Sanat ve hayat
arkadaşım
Eren
Eyüboğlu’na...
İÇİNDEKİLER
·
Açıklama ve Teşekkür
·
İkinci Baskı İçin Önsöz
·
Üçüncü Baskı İçin Önsöz
·
Sanat Hayatım*
·
Sanat Sevgisi
·
Öğrenmek mi Zor, Öğretmek mi?
·
Sanat ve Zanaat
·
Resim, Şiir ve Zanaat
·
Tasarlama Gücü
·
Adsız Afişçi
·
İlk Çağların Sanatı
·
Yüzde Yüz Sanat Peşinde
·
Resim Sanatı
·
Resim Nedir?
·
Hayatın Ta Kendisi
·
Resmin Tarifi
·
Resmi Meslek Seçenler
·
Bir Resim Ne Zaman Biter?
·
Üstat Desenlerinden İstifade-Tesirler-Kopya
·
Orta Malı
·
Nakış ve Resim
·
Örgü
·
Kilim
·
Güzel ile Faydalı
·
Üçüncü Göz
·
Sinema ve Resim
·
Güvercinleri Boyayın!..
·
Müze Bulamacı
·
Kişilik
·
Kendinden Söz Açmak Korkusu
·
Kişinin Damgası
·
Acemilik
·
Usta-Çırak -1
·
Usta-Çırak - II
·
Usta-Çırak - III
·
Usta-Çırak - IV
·
Çalışma Temposu
·
Resimde Konu Bereketi
·
Dinç ve Yorgun Kararlar
·
Klasik
·
Resimde Eski ve Yeni
·
Yeni-Eski
·
Yeniler ve Yeni Resim
·
Bugünkü Resim
·
Sanat Eskicileri
·
Bir Kutunun Hikâyesi
·
Bir Tutam Mavi
·
Yeni Resimde Malzemenin Yeri
·
Aman Boyacı Boyacı!
·
Kartalla Kaplumbağa
·
Genişlik ve Büyüklük Etkisi
·
Etüt-Tablo
·
Gözümüzün Önü ve Arkası
·
Tasarlama Gücü (Basic Design)
·
Işık-Gölge
·
Şu Beyaz Yok mu?
·
Siyah-Beyaz
·
Desen -1
·
Desen - II
·
Kuwetli Desen
·
Deseni Kuvvetli
·
Desende Heykelin Yeri
·
Desenden Boyaya Geçerken
·
Desen Çizenin Tasaları
·
Desen Çizenin Tasaları-Yasaları
·
Ritim
·
Tekrarlama
·
Biçim
·
Minare ile Meneviş
·
Biçim Bizden
·
Renk ve Biçim
·
Halk Sanatı ve Yazmalar
·
Ekspresyon
·
Orantılar
·
Kompozisyon
·
Üç Küheylan
·
Dört Kü hey lan
·
Çizgi
·
Çizgi Çeşitleri
·
Çizgi Hazretleri
·
Resimde Karikatür
·
Leke
·
Leke Tasaları
·
Güneşçigiller
·
Bir Çift Renk
·
Ressamı Uçuran
·
Konumuz Renktir
·
Renk -1
·
Merhaba Renk
·
Renk - II
·
Renkçi Ressam
·
Renk - III
·
Renkle Çalışanın Tasaları
·
Benek
·
Kaplan Postu
·
Üç Yol Ağzında
·
Çırılçıplak
·
Bizim Atölyeye Mektup
·
Yemin*
Açıklama ve
Teşekkür
Resme
Başlarken’in üzerinde otuz beş yıl çalışmış Bedri Rahmi. Tam altı kez yayımlama
işine giriştiği halde bir türlü amacına erişememiş. Her seferinde 1940’taki
metni elden geçirmiş, düzeltmeler yapmış. Bu nedenle, bugün elinizde bulunan
metnin ortaya nasıl çıktığının anlaşılabilmesi için kitabın kısa bir
tarihçesini yapmayı faydalı buldum.
Birinci
girişim: İlk kitap bastırma işine 1940 sonbaharında girişmiş Bedri Rahmi. Resim
sanatı öğretilerini Resme Başlarken adını koyduğu bir kitapta toplamış.
Daktiloyla dört nüsha yazdırdığı yapıtını ayrı ayrı kendi eliyle ciltlemiş,1 kitap bastıracak parası olmadığı için yapıtını Güzel Sanatlar Umum
Müdürlüğü’ne sunmuş. Kitabın yayımlanması için bu yolu babama kim göstermiş
olabilir? Anılarında henüz bu konuyla ilgili bir ipucu bulamadım.
Böyle bir
girişimden herhalde o dönemde Ankara’da bulunan ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu’na
söz açmamış olmalı. Söz açmamış olması da ilginç. Bu yıllarda iki kardeş
arasında özenilecek bir dostluk var. İçtikleri su ayrı gitmiyor. Sabahattin
Eyüboğlu işe, Resme Başlarken Talim ve Terbiye Heyeti’nce tetkik edildikten
sonra karışıyor. Amcam, babama Ankara’dan 12. 2. 1941’de yazdığı bir mektupta
Resme Başlarken’den şöyle bahsediyor:2
“... Senin
kitap işi şöyle bir neticeye vardı. Gazi Terbiye Enstitüsü’nden gelen raporda
kitabın değerli olduğu fakat orta tedrisat okullarından ziyade akademi ve
enstitülerin işine yarayabileceği söyleniyordu. Nuri Bey lazım gelenlerle
konuştu. Hiçbir yerde bastırmak için para yokmuş. Filhakika vekilliğin hiç bu
nevinden kitap bastırdığı yok. Hülasa şöyle bir karara varıldı: Kitabı sen
bastıracaksın.”
Bu mektuptan
iki gün sonra da Güzel Sanatlar Umum Müdür-lüğü’nden bir yazı ve ekinde Resme
Başlarken yollanmış Bedri Rahmi’ye.
İkinci girişim:
1941 yılında, çocukluk arkadaşı Rüknettin Re-suloğlu’nun kişisel çabasıyla
Ankara’da yayımlanan bir şiir kitabı, Yar adana Mektuplar’m son sayfasında.
Resme Başlarkeriin “Bedri Rahmi’nin Çıkacak Kitapları” başlığı altında üçüncü
sırayı aldığını görüyoruz. İlk sırada 777 Odalı Konak başlığıyla hikâyeler,
ikinci sırada Yukulule’ye Mektuplar var. İkinci girişimin gerçekleşmeyişinin
nedenini bilmiyorum. Parasızlıktan çok, Bedri Rahmi’nin 1940’ta daktilo edilen
metinde olmayan konuları kaleme alması bir neden olabilir. Bu konular Bedri
Rahmi’nin çok kullandığı kara kaplı okul defterlerine eski Türkçe yazıyla
yazılmış ve daktilo edilmeden kalmış.
Üçüncü girişim:
1948 yılında Bedri Rahmi’nin Karadut adlı ikinci şiir kitabını bu kez kendi
olanaklarıyla yayımladığını görüyoruz. Bu kitabın son sayfasında Resme
Başlarken, “Basılmakta Olan Eserleri” başlığı altında yer almış. Basılmakta
olan eseri bası-lamamış Bedri Rahmi’nin bu sefer de. Nedeni, anılardan
okuyabildiğimiz kadarında açıklanmamış.
Dördüncü
girişim: 1952 yılında çıkan üçüncü şiir kitabında Bedri Rahmi bu kez karamsar.
“Bir türlü çıkaramadığım kitap” diye söz ediyor Resme Başlarken’den.
1952-1957
yılları Bedri Rahmi’nin Cumhuriyet gazetesinde her hafta bir yazısının
yayımlandığı yıllardır. “Pazartesi Konuşmaları”, “Sanat Sohbetleri” adları
altında Resme Başlarken’deki konulara da değindiği oluyor Bedri Rahmi’nin.
Değiniyor ama bu her hafta yazı yazma düzeni Resme Başlarken’in yayımlanmasını
köstekliyor. Anılarının bir yerinde Cumhuriyetteki yazılarının Resme Başlarken
kitabına girebilecek nitelikte olduğundan, oturup kitabın genişleyen kapsamını
bir türlü yeniden ele alamadığından yakınıyor Bedri Rahmi.3
1958-1960
yılları yoğun mozaik çalışmalarının olduğu dönemdir. Bedri Rahmi yüzlerce
metrekarelik panolarla uğraşıyor. Hem öylesine uğraşıyor ki, değil Resme
Başlarken’! bastırmak, Cumhu-riyet’te çıkan yazılarını bile aksattığı oluyor bu
dönemde.
1961-1962
yıllarında Bedri Rahmi’yi Avrupa ve Amerika’da görüyoruz. Yenidünya’da yepyeni
malzemelerle geceli gündüzlü resim yaptığı bu dönemde de kitap yayımlama
olasılığı yok.
Beşinci
girişim: 1969’da öğrencilerinin, dinledikleri konuları not alırken bambaşka
anlamlar çıkarmalarına engel olmak için Resme Başlarken’! tekrar ele alıyor.
Bir öğrencisiyle giriştiği çalışmalar netice vermiyor. Aradığı eski kara kaplı
defterleri bir türlü bulamıyor Bedri Rahmi. Defterlerin bulunması için 1972
Aralık ayına kadar beklemek gerekiyor.
1972 sonunda
güpegündüz yangın çıkıyor evimizde. Tutuşan bir bütan gazı sobası atölyedeki
resimleri doymak bilmez bir iştahla yalayıp yutuyor. Yangını söndürmek amacıyla
tonla su sıkılıyor evin içine. Alevin giremediği yerlere su sızıyor. Hayırlı
komşular, öğrenciler, eş dost seferber olup su basan bodrumu boşaltıyoruz.
Resme
Başlarken’le ilgili defterler dolusu metin, bu kurutma çalışmalarında gün
ışığına kavuşmuştur.
Altıncı ve son
girişim: 1974 sonunda tekrar ele alıyor Resme Başlarken’! Bedri Rahmi. Ben bu
dönemde ilgi duydum Resme Başlarken’e. 1975 Nisan’ında amansız hastalığın adı
konduğunda korkunç gerçeği bilen birisi olarak kitaba girecek konuları bir
sıraya sokmasını istedim.
- Kendimi iyi
hissetmiyorum reis. İyileşeyim, sonra çalışırız.
İyileşeceğine
inanıyordu. Bir daha üsteleyemeden gitti. Yılların kazandırdığı olgunlukla
yeniden kitap işine el atmışken bu kez de ömür bakracı doluverdi.
Bir buçuk sene
önce babamla yapamadığımız konu sıralamasını kendim yaptım. Tüm sorumluluğu
bana aittir. Konuların sıralanışında 1940’taki sıralamaya uyulmuştur. Resme
Başlarken’e, konuyla ilgili elimde yazılı metni bulunan Bedri Rahmi’nin iki
konuşmasını, Cumhuriyet gazetesi arşivinden derlediğim ilgili yazılarını, son
yıllarda kendi eliyle yazdığı özgeçmişini, bir de Bedri Rahmi Atölyesi
kapısında yıllar yılı asılı duran “Yemin”i kitaba ben ekledim.
Ne var ki,
babamın kara kaplı okul defterindeki yazılarının eski Türkçe yazılmış olması
sebebiyle, belki de sanatıyla ilgili görüşlerini hiçbir vakit öğrenememekten
bizi Sayın Vedat Günyol kurtarmıştır. Eski Türkçe yazıları yoğun ve uzun bir
çalışma sonucu sabır ve titizlikle bizlere aktaran ve kazandıran değerli amca
ve baba dostu Vedat Günyol’a burada “teşekkür” sözcüğünün çok yetersiz
kalacağını bilmekle beraber içten teşekkür eder, göstermiş olduğu yakın ilgi,
yardım ve dostluğun, bu kitabın meydana gelişindeki temel katkısını daima
hatırlayacağımı bilmesini isterim.
Bu arada
çalışmalarımıza sonradan katılan ve bize yardımcı olan îsmet Zeki Eyüboğlu’na
da ayrıca teşekkür ederim. Biri akrabam, diğeri nice akrabadan daha yakın bu
iki dostun imecesi olmasa bu kitap kolay kolay ortaya çıkamazdı.
Vedat ve îsmet
Zeki reislerin ses aygıtına okuduklarını kâğıda aktarıp, daktilo eden Gülten
Yener’in sabırlı ve titiz çalışmasını da unutmamak gerek.
Okurun da
göreceği gibi, daha evvelce gazetede yayımlanan yazılar buraya olduğu gibi
alınmış, ancak eski Türkçe yazıların aktarılmasında eski sözcükler yerine
yenilerinin kullanılmasına çalışılmıştır.
Konulardaki
tekrarlamaların önlenmesine çalışılmışsa da, bazı yerlerde konuyu parçalamamak
ve metni anlamsız bir şekle sokmamak için, bu tekrarlar olduğu gibi
bırakılmıştır.
Bu kitapta,
Bedri Rahmi’nin yazı üslubunu, sanki okura kitap baskısından değil de kendi
sesiyle seslenişini iyice duyacak, kendinizi resim sanatı konusunda herkesçe
anlaşılabilecek bir düzeyde onunla karşı karşıya bulacaksınız.
Kitabın bu
baskısında, Bedri Rahmi’nin isteyip de gerçekleştiremediği tek konu ustaların
siyah beyaz ya da renkli resimlerini basamamış olmaktır. İlerideki baskılarda
belki bu arzusu da gerçekleşir.
Kitabın son
durumu babamın hoşuna gider miydi? Bilmiyorum. Bildiğim, Bedri Rahmi’nin
“kolay”dan, “hazırlop”tan hiç hoşlanmadığıdır. Bu kitabı hazırlamak “kolay”
olmadı.
Mehmet Eyüboğlu
4 Kasım 1976,
Kalamış
Bu ciltler
şimdi kurduğum Bedri Rahmi arşivindedir. Ciltsiz ve beyaz iplikle kâğıtları
birbirine dikerek tutturmuş, cilt yapmış Bedri Rahmi.
“ İki kardeşin
mektupları yakında yayımlanacaktır. Bu mektuplar da kurduğum Bedri Rahmi
arşivindedir.
Bedri Rahmi
ortaokuldan bu yana günlük tutmuş. Günlük defterlerine “GÜN-GÜN-GÜN” adını
koymuş. Hepsi eski Türkçe olan bu defterleri gözden geçirip yayımlamak
amacındayız. Bu defterler de Bedri Rahmi arşivinde yıllara göre ayrılmış olarak
durmaktadır.
