilindiği gibi,
nedensel açıklama
için geleceğe yönelmek, eldeki
yasal genellikleri eşieşikleri
gelecekte olan olaylara uygulayarak kullanmak, hiç de
yasaklanan bir şey
değildir. Tersine, nedenselliği temel alan bilim, tahminleriyle başarılı olmuştur. Anlaşılması gereken önemli nokta,
nedenseki şemada gelecekteki eşie- şik olayın kullanımında yapılan şeyin bir açıklama değil, bir tahmin olduğudur; verinin
değeri antik değil epistemiktir.
Gelecekteki
eşieşik olayı, yani s'yi, bir tahmin konusu mu
yoksa bir açıklama
aracı olarak mı kullanıyor oluşu, açıklama şemasını nedensel veya ereksel kılar.
Benim
burada üstünde durmak istediğim şey, (B) gibi dile- getirişlerin, temele, genelliğin tahmin
biçimindeki
kullanımını değil, gelecekteki
eşleşiği
açıklama için kullanan
yöntemi,
yani ereksel şemayı almak
gereğinde
kaldıkları. Bence bu, (B)'yi erekse!, potansiyelci
ve kısaca, 17.yy'dan beri benimsenen bilim şemasına aykırı bir düşünce yapıyor. Erekselci
açık lamaya ilkesel olarak karşıt olduğum için değil, aynı belirlenirnci öğreti
içinde iki ayrı ve karşıt açıklama biçimini benimsemenin ilke olarak turarsız
olacağı için. Kanımca Laplace'ın düşüncesi, içinde böyle bir tutarsızlığı
barındırıyor. Çünkü, "Her olayın belirli bir etkisi vardır" gibi bir
önerme tahminlere dayanarak ileri sürülemez. Tahmin temeli üzerinde öne
sürülebilecek şey yine bir tahmindir. Oysa, belirle- nirncilik ilkesi temelde
bir tahmin değil, öncelikle antik ve kozmik bir olguyu dilegetirmek
iddiasındaki bir önermedir.
Kaldı ki, olasılıksal-nedensel bağıntıların
varlığı (B) önermelerini yadsıyan, genel önermeler olarak doğru olmalarını olanaksız
kılan bir şeydir. Çünkü böyle genellernelere göre r'nin meydana gelmesiyle
eşleşen şey, tek başına ve dışlayıcı bir biçimdeki s değil, belirli olasılıklar
çerçevesi içinde s, p, t, vb. gibi olaylar (nitelikler) ve bunların yanısıra
hiçbirinin gerçekleşmemesi olasılığıdır. Eğer r oluştuktan sonra, yalnızca
s'nin oluşmaması değil, hiçbir olayın meydana gelmemesi de sözkonusu
olabiliyorsa, (B) önermesi doğru olamaz.
(C) önermelerinin sıkılık ilişkileri (A)
ve(B)'lerinkine koşut. Peki (C)'lerin (A) ve (B)'lerle olan mantıksal
ilişkileri nedir? Önceki olayların sonraki olayları (nedense! bir anlamda)
belirlediğini söylemek, burada yer alan sonraki olayları da kapsayacak biçimde
düşünüldüğü ölçüde (B)'nin sorun ve güçlüklerinden etki-
lenecektir.
(C)'yi belirli (belli/spesifik ve kesinleşmiş) olan, yani gerçekleşmiş olan olaylara ilişkin bir
ilke olarak yorumlayacağım.
Bu anlamdaki (C) bir olayın sonraki
bir olayı
belirlediğini, ona
neden olduğunu söylemekten öte ne gibi bir içerik taşır? (C) ile yaptığımız, geçmişte belirli olarak varolan olay çiftlerine uygun
nedense! genellikler uygulayarak onları birbirlerine
bağlamak.
Böy- lece yapılan bir
tahmin olmuyor. Olay çiftlerini nedensel
olarak açıklayışta
öncekinin sonrakini belirli kıldığını söylerken, zaten geçmişte varolmuş olan, yani belirli olan, şeyleri nedensel
bir gözlükle
görüyoruz. Belirlemek, burada, zaten gerçekleşmiş ve belli olanın nedensel
bir şema
içine sokulması; gerçekte de
neden ve etki olmuş olan
iki olayın neden ve etki olarak açıklanması oluyor. Böyle r
ve s gibi iki olaydan sonrakini alıp "r
bunu belirledi" demek,
"bunun nedeni r idi" demeyi, yahut da öncekini gösterip "bu s'yi belirledi"
demek "s bunun etkisiydi" demiş olmayı aşmaz. Bu olay çiftini neden
veya etki terimleriyle dilegetirmek aynı anlama
gelir. Bu olay çiftini neden veya etki terimleriyle
dilegetirmek aynı anlama gelir. Bunun gerekçesiyse daha önce sözünü ettiğimiz ana- litikliktir: Neden denilen
her şey etkisi olan bir şeydir. Bundan
dolayı (C)'yi "neden" veya
"etki" terimleriyle de dilegetirebilir oluşumuz onu
(A) ve (B)'ye indirgeyebileceğimiz
anlamına gelmez. Çünkü her
olayın bir nedeni veya etkisi bulunduğunu söylemek, (C)'yi öne sürmekten oldukça farklı bir şeydir. Her
olayın nedensel kalıba oturarak
başka bir olayla belirlenim ilişkisine girdiğini söylemek (A) veya (B)'yi (ya da her
ikisini birden) söylemiş
olmayı gerektirir.
Hem
(A)'nın hem de (B)'nin doğruluğu (C)'nin
doğruluğunu gerektirir. Yalnızca gerçekleşmiş olaylarla sınırlı kılınmış anlamdaki (C)'nin doğruluğu, (B)
gelecekteki etkileri de kapsadığına göre, bu sonrakinin doğruluğunu içermez. Öte yandan (C), (A)'nın doğruluğunu da içermez, çünkü önceki olaylar sonraki olayları be-
lirleseler
de, bu durum önceki
olayların kendilerinin nedenli olaylar olmalarını içermez. (B)'nin olasılıksal-nedenselliklerle yanlış- landığını
gördük. Aynı olasılıksal ilişkiler (C)'yi
yadsımayacaktır.
Çünkü önceki olayların sonraki
olayları
belirlemesi, sonrakilerin belirli
olasılıklar
içinde birden çok sayıda olabilmesi
veya hiç gerçekleşmemesini
dışlayan bir şey değildir. Olasılıksal genellikler olsa
olsa (C)'yi yumuşatmış,
gevşetmiş olurlar. Öyleyse, (A)'nın doğruluğu (C)'ninkini de kapsayan bir doğruluktur. (A.2)'nin gevşek bir
yorumu (C.2)'nin gevşek yorumunu (B) içefilmeden kapsar.
Belirlenimciliği (A.2)'nin gevşek bir
yorumunda kavramanın
geçerli bir yol olduğunu öne sürmek istiyorum. Kanımca elde
bu yorumundaki belirlenirnci öğretiyi yadsıyan bir veri bulunmuyor. Bundan dolayı, belirlenmezciliğin yanlış bir sav olduğunu düşünüyorum. Bu inançlarımı temellendirebilmek için, saptadığımız anlamdaki belirlenirncilik
ilkesinin, onu değiliediği
iddia edilen kimi
olgular karşısında
nasıl bir durumda bulunduğuna bakmak istiyorum.
(A.2)'nin yumuşak yorumunu yanlışlayacak şey, şu iki durumdan
biridir:
i)
s'yi,
yasalaştırılan
genellikteki nedenleri dışındaki, bunlarla kendisi de nedensel olarak bağlantılı olmayan
bir olayın
doğurması (s'ye böyle bir
olayın yol açması).
ii) s'nin hiçbir başka olayca neden olunmadan, kendi
kendi- ne· meydana gelmesi.
Anlaşılacağı gibi, eğer belirlenirncilik
yalnızca
(A.l)'i sa- vunsaydı, (i)'den
etkilenmeyecekti. Oysa .A.2)'nin yumuşak bir
yorumunu yanlış
kılmaya (ii)'nin gerçekleşmesi yeteceği gibi (i)'in geçekleşmesi de yetecektir. Gelecek bölümler, bunlardan
birinin gerçekleşip gerçekleşmediği sorusuna yanıt arayacak.
Öncelikle açıklığa kavuşturmamız gereken kimi noktalar var. Klasik
fiziğin
saptadığı yasalar ölçüsünde sıkı olmadıkları halde, nedensel ilişkileri dilegetiren
olasılıksal
yasalardan söz ettik.
Olasılıksal
yasalar ve dolayısıyla olasılıksal nedensel ilişkiler özellikle modern fizikte ön plana
çıkmıştır:
Bunlar küçükler fiziğinde daha yaygın bir
biçimde
geçerli olmaları yanısıra, orta
boy nesnelerin dünyasında da
sözkonusu
olurlar. Sıkça tanık olduğumuz bir değerlendirme, olasılıksal nedenselliğin
belirlenirnciliğin iflası, çü- rütülmesi anlamına geldiğidir. Oysa bu ya bir yanlış anlama
olmalıdır,
ya da belirlenimcilikle zaten
ilkece tutarlı olmayan (B) gibi savları bu
öğretinin
parçası olarak düşünmekten ileri geliyor olmalıdır. Az yukarıda da
gördüğümüz
gibi, olasılıksal ilişkiler (B) savlarını yıkıyor. Oysa (B) savlarının nedensellik
ilkesine dayanan bir belirlenimcilikte zaten yeri olmamalıdır! Olasılıksal nedenselliğin varlığı ancak erekseki bir belirlenimciliği yıkar. Ne var ki, Yeni- çağ'dan beri
doğa bilimi zaten erekseki açıklama şemasını (en azından bilinçli seçimleri içinde) dışlamayı
yeğlemiştir.
Olasılıksal bir yasa kapsamına giren
r gibi bir neden-olay sözkonusu olsun
ve belirli bir olasılık
içinde bunun hiçbir etkisi
gerçekleşmemiş
olsun. Bu durum (A) anlamındıiki belirlenimciliği dışlayamaz, çünkü
bu, olasılıksal ilişkideki neden-olayın (r'nin) kendi nedeninin bulunmadığı veya bu nedenin yasal genellikler
dışında
olduğu gibi bir sonucu ne mantıksal ne
de fiziksel (veya deneysel) olarak içerir. Çünkü (A), r'nin etkisine değil, nedenine
ilişkindir ve böyle bir
etkinin varlığı ya da yokluğu, onun
nedeninin varlığı veya yokluğundan bağımsız bir şeydir.
Bir
ayrımı yinelemekte yarar var.
Belirlenirncilik ontolojik bir savdır ve
doğaya
ilişkindir. Ancak bunu epistemik bir içerikle yorumlamanın da bir sakıncası olmamalıdır. Ne var ki, böyle bir
epistemik yorumun belirlenirole doğrudan bir
ilişkisi
olmayacak,
bu
belirlenimi temele alan bir tahmini, bir hesaplamayı, insan kavrayışı açısından da bir belirlilik (belirli oluş) konusunu
dilegetire- cektir. Biçimi (B)'ninkine benzese de, temelde
ancak tahmin olan böyle bir epistemik yorumu belirlenirnciliğin erekselciliği çağıran
biçiminden ayırt etmek
gerekir. "Her olayın tahmin edilebilir bir etkisi vardır" gibi bir önerme, (B)'lerden
farklı olaak, olasılıksal nedensel ilişkilerce çürütülemez. Çünkü böyle bir olasılıksal tahminin içine, etkinin
boş
olması da girebilir.
Demek
ki, Laplace'ın
önermesinde de görülen ve
hala sık sık
öne sürülen, belirli
bir aşamanın
bilgisine dayanarak başka bir
aşamanın
bilgisini "belirlemek" düşüncesi, belirlenirnci
öğretinin
bir parçası sayılmak zorunda değildir. Neden-olayın bilgisinden yola çıkarak bunun
etkisinin (yer, zaman, yörünge, hız, vb. gibi) tüm koşullarının bizce belirli olup olmaması da
belirlenirnci savın kendisine maledilemez.
Nedensellik ilkesiyle, yani (A) anlamındaki belirlenimcilikle bu koşulların doğrudan bir ilişkileri yoktur.
Belirlenimciliği
bir tahmin olanağı ile
karıştırmamalıdır.
Öte yandan belirlenirncilik geleceğin (antik
olarak) belirli olduğu gibi bir savla da karıştırılmamalıdır. Gelecek şimdi henüz meydana gelmemişse, yani henüz yoksa,
şimdiki
olayların etkileri de henüz yoktur,
bundan dolayı da
belirli değildir.
İyice vurgulamalıyız: Erekseki
değilsek,
gelecekteki etkilere ilişkin olarak
ancak tahminlerden söz edebilmeliyiz. Birer bilinç varlığı olarak tahminierin kesinliğinin de geleceğin antik
anlamdaki olaylarının
belirli olduğunu içermeyeceği açıktır. Belirli olmak için önce var
olmak gerekir. Ontik anlamdaki
olaylar için belirli olmak başkadır, bu
olayların
henüz daha var olmamışken nasıl olacaklarını (yasal genellernelere dayanarak) düşüncede kestirebilmek
yine başkadır.
Ontik anlamdaki gelecek olayların belirli
olduğunu
söylemek geleceğin şimdiden (bir
biçimde)
var olduğunu söylerneyi içerir. Buysa kaderciliği getirir.
Belirlenirncilik
(deterrninisrn) ile belirliliği
(belirli olmayı;
determinacy),
belirlenmezcilik (indetenninism) ile de belirsizliği (belirsiz olmayı; indeterminacy)
ayırt etmeliyiz. Belirlenirncilik belirliliği içermediği gibi, belirlilik de belirlenimciliği içermiyor. Doğal olarak, önceki olayların sonraki olayları belirlemesi
gibi bir düşünceyi,
şimdiki olayların gelecekteki
olayları
belirlemesi biçiminde düşünmek gibi
bir zorunluluk da yok. Sonraki olaylar gerçekleşmiş olaylar, yani geçmişte bulunan
olaylar olabilir: Bu durumda söylenen (B)
değil (C) olacaktır. Belirli
olmak uzay ve zaman içinde belirli
niteliklerle gerçekleşmiş
olmaksa, (C)'de söylendiği gibi önceki bir
olayın sonraki bir olayı belirlemesi,
zaten gerçekleşmiş
olan iki olayın nedensel
genellik içinde
bağlanması, yani sonraki olayın nedeninin
önceki olay olması (ya
da öncekinin
etkisinin sonraki olay olması) anlamına gelir.
Yazıının sonlarında üzerinde daha ayrıntılı olarak
duracağım
bir ayrımı şimdiden ortaya koymakta yarar görüyorum. Belirlenim bağlamında, (a) geçmişte gerçekleşmiş olan önceki ve
sonraki olayların belirli
oluşlarının
ve (b) böylesi olay
çiftlerinin
nedensel şema kalıbı içinde birbirlerine bağlanınalarının dışında kalan bir başka "belirleme"
kavramını
gözardı etmemeliyiz. Çünkü belirleme (to determine, determination) dediğimiz şey oldukça kapsamlı ve içinde farklı alt kavramlar barındıran bir
düşüncedir.
Bundan dolayı da
her belirlemenin bir belirlenim olması gerekmez.
Bir başka
deyişle belirlenirncilik her türlü belirlemeyi
kapsamaz. Buna karşılık
her belirlenimin nedensel olduğunu saptamak
gerekir. Belirlenim, olayları nedensel
olarak bağlayan
bir belirleme biçimidir. Belirlenim
olmayan (yani nedensel olmayan) belirleme için ontik
anlamdaki bir örnek, uzay-zaman içinde özdeş olan bir nesnenin önceki bir
zamansal aşamasının
(zamansal bölümünün) sonraki
bir zaman aşamasını
(bu aşamanın koşullarını, örneğin, yer, büyüklük, vb.
gibi özelliklerini)
belirleyen şeyler arasında oluşudur. Episte- mik açıdan nedensel
olmayan bir belirlemeye örnek olaraksa,
bir
belirli
betimlemeyle bu betimlemeye uyan tikel ve tekil nesnenin belirlenmesi,
saptanması
eylemi verilebilir.
Yukarıda, geleceğin belirlenmiş olmamasından nedensellik ilkesi anlamındaki belirlenirncilik öğretisinin etkilenmediğini görmüştük. Şimdi bu (A) anlamındaki ilkeye ve onu çürütebilecek (i) veya (ii) türünden durumların doğada bulunup bulunmadığı konusuna dönelim. Nedeni
olmayan olaylara, yani tekillik/ere (singula- rity) rastlıyor muyuz?
Doğa tekilliklere ve dolayısıyla da ex nihilo nihilfit (yokluktan varlık gelmez)
ilkesinin zedelenmesine izin veriyor
mu? Buradaki sorunun bilgisel olmadığını unutmayalım. Nedeni bilinmeyen şeylerden değil, varlıksal anlamda böyle bir
nedeni olmayanlardan söz ediyoruz.
Tekillik konusu [yani (i)] bir yana, nedenleri yasal genellikle saptanan olayların dışına çıkabilen etkilere rastlıyor muyuz?
[Yani (ii) doğru mu?]
(ii)
gibi olduğu
öne sürülen durumlarda neden olarak saptanan
olay gerçek neden olmayıp yalnızca böyleymiş gibi duruyor olabilir. Bu durumda
ya yasal genellik içinde neden konumu taşıyan
olay türüne
aykırı düşen bir
tikel nedenle karşılaşıldığı
doğru değildir ve
dolayısıyla
belirlenirncilik korunmuştur, ya da ortada hiçbir neden
yoktur; yani gerçekte
durum bir tekilliğin [(i)'in]
söz- konusu olduğu bir
durumdur. Öte yandan, eğer gerçekten (ii)'de dilegetirilen türden bir
durumla karşılaşılmışsa,
yani şimdiye kadar
varolduğu
sanılan genelliğin dışında kalan
kimi nedenler sözkonu-
su olmaya başlamışsa, bu nedenler ya şimdiye dek
bulgulanama- dıkları halde gerçekte yasallığa uyan nedenler arasındadırlar (ki bu durumda da
belirlenirncilik zedelenmiş
olmayacaktır), ya
da bunların
gerçekten değişen nedenler
oluşları
dolayısıyla, bunlarla
birlikte doğanın düzenli olduğu ilkesi de yıkılmış olmaktadır. Anlaşıldığı gibi, gerçek anlamdaki
(i)'lerin varlığı ex nihilo'yu, gerçek anlamdaki (ii)'lerin varlığı da
do,^anm düzenliliğini
çürütüyor. Böyle şeyler var
mı?
Fizik
biliminin şu
aşamadaki genel değerlendirmelerine bakılırsa ontik açıdan (ii)'nin
öngördüğü
anlamdaki değişken nedenler sözkonusu olmuyor.
(örneğin
bkz. Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, Milliyet, 1 989.)
Tekilliklerse ancak epistemik anlamda öne sürülüyor. Bu anlamda bir tekillik olarak öne sürülmüş olmasına karşın daha sonra nedenleri (kuram içinde) saptanmış (yani bir tekillik olarak düşünülmekten çıkmış olan) bir olgu, kara delikierin ışınımı olgusudur.
Tekillik olarak düşünülmeye
aday gösterilen bir
başka olguysa büyük patlama
(big bang) olayıdır.
Ne var ki, büyük patlamayı her kuramda bir tekillik olarak düşünmek
gerekmiyor. kimi evrendoğum
(kozmogoni) açıklamalarına göre bu olayın öncesinden ve ona doğru götüren olaylardan belli anlamlarda sözedebiliyoruz. Dolayısıyla fizik biliminin genel değerlendirmeleri bağlamında (i) ve (ii) gibi durumlara yer
vermeyi gerekli kılacak verilere sahip olmadığımız öne sürülebilirmiş gibi duruyor.
Yazıının geri
kalan bölümünde
atom-altı fiziği bağlamındaki
iki tür olgunun (i)'e, yani nedensiz
olaylar bulunduğuna
örnek olarak gösteriJip gösterilemeyeceğini tartışacağım. Bu iki olgudan biri Feynman düşünce deneyimlerine,
öbürü de parçacıkların durum indirgenmesine ilişkin. Önce Feynman düşünce deneyimini
kabaca betimlemek istiyorum:
K
gibi bir kaynak, M gibi bir düzleme doğru, her seferinde tek bir tane olmak üzere, elektronlar
fırlatıyor
olsun. K ile M arasına üzerinde iki
delik bulunan L gibi bir düzlem yerleştirildiği varsayılsın. Doğal olarak, elektronların K'dan M'ye ulaşmalarının onların bu deliklerden geçmeleriyle gerçekleşeceği söylenebilecektir.
Şimdi M üzerinde bir
sayaç
bulunduğunu ve bu sayacın M üzerine düşen her bir elekıronun yerini
sapıayabildiğini
varsayalım. Dola-
yısıyla sayaç, belli bir fırlatma süreci sonunda M'ye çarpan etekt-
ronların
dağılım eğrisini çizebilmeye olanak
vermektedir. Düşünce deneyi, sonuçta çıkan eğrinin elektronların birer parçacık olarak
deliklerden geçip
karşıdaki M düzlemine çarpmaları biçimindeki her açıklamayı olanaksız bırakan bir görünüm taşıyacağını, bunun ancak onların dalga
gibi davrandıkları
onaylanarak verilen bir açıklamaya izin
vereceğini
saptıyor.(2) Öte yandan,
deliklerden biri kapatıldığında,
M'ye ulaşan elektronların dağılımı bunların parçacık
oluşlarıyla açıklanabilir bir
görünümdedir.
Dolayısıyla, delik-
Ierden birinden geçen elektronlar, M üzerinde, öbür deliğin açık olup olmamasına bağlı olarak farklı yerlerde
kümelenmekte,
bir koşulda gittikleri
yerlere öbür
koşulda gidememektedir.
Burada,
tartışmayı
sınırlı tutmak için bilimsel
gerçekçiliği
ve elektronların dalga-parçacık ikiliği
gösterdikleri savını onaylayarak,
betimlenen durumun bizim ele aldığımız konuyu
nasıl ilgi- Iendirdiğine dönelim. Nedenseilikle ilgili iki konuya bakacağız. Bunlardan
birincisi, A'nın bir elektronu fırlatması ile
M üzerinde-
2)
Bu
koşullarda
çıkan eğri bir girişim eğrisi olmakta ve M'ye çarptıkları sayaçça saptanan elektronlar, birer parçacık olarak
deliklerden geçmiş
olmaları durumunda ulaşamayacakları yerlerde kümelenmektedirler. Bu girişim görünümündeki dağılım dolayısıyla
sözkonusu her bir elekıronun bir parçacık olarak
ya bu delikten ya da öbüründen geçtiği yanlışlanmaktadır. Ancak buradaki, elekıronun ne bu delikten ne de öbür delikten
geçmeden
M'ye çarpışma ilişkin önerrne, elekıronun bir parçacık olarak
varsayılma-
sına bağlıdır. Bu
önermenin
çelişik görünümü, aşağıdaki tartışacağımız gibi, "uzaktan nedensel
etki"ye olanak vererek giderilebileceği gibi, elekıro- nun
böylesi
koşullarda dalgasal davranış gösterdiği ve dolayısıyla ikili bir doğaya sahip
olduğu
varsayılarak da
giderilebilir. Nitekim dalga-parçacık ikiliği savını temellendir ede kullanılan başlıca gerekçelerden biri Feyn- man deneyimleri olmaktadır. Bkz. Yalçın Koç, Doğa'nın Kuvantum Me- kaniksel Betim/emesi ve Ölfme Sorunu,
İst.
Üniv. Fen Fakültesi, 1983, 2, 1, 1., özellikle s.36-37.
ki
sayacın bir elektronun çarpışını saptaması olaylarının nedensel olarak ilişkili olup
olmadıkları
ve böyleyseler bunun nasıl olabileceği üzerinde düğümleniyor. L engelinin K ile M arasına konması dolayısıyla, bir elektronun K 'dan M'ye bir parçacık olarak
alışılmış,
uzay-zaman sürekliliği içinde gittiğinin öne sürülerne-
yeceği onaylanırsa, burada
"fırlatma"
ve "M'ye çarpma" olaylarının nedeni olmayan (ya da nedeni değişken olan)
olaylar için bir örnek oluşturacaklarını veya böyle bir
duruma yol açacaklarını
söylemek için bir
gerekçe var mı? Ele
alacağımız
ikinci konuysa, deliklerden
birinden geçen
elektronların davranışlarının (çizdikleri
yol ve M üzerinde
kümelendikleri yerlerin)
öbür delikten elektron geçip geçmemesinden etkileniyor oluşuyla ilgili.
Dolayısıyla,
bir delikten geçen bir
elektronun M üzerindeki
p değil de
q bölgesine düşmesi, öbür delikten elektron geçiyor oluşuna nedensel olarak bağlıymış gibi
görünüyor.
Öbür delikten de elektron geçmesi,
bu delikten geçen elektronun çarpmasının olası olduğu noktaları
değiştiriyor. Oysa,
bu iki olay arasında
bir uzay-zaman iÜ- rekliliği gösteremiyoruz. Örneğin, ikinci delik yerine konacak bir elektromıknatısın öbür delikten geçen elektronların davranışını etkileyişindeki
gibi bir güç alanı burada
sözkonusu
olmuyor. Öyleyse,
bu süreksiz
ve birbirine enerji aktarmayan
iki olayı
nedensel anlamda bağlantısız sayarak, öbür delik
açıldığında
bu delikten geçen elektronun
davranışının
değişmesini nedensiz bir olay olarak mı kavramak
zorundayız.
(Sorunun bu biçimdeki ifadeki
için bkz. Peter Forrest, Quantum
Metaphysics, Basil Blackwell, 1988, s.84).
Burada
ortaya çıkan
çeşitli felsefe sorunları var.
(1)
Örneğin önce, K'dan fırlatılan ve
M'de saptanan şeylerin bu süreç içinde kendisiyle özdeş kalan
bir (yani aynı) elektron olduğunun hangi
ölçüte dayanarak öne sürülebileceği gibi bir soru var. Yanılmamak gerek;
bu bilimsel bir soru değil, kavramsal
ve
felsefi
bir konu_(3)
(2)
Feynman
düşünce deneyimlerinde, K'dan fırlatılan elektronların (arada L olduğunda) M üzerinde, birer
parçacık
olarak bulunamayacakları yerlere düşüp kümelendikleri saptanmıştı. Yukarıda ele aldığımız birinci
konu bağlamında,
bu kümelenme eyrisini
oluşturduğu
söylenen şeyler M'ye
çarpan
parçacıklarsa, ya
bunların
uzay-zaman içinde sürekli olan bir yol izlediklerini söylemek olanaksızlaşacak, ya da bunların L düzlemini (levhasını) delerek onun içinden geçtiklerini söylemek gerekecek. Şimdi şu noktayı belirleyelim: Elektronun süreç içinde özdeş kaldığı varsayılacak olursa, bir parçacık olarak
sürekli bir yol izlememesi, onun dalga niteliği taşıyan bir alan olarak da uzay-zaman sürekliliğini yitireceği anlamına gelmez.(4) Kaldı ki,
dalga-parçacık
ikiliği böy- lesi
güçlükleri
gidermek için ortaya
atılmış olan bir savdır. (Bkz.
Yalçın
Koç, Doğa'nın Kuvantum
Mekaniksel Betimlemesi ve Ölçme
Sorunu, İst.
Üniv. Fen Fakültesi, 1983,
s.37)
(3)
Yukarıdaki ilk
konu çerçevesinde
elektronların devinimi
içinde uzayda bir süreksizlik oluştuğunu onaylamak gerekmese bile, böyle bir
şeyin
varsayılması sözkonusu olabilir.
Şimdi buna bakalım: Bir
biçimde,
elektronun çizdiği uzay-zaman
yolunun sürek-
3)
Örneğin Mary
Hesse, The Encyclopedia ofPhilosophy, V, I, "Action at a Distance",
s.l4'te bu bağlamda
elekıronun özdeş sayılamayacağı ve
burada bir etkiden de sözedilemeyeceği görüşünün başat olduğunu belirtiyor. Gerçekten de,
fizik bir yana, felsefe açısından böyle bir özdeşliği öne sürmek ya da bunu varsaymak oldukça gözüpek bir davranış gibi
duruyor. Ayrıca,
böyle bir davranı^ın yine felsefi olan bir bedeli de olacaktır.
4)
Alan
kavramının
ortaya atılışının gerekçesi, sözkonusu olan hangi ölçek olursa
olsun, uzay-zaman sürekliliklerini
özdek-dışı fiziksel ilkelerle açıklayabilme çabası değil midir? (Bkz. M.Aii Kuntman, "Özdek-Alan-Nes- ne", Felsefe Tartışmaları, 4. Kitap, s.l7.) Alan dediğimiz ilke
uzaktan etki gibi bir şeyi onaylamak
gereğini
ortadan kaldırdığı gibi, şimdi üzerinde tartıştığımız türdeki bir süreksizliği onaylamak gereğini de
ortadan kaldır-
mıyar mu?
siz
olduğu,
ayrıca da fırlatma ve
sayaçla saplama olaylarında veri olan elektronun özdeş olduğu varsayılmış olsun. Burada felsefe bakımından yapılabilecek iki şey olacaktır. Önce, özdeşlik varsayımı yeniden sorgulanıp bunun
temellendiriliş
biçiminin yeterliliği gündeme getirilecektir.
Böyle bir varsayımın bir
uslamlamaya ön- cü[ olarak kullanılmak istendiğinde yol açacağı döngüselliğe dikkat çekilecektir. Ancak daha da önemli bir
nokta olarak, iki olay arasında uzay-zaman
sürekliliğinin
bulunmamasının bu
ikisinin nedensel olarak bağlı olamayacaklarını göstermeyeceği, böyle bir durumun olsa olsa, elektronun
özdeşliği
savını büsbütün kuşkulu kılacağı belirtilmek
gereğindedir.
(Kaldı ki, fırlatma ve
çarpma
olaylarının nedensel olarak ilintili olmaları bunlardaki
elektronun özdeş
olmasına bağlı kılınmak zorunda
değildir.)
Bu bağlamda, sonuç olarak özdeşliği koruyup
sürekliliği
dışlayan ve de bunu yaparken döngüselliğe düşmeyen bir uslamlama geliştirmek oldukça zorlu bir işmiş gibi
duruyor. Ne var ki varsayımı
felsefe açısından gelişigüzellikten kurtarabilecek tek yol böyle bir
uslamlama olur.
Şimdi, bütün bunlar bir yana, yukarıda dilegetirdiğimiz ikinci konu bağlamında, yani bir delikten geçen elektronun
davranışının
öbür delikten elektron geçip geçmemesinden etkileniyor- muş gibi
görünmesine
ilişkin olarak, süreksizlik savını öne sürebilmek yönünde daha
sağlam bir temel bulunduğu onaylanmalıdır. Burada bu savı, ona
almaşık olarak doyurucu bir açıklama bulunmayışı ölçüsünde, döngüsellik ve gelişgüzellik tehlikesi olmadan ortaya
atabiliriz.
(4)
Humc
sonrası modern nedensellik düşüncesinde neden ile etkisi arasında uzay-zaman
sürekliliği
gibi bir koşulun zorunlu
olmadığı
ortaya çıkmıştır. Kavramın bu koşul yerine
gelmeden de geçerlilik
ve uygulanabilirliğini koruduğu anlaşılmaktadır.
Önce, bitişikliği (contiguity),
tıpkı "zorunlu bağ"a ilişkin tutumumuz gibi,
genel bir eğilim olarak nedenselliğin öznitelikleri arasında kav-
radığımızı saptayan
Hume, sonra bunun neden düşüncesinden ayrılmaz bir nitelik olmadığı sonucuna
ulaşır. "Bu konuyu, birlikteliğin (conjunction) ve bitişikliğin Uuxtaposition) hangi nesneler için geçerli olup hangileri için olmadığını inceleyerek açıklığa kavuştu- rabileceğimiz daha uygun bir bağlam bulana
değin, genel kanıya uygun
olarak (yani, neden kavramının
özsel bir parçası olarak)
düşünebiliriz."
(Treatise, I, III, ii) Bu değinilen bağlam aynı kitabın (I, IV, v) bölümünde gelecek
ve Hume orada, ses, koku duygula- mm ve İstekierin biçim ya da yerleri bulunduğunun öne sürülerne- mesine karşılık bunların nedensel ilişkilere girebildiklerine
değinecektir. Enquiry'deyse, nedenselliği tartışırken Hume artık bitişikliğin adını bile anmaz. Gerçekten de,
bir nedensel ilişkiden
söz edebilmek için benzer
olayların
zaman içinde düzenli olarak birbirlerini izlemeleri, yani bu benzerlik üzerine kurulacak
bir genellerneye izin vermeleri, bu açıdan yeterli
sayılabilmelidir.
Çünkü insan için fiziksel
gerçekliğin
doğasından daha da önemli bir
konum taşıyan
anlık ile gövdenin ilişkilerini nedensel olarak değerlendirebilmemiz, örneğin çevremizi algılayabilişimiz, ya da kendi eylemlerimizin nedeni olabilişimiz gibi şeylerden söz edebilmemiz, hep buna bağlıdır. Eğer şu kağıt üzerinde gördüğünüz
yazılarla sizin anlığınızda kimi düşüncelerin oluşmasına neden olabiliyorsam, bu yine bir tür uzaktan
etki biçiminde
sözkonusu olmaktadır.
(5)
Burada
üzerinde
önemle durulması gereken
bir nokta, neden-etki ilişkilerinin bitişikliği (ya da uzay-zaman sürekliliğini) gerektirip gerektirmediği konusunun bütünüyle kavramsal
bir konu oluşu ve
doğada bulgulanabilen şeyler araı>ına girmeyişidir. Saptanması gereken şey şudur: Nedensellik
kavramında,
ya da nedense! ilişkilerde bitişikliğin zorunlu olarak bulunup bulunmayacağı gibi bir konuyu bilim veya başka bir
deneysel araştırma
saptayamaz. Nedensel ilişkilerde sürekliliği gerektirip gerektirmeyeceğimiz bir gözlem, bir
"tümevarım"
konusu da değildir. Tersine,
bu,
kavramsal
çözümlerneye
bağlı olarak anlaşılabilecek bir şeydir ve
bitişikliği
gerektirmeyen bir tek ilişkiye çelişıneden "nedenseldir"
diyebiliyor oluşumuza
bağlı olarak kararlaştırılır. Böyle bir ilişkinin gözlerolenmiş olması da gerekmez; düşünülebilir oluşu yeterli- dir. Benzer noktalar, sürekliliği nedensellik için zorunlu
kılan
herhangi bir felsefe görüşü için de geçerli olacaktır. Böyle bir yaklaşımın, gerektirdiği bu koşulu kavramsal
olarak temellendirilmemiş
bir varsayım, ya
da deneysel bir hipotez konumu ötesindeki bir
ağırlıkla
kullanabilmesi, ya da kendini
bunun üzerine
döngüsel olmayan
bir biçimde bina edebilmesi, yaptığı varsayımı temeliendi- recek bir felsefi uslamlamayı üretebiliyor oluşuna bağlıdır.
Böylesi bir uslamlamaysa özellikle gövde-anlık nedenselliği düşüncesinin
çelişik olduğunu göstermek zorunda
kalacak olan bir uslamlamadır.
Çünkü felsefede kanıtlama sorumluluğu, fazladan koşullar gerektiren ilkeleri artıran görüşün omuzlarındandır. Her şey bir
yana, bir kavramsal zorunluk olmasa bile, bitişikliğin nedensellik için bir
fiziksel zorunluk olduğunu
göstermek sözkonusu olabilir.
Tabii bunun için uzaktan
etkiye izin veriyormuş
gibi duran bü,tün durumlara yeni ve farklı açıklamalar getirmek gerektiği gibi,
anlık
felsefesinde nedenselliği ortadan kaldıracak tutarlı bir özdekçiliği de kurabilmek
gerekir. Yapılamayacak
şey, bütün bunları atlayarak
bitişikliği
varsaymak ve bu varsayımı bir
gerekçe olarak kullanmaktır.
(6)
Denebilir
ki, nedensellik kavramı
aslında nasıl olursa
olsun, klasik fiziğin bundan
anlamış
olduğu şey, bir uzay-zaman sürekliliğini oldum olası (ve
büyük bir çoğunlukla) zorunlu tutmuştur:
Daha teknik nitelikli bir alt-kavram olarak, klasik fiziğin nedensellik düşüncesi, neden
ile etki arasında
bir süreklilik bir
bitişiklik
gerektirir. Etkilenim, güç ya
da enerji aktarımı,
nedensel bağlılık içindeki şeylerin birbirlerine değrnekrini gerektirir. Böyle bir
tanım, bir stipülasyon (17. yy'daki terimiyle bir
"adsal tanım")
tabii ki yapılabilir. Buna benzer olarak, Pascal'ın günlerine değin
bilim
adamlarının
çoğunluğu doğanın boşluktan nefret
ettiğine,
buna izin vermediğine inanıyor, bunu, mantıksal olarak
zorunlu olmamasına
karşın uzay kavramının bir
parçası olarak düşünüyorlardı. Gerçekten de, gözlem kapsamı
içindeki nedens d olaylar nasıl hep bitişikseler, boşmuş gibi duran alanlar da
heme'l her durumda doludur. Ancak ne var ki, hem boşluk hem de uzaktaıı etki
olanak- /ıdır. Üstelik bu olanak mantıksallığın ötesine de aşan deneysel bir
olanak gibi durmaktadır. Dolayısıyla az yukarıda sözünü ettiğimiz tutum doğal
kavramı tanımla biçimlendirip sınırlayan bir tutum olduğu için sürekliliğin
bulunmadığı durumlarla karşılaşıldığında, sürekliliğin zorunluluğuna dayanan
geçerli bir uslamlama yapabilme yeteneği olmayan bir görüştür. Böyle bir şeye
kalkışması onun döngüselliğe düşmesi olur. Örneğin küçükler fiziğindeki kimi olgular,
orada nedenseliikten söz edebilmek için süreklilikten vazgeçmeyi
gerektiriyorsa, bu sürekliliği zorunlu saymış olan düşünce geleneğinin artık
burada iş görernediğini gösteren bir durumdur. Felsefenin bu durumu
değerlendirme biçimi şöyle olmalıdır: Eğer fizikçiler doğal nedensellik
kavramında bulunmayan bir özelliği zorunlu saymışlarsa, yine kendi bilim
dalları içinde, bunun bir zorunluluk olmadığını açıkça ortaya koyan bir
durumla karşılaşmış olmaktadırlar. Döngüselliğe düşmeden yapılamayacak şey, bu
ad- sal tanıma dayanarak, örneğin elekıronun K'dan fırlatılması ve elekıronun
M'ye çarpışı olaylarının (ya da birinci delikten geçen elekıronun yolunun
değişmesi olayının ikinci delikten elektron geçmesi olayıyla) nedensel olarak
ilişkili olmadıklarını öne sürmektedir. (Bu konuda, az önce değindiğim
kaynakta Peter Forrest de benzer bir sonuca ulaşıyor.)
Benim vardığım sonuç şu: Elekıronun K'dan
fırlatılışı ve M'ye çarpışı olayları arasında (özdeş kaldığı varsayılsın ya da
varsayılmasın) bir süreksizlik bulunduğunu savunmak gerekınediği (bkz.2) gibi,
burada böyle bir süreksizlik varsayılsa bile, nedense)-
lik
kavramının
iki olayı bağlamak için böyle bir sürekliliği gerektirmediği (bkz.4). Eğer bu
yönde bir gereklilik bulunduğunu (yu- karıkine ek
olarak) varsayarak, bu iki varsayım üzerinden, "bu iki olay süreksizdir, nectensellikse sürekliliği gerektirir, öyleyse bu
iki olay nedensel olarak ilişkili değildir ve dolayısıyla elektronun M'ye çarpması nedensiz
bir olaydır"
gibi bir usavurmaya kalkışan olursa,
çıkarsayacağı
sonuç iki aşamada "soru
çağıran"
bir sonuç olacak,
yani ikili bir döngüsellikten
hüküm giyecektir! Bir çelikten geçen elektronun öbür delikten
geçeninkinin
davranışını etkilediği savına karşı yapılacak benzer türdeki itirazların da, en az bir düzeyde döngüsel olmaya
aday oldukları
söylenebilir.
(7)
Yine
bunun gibi döngüsel
olacak başka bir
usavurma, yukanki durumda süreklilik bulunmadığı halde bir nedensel ilişki bulunduğu öne sürülerek, bundan, örneğin uzaysal
yer denilen şeyin kuantum fiziği bağlamında gereksiz olduğunun çıkarsanması olurdu. Bir süreç veya
olay ikilisinin belirli bir zaman aralığında belirli
yerleri kaplamasının
gerekli olmayışından, bu yerlerin gereksiz
ontik ilkeler olduğu sonucunu çıkarsamak en
azından bir. ontik aldanmadır. Bu değerlendirmeyi, böyle bir şeyi savunan
biri bulunduğunu
düşündüğüm için değil, böyle bir
düşünceyi
varsayarak yapıyorum.(5)
Nasıl felsefe
içinde
doğruluğunu felsefeden bağımsız bir
bilime bağlı olarak
onayladığımız
birçok önerme varsa,
bilim içinde
5)
Örne^in şöyle bir uslamlama geçerli olamaz:
a)
Nedensellik
uzay-zamanda süreklili^i
zorunlu kılar.
b) Feynman örneklerinde elekıronların izledi^i yol uzay-zamanda süreksizdir.
c) Burada beıimlenen elekıronlar özdeşliklerini korurlar.
d) Elekıronların
K'dan fırlatılışı, M'ye çarpışlarının nedenidir.
e) Demek ki, (a) ve (b) gereğince, kuvanıum fiziği açısından uzaysal yer zorunlu de^ildir.
de
bilimin saptayamayacağı,
ona ait olmayan önerme, değerlendirme ve kararlar vardır. Bunlar
felsefeyi ilgilendirir. Bu nedenle de onlara ilişkin olarak
felsefenin kuralları
ve yöntemleri ile
tartışmak
zorundayızdır. Doğaca felsefi
olan bir konuya ilişkin olarak "bilimin buna yanıtı böyledir" diye kesip atmak da olsa olsa
bilimsel dogmacılık
olur. Bu bir yana, yukarıda öne sürülenleri "bunlar klasik
olmayan kavramlar ve olgular üzerine yürütülmüş klasik kalıptaki düşünceler" diyerek bertaraf etmeye de olanak
yoktur. Söylenenlerin klasik kalıptaki düşünceler olduklarında kuşku yoktur; ancak
konu aldıkları
şeyler de, klasik fizik alanı dışında yapılıyor olsalar bile, bildiğimiz klasik
türden savlar -ve eğer gösterilebilmişse- yanlışlıklardır. Herkesin onaylayacağı gibi, bir düşünce ürününde klasik kavrarnlara indirgenemeyen
biçim veya kavramların bulunması, o düşünce içinde klasik kavrarnlara özgü yanılgılar olamayacağını içermez. Çünkü
böylesi yanılgıların sözkonusu olamaması için o düşünce ürününde hiçbir klasik biçim ve
kavramın
bulunmuyor olması gerekir.
Buysa konu edilen kavramlar için geçerli değildir. Küçükler fiziğinde
birçok klasik biçim ve
kavram yerlerini korumaktadırlar. Yukarıda göstermeye çalıştığım
da, bu klasik biçimler içinde yapılan kimi olası klasik
yanlışlardı.
Bu
bölümün konusunu toparlayacak olursak,
Feynman düşünce
deneyimlerinde belirlenimciliği çürütecek (i) ya da (ii) gibi durumlara rasthimış olmadığımızı söyleyebiliriz. M'ye çarpma
O Demek ki belirlenirncilik bu
ortamda uzaysal yeri gereksiz kılarak korunabilir.
Burada bütün öncüller onaylanmasa bile, bundan sonuç olarak
uzaysal yerin zorunsuz kılındığının değil, ancak nedensel ilişkiler için uzayda sürekliliğin zorunsuz olduğunun çıkarsanabileceğini, yani (a)'nın bir
sıipülas-
yon, bir varsayım olarak
yanlışlığının
anlaşılmış olacağını saptamak
gerekir. Çünkü (c)
önermesinin
kuşkulu olan doğruluğu bir
yana, (a) ve (b)'nin varsayılan doğruluğundan (d)'nin değillenmesini döngüselliğe düşmeden çıkarsayamayacağımiz
gibi (e) ve (O'yi de çıkarsayamayız.
olaylarının nedensiz (ya da değişken nedenli)
olduğunu
öne sürmeye temel oluşturacak bir verinin burada söz konusu
olmadığı
kanısını taşıyorum.
Belirlenirnci
savın kuantum fizikçilerince hangi anlamlarda anlaşıldığını Yalçın Koç'un Doğa'nın Kuvantum Mekaniksel Betimlemesi ve Ölçme Sorunu
(İ.Ü. Fen Fakültesi, 1983)
ile Determinizm ve Mekan (B.Ü., 1984)
başlıklı
kitaplarından öğreniyoruz. Koç (1983)'te
antik ve epistemik belirlenirncilik türleri arasında bir ayrım çiziyor.<6) Bu ayrıma göre epistemik belirlenirncilik yu-
kanda ele aldığımız
yasal genelliğe uygun
olarak, gelecek olayların
tahmini düşüncesi içine düşüyor: "...fiziksel nesnelerin,
belli bir zamandaki fiziksel halinin bilgisinden, sonraki bir zamanki halinin
bilgisinin türetilebileceği
anlamında. .." (130) Kanımca bunun
"sonraki" bir durumla sınıriandıniması gerekmiyor. "Herhangi başka bir
zamandaki durumun bilgisi" diyerek eldeki veriden önceki durumların bilgisinin
türetilmesini
de olanaklı kılmalıyız. Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta
burada nedenler üzerine
konuşuluyor olmayışı. Burada
olaylardan değil, durumlardan söze- diliyor.
Bunu, belirlenimcilik, yani nedensellik şeması içinde, ancak olaylara indirgenebilen durumlardan
sözettiğimiz
sürece onaylayabiliriz. Aşağıda bu
noktayı daha ayrıntılı olarak
ele alacağım.
Yukarıda aktardığım "epistemik
belirlenimcilik" antik sonuçlar içermiyor; belirlenirncilik (yani
determinizm) denilen şeyi
6)
Burada
saptanan ontik belirlenimcilik, ne nedensellikle, ne de ereksellikle, ne
belirli olmakla, ne de tahminle ilgili: Bu, "fiziksel nesnelerin 'şimdi' var
olmalanna dayanarak 'gelecekte' de var olacaklarını kabul etmek anlamında...
" (s.l30-131) Kanımca bu, "fiziksel evrenin bir geleceği vardır", ya da doğrudan "gelecek
varolacaktır"
gibi oldukça aşırı kapsamlı bir önerme. Burada
saptadığım
kavram açısından bunu
belirlenimcilikle ilgili bir sav olarak düşünemiyorum. Bu nedenle tartışma dışında bırakacağım.
tahmin
edilebilirlik (belirli olarak bilinebilirlik) denilen şeye indirgemiş oluyor. Epistemik belirlenimciliği ister gelecekteki henüz gerçekleşmemiş olayların hesaplanması olarak anlayalım, isterse
de dizgenin geçmişte
gerçekleşmiş bir
aşamasındaki
bir olayın bilgisinden başka bir
geçmiş
aşamadaki bir olayın bilgisini
türetmek
olarak düşünelim, yapılanlar yine ve ancak birer tahmin olacaktır. Tabii,
orta boy nesneler fiziğinde
böyle tahminleri deneyde sınaya- bilme
olanağına
sahibiz.
Yalçın Koç, değindiğimiz kitabın bunu izleyen paragrafia- rında ilginç saptamalar yapıyor. Kopenhag
okulu üyelerinin
belirlenimcilikten yukarıdakine benzer, epistemik bir savı anladıklarını ve kuvantum mekaniğinin bu anlamda
"belirlenmezci" olduğunu savunduklarını belirtiyor. Paris okulununsa
gizli dinamik değişkenler
varsayarak yine aynı epistemist
anlamda belirlenirnci bir tutum izlediğini gösteriyor. (13I -137) "Hal
indirgenmesi... epistemist indeterminist bir kuvantum mekaniğine yol
açmaktadır.
Mikro-evrensel nesnelerin, başlangıç halinin
bilgisinden, sonraki bir zamanki halinin doğru bilgisini,
eğer
ölçme yapılmışsa, türetmek mümkün değildir." (134) Böyle anlaşılan bir "belirlen- mezlik" düşüncesinin bu yazıda tartıştığımız anlamdaki belirle- nirnciliğinin karşıtı, ya da yansınınası olmadığı, ondan etkilene- meyeceği açıktır. "Durum
indirgenmesi" diye anılan şey, bir ne- densizlik koşulu
oluşturmadığı gibi, verdiğim alıntıda böyle bir şey de ileri sürülmemektedir.
Çünkü sözkonusu olan epistemist bir savdır. Peki, diye sorulabilir, kimi
bilimsel gerçekçilerin yaptıkları gibi, bu epistemist sav gerçekliğin
kendisine yansıtılıp öne sürülen belirlenmezliğe ontik bir içerik kazandırılsa,
yani bir aşamadaki durumun başka bir aşamadaki durumu belirlemediği söylense,
bu söylenen şey nedensellik açısından ne anlama gelirdi? Böylece söylenen şey,
her aşamadaki durumun herhangi sonraki bir aşamadaki bir etkiye sahip olmadığı
mı, yoksa onun herhangi
önceki bir
aşamada bir nedeni bulunmadığı (ya da ikisi birden) mı olurdu?
Eğer bu anlamlara gelebilirse,
bunlardan sonrakinin, (A.2) çerçevesindeki bir belirlenimciliği çürüteceği açıktır. Şimdi
böyle bir şeyi temellendirmenin
olanaklı
olup olmadığını tartışmak istiyorum.
Yalçın Koç'un öbür yapıtı Determinizm ve Mekan'da az önce değindiğimiz belirlenmezci savın yİnelendiğini görüyoruz. Ancak burada sözkonusu sava
ilişkin olan iki yenilik var. Önce bunları ele alıyorum: Kitabın ilgilendiğimiz felsefe sorunu açısından özellikle önem taşıyan bölümleri, 29-31 ve 75-77. sayfalarda ortaya
konulan görüşler.
Yazarın burada, yeni ve farklı olarak
yaptığı
şeylerden biri, durum indirgenmesi olgusunu
değerlendirirken, ölçümün yapılıp impuls değerinin bulunduğu aşama ile bunun öncesini, yani
parçacığın
ölçüm öncesi impulsunu,
karşılaştırması
oluyor: "Kuvantum mekaniği...
ölçme sonucu(nu)... kullanarak taneciğin ölçmeden önceki impulsunun ne olduğunu...
bula- ma(z). Bu nedenle, kuvantum mekaniği endetenninist
bir kuramdır."
(30-3 I) Sonraki bir durumun hesaplanabilirliği ile önceki bir aşamadaki
durumun hesaplanabilirliği arasında önemli bir fark olduğu kuşkusuz. Ancak bu,
eldeki olguyu bir "hesaplanabilirlik", bir "bulabilirlik"
olmaktan çıkarabilir mi? Bir başka deyişle, hesabımızı ister sonraya isterse
de öneeye yöneltelim, yaptığımız şey Koç (l983)'te de belirlendiği gibi bir
epistemik çaba olmayacak mıdır? Dolayısıyla karşılaşılan belirsizlikle
sonuçlandığında buna epistemik bir belirsizlik diyorsak, tutarlılık gereği aynı
verilerden yaptığımız ve önceki aşamalara yönelttiğimiz hesabın getirdiği
belirsizliği de epistemik olarak nitelernek gereğinde olmaz mıyız?
Yine de, Determinizm ve Mekan'daki
"belirlenmezcilik" savı, ontik anlamdaki bir belirlenmezlik olarak
düşünülüyor. Çünkü kitabın sayfa 77'de özetleneo ana amaçlarından biri şu: "Bu
bö-
!ümde, 'yerel
determinizm' [benim notum: "yerel", "uzaysal yere ilişkin olmak"
anlamını
taşıyor] ve 'yerel olmayan determinizm' ayrımı yapılması durumunda, kuvantum mekaniğinde ortaya çıkan endeterminizmi
(koordinat yerine impuls değeri ölçülerek elde edilen)
indirgenme (...) bakımından
gideren yerel-olmayan determinist bir kuvantum kuramının oluşturulabileceği görüşü ileri sürülmektedir." Buradaki amaç belirlenmezliği uzaysal yere ilişkin kimi
ontik savları temellendirmede kullanmak olduğuna göre, artık bu salt bir epistemik olgu olarak
görülüyor
olamamalıdır.
Amacım eleştirilerimi tekil anlamda Sayın Yalçın Koç'un düşüncelerine yöneltmek
değil. Bu düşünceleri geniş bir kesim bilim adamının ortak
yaklaşırnma
etkili ve yetkeli bir örnek olarak
görüyorum.
Gözönüne serıneye çalışacağım şey daha
genel bir nokta. Burada sözü edilen
verinin yukarıda
saptadığımız anlamdaki
belirlenmezcilik ya da endeterminizmi dışlayan bir
şey
olmadığını ortaya koymak istiyorum. Çünkü eldeki
veri benim kanımca belirlenim anlamında olmayan
bir belirleme olanaksızlığı
durumu. Buysa, belirlenmezci
olmayan bir belirlenmezlik ya da belirsizlik olduğu için, nedenin bulunmadığı bir durumu saptamış olmuyor.
Daha önce de kısaca gündeme getirdiğimiz teknik bir noktaya değinmek gereğindeyiz. Belirlenimcilik, ya da onun değillernesi olarak belirlenmezcilik, temelini
nedensellik ilkesinden alan savlardır. Bundan
dolayı,
öncelikle neden ve etki olabilen olaylara ilişkin olarak
anlam kazanırlar.
Kuantum fiziğindeki indirgenme bağlamında elde bir tek olay, yani ölçüm vardır. Oysa bunun saptadığı şey de (yer veya impuls), kendisiyle karşılaştırılıp kavramsal bir ilişkiye sokulduğu şey de parçacığın durumlarıdır ve bunların birer olay olarak kavranmasına pek otanak yok gibidir. Hesaplamanın, parçacığın yeri veya impulsunun ontik
anlamda belirsiz olduğunu
saptadığını onayiasak bile, bunun
belirlenmezcilik olarak öne sürülmesinin kavramı yanlış olarak uygulamak, yani bir
kategori
yanlışlığı yapmak
olduğu
kanısındayım. Belirsizlik
ilkesi bir belirlenmezcilik ilkesi olmadığı gibi,
burada ne nedensiz olaylar, ne de aralarında nedensel
ilişkinin
gündeme getirilebileceği birden
çok olay sözkonusudur. Ölçüm olayının nedeniyse, ölçümü yapanların eylemleri olarak apaçık, fakat
asıl konunun dışına kayan
bir nitelik taşır.
Bu
konunun üzerinde
biraz daha ayrıntıyla durmalıyız. Belirlemeyi belirlenimden ayırdık. Belirlemenin
bir belirlenim ilişkisi
olması için nedenselliği gerekli
kıldık.
Belirlenimciliği nedensellik
çerçevesinde
düşünmek gerekir dedik. Diyelim ki buna karşı çıkıl.
dı ve
böyle bir mantıksal gerek
bulunmadığı,
belirlenim kavramını nedenseilikle
sınırlandırmanın
gelişigüzel bir koşuBandırma olduğu, belirleme ve belirlenimin aynı şey oldukları öne sürüldü. Sanırım birçok
bilim adamı da
böyle
düşünecektir. Peki
buna verilebilecek yanıt ne
olmalıdır?
Buna verilebilecek yanıtlardan biri, nedenselliğin dışına taşan bir belirlenim düşüncesinin, neden olma anlamını taşımayacağından, belirlilik dediğimiz şeyden pek farklı olamayacağıdır. Belirlilikse, ya düşüncede belirli
olarak hesaplana- bilirlik anlamındaki epistemik bir kavramdır ya
da gerçekleşmiş
olmak anlamında, varolan
bir durum ya da- olaya ilişkindir. Belirliliğin bunlar dışındaki kullanımıysa ereksel bir kavrayışa gebe
olabilecektir.
Verilebilecek
ikinci bir yanıta
göreyse burada önemli olan
bir şey
şudur: İki zamansal aşama arasında "belirlenim" ilişkisi diye bir şey kurmayı amaçladığımız halde bunu nedensel olarak yapmadığımızda, bu ilişki zaman
içinde
özdeş kalan bir nesnenin iki zamansal aşaması arasında "trivial" bir biçimde varolan
belirleme (determination) ilişkisinden pek kolay ayırtedilemeyen bir şeye dönüşmektedir. Bu anlamda n nesnesinin önceki bir
zaman dilimi (zamansal bölümü), onun
impulsu dahil tüm niteliklerini kapsayan bir durumudur ve tı aşamasındaki n, t2
aşamasındaki n 'yi aynı şe-
yin
zamansal parçalarının
birbirlerini belirledikleri
anlamda belirler. Ancak bu bir belirlenirncilik
konusu değil
özdeşliğe ilişkin bir
sorundur. Nedensel olmadığı
söylenen ilişkileri dilegetiren
yasalar ya nesnenin ya da dizgenin zamansal aşamaları arasındaki ilişkiyi, bu aşamaları niteleyen
etmenlerin kendi aralarındaki
değişmez ilişkileri
saptayarak verirler. Üçüncü bir
yanıt,
belirlenimciliği belirliliği de
kapsayacak bir biçimde
gevşeterek kavramanın nedensellikle sınırlı belirlenirncilik
düşüncesini
ortadan kaldırmayacağı, dolayısıyla da, iki farklı kavramı aynı adla karşılamanın kaypaklık ve çokanlamlılığın sorunlarını taşıyan bir düşünce olacağıdır. Dördüncü yanıt, böyle
gevşetilmiş bir kavrama göre doğada belirlenmezci durumlar bulunduğunu saptamanın nedensel belirlenimciliği çürütmüş olmayı
içermeyeceğidir. Yapılması gereken
şey,
belirlenimi belirlilik ve belirlemeden ayırt edip
bunun bir nedensel belirleme olduğunu saptamaktır.
Belirlenimciliği nedensellik çerçevesi içinde düşünmeye başladığımızdaysa, bu çerçeve bir
nedensel ilişki gerektirecektir. Böyle bir
ilişkiyse
iki değişimi, yani
aynı ya da farklı nesneler
üzerinde yer alan iki olayı bağlar. Bunlar, nesnenin ya da dizgenin farklı zamansal
aşamalardaki
durumlarının yüklemlerinde gerçekleşen değişikliklerdir. Nedensel bir ilişkiye öge olabilecek şeyler, olaylar
dışında,
ancak olaylığa indirgenebilir
olan durumlar olabilir. Buysa durumların kalıp süregiden doğalarıyla
sağlanamaz: Yeni
bir özelliğin
ortaya çıkması, veya
bir özelliğin
yilirilmesi gereklidir. Bu bir kavramsal zorunluluk.
Ben7er
bir şey, nedensel ilişkiye girebilecek,
böyle bir ilişkiye öge olabilecek
olaylar için de geçerlidir. Örneğin, birbirine nedensel olarak bağlanmak istenen
şeyler ontik konumları açısından olay diye sınıflandırılabilecek şeyler oldukları halde, örneğin aynı olayın değişik aşamaları olurlarsa, değişim içermeyen durumlarda olduğu gibi,
burada birbirine bağlanacak
nedensel öge-
ler
bulunamayacaktır.
Uzun süren olayların iki farklı aşaması bir ölçüde değişik özellikler içerseler de nedensel bir ilişkiye giremezler: Belirli ve değişmeyen bir
oranda sürekli olarak büyümekte
olan bir şeyin iki ayrı zamansal
aşamasını
birbirine nedensel olarak bağlayamayız. Eldeki veride birbirini etkileyen
değişik
farklılıklar yerine,
aynı
farklılaşmanın değişik aşamaları varsa,
bunların
birbirine neden olduğunu söylemek bir anlam taşımayacaktır. Bu iki aşamada daha
az büyük ve daha çok büyük olan
za- mansal bölümler
bulunuyor olsa da, sözkonusu olan
şey aynı
büyüme olayının aşamalarıdır. Aynı hızda büyüyen bir şeyin, büyüklüğünün henüz daha az olduğu önceki bir aşamasının, büyüklüğünün daha çok olduğu sonraki
bir aşamasına
neden olduğunu söylemek, neden kavramını yanlış bir şeye uygulamaktır. Benzer olarak,
belli bir hızla
gerçekleşen bir renk değişiminin iki ayrı aşaması arasında bir nedensel ilişki kurulamayacağı gibi, örneğin belli
bir yörünge
üzerinde dönegelmekte olan
bir gök cisminin iki ayrı aşamasının birbirlerine neden oldukları gibi
bir sav da anlamlı
bir biçimde ileri
sürülemeyecektir.
Buradaki ilişkiler ya
özdeşliği,
ya da dizgeyi etkileyen etmenler arasındaki değişmeyen dengeleri, işlevsel ilişkileti ilgilendirecektir. Devinen bir
nesne, üzerinde etkin olan gÜÇlerde bir
değişiklik
olmadıkça, ne denli uzun sürerse sürsün, aynı olayı yaşamaktadır. Bu olayı kendi
kendisiyle etkileştiremeyiz.
Nedensel etkileşim için bozulan bir denge, değişen bir
güç, nesneye çarpan başka bir cisim veya böylesi bir
değişiklik,
yani farklı bir
olay gerekecektir. Nedensellik kavramı açısından kendi kendinin nedeni olan (causa
sui) bir nesne nasıl anlamsızsa
kendi kendine neden olan bir olay
da anlamsızdır.
Nedense! ilişkileri süreklilik içinde kavramayı gerektirenler bu sürekliliği aynı olayın süregidişi içinde
değil, iki ayrı değişimin (ya da olayın) uzay-zamanda
birbirine bitişik
oluşunda aramak zorundadırlar. Çünkü önceki şeyde nedensellik yoktur ve ona
nedense!-
liği içinde barındırabilirmiş gibi bakanlar kavramlarını yanlış kul- lananlardır.(7)
Süregiden belli
bir olayın bir aşamasından onun farklı aşamalarını hesaplamak, bir belirliliğin bilgisinden başka bir
belirliliğin
bilgisini (kuramsal ve deneysel
verilere dayanarak) çıkarsa-
maktır. Buradaki epistemik açıyı bir
yana bırakırsak,
ontik açıdan eldeki
belirleme ilişkisi
iki belirli aşama/durum arasındaki bir ilişkidir.
Ancak açıklanan
gerekçelerle bunun
nedenseilikle ve dolayısıyla
belirlenimcilikle bir ilgisi
yoktur. Bu belirli durumlar arasındaki ilişki bir
belirlenim ilişkisi
olmadığı gibi, aşamalardan birinin belirsiz kalması koşulunda ortaya çıkacak belirleyememe
durumu da bir belirlenmezlik olmayacaktır. Her belirleme eylemi bir belirlenim olmadığı gibi,
belirleyememek de belirlenmezciliği
kanıtlamaz. Sözcüklerin benzerliği, belirlilik, belirleme ve
belirlenimi birbirine yedirmemize izin vermemeli.
Heisenberg'in
belirsizlik ilkesi ister ontik ister epistemik anlamda yorumlansın, belirlenmezci bir veri değildir. Çünkü betimlediği olgu nedenler ve etkileri arasındaki ilişkileri dilegetiren bir şey değildir. Elekıronun belli bir aşamasının başka aşamalarının verilerini (bilgide veya gerçekte) belirli
kılmaması,
iki olay (ya da olaya indirğenebilir iki durum) arasındaki bir
ilişki
değildir.
7)
Örneğin Reichenbach-Salmon (Hans Reichenbach, The
Directian ofTime, Berkeley, University of California, 1 963; Weslay
Salmon, Scientific Exp- lanarion and rhe Causal Srrucrure of rhe World,
Princeton U.P.) !üründeki bir yaklaşımın nedensel ilişkiyi değişimler arasında
kurmayı gerektirmediğini söyleyemeyiz. Burada bir ölçüde yanıltıcı olan şey
Salmon'un kullandığı nedensel süreç (causal process) kavramı. Oysa bundan
kastedilen bir nedensel ilişki değil. Buradll nedensel süreçten kastedilen şey,
nedensel ilişkiyi (causal interaction) oluşturan değişimierin uzay-zaman içinde
sürekli olan (ve değişimle gelen yeni nitelikleri koruyan) raşıyıcıları.
Bu anlamdaki bir nedensel süreç için herhangi bir nedensel örnek olarak gösterilebilir.
Öte yandan değişimler geçirmeyen bir nedensel sürecin kendi içinde (kendi
aşamaları arasında) nedensel ilişkiler oluşturması sözkonusu ol-
Elektronun
belli bir zaman aşamasındaki
impulsu bir olay olmadığı gibi,
bu impulsun belirsizliği
de bir olay değildir. Tabii
bu, ölçme olayını betimlenen
olguya katmadığımız
sürece böyledir. Ölçme olayını betimlememize
kattığımızda,
zaten bambaşka nedensel
ilişki
yapıları öngörmüş oluruz.
Ölçme elektron üzerinde bir
değişiklik
meydana getiren bir şeydir. Bu,
ölçümde
kullanılan ışının neden
olduğu bir şeydir. Işın elektronun durumunu etkilemiş, bununsa kendi etkileri olmuştur. Ancak
bunların
hiç biri, elektronun o aşamada belirli
bir impulsu (veya bunu dışiayarak belirli
bir yeri) olmasını
nedensiz bir etki yapmaz. Bir
umpulsu (veya bir yeri) olmak
bir olay değildir.
Bunun ölçülmesi bir
olaydır,
ama bu olayın da
nedeni bellidir; bu neden en azından ışının elektrona yollanmasını kapsar.
Bu
yazıda nedenseilikle
"belirlenen" belirlenimciliği yadsıdığı söylenebilecek bir gerekçe bulunmadığını ortaya koymayı amaçladım.(8)
mayacaktır. Bir nedensel sürecin yeni bir
özellik (Salmon buna "iz" (mark) diyor) kazanmasıysa, bunun
uzay-zaman sürekliliği içinde başka bir nesne (nedense( süreç) ile buluşmasını
gerektiriyor. Böyle bir buluşmada her iki süreç de birer nitelik
değiştiriyorlar. Nedensel ilişki (causal inte- raction) bu iki ayrı süreçteki
iki ayrı değişim arasında varoluyor. Kanımca bu şema Hume'cu belimlerneyi dört
boyutta yinelemekten başka bir büyük yenilik getirmiyor. Ayrıca yukarıki türden
buluşma noktalarında bir bitişiklik (dokunma) gerektirrnek ve bu kurarn için
mantıksal bir gereklilik gibi görünmüyor. (Bkz. Salmon'un kitabı, S. ve
6. bölümler.)
8)
Bu yazının kapsadığı konular üzerinde benimle
tartışarak görüş aynlıklan- mızı belirginleştirmemize yardımcı olan sayın
meslektaşiarım Gürol Irzık ve Yalçın Koç'a teşekkür ediyorum.
GERÇEK NEDEN
(1990)
Yeniçağ felsefe
tarihi, kökeni Aristoteles'in "etkili
neden" (causa efficiens) kavramında bulunabilecek
çağdaş nedensellik düşüncemizin geliştirilmesi yönünde yapılan
yoğun bir çaba ve
tartışma zincirine tanık olmuştur. Bir dönem oldukça gözden düşen bu kavram, pozitivizmin
gerilemesiyle yeniden ve yoğun bir
biçimde
gündeme gelmiştir. Yeniçağ felsefe
ve bilimine temel açıklama
kalıbını, yani mekanisı açıklama biçimini, veren nedenselliği daha derinine anlayabilmek ve
onun geçerli bir çözümlemesinde bulunması gerekecek ögeleri saptayabilmek
amacıyla
17. ve 18. yy'larda yapılan çalışmalar çok yönlü olup zengin bir içerik serimlerler.
Birçok
farklı kuramın ortaya
atılıp
eleştirilmesiyle konu
üzerindeki
anlayış derinleşmiş, modern
nedensellik düşüncesi
bu süreç içinde giderek daha büyük bir
belirginlik kazanmıştır.
Bu arada aynı konuda Ortaçağ'da yapılmış olan çalışmaları da gözardı etmemelidir.
İlginç bir gelişim olarak
saptanması
gereken bir olgu. Yeniçağ tartışmalarının en önemli ürünü sayılan Hume çözümlemesi ve bunun günümüze armağan ettiği nedensellik kuramının, yine
Aristoteles'in "etkili neden"inden
yola çıkan kimi Ortaçağ filozoflarınca da düşünülmüş oluşudur. Felsefe tarihçileri Hume'un ne Gaza- li'nin
Tehafut'una (ll. yy) ne de Autrecourt'un (14. yy) elyazmala- rına ulaşabilecek, bunlardan yararlanabilecek durumda
olmadığını
belirtiyorlar. (Autrecourt'un yazıları Bibliotheque
Nationale ve Bodleian Library'de ancak geçen yüzyılda bulundular. Autreco- urt'un gününde de
Tehafut henüz Latince'ye çevrilmemişti.) Ayrıca, Hume'un ortaya attığı kuramın kökenierini ve gerekçelerini
Yeniçağ felsefesi
içinde
adım adım ve belirgin olarak çizmeye olanak vardır. Tarihsel
süreklilik
açısından Yeniçağ'ı etkilemiş olmamalarına karşın bu Ortaçağ çabalarının Hume'un çözümlemesine böylesine bir yakınlık gösteriyor oluşlarının ortaya koyduğu çok daha önemli bir nokta var. Bu
nokta, etkili neden kavramının eleştirel bir açıklamasına girişen
değişik çağlardaki en az üç farklı çalışmanın (örtüştükleri ölçüde) bu
kavramın özünü oluşturan kimi ortak noktaları birbirlerinden bağımsız olarak
yakalamış oluşlarıdır. Buna dayanarak çağdaş nedensellik düşüncemizi
biçimlendirirken, Hume'un bize kendine özgü yapay bir tanımı, bir stipülas-
yonu neden kavramı olarak empoze etmek yerine, insan düşünce yapısında her
çağda bulunmuş olan evrensel bir kavramı gereksiz takıntılarından arındırarak
günışığına (bir kez daha) çıkarmış olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla
sözkonusu olan "Hume'un kavramı" değil, bir veri olan kavramın
"Hume'ca aydınlatılmasıdır."
Hume, nedenselliğin olguya özgü (matter of
fact) bir şey olduğunu ve bundan dolayı da sağlıklı bir temellendirmesinin
deney verisine dayanmak gereğinde olduğunu vurgular. Nedenselliğin varolduğu
söylenen bir olguda deney verisi açısından saptanabilen şey nedir? Nedensellik
bir ilişki olarak düşünülünce, böyle bir olguda ilişkiye öge olan iki olay,
bunların uzay-zamanda bitişikliği ve bu ikisinden etki denilenin neden denileni
zaman içinde izlemesi (ardışıklık) sözkonusu olmakta, deney verisinde ancak bu
saptanmaktadır. Hume bu anlamda ardışık ilişkinin nedensellik olmayabileceğini
belirtir. Dolayısıyla, deney verisi içinde saptanan iki özellik nedensel bir
ilişki için birlikte yeterli olamayan gerekli koşullar olarak anlaşılmaktadır.
Bu her iki özelliğin gerekliliği de daha sonra
sorguianmış ve eleştirilmiştir. Az aşağıda da görüleceği gibi, Hume'un kendisi bile, önerdiği üçüncü koşulun bitişikliği
"işsiz" bırakması ve kimi nedensellik durumlarından "uzaktan
etkiye" yer vermeyi gerektiri-
şi karşısında neden ve etkinin uzay-zamanda
birbirlerine değmelerini "onsuz olunabilir" bir
şey olarak görmeye başlayacaktır. Öte yandan ardışıklık özelliğine yöneltilen eleştirisinin can alıcı olmadığı söylenebilir: önce, nedenin etkisinden sonra geldiği bir
betimlemenin "etkili neden" temelli
Yeniçağ nedensellik anlayışına oldukça karşıt düştüğü
saptanmalıdır. İkinci olaraksa,
neden ve etkinin eşzamanlı oldukları öne sürülen durumların daha geçerli betimlemelerinin eşzamanlılığı bir yanılsamaya indirgedikleri öne sürülebilir. Bir ucu aşağı çekilen tahtıravallinin öbür ucunun yukarı kalkması aynı nesne üzerinde gerçekleşen iki ayrı olay
olarak düşünüldüğünde
eşzamanlı gibi duran bir nedensellik görünümü oluşmaktadır. Oysa bu iki betimleme ayrı olayların değil, aynı olayın iki ayrı açıdan farklı betimlemeleridir: Bir başka deyişle bunlar aynı nesnenin
aynı deviniminin nesnenin ayrı bölümlerindeki görünümüdür. Dönen bir çarkın iki
ayrı ucunun devinimlerini nasıl ayrı olarak
düşünmüyorsak,
tahtıravallinin uçlarının devinimini
de bağımsız
olaylar gibi düşünemeyiz. Bunları bağımsızlaştırmak tah- tıravalliyi ortadan kınnayı ya
da yine onu ortasından
bir oynak eklemle bağlamayı gerektirir
ki, bu da durumu değiştirecek,
nedensellik görünüşünü, yanılsamasını bozacaktır. Burada bir adım daha
ileri giderek, yukarıdakileri
eşzamansal olaylar olarak saymanın, aynı nesne üzerindeki aynı devinim olayından, nesneyi
anlıkta
farklı farklı bölümlendirerek, sonsuz
sayıda devinim olayı elde
edebileceği
gibi onaylanamayacak bir sonuç içereceğini öne sürebiliriz. Eğer bir
nesnenin oynak bölümleri
bütünden bağımsız olarak
devinmiyorlarsa, nesnenin bütünüyle birlikte
devinmek ötesinde bölümler ayrıca devinmiyordur. Tahtıravalli örneğinin geçerli betimlemesi, bir ucu güç ya
da başka bir nedence etkilenen tahtıra- vallinin,
ortasındaki
sabit nokta çevresinde dairesel
bir devinime geçmesidir.
Eşzamanlılığa çok yaklaşsa bile birer değişim olarak
neden
ile
etkisi arasında
bir ardışıklık bulunacağı, bununsa neden kavramı için gerçekten bir gerekli koşul, hatta
bu kavramın
bir zorunlu mantıksal ögesi olduğu söylenebilir.
Ardışıklığı kaldırmak, tartıştığımız anlamdaki
nedenselliği
ortadan kaldırmaktır. Şimdi yeterlilik koşuluna dönelim. Hume'un buradaki önemli bir
katkısı,
keskin bir eleştirellikle, yeterliliğe sağladığı söylenebilecek
şeyin deneye veri olan bir güç, bir
ilişki, ya da bir bağ olmadığını göstermesin- dedir. Oysa, böyle bir
yeterlilik ilkesi (bir zorunlu bağ) kökeni anlıkta, usta olan bir şey de
olamaz; çünkü nedensel bağ değillernesi çelişik olan bir ussal (mantıksal) zorunluk değildir. Örneğin ateşi ve dumanı bir
çelişki yaratmadan birbirinden bağımsız olarak
imgeleyebiliriz. Öyleyse yeterliliği sağlayan şeyin deney verisi içinde bulunamayacağını, arayışı yinelenen benzer olay çiftleri arasındaki ilişkilere çevirmek
gerektiğini söyler. Bu
son bağlamda
saptadığı şeyse, yeni
duyumlanabilir bir bağ ya da nilelik değil, yalnızca benzer nedenlerin benzer
etkilerle sürekli birlikte oluşlarıdır (constant conjunction). Geçmiş deney
verisinde neden olarak belirlediğimiz olay türü (belli
bir olaya benzer olaylar) ne zaman yer almışsa, o
zaman etki olarak saptadığımız
olay türü (benzer
olaylar) de onları
izlemiştir. Nedenselliğe ilişkin olarak
deneye veri olan ve bu anlamda nesnel olarak saplanıp ileri
sürülebilen
şeylerin hepsi bu kadardır. Hume'un
öznel boyutta, bu üç nesnel
veriden, yani bitişiklik,
ardışıklık ve sürekli birliktelikten,
neden ile etkisi arasında
bulunduğunu söylediğimiz bağın idesinin
nasıl
oluşturulduğu konusunda söyledikleri bizi burada ilgilendirmiyor. Amacımız nesnellik bağlamında bu
üç veriyi tartışıp bunları belli bir yorum doğrultusunda geliştirmek.
Hume'un
neden ile etkisi arasında
nesnel anlamda bir zorunlu bağ bulunmayışını böylesine keskin bir eleştirellikle saptayışı, daha bağnaz kartezienlere
karşı tutum alıp onlarla
tartışmaya
girmiş olan Malebranche ve Leibniz'in
ortaya attıkları
görüşlere
çok şey borçludur. Örneğin Malebranche aranedenciliği fiziksel nesneler arasındaki ilişki için geçerli kılmaya çalışırken,
nedensel ilişki içindeymiş gibi görünen nesnelerin
gerçekte
böyle olmadıklarını, çünkü neden
ile etki dediğimiz
şeyler arasında gözlernde nesnel
olarak saptanabilecek bir güç ya
da bir zorunlu bağ
bulunmadığını gösteren uslarnlarnalar
vermiştir.
Fiziksel nesneler arasındaki
nedensel ilişkiyi
bir görüngü konumuna
indirgerneye çalışan Leibniz'se, etkili nedensel bağrnış gibi
görünenin
temel gerçeklikte nesnenin içinde bulunan
(ve Tanrı'ca
nesneler arasında önden eş- güdürnlenrniş) bir ereksel nedenden başka bir
şey
olmadığını göstermeye çalışır. Bunun
için nedensel olarak ilişkiliyrniş gibi görünen şeylerin aslında böyle olmadıklarını, çünkü fiziksel nesneler arasında etkili
neden ilişkisi
bulunmasının doğanın sürekliliği yasasına aykırı düştüğünü kanıtlamaya
çalışır. Leibniz için böylesi şeyler arasında zorunlu bir bağ bulunmadığı gibi bir gerçek nedensel ilişki de
yoktur. Sözkonusu
olan şey, Tanrı'nın nesnelerdeki erekselliği önden uyum içine koymuş oluşunun sonucu olan bir "koşullu zorunluk"tan başka bir
şey
değildir. Hurne bu filozoflarda bulduğu "zorunlu
bağ yok, dolayısıyla nedensel ilişki de
yok" türünden
uslarnlarnayı usçulara karşı çevirerek "zorunlu
bağ yok, dolayısıyla nedensel ilişki böyle bir bağ gerektirrniyor"
biçiminde
kullanmış, nedenselliği yurnuşatarak, bu
ilişkiyi
geleceğe ilişkin olarak
yalnızca
olası kılmıştır.
Bitişiklik, nedensellikte büyük bir
yaygınlıkla
gözlernlenen bir
olgu oluşu
yanısıra, nedenle etkisini bağlayan, birleştiren "akışa", "zorunlu bağa" dayanak
ve köprü
sağlayan bir kurarnsal görev de
taşırnıştır.
Malebranche ve Leibniz'in eleştirel saptarnaları zorunlu bağı kaldınrken bitişikliğin bu kurarnsal görevini de
kaldırmış,
hatta bunu temelden sarsmıştı. Çünkü Leibniz'e göre hem
uzay-zaman hem de fiziksel nesneler zaten tam anlamıyla gerçek olmayan görüngülerdi. Malebranche açısından da
gerçekte
bir ara-
neden
başka bir şey olmayan
görünüşteki
nedenin Tanrı'nın işe karışmasına temel hazırlaması için başka bir nesneye bir tür "aktarımda bulunması" gerekmiyordu. Dolayısıyla Hume'un nedensellik tartışmasını devraldığı dönemde genel gözlem dışında bitişikliğin nedensellik için onsuz
olunmaz bir gerekli koşul, bir zorunlu kavramsal öge olmadığı artık ortaya konmuş bir
olguydu. Bitişik olmayan şeyler arasında nedenselliğin düşünülememesi gibi bir şey sözkonusu olmadığı gibi, bu bitişikliğin kuramın işierliliğine sağladığı bir yarar da kalmamıştı. Ancak bitişiklik, boş ve işsiz bir
ilinek gibi olsa da gözlemdeki varlığını sürdürmekteydi. Gerekli koşul olarak
bu "boşluğu"
yanısıra, ardışıklıkla birlikte
bir yeterli koşul
oluşturmayışı ve
sürekli birliktelik koşulu eklendikten
sonra, bunun sağladığı
(tartışılabilir ölçüdeki) yeterliliğin bitişikliğin yokluğunda eksilİyormuş gibi durmayışı, Hume
için
bitişikliği giderek
(tabiri caizse) "gözden
düşürmüş" olmalıdır. Bunlara
eklenen iki gerekçe, Hume'un
daha sonraki felsefesinde bitişikliğin bütünüyle geçersiz oluşu, öbürü de Newton fiziğinin "uzaktan
etki" denilen şeye izin
verişidir.
Bugün de, biraz biçim ve
bağlam
değiştirmiş olsalar da bu iki gerekçe geçerliliklerini sürdürüyorlar. Anlık felsefesinde anlık-beyin nedenselliğini ortadan kaldıracak güçteki bir özdeşlik savının tutarlı olmadığı ortaya çıkmış ve
nedenselliği
koruyan bir işlevselliğe kayılmıştır. Öte yandan, Newton kuramının içerdiği uzaktan etki savı gereksiz
(ve kimilerine göre)
geçersiz kılınmış olmasına karşın bu
kez benzer bir olguya atom- altı fiziğinde rastlanılmaya başlanmıştır.
Kısac^ı. bitişiklik gerek-
tirildiği
yerde bir kavramsal gerekçeyle değil, belirli bir bilim kuramının işlerliğinin ona bağlı oluşu dolayısıyla nedenselliğe male- dilmekte, öte yandan
da içlerinde
bitişikliğin bulunması sözkonusu olmayan
nedensellik durumları
da gündemdeki yerlerini
korumak- talar. Bu sonuncuları
onaylamanın gereksizliği gösteriise bile,
bu bitişikliği
nedensellik kavramına mantıksal olarak bağlamaya yara-
yan
bir şey olmayacak, onu nedensel ilişkiler için olsa olsa kurama bağlı bir
fiziksel zorunluk konumuna getirecektir.
Hume'un
(Gazali açısından
olmasa da) Yeniçağ için en önemli katkısı, bir zorunlu bağın bulunmadığını gösteren eleştirel
uslamlamasından çok (yukarıda değinildiği gibi
bu durum daha önce
büyük ölçüde zaten
ortaya konmuştu)
nesnel anlamdaki nedenselliğin bir sürekli birliktelik
olduğu
düşüncesidir. Bu,
nedensel olduğu
söylenen ilişkinin, eğer doğruysa belli
bir olasılık
içinde geneilenebi/ir olduğunu, yani
bir doğa
yasası oluşturduğunu saptayan
bir gözlemdir.
Dilegetirdiği şey, yasal
düzenliliğin,
yani fiziksel varlığın nesneler
ile onların
özellik ve türlerinde gösterdiği düzenliliklere benzer bir düzen ve
tutarlılığın,
olaylar için de
geçerli
olduğu gerçeğidir. Hume'un
çizgisini
izleyen günümüzün kimi
fi- Iozofları
sürekli birlikteliği yasallık (nedense)
olarak ilişkili
oldukları söylenen bir
olay çiftinin
bir doğa yasası kapsamı altına sokulabilir olması; yasallaştırılabilirlik) olarak yorumlarken, kimi başkaları da
bunu bir "fiziksel zorunluluk" olarak görmektedirler. Bu son kavramın değişik yorumları vardır. Yalın bir anlamdaki fiziksel
zorunluluk, ontik düzeydeki
olay (ya da özellik) türleri arasında varolan bir düzenli birlikteliktir.
Mantıksal
bir zorunlulukla hiçbir ilgisi
olmayan bu kavrama, paradoksal etkisinin uyandırdığı hayretten hoşlanırcasına "olumsal zorunluk"
diyenler de vardır. Ontik anlamdaki bir sürekli birlikteliğin dilegetirdiği anlamdaki yasallık ile
böylesi bir fiziksel zorunluk arasındaki ayrımdan anlaşılan şey
değişebilmektedir. Deneyciliği izlemeyenierin
kavrayışına
göre fiziksel
zorunluk sürekli
birlikteliği ve
dolayısıyla
yasalaştırılabilir- liği açıklayan ve
dış
gerçeklikle bizce doğrudan algılanamadığı halde varolan bir ilkedir. Öte yandan
Hume ve onu izleyenler fiziksel
zorunluktan yalnızca
sürekli birlikteliği anlıyorlar. Treati-
se'inde
(1, III, XIV, Penguin basımında s.221)
Hume'un şu dediklerine bakalım: "Fiziksel
zorunluk dediğimizi
oluşturan şey, aniı- ğın koşullanmışlığıyla (determination) nesnelerin sürekli birlikteliğidir. Bunları kaldırınca
geriye aynı nesnelerle birlikte rastlantı kalır." Hume hemen aynı
belirlemeyi "zorunlu bağ" dediği şey için de yaptığına ve bunu
mantıksal zorunluktan ayırt ettiğine göre, zorunlu bağdan fiziksel zorunluğu
anlıyor ve bunların sürekli birlikteliği açıklamak bir yana, tam tersine,
birlikteliğin zorunluğu açıkladığını savunuyor. Zaten bu, Hume'un iyi bilinen
ünlü savından başka bir şey değil.
Sürekli birliktelik nedenselliğin gerçekten de
onsuz olunmaz bir kavramsal ögesidir. Bir gerekli koşul olarak tam bir kavramsal
(mantıksal) zorunluk değeri taşır. Bir başka deyişle, iki olay arasındaki
ilişkinin nedensel bir ilişki olması için bu iki olayın türler (ya da
bunlara benzer olan tüm olay çiftleri) olarak büyük bir genellikle (yüksek bir
olasılıkla) ve ardışıklığı bozmadan birlikte gerçekleşiyor olmaları gerekir.
Bunu yanlış anlamamak gerekir. Koşul, bir olay çifti arasındaki birlikteliğin
ille de özel (spesifik) olarak o iki olay türünü bağlayan bir geneliernenin
gösterilebilir olmasını gerektirmez. Bu olay türü çiftinin uygun bir biçimde
kapsamı altına gireceği ve daha genel türleri birleştiren bir yasanın (ya da
fiziksel zorunluluğun) saptanabilir olması, henüz saptanmış olmasa da böyle
bir yasanın var olması yeterlidir. Bir başka deyişle, bu olay çiftinin, daha
yüksek genellikteki olay türlerini birleştiren bir yasa kapsamına girebilecek
biçimde betimlenebilir olması ye- terlidir. Öte yandan sürekli birlikteliğin
daha önce gözlerolenmiş olması gibi bir gereklilik de söz konusu değildir;
gereken bu ilişkinin belli bir yasal çerçeve içine sokulabilir olmasıdır. Bu
yasayı gözlemlemiş, belirlemiş veya öğrenmiş olmak gibi epistemik yönler işin
nesnelliğini sınırlamayacaktır. Çünkü konu bir olay çiftinin gerçekte nedensel
olarak ilişkili olup olmadığıdır, bizim bunu bilip
bilmediğimiz değil. Kaldı ki, bir olay çiftinin nedensel
olarak ilişkili olduğunu söylebilmek bu çiftin kapsamı altına girdiği yasayı biliyor olmayı da
gerektirmez. Az yukarıda
belirtildiği gibi,
bütün
gerektirdiği, çiftİn uygun
bir betimlemeyle böyle bir yasanın varolduğunun, yasayı belirlemiş olmak gerekmeden, öne sürülebilir olmasıdır. (Bkz. D. Davidson, "Causal
Relations", Causation and Conditiona/s, E. Sosa (der.), Oxford U.P., 1975,
s.92.)
Kimi
filozoflar bu son görüşe
şöyle karşı çıkıyorlar: iki
tikel olay, arkalarında
bir yasal genellik, bir sürekli birliktelik
olmadan da nedensel olarak ilişkili sayılabilir. Üstelik bu tür nedensel
yargı
günlük yaşamda oldukça sık yaptığımız şeydir. Ayrıca eldeki olay çifti bu
ilişkinin
evrende gerçekleşmiş tek örneği de
olabilir. (Bkz. G.E.M. Anscombe, "Causality and Determination", agy.,
Sosa (der.), s.81; D.M. Armstrong, What is a Law of Nature?, Cambrid- ge U.P.,
1983, s.93 ss.) Şimdi,
böyle bir karşı çıkışta az önce karşılaştığımız noktadan farklı bir
şey var. Sorun yalnızca kimi
nedensel ilişkiler için tikel durumlara değin daraltmak
gereğinde
oldukları öne sürülen özel (spesifik)
yasalara ilişkin
değil. Böyle bir
şeyin gerekmediğini, gerekenin uygun betimlemelerle
bir genel yasanın
kapsamı altına sokulabilirlik
olduğuna
değindik. Burada yeni ve farklı olarak
gündeme getirilen şey, tikel
olay çiftinin
ardında, genel ya da özel, herhangi
bir yasa bulunmayabileceği
görüşüdür. Peki bu sav ne anlamda öne sürülüyor? Bir olay çiftinin ardında yasa bulunmamasına ya önceleri ayrı ayrı olaylarla eşleyen olayların ilk kez birbirleriyle eşieşiyar olmaları, ya da buradaki iki olayın evrende
ilk kez meydana gelen olaylar olarak eşleşmeleri biçiminde sözkonusu olabilir.
Sonraki durum, (gerçekleşmesi
son derece düşük bir
olasılık
olsa da) bunlara benzer olayların bundan
sonra da birlikte gerçekleşmeleri
koşuluyla, bir mantıksal olanaklı- lıktır, ancak sürekli birlikteliğe (ya da yasalaştırılabilirliğe) karşıt bir örnek oluşturrnaz. Önceki durumsa, açıkçası, nedensel
bir ilişki
değildir. Çünkü bu, sürekli birlikteliğin henüz ortaya çıkmadığı bir
durum değil,
böyle bir birlikteliğin olmadığı bir durumdur. Geçmişte başka başka olaylarla birlikte gerçekleşmiş olan olay türlerinin
birer örneğinin
ardışık ve bitişik olarak
gerçekleşmesi
nedeniyle değil, tipik
olarak nedensel olmayan bir olay çiftine örnektir. Böyle bir olay çiftinin nedensel
olduğunu
savunan biri anlamlı ve
yararlı bir nedensellik söylemini yürütemeyecek durumdaki bir kişidir. Kimi
kez birlikte, kimi kez ayrı ve
başka olaylarla eşleşen olayları nedensellik ilişkisiyle bağlı saymıyoruz. Dolayısıyla, nedenselliği
sürekli birliktelikten bağımsız olarak
açıklama
çabasındaki kimi yaklaşımların karşı karşıya kalacakları oldukça
garip bir durum var. Ya açıklamaları yanısıra sürekli birlikteliği de gerektirmeyecekler ve bundan dolayı sürekli birlikteliğin dışındaki kimi durumlara da nedenselmiş gözüyle bakarak nedensellik kavramlarını anlamsız kılacaklar, ya da açıklamalan yanısıra sürekli birlikteliği de gerektirerek verdikleri açıklamayı "işsiz" kılacaklar.
Sürekli birliktelik,
kimi olayların
birden çok nedeni
bulunması
ve kimi başkalarının da birden çok etkisi
bulunması
durumuyla çelişmez. Ancak
bu, doğal olarak, "sürekli birliktelik" dediğimiz şeyi uygun ve geçerli bir
biçimde
kavrıyor oluşumuza bağlıdır. Şimdi böyle bir
kavrayış
ve yorumu belirlemek istiyorum: Bunun için önce olay
dediğimiz
ulamı nitelik ulll{Tiı çerçevesi içinde verelim. Herhangi bir olay bir
nesneye ilişkin
öir özellik değişimidir.
Nesnenin başka nesnelerle ilişkilerinde veya taşıdığı niteliklerdeki bir değişime, yani
belli bir uzay-zaman bölgesinde bir
özelliğin
yitirilip bir başkasının kazanılmasına olay diyoruz. Dolayısıyla, olayları değişen özellikler (nitelikler) açısından dilegetirmek
ve bu düzeye indirgemek gibi bir olanağımız var.
Buna özelliklerin
göreceli kapsamları açısından yapılan bir
ayrımı ekleyelim. Örneğin renk
özelliğinin
kapsamı kırmızı, mavi,
sarı vb. özel renklerin
kapsamından
daha geniştir ve
bunların
tümünü içine alır. Bu
du-
rumda
renk ile öbürlerinin
ilişkisini dilegetirmek için sonrakilere
"belirli", öncekine (renk)
de "belirlenebilir" diyoruz. (Bkz. W.E. Johnson, Logic, (Pt. Il) Cambridge
U.P., 1922. Aynı
koşutlukta örneğin kırmızı da,
al, pembe, gül kurusu vb. tonları içine alır. Dolayısıyla belirli-belirlenebilir ilişkisi kapsam
düzey;ııe
görecelidir.) Bu
ilişkide
belki de en önemli olan
nokta, bir beliı1enebilir
altına düşen belirli
özelliklerin
birbirlerini dışlayıcı oluşla; ıdır. Örneğin değişen özellik
bir renkse, yeni kazanılan renk,
renk belirlenebiliri kapsamı altındaki belirlilerin hepsini dışlayacaktır. Dilegetirişte yalınlık sağlamak
amacıyla benzer neden ve etkileri birer
tip veya tür olarak düşünecek olursak,
sürekli
birlikteliği bir
belirlenebilir özellik
kapsamında gerçekleşen her
bir farklı
değişim için onunla
eşleşen
(sürekli birliktelik gösteren) farklı ve zamanda ondan önce yer
alan bir değişim olarak kavrayabiliriz. Anlaşıldığı gibi bu sürekli birlikteliğin ne olduğunu yakalamaya
çalışan bir dilegetiriş değil; nedenselliğe ilişkin olarak aranılanın nasıl bir sürekli birliktelik olduğunu saptamaya
çalışıyor.
Böyle bir
saptama sürekli
birlikteliği olasılıksal nedensellik
ile bağdaştırmaya
olanak verdiği gibi,
onu çok nedenli etkiler ile çok etkili
nedenlere de uyumlu kılar. Bir olasılıksal nedensel ilişkide
belli bir nedenin gerçekleşmesi
üzerine, onunla eşleşen etkinin
de gerçekleşmesi
belirli bir olasılık içinde sözkonusu olsun. (Bkz. Armstrong, agy.,
29-38, 128-136.) Etki gerçekleştiği takdirde onunla eşleşen belli
bir tek neden bulunacaktır.