İkinci Baskı
İçin Önsöz
Resme
Başlarken, 1977’de yayımlandı. Kısa zamanda tükendi. Bedri Rahmi’nin resim
sanatıyla ilgili öğretilerinin tamamını derlemeden ikinci baskıya girişmek
istemedim. Aradan geçen zaman içerisinde gazete ve dergilerde yayımladığı,
yayımlanması için hazırlayıp da yayımlayamadığı yazıların tamamına yakını
elimden geçti. Kuşkusuz yine de bulamadıklarım olmuştur. Olmuştur, ama kitabın
ikinci baskısına yeterli ölçüde hazırlandığım kanısıyla, uzun zamandır tükenmiş
bulunan Resme Başlarken’in yeni baskısını daha da fazla geciktirmek istemedim.
Birinci baskı,
toplam olarak altmış altı konuyu kapsıyordu. Bu kez otuz yeni konu eklenmiş
oluyor. Resim, babamın yaşamına öylesine sinmiş ki, her yazısında çalışkan
parmaklarının boya izlerini görüyorum. Onu sadece oğlu olarak değil, ustasına
gönül vermiş bir çırak olarak sevip saydığımdan, elimdeki yüzlerce metinden
otuzunu seçmek gerçekten zor oldu. Resim-ressam ilişkileriyle yoğrulmuş bir
başka yazı dizisini sağlığında kendisi Yukulule’ye Mektuplar adıyla yayımlamak
istemişti. Bu yazıları da arzusuna uyarak ayrıca yayımlayacağım için Resme
Başlarken" e katmadım.
Bu baskıda,
daha önce yayımlanmış olduklarını belgelediğim yazıların, “nerede” ve “ne
zaman” yayımlandıklarını belirttim. Yayın yeri ve tarihi olmayan yazılarda iki
olasılık geçerli. Babamın
el yazısıyla
eski Türkçe, ince uzun kâğıtlara yazılmış yazılar bilemediğim bir dergide, bir
gazetede yayımlanmış olabilir. Ya da yayımlanmak üzere hazırlanıp da bir
kenarda kalakalmıştır. Ben yayımladım. Günahı da sevabı da benimdir.
Resme
Başlarken’in ikinci basılışında dergi ve gazete koleksiyonlarından çektiği
fotoğraflarla çalışmalarımın devamını mümkün kılan Sayın Perihan Güler ile
sekreterlik görevini seve seve büyük bir dikkatle yapan Sayın Ayşegül Erdal’a
teşekkür ederim.
Mehmet Eyüboğlu
5 Mart 1986,
Kalamış
Üçüncü Baskı
İçin Önsöz
Resme
Başlarken'in bu üçüncü yayımlanması... Resme Başlarken ilk kez 1977’de rahmetli
Oğuz Akkan’ın Cem Yayınevi’nde okuyucularıyla buluştu.
On yıl sonra,
Mayıs 1986’da Bilgi Yayınevi’nde, Sayın Ahmet Küflü’nün desteğiyle, geçen on
yıl içerisinde derlediğim yeni yazılarla, kitap eksiklikleri giderilmiş bir
şekilde yeniden yayımlandı...
2004’teki bu
üçüncü basımında yeni bölümler ortaya çıkmadığı için, yeni bir şeyler
eklemedim. İlk yayımdan bu yana 27 yıl geride kalmış. Ancak İş Bankası
tarafından yayımlanan Bedri Rahmi Eyüboğlu-Eren Eyüboğlu Aşk Mektuplarının bazı
bölümlerinin bir sanatçının zor ve Çetrefilli “sanat yolu” mücadelesinde
geçtiği yolun aşılmasında, Resme Başlarken’in yaydığı ışıklarla örülü olduğu
gözlemlenmektedir.
Bedri Rahmi
şiiriyle, resmiyle, öğretmenliğiyle, mozaik, gravür, seramik, cam, mine, yazma,
serigrafi, litografi, linolyum baskı, taş boyama ve balmumundan, “ytong”dan
heykelleriyle bir bütündür ve bu bütünün tümü de mis kokmaktadır.
Okuyucunun,
meraklısının bu güzellikleri biraz da kendi gayretiyle kurcalaması, bakalım
Bedri Rahmi gazete yazılarında ne demiş veya Bedri Rahmi anılarında ne yazmış,
Kardeş Mektupları’nda ne varmış, diye araştırması gerekecektir.
Bedri Rahmi’den
kaynaklanan güzellikleri herkes kendi olanaklarına göre özümleyecek, herkes
ondan en çok ihtiyacı olan gıdayı bulup çıkaracaktır. İşte tam da bu noktada
yaptığım işe güvenimin sonsuz olduğunu belirterek Bedri Rahmi arşivini ileriki
kuşakların kullanımına amade kıldım.
Mehmet Eyüboğlu
2 Mart 2004,
Kalamış
Sanat Hayatım*
1913’te
Karadeniz kıyısındaki Görele’de doğmuşum. Ben kardeşlerimin ikincisiyim. Babam
Görele kaymakamıymış. Daha sonra Orta Anadolu’da çeşitli ilçelerde kaymakamlık
yapmış. İstiklal Savaşı’nda Kütahya ve Artvin mutasarrıfı olmuş, daha sonra da
Trabzon milletvekili olan Rahmi Eyüboğlu edebiyat severdi. Beş kardeşi bir
araya toplayıp bize Victor Hugo’dan, Moliere’den tercümeler yapardı. Bu
edebiyat sevgisini anamızın Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Ka-racaoğlan’dan
boyuna tekrarladığı türküler, ninniler, ilahiler beslerdi. Lisenin 10. sınıfına
kadar resmin R’sinden haberim yoktu. Resim ödevlerimi lisede iki yaş büyüğüm
Sabahattin Eyüboğlu yapardı. 10 numara aldığım tek ders Türkçe ve edebiyat
olmuştur. Eğer edebiyat fakültesi liseyi bitiremeyenlere gel deseydi, kuşkusuz
o tarafa yönelirdim. Akademi’ye girmeden önce aylık dergilerden birinde şiirim,
günlük gazetelerden birinde hikâyem yayımlanmıştı. Akademi’de önce Nazmi Ziya
atölyesinde, ikinci yılda Çallı atölyesinde çalıştım. Büyük bir tesadüf babamla
Çallı’yı karşılaştırıyor. Çallı babama:
- Ne yap yap
oğlunu bir an evvel Avrupa’ya gönder, diyor, o benden alacağını aldı.
Bedri Rahmi’nin
kendi el yazısıyla kaleme aldığı bu yazı olduğu gibi alınmıştır.
Sene 1930. O
yıl Fransa’dan tatile gelen ağabeyim iki yıllık Akademi işlerimi görünce ve
Çallı’nın öğüdünü de duyunca devletin kendisine beş yıl süreyle verdiği bursu
benimle paylaşmayı göze alıyor. 1930 yılında onunla Fransa’ya gidişimiz meslek
hayatımın en önemli olayıdır. Dil öğrenmek, müze gezmek, sanat çevreleriyle
haşır neşir olmak gözümü fal taşı gibi açıyor. O gün bugün çok başarılı
öğrencilerime, bir yıl sonunda, Çallı’nın armağanı şu sözü tekrarlarım:
- Benden
alacağını aldın. İstikamet Avrupa müzeleri. Marş marş!
1930-1935
dönemine yüzde yüz bilinçli bir çalışma diyemem. Kalsiyumsuz kalan bebeğin
kireci yalaması gibi bir dönem bu. Ama 40 yıl sonra kafama dank eden bir dönem.
Bilinçsiz olarak yöneldiğim yola 40 yıl sonra tekrar döndüm. 1935-1950 arası on
beş yılım ortasından ikiye bölündü. Bu dönemde öğretmenlik ve ressamlığı at
başı yürütmeye çalıştım. 1936’da Akademi resim bölümünün başına getirilen
Leopold Levy’nin bir kolu bendim, bir kolu Cemal Tol-lu. On üç sene beraber
çalıştık. Levy yüzde yüz namuslu bir insan ve iyi bir ressamdı. Bizim kuşakta
büyük etkisi olmuştur. Bu etki öğretmen olarak çok işime yaradı. Öğrencilerim
de bundan faydalandı. Ama şimdi anlıyorum ki 35-50 arası ilk çıkış noktama
fazla bir şey katmadı. Bir tek kazancım çevremi büyük bir sevgi ve sabırla
incelemek oldu. Ama bu arada çok önemli bir nokta gitgide bulanıyordu. Çevreyi
incelemek başka, bunu ressam olarak belirtmek bambaşka şeylerdi. Araya giren
İkinci Dünya Savaşı, 1950’ye kadar dışarı çıkma olanaklarımı yok etmişti. Ancak
1950 yıllarında 5-6 ay Paris’te kalmak nasip oldu. 35-50 arası daha çok
öğretmenliğin verdiği bir hızla yazı hayatına bağlanmıştım. Bu 15 yıl içinde
çeşitli dergiler ve günlük gazetelerde 4-5 kitap dolusu yazım çıktı. Bunların
en az yarısı Akademi’deki derslerimdi. Ama bu arada, yani bir taraftan resim
yapıp bir taraftan öğretmenliği sürdürürken, bir yandan günlük gazetelere
makale yetiştirirken araya şiir karışıyordu. 1935’ten bugüne kadar ilk kitabım
ressam Nazmi Ziya’nın Hayatı (1937) olmak üzere 1941’de ilk şiir kitabım çıktı.
Yaradana Mektuplar, arkasından Karadut, Tuz, Üçü Birden, Canım Anadolu, Dördü
Birden. En son
1969’da Karadul ’69 kitabım yayımlandı. 1950-1960 yılları resim çalışmalarım,
öğretmenliğin dışında bir tasaya yöneldi. 1950’de, Paris’te öğrenci hayatımızda
adı geçmeyen yepyeni bir müze kurulmuştu: İnsan Müzesi. Bu müzede yeryüzünün
her yanındaki insanların el işleri sergileniyordu. Bu müze bana yepyeni bir
ufuk açtı: Güzel faydalı olabilir, faydalı olmak güzelin gücünü eksiltmez:
Ben arıya arı
demem
Arının balı
olmalı
Ben güzele
güzel demem Güzel faydalı olmalı
Bayramdan
bayrama neyleyim güzeli
Güzel dediğin
her Allahın günü yanı başımızda olmalı Yağmur misali
Hepimizin
bahçesine yağmak
Güzel dediğin
yağmur misali, hepimizin olmalı
1950-1960 arası
bu anlayış ağır bastı. 1951’de yerli yazma tezgâhlarını bir bir dolaştım.
İşçilerle, ustalarla dost oldum. Yazmacılığın sanat tarafı tükenmiş, zanaat
tarafı ağır basıyordu. Bu güzel geleneğe bütün gücümle resim alanından bir
şeyler aktarmaya çalıştım. Bu bir tür gravür işçiliği idi. Sanatçının işini
kendi eliyle çoğaltabilmesini sağlıyordu. Bu güzel geleneği öğrencilerime de
aşılamaya çalıştım. Biz her yıl öğrencilerimle birlikte yazma sergileri açarız.
Büyük ölçüde duvar resimleri ve mozaik panolar bu devre içinde gelişti: Hilton,
Divan otellerindeki yağlıboya panolardan sonra Brüksel (1958) NATO (1959),
Samatya Hastanesi (1959), Ankara Etibank, Hacettepe, Marmara Oteli mozaikleri,
İstanbul Manifaturacılar Çarşısı, Karaköy Aksu Hanı kabartmaları ve mozaikleri
ile Vakko fabrikası panoları bu çizginin devamıdır. 1960 yılında Kaliforniya
Üni-versitesi’nin davetli hocası olarak Berkeley’de başlayan dönem 1970’e kadar
sürdü. Bu dönemin en büyük özelliği rengi birinci plana alma çabasıydı. Davetli
öğretmen olarak Amerika’da verdiğim konferansların adı “Yaşasın Renk”ti.
1930’dan 1960’a kadarki resim hayatımda biçim hep birinci planda yer alıyordu.
Renk ancak biçim tasasından vakit kalırsa kendini gösteriyordu. Biçimin
ressamdan başka heykelci, mimar, dekoratör, makine ressamı, harita ressamı ve
benzeri bir sürü sahibi vardı. Peki rengin sahibi kimdi? Renge sahip çıkmak
kime yaraşırdı? Renkli fistanlar, rengârenk oyuncaklar, horozşekerleri yapanlar
mı renkten sorumlu olacaklardı? Sahipsiz, isimsiz, imzasız halk işlerinde, köy
sanatında başına buyruk yaşayabilen renk, klasik anlamdaki resim sanatında hep
ikinci planda kalıyordu. 1950-1960 döneminde halk sanatlarındaki biçim
cesaretine vurulmuştum. Ama 1960-1970 arası gözüme ışık tutulmuş gibi renklerle
kamaştım, renklere bulaştım. 1960-1970 arası yepyeni renkler bulmak için
yepyeni dokumalar, araçlar, gereçler bulmaya savaştım.
1930’dan 1974
yılma kadar meslek hayatıma kuşbakışı göz atınca beni sevindiren ve üzen iki
nokta var. Halk sanatlarını, örneğin bir kilimi, bir İznik çinisini, su
katılmamış bir Orta Anadolu bakır işini, bir tahta oymayı, kızılcık dalından
örülen sepeti, kurt başlı baltayı, nacağı, nakışlı keçeyi her zaman sevdim.
Onları hiçbir zaman büyük Garplı ustalardan ayırt etmedim. 1933’te, Paris’te,
Tuileries Sarayı’nda katıldığım ilk sergideki resimlerimin katalogdaki adları
şöyleydi:
1. İznik
çinilerine hayran ressam
2. Yavuz,
Gülcemal, Gülnihal
Sevincim,
mesleğe başladığım anda ana kaynaklara elimi uzatmış olmaktan geliyor. Yukarıda
adını andığım çocukların kireç yalaması misali. Üzüntüm de bu güzel, cömert
kaynaktan dilediğim kadar faydalanmamış olmaktan geliyor.
Bir noktayı
biraz geç de olsa belirtmem şart: 1930’da, Paris’te tanıdığım sapına kadar
ressam bir Rumen’le 193 6’da, İstanbul’da evlendik. İkinci Dünya Savaşı’nın
başladığı gün bir oğlumuz oldu. Ben askerdim. Dokuz ay sürecek yedek subaylığım
üç yıl sürdü. 1941’de terhis oldum. 1943’te ikinci defa askere çağrıldım. Bu
güç günlerde eşim sahici bir sanatçı olmasa idi ve birbirimizi sonuna kadar
des-teklemeseydik, zor dayanırdık. Bugüne bugün bir de torunum var. On
yaşındaki torunum Rahmi Bey ellerinizden öper.
Sanat Sevgisi
Paris’in
maceralara yataklık eden talebe mahallelerinden birinde, şair meşrepli bir
delikanlı varmış. Bu genç bir aralık güneşin doğmasına kızacak, batmasına
tahammül edemeyecek derecede sinirlerini bozmuş. Hem o kadar bozmuş ki, artık
kendisine bile hayrı dokunmayan sinirlerini gidip Seine Nehri’nde boğmanın
münasip olacağına karar vermiş ve derhal yola çıkmış. Günlerden ağaçların bir
tek yaprağa hasret çektiği, soğuk bir kış günü olduğu halde ağaçlar bu biçare
delikanlıyı yolundan döndürmek için hep bir ağızdan tomurcuklanmışlar ve sonra
birer yeşil ampul gibi bu tomurcuklar yaprak halinde açılıvermişler, fakat
delikanlıyı bütün bunlar yolundan alı-koyamamış.
Seine Nehri’ne
beş oh adım kalmış. Fakat bizim dünyayı kara gören delikanlı da geniş
vitrinlerinde tablolar teşhir edilen ufak bir galerinin önünden geçerken
birdenbire olduğu yerde saplanıp kahver-miş!
Ölüme giden
delikanlının adımlarını bir terzi makası gibi ortasından ikiye bölen ne olsa
beğenirsiniz? Renoir adlı bir ressamın vitrinde teşhir olunan iki tablosu. Bu
tablolardan birisinde üç tane ağaç, ötekinde iki tane kadın varmış. Ağaçların
dalları arasında “yaşamak arzusu” ile kabaran bulutlar varmış. Şarap testisi
kadar neşeli bir usare ile dolu kadın vücutlarının her boğumundan aynı arzunun
fışkırdığını gören delikanlı:
- Yarabbi meğer
yaşamak ne güzel şeymiş!..
Kararını
verince, Seine Nehri’ne de delikanlıya aynı arzu ile dolu bir öpücük göndermek
düşmüş.
Ben hayatını bu
iki resme borçlu olan delikanlıyı tanırım. O sanat yapmıyordu. Fakat sanata
sanatkârdan çok inanıyor, onu sanatkârdan çok seviyor ve sevdirmesini
biliyordu. O başı göklere değen sanatkârı yere indiriyor. Ayak altına
düşmüşleri layık oldukları yere çıkarıyordu. Sanatın alelade bir kapı
mandalında bile yer alabileceğini bana o öğretti, kırık bir taşla koca bir
devir kurulabileceğini ben ondan öğrendim.
Tan, 1936
Öğrenmek mi
Zor, Öğretmek mi?
Henüz form
kelimesinin yerine biçim demeye dilimiz varmıyordu. Akademi’de resme yeni
başlayanlara formu uzun uzadıya anlatmak gerekiyordu. Bugün rahat rahat biçim
diye kullandığımız form kelimesi bundan on beş sene önce her Allahın günü
dilimizden düşmeyen kelimelerin başında gelirdi.
Dünyanın her
tarafında olduğu gibi biz de resme desen çizmekle başlıyor, desen dünyasına da
biçim kelimesi ile giriyorduk, tik zamanlar desenin ne demek olduğunu kısaca
bir tarifin içine sığdırmaya dilim varmadı. Ama aradan iki üç sene geçtikten
sonra ufak tefek, kullanışlı bir tarif kendini zorla kabul ettirdi. Şöyle ki:
“En ufak bir
renk tasası gütmeden yapılan resimlere desen derler” tarifinin hemen arkasından
bir soru geliyordu:
- Resimden renk
tasası kalkarsa geriye ne kalır?
Cevap: Biçim.
Peki bu biçim
dediğimiz ne biçim bir şeydir?
- Düpedüz
biçimler, kabaran biçimler, çöken biçimler. Boşlukta dört yanı, dört yamacı
bulunan biçimler. Parçalarının boyları arasında kesin farklar bulunan biçimler,
güzel ölçülere bürünmüş biçimler, biteviye biçimler. Duran, kımıldayan, gözü
doyuran, gözü yoran biçimler de biçimler...
Bendeniz
öğretmenliğin hiç de kolay bir meslek olmadığını biçim konusunu incelerken
belledim. Hiç unutmam, gene böyle bir desen tarifinden sonra biçim konusuna
dayanmış, birkaç ders üst üste biçimin çeşitlerini ve özelliklerini birbiri
arkasından sayıp dökmüştük. Sonuncu derse bir parça daha tuz biber katabilmek
için de aklıma şöyle bir şey gelmişti:
- Renkler
ışıkla başlar, ışıkla biter, halbuki biçimlerin hepsi ışıkla başlayıp ışıkla
bitmez. İyi bir heykeltıraş karanlıkta el yordamı ile bir heykelin iyi veya
kötü olduğunu anlayabilir. Renkler karanlıkta erirler ama biçimler olduğu gibi
kalırlar. O kadar kalırlar ki karanlıkta bir heykele çarparsınız, alimallah
kafanızı bile kırarlar.
Desen çizenlere
heykel anlamındaki biçimi anlatmak için bundan iyisi de can sağlığı değil mi?
Bu dersten gayet memnun ve sevinçli çıktığımı hatırlıyorum. Ertesi ders, bu
konuyu kırk kişilik atölyeye tam manası ile perçinlemiş bir hocanın rahatlığı
ile sordum:
- E!.. Şimdi şu
kaç dersten beri üzerinde durduğumuz biçim hazretlerini bana bakalım hanginiz
anlatacak?
Bütün atölyenin
bir ağızdan:
- Hepimiz diye
bağırmasını beklerken buz gibi bir sessizlik!..
- Aman, zaman
yahu. Üç derstir biçim, biçim diye zonkladık durduk. însaf!..
Çıt yok...
Derken, deminden beri gözleri döşemeye çevrilmiş kırk kişiden bir tanesi
doğruldu:
- Biçim dedi.
Efendim, biçim, gece karanlığında başımıza çarpan ve kafamızı kıran şeye biçim
derler!..
Gördünüz mü siz
başımıza gelenleri?.. Gülmesine hepimiz güldük ama, ondan sonra öğretmen
denilen şeyle öğrenebilmek arasındaki boşluğun boyu bosu hakkında bir fikir
edindim. Sen istediğin kadar açık seçik ol, “Bana bir bardak su ver,” dercesine
rahat konuş, senin rahatlığın, senin kolaylığın karşı tarafa ulaşamadıktan
sonra kaç para eder? Ben kendi hesabıma bir atölyede aynı konuyu, aynı anda
kavrayan iki öğrenciye rastlamadım. Bir sınıfta kırk öğrenci mi var? Öğretmen
kırk parçaya bölünmedikçe nafile!..
Peki ama bu
öğretmen denilen yaratık, her Allahın günü birkaç defa, diyelim üst üste üç
ders nasıl olur da kırk parçaya bölünür? Bu senin dediğin öğretmenlik değil
sihirbazlık, sirk cambazlığı gibi bir şey.
Evet, hakkınız
var. Bu kadarı öğretmenden mucize beklemek olur. Öğretmen her derste kırk
parçaya bölünmesin ama kırk derste bu kadar zahmete girsin. Otuz dokuz derste,
kapakları sımsıkı kapalı duran kutu bir derste bir defacık olsun açılsın. Eğer
bir öğretmen, öğrencinin bir saat hiç dalga geçmeden boyuna kendisini
dinlediğini sanıyorsa yandı demektir.
Bana öyle
geliyor ki değil bir öğrenci, çok ağır bir hüküm giymek üzere olan sanık bile
savcıyı yahut kendi avukatını bir saat hiç dalga geçmeden dinleyemez. İnsan
kafası bu, baylar!.. Otomobil tekerleği, kamyon cıvatası değil, kapı menteşesi
değil ki alasın eline tornavidayı, bir güzel sıkıştırasın, orada mum gibi
dursun. Yağma mı var, sen sevgili öğretmen arkadaş, sen anlatırken aklın başka
yere gitmiyor mu sanki? Sen hiç durmadan anlattığın şeyi düşünebiliyor musun?
Yoo!.. Sen de hem anlatıyor hem de pekâlâ ara sıra senin için çok önemli, yahut
da zerre kadar önemli olmayan şeyleri düşünebiliyorsun. Sen, yaşını başını
almış kişi, anlattığın şeye her zaman yüzde yüz bütün benliğini katamazsan
öğrenci nasıl katsın?
Bana öyle
geliyor ki öğretmekle öğrenme arasındaki köprüyü her zaman kendi elimizle
istediğimiz anda kuramıyoruz. Ben tam köprüyü atacağım sırada karşı taraf
uyuyor. O tam köprüyü tutacağı sırada benim kollarımda takat kalmıyor. Senin
öğretmen olarak en iyi günlerinden biri. Birbiri ardından pırıl pırıl şeyler
söylüyorsun. Bunlardan biri varmazsa karşıya, ötekinin elinden kurtulmaz
diyorsun. Halbuki karşındaki çocuk o gün öyle dertli, öyle tasalı, öylesine
âşık, öylesine fakir veya öylesine zengin ve bahtiyar ki, senin gözlerinin
içine bakıyor, seni seve seve dinliyor. Gülecek yerde gülüyor, somurtacak yerde
somurtuyor ama hepsi yalancıktan! Oynuyor!.. Şahane şekilde kendi dünyasına
gömülmüş. Kendi meselesinden başka hiçbir şey umurunda bile değil. Sen sevgili
öğretmen, o arada dörtnala kaldırdığın atı birdenbire durdurup, kendi
sözlerinin, kendi düzeninin üstünden aşıp, senin gözlerinin içine baka baka,
kendi dünyasında kaybolan öğrenciyi yakalayabiliyor musun? Giriştiğin konuyu
bir an için bir tarafa bırakıp:
- Hey!.. Söyle
bakalım? Sen şu anda nerelerdesin? Nen var? Çok mu dertlisin? Niçin başını alıp
bizden bu kadar uzaklara gittin? diyebiliyor musun?
Kırk kişilik
bir sınıfı bir saat boyunca kırk kişilik bir orkestra gibi sopasının ucunda
toplayabilmek, ne müthiş bir şey! Kırk kişiyi bir çift kulak, bir çift göz, bir
tek vücut sanmak ne müthiş bir avunma. Bir sınıfta kırk öğrenci mi var
öğretmenim? Kırk tane mesele var demektir. Eğer belli başlı bilgileri, kendi
dilinle, kitaplardan medet ummadan onlara öğretmeye mecbur isen, ister istemez
kırk parçaya bölüneceksin. Onların hepsinin anlama, dinleme, kavrama güçleri
hakkında tam bir fikrin olacak.
Hani bazı
radyolar vardır öğretmenim, ahularının ortasında dana gözü gibi mavili, yeşilli
bir göz yanar söner. Bu göz parladıkça istasyonu iyi aldığına, bulandıkça
uzaklaştığına alamettir. Bazen bu radyolar bozulur. İçindeki alıcı lambaların
hepsi söner de, bu göz hâlâ pırıl pırıl yanar durur.
Ben böyle
sadece gözleri parlayan, içindeki lambaların çoğu sönmüş nice okullar, nice
öğrenciler gördüm. Evvela bu lambaları düzenlemeli, ondan sonra elektrik sarf
etmeli, değil mi öğretmenim?
Cumhuriyet, 18
Aralık 1952
Sanat ve Zanaat
Adam hem türkü
söylüyor hem resim yapıyordu. Sanat ile zanaat arasındaki en kesin farkı o gün
anladığımı sanıyordum:
- Sanat adamı,
çalışırken yaptığı işe o kadar dalar ki türkü söylemek şöyle dursun, nefesi
kesilir, bazen uçan sinekten huylanır, bazen yanı başında top patlasa oralı
bile olmaz.
Türkü
söyleyerek resim yapan kişiye Bursa’nın eski han avlularından birisinde
rastlamıştım. Bir de çırağı vardı yanında. Araba büyüyorlardı. Bildiğimiz yük
arabalarıyla, üstü kapalı yaylıları çeşit çeşit nakışlarla donatıyorlardı. Usta
yalnız türkü söylemekle de kalmıyor, bir yandan gayet ince nakışlar çizerken,
bir yandan da eşe dosta laf yetiştiriyordu. Ustanın rahatlığına karşılık, çırak
tepeden tırnağa dikkat kesilmişti. Sadece dikkat değil bu ya!.. Çırağın ağzı
burnu boya içindeydi. Çıraktan on misli iş çıkaran ustanın parmaklarında bile
boyadan eser yoktu. Ara sıra çırakla şakalaşıyor. Çırak sadece gülüyor. Gözünü
fırçanın ucundan kıl kadar ayırmamaya çalışıyordu.
Araba
ressamları farkına varmadan, onları gitgide büyüyen bir sevgi ile seyrettim.
Aynı han avlusunda, gübre yığınları üstünde, nallanan bazı hayvanların
çiftelerini, bazı köylülerin:
- Bir sen eksiktin!.,
yollu sitemlerini sineye çekerek bir nalbant dükkânı resmi yapacağım diye
çektiğim sıkıntıyı, döktüğüm ecel terlerini düşünüyordum. Bu kadar emeğe
karşılık, sabahtan akşama kadar on beş gün çalışarak yaptığım resmin yarısından
çoğunu silmiştim:
- Bu bizimki de
meslek mi sanki!., diyorum. Sen on beş günde bir resim çıkaramıyorsun.
Herifçioğlu günde on tane araba donatıyor. Her arabada on tane resim var.
Tekerleklerin içindeki nakışlar da caba. Hele bu tekerleklerin içindeki
nakışları yapmak için buldukları kolaylık yok mu!.. Çırak tekerleği bir biley
taşı gibi çabuk çabuk döndürüyor. Usta mavili fırçayı alıyor, dönen tekerleğin
münasip tarafına dokunduruyor. Mavi çevre çizgisi kaşla göz arasında kapanıyor.
Arkasından kırmızılı fırça fır dönüyor. Derken siyah fırçasıyla beyazı biri
sağdan, biri soldan aynı anda kardeş bir paralel döktürüyorlar. Tekerlek
dönüyor. Renkli benekler birbiri arkasından, sıralarını şaşmadan yerli yerine
oturtuluyor. Tekerlekler duruyor. Ustanın türküsü durmuyor. Beneklerin ötesine
berisine sokulan fırça, bunların kimini kele çeviriyor, kimini de kuşa,
yıldıza. Dayanamıyorum artık:
- Yaşa reis
diyorum. Harika vallahi.
Usta dönüyor:
- Vay hocam!
diyor.
Sizin
huzurunuzda diyor, bizimki sanat değil, zanaat diyor. Ekmek parası diyor, sıra
işi ne yaparsın diyor. Geçinip gidiyoruz işte diyor.
Adamcağıza bal
gibi ressam olduğunu söylüyorum. Gülüyor. İltifat ediyorsunuz diyor. Biz
haddimizi biliriz diyor. Sanat kim, biz kim diyor.
- Sen en
hantal, en nankör, en ucuz boyalarla, günde on arabayı on çeşit nakışla donat;
tozun, toprağın, alın terinin, kirin, pasın, sokağın, bozkırın kasvetine bir
tutam bahar, sepetler dolusu meyve, kilometrelerce kare nakış kat. Sonra da
kendini sanatkârlar arasına katma! Sanat kim, biz kim de...