Bu da hem olası- lıksal nedenseilikle hem de önerdiğimiz formülle tutarlıdır. Yukarı- ki sürekli birliktelik
yorumu, hepsi bir arada bir nedensel alan (ca- use! field: Bkz. J. Mackie, The
Cement of the Universe, Oxford U.P., 1974, Ch.2.) oluşturan, yani
öbür
ögeleri sağlanmış olmak
koşuluyla
bir değişim olarak
öne
çıkan her bir farklı ögesinin neden olarak belirleneceği bir küme oluşturan, nedensel etmenler ailesi düşüncesiyle de tutarlıdır. Belli bir etkinin nedeninin
bunlar-
dan
biri olması, bu etkiyle eşleşen en
az birfarklı
neden bulunması anlamına gelir ve bu da bir
belirlenebilirin kapsamındaki
farklı bir etkiye farklı bir
neden düşmesini
sağlamış olur.
Öte yandan,
nedenleri ortak olan etkilere ilişkin durumlarda
aynı nedenin birden çok etkisi
sözkonusu
olacaktır. Yukarıdaki saptamaya
bu durumlar da aykırı
düşmeyecektir, çünkü burada
sözü
geçen çok sayıdaki etki,
hep birlikte gerçekleşen
bir etkiler öbeği konumundadır. Bu etkiler farklı belirlenebilirlerin
kapsamına
girerek kimi kez biri, kimi kez de öbürü gerçekleşen türdeki şeyler değildir.
Örneğin bir metal çubuğu ısıtmak onun genleşmesine neden olduğu gibi,
aynı zamanda çubuğun elektrik
iletkenliğini
de artıracaktır. Nedenselliğin olsun, sürekli birlikteliğin olsun sindiremeyecekleri durum, metal çubuğu ısıtmanın onun (karşılıklı dışlayıcı bir biçimde) kimi
kez genleşmesi,
kimi kez de iletkenliğinin artmasıyla eşleşmesidir. Böyle durumlara ilişkin olarak
nedensellik kavramının
onayianmasını gerektirdiği şey, buralarda
ya kimi göz- Iemlenmeyen etmenlerin (gizli değişkenlerin) bulunduğu, ya nedenselliğin sözkonusu olmadığıdır. Demek ki çok etkili
nedenler sözkonusu
olduğunda, farklı bir
nedenle eşleşen
şey bir tek etki değil, tümel-evetlenmiş birkaç etkinin bir aradalığıdır. Buysa yu- karıki yorumu
açısından
sürekli birlikteliğe aykırı düşmeyen bir
durumdur: O nedenle eşleşen
şey bir tek etki olmak yerine, yine türce değişmez olan bir etki yumağı olmaktadır. İşte, sürekli birlikteliği bir yasalaştırabilirlik veya fiziksel zorunluk olarak düşünmenin
temelinde böyle bir yorum bulunmak gereğindedir. Aksi halde nedenlerin çokluğu da,
etkilerin çokluğu da, olasılığa bağlı etkiler de, sürekli birlikteliğe aykırı düşen şeyler gibi görünecektir.
Hume'un
ortaya attığı
sürekli birliktelik özelliğini, nedensel ilişkileri nedensel
olmayan, gece-gündüz,
trafik ışıkları, baromet-
redeki
düşüş-fırtına
vb. türdeki birlikteliklerden
ayırt
edemediği için, gerekli
olsa bile yeterli olamayan bir ölçüt konumunda
değerlendiren oldukça geniş bir felsefeci kitlesi vardır. Gerçekte, Hu- me'cu sürekli birliktelik
önerisine
onun hem yetersiz hem de gereksiz olduğu yolunda
getirilmiş
karşıt örneklerden birçoğu, birlikteliği Hume'un
görüngüsel
bir anlamda, yani ancak bir deney
verisi olarak düşünmüş oluşu yüzünden geçerlilik
kazanmaktadır. Sürekli
birliktelik ölçütünü
daha etkili bir konuma kavuşturmak için yapılması gereken bir şeyin, bunu
salt gözlem
anlamında değil, "gerçek" anlamında nesnel olan bir eşleşme olarak
düşünmek
olacağı kanısındayım. Buna
göre,
gözlemdeki görüngüsel ya
da tasa- rımsal birliktelik, gerçekteki birlikteliğin neden olduğu ve
nesnel olguyu tasarımlayan,
algıda yansıtan bir
şey olarak görülecektir. Dolayısıyla deneyin ve gözlemin sınırlarının getirdiği kısırlık ve sakıncalar nesnel
birlikteliği
bağlamayacaktır. Çünkü gerçek olan
sürekli birliktelikler gözlemlenebilir şeyler oluşları yanısıra gözlemlenmediklerinde de fiziksel anlamdaki bağımsız varlıklarını sürdürürler. Gözlemin
alanına, bakış açısına, süresi vb.
koşuHanna
bağlı değildirler. Bu
tür bir gerçekçilik epistemist bir tutum olmayacağına göre, gerçek sürekli birlikteliklerin bilinmesinin onların varlığını ve nasıl olduklarını belirleyen bir şey olmayacağı açıktır. Böyle bir nesnellik açısından düşünüldüklerinde, gece-gündüz, ya da barometre-fırtına gibi eşleşmelerin birçoğunun deney bakış açısına bağlı oldukları, aralarında
gerçek bir nedensel ilişki bulunmak
yerine, nesnel anlarnda bunlara ilişkin kimi
ortak nedenlerin söz- konusu olduğu ortaya
çıkacaktır.
Çünkü nesnel anlamda gökyüzünün aydınlanması ve kararması diye
bir şey yoktur. Sözkonusu olan,
yuvarlak bir cismin aydınlanan
yüzünün, onun kendi ekseni çevresinde dönüşü dolayısıyla sürekli değişiyor
oluşudur. Gece ve gündüze karşılık olan görüngüler elde
etmek için bu yüzey üzerine oldukça küçük bir gözlemci yerleştirip onun bakış açısına değin-
rnek
gerekir. Güneşin
görünüşteki deviniınİ aslında yerin
gerçek deviniminin bir bakış açısına oynadığı bir "oyundur."
Sürekli birlikteliği böylece nesnel olarak yorumladığımızda, yasalaştırabilirlik koşulunu da, aynı açıdan biri epistemist/poziti- vist, öbürüyse ontik,
iki ayrı anlamda kavrayabileceğimizi görüyoruz. Benim yukarıda önermiş olduğum şey hem bunlardan ikincisiyle hem de fiziksel zorunluk yaklaşımıyla sıkı bir yakınlık taşıyor. Ancak, belirtmeye çalışacağım gibi, bu görüşlerden kimi noktalarda önemle ayrılıyor. Bunun için önce fiziksel
zorunluk görüşüne
dönerek bunu bir kez daha ve biraz daha büyük ayrıntıyla ele almak gerekiyor. David
Armstrong'un öne
sürdüğüne göre, fiziksel zorunluğu, tümelleri, yani özellik tür ya da tiplerini bağlayan bir
üst-düzey
ilişki, bir üst-düzey tümel olarak görmek gerek.
(Agy., Ch.6) Bu tür bir zorunluluğun başka türlü olmuş olabileceğine, yani bütünüyle "olumsal
bir zorunluk" olduğuna,
daha önce de
değindik.
Bir doğa yasası ne ölçüde sıkıysa ancak o ölçüde sıkı, bu zorunluk. Ayrıca, daha
da yumuşadığı
yerlerde yalnızca bir
olasılık
değeri taşıyor. Hume'un
sürekli birliktelik önerisini gerçekçi bir biçimde yeniden
yorumlarken, Armstrong'un kuramından iki
noktada ayrılıyor,
bu bağlamlarda Hume'a daha yakın bir
çizgide
kalıyorum. Bu noktalardan biri Armstrong'un nedenselliği iki tümel arasında kavrıyor oluşu, öbürüysefiziksel zorunluk dediği şeyi salt bir düzen, bir
sürekli
birlikteliğin ötesinde, bunu
açıklayan,
buna temel olan bir şey olarak
görmesi.
Yine bu açıdan, yasalaştı- rabilirlik koşulunu gerçekçi bir biçimde yorumlayan
bir yaklaşım
da, sözkonusu yasayı olay tipleri ya da türleri arasında kavrayacak, ancak yasayı açıklamak için bir fiziksel zorunluğa değinmeyecektir. Dolayısıyla bu görüşe yasal
ilişkiyi
olay tipleri arasında kavrayışı açısından karşı çıkıyorum. Hume'un bu noktaya ilişkin görüşü, nedensel ilişkiyi benzer
tikeller arasında
saptar ve ilişkinin birliktelik ötesinde bir
şey
bulundurmadığını kuvvetle
savunur. Bu
sezgileri
ödün vermeden izlemenin değerine inanıyorum. Öte yandan, Hume'dan en azından terminoloji
ve betimleme yöntemi
olarak ayrılacağım bir nokta, onun neden ve etki
diye saptadığı
şeylere "nesne" (object) deyişiyle ilgili
olacak. Bir nesnenin tüm benzerlerİnİn, onun ardışık ve
bitişik olarak eşleştiği nesnenin
tüm benzerlerine aynı ilişkilerle bağlandığını söylerken, burada "nes- ne"den kastettiği, birbirini izleyen şeyler olarak
(cisim olarak nesneler o anlamda birbirlerini
izleyemezler!) olaylardan başka bir
şey
olmamalı. Nitekim bu, Hume'un standart
yorumu olmuştur.
Bu yorumu yadsımadan, yukarıda yaptığım gibi, olayları özellik değişimleri olarak değerlendireceğim. Betimlememi dört boyutlu
uzay- zaman sürekliliği
içinde tırtılları andıran biçimde uzayan
nesnelerin (cisimlerin) belirli uzay-zaman
kesitlerinde yitirip kazandıkları özelliklerle verecek; kazanılan bir
özelliğin
onun üzerindeki başka bir değişime değin nesnede korunan bir şey olduğunu vurgulayacağım. Evrenin dört boyutlu
haritalarında
"olay" denilen şeyin böyle özellik farkiarına indirgendiğini, zaman açıınianarak donuk bir görünüm kazandığından, bu özellik farklannda
bir değişim
sürecinin yer almadığına dikkat
çekeceğim.
Başka bir
çalışmada
savunduğum gibi, (Bkz. Nesne ve Doğası, Metis,
1986, 17.Bölüm),
nesnel anlamda varolan her özelliği bir
tikel olarak düşünüyorum.
Bu düşüneeye göre böyle özellikler kendileri de tikel olan nesneler üzerinde varoluyor
ve aralarında
yakıniıkça değişen benzerlikler
oluşturuyorlar.
Bu görüş açısından tümel dediğim şeyden böylesi benzerlikleri kavramsal olarak özetleyen kurguları kastediyoruz.
Ancak böylece
anlaşıldıklarında tümeller anlık içeriklerimiz olmak dışında bir
varlık
taşımıyorlar. Bunlar
bize evreni özetleyerek
kavramak olanağını veriyorlar.
Şimdi
yapacağım, Gerçek Benzerlikler
Savı olarak adlandırdığım bu tutum açısından Hume'un
kuramını
nesnel gerçekliğe yansıtmak olacak. Özellik benzerliklerini
özetleyen
S ve R gibi iki tümel
kavramı olsun.
Fiziksel zorunluk kuramı Z (S, R) diye formüllen- dirilebilen
bir zorunluğun
farklı birçok tİkelde örneklenen S
ve R özelliklerini
birbirine bağladığını söylüyor. Öyle ki, S özelliğini örneklendiren a gibi herhangi bir nesne Z zorunluğu gereği R özelliğini de (istenirse gerektirilebilecek
belli bir ardışıklık
ve bitişiklik içinde) örneklendiriyor. Burada bir kez daha vurgulamak istediğim nokta,
varlığı
öne sürülen bu zorunluğun kendisinin
gözlenebilir
bir şey olmayışı ötesinde, daha temel veya yalın ulamlarla
açıklanabilir bir şey de
olmayışı:
Bundan dolayı sürekli birlikteliği açıklayamayacağı
için zorunluğun nedenselliği kavrayış için gerekli
bir ilke olmadığını
düşünüyorum. Kısaca dilegetirmek
gerekirse, sürekli birliktelik ötesinde düşünüldüğü ölçüde zorunluğun zorunlu olmadığını savunuyorum.
Açıklama
onsuz da ayakta duracak ve onsuz,
en azından daha temiz olacaktır. ücearn'ın bıçağı parlıyor!
Gerçek Benzerlikler
Savı, somut fiziksel gerçeklikle kendilerini orada burada ve art arda yinelİyormuş gibi durup, büyük bir
düzenlilik
gösteren özellikleri tikel
nesneler arasındaki
"düzenli benzerlikler"
olarak belirler. Gerçekten
de somut dünyaya yakından ve ayrıntıyla baktığımızda, orada gözlemlediğimiz düzenin hiç de "aynı" özelliklerin yinelenmesi biçiminde olmadığını, orada ancak
"benzer" özelliklerin
düzenli dağılımından sözedilebileceğini anlarız. Leibniz'in de dediği gibi,
ayrıntıyla
baktığımızda, iki
süt
damlasının bile özdeş olmadığını görürüz. Benzerleri özdeşmiş gibi
algılamak
dünyayı sınıflandırıp tanımada bize
kolaylık
sağlayan bir "özetleme" yöntemidir. Burada önemli olan
şey, benzerlikler arasında bulunduğu söylenecek bir düzenin özdeşlikler arasında bulunandan (daha karmaşık olsa
da) daha "az düzenli"
olmayacağıdır.
Şimdi, evrenin
belli bir benzerlik noktası (respect) açısından gerçek bir düzenlilik serimlediğini söylemek, yani evrenin düzenlilik
olarak değerlendirdiğİrniz
karmaşık benzerlik yapıları göstermesi (böyle benzerlik
yapılarından
oluşması), bu benzerliğin uzay-
zaman
sürekliliği
içinde her boyutta yayılıyor olması anlamındadır. Gerçek olan bir doğa düzenliliğini serimledikleri ölçüde, karmaşık benzerlik yapılarının değişmeyen koşullara karşın kimi bölgeler içinde sınırlanmaları, lokalize olmaları, bu
evrenin bir niteliği
değildir. Bize ilk bakışta öyle görünmese bile, daha derinine bir araştırmanın ortaya koyacağı gibi,
temelde benzer koşullar
benzer düzenlilikler içermelidir. Örneğin bir doğa yasası evrenin nesnel koşulları eş olan her yerinde geçerli olmalıdır. Gelişigüzel ve yine (başka) düzenliliklerle açıklanamayan bir biçimde dar
alanlara sınırlı
olan düzenlilikler, koşut koşullarda kendini yinelemeyen benzerlik yapıları, "doğal" anlamında gerçek
değil, rastlantısal veya
yapay düzenlilikler
olacaklardır.
Görüngüsel düzenlilikler algı koşullarına bağlı
oluşları dolayısıyla bu
son ayrıma
kör kalabilirler. Ayrıca görüngüsel bir düzenlilik değerlendirmesi, düzenin ancak bu bakış açısından ve bugüne değin geçerli olduğunu öne sürebilir. Hume'un da açıklıkla belirttiği gibi, görüngüsel açıdan bugüne değin gözlemlenen düzenlilik bundan sonraki düzenliliği ancak olası kılabilir. Oysa, gö- rüngüsel düzenliliği gerçek düzenliliğin
anlığımızdaki yansıması olarak
değerlendirdiğimizde,
bugüne değin gözlemlenen düzenin kendi
içindeki
olasılık payının değeri neyse
bunun bundan sonra da hep aynı kalacağını söylemek için karşımıza iyi bir gerekçe çıkıyor. Bu da yukarıda dilegetirdiğimiz koyuttan (postulatum) başka
bir şey
değil: Gerçek düzenlilik uzay-zamanda
yerel olamaz; koşulların
koşut olduğu her
yere yayılmalıdır.
Dolayısıyla, eğer gerçekseler, bugüne değin gözlemlediğimiz bezedikler bu evrende hep geçerli olan
benzerliklerdir. Yüksek
olasılıkla geçerli olan
düzenlilikler, tıpkı daha
düşük
olasılıkla geçerli olanlar
gibi, koşullar
uyduğu sürece bu
olasılıklarını
koruyarak geçerli olmayı sürdüreceklerdir. Koşulların değişmesiyse, daha temel yasaların düzenliliğine bağlı olarak açıklanabilecek bir biçimde, varolan
olasılık
de-
ğerlerinde değişiklik yapabilecektir. Hume'un (ve
pozitivistlerin) kavradığı
anlamdaki görüngüsel yasaları geçerliğe yaymakla elde edilen bu düzenlilikler için "fiziksel zorunluluk"
diyebilir, bunu bir ontik düzenin varlığı ötesinde yorumlamamak koşuluyla, kullanabiliriz. Ancak böylesi bir
"fiziksel zorunluluk" Armstrong'un kullandığı anlamdan farklı ve
düzenliliği
açıklamayı amaçlamayan bir
kavram olacaktır.
Çünkü bu görüşteki felsefi
temellik (primitive) düzenin (birliktelikler,
benzerlikler, vb.) varlığıdır
ve bu açıklanabilir türden bir
şey
değil, bir ontik veri, bir koyuttur.
Evrenin
dört boyutlu betimlemesi, nesneleri
uzay-zaman sürekliliği
içinde (zaman boyutu doğrultusunda) birer tırtıl gibi
uzayan varlıklar olarak
belirler. Özelliklerse,
nesne üzerinde (yine
zaman boyutu doğrultusunda) uzunlamasına varolan ve yerlerini başka
bir özelliğe
bıraktıkları noktaya
değin korunan ontik veriler olarak görülürler. Nesne, taşıdığı bir
özelliği,
bunu değiştiren bir
nedense! ilişkiye girdiği noktaya değin korur.
Özelliklerin
nesne üzerindeki başkalaşım noktaları, bilincin algılayış sürecine bağımlı olan üç boyutlu
kavrayışımızda
"olay" diye adlandırdığımız şeye karşılıktır. Şimdi böyle
dört boyutlu bir haııita içinde sıradan nedense! ilişkilerin nasıl göründüğünü açıklamaya
çalışalım: Bir nedense! ilişki, çok büyük bir çoğunlukla, iki dört boyutlu
(tırtılımsı)
nesnenin uzay-zamanda
birbirlerine yaklaştıkları
(ve eğer bitişiklik varsa, birbirlerine değdikleri) yerde, her ikisi için de,
niteliklerinden birinin farklılaşması ve bu farklılaşmanın nesnelerin birinde öbüründen az
önce
olması biçiminde görülür. Evrenin
öbür her yerindeki benzer koşullu orta'n larda, bunlara benzer nitelikler taşıyan
tırtılımsıların birbirlerine uuy tesine yaklaştıkları yerlerde, sırası aynen
korunmak üzere benzer farklılaşmalar gerçekleşir.
Örneğin, birbirlerine yaklaşan iki tırtılımsı
birer bilardo to-
pu
olduklarında,
uzay-zamanda çizdikleri eyriler
(zaman boyutu nedeniyle, durmakta olan top kalem gibi düz, devinimde
olanıysa
eyri bir tırtılımsıyla belirecek) bir noktada buluşacak ve
burada birer dirsek çizerek farklı yönlerde birbirlerinden uzaklaşan bir
görünüm
serimleyecekler. Başka bir
örnek daha düşünelim: Birbirlerine
yaklaşan
nesnelerden biri bir ısıtıcı (bir
ocak) öbürü de bir metal çubuk olsun.
Isı yayan nesneye yaklaştığında, metal çubuk ısı kazanacak ve genleşme, kızarma, ısı yayma ve iletkenlikte artış gibi
özellik
değişimleri serimleyecek. Şimdi, bütün bu betimlemeleri, içeriğinden yitirmeden, daha yalın bir
anlatım
biçimiyle verebiliriz.
Nedensel ilişkiye
giren nesnelerden, yalnızca birini
(üzerinde
bizi ilgilendiren etkinin görüldüğü nesneyi)
alıp nedensel ilişkiyi yalnızca bu nesne üzerinde betimleyebiliriz.
Buna göre, yukanki betimlemeler şöyle yalınlaşacak: Yerinde durmakta olan (uzay-za-
manda düz bir çizgi çizmektc olan) bir bilardo topu belli bir yönden
belli bir güçte bir vurma alıyor ve
bunu izleyerek belli bir yönde
devinime geçiyor (uzay-zamanda eğri çizmeye başlıyor). Metal çubuk zamansal
uzantısının
bir noktasından başlayarak ısı kazanmaya başlıyor ve
bu arttığı
ölçüde de genleşiyor.
Şimdi, daha
yalın olan bu betimleme biçimini Gerçek Benzerlikler Savı açısından düzenlilik ya da sürekli birliktelik
boyutunu da kapsayacak biçimde yaygınlaştırıp genelleyelim. Evrenin uzay-zaman haritasındaki yayılırnma baktığımızda, eğer bir nesne birçok başka nesnede benzerleri olan R gibi
bir özellik
kazanıyor ve bunu hemen izleyerek, R'ye
benzer özellikler
taşıyan tüm nesneler
de R 'yi hemen izleyerek varolan, S gibi bir özellik taşımaya başlıyorsa, R, S ve benzerlerinin bu nesneler
üzerinde
nedensel ilişki içinde olduklarını söylüyoruz. Aynı nesne üzerinde olmak
bitişikliği
gerektiriyormuş gibi
görünse de bu R niteliğinin kazandı- şının betimlenişine
bağlıdır. R'yi bu nesnenin kazandığı bir
nitelik olarak betimleyemediğimiz
uzaktan etki durumları sözkonusu
olursa
daha uzun olan ve içine iki nesneyi birden almayı gerektiren
betimlemelere dönmek gerekecektir. Alışılmış nedensel
ilişkilerdeyse, tıpkı yukarıda yaptığımız gibi, herhangi bir a nesnesinin R
özelliğini
kazanması durumunda, a (zaman doğrultusunda) bunun hemen ardından S
de oluyorsa (burada R ve S birer tikel özelliktir) ve R'ye benzer nitelikleri taşıyan a
gibi nesnelerin öbeğinin
her ögesi S'ye
benzer bir niteliği
R'nin hemen ardından kazanıyorsa, R için neden,
S için de etki diyoruz.
R
ve S gibi, tümel kavramlar olarak, düşünülebilecek bir neden
ve bir etkiden sözedebilmek,
R'nin bir örneğini taşıyan her nesnenin S 'nin bir örneğini de
taşımasını
gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla, bu öbeğin ögesi olan a gibi nesnelerin
birbirlerine yalnızca R 'ye ve S 'ye benzer özellikler taşımak dolayısıyla benzerliklerini söylemek yetmeyecektir.
Bu tikeller birbirlerine R ve S 'nin benzerlerini birlikte ve belirli bir zamansal
ilişki
içinde taşımak dolayısıyla da
benzemektedirler. Sıradan benzerlikler, benzerlikleri söylenen özelliklerden birini taşıyan nesnelerin
kimilerinin (birçoğunun)
öbür benzerlik gösteren özelliği taşımıyor olmalarıyla tutarlıdır.
Oysa bu benzerlik yukarıda betimlendiği,gibi bir nedensellik ilişkisi oluşturan benzerlikse, bu benzer öze!Iiklerden birini taşıyan herhangi
bir nesnenin öbürlerini
de taşımamasını dış/ar. Bu, evrenin düzenlilikleri her yanına yaydığı koyutu gereğince böyle- dir. Dolayısıyla, benzerliklerden birinin varlığı bu
benzerliğe
öge olan tüm nesnelerde
öbür benzeriikierin varlığını da
getirdiğinde,
bu benzerlikler arasında nedensel
bir ilişki
olduğu söyleniyor. Örneğin, R'yi
veya S'yi veya bunlardan birinin benzerini taşıyan her
a nesnesi, bunlardan öbürküne benzer
bir özelliğe
ve ayrıca da
R ve S'yi birlikte ve art arda taşımaya benzer
bir özelliğe
sahip oluyorsa, R
ve S'nin nedensel ilişki
içinde oldukları söyleniyor. R
ve S 'nin benzerlerini birlikte taşımaktaki benzerlik, açıklayıcı içeriği olmayan "fiziksel zorunluğa" karşılık olacaktır. Doğa
yasaları, ya-
ni
sürekli birliktelikler bu türden nesnel
benzerliklerdir. Koyutu- muza göre de
bu evrenin yapısı
böylesi benzerliklerden oluşan düzenle belirlenir.
Yukarıda s.ürekli birlikteliği oluşturan dışı^
yı cı benzerliği dilegetirirken
bunu hem nedensellik için gerekli
bör
koşul olarak sunduk, hem de ardışıklıkla birlikte nedenselliğe )'^terli olan bir koşul gibi
düşündük.
Bu yeterliliği düzenlilikterin yay^ınlığı koyu- tuna dayandırdık. Evrenin yapısının parçası olan düzenliliklerle böyle olmayan, rastlantısal, görüngüsel veya yapay düzenlilikler başka şeylerdir. Bu, koyutumuz doğru olmasa
da geçerliliğini
koruyacak önemli bir
nokta. Hume'un gerçekçi
yorumunun bize kazandırdığı önemli bir yarar var. Şimdi değinmek istediğim nokta şu: Koyutumuz
doğru olsa bile, öne sürdüğümüz koşullar nedensellik için yeterli
olabiliyorlar mı?
Örneğin, birer mantıksal ola-
naklılık
biçiminde, (1) bir rastlantı, gerçekte yerel olsa da, algımızın eriştiği tüm bölgelere yayılmış
olabilir; (2) aynca, kimi eşieş- meler de temelde bulunan gerçek
birliktelikterin çoğul etkileri olabilir. (Örneğin basıncın düşmesi hem
barometreyi etkiler hem de fırtına oluşturur. Bundan dolayı, barometredeki
düşüş fırtına ile eşleşmektedir. Tabii bu durumu ele veren, barometreleri
ortadan kaldırmakla fırtına denilen şeyleri de ortadan kaldıramayışımız oluyor.)
Böylesi durumlar ontik anlamdaki gerçek birlikteliklerden farklıdır ve yeterli
koşulumuz (koyutumuzun doğru olması koşuluyla) ontik anlamda bunları
ayıklıyabilecektir. Bu tür sorunları doğayı açıklayan kuramlarıyla bilim
çözmektedir; dolayısıyla bilim, belirli bir kurama bağımlılık çerçevesi
içinde, görünüşteki dolaylı ve parazİt türden sürekli birliktelikleri gerçek
olanlardan ayırt eder. Ancak yine de, ardışıklık ve sürekli birlikteliğin bir
yeterli koşul olarak mantıksallık gücünü taşımadığı vurgulanmalıdır. Burada
bir üçgenin tanımının yeterliliği anlamındaki bir ayırtediş gücüne sahip
değiliz, olamayız da. Çünkü rastlantısal bir düzenin
(birlikteliğin), yine rastlantısal olarak, yerelliği aşıp tam kapsama ulaşması (örneğin tüm uzayda bugüne değin -ya da tüm uzay
ve zamanda- yayılmış
olması) bir mantıksal olanaklılıktır. Böyle bir durum fiziksel açıdan gerçekleşmese bile, mantıksal açıdan olanaklıdır. Onaylamak gerekir ki, böylesi bir
rastlantının
gerçekleştiği bir
olanaklı
dünyada, koyutumuza göre, bu
rastlantı
gerçek bir düzenden farksız olurdu. Böyle çılgınca bir evrendeyse, korkarım yeterli
koşulumuz
çaresiz kalırdı. Ne
var ki bu, gerçek ile rastlantısal düzen ayrımını ortadan kaldırmış olmaz,
yalnızca
koyutumu- zun getirdiği ölçütü yıkmış olurdu.
Not: Gürol Irzık'a bu konulan benimle aynntıh olarak
taru§tı^ı
için teşekkür borçluyum. Görüşlerimiz uyuşmasa da kendisinden çok şey ö^rendim.
HER DÖNEMDE GÜNDEMDE OLAN
BİR
SORU: ZAMAN AKlYOR MU?
(
1986)
Karşıdaki ağacın dalları hafif bir esintiyle ağır ağır sallanıyor. Bir kuş süzülerek gelip ağaca konuyor.
Yandaki binanın bir odasında yakılan ışığın yaydığı aydınlık
yaprakların koyu görüntüsünü yeşertiyor, kuşu kaçırtıyor.
Işığın sönmesiyle birlikte
bütün
görüntü yine koyuluğa bürünüyor.
Herhangi
bir yaz gecesi yaşanabilecek
alışılagelmiş deneyleri
dile getiren bu betimleme, üç boyutlu
nesneler üzerinde
gerçekleşen kimi
sıradan olaylara ilişkin: Nesnelerin
nedensel bir örüntü
içinde devinmelerini ve nitelikçe değişmelerini dile getiriyor.
Bu betimlemenin doğrudan
anlatıma dönmeden varsaydığı, üç boyutlu
uzaydaki varlıkların
zaman içinde çeşitli değişimlerden geçiyor olmaları. Bir başka deyişle, böyle bir betimleme uzayı ve
zamanı
varsayıyor. Belirli yerlerde bulunan ve
belirli biçimler
taşıyan nesnelerin varlığı uzaysallığı zorunlu kılarken, bunların değişim geçirmeleri, ya da üzerlerinde olayların gerçekleşmesi de zamanı zorunlu
kılıyor.
Algımızla kavradığımız biçimiyle dünyanın uzayda
yer alan ve zamanın
akışında değişen bir
ortam oluşu,
ayrıca düşüncemizde de onu ancak bu önvarsayımlar bağlamında kav- rayabilişimiz, temelde hep yukarıki olgudan
kaynaklanıyor.
Olayların art arda gerçekleşmesi, üç boyutlu bir evrende zamanın akıyor olmasını zorunlu
yapıyor.
Zamanın bu önü alınmaz akışı insanı yakından ve derinden ilgilendiriyor.
isteyerek ve sevinçle
beklenen bir durum karşısında bu
akış bize ne ölçüde olumlu
görünüyorsa,
istenmeyen, ancak gerçekleşmesi kaçınılmaz durumların beklentisi açısından da
o ölçüde olumsuz, hatta korkutucu. Örneğin, aynı za-
man
akışı,
insanın uzak olsun, yakın olsun,
her durumda yaklaşan
ve kaçınılmaz olan
kendi sonunu getiriyor. Önü alınamayan bir hastalık ya
da idam yargısı
dolayısıyla günleri, saatleri
sayılı olan bir kişinin akan
zamanın
gerçekliğini ne
denli korku ve dehşetle
kavrayacağını betimlemeye
gerek bile yok.
Felsefe
bağlamında
çok eski dönemlerden beri gündemde olan
bir soru, zaman akışı denilen şeyin insan
anlığı ve bilincinden bağımsız olarak
bir gerçeklik
taşıyıp taşımadığıyla ilgilidir.
İnsanın
dış dünyayı kavrayışı açısından "gerçek" ve "önemli" olduğu kuşku götürmeyen zaman
akışı, acaba bütümüyle öznel ya da öznele- rarası bir olgu, algının yarattığı bir yanılsama, ya
da insan anlığının
yapısı gereği, anlayışı biçimlendiren bir
kalıp
mı? Gerçekliğin kendisinde
bulunmadığı
halde, onu kavrayışında insanın kendi kendine yarattığı, yaratmak
zorunda olduğu bir duyumsallık biçimi mi? Devinim ve değişimi yadsıyıp bunların yalnızca bir görünüş olduğunu öne süren ve böylece dolaylı olarak, uzay gibi zaman akışının da
nesnelliğini
gündeme getiren İ.Ö. 5.
yy'ın Elea filozofları, bir anlamda 18. yy sonlarının Kanı'ını hazırlamışlardır. Kanı,
zamanı görüngüler dünyasına malederken,
uzayla birlikte onu da öznelerarası ortamda sınırlıyor, insan anlığına bağımlı yapıyordu.
John
Ellis Mc Taggart'ın
felsefe tarihindeki yerini kalıcı kılan görüşlerden biri, zamanın akışına ilişkin sağduyu inançlarını
dizgeselleştirerek, gelecekteki
zaman noktalarının,
bunlarda yer alan olaylarla
birlikte, sürekli olarak ŞİMDİ'ye yaklaştıklarını ve ŞİMDİ ile
anlık bir çakışma ertesinde
geçmişe kayarak artık ondan
sürekli olarak uzaklaştıklarını öne sürmüş oluşudur.O>
Önceleri Mc Taggart'ın etkisinde
kalmış olan Russell, daha sonra zamana değgin düşüncelerinde de bu filozofu bütünüyle yadsımış, bugün de pek çok felsefeci
tarafından
izlenen ve zamanın akışının nesnelli-
1)
McTaggart bunu, zamanın
çelişkilere götürdüğünü göstermek amacıyla geliştirir.
ğini yadsıyan tutumun çağdaş öncüsü olmuştur. Russell'a göre olaylar
için "gelecekte", "şimdi" ve "geçmişte olmak" gibi değişen nitelemeler
sözkonusu
değildir. Bir olayın değişmeyen zamansal niteliği, başka bir olaydan (ve olaylardan) önce ya
da sonra olmasıdır.
Ayrıca, zamanın, ŞİMDİ gibi
ayrıcalıklı
noktalan bulunduğu da
öne
sürülemez. Kısacası, Russell'a
göre
zamanı ŞİMDİ üzerinden akıyor gibi
gösteren
bakış açısı, sağduyu olsun,
felsefi olsun, hem yanılgılı,
hem de çelişiktir. Zaman özneye akıyormuş gibi geliyor
olabilir. Ancak bu akış nesnel anlamda dile getirilmeye başlandığı anda mantıksal olanaksızlıklar doğmaktadır. Bundan dolayı, özneden bağımsız fiziksel gerçeklik için zamanın durağan, yani "statik" olduğu öne sürülmek zorundadır.
Nesnel
olarak zamanın
durağan olduğu savı, ilk
bakışta
kavranması güç gibi
durmasına
karşın, günümüz düşünürlerinin büyük bir
bölümünce
benimseniyor. Bu savı daha
iyi anlayabilmek için Minkowski diyagramlarını ve J.J.C. Smart'ın buna
dayanan uslamlamalarını
ele almak gerekiyor. Uzay ve
zaman kavramlarının
birleştirilmesinin, Einstein'ın görecelik kuramının getirdiği bir sonuç olduğu söylenir. Bu kavramların tek bir yapı içinde ele alınmasını belki bu kurarn gerekli kılmıştır, ama uzay ve zamanı nesnel
olarak düşünmeye
başladığımızda, bunların birbirlerinden
ayrılamayacakları
zaten kendiliğinden ortaya çıkar. Kavramsal
açıdan
uzayı zamandan bağımsız olarak
düşünebildiğimiz
tek durum, nesnelerin yalnızca yer
kaplayıp,
birbirleriyle konumsal ilişkiler içinde bulundukları bir donuk evren ortamıdır. Böyle bir evrende hiç bir
değişim,
devinim, bir başka deyişle, hiç bir olay meydana gelmeyecektir. Oysa, böyle bir
evrenin zamanı
mantıksal olarak dışladığı da
söylenemez.
"Olayların sıralanımı" gibi
görece/i
bir zaman anlayışından bağımsız olarak, hiç bir
olayın yer almadığı bir
evrende de, akmakta olan saltık anlamdaki
bir zamandan söz edilebilir. Öte yandan,
uzay düşüncesinden
bağımsız olan bir zaman akışı da,
tu-
tarh
olduğu
varsayılsa bile, fiziksel evren için geçerli değildir: Bu ancak Descartes' ın öne sürdüğü anlamdaki bir anlıksal/tinsel ortam için sözkonusu olabilir.
Bildiğimiz, algıyla kavradığımız fiziksel evren, olaysız ya
da, "donuk" bir yer değil; tersine,
sürekli devinim ve değişim içinde. Ancak, bu değişime dikkatle
baktığımız
anda, bunun kavranıp belirlenebilmesinin,
uzay ve zaman belirlenimlerini birarada gerektirdiğini hemen anlıyoruz. Örneğin, yukarıki betimlemedeki ışığın yanıp sönmesini düşünelim. Bu, her olay gibi, zaman içinde öbür olaylara göre belirli
bir yeri olan bir süre
içinde gerçekleşecek
ve uzayın belirli bir noktasından, önce hafif, sonra daha güçlü olarak
yayılmaya
başlayan (yayılım alanını genişleten), bir
aydınlık
olarak ortaya çıkacak; sonra
da ışığın
kapatılma aşamasında, aydınlığın yayılım alanı giderek ufalarak, belirli bir
uzaysal noktada yok olacak. Kolayca anlaşılacağı gibi, burada, zamanda birbirini
izleyen her bir aşama (nokta) için, uzaydaki
yayılımını
daha da genişleten, sonraysa, daraltan, bir
uzay-zaman bağlılaşımıyla
belirledik bu olayı. Dolayısıyla, birbirine dik olan iki çizgi (koordinat)
düşünür ve bunları zaman
ve uzay noktalarından
oluşuyor olarak varsayar, yukarıki bağlılaşımın zamansal ve uzaysal değerlerini de bu çizgiler üzerinde saptayıp, noktaların dikey izdüşümlerinin kesişme noktalarını belirlersek, ışığın açılıp kapanma olayını uzay-
zaman bileşkesi
içinde kavrayabilmiş oluruz.
Sözkonusu
olay, böyle
bir diyagramda iki ucu sivri bir elips görünümü taşıyacak. Tabii bunu yaparken uzaysal noktaları bir
tek çizgi
üzerinde düşündük. Oysa
uzayı üç
boyutuyla kavradığımızda, aydınlığın uzaysal yayılımı bir
noktadan dışarı
doğru genişleyen ve
sonradan yine kapanan bir küre olarak
imgelenebilecek. Şimdi bu üç boyutlu
olayı,
gerçekleştiği süre boyunca,
zaman çizgisi (ya da boyutu) üzerinde kaydırırsak, onun uzay-zaman bileşkesindeki biçimini elde etmiş olacağız. Bu biçimse, kolayca
imgelenebileceği
gibi, bir "içli köf-
te"ye
benzeyecek. Yani odakları
üzerinden alınan iki
boyutlu bir kesiti, az yukarıda değindiğimiz sivri uçlu elipsi
verecek üç boyutlu elipscik bir nesne gibi duracak.
İşte çok
kabataslak bir dile- getirişle, nesnelerin
ve olayların
uzay-zaman bileşkesindeki tasarımları, Minkowski diyagramında böyle bir görünüm taşıyor. Bu kavrayış çerçevesinde, birbirinden ayrı düşünülen uzay ve zaman kavramları, anlamlarını yitiriyor; açıklamayı uzay-zaman
kavramı
üstleniyor.
Aynı tasarlayış açısından devinen nesneleri betimleyelim. Örneğin, esintiyle
sallanan dalları ya da havada süzülen bir
kuşu
düşünelim. Üç boyutlu
kuş ya da dal, devinimini bir zaman süresi içinde gerçekleştirir. Bu sürenin başı ile sonu arasında uzayda
hangi eğriyi çiziyorsa, zaman çizgisinde bu
süreyi kapsayan bölümün her
bir noktasındaki
belirlenişine karşılık, uzay
çizgisindeki
bir noktayla da belirlenecektir.
Uzay-zaman diyagramında,
yani dört boyutlu
bir tasarımda,
devinen nesne, üç boyutlu
kütlesi uzay-za- manda çizdiği eğriye göre uzayan bir biçime sahip
olacak. Kuş,
dört boyutlu tasarımda, ancak
bir kesitinde üçboyutlu
bir kuş gibi
duran, bir hortumu andıracak.
Dört boyutta, her nesne, varlığa girişinden yok oluşuna değin uzayan bir hortuma benzeyecek. Büyüme olayları horturnun kalınlaşması; kopma olayları horturnun
çatallaşarak iki ya da daha çok dala
ayrılması
gibi duracak. Devinmeyen bir
nesne, zaman çizgisine
koşut düz bir hortum çizecek. Zaman
çizgisine dik olarak uzanan bir devinim sözkonusu olamayacak.
Zaman çizgisine
dik olan her uzam, nesnelerin 3
boyuttaki genişliğini
verecek. Peki, uzay-zaman tasarımında, örneğin, üzerine ışık düşünce
yeşilleşen, ışık sönünce de
tekrar koyu griye dönen
yaprağın geçirdiği değişim nasıl yansıyacak? Yaprakların bir ışık oyunuyla
değil de mevsim dolayısıyla yeşilden kırmızıya dönüşleri, yani genel anlamda
nitelik değişimler
dediğimiz olaylar nasıl görünecek? Nitelik değişimleri, hortumlar üzerinde belirli
zamansal noktalar arasında
belirli
niteliklerin taşınıyor
olmasına dönüşecek. Bir
başka
deyişle dört boyutta
hortuma benzeyen nesnelerin kimi "zamansal bölümleri" belirli nitelikleri taşıyor, kimileri
taşımıyor
olacak.
Görüldüğü gibi
Minkowski tasarımında,
uzay-zamandaki nesnelerin kimi
niteliklerini belirli zamansal ve uzaysal bölümlerinde taşıyıp taşımamaları, belirli durumlarda olup olmamaları, uzay-zamanda bir çizgi oluşturacak biçimde birbiri ardına gelen
kimi bileşke
noktalarında bulunup
bulunmamalarından
başka bir şey sözkonusu olmuyor. Nitelik büyüklük veya
durum değişimi,
devinim gibi olaylar uzay-zamanın belirli yerlerinin belirli niteliklerine indirgeniyor. Bir başka deyişle, dört boyutlu tasarımda değişim ve devinim gerçek değişimler olarak yok oluyor. Nitelikte değişim ve
çizgi
üzerinde devinim, ancak zaman boyutu (koordinatı) doğrultusunda yol alırsak sözkonusu oluyor. Böyle bir
yol alışla hortumu izlediğimizde, onun algıladığımız zamansal kesitinin yönünü ve
yerini değiştirdiği,
önce taşıdığı bir
nitelik yerine bir başkasını
kazandığı gibi "görüngüler" ediniyoruz. İşte durağan bir evreni
akan zaman içinde
devingenmiş gibi görüşümüzün açıklaması da böyle: İnsan, algısının ve anlığının doğası gereği, evreni kısa bir
zamansal bölüm "penceresinden"
kavrayabilir. Bu pencere, zaman çizgisi üzerinde durmadan devinirken, algıladığımızın üç boyutlu ve değişip, devinen
nesnelerden oluşan bir evren olduğu duygusunu doğuruyor. Oysa
gerçeklik
durağan; zaman içinde devinen,
bizim algı ve
bilincimiz. Gerçeklikte
ancak birbirinden önce ve
sonra gelişen durumlar,
nesneler ve nitelikler var; geçmiş, şimdi ve gelecek
gibi kavramlar yalnızca
insan anlığının bu
öznel
kavrayış bi- çımıne özgü.
Bu
noktaya değin
açıklamalar felsefedeki durağan zaman
görüşünün
nesnel evreni kavrayışını betimliyor. Bu kavrayış biçimini destekleyen gerekçe ve
uslamlamaları
henüz tartışmadık. Böyle bir
tartışmayı
gelecek yazımızda sunacağız.
(1986)
Zaman
akışışının,
insan anlığının kendi
kendine, öznelerara-
sı düzeyde yarattığı bir
görünüş
olduğunu saptamaya yönelik usa-
vurmalardan birkaçma
bakalım. Viyana Çevresi'nin önderi Moritz Schlick, uzay-zamanın Minkowski dİagramında tasarlanışı açısından, bu çerçeve içinde devinimin tutarlı bir
anlamda sözkonusu
olamayacağını öne sürüyor..
Çünkü, diyor, bu diagram içinde zaman çizgisi doğrultusunda bir devinim düşünürsek, bunun yine zaman içinde yer
alması gerekecek; oysa diagramın kendisindeki
zaman çizgisi, önce ve sonra ilişkilerince belirlenen değişmez noktalar saptarlığına göre, bu tasarıma bir
üst zaman kavramı eklemek
gerekecek. Bu ise hem döngüsel bir
tutum, hem de sonsuz sayıda (üst-üst..) zamanların varsayılmasına yol açabilecek bir düşünce biçimi.
J.J.C.
Smart ancak nesnelerin değişip devinebileceğini vurguluyor. Olay dediğimiz şey zaten değişimin ya
da devinimin kendisi olduğuna göre, olayların değişimi sözkonusu olamaz; bunu düşünmek mantıksal bir yanılgıdır, diyor. Oysa, zamanın akış içinde olduğu savı, bu mantıksal yanılgıdan kaçınamaz. Çünkü, bu sava göre, zamandaki
belirli bir olay, önce gelecek, sonra ŞİMDİ ve
daha sonra da geçmiş olarak nitelenrnek zorunda. Aynı olayın niteliklerinin değişmemesi gerekir. Örneğin, bir
yaprağın
renk değiştirdiğini söyleyebiliriz; renk değiştirme olayının değişim geçirdiğini söylemek, anlamsız bir önerme olur.
Zamanın aktığı savına karşı getirilen bir başka eleştiri de bu akışın, yani
zamanın
geçişinin, hızını sormak.
Böyle bir hızı saptamak, yine zaman içinde -ya
da üstünde-
başka zamanları varsay-
mayı gerektirecek.
Çünkü
hızı, belirli bir yolun ne kadar bir zamanda alındığını belirleyerek saptarız. Oysa
burada, bu saptanacak zaman süresinde yol
alacağı
söylenen şey, zamanın ta
kendisi... Öte yandan devindiği (aktığı) söylenen bir şeyin, bu
zaman olsun olmasın,
ne hızla, değişen mi yoksa değişmeyen bir hızla mı, bir
ivmeyle mi, devindiğini
sormak bütünüyle geçerli birşeymiş gibi duruyor.
Bunlar
ve bunlara benzer uslamlamalarla zamanın akışının gerçek ve nesnel oluşuna karşı çıkan düşünürler, bu akışı öznel ortama yüklerlerken, kendi aralarında kimi görüş ayrılıkları koyuyorlar. Örneğin Adolf
Grünbaum,
herhangi bir olayın benim
için ŞİMDİ
nitelemesini kazanmasının bu olayın "yargısal anlamda bilincinde oluşuma" bağlı olduğunu öne sürüyor. Tabii ki "bilincinde oluş" olayın bence algılanıyor olmasını da gerektiriyor. Grünbaum için algı ve "farkında/bilincinde oluş" gibi anlıksal olaylar,
zamanı gelecek ŞİMDİ ve
geçmiş kalıbına
sokup, akan bir şeymiş gibi
sunuyor anlığa. Daha
nesnel bir düzeyde açıklanmaya
çalışılırsa, zaman çizgisi doğrultusunda fiziksel olarak devinen bir şey yokken,
anlıksal
olaylar birbiri ardına ileri
doğru
sıralanıp, yenileri eskilerinin anılarıyla zengintenerek ŞİMDİ bilincini
ileri doğru
kaydırıyorlar.
Oyleyse, öznel olmasına
karşın zamanda ileri doğru aktığı izlenimini veren bir bilinç durumu
var Grünbaum'a
göre. Grünba- um
'un bu görüşü, kendisinin anlık felsefesi
açısından
ikici etkile- şirnci savlara
yakınlık
duymasından kaynaklanıyor. Ona
göre
fiziksel olaylardan ayrı bir
doğaya sahip.
Smart,
yüzyılımızın
özdekçi anlık felsefesinin
en ileri gelen savunucularından
biridir. Anlıksal olayları, beyinde yer alan fiziksel
olaylarla özdeş sayan "Özdeşlik Savı"nı geliştirenterin
başında gelir. Özdeşlik savı, Smart için Grünbaum'un öngördüğü fiziksel- anlıksal ayrımını olanaksız kılıyor. Eğer fiziksel evren durağansa, onun bir alt öbeğiyle özdeş olan anlıksal olaylar
da durağan olmak
ve
ŞİMDİ'nin
geleceğe doğru kayışı bunlardan
da dışlanmak
zorunda, Smart'ın yaklaşımı açısından. Dolayısıyla bu düşünür için "akış" tam anlamıyla bir
yamlsama konumunda. Bilinç,
anlığın, ya da kişinin bir
parçasıysa
ve anlık da
beyinle özdeşse,
dört boyutlu bir nesne olarak beyin
zaman doğrultusunda
doğumdan ölüme dek
uzaydan bir "hortum" görünümünde olduğuna göre, bilinç ve kişi de
bu aynı hortumdan başka bir
şey olamaz.
Smart'ın yaklaşımı Grünbaum'unkine yöneltilen
eleştirileri kolayca
karşılayabiliyor.
Örneğin J. Whintrow şu soruyu
sormuştur: Eğer dış gerçeklikte meydana geld(^i söylenebilecek olaylar yoksa ve meydana gelenler
yalnızca
bizim gözlem olaylarımızsa, bunlar da olay olduklarına göre, onları kural dışı ve
ayrıcalıklı
olarak görmek niye?
Bunun yanıtı,
anlıksal olayların fiziksel
olanlardan doğaca başka oldukları üzerinden verilecek. Ancak bu kez gündeme gelecek
sorun, fiziksel olayların
anlıksal olaylara neden olduğu varsayımı çerçevisinde, etkiler ŞİMDİ (ya
da geçmiş/gele-
cek) ile nitelenebildiklerine göre, nedenlerin
de aynen böylece
nitelenmeleri gerekeceği yani
fiziksel olaylar için de zaman akışının gerektirilmiş olacağı... Grünbaum böyle bir sorunun ancak Desear- tes
gibi, nedenin, etkinin taşıdığı her
niteliği
taşıması gerektiği, yani
en az onun ölçüsünde
yetkin olması gerektiği, ilkesi benimsenirse doğacağını belirtiyor.
Bu ilkeyse, yanlışlığı
pek çok kez
kanıtlanmış
bir Ortaçağ inancı olduğuna göre, öne sürülen
gerçek bir sorun olamaz.
Grünbaum, zamanın akıyor olduğu inancının
sağduyuca nesnelleştirilmesini algı ve
bilincin öznelerarası
ortak özelliklerine bağlıyor. Gerçekte durağan olan bir fiziksel olay, onu gözlemleyen öznelerin bilinçlerince akıyormuş gibi kavranınca, bu ortak izie- nim nesnel bir algıyla karşı karşıya bulunuluyormuş duygusunu yaratıyor. Tıpkı tat ve renk gibi ikincil
niteliklerin öznelerarası
ortaklığının, bunun
da nesnelmiş
izlenimini verdiği, oysa
gerçekte
böyle bir
nesnelliğin
bulunmayışı gibi ... Grünbaum 'a
karşı şu
soruları sormamız gerekiyor:
İkinci nitelikler deney içeriği olarak
öznel olsalar bile, bu içeriklere neden
olan içerikler
olarak, gerçek ve
nesnel anlamda nesnelerde de bulunmak durumundadırlar. Dolayısıyla Grünbaum'un kendi ortaya attığı koşutluğu tutarlı olarak geliştirmek, öznel zaman akışı inancının dış gerçeklikle bir karşılığı bulunacağı sonucunu içermez mi?
Bundan başka,
Grünbaum, eş zamanlı olan
öznelerarası
algı ve bilinç durumlarından sözede- rek ŞİMDİ'nin bu
bilinç
durumlarının eşzamanlığı dolayısıyla nesnel olarak değerlendirildiğini öne sürüyor. Fiziksel gerçeklikle geçmiş, ŞİMDİ ve gelecek diye bir şey yoksa
ve zaman değişmez
olan önce ve
sonra sıralanımlarından
oluşuyorsa, bilinçterin ŞİM- Dİ'lerinin eşzamanlı olması neden? Örneğin neden
benim bilinç
akışım ŞİMDİ'yi ı 986
üzerinde
yoğunlaştırırken başkalarınki kendi ŞİMDİ'lerini ı 960 ve 1990'larda yaşamıyorlar? ŞİMDİ'yi hepimiz eşzamanlı olarak
1960'ta yaşadık,
ı986'da yaşıyoruz ve
1990'1arda (ömrümüz
vefa ederse) yaşayacağız. Öznelerin bilincinin ürettiği söylenen ŞİMDİ'lerin, zaman çizgisinin aynı noktalarında böylece kesin bir biçimde çakışıyor olması niye? Yoksa gerçekten nesnel
bir zaman akışı mı
sözkonusu? Grünbaum'un yaklaşımı bu
durumu açıklıyamazken
Smart'ınki bundan etkilenmiyor. Çünkü ona
göre,
bilinçlerin yarattığı ŞİMDİ'lerin öznelerarası bir çakışma konumunda,
zaman çizgisi
üzerinde ileri doğru kayması zaten sözkonusu değil. Ancak Smart'ın tutumunun
bu bağlamlardaki rahatlığı, ağırca bir paha karşılığında elde ediliyor. Smart, zamanın akıyor olduğu yanılsamasına hiçbir
açıklama getirmiyor; bu yanılsamanın nasıl doğduğunu, durup dururken fiziksel gerçekliği neden
olduğundan
bu denli başka kavradığımızı yanıtlamıyor.
Nesnel
dış
dünya için uzay-zamanı durağan olarak
tasarlayan görüş açısından "zamanın akış yönü" diye adlandırdığımız şey, zamanın bakışıksızlığı olgusuna indirgeniyor. Önce ile
sonra ara-
sında varolduğu onaylanan önemli bir
ayrılık
şu: "Geçmiş" diye
andığımız
olaylar fosiller, resimler, yapılar ve
yapıtlar
gibi izleri bulunuyor ve
bunlardan geçmiş olaylar üzerine birçok şeyler öğrenme olanağı sözkonusu olurken, bütün bunlar
"gelecek" dediğimiz
uzay-zaman bölgesi
için geçerli değil. Bundan
dolayı
geleceği bilmiyoruz. Geleceğe yönelik tahminler yapabiliyoruz, ancak
izler türünden
kanıtıara rastlamıyoruz. Bellek
de ancak geçmişi
kapsayabiliyor.
"Gelecek" üzerine belki
bilgimiz yok, ama durağan
zaman görüşü açısından gelecek geçmişten daha
az gerçek, daha az biçimlenmiş, daha az belirlenmiş değil. "Gelecek" dediğimiz uzay-
zaman bölgesi
tıpkı "geçmiş" dediğimiz bölge gibi,
olduğu gibi olan ve evren bütününün bir
parçasını
oluşturan bir yer: Buranın ŞİMDİ henüz varolmaması gibi bir şey söylemenin anlamı yok. Örneğin benim
varlığım
olan hortum biçimindeki dört boyutlu nesnenin
sonu, yani benim ölümümün
gerçekleştiği uzay-zaman
bölgesi, tıpkı bir
"geçmiş"
bölge gibi, olduğu yerde
duruyor. Dolayısıyla,
bu görüş açısından "Geçmişi değiştiremeyiz, orada olan olmuştur; ama geleceği değiştirebiliriz; geleceği etkiler, onu biçimlendirebiliriz" gibi bir önerme de
anlamsız.
Örneğin Solcrates, yontucu olmaktan
vazgeçip
de felsefeyi seçerek geleceği değiştirdi mi? Denebilir ki, eğer o
bu karara varmamış
olsaydı, ne Platon ne de Aristoteles
felsefeleri doğar,
dolayısıyla da
bütün felsefe tarihi şimdi olduğundan farklı olurdu. Bu doğru. Bu
anlamda insanın kararları,
eylemleri, geleceği belirler;
Solcrates de ilgi alanını
değiştirmekle bütün insanlığın pek çok düşüncesini bu anlamda belirledi. Oysa Solcrates geleceği değiştirmedi. Hangi kararlar, seçenekler arasında gidip gelmiş olursa
olsun, uzay-zamanda Solcrates'in yontuculuk döneminin sonrasında, filozofluk dönemi geliyordu
ve dönem "geldi", "geçti".
Durağan zaman
düşüncesini
benimseyen N. Goodman ve özellikle W.
V. O. Quine, bu tasarıma
dayanarak, dört boyutta
kav-
randıklarında nesnelerin olaylardan ayırt edilemeyeceğini öne sürmüşlerdir. Bu görüş için nesne, zaman içinde sıkı sıkıya ve iç içe sıralanarak bir hortum görünüşünü veren bir olay ya da nitelikler bütünüdür. Kanımızca bu, ontolojimizde olaylara,
nesneler düzeyinde temel bir konum yüklernemize olanak vermemeli. Çünkü dört boyutlu nesnenin zamansal bir kesitini
alarak olaydan arındırılmış
üç boyutlu bir nesne elde edebildiğimiz anlamda, üç boyutlu
nesneden arındırılmış
bir olay elde edebileceğimiz bir yöntemden yoksunuz.
Bu bize, olay dediğimiz
şeyin, mantıksal olarak,
nesneye bağımlı olduğunu gösteriyor. Kaldı ki, üç boyutta,
niteliklerinin ve uzay-zamansal özelliklerinin toplamını nesne ile özdeş tutabii-
rliğimiz
halde, nesne ile niteliği özdeş ve eş bir
varlıksal
düzeyde tutamadığımıza göre, aynı gerekçelerle olay ve nesneleri dört boyutta da özdeş ve
eş
düzeyde tutamıyor olmalıyız.
GEÇMİŞ ZAMAN
(
1993)
Geçmiş zaman
dilimizde birden çok
anlamı olan bir sözcük. Örneğin, bugüne göre geride kalmış olan
zamanı dile getirdiği gibi,
dilbilimsel bir kavramı da ifade ediyor; yani bir eylem sözcüğünün gösterdiği olgunun, içinde bulunulan
zamandan önce
olduğunu belirten
dilbilgisi işlevi
anlamına da geliyor. Bu saptamadan, bugünün gerisinde
kalan olay ve nesnelerin ancak dilsel anlamdaki geçmiş zaman
kullanılarak
dile getirilebileceği gibi bir sonuç çıkarsa- mak yanlış olur.
Çünkü
geçmiş zaman geçmiş zaman'
da dile gelebildiği
gibi, tarih belirtilerek de ifade
bulabiliyor. Örneğin,
şimdi içinde bulunduğumuz kentin
Türkler'in
eline geçişini "İstanbul 539 yıl önce fethedildi",
ya da "İstanbul'un
fethi 1453'tedir", önermeleriyle dile getirebiliyoruz. Bunlardan
ikincisi geçmiş bir olayı zamansal
konumu değişmeyen
bir biçimde saptıyor. Yıl dediğimiz birimin uzunluğuna ilişkin uzlaşımlarımız aynı
kaldıkça, İsa'nın doğumuyla fetih
arasındaki
süre değişebilecek bir
şey
değil. Bir başka deyişle, her tarih yerli yerinde duruyor;
tarihler ayrıca nitelik değişimi geçirmiyorlar. Oysa, 'tarihli' değil de
'zamanlı'
konuşma biçimini yeğlediğimizde önemli bir
değişkenlik
içeriliyor. Bu durumda olayların zamansal
konumu bir tarihe değil de bugüne, yani
şimdiye
göre saptandığından, her
olay önce gelecek, sonra şimdi, sonunda
da geçmiş zamanla niteleniyer ve sonra geçmiş içinde giderek uzaklaşıyor. Gelecek, şimdi ve
geçmiş, birbirini dışlayan şeyler, ama yine de her olay her üçüyle de
niteleniyor. Şu
aşamada -yani bugüne göre- 1994 yılı henüz gelecekte.
Gelecekteyken 1994'ün hem şimdiki zaman
hem de geçmiş
olması tabii ki olanaksız. Ne var ki 1994 hem şimdi, hem
de geçmiş olacak. Kimi filo-
zoflar
bunun bir çelişki
olduğunu öne sürüyorlar. Buna
bağlı olarak zaman dediğimiz şeyi bir yandan 'tarihli' bir yandan
da (dilbilimsel anlamda) 'zamanlı' bir
kavrayışla
temeliendiren kurarnlar arasında kimi
önemli
karşıtlıklar doğuyor. Burada
amacım bu kuramları ele
alıp
karşılaştırmak ya
da aralarındaki
tartışmayı gündeme getirmek
değil. En azından doğrudan amaçladığım şey bu değil. Bu
yazının
başlığı olan 'geçmiş zaman'dan
dilbilimsel bir anlam da kastediyor değilim. Burada,
günümüzün
gerisinde kalan zamana, yani
tarihe konu olan şeye
ilişkin kimi varlıkbilimsel saptamalar yapmak, kimi sorun ve güçlüklere değinmek istiyorum. Ol
Geçmiş zamanda
kalan olay, durum ve nesneler tarih biliminin
kendine özgü konusunu oluşturuyor. Nasıl biyoloji canlıları, jeoloji de yerkürenin yapısını, doğasını ele alıyorsa, tarih
de insanların
ve insan topluluklarının başlarından geçen geçmiş
olayları ele alıyor; bunlara
ilişkin
kanıtları, belgeleri, kalıntıları, bir başka deyişle geçmişin izlerini araştırıyor; onları dizgesel bir yapı içinde kavramaya, yine onladan genel
ilkeler çıkarsamaya
çalışıyor. Tarih denince öncelikle insanlığın, yani insan toplumlarının geçmişini anlıyoruz; ancak birçok bilim
dalının,
örneğin canlılar tarihi,
yerküre
tarihi, paleontoloji gibi geçmişe eğilen özel inceleme alanları bulunduğunu da göz ardı etmemeliyiz.
İstersek
bunların tümünü 'tarih'
diyerek bir arada kavrayabiliriz. Öbür bilim
dallarını
tarih biliminden ayıran nokta,
alanlarını
kendilerine özgü tarih
araştırmasıyla
sınırlamayışları. Tarihi
tarih yapan şeyse onun bugünden önceki olaylara, yani geçmiş olaylara
eğilmesi.
Bir başka deyişle,
1) Türkçe'de
lıpkı 'geçmiş zaman', gibi, 'tarih' de çok anlamlı. Bundan, belli bir olayın,
içinde meydana gelebileceği geçmiş ya da gelecek bir zaman kesiti
anlaşılabildiği gibi, geçmiş zamanda kalan olayiann bilimi de anlaşılıyor.
Buna karşılık örneğin İngilizce'deki 'the pası', 'the pası tense', 'date' ve 'history' sözcükleri bu farklı kavramlan
çokanlamlılığa yol açmadan dile getiriyor.
geçmiş zaman
diye bir şey
olmasaydı tarih de olmazdı, ama
öbür bilimler varlıklarını şimdiki zaman dilimiyle sınırlanmış bir biçimde sürdürebilirledi.
Bir
dilim dalından
öncelikle beklenen en temel şey, herhalde somut ve nesnel olanın bilgisini
araştırmasıdır.
Bilim olarak tarih
de bunun dışında kalamaz ve kalmamalı. Çünkü tarih, örneğin matematik
gibi tanıma dayanan ve doğruluğunu kendi iç tutarlığın- dan kazanan, içeriksiz ve
soyut bir dizge kurmayı
amaçlamıyor. Sembolik
bir dili değil,
içerikli günlük dili
kullanıyor
ve gerçek olaylardan
söz ediyor. Ayrıca tarih,
edebiyattan farklı olarak soyutluğa ve öznelliğe kucak
açan kurguyu da dışlamak durumunda.
Çünkü o, estetik değeri amaçlayan bir sanat dalı değil. Bir bilim dalı olarak
somut ve nesnel olguya dayanmak, gerçekle temellenen
doğru'yu
yakalamak ve bilgi üretmek gereğinde. Eğer tarihin bilgisi
diye bir şey alacaksa bu bilgi doğruya dayanacak,
doğru da nesnel ve somut gerçeklikle temellenecek. Her bilim dalı gibi,
tarih de bilgi üretebildiği ölçüde saygınlık ve varlık nedeni
kazanan bir etkinlik.
Şimdi somut
anlamda var olduğunu
öne sürebileceğimiz gerçek durum,
olay ve nesnelere bir göz atalım. Bunun için çevre- ınize bakmak yetiyor. Oradaki her şey, insanlar,
duvarlar, yapılar,
yani bu nesnelerdeki devinim ve değişim, nesnel
ve somut gerçekliği
örneklendiriyor. Böyle bir
şeyi öne
sürerken aşırı deneyci
ya da pozitivist bir tutum takınmış olmuyoruz.
Örneğin,
dolaylı deneye
dayanan, yani başkalarının
bize bildirdikleri,
betimledikleri deney üzerinde yapılanacak bir bilgiyi de onaylayabiliriz. Şu anda
kimsenin algılamadığı,
ancak ilkece algılanabilir olan somut ve nesnel varlığın, evrenin
algılanan
bölümünden çok daha
büyük bir parçasını oluşturduğunu öne sürmemek için de bir neden yok. Yalnızca bu
da değil.
Tartışmamız çerçevesinde, algıladığımız nesne,
öurum ve olayların algıyla kavranabilen yönlerinin ötesine taşan
ve
ancak bilimsel kuramın
yakalayabildiği gerçeklerden söz edilmesine de izin vereceğiz. Burada
bilimsel kuramın
varsaydığı tüm ilkeleri,
algılanamayan
tüm parçacık, kuvvet
v^ benzeri şeyleri
gerçek varlık içinde sayacağız.
Somut
ve nesnel gerçekliğin
parçaları olarak betimlediğimiz bu şeylerin var
olduğunu
öne sürerken kullandığımız var
olmak kavramının
anlamına sadık kalacak
olursak, geçmiş zaman içinde bulunan
şeylerin
artık var olmadığı' nı söylemek durumundayız. Geçmişteki her şey varlık dışında kalmış bulunuyor. Somut varlık, tüm fiziksel uzayı sonsuzluğa açıldığı ölçüde dolduruyor olsa da, bu varlık şimdiki zaman içinde sınırlı. Artık yaşamayan tarihsel kişilikler, dostlar, akrabalar, yanıp kül olan
Boğaziçi
yalıları, dün manavdan
aldığım domates, artık yoklar.
Çocukluk
dönemimiz, giysimizin eskimeden önceki hali,
Miletos kentinin Anaksiman- dros'un günündeki durumu,
bunların
hepsi tarih oldular; somut gerçekliğin ve nesnelliğin dışında kaldılar. Burada bir soru doğuyor:
Tarihin konusu, geçmiş zamanda kalan ve dolayısıyla artık somut varlığın dışına çıkmış olan şeylerse, tarih
nasıl olup da bir bilim
oluyor? Kimi felsefecilerin dediği gibi,
geçmişte
kalan tüm nesne
ve olaylar birer soyut kurgu ya da belleklerimizde kalan özel anılardan mı ibaret? Özel anılarımız birçok yerde kesişip ortak
noktalar taşısalar
da, şimdi var
olan gerçek
şeylere karşılık değil bunlar.
Algıladıklarımızın
gerçek olduğunu öne sürebildiğimiz gibi
anımsadığımız
şeylerin de gerçek olduğunu öne sürebilir miyiz? Var olmayan gerçek olabilir
mi? Eğer tarihsel varlıksal karşılığı olmayan soyut bir kurguyla ya da öznelerarası (entersübjektif) anılarla uğraşıyorsa, bu temele dayanarak bilgi üretebildiği de söyle- nememeli.
Böyle bir bilim dalı olabilir
mi?
Bu
söylenenlere
tarih adına şöyle bir yanıt verilebili.r:
Anılarımızın
karşılıklarının gerçek olmadığı doğru değil, çünkü algıma neden olan şey nasıl karşımda (yani algıma neden
olduğu yer-
de)
duruyorsa, anımsadıklarıma
neden olan şeyler de
bu anıtara
neden oldukları yerlerde,
yani geçmişte
var oldukları yerlerde
duruyorlar. Evet, belki geçmiş zamanda
kalan şeyler
artık yoklar, ancak onların şimdi var olan şeyler anlamında gerçek olmalarını zaten beklemiyoruz; oysa geçmişteki olay
ve nesneler henüz
geçmişe dönmeden, yani
geçmiş
henüz şimdiyken vardılar. Bu
anlamda onlar da gerçektirler. Dilsel zamanla belirtilen şey de
zaten bu değil mi? Geçmiş olanlar
şimdi yoklar ama onların hepsi
vardılar,
gerçektiler. Oralara
dönebilsek
onları bıraktığımız gibi
bulurduk. Böyle bir yanıt, yani
dilsel zamanı doğru
kullanınca geçmiş olaylara
ve nesnelere de varlık
yükleyebiliyor oluşumuz, konusunun
gerçek
olduğunu kanıtlamaya çalışan tarihçiye ne
kadar yarar?
Tarihçiyi köşeye sıkıştırmaya azınetmiş olan hırslı bir
fetse- feci varsayalım.
Bu zat, tarihçiye şöyle diyebilecektir: Siz dönüp dolaşıp bana, "Geçmişte olup bitenler meydana
geldiklerinde -ama o zaman, o aşamada- vardılar", diyorsunuz. Buna zaten kimse karşı çıkmıyor ki! Bir mantıksal doğru olarak bu, geçmiş zamanda
kalanların
bir aşamada şimdiki zaman içinde bulunmuş olduklarını yineleyip duruyor. Ancak bunun böyle olması geçmişte bulunanın artık var olmadığı savının doğruluğunu değiştirmez. Var olmayan şeylerin de
gerçek
olabileceği savı, eğer 'gerçek' sözcüğünü kendinize göre farklı bir anlamda kullanmıyorsanız, bana düpedüz çelişkili gibi geliyor. "Vardılar, dolayısıyla gerçektiler", demenizi anlıyorum; "Eskiden vardılar, artık yoklar, ama yine de onlar gerçek", demeniz ise mantıksal açıdan anlamsız. Meinong idealizminin var olmadıkları halde 'kalıcı' olan
nesnelerinde olduğu gibi, 'gerçek' denen
şeyi bizim anladığımızdan farklı bir biçimde, gizemsel bir içerikle kavrıyorsunuz. Ayrıca bir tarihçi olarak
siz geçmişte
değil de şimdi yaşadığınıza göre, kendinize konu ettiğiniz şey, kendisiyle aynı aşamada var olmadığınız bir şey. Eğer siz
geçmişte
yaşıyor olup da ele aldığınız bir
olayın
çağdaşı konumunda,
onun
gerçekliğini
doğru olarak öne sürebiliyor olsaydınız, o durumda
siz şu
karşımda duran tarihçi olamaz,
olsa olsa şimdiki
tarihçilere (kendisi
artık var olmayan) bir konu
olabilirdiniz. Kaldı ki, eğer isteğinize bağlı olarak geçmişe gidip
sonra tekrar buraya dönebilseydiniz
bile, buradayken (artık tarih
olan şeyler
hakkında) yaptığınız çalışmanın şimdi var
olmayan şeylere
ilişkin olduğu gerçeğini değiştiremezdiniz. Tarihin konusu tabii ki 'gerçek dışı' değil, ama 'gerçek dışı'nın değillernesi de her zaman 'gerçek' olmak zorunda değil. Örneğin matematiksel nesneler' in gerçek olmadığını öne süren filozoflar bu nesnelerin 'gerçek dışı' ya da 'uyduruk' olduğunu öne sürmüyorlar.
Saldırı karşısında kalan tarihçinin başvurabileceği başka bir yol daha var. Bu, bir yandan nesnelliğe yaslanırken bir yandan da kuramsal doğa bilimiyle
bir koşutluk
oluşturmaya dayanıyor. Kısaca açıklamaya çalışayım. Özdeğİn temel yapısını araştıran küçükler fiziği, gözlemlenmesi olanaksız şeyler varsayıp
bunlar üzerinde yapılan bir kuramdır. Elektronlar,
nötronlar,
kuarklar, gamma ışınları ve
benzeri 'kuramsal varlıklar'
kendileri gözlemlenemedikleri halde izleri görülebilen şeyler. Örneğin bir yüksek gerilim
alanı
içinden geçen gamma
ışınının
bir elektron ve bir pozitrona dönüşmesi doğrudan algılanabilecek bir şey değildir ama elektron ve po- zitronun
metal bir plaka üzerinde
bıraktıkları, kafa
kafaya vermiş iki salyongoz kabuğunu andıran izler gözlemlenebilen şeylerdir. Bu evrende her olayın bir
nedeni olduğuna
göre, o izlere neden olan parçacıklar da -doğrudan görülemeseler bile- gerçek olmalıdırlar, deniyor. Tıpkı bunun
gibi, her yer geçmişin
izleriyle doludur.
Kolurodaki çizik
geçen günkü yaranın, Gelibolu'daki
kurşun
kovanları orada yaşanan savaşın, Ayasofya Bizanslı mimar
ve işçilerin, Boğazköy de
Hititler'in neden oldukları
izlerdir. Biz bugün bu
tarihsel nedenlere ulaşmak
olanağından bütünüyle yoksun
olabiliriz; ne var ki bu izler, yani
etkiler, onların nedenleri olarak geç-
mişteki şeylerin varlığını ve gerçekliğini kanıtlıy^r. Mikrofiziğin
parçacıkları ne
kadar gerçekse,
tarihsel 'varlıklar' da o ölçüde gerçek olmalıdır.
Tarihçinin bu
savunması,
onu zor durumda bırakmaya kararlı olan felsefeciyi hiç mi
hiç tatmin etmeyecek. Her şeyden önce, diyecek bu felsefeci, kuramsal
fizikte deneysel karyıl olarak değerlendirilen şeyin düzeyi tarihtekine göre çok daha
yüksek ve üstündür. Çünkü fizikçi, kuramında varsaydığı
gözlemlenemeyen nesnelerle
gözlemlenebilir
şeylerin dünyasına ilişkin olarak
büyük
ölçüde başarılı öndeyilerde bulunabiliyor.
Parçacıklara
dayanan kuramıyla orta
boy nesneler alanında
yapılacak kimi işlemlerin gelecekte nasıl sonuçlar doğuracağını, örneğin bir nükleer patlamayı, önceden kestirebiliyor. Tarihçi ise
kendi alanı
içine düşen varlıklarla, örneğin Miletos,
Sezar veya Timurlenk'le böyle şeyleri ba- .
şarmanın oldukça gerisinde kalıyor. Kurarn
üretmede,
genellikler yakalamakla, fizik
kadar avantajlı
değil tarih. İkinci bir
nokta, fizikçinin
kuramsal nesnelerini kimi belirli
etkiler gerçekleştirmekte
başarıyla kullanabiliyor olması. Fizikçi gözlemlenemeyen parçacıklarıyla
yalnız açıklama ve
öndeyiler
yapmakla kalmıyor, aynı zamanda örneğin elektromikroskopta
olduğu gibi onları kullanıp yönlendirerek somut ve işe yarar
sonuçlar
elde ediyor. Tarihsel nesnelerin böyle kullanılması olanak dışı. Onlar,
zamandaki uzak yerlerinde çakılmış kalmış olan şeyler. Yerlerinden
kımıldamıyorlar bile.
Hırslı felsefeci
asıl can alıcı yanıtı sona saklamış; şöyle diyecek: Deneysel veri şimdi var
olmayı
kanıtlayan bir şey değildir ve varlığı son
bulmuş nesne ve olayları yeniden
var etmez. Deneysel veri, ona neden olan şeyin varlığını, o neden oluşun içinde bulunduğu zaman aşaması için kanıtlar. O söz konusu
şeyin
aşama ertesinde de var olmayı sürdürüyor olup olmaması deney
verisinden bağımsızdır. Örneğin izleri metal plaka üzerinde görülen par-
çacıklar, tikel
cisimler olarak, arıtk var olan şeyler arasında değildir. Öte yandan
nesne ve olay türleri,
genel geçer olgular,
ilkeler, birey değil de tip olarak var olmaya devam
ederler. Deneye neden olduklarında varlıkları birer birey olarak kanıtlanan şeyler, kendileriyle tipçe aynı olan sonraki başka bireylerle
birlikte, tipin sürekli varlığına kanıt oluştururlar. Fizik, tikelleri inceleyerek onların tipleri
üzerinde
açıklamalar geliştiriyor. Buna
karşılık
tarih böylesi bir
olanaktan yoksun. Çünkü tarih bireylerden genellemeler yapmaya
yarayacak düzenli tipler bulmakta güçlüklerle karşılaşan bilim dalları arasında; hatta bunların başında geliyor. İşte yine
en baştaki noktaya döndük. Felsefeci,
tarihçiye
geçmişin izlerinin ancak
kimi olay ve nesnelerin geçmişte var
olmuş
olduğunu gösterebileceğini, bu
yolla geçmişe
varlık veya gerçeklik yüklenemeyece- ğini bir kez daha anımsatacak.
Tarihçinin sabrı artık taşmak üzere. Kendisine haksız yere
ve aşırı bir biçimde yüklenildiği kanısında. Öbür bilimlerle arasındaki farklılığın onu bilimler kulübünden kovmak amacıyla abartıldığını düşünüyor. Eğer geçmiş
üzerinde çalıştığı için var
olmayan bir dünyaya
yönelmek durumunda kalıyorsa, öbür bilim dalları da
benzer bir çıkmaz
içinde değiller mi?
Çünkü
varlığın tek ortamı olarak
düşünüp
içinde genişlik ve
rahatlıkla
hareket edebileceğimizi varsaydığımız şimdinin dünyası aslında hiç de öyle geniş bir ortam değil. Burada
artık
tarihçi bir karşısaldırıya geçmiş oluyor; ben gidersem aynı gerekçeyle bütün bilimler de gider, diyor. Üstelik
bu amaçla felsefecinin kendi silahından yararlanacak, çünkü Augustinus'un
ünlü bir uslamlaması sanki böyle bir
iş için
biçilmiş kaftan.(2) "Geçmiş artık yok, gelecekse daha gerçekleşmemiş olduğuna göre, nasıl var olabilir bu geçmiş ve
gelecek dediğimiz
iki zaman?
Oysa bunlar var olmadıkça
şimdiki zaman hep şimdide kalıp
2) Bkz. Augustinus, itiraflar, Xl. kitap,
17-21. ve 34-37. bölümler.
geçmişe dönüşmeyeceğinden zaman, zaman değil ebediyet
olurdu", diyor Augustinus. Dolayısıyla 'şimdi' dediğimiz şey sınırlı bir zaman parçası. Öyleyse sorabiliriz: "Şimdiki zamanın süresi nedir? Şu an
ne kadar sürüyor?"
Şöyle düşünebiliriz: 21.
{üzyıl'a
girmek üzereyiz. Bu
gerçekleştiğinde
o yüzyıl şimdi, yani içinde bulunduğumuz zaman olacak. Peki bütün bir
yüzyıl
mı şimeli olacak? Hayır, çünkü yüzyılın ilk yılındayken yalnızca o yılın içinde bulunacağımıza göre geriye kalan doksan dokuz yıl hala
gelecekte bulunuyor
olacak. Aynı gerekçelerle bütün bir yıl veya bir ay da şimdi alamayacak.
O ayın ilk günündeyken, gelecekte daha otuz gün bulunuyor olacak. Şimdi
dediğimiz şey bütün bir gün de olamaz, çünkü öğle zamanına ulaşıldığında günün
on iki saati geçmişte, on iki saati de henüz gelecekte bulunuyor. Bu düşünceyi
saate, dakikaya, saniyeye de uygulayabiliriz. Öyle görünüyor ki, Augusti-
nus'un da dediği gibi, "Şimdi'nin uzunluğu yok; peki, sürdüğünü
söylediğimiz zaman nereye kayboldu?"
Augustinus bu duruma karşın, zaman aralıklarını
ve süreleri algılayabildiğimize, bunları birbirleriyle karşılaştırıp kiminin
daha kısa, kimininse daha uzun olduğunu doğru olarak belirleyebildiğimize
dikkat çekiyor. Böyle bir şeyi nasıl başardığımızı anlayabilmek için belli bir
aşamada başlayıp süren, sonra da kesilen sesi ele alalım, diyor Augustinus. Ses
daha başlamadan ne algılanabilir ne de ölçülebilirdi, çünkü henüz varlığa
gelmemişti. Kesildikten sonraysa artık var olmadığına göre, ortada algılanıp
ölçülebilecek bir şey kalmış olmayacak. Öyleyse ses olsa olsa sürdüğü zaman
dilimi içinde ölçülebilir olmalı. Fakat o ses dilim içinde bile kalıcı olmaktan
yoksun, çünkü öyle bir şey ki, sürdükçe yok oluyor. Şim- di'nin bir
boyutu ya da uzunluğu bulunmarlığına göre, bitmeden sesin bütün süresini
kavramak, yani onu ölçmek mümkün olmayacak; öte yandan ses sona erdiği
zamansa, o artık yok olduğu için algılanamayacak. Peki nasıl oluyor da her şeye
karşın zaman di-
Jimlerini
algılayabiliyor,
uzunluk olarak birbirleriyle karşılaştırabi- liyoruz? Augustinus'un yanıtı şöyle: Geçen zaman ve onun içindekiler bizde izienimler bırakıyor; ölçüp karşılaştırdıklarımız da işte böylesi izler. Zamanı anlığımızda ölçeriz, diyor Augustinus. "Zaman ya bundan ibarettir, ya da ölçülemez", diye bitiriyor savını.
Bu
uslamlamada dikkat edilmesi gereken şey şu: Tıpkı hırslı felsefecimiz gibi, Augustinus da
somut varlik ve gerçekliği
şim- di'nin içine yerleştiriyor; geçmişi ve geleceği varlıktan, gerçeklikten yoksun kılıyor. Tarihçinin burada felsefeciye gösterdiği şey, eğer tarihte böyle bir
yanılgıyla
bilimsellik dışına çıkılırsa, yukarıdaki uslamlama yoluyla aynı şeyin tüm bilim, hatta tüm insan
kavrayışı
için geçerli kılınabileceği tehlikesi.
Çünkü bu uslamlama bize şimdi'nin ne
fiziğe, ne kimyaya, ne de başka bir
bilim dalına yer vermeyecek kadar dar, hatta
boyutsuz olduğunu
gösteriyor. Bilgiyi oluşturacak yargıların, açıklamaların belli bir süreyi alacakları varsayılacak olursa, herhangi bir şey hakkında düşünce üretene değin o şey çoktan geçmişe gömülmüş olacak. Bilgi, var olana hiçbir zaman
yetişemeyecek.
Eğer, diye ekliyor tarihçi, beni
soyut kurgu alanına iteklerseniz, benimle birlikte bütün bilimi
de aynı yere itersiniz, çünkü görüldüğü gibi hepimiz geçmiş'in bilimini yapıyoruz. Konum
olarak benim alanıının
onlarınkinden bir
farkı yok.
Sıra hırslı felsefecinin yanıtma geldi.
Felsefeci önce Augus- tinus'un uslamlamasının ilginç ve kendi içinde oldukça güçlü bir mantık yapısı taşırmış gibi göründüğünü onaylayacak. Uslamlamanın Zenon 'un yöntemlerini andıran bir biçimde, zamanın sürekli ve bu anlamda sonsuz bölünebilir oluşundan şimdi denilen aşamanın sonsuz
ölçüde
kısa olduğunu çıkarsaclığını saptayacak.
Ancak, diye ekleyecek, uslamlamanın görüntüsü geçerliliğini güvence
altına almayabilir. Örneğin, oldukça sağlam göründükleri halde Ze- non'un uslamlamaları devinimi dondurabitmiş değildir. Zenon'ca
savunulan,
devinimin olanaksız
olduğu savına karşın en
yıkıcı veri nasıl yine
devinimin kendi gözlemlenebilen
varlığıysa, "Zaman ya ölçülebilir bir şey olarak
bellekte, yani anlıktadır,
ya da ölçülemez", diyen Augustinus'a karşı etkili
bir yanıt da zamanın zihinden bağımsız olarak
ölçülebilmesidir.
Böyle bir ölçümü varsayımla dışlayan bir uslamlama geçerli olamaz.
Augustinus saatierin yaptığı şeyi, yani zaman süresini (uzaysal
ya da sayısal)
zaman dışındaki
bir niceliğe
dönüştürme olgusunu hesaba katmıyor. Ona
göre zamanı
anacak zaman olarak algılayıp ölçeriz. Oysa yelkovanlar da, bir kaptan öbürüne boşalan kum da, belli zaman sürelerinin geçişini zihin içinde kavranmalarına gerek bırakmadan, uzaysal boyutlardaki nicelikler biçiminde saptıyorlar. Dijital saatler de süreyi sayısal nicelik olarak belirliyorlar. Bu
nicelikler biz bilinçsizken
veya uyurken de büyümeye devam
ediyor ve geçen
zamanı, örneğin sabah
uyandığımızda,
uzaysal (ya da sayısal) büyüklük biçiminde bir bakışta görmemize olanak veriyor.
Onaylamak
gerek, Augustinus'un uslamlamasının asıl gücü şimdiki zamanı
daraltışındaydı. Üstelik az
önceki
eleştiri, böyle bir
sonucu ortadan kaldırmıyor.<Jl
Kaldırmasın, diyecek
bizim felsefeci; o sonuç yüzünden geçmişle şimdiyi ayırt etmekten vazgeçip şimdinin varlığı ile geçmişin yokluğu arasındaki farkı görmezlikten gelmemiz gerekmiyor ki!
Gerekmiyor, çünkü bu ayrımları zaten Augustinus'un uslamlamasının kendisi de varsayıyor. Bu sav, bilime olsa olsa gözlem ve
uygulamada kimi güçlükler
çıkarabilir; ancak,
'şimdi' denen şeyi yok
etmez. Yapabildiği,
şimdi'yi boyut-
3) Augustinus'un uslamlamasının ilk bölümü de
birçok
yönden eleşıirilebilir. Bunlardan
yalnızca
birine kısaca değinmek istiyorum: Augusıinus'a karşı Zenon'u oynayabiliriz. Eğer, diyebiliriz,
şimdinin
süresi sonsuz ölçüde kısaysa, onun içinden zamanın bir sonraki anının (saniyesinin)
geçmesi de sonsuz bir süre alacaktır. Dolayısıyla Augustinus'a göre zaman
şimdide durmak gereğinde. Bu uslamlamaya karşın, hepimiz
yine de yaşianıyor
olduğumuza göre, uslamlamada
bir geçersizlik
olmalı.
suzluk
ölçüsünde
daraltmak, onu bir kesite
indirgemek. Ne var ki şimdi' nin
daralması,
varlığı uzaysal boyutlarında da daraltmıyor. Şimdinin kesitinde, tüm üç boyutlu
uzaya yayılan somut varlıktan hiçbir şey eksilmiyor. Uslamlamanın gösterdiği şey, biz ölümlüie- rin
bu varlığı anlama çabamız içinde değişim sürecini belieğimizde daha geniş bir
dilime yayarak kavrıyor
oluşumuz. Algı, gözlem ve
kavrayış
konuları bir yana, tarih dışındaki bilimin
kendisine konu olarak saptadığı, terimleriyle
dile getirdiği,
hakkında önermeler yaptığı varlık, yine
o şimdi
içinde kalan varlık. Bilim
adamları
açıklamalarını yaparken
şimdi'yi
yakalayamasalar bile, onların açıklamalarının yöneldiği şey, şimdi' nin nesnesi. Oysa tarih, konumu
ve tanımı
gereği, şimdiki varlığı dışında kalan
geçmişe
yönelmek gereğinde. İşte sizin öbür bilimlerle
aranızdaki
uçurum bu, siz ise var olmayan bir şeyle, kimi
iz ve kalıntılara
dayanarak anlığınızda kurguladığınız soyut yapılardan ibaret
bir alanla uğraşıyorsunuz. Kurguladığınız yapıların karşılık olacakları, yani tekabül edecekleri bir şey yok.
Tarihçi kendisine
sataşan bu felsefeciye karşı yeni
bir saldırı
başlatmaya kararlı. Yalnız önce Augustinus'un
uslamlamasını
kullanarak yapmaya çalışmış olduğu şeyin kendi dışındaki bilimleri
soyut kurguya mahkum etmek olmadığını vurguluyor.
Kendi alanıyla
öbür bilimlerinkinin benzer ve sürekli olduklarını, birlikte tek bir bütün oluşturduklarını saptamak istediğini söylüyor. Augustinus 'un uslamlamasının asıl değeri, şimdi' yi zamanın öbür iki ögesinden, yani
geçmişle
gelecekten soyutlamanın, bizi saçma sonuçlara götürdüğünü ortaya koyuşundadır diyor. Sen, diyor felsefeciye, geçmiş çağların kalıntısı olan bir zaman kavramına takılmış kalmışsın. Buna karşı çağdaş küçükler fiziğini kullanıp durdun, ama başka bir
çağdaş fizik kuramının zaman
düşüncesine
getirdiği yenilik ve değişimierin sanki farkında bile
değilsin.
Bu kurarn 'şimdi dediğimiz şeyi geçmiş ve gelecekten koparmak şöyle dur-
sun,
onları bir tek boyutta birbirleri içinde eritiyor.
Zamanı
uzayın üç boyutuna eklenen dördüncü bir
boyut biçiminde
kavrayan böyle bir
yaklaşım
için şimdi'nin hiçbir özel konumu
kalmıyor.
Bu bakış açısından zaman boyutundaki her nokta bir şimdi olarak
düşünülebilir. Zamanın şimdi denilen o özel ortamdan
geçip
durduğu ya da aktığı gibi
bir inanç, biz insanların üç boyutlu algı yetisiyle
sınırlı
oluşumuz ve bilincimizin zaman boyutunda geleceğe doğru hareket ediyor olmasından ötürü.C4) Gerçeğin kendisinde kayıp giden
bir zaman yok.
Tarihçinin arkasına aldığı ve uzay ile zamanı dört boyutlu bir bütün olarak
kaynaştıran
düşünce, fizikteki görecelik kuramının etkisindeki felsefe türü.C5) Bu
zaman kavrayışı
uyarınca, zamanın bir
yönü, yani geçmiş ile
gelecek arasında
nedensellik ve ent- ropi ile
belirlenen genel bir ayrım olsa
da, bir yönü
geçmiş, öbür yönü de
gelecek olan bu boyutun her bir noktası eşit varlıksal değere sahip. Birbirinden hangi yönde ve
ne kadar uzakta olursa olsun,
zaman boyutu üzerinde
seçilecek her nokta şimdi olmak
hakkını
öbürleriyle eşit olarak
taşıyor.
Zamanda birbirinden oldukça uzak
iki nokta seçip her ikisine de bilinçli yaratıklar yerleştirsek, her ikisi de bulundukları tarihi şimdi olarak
kavrarlardı.
Biz bulunduğumuz bu yerde, içinde olduğumuz tarihe nasıl şimdi diyorsak, Jül Sezar
da bulunduğu
o tarihte kendi şimdi'sini yaşıyor. Şu anki bilincim için yirmi
yıl
önceki bilinç içeriklerim belki
artık birer anı, ama
o tarihteki ben için o bilinç şimdi'nin ta kendisi. O tarih-
4) Bkz. A. Eddingıon, Space,
Time and Gravitation, Cambridge,
1920, s. 51; H. Weyl, Philosophy ofMathematics and
Natural Science, Princeton,
N.J., 1949, s.l 16; A. Grünbaum, "The
Status of Temporal Becoming", The Phi- losophy ofTime, R. Gale, der., Humanities Press,
1968, s.338-345.
5) Örneğin,
bkz. Hans Reichenbach, The
Philomphy (if. Space and Time, Do-
ver: New York, 1958. Bu tür yaklaşıma giriş olarak bkz. B as C. van Fraas-
sen, An
Introduction to the Phi/osophy of Time and Space, Colombia, U.P., 1985.
teki
ben ve bilincim, bu tarihteki (şimdiki) ben
kadar gerçek ve somut
olarak yerli yerinde duruyor. Evet, Sezar için tarih
oldu diyoruz ama bu, onun zaman bölgesinin bizimkinden
daha az gerçek ya da varlıktan yoksun
olması
dolayısıyla değil. Sezar
bize göre geçmişte,
biz ise ona göre gelecekteyiz.
Onun şimdisi de, bizim şimdimiz
de, içinde bulunulan tarihe göreceli. Her
tarih için o tarihde bir şimdi bulunduğu gibi, her tarihteki evren de eşit değerde somut ve gerçek bir
varlık
taşıyor.<6l
Zamandaki
şimdi uzaydaki 'burası' gibi.
Neredeyseniz, bulunduğunuz
o yer sizin için burası oluyor. Başka yerler
size göre belli yönler ve
uzaklıklar
ötesinde kalıyor. Yine
de o yerlerin her biri ve içlerinde bulunan
her şey sizinle eşit ölçüde gerçek. İşte, diyor tarihçi, evrene,
varlığa ve zamana ilişkin olarak
böylesi bir doğru, bir
bakış
açısı saptadığımızda tarihin
ilgi alanının
da akla gelen her başka bilim
dalınınki
kadar somut, nesnel ve gerçek olduğunu görüyoruz.
Ne
var ki, felsefeci onun yakasım bırakmamaya iyiden iyiye kararlı. Şöyle diyor felsefeci: Dördüncü bir
boyut olarak düşünülen zaman kavramı sayesinde
araştırma
alanımza somutluk ve gerçeklik kazandırabileceğiniz doğrudur. Sizi kutlarım, çünkü bu çerçeve içinde öbür bilimlerden bir başkalığınız kalmıyor. Yalnız, pek farkında değilsiniz ama bu sonucu oldukça yüklü bir fiyat karşılığında elde ettiniz. Siz efendim, artık bir
kadercisiniz ve evrenin geleceğinin şimdiden her bir ayrıntısına değin belli olduğunu, bunun
değiştirilmesinin
olanaksızlığını öne sürmek durumundasınız. Çünkü zamanı bir boyut olarak kavrayıp onun
her noktasına
eşit bir gerçeklik yükleyince, geleceği de, tıpkı geçmiş gibi, hem gerçek hem
de değişmez
kılıyorsunuz. Buna
göre
geçmişi değiştirmek nasıl elimizde
değilse,
geleceği de değiştiremiyoruz. Geleceğimiz-
6) Dört
boyutlu evren düşüncesinin varlıkbilimsel bir savunusu için bkz. D. Williams,
"The Myth of Passage", Journal of Phi/osophy, 48 (1951).
de
bulunan olaylar, en ufak ayrıntılarına kadar gelecekteki o tarih-
Ierinde (şimdi
değilse de) şimdiden durup
duruyorlar. Biz onları, o tarihlere ulaştıkça yaşayacağız. Benimsediğimiz görüşe
göre gelecek, şimdiki zaman
ileri doğru
kaydıkça biçimlenen bir
şey
değil. Size göre gelecek
şimdiki zamana dönüşürken oluşmuyor; olduğu gibi yerli yerinde. Bu açıdan sizin
konumunuzun belirlenirncilik ya da determinizmle bir ilgisi yok. O görüş, doğadaki yasal düzenliliğin, gelecek olayların nasıl biçimleneceklerinin kestirilmesine olanak verdiğini öne sürüyor. Şimdiden biçimlenmiş olmayan geleceğin, sıkı nedensel yasalar bağlamında, şimdiki zamana dönüşürken nasıl biçimleneceğinin önceden kavranabilir olduğunu söylüyor. Size göre ise
geleceğin
oluşması, gerçeğe dönüşmesi diye
bir şey yok; o zaten şimdiden var
ve olduğu yerde durup duruyor. Gelecekteki olaylar da şimdi yaşadıklarımız kadar somut ve gerçek. Onlara
doğru kayan bilincimiz, bir tren
yolcusunun, gittiği
yöndeki duraklardan bir bir geçişi gibi,
tarihi gelen her olayı
yaşayarak zaman
boyutundaki yoluna devam edecek. Siz böylesi bir
kaderciliğe
razıysanız 'gerçekçi' tarihçiliğinizi dört boyutlu
evren kavramına
dayandırmanızda sakınca yok.