Bir yanda
müzelerin alacakaranlığına gömülmüş sanat eserleri, bir yanda da ancak gelecek
nesillerin tadını çıkarabileceği ileri sürülen
sanat eserleri,
yanı başımızda da durup dinlenmek bilmeden akıp giden hayatın, dünyanın kendisi
ve adım başında karşımıza çıkan, bizi sevindiren veya kızdıran sanat eserleri.
İşte yük arabasının çatırdayan tahtaları üstünde kabaran, kızaran güller. İşte çeşmenin
mermerini omzundan tutup gökyüzüne kaldıran servi nakışı. Peki, ya şu kan ter
içindeki sütçü beygirinin koşumlarındaki işçiliğe ne dersin? Tahta üzerine
kakılan bakırın dilimlerine, mavi boncukların göz göz ser-pilişine, koşumları
abat etmesine sanat demez de ne dersin?
- Zanaat der
geçersin.
Zanaat de,
bayağı nakış de, elişi de... (Bu elişi lafı da bir hayli sakat ya! Sanki ayak
işi de varmış gibi!) Ne dersen de amma küçük görme, bırakıp geçme. Bir parça
üstünde dur.
Yanılmıyorsam,
zamanımızın renk ve biçim dünyasında üzerinde durulacak en önemli konu budur:
Zanaatı küçük görmemek. Halk için, halkın hoşuna gitsin için yapılanı değil,
doğrudan doğruya halk tarafından yapılan sanatı küçümsemek. Zamanımızın en
büyük ressamlarının, en iyi heykeltıraşlarının bu gözeden nasip aldıklarını
yanılmıyorsam bir kere daha konuştuk. Ama şöhretsiz, isimsiz halk sanatkârları
üzerinde ne kadar dursak değer. Zamanımızın en sevimli sanat hareketi budur:
Bugüne kadar halk işlerine sırtını dönmüş büyük sanatın, halk yapısına değer
vermesi bir; öte yandan da bugüne kadar büyük sanatın varlığından haberi bile
olmamış zanaat erbabının renkli, renksiz baskılar sayesinde şaheser adı verilen
eserler hakkında iyi kötü bir fikir edinmiş olmaları iki.
Atlara boncuklu
koşum, arabalara yağlıboya güller yapanlar arasında zaman zaman sahici
ressamlar, değerli heykeltıraşlar çıkıyor. Tek tük de olsa, Avrupa’da,
Amerika’da bu zanaat erbabı yaptıkları işe sanat dünyasından bir şeyler katarak
birdenbire suyun yüzüne çıkıyorlar.
Resim sanatı,
renkleri ve biçimleri hayata katan bir sanattır. Resim sanatı yaşayabilmemiz,
“insan gibi yaşayabilmemiz” için renkleri ve biçimleri şart koşan bir sanattır.
Renksiz ve biçimsiz bir hayatın yenir yutulur bir şey olmadığını elli liralık
bir at koşumuna incik boncuk dizdirerek, yirmi beş lira fazla ödeyen arabacıdan
daha iyi kim anlatabilir?.. Mavi boncuklar, bakır oymalar, kakmalar atların,
katırların hatırı için değil bizim gözlerimizin hatırı için işleniyor. Onları
eşref saatlerde müzede veya kitapta değil her Allahın günü sokakta görüyoruz.
- Ben gelecek
nesiller için yazarım. Ben gelecek nesiller için çizerim. Benim fikirlerimi
bugünün insanları değil ancak gelecek günlerin insanları kavrayabilir!.,
diyenlerin arasında herhalde ateşi yükselmiş, kendini kaybetmiş olanlar daha
ağır basar.
Sanat
adamlarının bugünün en aydın kimselerini küçük görerek, gelecekten medet
ummaları şöyle dursun, beş yaşındaki bir çocuğun bile ilgisine boş
vermediklerine kaç defa şahit olmuşumdur!.. Bursa hanlarında rastladığım araba
ressamına, asıl ressamın kendisi olduğunu, bizim bir sürü mesele arasında yarım
yamalak işler çıkardığımızı söylediğim zaman gülmüş ve şöyle demişti:
- Ben de sizi,
haberiniz olmadan çalışırken seyrettim, karşıdaki manav dükkânının resmini
yapıyordunuz, bir fırçada bir eşek çizdiniz. Kendi kendime, “Oğlum, bak işte
bunu ancak ressamlar yapar,” dedim.
Araba
ressamının bu sözü bana öyle bir cesaret verdi ki yarısından çoğunu sildiğim
resmi bir nefeste kurtardım. Aynı gün iki seansta iki resim daha yaptım.
Sanatkârla zanaat erbabı arasındaki münasebetleri ve farkları düşünürken iki
şeye takıldım. Birisi geçmiş ve gelecek, öteki de tezgâh meselesi. Zanaat
erbabını birçoklarının gözünde küçülten şu oluyor:
Geçmişe,
geleceğe boş veriyorlar. Sadece içerisinde bulundukları zamanı düşünüyorlar.
Müşteriyi memnun etmeyi ve gündeliği doğrultmayı düşünüyorlar. Halbuki sanatkâr
dediğimiz kimse her adım başı yaşamak mastarının üç çeşitli zamanından;
geçmişten, halden ve gelecekten sorumlu bir kişidir. Sanatkâr geçmişten
sorumludur, çünkü ustaları arasında eski sanatkârlar vardır. Kökleri çok eskide
bulunan bir geleneğe bağlıdır. Halden sorumludur, çünkü eşi dostu arasında
sanattan anlayanlar vardır. Gelecekten sorumludur, çünkü onlar arasında
kendisine hesap soranlar çıkacaktır:
- Sen bu işi
nereden aldın? Nereye kadar götürdün bakalım? Aldığına ne kattın?..
Sanatkârla
zanaat erbabı arasındaki en mühim farkı ortaya çıkaran tezgâha gelince, bu fark
zamanımızda gitgide eski önemini kaybetmektedir. Bugünün iyi sanatkârları
arasında tezgâhı küçümseyen bir tek kişiye rastlayamazsınız. Ressamın,
heykeltıraşın tezgâha ihtiyacı yoktur. Onun eline bir kalem veriniz, bir
mermer, bir fırça, bir de muşamba koyunuz, “kâfi” sözü artık bayatlamıştır.
Fırçanın ve kalemin bin bir çeşidi var. Bunların arasına zamanımızın en modern
araçları niçin girmesin?.. En fakir ressamın, en sade araçlarla çalışan
heykeltıraşın, her devirde, kendine göre bir tezgâhı vardı. Bugün bu tezgâha
elektrik gibi yeni bir göz, yeni bir diş takıldı. Aynı ananın öz çocukları
oldukları halde birbirinden habersiz yaşayan iki kardeş: Sanatla zanaatı ancak
elektrik barıştıracak, medeniyet barıştıracak.
Cumhuriyet, 20
Eylül 1953
Resim, Şiir ve
Zanaat
Biz öteden
beri:
- Bugünün resim
sanatı yapı sanatına sımsıkı bağlıdır. Mimarla ressam el ele vermezlerse resim
sanatı göçebelikten kurtulamayacak, şehirlerde kök salamayacak, şu sergi senin
bu sergi benim bir diyardan ötekine göç edip duracaktır, deriz. Bizi yapı
sanatına bu kadar bağlayan sebeplerin en başında gelen şudur:
- Resim sanatı,
bütün çağlarda en olgun eserlerini yapı sanatına sımsıkı bağlandığı zaman
vermiştir. Bunun en güzel örneklerinden birkaçı da İstanbul’dadır. Ayasofya ve
Kariye mozaikleri yapıya sımsıkı yapışmanın ne demek olduğunu bütün dünyaya
ilan etmişlerdir. Bizans mozaikleri, deyimin bütün gücü ile: Yapının iliklerine
kadar işlemiştir. Yapının harcına derinlemesine gömülen renkli taş
parçacıkları, yapı durdukça duracaklar ve hep bir ağızdan şöyle
söyleyeceklerdir:
- Anca beraber
kanca beraber!..
Biz yapı
sanatına böylesine bel bağlamış, ressam olacak yerde mimar olamadık diye
üzülürken bir Fransız eleştirmen bakın ne söylüyor:1
- Bugünün
ressamının karşısında iki yol belirmiştir. Bunlardan birisi işin zanaat tarafı,
öteki de şiiridir. Zanaat tarafı mı daha çok hoşunuza gidiyor. Buyurun yapı
sanatına. Hiç de yabana atılacak bir iş değil doğrusu, hele bugün çok
tutunuyor. Ama bu yolu seçerseniz, bilin ki resim sanatının kolayına kaçmış
oluyorsunuz. Yaptığınız iş zanaattan ileri gidemez. İstediğiniz kadar büyük
boyda, duvarlar dolusu tablolar yapın. Bunlar resim sanatının malı sayılmazlar
artık. Bunlar yapı sanatının emri altında işlenir. Bunların şiirle hiçbir
ilgisi kalmamıştır.
Öteki yol şiir
yoludur. Bu yolu seçen ressam hiç kimsenin emri altında çalışmaz. Hiçbir çeşit
uzlaşmaya yanaşmaz, hiçbir çeşit boyunduruğa metelik vermez. Resmin ne
mektebine, ne medresesine, ne atölyesine, ne tezgâhına uğrar. Resimde şiir
yoludur bu. Ne ustası olur ne çırağı.
Eleştirmen bu
sonuncu fikri daha iyi belirtmek için soruyor:
- Zamanımızın
en şairleri tutup da “şiir okulları” açtılar mı? Şiir hocalığı tasladılar mı?
Şiirin iyisi böyle yapılır, şöyle yapılır diye bağırıp çağırdılar mı?
Dilinin bütün
inceliklerini ne kadar uğraşsam size olduğu gibi aktarmayacağım. Eleştirmen
aynen bu cümleleri değil de bu fikirlerle eleştirisini sonuna kadar götürüyor.
İlk bakışta, resim sanatını böy-lece ikiye ayırmak insanı pek yadırgatmıyor.
Fakat bir defa resimde şiir yolunu seçtiniz mi, tamam. Eleştirmen varını yoğunu
bu fikir üstüne kuruyor. Şiir yolunda en güvendiği temel de şu:
- Şairin
tepeden tırnağa kadar hür oluşu. Ne ustası, ne de çırağı bulunması. Şiirin
öğrenilmez ve öğretilmez bir sanat oluşu.
Eleştirmenin
sırtında yumurta küfesi olmadığı belli. Ne rahat konuşuyor değil mi:
- Sanatkâr
dediğin şair olsun, ressam olsun kendi kendini yetiştirir. Hiç kimsenin etkisi
altında kalmaz. Hiç kimseyi de arkasından sürüklemez. Bütün kerameti tohumunda
saklı bitkiler gibi, bir de bakarsınız dağın başında bahçıvansız, gübresiz,
ilaçsız kendi başına yetişmiş, çiçeğini açmış, meyvesini vermiş. Ne âlâ değil
mi?.. Hem efendim, resim olsun, şiir olsun, müzik olsun, ne olursa olsun, bütün
bunların hepsi aynı kapıya çıkmıyor mu? Vallahi bize kalırsa sayın eleştirmen
bol keseden atıyor. Biz ne resimde, ne şiirde gökten zembille inercesine sanat
dünyasına gelip oturmuş bir tek sanat adamı tanıyoruz. Önlerinde el pençe divan
durduğumuz büyük sanatkârların hepsi bir biçimine getirip kimden neler
öğrendiklerini açıklamayı bir namus borcu saymışlardır. Hem öğrenmek ille de
falanca öğretmenin doğrudan doğruya derslerine girip çıkmakla olmaz ki? Öyle
öğretmenler çıkar ki derslerinde pek bir şey anlamazsın ama bir de kitabını
okursun ki, gözlerin fal taşı gibi açılır. Öylesi vardır ki ne ders verir, ne kitap
yazar, ama günlerden bir gün senin öğrenme arzunun son kertesine rastlar. Sana
iki çift laf eder. Ömrünün sonuna kadar yeter de artar bile.
Hem bu sayın
eleştirmen şiir ve resim sözlerini aynı boyda aynı cinsten iki tabak gibi
rahatça iç içe oturtuyor. Bize öyle geliyor ki resim sanatının şu son elli yıl
içindeki en büyük kazancı edebiyattan kurtulmuş olmasıdır. Büyük usta Cezanne
babanın mesleğimize yaptığı en büyük iyilik edebiyatın hiçbir çeşidine
eserlerinde yer vermemiş oluşudur. Fotoğrafın icadı ile Cezanne babanın açtığı
yol alabildiğine genişlemiş, resim sanatından her çeşit hikâye silinip
süpürülmüştür. Edebiyatın her çeşidini resimden çıkardık derken, sen tut bu
sefer en zorlusunu, şiiri yeni baştan resme karıştır.
Resimle şiir
arasındaki belli başlı farkları araştırırken akla ilk gelen şu:
- Bana ne ile
yapılmış olursa olsun resim sanatından bir şaheser veriniz. Onu bir saniyede
yok edebilirim. Ama şiiri insan kafasından söküp atabilir miyim?
Kitaplar dolusu
şiiri bir meydana yığıp yakabilirsiniz. Ama sadece kâğıtları yanar, kül olur.
Şiir sahici şiirse çoktan kanımıza karışmış gitmiştir. Sorarım size:
- En sevgili
halk şairlerimizin şiirlerini yüzyıllardan bu yana hangi kitaplar, hangi
dergiler ulaştırmıştır?
Resimle şiir
arasındaki bu farkı bir kalem geçerseniz, bundan sonrası üzerine her ikisinin
de aynı kapıya çıkması konusunda çok şeyler söyleyebilirsiniz. Ama her iki
sanatı daha doğuşunda bıçak gibi birbirinden ayıran bu özellik nasıl yabana
atılır?
Bir küçük fark
daha:
- Şair
kelimelerini kırk yıllık dostu gibi her zaman yanı başında hazır bulmuştur.
Şair kelime icat etmez. Aksine kelime ne kadar eskimiş, aşınmış, kullanılmış,
herkesin olmuşsa onları seçer. Şair kelime satın almaz! Ressam boyalarını satın
alır!.. Satın aldığı boyalar da yetişmez, oturur onları birbirine karıştırarak renkler
bulur. Ressamın iyisi kendi eli ile kardığı renkler kadar ve ancak onlarla
düşünebilir.
Resim sanatı
ile şiir sanatı arasındaki ayrılığı daha güzel belirtmek için açık bir örnek
daha:
- Bizim
memleketimiz şiir sanatından yana hiçbir milletten aşağıya kalmayan şairler
yetiştirmiştir. Eğer onlar henüz dünya çapında olmamışlarsa kabahatin hepsi de
bizim değildir. AvrupalIların, Amerikalıların Ömer Hayyam’ı büyük şair olarak
bilmeleri, buna karşılık Yunus Emre’nin adını bile işitmemeleri Yunus Emre’nin
şiirini küçültebilir mi?
Evet, şairden
yana yoksulluk çekmemişiz. Ama nasıl olmuş da bugüne kadar bir tek ressam, bir
tek heykeltıraş yetiştirmemiş bu memleket?
- Neden olacak?
Çünkü bu topraklara şiirin tohumu ekilmiş. Ama resmin ekilip biçilmesi yasak
edilmiş. Bizim milletimiz de hıncını nakış sanatından almış.
Fransız
eleştirmenin yapı sanatı ile uzlaşan resim sanatını küçümsemesi, böylelerini
bir kalemde sanat haritasından silmesi de eşine az rastlanır iri lakırdılardan.
Eğer ressamımız sapına kadar ressamsa ona isterseniz avuç içi kadar bir kitap
verin, onu cennete çevirsin. İsterseniz Ayasofya’lar dolusu duvar yığın önüne,
bir fırçada süreceği rengi bin bir mozaik taşı ile işleyerek donatsın.
Ama eğer
ressamımız kalp bir kişi ise onu sen cennetin orta yerinde kendi başına buyruk
bırak. Elini kolunu sallayarak dolaşsın dursun. Hiçbir eserini sipariş üzerine
yapmasın. Yalnız kendi yüreğinden gelenleri işlesin, ne yaparsa yapsın, kalp
musibet kimin umurunda?.. Ahh! Şu işin zanaat tarafını durmadan küçümseyen
küçük baylar yok mu? Hani hep şu büyük harfle yazılmış büyük sanat lafı
edenleri! Onlara hiç durmadan camiler dolusu harika çinileri; Aya-
Sofya’lar,
Kariye’ler dolusu mozaikleri; kiliseler, manastırlar dolusu renkli cam
işlerini, duvar resimlerini göstermeli:
- Bak! demeli.
Bunları işleyen ellerin hiçbirisinin adı sam yok. Ama Allah rızası için adı
sanı olanlardan kaç tanesinde bunlardaki kadar renk ve biçim bilgisi var?
Cumhuriyet, 10
Aralık 1956
Charles
Estienne, L'Art abstrait est-il un Academisme?, Editions de Beaure-Paris.
Tasarlama Gücü
İş becerenin,
kılıç kuşananın, aş kotaranın, ama dünya da tasar-layabilenin... İşte şu süzüm
süzüm süzülen uçak, işte bütün pencerelerinden ışık boşanan şu kocaman gemi, şu
minare, bu fabrika bacası, şu sağrısı bir tay gibi okşama arzusu veren taksi,
hepsi hepsi son zerresine kadar tasarlanmış şeyler değil mi?
Tasarlama,
hepimizin her gün, her saniye yaptığımız iş. Fakat yarabbi ne zor, ne belalı
iş! Meslek tasaları ağır basmaya başladıkça, insan tasarlama gücünün ne demek
olduğunu daha iyi anlıyor. Kendi kendime durmadan şunu tekrarlıyordum:
- Öğretimin
hangi kolunda olursa olsun, en küçük yaştan başlayacak en önemli eğitim,
tasarlama gücüne dayanmalıdır. Tasarlaya-bilmenin faydaları elle tutulacak,
gözle görülecek şekilde, en küçük yaşta içimizde yer etmelidir.
Bir işi, bir
odayı, neresine kadar, kaçıncı basamağına, kaçıncı bölümüne kadar
tasarlayabiliyoruz? Tasarladıklarımızla hakikatin kendisi arasında birleşen ve
ayrılan noktalar hangileridir? Tasarladıklarımızı yapabiliyor muyuz? Hiçbir
zaman olmayacak, işe yaramayacak, ipe sapa gelmeyecek şeyler tasarlamakla ne
kadar vakit geçiriyoruz? Bu sonuncu tasarlama nevine yanılmıyorsam kısaca dalga
geçmek deniyor ve şu anda binlerce okulun tahta sıraları üzerine çakı ile
kertilen çentikler bir ağızdan sesleniyor:
- Bizimki gene
çakıyı eline aldı, bir şeyler oyuyor. Bal gibi dalga geçiyor. Hem yontuyor hem
de birbirine eklenmiş filmler, birbiri üstüne çekilmiş fotoğraflar gibi
aklından birbirini tutmayan şeyler geçiriyor. Taksi boşuna yazıyor!..
Birbirini
tutan, birbirine eklendikçe büyüyen, basamak basamak yükselen, perde perde
açılabilen tasarlama gücü!.. Okulda birçok dersin senin şerefine konduğunu ben
ancak saçlarım ağarmaya başlayınca fark edebildim. Bize hesabı, hendeseyi,
tasarlama gücümüzü geliştirmek için öğretiyorlarmış meğer. Coğrafyası da,
tarihi de buna dayanıyormuş... Haberimiz bile olmamış!..
Bugün lise
sınıflarında hesaptan, hendeseden bunalıp edebiyata ve resme heves edenlere:
- Bütün yollar
tasarlama gücüne dayanıyor. Bir problem çözmekle bir tablo yapmak insandan aynı
gayreti istiyor. Bir hikâye yazmakla bir cebir muadelesi kurmak veya çözmek
aynı şeydir, diyebilene aşkolsun!
Sanki onlara:
- Siz şekeri
tatlı sanıyorsunuz, fakat yanlış, aslında şeker de acıdır! demişsiniz gibi
tuhaf tuhaf yüzünüze bakıyorlar... Dönüp dolaşıp bütün gayretimiz, bütün
gücümüz, kuvvetimiz, dinimiz, imanımızla tasarlama kapısında soluğu alıyoruz.
Tasarlayabildiğimiz kadar kuruyor, gözümüzün önüne getirebildiğimiz kadar
düşünüyor, inanabiliyor, seviyor veya nefret ediyoruz.
Böyle olduğu
halde ey dostlar! Niçin birçok şeyler öğreniyor, öğretiyoruz da bu gücün
üstünde durmuyor, ince eleyip sık dokumuyoruz?..
Bana öyle
geliyor ki insanoğlunun en az gelişmiş, en az serpilmiş tarafı budur. Eğer bu
tarafımız güdük kalmasaydı. Eğer birçok şeyleri sırasıyla gözümüzün önüne
getirebilseydik dünyamız çoktan cennete dönerdi. Her şeyden önce aklıma gelen
şu oluyor: Daha iyi ta-sarlayabilseydik daha çok acıyabilirdik. Daha çok
acıyabilsek daha iyi insanlar olurduk. Deprem vurup bir tarafımızı çökertiyor,
ürpertiyor; fakat bir türlü felaketi bütün çıplaklığıyla, çadır çadıç ocak ocak
gözümüzün önüne getiremiyoruz. Deniz bir vuruşla seksen bir tane yiğidimizi
diri diri gömüyor, gömüyor da başımızı ellerimizin içine alıp seksen bir
dakika, araya kendi tasalarımızı katmadan biteviye onları düşünemiyoruz.
Hepimiz yürekten sadece bir:
- Ah!.. Ne
müthiş şey değil mi? Ne korkunç şey değil mi? diye-biliyoruz.
Bütün iyi
niyetlerimize rağmen facianın çeşitli yüzlerini bir bir gözümüzün önüne
getiremiyoruz. Araya ikide bir korkunç bir parazit halinde kendi günlük
tasalarımız karışıyor. Tasarlayabilmek için en mühim şart herhalde her şeyden
evvel kendi ağırlığımızı hissetmemek olsa gerek. Parmaklarımızın ağırlığını
duymayışımız gibi. Kendi tasalarımızı bir yana iterek; kana kana başkalarını
düşünebilmek, onların acısını, sızısını tasarlayabilmek. İşte en güdük kalan
tarafımız bu.
Halbuki bu
merhamet balı dağarcığımıza
Bayramdan
bayrama yalanmak için doldurulmadı
Bu kahpe
tasarlama perdesi kafamıza
Sadece kendi
suratımızı oynatmak için kurulmadı.
Bir aralık
resim hocalığının zoruyla olacak zihnim şu noktaya takıldı kaldı:
- Şair
kelimelerini beraberinde taşır, çarşıda, pazarda, yemekte, yatakta, kelimeler
emrine amadedir, onlarla kafasında düzenler kurar, bozar. Ressam, paletinde
kendi eliyle hazırladığı renklerle düşünür. Bu renkleri tasarladığı biçimler
içerisine koyarak bir şeyler hazırlar.
Her ikisinin de
rahat rahat tasarlayabilmeleri için gereken malzemeyi kafalarında taşımaları
şart. Bunlardan biri kelimelerle düşü-nedursun, öteki renkler ve biçimlere.
Fakat hepimizin zahmet çekmeden gözümüzün önüne getirebildiğimiz, kesin olarak
tasarlayabildiğimiz şeyler acaba nelerdir?
Bunu birçok
yakınlarıma sordum. Ve şöyle bir sonuca vardım: İnsan dediğin ne kelime ile
düşünüyor, ne renkle, ne biçimle. İnsan dediğin insanla düşünüyor. Bir rengi,
bir biçimi sevdiğin veya nefret ettiğin bir kimsenin yüzü gibi gözünün önüne
getirebiliyor musun?
Hiç durma,
resim yap.
Başımız kendi
haline bırakıldı mı oradan boyuna insanlar gelip geçiyor, insanlar konuşuyor.
Hep onların halleri, gülmeleri, ağlamaları, bin bir çeşit davranışlarıyla dolup
taşıyoruz. Başımızda dolaşan insanlar arasında bir tanesi var, en münasebetsizi
o!.. Her yere burnunu sokuyor. Her taşın altından çıkıyor. Her söze karışıyor,
ah bir onu susturabilip ötekileri dinleyebilsek!..
- O da kim ola!
- Kim olacak?
Haşmetlu kendimiz efendimiz hazretleri.
Cumhuriyet, 9
Nisan 1953
Adsız Afişçi
Kapısındaki
afişler bana hiç de yabancı değildi. Beyazıt’tan Çem-berlitaş’a giderken
muhakkak bu afişlerin önünde durur ve tutkallı toprak boyası ile çala fırça,
gelişigüzel boyanıveren, yeşilleri bir yonca tarlası kadar ot ve hayvan kokan,
kırmızıları çıplak bir et ve yanık bir toprak laubaliliği taşan bu acemi halk
resimlerini zevkle seyrederdim. Bu resimler ekseriya içerideki sazendelerin
fotoğraflarına bakılarak iki üç renkle yapılmış portrelerdi.
Portrelerin
sahiplerine benzeyip benzememesi onları boyayan sanatkârın umurunda bile
değildi. O sadece “şenlik olsun!” diye büyük kırmızı lekeleri orta derecede
kuvvetli bir rengin yardımına kulak asmadan doğrudan doğruya tepsi kadar bir
yeşilin yanı başına kadar uzatıyordu.
Bazen
yapayalnız kalan yeşile acıyıp yamna aym kuvvede bir mavi koyarak onu
serinletiyor, hırsından çatlayan kırmızının yanına da bir parça sarı veya
turuncu ilave ederek biçarenin hiddetini teskine çalışıyordu.
Aym afişlere
birkaç defa da Şehzadebaşı’ndaki Naşit Tiyatrosu’nun duvarlarında rastlamıştım.
Birçok okuryazarlarımızın “kaba ve aşağılık” kelimeleriyle tavsif ettikleri bu
renkli resimler, Şehzadebaşı sinemalarının kapıları önünde beygirleri şahlanan
Amerikan filmlerinin yedi sekiz renkle şişirmeye çalıştıkları afişlerin
hepsinden daha çok göze çarpıyor ve bu basit halk resimleri Garp’ın
Pompiye’leri-ne, yani aşağılık sanatkârlarına güzel bir afiş dersi veriyordu.
Bu resimleri
yapan adsız sanatkâr için “Denizkızı Eftalya” veya “Safiye” okuyucu olmadan
evvel kadındı. Kadın denilen mahluka gelince, onun en karakteristik tarafı
saçlarının erkek saçından uzun ve göğüslerinin de ekseriya mübalağalı
toparlaklar çizerek vücudundan dışarı taşması idi. Kaşların keman, dudakların
hokka olmasına gelince, bu da nihayet bir teferruat ve zevk meselesi idi!
Erkek
portrelerine gelince, bıyık her şeyi hallediyordu. Bu afişlerdeki erkek
sanatkârlar vapurların duman koyuvermesi gibi bıyık salıveriyorlardı.
Klasiklerine
kuytu civar kahvelerin müzelik yaptığı halk resminin afiş kısmı da yine ufak
kahvelerimizin kapısında tamamlanıyordu.
Bunları yapan
sanatkârların ekseriya para almadan keyif için yaptıklarını ve aldıkları zaman
da tanesini 25-30 kuruşa yaptıklarını öğrendim. Gerçi bunlar gayet az zaman
içerisinde, adeta imza atar gibi rahatça çizilivermiş resimlerdi. Bir parça
evvel de söylediğim gibi sırf şenlik olsun diye bir bayrak gibi kapıların
üzerine asılıyor, bir bayrak kadar az ve düz renklerle boyanıyordu.
Fakat bugünün
en modern afiş sanatkârlarının işleriyle bizim halk ressamlarının elinden çıkan
bu basit resimler arasında ne yakın bir akrabalık vardı!
Resimde yeni
ufuklar keşfettiğini sanırken haberi olmadan tezyini sanatların hesabına
çalışarak ona yepyeni imkânlar veren bugünkü ressamların çoğunun en güzel
buluşlarını tezyini sanatların bir kolu olan afişe mal eden meşhur Fransız
sanatkârlarından Colin’ler veya Cassendre’ler, bizim halk resimlerini acaba ne
zaman keşfedecekler?
Fildişinden
beyaz sayfalarını yamyam topuzlarından tutun da henüz tarihin elini
uzatamayacağı kadar uzak ve adsız zamanlardan devşirilmiş resimlere, nakışlara
ve heykellere açan L’Amour de l’Art veya Verne gibi sanat mecmualarının yolu
acaba ne zaman bizim halk resimlerimizin bahçesinden geçecek?
Ses, 18 Kasım
1938
İlk Çağların
Sanatı
Bir vahşinin,
bir yamyamın elinden çıkan işe sanat eseri denebilir mi? Dense bile nasıl olur
da bu kadar iptidai bir insan elinden çıkan iş, insanlığın övündüğü, dâhi
dediği klasiklerle bir rafa konur? İşte klasik kelimesinin aşman taraflarından
birisi de bu.
Kabilelerden,
kavimlerden, iyi kötü bir medeniyet kurmuş olduklarına dair bize bazı ipuçları
veren çeşitli iptidai topluluklardan daha gerilere gidilince, bize ilk
insanların taşlara, mağaralara işledikleri hayvan resimlerini gösteriyorlar.