Tarihçi ile
hırslı felsefeci arasındaki tartışmayı burada kapatıyorum. Tartışma daha sürdürülemez miydi? Tabii ki sürdürülürdü, çünkü henüz yeni başlamıştı ve
zamana ilişkin
görüşlerden ancak
belli bir kaçma
değinebilmişti. Böylesi bir
tartışma,
zaman konusunda oldukça zengin
olan felsefi yayın birikiminden de yararlanılarak epey uzatılabilir. Acaba kim kazanırdı? Ben
tarihçinin
kazanmasını isterdim,
çünkü onun yaptığı işe bir çoğumuz gibi
ben de büyük
değer veriyorum. Ancak kanım, sonuçta hırslı felsefecinin ağır basma
şansının
daha büyük olduğu. Bu felsefeci, tarihçinin karşısına bir
dilemma çıkarıyor.
Onu birbirinden beter iki almaşıktan birini seçmeye zorluyor.
Tarihçi ya geçmişteki olay
ve nesnelerin somut varlıktan
yoksun şeyler olduklarını onayiayıp
kendi
uğraşı
alanını doğruluğa temel
sağlamayan
bir soyut kurguya
indirgeyerek tarihin bilimselliğine gölge düşürecek ya da kaderciliğe dört elle sarılmak gereğinde kalacak.
Tabii
ki çıkar yol dilemma'yı yadsımaktan geçiyor; bunun için de
geleceği,
somut varlığın dışında, henüz gerçeğe dönüşmemiş bir zengin olanaklar alanı olarak
düşünüp,
yalnızca şimdiyi ve
geçmişi
gerçek sayacak bir tutarlı zaman
kuramı
oluşturmak gerek. Ne var ki böyle bir
kuramın,
zamanı bir boyut olarak kavraması olanaksız, çünkü bu boyutun iki yönünden birini
kesrnek için
seçeceği her nokta gelişigüzel, yani keyfi olmaya mahkum. Sorun şim- di'yi
varlığın içinden kaynadığı bir pınar, geçmişi de ondan sonsuz uzaklıklara doğru
akan bir dere imgesine göre kavramayı, keyfi olamayan ilkelerle nasıl
temellendirebileceğimize ilişkin.
Varlığı yalnızca şimdi ile sınırlayan zaman
anlayışının temelinde gayet tutarlı bir ilke var; o da deney. Deneyin bize
gösterdiği şey, tüm varlığın şimdiki zamanın içinde bulunduğu. Şimdi'yi
tahtından indirip geçmiş ve geleceğin tümünü eşit olarak var kılan öbür
anlayışın temelindeki ilkeyse, zamanın uzay gibi ve onunla bütünlük içinde
bulunan bir boyut olduğu düşüncesi. Bu her iki ilke de temele konabilecek
türden, tutarlı ve gelişigüzelliği dışlayan şeyler. 'Dere ve kaynağı' modeliyse
bir eğretileme, yani metafor olarak ilginç olsa da temel ilke olarak
alınamayacak kadar keyfi kalıyor. Örneğin, varlık kaynağının neden şimdiki
zamanda olup da geçmiş veya gelecekteki başka bir noktada bulunmadığı, var olmasına
karşın geçmişin neden gözlemlenemediği, öylesine zengin ve düzenli olan varlık
içeriğinin bu kaynağa nereden geldiği, bir yeraltı suyu gibi pınarın altında
yatan gizli bir geleceğin bulunup bulunmadığı soruları gündeme geliyor.
Tutarlılık ve ilkesellik çerçevesi içinde çözümleri oldukça güçmüş gibi duran
bu sorunlar, tarihin bilimsel saygınlığının korunabilmesi için aşılması
zorunlu olan şeyler.
Son
bir seçenek daha var. O da kuramsal göreceliğe kaymak, yani modası giderek
yaygınlaşan
'köktenci' ve modern düşünceyi dışlayıcı tutumlara sığınmak. Söz gelimi denebilir ki bizden bağımsız bir
gerçeklik,
evrensel nitelikli bir doğru, zaten
bir felsefe mitosundan başka bir
şey
değil. Her ilgi alanı, her
kuram, kendi varlıksal
dünyasını, kendi doğrusunu, kendi
bütünsel
çevresini içinde kurar.
Dolayısıyla
üzerinde bilimin yapılandırıldığı alanın dışsal anlamda varolmaması veya gerçek olmaması zaten bir sorun değildir. Tarihteki
gerçeği ve doğruyu tarih
söyleminin
kendisi yaratır.
Benim
tutucu bir modernlikte ısrarlı olan
kanım,
böyle yolları izlemenin
düşünce ve bilgiye önemli zararlar
vereceği,
üstelik uygarlık için büyük zaman
kayıplarına
malolacağı yönünde; ancak,
bu kaygıları
burada tartışacak değilim. Ben yalnızca, göreceliğe sarılanın sindirrnek gereğinde olduğu bir sonucu dile getirmek istiyorum.
Bu yolu tutan tarihçi,
aynı kanıt, belge ve veriler üzerinde birbirleriyle
tutarsız
birden çok kurarn
oluşturulmasına,
yani aynı belgelerle
farklı tarihler yazılmasına izin vermek zorunda. Üstelik bunların birbirleriyle karşılaştırılamaz, yani eşölçülemez şeyler olduklarını da onaylamak durumunda kalacağı için, geçmişte meydana gelenlerin tek ve tutarlı bir
gelişim zinciri oluşturduğunu öne sürmesi artık mümkün olmayacak. Bilgi ve doğruya ilişkin tek merkezciliği yıkan böyle bir yaklaşım için özenli bir araştırmacılıkla temellenip 'yan tutmayan'
tarihin, kendi içlerinde
tutarlı oldukça, resmi,
milli, dinsel ya da ideolojik tarih öykülerinden daha saygın veya
yetkeli bir konumu kalmayacak, bunların her
birinin doğruluğunun
kendi içinde oluştuğu kabul edilecek. Protagoras'ın ünlü deyişini uyarlarsak, bu yaklaşıma göre, "Kuram her şeyin ölçüsü", kılınmış olacak.
II. BÖLÜM
BİLİM, BİLGİ VE KUŞKU
(1997)
Bilim
ve felsefe, doğruluğu
amaçlayışları ve
bunu dogmacı olmayan bağımsız yöntemlerle kavramaya çalışışiarı açısından, bütün öbür entelektüel etkinliklerden farklıdırlar. Onları aynı yolun, yani doğruluk yolunun
bağımsız
yolcuları olan iki kardeş gibi
görebiliriz.
Bu benzerliklerine karşılık onlar
birbirleriyle özdeş olan şeyler de
değiller
ve ayrıldıkları nokta da, onları doğruluğa götüren bağımsız yöntemlerinin
seçiminde. Felsefe mantıksal uslamlamayı, ya da çıkarımsal yöntemleri kullanırken, bilim için hem
doğrunun
bulunması hem de sınanması, son
kertede deney dediğimiz
şeye, yani duyularımızla edindiğimiz algıya dayanır.
Felsefe
savlarının
en azından bir
ölçüde bilimsel doğruluklara dayandınlması ve böylece felsefe
kuramlarının
bilimden destek alması istenilen
bir şeydir.
Örneklerine sıkça rastlanan
böyle bir durum, bilimsel önermeleri felsefe
savlarını
temeliendiren uslamlamalar (argümanlar) içinde öncü! olarak kullanınakla elde edilir.
Peki bilimin de felsefeye dayandınldığı olmuyor mu? Belki ilk bakışta açıkça görülmese de, böyle bir
şey,
öncekinden çok daha
kuvvetle geçerlidir.
Bilimin hemen her dalının en
temelindeki birçok
önermenin doğruluğu, kimi
felsefi savların
doğruluğunu önkoşul olarak
varsaymak gereğindedir.
Böylesi felsefi savları açıklamak içinse, çok sayıda felsefe kuramı birbiriyle
karşıtlık
ve yarış durumundadır. Kısacası bilim, aslında felsefi
payandaların
ayakta tuttuğu sütunlar üzerinde yükselen bir yapı konumundadır. Burada bu payandalardan yalnızca biriyle,
ancak bilim açısından
en önem-
li
olanıyla
ilgileneceğim. Bu,
deneyin bize bilgi verip veremediğine ilişkin olan
sav.
Bilimin
deneysel bir temele dayandırılması,
Yeniçağ'dan beri köklü olarak
yerleşmiş
bir gelenektir. Bilimsel olduğu öne sürülebilecek her önerme, ya
doğrudan
ya da dolaylı l
hrak, tek başına veya başka önermelerle birlikte doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir olmak anlamında, deneyde
sınanır.
Bu anlamdaki deneysellik bilimin
bir ayıncı
özelliğidir; deneysel
olarak doğruluğu
sınana- mayan olguya ilişkin bir
inancın bilimsel olamayacağını öne süreriz. Öte yandan
bilimsel önermeler
bilgi önermeleridir. Bilimsellik iddiası, "gerekçelendirilmiş doğru
inanç" anlamında bilgi
olmak iddiasıdır.
Bilgi olmayan bir bilimi söz konusu
etmek bile istemiyoruz; bilgi olmayan bir sav, gözümüzde bilim
olmak değerini
yitiriyor. Bilim, hem deneye dayanmak hem
de bilgi olmak durumundaysa, deneyin bilgiye kaynak olduğunu da,
kendisi için bir çıkış noktası, bir apaçık doğruluk olarak varsaymak gereğindedir.
Peki
deney bilgiye gerçekten
de kaynak olabilir mi; deney
bilgi üretebilir
mi? Bilim açısından, bırakınız yanıtianmasını bir yana, bu soruyu sormak bile saçma konuşmaktır. Her şeyden önce, bilimin varlığı bu
soruyu olumlu olarak yanıtlamaya bağlı olduğuna göre, soruyu
sorarak olumsuz yanıtı
gündeme getirmek, bilimin bütününün bir
anda çöpe
atılmasını da gündeme getiren
bir şey. Bilimin bu soruyu saçma sayışının daha önemli başka bir nedeni var. O da, bilimin
deneysel olan gerekçelendirme
yöntemi dolayısıyla, deneyin
kendisine ilişkin olan bu soruyu yanıtlama olanağından yoksun oluşu. Böyle bir soru deneysel olarak yanıtlanamayacağı için, bilimin de onu yanıtiayacak bir verisi, bir donanıını yok.
Deneyin bilgiye kaynak olup olamayacağını yine deneyin kendisiyle nasıl sınayabilirsiniz ki? Deneyin bilgiye kaynak olduğuna deneysel bir önerme olarak
bakmak, böyle bir tutumun kendisinin de deneysel
olup olmadığı
sorusunu çağıracağından, kapıyı bir sonsuz
gerilerneye
oracıkta
açıverecek. Deneyin bilgiye kaynak olduğu ya
da olmadığı,
deneysel bir önerme değil; bu nedenle bilimsel de değil. O,
tipik bir felsefe sorununu dile getiriyor. Bu, epistemolojinin, yani bilgi kuramının en
belli başlı
sorunlarından biri.
Başta da belirttiğim gibi bütün bilim,
felsefenin bu soruya vereceği olumlu
yanıt
üzerinde yapılanıyor.
Bilginin
gerekçelendirilmiş
doğru inanç olduğuna değindik. Bu
tanım, her ne kadar felsefe açısından yeterli
sayılabilecek
bir belirleme sağlamıyorsa da, belli ayrıntılara girilmediği sürece yaygın olarak onaylanan bir saptamadır. Doğruluğu, taşıdığımız bu inancın bilgi
olabilmesine koşul
saymasıysa, onun özellikle onaylanan bir yönü. Buna
bağlı olarak, deneyin bilgi üretip üretmediğini anlamanın en
iyi yolu, deneyin temellendirdiği
inançlarımızın doğrulukça güvenilir olup
olmadıklarını
ortaya çıkarmaktır. Eğer deney doğruluğu güvenilir bir biçimde yakalıyorsa, onun bilgiye ve bilime kaynak olabileceğini öne sürmek için bir gerekçemiz var
demektir. Öte yandan, deneyin doğruyu yakalatadığı kuşku götürüyorsa, kuşkunun bulunduğu yerde kesinlik ve doğruluk güvencesi de bulunamayacağından, deneyin bilgiye kaynak olduğu ileri
sürülemeyecektir.
Bu
son noktayı yeniden vurgulamakta yarar var. Doğruluğu kuşkulu olan önermelerin bilgi olamayacağı öne sürüldü. Şu gerekçeyle: Bilgi için doğruluğun güvenilirliği ve kesinliği esas
olduğundan,
kuşku ve bilgi bir arada bulunamayan
iki karşıttır
dendi. Burada bir yanlış anlamaya
yol açmayalım.
Bilgi için doğruluğun güvenilirliği ve kesinliğini kuşkuyla karşıtlık içinde
gösterdik; ancak şöyle düşünen birisi çıkabilir: "Bilim
zaten kesin değildir
ve bilimden kesinlik beklemek 17.
yy anlamında
bir bilgi kavramını varsaymaya
dayanan bir şeydir. Oysa bugünün bilimi
kesinlik yerine belli olasılıklar içinde geçerli olan doğruluk ve
bilgiyle ör41-
müştür. Öyleyse kuşku bu
çağdaş anlamdaki bilimsel bilgiyi zaten
tehdit
ediyor olamaz." Peki böyle bir
itiraz ne kadar geçerlidir?
Şimdi böyle bir eleştiri her
şeyden
önce kesinlik dediğimiz şeyi belirlenimle, yani sonraki bir
durumun doğa
yasalarınca önden belirlenmiş olmasıyla karıştırmak yanılgısına düşüyor. Bir bilimsel önermenin belli
bir olasılıkla
doğru olması, olasılığın bir
anlamında önermenin nasıl bir sıklıkla doğru olduğuna ilişkindir. Bir başka deyişle, belli bir olasılıkla doğru olması, bizim öznel sınırlanımla- rımızdan bağımsız bir şekilde, bu
önermenin
bir belirlenim değerinde
kesin olmaması,
yani, olasılığının I 'den düşük olması demektir. Buysa, o önermenin kuşkulu olmasıyla aynı şey değildir; tam tersine, doğruluğunun söz konusu olasılık içinde güvenilir olması, yani kuşku götürmemesi demektir. Bir başka anlamdaysa,
olasılık,
yaptığımız bilimsel ölçümlerdeki hata payını dilegetiriyor
olabilir. Olasılık
kuşkuyu bu anlamda da dışlayacak, belirtilen sayısal değer çerçevesinde bilmeye zemin sağlayacaktır. Olasılık, yüzde olarak ifade edilen belli bir sayısal değer çerçevesinde doğruluğu ve dolayısıyla da bilmeyi içerdiği ölçüde, bilime yarayan bir şeydir. Oysa
kuşku, hem sözkonusu sayısal değeri hem de öner- ıneyi o olasılık içinde biliyor olmayı, güvenden yoksun ve belirsiz kılınayı amaçlar. Kuşku, zihnin ya da onun düşündüğü konunun
doğruluk
ile yanlışlık arasında gidip geliyor olması, yani
güvenilir
olarak herhangi bir doğruluk değerine bağlanamaması demektir. Üçüncü bir
anlamda, "olası
olmak" deyimini daha öznel bir
içerikle kullanıyoruz. Burada, bilgi oldukları iddia
edilen savlara ilişkin bir tür inanılırlık, güven ve kesinlik derecesinden söz etmekteyiz.
Bir inancı bu anlamda olası bulmak,
o savdan çok, bizim ona karşı nasıl yöneldiğimizi, ona ne ölçüde güvendiğimizi ilgilendiriyor. Ancak bu son anlamın, bilimin
ve bilginin içlerinde
ifade bulduğu önermelere değil, daha çok o önermelere ilişkin olarak yaptığımız saptama,
yargı ve değerlendirmelere uygulandığını gözardı etmemeliyiz. Dolayısıyla burada değindiğimiz konuların hiçbirinden bi-
Jimsel
bilgi olması
iddiasındaki bir
önermenin
olası olmak koşuluyla kuşkuyla bağdaşabileceği gibi bir sonuç doğmuyor. Kuşkunun varlığının bilgiyi
dışladığı
görüşü, tersine daha da güç kazanmış oluyor.
Bir
ruhsal durum olarak kuşku, uslamlamalarla gerekçelen- dirilmiş olan kuşkuyla aynı şey değildir. Bunlardan ikincisi, geçmişi düşünce tarihinin derinliklerine uzanan
bir felsefi yaklaşım
geleneğini, bir felsefe okulunu oluşturuyor. Belli bir konuya yönelik
olarak kuşku
duymayı ussal gerekçelere dayandıran ve bu yaklaşımın güdücü ilkesi yapan felsefe tutumuna "Kuşkuculuk" diyoruz. Kuşkuculuk, tarih içinde çeşitli konulara yönelmiş, örneğin uslamlamalarını fiziksel dünyanın varlığına, Tanrı'nın varlığına
yönelttiği gibi, deneysel bilginin varlığına da
yöneltmiştir.
Doğruya ulaşmak için deneye güvenilemeyeceğini, dolayısıyla da bilgiyi deneyle
temellendirmenin olanaksızlığını
gösterıneyi amaçlayan kuşkuculuk türü, kuşkucu yaklaşımlar arasında en eskidir ve kökeni
Demokritos'a dayanır.
Böyle bir kuşkuculuk Sofistler'in
felsefelerinde yer aldıktan sonra,
Platon'ca da eleştirel
amaçlarla kullanılmış, daha
sonraları,
Pyrrhon'un önderliğinde bir okul haline getirilerek, İ.Ö. 4.yy'dan,
İ.S. 3.yy'a değin varlığını kesintisiz korumuştur. Hıristiyanlığın felsefi temellerini oluşturan Augustinus'un
kuşkuculuğa
karşı açıkça tavır alışından sonra,
kuşkuculuğun
felsefe gündeminden çok uzun bir süre tam
olarak silindiğini
görüyoruz. Karanlık yüzyıllar ve
Skolastik dönem boyunca, yani yaklaşık 12
yüzyıl
süreyle, kuşkucu düşüneeye izin
verilmemiştir.
Bizans'ın Türkler'in eline
geçişi
dönemlerinde Batı'ya kaçırılan kitaplar
arasında,
onca yüzyılı bir
kütüphanede
unutulmuş olarak geçiren, İlkçağ kuşkucularının sonuncusu olan Sekstas'un kitabı da
.vardı. Sekstas'un kitabının Rönesans'ın bağnazlığa başkaldıran
düşünsel ortamında ortaya
çıkmasıyla
yeniden keşfedilen kuşkuculuk çok etkili olmuş ve
Yeniçağ
düşüncesi ve yaklaşımının oluşturulmasın-
daki
belli başlı etki kaynaklarından birini meydana getirmiştir. Yeniçağ düşünür ve bilim adamları arasında kuşkuculuğu ciddiye alıp tartışmayanı yok gibidir. Kuşkuculuk aynı zamanda Yeniçağ felsefesinin epistemolojiyi temeline almasının da
ardında yatan başlıca etmendir.
Yeniçağ epistemolojisini
büyük
ölçüde Descartes kurmuştur. Kuşkucu yaklaşımı sarsılmaz bir doğruluğa ve
bilgiye ulaşmak
için araç olarak kullanmış olan
Descartes'ın
kendi felsefi inançlarının kuşkuculukla bir ilgisi yoktur. Ne var ki, yöntemsel bir
amaçla olsa da, düşünce tarihinin
gördüğü en keskin ve kuvvetli kuşkucu uslamlamayı yine o geliştirmiştir. Bu uslamlamayı filozofun belki de en önemli başyapıtı olan Meditasyonlar'da (özellikle 1.
Medi- tasyon'un başlangıcından
itibaren 3-5. paragraflar ve 6.
Meditas- yonun 7. paragrafında)
buluyoruz. Olasılığı düşük olan bir yanılma payını göz önüne alıp, belli gerekçelerle bunu her türlü deneye
yayan bu argümanı kısaca özetleyelim. Descartes algının kimi
durumlarda yanılabildiğini gözlemliyor. Bu tür yanılgılar değişik biçimlerde
gerçekleşebiliyor. Gördüğümüz şeyleri yanlış tanıyabildiğimiz gibi, onları olduklarından farklı biçimlerde de duyumlayabi- liyoruz. Örneğin düşen bir yaprağı, üzerime doğru gelen bir taş sanıp ürktüğüm olduğu gibi, çok sıcak bir
odadan sokağa
çıktığımda dışarısının ne
denli soğuk
olduğunu ilk başta pek
farkedemediğim
durumlar da oluyor. Yanılsamalardan başka, çok daha seyrek olsa da sanrı görebiliyoruz. Sanrıya benzer olarak, karşımızda aslında varolmayan şeyler görmemiz biz uykudayken gerçekleştiğinde buna düş görmek diyoruz.
Düş,
insanın sıklıkla gördüğü bir
şey. Hepsinde olmasa da birçok düşte, gördüklerimizi gerçek sanabiliyoruz. Böylesi yanılmalar, farkedildikleri zamanlar düzeltilebildiklerin- den, zararsız şeylerdir. Farkedilmediklerindeyse, yanlış olan
bir şeyi doğru sanmayı içerdiklerinden bizi aldatmış olurlar.
İşte Desear- tes'ın üzerinde durduğu da, kimi zaman algının bizi
böylece alda-
tabiieceği olgusu.
Aldanmanın
başlıca nedeni, yanlış olan
bir algının
içeriğinde bu yanlışlığa belirti
olan, yani onu ele veren bir ipucu bulunmaması. Yanılgılı algılarımızın bir köşesinde küçük bir kırmızı nokta(!)
ya da başka bir işaret bulamıyorum; bunlar doğru algıdan söz gelimi daha silik olmak gibi bir
nitelikle de ayırt edile- miyorlar. Örneğin kendimi
bilgisayarın
karşısında yazı yazıyor olarak
algıladığım
kimi durumlarda, birden irkilip uyandığım ve
aslında
yatağımda düş görüyormuş olduğumu farkettiğim olmuştur. Peki, diyor, Descartes gibi düşünen biri,
şu anda da bana bilgi- sayann karşısında yazı yazıyormuşuro gibi geliyor. Önümde monitörü, onun altında klavyeyi
ve üzerinde
dolaşan ellerimi görüyorum;
bunu bana gerçeği
gösteren doğru bir
algı olarak yorumluyorum. İyi de,
bir saniye sonra yatağımda
gözlerimi açıp bütün bunların bir
düş
olduğunu farketmeyeceğim ne
malum? Şimdi de, farklı, fakat
benzer bir durumu düşünelim:
Laboratuvardaki aygıtlar üzerinde okuduğum verilere ilişkin olarak
kimi zaman aldanabilmiş
olduğuma göre, şimdi doğru olduğu inancıyla okuduğum verilerin de yanlış olabilmeleri
söz konusu değil mi?
Kimi
zaman algım beni aldatabildiğine göre, algımın doğru olduğunu
düşündüğüm şu an
da aldanıyor
olabilirim. Deneylerimin ben farkında olmadan
şu an yanılgılı olmaları söz konusu ola- biliyorsa, onların ben
farkında
olmadan çoğu kez,
hatta her zaman yanlış
olmaları da söz konusu
olabilir. Demek ki, hiçbir
algının, hiçbir duyurnun
doğruluğu
tam olarak güvenilir değildir. Yani her deneyin doğruluğu kuşkuludur. Kuşku bilgiyi dışladığına göre de, algı ya
da deney bize bilgi veremez; bilgiye kaynak olamaz. Kuşkucu
uslamlama, deneyin bizi aldatabilme olanağının, olasılıkça düşük olsa bile, her algı için söz konusu olabileceğini, dolayısıyla her algının kuşkulu olduğunu gösterdi. Ne var ki, eğer buna
göre deney bilgiye kaynak olamıyorsa, deneysel olan bilim de, gerçeğe ilişkin doğruları bulup saptayan bir şey olmak
yerine, bugüne
şu
ya
da bu biçimde
yararlı olmuş kimi
uzlaşımların
dizgesel bir yapısından başka bir şey değil. Eğer kuşkucu haklıysa, genelde düşündüğümüz anlamdaki bir bilimin varlığından söz etmek de çok zor.
"Epistemoloji"
sözcüğü,
geniş bir anlamda, bilgi konusuyla uğraşan felsefe
demektir. Aynı
sözcük bir başka anlam
daha taşıyor ve bu ikincisine göre "epistemoloji"
bilgisinin nasıl
mümkün olduğunu gösteren bir
kuram, yani "bilgi kuramı" demek. Yeniçağın tüm önemli filozotları, başta Descartes olmak üzere, bu
ikinci anlamdaki bir epistemoloji kurmak için büyük uğraş vermişlerdir. Bu anlamda epistemoloji, kuşkuculuğun rakibi, yani bilgi ile bilimin varlığını, olanağını korumayı amaçlayan bir felsefe çalışmasıdır. Aynı gerekçeyle, bilgi kuramının varoluş nedeni de kuşkuculuktur. Eğer kuşkuculuk diye bir şey olmasaydı, bilimin varlığı dogmacı temellere dayanacak, onun temeli
ve geçerliliği
hakkında hiçbir soru
sorulmadığı
gibi, ortada temeli destekleyen
felsefi payandalar, yani bilgi kurarnları da
bulunmayacaktı.
Bilgi kuramları, kuşkuculuğu sınırlamak amacıyla
birçok farklı yol
denemişlerdir.
Örneğin Descartes bu amaçla bilginin
temelini deneysellikten usun kendiliğinde doğuştan varolan apaçık doğrulara kaydırmayı önermiş, Ber- keley deneyciliği koruyup, kuşkuculuğu nesnel bir dünyanın varlığını yadsıyarak durdurmak yolunu tutmuş, Locke
ise algının bir bölümünü kuşkucuya feda ederken birincil nitelikleri
konu alan diğer bir bölümünün kuşkucudan etkilenmediğini göstermeye
çalışmıştır. Ne
var ki, o gün
bugün, bilgi kuramı, kuşkucu uslamlamayı çürütmeyi
başaramamıştır.
Bu
yazıyı okuyan kimileri, yukarıda özetiediğim kuşkucu uslamadan ikna olmamış olabilirler.
Alt tarafı, arada bir seyrek olarak aldanabiliyouz
diye tüm bilimi nasıl ve
hangi yetkiyle gözden çıkarabiliriz ki? Böyle düşünenler, felsefecilerin kendi aralarında bir kaşık suda
yarattıkları
bu fırtınaya dudak
büküp
geçeceklerdir.
Ancak unutmamaları
gereken şu nokta
var: Felsefe bir ikna
sanatı, ya
da okuru, dinleyici etkilerneyi amaçlayan bir
çaba
değildir. Öyle bir
çaba, felsefe değil hatiplik
sanatı ya da reıorik gibi
bir şey olurdu. Felsefede amaç ikna
etmek değil,
mantıksal gerekçe vermektir.
Mantıksal
gerekçelere karşı çıkışsa yine
mantıksal
gerekçelerle, yani
eleştirel
argümanlarla olur.
Tüm
bunları "abesle iştigalmiş" gibi görmeyi, gözünü ussal gerekçelere kapamak ve bilim adına dogmacılık yapmaktan ayırt etmekse
çok zordur.
Kuşkucu uslamlamanın çürütülmesinin ne denli güç bir
şey
olduğunu görmek için, ona
karşı
yapılabilecek belli
başlı
itirazları kısaca gözden geçirelim:
1)
Kuşkucuya karşı çıkışımıza, algının bizi aldattığı durumlar çok seyrektir,
diyerek başlayabiliriz.
Bunlar dışında deney
bize hep doğru
olanı verdiğine göre, algı çoğunlukla RÜvenilir olan bir yetimizdir. Çoğunlukla güvenilir olan bir şeyin bilgi
ve bilime temel olamayacağını öne sürmekse, düpedüz
haksızlıktır, diyebiliriz.
Kuşkucu bunu şöyle yanıtlayacak: Benim uslamlamamın amacı, diyecek, deneyin sıklıkla ya
da her zaman yanıldığmı
göstermek değildi ve
ayrıca ileri sürdüklerim arasında da böyle bir
şey dile getirilmedi. Vurguladığım şey, ne zaman aldandığımız belli olmadığına göre, doğru olduğu sanılan her algının aldanıyor olmak kuşkusuna açık olacağıydı. Algıya "çoğunlukla"
güvenilir demek, onun insanı arada
bir ve ne zaman olduğu belli olmayacak biçimde aldatabileceğini de onaylamaktır. Dolayısıyla bu riskli bir güvenilirlik, yani kuşkulu bir
şeydir.
Kuşku bilgiyi dışladığına göre, algının bilgi verernediğini de onaylamak gerekir.
2)
Descartes'ın bu kuşkucu uslamlamasının, yalnızca içinde bulunulan zamandaki deneyin güvenilmezliğini gösterdiğini vurgulamayı deneyebiliriz. Çünkü belli
bir süre
geçtikten sonra, geçmişte kalan
deneylcrimizi incelediğimizde,
bunlardaki yanılgıları aldanmadan saptayabiliyoruz. Örneğin düş görürken onu gerçek sanmış olsam bile, ertesi sabah bir önceki geceyi
düşündüğümde
eski
düşlerim
beni artık aldatamıyor. Laboratuvardaki aygıtın gösterdiği sayıyı okuduğum anda aldanabilsem bile, daha
sonra yaptığım
çeşitli kontroller ve karşılaştırmalarla, yanılgılı algıları ayıklayabilecek bir durumda oluyorum. Kısacası, yanılgılı algılar yaşantımızın geri kalan deneyleriyle tutarlı olmayan
algılar.
Bu tutarsızlığı hem'en o unda farkedemesek bile,
daha sonra geriye dönüp bakarak, onları başka algılarla karşılaştırma olanağı
bulabildiğimiz için, deneyi
yanılgılardan
arındırmak olanağına da
sahibiz.
Kuşkucu bu
karşı
çıkışı da şöyle yanıtlayacak: Yukarıda öne sürdüğünüz
görüşlere bakılırsa, diyecek,
içinde bulunulan zamanın deneysel
bilgisi mümkün olamasa da, geçmiş olayların deneysel bilgisi söz konusu
olabilmeli, Oysa, pratik açıdan değerlendirildiğinde, içinde bulunulan
zamanın bilgisi geçmişinkine göre çok daha önemlidir. Çünkü ancak böyle bir
bilgiye dayanarak varlığımızı
sürdürebilir, geleceğimizi denetim
altında tutabiliriz. Örneğin kendimi,
uzaktan bana bir tren yaklaşırken rayların üzerine bağlıymış gibi bir durumda görüyorsam, bunun bir düş olmadığının bilgisi, benim için son
derece yaşamsaldır;
bekleyip de onun bir düş olup
olmadığını
daha sonra tutarlılığını denetleyerek saptamaya razı olamam.
Öte yandan geçmişin deneysel
bilgisi de zorunlu olarak belleğe, yani
anılara
dayanması gereken bir şey olacak.
Bellekse, doğruyu
vermekte algıdan da
az güvenilir
olan bir yetimiz. Anılarımız algımızdan çok daha
bulanık oluyor. Dolayısıyla, şu anın deneyi yanılabi- len
bir şeyse,
anımsadığım geçmiş deneylerim,
onun iki katı
yanıla- bilen şeyler olmalılar. Son olarak, gelelim yanılgılı deneyin
tutarsız
olduğu kanısına: Tutarsızlık hiç de
kesin olan bir gösterge
değil. Çünkü tüm yaşantıınızia tutarlı olabilecek
bir yanılgı,
mantıksal açıdan olanaksız değil. Belli koşullanmalarla çok sayıda kişinin uzunca bir süre, birbiriyle
tutarlı olan sannlar görmeleri bile
söz konusu. Örneğin kimi
zaman çok
sayıda insan "uçan daireler",
ya da belli hocalar aracılığıyla
"cinler" gördüklerini iddia edebiliyorlar.
3)
Peki
ya bilimin göz
kamaştıran başaniarına ne
demeli? Eğer bilim dediğimiz şey tutarlı bir uzlaşımlar dizgesinden
ibaret olsaydı,
onun aracılığıyla doğanın güçlerini denetleyemez, teknolojideki başarılarımızı ve geleceğe yönelik bilimsel tahminlerimizi ger- çekleşliremezdik. Deneysel bilim gerçekten de
bir bilgi olmalıdır.
Kuşkucu, bu
karşı
çıkış önünde de,
dikkatimizi bilimin başarısına
ilişkin bir yanılgı, bir
aldanma içinde bulunuyor olabileceğimiz konusuna çekecek. Bilime
hep tek yanlı
yak.laştığımızı, onun
başarısızlıklarını
görmezden geldiğimizi, oysa
bu alandaki başarısızlıkların
başarılardan daha
çok
olduğunu anımsatacak. Ancak
daha önemlisi, başarının doğruyu yaratamayacağını, nice yanlış inancın yine de başarılı olabildiğini belirtecek.
Descartes'çı kuşkuculuğun, sınırlarda seyreden bir uslamlaması daha var. Bunu son zamanlarda sıkça yapıldığı gibi "fütürist" bir biçimde dile
getirmek istiyorum. Şöyle bir senaryo düşünün diyor kuşkucu: Siz
dün gece uyurken günümüzdekinden çok daha ileri bir bilim ve
teknolojiye hakim durumdaki bilim adamları evinize girip, sizi bayıltmış, sonra
da laboratuvara götürüp beyninizi kafatasınızdan çıkartmış ve onu sıvıyla dolu
bir fanus içine
yerleştirdikten
sonra, belli duyum merkezlerine bir takım kablolar
takıp,
bunları deneysel uyarılar veren
makinalara bağlamış
olsunlar. Bu makinaların sıradan günlük bir yaşamın bütün algılarını tamamen tutarlı bir
biçimde verebilen çok ileri
aygıtlar
olduğunu varsayalım. Şimdi siz
uyandığınızda
her şeyiyle sıradan, yeni bir güne başladığımza inanıyorsunuz ama, aslında şimdi oturmuş ve elinize aldığınız bu
dergiyi okumakta değilsiniz.
Gerçekte karşınızda dergi
falan da yok. Aslında bir dergiyi tutabilecek elleriniz
bile yok, çünkü sizin bir gövdeniz yok.
Siz fanus içinde bir beyin olarak tüm bu
"normal yaşam"
hayallerini, beyninizin uygun
yerlerine yerleştirilmiş
kablolar aracılığıyla makinaya daha önce kaydedilmiş çok ayrıntılı ve tutarlı bir
yaşam
öyküsü CD'sinden alıyorsunuz. Sizin
hiçbir algınız doğru değil, ama böyle olduğunu bilmediğiniz için, görüp
duyumladığınız her
şeyi
doğru zannedip aldanıyorsunuz. Bu öyküye konu
olan olayın
dün gece gerçekleştiritmiş olması nasıl bir mantıksal olanaklılıksa, siz bebekken, hatta doğmadan gerçekleşmiş olması da o ölçüde olanaklı. Yani sizin tüm yaşamınız bir düşten, bir
aldanmadan ibaret olabilir. Kaldı ki,
toptan hepimizin ki böyle olabilir ve tüm bir
insan ırkı olarak fanus içinde düş gören beyinlerden başka bir
şey olmayabiliriz. Böyle bir
durumda tüm deney bir aldanma olacağı için, deneyin tümüyle kuşkulu bir şey olduğu öne sürülmüş oluyor. Kuşkuculuk burada
insan kavrayışının
sınırlarını yakalıyor. Onu
durduracak ne deneysel, ne de mantıksal bir
yönteme sahip değilmişiz gibi
görünüyor.
Kuşkucu uslamlamayı felsefi
olarak çürütmeye
gücümüz yetmiyor.
Burada
kuşkuculuğa
karşı geliştirilen başka felsefi
itirazları,
eleştirileri ve
kuşkuculuğun
bunları nasıl karşıladığını tartışmayacağım. Sonuç olarak, bu yüzyılda, kuşkucu gerekçeleri felsefi olarak sınırlama projesinin
başarısız
kaldığını ve bilimsel yaşamımızı kuşkucu uslamlamalarla birlikte sürdürmeyi, birlikte yürütmeyi öğrenmemiz gerektiğini anlamış
durumdayız. Ancak nasıl bir
yaşam olacak bu? Kuşkuculuk karşısında ezilecek ve bilimimizin sonuçta bir
kurgu, bir uzlaşımdan
ibaret olduğunu onayiayacak
mıyız, yoksa kuşkuculuk önünde daha saygın ve
bilime yine de olanak tanıyan bir
konumda mı
bulunacağız?
Descartes'ın gününden 1960'lara değin, bilgiyi
olanaklı
kılmanın bir koşulunun kuşkucu uslamlamaların çürütülmesi
olduğu varsayılagelmiştir. Bunun
başarılamadığı
artık yaygın kanı konumuna geldiğinden, deneysel bilgiyi yine de olanaklı kılmak için, bu kez gündeme bilgi
dediğimiz
şeyin niteliğinden ödün verme
konusu getirilmeye başlanmıştır. Çağdaş epistemoloji içinde birçok düşünür böyle bir ödüne sıcak bakmak noktasına gelmiştir. Bu açıdan, Descartes'ın çağdaşı Pierre Gassendi'nin "yumuşatılmış bil-
gi"
kavramına
benzeyen kimi düşüncelere yaklaşanlar oluyor, bu günlerde.
Ben
başka bir kesim bilgi kurarncısını izleyerek, bilginin niteliğinden ödün verrnek yerine, kuşkucu uslarnlarnanın gücünün ve yıkıcı sonuçlarının belli bir noktada kendi sınırlarına ulaştıklarını ortaya koymaya çalışacağırn. Bir başka deyişle, bu uslarnlarnayı onaylarnak zorunda kalışırnızın deneysel bilgiyi ortadan kaldırrna- dığını göstermeye çalışacağırn.
Kanımca kuşkucu uslarnlarna
epis- ternolojiye ve dolayısıyla da bilime o kadar da büyük çaplı bir tehdit oluşturrnuyor. Anımsayalım; düşük bir olasılık olsa
da, her bir deneysel inancın kuşkusuz olmadığını saptadı,
Descartes'ın uslarn-
larnası.
Biz de şunu saptayalırn: Bu uslarnlarnayla başarılan, aslında bir şeyi bilip
bilmediği
sorgulanan ussal bir öznenin deneysel
inançlara
yönelik tutumunu etkileyen bir şey. Yani
öznenin
herhangi bir inanç ya
da önerrneye
ilişkin olarak "biliyorum"
deyip diyemeyeceğini
belirliyor. Dolayısıyla kuşkucu uslarnlarnanın, o deneysel önerrnenin bir
bilgi olup olmadığı,
ya da öznenin (önerrne- ye nasıl baktığından bağımsız olarak) kendiliğinde onu bilip bilmediği üzerinde doğrudan belirleyici bir etkisi yok. Özetle, kuşkucu uslarnlarna deneysel inançlarırnızın bizim için bilgi
olmadığını
saptamak yerine, o inançlar aslında bilgi olsalar da, onların bilgi
olduğunun
bizce bilinerneyeceğini gösteriyor. Şimdi bu noktayı daha
açık
kılmaya çalışacağım.
B
diye adlandıracağımız,
"Bugün hava yağrnurlu" gibi bir deneysel önerrne düşünelim. Kuşkucunun ileri sürdüğü tüm gerekçelere karşın, B 'nin yine de bir bilgi olması mümkün mü; mümkünse nasıl mümkün? Pencereden dışarı baktığırnda algıladıkları- rna dayanarak B 'nin doğruluğuna inandığım ve havanın gerçekten de yağrnurlu olduğu bir durumu düşünelim. Algının çoğunlukla doğruyu
verdiğini, kuşkucu dahil,
hepimiz onaylıyoruz;
bu da çoğunluktaki o dururnlardan biri olmuş olsun.
Şimdi bu koşullarda,
gerekçelendirilmiş bir doğru inanç olarak, ben B 'yi bilmek durumunda değil miyim?
Kuşkucu
uslamlamanın bu
bilmek durumu üzerinde
yapabileceği etki
nedir? Kuşkucu uslamlama bana buradaki inancıının ve
inancıının
deneysel temelinin (yani dışarı baktığımda gördüğüm şeyin) kuşkulu
olduğunu göstermiş oluyor.
Peki kuşkucu uslamlamayla karşılaşmadan önce, B 'yi bildiğim doğruysa ve bu durum ancak karşılaşma ertesinde
(içime konan kuşku yüzünden) bozulabiliyorsa, uslamlamanın sonucu bu bilgi durumunu ne
anlamda çürütebilmiş
olacaktır ki? Felsefeci olmadığı için kuşkucu sonuçtan ruhsal
olarak etkilenmeyen, duyularına aşırı güvenli (biraz da dogmatik kafalı) bir
kişi,
aynı koşullarda ve
anlatılan
nedenlerle, B'yi biliyor olmak durumunu sürdürmeyecek mi? Ben bu noktalara dayanarak, B
'nin kendiliğinde
doğru olduğu böylesi koşullarda, B
'nin biliniyor oluşunun
kuş^ucu uslamlama dolayısıyla çürütülmesinin, uslamlamanın özne
üzerinde bıraktığı ruhsal
etkiye dayandığını öne sürüyorum. Oysa böyle bir
kuşkucu
sonuç onaylanamaz; çünkü daha
önce de belirttiğimiz gibi, felsefe ruhsal açıdan etkilerneye
değil, ussal gerekçeler oluşturmaya dayanan bir iştir.
B
'yi biliyor olmak, bütün deneysel inançların kuşkulu olduğunu onaylamak yanısıra ve
de bununla çelişmeksizin
mümkün görünüyor: Gündelik yaşantıının parçası olarak dışarı bakıyorum ve havanın yağmurlu olduğunu algılıyor, buna inanıyorum. Eğer aldanmıyorsam ve hava gerçekten de
yağmurluysa,
ben B 'yi biliyorum. Öte yandan,
bunun yanısıra,
aslında aldanıyor olmanın ve
gördüklerime
rağmen gerçekte havanın yağmurlu olmamış olmasının da mümkün olduğunu kuşkucu sayesinde kavrıyorum. Bundan dolayı bildiğim şeye güvenim sarsıldığı için
artık ona inanmamak gibi bir ruhsal
duruma düşmüyorsam,
kuşkucu gerekçeler bir
yana -ve onlar yanısıra-
ben B 'yi biliyorum. Peki kuşkucu gerekçeler yanısıra, benim için bilinmesi
mantıksal
olarak olanaksız kılınan
şey ne?
Kuşkucu uslamlama mantıksal anlamda
neyi çürütmüş
oluyor? Kuşkucu gerekçeler, B 'yi biliyor olsam da, B 'yi bildiğimi bilmeme
olanak tanımıyor.
Aldanabilmemin olanaklı olduğunu bile bile, B 'yi bildiğime inanmam
ve bu inancı bir gerekçe ile
temellendirmem olanaksız. Kuşkuculuğun gerçekten saptadığı
şey, işte bu nokta. Kuşkucu gerekçeler karşısında, algının
çoğunlukla doğru olduğuna dayanarak
B 'ye inanınayı
tutarlı olarak sürdürebiisem bile, B 'yi bildiğime inanmam
tutarsız
olur. Çünkü B
'ye inansam ve de aslında B doğru olsa
bile, ben bu doğruluktan
emin olamam. Kuşkucu işte bundan emin olunamayacağını ortaya koyuyor.
Aynı noktaya
başka bir açıdan yaklaşmaya çalışacağım. Yukarıda
kuşkunun deneysel bilgiyi kesinliği dışlamak yoluyla olanaksız kıldığını tartıştık. Ancak kuşkucu bu
mantıksal
adımı iki farklı şeyi birbirine karıştırarak atıyor; bu sayede uslamlaması gerçekte olduğundan daha etkili bir sonuç içeriyormuş gibi görünüyor. Burada ayırt edilmesi
"kesinlik" sözcüğünün taşıdığı iki farklı anlam.
Nesnel anlamda, olasılığı
dışlamadan doğru olmakla
eşdeğer bir biçimde "kesin
olmaktan" söz
edebildiğimiz gibi,
öznel ve ruhsal bir anlamda, bir önermenin (bir
savın/inancın)
doğruluğundan emin
olma durumumuzu da "kesinlik" sözcüğüyle dile-
getiriyoruz. Öncekinde
bir önermenin nesnel
durumundan, sonrakindeyse bizim bu önermeye yönelik ruhsal durumumuzdan söz ediyoruz.
Belli bir olasılık
çerçevesindeki doğruluğun değişmezliği ve
nesnel güvenilirliği
olarak anlaşılacak önceki durum, dereceli olmayan saltık (yani
mutlak) bir şeyken, sonraki anlamda kesinliğin çeşitli derecelerinden söz edilebiliyor.
Örneğin
şu ya da bu inancımızın ne ölçüde kesin
olduğunu
sorabiliyoruz.
Şimdi bu
ayrımın
ışığında, herhangi bir deneysel önermenin nesnel
anlamda kesin olduğu bir durumu düşünmeye çalışalım. Az önce, kuşkucunun ileri sürdüğü tüm gerekçelere karşın, B önermesinin yine de bir bilgi olabildiğini gördük: Pencereden dışarı baktı-
ğırnda gördüklerimi algılayışıma dayanarak bugün havanın yağmurlu olduğuna inanışım yanısıra, havanın gerçekten de yağmurlu olduğu, yani bunun doğru olduğu bir durumda, gerekçelendirilmiş bir doğru inanç olarak, bugün havanın yağmurlu olduğunu deneysel olarak bilmek durumunda olurum. Kuşkucu uslamlamanın bu bilmek durumu üzerinde yapabileceği olumsuz etki olabilir? Kuşkucu, doğru olduğunu düşündüğüm algının beni şu anda
da aldata- bileceğini
öne sürdüğünde, eğer bu
olgu kendiliğindc
zaten doğru ise,
bugün
havanın yağmurlu olduğu gerçeğini değiştirebilecek durumda değil, her
halde. Dolayısıyla,
onun ortaya saldığı kuşku bulutu, nesnel anlamdaki kesinliği etkileyen,
ya da bu anlamdaki kesinliğe
karşıt olan bir şey de
değil.
Kuşkucu, deneyin beni her an aldatabileceğini göstererek öznel anlamdaki kesinliği etkiliyor.
Benim doğru olduğuna inandığım deneysel önermeye olan
güvenimi
sarsarak, bu doğruluktan emin olmarnı engelliyor.
Oysa aldanabilir olsam da, bununla tutarlılık içinde şu an aldanmıyor olabilirim.
Bir başka
deyişle, bugün havanın yağmurlu olduğu doğru, nesnel anlamda
kesin ve dolayısıyla
bir bilgiyken, ben bunu bildiğimi bilememek durumunda olabilirim. Demek ki kuşkucunun üzerimdeki etkisi deneyle temellenen bilgimi
ortadan kaldırmak
değil. Kuşkucunun
etkisi, öznel anlamdaki kesinliği eriterek,
aslında
bildiğim şeyleri bilmemi
engellemek. Bir şeyi
bilmeınİ değil, o şeyi bildiğimi bilmeınİ ortadan
kaldırmış
oluyor.
Peki
bu engeli de ortadan kaldırıp kuşkucuyu Lam olarak ye- nemez miyiz? B 'yi
bilmem olanaklı
olduğuna göre, elimize
kuşku-
cu)uğu yenmek için bir
fırsat
geçmiş sayılmaz mı? Çünkü benim
B'yi bildiğimin
doğru olması kuşkucunun yanıldığını içeriyor. Kuşkucunun, tüm deneysel önermeler gibi,
B 'nin de bir bilgi olamayacağını
savunduğunu anımsayalım. Şu uslamlamaya
bakalım:
a)
Eğer B
bir bilgiyse, kuşkucu
yanılıyordur
b)
B
bir bilgidir (B'yi biliyorum)
c)
Demek
ki kuşkucu
yanılıyor
Eğer belli
koşullar
dolayısıyla (b) doğruysa, (a)
doğru
olduğu için (c)
de doğru olacaktır.
Deneysel olarak bir şeyler bildiğim her durumda kuşkucu yanlışianmış olacak. Peki kuşkucunun yanıldığını bilebiliyor muyum? Mantıksal açıdan durum şöyle: Eğer B 'nin bir bilgi olduğunu ve
(a)'nın
doğru olduğunu biliyorsam,
kuşkucunun
yanıldığını da biliyorumdur.<O Ne var ki, kuşkucuyu çürütemediğim için, B 'nin bir bilgi olduğunu da
bilmiyorum (B'yi bildiğimi
bilmiyorum). Kuşkucunun uslamlamasını çürütemediğim için, B 'yi bilebileceğim halde, bunu bildiğimi bilemeyeceğim gibi, kuşkucunun yanılıyor olması halinde onun yanıldığını da bilemeyeceğim. Burada kuşkucuyla berabere
kalmış gibiyiz.
Bütün bunlardan
bilimin temellendirilmesine ilişkin ne
gibi sonuçlar
çıkıyor? Kuşkucu uslamlamayla
birlikte yaşamayı
öğrenmemiz gerektiğini öne sürmüştüm. Bu durumun bilim için o
denli büyük bir tehdit oluşturmadığını görmüş bulunuyoruz. Deneysel önermelerden oluşan dizgesel bir yapı olarak
bilimin bilgi konumunu taşıyabileceğini ve bunun kuşkucu uslamlamalara
karşın
böyle olabileceğini gördük. Bilimin
gerçekten
de bilgi olması mümkün. Peki bunun böyle olduğunu biliyor muyuz? Hayır, yukarıda da anlaşıldığı gibi, bilemiyoruz. Yani, bilimin kısmen -ve
belki bütünüyle- belki
konumu taşımayan
inançlardan oluşması da
mümkün.
Kuşkucunun gücü doğruluk kaynağı deneysel
olan bilimin bir bilgi değerinde oluşunu olumsuz yönde etkilerneye
belki yetmedi; ancak bu bilgiyi elinde tutanların bilgilerine
sahip oldukları
bilincini bulanıklaştırdı. Bilim adamları olarak
pek çok şey bil- sek bile, bildiklerimizi
bilemediklerimizden ayırt
edemeyeceğimizi gösterdi. Bunun
çok hoş bir konum olmadığını onaylıyorum; an-
1)
Bilinen içerme
altında örtü/me (closure)
adıyla
tanınan ilke kısaca şu: Eğer B'nin bilgi olduğunu biliyorsam
ve de B'yi bilmemin kuşkucunun yanıldığını içerdiğini biliyorsam, kuşkucunun yanıldığını da biliyorumdur.
cak
unutmamalı,
bu noktayı çok daha beter bir vargıyı hertaraf
ederek elde ettik. Bilimin gerçek bilgiden
oluşup
oluşmadığının bilinemeyeceğini onaylamak,
bilimin gerçek bilgi olmadığını onaylamaktan çok daha
yeğlenebilir
bir durum ve biz de bilgi kuramı adına kuşkuculuğa karşı en azından bu
kadarını
elde edebiimiş bulunuyoruz. Kuşkucunun istediği, bize deneysel olarak hiçbir şey bilmediğimizi, tüm bilimin güvenilmez bir
kurgudan ibaret olduğunu
göstermekti. Belki
deneysel bilgi anlamındaki
bilimi ona karşı koruyabildik
ama, böyle bir bilgiye ilişkin bilme
hevesimizi de kuşkucunun
doymak bilmeyen iştahına terketmek
zorunda kaldık. Bilimin bütünüyle gerçek bilgiden oluşması olanağını koruyabildikçe de, bilim adamlarının bu olanağı zaten
gerçeğin
ta kendisiymiş gibi varsayan eleştiri-öncesi tutumlarının ussallıkla
çelişmediğini felsefe
adına
göstermiş olduk.
. . ..
MINIMAL GERÇEKÇILIK
( /987)
Algıya ilişkin Gerçekçilik, algı içeriğinin konusu olan ve bilinçten bağımsız, nesnel bir dış gerçekliğin varolduğunu öne süren felsefi tutumdur. Gerçekçilik'in buna genellikle eklenen iki savı daha vardır: Dış gerçeklik algıya neden olur ve algı içeriğinin ögeleri ile dış gerçekliğin ögeleri arasında bir karşılıklılık sözkonusudur. Bu son sav, gerçekçilerio doğruluğu çoğu zaman bir karşılıklılık (correspondence) biçiminde kavramaları sonucunu doğuruyor.
Tarihsel
olarak Gerçekçilik'in
karşısına belli başlı iki
sorun çıkarılmıştır.
Bunlardan biri, algının güvenilir olmadığını göstermeye çalışan kuşkucu uslamlamalardır. Kuşkuculuk'a
karşı temel yanıt, kimi
algının
güvenilemez olduğunu varsayınayı gerektirdiği biçimini alır. Gerçekçilikin
böyle güvenilir algılar üzerinde yapılandırılarak, yanılgılı olanların
saptanıp düzeltilmesi bilgibilimi
için başlıca
çalışma alanlarından birini
oluşturmuştur.
İkinci karşı çıkışsa, karşılıklılık savının sınanmasının olanaksız olduğu,
çünkü dış dünyaya algıdan bağımsız olarak erişemeyeceğimiz düşiincesidir. Ger- çekçilik'in bu eleştiriye yanıtı, doğruluk kavramı ile doğrulanabilir- liğin (verifiability) -ya da doğruluğun saptanması eyleminin- ayırt edilmelerinin
gerektiğini,
öncekinin varlıkbilimsel, sonrakininse
bilgibilimsel bir konu olduğunu vurgular.
Doğruluktan
anlaşılanın karşılıklılık olmasının, doğruluğun saptanması eyleminin de karşılıklılığı saptamakla yapılmasını gerektirmediğini belirtir.
Yeni
Çağ felsefesinde, yukarıda açıklamaya çalıştığım anlamdaki Gerçekçilik'in geleneksel olarak karşısına çıkartılan yaklaşıma "Epistemizm"
(Bilgiselcilik) adını veriyorum. Epistemizm- Gerçekçilik tartışmaları, bu tutumların su
katılmamış,
yani ödün
vermeyen
uç
biçimleri arasında sürdüğü gibi,
iki ucu farklı
dozlarda bağdaştınp uzlaştıran yaklaşımlar arasında da en hareketli bir biçimde yer
alagelmiştir.
Epistemizm, biri olumlu, öbürü olumsuz
iki savın
birleşiminden oluşur. Olumlu
sav şudur:
Varolduğu söylenebilecek şey, ancak
bilgi içeriğinin,
yani algının dünyasıdır. Gerçeklik diye bir şey, ancak
onu bilebildiğimiz
ölçüde ve onun bilgisi çerçevesi içinde varolabilir. Varlık bilinebilir
ama bilgi içerikleriyle
sınırlıdır; bilinebilirliğinden farklı bir
doğaya sahip olamaz. Olumsuz sav, öncekinin doğruluğundan çıkarsanır: Bilginin ötesinde bulunduğu söylenen, dolayısıyla da bilgi dışında kalan
kendiliğindeki
bir varlık (yani
nesnel ve anlıktan
bağımsız olduğu söylenen bir
gerçeklik)
bilinemez. (Su katılmamış Epistemizm
burada "bilinemeyeceği
için varolamaz" derken, biraz yumuşatılmış Epistemizm "varolmuş olsa pile bilinemez"
diyecektir.) Bundan ötürü bilinen, bu dış gerçeklik olamaz; bilginin konusu bu
olamaz. Bilgi dizgesinin bir dış gerçekliği betimlediği öne sürülemez.
Değindiğimiz bu iki savdan olumlu olanı, bilgiyi
varlıkla
özdeşleştiren, bilinen
şeyin (bilgi içeriğinin) varolanı oluşturduğunu öne süren bir savdır. Bu
özdeşliğe
dayanarak atılan ikinci
adım, yani olumsuz sav, bilgi ötesinde bulunduğu söylenen "kendinde şeyi", ya varlık dışına itmek ya da varsa bile onun bilgiye
konu olmadığını
öne sürmektir. Bu
savların
sonucu olarak, Epistemizm, algının (bütünüyle ya da büyük ölçüde öznel olarak kurulduğunu, algıda tanıdığımız nesneler dünyasının algı ötesinde bir varlık taşımadığını, dolayısıyla da bilgi ile kavranılabilenin ötesindekine ilişkin olumlu bir felsefenin söz konusu
olamayacağını
ileri sürer. Burada
yapılan,
kavranan şeyi kavrayışta eritmek, bu ikisini kavrayışta özdeşleştirmek.. Varlığa ilişkin bilgiyi algıyla edindiğimiz ve varlığı ancak
bilgimiz ölçüsünde
tanıyabildiğimiz savlarına, Gerçekçilik başta olmak üzere, kimse
karşı
çıkmayacaktır. Ancak
Epistemizm, bu olguyu abartarak, ondan mantıksal olarak
çıkarsanamayacak
sonuçlara atlıyor; kavrayış ile
kavranılanı,
bilgi ile bilineni özdeşleştiriyor.
Onun
ötesini ise, yadsıyor.
Gerçekçilik'e karşı getirilen kuşkuculuk ve
karşılaştırılmaz-
lık gibi, az önce değindiğimiz itirazları temeline alan bu tutumun tutarlı sonucu,
yani su katılmamış
biçimi, ya Tekbencilik, ya da Berkeley'in
Öznel idealizm'ini içerir. Ancak
Tekbencilik veya idealizm ile bağdaştırılmak istemeyen kimi uç epistemistler,
çeşitli Po- zitivist ve Pragmacı Nötral Monizm'leri, (yansız tekçilikleri) benimsemişlerdir: Bunlar varlığın nesnel
duyu-verilerinden oluştuğunu, duyu verilerinin de, ne anlıksal ne
de fiziksel olduklarını
öne sürerler. Sonuçta, bu
tutumlar da, kaçınılmaz
bir biçimde Tekbenci-
lik'in ve bir ölçüde
Öznel idealizm'in karşılaştığı sıkıntıların ağına düşmektedirler.
Başka güçlüklerin tümü bir
yana, su katılmamış
epistemist yaklaşımların yanıtlaması gereken şu iki
soru var:
(i)
Yaşamımız boyunca
bilincimize akıp duran bu algı; bu
duyum nereden kaynaklanıyor?
Her istediğimiz algıyı algılayamadığımıza ve algı da
istencimizden bağımsız
bir düzen ve
tutarlılığa
sahip olduğuna göre, bunu biz kendimiz yaratıyor olamayız. Öyleyse, algının nedeni
nedir?
(ii)
Algının, üzerinde düşünüldüğünde şaşkınlık
uyandıracak ölçüde bir
düzenliliği
ve turarlılığı vardır. Örneğin aynı yere baktığımızda aynı şeyi görürüz. Aynı şeyin kimi nitelikleri hiç değişmez: 'Limon' adıyla bağdaştırdığımız ve göze sarı görünen o nesne dilimize
de ekşi gelir. Kalınken giderek
ineelirmiş
gibi görünen metal
parçalarının
ucu dokunma duyusuna sivri ve
keskin gelir. Duman olan yerde ateş de
buluruz. Bütün bu düzen ve
tutarlılık
tek tek biz- ler dışındaki tüm insanlar için de
geçerlidir.
Aynı yerde hepimiz aynı şeyi görürüz. Algı ve bilginin doğruluğunu bile bu düzene dayanarak saptarız. Şimdi eğer algı bir dış nesnel
gerçekliği
yansıtmıyorsa,
bu düzen ve tutarlılık neden
dolayıdır?
Su
katılmamış
Epistemizm, bu sorulara hep
felsefi olmayan yanıtlar
veregelmiştir. Örneğin idealizm,
her iki soruyu da "Tanrının
etkisi" diye yanıtiayarak dine yaslanmak.Ja Tekbencilik'ten
kur-
tulur.
Pozitivizm ise bu soruları
"yasak soru" ilan etmiştir. Çok sıkıştığında ve Dilci Felsefe (Linguistic
Philosophy) cübbesini
giydiğinde, böyle soruların anlamsız olduğunu fazlasıyla güncel giysilere büründüğündeyse, bunların modasının geçtiğini,
artık ilginç olmadıklarını öne sürer. Oysa
bunlar felsefenin en derin sorularından- dır; bunları yanıtlamaktan
kaçınmak, felsefe yapmaktan kaçmaktır. Böyle bir kaçışsa tekbenci
sonuca katianınayı
içerir. Bu baskı altında kalan Epistemizm'in kendini bir ölçüde yumuşatarak, Gerçekçi- lik'e verebileceği en küçük ödünü verdiğinde, ortaya çıkan görüşe "Minimal Gerçekçilik" adını veriyorum. Dolayısıyla Minimal Gerçekçilik yine de kuvvetle epistemist olan
bir görüş.
Minimal
Gerçekçilik'in
verdiği ödün şudur: Algıya neden
olan, ondan bağımsız
bir dış gerçeklik bulunduğunu onaylar. Bununla
(i) sorusunu tıpkı
gerçekçi gibi yanıtlar. Ancak
buna, episte- mist çizgisine
bağlı kalarak, böyle bir
dış
gerçeklik varsa bile onun doğasının bilenemeyeceğini ekler. Çünkü yukarıda gördüğümüz özdeşleştirici (olumlu) sava göre, varolan
zaten bilgi alandır.
Bilgiye neden olan şey, bilginin
ötesinde
kalacağından, dışlayıcı (olumsuz)
sava göre, bilinemez. Dolayısıyla, bilginin konusu dış nesnellik
değildir.
Bilgi dış dünyayı betimlemez. Dış gerçeklik algıda tanıdığımız dünya gibi değildir. Algıda tanıdığımız dünya dış bir nedenden kaynaklanan duyumların yaşamı en iyi ve rahat biçimde sürdürebilmek amacıyla sınıflara ayrılıp örgütlenmesinin
ürünüdür. Bu örgüt- teyişin dizgesel düşünce yapısı, bireyin parçası olduğu kültür ve dil ortamında korunur
.ve birey bunların
koşullandırmasıyla algısını bu
yapıya
göre Örgütler. Duyum
malzemesinden, bildiğimiz
dünyayı kurar. Benzer düşünceleri bilim kuramiarına uygulayan kimi güncel minimal
gerçekçi
yaklaşımlar, kuramın kendi
ontolojisini yarattığı
ve bunun ötesindeki nesnel
ve saltık
olduğu söylenen bir
varlığın
bilime konu olamayacağı gibi, kuvvetli bir görecelik getiren
savlarıyla
halen moda olmayı sürdürüyorlar.
Minimal
Gerçekçilik'in
bu haliyle çelişik bir
görüş
olduğunu
ortaya
koymak istiyorum. Eğer
algının nedeni dış gerçeklikse ve buradaki neden kavramı bildiğimiz nesne kavramıysa, algıdaki zengin içerik çeşitliliği ile bu çeşitliliğin düzenli ve tutarlı oluşu, aynı düzen ve tutarlılığın (ögeleri farklı bir doğaya sahip
olsalar da) dış
gerçeklikle bulunmasını gerektirecektir.
Bundan dolayı bilginin dış dünyayı betimlemediği ve dış dünyanın algıda tanıdığımız dünya gibi olmadığı savları doğru olamaz. Çünkü algı ile
dış
gerçeklik arasına nedensellik
bir kez oturtulduğunda,
bu nedensellik, bir tarafın her
bir farklı
ögesiyle öbür taraftaki
tutarlı bir ögeyi karşılıklı kılacaktır. Karşılıklılık, nedeu-etki ilişkileriyle kurulacaktır.
Bu
durumu bir uslamlama biçiminde sunalım. Pek çoğumuzun tartışmadan onaylayacağı bir önerme şudur:
1-
Algı içeriği, düzenli ve tutarlı olan
zengin bir çeşitlilikten
oluşur.
Algıı;ıın içeriği, pek çok farklı ögenin bir aradalığından oluşur. Değişik renkler, biçimler, koku,
tat, ses ve benzeri duyum öge- leri,
bu içeriği bir arada ve boşluk bırakmadan oluşturur. Aynı içerik ögesi,
kendisini birçok kez
değişik yerlerde ve başka başka komşu ögelerle bir arada yineler. Örneğin yeşil, algı içeriğinin bir çok bölgesine dağılmıştır ve farklı bölgelerde farklı renk, biçim vb.leri
ile yan yanadır.
Ögelerin kendilerini böylece yinelemeleri,
algının
düzen ve tutarlılığı diye tanıdığımız biçimde olur. Şimdi, Minimal
Gerçekçilik,
bu olgu yanısıra aşağıdaki öncülü de onaylı:xor:
2-
Algının nedeni
dış
gerçek.Jiktir. ..·
Eğer nedenlerden
söz edilecekse, bunu neden kavramının içerdiklerine uyarak yapmak gerek: Neden-etki kavramı, her
farklı
türden etkiye, yalnızca onunla
eşleşen,
farklı bir tür neden
bağlar. Bu sınırlamayı kaldırmak, birbirini zamansal olarak izleyen
her olay çiftini nedensel olarak bağlı sayabilmeyi
içerecektir
ki, bu da nedenleri yasalaştırmayı olanaksız kılar. Sınırlamaya
göre aynı nedenin
birbirinden farklı
türde çok sayıda doğrudan etki
oluşturmasına izin verilmediği gibi, aynı türden bir etkinin de farklı türden, bir-
den
çok sayıda
nedeni olmasına izin
verilmez. (Çok
sayıda etmenin,
bir arada, belirli bir etkinin belirli tek nedenini oluşturmaları olgusunu, bu söylenenle karıştırmamak gerekir).
Bu
iki öncülün sonucu, algı içeriğinin her biı farklı ögesiyle dış gerçeklikteki farklı, fakat değişmeyen bir
ögenin
eşleştikleri ve
algıdaki
düzenin dış gerçeklikteki düzeni yansıttığıdıı·.
Dolayısıyla
içerilen sonuç şudur:
3-
Algı içeriğinin düzen ve tutarlılığı, ona neden olan dış gerçekliğin düzen ve tutarlılığını yansıtır.
Burada
belirtilmesi gereken bir nokta, dış gerçeklik ve algı ögeleri arasında kurulanın yalnızca bir karşılıklılık, bir benzerlik olduğudur. Karşılıklı olan ögelerin aynı türden olmaları gerektirilmiyor: Örneğin sarı olarak gördüğümüz altın külçesinin kendiliğinde de sarı olduğu savunulmuyor. Ancak her zaman yalnızca sarı duyuma neden olan bir dış niteliği (bir molekülün veya
kristalin yapısını)
taşıması gerektinimiş oluyor.
Görüldüğü gibi,
hem ı 'i hem de 2'yi onaylayıp, sonra
da "dış
dünya bilgi içeriğimiz gibi
değildir"
demek çelişiktir. Çünkü bu önerme, ı ve
2'nin birlikte içerdikleri
3 'ün değillemesidir. Bu çelişkiyi öncülleri değiştirmeden ortadan kaldırmak olanaksız mı? Algı içeriğindeki
düzenliliğin yalnızca orada
bulunduğu;
ona neden olduğu söylenen dış gerçeklik için böyle bir düzenin söz konusu olmadığı gösterilemez mi? Bunu göstermenin bir yolu, düzenin zorunlu koşullarının nesnel olmadığını ve
bu koşulların
anlığa bağlandığını kanıtlamaktır. Kant'ın Minimal Gerçeklik'i olanaklı kılmak için yapmaya çalışmış olduğu da işte budur.
Algıya ilişkin herhangi bir düzenden söz etmek, onun içeriğinin uzaysal ve zamansal ilişkiler içinde bulunduğunu varsayınayı zorunlu kılar. Bunun
gibi, dış
gerçekliğin düzenli olması da
onun nesnelerinin uzay ve zaman içinde bulunmalarını gerektirir. Örneğin, düzen içinde olabilmeleri, algı ögelerinin yan yana, alta alta, iç içe olmak
gibi uzaysallığa
karşılık olan ilişkiler ve
art arda, önce
veya
sonra olmak gibi, zamansallığa
karşılık olan ilişkiler içinde olmalarını zorunlu kılar: Düzen dediğimiz şey, her şeyden önce böyle ilişkiler içinde bulunmaktır.
Kant, uzay ve zamanın nesnel
olmayacaklarını,
bunların öznel olarak
zorunlu olduklarını
savunmuştur.Ol Durum
böyleyse
algıya neden olan dış gerçeklik algıda bulduğumuz düzen ve
tutarlılığı
kendinde taşımayacaktır. Onun neden olduğu duyumlar,
Kant'a göre,
bildiğimiz düzenli ve
tutarlı
algı içeriğini, anlığın kendilerine
verdiği
düzenleme ile oluştururlurlar. Uzay ve zaman, insan duyumsallığının görü formlarıdır. Algıya
anlıkça, yani öznel olarak,
kazandırılırlar.
Kendinde şeylerse, ne
uzayda ne de zamandadırlar.
Eğer bu
sav doğruysa,
dış dünyanın, düzenli olan
algıya
neden olduğu halde
kendinin nasıl
olduğunun bilinemeyeceği ve
bilginin onu betimlemediği, hiç de çelişik olmayan
bir anlamda öne
sürülmüş oluyor. Ancak, bilginin dış gerçekliği betimlemediğini öne sürenlerin
Kantçılık'ı benimsemiş olmalarını gerektiriyor.
Ne var ki bütün bunlar için, uzay
ve zamanın nesnel olmadıkları savının sağlam bir kanıtla temellendiriliyor
olması gerekir. Nedir Kant'ın kullandığı temellendirmeler? Bunlardan en güçlü olan
ikisini ele alacağız:
A-
Uzay ve zaman, kaynakları
deney içeriğinde olan
kavramlar değildirler. Deney içeriğinde "bakın bu uzay, bu da zamandır" diye gösterilebilecek bir şey bulunmaz.
B-
Uzay ve zaman, her algımızda
bulunan, algı için onsuz
olunmaz ilkelerdir. Bunların
zorunlu oluşları, a
priori, yani deneyden bağımsız oluşlarının kanıtıdır. (Bkz. Transandantal Estetik'in başlangıcı)
1)
"Uzay,
kendinde şeylerin
herhangi bir özelliğine karşılık olmadığı gibi, onların kendi
aralarındaki
ilişkilere karşılık da
değildir."
Immanuel Kanı, The
Critique of Pure Reason, (tr. N. Kemp-Smith), St. Martin's Press, 1965, s.71.
Uzayda her şeyin yanyana olduğu önermesi, bu şeylerin duyumsal görümüzün nesneleri
oldukları
sınırlamasıyla geçerlidir." (s.72)
Bu
temellendinnelerden önceki , nesnelliği doğrudan algılanabilir olmaya bağlıyor. Buysa
fazla sıkı ve dolayısıyla kısır bir ölçüt. Çünkü böyle bir ölçüıle yola
çıkıldığında,
bilim içinde yer
alan ve ancak dolaylı deneyle temellendirilen bir çok kuramsal
kavram öznel
sayılmak zorunda kalınır. Ayrıca varolduğu ve nesnel olduğu öne sürülebilecek her şeyin nesne
(töz) ya da nitelik ulamlanndan
birinden olmaları
neden gereksin? (A)'nın doğru olmasından çıkar- sanacak sonuç, uzay
ve zamanın
özelliği olamaz. Çünkü, uzay
ve zaman doğrudan
algılanamasalar bile,
doğrudan
algılanan ve bundan dolayı nesnel
bir nedeni olduğu
söylenen her şeyin zorunlu
koşuludurlar.
Dolayısıyla, bu
noktaya değin bir kanıt sağlanmış değil. Eğer doğrudan
algılanabilirlik nesnellik
için zorunlu koşulsa, doğrudan algılanabilir olanların zorunlu koşullan konumundaki
uzay ve zaman da nedensellikçe
gerektiriliyar olmalıdırlar. (A) gerekçesi kendi
başına
bırakıldığında, bırakınız öznelliği kanıtlamayı, bunun tam tersi yönde kullanılabilir oluyor. Oysa (B)'nin bir amacı da
bunu engellemektir. Doğrudan algılanabilir olanlara zorunlu koşul oluşturan şeylerin nesnel sayılmasını önlemektir. Kanı bunu Leibniz ve Hume'dan beri doğru olduğu varsayılan şu ilkeye dayanarak yapıyor: Zorunlu
olan doğruluklar
a priori olarak bilinirler; yani deneyden bağımsızdırlar. Dolayısıyla, deneysellik anlığı dış gerçekliğe bağlayan tek yolsa, uzay ve zaman da öznel olmak
zorundadır.<2l
İlginç olan,
bütün bu epistemist girişimin ve
de Kant'ın
felsefesinin,
zorunlu olmanın a priori olmayı gerektirişine dayandırılması. Bu dayanak altından çekiliverirse, bu yaklaşım biçimine neler olacağını kestirrnek
pek de güç
değil. Bugün, yaşayan düşünürler arasında en
önemlilerinden
biri sayılan Saul
Kripke, zorunluluğun
a priori olmayı gerektirmediğini artık göstermiş bulunuyor. Burada
2) "Düşünülmeleri,
zorunlu olarak düşünülmelerini gerektiren önermeler, a priori yargılardır." (a.g.y., s.43) "Zorunluluk
ve tam evrensellik, a priori bilgisinin kesin ölçüıleri olup,
birbirlerinden ayrılamazlar."
(s.44)
onun
uslamlamasını
izleyip yİnelernek yerine,
aynı
şeyi şöylece ortaya koymaya çalışacağım: Bir an için dış dünyanın Gerçekçilik'in betimlediği gibi olduğunu varsayalım. Nesnel ve anlıktan bağımsız nesneler algıda gördüklerimize karşılık olan zengin bir nitelik çeşitlilİğİnİ taşıyor olsunlar. Bu, algının düzen ve tutarlılığına neden olan nesneler, yine nesnel
anlamdaki uzay ve zaman içinde birbirle-
riyle çeşitli
ilişkiler içinde bulunuyor
olsunlar. Yani gerçeklik,
tıpkı gerçekçi doğa biliminin
onu betimlediği
gibi olsun. Bu durumda uzay ve
zaman, aynen Kant'ın
kanıt olarak kullanmaya çalıştığı anlamda, nesne ve niteliklerin varlığı ve
algısı
için zorunlu bir koşul olarak.
Nerede nesneler varsa, bunlar orada ve uzay ve zaman içinde
bulunmak zorunda olacaklar. Oysa bu durumda gerçekliğin algısı da uzay ve zamanı zorunlu
kılıyor
olmasına karşın, aynı uzay
ve zaman baştan
yaptığımız varsayıma göre öznel değil nesnel
olacak. Öyleyse,
Kant'ın sonuçlarını ve
kuramını
üzerine dayandırdığı olgu,
onun çürütmek
istediği savı da,
en azından
eşit bir güçle destekliyor: Uzay ve zamanın algı için zorunlu olması bunların öznel oluşlarına kanıt
oluşturmuyor.
Burada
tartıştıklarıının
sonucunu en yumuşak bir
biçimde
dile getirmeye çalışayım: Epistemizm
eğer
tutarlı sonucu olan Tekbencilik ya da öznel İdealizm'i örtük veya açık olarak
benimsernek istemiyorsa, tikel nesneler Gerçekçilik'inin en azından Sağduyu'ca kavrandığı biçimini onaylamak gereğindedir. Buysa, sıradan nesneler ve niteliklerin uzay ve zaman içinde yer
aldıkları
nesnel dış gerçekliğin dünyasını onaylamaktır. Çünkü epistemist sınırlamalarla minimal dozda tutulan Gerçekçilik, çelişik bir görüş olmaktadır. Bir başka deyişle, Tekbencilik veya idealizm dışında, çelişkisiz bir Epistemizm'e yer yoktur.
(1987)
Önüme baktığımda gördüğüm şu kağıt bir sanrı olabilir.
Bu durumda önüme
baktığımda görüyormuş gibi
olduğum
kağıdın gerçekte orada
bulunmadığını
söylüyoruz. Ancak, kimi durumlarda sanrı görüyor olabilmemiz, bunların dışında kalan durumlarda sanrı olmayan
algılar ediniyor olmamızı gerektirir.
Çünkü
sanrı-dı- şı algılar olmasaydı, sanrı diye
bir şey
olamazdı. Bir başka deyişle, bütün algı şimdi
"sa^rı" adını verdiğimiz durumlar
gibi olsaydı,
bunlara sanrı diyemez,
onları
gerçek olarak değerlendirirdik. Böyle bir durumda dünya Tekbencilik
(solipsism)'in betimlediği
gibi olurdu. Sannların doğru algıdan ayırtedilebilir olması,
Tekbenci savı olanaksız kılmasa da temelinden zayıflatıyor.
Eğer gördüğüm kağıt bir sann değilse, onu
görüşüm
(algılayışım, kavrayışım) olan
anlıksal
olgu, gördüğüm (algıladığım, kavradığım) şeyden
ayırt edilmelidir. Kağıdı algılarken kavranılan şey dış ve nesnel, bağımsız bir
nesneyken, onu kavrayışım,
öznel ve anlıksal bir
şeydir. Bilgi, kavranılan şeylere ilişkin olarak, kavrayışlardan oluşur.
Felsefe
tarihinin en eski dönemlerinden
bu yana birçok büyük filozof ve onların esintisinde
sürüklenen
felsefeci kitleleri, kavrayış ile
kavranılan
şeyi birbirine karıştırmış, bunları birbirlerine yedirmiştir. Felsefe tarihi, dizgelerini, böyle bir
karıştırma
sonucunda kavrayışı kavranılanla ya da kavramlanı kavrayışla örtüş- türen ve böylece de
birini öbüründe
eritenlerle doludur. Bu büyük geleneğe "idealizm" adını veriyoruz.
idealizm ilk olarak İ.Ö. 5. yy'ın Güney İtalya'sında, kavrayışı
kavranılanla örtüştürerek baş-
lamıştır. Öznel zihinsel içerikleri dış nesnelliğe yansıtan bu tutuma Pythagorasçılar'ın ve Elealılar'ın temel uslamlamaları örnek gösterilebilir. Öncekiler "şeylerin düzeni sayılada dilegetirilebilir; sayılar olmadan
bu düzeni
kavrayamayız; demek
ki her şey
sayıdır." gibi
bir düşünce dizisine dayanırken sonrakiler
de "Kavrayış
(düşünce) ve kavranılan (düşünülen) aynı şeydir. Yokolanı
düşünmek, bir hiçi düşünmek, yani hiçbir şey düşünmemek olduğuna göre, düşündüğüm
(kavradığım) her
şey
varlık taşır." gibi
bir ussal temelden yola çıkarlar. İtalyan felsefesi doruğuna Atina'da,
Pla- ton'un Nesnel idealizm 'inde erişmiştir. Daha sonraki çağlardaysa, sürekli olarak gündemde kalan
Platoncu idealist dizgeler dışta tutulursa, bu tür yaklaşımın ikinci bir yayılma dönemi yaşaması, ı9. yy'da olanak bulmuştur.
Karıştırmayı bunun tam ters yönünde bir
örtüşmeyle
sonuçlandırma, yani
kavranılan
şeyi kavrayışta eritme
tutumuna "Episte- mizm" (Bilgiselcilik) adını veriyorum.
Nesnel gerçekliği,
değişen dozlarda öznel zihin
içeriklerine
bağlayan bu tutumun kurucusu Descartes,
belki en tutarlı savunucusu da Berkeley'dir. Onun ünlü "Esse
est percipi" uslamlaması
açık bir biçimde epistemist
örtüş-
türme (ya da karıştırma) üzerinde yapılanır. Bir başka deyişle Epis- temizm Descartes ya da
Kant'ta olduğu gibi Algısal Gerçekçilik ile karıştırılarak yumuşatılmış değilse, kendi arıtılmışlığı içinde en uçta
Tekbencilik'i, ondan bir adım önceyse Öznel idealizm'i verir. Dolayısıyla, sözü edil^n karıştırma bir
uçta Nesnel idealizm'e, öbür uçta da
Özn^l idealizm'e götürüyor; bir
felsefi tutum olarak iki uç yorumunda
da idealist ontolojiyi içeriyor. Kökenierini Hume ve Kant'tan alan Pozitivizm,
ı 9. yy'dan başlayarak, Epistemizm'in en ateşli ve
en uzun süreli savunucusu olmuştur. Ancak,
tutarlı Po- zitivizm'in baş sıkıntısı da, kendini yine Tekbencilik 'ten
koruma zorunluluğudur.
Unutulmaması gereken, Epistemizm'in
bilgibilimsel değil,
bir
varlıkbilimsel
sav olduğudur. Gerçekçiliğin ancak onu bilebildiğimiz ölçüde ve onun bilgisi çerçevesi içinde varolabileceğini öne sürer. Ona göre, anlıktaki kavrayışın, ya da bilgi ve kavranıla- bilenin
ötesindekine
ilişkin olumlu bir felsefe olamaz. Varlık bilinebilir olanla sınırlı olduğu gibi, bilinebilirliğinden farklı bir doğaya
da sahip olamaz. Oysa varlığın bilinebilirliğinden farklı olup olmadığı da
bilinemeyeceğinden,
tutarlılık gereği Epistemizm'in
ya kendi kendisini yadsıması,
ya da çıkış noktasının bir uzlaşım olmak ötesinde değer taşımadığını onaylaması gerekir. Kavrayış kavranan
şeyle karıştınlıyor
olmasa, kavrayışın nitelikleri,
kavrayıştaki
sınırlılıklar, kavranan
şeyin kendisine yüklenmezdi. Çünkü bir açıklamanın doğru olması, açıklamanın kendi doğasına özgü özelliklerin açıklanan şeye
yüklenmesini geçerli kılamaz. Doğru olan
bir algının kendi özelliklerini, algılanan şeye yüklemek geçerli olamaz. Bunun geçerli olduğunu savunmak, algı doğru olduğunda, algılanan şeyin, algının kendisi gibi zihinsel olduğunu savunmaya yol açar.
Varlığın bilinebilir
olduğunu
ve ona ilişkin bilgimizin
eksiksiz olmadığını kimi
dönemlerin
kuşkucu ve gizemcileri dışında hemen herkes onaylayacaktır. Varlığa ilişkin bilgiyi deneyle edinir, onu
bilgimiz ölçüsünde
tanırız. Pek çoğumuz için üzerine tartışma açmanın bile yersiz sayılacağı bu
savları onaylamak ne kavrayış ile
kavranılanı,
ne de bilgi ile varlığı özdeşleştirmeyi gerektirir. Hele fiziksel varlığa ilişkin olarak, onun, bilgimizden bağımsız konumdaki temel ilkeleri üzerine düşünce yürütemeyeceğimiz anlamına hiç
gelmez. Yürütülen böyle bir düşünce, doğal olarak, bir deneysel bilgi değeri taşımaz; fakat mantıksal tutarlılık içinde deneysel bilgiye dayandmhp onunla
temellenmesi sağlanabilir.
Bir başka deyişle bilginin öznel boyutunu
onaylamak ve onu deneyle temellendirmek, Gerçekçilik'i olanaksız kılmaz. Deneycilik, kendi ile Gerçekçilik arasında bir gerilim yaratsa bile,
Epistemizm 'ini en
uç noktaya
değin
götürüp, varlıkbilimini Tekbenci
ya da idealist kılmak zorunda değildir.
Epistemizm
kavrayış
ile kavramlanı örtüştürür, birbirine karıştırırken, Gerçekçilik bu ikisini ayırt eder
ve onlara birbirlerinden bağımsız varlık konumları tanıyarak, Epistemizm'in yaptığının, tam tersini yapar. İlginç olan,
gerçekçi
tutumun her zaman idealist
tutumun götürdüğü
varlıkbilimsel sonuçlara karşıt görüşler içerme- yişidir. Bu noktayı irdeleyelim.
Genel anlamda felsefi Gerçekçilik, insanın algı, kavram, düşünce gibi
öznel
anlık içeriklerinin, dış nesnel
ve bağımsız
bir gerçekliğe (yansıma veya tasarım olarak)
karşılık
olduklarını öne süren yaklaşımdır. Felsefeciler
bu tutumu genellikle anlık içeriklerinin tümüne bir arada uygulamamışlardır. Gerçekçilik'i kimleri algı içeriklerine, kimileriyse genel kavramlara ilişkin olarak
uygulamış,
felsefe tarihinde "Algısal Gerçekçilik" ve "Kavramsal Gerçekçilik" gibi gelenekler oluşturmuşlardır. Algısal Gerçekçilik, insan anlığındaki algı ve duyum içeriklerinin, kimi yanılmalar dışta bırakılırsa, nesnel ve bağımsız bir
gerçekliği
yansıttığını savunur.
Kavramsal Gerçekçilikse,
anlıktaki genel düşüncelerin, anlığın dışında, nesnel ve ondan bağımsız varlıklara karşılık olduğunu öne
sürer. (Bunu, gerçekçi bir
görüş olmayan Abaelardus türü "Kavramcılık"tan ayırt etmeliyiz.) Bu iki Gerçekçilik birbirlerini genellikle dışlamışlardır. Çünkü, eğer Kavramsal Gerçekçilik doğruysa, Algısal Gerçekçilik
önemli eksiklikleri ve kısırlıkları olan bir görüş olmalıdır: Genel kavramların karşılıkları, algıya konu olan dünyada yer
almaz. Dünyada tikel insanlar varken
bir de "genel insan" diye bir şey yoktur.
Dolayısıyla
salt olarak anlaşıldıklarında, Algısal Gerçekçilik
doğruysa, Kavramsal Ger- çekçilik'i kuran
Platon'sa, bunun için
özel bir idealar dünyası kurmak zorunda kaldığından, bu ikisi arasında bir
seçim de yapmak zorundadır. Böylece algının yansıttığı evreni aşağılar, onu
değersiz
kılar. Ona göre bu
evren anlıktan
bağımsız olmasına karşın, bilgiye
konu
olmayan, değişken,
kaypak, gerçeklikten çok bir düş niteliğini taşıyan bir
ortamdır.
Kavramsal Gerçekçilik içinde çeşitli yaklaşım
farklılıklarına rastlanır; ancak
bunlarda ortak olan sav, herhangi
bir şeyi
düşünüyor olmanın doğruluğunun, düşünülen şey.in varlığı için yeterli koşul oluşturduğudur. Görüldüğü gibi, Kavramsal Gerçekçilik'in götürdüğü ontoloji Nesnel idealizm, Algısal Ger-
çekçilik'inkiyse
Özdekçilik oldu. Kavrayış ile
kavramlanı
örtüştür- menin bir sonucu, bunları ayırt edişin bir sonucuyla aynı ontolojiye götürürken, öbür sonuçlar da birbiriyle çelişen ve
felsefe tarihinin en büyük tartışmalarından birine konu ve taraf olan ontolojilere götürdü: (Öznel) idealizm ve Özdekçilik.
Modern
Felsefe tarihi içinde
Algısal Gerçekçilik ile
Episte- mizm hem sürekli bir çatışkı içinde karşılıklı olarak birbirlerini eritıneye çalışmışlar, hem de değişen doz
ve karşılıklı
ağırlık dengeleri içinde birbirleriyle
uzlaştırılmaya
çalışılmışlardır. Dolayısıyla,
Yeni Çağ'dan
günümüze, bir uçta su
katılmamış
Gerçekçi- lik'ten (bundan böyle Gerçekçilik'ten yalnızca Algısal
Gerçekçi- lik'i kastedeceğim), öbür uçta su katılmamış Epistemizm'e
doğru, derece derece değişen görüşler buluruz. Berkeley sonrakine örnek oluştururken, Locke öncekine örnektir. Bu yazıda ne
Locke ile, ne de Berkeley ile ilgilenemeyeceğim. Beni burada ilgilendiren, yüksek
dozda Epistemizm içermesine
ve onayladığı gerçekçi savları en aza indirmesine karşın idealist
veya tekbenci olmayan, ya da hiçbir gerçekçi sav içermemesine karşın idealist veya tekbenci olmadığını savunan görüşler olacak.
Böyle
görüşlere örnek olarak
Kant felsefesini ve Hume ile yine Kant'ın etkisi
altındaki,
19. yy sonlarının Eleştirel Pozitivizm'ini ve Pragmacılık'ı verebiliriz. Önce
su katılmamış
Epistemizm'i parlak bir biçimde yansıtan bu son iki akımı, ana
çizgileriyle
tanıtacak, sonra da Gerçekçilik'e mini-
mal
bir dozda izin veren epistemist görüşlerin kökenierindeki tutarsız uzlaşımı
tartışacağım.
Eleştirel
Pozitivizm
Özdekçi olsun,
nesnel idealist olsun, Gerçekçilik varlıkbi- limsel, yani metafizik bir boyut içeren bir
savdır. Bir felsefi uğraş alanı olarak metafizik de, eğer bütünüyle öznel-anlıksal bir yaklaşım değilse, çoğunlukla bir tür gerçekçilik üzerine kurulur. Gerçekçilik ile metafizik arasındaki bu
yakın
bağlantı, Comte'dan başlayarak metafiziği dışlayan Pozitivizm'in Gerçekçilik'i de yadsımasını gerektirmiştir. Oysa Pozitivizm'in felsefe için amaç seçtiği bilim, en eski çağlardan beri
"dış
dünyanın" varlıklarını, devinim
ve değişim
yasalarını araştırıp bulgulamayı amaçlamıştır. Dolayısıyla doğal yaklaşımında bilim gerçekçidir. Konusuysa, varlıkbili- min yani metafiziğin konusuyla çakışır ve
örtüşür.
Bu durumun Pozitivizm için bir
sıkıntı
doğurması çok doğal. Çünkü Pozitivizm,
bir yandan metafiziği
dışlamayı kendine ana amaç olarak
seçerken,
bir yandan da felsefeyi "bilimselleştirmeye", bilimin dışında kalan
uğraş
alanlarını da "gayrımeşru" saydırmaya çalışır.
Böyle bir tutarsızlığı gidermenin yolu, bilimin konusunu
görüngücü
bir yaklaşımla yeniden yorumlamak; bir başka deyişle, bilimin temelinde bulunan ve Locke'unkine benzeyen Deneycilik'i
Hume ya da Ber- keley'inkine benzeyen bir deneyeilikle değiştirmektir. İşte I
9. yy sonlarının eleştirel pozitivistleri böyle bir programla yola çıkmışlar,
bu yönelimler içinde görüngücü algı kuramını geliştirerek, uz- laşımcı bir
bilim felsefesinin temellerini atmışlardır.
19.
yy sonlarının Eleştirel Deneycilik'i
(Empiriocriticism) ya da Eleştirel Pozitivizm'i denince akla Ernst Mach başta
olmak üzere Richard Avenarius gibi Avusturyalılar, Alman Hans Vaihin- ger,
Henri Poincare ve Pierre Duhem gibi Fransızlar ve İngiliz Karl Pearson gelir. Hemen
bütün bu düşünürlerin ortak olarak sa-
vundukları nokta,
kavrarnların
ve özellikle bilirnde
yer alan kavramların,
bilirnin dizgeleşrnesi için zorunlu olmalarına karŞın, bir nesnel ya da dış gerçekliği betirnlernedikleri, insa'lın bunları algı içeriklerini özetlernek
için soyutladığı ve
kurguladı^ı
düşüncesidir. Dolayısıyla, bu
yaklaşım
açısından kavramlar, kimi ;apay uzlaşım- /ardan,
Vaihinger'in aşırı tutumuna göre ise,
birer "kJrgu"dan başka
bir şey olamazlar. Algı verilerini
eldeki gereksinimiere göre şimdikinden değişik biçimlerde de sınıflandırabilir, böylece şimdikinden farklı kavrarnlar
elde edebilirdik. belirli bir kavramsal yapıyı bir
başkasına
yeğlernede geçerli olan
ölçüt,
yalın/ık, ekonomi, kolaylık ve
yarar gibi olgularda aranmalıdır.
Hem
Mach, hem de Avenarius, gerçeklik ya
da dünya
dediğimizin kendinde
şeylerden
ya da nesnelerden değil, olgulardan
meydana geldiğini
savunurlar. Olgularsa, onlara göre birbiriyle
düzenli ve tutarlı ilişkiler içinde olan duyumlardan başka bir
şey değildir.
Varolduğu söylenebilecek her
şey,
duyurnların bir aradalı- ğından oluşur. Fiziksel cisirnler de, bilinç içerikleri de, duyurnların bir aradalığıdır. Duyurnların varlıksal konumu ne özdeksel ne
de anlıksaldır;
onlar, varlık açısından "yansız", yani "nötr"dürler. Öyle ise, Descartes'çı ikicilik ortadan kalkacak, artık fiziksel-tinsel
diye bir ayrım
sözkonusu olmayacaktır. Çünkü belirli
bir nesne hangi duyurnların
bir aradalığından oluşuyorsa, bu nesnenin düşüncesi de
aynı
duyurnların algılanıyor ya
da tasarımianıyor
olarak kavranrnasından başka bir şey değildir. İnsan, çok büyük bir duyum çeşitliliğinin bilinci içine akışı karşısında, bunları düzenli bir biçimde kavramak
gereğini
duyar. Mach'a göre, insan
bu düzenliliği
kendi doğası gereği arar. Alışılmış olmayan
her şey onu şaşırtır, kafasını karıştırır. Olgular yinelendiğinde bunlara alışırız; bizi
şaşırtan
değişik ya da garip bir yanları kalmaz.
Onlara böylece
alışmak, onları açıklarnaktır. Deney
içeriğinde
düzenlilikleri ara-
rnarnızın
bir başka nedeni,
istek ve gereksinirnlerirnizi karşılamak-
tır. Bu
amaçla, bu isteklerimizi nasıl karşılayabileceğirnizi, doğada neyi, ne zaman bekleyebileceğirnizi saptayarak anlarız. İşte bu ve bunun gibi nedenlerle
insan, en ilkel çağlardan
beri duyumlarda bulduğu düzenlilikleri nesne adlarıyla sınıflandırıp adlandıragel- miştir.
Dolayısıyla kavramsal yapımız da,
bilimimiz de, deneyin ve deney içerikleri arasındaki ilişkilerin özetlenmesine
ve başka insanlara düşünce olarak
iletilebilrnesine yarayan birer araçtırlar. Böylece Mach, gerçekçi ya
da metafizik yorumu bilirnden de arın- ctıracak bir açıklama geliştirmiş olur. Çünkü böylece, nesne adları ve
kavramların,
"sarı", "soğuk" gibi
deney içeriklerini
adlandıran sözcüklerden farklı olarak,
dış-gerçek
olgulara karşılık olmayıp, deney türünden gerçek olguların birlikteliğini dilegetiren soyutlamalar oldukları öne sürülebilrnektedir. Düşünce ekonomisi ilkesine göre örneğin bir bilimsel yasa, olguları kapsamlı ve yoğun olarak
özetleyen
ve bu özet içinde olguların yalnızca bizce önemli olan
yanlarını
saptayan bir dilegetirişten başka bir şey değildir. Görüngüler ötesindeki bir dünyada bulunan
kendinde şeylerin
varlığını öne sürmek, bilirnin
ekonomisine de aykır.ıdır.
Mach
'ın bu görüşleri, kendisini
bilimsel kavrarnların
ancak tarihsel bağlamları içinde kavranabilecekleri savına götürmüştür. Bu savın çağdaş bilim felsefesindeki etkisine önemle değinrnek gerekir. 20. yy'ın ortalarında etkili olan Thomas Kuhn ve Paul
Fe- yerabend gibi düşünürlerin
bilime ve bilim tarihine ilişkin savlarının bir kökenini Mach'ın felsefesinde canlı bir
biçimde
buluyoruz. Mach'a göre aynı olgu,
değişik gereksinim ve amaçlara göre başka biçimlerde
kavrarnlaştırılabilir, yasalaştırılabilir. Bu
değişik
seçenekler arasındaki seçim, bilimsel
ekonomiye bağlı
olacaktır. Bundan dolayı, örneğin mekanik dalındaki kavramları bütünüyle anlamak istiyorsak, bu bilim dalının tarihsel
gelişimini
incelernek zorundayız.
Mach'ın düşüncelerini geliştirip dizgeleştiren Pearson, Po-
zitivizm'in
bilimdeki Özdekçilik'i
"usa yatkın bir
idealizme dönüştürdüğünü"
açıkça belirtir. Ona göre de
bilim bir bütündür;
çünkü değişik bilim
dalları bilimin metafizik yaklaşımının öngördüğü gibi farklı değildir. Bilimin ele aldığı tek
gerçeklik,
deney içeriğidir. Değişik bilim dalları aynı içerikleri farklı kavramsal yapılar, farklı diller kurarak açıklarlar. Oysa bu farklılık soyut
olup, anlığın
değişik sınıflandırmalarından kaynaklanan
bir farklılıktır;
gerçek bir ayrılık oluşturmaz. Pearson, metafizikçiyi olgu üzerine şiirler yazan bir ozan olarak gördüğümüz sürece, onun bilime ve düşüneeye bir
zararı
dokunmayacağını savunmuştur.
Eleştirel Pozitivistler
çağdaş bilim felsefesinin temellerini
atan düşünürlerdir.
Aynı nedenle bilim felsefesi, 20. yy'ın son
çeyreğine
değin ağırlıklı olarak
pozitivist bir bakış
açısını korumuştur. Eleştirel pozitivistler
ve onların
yüzyılımızdaki izleyicilerinin
bir başka belirgin niteliği, büyük bir çoğunluğunun, felsefeye sonradan eğilen bilim
adamları
oluşudur. Bu nitelik, konu bilimin .felsefesi olduğunda önemli bir yarar ve derinlik sağlarken, yaklaşım başka ve daha temel düzeydeki felsefe
sorunlarına
yayılmaya çalışıldığında, belirgin
bir yüzeysellik,
hatta felsefi düşünüşte bir
be- ceriksiz'lik de getirmiştir.
Bu
açıdan ele alındıklarında, bilim adamları olarak
büyük
değerleri olan Poincare ve Duhem'in, Mach'çı Pozitivizm'i
geliştiren yaklaşımlarını, yalnızca bilim felsefesi bağlamında düşünmek daha yararlı olur.
Poincare'ye göre, bilime temel olan kimi ilkeler
ancak birer varsayımdır.
Bu varsayımlar ne a priori yöntemlerle, ne de tümevarımla doğrulanabilirler. Dolayısıyla bu temel ilkeler yararlı sonuçlar getiren tanımlar, ya
da kimi uzlaşımlardan
başka bir şey olamazlar.
Aynı konuya ilişkin farklı varsayımlar arasındaki seçim de,
işe
yararlık ölçütüne göre yapılmalıdır. Bütün bunlar,
deneysel yöntemlerle
doğrulanıp, yadsınabilen hipotezler
için değil,
daha derinlerdeki varsayımlar için sözkonusudur. Eldeki olgu,
bu
türden
farklı temel varsayımlar üzerine kurulan sayısız almaşık dizgece açıklanabileceğinden, düşüneeye daha büyük ekonomi
sağlayan
ve daha işe yarar
olan (convenient) varsayımın
ve onun üzerine kurulan
dizgenin yeğlenmesi
gerekin. Poincare, böyle varsayımların uzlaşımsal olduğunu öne
sürmesine karşın, Vaihin-
ger'den farklı olarak bunların keyfi
uydurmalar olduklarını
söylemiyor. Deney bize bir seçim olanağı verdiği gibi, en kolay yolu bulmamızı sağlayarak bizi yöneltir de.
Uzlaşımsalcı
(conventiona- Iist) tutumunun en
iyi kanıtını,
almaşık geometri ve mekanik kuramlarında bulunduğunu düşünür, Poincare. Örneğin Eukleides
ve Eukleides-dışı
geometri dizgeleri arasında bir
seçim
söz konusu olduğunda, bunlardan biriyle çeliştiği söylenebilecek bir deneyimin hiçbir zaman
bulunamayacağını
öne sürerek, böyle bir
seçimin
yalınlık ve işe yararlığa dayandınlması gerektiğini savunur.
Hipotezlerin
sınanmasına
ilişkin olarak Duhem de benzer görüşler ileri
sürmüştür.
Ona göre herhangi
bir hipotezin içerdiği
bir önermenin deneyce
yadsınması,
bu hipotezin çürütülmesi anlamına gelmeyecek, bu yasalardan açıklamalar çıkarsamaya yarayan önkoşul önermelerinin doğruluk değerini hep birlikte etkileyccektir.
Pozitivizm'in
yüzyılımızın
düşüncesi üzerinde yaptığı etkinin büyüklüğünü gözardı etmeye olanak yoktur. Belirgin
pozitivist nitelikler taşıyan akımlar, 20. yy'ın büyük bir bölümünde başlıca felsefe yaklaşımları arasında yer almıştır. Yine
20. yy'da öne
çıkan algı kurarnlarından Görüngücülük, en
azından
kısmen, eleştirel po-
zitivistlerce geliştirilmiştir.
1920 ve 30'1u yılların "mantıksal pozi- tivist" Viyana Çevresi, Mach
felsefesi ve kimi pragmacı
temaların bir bireşimi olarak
değerlendirilebilir.
Pragmacılık'ın kökenierinde deneyci ve özellikle Hume'cu
düşünceler
bulunur. Aynı kökenierde Comte'un Pozitivizm'i ile de,
hem
doğrudan
hem de eleştirel etkileşimler görülebilir. Bilmin etkisi altındaki öbür I 9. yy felsefeleri gibi, Pr^grnacılık için de çıkış noktası (ve ileri dönernlerinde varlığın tüm kapsamı), Kant'ın görüngüler
evrenidir.
1870'li
yıllarda,
Charles Sanders Peirce, William
James ve birkaç
arkadaşlarının ABD'de
birlikte kurdukları
"Metafizik Kulübü", yürüttüğü toplantılarda açıklık,
anlam ve inanç gibi
kavrarnla- ra doyurucu açıklamalar getirmeyi arnaçlıyordu. Burada yapılan
tartışmalarda, özellikle Peirce'ün önderliğinde
geliştirilen düşünceler, Pragrnacılık'ın temellerini oluşturmuştur.
Peirce,
bir yandan Descartes'ın
yeterli bir saydarnlıkla belir- lernemiş olduğunu düşündüğü açıklık kavramını
keskinleştirrneye çalışırken, bir
yandan da Cornte'un Pozitivizrn'inde aşırı sıkı ölçütlerle kısırlaştırdan deneysel onay/anabilirliği yurnuşatrnayı arnaçlıyordu.
Açıklığı gereğince belirleyebilmek,
inanç
kavramını tanımlamayı gerektirir;
çünkü
açık ve seçik olan
ya da olmayan şey,
insanın düşüncesi, inancıdır. Peirce
inancı "eylem için bir
kural" olarak tanımlıyor. inanca yönelik kuşkuysa, yine Peirce'e göre,
eylem konusundaki kararsızlık
nedeniyle baş gösteren bir sıkıntı, bir
rahatsızlık.
Bu sıkıntı, hangi
eyleme geçileceğine
karar verilişe değin sürüyor. Oysa, insanın bu
tür
sıkıntıları her giderişi, yani
her karara varışı, bir inanç oluşturulmasını içerdiğinden, inanç yal- nızfa bir
eylem kuralı olmakla kalmıyor, bir
eylem alışkanlığına
dö"h^şüyor. Bu
bağlamda,
Pragrarnacılık içinde odak
kavrarnlardan bif^. konumuna gelecek olan "araştırma" da belirlenmiş oluyor: Araştırma, kuşku sıkıntısını gidererek, eylemi düzenleyen bir
kurala, yani inanca varrna savaşırnıdır, Pierce'e göre. Düşüncenin belir- ginleştirilrnesi, araştırmanın tek arnacıdır. Yapıyı böylece kurduktan sonra, Peirce anlam kavramına döner. Onun için bir
düşüncenin anlamı, buna
ilişkin
alışkanlıkların toplamıdır. Öte yandan,
bir şeyin
anlamı söz konusu olduğunda da,
bunu uygularnada bu şeyle
etkileşime girildiğinde, mevcut duruma göre hangi
farkların
çıkacağının saptanmasıyla açıklaştırabileceğimizi öne sürüyor. Dolayısıyla
düşüncenin açıklaştırılması için Peirce
'ün ortaya attığı kural,
Pragmacılık'ın
temel düsturunu, baş sloganını biçimlendinniş oluyor: "Düşüncemizin nesnenin, uygulamada hangi sonuçları getirebileceğinin kavrayışı, bu nesneye ilişkin kavramımızın bütününü oluşturur." Demek ki, bir kavramın anlamı, onun uygulamada getireceği etkilerin, sonuçların düşüncesidir. Bu anlamı saptamak
için,
kavramın doğru olması durumunda,
buna dayanarak yapılacak
eylemden hangi etkilerin doğacağını düşünmek gerekir.
Görüldüğü gibi
Peirce'ün
amacı, ne bir genel felsefe dizgesi,
ne de bir dünya
görüşü getirmektir. Pragmacılık'ı ortaya atarken o, bunu, bir doğruluk kuramı olarak bile görmemiştir. Peirce'ün ortaya attığı, olsa
olsa düşüncelerin
doğruluğunu saptamaya yönelik bir
yöntem,
anlamları kesinleştirecek, açıklığı sağlayacak·
bir yol, bir kuraldır.
Ona göre, örneğin bir nesnenin katı olduğunu söylemek, bu nesnenin yüzeyinin başka cisimlerin çoğunluğunca çizile- meyeceğini öne sünnektir.
Katılık niteliğinin düşüncesi, ona
dayanarak yapılan eylemin
sonucunda doğacak
etkilerin_düşüncesidir.
Pragmacılık'a göre araştırmanın, kuşkudan,
doğruluk ve yanlışlık arasında gidip gelmeyen dengelenmiş inançlara doğru bir ilerleyiş süreci olduğuna değindik. Bir başka deyişle bu kuşkudan kesinliğe, yani doğruluğa (doğru inanca) ulaşıştır. Bunun
yöntemiyse, düşüncenin uygulamada
getireceği
sonuçlann kavranmasıdır. Peirce,
araştınnayı
böylece belirlerken, buna amaç olarak
saptadığı
tam kesinliğin, bütünüyle erişilebilecek bir şey olmadığını da ekliyor. Bu son öğreti, son
Yanılabilirlik
İlkesi adıyla anılan savıdır ve
bunun bir felsefe tutumu olarak Kuşkuculuk'tan özenle ve önemle ayırt edilmesi gerekir. Kuşkuculuk belirli
bir konunun bilinmeyeceğini
öne sürer. Örneğin, deneye
yönelen
kuşkuculuk deneyin
bilgi üretemeyeceğini,
deneyden kaynaklanan inançlanmızın
güvenilir olmadıklarını, bunların doğruyu
veremeyeceğini savunur.
Peirce'ün
Yanılabilirlik İlkesi bilginin
olanaksızlığını
ya da doğrunun
kavramlamaz olduğunu
öne sürmüyor. Tam
tersine, Peirce için her konu bilinebilir. Fakat
bilginin tamamlanması
sonsuz bir süreçtir.
Her şey bilinebilir olsa da, insan olarak
her şeyi bilmemiz olanaksızdır. Bilgi, geleneksel felsefenin
beklentilerinin tersine, doğruya
bir yaklaşım
sürecidir. Doğruya, zaman
içinde giderek daha çok yaklaşılacak, ancak kesin ve saltık anlamda,
hiçbir zaman tam olarak erişilemeyecektir. Çünkü saltık kesinlik, saltık anlamda
yanılmazlık
ve genellik gerektirir. Buysa,
insan anlığının
yetilerinin sınırını zorlar.
Yanılabilirlik,
kuşkuculuktaki gibi
ilkesel bir sınırlama getirmez; ortaya attığı sınırlama, uygulamada, 'Pratikte' doğan bir
sınırlamadır.
Saltık doğrunun kavramlamayacağını öne
sürüşünden, Peir- ce'ün Algısal Gerçekçilik'i yadsıdığı sonucu çıkarılmamalıdır. Bunu, Pragmacılık'ı tutarlı olarak geliştirecek olan William James yapmıştır. Peirce
ise bu konuda her zaman tam tutarlı olmamakla
birlikte, bir dış
gerçeklik bulunduğunu ve
bu gerçekliği
algılayarak nesneleri ve içinde bulundukları durumları kavradığımızı savunur. Dolayısıyla sonuçta Pierce'ün doğruluk kavramı,
düşüncelerimiz ile
bizi çevreleyen
nesne ve durumlar arasında bulunan
bir karşılıklılıktır.
Bir başka deyişle, Peirce'de Pragmacılık, doğruluğun ta- nımmda kullanılmaz. Kullanıldığı yer, daha önce de
vurguladığı-
miz gibi düşüncelerin anlamının açıklaştırılması ve doğrunun bulunması, saptanması sürecidir.
Doğrunun bulunması ve
doğrunun
ne olduğu, başka başka konulardır. Birinin yöntemi öbürünü açıklamaz. Doğruyu bulmak,
bir inancın
doğru olduğunu saptamaya
yönelik bir eylemken, doğrunun ne
olduğunu
yanıtlamak, her doğru inancın ortak
olan niteliğini
açıklamaktır.
Peirce
kendi gününde ne ölçüde karanlıkta kaldıysa, çağdaşı ve dostu William James de o ölçüde popüler olmuş, hem ruhbilim
hem
de felsefe alanlarında
büyük bir üne ulaşmıştır. Pragmacılık'a katkısı,
başlangıçta bir açıklaştırma yöntemi olarak ortaya atılan bu
düşünceyi,
felsefenin her alanına yayarak
dizgeselleştirmek
ve kitlelerce tanınmasını sağlamak olmuştur. Kuramın
getirilişine "Metafizik
Kulübü"
toplantılarındaki katkısının ölçüsü bilinemese
de, James'in anlayışındaki
Pragmacılık, artık Peirce'ün bu
yaklaşımı
yerleştirdİğİ çerçeveye sığacak gibi
değildir.
James Pragmacı- lık'ı bir yöntem olarak
gördüğü
ölçüde bir doğruluk kuramı olarak da düşünür. Pragmacılık açısından doğrunun ne olduğunu tartışır ve saptar. Bu bağlamda Peirce'den
hem uzaklaşır,
hem de daha tutarlı bir
dizgeye ulaşmış olur. Peirce yaşamının sonlarına doğru, Pragmacılık'ın
başına gelen bu değişikliklerden o denli rahatsız olmuştur ki, bu addan vaz geçerek, kendi
felsefi tutumunu "Pragma- ticism" terimiyle anmaya başlamıştır.
Gerçekte, James'in
Pragmacılık'ta
yaptığı genişletme ve
yayma girişimi
için gereken her türlü kuramsal
veri daha önceden ortaya konmuş bulunuyordu.
James, girişimine
doğruluk kavramını yeniden
yorumlayarak başlar: Bir inancın doğruluğu pragmacı yöntemle
saptanabildiğine göre, doğruluk için bir
karşılıklılık
aramak anlamsız ve
boşunadır,
der. Karşılıklılığın içerdiği saltık doğruluğa tam olarak erişemeyeceğimizi Peirce de onayladığına göre, doğruluğu böylece
tanımlamanın hiçbir kuramsal
ya da eylemsel değeri olamaz. Öte yandan,
bir kez doğruluğun
karşılıklılıktan bağımsız olduğu onaylanınca dış dünya düşüncesi de anlamını yitirir.
Düşüncein,
inancın, doğruluğunu dış dünya ile
karşılıklılık
oluş- turmuyorsa, bilgimizde olsun, yaşamımızda olsun, dış dünyaya bir yer yok demektir. James'e göre bilginin
kökeni,
kaynağı ve konusu, algının ilk
ve temel girdileridir. "Gerçeklik", işte bu girdilerdir. Algı girdileri
ötesindeki
bir dış dünya, gerçeklik diye andığımız şeyi oluşturmaz. Bu ileri sürdüklerinde Kant'tan önemli ölçüde esinlenmiş olan James, bilginin tek kaynağının deney
olduğunu
ileri
sürerken
de, İngiliz Deneyciliği'nden çok, Kant'ı yankılar.
Çünkü deney, onun için algının ilk girdileri anlamına gelir.
Bu ilk girdiler ulamlanıp
düzene sokulmamıştır ve
anlığa
sürekli bir akış olarak
gelen karmakarışık
bir veriyi oluştururlar. Gerçeklik, dar anlamda bu veriyle özdeşken, daha
geniş bir anlamda da, bu girdilerden anlığın kurduğu görüngüler dünyasıyla özdeştir.
James "Köktenci Deneycilik" adını verdiği bu su katılmamış epistemist
kuramıyla,
çağdaşları eleştirel pozitivistler
gibi, deneyi tek gerçeklik olarak görmektedir. Ancak, kendi görüşünün Öznel ide- alizm'den ayrıldığını öne sürer: Bu kökten ve
salt anlamdaki deney, James'a göre öznel değil nesneldir.
James'in
ulaştığı
sonuçlar eleştirel pozitivistlerinkiyle
önemli
sayılabilecek yakınlıklar taşıyor. Gerçekliği deney içerikleriyle özdeş sayışı yanısıra, ortaya attığı "Yansız Tekçilik" (Neutral Monism), Descartes'çı İkiciliği tıpkı Mach'ın öne
sürdüğü biçimde yadsır: Özdek ve
anlık
ayrımı yanlıştır, çünkü tek
gerçeklik,
tek varlık, deney
içeriğidir.
Doğrunun göreceliği, kavramların in^an-
larca belirli gereksinimleri karşılamak için deney içeriğini sınıflandıran araçlar oldukları gibi düşüncelerde de ortak yanlar koruyan Pozitivizm
ve Pragmacılık,
20. yy başlarında giderek
iç içe
girmiş, birbirleriyle bütünleşmiştir.
James,
düşüncelerimizi
onların uygulamada getirdikleri etkilerle açıklaştırdığımız savında Peirce'ü izler. Ancak aynı savın nesne
düşüncesi
için de geçerli olduğunu ileri sürer: Ona
göre nesneleri, bunlarla olan etkileşimimizin sonuçları, etkileri olarak tanır. Öylece biliriz. James, nesneleri,
onlarla olan etkileşimin
sonuçlan- nı bilmek
dışında
bilebileceğimiz pozitif
bir yol bulunmadığını
ekliyor.. Öte yandan,
önermeler
olsun, yargılıı.r olsun,
bunlar pratik etkileri bulunduğu ölçüde anlamlıdırlar. Böyle etkileri bulunmayanların anlam taşıdıkları öne sürülemez. Anlam pratik etkiyle belirleniyorsa, etkice eş olan
önermeler;
anlarnca da eştirler.
Bütün bu
değerlendirmeler,
Jarrıes'i pragmacı yöntemi bir
doğruluk
kuramı olarak yorumlamaya itmiştir. Bu,
büyük
tartışmalara
yol açmış
doğruluk kuramma göre, bir
önermenin
doğru olması, onun
işler
olması, yani uygulamada doyurucu sonuçlar getirmesidir. Böyle bir
doğruluk
kuramı, kendisine seçenek olan
karşılıklılık
ve tutarlılık kurarnlarından daha yumuşak bir
ölçüt getiriyor. Çünkü pragmacı . doğruluk kuramı açısından, belirli bir önermeye göre yapılan eylem, başarılı ya
da doyurucu etkiler getirirse, bu önermenin bir
dış
dünya ile çakışıp çalpşmamasına bakmadan, önerme doğru olarak onaylanmak durumundadır. Bunun içerdiği sonuç, bilginin evrensel, saltık ve
kalıcı
olamayacağıdır. Burada
da James Pragmacılık'ını
Peirce'ün ulaştığı sonuçların epey
ötelerine
taşıdığını görüyoruz. Saltık v^
değişmez
bilgileri amaç edinmek,
gerçekliği
idealleştirmek olur
diye düşünüyor
James. Bilgi için bilgi
yoktur: Bilgi yaşam
içindir; yaşamı sürdürmek içindir. O,
başa- nya götüren bir
araçtır.
James, ortaya attığı bilgi
ve doğruluk
kuramını öznel olmakla
eleştireniere
karşı, gerçeklik ile
uyurnun Prag- macılık'ın
vazgeçilmez bir ögesi olduğu savıyla karşı çıkmıştır. Ancak yukarıda da
belirtildiği
gibi, ona göre gerçek ve nesnel olan, algı verileri,
yani deneyin ilk girdileridir. Bundan dolayı, pragmacı doğruluğu, onun öznel olmadığı iddiasıyla savunduğu yerlerde, uyum kavramı üzerinden bir tür tutarlılık kuramma yas- Ianıyor gibidir,
James. Onun doğruluk
anlayışının, bu
kavrama belirgin bir görecelik getirdiği açık olsa gerek. Bu, felsefe
tarihindeki tartışma
ve karşıtlıklarda, Pragmacılık'ın çoğu kez her iki tarafı da
belirli bir ölçüde
onaylayabiiişinde de
ortaya çıkıyor.
Görüldüğü gibi,
bilimsel kurarnlardaki görecelik. uzlaşım- sallık, bilimin ve dilin açıklayıp dilegetirdikleri
olguları
hüyük ölçüde kendilerinee
kurdukları
, bundan dolayı da
bağımsız
bir dış
nesnel
gerçekliği
betimlemedikleri gibi, günümüzde kimi
felsefe çevrelerinde
hala revaçta olan
temalar, Epistemizm'in dozunu fazla kaçırarak, tek
ve sallık
doğru, kesinlik ve gerçeğin bilgisine
ulaşma
amaçlarına anlam veren nesnel ve bağımsız dış gerçekliği yadsıyan, ya da (daha sonra değineceğimiz gibi) "işsiz bırakan" felsefelerce getiriliyor. Bunlar özdeksizci (immateryalist)
oldukları
halde idealist olmadıkları savındaki tutumlar. Yansız Tekçilik fiziksel varlığı bütünüyle ortadan kaldırıyor. Peki, bu idealizm ya da bunun da ötesinde Tekbencilik
değil mi? Bu soruya karşılık olarak
duyumların
zihinsel ve öznel olduklarını da yadsıdığını söyleyecektir bu tür Tekçilik. Oysa bu görüş, ontolojiden
kaçarken
Episte- mizm'in, kendi kendinin metafiziğini kurmak durumunda kalmasından başka bir şey değil: Önce dış gerçeklik duyumtarla özdeşleştiriliyor, sonra da, bu su katılmamış Epistemizm'in
getirdiği
idealist vargı, duyumların kendi başlarına, ne
zihinsel ne de fiziksel olan, bağımsız bir
varlık
ulamı oluşturdukları iddiasıyla yeni
bir varlık
ulamı ortaya atıyor. Üstelik bu "yansız" varlık türü, öznel ve anlıksal olarak
doğrudan
tanıdığımız tasarımlardan da
farklı.
Öyle olmasaydı onlarla
özdeş olur, Öznel İdealizm'e indirgenmiş olurdu. Sonuç olarak,
idealizm'den bağımsız
olduğu ölçüde, Yansız Tekçilik'in yeni
bir varlık
türünün metafiziğini kurduğu, kaçınılmaz bir
sonuç· oluyor. İlginç
değil mi? Metafiziği ortadan
kaldırmak
amacıyla yola çıkanlar, fiziksel
gerçekliği
yadsıyor, sonra
da onun yerine yerleştirdikleri
bir duyumlar metafiziğine saplanıp kalıyorlar.
Yansız Tekçilik çoğu kez, Epistemizm'in neredeyse
resmi algı
kuramı haline getirilen Görüngücülük'ün dayandınldığı ontoloji olmuştur. Görüngücülük açısından fiziksel nesneler "kalıcı duyum olanaklılıkları" ya da "duyu verilerinden
kurulan mantıksal
yapılar" olarak
açıklanır.
Dolayısıyla duyumların onlik
konumunun nasıl belirlendiğine bağlı olarak Görüngücülük de pek çok du-
rumda
ya İdealizm'i
ya da Yansız Tekçilik'i seçmek durumunda kalmaktadır.
Yansız Tekçilik, uslamlamalar üzerinden varılan bir sonuç, temelleri
argümanlara
dayandırılan bir
sav değildir.
Dolayısıyla, hiçbir felsefi
kanıtı da yoktur. Yansız Tekçilik, yukarıda değindiğimiz aşırı Epistemist
felsefelerin temel varsayımıdır.
Bu tutumun en büyük sorunlarının başında, Tekbencilik'e götürüyor olması gelir. Ancak bundan başka, "duyumların nereden geldikleri" sorusunu
da bütünüyle
yanıtsız bırakmaktadır. Yaşamımız boyunca
durmaksızın
etkilendiğimiz duyum
bombardımanı,
bu görüş için yalnızca bir olgudur ve nedeni bilinemeyeceği için sorulamaz da. Böyle bir
sorunun modası
geçmiştir, diyen epistemistler de olmuştur. Aynı açıklama yeteneksizliği, anlığa gelen duyumların neden
tutarlı ve düzenli oldukları sorulduğunda da karşımıza çıkar. Neden her ikimiz
de aynı
yöne baktığımızda aynı şeyi görüyoruz; neden
yıllar sonra aynı yere
döndüğümüzde
aynı algıyla karşılaşıyoruz? Bu
sorular gerçek felsefe
sorunlarıdır
ve bunları küçük düşürmeye çalışarak
yanıtlamaktan kurtulmaya
çalışmak,
felsefe sorunlarına gözünü kapamaktır. Berkeley'in aynı sorulara,
kendince açık ve belirgin
bir yanıtı
vardı: Tanrı 'nın tutarlı ve
düzenli
duyumlarımıza neden
olduğunu
öne sürmüş, böylece Tekbencilik'ten
sıyrılabil-
mişti. Eğer su katılmamış Epistemizm
kimi sorunlar karşısında
felsefeyi felç edip
dilsizleştiriyor
ve insanı da
Tekbencilik'e tutsak ediyorsa bunun suçunu sorunda
değil
kuramın kendisinde aramak gerekir. Tutarlı sonucu
ya dine ya da Tekbencilik'e götüren bir
kuram felsefe olarak kendi kendini
tasfiye etmiş olmuyor mu?
Yukarıdaki soruların ağırlığı karşısında, onlara hiç olmazsa
kısmi bir yanıt sağlayabilmek için, kurama bir damla Gerçekçilik karıştırılabilir. Kurarn bunun dışında bütünüyle epistemisttir. Böy- lelerine
"Minimal Gerçekçilik"
adını vereceğim. Büyük filozoflardan
Kant, bu tür minimal gerçekçidir. Onun dışında, birçok görün-
gücü ve
Gerçekçilik
karşısında biraz eğilrnek gereğini duyan birçok pozitivist
de bu arada sayılabilir.
Kuhn, Feyerabend ve onlarla uyuşan çağdaş Köktenciler de bir açıdan bu
görüşün
kapsamına girerler.
Minimal Gerçekçilik,
anlıktan bağımsız bir
dış
gerçekliğin varlığını onaylar.
Bu, Kant'ın "kendinde şeyi" yani
noumenler dünyasıdır.
Felsefi işleviyse, algının nedenini, kaynağını açıklamaktır: Algı anlağımıza
sürekli bir akış olarak
geliyorsa, bir yerden geliyor olmalıdır. İşte görüngüler dünyasına girdilerini veren, bunların kaynağı olan bir dış nedenin
var olduğunu
onaylamak, gerçekçi bir
savı
onaylamaktır. Ancak
bundan fazlasına
izin verilmediği için de bu Gerçekçilik minimal olmaktadır. Varolduğu onaylanan bu dış gerçekliğin elbet bir doğası da
olmalıdır.
Ancak Minimal Gerçekçilik, bu doğanın bilinemeyeceğini, bilgimizin onun bilgisi olamayacağını ve dolayısıyla dış dünya üzerine ne konuşabileceğimizi, ne de bilim yapabileceğimizi savunur. Ona göre, bilgi
görüngünün
bilgisidir, bilim kuramı kendi
ontolojisini yaratır,
dil ise bu dış gerçekliği betimlemez. Algıda tanıdığımız dünya dıştan gelen duyumların yaşamı en iyi ve rahat biçimde sürdürmek amacıyla sınıfiara ayrılıp
örgütlenmesinin ürünüdür. Bu
örgütleyişin
dizgesel düşünce yapısı kişinin içinde bulunduğu kültür ve dil ortamında korunur
ve kişi
bunların koşullandırmasıyla algısını bu
yapıya
göre örgütler. Duyum
malzemesinden bildiğimiz
dünyayı kurar. İşte karşımızda yine çok kuvetli
bir Epistemizm: Dış
gerçekliğin doğasını bilemeyiz,
bunu bilemediğİrniz
için de orası, bildiğimiz gibi, yani nesneler, nitelikler,
olaylar biçiminde
yapılanmış olamaz. Bu, dış gerçekliği önemli ölçüde "işsi^
bırakmak" oluyor.
Çünkü
doğruluk dediğimiz şeyin bir
gerçeklik
ile karşılıklılık içinde bulunmakla sağlanmadığı öne sürülmüş oluyor. Buna göre doğruluğu doğuran, algıların kendi aralarındaki tutarlılık ya da getirdikleri sonuçların İstenilir sonuçlar olmasıdır.
Peki
yine sormak gerek; algının
düzen ve tutarlılığı neden?
Doğruluğu y^atan şey bu tut^lılık olmuş olsa
bile, tutarlılık neden? Üstelik algının düzen ve tutarlılığı, üzerinde
düşünüldüğünde insanı hayrete düşürecek boyuttaki bir düzen ve tutarlılık.
Karşıda bir çam ağacı gördüğümü düşünelim: Bunun alt bölümü (gövdesi)
kahverengi ve üstü (yapraklı bölümü) yeşilse, ona baktığım yerden algısı hep
böyle olacaktır. Kendi istencimle bu düzeni değiştiremeyeceğim. Ona aralıklı
olarak baksam da, ona benimle birlikte birçok kişi baksa da, algısı herkeste
yine hep böyle olacak: Üstü yeşil altı kahverengi. Buna, aynı düzen ve
tutarlılıktaki katılık, koku, sivrilik vb. nitelikleri ekler, sonra da herşeyin
"doğa yasaları·· diye adlandırdığımız düzenlere uyduğunu göz önüne alırsak
algının verisinde olup insanın istencinden bağımsız olan bu yönün açıklanma
gereği ortaya çıkar. Bu düzen ve tutarlılık, dilin ya da kültürün kurabileceği
herhangi bir düzenlilikten daha temel bir düzeydedir. Çünkü bu·
düzen verinin kendisindedir. Minimal olmayan Gerçek- çilik'te dış dünya bu
işlevi de yerine getirir: Ağacı hep aynı yerde ve aynı genel niteliklerle
görüyorum, çünkü gördüğüm şey, varlığı ve nitelikleri benden bağımsız olan algı
ve içeriğindeki düzenli çeşitliliğin her bir ögesine bir dış karşılık ve neden
sağlayan bir öz- deksel nesnedir.
Minimal Gerçekçilik, açıkladığımız bu yalın
biçimiyle, hem algının düzenliliği gibi çok önemli bir olguyu açıklamaktan aciz
kalıyor, hem de bir iç tutarsızlığa düşüyor. Hem algının nedeni olarak
bir dış gerçeklik bulunduğunu onaylamak, hem de bu dış gerçekliğin, algıda
karşılaştığımız tikel nesne ve niteliklerden, onları algıladığımız düzende
yapılandığına karşı çıkmak, başka gerekçeler verilmediği sürece tutarsız,
hatta kendi içinde çelişiktir. Çünkü.
(i)
Algının nedeni dış gerçekliktir.
önermesi, algının, kendi çeşitliliği içinde,
birbirinden farklı parçaların bir aradalığından oluşması ve neden-etki
ilişkisinin "bire-bir" olup aynı nedene hep aynı etkiyi bağlaması
dolayısıyla, nedenler
ile
etkiler arasında
bir karşılıklılığı (corespondence) kendiliğinden sağlıyor. Buna
(ii)
Algıda nitelikler
ve onların bir aradalığı olarak
görülen nesneler ve bunların değişimi, bir düzen ve
tutarlılık
dizgesi olarak kavranır. (ya
da kısaca,
"Aigı düzenli ve
tutarlıdır")
önermesini eklediğimizde,
(iii)
Algı içeriğinin düzen ve tutarlılığı, ona neden olan dış gerçekliğin düzen ve tutarlılığını yansıtır
içerilmiş olacak.
Algı homojen
ve tekdüze bir içeriğe değil, tam tersine, zengin
bir çeşitliliği
olan bir içeriğe sahiptir.
Bu zengin içerik
birbirlerinden tutarlı olarak
farklı olan ögelerin bir
aradalığından
oluşur. Algının nedeni
dış
gerçeklikse, ve
türce
aynı olan bir neden türce farklı etkileri bir arada oluşturmuyorsa, her bir değişik algı ögesine neden olan değişik bir
dış
gerçeklik ögesi bulunmalıdır. Bu
da algının
düzen ve tutarlılığının en az algıdaki zenginliğiyle dış gerçeklikle de bulunduğunu içerir. Bu uslamlamayla dış gerçekliğin ögelerinin, karşılıkları
oldukları algı ögeleriyle eş türden olmaları gerektirilmiyor. İçerilen, yalnızca gerçeklik ögelerinin
algıdakine koşut bir
düzen ve tutarlılık taşıması. Örneğin şurada gördüğüm
sarıya, dış gerçeklikle sarı değil de
bizim sarı olarak kavradığımız başka bir şey (kendiliğini bilmediğimiz başka bir nitelik) karşılık oluyorsa,
gördüğüm
her sarı bunun
karşılığı
olacak, algıda gördüğüm her nitelik öbeği/birlikteliği, yani her nesne de, niteliklerinin
kendiliklerindeki doğaları
ne olursa olsun, bir dış nesneye
karşılık
olacaktır. Görüldüğü gibi,
bir kez Minimal Gerçekçilik
onaylandığında, burada kalınamıyor; en azından algıyla temellenen, "Sağduyu
Gerçekçiliği” diye adlandırabileceğimiz ve tikellerden oluşan bir dış dünya
yapısı içerilmiş oluyor. Dolayısıyla, yalın durumunda Minimal Gerçekçilik
tutarsız, hatta çelişik bir görüş. Çünkü, (ii)'i onayiayıp (iii)'ü yadsıyan bir
görüş bu...
Peki
Minimal Gerçekçilik
tutarlı olarak savunulamaz mı? (i)'i
onaylayıp,
(iii)'ü, bir çelişkiye yol
açmadan
yadsıyamaz mıyız? Bunu
yapmak, (i) üzerine bir sınırlama koyarak,
onun anlamını
yeniden yorumlamakla olanaklıdır. "Algı"nın anlamını şöyle
değiştiririz: Deriz
ki, algı tabii ki duyumlardan oluşur; ancak
bu ikisi arasında
göz ardı edilmemesi gereken çok önemli bir ayrım vardır. Önceki düzenliyken, sonraki böyle olmak
zorunda değildir.
Dolayısıyla algının düzen ve
tutarlılığından,
duyurnun düzenli ve
tutarlı paketler halinde geldiği sonucu
çıkarsanamaz.
Dış gerçekliğin neden olduğu şeyse, algı değil duyumdur. Bize gelişlerinde bildiğimiz düzenliliği taşımayan duyurnlara düzenlerini verip onları algıya dönüştüren insan anlağıdır: Dolayısıyla dış gerçeklik nesnelere yüklediğimiz düzenliliği hiç taşımaz. İşte
Kant'ın Minimal Ger- çekçilik'i!
Kant
bilgibiliminin üzerinde
yapılandığı bu
temel taşları
biraz daha ayrıntıyla irdeleyelim. Önce düzen ve tutarlılığın zorunlu koşullarının bunları oluşturan ögelerin uzay ve zaman içinde bulunmaları olduğunu saptamak gerek. Nesne ve
niteliklerin birbirlerinin yanında, altında, arasında, içinde, ötesinde, (vb. durumlarda) bulunmaları, birbirlerinden önce ya
da sonra gelmeleri gibi ilişkiler, düzen ve
tutarlılığın
zorunlu ögeleridir. Bunlarsız düzen ve bu düzendeki tutarlılık kurulamaz. Kant ise, uzay ve zamanın, ilk
duyu izlenimlerinde ve dolayısıyla onlara neden olan kendinde şeylerde bulunamayacağını savunmuştur. Eğer uzay ve zaman duyumda
ve kendinde şeyde bulunmuyorsa, orada bildiğimiz düzen ve tutarlılığın hiç bir izine bile rastlanamaz. Kant'ın bu
öğretisini
savunuş biçimi, önce duyumların düzensiz olduğunu kanıtlamak yolundan geçmez. Onun
öncelikle
yaptığı, uzay ve zamanın, anlığın zorunlu görü biçimleri olduklarını kanıtlamaya
çalışmaktır. Kant'ın felsefesinin
temelini kendi sözlerinden
yararlanarak tanıyalım. Bu felsefe çok kuvvetle
epistemist olmasına
karşın, bunu idealizm ya
da
Tekbencilik boyutuna taşımıyor. Gerçekçilik'i en minimal anlamda
benimsiyor: "Nesneleri kendinde şeyler olarak
bilmemizin söz konusu olmamasına karşın, onları kendinde şeyler olarak
en azından
düşünebilmek durumunda
olmalıyız.
Aksi halde görünüşün, görünen bir şey olmadan
da var olabileceği
gibi saçma bir
sonuca ulaşırız." (Salt Usun Eleştirisi, N. Kemp-Smith'in İngilizcesinden, New York 1929, s.27) "Görü biçimimiz nesnenin varlığına bağımlı olup, ancak öznenin tasarımlama yetisinin bu nesneden etkilenmesi koşuluna bağlı olarak olanaklıdır." (s.90) Gerçekliğin onaylanışının hangi epistemist sınırlar içinde tutsak edileceği de,
yine aynı sayfalarda dile geliyor: "Görülediğimiz şeyler, kendiliklerinde değil, yalnızca bizde varolurlar. Nesnelerin
kendiliklerinde ne olabilecekleri, duyumsallığımızın alıcılığı bir yana bırakılırsa, bizim için bütünüyle bilinemez kalır." (s.82) Bunun gerekçesi, önce de değindiğimiz gibi, onlann kendi aralarındaki ilişkilerin yerine de geçmez." (s.71) "Uzayda her şeyin yan
yana olduğu
önermesi, bu şeylerin duyumsal
görümüzün
nesneleri oldukları sınırlamasıyla geçerlidir." (72) Bu bizi Kant felsefesi için en
"kritik" olan noktaya getiriyor. Hem Minimal Gerçekçilik'in çelişkisiz kılınabilmesi, hem de Kant'ın dizgesinin
ayakta durabilmesi, uzay ve zamanın nesnel
(yani dış
gerçekliğe özgü) değil, öznel (yani
anlığa
özgü) olmalarına bağlı. Peki
uzay ve zamanın
öznel olduklarının kanıtı nedir?
Transandantal Estetik'in hemen başlarında beş kanıt veriliyor bu amaçla. Bunların üçü, daha dolaylı ve
dolayısıyla
da zayıf kanıtlar. Kant'ın dolaysız ve etkili kanıtları şu ikisi olmuştur:
1-
Uzay
ve Zaman, kökenieri
deneyde olan kavramlar değildirler. Deney içeriğinde "bakın bu uzay, bu da zamandır" diye gösterebileceğimiz bir şey yoktur.
2-
Uzay
ve zaman tüm
görülerimizi temellendiren,
onlar için "onsuz olunmaz"
ilkelerdirler. Zorunlu olmaları, a
priori, yani deneyden bağımsız oluşlannın kanıtıdır. (Bkz. s. 68 ve s.74-75).
Dolayısıyla, diyor Kant, uzay ve zamanın kökeni deneysel olmadığına göre, bunlar özneldir; kaynakları insanın anlığıdır.
Bu
kanıtlardan
ilki Hume'u yankılıyor ve
keskin bir deney- ci-epistemİst
nitelik taşıyor. Eğer bu, Pozitivizm'e esin kaynağı olan
ilkeyi, Hume ve Kant'ın
yaptıkları gibi, nesnel anlamda varolmanın ölçütü {)larak kullanırsak, bilimin kur^mı içinde varsaydığı, örneğin atomaltı
parçacıklar gibi deneyde doğrudan gözlem- lenemeyen bir şey öznel sayılmak zorunda kalacak. Ayrıca Kant
bu kanıtında,
nesnel anlamda gerçek olmayı, töz ya da tözce taşınan bir özellik olmaya
zorunlu olarak bağlı
görüyor: "Uzay ve zamanı, olanaklı olmalarının onların kendinde şeylerde bulunmalarını gerekli kıldığı özellikler olarak düşünecek olsak,
bundan doğacak
saçmalıkları görebiliriz: Ne
kendileri töz olan, ne de tözlerce taşınan bu iki sonsuz şey, hem
varolmak zorundalar, hem bütün her
şeyin
varlığı için zorunlu
koşul
oluşturrnaktalar, hem
de varolan her şey ortadan kaldırılırsa da varlıklarını sürdürrnek zorundalar. Bu durumda,
Berkeley'in cisimleri sanrı düzeyine düşürmüş olmasına
şaşmamalı." (s.69)
Oysa, nesnel anlamda varoluş, tözselliğe ya da ona bağlı bir
özellik olmaya zorunlu anlamda koşullandırılmış olamaz. Çünkü böyle olsaydı, Kant'ın "Bir düşünelim" dediği şeyi düşündüğümüzde
"saçmalıkla" değil, düpedüz çelişkiyle karşılaşırdık. Eski Yunan felsefesinden günümüz bilimi
ve felsefesine değin en önde gelen
düşünürler
nesnel anlamdaki uzay-zamanı dü- üşünedurmuşlar, üzerinde
tartışma yürütmüşlerdir. Evet
uzay-za- man birer töz
anlamında varlık değildirler ve
bu anlamda nesne ve nitelik olmamaları nedeniyle
algı içeriğinde
doğrudan ögeler olarak
yer almazlar. Ancak bu onların nesnel
gerçekliğini
etkilemez. Nesnelerin ve değişimin içinde bulundukları, içinde yer aldıkları ve
birbirleriyle ilişki
içinde oldukları bir
ortam olarak hem varlık
için zorunludurlar hem de nesnelerin varlığını algılamak dolayı- mıyla deneysel gözlem konusudurlar.
Dolayısıyla
Kant'ın sunduğu
birinci
"kanıt",
hele günümüzün bakış açısından, hiç de bir kanıt sayılamaz.
Bu
bizi (2)'ye getiriyor. Kant, ikinci kanıtında uzay-zama-
nın her türlü algı için zorunlu oluşlarını kullanıyor. Burada çağının tüm düşünürlerine uyarak açıklıkla varsaydığı şey, "zorunlu ol- ma"nın "öznel olma"ya (yani deneysel ya da
Kant'a göre "nesnel kökenli" olmamaya) yeterli koşul oluşturduğudur. Kant şöyle der:
"Düşünülmeleri,
zorunlu olarak düşünülmelerini gerektiren önermeler, a
priori yargılardır."
(s.43) "Zorunlululc ve tam
evrensellik, a priori bilginin kesin ölçütleri olup,
birbirlerinden ayrılamazlar."
(s.44) Bir şey tam
evrensel olduğu halde neden nesnel olamasın? Örneğin bir yasa evrenin her yerinde ve
her zamanda, hiç
sektirmeden geçerliyse, yani bu fiziksel anlamda
zorunluysa neden a priori biliniyor olsun? Suyun H20 olduğu böyle bir bilgi değil mi?
İki hidrojen ve bir oksijen atomundan
oluşan
moleküller evrenin her yerinde suyu oluşturuyorsa ve bu her zaman böyle olmuşsa, ne Thales'in ne de Aristoteles'in
bu doğruluğu
bilmemiş oldukları düşünüldüğünde, her
zorunlu önermenin
a priod olarak bilinmek zo· runda
olmadığı
anlaşılır. Bugün Kripke'den
beri bu durumu anlamış
bulunuyoruz. Zorunlu olmanın a
priori olmayı
gerektirdiği önermesi yanlışsa, Kant'ın geçerliliği bu önermenin doğruluğuna dayandırılan kanıtı da güvenilir bir
kanıt
değildir. Bu olguya bir de şöyle yaklaşalım: Bir an için, dış dünyanın tıpkı gerçekçinin betimlediği
gibi nesnel anlamdaki uzay-zaman içinde yer
alan nesne, nitelik, durum ve olaylardan oluştuğunu varsayalım. Bu durumda uzay-zaman, nesnelerin
(ve öbürlerinin)
varlıkları için bir
zorunlu koşul olacak. Nerede nesneler varsa,
bunlar orada uzay-zaman içinde olmak
zorunda olacaklar. Şimdi, yine Gerçekçilik'in öne sürdüğü gibi, eğer insan
anlığının
algıladığı, bu düzenini nesnel
olarak kendinde taşıxan
dış gerçeklikse, uzay-zaman
algının
içeriğinde de, ondan oluşturulan öznel görüngülerin dünyasında da, al-
gı için (görüngüler için) zorunlu olacak. Bir başka deyişle Kant'ın sonuçlarını dayandırdığı olgu, onun dışlamak istediği savı da, en az eşit bir
güçle destekliyor. Bu nedenle de uzay-zamanın görüler için zorunlu olması, bunların öznel olmalarına kanıt oluşturmaktan
uzak kalıyor.
Sonuç olarak,
Kant bilgibiliminin temel taşının kanıtsız kaldığını, bundan dolayı da
idealist olmayan Minimal Gerçekçilik gibi epistemist görüşlerin kendilerini yukarıda ele
aldığımız
çelişkiden kurtaramayacaklarını öne sürüyorum. Bu ise idealizm 'in ve Yansız Tekçilik'in çıkınaziarına saplanıp kalmak istemeyen bir felsefe yaklaşımının, en az Sağduyu Gerçekçilik'i ölçüsünde, nesneler, nitelikler ve bunların oluşturduğu durumların nesnel ve bağımsız varlığına izin vermek zorunda kalacağını ortaya koyuyor. Kavrayış ile
kavramlanı
karıştırıp örtüştürmekten doğan Episte-
mizm'in sağlam uslamlamalara dayanan bir öğreti olmadığı halde Modern Felsefe'den bu günlere değin varlığını koruyabilmiş olması,
üçbuçuk yüzyıldır ortaya
atmış
olduğu açıklamalarınkinden daha büyük bir
başarıdır.
BİLGİ VE NESNE-I
EPİSTEMİZM)LE
GERÇEKÇiLİK
ARASINDA ÇAGDAŞ TARTIŞMALAR
(1988)
Felsefede "Gerçekçilik" diye adlandırdığımız
yaklaşımı, karşıtı olan Epistemizm' den ayırt etmeye çalıştığım "Epistemizm" başlıklı yazımın devamı olan bu çalışmada, iki yaklaşımın son 60 yıl içinde aralarında sürdürdükleri tartışmayı özetleyecek, sonra da Gerçekçilik' in geçerlilik
sınırlarını saptayacağım. Bu son bağlamda "Bilimsel Gerçekçilik" dediğimiz ve fizik kuramınca varsayılan gözlemlenemez
şeylerin gerçek oldukları savını sorgu/aya- cak, buna
bilinemezci bir tutumla karşı çıkacağım. Bilimsel Gerçekçilik' in kendi içinde tutarsız
ve çelişik olduğunu, bu mantıksal sorunu gidermeninse bu tür "Gerçekçilik" i deneysellikten soyut
ve kopuk olan bir Nesnel idealizm' e dönüştüreceğini gösteriyorum.
Bizi
çevrelediğini
düşündüğümüz varlık, insan
anlığından
bağımsız bir gerçeklik midir?
Yoksa kısmen olsa bile, göıip, tanıyıp bildiği^izi düşündüğümüz bu dünyayı biz
mi yaratmakta, onu biz mi kurmaktayız? Bu tür sorular,
içinde
bulunduğumuz yüzyılın ortalanndan
başlayarak
şu biçimde ortaya konmuştur: Dil,
düşünce, algı, bilgi
ve bilim kuramı gibi, insan anlığının ürettiği tasarımlardan oluşan yapılar, insan anlığından bağımsız bir dünyayı, bir
dış
gerçekliği mi betimlerler?
Gerçekçilik adıyla bildiğimiz felsefe geleneği, bu
soruları
olumlu yanıtlar. Dil,
algı ve bilgi, bağımsız bir
gerçekliğe
ilişkindir ve onu ^etimler, çünkü insM
anlığının
ürettiği tasarımları, yani
içe-
rik.leri,
bunlann konusu ve nedeni olan şeyle kanştırmamak gerekir. Karşıya bakıp da örneğin bir
ağaç
gördüğümde, anlığımda oluşturduğum algı içeriği bir şeydir, bu
içeriğin
tasarımladığı ve
ona neden olan karşıdaki
"gerçek" ağaçsa bir
başka
şeydir. Önceki anlıksal bir
varlıkken,
sonraki fiziksel ya da özdeksel bir
varlıktır.
Bu bakımdan,
dilin, algının,
bilginin ve bilimin temel görev ve
işlevi, bu dış ve
bağımsız
varlığı, tasarımlamak ve
onu betimlemektir.
Gerçeksizeilik (Anti-Realism) açısındansa, dilin, algının ve
bilginin içerikleri
ile "dış" konusu (nesnesi) arasında çizilen ayrım bütünüyle temelsizdir. Herşeyden önce, ayrımın bir yanını oluşturan o sözde "dış" nesne, insan olarak hiçbir zaman
erişemeyeceğimiz, hakkında onun
tasarımları
dışında hiçbir şey bilemeyeceğimiz bir
ilkedir. Tasarımsa,
ayrımın öbür yanından başkası değildir. Hemen bir dış nesneden
söz edecek ve onu tasanından ayırt edeceksiniz, hem de bu dış nesneyi
tasarımdan
ayrı olarak tanımak, kavramak olanağınız bulunmayacak.
Böyle bir görüş tutarlı olamaz, demektedir. Gerçeksizcilik. Gerçeksizcilik'in ardındaki temel gücü Epistemizm'dir.
Kısaca belirlemek gerekirse, Epistemizm
iki savın
bileşiminden türetilmektedir:
A)
Varlık, ancak onu bilebileceğimiz ölçüde ve onun bilgisi çerçevesi içinde sözkonusu olabilir.
Bl)
Bilgi içeriğinin
ötesinde ve dolayısıyla da onun dışında kalan
kendiliğindeki
bir varlık (anlıktan bağı(nsız bir gerçeklik) sözkonusu olamaz.
B2)
Kendiliğindeki
varlık (dış gerçeklik) sözkonusu olsa
bile bilinemez.
C)
Bilinen, yani bilginin konusu, kendiliğindeki varlık (dış gerçeklik) olamaz.
Daha
tutarlı,
fakat daha aşırı biçimindeki Epistemizm, A'dan Bl 'i çıkarsar ve
bu ikisinden C sonucuna ulaşır. Dolayısıyla bu yoruma göre C
sonucu, dış
gerçeklik diye bir şeyin varolmadığı üzerine oturmaktadır. Daha ılımlı, ancak
tutarlılığı
yumuşatılmış
bir
Epistemizm ise, A'dan B2'yi çıkarsadıktan sonra C'ye ulaşır. Buna
göre,
dış gerçeklik varolmuş olabilir;
ancak böyle olsa bile bilginin (dilin, düşüncenin, algının) konusu bu değildir. Epistemiz-
min vargısı olan Gerçeksizcilik, en uçta Tekbencilik
olmak üzere
yumuşadıkça Öznel idealizm,
Yansız
Tekçilik git i biçimler alır. Geçen yüzyılın sonlarında etkili olan Pragmacılık ve Pozitivizm, Epistemizm'in başlıca bayraktarları olmuşlardır. Bu ^ anda yapacağımız çağdaş Epistemizm'i ve bu yaklaşımın Gerçekçilik ile sürdürdüğü "ateşli" tartışmayı,
özellikle yüzyılın ikinci
yarısı
üzerinde yoğuntaşarak tanıtmaya çalışmak ve bundan kimi sonuçlar çı- karsamak olacak.
Mantıksal
Positivizm, Temelselcilik ve
Epistemizm'in
20. yy'daki en bilenmiş,
etkili ve sadık savunucusu, 1920'li ve 30'lu yıllarda Viyana'da
parlayan Mantıksal
Pozitivizm olmuştur. Bu
yaklaşım,
Hume ve Kant Epistemizmi'ni Pragmacılık ve Mach Pozitivizmi'nin katkılarıyla güçlendirmek- teydi. I. Dünya Savaşı öncesinde Cambridge Üniversitesi'nde filizlenen gerçekçi akımdan da önemli yapısal alıntılar yapan Viyana Çevresi, bilinen
en keskin epistemist ölçütlerden biri olan Doğrulama İlkesi'ni ortaya atmıştır. Doğrulama ilkesi, anlam ve anlamlılığa ilişkindir. Epistemist sınırı, dilde
anlamlı olarak söylenebilecek şeyleri sınıriayarak çizmeyi amaçlar. Eğer dil, düşünce, algı, bilgi ve bilimin dile getiriliş ve
iletişim
aracıysa ve bunun içinde Epistemizm'in
için
verdiğinin ötesine ilişkin anlamlar
taşıyan
önlemler varsa, anlamlılığın ne olduğu üzerinden sağlanacak bir ölçütle, bu
önermeler
anlamsız, böylelikle de
"gayrımeşru"
kılınabi- lir. Doğrulama İlkesi'nin en önemli tarihsel
kökenierinden
biri Pe- irce'dür. Peirce,
kavramı,
bir sözcük veya
başka bir dile getirişin ussal
içeriği olarak belirliyor. Sonra şöyle bir
saptama yapıyor:
"Eğer bir kavramın olumlanması veya yadsınmasının içerdiği dü-
şünülebilecek tüm deneysel olgu kesinlikle tanımlanabilse, bu, o kavramın eksiksiz
bir tanımı olurdu."Ol Burada
"kavram"dan anlam, "dilegetirişten" de önerme kastedilecek
olursa, Doğrulama
İl- kesi'nin hemen yanıbaşına gelinmiş olur. Deneyi, önermelerin anlamını doğru ya da yanlış kılan şey olarak değerlendirmek, 20. yy epistemistlerinin başlıca savlarından biri olmuştur. Buna
karşılık
Frege ile birlikte Cambridge gerçekçileri, anlamı, bir önermeyi doğru ya da yanlış kılan koşullar, yani nesnel gerçeklikteki durum olarak düşünürler. Anlamı doğruluk değerlerine
bağladıklan için, Viyana
ve Cambridge okullarını
aynı kefeye koymak yanılgısına düşenler olmuştur. Oysa bu yüzeysel benzerliğin arkasındaki karşıtlık,
yüzyılların eskitemediği idealizm-Gerçekçilik çatışkısından başkası değildir. Duruma biraz daha derinlemesine bakılabildiğinde, önermelerin anlamlarının bunların doğruluk
değerlerine indirgendiği, ancak
doğruluk
ve yanlışlığı saptayan
şeyin iki okuica çok farklı bir
biçimde
kavrandığı görülecektir. Frege,
Russell ve Witt- genstein için önermelerin doğruluk ve yanlışlığını, bu önermelerin betimledikleri ve içlerindeki terimierin yönlettikleri (referans yaptıkları) gerçeklik belirler. Doğru olan
bir önerme, terimleri gerçekliğin parçalarıyla birebir karşılıklı olan
bir önermedir.
Bu önermenin anlamını bilmek,
onu doğru veya yanlış kılan koşulları bilmektir; yani önermenin "doğruluk koşullarını" bilmektir.
Anlamı dogruluk
koşullarına
indirgemek ile sağlanan şey neydi? Böylece sağlanan, anlam denen ve dış gerçeklikten farklı bir doğaya sahip
olan kimi şeylerin
bulunmadığının ve
anlamlılığın
bütünüyle dış dünyanın ögelerince oluşturulduğunun güvence- siydi. Formel mantığın değişkenlerinin doğallıkla karşılık
olabileceği ögeler dışında, örneğin anlıksal varlıklar olarak kimi anlamlardan sözetmeyi gerektirmiyarrlu
bu keskin gerçekçi
tutum. Ancak
Frege, yaşamının
son 25 yılında bu
keskin gerçekçi
tutumu bir
1) Collected Papers of C.S. Peirce,
Harvard U.P., 31-35, Vol V., pp.259-262.
ölçüde yumuşatmış, anlamı doğruluk
koşullarından ayırt ederek,
bu koşullarla
yönetimi (referans) özdeşleştirmiştir. Dolayısıyla olgun Frege'ye göre, anlamlı olduğu halde doğru ya
da yanlış
olmayan türnceler sözkonusudur. Ancak, önerme olan
bir tümce, Fre- ge'ye göre de
gerçekliğin
bir bölümüne yönletmeli, onunla bir karşılıklılık içinde bulunmalıdır.
Anlamı böylece kavramak, mantıksal işlemlerde önermelerin anlamlılığına hiç değinmek gerekmeden, bütünüyle doğruluk ve yanlışlık değerlerine dayanarak her türlü geçişi, çıkarımı, yapa- bitmeyi olanaklı kılar. Buysa, mantığı felsefeye
uygulamanın
bir dönemde başlıca amacı olmuş olan çözümleme ve
buna bağlı yalınlaştırıcı
indirgerneye olanak sağlar: Karmaşık ve bileşik olan
her türlü
yapının bileşenlerine çözümlenmesini olanaklı kılar. Böyle bir analitik yaklaşımı Cambridge
okulunun etkisi altında kalarak benimseyen, ancak
deneycilikleri bu okulun gerçekçi tutumuna
karşıt, epistemist bir nitelik taşıyan Schlick,
Neurath ve (daha sonra) Camap gibi düşünürler, pozitivist tutumlarını, bu, çözümselliğe elverişli boyutla zenginleştirerek, "mantıksal" bir pozitivizme dönüştürmüşlerdir. Dolayısıyla Mantıksal Pozititivizm'in önerme anlamını doğruluk ve yanlışlığa indirgemesi,
çağdaşı
gerçekçi akımlarla koşutken, doğruluğun temelini kavrayışı, onlarınkiyle taban tabana karşıttır.
Anlamı doğru ya da yanlış olabilmeye
indirgemek, doğru veya yanlış olamayan,
ya da bu değerlerden
birini taşıdığı gösteri- lemeyen bir türncenin anlamsız olduğunu söylemek olanağını
yaratır. Dilde bulundukları halde, bilimsel gelişme ile
uyuşmayan,
gizemsel, fiziksellik-dışı varlıklara ilişkin deyim ve tümceler, doğru ya da yanlış olmadıkları gösterilebildiğinde bunların
anlamsız, yani saçma oldukları saptanmış olacak, bunlar "pozitif' bir
dilden süzülüp
çıkartılabileceklerdir. Böylece arındırılacak olan dil, bilimle tam bir uyum sağlayabilecektir. Bu, "Occam'ın Bıçağı'ndan da keskin, nerdeyse bir azrail tırpanını andıran tüketme (elimination)
ölçütünü istenilen
yerde durdurmak, öncelikle
Pozitivistlerin kendileri için, hiç de
kolay olmamıştır.
Bir
türncenin
anlamlı olması onun
doğru ya da yanlış olabilmesine, bu sonucu da deneye bağlıysa, deneysel
olmayan ya da çözümleme
sonucunda deneye ilişkin olduğu saptanamayan tümeele- rin
hepsi anlamsız
sayılacaktır. Buysa
ödün vermez bir epistemist varsayıma dayanmakla,
deney içeriğinin
ötesine ilişkin herhangi
bir dilegetirişi,
tanımsal olarak (bir çıkış noktası varsayımı olarak) anlamsız yani
olanaksız
kılmaktadır. Deneyim
tasarımı
olduğu ve bu deneye neden ve konu olduğu söylenebilecek bir nesnel gerçeklik hakkında konuşmak, pozitivist ölçülere göre anlamlı olamaz.
Doğruluk deneyleri
deneyle nasılbelirlenecek?
Bunun yanıtı öncelikle Schlick, sonra da Ayer'ca geliştirilen ünlü Doğrulama İlkesi'nde yatıyor:
ilkenin temeli, şu düşüncede bulunabilir: Bir önerme, doğru olması duyu verilerimizde bir değişiklik yapabildiği ölçüde anlamlıdır.
Şimdi, önermenin doğru oluşunun saptanmasının, bunun duyularımızın verisinde (yani algı ya
da deneyde) hangi değişikliği yaptığının saptanması olduğu ve ayrıca doğrulamanın (verification) da doğruluğu saptamak
olduğu
gözönüne alınırsa, şöyle denilebilecektir:
Bir önerme, ancak ve ancak doğrulanabilir olduğu ölçüde anlamlıdır. Herhangi bir kişinin bu
anlamı
bilimsel açıdan yorumlandığıda, ilke şöyle belirlenecektir:
S'nin, Ö gibi bir önermenin anlamını bilmesi, Ö'nün nasıl doğrulandığını bilmesi; yani, Ö'nün doğrulanmasının algı verimizde hangi değişkenliği yapacağını bilmesidir. Dolayısıyla Ö'nün hangi anlamı taşıdığının yanıtı da aynı ilkeler
doğrultusunda
verilebilecektir. Bir önermenin anlamı, onun doğrulanma yöntemidir. Doğrulama İlkesi
anlamlılık için deneyi
temel aldığı gibi, bu deneye yönelik olan
bir eylemi, bir doğrulama
yöntem uygulamasını da
gerektiriyor. Mantıkçı
Pozitivizm Pragmacılıkla sıkı ilişkilerini koruyor.
Mantıksal Pozitivizm
Doğrulama
İlkesi ile Berkeley'in "Esse Est
Percipi" öğretisine
fazlasıyla yaklaşmış değil mi?
Viyana
Okulu da varolmayı deneyde
doğrutanıyor
olmaya bağlarken, Ber-
keley gibi deneyi varlığa
ölçüt sayan uç bir
Epistemizm'e dönüşmüyor
mu? Mantıksal Pozitivizm
Öznel idealist olmak yerine, daha ağırlıklı olarak
görüngücüdür.
Nesnelere ilişkin bir
önermenin,
örneğin "Arka bahçedeki ceviz
ağacı
yapraklarını dökmüş" gibi
bir dilegetirişin
anlamlı sayılmasının koşulu, bunun
deneyde doğrulanmış
olması değil, doğrulanabilir olması biçiminde saptanıyor. Böylece, Berkeley'de olduğu gibi
nesne, doğrudan
deneyle özdeşleştirilmiş olmuyor. Nesne, olanaklı deney
içeriklerinden
kurulu bir mantıksal yapı olarak düşünülüyor. Dolayısıyla, Mantıksal Po- zitivizm'e göre yukarıdaki gibi bir önermenin bir
anlam taşıması-
nın-başlıca gerekçesi, belirli
koşullarının
yerine gelmesi durumunda,
kimi algıların
edinileceğini dilegetiren
bir deneysel önerrneler
bileşkenine çevrilebilir, ya
da çözümlenebilir
olmasıdır. "Eğer arka
bahçeye gidecek olursam, orada gibi algılar edineceğim." Bu son önermenin boşluğu doldurulduktan sonra, ne denli
uzun ve karmaşık
olursa olsun, Doğrulama İlkesi'ne göre anlamlı sayılacağı
açık olmalı.
Mantıksal Pozitivizm'in
"tırpanı"
için amaç özellikle, bili-
mimsi göründükleri
halde onun dışında kalan
kurgusal metafizik, Tanrıbilim,
metapsişik gibi söylem alanlarının anlamlı olmak iddialarını tüketmekti. Bunu epey kuvvetli bir Epistemizm
pahasına
da olsa başarıyla yerine
getirebiimiş
olan Doğrulama ilkesi,
yalnızca
bununla kalmıyor, ahlak
ve estetik önermeterini
de "doğruyordu." Ancak, daha da önemlisi, geçmiş olay ve olgulara ilişkin önerrne- ler, kimi bilimsel önermeler (doğa yasaları) ve kuramsal önerrne- ler,
doğrudan
doğrulanabilme olanağından yoksun
bulunmaları
nedeniyle, ilkeye göre anlamsız sayılmalıydı. Dili ve felsefeyi bilime uydurayım derken
Epistemizm'i fazla kaçıran Pozitivizm, bilimin candamarını oluşturan söylem alanlarını da tırpanına takıyordu. Bu sonuçtan kaçınmanın tek yolu, deneyde doğrulamaya da olanak tanımaktı: "Bir önerrne deneyde
doğrudan
doğrulanamasa bile,
doğ-
rudan
doğrulanabilir
sayılacaktır. Bu
da onu anlamlı
kılar." İşte bu
dolaylı
doğrulama olanağını kullanarak,
bilimin en önemli
önermelerini tüketilme yazgısından kurtarınayı amaçlayan kimi Mantıksal Pozitivistler,
kökenieri
Descartes ve Aristoteles'e değin uzanan Temelselcilik'e
(Foundationalism) dört elle sarılmışlardır. Doğrudan örnek aldıkları Temelsekilik biçimi, formel
mantıkla
kurulan ve Russell ve
Wittgenstein 'ın
karmaşık olanı yalın olana
çözümlerneyi
amaçlayan atomcu dizgelerinin deneyci bir yorumundan başka bir
şey
değildir.
Temelselcilik,
bilgiyi ve bilimi oluşturan
önermelerin yapılaşmalarına ilişkin bir
öğreti olarak Epistemizm-Gerçekçilik karşıtlığından
bağımsızdır. Her
iki tutumca da kullanılmış,
hatta Deney- cilik'le de sınırlı kalmamıştır. Klasik dizgelerini usçu bir
temel üzerinde
yapılandırmışlardır. Temelselcilik,
bilgi yapısını
oluşturan önermelerin temelde
bulunan kimi önermelerden
çıkarımsal olarak türeyen zincirler
oluşturduklarını
savunur. Zincir üzerinde temele
daha yakın olan önermeler daha
uzak olanlara göre "daha temeldir" ve sonrakilerin doğrulukları öncekilerden çıkarsanabilir. Çıkarım
yönü temelden yukarılara doğru olduğundan, zincirler de tek yönlü bir
temellendirme ile nitelenen katı bir
yapı serimlerler. Bilginin bütünü, ucu
sınırlı
sayıdaki temel önermelere dayanan
ve baş
aşağı duran büyük bir
piramiti andırır.
Pirarnitin yukanda olan tabanına doğru çıktıkça, bilgi önermeleri genelleşir ve kuramsal nitelik kazanırlar içlerine doğrudan gözlemlenemeyen
şeyleri adlandıran terimler
alırlar.
Temeldeki önermelerse doğrulukları başka önermelerden
çıkarsanamayan türdendir. Usçular, bunlann
doğuştan düşünceler olduklarını savunmuş, deneycilerse temel önermeleri yalın deney
durumlarını
betimleyen önermeler olarak
düşünmüşlerdir.
Örneğin Viyana Çevresi'nin "Protokollsatze"leri böyle tümcelerdir. Öte yandan usçu ya
da deneyci olsun, gerçekçiye
göre doğru olan temel önermeler, mantıktan bağımsız kimi dış nesnel
gerçekçilik
ögeleri ile karşılıklılık içindedir ve onlara yönletirler.
Deneysel
bilgi dizgesinin yapısına
bakarsak, eğer burada
Temelselcilik'in öngördüğü
anlamda, tek yönlü bir
bağımlılıkla
yükselen bir yapı sözkonusuysa, salt deney olgusu betimlemelerinin üzerindeki aşamanın, nesneler ve onların nitelikleri
ile bunların
geçirdikleri değişimleri içeren ve
bilimin de temelinde olup, sağduyuca tanınan tikel
varlıklardan
oluştuğu öne sürülecektir. Tikeller aşamasının bir
üstüne
gelindiğindeyse, doğrulukları tİkellere ilişkin önermelerin doğruluğundan
çıkarsanan, genel ve tümel nitelikli önerme/erin aşamasına ulaşılmış olunacaktır.
Çeşitli genellik düzeylerinin kapsandığı bu yatay dilim, daha kalın olmak
ötesinde,
daha da karmaşık ilişkiler içerir. Burada, daha çok genel
önermeler
daha az genel önermelerle temellenerek bir iç örüntü oluştururlar. Genellikler aşamasında, nesne, nitelik türleri, olay
türleri ve olay türleri arasındaki tümel ilişkiler, yani yasalar yeralır. En
üst aşamaysa, gözlemleneıneyen, ancak içinde yer
almaları
bilim kuramını daha
tutarlı
kılan ve alt aşamalardaki doğru önermelerce içeriten kuramsal nesnelere ilişkin, çeşitli genellik düzeylerindeki kuramsal önerme/erin düzeyidir. Atom-altı parçacıklar, elektronlar, fotonlar,
kuarklar, çekim, enerji alanları ve
benzerleri, sözü edilen kuramsal "şeyleri" oluşturur.
Pozitiviste
göre her aşamadaki herhangi
bir önerme
aynı çıkarım zinciri
üzerindeki
daha temel önermelere çözümlenir; yani böyle bir
önermenin
anlamı ve deneysel içeriği, bu
temel önerme- lerce eksiksiz olarak verilir. Üst aşamalardaki önermeler, daha temel
olan daha çok
sayıdaki önermeyi ve
bunların
mantıksal ilişkilerini özetlemek ötesinde bir anlamsal içerik taşımazlar. Yalnızca ve yalnızca, temel,
yani salt deneysel önermeler,
deney içeriğini (yani
deney içeriği
ölçüsünde ve çerçevesi içindeki gerçekliği) betimler. Bir başka deyişle tüm bilgi ve tüm bilim,
deney içeriklerine
ilişkin çeşitli genellik
düzeylerindeki
sınıflandırmalara dayanan
önermelerden
oluşur. Tikel olsun tümel olsun,
deney içeriklerini
aşan, onların ötesinde bulunan
bir gerçeklik
yoktur. Böyle bir
ger-
çeklik varolsa
bile, bilimin ve dilin betimlediği şey bu değildir. Tek
gerçekliğin
deney içerikleri olduğu savındaki yansız-tekçi tutum, hem Mach'ın hem
de James'in varlık bilimlerinin belirleyici özelliğidir. Mantıksal Pozitivistler de bu alanda onları hemen
doğrudan doğruya izlemektedirler.
Gerçeklik, bir
tek bütün paket halinde değil, küçük küçük paketler olarak, yani derece
derece gelir. Değişik alanlara uygulanan değişik gerçeklikler söz konusudur. Bunların birini
onaylamak öbürlerini
de onaylamayı gerektirmediği gibi, bir arada onaylana- mayacak
gerçeklikler
de söz konusudur.(2)
Aynı temelseki bilgi yapısı kuramma
bakarsak, deney ya da gözlem-önermeleri-gerçek- liği, bu salt deney içerikleriyle sınırlandırdığında Pozitivizm'den ayırt edilemeceyektir.
Bunun üstündeki
tikeller aşamasına ilişkin Gerçekçilik, algıyla
kavradığımız nesne,
nitelik, ilişki ve olayların gerçekliğini ve bunlara ilişkin önennelerin ve bu tür gerçeklikleri betimlediğini öne süren
Algısal Gerçekçilik, ya
da Sağduyu
Gerçekçiliği dediğimiz durumdur.
Klasik bilimin ve büyük
ölçüde de modern bilimin temellerinde güçlü bir
Sağduyu
Gerçekçiliği bulunur.
Genel olarak bilim adamı, ortaya attığı önennelerin içeriğini deneyle bilgisini edindiğimiz ve deneyin ötesinde olan
nesnelliğe
ilişkin bir anlamda düşünür. Buysa
Sağduyu
Gerçekçiliği'ni oldukça aşan, daha
kuvvetli bir Gerçekçilik
getirecektir. Tikellerin üstündeki aşamaya ilişkin Gerçekçilik, bu alanın kendi
heterojenliği
dolay•ısıyla çeşitli Tümelci Gerçekçilikler(3l ve Özcülük biçimlerini alır. En
üst
aşamaya ilişkin gerçekçi tutumsa,
kuramsal nesnelerin gerçekliğini öne sürer; gözlemlenemeyen kimi kuramsal varlıkların gerçek olduğunu, kuramsal önennelerin böyle varlıkları betimlediğini savunur. Bu tutuma "Bilimsel
Gerçekçilik"
adı veril-
2) Bkz. yukanda,
"Epistemizm", s.l75.
3) Bkz. A. Denkel, Nesne ve Doğası. Metis
Yayınları,
İstanbul, 1986, Bölüm
14, 15 ve 17.
mektedir.
Örneğin,
Bilimsel Gerçekçilik'e göre Kuantum Fiziği, gerçek varlıkları, bunların nitelik ve ilişkilerini betimleyen bir bilim dalıdır.
Bu
konulara yeniden dönmek
üzere, şimdi, az
önce
betimlediğimiz temelselci
öğretinin,
pozitivist ya da gerçekçi olsun,
bilim felsefesinde ı 960'1ı
yıllara değin genel
onay gören
klasikleşmiş bir
yaklaşım
oluşturduğunu vurgulayalım. Bilimsel
dizgeyi böylece kavrayanlar arasında pozitivistler
yanısıra
(bunlara Reichenbach ve Hempel de
katılabilir)
onlarda çağdaş olduğu ve hemen hemen aynı felsefe
yöntem ve malzemesini paylaştığı halde
bir gerçekçi
olan Karl Popper'ı da
saymak gerekir. Popper'ın
bilim felsefesi üzerindeki
etkisi büyük
olmuştur. Bunun sonucu olarak
pozitivistlerin geliştirdikleri
birçok düşünce, kimi
değişikliklerle
yeniden yorumlanarak gerçekçi bilim
felsefesine maledilebilmiştir.
ı 960'lı yıllarda bu
tür
gerçekçi bilim kavrayışına karşı Radikaller'in oluşturduğu büyük epistemist hareket, gerçekte, başka bir epistemist yaklaşım olan
Mantıksal
Pozitivizm'i niteleyen
"paradigma"ya karşıydı.
Popper
önermelerin
anlamlı oluşuyla değil, bilimsel
oluşlarıyla
ilgilidir. Ona göre önemli olan, deneysel temele dayananla dayanmayanı ayırt etmek değil, bilimselimsi
olandan gerçek bilimi ayırmaktır. Bir ilkenin bilimsel olması da,
Popper'a göre
doğrulanabilir olması ile
değil,
yadsınabilir (refutable)
olmasıyla
belirlenir. Örneğin, her
türlü olguyu açıklayabilen bir ilke, her türlü durumda olumlanan bir anahtar formül, aslında hiçbir şeyi açıklamı- yordur. İlkelerin yeterince
belirgin savlar getirmeleri, onların hangi
koşullarda
yadsınabileceklerinı oelirginleştirecek, bu
da onların
bilimsellik niteliklerini oluşturacaktır. Popper için doğruluk bir kar- şılıklılıktır.(4) Bilimin amacı gerçekliğı betimlemek ve açıklamak- tır.(5) Bilim kendine çıkış noktası olarak sağdııvuyu alır ve aslına
4) Bkz. K.Popper, Objektive
Knowledge. Oxford U.P., 1979, s.44.
5) Agy., s.40.
bakılırsa kendisi
de kesinleşmiş,
aydınlanmış sağduyudan başka bir
şey
değildir.<6) Temelselcilik'in
ve yadsınabilirlik
ilkesinin gereği olarak,
Popper da tıpkı
Mantıksal Pozitivistler gibi, önermeyi bağımsız bir anlam birimi olarak düşünür. Bir
önerme
anlamını ya da doğruluk değerini başka önermelerinkine bağımlı
olmadan, tek başına taşır. Bu nedenle bilimsel hipotezler
tek başlarına
smanmak durumundadırlar.
Popper
ontik açıdan Pozitivistlere karşıt bir
Gerçekçilik
benimser ve bunu sağduyununkilerden kuramsal nesnelere kadar yayarken, Özcülük anlamındaki Gerçekçilik'e karşı çıkar.
Öte yandan o, Deneycilik'in klasik düşüncelerinden biri olan, bilimsel dizgenin istikrarlı bir
birikim ile büyüdüğü
savını yadsımıştır. Bilim,
bir bölümü Newton, bir başka bölümüyse Einstein kuramiarınca oluşturulan ve gerçekliği tam
olarak betimlediği
öne sürülebilecek bir
yapı
değildir, Popper'a göre. Her
kurarn yanılabilirdir.
Sınamalara da- yanamadığı noktaya
geldiğinde,
bir kurarn bütünüyle gider
ve yerine bir başkası gelir.
Bilimin gelişimi
dereceli bir birikim ile değil, doğruluğa bir öncekinden daha
yakın olan bir kuramın etkisinin
yerini bütünüyle alması ile olur. Popper doğruya daha
yakın olma kavramını "doğrumsuluk" (verisimilitude) terimiyle karşılamıştır.
Bütünsekilik
ve Quine
Willard
Van Orman Quine 20. yy'ın ikinci yarısında belki
en büyük etkiyi yapmış olan,
en odaksal filozoftur. Düşünce dizgesi içinde birbirlerine
karşıt gibi duran kimi savları uzlaştıran ve köktenci yenilikler
getiren bir yaklaşımı
vardır. Quine'ın düşüncesinde
bir yandan güçlü pozitivist ögeler bulunurken,
o bir yandan da varlığın
fiziksel-özdeksel tikellerden
oluştuğunu
öne sürebilmektedir.
Ortaya attığı "kurama bağımlılık" ilkesine göre her
kuram kendi varlıksal alanını, kendi antik ögelerini belirler.
Quine bu
6) Agy., s.33-34.
epistemist
bakış
açısını, bilimselleştirilmiş bir
bilgi kuramı
ötesinde bir ilk felsefenin söz konusu
olamayacağı
savıyla büsbütün uç noktalara
çekerken,
gerçeklik için tek
geçerli
ölçütün bilim olduğunu öne sürer. Kuşkuculuk ve onunla birlikte gele 1 tüm uslamlamalar, bilim kuramının dışında olup, bu kuramın k:ırşılıklılık kurmaya çalıştığı bir
"nesnel gerçeklik"
bulunduğu varsayımından doğmuştur, Quine'a
göre. Bu varsayımın anlamsız olduğunu kavramak, Kuşkuculuk'tan da kurtulmaktır. Bilginin doğrulanması, geçerliliği, hatta onun doğruluğu bile,
"doğallaştırılmış"
bir epistemoloji içinde, modası geçmiş konulardır. Bilgibilimin başlıca işlevi, sınırlı deneysel
girdilerden o dev boyutlardaki bilgi kuramını hangi
nedensel bağlantılada
ürettiğimizin açıklamasıdır. Görüldüğü gibi
Quine, varlığın
fiziksel-özdeksel tikellerden
oluştuğunu
ileri sürerken, bunu
Kant'ı
andırır bir biçimde söylüyor: Tikeller, bağımsız ve
nesnel dış
varlıklar değil, kuramın (yani
bilim ve dilin) kendi yapısı içinde ve kendi getirdiği varlıksal yükümlülükler dolayısıyla varolan şeylerdir. "Veri"
olan, yani kuramın kendine göre biçimlendirdiği söylenemeyecek olan, tek şeyse deneydir.
Deney malzemesini kuramlaştırır ve çeşitli düzeylerde önermeler konumuna dönüştürürken, kimi doğuştan anlıksal yeteneklerimizi de kullanırız: kimi çıkarım biçimlerimizle, deneyi değerlendirir, sınıflandırırken başvurduğumuz benzerlik ölçütleri bunlardır. Quine'ın
"Özdekçilik"ini gerçekçi olarak
değerlendirmek
için hemen hiçbir gerekçe bulamıyoruz; onunki epistemist bir Özdekçilik.
Quine'ın, bilgi
dizgesinin (yani bilimin) yapısına ilişkin görüşleri temelseki pozitivist tutumunkine
hem önemli benzerlikler gösterir, hem
de ondan köktenci
bir biçimde ayrılır. Dizgenin temelinde "gözlem tümceleri" (observation sentences) bulunur. Bunlar, Quine'ın "uyarı anlam" (stimulus meaning) dediği deneysel
içeriği dilegetirirler. Gözlem türncelerinin uyarı anlamı, kavrayışa ve yoruma karşın ön bilgilerden,
kuramın
oluşturduğu bakış açısından ve
önvarsayımlardan
etkilenmez. Bunlar, tam tarnma
salt
deneyi
dilegetiren "temellikteki" tümcelerdir. Pozitivistlerin temel önermeleriyle hemen bütünüyle örtüşürler. Bu açıdan Quine'a
göre deney verisi bilginin ve bilimin
bir zorunlu koşuludur.
Gözlem tümeelerinin üzerindekiler, onaylanabilirlikleri
yine uyarı
anlamına bağlı olan
durum-tümeeleri
(occasion sentences) ve
oyanlanabilir- likleri uyarı anlamdan
bağımsız
olan kalıcı-tümeeleri (standing sentences). Bunlardan öncekiler, tikel
nesnelerin tikel anlamdaki gelip geçici koşul ve durumlarını dilegetirirken, sonrakiler de ge-
nelgeçer
koşul ve durumları, yani
genellerneleri söze
dökerler. Burada
bir kolaylık
sağlamak amacıyla gözlem tümeeleri dışında ka-
Ian hepsine "üst-tümceler"
diyeceğiz. Üst-türnceler dilin
ve kuramın
temelini değil, gövdesini oluştururlar. Quine'ın felsefesi çağımız düşüncesini belki en çok bu
türlü
tümeelerin anlamına ilişkin olarak
öne
sürdüğü görüşlerle etkilemiştir. Çünkü Quine'a
göre
böyle önermeler tek
başlarına
ve başka önermelerden bağımsız olan bir anlam taşımazlar Bunlar
gözlem
türncelerinde olduğu gibi,
deney içeriğince
tek başlarına doğrulanıp, yadsınmazlar. Üst-tüm- celer deneyce öbekler halinde
sınanırlar.
Deneyin onları tek
başlarına
kesin bir anlamda doğru veya
yanlış
kılması sözkonusu olamamaktadır. Bu
görüşe
"Bütünselcilik" (Holism)
diyoruz. Quine bunu 19. yy Fransız fizikçi ve bilim tarihçisi Pierre
Duhem 'in, kuramların
yapısına ilişkin savlarından almış ve
geliştirrniştir.
Bütün- selcilik, deneyin, bir kuramın parçası olan herhangi bir önerrneyi yalnız başına değil, o kuramı oluşturan öbür önermelerle hep birlikte sınadığını öne sürerken, önermelerin anlamlarının
içinde bulundukları kurama
göreceli
olduklarını içermiş oluyor.
Aynı dilege- tiriş iki
ayrı kuramda farklı anlamlar
taşıyabilir
ve doğrulanması da kurama bağlıdır. Önermelerin bilimselliğini
yadsınabilir oluşlarına bağlayan Popper
ve anlamlı
oluşlarını doğrulanabilirliklerine bağlayan Pozitivistlerle tam bir karşıtlık içindeki Bütünselcilik nasıl bir gözleme dayanıyor?
Elimizdeki
fizik kuramı
şu tahmini yapmamıza olanak
veri-
yor
olsun: Elektrik enerjisiyle beklenen bir devre üzerindeki bir
ampul, devrenin kapatılması
durumunda ışık yayacaktır. Böyle bir devreyi kapayan bir anahtarı çevirdiğimiz halde ışığın yanmadığını düşünelim. Deney, tahmini doğrulamayarak o tahminin dayandırıldığı bir doğa yasasını mı yadsıdı? Bunu bir yadsıma olarak
düşünebildiğimiz
ölçüde, kuramlarımızı, kuramıyor olmamız gerekir.
Oysa böyle durumlar karşısındaki tutumumuz çok farklıdır. Tahminin yadsındığını düşünmek yerine, onun gerçekleşmesinin zorunlu koşullarını oluşturan ve ancak hep bir arada yeterli
olabilen olguları
gözden geçiririz. Örneğin tellerde
bir kopukluk, bir bağlantı
bozukluğu olup olmadığını, devrede akım olup
olmadığını,
ampulun yanık olup
olmadığını
anlamaya çalışırız. Tahminin
yanlış
çıkmasıyla bu koşullardan herhangi birinin yanlış olması eşdeğerlidir. Bu nedenle deney, tek başına tahmini
değil,
bütünüyle kuramı sınamıştır. Nitekim
tüm
koşulların yerine gelmiş olasına karşın tahmin hala gerçekleşmiyorsa ve bu koşulları kuramsal
tutarlılığı
koruyarak değiştiremiyorsak, bu kez yalnızca tahmin
değil,
kuramın bütünü yadsınmış olacaktır. Bütünselcilik'in kurarn ve onun parçası olan
önermelerin
yadsınmasına ilişkin olarak
ileri sürdüklerini
işte bu doğrultuda anlayabiliriz.
Bir önermenin
kurama bağlı olması, onun o kurarn içinde anlam
kazanıyor
olması, yani onun anlam ve doğruluğunun, kendisiyle mantıksal olarak
ilişkili
başka önermelerle
birlikte doğuyor
olmasıdır: Kurama bağımlı bir
önermeyi,
onu yadsıyormuş gibi görünen deney
verilerine karşın
doğru çıkartmak için ilgili
önermeler
öbeği içindeki herhangi
başka
birkaçını değiştirmek yeterli
olur.
Quine'a
göre bilim, yani kuram-dil'in bütünü, alt-kuramla-
rın
toplamından oluşan bir
küreye benzer. Alt öbeklerin, kendi
alt öbekleri
de bulunabilir. Bu kürede yüzeye yakın olan önermeler ve
dolayısıyla
alt-kuramların konumuyla
odağa
yakın olanlarınki arasında sağlamlık ve
vazgeçilebilirlik
açısından bir fark bulunur. Odağa yakın olanlar daha sağlamdır ve
değiştirilmeye
karşı çok
daha
büyük
direnç gösterirler. Kürenin yüzeyi gözlem tümeelerin- den oluşur. Derinlere
indikçe
önermelerin kuramsallık derecesi
artar. Kuramı feda
etmeden onlardan vazgeçmek
bu nedenle çok daha güçtür. Odağa yaklaştıkça doğa yasaları giderek daha geneBeşir ve
sonunda mantık
yasalarına ulaşılır. Quine'a
göre deneysel kuramın önermeteriyle uyuşmazlık
gösterdiğinde, eğilim, yüzeye en
yakın yerde küçük değişiklikler yaparak alt kurarnları veriye
uydurmaya çalışmaktadır. Ancak bu başarılamadığında bütün bir alt kurarn atılıp, yerine
bir yenisi kurulacaktır.
Genellikle eğilim, uyuşmazlığı en az değişiklikle atlatmaktır. Örneğin, yukarıdaki
örnekteki tahmin gerçekleşmediğinde devre ve akımla ilgili
değişikliklere bakmak yerine nedensellik
ilkesinden vazgeçmek,
bilimin yapmamayı yeğlediği bir şeydir. Ancak
olumsuz verinin gücü ve önemi ölçüsünde yapılması zorunlu bulunan değişiklikler odağa doğru yaklaşabilecektir. Odaktaki önermeler yukarıda belirttiğimiz gibi daha vazgeçilmezdirler; ancak çelişkisizlik ilkesi dahil, hiçbir önerme bütünüyle vazgeçilmez değildir:
Bilindiği gibi, Quine ana- litik-sentetik ayrımını yadsımıştır.
Bütünselcilik, doğruluğun bir karşılıklılık olarak kavranmasını güçleştirecek, hatta engelleyecektir. Bu, her
iki kavramı da dizgesine alınamayı yeğleyen Quine için sorun
değildir.
Kuramsal tutarlılık, önermelerin onaylanabilirliğinin
(öne sürülebilirliğinin) güvencesi olarak
yeterlidir. Ancak bu koşullarda, kuramın "ötesinde" kalan bir dış gerçekliğe de yer yoktur. Nitekim Quine ilk felsefeyi dıştarken bunu
da dışlamıştır.
Gelgelelim, en iyi kuramın (yani bilimin) elverdiği ölçüde gerçekçi olmaksa Gerçekçilik olamaz: Quine bir epistemisttir.
Onun bir epistemist olduğunun
en iyi kanıtı, bütünseki görüşleri tutarlı sonucuna ulaştırıp kurarnların deği- şirliği üzerinde bir görecelik getiren
Kuhn ve Feyerabend köktenciliğinin
çıkış noktalarından birini
oluşturmuş
oluşundadır. Quine,
"Kültürel
Görecelik" diye
adlandırdJğı
bu tür yaklaşıma karşı çıkmıştır; ne var ki onun kendi savunduğu, kurama
bağlılık
ve kura-
ma
bağımlı ontik yükümlülük (ve
ontik görecelik)
gibi ilkeleri zedelemeden Radikaller'i yıkan doyurucu
bir uslamlama getirebiimiş
olduğu da söylenemez.
Peki
Quine'a göre
kurarnların bütünsellik niteliğini yaratan
şey nedir? Eğer Bütünselcilik geçerli bir hipotez ise, bu neden dolayı ortaya
çıkmaktadır?
Sanırız, bunun yanıtı, Quine'ın yine iyi bilinen bir öğretisinde, yani deneyin kurarnları belirlemekten
geri kaldığı
savında bulunacaktır. Kurarnların belirlenmegerisinde
(un- derdetermination) kaldığını söyleyen Quine, bundan yine, sınırlı bir
deney verisi üzerinde
kurulan dev boyutlu bilgi
dizgesini kasteder: "Çelimsiz" girdilerine karşılık çığ gibi içerik üreten kurarnla- rın önermeleri deneyce hiçbir zaman
bütünüyle
belirlenemez, tam anlamıyla desteklenmez.
Bu olgu bütünselliği
yarattığı gibi, bir on- lik görecelik de
getirir. Ancak, heirlerne-gerisi oluşun neden
olduğu somut bir olgu, Quine'ın "çevirinin belirsizliği" (indeterminacy of translation) dediği şeydir. Çevirinin belirsizliği olgusunu saptamak
onun felsefesinde büyük bir önem taşır; çünkü bir anlamda Bütünsekilik artık bilimin yapısına ilişkin bir hipotez olmak ötesinde,
varolan bir olgudur. Çünkü, eğer Bütünselci sava göre üst- önermeler tek başlarına anlam
taşımıyorlarsa,
bunun bir sonucu, ayrı dillerdeki
önermelerin
birbirlerine kesin-eşanlamlılıkla çevri- Iemeyeceğidir.
Çevirinin belirsizliği olgusu ve bu konunun tartışması, deneye dayandırılan anlam düşüncesinin sınanmasıdır. Bu tartışma, deneycilerin
anlamı
kavrayış ve açıklayış biçimlerinin, anlam dediğimiz şeye ilişkin sıradan ihraç ve beklentilerimizi karşılamakla bile yetersiz kaldığını ortaya
koymaktadır.
Her şeyden önce Qu- ine'ın ortaya
koymaya çalıştığı
düşünce, iki terim ya da önermeye bağlanan uyarı anlam (bu, anıınsanacağı gibi, Quine'ın deneysel
anlama kendi yaklaşımı
içinde verdiği addır) özdeş olsa
bile, bu özdeşiiğİn
sözkonusu terim ya da önermelerin anlama ilişkin sıradan beklentilerimizi karşılayabilecek biçimde eşanlamlı olmalarını
sağlayamayacağıdır. Kısacası, deneysel (ya da uyarı) anlamın eş olması yalnızca salt deneyi veren gözlem tümeeleri için bir eşanlamlılık, ya da çeviri olanağı sağlayabilir. Dilin ve kuramın asıl gövdesini oluşturan
üst-tümcelerde, uyarı anlamındaki özdeşlik, eşanlamlı (yani birbirine çevrilebilir) olmayı içermez, böyle bir eşanlamlılık sağlamaz. Üst tümeelerde her türlü çeviri belirsizdir. Bunun Bütünsekilik açısından Quine'a yarayan bir vargısı, anali-
tikliği
öne sürebilmek açısından her
türlü temelden yoksun bulun- duğumuzdur. Çünkü analitik olmak, bir önermenin içinde, bütünüyle ya da kısmen, eşanlamlı olan terimierin bulunuyor olmasından başka bir
şey
değildir.
Eğer eşanlamlılık diye bir şey varsa
ve bu, nesnelere ilişkin
söylemimiz içinde sözkonusuysa, onun
en keskin bir biçimde
ortaya çıkacağı yer
çeviri
ortamı olmalıdır. Eşanlamlılığın var
olup olmadığını
anlayabilmek için, iyi
tanınan ve kültür açısından bizimkiyle sıkı ilişkiler içinde bulunan dilleri karşılaştırmak yanıltıcı olur. Çünkü bu
durumlarda çevirideki
belirsizlik, diller arasında uzlaşımlaşmış ve sadece resmileşmiş çeviri kalıplarının varlığı nedeniyle, gölgelenmektedir. Bu diller arasında yüzyıllardır yapılage- len çeviriler, deyim
ve terim sözlükleri
ve çeviri gelenekleriyle
en azından
yüzeyde standartlaştırılmıştır. Dolayısıyla çeviriye ilişkin olguları
çarpıtmadan su yüzüne çıkarabilecek türden bir inceleme, daha önce çevirisi yapılmamış ve bizce hiç tanınmayan bir dilin önermeterini kendi dilimizde söze dökme eylemi
üzerinde
yoğun- laşmalıdır. Bu,
yüzeysel
olarak standartlaştırılmış çeviri kalıplarının
bulunmaması sayesinde, eşanlamlılığın var olup olmadığının daha iyi anlaşılabileceği bir ortam olur. Aynca iki dili
birden öğrenmiş
kişilerin bulunması da,
az sonra ortaya kanacak nedenler dolayısıyla, belirsizliğin aniaşılmasını engelleyen bir durumdur. Quine, böyle hiç tanınmayan bir dilin çevrilmesi uğraşına "kökten çeviri" (radical translation) diyor ve şöyle bir
durum varsayıyor.