Bir yabanöküzü çizmişler, bir geyik, bir kuş çizmişler. Bu resimlere bakıp
düşünüyoruz. Dâhi dediğimiz ressamlardan hangisi, klasiklerden hangisi bize
böyle bir geyik, böyle bir öküz çizdi? Üç dört çizgi ile insanın tüylerini
diken diken eden bir boğa resmi!..
Klasik
dediğimiz ustaları şöyle bir gözden geçiriyoruz. Bakıyoruz, onlarda birçok
marifetler var. Gayet iyi beslenmiş, iyi boyanmış tavlı öküzler çizmişler
çizmesine ama, canlı bir öküz resmi yapmak için nelere başvurmamışlar? Öküz
canlı olmasına canlı olmuş. Neredeyse tablodan dışarı çıkacak kadar canlı. Ama
ara yerde resim sanatı, resmi yapan en mühim kurallar güme gitmiş. İptidai
insanın iki üç çizgi ile insanı şaşırtan yabanöküzü, öküz olmadan evvel çizgi
olmasını bilmiş. Göz, kulak, kuyruk olmadan önce renk ve leke dozunu kurmasını
bilmiş. Halbuki bizim klasik usta renkten, çizgiden, lekeden önce ille de öküz
diye tutturmuş. Hem nasıl, ne güzel tutturmuş! Bir ömür harcamış öküzün
iskeletini incelemeye, bir ömür, adalelerini öğrenmeye. Bir ömür de derisinin
üstündeki ışık oyunlarına; etti üç ömür. Usta, kalfa, çırak ömürleri birbiri
arkasından sıralanmış. Ortaya müthiş bir öküz çıkmış ama resmi resim yapan bazı
kuralların zayıflaması pahasına. Biz bugün vahşi işlerini klasiklere verdiğimiz
önemle inceliyorsak vahşetlerine hayran olduğumuz için değil, mesleğimizin
kuralları nasıl olmuşsa olmuş, onlarda dipdiri kalabilmiş de ondan.
Genç
heykeltıraşların vahşilerin sanatına karşı besledikleri başıboş sevgiye
sinirlenen ikinci sınıf bir Fransız heykeltıraşı Gimond, dört beş sene evvel
bir dergide gençlere şöyle bağırıyordu:
- Mademki vahşi
işlerini bu kadar seviyorsunuz, niçin onlar gibi mağaralarda cascavlak yaşamayı
göze almıyorsunuz?
Gençlere böyle
bir öğüt vermesi için bu zatın zamanımızın ölçüsünü kaçırmış olması lazım. Öyle
ya, gençler de ona şöyle cevap verebilirlerdi:
- Siz dünü
yaşamamızı tavsiye ediyorsunuz. Biz düne boş verip evvelki güne gittik diye
kızıyorsunuz. Sizin yaptığınız heykeller bir parça Roma, bir parça gotik
sanatını andırıyor. Onlar heykelin dünü ise iptidai kavimlerin heykelleri de
evvelki günü sayılır. Niçin bizim gelişmemiz için şart olan gıdayı ille sayılı
kaynaklardan almamızı istiyorsunuz? Karanlık toprağın altındaki ağaç kökleri
tuzu, şekeri, yeşili, cilayı nereden alacaklarını biliyorlar da biz gelişmemiz
için şart olan gıdaları niçin bulamayalım? Niçin nerede bulursak oraya
köklerimizi salmayalım?
Gimond’un
gençlerin bu sorusuna ne şekilde cevap vereceği hakikaten merak edilmeye
değerdi.
Yalnız bizde
değil dünyanın her tarafında klasik heykel deyince akla Yunan heykeli gelir.
Arkasından Rönesans ustaları gelir. Gotik heykelleri gelir. Resim dünyasındaki
klasik kelimesi önüne ilk çırpıda sıralananlar İtalyan, Flaman, Fransız, Alman
ustalarıdır. Bunlar arasında Rönesans ustaları her zaman ağır basar. Halbuki
bugün za-
manimizin en
iyi heykeltıraş ve ressamlarının eserlerini dikkatle incelersek, bu ustaların
eserlerini bir kimyacı sabrı ile elersek kursaklarında yukarıda saydığımız
klasiklerden başka bir sürü esere rastlayacağız.
Zamanımızın
ustalarının hemen hemen hepsi ilk çırpıda akla gelen klasiklerle işe koyulmuş
fakat daha sonra her biri kendi yaradılışına, huyuna göre bambaşka kaynaklara
başvurmuş.
Gauguin ve Van
Gogh’la başlayan yepyeni kaynaklardan faydalanma gücünü onların arkasından
yetişmiş olan zamanımızın ressamları bir o kadar Türk çinisine veya kilimine,
bir Çin veya İran minyatürüne, bir Eti heykeline, bir Asur, Sümer heykeline
Rönesans ustalarına beslenen sınırsız sevgi ve saygının gösterildiğine
hiçbirimiz şahit olmadık. Öteden beri ilk, orta, lise kitaplarında görmeye
alıştığımız Mısır heykellerinin, Yunan klasiklerinden hiç de aşağı
kalmadıklarını, Rönesans ustalarından çok daha usta olduklarını fark edeli çok
olmadı.
Kısacası bundan
elli sene evveli kendilerine çocuk muamelesi edilen çeşitli sanat eserleri
bugün klasiklerin yanında yer almışlardır. İleride sırası geldikçe örnekler
vererek bunların üzerinde durmaya çalışacağız.
Yüzde Yüz Sanat
Peşinde
Neyleyim
neyleyim
Kolları
neyleyim
Nenni nenni
demedik
Dilleri
neyleyim.
Bu türkünün
bestesini hatırlayamıyorum, nerede söylenmiş bilmiyorum, fakat söyleyene bir
hayli pahalıya mal olmuşa benzer.
Evvelki gece
Akademi’nin bahçesinin önünden geçerken bu türküyü mırıldanıyordum. Akşamüstü
eve dönerken ekseriya bir şarkı veya bir türkü kırıntısıyla oyalanmayı âdet
edinmişim. Hani insan bazen ağzına bir erik veya bir vişne atar sonra
çekirdeği, neden bilmem, ağzında uzun müddet saklar durur, öyle bir şey. Eve
dönerken bir radyodan veya bir gramofondan kulağımda yer etmiş olacak:
Neyleyim
neyleyim
Kolları
neyleyim
Nenni nenni
demedik
Dilleri
neyleyim.
“Bu türkülerde
çok iş var” derken, son süratle giden bir otomobilin koskoca yolu bırakıp
kaldırıma çıkacağı tutmaz mı! Meğer ka-ranhkta erimiş kapkara bir kedi
yavrusunu ezmemek için kaldırıma tırmanmayı münasip görmüş...
Kara kedi
yavrusu gözlerinde taksinin lambalarından yakılmış iki kıvılcımla Akademi’nin
bahçesine doğru yürüyor. Kara kedinin ışıl ışıl yanan gözlerini görmemiş olsam
şoför bana küfrediyor sanacaktım, akşam akşam başım belaya girecekti. Şoför
kara kediye bembeyaz küfürler savurarak homurdana homurdana çekti gitti. Kara
kedi de küçük lambalarını söndürdü, karanlığa karıştı gitti. Ben de birdenbire
kendimi Akademi’nin bahçesinde hışırdayan ağaçlarla karşı karşıya buldum.
Neyleyim
neyleyim...
Akademi’nin
bahçesindeki ağaçlara elektrik ışığı altında ilk defa alıcı gözle bakıyorum.
Bir saatten beri dudaklarımın arasında dolaşan türkü kendiliğinden düşüyor:
- Allah Allah!
Elektrik ışığı ağaçları ne kadar değiştiriyor!
Kuzguni siyah
bir fon üzerine çizilmişler. Servi, çam, karayemiş, manolya ağaçları. Ben bu
ağaçların cemaziyülevvelini bilirim. Bunların arasında elimle diktiğim birkaç
servi de var. Tuttuklarını gördüğüm zaman, sevinmiş, boyları boyumun iki misli
olduğu zaman iftihar etmiştim.
Ben Akademi’nin
bahçesini on beş senedir bilirim. Şu servi evvelki kış o kadar çok kar yüklendi
ki beli iki kat oldu, hâlâ doğrulmadı. Şu manolya, tramvay yoluna yakın olduğu
için mahalle çocuklarının şerrine uğradı. En gürbüz dallarından birkaç tanesini
şehit verdi. Şu çam beni tam iki hafta terletti. Bir tek dalını çizebilmek için
iki hafta en kızgın güneşin altında uğraştım. Gül fidanlarıyla ayrı dostluğum,
akasyalarla bir başka hesabım vardı.
Bu bahçeyi
evimin bir odası kadar iyi bildiğimi pervasızca iddia edebilirdim. Fakat
kuzguni siyah bir göz üzerine çizilince bizim bahçe tamamıyla kayıplara
karışıyor, onun yerine benim hiçbir köşesini tanımadığım bambaşka bir bahçe
peydahlanıyordu. Gündüz ışığında bir renge bulanarak birbiri içerisinde eriyen
yapraklar, birer kilim nakışı gibi siyah fon üzerine birer birer
çiziliyorlardı. Gündüzün renk cümbüşü yerine iki üç yeşilden ve tamamıyla siyah
gök koyuluğundaki lekelerden başka renk yoktu. Tramvay yolundan çıkarken sarkan
büyük ampuller bahçe yeşillerine renk olarak katiyen karışmıyor; bu yeşiller
âlemine tamamıyla yabancı, tamamıyla kendi âlemlerinde yaşıyorlardı. Elektrik
ışığıyla bahçenin renkleri arasında göz bakımından en ufak bir münasebet yoktur.
Bahçenin renkleri yamnda bu lambaların aydınlığı renkten başka her şeydi. Bir
nara, bir feryat, bir çığlık, fakat herhalde renk değil. Evet, gündüz renk
cümbüşü, gece elektrik ışığı altında şekil bayramı. Gündüz şu akasya dallarının
nerede başlayıp nerede bittiklerini anlayabilmek için az mı göz nuru dökmüştüm!
Meğer en iyi kavradığımı sandığım akasya dalı nereden çıkıp, nereye gidiyormuş!
Ben onu anlatmak için ne çıkmaz yollara sapmış, neler neler icat etmişim!
Şu manolya
yaprakları! Gündüz bir yeşilden ötekine girene kadar türlü türlü yeşillerde
karar kılan, bütün palet renklerine cilveler eyleyip olmayacak nüanslardan dem
vuran bu yapraklarla yalnız ben değil, daha nice meslektaş yıllarca cenkleştik
durduk...
Şimdi bir kedi
sırtı gibi kabaran, biraz sonra üzerine oturulmuş bir fötr şapka gibi tersine
dönen bu çam dalları elektrik ışığı altında süt dökmüş kedi gibi duruyorlar.
“Hani sen bu
bahçeyi cebinin içi gibi bilirdin... Ah, iki gözümün nuru! Eğer sen bütün
bildiğin şeyleri böyle bilirsen, işin çiriştir...” diye içimdeki ressamı
öldüresiye iğneliyorum.
- Peki bizim
bahçe hangisi? Gündüz ışığı altında bin bir renge, iç içe bir sürü belirsiz
şekle bürünen bahçe mi? Yoksa şu soğuk elektrik lambaları altında sadece iki üç
yeşile, buna karşılık bin bir tane besbelli nakışa bürünen bahçe mi? Çini
mürekkebi kadar siyah bir gök üzerine bu yeşil yaprakları ebem de çizer,
diyeceksin. Bu ışık altında incelenmiş bir mevzu, adamı tepetaklak nakış
âlemine, basit bir işçiliğe, yorucu bir tekrarlamaya götürür, diyeceksin.
Biliyorum, daha çok şeyler diyeceksin:
- Hadi biz
tıpkı bu ışık altında incelemedik diyelim, fakat bizden evvelkiler bunu gözden
kaçırdılar mı sanıyorsun?
Müzelerdeki
resimlere musallat olan karanlık sadece beziryağının kararması değil; bu
karanlığın yarısı da bal gibi gece karanlığıdır.
Üstatların çoğu
mevzularını adi ispermeçet mumu ile aydınlatmış olacaklar. Onlar resimlerine
gündüzü kattıkları kadar geceyi de bulaştırdılar...
Zifiri karanlık
üzerine çizilmiş ağaçlara belki bir saatten fazla dalıp kalmışım. Gündüz ışığı altında
eriyen şekillerin gece elektrik ışığında bu kadar büyük bir vuzuh içinde
çizilmiş olması kafamı altüst ediyor.
- Desene, biz
gündüz ışığı altında şekilleri zapt etmek için yıllardır kav çakıp duruyoruz.
Tevekkeli değil eski ustalar bir şekli tamamıyla benimsemek için onu kim bilir
kaç ışık altında inceliyorlardı!
Şu halde benim
on beş yıllık kapı komşumun, ömrümün yarısını çerçeveleyen bahçenin ben şimdiye
kadar yalnız bir yüzünü görmüşüm, onu yalnız bu ışık içerisinde tanımışım, onun
ömrünün yalnız yarısını biliyorum. Peki, ne yapmak lazım? Peki ya öteki mevzularını?
Tunca’daki sokak, Karabaş’taki kahve, Beylerbeyi’ndeki çayır, Çorum’daki
kavaklar, hepsi hepsi... Şimdiye kadar fırçama takılan bütün mevzuları bir de
bu ışık altında görseydim, acaba onlar da aynı şekilde beni şaşırtacaklar
mıydı? Her mevzuu istediğimiz ışık altında incelemek elimizde midir? Böyle bir
tecrübenin sonu gelir mi? Diyojen’in güpegündüz fenerle adam araması gibi biz
de geceleri mum yakıp sokak sokak dolaşalım mı? Bir mumluk, beş mumluk, yüz
mumluk ampullerle bir tepeden, bir yandan, bir şuradan, bir buradan bütün
mevzularımızı, bütün kâinatı aydınlatmak elimizde mi?
îlk günler
yüzlerce sualin birbiri arkasından yağmasıyla beni bunaltan bu gece sefasından
bana kala kala güzel bir âdet kaldı. Şimdi nerede geceye yaslanmış bir ağaç
görsem alıcı gözle bakıyorum. Bütün mevzuları çeşitli ışıklar altında incelemek
bahsine gelince, işi inada bindirip bir gün bunu yapacağım. Fakat şurasını da
sadece teselli olarak değil, tıpkı o geceki şaşkınlık şiddetiyle duyuyorum:
Mevzu ışıkla değil, yalnız sevgi ile aydınlanır. Tam manasıyla, sevebileceğimiz
kadar sevdiğimiz mevzu en hakiki ışığını ancak bu sevgide bulur. Bütün mesele
bizim mevzuumuza bağlanmakta sarf olunacak sevgiye bağlıdır. Eğer ben
Akademi’nin bahçesinde yaptığım resimlere bütün sevgimi katmış olsaydım, onun
önünde gece ıslık çalarak geçerken türkülerimi değil, manolya yapraklarını
düşünürdüm. Halbuki pek iyi hatırlıyorum: Bahçede resim yaparken geçirdiğim
günlerin akşamı aynı yoldan kim bilir kaç defa geçmişimdir, geçerken de
muhakkak başka şeyler, başka mevzular zihnimi kurcalamış olacaklardı. Yahut
sadece resimden başka bir dünyada ya da türkünün mahremliğinde, ya bir
hatıranın gölgesinde yahut bir arzunun salıncağında...