Dünyanın "ücra" bir
köşesinde
yeni bulunmuş bir
kabile olsun ve
bir
dilbilimeiyi bu kabilenin dilini bizim dilimize çevirmekle görevlendirmiş olalım. Dilbilimci işe ne
yapmakla başlayacaktır?
Yapabileceği tek
şey
oralı bir yerlinin belirli bir uyarı anlam
karşısında söylediği sözleri bizim dilimizdeki bir önermeyle bağdaştırmaya çalışmaktır. İlk aşama, hangi uyarı anlamlarla
hangi yerli sözlerinin bağlılaşım gösterdiğini saptamak olacaktır. Dilbilimci
bağlılaşımları
gözlemleyip, sonra
bunları yerli üzerinde sınayabilir. Örneğin yerli karşıdaki çalılar arasında kaçışıp duran tavşana bakıp "gavagai" diyorsa,
dilbilimci tavşanla
karşılaşılan başka bir
ortamda aynı sözü söyleyerek bunu yerlinin onayiayıp onaylamayışına göre, bağlılaşım konusunda bir karar verebilir.
Sorun, bu bağlılaşımı
saptadıktan sonra, bu belirli uyarı anlam
ve yerlinin dilindeki söz ile
kendi dilimizdeki sözün
bağlantısını kurmaktır. Daha
önce de belirttiğimiz gibi, gözlem önermeleri düzeyinde böyle bir bağlantı kurmak
sorunu yoktur. Uyarı anlam örneğin kırmızı renk ise ve yerli bir kırmızıyla karşılaştığında belirli bir söz kullanıyorsa, bunu bizim "kırmızı" ya da "Bu kırmızıdır" dilegetirişlerimizle
bağdaştırmak bir
güçlük
çıkarmayabilir. Oysa
belirli bir uyarı anlam karşısında durum
tümeeleri
ve kalıcı türnceler düzeyindeki üst-önermelere kendi dilimizde karşılıklar saptamaya çalışmak, uygulanacak
her türlü deneysel sınama yöntemine karşın belirsizliği
aşamayacaktır. Buradaki
başlıca sorun, üst-önermelerin, düzeyleri yükseldikçe kendileriyle birlikte taşıdıkları, ya da dilsel-kav- ramsal ortam
nedeniyle araya karışıp duran ikincil bilişi (collateral
information) içerikleridir.
İkinci! bilişi, uyarı anlamdan
bir türlü
ayırt edilip yalıtılamayan ve deney içeriğine dil-kültür (yani Qu- ine'a göre kuram)
ortamınca
sürekli karıştırılıp sızdırılan her
türlü
bilişidir.m Örneğin yerlinin
oradaki tavşam
nasıl gördüğü, nasıl kavradığı, bu
kavrayışın
içerdiklerinin neler
olduğu hep buna bağlıdır. Yerli
"gavagai" dediğinde
bundan o tikel tavşam mı, tavşan-
7) W.V.O Quine, Word and Object, MIT
Press, Cambridge, 1960, s.39
oluşu mu,
birbirlerine kaynamış
tavşan parçalarının birlikteliğini mi,
yoksa tavşan
aşamalarını mı anlamaktadır? Üst-önermelerin düzeyi yükseldikçe, karışan bilişi
niceliği de artacak ve bu sayılan türden almaşıklar çoğalacaktır. Bir üst-önermenin anlamı, onu "uyaran" deney içeriğinden çok daha zengindir: Bu zenginliği yaratan ikinci bilişi, önermenin başka önermelerle ilişkileri,
geçmiş uyanlarla bağlantılar<Bl, anlamı saptamakla deney içeriğinin sınırlılığını ortaya koyan ilkelerdir. Böyle bir
engeli yıkabilmenin
Qu- ine'a göre tek
yolu, iki dili de bütünlükleri
içinde öğrenmektir. Bu
anlamda iki dili birden öğrenmiş biri,
bunlar arasında
kesinliğe çok daha
yaklaşan
çevirile^ yapabilecektir.
Köktenci çeviri konusunu kapamadan bir iki noktayı daha
da saydamlaştırmaya
çalışalım: Çevirideki belirsizlik,
belirli bir uyarı anlam karşısında yerlinin
söylediği
söz ile dilimizdeki hangi
ifadeyi bağdaştıracağımızın
kararlaştırılmasındaki bilgi
eksikliğimiz
değildir, yalnızca. Evet,
böyle bir eksiklik vardır ve
bu deney içeriğinin
(yani uyarı anlamın) aradaki ikincil bilişi dolayısıyla kullanılan sözü tek başına belirlemekten
geri kalışıdır.
Qu- ine'a göre deneyin
kuramı belirleme gerisinde kalışı, dilegetiriş- ler için de
aynen geçerlidir.
Oysa çevirideki belirsizlik
bu yukarı- kiyle ilişkili olsa
da, ondan farklı ve daha da önemli bir
engeldir. Belirsizlik, yerlinin sözüne karşılık hangi dilegetirişimizi saptayacağımızı
kararlaştırmada bilgimizin
yeterli oluşu
değil, yerlinin sözüne karşılık, aynı uyarı anlam karşısında sayıca birden çok terim
veya önerme
arasında seçimi yapamıyor olmaktır. Burada
deneysel olarak eşdeğer,
fakat mantıksal, kavramsal
olarak farklı
dilegetirişler sözkonusudur. İşte Quine'a
göre
Bütünselci- lik'i kanıtlayan şey de budur; çünkü bu
olguyu kuramın/dilin
bütünselliğinden başka bir
şey
açıklayamayacaktır. Kuramın/dilin odağına daha
yakın olan önermelerin çevirisi daha belirsiz; yü-
8) Agy., s.45.
zeysel,
yani deneye yakın
olanların ise daha belirli olacaktır. Aynı düşünceler bilim kuramma uygulandığında, deneyin kuramı belirleme
gerisinde kaldığı ve bundan dolayı, aynı deneysel veriyi açıklayan, yani
deneysel olarak eşdeğer,
fakat birbirleriyle uz- Iaştırılamayacak ölçüde (bu uzlaşmazlık bir çelişki bile
olabilir) farklı
kurarnların sözkonusu olabildiği sonucuna
varılır.
Bu kuramların aynı deney verisine ilişkin önermeleri birbirlerine çev- riirnek
istendiğinde
belirsizlik burada da devreye
girecektir. Çevirinin belirsizliğini ortaya attığı yapıtını yayımlayışından on yıl sonra<9),
Quine, deneyin kuramı belirleme gerisinde kalışı ve
çevirideki belirsizlik olgularının bilim/dil/kuram dizgesi için hangi
düzeyden
başlayarak geçerli olduğu konusunda,
çizgiyi herkesin kendisi gibi deney içerikleri ve
tİkellere
ilişkin önermeler arasında çizmek zorunda
olmadığını,
Bütünselcilik'i onaylamanın onu
"topyekun" ya da Quien'ınki ölçüsünde benimserneyi zorunlu kılmadığını belirtmiştir. Örneğin bütünselliğin
sağduyu nesnelerine ilişkin dil/kuram
için
geçerli olmayıp daha
üst kuramsal düzeyler için, örneğin gözlemlenemeyen şeylere ilişkin
önermelerin dili için geçerli olduğunu ileri sürmek, Quine
açısından
da tutarlı görülebilecek bir tutumdur.
Bir
başka
yazıda Sağduyu (yani
algısal)
Gerçekçiliği'ni savunmuş ve
bunu, algı ile ona neden olan bir dış gerçeklik arasındaki karşılıklılığa dayanan bir uslamlama ile temellendirmiştik. Sağduyu Gerçekliği'ni karşılıklılık ile birlikte savunmak, tikel sağduyu
nesnelerine ilişkin
dil/kuramın bütünseki olmadığını düşünmeyi
gerektirir. Öte yandan Bilimsel Gerçekçilik'i benimsernek için inandırıcı bir gerekçe bulamayanların da, gözlemlenemeyen şeylere ilişkin üst düzey kurarnların deneyce belirlenme gerisinde olmak dolayısıyla bütünsellik niteliğini taşıdığını ileri sürrneleri do-
9) Bkz. "On the Reasons for
Indeterminacy of Translation", loumal ofPhilo- sophy V. LXVII.
ğal olacaktır. İşte bu gerekçelerle ve ileride daha da sağlam temel-
lendirmelerle desteklemek üzere, bütünsellik, deneyce belirleme gerisinde oluş ve
çevirideki
belirsizlik gibi olguların geçerlilik alanını belirleyen sınırı, biz
gözlemlenebilir
nesneler dünyasını dışta bırakacak biçimde çekiyoruz. Peki, böyle yapmak
için, bunu kendi yaklaşımımızın gerektiriyor olması ötesinde, başka nedenlerimiz var mı? Bu
aşamada iki neden vereceğiz. Bunlardan
biri, Quine'ın
Bütünselcilik'i sağduyu nesnelerine
de yayan tutumunun tutarlı
sonucunun, doğruluğu göreceli kılınayı (yani onun "Kültürel Görecelik" dediği görüşü) içermesi, ikincisiyse, Hilary Putnam'ın ortaya
attığı
"ilgi-göreceliği" (interest
relativity) düşüncesinin,
algıyla kavranan sağduyu nesnelerine
ilişkin
önermelerdeki çeviri belirsizliğini giderebilmesidir.
Quine,
deney içeriği
düzeyinin üzerindeki her
üst-önerme-
nin deneyce belirlenme gerisinde
olup, kuramın
bütünselliği içinde bir
"kollektif' anlam taşıması ve
bir ontik görecelik
getirmesinin, kavramların kurama bağlı olmaları gibi, doğruluğun da
kurama göreceli olduğu sonucunu
içerdiğinin
çok iyi farkındadır. Ancak bu sonucu ne pahasına olursa
olsun benimsemez ve onu engelleyecek gerekçeler arar.
Örneğin daha henüz çevirinin belirsizliğini ortaya attığı yapıtında bileOO) görecelikten, kendi bilimimizi, bir kurarnlar bütünü olarak
bilgi dizgemizi ciddiye alıp, onun
getirdiği
doğruluğu tek doğru olarak
değerlendirmekle
kurtulabileceğimizi öne sürmüştür. Oysa,
denebilir, felsefeci neden kendini bilim kuramı içinde tutsak etsin? Onun dışından bakmaya
başladığı
andan itibaren de, deneyce eşdeğer ancak
farklı
"doğrular" içeren kurarnların va-
rolabileceğini
onaylamak zorunda kalacaktır. Quine Bütünselcilik'i savunan bir filozof olarak, kendi
söylemini
de kuramın dışında yapmıyor muydu? Quine böyle bir
söylemin
kendisinin de belli bir
10) Word and Object, s.24-25.
kurarndan
bağımsız
olamayacağını ileri
sürer. Bu onun Bütünselci- lik'i gereğidir: Her
önerme, her söylem bir
kurarn içinden,
bir kuramın bakış açısındandır. Ancak konu doğruluk olduğunda, içinde bulunduğumuz dil/bilim/kuram dışındaki başka bir kurarndan kendi kuramımızın doğruluğu üzerine söz söyleyemeyiz.
Böyle bir üst-kuramsal doğruluk sözkonusu olamaz. Çünkü içinde bulunulan kuramın bir
üstündekine
çıkmak, o kuramı yadsımayı, onu tüketmiş olmayı gerektirir. İlk felsefenin
olanaksızlığı
da bu yüzdendir. Oysa
kuramı
benimsediğimiz sürece onun
içinde olacak, yani onun doğrusunu saltık ve tek doğru olarak
düşüneceğiz.
Quine'a göre Kültürel Görecelik savını öne sürmek bile böyle bir
paradoksu içermektedir.
Dolayısıyla bu savı onaylamak
zorunda kalmak gibi bir
tehlike de sözkonusu değildir. ('D
Quine'ın ortada böyle bir paradoks bulunduğu
yolundaki iddiası pek inandırıcı durmuyor. İnsanın kendi kuramı üzerine düşünebilmek
için başka bir kuramın açısını "sanki kendi kuramından vazgeçmiş
gibi" (ama gerçekçe vazgeçmeden) geçici olarak neden benimseyemesin ki?
Neden kendi kuramı karşısına çıkıp başka bakış açılarını, onları içtenlikle
benimsernesi ve kendi kuramını yadsıması gerekıneden değerlendirmek olanağıdan
yoksun olsun? Bir kez bir kuramı benimsediğinde, ona neden böylesine dogmacı
bir biçimde, yani ya hep ya hiç anlamında, saplanmak zorunda olsun? Kaldı ki,
eğer Quine'ın öne sürdüğü türden bir paradoks gerçekten varsa, kanımızca bu
onun için çok daha büyük bir tehlike oluşturuyor. Çünkü eğer Quin^·ın
felsefesine göre deneysel olarak eşdeğer olup, ikisi de (tutarlılık anlamında)
doğru olmak yanısıra kendi aralarında mantıksal olarak uzlaşmaz olan kurarnlar
sözkonusuysa ve böyle bir durumdaki iki kuramın doğru olmaları Kültürel Göre-
celik'i içeriyorsa ve de yine Quine'ın öne sürdüğü gibi, bu para-
I I) Bkz. "On Empirically Equivalent
Systems of the World" Erkenntnis 9 (1975) s.3 I 3-328.
doksal
bir düşünceyse,
Quine'ın felsefesi bir paradoksa yol açmış, mantıksal bir tutarsızlıkla sonuçlanmış demektir. Gözlemlenebilir nesneler dünyasını kurama-bağımlılık dışında tutmak işte böyle bir
çıkınazı
engelleyecektir. Böyle yapmak,
göreceliği
sağduyu nesneleri dünyasından atacak bir gerçeklik temeli
oluşturacaktır.
Putnam,
sağduyu nesnelerine ilişkin olan
dile uyguladığı
ölçüde, çevirideki belirsizliğin bir
olgu olmak yerine bir olanak olduğuna dikkat
çekiyor.02)
Bu amaçla, açıklamanın ilgiye (ilginin yoğunlaştığı alana) göreceli olduğu düşüncesini ortaya atıyor. Kısaca "ilgi göreceliği" dediği bir düşünceyi anlamak
için bir örneğe başvuralım. Bir uçak düşmüş, bu olay bir çok can
kaybı ve maddi zarara neden olmuş olsun.
Gazeteciler ilgili bakandan açıklama istiyorlar: "Uçak neden
çakıldı?"
"Çünkü" diyor
bakan "çakılmadan
bir saniye önce büyük bir
hızla yere yaklaşmaktaydı ve bilinen doğa yasaları ile teknik olanaklar çerçevesinde, bu saniye içinde kendini yere çarprnaktan kurtarıp yeniden uçmasına olanak
yoktu." Bakanın
verdiği açıklama doğru bir
açıklama.
Oysa, gazetecileri ya da
kamuoyunu ilgilendiren bir açıklama değil bu. Açıklama, ilgiye göreceli olarak
çeşitli
değişik açılardan verilebilir
ve böylece verilen açıklamalar aynı deneysel olguya ilişkin olarak
eşdeğer olabilirler. Yine de böyle bir
durumda bakanın ilgisinin doğal olarak duyulacak ilginin odağının, yani
insanların
ilgilerini büyük bir
çoğunlukla
yoğunlaştırdıkları noktaların, dışına kaymış olduğu söylenebilir. Buna koşut olarak
karşıdaki
çalıların arasında kıpırdanan şeyin farklı biçimlerde kavramlaştırılması,
değişik açıklama ve
betimlemelerle verilmesi olanağı da
sözkonusudur.
Onun için tavşan, tavşan parçalarının bir aradalığı, tavşan aşaması ya da tavşan- oluş demek, onu bu biçimlerle kavramak
olanaklıdu.
Oysa, içinde yaşadığımız dünya, bunun hepimize ortak olan koşulları, insanlar
1 2) Meaning and The Moral
Sciences, Routledge. 1978, s.4 1-51 ve 55-58.
olarak
yaşamamızı
sürdürmenin temel gereksinim ve koşullarının birliği insan kültürlerine bir temel ortak p^yda zemini vermiştir. Çalıların arasında kıpırdaşan o şey her
insan kültürü
için, hangi terimle anılırsa anılsın bir tavşandır. Dolayısıyla "gavagai"nin çevirisi bütün bu
yukarıdaki
almaşiklar olabilirdi; ancak dünyadaki başka insan topluluklarından sözettiğimiz sürece, bu çeviri tavşandır. Aynı çeviriyi Mars'tan gelmiş bir
yaratığın
dilinden yaparken bu ortak
paydaya güvenemeyeceğimiz
çok açık olmalı.
Bütün bu
nedenlerden ötürü,
algı nesnelerine ilişkin dilde
aşılmaz bir çeviri belirsizliği yoksa, bu dilin bütünsellik niteliğini çok daha az bir ölçüde taşıdığını ve onun önermelerinin tek başlarına anlam
taşıyıp,
doğru veya yanlış oldukları öne sürülebilir. Buysa, bu alana ilişkin karşılıklılık üzerine kurulu bir Gerçeklilik'i bilimin gözlemlenemezlere ilişkin kuramlarının bütünseki
biçimde yorumlanması ile tutarlı kılar. ·
Kuhn, Feyerabend ve Köktencilik
Quine'ın Bütünselcilik'ini, götürdüğü Kültürel
Görecelik ile bir arada benimseyip bundan değimez anlamda
bir doğruluğun
sözkonusu olmadığı sonucunu
çıkarsarsanız,
ana çizgileriyle Kök- tenciler'in düşüncesini elde etmiş olursunuz.
Bütünseki
ve tutarlılığı doğruluk olarak gören yaklaşım türünün, sınırlı deneysel veri karşısında eşdeğer fakat farklı kurarnlar
bulunabilmesi olgusunu ancak böyle açıklaması, anlaşılır bir durumdur. Çünkü tek
ve saltık
doğruya temel olacak bir nesnel dış gerçeklik düşüncesi, kuram/di- lin bunu betimlemesi ve
bu ikisi arasında
karşılıklılık bulunması gibi
ilkeler bu yaklaşım
içinde ya yadsınacak şeylerdir ya da en azından kuşkuludurlar. Köktencilik en küçük bir
dozda tutmaya özen
gösterdiği Minimal Gerçekçilik'i benimser. Üzerinde etki
kaynakları
arasında Bütünsekilik'ten başka, ikinci
dönem Witt- genstein ve II. Dünya Savaşı sonrasında diller ve (ilkel oldukları bir
türlü kabul edilemeyen) kimi yalıiı!mış insan
toplulukları
üzeri-
ne
yapısal
araştırmalar da
sayılabilir.
Köktenciler'e göre günlük dilde olsun, bilirnde olsun, her türnce kurama
bağımlıdır.
Tek başına ve
bağımsız
olarak hiçbir önerme anlam taşımaz. Bundan
dolayı
önermelerin anlamını nesnel
olarak belirlemek diye bir şey de
sözkonusu
değildir. Terimler olsun, türnceler olsun,
dilsel söylenimler
anlamlarını bir kurarn bağlamında kazanırlar. Quine'da gördüğümüz ve
Temelselcilik'in bir kalıntısı olan,
gözlem
türncelerinin kurarndan
bağımsız
sayılmaları, köktencilere sürdürülen bir
sav değildir.
Deney içeriklerine ilişkin önermeler de kurama bağımlıdır. Örneğin Paul Feyerabend, gözlem dilinin
yorumunun, gözlemleğimiz
şeyi açıklamada kullan-
dığımiz kuramca belidendiği ve kuramın değişmesiyle birlikte bu yorumun da değiştiğini söyler.03l Kurarn zaman içinde değiştiğinde bir bütün olarak
değişir.
Bilim temelselcilerin öne sürdüğü gibi dereceli bir birikim ile büyüyen ve
bütün
kurarnları içinde bağdaştıran bir
dizge değildir.
Bilim, giderek zenginleşen deneysel veri üzerinde kurulu
olup birbirleriyle uzlaşmaz
olan kurarnların zaman içinde birbirleri
ardına gelmeleri, yani bir kuramın yıkılarak onun yerinin bir başkasınca alınması ile gelişir. Aynı ya da bir ölçüde farklı kurarnlar olabileceği gibi, eş zamanlı ve
deneysel anlamda eşdeğer
oldukları halde uzlaşmaz olan
kurarnlar da sözkonusudur.
Farklı bir kuramda bütün temel
kuramsal terimierin anlam geliştirdiği ve dolayısıyla bunların yönletimlerini de değiştirdikleri görülür. Belirli bir terimin ya da önermenin bir
kuramda taşıdığı
anlamla karşılaştırılamaz. Terimler farklı olan
anlamlarını
kurarn bağlamında kazandıklarından, karşılaştırma bu iki kuram-dil içinde de
yapılamayacaktır.
Çünkü bir kuram-dil aynı terime
bir başka dilin verdiği anlamı veremeyecek, öbür dilin
anlamını
kendisininkiyle karşılaştıramayacaktır. Bu karşılaştırmanın içinde yapılabileceği ve
I 3) "An Attempt at a Realistic
Inlerpretalion of Experience",
Proceeding
of the Arislote/ean Society, ı 958, s. ı60-ı62.
kurama
bağımlılıktan
arınmış, nesnel bir dil ortamı da
yoktur. Dolayısıyla
hem kuramlar, hem de içlerinde bulundurdukları önermeler, anlam açısından ortak
bir ölçüyü, bir ortak zemini paylaşmamak anlamında eş-ölçülmezdir (incommensurable).04)
Bilim
kuramlarının
birbirlerini izleyişinin, ya da popüler deyimiyle "bilimsel devrimlerin"
mantığı,
koşulları, ussallığı ve
biçimi konusunda, Kuhn ve Feyerabend'ı bile birbirlerine düşüren yaygın tartışmayı burada ele almayacağız. Şimdi belirlemeye çalışacağımız şey, bu bilim felsefecilerinin bilimin
gelişimi
ve yapısı üzerine düşünce üretirken ne tür bir
ontolojik tutum benimsernek durumunda kaldıkları olacak.
Bu konuyu doğrudan
ele almayışları dolayısıyla bu alana ilişkin düşüncelerinde oluşan saydamsızlığa
karşın, Köktenciler'in nasıl bir
varlıkbilim
çerçevesi içinde kaldıklarını kestirrnek
olanaklıdır.
Öncelikle, çok kuvvetli
olan episte- mist tutumianna dikkat etmek gerek. Terimierin anlamlarını ve bundan dolayı da
yönletimleri
kurama-bağlımlıysa, terimierin
yön- lettiği
"nesneler" de kurama göre değişecek, sonuç olarak Minimal Gerçekçilik'in ortaya attığı biçimde05) dil/kültür/kuram kendi "nesnelerini"
kendi kuruyor olacaktır.
Dolayısıyla sorulması gereken
bir soru, anlamın kurama bağımlı oluşunun ontolojiyi ne ölçüde
kurama bağımlı
kıldığıdır: Her kurarn kendi ontolojisini mi kurar?
Bu böyleyse
değişmez ve saltık anlamdaki
bir doğruluk
kura- mma yer kalmamış demektir.
Fakat böyle bir görüşün Köktenci- ler'i bir dış gerçekliği -deneyin salt nedeni olarak bile-
olanaksız
saymak sonucuna, yani
Tekbencilik'e veya Öznel idealizm 'in kucağına itmesi
gerekmez. Nitekim Köktenciler
belirgin bir biçimde Minimal
Gerçekçi'dirler.
Örneğin Kuhn'un "O dışarıdaki dün-
14)
Bkz.
T.Kuhn, Bilimsel Devrimierin Yapısı, (çev.) N.Kuyaş, Alan Yayıncılık, 1982; P.Feyerabend,
"Explanation, Reducation and Empiricism", Minnesota Studies in
Philosophy of Science, 1 962.
15)
Bkz.
"Epistemizm", Felsefe Tartışmaları, 1. Kitap.
ya"ya
sürekli olarak değindiği gözlemlenebilir.06) Bu dünya bilginin bir kaynağı, bir
kökenidir;
oysa bilgi ya da bilim kuramı bu
dünyayı betimlemez. Betimleme sözkonusu olmadığına göre de doğruluğu belirleyen
şey o olamaz: Doğruluk dış nesneilikle bir karşılıklılık değildir. O zaman, yukarıda değiniirliği gibi, saltık doğruluk aramak bir boş erek
peşinde
koşmaktır. Doğruluk da
kurama bağımlıdır. Doğruluğu yaratan, kuramın iç tutarlılığıdır. "Eğer
haklıysam", diyor
Kuhn " 'Doğruluk'
tıpkı 'kanıtlama' gibi
ancak kurarn içi
uygulaması olan bir terimdir."07) İşte bu
anlamda varlık da kurama bağlıdır. Çünkü dil ve kurarn dünyayı, yani
dünyadan geleıı deney verisini kendine göre kesip
biçerek kendi ontolojisini yaratır/18) Köktenciler'in bu düşüncesi
de, belirgin bir biçimde, Quine’ın "Varlıksal Yükümlülük" ve
"Varlıksal Görecelik" öğretilerinden esinlenmiştir. Kuramın kendi
nesnelerini saptai:hğı düşüncesi, aslında Frege'ce ortaya atılan ve Strawson'ca
da yoğun bir biçimde kullanılan önvarsayım (presupposition) öğretisi ile ilişkili
olarak ele alınmalıdır. Bu öğretiye göre herhangi bir önerme bir
"nesne"nin belirli bir durumunu ya da niteliğini dile getiriyorsa,
bunun doğru ya da yanlış olabilmesi, durumu ya da niteliği betimlenen nesnenin
varolduğunu öne süren bu önermenin doğru olmasını gerektirir. Varlık bildiren
önerme doğru değilse, yüklem yapan önerme de doğru ya da yanlış olamaz.
Kant'taki, varlığın bir yüklem olmadığı savından esinler taşıyan bu öğretiyi
Quine kendi doğrultusunda şöyle geliştirir: Kimi adları önermelerin içinde kullanmakla
bu adiara karşılık olan nesnelerin varlığı konusunda bir yükümlülük altına
girmeyiz. Russell'ın betimlemeler kuramı böyle
16)
Örneğin, Bkz. "Retlections on my Critics, Criticism
and the Growth of Knowledge, Lakatos and Musgrave (eds.) Cambridge U.P., 1970,
s.227, 265, 268, 270.
17)
Bkz. agy., s.266.
18)
Agy., s.268.
bir
yükümlülüğü
ortadan kaldırabilmektedir. Benzer bir anlamda, yükleroleri kullanmak da tümelierin varlığını onaylamak yükümlülüğü yaratmaz. Ancak Quine'a göre, bu
tür
önermelerin yapısını veren
bir mantık
geliştirdiğimizde kullanacağımız bağlı değişkenler varlıksal yükümlülük getireceklerdir. Örneğin, "Tunca
keldir" türncesi
bizi ne Tunca'nın ne
de kellik özelliğinin
varlık veya gerçekliğine ilişkin bir yükümlülüğe sokar. Oysa "Kimileri
keldir" böyle
değildir. Bunda varlıksal yükümlülük getirilmektedir; çünkü bunun
anlamı,
"Öyle bir şey vardır ki,
bu kel"dir. Yükümlülük
kelliğe değil, bu
niteliği
taşıdığı söylenen şeyedir. Buna
benzer olarak "Kimi insanlar keldir" demek de bununla insanların varlığına yükümlülük getirir. Quine yükümlülüğün "gerçekçi" bir anlamda olmayıp yalnızca yüzeysel olduğunu düşünür.
Çünkü farklı bir
mantıksal
dizge kurarak yükümlülüğü farklı şeyler üzerine kaydırabiliriz. İşte Quine
ünlü "Varolmak, bağlı bir
değişkenin
değeri olmaktır" sözünü bu
bağlamda
söylemiştir. Quine,
Frege'^in öğretisindeki varlığın ■ gerçekçi ölçütü olan varlıksal-nicelenmiş önermenin doğru olması
ölçütünü kurama bağımlı bir
ölçütle
değiştirmiş oluyor.
Ona göre bir kurarn ancak önermelennin doğru olabilmesi için değişkenlerinin yerine durmatan gereken nesneler kümesinin varlığını onaylamakla yükümlüdür.09) Ontik yükümlülük, bir kuramın o kuramı benimseyenlere
yüklediği
bir yükümlülüktür, bu yaklaşıma göre.
Varlıksal yükümlülüğün bizi ve içinden konuştuğumuz ku- ram/dili, varlık olarak
kabul etmekle yükürolediği
her bir şeye "varlıksal sayıt" diyelim. Varlıksal ya
da ontik sayıt
tüm kurarn için bütün bir
"evren", kuramın bir önermesi içinse bir "nesne" olabilir. Önemli olan
nokta, her kuramın
yapısında, bu kuramın, içinden var gibi gösterdiği, oysa başka bir
kurarn için
geçerli olma-
19)
"On
\Vhat There is", From a Logical Point ofWiev, Harper, 1953, s.l3-14.
yabilen
bir nesneler ve nitelikler (yani sayıtlar) alanı bulunacağıdır. Bu, kurarnların bütünsellik ve tutarlılık niteliklerinin
doğurduğu
bir sonuç. Her
kuramın kendi varlıksal sayıtı var ve bu kurarn deney
malzemesinden kendi kurama-bağlı
ontolojisini, kendi kurama bağlı doğruluğunu yaratıyor. Kimi bilim felsefecileri ve
bilime aşırı
hayranlık duyan kimi bilim adamları ve
felsefeciler, kurarnla- rın varlıksal sayıtının gerçeklik ile olan ilişkisini bir
türlü
gereğince saptayamıyorlar. Örneğin kimileri, sayıtlarla varlıkları birbirine karıştırmak yanılgısına düşüyorlar. (Bunu kavrayış ile
kavramlanı
karıştırma yanılgısıyla karşılaştırın). Bu
karıştırmayı
safçasına (na- ive) yapanlar, içinden konuştukları kuramın ontik sayıtım gerçekliğin kendisi sanarak, agnostizme yer bırakmadan, örneğin gözlene- mezleri gerçek sayıyorlar. Buna bir örnek, kuantum
kuramının,
bire bir anlamda gerçekliği betimlediğini sananlardır. Bu gruptakiler, karıştırmayı safçasına yapıyorlar, çünkü Quine dersini iyi almamışlar. Bu bilim hayranları, kurarnların bütünsellik niteliğinin
farkında değiller. Öte yandan
bütünsellik
niteliğinin farkına varan
kimileri de, karıştumayı ters yönde yapıveriyor ve tüm gerçekliği varlıksal sayıt içinde eritiveriyorlar. Varlıksal sayıt kurama göreliyse
ve deney verisi de birden çok kuramca
dizgeleştirilebiliyorsa,
varlık kurama bağımlı olmalıdır demek, daha baştan gerçekliği sa- yıtta eritmiş olmayı içeriyor. Bütünselcilerin bir başka eğilimi ise, bu kez_gerçekliği sayıtta eritmeden bunları ayırt etmek, ancak var- lıksal sayıtın gerçekliği "işsiz
bıraktığım" varsayirrak.
Buna göre
gerçeklik algıya neden
oluyor, ama kuramın
betimlediği bu değil, sayıt. Oysa sayıtın gerçekliği ne ölçüde verdiğine karar vermenin yine Bütünselcilik'in bilinen gerekçelerine göre olanaksız olduğu
görüleceğinden, gerçeklik ne
bilinebilir, ne de doğruya temel olabilir,
deniliyor. Biz ise varlıksal
sayıtın gerçekliği işsiz bırakmadığını ve
gözlemlenebilirler
alanında sayıtın gerçeklikle büyük ölçü^ de
çakıştığını
öne süreceğiz. Gözlemlenemezler alanındaysa bu çakışmanın bilinemez olduğunu, Bütünselciler'in söylediklerinin bu-
rası için geçerli olduğunu söyleyeceğiz.
Gözlemlenebilirler alanını ayrıcalıklı yapan
şeyin
algının düzenini ve
nedenselliğini
temel alan uslamlama olduğunu ileri
sürüyoruz.(20)
Köktenciler her kuramın kendi
varlıksal
sayıtma yükümlü olması dolayısıyla hiçbir kuramın saltık doğruya
varamayacağını, hiçbirinin gerçekliği betimlemediğini savunuyorlar. Bizce, bu savın öncülü doğru olmasına karşın vargısı
öncüiden çıkarsanamaz. Her
varlıksal
sayıtın gerçekliğe bir
yaklaşım
olduğunu ve her sayıtın kendi
iç-doğruluğu
olduğu gibi karşılıklılık anlamında saltık doğruluğa bir yaklaşımı, yani
bir doğrumsuluğunun
da (verislmilitude) bulunduğunu düşünebiliriz. Bu doğrumsuluğun kimi alanlarda insan için saptanabilir
olmaması
onu ne ortadan kaldırır, ne
de gerçekliği
işsiz bırakır. İşievsel (operational),
araçsal (instrumental) ve pragmacı anlamda,
daha yetkin olan kurarnların
sayıtlarının gerçekliğe göreceli olarak
daha yakın
olabileceğini, bilimin
gelişiminde
gerçeğe yaklaşımının (convergence)
bu anlamda sözkonusu
olduğunu düşünebiliriz.
Gerçekçi olduğu dönemlerde Putnam, Köktenciler'in benimsediği ve onları göreceliğe götüren Epistemizm'in, ya yönletim olgusunu
dikkate almadığı,
ya da yanıltıcı bir
yönletim
kuramma bağlandığı noktasına dikkat çekmiştir.<21) Bu düşünürlerin gözönü- ne almadıkları şey, terimierin yönlettiği şeylerin, o terimierin ardındaki kavramlar
ya da bunların
anlamlarından bağımsız olduğudur. Köktenciler bunun farkında değil gibidirler. Terimierin anlamlarının kurama-bağımlı olduğunu öne
sürerken doğrudan yönleti- me
ilişkin bir şey söylememektedirler. Ancak görüldüğü kadarıyla Köktenciler, Pozitivistler ve hatta Popper ile
aynı
yönletim kuramını paylaşmışlardır. Bu
kuramsa, yanıltıcı
olup Epistemizm 'e zemin hazırlayan Frege'ci
yönletim
kuramıdır. Frege, felsefi kariye-
20)
Bkz.,
yukanda "Episıemizm",
s.191-193.
21)
Meaning
and the Moral Sciences, Routledge, 1978, s.22 ve ss.
rinin
son döneminde
kavrayışı dış nesnelliğe yansıtan Platoncu
Gerçekçilik'e(22)
karşıt yönde bir
adım
atmış ve anlam ile yönleti- mi
ayırt
etmişti. Bu bir açıdan kendi
önceki
dönem düşüncelerinin de
eleştirilmesiydi.
Anlamı yönletimle özdeşleştiren görüş, anlamlı her söze anlık dışı nesnel bir karşılık arayacağından, her kavramı nesnelliğe yansıtmak eğilimindedir. Frege, ayrımıyla önemli bir yanılgıyı engellemiştir. Bu ayrımın geçerliliği, gerçekçi olsun olmasın, her
görüş
için ortak bir çıkış noktası olmalıdır. Oysa, ayrımı çizdikten sonra Frege'nin anlam ve yönletim arasına yerleştirdiği bağlantı biçimi,
kantan belirgin olarak
Epistemizm'in yararına
eğmektedir. Frege'nin ayrımını onaylamak,
onun yönJetimi
anlamın belirlediğini öne süren öğretisini de
benimserneyi gerektirmez. Ona göre anlam,
yönletime
götüren yoldur.(23l YönJetimi anlam
içeriğinden
bulabiliriz, çünkü sözcüğün karşılığı olan nesnenin niteliklerinin bilgisi, sözcük ile
nesneyi birbirlerine bağlayan tek
yoldur. Nesneyi saptayan bu bilgi, bu içeriktir. içeriğin dilegetirili- şiyse nesne
hakkında
doğru olan belirli betimlemelerin tümel evet-
lemesidir. ("ve" ile bağlanmasıdır). Frege'ci öğreti açısından anlamın içeriğine uyan nesne hangisiyse, sözcüğün yönJetimi de odur. Bunun yanıltıcı bir
yöntelim
kuramı olduğu, hem
Ptunam hem de Kripke tarafından güçlü uslamlamalarla ortaya konmuştur.<24) Şimdi, eğer anlam
kurama bağlıysa
ve de Frece'ci yaklaşımın gereği olarak yönletimi anlamın belirlediği varsayılıyorsa, kurarn değişince,
terimin yönletimi
de değişmiş olacaktır. Yani Bütünselcilik'e göre yönletim de kurama bağımlıdır. Oysa bu, yukarıda değinmiş olduğumuz, gerçekliği
varlıksal sayıt içinde eritmek
yanılgısından
22)
Bkz.
"Epistemizm", s.58-59.
23)
Bkz.
The Philosophical Wrirings ofGotrlob Frege, Geach and Black, Blackwell, 1952,
s.57-58.
24)
Bkz.
A.Denkel, Yönletim:
Dil Felsefesinde Bir Konu, Boğaziçi Ü.Y., 1. 981, s.32-50.
başka bir
şey
değil. Gerçek nesnelerin
varlıksal
sayıt olduklarını, Frege'nin
epistemist yanılgılı
yönletim kuramından başka destekleyen hiçbir gerekçe yok. Frege'nin kuramınınsa geçerli bir temeli yok. Dış nesneleri
insanın bilgi içeriğinden oluşan anlamın belirlediğini
söylemek, bu nesneleri anlığa bağımlı kılan bir varsayımdan yola çıkmaktır. Kurama
bağımlı anlam, olsa olsa sayıt alanı içindeki, kuramın varlıksal
yükümlülüğü olan "nesneleri"
belirler. Sayıta
yönletimse, gerçek yönletirnden ayırt edilmelidir.
Sayıt
alanı içindeki "nesneler"
tabii ki kurama bağımlıdır.
Ancak bunların kurama
bağımlılığı
gerçek nesnelerin bağımsızlığını etkilemeyecektir. Deney içeriklerine ve onunla temellenen algısal bilgiye
neden olanlar işte bu
gerçek nesnelerdir. Dolayısıyla terimlerden gerçek yönletilenlere giden yol da, aynı nedensel
ilişkiyi
ters yönde
izler. Bilgi nesnesini belirlemez; nesne bilgisini belirler. Bu ne- dense[ ilişkiyi ters
yönde izleyerek, terimden dış nesneye
ulaşıp onu saptamak olanaklı olmasa
bile, terimi tümcelerimizde
kullanırken sözünü etmeyi
amaçladığımız
şey, yani yönletimsel niyetimiz, yine Frege'nin dediği gibi(25)
sayıtlarımız
değil, gerçek nesnelerdir.
"Fatih Mehmet" dediğimizde kastettiğimiz şey, hakkında- ki bilgimiz ne ölçüde eksik
ya da yanılgılı
olursa olsun, tarihte yaşamış olan
kişidir.
Bilgilerimizin toplamı olan
sayıt,
yönletimsel niyetimizi oluşturmaz.
YönJetimi anlamdan
ayırmaktan
öte, bir de gereği gibi
ba- ğımsızlaştırdığımızda,
eş ölçülmezlik denilen
şeyin,
saltık doğruluk, dağumsuluk ve
gerçeğe giderek yaklaşma gibi
beklentileri hiç de yıkmadığını anlıyoruz. Köktencilerin
eş-ölçülmezlikten bu
sonucu ç_ıkarsamaları ya yanlış bir
yönletim
kuramından kaynaklanmakta,
ya da Epistemizm 'i baştan varsaymak döngüselliğine dayanmaktadır. Kendimizi bu gibi yanılsamalardan korumak için
25)
Bkz.
Frege, a.g.y., s.61-65.
gerçek yönletilenin kendinde-olduğu-gibi-nesne iken, sayıt yönle- tilenin onu-bildiğmiz-gibi-nesne olduğunu, iyi kavramalıyız.
Deney
içerikleri
düzeyine dek inmeye çalışan Bütünselci- lik'e karşı Gerçekçilik'i savunduk. Ancak Gerçekçilik'i hangi alanda ve ne ölçüde savunacağını iyi kestirrnek gerekir. Çünkü zincirini koparmış Gerçekçilik, sağlıklı düşünceye, aşırıya
kaçmış Epistemizm ölçüsünde zararlıdır. Kavram Gerçekçiliği buna en iyi örnektir.<26) Bilgi dizgesine ilişkin olarak,
Bütünselcilik'in
hangi noktadan, hangi düzeyden itibaren
geçerli
sayılabileceğine daha
önce de değindik. Ancak
çizgiyi o düzeyden çekmenin gerekçesini daha sağlam bir
biçimde saptamak zorundayız. Bunun için de,
önce ayrım için bir
ölçüt verip, sonra, son on yıl içinde gerçekçilerce verilen belli başlı uslamlamaları gözden geçirip, bunların,
gözlem- lenemezlerin gerçekliğini savunan Bilimsel Gerçekçilik'e güvenilir bir temel sağlayıp sağlamarlığını değerlendirmeliyiz.
Yönletimleri (kaplamları) gösterirole
sapıanabilen şeyleri böyle saptanamayanlardan
ayırt edelim. Ayırt ettiğimiz her iki ulam da betimlemelerle saptanabilir; fakat
bunlardan İkincisi, yalnızca betimlemelerle saplanabilen tikellerden
oluşuyor. Şimdi, bilgi dizgesini, yani bilim/kuram/dil bütününü, temelseki bir
yapı olarak düşünelim. Bunu deney içerikleri düzeyinden başlayıp algı
nesnelerine ve bunlara ilişkin genelliklere, en tepedeyse kuramsal, yani
gözlemlenemeyen "nesnelere" yer veren önermelere doğru yükselen bir
yapı olarak imgeleyelim. Bel,rsizlik, eş-ölçülmezlik ya da kurama-bağımlılık
gibi olguların, kuramın betimlediğini gerçekliğin kendi yapı ve niteliğinden
saptırıp uzaklaştırmasının nesneler düzeyinin üstlerine değin önemli
sayılamayacak ölçüde düşük bir oranda olduğunu daha önce de öne sürdük. Bu
düzeylerde sayıt ve gerçeklik büyük ölçüde örtüşüyor. Bütünsellik niteliği bil-
26)
Bkz., yukanda "Epistemizm", s. J74.
gi
yapısının
hangi aşamasından başlıyor? Deney içeriği, bir
veri olarak, kurama bağımlı bir
nitelik taşımıyor.
Köktenciler'in savunduğu görüş bile
deneye ilişkin yargılarımızın
kurama bağımlı olduğuydu. Oysa, deney içeriğinin,
yine bir veri oıırak, büyük bir düzenlilik taşıdığı da kuşku götürmüyor.
Bu düzeni·liğin anlığa bağımlı olduğu savının, Tekbencilik ya da Öznel
İdealizm'e saplanmamak koşuluyla, başarılı bir biçimde s^vunulabilrr.iş
olmadığını öne sürebiliriz.{27) Yine bu olguya dayanarak, deney verisini sağduyunun
ve algının tikel nesneleri (nitelik ve durumları) olarak yo- rumlayışımızda, ne
ölçüde kuramsal bir bütünlük oluşturuyor olsak da, bunun kendi iç
tutarlılığının, deneyde veri olan tutarlıiıkça sürekli bir biçimde
sınandığını ve gerçekliğin düzenini yansıtan bu veri-tut:ı!:l•!·:':mın,
kurarndaki düzeni kendine uydurduğunu söyleyebiliriz. Deney içeriğinin düzeni,
algıdaki nesnelerin düzenini, dış dünyanın düzenine göre belirler. Algı
nesnelerine ilişkin kurama- bağımlılık, verideki bu düzen nedeniyle,
gerçekliğin "biçiminden" önem taşıyan sapmalar yaratmaz. Bir başka
deyişle, deney içeriğini gerçekliğin düzeninden farklı bir biçimde,
istediğimiz gibi, ya da yararianınıza uygun olarak kesip biçemeyiz. Algının
nedenselliği bunu engeller.<28) Kuramın getirdiği bütünsellik algı
nesneleri düzeyinde başlıyor olsa bile, bu alan temelselciyi de haklı kılacak
bir nitelik taşır. Bu alanın tikelleri, gösterimle (ostension) adlandı-
rılabilen şeylerdir. İlgi ve yarara göre yapılacak ayrımlar bu alanda gerçek
ayrımlarla örtüşür. Atı ve üzerindeki atlıyı bir tek nesne olarak
tanımamızı gerektirecek ilgi ve yarar, bizim gibi yaratıkların bizim dünyamız
ortamındaki ilgi ve yararı değildir. İlgilerimizin ortaklığı da aynı nedensel
düzen verisince belirlenmiştir.
Bilgi dizgesinde üstlere doğru çıktıkça durum
değişir. Kuramın gerçekle bağlantısı dereceli olarak zayıflar ve dolaylaşır.
Yön-
Jetilen
"nesneler" giderek gösterimsel olarak saptanabilir olma niteliğini yitirirler. Buysa, Quine'ın önemsediği ölçüde deneyim kuramı belirleme
gerisinde kalış olgusunu doğurur. Yine
bu, dizge içindeki
doğruluk yargılarının giderek
tutarlılık
ve bütüns'ellikle belirlenerek, karşılıklılıktan uzaklaşmasına neden olur. Kurarnlar kendilerine
özgü
varlıksal sayıt alanları oluşturmaya başlarlar. Buralarda niyetlenilen, yönJetilen gerçek olma değil de
sayıt olansa, eş-ölçülmezlik de, doğal olarak
artık yerini bulmuştur. Tikel
nesnelerin üzerindeki dilime
geçer
geçmez tam bir bütünselliğin geçerli olacağı söylenemez.
Çözümlemede (nesne, nitelik, ilişki, durum
gibi) tİkellere
indirgenebilir olan, uzay, zaman,
neden, özler,
tü- mellikler gibi ilkeler de, bu çözümsel anlamda
gerçektirler.
Genel olaraksa, anlığa, kurama
bağımlı
sayıtlardır.
Bilim
dizgesinin yukarı
katlarındaki farklı kurarnları karşı- Iaştırmayı olanaklı kılacak bir "nesnel dil" bulunmadığı doğrudur. Ne var ki, oraya kuramlarımızı ve algımızı aşarak ulaşamasak da, terimlerimizin niyetlenilen gerçek yönletimleri, kaplamları vardır. Bu gerçeklikler bizde aralıksız bir
biçimde
algı içerikleri oluşturarak,
zaman içinde
doğrudan veya dolaylı bir
biçimde
kuramlarımızı olumlar
veya yadsırlar.
Bu, yeni kuramların, yeni paradigmaların ortaya atılmasının ve yeni gelenlerin eskilere göre gerçekliğe daha yakın ve
daha doğrumsu
olmalarının nedenidir. İşievsel ve
araçsal
açıdan daha yetkin olan yeni kuramın varlıksal sayttı gerçekliğe daha büyük bir
benzerlik taşır. Ancak böyle bir
kuramın
gerçekliğe ne ölçüde benzediği, onun hangi sayıtının, hangi
parça-
sı.nın gerçekliğe uygun
olduğu bilinemez. Gerçekliğe kuramiarı- mızla ne kadar yaklaştığımızı bilemeyiz. Bilebileceğimiz bir şey, kuramiarımızla gerçekliği tam olarak hiçbir zaman
kavrayamaya- cağımızdır.
Deneysel değer ve
tutarlılık
açısından eşdeğerlik ile
karşılaşıldığında
kararları pragmacı ölçütlerle veririz.
Bu ölçüt bir olasılıkla bize
hangi·kuramın gerçekliğe
daha yakın olduğunu gösteriyor olabilir. Ancak aynı ölçüt gerçekliğe ne kadar yakın oldu-
ğumuzun göstergesi olamaz. Bu, bilinemez. Başarı, gerçeğe uygunluğun değil, ancak daha uygunluğun işareti olabilir. Bilimsel
"devrimler", büyük kuramsal
değişiklikler,
bilgi dizgesinin üst katlarında gerçekleşir. Oysa gözlem/enebiiir/eri yeni baştan ve
farklı olarak yapılandırabilecek kurarn değişiklikleri gerçekleşen türden olaylar değildir. Bunlar
gerçekleşmeleri
pek kolayca tasarianabilen şeyler bile
değildir.
Bilim dizgesinin üst katları kurarnlara "kiralık" iken, alt katları dolduranlar
"malsahibi"dirler. Kiracıların gerçekliği ne ölçüde verdikleri
bilinemez, çünkü deneyin onları belirlemeden geri kalışı, buna
olanak vermeyecek düzeydedir.
Bir başka deyişle, Algısal Gerçekçilik deneyce ne ölçüde doğrudan ve güçle deste
bulursa o ölçüde kuvvetli gerçekçi olabilir.
Sağduyunun
tikel nesneleri düzeyinde tüm gücüyle geçerli olan gerçekçilik, gözlem- lenemezler katında "minimal"
olmak zorundadır.
Burada gerçeklik yalnızca (dolaylı olsa bile) deneyin nedensel kaynağı ve
kuramın
(hiçbir zamarn tam olarak erişilemeyecek) amacıdır. Üst katlarda "minimal" olma
dozunu aşan
Gerçekçilik, Platoncu
Kavramsal Gerçekçilik'in
alanı içlerine sokulmuş olan
bir savdır.
BİLGİ VE NESNE-II
GERÇEKÇiLİK
İÇİN SINIRLAR
(1988)
Gerçekçi
Uslamlamalar
Bilimsel
Gerçekçiler
çoğunlukla aynı zamanda
Algısal
Gerçekçi olmuşlardır. Bundan
dolayı,
gözlemlenemezlerin varlığını savunan
uslamlamaları,
gözlemlenebilirleri de
kapsayan genel bir anlamda öne sürerler: Gerçekçiliği 'ni de destekler ve öncekini kanıtlamadaki bir başarısızlığın sonrakini kanıtlamayı da engellediği gibi bir izienim yaratırlar. Oysa bu iki öğreti, mantıksal olarak birbirini gerektirrnek bir
yana, tersine doğal olarak birbirlerini dışlama eğiliminde olmalıdır. Nitekim aynı zamanda
deneyci olan bir algısal gerçekçi, gözlemlenebilir olmayı varolmaya koşul sayacaktır. Daha ileride göstermeye çalışacağımız gibi, bilimsel gerçekçinin göze görülen nesnelerle tam bir gerçeklik yükle- rnesi tutarsız bir
düşüncedir.
Bu nedenlerle, değineceğimiz uslamlamaları öncelikle Bilimsel Gerçekçilik'e uygulanışlarıyla ve ayrıca da
Sağduyu (ya da Algısal) Gerçekçiliği bağlamında ele almamız gerekiyor.
Hilary
Putnam 1960'ların
sonlarından 1976'ya değin Ger-
çekçilik'in
en öndeki bir
kaç "bayraktanndan" biri olmuştur; I
976 sonlarındaysa
Gerçeksizciler arasına katılır. Bu
yolayrımından
önceki yıl içinde Gerçekçilik adına en olgun uslamlamalarından birini ortaya atmıştır.C29) Bir kurarn olsun, diyor Putnam ve
bu kurarn kendi tutarlılık
ve bütünselliği içinde belirli bir deneysel olguya ilişkin olarak
belirli bir önerrneyi
içeriyor olsun. Bu önerrne kura-
29) Meaning and the Moral Sciences, Routledge,
1978, s.34-35 ve 108-109.
ma
bağımlı olarak doğru olacaktır. Buna "güvenceli önesürülebilir- lik" (warranted
assertibility) diyebiliriz. Örneğin, bilim
kuramımız
eldeki deneysel veriye göre Venüs'ün atmosferinde karbondioksit bulunduğunu içeriyor, buna güvenceli önesürülebilirlik sağlıyor olsun. Şimdi bu,
doğruluk
denen şey olamaz,
bu şey
doğruluğu zorunlu
da kılamaz.
Çünkü diyor Putnam, bütün bu
yukarıdaki
duruma karşın, Venüs'ün atmosferinde karbondioksit
bulunmayabilir. Kuramın
içerdiği önerme yanlış çıkabilir; bunu
biz bilmesek bile önerme
yanlış olabilir. Bunun tersini söylemek kuramın doğru olduğunu içerdiği
hiçbir önermenin yanlış olamayacağını, yani
bunların
zorunlu doğruluklar olduğunu söylemek anlamına gelecektir. Oysa durum buysa, doğru ya
da yanlış olmak yalnızca kuramın saptadığı bir şey olmamalı. En temel anlamıyla doğruluk, kurama bağımlı bir
şey
olmamalı. Peki bu bağımsız ve
saltık
doğruluğu ne saptayacak? Kaçınılmaz olarak,
kuramın
dışındaki bir nesnel gerçeklik. Dikkat edilirse, temel anlamdaki doğruluğun nasıl sapıana- cağının bir saptaması değil, bunu neyin saptadığının bir kanıtı, bu.
Kuramın,
algının dışına çıkabilmek olanağına sahip
değiliz.
Dolayısıyla, bu
uslamlama Gerçekçilik'i
yine en minimal bir anlamda kanıtlıyor: Kuramın ötesinde olup, önermelen doğru veya yanlış kılan, ancak bunu nasıl sağladığını (yani kendiliğinden nasıl olduğunu) kurarndan bağımsız olarak
bilemediğimiz
bir gerçekliğin varolduğunu gösteriyor. Bir başka deyişle, Popper'dan esinlenircesi- ne, her
bilimsel önerme ve her kurarn yanlış olabiliyorsa,
bunları
yanlış kılan şey olarak,
bir gerçeklik
de bulunmaktadır, denilmiş oluyor.
Peki,
buna karşı
şöyle bir gerçeksizci savunma olamaz mı: '
Bu kurarn tabii ki yanlış olabilir. Ancak onun yanlış olabilirliği, bir gerçekliğin onayianmasını gerektirmez. Çünkü bir
kuramın
yanlış kılınması ancak
onun başka bir kuramca yanlış kılınması olarak anlaşılabilir. Bu anlayışa göre söz konusu her kuramın yanlış ola-
bilirliği de,
birbirini yaniışiayan
kurarnların bir sonsuz zincirinin bulunabilir olması anlamında yorumlanabilir.
Buysa yine kurama- bağımlı bir yanlışlanabilirliktir. Gerçeksizciler
bundan da çoğunu öne sürmüşlerdir. Eğer demişlerdir, şimdiki kurama göre
geçmiştekiler yanlış idiyseler, geleceğin kuramma göre de şimdiki, ondan
sonrakine göre de o kurarn yanlıştır. Dolayısıyla kurarndan bağımsız anlamda
doğruluk diye bir şey zaten yoktur.
Oysa bu sonuç geçerli değil. Kurarnların
hepsinin birbirlerini yanlışlayabilir olması, hepsini (farklı derecelerde)
yaniışiayan bir gerçekliğin bulunmasını dışlayamaz. Kurarnların birbirlerini
yanlışlayarak daha başarılı olmaya doğru ilerledikleri, bununsa gerçekliğe
yaklaşmak olduğu, Minimal Gerçekçilik sınırını aşmadan öne sürülebilir. Dikkat
edilirse, burada Minimal Gerçekçilik dışlanmadığı gibi kanıtlanmış da değil.
Yanlışlama zinciri yanısıra bir gerçekliği varsaymak hiç de zorunlu kılınmış
olmuyor. Şu halde Putnam'ın ortaya attığı da, gücü bakımından bir mantıksal kanıttan
daha zayıf kalan bir uslarnlama.
Putnam'ın ussallarnası inandırıcı oluyor ve
Minimal Ger- çekçilik'i ternellendiriyorsa, bunun gözlernlenebilirler ve
gözlern- lenemezler için getirectği sonuçlar neler? Gözlernlenernezler için
ortaya çıkan sonuç, bunlar varsalar bile kendiliklerinde bilinerne- yecekleri,
yani onlara ilişkin kurarnlarırnızın gözlernlenemezleri ne ölçüde betirnlediğinin,
onlarla ne ölçüde karşılıklılık içinde bulunduğunun hiç anlaşılarnayacağı. Bir
başka deyişle gözlernlenernez, ler için varılan sonuç, Hume doğrultusunda bir
Bilinernezcilik (ag- nosticisrn) olacak. Bundan daha güçlü bir Gerçekçilik için
bir gerekçe veya kanıt sağlanmış olmayacak. Oysa, gözlernlenebilirler için
durum başka. O alanda bir kez Minimal ÇJerçekçilik onaylandığında, bunun
kurarnın betirnlediği sayıtla örtüşeceğini daha önce de tartıştık.
Putnam Gerçeksizcilik'e "iltica"
ettiği zaman yukarıdaki us-
lamlamasını bir karşı uslamlamayla
geçersiz
kılmıştır90l Ulaşılması olanaklı en yetkin kuramı düşünelim, diyor. Bu, akla gelen her açıdan varılabilecek en başarılı yerde
olsun. Bu kuramın
Gerçekçilik açısından tek
eksiği, ancak ve ancak nesnel anlamdaki doğruluk olabilir.
Çünkü yukanki uslamlamaya göre her
kurarn yanlış
çıkabilmelidir. Şimdi, gerçeklik denilen
şeyin sonsuz sayıda parçası olacağını varsayarak, kuramımızın da sonsuz sayıda şeyler bulunduğunu öne sürdüğünü
düşünelim. Kuramın bir
modelini alıp bunun sayıtlarının her birini gerçekliğin bir parçası üzerine izdüşümüyle yansıtsak, sonuçta
model ile gerçekliğin ögeleri arasında bire bir karşılıklılık kurmuş oluruz, diyor Putnam. Doğruluk dediğimiz şeyi karşılıklılık olarak yorumladığımızda elimizdeki bu kuram,
aynen bu anlamda doğru
değildir de nedir? Peki Gerçekçilik, "her kurarn ve dolayısıyla da kuramın içerdiği her önerme yanlış olabilir (ya da doğru olmayabilir)"
demeyi bu koşulda da anlamlı olarak
sürdürebilcek
midir? Putnam'a göre bu
kuramın
yanlış olabileceğini öne sürmek anlaşılabilir bir şey değildir. Öyle ise, metafizik
anlamdaki Gerçekçilik
yadsınmış ve ideal kuramın (yukarıda betimlenen 'en yetkin kuramın ')
ötesindeki
bir gerçeklik düşüncesinin anlamsız olduğu gösterilmiş demektir. Çünkü yanlış olamayacak bir kurarn varsa bu ya gerçeklik ile
özdeş
olmalıdır, ya da bunun ötesinde gerçeklik diye bir şey hiç varolmamış olmalıdır.
Putnam
bu uslamlamasında
Gerçekçilik adına öne sürülen "her
kurarn yanlış olabilir" ilkesini hedef alıyor. Eğer bu ilke geçerliyse ayrıcalıksız olarak geçerli olmak
zorundadır.
Çünkü az önce görüldüğü gibi,
tanınacak
bir tek ayrıcalık bile
gerçekçi
savı yıkmaya yeterlidir.
ilke ayrıcalıksız
olarak geçerli olmak
zorundaysa da, böyle bir
ilkenin Gerçekçilik'i
destekleyişi, insanın sınırlı olan
kavrayış
yeteneği nedeniyledir: Algımızın, kuramımızın dı-
30) Agy., s.l25-127.
şına çıkarak, bunu gerçeklik ile
karşılaştırmak,
ya da bunu gerçekliğe bağlamak yetenek ve olanağına, doğamız ve yapımız gereği sahip değiliz. Bundan
dolayıdır
ki, anlıkta ya
da kuramda gerçekliği
ne denli yetkin olarak tasarımlarsak tasarımlayalım, bu tasarım yanlış olabilir diyoruz. Gerçekliğe bağımsız olarak erişip, onu
kuramla karşılaştırmaya, çakıştırmaya olanak bulamıyoruz. Buna göre açık olan
bir şey, bizim yapamadığımız karşılaştırmayı yapabilme yeteneğindeki bir yaratığın bakış açısından yukarıdaki ilkenin geçerliliğini ve anlamını yitireceğidir. Örneğin her şeyi bilen
(om- niscient) bir Tanrı varsa ve Tanrı gerçekliğe kurarndan bağımsız olarak
da erişebiliyorsa,
o, yanılamayacak (yani yanlış alamayacak) bir kurarn geliştirebilir. İşte bu karşı uslamlamasında Put- nam'ın yaptığı insanların gerçeklik
karşısındaki kurarnlarını böyle Tanrısal bir
kurarn açısından
eleştinnek, yani soru sorduran (petitio
principii) bir yol tutmak. Çünkü Putnam
'ın ideal kurarn dediği şeyi oluşturuş biçimi insanın
yapabileceği şeylerin ötesini yapmayı gerektiriyor. Sözünü ettiği izdüşümü gerçekleştirmek (ve böylece karşılıklılığı kurmak) insanın harcı olan bir eylem değil. Bu
insanın
doğasının sınırlarının ötesine geçmiş olmayı gerektiriyor. Oysa bu sınırları aşabilen bir yaratık için ilke zaten Gerçekçilik'e götüren niteliğini taşımıyor.
Putnam'ın Gerçekçilik'i destekleyen ve köstekleyen bu iki uslamlaması büyük ölçüde doğruluk gibi bir şeyin herkesçe varsa- yılmasına, kurarn
ve önennelerin
doğru ya da yanlış olabilecekleri
sezgisinin hem gerçekçi
hem de gerçeksizcilerce paytaşılıyor olmasına
dayanıyor. Oysa, daha önce de
belirttiğimiz
gibi, Pozitivizm bağlamında doğan ve aynı öğreti içinde gelişerek sonunda onu yıkan bütünselci/göreceli yaklaşım ve bu arada Poincare Uzla- şımcılığı, doğruluk dediğimiz şeyi, saltık,
değişmez, nesnel, ontik ve tek olmak gibi
niteliklerinden soyarak gitgide kurama bağımlı ve
gereksiz bir konuma itmeye çalışmıştır. Quine bile doğruluğu -
bilim
kuramı
içinde- korurken, bunu bir ölçüde tutarsızca ve genel sezgiye aykırı düşmernek için korumaktadır. Köktencilerse
bu kavramı açıkça aşağılamanın yanısıra,
bütünüyle görecelileştirmekte- dirler.
Doğruluğun
bu rahatlıkla hor
görülmesinin
bir nedeni de, Tarski'nin de vurguladığı gibi, belirli bir önermeyi tırnak içinde verip onun doğru olduğunu öne sürmek ile o önermeyi öne sürmek arasında, öne sürüş gücü (assertoric force) açısından bir
fark bulunmayışıdır.
"Kar yağıyor" doğrudur demek, karın yağdığını öne sürmek ile eşdeğerdir. Öyleyse, demiştir kimileri, "doğru" sözcüğünü kurarndan çıkartmalda yitirilecek pek bir şey olmasa
gerek. Ya bunu kurarndan çıkartalım, ya da sağduyuya aykırı düşmernek için terimi kullanmayı sürdüreceksek, eskiden taşıdığı gücü ondan alalım. Epistemist
yaklaşımın
bütünseki doğrultudaki doğal bir
sonucu, doğruluğu tahtından indirmek olmuştur.
Doğruluğu tahtından indiren kesim zaten gereksizciler
olduğuna
göre, Putnam türü bir
uslamlamanın
onlara karşı gücü, daha başlangıçtan tartışmalı olmaktadır. Yinelemekte belki yarar var, Gerçeksizciler'in, Bütünsekilik doğrultusunda
yaptıkları, yalnızca Karşılıklılık Kuramı'nı yadsımak değil. Bunu yadsımaları,
kendi iç tutarlılıkları için zaten zorunlu. Onların buna ek olarak yaptıkları
doğruluk kavramını, teklik, saltlık ve nesnelliğinden ayırmak. Eğer bunda
haklıysalar, yani nesnel bir doğruluk insanın kendi kendine oluşturduğu bir
sanrıysa, Karşılıklılık Kuramı da a priori bir biçimde olanaksızlaştırılmış
olmaktadır.
Doğruluğun böyle bir "darbe"ye kurban
gitmesi, başka bir klasik gerçekçi uslamlamayı da güçsüz bırakıyor: Bilimin
Başarısından Us/am/ama. Bilim başarılı olmuştu ve olmaktadır. Varlığımızı
sürdürmemiz, giderek daha rahat bir yaşam koşulu sağlamamız ve deneyde
tanıdığımız dünya üzerinde daha etkili bir denetim sağlayabilmemiz, hep bilimin
başarısının ürünü ve kanıtıdır. Bilim deneysel veriyi açıklarken ve büyük bir
çoğunlukla olurolanan tah-
minler
yaparken, deney verisini kimi (gözlemlenebilir ve/veya gözlemlenemez) nesne, nitelik, durum ve olaylar biçiminde yorumlar, bunları varsayar.
Şimdi, bilim böyle gözkamaştıncı bir başarı yaratabilmişse ve onun bu başarısının nesnesi olarak varsaydığı şeyler gerçek varlıklar olarak düşünülmeyecekse bilimin başan- sının kendisi bütünüyle açıklamasız bırakılacak, bu olgu bir mucizeye dönüştürülmüş olacaktır.<31) Oysa gerçekçi görüş bu başarının olası en iyi, en başarılı açıklamasıdır: böyle nesneler gerçeklikle vardır ve biz bilimimizle bunlar üzerinde etkili
olarak başarı
sağlamaktayız.
Şimdi, eğer doğruluk nesnel bir değer taşımıyorsa, bilimin başarısına dair
dışsal
açıklama aramanın anlamı kalmaz.
Çünkü bilimin başarısını doğruluğun güvencesi olarak göstermek gereği kalmaz artık.(32) Halbuki,
gözlemlenebilirler
dünyasına ilişkin olarak gerçeksizeinin inandırıcı olabilme yeteneği hiç de fazla deği- dir.
Biliyoruz; sağduyu nesnelerine ilişkin dünyaya değgin olarak tam anlamıyla gerçeksizci olunabilir. Bu, daha önce de
vurgulayıp
durduğumuz gibi, bir Tekbencilik ya da Öznel idealizm
ölçüsündeyse, söyleyecek bir
şeyimiz yoktur. Böyle görüşleri ortadan kal.- dıramıyoruz, ancak bunların kendi
dertleri kendilerine yeter diyoruz. Öte yandan,
algıya bir dış neden
olarak Minimal Gerçekçilik
onaylanıyorsa, burada
dışsal
açıklamanın, bilimin
başarısını
açıklamakta gerçekten kaçınılmaz bir yeri var demektir. Bilim başarılıysa ve gözlemlenebilirler hakkındaysa,
gözlemlenebilirlerin algısının bir
dış nedeni varsa, gözlemlenebilirlerle bu nedeni özdeşleştirmek için güçlü uslamlamalar
vermek olanağı da var. Minimal Gerçekçilik onaylandıktan sonra bilimin başansı ve
Nedensel Algı
31)Örneğin, Bkz. agy., s. 18-19. Ayrıca J.J.C.
Smart, Between Science and Philosophy, Random House, 1968, s.l50 ss.
32) Bkz. A. Fine, "The Natural
Onotological Attitude", Scientific Ralism, J. Leplin (ed.) U.C.P., 1984,
s.85.
Kuramı, Algısal (sağduyu) Gerçekçilik'i
içerecektir.ml Gözlemle- nemezler
alanında
Minimal Gerçekçilik'i bilimin başarısına bağlayıp bu Gerçekçilik'i bilime konu yapacak algı bağlantısından yoksunuz. Kaldı ki
gözlemlenemezler
alanında Minimrı.l Gerçekçilik'i temeliendirecek
kanıtlar
yönünden de çok daha
zayı:· bulunuyoruz.
Bilimin
Başarısından
Uslamlama'nın gözle.nlenemezlere uygulanabilirliğini güçleştiren, engelleyen bir çok gen,kçe var. Öncelikle, Gerçekçilik'in bilimin bu alandaki başarısım gerçekten açıklayıp açıklamadığı sorgulanabilir. Bu doğrultuda belirgin
kuşkuların
bulunduğu gösterilmiştir.<34l Ayrıca, eğer gözlemlenemez- ler alanı üzerine doğruluktan sözetmek için gerekli epistemik temele
sahip değilsek
ve açıklamaların başarısı bunların doğru olmasıyla
eşdeğer tutulamayacaksa, aynı şeyin tutarlılık gereği, bir me- ta-açıklama olan Bilimsel Gerçekçilik'e de uygulanması gerekir. Şöyle: Bilimsel
Gerçekçilik,
"Bilim, gözlemlenemezlere ilişkin olguları başarıyla
açıklamaktadır" önermesini açıklayan bir
savdır. Bu önermeye (Ö) diyelim. Bilimsel Gerçekçilik'in dilegelişiyse şu olacaktır:
"Gerçekçilik, "
Ö'yü en büyük başarıyla açıklayan savdır". Bu da (P) olsun. Şimdi, eğer Ö'de "başarıyla
açıklamak", "doğru olmak"
anlamını
taşımasının gerisinde kalıyorsa, P'de
de böyle
olmalıdır. Buysa, bize Bilimsel Gerçekçilik'in iyi bir açıklama
olsa bile doğru bir kurarn olması gerekmeyeceğini, hatta böyle olmayacağını gösteriyor.(35)
Başarılı açıklamanın kapsamı altında sunulan ve daha büyük bir
ayrıntı
düzeyinde olup yönteme ilişkin konuları gündeme getiren iki gerekçe uslamlama
daha var. Bunlar, bugün Bilimsel Gerçekçilik'in önde gelen belki de tek (başına kalmış) savunucusu
33)
Bkz.
Arda Denkel, Bilginin Temelleri, Metis Yayınları, 1984, 13. Bölüm.
34)
Bkz.
L. Laudan, "A Confutation of Convergent Realism", Leplin (agy.).
35)
Bkz.
A. Fine, agy.
Richard
Boyd'un üzerinde
önemli durduğu noktalar.(36)
Belirli bir aşamada,
bilimin belirli bir alanına ilişkin olarak kendi aralarında yarışma içinde bulunan kurarnlar ancak küçük bir
sayıdadırlar.
Oysa, aynı deneysel
veriden sınırsız
sayıda almaşık kurarn
geliştirmek olanaklıdır. Bunların ancak küçük bir
bölümü ciddiye alınmaktadır ve bu ciddiye alınanlar arasında da belirgin aile-benzer- likleri vardır. Hemen
hepsi daha önceki
terkedilmiş kurarnların pe-
kinlik kazanmış
öneemelerini yapılarında korumayı sürdürürler. Ayrıldıkları yerler daha az olumlanmış önennelerdedir. Bütün bunlar niye. Neden yalnızca küçük bir kuram? Aralarındaki benzerlikler niye? Neden geçmiş kuramlarla
ortak yönler
taşımayı sürdürüyorlar?
Bu özelliklerin
bir araya getirilmesi böyle olmamasından çok daha az olası olduğuna göre bilim niçin bu
güç yolu seçiyor? Gerçekçilik, bütün bu soruların, kurarnların betimlendiği şeyin aynı
gerçekçilik olduğunu söylemekle en
iyi biçimde
yanıtlanacağını öne sürer. Bu
tür
yöntemsel gözlemlerin gerçekçi savı ilk
bakışta
göründüğü kadar desteklemediği, bugün artan bir güçle öne sürülmektedir. Örneğin az
önce
değindiğimiz Arthur
Fine, bu soruların
gerçekçi savla döngüselliğe kaymadan açıklanamadığını, ayrıca Araçsalcılık'ın aynı
soruları daha da iyi açıklayabildiğini ortaya koymayı amaçlamıştır.(37)
Araçsalcılık (lnstrumentalism), bilim kuramını, terimleri
ancak kısmen içerik (yani kaplam) kazanmış bir
formel dizge olarak yorumlar. Kaplamsız terimler
ve onları
içlerinde bulunduran önermeler doğruluk değeri taşımadıkları gibi, gerçekliğe ilişkin olarak anlam da taşımazlar. Kapiarnı olaniarsa gözlemlenebilirlere, ilişkin olan önermelerdir. Bilim kuramı, yalın anlamda bir önenneler yığını değildir. kurarn bir tür hesaplama
aracı olarak görülmelidir. Bu
36) Bkz. R. Boyd, "Lex Orandi
est Lex Credendi", lmages ofScience, Churchla'nd and Hooker (eds.) U of
Chicago Press, 1985.
37)
Agy.
öyle bir
hesap aracıdır
ki gözlem önermelerinden gözlemlene- meyenlere ilişkin önermeler arasında karşılıklı
çıkarımsal bağlantılar
kurar ve öncekilerden
sonrakilere d^ğru (belirli
ölçülerde)
anlamlılık götürür. Dolayısıyla, gözlemlenemezlere ilişkin önermelerin taşıdıkları tüm anlamlılık, çıkarımsal
bağlantılarla, gözlem dilinden
bunlara aktarılabilen
ölçüdedir. Ancak, kuramsal önermelerin anlamları gözlemsel olanlara bütünüyle çevrilemez, çözümlenemez. [Böyle bir
çeviriyi
olanaklı gören ve
Görüngücü
yöntemi andıran bir
yaklaşım,
İşlemsellik (Operationalism) adını taşır.]
Fine'in
yönteme
ilişkin ikinci uslamlama üzerine düşünceleri de bir öncekine benziyor.
İki
açıklayıcı kuramın bağımsız olarak eşit biçimde olumlandığını düşünelim. Eğer bu iki kurama ortak
olan terimlerden hiçbiri
içiemi açısından bir
çok-anlamlılık
taşımıyorsa, bu
kurarnların
· birleştirilmesinin (tümel evetlenmesinin) güvenilir bir
tahmin aracı
oluşturması beklenecektir. Bunun neden böyle olduğunun gerçekçi açıklaması da tahmin edilebiliyor olmalı. Oysa,
böyle bir açıklamanın Bilimsel Gerçekçilik'i doğru kılması, ttncak, söz konusu
kurarnların
açıklayıcı oluşlarından yaklaşık olarak
doğru
olmalarının çıkarsandığı varsayımıyla olanak
bulurdu, diyor Fine. Oysa bu, Gerçekçilik adına, sonucu varsaymak döngüsünü içerir.
Şimdi Bilimsel
Gerçekçilik'i
Algısal Gerçekçilik'e askıntı eden
iki uslamlama göreceğiz.
Bunlar, Bilimsel Gerçekçilik'i, daha sağlam temeller
üzerinde
kurulu olan Sağduyu Gerçekçiliği'ne bağlayıp, onun desteğiyle ayakta
tutmayı
amaçlayan çabalardır. Uslamlamalardan
biri şu: Bilimsel Gerçekçilik, varsaydığı gözlem- lenemezlerle, gözlemlenebilir nesnelerin davranış ve
özelliklerini
açıklamamamıza olanak
vermektedir. Bundan dolayı da, bilimin başarısını açıklayan bir sav olmak ötesinde, kendi
doğrudan
başarılı olan bir savdır.(38) İki şeyi ayırt edelim. Bunlardan biri, içinde
38)
Bkz.
M. Devitt, Realism and Truth, B. Blackwell, 1984, s. 105, 107.
gözlemlenemezleri varsayan bir kuramın gözlemlenebilirlerin davranış ve özelliklerini açıklaması, öbürü de bu varsayılan şeylerin gerçek oldukları savının
gözlemlenebilirlerin davranış ve
özelliklerini açıkladığı. Öncekinin doğru ya da onaylanabilir olması, bilinen nedenlerle, sonrakinin doğruluğunu desteklemeyecektir. Sonraki
sav içinse,
hiçbir destekleyici uslamlama ya da kanıt getirilmediği gibi, döngüsel olmayan
böyle bir kanıtın getirilebileceği de çok kuşkuludur. Önceki sava dönelim. Bir
kez bu bir zorunluluk değil. Bir
başka
deyişle, sağduyu nesnelerin
açıklamak
istediğimiz her özellik ve
davranışı
için gözlemlenemezlere başvurmak gereği gibi
bir şey
sözkonusu değil. Örneğin kuantum
fiziği ortaya atılmadan önce de
bir doğa bilimi vardı ve
bu bilim gözlemlenebilirlere ilişkin olgunun
çok
büyük bir bölümünü açıklıyordu. Böyle bir doğa biliminin
açıklayamadığı
şeylerin küçükler fiziğince açıklanması ise
olanaklı
tek açıklama olamaz.
Olsa olsa şimdiki en iyi (başarılı) açıklamadır. Buysa Bilimsel Gerçekçilik'i kanıtlayan bir şey değil. Gerçek olduğuna kanıt bulunan gözlemlenebilir nesnelerin kimi özelliklerini en iyi olarak açıklayan ve
bu aç,ıklamada
göz- lemlenemezleri varsayan bir kuramın varsaydıklarının gerçek olmalarının
gerekeceği gibi geçerli bir
uslamlamaya daha ileride geri döneceğiz.
Bizi
bu yazının
kapsamı açısından ilgilendiren
son uslamlama, "askıntı" uslamlamalardan ikincisi:
"Ben gidersem sen de gidersin" gibi bir mesajı olan
bu uslamlama şöyle:
Algısal Gerçekçilik yalnızca gözlemlenen şeylere ilişkin olamaz. Bunun Berke- ley'den bu
yana iyi bilinen sakıncaları
var. Oysa eğer gözlemlenebilirlere ilişkinse, bunlar
arasında
gözlemlenebilir oldukları halde
gözlemlenmemiş
ve hiç gözlemlenmeyecek şeyler de olacaktır. Örneğin bizden çok uzaklarda
bulunan ve ışığı buraya erişmeden insanlığın yokolmuş olacağı bir galaksi, böyle bir
gözlemlenebilirdir.
Fakat böyle şeyler varsa, bunların gözlemlenemezlerden farkı ne-
dir?
Öncekilere
gerçeklik yüklemiyorsak, aynı gerekçeyle (mutatis
mutandis) gözlemlenen
şeyler dışında hiçbir şeyin gerçek olmaması gerekmez mi? Gözlemlenebilirliğe ilişkin ayrım bizi bugünün en
büyük ilgiyi çeken bilim
felsefecİsİ
durumunda bulunan Bas van Fraassen'ın görüşlerini ele almaya yöneltiyor.
Van Fraassen ve Deneysel Yeterlilik
Van
Fraassen, işe
Gerçekçilik ve Deneyeilik arasında bulunan gerilime değinmekle başlıyor. Gerçekçi, yola deney verilerinden çıksa bile,
bunları
açıklarken salt deney verisinin ötesinde kimi gerçeklikleri varsaymaktadır. Buysa, deneysel temellendirme-
de, verilerden epey uzak kalabilmektedir. Öncelikle, van
Fraas- sen 'ın
aşırı bir epistemist omadığını vurgulayalım. Az ileride belirginleşecek nedenlerle, biraz dar anlamda
olsa bile, onun burada Algısal Gerçekçilik ya da Sağduyu Gerçekçiliği dediğimiz görüşü
savunduğunu şimdiden belirtebiliriz.
Gerçekçilik'e
karşı çıktığı, bu
tutumu "minimal" dozda tutmaya kararlı olduğu alan "kuramsal
nesneler" ya da gözlemlenemez dediklerimizin alanı. Yani
van Fraassen, Bilimsel Gerçekçilik'e karşı çıkıyor ve ancak bunu "minimal" tutuyor: Gözlemlenemezler varolsalar bile bilinemeyecek şeylerdir ona
göre.
Gözlemlenemezlere ilişkin kuramımız kendiliğinde doğru olsa bile bunu bilebilmek olanağından yoksunuz. Bi- linmsel Gerçekçilik'e bir Hume Bilinemezciliğiyle (agnosticism) karşı çıkıyor van Fraassen.
Bilimsel
Gerçekçilik'in
belirlemesine göre bilim,
kuramlarıyla
dünyanın nasıl olduğunun doğru olan
bir öyküsünü
vermeyi amaçlar. Böylece, bilimsel bir kuramı onaylamak,
onun doğru olduğu
inancını içerir. Burada
doğruluktan
anlaşılan şey bir
karşılıklılık
olduğuna göre, Bilimsel
Gerçekçilik
açısından, kuramın betimlediği bir
dış
gerçekçilik vardır ve
bu da betimlendiği
gibidir. Fakat bu kuramın nesneleri
gözlemlenemez
şeyler olduklarından,
onun
deneysel temelleri de ancak gözlemlenebilir üzerinden, yani dolayımlı olarak
sözkonusudur.
Burada iki eğilim göze çarpıyor: bunlardan biri, algıdan ve
onun verisinden giderek uzaklaşma eğilimi ve aynı veri
üzerinde
farklı yorumlann olanaklılığı dolayısıyla deneyin kuramı belirleyişten önemli ölçüde geri kalışı. İkinci eğilim ise, kavrayışı kavramlarla
karıştırma
yanılgısının Episte-
mizm'in tersi yöndeki
türü: kavrayışı kavrarnlara
yansıtmak.
Pythagoras'ın, Parmenides'in,
Platon'un yaptıkları
gibi Kavramsal Gerçekçilik yolunda büyükçe adımla,r atmak.(39) Van Fraassen, Bilimsel Gerçekçilik'e karşı, kendi görüşü olan
Kurucu Deneycilik'i (Construcktive Empiricism) getiriyor. Kurucu Deneyeilik için "deneysel içerik" (import) ve "deneysel
yeterlilik (adequacy) kavrarn- ları önem taşıyor. Bir kuramın deneysel
yeterliliği
olması, onun bir modelinin deneysel
veriyi doğru olarak betimlemesi, onun şimdiki ve
geçmişteki
gözlerolenmiş ya
da gözlemlenebilir
deney içeriğini karşılıyor olmasıdır. Eşit ölçüde deneysel yeterliliği olan farklı kuramlar, aynı deneysel
içeriği
farklı kuramsal yapılada açıklıyor olacaktır ve her biri de, Quine'ın öne sürdüğü anlamda, deneysel eşdeğerlik içinde olmaktan başka, deneyce
belirleme gerisinde bulunacak. Van Fraassen 'a göre fiziksel
kurarnlar gözlemlenebilir
olandan çok fazlasını betimlerler. Ancak bu kurarnların onaylana- bilirliği açısından önemli olan şey gözlemlenebilir olgunun ötesine geçişlerindeki doğruluk ya da yanlışlıkları değil, deneysel yeterli-
likleridir.<40) Deneysel yeterlilik doğruluk anlamına gelmez; göz- lemlenemezlere
ilişkin olarak doğruluğu içermez de. Gözlemlenebilirlere ilişkin olaraksa
durum farklıdır.
Sağduyu nesnelerine ilişkin inançlanmız, deneysel yeterlilik taşıdıklan ölçüde doğrudurlar. Dolayısıyla van Fraassen için bir
kuramın deneysel yeterlilik taşıması, onun bu dünyadaki gözlemlenebilir şeylere ve olaylara iliş-
39)
Bkz. "Epistemizm", s. 172-174.
40)
The Scientific Image, Ciarendon Press, Oxford,
1980, s.64.
kin
olarak söylediklerinin
doğru olması, yani
onun "olguyu kurtarıyor" olmasıdır (saving
the phenomena).(41) Şimdi
artık Kurucu De- neycilik'i van
Fraassen adına belirleyebiliriz. Bu yaklaşıma göre, bilim bize deneysel yeterliği olan
kurarnlar vermeyi amaçlar.
Bir kuramı onaylamaksa,
yalnızca,
o kuramın deneysel
yeterliliği
olduğu inancına yükümlülük getirir.<42)
Görüldüğü
gibi, doğruluk deneysel yeterlilikten ayırt edildi
ve doğruluğa
değinitmekle dile
getirilen Gerçekçilik yerine, deneysel yeterliliğe değinilerek dilegeti- rilen Kurucu Deneyeilik
yerleştirilmiş
oldu. Sonuç olarak,
bilimsel kurarnlar için
doğruluk beklentisi ya da doğruluk savı ortadan kaldırılmış, yerine deney açısından kabul
edilebilirlik getirilmiş
oluyor. Dolayısıyla da, Kurucu Deneyeilik gözlemlenemezlere ilişkin olarak belirgin bir epistemizm içine giimiş oluyor. Bu uç bir
episte- mizm değil,
çünkü böyle şeylerin varlığını yadsımıyor: Minimal
Gerçekçilik
çerçevesinde, bunların bilinemezliklerini
öne
sürüyor.
Doğruluğu ve
dolayısıyla
Gerçekçilik'i gözlemlenebilirler alanına sınırlayan bu yaklaşıma, önceki bölümde öne sürdüklerimizden de anlaşılacağı gibi, büyük ölçüde katılıyoruz. Van Fraas- sen'dan ayrıldığımız nokta, onun görüşünü bir
salt tikeller Adeı-
lık'ına dek ilerietiyar olması. Van
Fraassen hiçbir
genelliği, doğadaki hiçbir düzenlilik ilkesini gözlemlenebilirler arasında saymıyor. Klasik deneyeiliğin çizgisini izleyerek, düzenliliğe konu olan tikeller yanısıra örneğin neden-etki ilişkisi, öz, kuvvet, alan gibi şeylerin gözlemlenemediklerini, bunların "olguyu kurtaran", yani
deney verisini açıklayan
kuramsal "yaratılar" olduklarını düşünü- yor.<43) Dolayısıyla doğa yasalarının da van Fraassen için bir
geçerlilikleri yok. O da, Hume'u andıran bir
biçimde,
bunları görüngüsel düzenlilikleri açıklayan anlıksal kurgular olarak değerlendiriyor.
41) Agy., s.12
42) Agy., s.l2.
43)
Agy.,
s.72 ve "Essence and Existence" A.P.Q. Monograph, 1917.
Sonuç olarak,
bu tür Epistemizm'in, her örneğinde olduğu gibi, doğanın düzenini açıklanabilir ya da açıklanması gereken bir şey olarak düşünmüyor van
Fraassen. Gözlemlenebilir
tikellerin içinde doğrudan yeralan bu tür genelljklerin
tikellik temelinde gerçek benzerlikler olarak açıklanabileceğini, başka bir çalışmada savun-
muştuk.<44l
Bu görüş ayrılığını burada irdelemeyecek, van Fras- sen'ı, onunla
uyuştuğumuz
alanda daha iyi anlamaya çalışacağız.
İyi görüleceği gibi, van Fraassen'ın ve onunla uyum içinde olan
bizim yaklaşımımızın
Bilimsel Gerçekçilik'e karşı ayakta durabilmesi, gözlemlenebilir ve gözlemlenemezler ayrımının ayakta kalmasına bağlı bulunuyor. Bu ayrımsa Bilimsel
Gerçekçiler'in
1960'lı yıllardan beri
yıkmaya
çalıştıkları bir
ikilik olmuştur.
Ayrım, Mantıksal Pozitivistler'ce
dilsel düzeyde ortaya konmuş ve
"gözlem
terimleri" ile
"kuramsal terimler" arasında çizilmişti. Haklı gerekçelerle,(45) van Fraassen ayrımın sentaktik
değil semantik olduğunu, yani
sözler
arasında değil bunların yönlettikleri şeyler arasında bulunduğunu vurguluyor. Ayrıma semantik
düzeyde de karşı çıkmış olan Grover Maxwell(46) öncelikle, gözlemlenebilir ve gözlemlenemezler arasındaki çizginin belirgin olamayacağını öne sürer. Öyle ara durumlar vardır ki,
diye ekler, bunların
gözlemlenebilir olup
olmadığını
ancak keyfi, gelişigüzel bir biçimde kararlaştırabiliriz. Örneğin yalnızca teleskopla görebildiğimiz bir gök cismi
gözlemlenebilirler
arasında sayılacaksa, deney
koşullarında
bıraktığı izi görebildiğimiz elektron neden böyle sayılmasın? Van Fraassen Maxwell'i yanıtlarken önce iki karşıt arasındaki çizginin keskin olarak çizilememesinin karşıtları bir ölçüde kaypak
kılacağını,
ancak karşıtlığı ortadan
kaldırmayacağını
belirtiyor.
44)
Bkz.
Nesne ve Doğası, Bölüm
17.
45)
The
Scientific Image, s. 54-55.
46) Bkz. "The Ontological Status
of Theoretical Entities", Minnesota Studies in the Philosophy of Science,
1962.
Çünkü elde
"gözlemlenebilir"
ve "gözlemlenemez" nitelenimleri- nin açık ve
seçik bir biçimde uygulanabildikleri
büyük bir olgular çokluğu bulunmaktadır.<47> Örneğin, deneye dayanan veriler üzerinde
kurama göre
yapılan hesaplada bulunan bir sonucun içerdiği şey, gözlemlenmiş olan bir şey değildir. Gözlemlenebilir olmak, belirli koşullar yerine
geldiğinde
gözlemlenir olmaktır. Bu
açıdan kendi gözlenemediği halde ardında bıraktığı iz gözlemlenebilen elektronla, gökyüzünde bıraktığı beyaz izin az önünde parlak
bir nokta olarak gözlemlenen
uçağın önemli bir
farkı
vardır.
Maxwell'
in dikkat çektiği ikinci bir nokta, gözlemlenebilir olma durumunun zaman içinde değişebileceği ve örneğin insanın algı organlarının geçireceği bir dönüşümle, ya
da yapay etkilerle, önceleri
gözlemlenemeyen şeylerin daha
sonraları
gözlemlenebilir olacağıdır. Buna
karşılık
olarak söyleornek gereken
pek bir şey yok: Hangi aşamada ne
gözlemlenebilirse,
deneysel yeterlilik ancak
onun için
doğruluk sağlayabilir. Peki,
belirli koşulllar
yerine geldiğinde gözlemlenir olacak olduğu halde
bu koşulların
hiçbir zaman yerine gelmeyeceği şeyler için ne denebilir? Daha önce de
değindiğimiz
ve çok uzaklarda
olduğu
için ışığı (bir canlı türü olarak varolduğumuz süre içinde) bize erişemeyecek olan yıldızlar için ne diyebiliriz? Bir kez, buradaki
belirsizliğin
bütün ayrımı ortadan kaldırmadığını yineleyebiliriz. ikinci olaraksa,
böyle bir şeyin,
her ne kadar gözlemlenemeyecek
olursa olsun, koşullar yerine
gelseydi gözlemlenir
olmuş olacağı için, ölçüte göre gözlemlenebilirler arasına alınması gerektiği söylenebilecektir. Bu durum, van Fraassen'ın kendisinin verdiği fare
örneğine
çok yakın. Gözümüze hiçbir zaman
görünmese
ve görünmeyecek olsa bile, peynir parçalarının ortadan kalkmasından ve geceleri duyduğum kimi
tıkırtılardan, evde bir fare bulunduğuna doğru olarak inanabilirim, diyor:
47)
The
Scientific Image, s. 16.
Çünkü, onu
gerçekte
göreyim ya da görmeyeyim, fare gözlemlenebilir bir şeydir. Elektron
ile uzak yıldız ve farenin farkları ne?
Neden öncekinin gerçekliği onaylanamazken öbürlerininki onaylanıyor? "Çünkü onlar gözlemlenebilir şeyler; gözlemlenmeseler de öyleler." demenin burada bir temeli kalıyor mu?
Aynı temele dayanarak
"Elektron da gözlemlenebilir;
ama gözlemlenmiyor" diyemez miyiz? Hayır, çünkü insanın bildiğimiz yapısı gereği varolan sınırları ve
sınırlılıkları
açısından, elektronun görülmesine olanak verecek koşullar sözkonusu olamayacakken, kimi koşullar -olgu
karşıtı olarak- yerine gelirse, o yıldız da,
o fare de gözlemlenir.
Sonuncudaki engel varolan koşulların bizim
için yerine gelmeyişiy- ken, öncekindeki engel, böyle koşullann sözkonusu olmayışı, va- rolmayışıdır. Burada eklemek gerek, doğada kavradığımız düzenliliklerin nesneler, onların özellikleri, durumları ve geçirdikleri değişimler arasındaki benzerlikler olduğu düşünüldüğünde, bütün bu ulamlar belirli bir düzeye dek
gözlemtenebi/ir
olacaklardır. Çünkü benzerlik
bir gerçek olgu olarak deney verisidir ve gözlemlenenler arasındadır. Tabii bu son nokta, artık van
Fraassen'ın
pek onaylamayacağı bir görüş.
Sağduyu Gerçekçiliği'ni onaylamanın Bilimsel Gerçekçilik'i onaylamayı neden gerektirmediğini, önceki görüşün doğru bir görüş olmasının sonrakinin doğruluğunu içermediğini gördük. Bunun başlıca nedeninin
algı temelinde olan doğrudan yakınlık olduğunu vurguladık. Bizim ortaya attığımız uslamlamaya
göre<4B>
algı verisinin düzenliliği ve nesnelliği ile
temellendirilen Gerçekçilik,
sağduyu nesneleri için (ve
doğal olarak, bilimin bunlan kullandığı ölçüde bilimin önennelerine konu olan nesneler için) savunulabilirken,
kuramsal nesneler yani gözlemlenemezler için savunulamamaktadır. Buna ek olarak, Quine, Köktenciler ve van Fraassen'la birlikte,
48)
Bkz. "Epistemizm", s. I 83-1
84.
özellikle gözlemlenemeyenlere ilişkin olarak kuramın deneyce
belirlenme gerisinde bırakıldığını ve deneysel açıdan eşdeğer olan birden çok kurarn
olabileceğini
belirtmek durumundayız. Van Fra- assen'ın da
özenle
vurguladığı gibi, böyle deneysel
açıdan yeterli ve eşdeğer rakip kurarnlar ^asındata
seçimimizin bunların pragma- tik yeteneklerine göre yapılacağı, ancak
bunun doğuyu seçmek ile bir ilgisi olmadığı iyi anlaşılmalıdır. Pragmatik başan
doğruluk yaratmaz. Başarı çeşitli düzeylerde olabilse de son çözümlemede öznel,
yani insana ya da onun yapıtma görecelidir. Oysa doğruluk diye bir şey varsa
bu nesnel ve ontik bir koşul olmalıdır.
Peki, savunduğumuz görüşü tam karşıt yöndeki
ilişki önünde, yani Bilimsel Gerçekçilik'i yadsımayı gerektiren gerekçelerin
Sağduyu Gerçekliği'ni de yıkacağı savına karşı nasıl koruyacağız? Bilimsel
Gerçekçilik'in dışlanmasının Algısal Gerçekçilik'i dışlamayı gerektirmediğini,
içermediğini nasıl göstereceğiz? Bu noktaya değin, böyle bir içermenin
bulunduğunu göstermeye çalışan uslamlamaları geçersiz kılmaya çalıştık. Bu
ilişkinin bulunmadığı doğrudan doğruya da gösterilemez mi? Kanımızca "algı
verisinin düzenliliğinden uslamlama" bunu yeterli bir güçle
gösterebiliyor: Gözlemlenemezlere ilişkin olarak, deneysel veriye dayanarak
oluşturduğumuz kurarnların gerçeklikle karşılıklılık savı taşımayacağını
söylemek, aynı bilinemezci tutumu sağduyu nesneleri alanına yaymayı ve
Epistemizm 'i örneğin Pozitivistler, Pragmacılar ve Köktenciler gibi bu alana
da genelleştirmeyi hiç de geçerli kılınıyor. "Veri olan algı verisidir,
yani bunlar renkler, sesler, kokular vb. 'dir, dolayısıyla bunlardan nesneler
dünyasını kurmak da kuramsal bir çabadır ve bunun ürünü de algıca belirlenme
gerisindedir. Dolayısıyla, burada da yararın belirlenmesine göre, farklı nesne
kuramları, ya da 'nesne sayıt dünyaları' kurulabilir... " Bu tür bir ·yaklaŞımın
geçersizliğini daha yukarıda tartışarak gerekçelen- dirmiştik. Bunu
yinelemeyecek, ancak van Fraassen'ın bizimkine
koşut bir
amaçla
verdiği gerekçelendirmenin zayıflığına değineceğiz. Van Fraassen böyle bir
olası iliraza karşı duyu-verileri
ve onlardan kurulan nesneler arasındaki ayrımın geçerli olmadığı, çünkü
çağdaş felsefenin soyut ve yalıtılmış anlamda
duyu-verisi (veya deneyi) gibi şeylerin .bulunmadığını artık göstermiş
bulunduğunu söyleyip, konuyu
kapayıveriyor.<49l
Dogmacı gibi duran bir tutumu bir yana, öne sürdüğü şeyin içeriğinin bile halen iyice tartışmalı olduğuna dikkat çekeceğiz.
Van
Fraassen'ın
Bilimsel Gerçekçilik'çe ileri sürülüp turan
ve gözlemlenemezlerin
gerçekliğini yadsımanın "bilimsel
başanyı bir mucize konumuı:ıa getireceği" düşüncesine karşı
ilginç ve etkili bir yanıtı var:
Bilim biyolojik bir olgudur ve bir süreç olarak
belirli bir organizma türünün çevresiyle olan karşılıklı ilişkisini kolaylaş- tıiT\la
etkinliğidir. Bu
olgllyu, gerektiği
biçimde, Darwin'ci bir açıdan
bakacak olursak, düzeneğİn
bir doğal ayıklanma düzeneği olduğunu kavrayabiliriz. Dolayısıyla bilimin başarısı bir
mucize olmak bir yana, şaşırtıcı bile
değildir.
Yalnızca başarılı kurarnlar
varlıklarını
sürdürebilirler: Doğanın düzenliliğini başarıyla açıklayan kurarnlar yaşayabilme hakkını kazanmış olanlardır. Bilimin başarısıysa, insanın varlığını sürdürebilİyor
olmasının bir koşulu olarak,
zaten beldenmesi gereken bir durumdur. (50)
Bilimsel
Gerçekçilik'e
karşı son darbeyi sona sakladık. Uslamlamamıza geçmeden önce bir saptamada bulunalım. Her
bilim felsefecİsİ
bir bilimsel gerçekçi olmadığı gibi, herbilim adamı da
böyle
değildir. Tam tersine, gözlemlenemezlere iİişkin Gerçeksiz- cilik'in daha ağır bastığı bir dönemde yaşıyoruz. Kendi geliştirdiği ya da başkalanndan alıp benimsediği kuramın başarısı
karşısında
49)
The
Scientific Image, s.72.
50)
Bkz.
agy. s.39-40.
hayranlık duyan,
başı
dönen herkes kuramın gerçekliği yansıttığı iddiasına
atlayıvermiyor. Ayrıca Bilimsel
Gerçekçilik
de tek bir paket biçiminde gelmiyor.
Gözlenemezlere
ilişkin gerçekçiler kimi
gözlemlenemezlerin
gerçekliğini savunurken
kimilerinkini savunmuyorlar. Örneğin kuantum
fiziğinin
bir kurarn olarak getirdiği sa-
yıtlar (felsefeci ya da bilim adamı olsunlar)
bilimsel gerçekçiterin
bile ancak küçük bir
bölümünce
"gerçek" sayılıyor..
Bunun başlıca nedenlerinden biri, kuramın ontik
yorumunda kendi içinde
doğan güçlükler.<SI) Bırakınız van
Fraassen, Arthur Fine gibi bilinemezcileri ve Feyerabend gibi Köktencileri<52), örneğin Lawrence Sklar'ın da
gösterdiği
önemli güçlükler nedeniyle(53)
Bilimsel Ger- çekçilik'in
havariliğini üstlenmiş Michael
Dewitt gibileri bile, bu kuramı "gerçek" olarak yorumlamıyorlar.<54) Arthur Fine'ın daha
önce de değindiğimiz yazısı ("The Natural Antological
Attitude") Bohr önderliğindeki Gerçeksizcilik'in önerdiği
Araçsalcılık'ın Bilimsel Gerçekçiler'e karşı nasıl daha başarılı olduğunu ve daha sağlam temellere
dayandığını
canlı bir biçimde gözönüne seriyor.
Artık uslarnlarnarnıza başlayabiliriz. (Bu uslarnlarnayı rnes- lekdaşırn Yalçın Koç'a dostlukla sunuyorurn.) Bilimsel Gerçekçi- lik'i
benimsernek neleri içerir? Bu anlarndaki gerçekçi gözlernle- nernezlere ilişkin kurarnların dünyaya ilişkin doğru bir betirnlerne verdiğine inanır. Dolayısıyla Bilimsel Gerçekçi için gözlernlene- rnezlere ilişkin kurarnın sayıtları olan "nesneler", gerçek nesnelerdir. Bunların nitelikleri,
geçirdikleri
değişimler, durumları hep
ger-
51) Bkz. "The Charybdis of
Realism: Epistemological lmplications Bell's lnequality, Synrhese, 52, 1982,
s.25-38.
52)
Bkz.
"Realism and lnsırumentalism",
M. Bunge (der.) The Critica/
Approach ro Sciençe and Phi/osophy, New York: Free
Press, 1964, s. 280308.
53)Bkz. "Do Unborn
Hypotheses have Rights?", Pacific Philosophical Quarter/y, 62 (1981), s.
17-19.
54)
Bkz.
Realism and Trurh, Oxford U.P., 1984, s. !22.
çektir. Şimdi iki soru doğuyor. Bilimsel
Gerçekçi
bu gerçeklik iddiasını neye dayanarak yapıyor ve
gerçek
olduğunu söylediği şey- !erin
dünyası nerede bulunuyor? Her iki sorunun
yanıtı da, ilk bakışta gayet
net, gayet kesin: Gözlemlenebilirlere
ilişkin deney verisine
dayanarak geliştirilen
ve yine deneysel veri üzerindeki tahminleriyle başarılı olan
kurarnların
sayıdarıdır bunlar. Dolayısıyla gözlemlenemez şeylerin bilimsel dayanağı, gözlemlenebilir şeylere ilişkin olup, bize onlardan gelen deney
verisidir. Gözlemlenemez-
lerin nerede bulunduğu da
belli. Bunlar deneye neden olan ve sağduyu
nesnelerinin birarada oluşturduğunu söylediğimiz dünyadan başka bir dünyada değiller, elbet. Gözlemlenemezler gözlemlenebilirler ile aynı yerdeler;
çünkü
onları oluşturuyorlar. Yani
şu üzerine baktığımız kağıt ile daha henüz 1974'te
bulunan "charmed qu- ark" aynı yerde
örtüşüyorlar.
O beyaz yüzeyli dörtgen biçimli nesne, "temeldeki" (küçük ölçekli) gerçekte bir arı kovanını andıran küçük parçacıklardan
oluşuyor. Üstelik kurarnlardan
birine (fakat şu anki en başarılısına) göre bu parçacıkların varlık koşulları (biçim, yer, nitelik vb.) algıda görülen nesnelerinkinden köktenci bir
anlamda farklı. Bilimsel Gerçekçi 'nin
parçacıkların
bu varlık koşullarını da kendileriyle birlikte "gerçek" saydığım düşünmek
durumundayız. Böylesi gerçek varlıklar, büyük, gözlemlenebilir nesnelerle aynı yerdeler,
çünkü
onları oluşturuyorlar.(55) Bir
başka
deyişle, bu yaklaşıma göre (bölümlenmişlik konuları bir yana), bir özdek parçası olarak her orta boy nesne, kimi parçacıkların bir ara- dalığından oluşan toplam ile özdeş sayılmak durumunda. Şimdi burada
safçasına
bir rahatlıkla söylenen bir olanaksızlık var. Her nasıl ki
şu
gördüğüm tikel nesne bir tümelden pay
alıyor
olmasına karşın, olduğu tikel
olarak, aynı yer ve zamanda bir tümel olamayacağına ve aynen bu nedenle Platon da tutarlılık ve
çelişkisizlik
55)
Bkz.
J.J.C. Smart, Between Science and Philosophy, Random House, 1968, s. 150, ss.
uğruna tümellere ayrı bir dünya "açmak" yoluna gitmişse, algıladığım şu özdek parçası olarak tikel nesne aynı zamanda
varlık
koşul- Jan· ve nitelikleri onunkinden çok farklı olan
gerçek
şeylerin bir aradalığıyla özdeş olmamalı. Çünkü bir nesnenin özdek parçasının küçük parçalarının toplamında bulunan nitelik, durum ve varlık koşulları o nesneninkinden çok farklı olamaz.
Bunun tersi, açıkça
çelişen ve Leibniz ilkesine (Özdeşlerin Ayırt Edilmezliği anlamında) aykırı düşen bir düşünce olur.
X ve Y çelişen nitelikler olsunlar (örneğin, içi dolu olmak ve içinde -onu
oluşturan
parçacıkların aralarında- büyük boşluklar olmak
gibi). Şimdi, Y niteliğini taşıyan parçalar toplamının X niteliğini taşıyan bir şeyle özdeş olduğu savı da çelişik olacaktır. Bunu Aristoteles daha yirmidört yüzyıl önce- sindeı söylemişti.(56) Zaten, denecektir, öne sürülen, parçacıkların kendi bu farklı nitelikleriyle,
gözlemlenebilir
özdek parçalannın varlığını, nitelik
ve durumlannı
açıkladıklarıdır. Bu
tabii ki doğrudur ve kimsenin bir itirazıyla karşılaşmayacaktır; çünkü kuramın
görevi böyle bir
açıklama
vermektir. Eğer açıklamasaydı o zaten bir kurarn olmazdı, bir
kurarn olmadığından
onun sayıtları da
olmazdı.
Fakat şimdi durumu
iyi saptayalım:
Gözlemlenemez parçacıklar gözlemlenebilir nesneleri
açıklıyorlar,
fakat bunların toplamları ile oluşturdukları söylenen özdek parçaları uyuşmaz
ve bağdaşmaz nitelikler
taşıdıklarından
toplamlar bu özdek parçalarıyla özdeş sayılamıyorlar. Öyle ise ne diyebiliriz? Önce, Platon
'un ve Descartes'ın
kendi sorunları karşısında yaptıkları gibi ayrı dünyalar "açıp" gözlemlenebilirleri birine, gözlemlenemezleri öbürüne koyabilir, böylece her
iki ulamı da "gerçek" tutabiliriz. Böylece aynı yer ve zamanda uyuşmaz niteliklerin
birlikte bulunmaları
çe- Iişkisinden kurtuluruz.
İkinci bir yol da, eldeki iki ulamdan
birini tam olarak gerçek saymamak olacaktır. Bunun
da düşünce tarihin-
56)316°15-317°
de
örnekleri
vardır. İ.Ö. 5 yy'ın Çokcu filozofları gözün gördüğü şeyleri
"görünüş" saymış, onları oluşturan görünmezleri de "gerçek" diye nitelemişlerdir. Üçüncü yol bunun tersi, yani bizim van
Fraassen ile birlikte tuttuğumuz yoldur.
Gözlemlenebilirleri
gerçek sayıyor, gözlemlenemezlerde gerçeksizci oluyoruz. (57) Bilimsel
Gerçekçilik için bu üç yoldan yalnızca ilk ikisi sözkonusu olabilir. Örneğin,
gözlemlenebilir nesnenin uzayda bir boşluk bırakmadan yer kapladığı "yerde",
onu oluşturan parçacıklar arasında geniş boşluklar vardır demek, bir anlamda,
"aynı yerde" boşluksuz ve boşluklu iki ayrı dünya düşünmek
olmuyor mu? Ayrıca "iki dünya" ve "görünüş-gerçek"
savlarını birleştirerek (yine Platon gibi) benimsernek de olanaklıdır. Nitekim,
Eddington gibi bilim adamları gelip de, "senin burada gördüğün beyaz
kağıt parçası aslında renkleri bile olmayan kimi parçacıkların bir
aradalığıdır" dediklerinde, "senin algıladığın bir görünüştür ve onu
oluşturan gerçek böyle değildir" demeye getiriyorlar. Görünüşte tek ve
deliği bile olmayan hareketsiz bir özdek parçası; gerçekteyse; aralarında büyük
boşluklar bulunan ve sürekli devinim içinde olan küçük parçacıklar. Ayrıca
bunların daha "derin" varlık koşulları da bayağı farklı. Dolayısıyla
tutarlılık ve çelişkisizliği koruyacaksa, bilimsel gerçekçinin algı ve
(algının tasarımını oluşturduğu) sağduyu nesneleri dünyası için gerçekten
farklı olan bir görünüşler ortamı olduğunu söylemek zorunluluğu var. Aynı
anlamda, ormana uzaktan baktığımızda ağaçların arasındaki boşlukları
görmüyorsak bu uzaktan bizim onun yalnızca bir "görünüşünü" görüyor
olduğumuzdan dolayıdır, demiyor muyuz? İşte Bilimsel Gerçekçilik'in iç
tutarsızlığı
57)
Bir kez daha belirleyelim:
"Gerçeksizcilik" gerçeği ya da gerçekliği yadsımak zorunda değildir.
Yadsıdığı Gerçekçiliktir. Gerçeksizcilik, yadsıdığı Gerçeklik'in alanına ve dozuna
görecelidir. Dolayısıyla, bu bağlamdaki bizim gerçeksizciliğimiz bir Minimal
Gerçekçilik anlamını ve gücünü taşıyor.
da
burada başlıyor.
Tam olarak gerçek ve
gerçeğe
ilişkin saymadığı bir
veri üzerinde
kurulan bir kuramın getirdiği varlıksal yükümlülükler,
sayıtlar, nasıl olup
da tam anlamıyla
gerçek sayılacaklar? Algıya dayanmayan
ölçüm, onunla temellenmeyen bilimsel hipotezler mi var? Kuramın neresindeki
hangi şey onlara gerçeklik kattı? Gerçek sayılmayanın üzerinde
yapılanan kurarn gerçekleri nasıl yarattı? Sanki Nesnel idealizm ile bütünleşiyormuş gibi duruyor, Bilimsel Gerçekçilik. Kavrayışı kavrarnlara yedirip dışa yansıtmış, Parmenides, Platon ve nice 19. yy
romantiğinin
içinde dolaşıp sarhoşluğunu yaşadığı o
kurguyu "gerçekleştiren"
boyuta kaymış gibi. Onun tek güvencesi, tek payandası hesap
ve matematik mi? Deney dünyasının gerçekliğinden vazgeçmekle kendini usçuluk borularının örttüğü,
gözlemlenemezlerin "gerçek" dünyasına kapayıp kilitiemiş olmaz mı bilimsel
gerçekçi?
Eğer konumunun bu olduğunu onaylıyorsa, bizim kendisine olumlu ya da
olumsuz olarak diyebileceğimiz
bir şey yok.
Tıpkı tam öbür uçtaki öznel idealist ve tekbenci gibi, bu uçtaki kavramsal
gerçekçi
ve gözlemlenemez- ciye de, eğer onlar
kendi durumlarından
hoşnutsalar, söyleyecek bir
şeyimiz
kalmıyor. Ancak kendisini o kayıp düştüğü "dünyadan" buralara çekmeye çalıştığında, ona tıpkı algısal dünyaya ilişkin olarak minimal gerçekçiye yapmış olduğumuz gibi, bir çelişki ve
tutarsızlık
batağına saplandığını gösteriyor, bir
uyarıda bulunu- yoruz.(58)
Son
bölümde
sunduğum uslamlamayı, öncüllerini belirginleştirerek formüllendirerecek ve bunların onaylanabilirliklerini
tar-
58)
Bu
yazının bir özetini, 13
ve 14 Nisan l988'de, İzmir Ege
Üniversitesi
Felsefe Bölümü'nde yaptığım iki konuşmada tartışmaya sundum. Sayın Dgç. Dr. Harun Rızatepe'ye yazıya ilişkin aynntılı
değerlendirmeleri için teşekkür ediyorum.
tışacağırn. Önce uslarnlarnayı kuralım:
A)
Bilimsel
Gerçekçilik'e
göre, bilim kurarnının betirnlediği gözlernlenernez
parçacıkların bilgisi
doğrudur;
yani bu parçacıklar ile onların durum
ve nitelikleri nesne ve gerçektir.
B)
Gözlernlenernezlere ilişkin bilgi gözlernlenebilirlerin deneysel bilgisinden kurarn içinde çıkarınıla üretilir.
C)
Birçok dururnda
gözlernlenernezler
gözlernlenebilirlerle uzay-zamanda
örtüşürler
(onlarla aynı yerdedirler):
Her gozlernle- nebilir özdek parçası gözlernlenernezlerin bir aradalığıdan oluşur. Gözlernlenebilir bir özdek parçası, onu oluşturdukları söylenen gözlernlenernezlerin
toplamına özdeştir.
D)
Gözlernlenebilir nesneler (özdek parçaları) ile onlara özdeş olduğu öne sürülen gözlernlenernezler bir aradalığının (toplamının) eşzarnansal olarak çelişen nitelikleri
vardır.
(Örneğin öncelikler
girilrnezlik anlamında
doluyken, sonrakilerin içlerinde doluluktan çok boşluk vardır; öncekiler yalnızca
özdekselken sonrakiler dalga-parçacık ikiliği gösteren varlıklardan
oluşur; öncekiler durağanken sonrakiler
devinen parçacıklardan
oluşur vb.)
E)
Özdeşlerin ayrıtedilrnezliği yorumundaki Leibniz yasası gereğince, ya gözlernlenernezlerin bir aradalığının gözlernlenebi- lirlerle özdeş olduğu (yani C) yanlıştır, ya
da özdeş
olduğu söylenenlerden
biri (ve onun bilinen nitelikleri) tam anlamıyla gerçek olmak yerine bir görünüştür.
F)
Bilimsel Gerçekçilik'e göre (C) doğrudur.
Ayrıca aynı öğretiye göre (A) da doğru olduğuna göre, gözlernlenebilir nesneler
(ve onların bilinen nitelikleri) tam gerçek olmayıp birer görünüştürler.
("Eddington'un masası" örneğinde sözkonusu edilen görüş gibi).
G)
Oysa, (B)'nin doğruluğundan da
vazgeçilerneyeceğine göre, ya (A) yanlış olmalı, ya da gözlernlenernezlerin .bilgisinin,
temeli deneysellik dışı olmalıdır.
H)
Demek ki, bilimsel gerçekçinin
benimsediği (A), (B) ve (C) savları bir
arada olanaksızdır.
Yani küçükler fiziği ya temelde ussalcı veya
sezgicidir, ya gerçeği betimlememektedir, ya da eğer gerçeklikteki birşeyleri betimliyorsa betimlediği şeyler nesneleri oluşturan şeyler değildir.
Bu
uslamlamada (A) öncülü bilimsel gerçekçinin kendi savıdır. Bir
tanım olarak doğrudur. (B)
savıysa Bilimsel Gerçek^i- lik'çe de savunulan ve ayrıca deneyle
temellendirilmiş
anlamdaki bilimi korumak isteyen
herkesin onaylayacağı
bir öncüldür. (C)
öncülü
doğa biliminde I 7. yy'dan beri benimsenmiş olan bir temel kuramsal önerme. Burada
bölümtenmiş
(atticulated) bir nesnenin,
kendisini oluşturan
özdek parçasıyla özdeşliği söz konusu
olmadığına
göre, özdek parçasının onu
oluşturan
parçacıkların biraradalı- ğıyla özdeşliğini yadsımak, atomcu öğretiyi de,
olduğu gibi yadsımak anlamına gelecektir.
Bunuysa, büyük bir çoğunluğumuzun yapmamayı yağteyeceği
kanısındayım. Bu
uslamlamanın
en "kritik" öncülü (D)'dir.
Uslamlamaya karşı
çıkmak, sanırım olsa
olsa (D)'yi yadsıyarak
sözkonusu olabilir. Ancak bu öncü! bir
yandan algının,
öbür yandan da gözlemlenemezlere ilişkin bilimsel verinin içerdiği bir
sonuçtur.
(E), (D)'ye Leibniz yasasını uygulamaktadır. Bu yasanın temelinde
çelişkisizlik
ilkesi bulunduğundan (E)'ye Leibniz yasasını sorgulayarak
karşı
çıkmak bir çıkar yol
değildir.
(F), (G) ve (H), daha önceki öncüllerce mantıksal olarak içeril- mektedir.
Bir kez (A)'dan (E)'ye değin öcnüller onaylandığında, (F), (G) ve (H) kaçınılmaz olmaktadır.
D)
) öncülü orta
boy özdek
parçalarını ve parçacıkların bir aradalığını insan kavrayışı açısından "iki ayrı dünya" içine yerleştirerek yumuşatılamaz mı? Örneğin çeliştikleri söylenen
nitelikler farklı ölçek düzeylerine görece/i sayılarak,
bunların birlikte kavra- nışı çelişik olmaktan arındırılamaz mı? Düzeyleri birlikte kavrarken nasıl bir
kural uyguluyor olursak olalım, böyle bir kural, tartış-
tığırnız yaklaşırnın bir vargısı olarak,
gerçeklikle
aynı uzay-zaman bölgesinde çelişik niteliklerin bulunduğu olgusunu
değiştirrneye-
cektir. Örneğin şu toplu
iğnenin
başının bulunduğu yer
aralıksız
olarak dolu mudur, yoksa boşluklu mudur?
"Düzeye
göreceli olarak
hem aralıksız
doludur, hem de boşlukludur" dernek, dünyaları ayırarak kavramayı varsayıyor. Bunu, insan kavrayışını yöntendir- diğini akılda tuttuğumuz
sürece, onaylamamak için bir
gerekçe yok. Ancak bu, bilimsel gerçekçiyi tek
bir ontolojiyle, tek bir ku- rarnla kavramayı amaçlayan bir yaklaşım. Daha
da önemli olan şeyse, çelişkisiz bir kavrayış için dünyaları ayırmanın, kendiliğindeki uzay-zamanın o bölgesindeki tekliğini değiştirerneyeceği. Olgu kendiliği açısından düşünüldüğünde, düzeyierin
görecelik dışı olarak
birlikte ele alınmaları
ve doğrudan karşılaştırılmaları gerekmektedir. Bu dururndaysa çelişen niteliklerin
birinden birinin yeğ- lenrnesi bir zorunluluk oluyor.
Ben, insan sınırlılığının
içine çekilip orta
boy ölçekteki
deneyeiliğin sunduğu nitelikleri
onaylıyor,
öbürlerini gerçekçi olarak
değerlendirerniyorurn.
Bilimsel Gerçekçi ise
insan sınırlılığını
aşmak denernesine girişiyar ve
asıl niteliklerin küçüklerdeki nitelikler olduğunu söylüyor. Ona göre yeterli
bir duyum gücü ve
keskinliğine
sahip algı organlarırnız olsaydı toplu iğnenin başını dolu
olarak değil,
"gerçekte olduğu gibi",
boşluklarıyla birlikte görürdük. Bu
tıpkı uzaktan yeşil bir
örtü gibi duran or- rnana güçlü bir
dürbünle
baktığımızda ağaçları ayrı ayrı seçebiliyor oluşumuz gibi
olurdu. Orman için
gerçek nasıl ağaçların toplamı, bir
aradalığı
olrnaksa, özdek parçaları için de gerçek, parçacıkların bir aradalığı, toplamı olmaktır. Dolayısıyla, diyecektir bilirn- sel gerçekçi, görünüşte dolu olan nesneler gerçekte büyük ölçüde boştur. Belki de öyledir. Ancak
durum kendiliğinde
böyle olsa bile sorun, bunu insan olarak
nasıl bir ternele dayanarak söyleyebildiği- rnizde yatıyor. Her
şey yolunda gidermiş gibi
dururken bu noktada uslarnlarna darbesini vuruyor: Sonuçta bilimsel
gerçekçi
de bir in-
sandır ve
o da insana özgü
sınırlanırnlar içinde kavrar.
(O bir tanrı
olsaydı durum farklı olabilirdi
tabii.) Dolayısıyla
o da (H)'daki
"trilemma" ile karşılaşacak, hiçbirini yadsımayı isterneyeceği
üç savdan birinden vazgeçmek zorunda
kalacak, böylece kendi felsefi tutumunun birliğini yitirecektir.
Bilimi korum.ak için (B) ve (C)'den vazgeçilemeyeceğine göre (A)'dan vazgeçilecek, Bilimsel Gerçekçilik'i tanımlayan önerme yanlış olarak yadsınmasa bile,
doğru
olduğu da öne sürülemeyecek, bu doğrultuda yargıda bulunmaktan kaçınılarak bilinemezci bir konumda kalınacaktır. Buysa bizim önerimizden başkası değildir.
DENEYCiLiK,
GERÇEKÇiLiK,
iDEALiZM, VE GÖRÜNGÜCÜLÜK
(1990)
Görüncülük (phenornenalisrn),
algının bize dış gerçekliği güvenilir bir biçimde yansıttığı savının karşılaştığı güçlükleri
gi- derrneyi amaçlayan bir
kurarndır.
I 7. yy'da Leibniz'ce ortaya atılan usçu biçimini dışta tuttuğurnuzda, bu öğretiden Berkeley
ve Hurne'un düşüncelerinin
etkisi altında, Kant'ın bilgibiliminden de yararlanarak,
J.S. Mill, Russell, Moore ve Ayer gibi filozoflarca zenginleştirilmiş olan bir algılama kurarnını anlarız. Bu deneyci algılama kuramı, aynı zamanda bir varlıkbilim kurarnı biçiminde de yorumlanmıştır. Görüngücülük, hem bir bilgibilim kurarnı olarak,
hem de varlıkbilimsel
yorurnunda, öznel idealizrne
büyük
yakınlıklar gösterir. Öznel idealizmin
Tanrı
kavramına bağımlılıktan arındırılmış bir
versiyonu niteliğini
taşır. Karşılaştığı en
büyük sorunsa yapısı gereği getirdiği tekbenci (solipsist) vargıdır.
idealizm: Gerçekçiliğe Karşı Deneyeilik
"Algısal gerçekçilik" adıyla da andığırnız sağduyu gerçekçiliği, insan anlığından bağımsız bir dış fiziksel
gerçekliğin
bulunduğunu ve
algı
içerdiğirnizin bize
bu dış
gerçekliği belirli sınırlar içinde yansıttığını öne sürer. Bu görüş açısından, algı yanılgıları onarılabilir
güçlüklerdir. Algıya dayanan
bir bilim dizgesi kurmak olanaklıdır. Öte yandan, insanı çevreleyen fiziksel varlık, algılan- rnasa ve hatta onu kavrayacak hiçbir varlık bulunmasa da, gerçekliğini koruyan bir ilkedir. Sağduyu gerçekçiliğinin, bu, dış varlığın bağımsızlığına ilişkin savına
ekiediği iki sav daha bulunur: (a) Al- gırnızın nedeni
dış
gerçekliktir ve
(b) algırnızın
içeriği, ona neden
olan
dış
gerçekliğe benzer.
Berkeley,
Locke'ta bulduğu bu kurama, yine Locke'tan alarak benimsediği deneyeilik açısından büyük bir yeğinlikle karşı çıkmıştır. Hemen her öminnesini ayrı bir uslamalayla eleştirdiği bu kuramın varsaydığı dış fiziksel gerçekliği Berkeley
bütünüyle
yadsır. Örneğin, algılanmayan bir
dış
varlık düşüncesin:n olanaksız olduğunu, kimsenin
algılamadığı
söylenen bir nesneyi düşündüğümüzü sandığımız durumlarda, aslında kendimizi
o nesneyi algılamış
gibi düşünmenin ötesine aşmadığımızı öne sürer. Buysa, algılanmayan bir şeyi düşünmüş olmak değildir. 17.
ve 18. yy'larda "algılamak"
kavramının yalnızca duyumsal
algıyı
değil öbür düşünsel işlevleri de
kapsadığı
gözönüne alınırsa, Berkeley'in
uslamlamasının
geçerli, fakat boş bir
kanıt
olduğu anlaşılacaktır. Düşünmek
de bir algılama
biçimi olduğuna göre, algılanmayan bir
şeyi
düşünmek olanaksız olmalıdır. Buna
göre.,
algılanmayan bir
varlık
düşünülmeyen bir
varlıktır.
Ancak, böyle bir
usavurmadan, algılanmayan varlığın bir
mantıksal
olanaksızlık olduğu çıkarsanamaz. Çünkü algılanmayan varlık düşünülebilen bir şey olmasa
da, bu, düşünülmediği
halde var olabilmeyi çelişik kılmaz. Çelişik kılınan böyle bir varlık değil, böyle bir varlığı düşünme etkinliğidir. Dolayısıyla,
olanaksızlığı saptanan
şey, dış
dünyadaki fiziksel varlıkların algılarının ötesindeki bilinebilirlikler olmaktadır. Buysa kuşkusuz doğru, ancak
gerçekçiliğin
de zaten onayladığı bir
noktadır.
Berkeley'in
daha büyük
değer taşıyan bir
başka
eleştirisi, bağımsız bir
dış
gerçeklik ile algı arasında bulunduğu söylenen ve algısal inançlarımızın doğruluğuna temel yapılan benzerlik
ilişkisinin deneyeilik açısından tutarsız olduğuna ilişkindir. Berkeley, eğer deneyci
bir felsefe benimsemişsek
kuramımızı oluşturan her
önermenin
deneysel bir dayanağı olması gerekeceğini vurgular. Algımızın dış gerçekliğe benzediği savı da, bu kuralın dışında bırakılamayacaktır. Oysa benzerlik bir ilişkidir ve
bir ilişkinin
varol-
duğunu öne sürmek, deneyeilik açısından ilişkinin bağladığı şeyleri karşılaştırabilmeyi zorunlu kılar. Deneyeilik
açısından
algıda kavrayabildiğimiz herhangi
bir şeyi,
algılayamadığımız bir
şeyle
karşılaştıramayacak olduğumuza göre, bunlar
arasında
benzerlik gibi bir ilişki bulunduğunu söylememizin de bir geçerli dayanağı yoktur. Hiç görmediğim bir şeyin gördüğüm herhangi bir şeye benzer olduğunu öne sürmek saçma konuşmak olacaktır. Ne var ki, algı içeriğinin ona neden olduğu iddia
edilen bir dış
gerçekliğe benzediğini öne sürmek aynen
böylesi bir saçmalık içine düşmektir. Algının içeriğine
erişebilirim, bu
benim için bir doğrudan veridir;
oysa bu içerikten
bağımsız olarak dış gerçekliğe erişemem. Bu ikisini karşılaştıramadığım gibi, benzer olduklarını da öne süremem.
Berkeley'in
en ünlü
"kanıtı", algılanabilir nesneler
için var olmanın algılanıyor olmaktan başka bir
şey
olamayacağını ortaya
koymaya çalıştığı
uslamlamadır. Algılanabilir nesneleri
birer tasarım
öbeği olarak kavradığımızı, bilgimiz açısından nesnelerin
tutarlı
olarak bir arada bulunan tasarımlardan başka bir şey olmadıklarını belirtir. Ancak, tasarımlar, ya da ideler, anlıksal varlıklardır; onlar için varolmak
bir aniıkça
algılanıyor olmaktır. Öyle ise,
tasarım
öbeklerinden başka bir
şey olmayan nesneler de, tıpkı kendilerinden yapılandıkları tasarımlar gibi, anlıksal olmalı ve onlar için de
varolmak algılanmaktan
başka bir şey olamamalıdır! İlk bakışta sağlam gibi duran bu uslamlama da, ya geçersiz olmak,
ya da geçerliyse,
dış dünyaya ilişkin olamamak
gibi bir ikilemle karşılaşmaktadır.
Algılanabilir nesneleri
birer tasarım
öbeği olarak kavramak, onların birer
varlık olarak tasarımlardan oluştuklarını onaylamayı
içennez. Gerçekçi felsefe,
tasarımlar
biçiminde kavradıkları- mızın kendiliklerindeki
varlıklarının
tasarımsal değil fiziksel
olduğu
öne sürecektir. Dolayısıyla, bu
görüş
açısından Berkeley'in kanıtındaki ilk öncülün doğruluğu onaylanamaz. Öte yandan,
algılanabilir nesneler tasarımlardan oluşuyariarsa Berkeley'in uslamla-
ması elbet
geçerlidir:
Fakat bu durumda da bu uslamlamanın dış dünyadaki nesneleri ilgilendirdiği söylenemez. Tasarım öbekleri olarak kavradıklarımız zaten anlığımızda olan şeylerdir. Bundan,
anlığımızın
dışında ?lduklarını sanmış olduklarımızın da
birer tasarım
olduklarının ortaya
çıkmış
olduğu sonucunu çıkarsamaya olanak yoktur.
Her
bilgibilim kuramının
yanıtlamak gereğinde olduğu şu sorularla
öznel idealizm de karşı karşıyadır: (i) Tasarım ve
inançlarımızın
doğru olmaları ne
demektir? (ii) Algının
içeriğinin hayret uyandıracak ölçüdeki tutarlılık ve düzenliliği nelerdir? (iii) Algının kaynağı ya da nedeni nedir? Gerçekçilik açısından bu her üç soruya
da doyurucu bir yanıt
hazırdır: Algımız fiziksel
gerçekliğe
benzediği, onunla karşılıklılık içinde bulunduğu ölçüde doğrudur.
Algının tutarlılığı, bize
yansıttığı
dış dünyanın düzenli bir
yer oluşu
dolayısıyladır. Algıya neden
olan şey de bu dış dünyadır. Öznel idealizm gibi fiziksel bir dış dünyanın varlığını yadsıyan yaklaşım için bu yanıtlar kullanılabilirliklerini yitirmektedirler. Berkeley doğruluğu algı ve inançlar arasındaki tutarlılıkla açıklar. (i)'in yanıtını böylece (ii)'ye dayandırdığından, (ii)'ye vereceği yanıtın önemi daha da artmış olmaktadır. Berkeley bu yanıt aşamasında bir duraksama geçirmiş ve
bu sorulan Tanrı'nın
varlığını kullanarak açıklayan kendi
kuramıyla,
böyle bir yol tutmayan bir görüş arasında bocalamıştır. Onun böylece ele
alıp sonradan yadsıdığı açıklama biçimi görüngücülükten
başka bir şey değildir. Bundan ötürü, deneyci
görüngücülüğü
(benimsemiş olmasa da) ilk kez ortaya koymuş olan
düşünürün
Berkeley olduğu belirtilebilir.
Görüngücülüğü
Berkeley için istenebilir bir yaklaşım olmaktan
çıkaran iki şey, Tanrı kavramına hiçbir gerek bırakmayışı ve tekbenciliğe kapıyı bütünüyle açık bı-
rakrnasıydı. Berkeley
hiçbir zaman tekbenci olmamış, tersine
felsefeyi Descartes'dan beri benimsenmiş olan öznel dünya görüşünün yolaçtığı bu tehlikeden korumayı amaç bilmiştir.
Berkeley'in
(ii) ve (iii)'e verdiği
yanıtların her ikisi de aynı temele
dayanır.
Algımızın nedeni Tanrı'dır ve
algının
düzenliliği ile tutarlılığı Tanrı 'nın büyüklük ve yetkinliğinin gereğidir. Tutarsız ve dolayısıyla yanılgılı olan deney verileri Tanrı'nın neden
olduğu
şeyler değil, imgelemimizin
işe
karışmasıyla ortaya
çıkanlardır.
Denebilir ki, Berkeley Locke'un kuramında deneyeilik
ile çelişik
bulduğu dış dünya varsayımından kurtulmaya
çalışırken,
tekbenciliğe sapmamak
uğruna, deneyeilikle yine çelişen başka bir varsayımı benimsemiş, algının kaynağına
Tanrı'yı koymuştur. Kendisi
algılanamayan
Tanrı, tıpkı doğrudan algılanamayan fiziksel gerçeklik gibi,
deneyin kapsamına
girmeyen bir ilkedir. Tan- rı'nın varlığının salt deneyle temellendirilemeyeceği doğrudur. Ancak Berkeley'in kuramı içinde Tanrı'nın algıya kaynak olduğu savı için verilen deneyci gerekçekler oldukça geçerlidir. Berkeley nesneler ya da tasarımlar için varolmanın algılanmak olduğunu
söylemiştir. Algılanan bir
şey olabilmesi için algılayan bir şey de
gereklidir. Algılayan
olmadan algılanan da
olamayacaktır.
Oysa bir şey ya
algılanıyordur
ya da algılıyordur. Hem algılaması hem
de algılanıyor
olması çelişik bir
durumdur. Tasarımlar
ve bunların oluşturduğu nesneler algılanan şeylerdir; ancak bunlar birşey algılayamazlar. Durum böyleyse, tasarımları algılayan şeyler de algıla- namayan
şeyler
olmalıdırlar. Çünkü onlar
algılanabiliyor
olsalardı, birer tasarım olmuş olacak ve dolayısıyla algınan şeyler olmayacaklardı.
Algılanan şeylerin varolmamasıysa, "varolmak
algılanmaktır"
ilkesine göre hiçbir şeyin varolmamasını içerecekti. Demek ki Berkeley'e göre varlık, etkin ve edilgin olarak, iki türe ayrılır. Varolduğu söylenebilecek her şey bunlardan
ya biridir ya da öbürüdür:
İkisi birlikte olunamaz. Bu ikiciliği Descartes'inkinden
ayırt etmek gerekir. Çünkü Berkeley'in
ortaya attığı ikicilik (her ikisi de anlıksal olan)
varlık
türleri arasında çizilmiştir. Edilgin
varlık
tasanınlar ve onların oluşturduklarıdır. Bunlar algılanmakla
varolurlar.
Etkin varlıksa
tasarımları algılayan anlıklar, ya
da tin- Ierdir. Bunlarsa algılayarak varolurlar. Bundan dolayı bit
anlığın bir başkasını algılaması sözkonusu değildir. Berkeley'e göre, bizim dışımızdaki anlıkları ancak onların etkilerini
gözlemleyerek
kavrayabiliriz. Tanrı'nın algılanamayışı da bundandır. O,
bir tasarım
olamayacağına göre algılanabilecek bir
şey de değildir. Tan-
rı'nın
varlığını bilmek onu algılamak yoluyla
olamaz. Oysa bu, Berkeley'e göre deneyciliği yadsımak değildir, çünkü Tanrı
deneyin bir önkoşuludur. Kaldı ki, Tanrı'nın anlığımız üzerindeki etkisi olan tüm algımız, Onun varlığı için zengin bir kanıt yerine
geçmektedir.
Öznel idealizm
için belirleyici olan iki noktayı bir
kez daha saptayalım:
Fiziksel bir dış dünya yoktur
ve (edilginler sınıfındaki)
herhangi bir şey için varolmak
algılanmaktır.
Berkeley nesnelerin varlığını yadsımıyor. Nesneler tabii ki vardırlar. Ancak
ona göre nesneler, algılanışiarının ötesinde, bir bağımsız, fiziksel
ve dışsal
varlığa sahip değiller. Bir
şey ancak algılandığı ölçüde, algılandığı sürece vardır. Peki, ben her şeyi her
zaman algılamadığıma
göre, bu ilkeye göre nesneler
varlık ile yokluk arasında sürekli gidip gelmek
durumunda bırakılmış
olmuyorlar mı? Örneğin önümdeki bil- gisiyar gözümü kapadığımda varlığını yitirip, gözümü yeniden
açtığımda
yeniden varlık mı kazanıyor? Berkeley'e göre de,
böyle bir şeyi öne sürmek sağduyuya son derece aykırı düşecektir. Kaldı ki, bu souç onun
kuramınca
içerilen bir şey de
değildir.
Çünkü, "Varolmak algılanmaktır" demek, "Varolmak bence algılanmaktır" demek değildir. Nesneleri
ben algılamasam
da başka anlıklar algılayacaktır. Bu başka aniıkiara Tanrı da girdiğinde, Onun yetkinliği, öbür sınırlı anlıkların hiçbirinin
algılamadığı (örneğin şu anda
Everest'in tepesinde çakılı duran
bayraklar gibi) nesnelerin de algılanıyor olmalarını, dolayısıyla da bunların kesintisiz
varlıklarını
güvenceye alacaktır. Burada,
Berkeley'in sağduyuya
aykırı düşen
herhangi
bir sonuçtan
kaçmabiliyor oluşunun ancak
Tanrı
kavramını felsefi bir görevde kullanmasıyla olanak bulduğunu iyi
belleyelim: Bunun nedeniyse, yukarıda saptadığımız iki nokta: Fiziksel varlığa hiçbir biçimde izin verıneyişi ve
varolmayı
aktüel olarak algılanıyor olmaya bağlayışı. Görüngücülük, işte bu iki noktayı bir
ölçüde
yumuşatmakla elde
edilen, bir yandan deneyeilikle son derece tutarlı olup
öte yandan da Tanrı kavramına felsefi bir görev yüklemeyi gerektirmeyen bir kuramdır. İşin daha ilginç yanı, görüngücülük gerçekçilikle
tutarlı kalabilmekte, bir dış varlığın yadsınmasını gerektirmemektedir.
Deneyeilikle Tam Uyum: Görüngücülük
Öznel idealizmi
Tanrı
kavramını bilgibilim içinde öylesine odaksal bir biçimde kullanmaya
iten şey,
tekbenciliği engelleme
çabası
olduğu ölçüde, "varolmak
algılanmaktır"
formülünün içerdiği, algılanmayan varlığın olanaksızlığı sonucudur da. Buna göre, kendilerini
o an algılayan
hiçbir anlık bulunmadığında, sıradan nesnelerin
bile varlıklarını
yitirip, sonra birisi onları algılamaya başlar başlamaz yeniden varlığa döneceklerinin söylenınesi gerekmektedir. Berkeley bu sonucu bir olanak
olarak korumuş,
fakat bunun yanı sıra Tanrı'nın yetilerine dayanarak onun hiç gerçekleşmemesini güvenceye almıştır. Çünkü sözkonusu sonuç
sağduyuya son derece aykırıdır. Ayrıca, böyle bir şeyin gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkacak oldukça karmaşık özdeşlik sorunları da vardır. Şimdi soruyu şöyle soralım. Deneyeiliğin gereklerini yerine getirmek bu sağduyuyu örseleyen sonucu gerektiriyor mu? Bir başka deyişle, tutarlı deneyeilik
uğruna
yadsınan ve sağduyuyla tutarlı kalmak için Tanrı 'ya
başvurmayı
gerektiren "algılanmayan varlık" düşüncesi gerçekten de
yadsınmak
zorunda mıdır? Tutarlı deneyeiliğin yadsıması gereken şey "algılanmayan varlık" ölçüsünde
geniş kapsamlı bir
kavram mı
olmalıdır? Deneyciliği ve
sağduyuyu
daha yu-
muşatılmış bir
varlıksal
sınırlanım üzerinde uzlaştırmaya olanak
var mıdır? Gereken şey, varolmayı, sürekli olarak algılanıyor olmaya bağımlı kılmayan bir sınırlanım. Öyle ki, belirli bir zamanda hiçbir anlığın algılamadığı nesneleri bile, deneysel olarak
temel- lendirilemeyen bir dış dünyayı varsaymak gerekmeden, varlık sınırları içine alabilelim. Sağduyu tüm nesnelerin her zaman sürekli olarak
algılanmadıkları
halde varolduklarını, zaman içinde kesintiye uğramadıklarını savunacaktır. Bunu deneyeilikle çelişkiye düşmeden onaylamanın tek yoluysa Berkeley'in formülünde şu değişikliği yapmaktır: Nesnelerin varlıklarını bunların algılanıyor oluşları
koşuluna bağlamak yerine,
varlığı
algılanabilir olmaya
bağlayabiliriz. Buna göre varolduğu söylenebilecek bir nesne, sürekli olarak
her an algılanıyor
olmasa da, algısı her
zaman olanaklı
olan bir nesnedir. Dolayısıyla deneyeiliğin ruhunu en iyi bir biçimde yakaladığı öne sürülebilecek olan görüngücülüğe göre, bir nesnenin varolmasının gerekli ve yeterli koşulu, bu
nesnenin algılanabilir oluşunda saptanmış oluyor. Böyle bir
yaklaşım
bağlamında J.S. Mill özdeksel nesneleri
zamanda sürekli olan algı olanakları diye belirlemiştir.
Görüngücülük için varolmak algılanabilir olmaksa, bu açıdan,
duyu deneyleri olanak dışında kalan
hiçbir
şeye varlık yüklene- meyeceği sonucu
içerilmiş
olmaktadır. Böyle bir
sonuç,
şu anda va- rolduklan halde kimsenin
algılamadığı
nesnelerin bulunmasını olanaklı kılar. Örneğin cebimdeki para şimdi kimse
tarafından
algılanmıyor oluşuna karşın, algılanabilir bir şey oluşu dolayısıyla, varolduğu öne
sürülebilecek bir
şeydir.
Öte yandan cebimde bulunduğunu öne süreceğim ceviz büyüklüğündeki bir elmasın, orada
algılanmıyor
oluşu yanısıra algılanabilir de
olmayışı
dolayısıyla varolmadığını söylemek gerekecektir.
Nesnelere varlık
yükleyiş koşullan açısından görüngücülüğün hem sağduyu hem
de deneyeilik çerçevesinde idealizme göre daha
olumlu niteliklere sahip olduğunu gördük.
Görüngücülüğün idealizme göre başka bir
üstünlüğü
daha var. Eğer varlık için ölçüt algı olanaklılığıyla
saptanıyorsa, bu
açıdan, artık Berkeley'in
yaptığı gibi, algıdan bağımsız olarak tanımlanan
bir dış
dünyanın, bir nesnel fiziksel evrenin, varlığını yadsımaya gerek yok demektir. Kuşkusuz, deneyeilik
açısından
böyle bir dış dünyanın varolduğunu öne sürmeye olanak yoktur. Algının ötesine geçip algıdan bağımsız bir dünyayı bir
bilgi olarak kavra- yamayız.
Ne var ki, yine aynı açıdan algının ötesindeki bir fiziksel varlığı sözkonusu olamayacağını söylemeye de olanak yoktur. Dış dünyanın varolmadığı da, tıpkı varolduğu savı gibi, doğruluğu deneysel olarak saptanamayacak bir şeydir. İşte bu düşünce doğrultusunda, her ikisi de görüngücülüğün ataları arasında sayılan Hume ve (onu usçu bir
yorumla izleyen) Kant dış gerçekliğin bilinemez olduğunu öne sürmüşlerdir. Gerçekçilikle
çelişen bir görüş değildir. Çünkü bir
dış fiziksel gerçekliğin varolduğunu öne sürmek, böyle bir şeyin varsa
bilinemez olduğunu
öne sürmekle çelişen bir
düşünceyi
savunmak değildir. Örneğin Ayer, algısal gerçekçiliğin görüngücülükle
birleştirilebileceğine değinmiştir. Gerçekçilikle uzlaşım sağlamasına karşın
görüngücülüğün bu
bağlamda
önemli bir sıkıntısı var:
Algı, bilgi ve bilim dizgesi sanki bir
fiziksel dünyaya ilişkinmiş gibi
dilegelirler. Oysa görüngücülük,
böyle bir fiziksel dünya gerçekte varolsa bile, algı, bilgi
ve bilimin oraya ilişkin bir algı, bilgi,
ya da bilim olduğunu
söyleyemeyecektir. Hatta
bunu yadsımak
gereğindedir. Bilgimizin,
bilinemezliği
öne sürülen bir şeyin bilgisi
olduğu savunulamaz. Buna göre de
görüngücülükle tutarlı kalarak
bilgimizin gerçekte
varolan bir fiziksel dünyanın bilgisi
olduğunu
öne süremeyiz.
Bilgimizin
sınırları
içindeki nesneler nelerdir? Algı ve
bilgimiz çerçevesi içindeki nesnelerin birer dış fiziksel
nesne olmaları
sözkonusu olamaz. Görüngücülük için fiziksel dünyanın bilgi
sınırlarımız
dışında kaldığını az
önce belirttik. Görüngücülük bu so-
ruyu
yanıılarken
deneyciliği ilk bakışta idealizm
çizgisine
oldukça yaklaştırıyor. Bilgimizdeki
nesneler, yine Ayer'ın dile getirişiyle "duyu verilerinden oluşan mantıksal yapılardır". Oysa, bu öğretiyi de
gerçekçilikle
tutarlı bir biçimde okumak
olanağı
vardır. Yapılması gereken
şey, tüm
görüngücü savları bilgiye
ilişkin olarak yorumlayıp bilgibilimin kapsamı içinde tutmaktır. Varlığa ilişkin konulardaysa gerçekçi bir
çizgiyi bir bilgi iddiası taşımadan korumak olanaklıdır. Duyu deneyinden kurduğumuz mantıksal yapıların dışımızdaki
gerçekliği yansıttığını varsayan
bir ontoloji önünde bir mantıksal engel
yoktur. Bu açıdan bir bilgibilim kuramı olarak
deneycilik tam bir sadakaıle izlenmiş, ayrıca da idealizme sapmaktan kurtulunmuş olacaktır.
Görüngücülükte
Dilsel Yorum ve Kimi Zayıflıklar
Yüzyılımızın ilk üç çeyreği, öncü felsefe ortamlarında dilin ve konulara dil açısından bakış yönteminin öne çıktığı, felsefe etkinliğinin odağını işgal ettiği bir dönemdir. Bu
yaklaşımın
etkisi ve yetkesi altında konulara
doğrudan
bakmak ve onları doğrudan ele almak yerine, çoğunlukla bu
konuları
dilegetiren dilsel yapılar çözümlenmiş, felsefe sorunları ve
tartışmalarının
dilsel ifadedeki yansıması incelenmiştir. Görüngücülük ve ona ilişkin çalışmalar da bu doğrultuda "dil
açısından"
bir "yeniden döküm" geçirmiştir. Görüngücülüğe göre nesnelere ilişkin olarak
bir şeyler
söylediğimizde
temelde algı verilerimiz hakkında konuşmaktayız. Bu, bilgi açısından nesneleri
algı verilerinden oluşan yapılar biçiminde yorumlamanın doğal ve kaçınılmaz bir
mantıksal
sonucu. Durum böyleyse, dilimizin
nesnelere ilişkin
bölümünün duyu verilerine ilişkin çok daha uzun dilegetirişleri ekonomikleştiren bir kısalıma- lar
dizgesi olduğu
söylenebilecetir. Nesne
dili, kısaltılmış
bir duyu verileri dili olmalıdır. Öyleyse, içinde nesneleri dilegetiren sözcükler
bulunduran her bir önermenin,
anlamlı olabilmek için, olanaklı
algı ya
da duyu verileri ifadelerine çevrilebilir olması gerekir. Böyle
bir çevirinin
yapılamıyor olması, nesne
dilindeki ifadenin deney ötesinde kalan
yükler
taşımasından kaynaklanmış olacak,
buysa onu deneyeilik açısından anlamsız kılacaktır. Çünkü bu açıdan olanaklı duyu deneyleri ötesindeki bir
varlık (en azından bilgi
bağlamında)
anlamsız bir şeydir. Nesne
dilindeki ifade duyu verileri dilindeki
ifadelere çevrilemiyorsa,
ifadeye konu olan nesneyi oluşturduğu söylenebilecek olanaklı algıların
bulunmadığını, dolayısıyla da
böyle bir nesnenin varolmadığını söylemek gerekecektir.
Görüngücülüğün gerekli kıldığı çeviriler, uygun algısal koşullar yerine geldiğinde kimi
belirli duyu deneylerinden oluşan mantıksal yapıların anlıkta yer alacağını dilegetiren
koşullu
önermeler biçimini alırlar: Buna göre örneğin "Bu kutunun içinde bir
pırlanta
yüzük var" gibi bir önerme, "Bu
kutuyu açtığımda,
tümünü bir arada 'pırlanta yüzük' sözcüğüyle adlandırdığım
türden tutarlı bir
duyu deneyi çeşitliliği
edineceğim" anlamını taşımaktadır. Ancak
bu çeviri de istenen şeyi tam
olarak verebilmekten henüz uzaktır. Çünkü bu çeviri de
henüz nesne diline özgü kısaltmalardan arındırılabilmiş değildir. Tatminkar bir görüngücü çevirinin nesneleri hiç gündeme getirmeyip bütünüyle duyu
verisi sözcüklerinden
oluşması gerekir. Yukarıdaki çeviride hala bir kutudan sözedilmek- te ve duyu verileri çeşitliliği "pırlanta yüzük" sözcüğü
aracılığıyla özetlenmektedir. istenen
biçimdeki
bir çeviriyi elde
edebilmek için
yapılması gereken şey, böylesi nesneleri oluşturan duyu
verilerinin tam bir listesinin çıkarılmasıdır. Bu beklentinin içerdiği oldukça garip bir sonuç var:
Görüngücülüğe
göre yapıca son derece yalın olan
nesne önermelerinin
anlamları bile uygulama açısından tamamlanması olanaksız bir duyu verisi dilegetirişler listesinden oluşuyor olmalı! İşin daha ilginç olan
yanı da şu: Bütün bu
dilege- tirişlerin
anlamını bir arada kavrayamaz ve hatta
bilemezken, bunların
çevirisi olduğunu öne sürdüğümüz kısa nesne
önermekrini
eksiksiz
anlayabildiğimiz
kanısındayız. Eğer aradaki
ilişki
gerçekten bir çeviri ilişkisi olsaydı, öncekini kavrayamamak sonrakini de kavrayamamayı gerektirmeliydi. En az bu ölçüde garip
olan başka bir şey daha
var: Görüngücülük,
aktüel olan bir olguyu dilegetirdi- ği halde,
konusu aktüel olarak algılanmayan en ya ın bir
önermenin bile, aslında kimi
koşulların
yerine gelmesiyle aktüelleşecek bir olanaktan başka bir
şeyi
dilegetirmediğini öne sür:nek zorunda
kalıyor.
Çünkü bu kuram, algıları aktüel olmayan nesnelerin varlığını, ancak onları olanaklar
biçiminde
kavramakla koruyabilmektedir. Algı olanaklarıysa aktüel olan, yani şu an
dolayımsız
olarak gerçek olan
şeyler
değildirler.
Görüngücülük için genel anlamda bir sıkıntı kaynağı oluşturan iki soru vardır: Bunlardan
biri duyu verilerinin kaynağının ne olduğunu, bunların nereden geldiğini sorar.
Öbürüyse,
duyu verilerinin hem aynı kişinin anlığında hem de farklı kişilerin algılarında nasıl olup da eksiksiz bir tutarlılığı koruyabildiğine ilişkindir. Ber- keley bu soruları Tanrı kavramıyla yanıtlayabiliyordu.
Tanrı, algıya
neden oluşu
yanısıra sözkonusu tutarlılığı da
yaratır.
Algının tutarlılığı Tanrı'nın büyüklüğünün bir kanıtıdır. Öte yandan bu iki sorunun Locke gibi gerçekçiler için oldukça kolay bir yanıtı bulunduğunu gördük. Onlara göre algının nedeni dış gerçekliktir ve algının düzenliliği gerçekliğin düzenliliğini
yansıtmaktadır. Deneyci
görüngücülük
için bu her iki yol da kapalıdır. Buna karşılık, örneğin Kant'taki usçu görüngücülük yalnızca algıya kaynak olan, fakat kendiliğinde bilinerneyen bir dış gerçekliği onaylamakla ilk soruyu gerçekçi bir
biçimde
açıklamış olur. İkinci soruyuysa,
usun ya da anlığın duyurnlara zorunlu olarak uyguladığı, ancak dıştan değil kendi doğasından kaynaklanan kimi kalıplar, sentetik
fakat a priori olan kavrayış biçimleriyle açıklar. Bu sonuncu, doğal olarak, deneyeiliğin izleyebileceği bir yol değildir.
Deneysel
görüngücülüğün
onu sıkıntıya sokan
bu sorulara
karşı tutumu
onları
yadsırnak biçimini almıştır. Görüngücülük bu
soruların
sorulamayacak şeyler olduklarını, bundan dolayı da
geçersiz
ve anlamsız olduklarını öne sürer. Gerçekten de, deneysel bilgi açısından böylesi soruların ne bir yanıtı ne
de bir anlamı
olacaktır. Deney
için kendinin ötesine aşmak gibi bir şey olanaksız olduğuna göre, onun kaynağı da
bilinerneyecektir. Öte yandan, kendi tutarlılığının nedenini bilrnek de, deneysel
olarak saplanabilecek bir şey değidir. Deneysel bilgi açısından yanıtı olmayan bir sorunun,
yine aynı
açıdan sorulabilir bir soru olmadığı da
onaylanabilir. Deneyci görüngücülük karşısında bütün bu noktaları onayiasak
bile, böylece felsefenin ilgi ve eleştirel sorgu
alanının
deneysel bilgiyle sınırlanıp çerçevelendiğini de onaylarnak zorunda kalmış ol-
rnayız. Niye böyle olsun
ki? Deneysel bilgi üzerine sorulan soruların ve hatta felsefe sorularının hemen hiçbirinin bilimdeki gibi deneysel
bir yanıtı, ya da deneysel bir içeriği yoktur.
Felsefe deneysel doğruluklarla çelişernez ve çelişmemelidir de. Ne var ki felsefe bu doğruluklarla sınırlı değildir. Deneysel içeriği anlamlılığa koşul kılan bir yaklaşımı eleştirirken sorulacak şeylerin tümünün yine bu yaklaşırnın "içinden" sorularla sınırlanması gibi bir kural da olamaz. Görgücülüğü sıkıntıya sokan sorular, gerçekten de
ilginç olan temel nitelikli felsefe soruları arasındadır. Bunlar anlamlılığın yiti- rildiği konular
değil, tersine görüngücü kurarnın açıklama yeteneğini
tükettiği konulardır.
Görüngücülüğe ilişkin olarak son bir saptarna daha yapacağız: Buraya değin ele
aldığımız
güçlüklerin hepsinden
daha derin olan bir kurarnsal güçlüğü, bu
yaklaşırnın
tekbenciliği bütünüyle olanaklı kılışıdır. Dış varlığın bilinernez olduğunu öne sürmek, daha önce de
belirtildiği
gibi, böyle bir
varlığı
yadsırnak anlamına gelmez.
Bilinernezlik, dış
dünyanın varlığıyla tutarlıdır. Bu,
görün-
gücü ve gerçekçi tutumların tutarlılığını
oluşturuyordu. Ne
var ki, dış
varlığın bilinernez olduğunu öne sürmek, böyle bir dünyanın
varolmamasıyla da tutarlıdır. Dolayısıyla görgücülük, anlığın
dışında Tanrı dahil
hiçbir
varlığın bulunmaması olanağını oldukça canlı tutan bir felsefe kuramı. İşte bu nedenledir ki, benden başka anlıkların varlığı konusu onun için hem
odaksaldır,
hem de çözümsüzdür. Bilgi gibi varlığı da
deneyle sınırlamaya
çalışan bir yaklaşımın akıbetinin başka türlü olamayacağı, deneyin öznel olan
doğasından
bellidir. Görüngücülük için çıkış yolu, kendini bilgi kuramı içinde sınırlayıp, varlığa ilişkin olarak gerçekçiliğe bağlanmaktır.
BAZI TERİMLER ÜZERİNE NOTLAR
(1982)
Yazko Felsefe Yazıları ’ nı felsefe terimlerinin zenginleştirilme ve
standartlaştırılmasını amaçlayan girişiminden ötürü kutlarım. Bu notta, önce
benim özelleşme alanım içinde olan ve uygun Türkçe karşılıklarını bulamadığım
birkaç felsefe kavramına değinerek bunlardan biri için önerdiğim karşılığı
savunacağım. Sonra da, Sayın Profesör Dr. Bedia Akarsu'nun hazırlamış olduğu
sözlükteki'' İngilizce dizini temel alarak, bazı Türkçe
karşılıkların daha uygun olanlarıyla değiştirilmelerinin iyi olabileceğini
ortaya koymaya çalışacağım.
1-
İngilizce'deki "reference" sözcüğünün
Türkçe'de hazır ve uygun bir karşılığı bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu
İngilizce sözcüğün ifade ettiği kavramı Türkçe'de ifade etmek gerektiğinde
güçlükler doğmaktadır. Bu güçlükleri yenmek amacıyla "referen- ce"a
bir Türkçe karşılık önererek, çalışmalarımda bu sözcüğü kullandım. Burada,
önermiş olduğum bu terimi savunmak ve temel- lendirrnek istiyorum.
Frege, "reference" kavramını anlam kavramından
özenle ayırt etmiştir. Bir dile özgü her sözcüğün anlamı vardır, fakat bu
sözcüklerden ancak bazıları tikel nesnelere karşılıktırlar. Söylenen sözcün
belirli bir tikel hakkında olması, türnce içindeki uygun bir sözcüğün bu tikele
"reference" yapmak için kullanılıyor olmasına
"' Felsefe Terimleri Sözlüğü, Ankara, Türk
Dil Kurumu, 1979 (ilk bası 1975).
bağlıdır. Sözcüğün nesneye karşılık olması bu nesneyi onun anlamı olmak
durumuna getirmez: Örneğin,
bu nesneyi yok etmek, sözcüğün "reference"ını yok etmek iken, onu anlamsız kılmak de- ğidir. (Bkz. L. Wittgenstein, Philosophica/ Jnvestigations, Oxford:
Blackwell, 1953,
Bölüm 1, s.4) Aynca anlaml^ı ayrı olan iki sözcük veya deyimin aynı nesne
hakkında konuşma olanağı sağladıkları, yani "reference"ları ortak
olduğu durumlar da sık görülür. (Bkz. G. Frege, 'On Sense and Reference', Translations
from the Philosophica/ Writings of Gottlob Frege, P. Gearch ve M. Black, Oxford: Blackwell, 1 952, s.56-57.)
Bu kavrama Türkçe karşılık olarak çeşitli
sözcükler önerilmiştir. Ancak bu önerilenlerin hiç biri Frege ve sonraki
filozofların ayrıştırdıkları teknik anlamdaki "reference"ı tam olarak
ifade edememekte ve belki daha da önemli olarak komşu, fakat, farklı, başka
bazı kavramlardan ayırt edememektedir. Örneğin Prof.Dr. Teo Grünberg ve Dr.
Adnan Onart'ın hazırladıkları TOK Mantık Terimleri Sözlüğü "referring
expression" için "gösterici deyim" sözcüğünü getirmektedir.
Buna koşut olarak "referring" için "gösterme" veya
"gösterim"i kullandığımızı varsayalım. Felsefi tartışmalarda
"reference"ı "ostension", "demonstration",
"indication" gibi kavramlardan ayırt etmek gerektiğinde bu terimin
önemli güçlükler doğuracağı düşünülebilir. "işaret etmek" yine aynı
güçlükleri içermektedir. "Değinmek" ise "mentioning"in
karşılığıdır ve bu kavram "reference"dan özellikle ve önemle ayırt
edilmiştir. (Bkz. P.F. Strawson, 'On Referring', Mind, 1950) Aynı ayrım
"zikretmek", "temas etmek" gibi sözcükleri de devre dışı
bırakmıştır. "Göndermek", "yollamak", "havale
etmek" gibi sözcükler "reference"ın anlamlarından birini tatmin
edici bir biçimde karşılamaktadır. Ancak bu anlam, bizim burada ilgilendiğimiz
teknik anlama yakın olsa da, ondan farklıdır. Çünkü bu anlamda birisini
herhangi bir nesneye (örneğin bir kaynağa) göndermek söz konusudur. Oysa teknik
an-
lamdaki
"reference"ta birini (örneğin sözümüzü dinleyen bir bireyi)
herhangi bir nesneye yöneltmek, edimi yapan açısından bir
açık
yükümlülük değil, ancak
dolaylı olarak yerine getirilen bir iştir. Öte yandan, "reference"ın temelinde ve etimolojisinde, gönderme, yöneltme gibi kavramların bir yeri bulunduğu da
kabul edilmelidir. Latince köken "referre",
"geri taşımak"
anlamındadır (re:
geri, ferre: taşımak).
Ancak bu terimi teknik felsefi anlamında kullanan
biri, karşısında hiçbir kimse olmasa bile, kullandığı sözlerle bir nesneye
"reference" yaptığını tutarlı olarak savunabilecektir.
"Reference"
üzerine felsefe araştırması yapan ve bu çalışmayı Türkçe yürütmek isteyen biri ne yapmalıdır? bu kavramı ona
yakın
başka kavramlardan gereğince ayırt edebilmek için ya
Frenkçesini
Türkçeleştirip kullanacaktır (referans)
yahut da kendisi, uygun bulduğu bir
karşılık
önerecektir. Bilimlerin
teknik terminolojisi, büyük bir
çoğunlukla,
yeni terimierin gerektiği gibi
özel konularda araştırma yapanlar
tarafından
üretilmiştir. Ben,
"referen- ce" üzerine çalışma yapan bir felsefeci olarak bu sözcüğe bir
Türkçe
karşılık önerme yolunu
tuttum ve "reference"ın
teknik anlamını "yönletim" sözcüğü ile karşıladım. Bu seçimim bir
eleştiriye
konu olmuştur. Bu
doğrultuda,
"Neden 'yönletim' de başka bir
sözcük
değil?" diye
sorabiliriz. Bunu yanıtlarken,
önce teknik anlamdaki
"reference" kavramını biraz
daha açıklamak
istiyorum. "Referen-
ce" bir edimi ifade eder ve "to refer" fiilinden türer. Şimdi, ne tür nesnelerin
bu edimin, bu eylemin, yapıcısı (faili)
olabileceğini
soralım. "Reference" geniş bir
anlarnda kullanıldığında,
hem bireyler,
hem de terimler, bu eylemin öznesi olabilirler.
Öte yandan "re- ference"
dar anlamında
kullanılıyorsa, özne olarak
yalnız bireyleri kabul edecektir. Bu geniş ve
dar anlarnların
bir karışıklık yaratmaması için varolan uzlaşım şu olmuştur. Teknik olarak dar anlam "reference"ın asıl anlamı olarak kabul edilecek ve benzeri
bir dar anlamda, terimierin "denotation"a (kaplam) sahip olduklan söyle-
necektir.
Bu uzlaşıma
göre, bir terimin herhangi bir nesneye (geniş anlamda)
"reference" yaptığını söylediğimizde, asıl kastettiğimiz, birisinin bu terimi kullanarak, onunla,
"reference" yaptığıdır. Böy- lece, bir terimin
"reference" yaptığı söylendiği her bağlamda, edim,
o terimi kullanan bireye, gerçek öznesi olarak bağlanmaktadır. Bu dar anlamındaki kavram üzerinde yapılan birçok araştırma sonucu, ifade ettiği edimin
bazı
yönlerine daha derinine inilebilme olanağı doğmuştur. Nedenleri burada açıklamadan (Bu araştırmaların bir özeti için Bkz. A. Denkel, Yönletim: Dil
Felsefesinde Bir Konu, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, Aralık 1981), sonuç olarak
ortaya çıkan kavram betimlemesini şöyle verebiliriz.
Tcımelde
"re- ference", bir
terim yoluyla düşünceyi
bir nesneye doğru çevirmeyi ifade eder. Bir nesneye yönlendirmeyi ve bu nesne ile düşüncede bir
ilişki
kurmayı içerir. Ama,
bunun ne yolla ve nasıl
yapıldığı "reference"ı asıl ayırt eden niteliktir:
"Reference" bir iletişim edimini
ifade eder; dolayısıyla,
bir bireyin, amaçlarını kavrayacak başka bir
bireyin bulunduğunu
varsayarak yaptığı bir
edimdir. Bu edimin mantıksal
öğelerini, iletişime katılan bireyler,
düşüncede
kendisine yönelinen nesne
ve bu yönelmeye
araç olan söz oluşturur. "Reference", (varsayılan veya gerçek) başka bir bireyin düşüncesini kullanılan bir terimle belirli bir. somut
nesneye yöneltmek
amacıyla yapılır. Fakat
bu amaçla
yapılmasına karşın, karşıdakinin düşüncesini bir nesneye yöneltmiş olmayı veya bunu başarınayı gerektirmez. Ayrıca bireyin
bu amacını
doğrudan yerine getirme çabasını değil, onun bunu dolaylı olarak
sağlama
girişimini, yani,
bu amacı bir terimin yerine getirmesine
olanak sağlama
çabasını değil, onun
bunu dolaylı olarak sağlama girişimini, yani, bu amacı bir
terimin yerine getirmesine olanak sağlama çabasını içerir. O halde, teknik anlamdaki "reference"ın dar yorumu, kullanılan bir terim/e herhangi birinin düşüncesini bir nesneye yönlendirmesine olanak vermek biçiminde özetlenebilir. Bunu Türkçe'de türetebile-
ceğimiz hangi
sözcükle
ifade edebiliriz? Bir yönlendirme söz konusudur, ama bu bir "yöneltme" değildir. Çünkü, yöneltme hem doğrudandır, hem de yönlendirmeyi başarmış olmayı içerir.
"Yön" ad
kökünden
'olma' ifade eden 'el' eki (yön-el) (Bkz.
M. Ergin; Türk Dil Bilgisi, Boğaziçi Yayınları, 1980, s.181) yerine, daha çok 'nesneyle
ilgili birşey yapmak' anlamı taşıyan 'le' (Bkz. T. Bangu- oğlu, Türkçenin Grameri, Baha Matbaası, 1974,
s.214) eki ve onunla birleşik olarak
'ettiren' eki 'it'i kullanarak 'yön-let-mek' mastarını elde edebiliriz. Bu türetiten sözcük hem istenilen biçimde geçişlidir hem
de "reference"daki dolaylılığı ifade edebilmektedir (birini) bir terimle bir nesneye
doğru
yönlendirmek). Ayrıca , İletişim boyutunu
da ("anlatmak" sözcüğünde olduğu gibi) tam olarak verebilmektedir.
(Ancak 'anlatmak' ve 'yönletmek' tam koşut değildirler: anlatmak, bir terim ile 'birşeyi birine'
yapılırken,
'yönletmek' bir terim ile '(birini) birşeye' yapılmaktadır.) Böylece "to refer" karşılığında "yönletmek" sözcüğünü
önerirken, "referen- ce" karşılığı olarak
"yönletim"i,
"referent"a karşılık olarak
da "yönletilen"
sözcüğünü önerdim.
Bu
sözcükleri,
ifade ettikleri kavramların, yaptığım araştırma içinde sık kullanılmaları gerektiği için
türettim. Bu tür teknik
terimierin TOK gibi bir dil kurulu yanısıra terimleri
çalışmalarında
sürekli olarak kullanma durumunda olan
uzmanlar tarafından
türe- tilmeterini doğal karşılıyorum. Bunun yanısıra, bu
tutumumun eleştirilmesi
ve varsa yanlıştarımın gösterilmesi de doğaldır. Yalnız, bunun, felsefe terminolojisinin sağlığı açısından, yapıcı olmasını dilerim.
2-
Sayın Profesör Akarsu ve öbür meslekdaşlarımın görüşlerine sunacağım ve
uygun Türkçe
karşılıklarını bulamadığım, birkaç felsefe
terimi daha var. Felsefi Mantık ve
Dil Felsefesi'nde önermenin
mantıksal yapısının incelendiği bağlamlarda çok sık geçen bir kavram İngilizce'de "attributing" sözcüğüyle ifade
edilir.
Bu,
herhangi bir özelliği,
hakkında konuşulan nesneye
ait (veya onun meydana getirdiği bir
şey) olarak göstennek edimini
kapsar. Buna yakın kavramlar
"predicating", "ascribing" ve "assigning" sözcüklerinde anlatım bulmaktadır. Eski dilde "atfetmek"
ve yeni Türkçe'deki
"yüklemek" bu
kavramlardan hangisini karşılayacaktır ve öbürlerinin Türkçe karşılıkları ne olacaktır? "Attribute", ad olarak "öznitelik" ile karşılanabilirken, fiil olarak düşünüldüğünde, "öznitelemek" onu karşılamaya uygun görünmemektedir; çünkü öznenin ifade ettiği şeye yüklediğimizin bir "öznitelik" olması zorunlu değildir.
Günümüz analitik
felsefesinde yine çok sık
kullanım bulan bir kavram
"disposition"dur. Ben bunu, kullanınam gereken yerlerde, "eğilim" sözcüğüyle ifade ettim. Oysa, "eğilim", "inclination" sözcüğüne daha
uygun bir karşılıktır
(Bkz. Akarsu Sözlüğü). Ayrıca, kesin bir Türkçe karşılığı bulunmayan bir başka yakın kavram da
"tendency"dir. Bunlara uygun Türkçe terimler
bulmamız
gerekir inancındayım. (Eski dilde "istidat"
var. Ancak buna karşılık
olarak kullandığımız "yetenek" sözcüğü "disposition"a
göre dar kalıyor.)
İngilizce'deki "determining" sözcüğünün ifade ettiği kavramı Türkçe'de "belirleme" veriyor
(Bkz. Akarsu sözlüğü:
Belirlenim = Detemination). Oysa yine "belirleme" ile karşılanmaya
çalışılan başka kavramlar da bulunmaktadır. Bunlardan biri olan
"identification" bir nesnenin belirli bir zaman kesitinde (veya zaman
boyutu içinde) kendisiyle özdeş olduğunun belirlenmesi edimini ifade eder. Bu çok önemli felsefi kavramı
"detennining"den ayn olarak ifade etmem gereken yerlerde
"özbelirleme" terimini kullandım. Yine "belirleme" ile
karşıianma durumunda olan "spe- cification", bir nesneyi
özelliklerini belirleyerek ayırt etmek veya özellikleri yoluyla belirlemek
anlamını taşır. Metafizik'te, "indivi- duation" kavramını,
"türsel bir örneğin bir bireyde gerçekleşme-
si"nden
(Bkz. Akarsu Sözlüğü)
farklı olarak, "belirli bir zaman
kesitinde bir nesneyi tek olarak başka nesnelerden
ayırt etmek" anlamında da
kullanıyoruz.
"To individutate"in bu anlamını Felsefe Terimleri Sözlüğü'ndeki "bireyleşme" yeterli bir biçimde karşılamıyar kanısındayım. Dolayısıyla,
"identification",
"specifi- cation" ve "individuation" için uygun
karşılıklar
araştırılınasını öneriyorum.
Davranışlarla ilgili olarak
"justification" kavramını Türkçe' de nasıl söze dökebiliriz? "Doğrulama", "verification" karşılığıdır ve önceki kavramın çevirisi olarak anlarnca saptıncıdır. "Haklı çıkarma" ise terim olmak yerine bir deyim oluşu yanısıra anlam olarak dar kalmaktadır.
"Situation"u
"durum" ile, ve "fact"ı da "olgu" ile ifade edebilİrken (Bkz. Akarsu Sözlüğü), Russell
ve Wittgenstein'ın
metafiziklerindeki
"state of affairs" ve "the case" için Türkçe'de karşılık bulamıyoruz. Bunlara, "situation"dan
çok
farklı bir kavram olan
"state"i de ekleyebiliriz. (Situation (configuration) = nesnelerin
birbirlerine göre durumlan. Öte yandan,
State = bir nesnenin kendi durumu.)
3- Şimdi, Felsefe Terimleri Sözlüğü'ndeki İngilizce dizisinde verilen Türkçe karşılıklardan bazılannı ele alacağım. Eğer vereceğim gerekçeler geçerli
bulunursa, 2. Yazko Felsefe Yazıları ’ ndaki toplantıda
belirlenen ilkeler doğrultusunda, bu karşılıklarda değişiklik yapılabilir.
To actuatize/Actualizing: edimselleştirme. "Actualize" bazen bu verilen
anlamda kullanılır. Fakat daha önemli olarak "şu anda gerçekleşme",
"olabilirliğin gerçekleşmesi" anlamında değil midir? Bu anlamdaki
gerçekleşmenin bir etmen (agent) tarafından meydana getirilmesi zorunlu
olmadığı gibi, gerçekleşmenin edimsel olması da gerekli değildir.
DolaY.ısıyla, "edimselleştirme", kavramı vermekte dar kalmaktadır.
Argument:
kanıt. "Argument"a karşılık olarak
artık
büyük bir çoğunlukla "uslamlama"
sözcüğünü
kullanıyoruz. "Kanıt", "evidence"
sözcüğüne
daha uygun bir karşılık gibi
durmaktadır.
Mantık Terimleri Sözlüğü'nde (Grünberg/Onart) "kanıt" ve "tanıt" eşanlamlı gösterilmektedir. Bunun yararlı olacağı kuşkuludur, çünkü "proof'a karşılık "kanıtlanım" yerine (Akarsu Sözlüğü'ndeki gibi "tanıt"ı kullanma olanağı vardır (tanıtlama: demonstration).
Appearance:
görüngü.
Bu, "appearance" ile
"phenomenon" sözcüklerini eşanlamlı kabul etmek sonucunu içerecektir. (Çünkü aynı sözlükte phenomenon: görüngü.) Oysa,
"phenomenon" çok daha
kuramsal ve bir tür
yaklaşımın yorumunu içeren kavram
bir iken, "appearance" salt algı içeriğini ifade eder. Dolayısıyla, "ap- pearance" için "görüntü" terimi, bu terimin artık "image"
(örneğin
televizyon görüntüsü) kavramını da üstlenmiş olmasına karşın, daha uygun durmaktadır.
Association:
çağrışım.
"Çağrışım", daha
uygun olarak İngilizce'deki "calling up" ve
"evoking" gibi sözcükleri karşılamıyar mu? "Association" ise, çağrışıma temel
olan bir bağiantıyı
veya bir bağdaştırma eylemini ifade etmez mi?
Coherence:
bağ/am.
"Bağlam", "context"
karşılığı
olarak artık yerleşmiş bir kullanıma sahip
görünüyor.
"Coherence"ı "tutarlılık" ile karşılayabiliriz. "Consistency" ise
"coherence"dan önemle ayırt edilmelidir. (İlki ikinciyi
gerektirmezken, ikinci birinciyi
gerektirir.) "Consistency" anlam olarak çelişkisizlik olduğuna göre,
"çelişkisizlik" sözcüğünü ona
karşılık
olarak öneremez miyiz?
Comprehension:
iç/em.
"İçlem" Mantık ve
Dil Felsefesi'nde "intension" sözcüğüne karşılık olarak kullanılıyor. Karşıtı olan "kaplam" ise
"extension" sözcüğünün anlamlarından birini ifade ediyor. Sözlükte "extention"
karşılığı
olarak "kapsam" önerilmiş. İngilizce'de "extention" diye bir sözcük bulunmadığına ve "ex-
tent"de
"uzam" ile karşılandığına göre, "kapsam"ı "comprehensi- on"un karşılığı olarak
görmek uygun olabilir. Sözlükte "kapsam"
için verilen açıklama ise
İngilizce'deki
"comprehension"a değil, "extension"a
(ve dolayısıyla
"kaplam"a) uygun. Acaba
bir dizgi hatası
mı var?
Explication:
açıklama.
"Açıklama" sözcüğünün daha
öncelikli olarak işlek bir
kullanıma
sahip olan
"explanation"u karşılaması gerekeceği bildirilebilir.
"Explication" da bir açıklamadır, fakat, bir sözcüğün anlam
ve içeriğini
ortaya koyma boyutunu da kapsar.
Hylozoism:
özdekçilik.
Hem İngilizce hem
de Fransızca
dizinde dizgi hatası bulunuyor.
"Özdekçilik"
yerine "canlı özdekçilik olmalı.
lmmanent:
içkin.
"İçkin" sözcüğünü, özelliklerden söz ederken, "intrinsic" veya
"inherent" için kullanamaz
mıyız?
Özellikler "immanent" olamayacaklarına göre, eğer "içkin" ile "immanent"ı karşılayacaksak, önemli metafizik kavramlar olan
"intrinsic" ve "inherent" hangi sözcükle verilecekler?
Property:
özgü/ük.
Bir nesnenin bütün "property"leri
yalnız ona özgü olanlar
mıdır?
Böyle olmadığına göre, "property"
karşılığı
"özellik" sözcüğünü kullanmak
daha uygun olmaz mı? Öyle
görünüyor ki "özellik" eğer "property"yi karşılamazsa uygun olarak karşılayacağı başka bir kavram kalmıyor. "Özgülük", belki daha uygun olarak,
"specialty" kavramını verebilecektir.
Çünkü "speci- alty", daha çok, yalnız bir nesneye özgü özellikleri ifade eder. Tabii,
bu kavrarnlara koşut olan "characteristic"
ve "feature" da Türkçe'de karşılanabilmelidir.
Propriety:
özgü/ük.
"Propriety" nitelik
veya özellik
anlamını artık taşımamaktadır. Sözcük bu
anlamında
arkaiktir. Şimdiki anlamı, uygunluk, doğruluk ve
ahlaki kabul edilebilirlik çerçevesini aşmadığıdan sözlükten çıkarılabilir.
Reiminiscence:
anımsama.
"Anımsama" sözcüğünün özelleşmemiş bir anlamı bulunduğuna göre (recollect veya remember karşılığı), "reminiscence" (yani
"anamnesis") gibi felsefeye özgü bir
kavramı,
bu özelleşmemiş anlamdan· ayırt edebilecek
özel bir terim önerilmesi belki daha uygun düşer.
Bir
terimler sözlüğünde
değişikliğe gereksinim
olduğunu
göstermek veya onu eleştirmek, haklı gerekçelere dayansa bile, kolay bir iş. Asıl güç olan, uygun terimleri türetmek, onları tanımlamak ve açıklamak: Yani, güç olan,
bir sözlük
üretmek.
EDİM FELSEFESiNDE
BAZI KURAMSAL GÜÇLÜKLER
(1982) I
Felsefede
Edim sorununun odak noktasını
oluşturan iki konu,
(a) bir edimin ne olduğu, yani bir insan bedeninin herhangi
bir yerinin oynaması
olayının o kişinin orasını oynarmasından nasıl ayrıldığı ve (b) doğrudan nedensel
olarak ilintili edimlerin ayırt edilebilirlikleridir.
Edimin her şeyden
önce bir insan tarafından meydana
getirilen bir değişiklik
oluşu ve bir insanın meydana
getirebileceği
her değişikliğin edim olamaması, meydana
getirebiirliği-
miz değişiklikler arasında edimlerimizi belirleyebilmemize
olanak sağlayacak
bir ölçüt gerektirmektedir.
Kolumun oynaması,
başlangıcını bende
bulan bir değişikliktir.
Oysa, kolum bir refleks, tik, ya
da ona bir şey
çarptığı için oynadıysa burada
bir edim söz konusu değildir. Öte yandan kolumu gözlüğümü düzeltmek için, önümdeki kalemi almak veya radyonun düğmesini çevirmek için devinime geçirdiysem, bir şey yaptığım, bir edirnde bulunduğum söylenecektir. Kolumun yaptığı devinim,
sarktığı
yerden ileri doğru uzanmak olsun... Aynı devinimi
bir açıdan radyonun düğmesine uzanmak, bir açıdan da
basit bir tik olarak düşünelim: bunların arasındaki farklılık nerededir?
İşte bunun yanıtı büyük ölçüde ediinin ne olduğunun da
yanıtı
olacaktır. Düğmeyi çeviriyorum, radyonun
sesi açılıyor, ışığı yanıyor, kuvvetli sesten camlar zangırdıyor ve aşağı k0mşular rahatsız oluyorlar. Şimdi ben
ne yaptım?
Düğmeyi tuttum, parmaklarımı oynatarak düğmeyi çevirdim, radyonun ışığını ve
sesini açtım,
camları sarsıp komşuları rahatsız ettim.
Burada yapmış
olduğum kaç şey, kaç iş var?
Yaptığım
yalnızca düğmeyi
çevirmek; ama
bunun yarattığı
sonuçları kapsayarak aynı edimi
bir çok
edirnmiş gibi betimleyebiliyorum. Yoksa,
bir şey yaparak birçok şey mi yaptım? Yaptığım ne ise, onu aslında yapmadığım fakat yapmış sayıldıklarımdan nasıl ayırt edeceğim? Bu soruların yanıtı da edimlerin nasıl belirlenebileceğinin yanıtını verecektir.
Edim
felsefesinin bugünkü
aşamasında bu iki soruya verilen yanıtlar ilginç bir çeşitlilik göstennektedirler. Değişik
yaklaşımlar bu konularda birbirlerine karşıt savları savunmaktadırlar. Aynı konuda karşıt görüşler getiren kurarnları kendi
uslamlama ve açıklama yelileri açısından değerlendirebiliriz; ancak belirli bir yaklaşımın tutarlı bir kurarn sağlayabilmesinin bir ana koşulu her
iki konuda ileri sürdüğü savların karşılıklı uyumluluğu
olacaktır. Bu noktadan kalkarak günümüz edim
felsefesinde önemli bir yeri olan Donald Davidson'un kuramını ele
alacağız.
Davidson'un
ilk konu, yani edimlerin ne oldukları konusunda önerdikleri, önemli ölçüde bu alanda geliştirilmiş klasik görüşe dönüş niteliğini göstermektedir. 17. Yüzyıl'dan başlayarak geliştirilen klasik görüşün kökenini Hobbes ve Descartes'da buluyoruz.
Locke, Hume ve Kanı'ın
yazılarında da aynı doğrultuda önerilere rastlamaktayız.(I) Bu görüşe göre edimler basit bedensel
devinimlerden istemli (willed, volitional) oluşlarıyla ayırt edilirler. Eğer kolumun
uzanması,
kolumu uzatma isteminin neden olduğu bir
sonuçsa,
yaptığım bir edimdir. Refleks ve tiklerde böyle bir
neden olmadığına
göre edim olmaları söz konusu olmayacaktır. Bir edimin ussal (rational) olması ise,
bu edimle onun ötesinde
bir sonuç elde
etme isteminin edirne neden olmasına bağlıdır. Ör-
1)
Hobbes,
T., Leviathan (1651), bölüm 6;
Descartes, R., Les Passions de L' Ame (1650); Locke, J., An Essay Concerning
Human Understanding (1690), Book Il, ch.xx'ı; Hume,
D., A Treatise of Human Nature (1738), Bk. Il, part iii, chs. 1-4; Kanı, I.
Grundlegung der Metaphysik der Sitten, Ed. Otto, R., Gotha; Kloız (1930),
bölüm 2.
neğin, kolumu
radyoyu açmak
için uzatıp çeviriyarsam yaptığım bir
ussal edimdir. Kolumu, onu uzatmış olmak
için
uzatıyorsam, edimin
ussal değildir.
Ediroleri
basit olay ve devinimlerden neden niteliğindeki bir istemin varlığıyla ayırt eden bu görüş önce Prichard(2)
tarafından, sonra da Wittgenstein'ın etkisi altındaki Angio-Sakson
felsefecilerince, Prichard'ın kendi ileri sürdüğü yaklaşım da beraber olmak üzere, ağır bir biçimde eleştirilmiştir.(3) Bu eleştirilerde kullanılan ilginç ve karmaşık uslamlamaların aynntısını kapsamımız
dışında bırakarak klasik
görüşün
eleştirilerde beliren
temel güçlüklerini
kısaca bildirelim. Bir edimi edim yapan
ona neden olan istem ise ve bu istem tesadüfen veya_
belirlenmiş
olarak, benim
denetimim dışında
oluşan bir zihinsel olgu ise, ne isteme 'benim
istemim', ne de onu izleyen edirne 'benim edimim' demem doğru olacaktır. Çünkü buna göre, benim
denetimim dışındaki
bazı olgular adeta benim zihnim ve
bedenimi basit bir araç gibi kullanarak birtakım ediroleri
oluşturuyorlar.
Bu durumda özgür istemimden (free will) söz etmem
olanaksız.
Demek ki edimin ve istemin
benim olabilmeleri için istemimi benim oluşturmam, yani onu isteyerek, kendi
denetimim altında meydana getirmem gerek. Başka bir
deyişle,
zihnimde oluşan istem
olgusu, herhangi bir zihinsel
edimim olmalıdır.
Ancak bu bizi bir çıkınaza götürüyor. Eğer ediroleri edim yapan onlara neden
olan istemlerse, istemimin edimim olabilmesi için istemime
neden olan bir istem daha gerekecek
ve onun da edimim olabilmesi için bir
başka istem... vb. gibi
sonsuz sayıda istemler gerekecektir. Demek ki
edimi edim yapan istemin bir olgu olması ya
da bir neden olarak görülmesi
2)
Prichard,
H.A., 'Acting, Wi1ling, Desiring', Moral Obligation, Ciarendon Press (1949).
3)
Ryle,
G., The Concept of Mind, Hutchinson: Londra (1949), bölüm 3-4;
Melden, A.l., Free Action, Routledge: London (1963).
mantıksal açıdan sakınca yaratmaktadır.
İkinci bir
temel güçlük de istem gibi bir zihinsel
olgunun nasıl olup da edimi oluşturan bir
fiziksel olguya neden olabildiği sorusunda belirmektedir.
Nedensellik yalnızca
belirli doğa kanun-
lan çerçevesinde
geçerli değil midir?
Öyle ise, belirli istemler ve edimleri
bağlayan
doğa kanunlan var mıdır? Var,
deniyorsa, bu kanunlar hangi genellemeler üzerine kurulmuş olabilirler? Wittgens- tein 'ın etkisi
altındaki
felsefeciler, insan bedeninde başlayan olgu
ve devinimleri edimlerden neden durumundaki istemlerle ayırt etmenin hatalı olduğunu, çünkü böyle 'nedenlerin' bulunmadığını savunmuşlardır. Klasik görüşün yerine
önerilenlerdeki
çeşitlilik bir yana bırakılırsa, genel olarak, bir olgu ya da
devinimin edim sayılmasının
o olgunun bir niyetle açıklanabilirliğine ve olgunun bağ- Iamındaki uzlaşımlara bağlandığını
görüyoruz. Dolayısıyla, bu
önerilerde
aynm gerçeklik düzeyinden çok açıklama, yorumlama veya betimleme düzeyinde sağlanmaktadır.(4)
Donald
Davidson, 1963 'te yayınlanarak
çığır açan bir ma- kalesinde(S) edimler için şu tanımı öneriyor. Olgu ve devinimterin edim
olabilmeleri için ussal nedenlerle (reason) açıklanablir olma- lan gereği Wittgenstein'cılar tarafından da kabul edilmektedir; oysa
bu gereklilik bir yeterlilik sağlayamaz. Örneğin, bir davranışımı açıklarken gerçek ussal nedenlerimin yerine, onları gizleyerek,
başkalarını
bildiren bir ussallaştırıcı açıklama verebilirim: hastayı neden
öldürdüğümü,
'çektiği dayanılmaz acıyı durdurmak'
ussal nedeniyle açıklarken
asıl ussal nedenim olan 'mirasa
konmak' amacını saklayabilirim. Öyle ise
bir edimi ussal nedenle açıklamada gerçek ve
gerçek olmayan ussal nedenlerden söz edebiliyoruz.
Bir ussal nedeni, belirli bir edirne göre hangi
nitelik gerçek ussal
4)
Aynı yapıt.
5)
Davidson,
D., 'Actions, Reasons, and Causes', The Journal ofPhilosophy, V. 60(1963).
neden
durumuna getirir? Davidson'a göre, yukanki
örnekten
de anlaşılabileceği gibi, gerçek ussal
neden edirne neden olan ussal nedendir. Hastanın yaşamına son vermemin gerçek ussal
nedenı onun mirasına konmaktı; onun mirasına konmak
amacım onu öldürmeme neden oldu. Oysa acısını durdurmak
amacım onu öldür- ·
memin
nedeni değildir.
Yine
bir nedensel açıklamaya.9öndük.
Acaba David- son'un verdiği nedensel
tanım klasik görüşün g^çlüklerini içermiyor mu? Bunun için önce 'ussal
neden' kavramından
ne anlaşıldığını görelim. Davidson bunu şöyle açıklıyor. Bir edimin ussal nedenini nasıl veririz?
(a) amaç edinilen bir duruma yönelik eğilimimizi ve (b) yapılanın bu
eğilimin
nesnesini (object) yerine getireceği inancımızı beraberce bildirerek veririz ...
(a) daki eğilimi,
kısaca, bir 'istek' olarak belirliyor
Davidson... Örneğin,
'Topa niye
vurdun?' gibi soruya karşılık ussal
nedenimi 'çünkü gol atmak istiyorum ve topa böyle vurunca
onu kalenin içine
göndereceğime (ve
böylece gol olacağına) inanıyorum' gibi bir istek-inanç çifti önermesinde açıklayabilirim.
Çoğu kez yalnız isteği veya inancı bildirip,
öbürünü
apaçık belli olduğundan, varsayarım. Öyle ise, bu ayrıntı düzeyinde açıklandığında, Davidson.'a göre, edimlerimizin nedeni bir inançla destektenmiş isteklerimizdir. Neden olarak alınan bir
isteğin neden olarak alınan bir
isteme göre
avantajları nelerdir?
İstekler olay
değil eğilim
ya da durum' durlar. Böyle olunca
da istekterin bizim isteklerimiz olmalan için istemlerde
olduğu
gibi bizim zihinsel edimlerimiz olma gereği ortadan
kalkacak, yukarıda
belirtilen kısır döngü böylece gideritmiş olacaktır.
Eğilim ve zihinsel durumlar kendiliğinden oluşabilecekleri gibi, inançlarımız çerçevesinde bizlerin denetiminde de oluşabilirler. Fakat, kendi denetiminde bir eğilim oluşturabilmek, bir -iihinsel edirnde bulunmak gereğini getirmemektedir.
Şimdi
karşılanması gereken
yeni bir
güçlük şudur. Eğer istekler ve inançlar eğilim ve durum iseler nasıl 'neden'
olacaklardır?
Nedensel ilişki olabilmesi
için
aralarında bu ilişkinin kurulabileceği iki olay gerekli değil midir?