Delacroix’nın
şu sözünü bir kitapta okuduğum zaman ürperdim: “Ne mutlu o sanatkârlara ki,
yaşamış olduklarını ancak eserleriyle ispat ederler!..” Bu fikri o daha
kıskıvrak söylemiş, galiba şuna benzer şeyler söylemek istemiş:
- İşte ömrüm!
Şu resimler de oturduğum ev. Bunlar da gördüğüm şehirler, burada tanıdığım
insanlar. Şu kadınım, bu anam, bu dostum, bu düşmanım. Akasya dallarından çok
hoşlanırdım. İşte size bir düzine natürmort. Beyaz bulutlara dayanamazdım.
Benim yüzümü merak ederseniz, işte kendi portrelerim. İşte ben de böyle bir
insandım. Veleddalin amin!
Fakat bir
sanatkârın bütün ömrünü eserine koyması mümkün müdür? Eserlerine bütün ömrünü
sığdırmış bir sanatkâr var mıdır? Yanılmıyorsam bu sadece ebedi sulh arzusu
gibi her sanatkârın zaman zaman özlediği fakat hiçbir zaman erişemediği bir
şeydir. Bütün sanat kollarının her yandan bu arzuya doğru koştuklarını görür
gibi oluyorum...
Bir ömrü
kıskıvrak eserlerle bağlamak! Bir damla güneşini, bir damla suyunu, bir nefes
azabını, bir tek zerresini ziyan etmeden derli toplu başka bir insana sunmak...
- Al! Dokun!
Okşa! Kokla! Doy! İşit! Gör! Buna insan ömrü derler. İçerisinde hepimizin
dünyası billur gibi duruyor... Bir tek veya bütün bir eser silsilesiyle
“Yaşadım!” diye bağırabilmek, bütün bir ömrü kiriyle pasıyla, ışığı
karanlığıyla uzatabilmek...
Bütün bir ömrü,
bütün bir ömrü! Fakat her kuşun eti yenir mi? Ben ressamım, benden derenin
çığıltısı, kırlangıcın gözü, makas gibi kesip atan kanat vuruşu sorulur mu? Ben
ressamım. Benden milyonlarca ölünün, harplerin, sefaletlerin, zaferlerin hesabı
sorulur mu? Ben nihayet evimin önündeki kavaklardan, odamdaki kilimden,
çocuğumun başından, güzel modelimin kalçasından mesulüm. Ondan ötesini
neyleyim!
Fakat bütün bir
ömrü sen bize bu dört beş kalem eşya ile anlatabilirsin. Yeter ki bütün
hayatını, bütün sevgini bunların üstüne sar. Hem senin bütün hayatını neyleyim?
Sen bana sadece sevdiğin, kendini seve seve katarak yaşadığın şeylerden bahset,
yetişir; içerisinde senin sevginin alev alev yanmadığı mevzuları neyleyim!
Onlar her zaman oradalar. Sen onları ne kadar sevdin, bana ondan haber ver!
“Bana seni gerek, seni!” Kavakları, yolları, dağları sensiz neyleyim? Fakat:
Sevmek bu
dünyayı kiriyle pasıyla
Sevmek bu
dünyayı çerden çöpten Sevmek bir zerresini ziyan etmeden Sevmek durup
dinlenmeden sevmek Mümkün müdür ey dost mümkün müdür?
Mevzuunu sadece
sevmekle kalmayacaksın, mevzuunu yaşayacaksın. Öyle ya, ben mevzuumu Hanya’da
görürüm de gider onu Konya’da güzel güzel severim. Böyle sevgilerin içerisinde
tosun gibilerine rastlamak mümkündür. Bu çeşit sevgi sanatkâra verse verse
sakat birkaç eser verir. Sevdiğin mevzuu yaşayacaksın derken şunu kastediyorum:
O ekmek, su gibi senin hayatına karışacak. Senden bir parça olacak yahut sen
ondan bir parça olacaksın. Ömürleriniz birbiri içerisinde eriyecek. Onu yalnız
benim bahçeyi seyrettiğim gibi günün muayyen saatlerinde değil, her zaman
göreceksin. Onu yalnız neşeli anlamda değil, hasta hasta da seyredeceksin. Onu
çeşit çeşit haletlerin arkasından seyredeceksin. Yalnız onun değişik hallerini
görmüşsün, tatmışsın ne çıkar? Ona sen de çeşit çeşit hallerini ka-
tacaksın. Gün
olacak, onu Bektaşi’nin dediği gibi, gökyüzünden seyredeceksin, ayaklarının
altında karınca yavrusu gibi ezilecek. Gün olacak, o senin tepene binecek, sen
ezilip büzüleceksin. İnsanoğluna musallat olan her türlü keyif ve bela
arasından hep aynı şeyi gözetleyeceksin. İşte o zaman yaptığın işe kendini
katmış olacaksın. Çünkü ne mevzuun sadece gündüz ve gecedir, ne de sen sadece
bir kahkaha, bir tebessüm veya bir iniltisin...
“Manzara bir
ruh halidir” sözünü gitgide daha müphem buluyorum. Bu sözle birçok kapılar
açtılar. İngiliz anahtarı gibi becerikli bir söz. Bu anahtara yeni bir diş daha
açmak lazım:
- Manzara
sadece bir ruh hali değil, bütün bir insandır...
Ülkü Dergisi, 1
Şubat 1946, sayı 105
Resim Sanatı
En belirgin
özelliğini doğayı büyük bir aşkla inceleyişinde bulduğumuz resim sanatı üstüne
söz söylemeye başlamadan önce “resim” kelimesi üzerinde anlaşmamız gerekiyor.
Çünkü bizde düz bir yüzey üzerine renkler veya çizgilerle yapılan birçok el
işine kısaca resim denmektedir. Resim kelimesi içine çok değişik ve bazen
birbiri ile ilgili olmayan birçok anlamlar dolduruluyor. Bu yazımızın konusunu
oluşturacak olan resim, Fransızların “peinture” kelimesi ile özetlenebilir.
“Peinture” kelimesinin karşılığı olarak yağlıboya resim demeye dilim varmıyor,
çünkü yağlıboya resim deyimi “peinture” kelimesinin zamanla ifade ettiği geniş
anlama tam bir karşılık olmuyor. “Peinture” kelimesini yağlıboya resim diye
kabul ettiğimiz takdirde, bu işle uğraşana yağlıboya ressamı demek gerekecektir
ki, bu da dilimize yabancı geldiği kadar konumuza da ısınmayacak. Burada
özelliklerini incelemeye çalışacağımız resmi, memleketimizde yer yer, çeşit
çeşit anlamlara bürünen resimden ayırmak için biz de resim denince akla gelen
örnekler üzerinde kısaca duralım.
Memleketimizde
ta eski taşbasması kitaplarda yer alan minyatür bozması çizgilerden tutun da,
bugün okul kitaplarında boyuna gördüğümüz fotoğraf bozması ve karikatür azmanı
çizgilere de resim denir. Bize İran’dan gelmiş ve çok sınırlı bir topluluğa
seslenmiş olmasına karşılık, birçok eski elyazması kitabımızı süsleyen
minyatürlere de bugün kısaca resim diyoruz.
Bugün gazete ve
dergilerimizde görülen karikatürlere, hikâye kahramanları hakkında fikir
vermeye çalışan çizgilere ya da sırf dergi sahifelerini süslemeye çalışan
birçok siyah beyaz türe resim diyoruz. Duvarlarımızda, vitrinlerimizde yer alan
ve çeşitli vesilelerle önümüze çıkan birçok afiş örneklerine ve nihayet
boyanmış fotoğraflarla kartpostallara da resim diyoruz. Bütün burada saydığım
resim işleri ile uğraşanlara da ressam deyip geçiyoruz.
Bizde resim
kelimesine bu kadar çeşitli anlam yüklenmesindeki nedenler şunlar olsa gerek:
1. Gerçek resim
sanatı bize Batı’dan geleli ancak 50-60 yıl olmuştur. Buna karşılık bütün
dallarında yetkinliğe erişmiş bir süsleme sanatımız vardı. Süsleme sanatlarımız
arasında resim sanatının olanakları ve amacı ile ilgilenmediği halde, yalnız
gereçleri ile yakın bir akrabalığı bulunan kitap süslemeleri, minyatürler ve
düz yüzeyler üzerine işlenen nakışların çeşitli türleri vardı. Bizde Batı’dan
gelen resmi ilk kez tutanlar kuşkusuz bunlar olmuşlardı.
2. Gerçek
resmin memleketimize girmesi ile fotoğrafçılık sanatının bizde yayılması hemen
hemen aynı zamana rastlıyordu.
3. Bizde gerçek
ressamlar parmakla gösterilecek kadar azdı ve bu sanat Cumhuriyet’in ilanına
kadar ancak birkaç heveslinin çabası ile yalnız İstanbul’da tutunabilmişti.
Buna karşılık hayal meyal resme benzedikleri halde bu sanatla ilişkisi olmayan,
dergi, gazete ve okul kitaplarındaki çizgi ve resimler, ilan ve afişler,
fotoğrafçılıkla matbaanın el ele vermesi sayesinde memleketimizde geniş bir
yayılma alanı buluyordu. Gerçekten bizde resmi kendilerine meslek edinenler ve
hayatlarını bu sanatın gereklerine uyduranlar, parmakla gösterilecek kadar
azdır. Buna karşılık hemen hemen bütün okullarımızda karikatür yapmaya
özenenlerin, karakalemle fotoğrafı büyütenlerin, yastık üzerine nakışlar
çizenlerin sayısı hatırı sayılır bir toplam meydana getirmektedir. Resim
kelimesi daha çok bu gibi kimselerin çabası ile dilimizin köşesine bucağına
kadar gittiğinden bu kelimeyi onların elinden alarak gerçek resmin buyruğuna
vermek bir hayli güç olacak.
Gerçi Avrupa’da
da şu son 50 yıl içinde resim dünyası bir hayli karışıktır ve resimden
çıkarılan anlam bir hayli bulanmıştır. Resim sanatının yüzünü güldüren ve bu
sanatın insanlığa çok büyük insanlar bağışlamasına yol açan büyük geleneğinin
son yüzyıl içerisinde kaybolmaya yüz tutması ile resim komşu sanatlarından
birisine eklenmiş ve özellikle süsleme sanatları ile tamamıyla
karıştırılmıştır.
Fakat ne olursa
olsun, Avrupa’da yine bütün süslemeciler kendi adları ile anılmaktadırlar.
Orada zamanımızın en ünlü karikatüristlerinden Dupont’a veya en güçlü
afişçilerinden bir Cassandre’a ressam denildiğine tanık olamazsınız. Süsleme
sanatlarının çeşitli kollarına katılmadan bir ressam gibi çalışmalarına rağmen
resmin amacı ile ilişkileri olmadığından, birçok süslemeciye sadece dekoratör
denmekle yetiniliyor.
Yağlıboya
resimlere gelince, bu tür resim bize geleli 50 yıldan fazla olduğu halde ancak
İstanbul’da bir parça tutunabilmiş ve Güzel Sanatlar Akademisi kuruluncaya
kadar yalnız dört beş kişilik bir gruba dayanmıştı. Bizde ilk defa gerçek resmi
tadan Şeker Ahmet Paşa ile Hüseyin Zekâi Paşa ve Seyit Bey’dir. Fransızların
“peinture” dedikleri dört başı mamur resim sanatının bizde ilk defa bu
sanatçılar tadına varmışlar ve Türk güzel sanatlarına henüz katılmış olan bu
kol üzerinde uzun uzadıya durulmaya değer eserler yapmayı başarmışlardır. Bize
ilk defa gerçek resmi getirdikleri halde, bize aynı zamanda gelen roman ve Batı
müziği sanatlarına yakın olmayacak bir derecede bir kavrayış gösteren bu
sanatçıları Dolmabahçe’de açılan müze sayesinde tamdık. Bu sanatçılardan burada
birkaç resim örnek göstererek adlarını saygı ile anmayı bir görev sayıyorum:
Şeker Ahmet Paşa’dan Talim Eden Askerler, Zekâi Paşa’dan Cami, Seyit Bey’den
Nature Morte.
Resim sanatı
yalnız bu işi kendilerine bir meslek edinenlerin mesleğe çok genç yaşta ve çok
iyi bir hoca ile başlayarak bütün bir ömrü bu uğurda aşk ile feda edenlerin
elinde insanlığın alnını ağartacak bir olgunluk çağma erişebilmiştir.
Resim sanatı
yine bu büyük âşıkların elinde yüzyıllarca işlendikten sonra en büyük
zekâların, en büyük tutkuların ve yeteneklerin at oynatabilecekleri bir meydan
olmuştur. İnsan zekâsının ve yeteneğinin sınırları hakkında bir fikir
edinebilmek için bir lokomotife, bir ağır bombardıman uçağına bakmadan önce,
bir Leonardo’nun, bir Raffaello’nun, bir Greco’nun, bir Dürer’in, bir
Holbein’ın eserlerini toplu olarak incelemek yeter. İnsan zekâ ve yetisi
herhangi bir sahada onları aşamamıştır ve kolay kolay aşamayacaktır. Bu kadar
büyük zekâları kana kana tatmin edebilmesi için, gerçekten bu sanatın çok
karmaşık, çok heyecanlı ve yükseltici aşamalar göstermesi gerekir. İnsan
zekâsını, kıldan ince kılıçtan keskin hale getirecek kadar bileyebilmek
olanaklarını bu sanata veren nedir? Resme ve ressama karşı gösterdiğiniz sevgi
nereden geliyor? Özellikle bizim memleketimizde niçin bütün okullarımızda resim
dersi koymak, resmi sevdirmek ve saydırmak ihtiyacı duyuluyor; ressam
yetiştirmek için çabalar sarf olunuyor? Biz ki yüzyıllarca gerçek resmi
tanımamış ve onsuz da yaşayabilmenin mümkün olduğunu ispat etmişiz; niçin bu
son 50 yıl içerisinde bu sanata büyük bir yakınlık göstermişiz ve niçin onun bu
topraklarda yeşerip boy atmasını istiyoruz? Resmin gördüğü en gerekli ve pratik
işleri fotoğrafın tam anlamıyla başardığı ve sinema sayesinde çok daha büyük
başarılar vaat ettiği bir zamanda resim sanatının memleketimizde gelişmesini
dilemek için bu sanatın çok büyük övülecek tarafları olması gerekir. Gerçekten
fotoğrafın ressamın sık sık yolunu kesmesine ve çoğu kez ekmeğini bile elinden
alacak kadar ileriye gitmesine, usta-çırak geleneğinin aynı olmasına rağmen,
resim gün geçtikçe daha çok seyirci ve daha çok hevesli buluyor. Niçin? Resim
sanatının bağrına saplanmış olan bu sorular, onu en iyi aydınlatacak ipuçlarını
da beraber getirdikleri için, bunlar üzerinde birer birer durmaya çalışacağız.