Neden ve sonuç birer olay olmaları dışında nasıl düşünülebilirler? 'Bu tabak, ıçine yemek
koyar koymaz niye kırıldı?'
gibi neden soran bir önermeye karşılık 'Çünkü tabak çatiaktı' gibi
bir durumu bildirmemize karşın asıl söylemek istediğimiz, çatlak durumdaki bir tabağın kırılmasına neden olan olayın onun
içine
sıcak yemek konması olduğudur. Davidson, istek ve inançların birer
olay olmamalarına
karşın belirişlerinin veya
ortaya çıkışlarının
birer olay olduğunu bildiriyor. Bu da neden için gerekli
olay olma koşuluna
doyum sağlıyor...
Unutulmamalıdır
ki bir isteğin belirmesinin,
o isteğİn benim denetimimde oluşturuluyor olması için, bir edim olması gereği bulunmamaktadır.
Gelelim
sözünü
ettiğimiz öbür güçlüğe...
Bir olayı neden veya sonucunu vererek açıkladığımızda, bunu o nedensel ilişkiyi kapsayan
bir genel kanunu doğrudan
veya dolaylı olarak
belirterek yaparız.
Oysa aynı istek
ve inançlada
her zaman aynı edirnde
bulunduğum
veya bulunacağım önerilemez. Bundan kalkarak edimlerin
nedensiz olduğu
söylenebilir mi?
Davidson'a göre
böyle bir sonucu çıkarsayamayız. Önce belirtilmelidir ki açıkça nedensel
ilişki
içinde bulunduklarını kabul
edebileceğimiz
birçok olay çifti, birbirlerine
kanunla bağlı
değildirler. Bir
çöp kutusu dikkatsizlikle içine atılan yanar bir kibrit nedeniyle alev almış olsun.
Yangının
nedeni yanan kibritin atılmasıdır. Oysa bir çöp kutusuna
yanan kibrit atacağımız
her durumda yangın çıkacağı gibi bir genellemede bulunabilir miyiz? Birinin ölüm nedenini
soruyoruz. Neden olarak difteri hastalığını gösteriyorlar. Bu nedensel ilişkinin doğru sayılması için difteriye yakalanan herkesin ölmesi mi
gereklidir? Tersine, bugün için difterinin
çok seyrek olarak ölüme neden
olduğunu
söyleyebiliriz. Davidson'a
göre Hume'u yorumlarken, ne-
densel açıklamanın gereği olarak aralarında nedensel
ilişki
gördüğümüz özel olayları birleştiren bir
kanun bildirebilme gereği
yerine bu olayları da
kapsayabilecek ve onlardan daha üst düzeyde geçerli genel ve karmaşık bir
kanun bildirmenin yeterli olacağını söylemek, yanlışlığa düşmek
olmayacaktır. Canım elma
istediği
her yerde gördüğüm elmayı alıp yiyecek değilim: Özellikle gördüğüm elma benim değilse veya
bana sunulmamışsa
onu yememeyi yeğleyeceğim. Demek ki, ussal neden ve edim ilişkilerini verirken aslında daha
karmaşık
olan bir açıklamanın yalnızca basit bir parçasını veriyorum.
Tam kapsamıyla,
çok yönlü bir açıklama vererek
ussal nedenim yanısıra
edimimi etkileyen başka etmeniere
de değinsem,
bir kanun geneliernesine temel hazırlayabilirim: X1 ......................................................... •. xn
gibi istek ve inançlarla,
yı yn gibi etmenlerden oluşan bir
ortamda A gibi biri z ediminde bulunacaktır...
Davidson'un
edim kuramının
ilk temel konuyla ilgili savını savunmasıyla birlikte gördük. Şimdi ikincisine bakalım. Radyonun
düğmesini
çeviren adamın edimi,
birçok
değişik biçimde betimle-
nebildiğine
göre, düğmeyi çevirerek bir
tek edim mi yoksa bir çok edim
mi yaptığı sorusu belirmektedir. Bu konudaki
felsefe literatürünün
en basit yanıtını Davidson
vermektedir: söz konusu durumda
bir tek olay (event) vardır ve
bu yüzden de değişik biçimlerde betimlenmiş bir tek edim söz konusudur.
Adamın
yaptığı düğmeyi çevirmektir. Bu
edim çeşitli
açılardan on ayrı betimleme
götürüyorsa bir tek devinimde bulunan bu
elin on değişik
iş yaptığını söylemek gerekecek
midir. Davidson'a göre
böyle bir gerek olmadığı gibi,
yukarıkini
önermek ayrıca çelişik de
olacaktır,
çünkü gerçeklikte edimler,
dilsel anlatıma
göre onların temelini
oluşturan
olaylardan farklı şeyler değildirler.
Edimlerin,
temellerini oluşturan
olaylardan çok farklı olmadıklarını kabul ederek Davidson 'un tam karşıtı bir
görüşe varmak olanaklıdır. J.Kim'den esinlenerek ilginç bir
edim kuramı
gelişti-
ren
Alvin Goldman'a göre(6) hemen her değişik betimleme
değişik bir edimi belirlemektedir. Öyleyse, bu
değişik
olduğu söylenen edimler
gerçekte
birbirlerinden nasıl ayırt edilecektir? Eğer 'be-
timleniş
farklılıklarından' diyecek
olursak dilsel anlatırnın
gerçekliği yarattığı ve
değiştirdiği
gibi kabulü güç olan bir şey söylemiş olacağız: buna göre edimler
gerçeğe ait olmaktan çok bizim
yorum ve anlatımımıza
ait olacaklar... Kim ve Goldman görüşü bu
güçlüğü
içenniyor. Bu felsefecilere göre ele
aldığımız
örnek bir durumda
bir tek değil, bir çok olay
vardır ve her bir olay ayn bir biçimde betimlenen
bir edimi belirlemektedir. Örneğimizde, bir çok olayın bulunduğunun nasıl önerilebildiğini
gönnek için bu
yazarların
olay tanırnma bakmak
yeterlidir: bir olay belirli bir nesnenin, bir niteliği (veya:
özelliği)
özellemesidir (instantiate).
Aynı nesne değişik nitelikleri
özellediğinde,
aynı zaman ve yerde birden çok olay
meydana gelmektedir. Bu son nokta Davidson için her
zaman kabul edilemeyebilir, çünkü onun
olay tanırnma
göre olaylar birbirlerinden neden ve sonuçlarıyla ayırt edilebilirler: aynı neden
ve sonucu olan birden çok olay
olanaksızdır.
Örneğimizde, 'düğmeyi çevirmem' ve
'radyoyu açmam', betimlemelerinin betimledikleri aynı neden
(istek ve inancım)
ve aynı sonuca
(camların
titrernesi veya komşuların rahatsız olmaları) sahip olduklarından aynı olay ve aynı edimdirler.
Yalnızca
değişik 'bakış açılarından' betimlen-
miştirler.
Goldman'a göre ise
'düğme
çevirmek' ve 'radyo açmak', mantıksal olarak birbirinden bağımsız nitelikler
olduklarına
göre, birinin bunları aynı yer ve zamanda özellemesiyle ayrı olay ve edimler meydana
gelmektedir. Görülüyor
ki edimlerin ayırt edilebilirliği konusundaki görüş aynlığı, olguların ayrımı gibi daha temel
bir düzeyden
türüyor.
6)
Goldman,
A., 'The Individuation of Action', The
Journal ofPhilosophy, V. 63 (1971); Kim, J., ve Brandt, R., 'The
Logic of the Identity Theory', The Journal ofPhilosophy, V. 64, 1967.
II
Davidson
'un edimierin ayırt edilebilirlikleri konusundaki savının savunma
ve eleştirisine,
söz konusu doğrudan Hintili
edimler için verilmiş bir ulamlamayı (categorization) görerek girelim.
1965'te A. Danto tarafından
ileri sürülen öneriye göre<7) edimlerimizi 'temel' ve "temel-olmayan'
edimler olmak üzere iki öbeğe ayırabiliriz. Danto'ya göre nedeni
olabileceğim
edirolerin yalnızca temel-olmayan
edimlerimdir. Nedeni olmadığım temel-edimlerim-
le, temel-olmayan edimlerimi meydana getirir, onlara neden olurum. Örneğimizi yeniden kullanacak olursak, 'düğmeyi tutarak
elimi çevirmem' yaptığım bir temel edimdir. Böylece 'radyoyu
açmam' ve 'camları zangırdatmam' temel olmayan edimlerimdir. Bu
sonrakilere "elimi çevirerek" neden oluyorum. temel edimler bedenimle, yani onun bölümleriyle meydana getirdiklerimdir. Danto,
temel edimleri herhangi başka bir
şey yaparak yerine getirmediği- roize göre onlara
neden olmuyoruz, diyor. Onları yalnızca yapıyoruz; neden olmadan yapıyoruz, diyor. Temel-olmayan edimler, aralarında, onlara neden olan temel edirne
olan uzaklıklarına
göre, 'daha- az temel' ve 'daha temel'
olma ilkesince sıralanıyorlar.
örneğin, 'gürültü etmem',
'komşuları
rahatsız etmem 'e göre daha
temel iken, 'radyoyu açmam'a göre daha az temeldir.
Danto'nun
görüşü,
önemli bir gerçeği yansıtmasına karşılık Davidson 'un anlattığımız, kuramıyla iki noktada çelişmektedir. İlki, temel-edimiere neden almadığımız önerisi, ikincisi de doğrudan
Hintili edim/erimiz arasında nedensel
ilişki
bulunduğu önerisidir. Gerçekte, ilk
nokta büyük
ölçüde tanımsal bir
uzlaşmazlıktır.
Edimi nasıl tanımladığımıza bağlı olarak temel edim kavramını yorumlayabiliriz.
Danto ile tutarlı kalarak bir temel edimi meyda-
7)
Danto,
A., 'Basic Actions', The American Philosophical Quarterly, 2 (1965).
na
getirmede ona neden olan başka bir
şey
yapmadığımızı kabul
ederken Davidson'a uyarak temel edirnlere başka ediınierin değil zihinsel dururnlar olan inanç ve
istekterin neden olduklarını
önerebiliriz: Böylece ilk
noktada her iki görüşü
bağdaş, ırmak olanaklı görünmektedir.
İkinci noktada
ise Danto bir yanlışlık
yapmaktadır. Bu
yanlışlığın
ortaya çıkarılması hem Davidson görüşünün ^.l
oldrnan görüşüne
karşı bir üstünlüğünü belirleyecek, hem de bu üstünlüğe karşın bir düzeltrne gereksinimi
bulunduğunun
aniaşılmasına yar-
dırncı
olacaktır. Danton'un bir temel-olmayan
edirnin nedeninin ondan daha temel bir edirn olduğu savına nasıl vardığını görelim. Bu amaçla kullandığı uslarnlarnayı
berraklaştırarak ortaya
koymaya çalışalım.
1-
Radyonun
açılması
gibi bir olaya başka bir
şey yaparak (düğmeyi tuttuğum elimi çevirerek) ben
neden oluyorsarn, bu yaptığım edirn
radyonun açılması
olayının nedenidir diyebiliriz.
2-
Oysa, 'radyonun açılmasına neden olmak' = 'radyoyu
açmak'.
3-
Buna göre radyonun açılmasına ben neden
oluyorsarn, radyonun açılması için yaptığım edirn benim radyoyu açınarnın da
nedeni olmalıdır.
4-
Öyle ise, 'düğrneyi tutarak elimi çevirrnern',
'radyoyu açınarnın nedenidir.
Önce, varılan sonucun, yani Danto'nun
incelediğimiz savının sezgilerirnize ne kadar ters düşebildiğini görelim:
düğrneyi tutup elimi çevirerek radyonun açılmasına neden oluyorurn. Oysa,
radyoyu açmam (başka yönleri yanısıra) benim düğrneyi tutarak elimi
çevirrnerndir. Öyle ise, Danto'nun savını doğru olarak kabul edersek, olgunun
başka yönleri yanısıra, düğrneyi tutarak elimi çe- virrnern, düğrneyi tutarak
elimi çevirmemin nedenidir, dememiz gerekecektir... Danto'nun
uslarnlarnasındaki yanlış nerededir? Öy-
le
görünüyor
ki önemli bir
ayrımı
gözden kaçırmış: 'bir
olaya neden olmak' bazı durumlarda
'bir edim yapmak' ile özdeş olabilir.
Oysa, 'bir olaya neden olmak', "bir edirne neden olmak' ile özdeş değildir. Herhangi bir olaya neden olduğum yerde,
bu olayı
edimim olarak yorumlayarak bir edim yaptığımı söyleyebilmemize karşın, aynı edirne neden olduğunu söyleyebilme durumunda değiliz.
Radyonun açılmasına
neden oluyorsam, bunu doğru olarak
'radyoyu açtığım'
anlatımıyla bildirebilirim. Fakat bu benim radyoyu açrnarna neden
olma durumum değildir.
Burada bir edirne neden
olmuyorum. Üstelik bu ayrımı görüp gerekli düzeltmeyi yapmazsak
bir sonsuz gerileme (infinite regress) doğurolmuş olacaktır: eğer " 'edim yapmak' = 'bir olaya
neden olmak' " gibi, " 'bir olaya neden olmak' = 'bir edirne neden
olmak' " doğru bir önerme olsaydı, geçişlilik ilkesi ile " 'bir edirne
neden olmak' = 'edim' " doğru olurdu.
Bu son önermede
de edim sözcüğünü eş anlamlısı ile değiştirerek 'edim' = 'bir edirne neden olmaya
neden olmaya neden olmaya... (sonsuza dek)...
neden olmak' gibi bir sonsuz
gerileme gerektirilmiş
olurdu.
Danto'nun
yanlışlığını
görmemiz buradaki ilişkiyi doğru saptamamıza olanak sağlıyor: düğmenin tutularak elin çevrilmesi ve
radyonun açılması,
mantıksal olarak birbirinden bağımsız, fakat
nedensel olarak ilişkili
iki olaydır. İlki ikinciye neden olmaktadır. 'Düğmeyi tutarak eli çevirmek' edimi
yalnızca
düğmenin tutularak elin çevrilmesi olayını kapsarken, aynı zamanda
radyonun açılması
olayına neden olarak da gösterilebilir. Önemli olan nokta 'radyoyu açmak' ediminin
yalnızca
radyonun açılması olayını kapsamadığıdır. Böylece
betimlediğimiz edim,
radyonun açılması
olayı yanısı- ra,
ona neden olan, düğmenin
tutularak elin çevrilmesi olayını da, yani edimi yapan bireye kadar
uzanan nedensel olaylar zincirinin tümünü, kapsamaktadır. İşte bundan ötürü 'düğmeyi tutup elini çevirmek'
edimi 'radyoyu açmak' edimine neden olamamaktadır.
Bunu
şöyle bir şema ile
açıklayabiliriz.
edim:
'Düğmeyi
tutarak
elini çevinnek'
edim:
'Radyoyu açmak'
Çözümlernemize göre, temel edimlerin başka edimlere
neden olmadıklarını önerebiirnek yanısıra, bir temel edimi oluşturan olayın sonucu olan başka bir
olayla birlikte edim olarak betimlenmesinin bu (birinci) olaydan mantıksal olarak
bağımsız
olmayan bir edim belirlediğini de önerebiliriz. Bu da bize, Davidson 'un savı ile
ilgili olarak bir düzeltme
olanağı sağlayacakdır. Davidson,
'düğmeyi tutarak elimi çevirmek' ve
'radyoyu açmak'
için aynı edimin değişik betimlemeleridirler,
derken, birbirinden mantıksal olarak
bağımsız
olmayan edimler oluşları ölçüsünde doğru bir önermede bulunmaktadır. Ancak, ortaya çıkan çözümlerneye göre bu edimlerin bütünüyle de
aynı
oldukları söylenemez: ikincisi
birincisinden daha çok
olayı kapsamaktadır. Verdiğimiz çözümlemenin, David- son'un görüşüne olan
üstünlüğünü
belirtecek başka noktalar
var mıdır?
Çözümlernemizin açıklayıcı üstünlüğü, Davidson'a
karşı geliştirilen
bütün uslamlamalarda belirmektedir. Bunları 3.
bölümde
göreceğiz.
Bu
bölümü kapamadan önce, çözümlememiz ışığında Gold- man-Kim tipi yaklaşımın karşılaşacağı önemli bir güçlüğe değinelim. Eğer bu
yazariann dediği gibi 'düğmeyi tutarak
elimi çevirmem' ve 'radyoyu açmam' farklı edimler iseler, ne kadar farklı ol-
duklannın
yanıtlanabilmesi gerekir.
Eğer
önerdikleri gibi
bu farklılık
ediıniere temel olan olayların aynlığı ise, bu olayiann mantıksal olarak
birbirlerinden bağımsız
olabilmeleri gerekir. Örneğin, elde
iki ayn olay varsa, en azından ilke
olarak birinin öbürüne neden olabileceğini düşünme olanağı bulunmalıdır. Oysa bu bizi Dan- to'nun güçlüklerine geri götürüyor. 'Radyoyu açmam'a 'düğmeyi tutarak elimi çevirmem'in neden olduğu söylenebilecekse 'radyoyu açınam' ediminde
düğmenin
tutulup elimin çevrilmesi olgusunun bulunmadığının önerilmesi gerekecektir. Bu durumda ise
benim radyoyu nasıl açabildiğimin
açıklaması yitirilmiş olacaktır: radyoyu açmak, benim
bir edimim olarak bana bağlanmıyor olacaktır! Öte yandan, Goldınan-Kim görüşü söz konusu olaylan ayn, fakat mantıksal olarak
bağımlı olarak yorumlayacaksa, önerdiğimiz çözümlemeye çok yaklaşmış
olacaktır. Yine de kabul edilebilir olmak için yapmalan
gerekecek şey, ayn, fakat mantıksal olarak
bağımlı olaylan doyum sağlayacak bir biçimde belirlemek
olacaktır.
III
Davidson'un
önerdiği
ve değişik betimlemelerce
değişik
yorumlan bulunabilmesine karşılık yalnız bir 'neden' olay ve onun so- nuçlannı kapsayan
edimin bir tek özdeş edim olduğu savı, ilginç eleştiri uslamlamalanna konu olmuştur. Bunlardan
en çok ün
yapmış ikisini görelim. Goldman
şöyle diyor:(8) A'nın tetiği çekip B 'yi öldürmesi edimini
ele alalım. Bunun yanısıra tabancanın ateş alması olayını
düşünelim. Açıkça bu
olayın nedenini A'nın tetiği çekmesi olarak belirleyebiliriz. Fakat aynı olayın nedeni olarak A'nın B
'yi
8)
Goldman,
aynı
yapıt, s.565-566.
öldürmesi edimini
önerebilir
miyiz? 'A'nın B'yi
öldürmesi
tabancanın ateş almasına neden
oldu' yanlış bir önerme izlenimi
vermesi yanısıra,
gariptir de... Eğer yanlış olduğunu kabil edersek, David- son'un, olayların özdeş olmalannın eş neden ve eş sonuçlan olmasına bağlayan ilkesine
göre,
'A'nın tetiği çekmesi'nin 'A'nın B'yi
öldürmesi
ile aynı edim
olamayacağını
kanıtlama durumunda oluruz.
Lawrence
Davis'e ait o!an(9) ikinci uslamlama da şöyle: A,
B 'yi öğle vakti vurmuş ve
B bunu izleyen geceyarısı
ölmüş olsun. A'nın B'yi
öldürdüğü
ve bunu onu vurarak yaptığı doğru önerme- Ierdir. Fakat vurmak ile öldürmek bu
bağlamda
özdeş edimler midirler? B
'nin ölümünün
A'nın onu vurmasından 12 saat sonra meydana geldiği açıkça doğru iken B'nin
ölümünün A'nın onu öldürmesinden 12 saat sonra meydana geldiğini
söylemek yanlış gibi durmaktadır. Fakat ölüm olayı vurma ediminden sonra
olmasına karşılık öldürme ediminden sonra değilse, vurma ve öldürme ayrı
edimler olmalıdırlar. Eğer aynı edim olduklarında direcetek olursak A'nın B'yi
B ölmeden 12 saat önce öldürdüğü iddiasında bulunma durumuna düşeceğiz...
Davidson bu tür sorunlan ele aldığı bir yazı- sındaOOJ güçlüğü bilgi
(epistemolojik) yetersizliğinden kaynaklanıyor olarak göstermiştir. Şu anda
tetiğin çekildiğini açıkça algılayıp bilebiliyoruz; oysa aynı edimin bir
öldürme edimi olduğu henüz bilgimiz dışındadır. Bu nedenle ölüm meydana
gelmeden edimi 'öldürmek' olarak betimlemiyoruz... Goldman'ın da açıkça
belirttiği gibi, ölüm olayından sonra bile ölümün öldürmeden 12 saat sonra
meydana geldiğini söylemek yanlış olmaktan kurtulamayacaktır. Durum, bilgiden
öte, bir metafizik sorununu içermekte ve bu düzeyde de Davidson görüşü bir
yanlışlığa mahkum bulunmaktadır.
9)
Davis, L., 'Individuation of Actions', The
Journal of Philosophy, V. 67, (1970}, s.525.
10)
Davis'in önerisi buradaki çözümlerneye yakınlık
göstermektedir. (bkz. s.529) Ayrıldıkları nokta, nedensel ilişki içinde olmayan
doğrudan ilişkili betimlemeler ve edirolerin doğası düzeyindedir.
Davidson'un
edirolerin belirleniş
ve betimlenişleri üzerine önerdiklerini 2. Bölümde kabaca
çizdiğimiz
çözümlerneye göre düzeltecek
olursak Goldman ve Davis'in bildirdikleri güçlüklerden kurtulunmuş olacaktır.
Çözümlernemizin daha
önce
verdiğimiz bölümünü şöyle genişletelim: bir
temel edim ve onu izleyen, onun neden olduğu olaylar
zinciri olsun. Örneğin,
parmağı kasmak, tetiğin çekilmesi, silahın ateş alması, adamın
vurulması ve adamın ölmesi gibi... Temel edim olarak
betimlenen olay, bu nedensel zincir içinde herhangi
bir olaya dek zincir içinde kalan
olaylar kapsanmak üzere, yeni bir edim betimlemesiyle
verilebilecektir. Silahın
ateş alması olayına dek
kapsayan bir betimleme, parmağın kasılmasından bu olaya dek bütün 'ara'
olayları
mantıksal içeriğinde bulundururken
dışta kalanlardan mantıksal olarak
bağımsız
olacaktır. Böylece elde
edeceğimiz
'ateş etmek' tetiği çekmeyi (ve tetiğin çekilmesini) içerirken adamın vurulması ve öldürülmesinden bağımsızdır. Öyle ise, zincir içinde bir
olaya dek bir edim betimlemesi verdiğimizde, daha temel olanları kapsıyor ve daha az temel olanları dışta bırakıyoruz. Davidson, 'tetiği çekmek', 'adamı vurmak' ve 'adamı öldürmek' edimlerinde, eğer bunlar
aynı nedensel zincir üzerinde iseler,
birbirinden farklı şeyler yapılmadığını önerirken haklı
görünmektedir. Bu
üç edimde, edimi yapan ayrı ayn
betimlemelere karşın
aynı şeyi yapıyor. Bedeninin
devinimi açısından
birinde yapıp da
öbürlerinde
yapmadığı hiçbir şey yok...
Oysa, bu betimlemelerin hepsi aynı te-
ıriel edimi (parmağı kasmak)
kapsamalarına
karşın bu edimin nedense! sonuçlarını da kapsamaktadırlar. Davidson'un yanılgısı bu
noktaya önem vermemekten doğmaktadır. Değişik betimlemelerde değişik uzaklıktaki sonuçlar kapsanıyorsa, ortak olan bir temel edime karşın, betimlemelerin
aynı
şeyin betimlemeleri olduklarını öneremeyiz. Bir uçta Danto,
Goldman ve Kim, edimi betimlemelerini tam bağımsız olarak
yorumlarken öbür
uçta Davidson bu betimlenen
edimleri, özdeşlik
düzeyinde bağımlı olarak
görmektedir.
Eleştiriler her iki ucun da yanlış olduğunu gösteriyorsa, bu eleştiri-
lerden
etkilenmeyen çözümlememiz,
açıklayabilirlik açısından bu
uç
görüşlerden üstün durumdadır. Çözümlernemize göre, ne 'A'nın B'yi
öldürmesi
tabancanın ateş almasına neden
oldu' ne de 'A B'yi, B ölmeden 12
saat önce
öldürdü' önermelerini söyleme durumundayız. Çözümlememiz bunları içermemekle
kalmıyor, yanlışlıklarını da
açıklayabiliyor.OO
Önerdiğimiz biçimde düzeltilmedikçe, Davidson 'un edimlerin
belirlenmesi konusundaki savı, yalnızca bu eleştirilerden etkilenmeyecek, aynı zamanda
edimlerin olaylardan nasıl ayrıldığını, yani bir edimin ne olduğunu açıklayan kendi görüşüyle de
tutarsızlık
içine düşecektir. Bu
tutarsızlık
çelişki ölçüsündedir. Eğer bir
konudaki Davidson görüşünü kabul
edersek, öbür konudaki Davidson görüşünü kabul
etmek olanak dışı
kalmaktadır. Şu uslamlamaya
göz
atalım.
a)
Eğer radyoyu
açmayı,
komşularımı rahatsız etmeyi
istemeden isteyebiliyorsam ve bu iki
betimlemenin betimledikleri bir tek özdeş edimse,
tek tek edimlere yönelik isteklerimiz betimlemelere göre göreceli olmalıdır. Yani, bir betimleme ile
bildirilen bir edimi yapmak isteyen bir kişi aynı edimi
başka bir betimleme ile bildirilmiş olarak yapmak istemeyebilir. Komşumu rahatsız etmeden radyoyu açmak isteyebileceğim gibi, kimseyi vurmadan ateş etmek, ışığı yakmadan
düğmeye basmak isteyebilirim.
b)
Eğer edimlerin
nedenleri betimlemelere göre göreceli olsalardı, aynı isteğin aynı edirne hem neden olduğunu hem
de neden olmadığını
önermek gerekirdi.
c)
Şimdi, edimlerin
nedenleri göreceli
değilseler ve bunun yanısıra edimlere
yönelik istekler de göreceli iseler,
edimlerimizin nedenleri bu istekler olmamalıdır.02) Bu uslamlamayı açıklayalım:
1
1)
Davidson, D., 'The Individuation of Events', Ed. Rescher, N., Essays in
Honor of Cari G. Hempel, Dordrecht: Reidel, (1969).
12
) Margolis,
J., 'Puzzles Regarding Explanation by Reasons and Explana- tion by Causes',
TheJournal ofPhilosophy, V. 67 (1970).
eğer komşumu istemeden rahatsız ediyorsam,
komşumu
rahatsız edişimin nedeni
onu rahatsız
etmeyi isteyişim olamaz.
Öte yandan, radyoyu açışımın nedeni
Davidson"a göre radyoyu açmak isteğim- dir. Yine Davidson'a göre 'radyoyu
açmam'
'komşumu rahatsız etmem'
ile özdeşse,
buna göre radyoyu
açmak
isteğim, komşumu rahatsız etme
edimimin nedeni olmuş
olmalıdır. Bu isteğin, bu
edimin nedeninin bir parçasını oluşturduğunu kabul etsek bile, bu edimi
nedensel olarak açıklayabilecek
bir neden gösterdiğini söylemeliyiz. Eğer nedeni
olsaydı,
radyoyu açmak, isteği komşuları rahatsız etmek isteği ile
özdeş olurdu. Bunların özdeş istekler olmadıkları açık olduğuna göre, Davidson'un her iki savını birden
benimsernek aynı isteğin
aynı edimin hem nedeni olduğunu hem
de olmadığını
önermeye götürmektedir. Dahası, bu
durumda, radyoyu açmak
isteğimin komşumu rahatsız edişimin nedeni
olduğu
saçmalığını kabul
etmeye karşı direnmek, komşumu rahatsız etmek edimimin nedensiz olduğunu da
önermeye
götürecektir.
Davidson'un
edim sorununun iki ana konusundaki görüşlerini bunlara karşıt savlarla
birlikte sunduk. Ele aldığımız eleştiriler karşıt savları benimsernemizi önlerken, bize
iki noktayı daha gösterdi:
(i) Davidson'un iki konu üzerine görüşleri oldukları gibi alındıklarında, aralarında tutarsızlık ve çelişki doğmakta ve (ii) bu görüşlerden özellikle ediınierin betimlenmeleri ile ilgili olanı ağır güçlükleri içermektedir. Bu güçlük içeren görüşü, karşıt ucu oluşturan önerileri kabul
etme durumuna düşmeden,
sunduğumuz bir çözümleme ışığında değiştirip düzelterek Davidson kuramını tutarlı ve güçlükten arınmış duruma getirmeye çalıştık. Getirdiğimiz değişikliklerin, görüşü
artık 'Davidsoncu' olmaktan çıkardığı söylenebilir. Bu bir açıdan doğru olacaktır da... Fakat buna karşılık bazı noktaları anımsamalıyız. Önce iki konuda önerilen Davidsoncu
savlar birbirinden mantıksal
olarak türeyen veya
birbirini mantıksal
olarak gerektiren görüşler değildir. Aralarında bulunduğunu gördüğümüz
çelişki bunu kanıtlamıştır. Demek ki, bir konuda Davidson
görüşü benimsenirken,
aynı yazann öbür konudaki
önerisini
yadsımak kolayca olanaklıdır. Bildirmemiz gereken ikinci nokta
da şudur: ediınierin betimlenmeleri
ve belirlenmeleri ile ilgili konuda Davidson'un ileri sürdüğü temel
tema, örnek olarak alınan durumlarda edimi yapanın, değişik betimlemelerde, yaptığı iş açısından, değişik şeyler yapmadığı olgusudur. Edimi yapanın bedeninde
başlayan olay her belimlernede tek ve özdeştir. Yalnızca neden olduğu öbür olaylar farklıdır. Biz
önerdiğimiz
düzeltmede bu ana temayı olduğu gibi koruduk. Bu açıdan Davidson'un
görüşünün
'ruhunu' değiştirmedik. Unutulmamalıdır ki, Davidson'a almaşık olan
savlara göre, değişik betimlemelerde edimi yapanın bedeninde
başlayan
ayrı ve birden çok olay
bulunduğu
önerilmektedir.
Davidson'un
bu konu ile ilgili önerisinin
karşılaştığı güçlükler,
bizim ileri sürdüğümüz
düzeltme yerine şöyle bir
değişiklikle
giderilebilirdi: edim
betimlemeleri gerçek ve yapay olarak ikiye ayrılır ve
yalnız temel edim betimlemelerinin gerçek edim
betimlemeleri olduğu söylenerek, bunun dışında kalaniann
aslında
edimlerimizin
nedensel sonuçlarını
betimleyen yapay deyimler olduğu önerilebilirdi. Buna göre, yalnız temel edimler edim olarak sayılırken, temel olmayan edimler yok sayılarak, yerlerine
sonuç-olaylar
konmuş olacaktı. Buna
göre
'komşuları rahatsız etmek'
veya 'adam öldürmek',
edimleri betimlemeyen yapay
deyimler olacak, 'düğmeyi
tutarak eli çevirmek' ve
'parmağı
kasmak' gerçek edimlerinin
neden olduğu, komşuların rahatsız olması ve adamın ölmesi olaylarını gösteriyor olarak yorumlanacaklardı. Böyle bir yol tutulabilir; ancak
bir kuramı kurtarmak uğruna, edim,
ahlak ve hukuk dilinin önemli bir
bölümünü
kesip atmanın ne
ölçüde
geçerli olacağı tartışma götürecektir. Böyle bir bakış açısı, adam öldüren birine,
yaptığının
'yalnızca parmağını kasmak
olduğu' gibi bir savunma(!) yolu açacaktır.
UZLAŞIM^AL VE .ÖNAŞIMSAL
YONLETJM(l)
(1979)
Adlar ve Belirli Betimlemelerle yapılan yönlelim uzlaşımsal veya bunun dışına taşarak, önaşımsal yolla yapılabilmektedir.
Önaşımsal yönletim, söyleyenin sözünü kullanırken uzlaşımdışı bir niyet taşıması
ve bu niyelin dinleyen tarafından tanınması ile sağlanmaktadır.
İstanbul üzerine çok şeyler okumuş bir turist bu kenti yaşantısında ilk kez görrnek üzere geliyor. Gezisine eski ve görkemli görünüşünden Galata Kulesi olduğuna inandığı bir kuleden başlıyor. Bu
yapının
Cenovalılarca Orta
Çağ'da
inşa ettirildiği, yakın yıllarda
restore edildiği
ve üzerinden nefis
bir kent görüntüsü
tatma olanağı bulunduğunu öğrenmiş; hemen yukan çıkarak bundan
payını
alıyor ve aynı gece
oteline döndüğünde
o gün başından geçenleri
1) 'Y önletim' sözcüğünü bir nesne hakkında konuşma,
yani İngilizce' deki 'reference' sözcüğünün karşılığı, teknik bir terim olarak
kullanıyorum. Şu sıra bu teknik anlam bazı felsefecilerce 'gösterim' veya
'gösterme' sözcükleri ile ifade edilmektedir. (Örneğin Türk Dil Kurumu Mantık
Terimleri Sözlüğü (Grünberg, Onart) 'gösterici terim', 'referring expression'
için kullanılıyor.) Ancak, bu terimierin buradaki amaçlara hizmet ederneyecek
kadar kaypak olduğu söylenebilir: ifade ettikleri, 'ostension', 'demonstra-
tion' gibi İngilizce sözcüklerin anlamına daha yakındır. Öte yandan 'değinmek'
sözcüğü de daha çok 'to mention' ile açıklanabilir bir anlam taşımaktadır. Bu
makaleyi basım öncesi okuyarak yararlı görüşlerini bildiren Sayın Zeynep
Davran'a teşekkür'ü borç bilirim.
arkadaşianna uzun uzun anlatıyor. Ancak, en küçük bir
kuşku bile duymamasına karşın, gerçekçe gezmiş olduğu kule Galata Kulesi değil, sadece,
daha az eski, daha az ilginç, daha
dar ve önemsiz olan Beyazıt Kulesi.
Oysa, bizim turist maceralarını
heyecan içinde anlatıyor: "Bu sabah Galata Kulesi'ne çıkarak tepede
unutulmaz dakikalar yaşadım." Bu makalenin konusuyla ilgili ana
soru bu bağlamda
ortaya çıkıyor: turist
yukarı.ki
önermesiııde hangi
kule hakkında konuşuyordu? Kullandığı 'Galata Kulesi' adı ile
hangi kuleye yönletiyordu?
Denilebilir ki bir anlamda hem Galata
Kulesinden hem de Beyazıt Kulesinden
söz ediyordu; her ikisine de yönletim yapıyordu. Sözünü ettiği hangi kule idi? Kullandığı söz hangi kulenin adı idi?
Bu iki sorunun yanıtı
ayrı olduğu ve
turist, yanılgısı
yüzünden her ikisini de aynı söz içine sıkıştırmış olduğundan, normal durumlarda bir tek nesneye
olması gereken yönle- tim
burada iki ayrı nesnenin birinden öbürüne gidip
geliyor gibi.
Şimdi turistin
aniattıkianna
geri dönelim: onu
dinleyen öbür turistlerin tepkileri ne olacaktır? Gezilen yerleri bilmeyenler kendisinin gerçekten Galata
Kulesine gitmiş
olduğunu düşünürlerken, gezinin
yapıldığı
yerleri bilen biri bizim turistin
yanılgısını
gösterebilecektir: "Hayır, sen bu gün Galata
Kulesine gitmedin ki... Beyazıt Kulesindeydin;
söylediklerin
doğru değil." Böyle birinin
çık-
marlığını varsayalım; turistimiz
devam ediyor: "...sonra, Galata Kulesinin uzun merdivenlerinden indik ve kapısından çıkar çıkmaz kendimizi Kapalı Çarşıda bulduk." Bu son sözlerde 'Galata
Kulesi' neye yönletiyordu? Hangi yapıya yönletmek üzere kullanılmıştı? Bu bağlam içinde daha çok 'Beyazıt Kulesine yönletiyordu' deme eğilimindeyiz. Turist ilk söylediğinde olduğu gibi yanlış bir
önerme
yapmadı; doğru bir
şey
söylerken yanlış adı kullandı; adeta
bir dil sürçmesi
gibi 'Beyazıt Kulesi'
diyeceğine
'Galata Kulesi' deyiverdi.
Dil
felsefesi literatüründe
bu yukarıki türden durumlar K.
Donnellan<2l
gibi yazarlarca, Frege'den esinlenme, yani bir adın anlamının bu adın. yönlettiği nesneye doğru olarak
uygulanabilecek belirli betimlemeler öbeklerince (clusters) verildiği ve
bu öbeklerin
betimine uyan herhangi bir
nesnenin adın
yönletileni (referent),
yani adın
verildiği nesne olduğunu savunan
kuramları(3l
yadsımada kullanılmıştır. Burada
bu kurarnları
savunma gibi bir amacım olmamasına karşın, bu tür örneklerin yadsıma aracı olarak kullanılmaya başladıktan sonra yalnız belirli
bir kuramı
yadsıyarak kuşkulu duruma
düşürmeyip,
aynı zamanda yönletim kavramını da temelden sarstıklarına dikkat çekmek istiyorum.
Şöyle ki, Donnet- lan'ın dediği gibi aynı belirli
betimleme öbeği
desteği üzerinde iki
ayrı
yönletim yapılmış olduğundan, öbek kuramı açıkça çürütülmüştür: Bir adın neyin
adı
olduğunu o adın arkasındaki betimleme öbeği belirliyorsa,
her bir değişik nesneye verdiğimiz o nesneye özgü ad
gibi, o nesneye özgü bir öbek sağlayabilmeliyiz. Oysa bu durumda, aklındaki öbek tek olan biri, iki ayrı nesneye
yönletim
yapıyor (kendi açısından tek
bir nesne üzerine
konuşuyor; ancak, onun sözlerini yorumlayan
açısından
sözünün hakkında olduğu söylenebilecek iki
ayrı nesne var.), dolayısıyla öbek kuramı yanlış olmalıdır. Ancak, örneğin belirttiğinin yalnız bu kadar olduğunu söylemenin de hiç bir
gerekçesi
yok gibi görünmektedir. Çünkü, yine belirlediği gibi, aynı ad
iki ayrı nesneye yönlelim yapmada
kullanılmıştır.
Yönletim kavramını tutarlı yapan
ve bundan öteye onu tanımlayan 'her nesneye bir ad', 'her ada
bir nesne', 'her yön- letime bir nesne' ilkeleri
tehlikeye atılmaktadır.
Öyleyse, bu örnek öbek kuramını çürüttüğü ölçüde yönletim
kavramının güvenilirliğini de
sarsmaktadır.
2)
K.
S. Donnellan, 'Proper N ames and ldentifying Descriptions', Serruıntics of Natural Language s, (Eds.)
D. Davidson, G.Harman; Reidel: 1972, 356379.
3)
Örneğin, Bkz. J. Searle, Speech Acts, Cambridge
U.P., 1969.
Durumun
'Ahmet' gibi bir adın iki (veya daha çok) kişiye verilmesi ve bu adın bunların her ikisine de uygulanıyor olması durumundan çok farklı olduğunun belirtilmesi gerekir. Bu son örnek, ayrı ayrı kişilere ayrı ayrı adların verildiği,
vakat bu ayrı adların yapısal (morfolojik) ve sesbilimsel
(fonetik) özelliklerinin
toplumsal töreler çerçevesinde özdeş seçildiği bir durum olarak yorumlanabilir. Alt tarafı, 'Hangi
Ahmet?' gibi bir sorunun yanıtı kolayca 'bu Ahmet' ya da 'şu Ahmet'
diye verilebilir. Oysa şunu ele
alalım: biri Ahmet, öbürü Mehmet
adları
verilmiş iki kişi olsun.
Bir üçüncü birey yanılgı veya
başka bir nedenle her ikisine de
'Ahmet' adıyla
yönletim yapmış, yani
her ikisinden de 'Ahmet' adı ile
söz ederek, bağlam içinde anlaşılmış olsun. İşte bu
durumda aynı
adın değişik nesnelere
uygulandığını
görüyoruz. 'Hangi Ahmet?'
sorusunun yanıtı
bulunmayacaktır: böyle bir
sorunun uygun sorma ortamı
doğmamıştır. Bu
ikinci durum, bizim 'Galata Kulesi' örneğine koşuttuk göstermektedir. Bir açıklaması verilmediği sürece de yönlelim kavramını temelinden zorlamaktadır; zira, belirtmiş olduğumuz gibi, yönletim, tanımının gereği, belirli ve yalnız bir
nesneye yapılan bir dilsel edimdir. Böyle tutarlılığı güvencesiz olan bir edirne dayanan iletişim de
tutarlılığını
yitirecek, aynı önerme hem doğru hem
de yanlış olarak yorumlanabilecekt'r.
Bu
sorunu nasıl
çözebiliriz? Bu
bağlam
içinde konuya doğru bakış açısını saptamak, yapılması gereken
ilk iş gibi duruyor. Birinci bölümde betimlediğimiz türden durumlar iki biçimde görülebilir ve bu ele alış biçimlerine bağlı olarak iki ayrı yol
tutularak çözümlenebilirler.
Bu iki ayrı çözümleme (analiz) yolu bizi aynı noktaya
getirmediğinden
yalnız birinin doğru olmasının gerektiğini savunacağız.
Aynı anda
iki değişik nesneye uygulanabilen yönletim ola-
nağı bir
paylaşık
yönletim durumunun mu, yoksa yönletirnde çift anlamlılığın (çift
yorumluluğun) mı yansıyışıdır? Bir
örnek daha ele alalım: İki adam uzaklardan birini görüp onun
Ahmet olduğunu
düşünürler. 'Ahmet ne yapıyor?' 'Köfte pişiriyor.' Eğer uzaktaki seyyar köfteci gerçekte Mehmet ise, 'Ahmet'i Ahmet'in adı olarak
kullanmalarına
karşın, bununla bir anlamda Mehmet'e de yönlelim yapıyorlar, diyebiliriz.(4) Bu durumu belimierken
'Ahmet' adının
paylaşık veya çifte yönJetimi olduğunu mu söyleyeceğiz, yoksa çift anlamlı, yani çift yorum
götüren
yönlelim mi söz konusudur,
diyeceğiz?
Birincisini söylemek, aynı anda iki nesneye birden pay- laşık olarak
yönlelim
yapılmasını içerirken, ikincisi,
yoruma, yani seçilen anlama göre bir
kullanımda
yalnız bir nesneye yönlelim yapılmasına izin verecektir.
Son
yıllarda
bu tür durumlarda
yapılan
yönletimin paylaşık olduğunu ileri
sürenler
çıkmıştır.(5) Bu
görüşe
göre bir ad, birden çok nesneye
yönlelim
yapabilmekte, yani birden çok nesnenin
adı olma durumuna girebilmektedir.
Burada, bir kez daha, Birinci bölümde yaptığımız ayrımı anımsamakta yarar olabilir. 'Ahmet' adı Türkiye'de yaklaşık olarak birkaç yüz bin
kişiye
verilmiş olabilir; ancak, bu adı kullandığımızda aynı anda hepsine yönlelim yapma
durumunda değiliz:
normal durumlarda, böyle bir
adı
kullanırken, amacımız yalnız bir
kişi
hakında konuşmaktır. Dolayısıyla ele
aldığımız
görüş düzgülü (normal)
kullanışın
basit bir yansıması olmaktan uzaktır. Yukarıda ele aldığımız durum
örneklerinde
bir tek ad kullanarak aynı anda
iki kişi
hakkında söz söylendiği görüşü,
4)
Örnek S.
Kripke'den uyarlanarak alınmıştır: 'Naming and Necessiıy', Se- manrics of Natural Languages,
(Eds.) Davidson, Harman; Reidel: 1972, 252-355.
5)
McKitisey,
'Names and lntentionality', The Philosophical Review, 87 (1978), 171-200. Bkz.
M. Devitt, 'Singular Terms', The Journal of Philo- sophy, 71 (1974) 183-205; M.
McKinsey, 'Divided Reference in Causal Theories of Names', Philosophical
Studies, 30 ( 1976) 235-242; M.
bu
paylaşık
veya 'çifte' yönletimin 'dereceli' bir niteliği olduğu önerisini de birlikte getirmektedir: sözünü ettiğimiz turist bir ölçüde
Galata Kulesi hakkında
konuşurken, sÖzü bir
ölçüde de Beyazıt Kulesi
üzerine i'di; veya köfteci hakkında konuşanlar, bir ölçüde Ahmetten
söz ederken, bir ölçüde de
Mehmet üzerine
konuşuyorlardı, gibi.
Bu görüşün
parçası bir başka önerme de aynı anda
birden fazla nesneye yönletim yaptığı söylenen kişinin düşüncesinde bu nesnelerin hepsinin birden bulunduğu ve
her birine yönletim
yapma niyetini taşıdığıdır.(6) Tabi bu son önermenin öncekilerden mantıksal olarak çıkarsandığı söylenemez; ancak bundan yoksun bırakılacak olursa, söz konusu
görüş, birinin, bilmeden, farkında olmadan,
onun bunun hakkında
söz söylediği gibi,
kabulü biraz güç ve
en azından
açıklama gerektirecek bir önermeyi içeriyor olacaktır.
Paylaşık yönletim görüşünün yanlış olduğunu savunmak istiyorum. ileri sürülebilecek gerekçelerden biri, bu görüşün, yönle- tim kavramının tanımsal özellikleri ile çeliştiği noktasıdır. Yönle- tim amacı ve
bir dilsel araç olarak görevi, bir
tek nesne üzerinde
konuşmayı, yani söylenen sözün belirli bir nesne hakkında olduğunun iletimini sağlamaktır. Dilde birden çok nesne
üzerine bir anda söz söyleme olanağını sağlayan başka araçlar
bulunmaktadır. 'Bu
masanın
üzerindeki kalemler' diye söze başlayan bin aynı anda
birden çok nesne üzerine söz söyleme durumundadır ve öyle anlaşılacaktır. Oysa yönletim yapmak,
bunu anladığımız
biçimiyle, böyle bir
dilsel görev yerine getirmek değildir; yönletime olanak sağlayan sözcükleri başkalarından ayıran
özellik yalnız bir
nesne üzerine
konuşmayı sağlamalıdır. Bir
tek nesne üzerine
konuşulmu- yorsa, yapılan yönletim değil, belirli bir sınıf ögelerinin tümü veya bir bölümü üzerine konuşmaktır. YönJetimi kaplarola (denotati-
6)
McKinsey,
1978.
on/extension)
karıştırmamak
gerekir. Öyle ise,
kavram olarak, söylenenin bir tek nesne üzerine olduğunun iletimini sağlamak olan
yönletimin
işlevi ile 'paylaşık yönletim görüşü' ya çelişki içinde bulunmaktadır, ya da eğer doğru bir görüşse, yönletim kavramının bir çıkmazda olduğunu müjdelemektedir.
Böyle bir müjde (!) ile karşı karşıya
bulunmadığımızı anlamak için paylaşık yönletim görüşünün karşılaştığı başka
güçlüklere göz atmak yetecektir. Bu yukanki örneklerde söz söyleyenlerin, her
iki nesne de bilinçlerinde olarak, her ikisine de belirgin niyet- lerk yönletim
yaptıklarını niye öne süremeyiz? Bu örnekleri ilginç ve başkalanndan farklı
yapan, sözü söyleyen bireyin üzerine söz söylediğini yanlış tanıması, yani
onunla yanlış bilgiler bağdaştırı- yar olmasıdır (misidentification,
misinformation). Bu da, karşısında bulunduğu nesne ile karşısında bulunduğunu
sandığı nesnenin özdeş olmamalan, yani, karşısında bulunduğunu aklındaki başka
bir nesne sanması durumudur. Burada yalnızca iki şeyi kanştırma durumu değil,
bir şeyi başka bir şey sanma söz konusudur. Sorulması gereken soru,
yanılgılannın kendilerine açıklanıp kanıtlandığında bu kişilerin hala Mehmet'e
Ahmet ve Beyazıt Kulesi'ne Galata Kulesi dernede diretip, buna devam edip
etmeyecekleridir. Öyle geliyor ki, paylaşık yönletim bu soruya olumlu yanıt
veremedikçe yanlış sayılmaya mahkumdur. Soruya olumlu yanıt verilebilseydi
bile, bu görüşün doğruluğu açıkça gösterilmiş olmazdı: çünkü yanılgısı
açıklanan kişinin aynı adla iki ayrı nesneyi kastetmekte olduğu kendince de
anlaşılacak ve karşısına tutarlı olma gerekliliği çıkartılmış olacaktı. Bu
durumda kalan kişi tutarlı söz söylemek ve tutarlı olarak aniaşılmak için
yönletimini yalnız bir nesne seçerek yapacak veya yalnız bir nesneye yapıyormuş
gibi yorumlanacaktır. Yanılgının düzeltilmediği duruma geri dönersek, sözü söyleyen
bireyin, kullandığı adın iki ayn nesneye de yönletim yapıyor olarak
yorumlanabileceğini bilmediğinden her ikisine birden yönletim
yapma
niyeti olamayacağını
söyleyebiliriz. Bunun
tersini savunmak hem yönletim üzerine yazı yazan kişi açısından, hem de örnek olarak
alınan
kişilerin zihinsel durumlarının betimlemesi açısından çelişkiye düşmektir. Eğer paylaşık
yönletim görüşü doğru olsa
idi aynı adla iki nesneye birden yönletim yaptığı ileri sürülen kişi aynı anda hem doğru hem
yanlış bir önerme yapıyor olurdu ki, bu da çelişkinin en
belirgin biçimde
göründüğü bir durumdur.
Şöyle bir
savunma yolu tutulduğunu
düşünelim: 'Ahmet köfte pişiriyor' diyen biri, eğer Ahmet'i
Mehmet sanma yanılgısına düşüyorsa, bu
türnce ile hem doğru hem
yanlış bir önerme yapıyor gibi yorumlanacağına, aynı türnce ile, biri Ahmet hakkında ve
yanlış,
öbürü ise karşıda görünen köfteci, yani Mehmet hakkında ve
doğru olmak üzere iki
ayrı
önerme yapıyor gibi
görülebilir.
Bu durumda sağlanan açıklama biraz fazla karmaşık görünse bile, ileri sürülen çelişkiyi içermeyecek ve aynı zamanda
yönletimin
tekliği ilkesine de uyacaktır. Kaldı ki, yönletim kavramının düştüğü tehlikeden kurtarılması için bu kadar karmaşıklık göze alınmalıdır.
Böyle bir
öneri
hoş görülürse, belki
söz konusu çelişki giderilebilir; fakat, yönletimin tekliğinin böylece korunamayacağı gibi, çelişkiden kurtarılan açıklamanın bu kez bir tutarsızlığı içereceğini belirtmek gerekir. Şöyle soralım: bir tek türnce ile
yapıldığı
söylenen iki önermede 'hakkında söylenen', yani 'yapılan önerme' farklı mıdır? Açıkça, bunun yanıtı olumsuzdur.
Söylenen
aynıdır, ancak
iki ayrı nesne üzerine söylenmektedir. Tabii aynı şeyi iki
ayrı nesne üzerine önererek iki ayrı önerme elde edilebilir; ancak, önemli olan,
söze konu ettiğimiz durumda
bunun nasıl
sağlandığıdır. Elimizdeki
türnce
aynı, yüklem aynı ve
özne
aynı olduğu sürece
bununla aynı
önermenin iki ayrı nesne
üzerine
yapıldığı, dolayısıyla biri
doğru, biri yanlış iki
ayrı
önerme elde edildiği açıklamasının doğruluğuna bağlıdır.
Öyle ki, birinci ancak ikinci doğru olursa
doğru olabilecektir. Öyle ise,
ele aldığımız
savunma, yönle-
tirnin
tekliğini
korumak şöyle dursun,
tümceyi
söyleyen kişinin aynı anda
iki ayrı nesneye yönletim yapmaya
niyetli olması gibi bir tutarsızlığı gerektirmektedir.
Bu
güçlükler
karşısında, paylaşık yönletim görüşünden vaz
geçip durumu, yoruma göre, ya
bir nesneye, ya da öbürüne
yönle- tim yapılıyor olarak
görmek gerekmektedir. Bu durumda, yoruma
göre,
söylenen, ya bu önermeyi ya
da başkasını
yapmış olarak görülecek; yani ya doğru, ya
da yanlış bir şey söylemiş olacak, fakat ikisini birden söylemek çelişkisine düşmeyecektir. Gözden
kaçınl- maması gereken
bir nokta şudur: bu tür yanılgı durumlarında eğer söyleyen doğru bir şey söylüyorsa bunu yanlış ad
kullanarak söyleme, yok eğer kullandığı adı doğru kullanıyor olarak yorumlanıyorsa, bu kez yanlış bir
şey
söyleme durumundadır. İşte verdiğimiz örnekleri böyle betimleyen görüş, çift yorumlu (veya çift anlamlı) yönletim görüşüdür. Bunun doğruluğunu savunduktan sonra içerdiği bazı sonuçları tartışmak istiyorum.
Karşıda köfte pişiren Mehmet'i yanlışlıkla Ahmet sanıp, 'Ahmet
köfte
pişiriyor' diyerek, bir anlamda hem Ahmet,
hem de Mehmet üzerine
söz söylemiş olarak
betimlenen kişinin
çift yorumlu yönletim yaptığını gösteren bir olgu, yönletimin Ahmet'e
ya da Mehmet'e yapılışının
farklı biçimlerde yerine
getiriliyor olmasıdır.
Söylenenin türncesi eğer Ahmet
üzerine
yorumlanıyorsa, bu,
dil uzlaşımlarından
yararlanarak, bu uzlaşımlar izlenerek
yapılmaktadır.
Dilsel uzlaşımlar 'Ahmet'
adı ile yalnız Ahmet'i
bağlamaktadır.
'Ah!l et' adı ile
yalnız Ahmet'i bağlamaktadır. 'Ahmet köfte pişiriyor' türncesini duymasına karşın
karşıdaki köfteciyi görmeyen birini
düşünürsek,
böyle biri için söz konusu
çifte
yorumun ortaya bile çıkmayacağını düşünebiliriz. Bu kişinin yorumunda önerme bir
tek nesne hakkındadır,
o da Ahmet. Önerme burada
salt
dil kurallarına
göre yorumlanmıştır.
Tümceyi söyleyenle aynı yanılgıyı paylaşan bir başkası için ise durum biraz farklı olacaktır. 'Ahmet' adı yine
bir tek nesneye yönletim
yapma niyetiyle kullanılmıştır, o da karşıda duran
köftecidir; ancak, söyleyen ve
dinieyenin bilmemelerine karşılık karşıda duran köfteci Mehmettir.
Dolayısıyla
• Ahmet' karşıdaki adamın adı olarak kullanılmış ve öylece yorumlanmıştır. Bu ise dil kuralları ve uzlaşımlarını izlemeden yapılmıştır. Bu açıdan, bu
yönletime
dil-dışı veya uzlaşım-dışı diyebiliriz. Unutulmamalıdır ki burada, 'Ahmet' karşıdaki adamın adı olarak kullanılmakla kalınmayacak, aynı zamanda karşıdaki adam
Ahmet'in özeliklerini
taşıyormuş gibi değerlendirilecektir.
Konumuz
açısından
asıl ilginç olanı, yanılgıyı anlayan
ve karşıdaki
köfteciyi Mehmet olarak tanımış olan
birinin yorumudur. Böyle biri 'Ahmet' adının yanlış olarak Mehmet üzerine konuşmada kullanıldığını kavrayacaktır. Sözü dile göre yorumlasa,
orada bulunmayan biri hakkında yanlış bir şey, söyleyenin ne demek istediği (yönletim niyeti) açısından yonımiasa yanlış bir adla orada görülen köfteci hakkında bu kez doğru bir
şey
söyleniyor olacak. Biri dilsel, biri dil dışı yönletim yorumu söz konusu.
Yanılgıyı
anlamış gözlemci, buna
karşın, her iki yorumu aynı anda,
kanşık ve tutarsız olarak
mı anlamaya çalışacak, yoksa yorumları görüp, duruma göre birinden
birini mi seçecektir?
Bunun yanıtı artık iyice açıklık kazanmış gibi görünmektedir. Gözlemci, kendi açısından, söyleyenin 'ne demek istediği' önemli olduğu sürece dil-dışı/uzla-
şım-dışı yönletim yorumunu
seçecek,
bu önem kaybolduğunda öbür yoruma dönecektir.
Buna
koşut bir yönletim çift anlamlılığı, belirli betimleme- Ierde ortaya çıkmaktadır. '(Bu) son sınavda en
iyi yazan öğrenci'
gibi bir belirli betimlemeyi iki değişik işievde kullanabiliriz. Kullanışımız öyle olabilir ki, belirli bir kişi değil de, betimlemeye
uyan
herhangi biri üzerine
konuşuyor olabiliriz; öte yandan
yine öyle kullanabiliriz ki, belirli
betimleme, hakkında
konuşulan kişiyi gösterınede salt
bir araç durumuna dönüşür ve
giderek hakkında
konuşulanın betimlemeye
uyma gereği de kalkar. İşte bu
işlev far- kılılıklannı, yine Donnellan, daha eski
makalesinde gözönüne
ser- miş,(?) ve
önceki
kullanılışı 'yüklemsel' (attributive)
olarak adlan- dınrken,
sonrakine 'yönletimsel' (referential) demiştir. Kullanışlar arasındaki temel farklılık yüklemselde 'herhangi birinden' söz edilirken yönletimselde belirli bir tek nesneden söz ediliyor
olmasıdır.
Bu gözlemleri şöyle ömeklendirelim:
(a)
Bir
yazılı
sınav henüz sona
enniştir;
kağıtlan toplayan hoca 'Bu son sınavda en
iyi yazan öğrenci
kağıdını teslim etti' gibi bir önenne yaptığında, belirli betimlemeyi yüklemsel olarak
kullanmaktadır.
Nedeni de ne kendisinin, ne de öğrencilerinin henüz en iyi kağıdı kimin
yazmış
olduğunu bilmemeleridir. Ancak, önerme doğrudur ve
betimlemeye uyan her hangi biri hakkında söylenmiştir. Bu durumda yönletim yapılmamaktadır. Söz konusu olan yönletim yerine
kaplarndır.
(b)
Şimdi, bu
hocanın pek sevdiği ve
ondan sürekli olarak en yüksek notlan
almakla ün
yapmış bir öğrencisinin bu sınıfta bulunduğunu varsayalım. (a)'daki durum aynen, yalnız bu
varsayımın
çerçevesinde gelişiyor olsun.
Fazladan, hocanın
sözünü söylerken
bu öğrencisinin
oturduğu yöne bakarak
konuştuğunu
da düşünebiliriz. İşte böyle bir durumda aynı belirli
betimleme belirli bir tek kişi veya
nesne üzerine
konuşmada, yani yönlelimsel olarak kullanılmıştır: üzerine söz edilen belirli kişi bu
'favori' öğrencidir.
Aynca, gerçekte bu
öğrencinin
o sınavda yazdığı kağıdın en iyi olması da
bu yönletimin
yapılmasına önkoşul veya
gerek durumunda
7)
K.S.
Donnellan, 'Reference and Definite Descriptions' The Philosophical
Review, 77 (1968), 203-215.
değildir. Sonradan
'favori' öğrencinin
zayıf not aldığı bile
ortaya çıksa,
kağıtları henüz topladığı o
anda öğrencisine
bakarak sözünü ettiğimiz önermeyi yapan hoca söylediğini herhangi biri hakkında değil, o öğrencisi hakkında söylemektedir. Dolayısıyla
yönletimsel kullanışta yönletiten nesnenin
belirli betimlemeye uyma gereği yoktur.
(c)
Bu kez de şöyle bir durumu inceleyelim: Hoca topladığı kağıtları değerlendirmiş; getirip sınıfa dağıtmış ve herkesin ne not aldığı belirdikten
sonra, "Bu son sınavda en iyi yazan öğrenci 'B'
aldı"
diyor. 'Bu son sınavda en
iyi yazan öğrenci'
belirli betimlemesi burada bir tek kişiye yönletim yapmada kullanılması yanısıra yönletim yapılanı
(yönletileni) da
doğru olarak betimliyor (yani; yönletiten nesne
betimlemeye uyuyor). İşte Donnellan'ın katkılarının öncesinde belirli betimleme kullanarak yönletim yapabilmenin
ancak bu çerçeve
içinde söz konusu olabileceği görüşü, Straw- son'un ünlü makalesinin(8)
yetkesi altında egemen bulunuyordu. (c) gibi bir
durumun (a) ve (b) gibilerini kapsadığını, dolayısıyla (c)'nin açıklamasının (a) ve (b)'ye uygulanamayacağını göstererek Donnellan, Strawson'un görüşünün yanlışlığını ortaya koymayı amaçlıyordu.
Burada
önemli olan nokta (b) ve (c) arasındaki ayırımın be- lirginleştirilmesidir. Bu da, (c)'ye göre yapılan bir açıklamanın, belirli betimlemelerle yapılan yönletirnde bir önkoşulun yönletilenin betimlemeye uyması (yani
betimlemenin nesne hakkında
doğru olması) olduğu görüşünü getirirken,
(b) de gördüklerimizin
bu önkoşulu ve
onun gerekidiğini
yadsıdığıdır. Böylece, ilk
bakışta,
Straw- son'un görüşünü gerçekten yanlış olarak değerlendirme eğilimi doğuyor.
Oysa,
şöyle bir sorunun ortaya konması gerekmektedir:
8)
P.F.
Strawson, 'On Referring', Mind, 1950.
(b)'de
sözü
söyleyen kişi kullandığı betimleme
aracılığıyla
yaptığı yönJetimi dilsel
kural ve uzlaşımlar
çerçevesinde mi
yaptı, yoksa bunların dışında kalarak, yani bazı inançlarının dinleyenlerce bilinmesi
ve bakışını
belirli bir yöne doğrultma gibi noktalardan yararlanarak mı gerçekleştirdi? Bunlardan ikincisi doğru gibi
görünmektedir. Öyle ki,
(b) de sözü
söyleyen kullandığından başka bir
belirli betimleme veya herhangi başka bir
söylenim
(utterance) kullanarak da aynı kişi veya
nesne üzerine bir düşüncesini iletebilirdi. Öyle ise
Donnellan'ın
gösterdiği, Strawson'un görüşünün yanlışlığı değil, belirli betimlemelerle yapılan yönletimin dil uzla- şımlarına uyarak
yapılabildiği
gibi, uzlaşım-dışı da gerçekleştirilebildiğidir. Strawson'un görüşü yanlış değil, dilsel kural ve uzla- şımlara uyularak
yapılmış
belirli betimleme yönJetiminin doğru bir açıklamasıdır. (b) gibi yani uzlaşım dışı kullandıkları yerlerde belirli
betimlemeler, betimleme özelliklerini ve bir anlamda işlevlerini yitirmekte ve basit bir araç durumuna
dönüşmektedirler.
Yönletim yapma
işlevinde
kullanılan iki ana dilsel aracın üzerinde tartıştığımız noktada koşutluk gösterdiklerini saptadık. Bu araçlar yönletim yapmada hem dilsel uzlaşımlar çerçevesinde, hem de bunların dışına taşarak kullanılabilmektedir.
Dolayısıyla yönletim kavramının varoluş nedenini
sarstığını
söylediğimiz durum
belirli betimlemelerde de yaratılabilir: denebilir ki, (b) de hoca
bir anlamda 'favori' öğrencisinden söz ederken, hem de, bir diğer anlamda
gerçekten
en iyi yazmış olan
(tabii bu eğer favori öğrenciden başkası olmuşsa) öğrenciden söz ediyordu. Önceden vardığımız sonucu burada da yineleyebiliriz.
Söz konusu öğrenciler farklı iseler hocanın hangisi
hakkında
konuştuğu bir yorum sorunudur.
Dil kurallarını
izliyorsak, betimlemeye uyan öğrencidir, öte yandan hocanın ne
demek istediğini
yorumluyorsak, onun, hakkında konuşmak istediği, yani 'favori' öğrencisidir. İşte konumuzia ilgili
felsefe literatüründe,
bu tür, uzlaşım çiğneoerek yapılan yönle-
time
önaşımsal
(overriding) yönletim adı verilmektedir. Dilsel uz- laşımı aşarak, onu (eskilerin bir sözüyle) kaale
almayarak, onun üzerinde
yapılan yönletime önaşımsal diyoruz.
Çift anlamlı yönletim durumlarında, bunlardan yalnız birinin seçilip, söylenenin ona göre yorumlanması yolunun tutulduğunu belirttik. Şimdi yanıtlamamız gereken bir soru bu seçimin nasıl yapıldığı ve bunu açıklamada bir ölçütün bulunup
bulunmadığıdır.
Donnellan'ın izleyerek,(9)
söyleyenin
öbür söyledikleri ve
genel olarak serimiediği
inançlar çerçevesinde hangi
yorum daha anlamlı ve akla yakın gelirse
onun seçildiğini
ve dinieyenin iletişim tutarlılık gereğini sağlayabilmek
için böyle bir seçim yapacağını ileri sürebiliriz. Seçimde ölçüt olarak kullanılabilecek temel formül şu olabilir:
söyleyenin
ne hakkında konuştuğunun anlaşılması 'sözünü
söylediği durumda, nitelemiş olduğu gibi neyi/hangi nesneyi nitelerdi?' sorusunun yanıtına bağlıdır.
Buraya
dek yaptığımızı
özetleyelim. Adlar
ve belirli betimlemelerle yapılan yönletirnde bazı durumlarda ortaya çıkan bir
sapaklığı
(anomali) gözlemledik: bu, yönletirnde 'ikilik' gibi, yönle- tim
kavramını
temelden sarsahilecek nitelikte
bir olgu olarak belirdi. Bu olguyu açıklarken, bir çifte-yönletim durumu olmadığını savunduk. Tam tersine, yönletimin çift-anlamlı, çift-yorumlu olduğu ve yorumlardan biri seçildiğinde yönletirnde ikiliğin ortadan kalktığını göstermeye çalıştık. Bu söz ettiğimiz yorumları açıklarken, her birinin değişik bir
yönletim
yolu/biçimi içerdiğini gördük. Bu
da bizi uzlaşımsal
ve önaşımsal yönletim kavramları arasında bir ayrım yapmaya
götürdü.
Bu yazının geri
kalan bölümünde
önaşım- sal yönletim üzerinde duracağım.
9)
Bkz.
Not 2.
Önaşımsal yönletim nasıl yapılıyor? Söz
söyleyen kişi, uzla-
şım dışı
kullandığı ad veya belimlerneyle neyi veya
kimi amaçladığını
iletmede nasıl başarılı oluyor? Başka bir
açıdan
anlatıldığında, dinleyen
nasıl oluyor da söyleyenin kullandığı sözle, uzlaşım-dışı olarak üzerine söz söylemek istediği nesneyi anlıyor? Bunu
şöyle
yanıtlayabiliriz. Dinleyen,
yönletimin
önaşımsal olarak yapıldığı nesneyi,
söyleyenin
önaşımsal niyetini gördüğü/tanıdığı ölçüde anlayabilir. Öbür açıdan da, söyleyen, önaşımsal niyetini (yani: ne hakkında söz söylemeye niyetli olduğunu) iletebildiği ölçüde öna- şımsal
yönleliminde başarılı olur.
Bu yanıtı daha açık duruma
getirmek gerekir. Burada, önaşımı sağlayanın, sözü söyleyen bireyin yönlelimsel niyetinin kullandığı sözün işlevinin ötesine aşması olduğu
noktasının savunmasını yapmayacağım; bu
konuyu kapsayan yazılar
bulunmaktadır.OO) Şimdi üzerinde durmak
istediğim,
yalnızca bu niyetin bulunup, söyleyenin söylediğini bununla birlikte söylemesinin önaşımsal yönlelimi
sağlayamayacağı konusu.
Her
şeyden
önce, önaşımı sağlayacak niyetinin
olabilmesi için,
söyleyenin bazı koşulları yerine
getirmesi gerekmektedir. Bu koşullar şöyle bir anlatırnda toplanabilir. Kullandığı ad veya betimleme
ile bu sözün
uzlaşımsal anlamı dışında bir
nesne üzerine
söz söyleme niyeti
olabilmesi için, (i) söyleyenin bu niyetinin tanınacağı inancında olması gerekir. Bu koşulu yerine
gelirebilmesi için ise, (ii) söyleyenin, dinleyende, söylediği ve
öbür
davranışlarından, niyetinin
tanınmasına
yardımcı olacak bazı inançlar bulunduğuna inanıyor olması gerekir. Bunları bir
örnekle
açıklayayım.
(d)
Yukarıda,
(a) örneğindeki hoca, sınav sonrası, kağıtları değerlendiriyor ve notlayıp, ertesi
derse bunları
sınıfa getiriyor. Kağıtları dağıtmak için öğrencilere verirken "Bu son sınavda en
iyi yazan öğrenci 'B' aldı" diyor. Bu örnekte (b)
de olduğu gibi
10)
Örneğin Bkz. S. Kripke, 'Speak.er's
Reference and Sernantic Reference'
Midwest Studies in Philosophy 2
(1977), 255-276.
güven duyduğu bir öğrenci bulunduğu varsayılmayacaktır.
(e)
Tıpkı (a) örneğindeki gibi kağıtları toplayan
hoca, "Bu son sınavda en iyi yazan öğrenci kağıdını verdi" diyor. Bunu derken aklında 'kendini
henüz
gösterernemiş' olan,
ancak hocanın
için için beğendiği bir
öğrenci var. Bu durumdan da hoca dışında kimsenin
haberi yok.
Hem
(d), hem de (e) örneklerinde,
kullanılan belirli betimlemeler yönletim yapılmada kullanılmamışlardır. Bu durumda, yukarıda verilen
(ii) koşulu ve dolayısıyla (i) koşulu yerine
gelmediğinden betimlemeler ancak yüklemsel olarak
işlev
görebilmektedir. (d)
örneğinde,
hocanın bildiğini öğrenciler bilmemektedir:
Kimin en iyi yazıp 'B' aldığını yalnız hoca bilirken, bunu öğrencilerinin bilmediklerini de bilmektedir. Dolayısıyla yönletimsel niyeti olamayacaktır. (Bilineceği gibi, niyet sahibi olmak, istek
veya dilek sahibi olmaktan, niyet edilenin yerine getirilebilirliği konusunda inançlı olma
özeliğiyle
ayrılmaktadır.) (e)
örneğinde
ise, hocanın özel olarak kimi düşündüğü yine
kimsece bilinmediğinden
ve hoca da bilinmediğini bildiğinden bir yönletimsel niyet taşımayacağı söylenebilir.
Bu
son iki örnek, bize yalnız yönletimsel niyete sahip olabilme koşullarını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda bu niyetİn temelindeki
inançların
doğruluğunun yönJetimi ne
denli önemli bir biçimde etkileyip
belirlediğini
açıklıyor. Konu şu ki,
yanılgılar
üzerine kurulu yanlış inançlardan kalkarak yönletimsel niyet geliş- tiriise
bile, bu niyetİn
varlığı yönJetimi sağlayamayacaktır. (d)
ve (e)'deki hocanın
yanılgı içinde (veya
dalgınlıkla)
öğrencilerin (hocanın) kimi
'kastettiğini'
bildiğine inandığını ve
bu inanç
üzerine bir önaşımsal yönletim niyeti geliştirdiğini varsayalım. Sözünü böyle bir niyetle söylemesine karşın, hocanın belirli betimlemeyle yönletim yapabildiğini söyleyemerne
durumundayız. Bu
bizi öna-
şımsal yönetimin bir
başka temel koşuluna götürmektedir, o da
söyleyenin yönletimsel niyetinin tanınmasıdır. Bu noktanın söyleyenin inançlarıyla olan mantıksal ilişkisi, yönletimsel niyetİn tanınabilmesi için (i)
ve (ii) koşullarının
içerdiği inançların yerin-
de/doğru
olmaları gereği ile
açıklanabilir.
O Il Şu halde,
yönletimin
yeralabilmesi, söyleyenin niyetinin
tanınabilmesine
bağlı gibi durmaktadır. Bu son gözlem doğru ise, yönJetimi ve
bunu izleyerek iletişimi,
önemli bir ölçüde dinieyenin
yorumuna bağladık
demektir. Bunun da içerdiği bir
başka
önemli nokta, bir söylenirnin anlamının da bir ölçüde yorumca
verildiği,
ona bağlı olduğudur.
Burada,
belirli betimlemeler çerçevesinde gösterdiğimiz, aynen adlar için de
söz konusudur. Bir adın önaşımsal yönletim yapabilmesi, uzlaşımsal yönletilenden başka bir nesne üzerine söz söyleme niyetinin sözü söyleyende oluşmuş olması ve onu dinleyenin
bunu tanımış/görmüş
olması koşullarının yerine
getirilmesine bağlıdır.(12) Önaşımsal
yönletimin üzerinde oluşturulduğu ve
dinieyence tanınılan
yönletimsel niyetİn her
zaman bir yanlış
anlama, yanlış bilgi
veya karıştırmadan
kaynaklanmasının gerekınediği açık olmalıdır. Bilerek önaşım yapıldığı ve bilerek uzlaşımın dışına çıkıldığı durumlar sık sık karşımıza çıkar: amaç yeni bir anlatım getirme
veya kullanılan
sözün uzlaşımsal anlam
ve yönletiminin
istenmeyen içeriklerinden sıyrılma olduğu yerlerde de önaşımın uygulandığını görürüz.
Bu
yazıda
yönletim felsefesinde önem kazanmış olan uzla- şım ve
önaşım
aynmını açıklamaya çalıştım. Bu
açıklama,
bize uz-
11) (i) ve (ii) inançlarının doğruluğu ile, kullandığı sözle ilgili yönlelimsel uz- laşımların ne olduğu, veya hakkında konuştuğu kişinin kim olduğu üzerine, söyleyenin öbür inançlarını
karıştırmamalıdır. Önceki inançların doğ- rulugu yönletimin yapılabilmesinin
gereği olurken
sonrakiler değildir. Sonraki inançların yanlış olması
yönletimin ön-aşımsal olabilmesine temel sağlayabilir.
12) (i) ve (ii) inançlannın doğruluğu ile, kullandığı sözle ilgili yönlelimsel uz- laşımların ne olduğu.
laşım dışına taşıldığında yönletim ve dolayısıyla (önermeye) anlam kazandırışın sözü söyleyen kadar, söyleneni yorumlayana
da bağlı
olduğunu gösterdi. Bu
sonucun içerdikleri
arasında ve dolayısıyla anlam, önaşımsal olduğunda bir ölçüde dinleyen
tarafından
belirleniyorsa, Grice'çı03) bir yaklaşımdan kalkarak uzlaşımsal anlamın (ve yönletimin) da kökende dinieyenin
katkılarıyla
saptandığı gösterilebilir. Bu
ise günümüz anlam felsefesindeki bir sözün anlamını salt olarak söyleyenin niyetine göre çözümleme eğilimini kuşkulu duruma sokacaktır. Böyle bir girişim, şimdikinin kapsamını aştığıdan, başka
bir yazıya konu
olacaktır.
13) H.P. Grice,
'Meaning', The Phi/osophical Review, 1957 ve 'Utterer's Me- aning, Sentence-Meaning, and
Word-Meaning' Foundatirons of Lan- guage, 4 (1968), 1-17.
HAYVANSAL
İLETİŞİMDE
ANLAM<t)
(1992)
İletişim anlamlılığın deneysel boyutunu ortaya koyduğu tek
ortam olmasa da, başlıcasıdır.
Kendiliklerinde gözlemlenebilir şeyler olmayan anlamlar, gözlemlenebilir olan kimi şeylerle tutarlı bir bağlantı içinde olduklarından içrek koşulları serimlerneye yararlar. Pek çok başka hayvan
türü gibi insan da, evreni algılayışına bir tepki olarak iletişimsel davranış biçimleri sergiler; kendi türündeki başka bireylere istek ve inançlarını iletmek için anlamlar
ve gözlemlenebilir şeyler arasındaki bağlantılardan yararlanır. Bir birey belli bir ortamda
fiziksel bir durumu serimleyerek bunun belirli bir anlama gelmesini sağlarken bir
başkası da bunu anlar.
Locke,
anlamlılığın
varlık nedenini ve onun söylenimlerle bağlantısını açıklarken insanlar olarak iletişime duyduğumuz gereği gündeme getiriyor. Ona göre dilin
varlık nedeni, durmaksızın karşılaştığımız pratik iletişim gereksinimidir.
Böyle bir gereksinimin karşılandığı bağlam içinde söylenimler
üretiliyor ve onların anlamları varlık buluyor; içrek düşüncelerimizi başkalannca bilinir kılma niyetimiz
söylenim
dediğimiz davranışlarla eyleme
dökülüyor. Locke'un anlam kuramının ayrıntılanna girmeden, onun üstünde durduğu bir
noktaya değineceğim.
Bu filozof dilsel iletişimde
1)
Bu yazıda
"iletişim" sözcüğünü geniş bir kapsamla kullanıyorum. Bağlamdan da
anlaşılacağı gibi, iletişimden canlılar (ya da daha genel olarak bir algı
düzeneği olan dizgeler) arasındaki her türlü bilişi değişimini kastediyorum.
"Söylenim" bir teknik terim. Bundan iletişime araç olan her türlü
davranış, tepki ve serimlerneyi kastediyorum. Dolayısıyla kaplam olarak tümcelerden,
deri üzerinde oluşan kızarıklıklara değin geniş bir yelpaze içeriliyor.
kullandığımız söylenimlerin (ve bunların kendi
anlamlarıyla
olan ilişkilerinin) "doğal" olmadığını belirtiyor.(2) Eğer, diyor,
söylenirn-
ler doğal olsalardı, birbirinden farklı diller
bulunmaz, örneğin
aynı nesne türü her
insan topluluğunda
aynı adla anılırdı. Oysa
dilsel söylenimler
istenççe gelişigüzel seçilip belli
bir anlamla bağdaştırılıyor
ve bu amaçla kullanılışiarı düzenli bir yerleşiklik kazanıyor. Locke burada insan dillerinin
yapay niteliğini,
ya da daha dar bir anlamda söylenecek olursa,
dilin uzlaşımsallığını
vurguluyor.
Özellikle insan
dillerindeki anlamlılıkla
ilgileniyor olsa da, Locke, iletişimi insanlar
arasında
gözlemlenen biçimiyle sınırlandırmadığı gibi,
örneğin hayvanlar arasında iletişim olamayacağı gibi bir şey de
öne
sürmemiştir. Böyle bir
sav açıkça
yanlış olurdu. Bununla birlikte,
insanlar arasında
varolan ve içine dili
de alan bir iletişim
türünün insan dışındaki ortamlarda
gerçekleşmediği
de doğrudur. Kendine
özgü olup öbür türlerden ayırt edilmesi gereken ve yalnızca insanlarca
ortaya konan bir iletişim
biçimidir bu. Dil felsefesinin ana amacı da,
işte bu iletişim bağlamında varolan anlamlılığı açıklamaktır. Ne var ki, insan iletişimini hayvanlarınkin- den açık ve
seçik
ölçütlerle ayırt etmediğimiz sürece, her
iki iletişimi
tek bir kefeye koyarak betimleyen
anlam kuramlarıyla
sınırla kalırız. İnsan iletişimindeki farklılığı saptamayı başaramayan böy- lesi kaba nedensel açıklama düzenekleri, Locke'un öndediğini yaptığı nedensel-iletişimsel
yaklaşım biçimini gereksiz
ve haksız yere gözden düşürüyor. Bu yazının amacı "yapay" olarak niteleyebileceğimiz iletişim biçimini "hayvansal" olanından ayırt eden bir ölçütü ele
alıp
geliştirmek. Önce, ilk
olarak akla gelen, ancak onaylanamayacak bir ayrım ilkesini
kısaca
tartışmak istiyorum.
Dili
doğal veri olmayan bir söylenimler dizgesi olarak kavrayabilir ve böyle bir
aracı
iletişim işlevinde kullanmayı başarabi-
2)
Locke,
Essay, III,
ii, 1.
!en,
insandan başka bir varlık bulunmadığını öne sürebiliriz. Buna karşılık hayvanların ortaya koydukları iletişim biçiminde söylenim işlevini
taşıyan davranış ve
serimlerneler birer doğal veri olarak içgüdüseldir. Niteliklerde ilk bakışta gözlemlenen bu farklılık, insan
ve hayvanların
iletişim biçimlerini ayırt eden
şeyin sanki uzlaşım- sallık-içgüdüsellik karşıtlığında
yattığı izlenimini bırakıyor. Bu
bir yanılsama,
çünkü söz konusu karşıtlığın çizdiği sınır, aradığımız ayrımın
dışına kayıyor.
Gözden kaçınlmaması gereken bir şey, insanlar
arasındaki
iletişimin büyük bir
bölümünün
dilin ve uzlaşımların dışında gerçekleştiğidir. Bunu biraz açımlayalım: İlk önce, insanlar olarak aramızda sürdürdüğümüz bilgi alış-verişinin hiç de küçümsenemeyecek bir bölümünün tıpkı hayvanlardaki gibi içgüdüsel doğal verilere dayandığını belirtebiliriz. Kızdığımızda bağırrnamız, utandığımızda
yüzümüzün kızarması, sıkıntımızı kaşlarımızı kaldırmakla belli edişimiz, buna
örnek olarak sayılabilecek durumlardan yalnızca birkaçı. Tabii böylesi durumlar
yapmayı
istediğimiz ayrıma karşı-örnek oluşturan şeyler değiller. Çünkü insan ve hayvan iletişimi arasındaki ayrımı uzlaşım ve içgüdü temelinde
çizmek,
insanların uzlaşıma dayanan
ve yüksek bir gelişkinlik kazanmış iletişim biçimi dışındaki bilgi alış-veriş yöntemlerini kullanmayacakları
vargısını içermiyor. Yanılsamayı ortaya
koyan asıl
önemli nokta, insanların içgüdüsel ya da uzlaşımsal olmayan
yollarla da iletişim
yapıyor oluşları. İşte bu
sonuncusu, uzlaşım-içgüdü
karşıtlığını, istediğimiz ayı'ımı çizişte geçersiz kılıyor. Dili kuralına göre kullanarak yaptığımız iletişim yanısıra, bütünüyle dil ve uzlaşım dışı söylenimler kullanabildiğimiz gibi, "meramımızı" zaman zaman dilsel söylenimleri dildeki anlamları dışında kullanarak da anlatabiliyoruz.
Örneğin, bir
haksızlık
karşısında duyduğumuz sıkınııyı duvara
elle yasiayıp
başımızı ardı ardına oraya
vururmuş
gibi yaparak
ortaya
dökebilir,
bununla duygumuzu yanımızda bulunanlara
en az dilsel ifade kadar küçlü bir
biçimde iletebiliriz. Şimdi, söylenim iş- Jevinde kullanabildiğimiz böyle bir davranış ne
yerleşik
bir uzla- şımdır, ne
de kaşların
kalkması ya da yüzün kızarınası gibi kendiliğinden, içgüdüsel olarak yapılan bir
davranıştır.
Öte yandan, örneğin, "Bütün gece uyumadım" diyerek yatağın rahatsız olduğu veya otelin çok gürültülü olduğu düşüncelerini iletebilmek gibi bir olanak
da sözkonusudur.
Burada da ne içgüdüler devrededir,
ne de kullanılan
dilsel söylenimler dildeki anlamlarını taşımaktadır. Bununla birlikte, içgüdülerin neden olduğu söylenimlerle yapılan iletişime göre bu her iki örnekte de
dilsel iletişime
doğaca çok daha yakın bir
yapı ve nitelik seziyoruz. Her iki örnek de
yalnızca
insanların başarabildiği ve
"yapay" diye adlandırdığımız türe giriyor. Biri gerçekten ağlayan, öbürüyse ağlama taklidi yapan kişilerin her
ikisinin davranışının
da onların üzüntü duyduğu anlamına geleceği
söylenebilir. Ama
bu iki durum arasında
önemli bir fark var. Öncekinde ağlayan kişinin üzgün oluşunu, ağlamasının bu üzüntüye kanıt oluşturması dolayısıyla
kavrıyoruz. Sonrakindeyse, "ağlama" davranışının üzüntü mesajını
veriyor olmasına karşın hiç de bir kanıt değeri yok. Tersine, böyle bir
öykünme oyun olsun diye, veya birini
aldatmak için, ya da yalnızca böyle bir mesaj iletmek için yapılıyor olabilir. Önceki kişinin bir iletişimde bulunduğu halde, bu iletişimi amaçladığı, ya da anlam üretmek gibi
bir niyet taşıdığı
söylenemeyecekken, sonrakinin
bu amaçla
davrandığı öne sürülebilir. Şimdi ele
aldığımız
bu iki durumu "Çok üzülüyorum" tümcesinin kullanıldığı bir üçüncüyle karşılaştırırsak, ikincinin üçüneüye birinciden
çok daha yakın olduğunu göreceğiz. Çünkü her ikisinde de mesajı veriş biçimi bir kanıt oluşturmadığı gibi, iletişim kendiliğinden değil amaçlanmış bir eylem yoluyla gerçekleşiyor. Bir başka deyişle, ikinci
ve üçüncü durumlar yapay iletişimi örneklendirirken, birincisi de hayvansal iletişime örnek oluşturuyor.
"Yapay"
nitelenimiyle yalnız
insanların gerçekleştirebildi- ği<3l dilsel/uzlaşımsal ve uzlaşımdışı iletişimi kapsadık. Bunu, söy- lenirnin
bir (amaçlanmamış)
kendiliğinden davranış olduğu ve
ilettiği
mesaja kanıt oluşturduğu hayvan iletişim biçimleriyle karşıtlık içinde
saptadık. Sağduyu çerçevesinde ortaya
çıkmış olan bu ölçütlere göre iletişimin dışına yayılan bir başka alanı daha, hayvansal iletişimle aynı ulama sokmak gereğindeyiz. Nasıl bir köpeğin hırlaması onun kızgın olduğu, ya da bir kedinin tüylerinin dikleş- roesi onun korktuğu anlamına geliyorsa, bir vahanın varlığı orada su bulunduğu, Robespierre'in
kesilmiş
başı onun öldüğü ve
bir ağacın
gövde kesitindeki iç içe halkalar
da onun belli bir yaşta olduğu
anlamındadır. Vaha,
kesik baş ve iç içe halkalar
birer söyle- nim değiller; ayrıca onların varlığı bir iletişim de
oluşturmuyor.
Bunlar doğal belirtiler.
Yine de, önemli niteliklerinin ortak oluşu dolayısıyla hayvansal iletişimle doğal belirtileri birlikte düşünmek gereğindeyiz. Onların bütünüyle eş tutulup aynı öbeğin öğeleri olarak görülüp görülemeyecekleri, bu yazının geri
kalan bölümlerinin başlıca konusunu
oluşturacak.
Sezgisel yoldan yaptığımız ayrımları ussal temellere oturtmaya çalışacağız.
Yukarıda sağduyu sezgisiyle belirleyip ayırt ettiğimiz şeyler arasındaki ilişkileri
kısaca özetleyelim: Anlamı taşıyan gözlemlenebilir şeyin doğasına bağlı olarak, iç içe geçmiş üç öbekten söze- debiliyoruz. Anlamı taşıyan şeyin bir insan söylenimi olduğu du-
3) Bu konu tartışmalıdır. Örneğin Konrad Lorenz King Solomon's Ring (New York: Corwell 1952)'de ^imi türlere
rahatça amaçsallık yüklerken, Donald Davidson gibi filozoflar (Truth
and Interpretation, Oxford: Ciarendon Press, I 984, s. 155-170) bu konuda derin bir kuşku
taşıyorlar. Böylesi kuşkulan kapsamlı olarak ele alan bir tartışma Jonathan Bemett'in "Thought- ful Brutes" (APA Proceedings and
Addresses, V62, 1988) başlıklı
yazısında bulunabilir.
rumlardan
oluşan
öbek bunlardan birincisi ve en dar kapsamlısı. İnsanların ürettikleri her söylenirnin bu öbeğe girmediğini gördük; öbeğe giren bir söylenirnin özellikle yapay iletişime araç olan bir davranış olması gerekiyor. Daha ayrıntıyla bakıldı^ında bu öbeğin kendisinin
de, iç içe
geçen üç alt öbekten oluştı.ğu anlaşılıyor: Bunlar, en içte yer
alan dilsel söylenimler
öbeği, scnra onu kapsayan uzlaşımsal söylenimler öbeği, en dışta bulunup
ikincisini de içine alan yapay iletişim söylenimleri öbeğinden oluşuyor. Her uz- laşımsal söylenirnin dilsel olması gerekmez;
selam vermek, trafikte dönüş işareti yapmak, çeşitli hakaret
işaretlerinde
bulunmak, bunu örneklendiriyor. Daha önce tartıştığımız gibi, her yapay söyle- nimin
uzlaşımsal
olmadığını da biliyoruz. Bu yazıda söylenimler öbeği içindeki ayrımlarla
ayrıntılı olarak ilgilenmeyeceğim.
Hayvansal
iletişime
araç olan söylenimler, yapay iletişim söylenimlerini de içine alan,
oldukça
geniş bir öbek oluşturuyor. Bu öbek içinde, yapay iletişimi çevreleyen iç içe çemberler biçiminde üç ayrı hayvansal
iletişim
türü düşünebiliyoruz. Bunların en
ilkeli, dolayısıyla
da en dışta kalanı, hayvanın salt fizyolojik koşullarını seriroleyen davranış veya
başka belirtileri kapsıyor: Kızamık olmuş bir insanın derisindeki
kırmızı lekeler, hayvanlarda da görülen hastalık veya
alerji semptomları,
çiftleşme mevsiminde bu işe hazır duruma
gelmiş hayvanlardaki belirtiler, örneğin kimi
balıklarda bu süreci örgütleyen, derideki mavi lekeler, bu dıştaki çember içine giriyor.
Bu alt öbeği
oluşturan çemberse hayvanların duygusal
tepkilerini davranış
ve belirtilerle dışa vuran
söylenimlere
dayanıyor. Korku, öfke, sevecenlik,
hoşnutluk,
üstünlük iddiası gibi şeyleri seriroleyen
tüy
dikleşmesi, hırlama, yalama,
kuyruk sallama, vb. bunlar arasında. Son
olarak, yapay iletişimin
hemen dışına
rastlayan çemberi,
yani hayvanın içsel durumlarının değil de dış ortamdaki
kimi koşulların
bilişisini ileten davranış biçimlerini sayacağız. Bu çok özelleşmiş davranış biçimleri ancak kimi türlerde
gözlemlenebiliyor. Arıların nektarın yerini ve niceliğini bildiren
dansları,
kuşların sahiplendikleri bölgeyi ilan
eden ötüşleri
ve kimi maymunlardaki özelleşmiş tehlike
çığlıkları
böyle davranışlardan.
Üçüncü ve
anlamlılıkla
nitelenebilecek en kapsamlı öbek, hayvan iletişimini içine alıp, onun dışında geniş bir alana da yayılan doğal belirtilerden
oluşuyor.
Doğal belirtiler, canlılar arasındaki iletişimin dışında kalan, dolayısıyla söylenim olmayan anlam taşıyıcılardır. Bunlar daha önce de
saydığımız
örneklerdeki gibi
herhangi bir fiziksel olgu, durum ya da
olaydan meydana gelirler. Kuşkusuz hangi
iç
öbekte olursa olsun, anlamı taşıyan şey her durumda
bir fiziksel olgudur: Böylesi olgular
işlevlerine
göre giderek daha karmaşıklaşan niteliklerle donatılmış olarak,
bir anlam-evri- mi hiyerarşisi
sergiliyorlar.
Sağduyuya dayandırdığımız bu ayrımları artık analitik ölçütlerle pekiştirmenin zamanı geldi. Bu doğrultuda ortaya
konmuş olan en önemli -ve
değerli-
çabayı ele alacak ve bunu bir ölçüde geliştirmeye çalışacağım. Paul Grice, "doğal anlam" ve "yapay anlam" (kendisi bunu doğal-olmayan anlam diye adlandırıyor) kavramları arasındaki ayrımı belirgin ölçütlere dayandırmaya çalış- mıştır.<4J
Sağduyu planında onun
yapay ve doğal anlamlardan kastettiği, bizim yapay iletişim dediğimiz ortamlarda varolan anlamla, onu çevreleyen öbekler kapsamında ortaya çıkan anlamlılıktan başkası değil. Dolayısıyla,
Grice'ın ayrımı açısından yapay
anlamın
iç bölümlenmeleri arasında bir
farklılık
öngörülmediği gibi,
hayvan iletişimi
ve doğal belirtiler
aynı
öbeğin düzeyce eşit ögele- ri
olarak kavranıyorlar.
Ayrımı temeliendiren analitik ölçütler hayvan iletişimini doğal belirtilerle aynı türe sokuyor.
Böyle oluncay- sa az önce değindiğimiz evrimsel hiyerarşiyi net bir biçimde gör-
4)
Paul Grice, Studies in the Way ofWords, Cambridge:
Harvard University Press, 1989, s.213-17, 290-297, 349-350.
rnek
güçleşiyor.
Söz konusu alt-ayrımları aynı ölçütler çerçevesinde belirlemeye çalışacağım.
Grice,
ayrımına
ölçüt olarak ikincil değerdeki başka nitelikleri de kapsayan başlıca iki
özellik
saptıyor. Bunları "alıntılanabi- lirlik"
ve "oluşturuculuk"
sözcükleriyle karşılayacağım. Önceki, aktarılabilir ya da tırnak içinde ifade edilebilir olmak anlamını taşıyor. Oluşturuculuk, İngilizce'de "factivity" ile dile
gelen ve teknik içerik taşıyan bir kavram. Grice'a göre, bu
özellikleri
nasıl taşıdığına bağlı olarak,
"X, r anlamındadır"
gibi bir önerme ya
doğal ya da yapay anlamlılık dilegetirir.
Şimdi
alıntılanabilirlik ve
oluş-
turuculuğu açıklayalım. Alıntılanabilirlik, "X, r anlamındadır" gibi bir önermenin "X
'r' anlamını
taşıyor" biçiminde ifade
edilebilir olması, yani anlam önermesindeki anlamın alıntılanabilir olmasıdır.
Bu niteliğİn içeriği şeylerden biri, aynı anlam
önermesinin
anlamı bir bireye yükteyerek ifade
etmeye izin vermesi, yani "X, r anlamındadır"ın "X ile anlatılan (kastedilen)
şey r idi" önermesiyle dile getirilebilmesi. Yine buna bağlı olarak
içeriten
bir şey de,
söz- konusu X ve r'nin niyetli, yani
belli bir amaçla
üretildiğinin öne sürülebilir oluşu.
Grice'ın oluşturuculuktan kastettiği şuydu: "X, r anlamındadır" gibi bir önerme bu
özelliğe
sahip olduğunda, onun
doğru olması
r'nin doğruluğunu mantıksal olarak içerecektir. Oluşturuculu- ğun tanınmasına yarayan ikincil bir nitelik de önermenin "X
olgusu r anlamını taşıyor" biçiminde yeniden dilegetirilebilir oluşudur. Şimdi Grice'ın ayrımı nasıl
oluşturduğuna bakalım: "X,
r anlamını
taşıyor" gibi,
X ve r tikel olguları
arasında ilişki sapıayan bir
önerme oluşturucu oluşuna karşılık dilegetirdiği anlam alıntılanabilir değilse, bu bir doğal anlam
ifadesidir. Örneğin bir doğal anlam
di- legetirişi
olan "Bu vahanın varlığı burada su bulunduğu anlamına geliyor" önermesi doğruysa burada su bulunduğu da
doğrudur.
"Bu vaha burada su olduğu anlamına geliyor ama burada su yok"
tutarsız bir
önermedir
ve fiziksel bir olanaksızlık dilegetirmektedir. Öte yandan
"Bu vahanın
varlığı 'Burada su var' anlamındadır" gibi bir alıntılama onaylanamaz.
Bir doğal olgu olarak vahanın varlığı, örneğin üzerinde böyle bir şey yazan
bir tabelanın
varlığından çok farklıdır; burada
vaha ile bu anlamı
kastetmiş olan bir bireyden sözetmek olanaksızdır.
"X,
r anlamını
taşıyor" önermesi oluşturuculuk niteliğini taşımadığı halde onun dilegetirdiği anlam alıntılanabiliyorsa, o zaman
Grice'a göre bu bir yapay anlam ifadesidir.
"Bu davranış,
ondan hoşlandığı anlamına geldi" önermesi doğru olsa da, davranışı yapanın o kişiden gerçekten hoşlandığım garanti edemez. Bir men- faal uğruna, ya
da belli bir toplumsal baskı nedeniyle
ve gerçekte
hiç mi hiç hoşlanmadığı halde böyle davranmış olabilir. Ayrıca önerme "Bu davranış 'Ondan
hoşlanıyorum"
anlamına geldi" biçiminde
ifade edilmeye açıktır.
Çünkü sözkonusu davranış kör bir
doğal olgu değil, biri
tarafından
bir şey anlatmak
amacıyla
yapılmış bir eylemdir.
Grice'
ın
ayrımını temeliendiren ölçütleri açıklarken bunları belirgin ve bu filozofun
beklentilerine uygun bir biçimde serimie-
yen "ideal" örnekler aracılığıyla vermeye özen gösterdim. Anıınsa- nacağı gibi, Grice'a göre hayvan
iletişiminde
üretilen anlamlılık bir
doğal
anlamlılıktır ve
bunu dilegetiren bir anlam önermesi de
aktarılabilir
olmadığı halde oluşturucudur. Şimdi bu savın yanılgılı olduğunu göstermeye
çalışacağım.
Hayvanlardaki
iletişimi
her bir alt öbek halkası için ayrı bir örnekle değerlendirelim: "Derisindeki bu pembe
lekeler onun kızamık
olduğu anlamına geliyor",
"Karaburun'un (Bu kedinin) dikleşen tüyleri onun korktuğu anlamına geliyor", "Şu vervet
maymununun haykırışı bir
kartalın
üzerine gelmekte olduğu anlamında-
dır." Daha
önce de saptadığımız gibi, ilk anlam önermesi bir
iç fizyolojik durumun, ikincisi bir ruhsal
durumun, sonuncusu da bir çevre koşulunun iletilmesine araç olan
anlamlılığı
dilegetiriyor. Robespierre'in (ya
da herhangi bir canlının)
kızamık çıkarmasıyla giyotinden
geçmesini
karşılaştıralım. Başı gövdesinden ayrılmış bir
Robespierre'in durumu kendisinin ölmüş olduğu anlamına geliyor; ancak bu bir iletişim veya
söylenim
durumu değil, çünkü bu anlama gelen şey artık bir
canlı olarak anlam iletmiyor. Tıpkı yaşanan bir kuraklığın kötü hasat anlamına geldiği gibi, kesik kafa da sahibinin ölü olduğu anlamına geliyor. Robespierre kesilmiş kafasıyla halen canlı olmayı sürdüremez; bu bir fiziksel olanaksızlık. Oysa Robespierre teni üzerinde kızamığınkinin aynısı lekeler çıkardığı halde
gerçekte
kızamık olmayabilir. Belli bir iğne yaparak
böyle
hastalık belirtilerini gerçekte hastalığa yakalanmış olmadan elde etmek fiziksel ve
teknik açıdan
olanaklıdır. Gizlece
verilecek böyle bir ilaç doktorlar
dahil herkesi aldatabilecektir. Benzer bir biçimde mavi
lekeler çıkaran
balığın olası eşierini yanıltacağını da
düşünebiliriz.
Kendisine bir adrenalin iğnesi yapılacak olan Karaburun
da korkutulmadığı
halde tüyleri dikilmiş olarak dolaşacak. Durumu
gören insanlar ve başka kediler
onun korktuğunu
sanıp aldanacaklar.
Vervet maymunları
da benzer yanılgılara düşebilir. Bu maymun türü gruplar
halinde ağaç tepelerinde yaşar. Üzerlerine, örneğin şahin veya kartal gibi, havadan gelen
bir düşman
gördüklerinde özel bir
tehlike çığlığı atarlar. Bu çığlığı duyan
tüm vervet maymunları, şahini görmeseler de hızla ağaçtan aşağı kayacaklardır. Bir maymunun böyle bir
çığlığı
gerçek bir tehlike olmadan atması çok daha kolayca olası: Burada
sanrı
yapıcı (halüsinatif) ilaçlar yanısıra maymunun
bir algı
yanılgısına düşmesi, örneğin uçuşan bir
yaprağı
şahin sanması da
sözkonusu
olabiliyor.
Bu
her üç hayvan iletişimi bağlamında da, anlam önermesinin, dilegetirdiği anlamı manLıksal olarak içermediğini öne sürüyo-
rum.
Çünkü hayvan iletişimi ortamında, özel koşullar yaratarak, söylemimi onun
anlamı olarak düşünülen şeyi varetmeden meydana
getirebilme olanağı bulunuyor. Bu böyleyse, hayvansal
iletişimde ortaya çıkan anlamlılıkta oluşturulacak niteliği yoktur ve Gri- ce'ın vargısı bu bağlamda yanlıştır. Bundan dolayı Grice
için hayvanların
ileşitimini "yapay" sınıfa sokmak
gibi bir durum doğuyor mu? Böyle bir
şey
sözkonusu değil, çünkü hayvansal
iletişim
alın- tılanabilirlik niteliğini göstermiyor. Karaburun 'un dikleşmiş tüylerinin bu kedi tarafıdan aniatılmaya çalışılan bir şeyi göstermediği, ya da "Ben korktum"
yazan bir kağıdınki
gibi bir anlam taşımadığı açıktır. Burada saptadıklarımız doğruysa hayvansal iletişim ne
yapay ne de doğal anlam
taşıyor.
Bu ikisi arasında kalan
ve onlarla hem ortak hem de farklı yanları bulunan bir üçüncü kesim
oluşturuyor. "Oluşturuculuk" dediğimiz niteliğİn (belki Grice'ça da
benimsenen) belli bir yorumu benim bu yargıını yadsıyarak hayvan iletişimini yine doğal anlamlılık içine alıyor. Bu yorumu tartışıp çürüteceğim..
Bir
anlam önermesi
iki olgu (ve bunları ifade
eden önerme- Ier) arasındaki bir
ilişkiyi
dilegetiriyor.
("Olgu"nun kaplarnma olay ve durumlan da katıyorum.) Bu bağlamda önemli bir noktayı gözden kaçırmamak gerekir:
Anlam önermeleri
içerikleri kapsamında bulunup
anlam olarak sundukları
olgunun algısal bir
betimlemesini vermezler: "X, r anlamındadır" r olgusunun deneysel bir betimlemesi değildir, çünkü deneysel olan bir veri değildir. Deneysel
gözleme açık olan
şey X'dir ve r X'den çıkarsanmaktadır. Eğer durum böyle olmasaydı, deneysel gözleme açık olan bir r olgusu, "r" önermesinin doğruluğunu doğrudan gerektirir, oluşturuculuk anlamındaki gerektirme, yani "X, r anlamındadır"ın "r"yi mantıksal olarak
içermesi,
hiçbir önem taşımazdı. Doğal anlamın bir
önem ya da de-
ğere sahip
olması,
dilegetirdiği anlarnın doğrudan gözlem alanında bulunmamasına bağlıdır. Örneğin
suyun varlığını doğrudan görmüyoruz ama vahayı görüyoruz; ateşi görmüyoruz ama dumanı görüyoruz; Robespierre'ın idamını, yani öldürülüşünü görmüyoruz ama kesilmiş kafasını görüyoruz. Buralarda r'yi çıkarsıyoruz, çünkü X, r'ye işaret ediyor.
Şu
aşamada saptanması gereken
bir başka
önern- li nokta da, r'nin doğruluğunun yalnızca X'ten çıkarsanarnayacağı, X doğru olsa
bile, r'yi tek başına
doğru kılarnaz: r'nin
doğruluğu
X'in ve "X, r anlarnındadır"ın birlikte doğru oluşlarından çıkarsa- nıyor. Bu bağlarnda anlam
önermesini
doğru kılanın ne
olduğu ve bu doğruluğun bir
içerme
değeri taşıyıp taşımadığı konuları önem kazanıyor. Bu sonuncu noktaya ilişkin olarak
ileri süreceğim
görüş "tekilci" diye adlandırabileceğimiz bir yaklaşımla taban
tabana karşıt
düşecek. Önce tekilciliği betirnlernek
istiyorum.
Tekilciliğe göre "X, r anlarnındadır" önermesi, tikel olarak düşüneceğimiz X olgusunun, yine tikel olan
r'nin varlığı
için bir yeterli koşul oluşturduğunu dilegetirmektedir. Bu önerrnenin doğruluğunu saptayan şey, (tikel)
r olgusunun (tikel) X olgusuna neden olmasıdır. "Karaburun
'un tüylerinin
dikleşrnesi onun korktuğu an-
larnındadır"
önerrnesini doğru kılan şey, biz
bunu ister bilelim ister bilrneyelirn -zaten konu bilgibilimi ilgilendirmiyor-
kedideki ürper- rneye gerçekten korkunun
neden olmuş
olmasıdır. Bu yaklaşıma göre anlam önermesinin kendi anlamı, veri
olan tikel koşullarda
ür- perrnenin ortaya çıkışının korkunun
varlığını
garanti ettiğidir. Böyle tikel dururnlardan sözedişte "anlarnındadır"
dilegetirişi, ya
"nin nedenidir" ya da "nin etkisidir" içeriğini taşır. Dolayısıyla, eğer X'in r anlamında olduğu doğruysa, X'in r'yi içerdiği de
doğrudur.
Tekilcilik
açısından
hayvan iletişimi oluşturuculuk ölçütü için bir sorun yaratrnıyor. Özel olarak hazırlanan ve
X'in nedeninin alışılageldiği gibi r olmadığı durumlarda
oluşturuculuğun
bozulduğunu öne sürrnüştürn. Tekilcilik
için
böyle bir sonuç doğrnu-
yor,
çünkü bu bakış açısına göre, özel olarak hazırlanan durumlarda X'in nedeni r olmadığı için anlam önermesi yanlıştır. Bu tikel ürperme olayına neden olan şey eğer korku
değil de Karaburun'a yapılan bir
adrenalin iğnesi idiyse "Karaburun'un (bu
kedinin) ürpermesinin nedeni olan korkmuş olmasıdır" önermesi gibi, onunla eşanlamlı olan
"Karaburun'un (bu kedinin) ürpermesi onun
korktuğu
anlamındadır" önermesi de
yanlıştır.
Hayvancağızın ürpermesinin
buradaki nedeni onun korkmuş olması değildi; dolayısıyla önermenin
anlamı da bu değildi. Özel koşullar bağlamında X doğru olduğu halde
r yanlışsa,
X'in r'yi içerdiği doğru olmayacak, dolayısıyla X'in r anlamına geldiği de yanlış olacaktır. Bu koşullarda oluşturuculuğu dışlayan bir şey yok,
çünkü bu durumlarda r'yi içerip içermediği söylenebilecek ("X, r anlamındadır" gibi) doğru bir
önerme bulunmuyor.
Tekiki
açıklama
Grice'ın ayrım ve
ölçütlerini
yeni düzenlemeler gerektirmeden koruyor. Bu yönüyle özellikle ilk bakışta çekici görünebilir. Oysa yine bu açıklamanın derinlere giden güçlükleri
de var. Bunlardan gündeme
getireceğim ilk sorun bilgibilimseL Oluşturuculuk niteliğinin bilgiye ilişkin bir
şey
olmadığını yadsımayı amaçlamıyorum. Ayrıca tekilciliğin bilgiden bağımsız olarak
nesnel olgulara ilişkin bir sav olduğunu da
onaylıyorum.
Ancak yine
de bilgisel yönün bu bağlamda bütünüyle gözardı edilemeyeceğini
düşünüyorum. Bilgiye
ilişkin
içerimleri dolayısıyla iletişimin her
zamanki uygulamasına
aykırı düşecek vargılar getiren
bir yaklaşım
oldukça ağır sorunlarla
yüzyüzedir.
Ortaya konması gereken
şey şu: Tekiki açıklamaya İnanacak olursak, hiçbir doğal anlam önermesinin doğFu olduğunu bilmemize olanak kalmayacak! Bunun gerekçesini vermeye çalışayım. Yukarıda da açıkladığım gibi, bir anlam önermesini doğru kılan koşullar arasında r'yi deneysel gözlem olarak
doğrulayan
bir şey bulunmaz;
eğer
böyle bir şey bulunsaydı doğal anlam önermelerinin bir değeri olmazdı. Ayrıca te-
kilcilik,
"X, r anlamındadır"
önermesinin "X'in nedeni r'dir" biçiminde çevrilmesi gerektiğini öne sürüyor; X'in nedeni başka bir
şey olduğunda
önceki önermeyi yanlış kılıyor. Dolayısıyla bu görüş için X yalnızca r'nin
varolduğu
bir durumda r anlamına gelecek. Ne var ki r deneysel açıdan gizli
kaldığı
için onun varlığı bilinemeyecek, x'in nedeninin gerçekten r olduğu bilinemeyeceğinden de, anlam önermesinin doğruluğu bilinemez kalacaktır. Bir başka deyişle, X'lerin nedeni her zaman r'ler olmadığna göre, r'lerin algıya veri
olmamaları
yüzünden hangi X'lerin r'lerden geldiği bilinemeyecek, böylece de
hangi doğal anlam önermesinin doğru olduğu anlaşılamayacak. Bu yaklaşıma göre doğal anlam önermelen epistemik
açıdan ya değersiz şeyler, ya da doğrulukları bilinemeyen şeyler.
Bir
başka nokta iletişimin uygulamasına ilişkin. Yukarıda özel olarak yaratılan ve
oluşturuculuk
için güçlük çıkarttığını düşünmüş olduğum durumlarda
X'in nedeni konusunda durumu bilmeyen
herkesin yanılacağını
vurgulamıştım. Karaburun
'u adrenalin iğnesiyle ürperttiğimiz bir durumda da, onu bu halde gören başka kedi, köpek, fare
ya da insan, her bireyin, onun korktuğunu sanacağını söylemiştim. Bu kediyle hayvansal iletişim ortamında karşılaşanlar ondaki ürpermenin korku
anlamına
geldiğini düşünecekler. Kuşkusuz, tüm bu bireyler gerçek nedene
ilişkin olarak aldanmış olacaklar.
Oysa ki tekilciliğe
göre bütün bu bireyler anlam hakkında da
yanılıyorlar.
Demek ki tekilcilik iletişim uygulamasındaki normal bireylerin yargısıyla çelişen bir sonuca ulaşmış oluyor.
Herkes X'in her zamanki anlamını (r'yi)
taşıdığını
düşünürken te- kilcilik bu durumlarda bir anlamlılık bulunmadığını öne sürmek gereğinde... Bu nokta üzerinde biraz
daha durmak istiyorum. Normal
bireylere gerçek nedenin r olmadığını anlatsak,
onlar X'in orada bir anlam taşımamış olduğunu onaylamak yerine, X'in yine de bu
anlamı
taşıdığını ve onları bundan
dolayı
aldattığını söyleye-
cekler.
Aldanmalarının
nedenini, böylesi koşullarda söylemenin anlam ve nedeni arasındaki farkla
açıklayabilecekler.
Örneğin doktor başka yollarla
gerçekleştirdiğimiz
pembe Iekelere kızamık tanısını koyduktan sonra gerçeği öğrendiğinde "Hmm, demek ki lekeler
burada kızamık
anlamına gelmemiş" demek
yerine "Bu lekelerin anlamı kızamıktır ve yarattığımız olağan dışı koşullar nedeniyle lekeler beni burada yanılttı; bundan
dolayı
aldandım" diyecek.
Bütün
bunları olanaksız kılan tekilcilik
burada sağduyu sezgisiyle açıkça çelişiyor. Tekilciliğin yadırganmaya mahkum bir başka mantıksal içerimi daha var: Bu görüş için doğruluk koşullarında r bulunduğunda birbirleriyle tip olarak özdeş X'Ierin
tümü r anlamına
gelecek, doğruluk
koşullarında r
yokken de aynı X'Ier -yanlış anlama
gelmek yerine- hiçbir anlama gelmeyecekler. Eğer X doğal olarak
r anlamındaysa,
bu konumunu tutarlı olarak
korumalıdır,
diye düşünüyorum. Doğal bir anlamın söylenim koşullarından bağımsız olarak, her zaman için geçerli olması beklenmelidir; böyle olmalıdır ki koşullar onu
doğru ya da yanlış kılabilsin.
Sıra, tekilciliğe yönelteceğim en önemli eleştiriye geldi. Bu yaklaşım "X,
r anlamındadır"
önermelerinin ancak
ve ancak belli bir X belli bir r'ye nedensel sonuç olduğunda doğru olacağı varsayımına
dayanıyor. Yani, bu sav doğruluğu ayrıca saptanan bir şey değil. Böylesi varsayımlar parçası
oldukları kurama açıklayıcı güç kattıkları ve onu döngüselliğe götürmedikleri sürece onaylanabilir- Ier. Tekilciliğin varsayımı bu açıdan nasıl g<?rünüyor? Varsayıma göre "X, r anlamındadır", "X 'in nedeni r'dir",
yani "X'in varlığı r'ninki için yeterlidir"
demek olduğundan,
bu eğer (o
tikel) X meydana gelmişse,
(o tikel) r'nin gerçekleşmiş olduğunu garanti ediyor. X varlığa gelmişse onu varlığa getirebilecek
olan tek şey, yani onun nedeni olan r de varlığa gelmiş olmalıdır. Bu bir fiziksel zorunluk.
Şimdi tekiki
açıklamanın
oluşturuculuğu korurken
isteye-
bileceğinden çok fazlasını koruduğunu görelim: Bir kez varsayım yapılıp koşullar böylece saptandığında
r'nin doğru olmasının artık bir olgusal önemi kalmıyor, çünkü r'nin yanlış olması olanaksız kılınıyor. Hangi ve
nasıl bir X olursa olsun, doğr ı olarak onun r anlamına geldiği söylendikten
sonra, artık r'nin de 'ioğru olmaması bir mantıksal olanaksızlık konumunda.
Dolayısıyla tekiki yaklaşım oluşturuculuk özelliğinin yadsınabilirliğini
mantıksal olarak olanaksızlaştırmış bulunuyor! Varsayım bir kez yapıldığında
akla gelen her anlam önermesi oluşturuculuk ile tutarlı kılınıyor. Ne var ki bu
durum yapay anlam önermelerine de yayıldığı için artık tekilcilik kendi amacına
ters düşüyor. Varsayım uygulandığında yapay anlam önermelerinin büyük bir
bölümü yanlış kılınıyor; böylece oluşturuculuk hem yapay iletişim diye
adlandırdığımız bağlamda korunuyor, hem de hiçbir şeyin yapay anlama gelemeyeceği
gibi bir sonuç içeriliyor. Bunca aykırılık bir görüşü çürütmeye yetmez mi?
Tekilciliği, söze konu ettiğimiz varsayımın
yalnızca kendiliğinden oluşturucu olan anlamlılık durumlarına uygulanacağı
gibi bir kural koyarak kurtarmak mümkün mü? Hayvansal iletişim dışında kalan
doğal belirtiler alanında, anlam önermelerinin kendiliklerinden oluşturucu bir
özellik taşıdıklarını, bununsa tekiki varsayımdan bağımsız olarak geçerli
olduğunu hiç kimse yadırgama- yacaktır. Oysa yukarıda gördüğümüz gibi aynı şeyi
hayvansal iletişim bağlamları için öne süremiyoruz. Bu bağlarnlardaki
anlamlılığın oluşturuculuk niteliği en azından tartışmalı bir konu. Tekilcili-
ğin varsayımı bunlar için oluşturuculuğu garanti eden tek şey. Ne var ki,
oluşturuculuk bu varsayım desteğiyle sağlanıyor ve varsayımın uygulandığı her
anlam önermesi de oluşturuculuğu koruyorsa, geride varsayımı yapay iletişime
değil de hayvansal iletişime uygulamanın bir ilkesel gerekçesi kalmıyor;
uygulama döngüsellik içine kayıyor. Evet, tekilcilik çürümeye mahkum bir görüş.
Tekiki
varsayım
anlam olgusunu ya siyah ya da
beyaz olarak gösteriyor: Anlam önermeleri, tikel bir X ile bir r arasında nedense! ilişki bulunup
bulunmamasına
bağlı olarak, ya doğru ya
da yanlış olmak gereğinde. Böyle bir şey, doğru anlam
önermelerine
değişen ölçülerde destek
sağlayacak
doğruluk koşullarına izin
veremez. Oysa doğadaki ilişki türleri her zaman aynı sağlamlıkla kurulmuyor. Vaha ile su arasındaki ilişki, örneğin ürperme ve korku arasında bulunandan
çok daha sıkı...
Hayvansal iletişim
bağlamında da X ve r'nin arasında olguya
ve nesnelliğe
dayanan bir ilişki var,
fakat bu doğal belirtilerde
olduğu
ölçüde güçlü değil. Bu
bağlamlarda
X, r anlamına geliyor
ve de X ortaya çıkmış bulunuyorsa, r'nin varlığı yalnızca (ve değişen bir
ölçüde)
olası oluyor. Olguyu bu yönlere kör kalmadan
açıklayacak
bir görüş geliştirmeye çalışacağım.
Tekilcilik
ile şimdi ortaya atacağım görüş arasında ortak olan bir yön var.
Her iki yaklaşım
da "gerçekçi"; yani her ikisi de "X, r anlamındadır" önermesinin r'yi gerektirişini, bu önermenin dış dünyadaki doğruluk koşullarına
dayandırarak açıklıyor. Doğruluk koşullarını dış dünyada tam olarak neyin oluşturduğunu belir- leyişteyse, yollar ayrılıyor. Tekilcinin
varsayımını
yadsıyorum: Sözkonusu doğruluk koşulunun tikel
bir nedensel ilişki
olmadığını öne sürüyorum. X'in
r anlamına
gelmesi, yani onu belirtmesinin
nesnel temelini X ve r arasında bulunan
bir bağlılaşım
olarak saptayacağım. Doğal anlam önermelerinin nesnel dayanağının onların örneklerini dilegetirdikleri kimi genellikler
olduğunu
savunmak istiyorum. Böyle bir
"genellikten" ille de "genel varlıklar" anlamak gerekmez; bunu ben tikel
bir X ve tikel bir r'nin benzerleriyle birlikte varolmaları biçiminde kavrıyorum.
Genellik,
onun gücünden
veya zayıflığından sözedebilmek olanağını sağlıyor. X ve r tipleri arasındaki bağlılaşımın farklı tip-
!ere
ilişkin anlam önermelerine göre değişiklik gösterdiğini, dolayısıyla
da doğal anlam
önermelerinin
doğruluk koşullarını farklı ifade
tipierindeki X ve r'yi eşdeğer bir
güçle
bağlamarlığını öne sürüyorum. "X,
r anlamındadır"
önermesi ancak bu kadar güçlü bir
genelliğin
geçerli olduğu durumlarda
"X r'yi içeriyor"
ile eşdeğerdir. Tabii böylesi sıkı bir genellik (dolayısıyla da önermeler arasında bir eşdeğerlik) bulunuyarsa ve X orada ortaya çıkmışsa, "r"nin
doğruluğu
modus ponens ile
gerektirilecektir.
Bir
doğal anlam önermesini doğru kılan şeyin, bu önermenin ilişkilerini dilegetirdiği X ve r gibi olgular arasındaki bağlılaşım olduğunu, bu bağlılaşımın genellik düzeyinin de,
dilegetirilen anlamın
türünü belirlediğini öne sürdüm. Bu,
anlam önermelerinin
sıkılık açısından dereceli
bir süreklilik
oluşturduğuna işaret ediyor.
Değindiğim
bağlılaşımların her
durumda nedensel olmaları
gerekmiyor. Nesnel bağlılaşımlar, nedensel ilişkiler yanısıra özsel birliktelikleri de kapsar. Doğal anlam
önermelerine
doğruluk koşulu oluşturabilecek bağlılaşımlar, altın olmak ile elemanın atomunda
79 proton bulunması
ve dalaylı olarak
metal olmak, sarı olmak, yumuşaklık ve
asitlerden etkilenmemek gibi nitelikleri de kapsıyor. Ayrıca, yalnızca etkilerin nedenlerine belirti
olabilecekleri gibi bir kural da sözkonusu değil. Bir bağlılaşım varsa,
bunun ögeleri birbirlerine karşılıklı olarak
belirti olabilirler; bundan dolayı da
hangisi olursa olsun biri öbürüne anlam
olabilir.
Doğal belirtiler
alanına
ilişkin anlam önermekrini doğru kılan bağlılaşımlar, belirlenim gücündeki yasalarca
değiştirilebilecek
ölçüde sıkı ilişkiler kuruyorlar.
Bu bağlılaşımlar
fiziksel zorunluk dediğimiz şeyi oluşturuyor. Örneğin bir yerde gerçekten bir
vaha varsa orada su bulunmamasına
fiziksel anlamda olanak yok, çünkü su
olmadan vahayı
oluşturan bitkiler yaşayamayacaktır. İşte bu nedenle
en dıştaki
halkayı oluşturan öbek, oluşturuculuğu Grice'ın istediği biçimde
ömeklendirecektir. Orta
halkalardaki hayvan iletişi-
miyse,
bu açıdan farklar içeriyor. Burada
artık
Grice'ın istediği gibi
bir oluşturuculuk
bulamıyoruz. Hayvansal
iletişimdeki
anlamlılık yine olgusal ve bu ölçüde de
doğal; ancak burada anlam ile söyle- nim
bir belirlenim biçiminde
bağlı değiller. İletişim bağlamında, aynı türdeki etkilerin normal olandan farklı nedensel
zincirler üzerinden oluşturulabilmesi olanaklı. Çünkü hayvan tepkilerini temellendiren neden ile etkiler daha uzun; dolayısıyla da daha kolayca kesilebilen
nedensel süreçlerle
bağlanıyorlar. Normal
olarak ürpermeye neden olan şey korku
olmakla birlikte, bu genellik bir belirlenim gücünü taşımıyor. Aynı etki, nedensel süreç ortadan
kesilerek, yani ürperme tepkisi korku nedenine kadar geri
gitmeden, bir kimyasal madde aracılığıyla kestirme yoldan da elde
edilebiliyor.
Hayvansal
iletişimde
ortaya çıkan anlamlılık alıntılanabilir olmadığı gibi oluşturucu da
değil; bunu dilegetiren bir önermenin doğruluğu fiziksel zorunluk gücü taşımayan bir nesnel bağlılaşıma dayanıyor. Dolayısıyla hayvansal iletişim Grice'ın ölçütlerinin ayırt ettiği
doğal ve yapay anlamlılık alanlarının her ikisinin de dışında -daha
doğrusu,
arasında- kalıyor. Bu
anlam yapay değil ama tam olarak doğal da
değil: Onu "Yarı-doğal anlam" diye adlandır- ınayı öneriyorum. Yarı-doğal
anlamlılık öbeğini oluşturan halkanın kendi
içindeki
farklılaşımları iç içe halkalar
olarak düşünmüştük
Buna şimdi eklemek
istediğim
şey, yarı-doğal anlamlılık içindeki farklılaşımların da, doğruluk koşulunu oluşturan bağlılaşımın sıkılık
derecesinden kaynaklanıyor oluşu. İçsel bir biyolojik koşula tepki
olarak deri üzerinde
kızarıklıklar oluşmasındaki nedensel
süreç, bir duygusal durumun dışa vurulduğu tepkilerdekine göre daha kısa ve
daha az karmaşık.
Önceki sonrakinden daha sıkı bir
bağlılaşım
oluşturuyor. Öte yandan
en uzun ve dolayısıyla
da en zayıf nedensel
zincir, hayvanların
bir dış koşula tepki
olarak ortaya koydukları
davranışları temeliendiren
süreçler.
Evrimle büyük bir
incelik ve özelleşme düzeyi kazanmış olan böylesi tepkiler
türler ara-
sında ancak
seyreklikle gözlemlenebiliyor.
Yine de bu tepkilerle iletflen bilişi değerinin en üst düzeyde yaşamsal olduğu yadsınamaz... Kanımca bu
durumlarda hayvanların
yapay iletişime en
çok
yaklaştıkları örnekleri buluyoruz.
Yine de böyle
örneklerin yapay anlamdan özenle ayırt edilmesi gerekiyor. İçgüdüsel, yani
kendiliğinden
yapılan bu davranışlar hem nesnel bağlılaşımlara dayanıyorlar, hem de alıntılanabilir değiller. Doğallıkları, Locke'un söylemiş olduğu gibi, türe giren
tüm
değişik hayvan topluluklarında bir örnek oluşlarından da belli. Vervet maymunlarında dil farklılığı yok;
aynı tehlike karşısında hepsi
de aynı
haykırışı kullanıyor. Yapay
anlam taşıyan
söylenimleri davranışa döken bir
zorunlu koşul da bunların "niyetli"
oluşları.
Oysa ne denli özelleşmiş olursa
olsunlar, hayvan iletişim davranışlarının da yapay söylenimler gibi niyete dayanahileceği savı, uzlaşmaz bir biçimde tartışmalı kalıyor.
Hayvansal
iletişim
bizlere hiç de
yabancı
değil; bunu hem tek başına, hem
de dilsel iletişim
yanısıra, durmaksızın kullanıyoruz.
Belki yapay iletişimi
başaran tek tür biziz,
ama ürettiğimiz
ya- rı-doğal anlamlılık bizim öbür hayvan
türleriyle
olan evrimsel bağlarımızı ortaya koyuyor. Bu, evrimin bir sürekliliğe yaklaşan adımlarının somut bir belirtisi. İnsan, hayvansal
iletişim
becerisine sahip
olmadan yapay iletişimi
gerçekleştiremezdi. Yazımı insanlar
arasındaki
farkların, kimi insanlarla hayvanlar arasındakilerden daha büyük olduğunu öne süren LaMettrie'yi anarak bitiriyorum.
DÜŞÜNME, DİL VE ANLAM<I)
(1994)
Bir
türncenin
anlamını, bu türnceyle başkalarına iletilmesi amaçlanan düşünceden (yani bildirimden anlaşılan şeyden) yola çıkarak belirlemeye
çalışan bir kurarn geleneği vardır. Buna göre, "insanda
değişik
düşünceler bulunmakta ve bundan hem kendisi
hem de başkalan
yararlanıp zevk almakla birlikte, bu düşünceler insanın içinde, başkalarınca
görülemez ve onlardan gizli olarak
kendiliklerinden açığa
çıkamayacak biçimde bulunurlar.
Düşüncelerin iletişimi olmadan
toplumsallığın
kolaylık ve üstünlükleri de olmayacağından, insanların, düşüncelerini
oluşturan o görünmeyen ideleri başkalarının da bilmesini sağlayacak kimi dışsal duyular
imler bulmaları
gerekliydi."(2) Kökenieri ilkçağa dayanan bu görüş, İngiliz düşünürü John Locke'un yapıtında -yalın olsa da- klasik biçimine kavuşturulmuş, geçen yüzyılın sonlanndan, yaklaşık yirmi
beş yıl
öncelerine kadar da başatlık ölçüsünde bir etki yapmıştır. Sözü edilen gelenek içinde ortaya
atılan en gelişkin kurarn
1988 yılında
ölen Paul Grice'ınkidir.
1) Bu yazının bir bölümünü 9 Mart 1994'te Hacettepe Üniversitesi
Dilbilim Anabilim Dalı
ö^rencilerine bir bildiri olarak sundum. Aynı bildiri Dilbilim Araştırmaları
1995'te yayımlandı.
2) John Locke, insan Anlığı
Üzerine Bir Deneme (Türkçesi: Vehbi Hacıkadir- o^lu), Ara Yayıncılık, İstanbul, 1992, s.262. Bu parçanın
çevirisine ilişkin bir eleştiri yapmak gereğindeyim. Sayın Hacıkadiroğlu 'nun çevirisi Loc- ke'un kendi ifadesindeki arnaçsallığı
ortadan kaldırdı^ı için, bu filozofun kuramı
için verdi^i gerekçeyi de silip süptirüyor. Özgün metinde, insanın kendisi gibi başkalarının
da yararlanıp zevk alabilecek/eri, gözlemleneme-
yen düşüncelerden söz ediliyor. Dolayısıyla Locke'a göre, bu düşünceleri
Bu
geleneğin
önemle vurgulanması gereken
olumlu bir yönü var. "Düşünce-iletim" diye adlandıracağım bu yaklaşım, insan
dillerindeki anlam olgusunu daha genel bir düzlemde iletişime bağlayarak, hem anlamı hem
de dili evrimsel bir çerçeveye oturtmayı olanaklı kılıyor.
İnsanlardaki iletişimin hayvanlarınkiyle ortak olan yanlarını saptayıp, birini öbürüne bağlayan evrimsel basamakları belirlemeye zemin oluşturabiliyor. Öte yandan böyle bir
yaklaşımın
iletişim ve anlama ilişkin bir
evrimselliği
kavrayabilmesi için iki
ek varsayıma
daha gereksinimi var. İlk varsayım, anlamı bütüncü değil, biriınci olarak düşünmek koşulu. Biriınci hipoteze göre, iletilecek
her bir düşünce kendi başına bir
anlamsal içerik birimi oluşturur. Her
bildirim, anlamını
kendi başına ye
başka anlamlardan bağımsız olarak
taşır.
Farklı bildirimler arasında kimi
yakın
mantıksal ilişkiler tabii
ki olacaktır;
ancak bunlar bağımsız anlamlar
arasındaki
ilişkilerdir.
Evrimsel
bir kurarn için gerekli olan ikinci varsayım, anlamın sentaks ve semantik yapıdan soyutlanarak
düşünülebileceğidir. Bunun için, önce, dildeki türnceleri iletişimsel evrimin ancak son aşamasında geliştirilmiş olan, bu aşamaya özgü araçlar olarak kavramak gerekir. Dil, iletişim için zorunlu sayılmamalıdır. Anlam taşıyan birimler,
dilsel olabilen, fakat dilsel olmaları gerekmeyen
sözlerle
başkalanna iletmenin gerekçesi (ve amacı) elde edilecek bu yarar ve zevk. Sayın
Hacıkadiroğlu'nun çevirisindeyse, insanda bulunan düşüncelerden başkalan zaten zevk alıp yararlandıkianna göre, iletişim
yapmanın gerekçe ve amacı da ortadan kaldınlmış oluyor. Aynca, çevirinin bu ilk türncesi bana sanki bir olanaksızlık
ifade ediyormuş gibi geliyor: Eğer baş- kalan benim düşüncelerimi
göremiyorsa, ben bunlan onlara ileımediğim
sürece, düşüncelerimden nasıl olup da yararlanıp
zevk alabiliyorlar?
Vehbi Hacıkadiroğ/u'nun notu: Sayın Denkel'e bu düzeltmesi
için teşekkür ediyorum. Türncenin ikinci bölümünün, birinci bölümdeki kaba yanlışlığa karşı okuyanlan uyarmış olduğunu umuyorum. Doğrusu şöyle olacaktı: "insanda, kendisi gibi başkalarının
da yararlanıp zevk alabileceği, çok değişik düşünceler
bulunmakla birlikte... "
fiziksel
olgular, yani genel iletişim
araçları olarak düşünülen "söy- lenimler" biçiminde saptanmalıdır. Söylenim kavramının
kapsamı tümcelerle bildirim
yapmaktan, örneğin
göz kırpmaya, havlamaktan
kadeh kaldırmaya,
tüy dikleşmesinden yüz kızarınasına kadar,
iletişime
yarayan her türlü aracı kapsayan geniş bir
yelpazeye yayılacaktır.
Bu varsayımlar bağiarnı içinde görüldüğünde, bir anlam kuramı, iletilen
bir düşünceyi
ona araç olan
söylenime
bağlayan ilkeleri
saptar; söylenirnin
nasıl olup da bir anlam taşıdığını, bu söy- lenirnin
iletmeye yaradığı
düşüneeye nasıl bağlandığını açıklamayı amaçlar. Yukanki düşünceleri bir şema ile
özetleyelim:
Düşünce-iletişim yaklaşırnma göre gelişimin mantıksal
doğrultusu
İLETiŞiM
İnsan
Çeşitli hayvan
türleri
►
EVRİM
Ana
çizgilerini
belirlemeye çalıştığım yaklaşım, en azından ilk
bakışta,
çağımızın ünlü dilbilimci
ve düşünürü
Noam Chomsky'nin kimi görüşleriyle taban tabana karşıt düşüyor. Chomsky, az ileride daha ayrıntıyla değineceğimiz Descartes gibi, gerçek anlamdaki
dilin yalnızca
insanlarda bulunduğunu, yani bu-
nun
"türe
özel" (species specific) bir nitelik olduğunu düşünüyor. Farklı hayvan türlerine baktığımızda, onlarda insanınkine doğru karmaşıklaşıp olgunlaşan,
değişik gelişmişlik düzeylerindeki dillerin varlığını gözlemleyebiliyoruz. Sözcükleri kurallara uyarak bir araya
getirmekle elde edilen tümeelerden oluşan dilleri bizden başka hiçbir hayvan
türü ortaya koyamamış. Bu
yalnızca
insana özgü bir
başarı.
Dolayısıyla farklı türlerde bu
anlamdaki dilin evrimsel aşamaları olarak
değerlendirebileceğimiz
düzenekler bulamıyoruz. Chomsky'nin
bu öne
sürdükleri, Descartes'ın ünlü Metot
Üzerine
Konuşma'sının 5.
bölümünün
son sayfalarını sanki olduğu gibi
yineliyor. Yine aynı çerçeve içinde kalarak Chomsky şöyle devam
ediyor: "Dil bilen bir kişi, her
biri belli bir biçim ve anlam, ya da anlam potansiyeli
taşıyan sonsuz sayıdaki birbiriyle
örtüşmeyen
önermelerin oluşturduğu bir
öbeği belirleyen kimi kural ve ilkeleri
öğrenmiş
durumdaki bir kişidir. En
düşük zeka düzeyinde bile,
bu bilginin kendine özgü
kullanımı, şimdi betimlenen
anlamdaki özgürlük
ve yaratıcılığını korur: İnsan bir
yadırgama
ya da alışma- mışlık duygusu duymadan sınırsız çokluktaki söylenimleri anında kavrayabilmek yetisindedir... Eğer bu
doğruysa,
insan dilinin hayvan iletişim dizgelerinin
evrimi olduğu konusunda kafa yonnak da boşunadır."(3) Chomsky, dil kullanma yeteneğinin "evrensel gramer" dediği ve
insanların
doğuştan sahip olduklarını ileri sürdüğü kimi
bilgilere dayandığını
düşünüyor. Onun doğuştancılık konusunda Descartes'tan ayrıldığı, yer,
bunların
zihnimize Tanrı tarafından konulduklarını onaylamak yerine, beynimizin
fiziksel yapısından
kaynaklandıklarını, evrimdeki
bir mutasyonun sonucu olduklarını savunuyor olması...
Chomsky türlerin
evrimi kuramma karşı çıkmıyor; onun yadsıdığı şey dilin hayvanlardan insanlara doğru bir
evrim geçirmiş
olduğu. Bu öğretiyle bağlantılı olarak
3)
Noam Chomsky, "Knowledge of
Language", Times Literary Supplement, 15 Mayıs 1969.
Chomsky'nin
benimsediği
bir başka sav
da iletişimin
dilin birçok işlevinden yalnızca biri olduğudur. Ona
göre dil ile, iletişim yanısı- ra düşünür, araştırır, toplumsal alışverişte bulunur, yaratıcı yazı yazmak gibi birçok başka şey de başarırız. İletişim dilin başlıca ya
da temel işlevi olarak bile görülemez.<4l Örneğin dili iletişim yapmaktan çok felsefe
düşünüp yazmakta kullanan insanlar vardır. Chomsky'nin
konuya yaklaşımını
öncekine koşut bir
şema ile özetleyelim:
Düşüncesiz/otomatik iletişim (doğal
Kanımca tüm bu değerlendirmeler ve onların
geçerlilikleri önemli bir ölçüde dil dediğimiz şeyi nasıl tanımlamak istediğimize,
onun sınırlarını nereden çekmeye hazırlandığımıza bağlı. Biraz keyfi (ve kimi
düşünüdere karşı döngüsel) olmak pahasına, bir- yandan dile iletişim dışında
başka işlevler yükler, öbür yandan da onda görülen yapısal nitelikleri, yani
morfoloji, sentaks ve seman- lik kuralsallık ve dizgeselliği, dil için zorunlu
sayarsak, Chomsky'
4)
Chomsky, Reflections
on Language, Temple Smith, London, 1976, ss.69, 71.
nin
istediği
tanıma ulaşırız. Ben
şu anki tartışma çerçevesinde Chomsky'nin varsaydığı böyle bir tanımı en
azından
şimdilik onaylamaya hazırım. Dolayısıyla, doğuştancılık savı dışta
bırakılmak üzere, dilin
yalnızca
insanlara özgü olduğunu ve onlarca iletişim dışında da kullanıldığını onaylayabilirim. Şimdi, bundan
çı- karsanabilecek bir mantıksal sonuç, dilin kendisinin çeşitli gelişim aşamalarından geçmek anlamında bir evrim geçirmediğidir. Ne var ki, Chomsky'nin öne sürdüğü gibi, insan dilinin hayvan iletişim dizgelerinin
bir evrimi olmadığını
aynı öncüilere dayanarak
öne
süremezsiniz. Dili
onun istediği
gibi tanımlamakla tutarlı olarak, anlamın çeşitli hayvanlarda görülen iletişim dizgeleri aşamalarından sonuçtaki dilsel
iletişim
evresine bağlanan bir
evrim sürecinden geçtiğini öne sürebiliriz. Dilin kendisi değilse bile,
iletişim
ve anlam, oldukça belirgin
bir biçimde izlenebilen bir evrim geçiri- yarlar
ve sonuçta da dil aşamasına ulaşılıyor.<S) Ayrıca tarihsel olarak
dilin, iletişim
araçlarının geçirdiği evrimin
bir ürünü
olması, sağladığı zengin
olanaklar dolayısıyla
onun insanların yaşamında başka önemli işlevler
taşımasıyla tutarlı olan
bir olgu. Kuşku yok, evrimsel yaklaşım Chomsky'nin
inançlarıyla
uyuşmuyor. Ne var ki, bu yaklaşım Chomsky'nin
ona karşı
öne sürdüğü gerekçelerle de
çelişmiyor.
Sonuç olarak, şimdi savunmayı amaçladığım türdeki bir evrimsel yaklaşımın yukarıda tartıştığımız itirazlardan etkilenmediğini saptamış oluyoruz.
Burada
düşünce-iletim
kuramının içerikçe nasıl olduğu, ya
da nasıl
olması gerektiği konusuyla
ilgilenmeyeceğim.
Yapmak istediğim, bu yaklaşıma yöneltilen iki eleştiri türünü ele almak. Bu tür eleştirilerin ortaya koymaya çalıştığı şey, yukarıda belirlediğimiz varsayımiara dayandırılan bir anlam kuramının, içeriği ne olursa olsun, kimi olanaksızlıklar üzerine kurulduğu. Düşünce-ile-
5)
Bkz. Arda Denkel, "Hayvan İletişiminde
Anlam", Felsefe Tartışmaları,
ll, 1992, ss. 82-94; "Hayvanlarda İletişim",
insancıl, 3/28, 1993, ss.5-8.
tim
yaklaşımının
son çeyrek yüzyılda gözden düşmesinde etkili olan bu eleştirilerden biri, aslında hiç de yeni sayılmaz. Yakın geçmişte. Donald Davidson tarafından yeniden
gündeme
getirilmiş olmasına karşın bu
uslamlamayı
ana çizgileriyle Descartes'ta da bulabiliyoruz. Her iki düşünür de
söylenimlerin
anlamlarını saptadığı varsayılan niyet
veya inanç gibi düşünce içeriklerinin dilsel bir tasarım ortamı dışında var olamayacaklarını öne sürüyor. Eğer bu eleştiri geçerliyse, birinci şemadaki üzeri taralı örtüşme alanı gibi bir şeyden söz edilemeyecek,
yani Chomsky'nin modeli doğrulanmış olacak.
Descartes
felsefesinin zihinselciliği
su götürmez; bilindiği gibi bu filozof modern öznelciliğin de babası sayılır. Ona göre düşünce özdekten bağımsız bir varlık türü olarak, bütünüyle kendine
özgü
ölçütlerle kanıtlanıp belidenebilen
bir şeydir.
Dolayısıyla bir varlığın düşünebildiğini, yani onun bir anlık ya
da zihin olarak var olduğunu
öne sürebilmek için, gövdeye veya
genel anlamda fizikselliğe
ilişkin ölçütlere gerek
yoktur. Ancak bu, zihinsel varlığı ve
onu belirleyen düşünceyi
ilgilendiriyor. Fiziksel bir varlığın, örneğin bir canlının, düşüneeye de sahip olup olmadığını, yani bir can- Iıda onun
gövdesiyle
etkileşen bir anlık bulunup
bulunmadığını
saptamaksa başka bir
şey: Burada düşünme yetisininfiziksel
olarak tanıdığımız
bir nesneyle nasıl olup
da bağlılaşım
içinde sayılabileceği, yani
o gövdeyle
bağlantılı bir tinin var olduğunun hangi
gerekçeye
dayanarak öne sürülebileceği gündeme geliyor. İşte bu
sonraki amaç
için Descartes gövdeye ilişkin bir özellik olan
konuşma eylemini, canlı varlıkların düşünme yetisi ile donatılmış olmalarının zorunlu ve yeterli koşulu saymıştır. Bunu en az üç ayrı metinde oldukça açıklıkla dile getiren Descartes'a göre, zekiica
geri olanlar dahil, insanların
tümü, sözcükleri düşüncelerini anlaşılır kı-
lacak
bir biçimde
düzenleyebilirler. Oysa
hiçbir hayvan, ne ölçüde iyi
beslenirse beslensin, nasıl bir
eğitim
görürse görsün, böyle bir
şeyi
başaramayacaktır. Bu,
onların
konuşmak için gerekli
olan organlarının
yeterince gelişmemiş oluşundan dolayı da değildir. Saksağan ve papağanlara kimi sözcükleri söylemeyi öğretebiliyorsunuz; ne var ki onlar bu sözcüklerle türnceler kurmayı hiçbir zaman başaramıyorlar. Buna karşılık, konuşma organları özürlü olan sağır ve
dilsiz insanlar bile, ne yapıp edip
düşüncelerini
başkalarına iletebilecek
im dizgeleri geliştiriyorlar.
Bu, diyor Descartes, hayvanlardaki ussal yetinin insanlardakinden
daha sınırlı
olmasından değil, onlarda
böyle bir yetinin hiç bulunmadığının kanıtıdır.(6) "Hayvanların
bizler gibi konuşabiliyor olmamaları, bunu yerine getirecek organlarındaki bir eksiklik dolayısıyla değil, düşünce yetisine sahip bulunmamalarındandır."(7) "Gövde
içinde sarılı ve
saklı kalan düşüncenin varlığına (presence) ilişkin tek
kesin belirti ve işaret sözdür."(8) Böylece Descartes düşüncenin varlığı için deneysel, nesnel ve fiziksel bir ölçüt belirlemiş oluyor. Ancak ölçütü böyle- sine kesin bir zorunlu ve yeterli
koşul
biçiminde sunuyor olması, bunun
-en azından
günümüzün verileri ışığında- oldukça kolaylıkla çürütülebilmesine olanak veriyor. Hiçbir zaman
iletişim
kura-
6) Bkz. Metot Üzerine Konuşma (Türkçesi: K. Sahir Sel), Sosyal Yayınlar,
İstanbul, 1984, s.52-53.
7) Newcasıle Markisi'ne mektuptan: Bkz. Materialism and the Mind-Body Problem, David
Roshental (der.), Prentice-Hall, New Jersey, 1971, s.22.
8) Henry Moore'a mektuptan. Bkz. a.g.y., s. 24. Descartes şu iki ayrı şeyi bir arada savunuyor: (a) dil yalnızca
insanların sahip oldukları bir şeydir, ve (b) düşünce yalnızca insanların sahip oldukları bir şeydir. Ona görde hem b a'yı mantıksal olarak içeriyor, hem de a b'yi gerektiriyor. Bu eşdeğerli-
ğe (karşılıklı içerime) dayanarak Descartes a'nın
doğruluğunu b'nin doğruluğuna
kanıt sayıyor. Evrimsel yaklaşımın
a'yı onaylamasını engelleyen bir durum yok. Bu yaklaşımın
karşı çıkması gereken şey (en azından yalın düşüneeye ilişkin olarak) b'nin doğruluğu
olduğuna göre, evrimci görüş
a'nın b'yi gerektirdiğini de yadsımak zorunda.
mayacak
ölçüde zeka özürlü insanlar
bulunduğu
gibi, sağırlar için geliştirilen dili oldukça etkili
bir biçimde
öğrenmiş olan şempanzeler de var bugün.<9l Bu olgular Descartes'ın ölçütünü deneysel anlamda çürütüyor. Kaldı ki aynı ölçüt, gelişkin kimi bilgisayarlara ilişkin olarak,
bugün "yapay zeka" dediğimiz şeyi, gerçek zeka olarak değerlendinneyi gerektiriyor.OO)
Descartes'ınki gibi bir ölçüt yumuşatıldığında çok daha güçlü bir
uslamlama elde ediliyor. Örneğin Willard
Quine ve kendisini izleyen felsefeciler, dili
olmayan yaratıkların
davranılarına niyetlilik
gibi düşünsel
içerikler yüklediğimizde, (düşünen yaratıklar olarak) kendimizi onların yerine
koymak yanılgısını
işlediğimi
9)
Bkz. A ve B Gardner, "Two W ay Communication with an Infant Chimpan- zee", Schrier ve Stolnitz
(der.), Behaviour of Non-Human Primates. Londra, Academic Press, 1970.
10) Descartes'ın öne sürmek istediği şey tabii ki bunun tam tersi. O, hayvan ya da makinelerin kimi çok
özelleşmiş alanlarda bizden daha üstün yetenekler serimleyebileceklerini, ancak böyle birşeyin
onların zeka ya da anlık taşıdıkianna kanıt
oluşturmayacağını öne sürüyor. Çünkü, diyor, bu özelleşmiş
alanların dışına çıkıldığında hayvan ve makinelerin yetenekleri de
ortadan kalkar. İnsansa, yetenek düzeyini her durum bağlamında, değişen her koşulda gösterebilen bir yaratıktır. Ne var ki, Descartes böyle diyerek bu ayrımı niceliksel bir ölçüte
dayandırdığından kendi düalist
savını tehlikeye sokarak, özdekçiliği
savunmaya oldukça uygun bir ortam hazırlamış
oluyor. Örneğin teknoloji gelişir de birçok alanda (ve giderek tüm alanlarda) yetenekleri insanınkini
aşan bilgisayarlar imal edilirse Descartes'ın
ölçütüne göre bunlara anlık
aıfeımek gerekecek. Karşımıza bizimki kadar yetenekli maymunlar getirseler bu ölçüte
göre onları da düşünen
yaratıklar olarak değerlendirmek durumunda kalacağız. Descartes böyle olasılıkları "moral olarak olanaksız"
diye nitelendiriyor. Tabii ki bu ileri sürdüğü
şey mantıksal ya da deneysel anlamdaki bir olanaksızlık
olmamalı, çünkü konu ettiğimiz durumda bu iki olanaksızlık
türü de söz konusu değil.
Eğer Descartes bununla "böyle
şeyler olmamalı" demeye getiriyorsa, felsefi açıdan doyurucu bir gerekçe
verebiimiş olmuyor. Çünkü akla hemen gelebilecek bir soru, bunların "neden olamayacağı"
olacak...
zi
vurgulamışlardır.O
l) Bu bizi Davidson'a getiriyor:
ona göre,
canlılara inanç ve
niyet gibi düşünsel
içerikler yüklemek, ancak
bu yaratıkların
ortaya koyduğu dilsel
beceri ölçüsünde
geçerlidir ve yine ancak bu ölçüde olumlanabilir.
Dilsel davranış
serimlemeyen yaratıklara bilinçlilik, niyet ya da inanç atfetmek
temelden yoksun kalır, diyor Davidson. Çünkü eldeki
deneysel veri bu tür
atıf, yorum,
ve bunlara dayanarak yapılacak açıklamaları temellendirmeyecek, tüm bunlar
deneyce belirlenmiş
olmaktan geri kalacaktır: Bir başka deyişle, aynı deneysel veri, birbirleriyle uyuşmayan birden çok sayıdaki açıklamayı aynı ölçüde destekleyecektir.02) "Dile dayanmadıkça, kimi zaman güvenle öne sürebildiğimiz açıklamaların
gerektirdiği ince
düşünce
ayrımlarını yapamayız...
(Örneğin)
köpek sahibinin evde olduğunu biliyor,
diyoruz. Oysa bu köpek (sahibi olan) Bay Smith'in, ya da
(aynı
kişi olan) banka müdürünün evde
olduğunu
da biliyor mu?"(l3)
Kolayca
anlaşılabileceği
gibi, Davidson Descartes'ın koşullarından yalnızca zorunlu olanını seçti ve onu bu kez bir yaratıkta düşüncenin varoluşuna değil, o yaratığın davranışına düşünsellik
I 1) Bkz. W.V.O. Quine, Word and Object, M.I.T. Press, Massachusetts,
1960, ss.218.
I 2) Bkz. Davidson, Truth and lnterpretation, Ciarendon Press, Oxford, I 985, s. I 64. Deney verisinin herhangi bir savı
olumlamamasından, onu olumla- dığı halde "belirlemekıen geri kalışını" (underdeıermination) ayırt
etmek gerekiyor. Sonraki durum aynı verinin birden çok savı
eşit olarak olumlamasıyla doğuyor. Bu nedenle de böylesi bir olumlama geçerli bir deneysel ıemellendirme
olmuyor.
13)
Bkz. a.g.y., s. 163. Aynı kaynakda Davidson yukarıdakini
tamamlayan ikinci bir uslamlama daha kuruyor. Bu ikincisi, düşünen bir yaratık olabilmek için başka
bir yaratığın dilini yorumlayabiliyor, aniayabiliyor olmanın
gerektiğini öne sürüyor. İletişim için başka canlılara düşünce, aife- debilmek gerekeceğine
göre, bunu gerçekleştirebiirnek için o canlıların dillerini yorumlayabiiir durumda olmak, yani bir dili kullanabiliyor
olmak gerekir, diyor Davidson. Ne var ki, böyle bir savı onaylamak için önce
yük/enilmesine uygulayarak kullandı: daha
yumuşatılmış,
ancak çürütülmesi daha güç olan
bir sav elde etti! Ne var ki, birini eleştirirken ortaya atılan savlar
dönüp dolaşıp
eleştireni de etkileyen vargılar içerebiliyor. Bu açıdan bakıldığında Davidson'un yumuşatarak güçlendirdiği koşul sorunlardan arınmış değil. Örneğin Da- vidson, öne sürdüğü dilsel davranışla sınırlamakla, kendini dilsel olan dışındaki hiçbir davranışın niyetli olamayacağı gibi bir görüşe bağlamış oluyor. Diyelim ki bu pürüz, niyete
dayandığı
ileri sürülecek şeyin "dilsel/ik
ölçüsünde
karmaşık olan davranış" biçiminde düşünülmesiyJe04) giderildi. Ortadan kaldırılması gereken başka birçok güçlük varlığını hala sürdürecektir. Çünkü, bu düzeltmeyle bile, biz insanların karmaşık olmayan tüm edimlerimiz
niyetsiz davranışlar
olarak değerlendirilecek. Örneğin adam öldüren biri,
"tetiği
çekmek" gibi
yapıca
yalın olan davranışına niyet yüklene- meyeceğinden suçsuz sayılacak; yani bir katil, katil sayılmayacak. Sorunları ortadan kaldırdıkça onlara yenileri ekleniyor; David-
son'un koşulu,
saçma sonuçlar içeriyor. Peki
bütün bunlar bir ya.
na,
değindiğimiz
bu pürüzlerin ötesinde, koşulun yakalamayı başardığı
doğru bir şey de
yok mu? Eğer varsa, bu doğruluğa yaklaşmak amacıyla, geri
kalan güçlükleri
de bir bir gidermeye çalışacağım. Davidson eleştirisinin gerçek gücünü ortaya çıkararak bunun
düşünce-iletim
yaklaşımını etkilemediğini göstermek istiyorum.
Belki
de Davidson'un öne
sürdüklerini davranış türlerine değil, kimi
türdeki
yaratıkların kimi
davranışiarına
uygulamak gerekiyor. Çünkü düşünen canlılar olan bizlerin, birbirimizde görüp
Davidson'un kendi kuramını varsaymak
gerekiyor. Aynı nedenle, kendisinin uslamlamasını onaylamak için ilk
önce
düşünce-iletim yaklaşımını yadsımak gerekeceğine göre, burada evrimsel yaklaşımı tehdit
eden bir şey yok. Kuşkusuz Davidson'un
bu savlan da düşünce-iletimi
yadsıyor ama, bunu bir varsayım olarak yaptığına göre, içinde kullanıldığı argümanı
döngüsel kıldığından burada
daha ayrıntıyla
tartışılmayı gerektirmiyor.
14)
Davidson
buna pek yatkın
görünmüyor. Bkz.
a.g.y., s.
164.
niyetli
olarak yorumladığımız
davranışların birçoğu hem
dilsel değil, hem de yalın. Üstelik dil-dışı davranışlarla
yaptığımız iletişim de,
yaşamımızda
oldukça önemli bir
yer ve işlev
taşıyor. Bakışlarımız, yüz ve
gövde hareketlerimiz, ses tonumuz, başkalarına yönelik duygu, niyet ve düşünederimizi aktarmakta bizlere oldukça güçlü olanaklar sağlıyor. Telefon
konuşmalarında
kimiterimizin bulduğu kuruluk
ve eksiklik, işte bu kanallardan yararlanamamak yüzünden. Davidson
'un savlarını
olduğu gibi onaylayanlar, yaşamın tüm bu yönüne de
sırt
çevirmek zorunda kalacaklar. Demek ki eleştiri daha
da yumuşatılarak,
dilsel davranışın varlığı, eylemi yapan canlının düşünebilen bir yaratık olmasına zorunlu koşul kılınmalı. Düşüneeye dayandığını
söyleyebilmek için her
bir eylemin dilsel olmasını gerektirrnek
yerine, ancak dilsel eylem üretebilen yaratıkların sorumluluk taşıyabilecek, düşünen ve kendisi seçerek eyleyebilen
varlıklar
oldukları ileri sürülmeli; böylesi yaratıkların öbür eylemleri de, geçerli durumlarda,
niyetiilikle nitelenebilir kılınmalı.
Burada
daha önce Chomsky'nin eleştirilerine ilişkin olarak ele aldığımız kimi
sorular yeniden gündeme geliyor. O aşamada birer
varsayım
olarak onaylayabileceğimi belirttiğim kimi savların aslında bir eleştirici süzgecinden geçirilmeleri gerek. Önce, bir
iletişim
araçlan dizgesini diller arasına koyabilmek
için onun ne ölçüde karmaşık olmasını bekleyeceğimiz
sorgulanmalı. Örneğin hayvanlarda
sıkça rastlanan ilkel imierne dizgeleri
dil olarak görülecek mi, yoksa dil denilen şeyin en
az insanınki
düzeyinde karmaşık bir
dizge olması
mı beklenecek?05) Önceki seçeneğe olumlu bakmak Davidson'un amacıyla çelişir. Oysa, Descartes ve Chomsky'nin de
savundukları
sonraki seçeneğin içerdiği birçok gpçlük var. Önce, dile
ölçüt olarak niye insaniannkinin kullanıldı-
15)
Bu
aynma ilişkin Bkz. Jonathan Bennett,
"Thoughful Brutes", APA Pro- ceedings and Addresses, Cilt 62, 1988.
ğını sormak
gerek. Çünkü
böyle bir gerekçeklendirme verilmedikçe, Davidson 'un uslamlaması insan dışındaki canlılara düşünce atfetmeyi keyfi bir biçimde engellemiş olur. Ayrıca aynı dili kullandıkları söylenen insanlar arasında, serimlenen
dilsel kavranışın
karmaşıklığı açısından büyük farklar
bulunur. Bir edebiyatçının
dili kullanışıyla bir çobanınk.i arasında derin nitelik ve nicelik ayrılıkları vardır. Aranılan karmaşıklık
düzeyi bunların hangisininkidir?
işitme
özüdülerin imieri diller arasına kabul
edilecekse, şempanze-
lerio başarıları ne
olacaktır?
Bir kez bu yol tutulunca,
Descartes'a sorun olan şeyler Davidson'un
başını da ağrıtınaya başlıyor.
Ölçütü saptamaya
çalışırken
doğan bu sorunlar giderilse bile, yine
onlarla ilgili ve bu kez bilmeye ilişkin olan
(epistemolojik) sorunlar güçlük yaratmayı sürdürecekler. Düzeltilmiş
biçimiyle David^on'un zorunlu koşulu artık olsa olsa hangi yaratığın düşün- eeye dayanan davranışlarda bulunabildiğini saptıyor; yoksa hangi davranışın niyetli
olduğunu
göstermiyor. Böyle bir
şeyi
başarama- clığını az
önce
gördük. Gelgelelim, düşünebilen bir yaratığın her
eyleminin düşüneeye
dayandığı da öne sürülemez. Örneğin biz in- sanlann her hareketimiz
niyetli değildir;
birçok şeyi kendiliğinden yapar,
üzerinde
düşünmeyiz bile. Yüzümüze yapışan sineği kova.
lar,
kaşınır,
uykuda döner, çevreye boş bakışlar atar, ya da refleks hareketler
yaparken aynı
şeyleri hayvanların da
yapışlarından
çok farklı bir konumda değilizdir.
Tüm bunların ötesinde, deneysel gerçekler bir
yana, davranışında
hiçbir karmaşıklık gözlemlenmeyen bir
yaratığın,
(buna rağmen) düşünen bir yaratık olması da çelişik bir
şey
değil. Dolayısıyla böylesi durumlar
bizim onları
bilebilirliğimiz dışında olanaklı olabilirler.
Kısacası
Davidson'un savı, bilgibilimsel
bir uslamlama olarak da, amacına ulaşmaktan geri kalıyor. Ayrıca, ortaya düşüncenin neden
gelişkin
ve karmaşık bir
davranış
gerektirdiğinin tatminkar
bir açıklaması
konmadığı sürece, olgusal
açıdan
da
bu savların
bir kesinliği ya
da bağlayıcılığı
olamayacaktır. Kuramsal
bir temellendirme olarak, böyle bir
şeyin dilsel davranışı zorunlu
kıldığı,
çünkü düşünmenin ancak
bir dil kullanılarak
ger- çekieşebildiğini öne sürmek isteyenler çıkabilir. Ancak
bir "düşünce
dilinin" gerekliliğini savunan bu oldukça aşırı iddialı savı, Deseartes-Davidson yaklaşımıyla karıştırmamak gerek. Bu filozoflar
dilin varlığını
düşünceyi yürütebiirnek için zorunlu
olan bir araç konumunda değil, düşüncenin varlığının bir belirtisi sayıyorlar. Onların yaklaşımları içinde dilsel davranış, bir
yaratığın
belli bir karmaşıklık düzeyiyle başa çıkabiliyor
olmasının kanıtı yerine
geçiyor.
Örneğin, düşünmenin neden
karmaşık
bir davranış gerektirdiğini açıklamak için, Davidson niyet ve inançların dil
kullanımını
da zorunlu kılan, ortak
neden durumundaki kimi temel zihinsel işlevlere dayandıkları gibi, daha az iddialı bir
görüşle
yetinebilir. Nasıl yapılacağı bir yana, düşünselliğin neden ancak dilsel alandan çıkarsanabildiği gösterilmedikçe, ölçütün neden özellikle bu
tür
davranış düzeyinde seçildiği de
tatmin edici bir gerekçeden
yoksun kalacaktır.06)
Düşünce-iletim yaklaşırnma karşı Descartes ve Davidson'un
getirdikleri eleştirileri
değerlendirmeye olanak
veren bir ortam, henüz
konuşma çağına girmemiş bebeklerin
bakıcılarıyla
kurdukları iletişimsel ilişkilerk belirleniyor.
Bir yaşına yeni ulaşmış çocukların yetişkinlerinki ölçüsünde
karmaşık inanç ve
niyetiere dayanan davranış
biçimleri serimlemedikleri doğrudur. Yine
de bu aşamadaki çocukların bakıcılarıyla yoğun bir dil-dışı iletişimsel alışveriş içinde
olduklarını da gözden kaçırmamalıyız. Dil-dışı iletişim, yetişkinlerin
de dil yanı sıra sıklıkla kullandıkları bir bilişi aktarım
16)
Bkz.
Colin McGinn, The Character of Mind, The University Press, Ox- ford, 1982,
s.75-6.
kanalı. İlginç olan şeyse, dilsellik
öncesindeki
küçüklerin dil-dışı iletişimde serimledikleri
davranış
karmaşıklığının yetişkinlerinkine oldukça yakın, kimi durumlarda da eşit, oluşu. Deneyimsel ruhbilimcilerin gözlemlerine bakılırsa, ısrar, olumsuz tepki, rica, haz ifadesi,
vb. serimlerneler için
küçükler yetişkinlerinkiyle aynı ses
tonu ve vurgulama biçimlerini
kullanıyorlar. Yine
bunun gibi, söy- lenimlere eşlik eden,
parmakla gösterme,
arama, belirli cisimleri ellerle
evirip çevirme,
reddetme davranışı, iyiniyet,
kırgınlık
gibi tutumları serimleyen
davranış
davranış tipleri de yetişkinlerinkiyle sıkı bir koşutluk içinde.
Davidson'u
izleyenler burada sayılanlara
karşı çıkacaktır. Örnek olarak
gösterilen
eylemlerin hiç de
karmaşık
olmadığını, dil-öncesindeki çocukların -kimi
hayvanların
yaptığına benzer bir biçimde yetişkinlerde gördükleri davranış
biçimlerini öykünüyor, yani
taklit ediyor olabilecklerini öne süreceklerdir.07) Böyle düşünen birine göre, dil
öncesi
çocuklarla yetişkinler arasındaki önemli fark,
dilsel davranışı
yalnızca yetişkinlerin serimlemeleridir;
dolayısıyla
çocuklar ve hayvanlar değil, ancak
yetişkin
insanlar düşünebiliyor olmalılar.
Bu
tepki, iletişimsel
söylenirnin niteliklerini, bağlamını ve
önceki
başka bağlamlarda ortaya
konmuş
davranışlarla olan
ilişkilerini, olduğu gibi
göz ardı
ediyor.OS) Bir canlı, örneğin bir çocuk, kimi
belli durumlarda öylesine
uygun ve tutarlı bir
davranış
ortaya koyabilİyor ki, kendiliğinde pek de karmaşık olmayan
bu eylem birimi, bağlamlarıyla
olan ilişki bütünü içinde düşünüldüğünde, niyetlilik dışındaki tüm yorumları geçersiz kılacak incelikli bir seçi-
17)
Descartes'ın Metot Üzerine Konuşması' nın 54'üncü sayfasını bununla karşılaştırınız.
18)
Bkz. J. Ryan, "Early Language
Development", M.A.K. Richards (der.) The Integration of a Child lnto
a Social World, The University Press, Cambridge, 1974, S. 202. Davidson
bu eleştiriyi öngörüyor: bkz. a.g.y., s. l59.
min
belirtisi olabilir. Üstelik
bağlama ilişkin olarak
ortaya konan bunun gibi bir "uyarlama esnekliği", kimilerine göre "niyetliliğin tek-belirgin kanıtıdır."09) Bu yol izlenerek, dilsel davranışı olmayan kimi canlıların da
niyetli iletişimsel
eylemlerde bulundukları öne sürülebilir.
Konuşma çağı öncesindeki çocuklara ilişkin olarak Desear- tes'ın durumu
belli bir sıkıntı
içeriyor. Çünkü hem
dilin varlığını
düşünce için zorunlu
bir belirti sayar, hem de bunu insanı hayvandan ayıran kesin
bir ölçüt olarak görürseniz, henüz konuşma çağına girmemiş çocukları zihni olmayan makineler gibi değerlendiTip hayvanlarla aynı kefeye
koymak sonucuyla karşı
karşıya kalırsınız. Böyle bir
sonuçsa tam bir kuramsal felaket gibi
duruyor: Bir yandan aynı yaratığın
önce hayvanken sonra, yani büyüdükçe, tür değiştirerek insanlaştığını, yani önce zihinden
yoksunken daha sonra bir anlık kazandığını öne sürmeyi gerektiriyor, öte yandan
da, Descartes için
büyük bir önem taşıyan doğuştan düşünceler kuramını
olanaksız kılıyor. Sanırım burada
Descartes için tek çıkar
yol, dilsel becerinin çocukların (baştan beri sahip oldukları) anlıklarında bir potansiyel yetenek biçiminde var
olduğunu,
ve bu yeteneğin zaman
içinde
uyarımlada aktüelleştiğini öne sürmek. Bu
filozof çocukların
dile getiremediği doğuştan düşünceler için de buna benzer bir açıklamaya başvurmuştur. Bilindiği gibi, böyle bir
manevraya yanıt olarak, Locke, doğuştan potansiyelimiz
olmayan hiçbir şeyi hiçbir zaman başaramayacağımıza, yani yapamayacağımız bir şeyi zaten
yapamayacağımıza
göre, Descartes'ın bu
potansiyelci görüşü
açısından, insanların bilip
düşündüğü
hiçbir şeyin sonradan
öğrenilmiş
sayılamayacağını vurgulamıştır.<20) Böylece Locke Descartes felsefesinin içerdiği bir
saçma sonucu
ı9) Benneıt, a.g.y., s. 203.
20)
Deneme,
I. Kitap, ı, v; aynca bkz. vi-xii.
ortaya
koymayı
amaçlıyor.
Davidson'un
uslarnlarnasına
ilişkin, tartışmak istediğim bir
nokta daha var. Onun söylediği gibi,
eldeki deneysel verinin davranışı niyetlerle
açıklamayı
belirlernekten geri kalması için, yapılan niyet yüklerni içinde alabildiğince ince aynrnlar bulunması gerek.
Çünkü bir yaratığa ne
ölçüde ince ayrırnlı bir
düşünce atfedilirse, eldeki veri o ölçüde çok sayıda almaşık açıklamayı olurnlar. Us- larnlarnanın görünürdeki gücünün önemli bir kaynağı da
zaten bu noktadan başka bir şey değil. Oysa
bir köpekten
söz ederek, sahibinin
evde olduğunun
farkındayrnış gibi
davranıyor
dediğirnizde, onun
aynı zamanda Bay Smith'in ve dolayısıyla bir banka müdürünün de
evde olduğuna
inandığını öne sürmüyoruz. Dilsel
davranışı
olmayan yaratıklara yalnızca yalın düşünceler
atfettiğimiz ölçüde, Davidson
'un eleştirisi
de geçerliliğini yitirmiyor mu?
Kanımca artık Deseartes-Davidson doğrultusundaki bir eleştirinin gerçek gücünün nerede bulunduğu, onun
neyi olanaksızlaştırdığı
belirginleşti. Dilsel
davranışı
zorunlu koşul sayan
bir eleştiri,
aslında ne düşüncenin kendisi,
ne de düşündüğü
söylenen yaratıklar için geçerli. Bu
zorunlu koşulun
nitelediği şey, karmaşık olan
düşünce ve buna sahip olduğu öne sürülebilecek yaratıklar. Uslarnlarnanın asıl gücü, karmaşık ve incelik/i düşünceyi ancak ve ancak dilsel davranışa ve
onu serimkyen yaratıklara
yükleyebiliriz, deyişinde. Samrırn, bu noktayı onaylarnak
zorundayız.
Ne var ki, onayladığırnız bu şey, düşünce-iletim yaklaşırnma herhangi bir tehdit oluşturmadığı gibi, evrimsel bir kurarnı da
engel- lerniyor. Karmaşık
düşüncenin yalnızca dil
kullanan insanlarda var olabildiğini, buna karşılık tıpkı bizim çocuklarırnız gibi, birçok türdeki hayvanın da oluşturdukları yalın düşünceleri birbirlerine iletebildiklerini, bir sorunla karşılaşmadan öne sürebilrnek dururnundayız.
Evrimsel
bir anlam kuramının
doğru olabilmesi için düşüncenin dili olmayan yaratıklarda da bulunuyor olması gerekiyor.
Yalın bir düşünsel düzey söz konusu olduğu zaman
bl' koşulun
karşılanabileceğini savunarak
evrimsel yaklaşımın
olan ıklılığını korumaya çalıştım. Böyle bir kuram, dildeki anlamlılığa benzer bir şeyin dil-öncesi canlılarca yaratıldığını göstererek,
uzlr,şım ve dilsel yapının adım adım bu anlamlılıktan türediklerini ortaya koymayı amaçlıyor. Belki değişik türlerde farklı karmaşıklık
düzeylerindeki dilsel
yapılar
gözlernlemiyoruz ama,
son hasarnağını
dilselliğin oluşturduğu, giderek
karmaşıklaşan
bir iletişim düzenekieri spek- turumu ile karşı karşıyayız. Sözünü ettiğimiz dil-öncesi
anlamlılık dil-öncesi düşüncelerin kimi
uzlaşım-dışı
söylenimlerle iletilebiliyor olmasına bağlı. Böyle bir şey olanaklı değilse, dil gibi son derece karmaşık bir
anlıksal/davranışsal
yapının ansızın insan
türünde ortaya çıkışı, temeli
davranışa
dayanan evrimsel bir açıklamadan yoksun kalır. Burada
Chomsky'ye katılmak
pek zor; tüm bu
değişimi
tek bir mutasyonla gerekçeklendiremeyiz. Bu düşünürü izieyecek
olursak, hayvanlardaki daha ilkel iletişim biçimleriyle bağlantıları kurulamayan ve gelişim çizgisi (filojenisi izlenemeyen bu dil dediğimiz dizgenin
birdenbire belirişi,
bir tür mucize
gibi durmaya başlar.
Ayrıca Chomsky'nin başlangıçta değindiğimiz savına uyarak, dilin insan türü için yaşamsal bir gerekliliği bulunduğunu ve bu nedenle de uyarlama açısından başarılı bir mutasyonun ürünü olan
bu olgunun insan doğasında
da türe özel bir
nitelik olarak kaldığını ileri
sürmek de yeterli bir gerekçe değildir. Çünkü aynı değerlendirme
başka birçok gelişkin hayvan
türü
için de geçer- liyken,
yine Chomsky'ye göre bu türlere dilsellik
atfedilemiyor. Burada hayvanların ve insanların zeka
düzeyleri
arasındaki farklılıktan yarar
ummak da geri tepen bir silaha sarılmak olur;
çünkü
böyle bir yol, evrimsel yaklaşımın tam
içinden
geçmek zorunda
kalacak
olan bir yoldur. Kaldı ki, bu doğuştancı görüş türlerin evrimi düşüncesine genelde de aykırı düşüyor. Doğada mutasyonlar arka planda belli
birikimler ve sürekiilikle
oluşmadan gerçekleşmiyor. Gerçek.leşebilseydiler, aradaki başka memeli
hayvan türleri
atlanarak, insan türüne daha
ilkel yaratıklardan
doğrudan geçilebilmiş olurdu.
Yİnelernek
istiyorum; dilin evriminden söz etmek
için dille noktalanan iletişim basamaklarını saptamak yeterlidir. Dilin
temelindeki evrimsel birikim işte bu
gelişim
çizgisindedir.
İlginç olan
bir şey, bu bağlamdaki düşünceleri Chomsky'ninkilere uymadığı halde,
Davidson'un uslamlamasının
sonuçta bu doğuştancı öğretinin ekmeğine yağ sürüyor
olması. Bu açılardan Davidson'un
yaklaşımının
Chomsky'ninkinden oldukça farklı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Sonraki düşünürün doğuş- tancı savları Davidson 'un davranışçılığa belli yakınlıkları olan tutumuyla karşıtlık içindedir. Yine de, eğer Descartes
ve David- son'un ileri sürdükleri sav
doğru olup düşünme dilsel
davranışı
zorunlu kılıyor olsaydı, hem dilin hem de düşüncenin insanla
birlikte, birdenbire ortaya çıktığını onaylamak
gerekir, bu iki üstün nitelik yalnızca insanın doğasına özgü sayılmış
olurlardı. Dil ve düşünme, koşullara uyarlama gereği karşısında gelişim düzeyleri birbirini izleyen türlerin dereceli
bir süreç
içinde kurup oluşturdukları düzenek ve yetilerin ürünleri olarak
kavranamazdı.
Bunun Descartes'a nasıl yarayacağı belli: Yalnızca insanların dilleri vardır, çünkü düşünce, yani zihin, yalnızca insanlarda
bulunur, bu her üçü de birbirlerini gerektiren şeylerdir, diyecek.
Böylece Desear- tes'ın savunduğu ve kendisinden sonraki, Lamettrie
gibi kimi düşünürlerin
kuvvetle karşı çıktıkları bir görüşe, insanın hayvanlardan kökten farklı olduğu savına geliniyor. Bu görüş doğruysa dil, canlılar olarak
geliştirip
başardığımız bir
şey olmaktan çok, temelde bir doğa (ya
da Tanrı) vergisi; yani yalnızca biz
insanların
doğuştan (innata) sahip olduğumuz bir
yetenek. Dil bu anlamda
bir
doğal yetenekse, kökten değişik ailelere bağlı dillerin
nasıl olup da öylesine farklı sentaks ve morfolojilere sahip
olabildikleri bir bilmeceye dönüşür. Eğer dil doğuştan sahip
olduğumuz
bir ye- tiyse, böylesi bir
çeşitlilik
niye? Bu çeşitliliği doğuştancı öğreti açısından
anlaşılır göstermek için Chomsky'nin
ortaya attığı
"temel yapı" ve
"yüzey
yapısı" arasındaki ayrım ve
"evrensel gramer" kavramları, dilbilimciler arasında "tartışmalı" (controversi- al) sayılan konuların ötesine aşamamış, bilimsel ve veri düzeyine hiçbir zaman ulaşamamıştır.<2I) Burada Chomsky'nin doğuştancılık savlarının felsefi yetkinliği üzerinde daha fazla durmayı dü- şünmüyorum.(22)
Son
olarak, düşünce-iletim
görüşüne karşı yine
David- son'un ortaya attığı, ancak
bu kez Descartesçı
olmayan, bir başka eleştiriyi ele alıyorum. Bu
eleştiri
Quine'ın ünlü "kökten çeviri" (radical
translation) ortamıarına
dayandırılıyor. "Kökten çeviri" derken,
aralarında
ortaklık bulunmayan dil ve kültürlere bağlı iki bireyin, bir yardım görmeksizin ve yalnızca deneysel
veriden yararlanarak birbirleriyle anlaşmaya çalıştıkları bir durumu anlıyor, Quine.
Kullandığı
bir örnekte (başat) uygarlıktan bütünüyle yalıtılmış
koşullarda yaşayan bir
insan topluluğuyla
karşıtaşıp bunların dilsel
davranışını
kendi dilinde yorumlamaya çalışan bir
dilbilim- eiyi kurguluyor. Quine, böyle bir
çevirinin
"belirsiz" kalacağını, çünkü eldeki deneysel verinin
dilbilimcinin yapabileceği
farklı yo-
21) Bkz. Noam Chomsky, Aspects of the
Theory of Syntax, M.I.T. Press, Massachusetts, 1965; Language and Mind, Harcourt
Brace Jovanovitch, New York, 1 968; Rejlections ofLanguage, Temple Smith,
London, 1976.
22) Chomsky ile Hilary Putnam arasındaki buna ilişkin tartışma için bkz. Re- adings in Philosophy
ofPsychology, Ned Block (der.), Methuen, London, 1981, ss.279-361.
rum
ve tahminlerden belli birini saptamaktan geri kalacağını öne sürüyor.<23)
Şimdi Davidson
'a dönelim.
Bir çözümleme veya
açıklamada, açıklanan (çözümlenen) şey ile onu açıklayan (çözümleyen) arasında kurulan eşdeğerliğin bakışımsız (asimetrik) olması gerekir. Açıklanan kavramın daha yalın ve
temel kavrarnlara indirgenebilmesi buna bağlıdır.<24) Aynı ilke ile düşünce-iletim kurarnları için de geçerlidir. Bu tür kurarnlar
anlam dediğimiz
şeyi söylenim- lerle
iletilen düşünceler
dolayımıyla açıkladıklarına göre, düşüncenin anlama göre daha
yalın ve kolay anlaşılır bir
şey
olması beklenecektir.
Burada konu edilen bakışımsızlığı
değişik biçimlerde yorumlayabiliriz. Örneğin bilgisel
açıdan
yorumlandığında, bakışımsızlık, inanç ve
niyetierin çözümledikleri
türnce anlamlarından deneysel
olarak daha erişilir
ve yalın olmalıdır. Buna göre birinin
ne düşündüğünü
bilebilmek için önce onun
tümeelerinin
anlamını bilmek
gerekrnezken, böylesi
anlamları kavramak için önce o kişinin ne
düşündüğüne
ilişkin varsayımlar yapmak
gereklidir.(25) Öte yandan varlıksal açıdan bakışımsızlıksa, bir yaratığın dili
olabilmesi için önce düşünebilmesi gerekirken, düşünmek için bir dil bilmesinin
gerekmemesidir. Bir başka
deyişle, dil-öncesi düşünen yaratıklar yanı sıra, düşünmediği halde dil kullanabilen yaratıklar bulunmamalıdır.
Davidson
eleştirisini
şöyle dile getiriyor: Dilsel anlamlılığı düşünsel içerik ya da ruhbilimsel kavrarnlara
indirgerneye çalışan bir kurarn geçerli olamaz,
çünkü anlam ve düşünce, yani
sernantİk
23)
Bkz.
Quine, a.g.y., 2. Bölüm.
24) Bkz. Gareth Evans ve John
McDowell, Truth and Meaning, Ciarendon Press, Oxford, 1976, s.xv, xvi; Anita
Avramides, Meaning and Mind, M.I.T., Press, Massachusetts, 1989, s.82.
25) Bkz. Avramides, a.g.y., s.83.
Burada "önce"
zamansal değil mantıksal anlamda yorumlanmahdır.
ile
ruhbilimsel olanlar birbirlerine bakışım/ı olarak
bağlı olan şeylerdir.
Davidson'a göre anlam ile düşünce karşılıklı olarak bağımlı olduğundan, bakışımsızlık beklentisi de boş bir
kuruntudur. Bütünüyle
yabancı bir dilde söylenen bir
tümceyi kavrayabilmek için, onu
söyleyenin
ne düşündüğünü anlamak, ya da tahmin etmek elbette
gerekecektir. Ama bunun yanı sıra, o kişinin niyet
ve anlamlarını
saptamak aynı ölçüde gerekli bir şeydir. Adamın ne düşündüğünü, söylediklerinin ne anlama geldiğinden bağımsız olarak kavrayamayız ki. Davidson burada tıpkı Quine
gibi, bizimkine tamamen yabancı bir
kültür ve dile bağlı olan
birinin söylediği
şeylerden anlam çıkarma işlemini kastediyor. Eğer, diyor,
düşünce-ile-
tim yaklaşımının gerektirdiği gibi bir bakışımsızlık bulunsaydı, yabancının
tümcelerini, salt
olarak onun düşüncelerini
kavramak yoluyla anlardık Ne
var ki, kökten bir yorum, türncenin söylenmesine temel olan ince ayrımlı ve
karmaşık
niyetierin anlam için veri
ya da kanıt
sayılrnalarına izin
veremez. Çünkü " ...incelikle ayrım- lanmış niyet yüklemlerine dille söylenen şeyin yorumundan bağımsız olarak
anlam kazandırmamız
mümkün değildir...
Birisinin niyetlerini, inançlarını ve sözlerini yorumlamak,
tek bir girişimiri
ögeleridir. Bu girişimin belli
bir parçasını
geri kalanlardan bağımsız olarak
tamamlayabileceğimizi
varsayamayız."(26) "Birinin
inanç ve niyetlerini belli bir ayrıntıyla kavramak
onun söylediklerini anlamaktan bağımsız olamaz."(27)
Davidson
bu görüşlerini,
yine Quine'dan alıp benimsediği bütünselci/ik varsayımıyla temellendiriyor. Ona göre, tıpkı dil gibi anlık da
bütünseki
bir dizge. Bir dilin önermeleri birbirlerine
salt mantıksal
ilişkileri de aşan, öylesi sernantİk bağlarla bağlıdırlar ki, yalıtılmış olarak
hiçbir
önerme kendi başına bir
anlam ya da doğruluk değeri taşımaz. Örneğin, "Bu kitap masanın üzerindedir" gi-
26) Davidson, a.g.y., s. l27.
27) A.g.y., s.l44.
bi
olgusal bir önerme
için bile, tek başına bir
anlam taşımak ya da doğru olabilmek
söz konusu değil. Gerçekte kitap masanın üzerinde duruyor olsa bile, bu olgu önermeyi yalnız başına doğrulayamı- yor, anlamlandıramıyor. Bu yaklaşıma göre önermenin doğruluk ve anlamı, dilin
tüm öbür
önermeleriyle birlikte
kazanılan
bir şey. Dolayısıyla yabancının söylediği yalın
tümeeleri tek tek anlamaya çalışarak, adım adım ilerleyen bir yorumlama yöntemi izlemeye
de olanak yok. Davidson'a bakılırsa düşüncelerimiz arasında buna benzer bir karşılıklı bağımlılık söz konusu. Niyetler kimi inançları zorunlu
kıldıklarından,
birine bir inanç yükleyebilmek için bunu daha geniş bir
inanç ve niyet öbeği içine yerleştirmiş olmamız gerekiyor. Bir kez bütünsekilik varsayılınca, yabancının herhangi bir inancını belirleyebilmek,
kendisinin birçok
başka ve daha incelikli inancını da
belirlemeyi gerektirdiği
ve bu da dili kullanmayı zorunlu kıldığı için, yabancının dilini bilmeden onun hiçbir niyetini
belirlemeye olanak kalmıyor.
Kökten yorum hem dilsel hem de an- lıksal olarak
bütünseki
olmak zorunda.<28) Demek ki düşünce-ile- tim yaklaşımının ortaya koymaya çalıştığı çözümlemenin iki "kefesi" arasında en
azından bilgisel bir bakışımlılık var. Dolayısıyla, ya çözümlemenin kendisinden, ya da onu bir
indirgeme olarak görmekten vazgeçmek gerekiyor.
Bu
eleştirinin
bütün gücünü bütünseki varsayımdan aldığı açıklıkla belli. Oysa en başta da
belirttiğimiz
gibi bu varsayım dü- şünce-iletim yaklaşımınca
paylaşılan bir görüş değil. Bir görüşü, onun
onaylamadığı
bir savı varsayarak
eleştirrnek
döngüsellik olacağına göre, Davidson
da burada bundan payını
alıyormuş gibi duruyor. İkinci olarak
belirtilmesi gereken de şu: Bu
uslamlama başarılı
olsa bile ancak bir bilgisel bakışımlılık belirleyebilir. David- son 'un tartışmaları içinde varlıksal bakışımsız\ığı sarsahilecek bir
28)
Bkz.
Donald Davidson, Actions and Events, Ciarendon Press, Oxford, 1980, 255-7. Ayrıca bkz.,
Avramides a.g.y. . s.84 ve sonrası.
yön bulamıyoruz. Dil öncesi düşünce, başkalarının düşüncelerini anlamak için önce onların dilini bilmenin gerekiyor olmasıyla bir
arada ve tutarlı olarak var olabilir. En önemlisi olan
üçüncü
noktaya geliyoruz: Düşünce-iletim kuramlarının ortaya attıkları çözümleme bilgisel ya da varlıksal değil, kavramsal bir çözümleme.(29) Bu bakımdan Davidson'un
eleştirdiği
şey, çürütmeyi amaçladığı yaklaşımın ilgilendiği konunun dışında kalıyor. Çünkü düşünce- iletim yaklaşımı başkalarının kastettiği anlamların
nasıl keşfedildiğini değil, anlam
kavramının
ne olduğunu belirlemeye
çalışan bir kuram.
Felsefede
moda tıpkı
günlük yaşamdakine benziyor.
Revaçta olan yaklaşım türü belli bir süre için almaşıklarını dışa itiyor, hatta hoş görüyor. Bu da birçok felsefeciye
modanın
dışında kalan yaklaşımların artık yaşam sürelerini doldurmuş
oldukları ve onların bir
daha ortaya çıkmamak
üzere geçmişte kaldıkları inancını aşılıyor. Yani bir dönemin rüzgarına kapılanlar ona takılıp kalıyorlar. Oysa felsefe tarihine atılacak kısa bir bakış, hemen
her düşüncenin, yine tıpkı gündelik yaşamımızın modaları gibi, belli bir aralıktan sonra
yeni bir hava ve yeni bir anlayışla yeniden
gündeme
girdiğini ortaya koyacaktır. Bu olgu felsefenin doğasıyla ilgili;
felsefe, anlayışımızın derinleşmesine karşın ortadan kaldırılamayan, tam olarak çözülemeyen paradigmaları, zayıflıklarının
görülmesini engelliyor. Oysa Davidson'cular kalıcı olduklarını sanmamalılar; çünkü onlar da yarının dünü olmaya mahkumlar.
Makalelerin
İlk
Yayımlan
I.
BÖLÜM
1) Nesneler ve Özdeşlik, Dün ve Bugün Felsefe,
Der. Ahmet Cemal, BFS Yayınları, 1985, s.97-l 19.
2) Özdek, Felsefe Tartışmaları 2. Kitap, 1988, s.86-98.
3)Be1irlenim, Neden ve Değişim, Felsefe
Tartışmaları
6. Kitap 1989, s.82-100
4) Gerçek Neden, Felsefe Tartışmaları 7. Kitap 1990, s.33-45.
5) Her Dönemde Gündemde olan bir Soru: Zaman Akıyor mu?
Günümüzde Kitaplar,
S.32-33, l 986, s.26-28.
6) Zaman Durağan mıdır? Günümüzde Kitaplar, S.34, I 986, s.33-35.
7) Geçmiş Zaman, Kuram, I. Kitap, Der.
Yurdanur Salman, 1993, s.7-13.
II.
BÖLÜM
1) Bilim, Bilgi ve Kuşku, Cogito,
S. I I, l 997, s.245-260.
2) Minimal Gerçekçilik, //. Türkiye Felsefe,
Mantık ve Bilim Tarihi Sempozyumu (1I-13
Kasım I 987), İzmir: Ege
Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yayınlan, I 987, ss. I 59-167.
3) Epistemizm, Felsefe Tartışmaları I. Kitap, 1987, s.58-75.
4) Bilgi ve Nesne-I, Felsefe Tartışmaları 3. Kitap, I 988, s.76-99.
5) Bilgi ve Nesne-II, Felsefe Tartışmaları 4. Kitap, 1988, s.35-47.
6) Deneycilik, Gerçekçilik, idealizm ve Görüngücülük, Felsefe Tartışmaları ·
8. Kitap, I 990, s.40-46.
111.
BÖLÜM
1) Bazı Terimler Üzerine Notlar,
Yazko Felsefe Yazıları
3. Kitap, 1982, s.105-I I I.
2) Edim Felsefesinde Bazı Kuramsal
Güçlükler,
Yazko Felsefe Yazıları
I.
Kitap, 1982, s.43-56.
3) Uzlaşımsal
ve Önaşımsal Yönletim, Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, Vol. 7- 1979, S.l057,
s.l53-162.
4) Hayvansal İletişimde Anlam, Felsefe Tartışmaları I I. Kitap, 1992, s.83-95.
5) Düşünme,
Dil ve Anlam, Felsefe Tartışmaları 16. Kitap, 1994, s.38-54.
“Felsefede moda tıpkı tıpkı günlük yaşamdakine
benziyor. Revaçta olan yaklaşım türü belli bir süre için almaşıklarını dışa
itiyor, hatta hor görüyor. Bu da bir çok felsefeciye modanın dışında kalan
yaklaşımların artık yaşam sürelerini doldurmuş oldukları ve onların bir daha
ortaya çıkmamak üzere geçmişte kaldıkları inancını aşılıyor.Yani bir dönemin
rüzgârına kapılanlar ona takılıp kalıyorlar.Oysa felsefe tarihine atılacak kısa
bir bakış, hemen her düşüncenin yine tıpkı gündelikyaşamımızın modaları gibi,
belli bir aralıktan sonra yeni bir hava ve yeni bir anlayışla yeniden gündeme
girdiğini ortaya koyacaktır. Bu olgu felsefesinin doğasıyla ilgili, felsefe,
anlayışımızın derinleşmesine karşın ortadan kaldırılamayan, tam olarak
çözülemeyen sorunların disiplini.”
GÖÇEBE
YAYINLARI
18) Smart, B., "The Ship of Theseus, the
Parthenon and Disasemb1ed Objects, Analysis. XXXIV, 1973, s.25-26.