Gerçek resim
fotoğrafın bittiği yerde başlar. Son zamanlarda renk denemesine girişmesine ve
doğaya yakın renkler bulmasına rağmen, fotoğraf hiçbir zaman resmin elde ettiği
muhteşem sonuca varamayacaktır. Elinde sinema gibi zamanımızın en büyük
servetleri ve şöhretleri bulunduğu için baş döndürücü bir süratle gelişmesine
rağmen, fotoğraf henüz gelişiminin doruğuna varmış değildir. Gerçi resim
sanatının fotoğrafın bittiği yerde başladığını iddia edebilmek için bu sanatın
bütün olanaklarına kavuşmasını ve daha birçok gelişim merdiveninden
tırmanmasını beklemek gerekecek, fakat son zamanlarda gördüğümüz renkli filmler
ve çok güzel birçok fotoğraf bu sanatın nerelere kadar gideceği konusunda bir
fikir veriyor. Fotoğra-
fin, sonunda
bir gün doğayı düz bir satıh üzerinde tamamıyla bir ayna gibi yansıtacak kadar
gelişeceğini düşünmek herhalde bir kehanet sayılmaz. Bu derecede gelişmiş bir
fotoğraf örneği ile güzel bir tabloyu yan yana koyduğunuz zaman, herkesin
tabloyu beğeneceğine emin olabilirsiniz. Fakat bu tablonun resim sanatının
yüzünü ağartacak eserlerden birisi olması şarttır. Şunu hemen eklemek isterim
ki, eğer doğayı düz bir satha olduğu gibi aktaran fotoğrafın yanma ikinci
derecede bir eser koyarsanız, fotoğraf üstün gelecektir, yani bir fotoğraf,
yani gerçek bir fotoğraf muhakkak ki yalancı bir tablodan üstündür. Burada
kastettiğimiz fotoğraf kazara büyük resim anlayışı ile donanmış bir sanatçının
eline düşen fotoğraf değildir. Çünkü fotoğrafçılık sanatının gelişiminde,
merceklerin, peliküllerin hassasiyetinde, kısaca bu makinenin yetkinliğinde,
ressamların en ufak bir rolü yoktur. Bu makine zamanımızın en iyi ressamlarının
haberi bile olmadan bu tekniğe kendilerini veren uzman mühendislerin, işçilerin
elinde, fizik ve kimya laboratuvarla-rında gelişmektedir.
Fotoğrafın
resimle ne ilişkisi var? Niçin fotoğraf üzerinde duruyoruz da doğrudan doğruya
doğa karşısındaki ressamın işini, çabasını incelemiyoruz? Mademki en yetkin
fotoğraf bize vere vere, nihayet bulduğu gibi doğayı verecek, doğrudan doğruya
doğa üzerinde duralım. Mademki, ressam bize doğayı olduğu gibi vermekten daha
öteye giderek, en olgun fotoğrafı fersah fersah aşan örnekler vermiştir, niçin
fotoğraf üzerinde direnelim? Evet, güzel bir tablo her zaman güzel bir
fotoğrafla kıyaslanamayacak özellikler ve zenginlikler taşır; fakat heyhat
özellikle zamanımızda bu güzel tablolara sık sık rastlamak mümkün olamıyor ve
çoğu kez herhangi bir aile albümünde rastladığımız kendi halinde birkaç
fotoğraf bize zamanımızın çoğu ressamında bulamadığımız yepyeni doğa haberleri
veriyor. Bize hiç görmediğimiz bir yüz, bir ağaç, bir hareket sunuyor. Bizi
doğaya çağırıyor. Doğanın zenginliğini ve sonsuzluğunu anlatıyor. Bir kelime
ile, bizi kötü bir tablodan çok daha fazla düşündürüyor. Kötü tablodan, kötü
resimden anladığımız şey, ilkel, basit resim değil, bozuk resimdir.
Olanaklarını, özelliklerini kaybetmiş, komşu sanatlara karışmış ve özellikle
süsleme sanatlarına eklenmiş resimdir. Şüphesiz ki fotoğraf bir Leonardo’nun,
bir Greco’nun eserinin yanında silik bir doğa olarak kalmak zorundadır, fakat
aynı fotoğraf zamanımızda arkasını doğaya dönerek resim yapan ve bize doğadan
haberler vermeye çalışanların eserlerinin yanında daha namuslu ve dürüst
görünmektedir ve hiç olmazsa elinden geldiği kadar, dilinin döndüğü kadar bize
doğadan söz etmektedir. Yunus’un, “Bana seni gerek, seni” deyişindeki imanla,
ressama da doğanın gerçeği gerek.
Önce resim
sanatının kendine özgü erdemlerini araştıralım.
Resim sanatı
öbür güzel sanatlar arasında, etrafına, yani en geniş anlamıyla doğaya en yakın
ve onunla en senlibenli olan sanattır. Bu bakımdan ona en çok yaklaşan, her
zaman kardeş muamelesi gören sanat, heykeldir. Resmi heykelden de ayırmak ve
yalnız başına ele alabilmek için heykel sanatında konunun hemen hemen yalnız
insan bedeni ile sınırlanmış olduğunu, oysa resim konularının sınırsız
olduğunu, ışığın parmağının değdiği her yerde ressama konu icat ettiğini
ekleyeceğiz. Fakat resim sanatında şu son 50 yıl içinde söylenen sözler
arasında her nedense birçoklarının en çok beğendiği ve çeşitli vesilelerle
ileri sürdükleri söz, ressamın mümkün olduğu kadar doğayı taklit etmediği,
etmemeye çalıştığı ve nihayet konusuna bir sözlük gibi ara sıra başvurduğu inancı
olmuştur. Bu kanı, özellikle şu son 50 yıl içerisinde Fransa’da türeyen birçok
çalışma tarzına rehberlik etmiş ve işin sonunda ressamı büsbütün doğadan
uzaklaştırmıştır. Oysa doğayı inceleme işini bir yana atarak, ona arkasını
dönen ressamların elinden sanatın en büyük ve en geniş olanakları alınmış
demektir. Son 50 yıl içerisinde doğa incelemesine tamamıyla ikinci, üçüncü
derecede yer vererek, bazen onu büsbütün gereksiz sayan ressamların, onların
etrafında patırtı koparanların sayısı, akılları durduracak kadar artmıştır.
îşin tuhafı, bu kimseler, sanki Oscar Wilde’ın, “Sanatçı doğayı değil, doğa
sanatçıyı kopya eder,” sözünü kural edinmişler ve sanki bütün eserleri ile
yalmz bu sözü sarf etmek istemişlerdir. Bu kimseler için müzeler ve sanat
eserleri doğa yerine geçmiş, onunla bütün bilgilerini ve zevklerini bu sanat
eserlerinden toplamaya çalışmışlardır. Büyük bir aynadan kırılıp dökülerek
bütün dünya müzelerine serpilen sanat eserlerinin yansıttığı doğa parçalarına
ve anlayışına güvenerek kendi hayatına, kendi dünyasına arkasını çeviren bu
kimseler, bu eserlerin gerçek değeri hakkında hiçbir zaman doğru dürüst bir
fikir edinmemişler. Onu durmadan kardeş sanatlarla karıştırmışlar ve özellikle
süsleme sanatlarına eklemişlerdir.
Üzerinde
dirençle durmak istediğim nokta şudur: Büyük bir doğa sevgisine ve incelemesine
dayanmayan bir resim sanatı karşılığı olmayan bir kâğıt parçası gibi kalp
kalmak zorundadır ve ne yazık ki zamanımızın sanat borsalarmda bu kalp
paraların değişik türlerine tomar tomar rastlamak mümkündür. Gerçekten hiçbir
çağda zamanımızdaki kadar kötü resim yapılmamıştır. Kötü resimden çıkardığımız
anlam ilkel resim değildir, karışık (bozuk) resimdir. Yapısına aykırı birçok
öğeyi içermeye yeltenen, hepsini birbirine karıştıran ve çürüten resimdir. Her
horoz kendi çöplüğünde öttüğü gibi, her sanat kendi olanakları içinde gelişir.
Bir parça önce işaret ettiğimiz gibi şu son 50 yılın resim tarihine kuşbakışı
bakanlar, resim sanatı ile süsleme sanatlarını birbirinden ayırt
edemeyeceklerdir. Aklı başında birçok ressamın vaktiyle basit bir işçi elinden
çıkan süsleme işlerini ele alması, ilk bakışta süsleme sanatları lehine
görünüyorsa da, bir parça incelersek, işin içyüzünün böyle olmadığını görürüz
ve sonucun süsleme sanatlarını da karışık bir hale getirdiğini görürüz. Doğa
ile bağlantısını kaybeden ressamın elinde renk ve çizgi gibi iki önemli öğe
sadece soyut bileşimler yapmaya yarıyor. Yani salt rengi aşmak için renk
aranıyor. Çizgiyi anlamlı kılabilmek için çizgi icat olunuyor, böylelikle de
gerçekten göze hoş görünen bir sürü bileşimler yapılıyor, fakat bu resmin
değil, süsleme sanatlarının temelidir. Süsleme sanatlarında doğanın
incelenmesinin aldığı yer, ciğerlerimize çektiğimiz hava içerisinde vapur
dumanlarının aldığı yer kadar önemli değildir. Bir halı, bir kilim nakışı
hiçbir zaman bize büyükannemizin yüzünü ya da komşunun bahçesini hatırlattığı
için güzel gelmez, hah veya kilimlerdeki süsleme güzelliğini hiçbir zaman
doğanın incelenmesine değil, doğrudan doğruya nakışların geometrik soyut
güzelliği ile gereçlerin ve tezgâhın olanaklarına borçluyuzdur. Baştan başa
süsleme zevki ile yapılan resimlerde ise süsleme ruhunu oluşturan gereç ve
tezgâhın yerini, yağlıboya gereçleri alıyor ve yüzyılların imbiğinden süzülen
nakış geometrisini birkaç günlük sadeleştirme stilizasyon işlemi sonunda
dokunulacağı, görüleceği veya işi-tileceği yere yağlıboya yapılmak onuruna
kavuşuyor. Bu yüzden ortaya konulan eser devekuşu gibi ne kuş ne deve, ne
süsleme ne de resim oluyor. Bu iki sanatın birbirine karışmasını çok gülünç bir
biçimde hatırlatan ufak bir fıkra anlatacağım. Bir arkadaşla rasgele bir
lokantaya girmiştik. İlk yemek, güzel bir çorba idi. İştahla içtik. İkinci
yemeğin bir etli patates olması gerekiyordu. Onu isteyecek olduk, garson “Aman
efendim. İlk olarak verdiğimiz yemek etli patates idi” deyince, canımız
sıkıldı. Bizim çorba niyetine afiyetle ve iştahla içtiğimiz yemeğin etli
patates olmasına isyan ettik. Çünkü biz onu çorba diye kaşıkla içmiştik. Etli
patates olsa ona başka türlü muamele edecektik. Çorba olarak mükemmeldi, fakat
etli patates olarak asla. Sanattan söz ederken bu etli ve patatesli hikâyeye
başvuruşumu bağışlayın. Gerçekten resim sergilerinde tanığı olduğumuz birçok
sıkıntılar ve alayları, büyük seyirci kitlesinin resim sanatına karşı takındığı
sert tutumu da bu fıkradan daha güzel bir biçimde açıklayacak bir şeye
rastlamadım. Bir sergide resim seyretmeye gelen halka, resim çerçevesi
içerisinde tamamıyla süsleme değeri gösteren resimler sunuluyor. Bir an için
resim sergisinde olduğunu unutan seyirci, bu eseri haz ile seyrediyor, fakat
bir parça sonra ona bu eserlerin zamanımızın en büyük ressamı tarafından
yapıldığı ve bunların su katılmamış resim olduğu söylenince, seyirci küplere
biniyor ve aynen bizim çorba hikâyesinde başımıza geldiği gibi afallıyor.
Burada çorba hikâyesi ile başka bir ilişki daha var. Garsonun bize sorduğu gibi
“Çorba ve patatesten maksat karın doyurmak değil mi?” Tuvalini bugün binlerce
ressam kızgın seyirciye sunuyor. Süsleme ya da resimde amaç gözü doyurmak değil
mi? İşte bütün sorun burada. Resim sanatını çok garip serüvenlere sürükleyen ve
binlerce genç resim heveslisini bu sanattan soğutan noktayı burada aramak
gerek. Amaç gözü doyurmak, göze güzel görünen renkler ve biçimleri birbiri
arkasına sunmak değil mi? Hayır, gerçek resim sanatının özelliklerinden birisi
de budur, fakat onun amacı sadece bundan ibaret değildir. Ondan sadece göze
güzel görünmesini istemek, bir duvarda herhangi bir boşluğu süslemesinden başka
bir şey istememek günah olur ve bu size dünyanın en güzel meyvelerini sunan
ağacın yalnız gölgesi ile avunmaya ve meyvelerini inkâr etmeye benzer. Herhangi
bir resmin şüphesiz ki duvarda göze güzel gözükmesi ve seyirciyi daha uzaktan
çağırması onun üstünlüklerinden birisini oluşturur, fakat herhangi bir tablonun
siyah beyaz cümbüşü ile ya da renklerinin, çizgilerinin daha neyi ifade
ettiğini anlamadan göze hoş görünmesi yeterli değildir. Resmin seyirciyi
uzaktan çağırması yetmez. Bu çağrıya uyanlara sunulacak daha çok şeyleri olması
gerekir. İlk göz sarhoşluğu geçtikten sonra bir resimde arda kalan en büyük
değer, onun ayrıntıları ile anlatacağı bir doğa parçası olacaktır. İyi bir
süsleme eseri bir bakışta en son ayrıntısına kadar nesi var nesi yok her şeyi
teslim edebilen eserdir. Fakat iyi bir resim, bazen ilk bakışta size hiçbir şey
vermez. Örneğin, gayet hafif bir renk kolay kolay seçilmeyecek nüanslarına
bürünmüştür. Burada artık ne renk ne de biçimler yüksek sesle konuşur. Burada
sanatçı ancak çok büyük bir zevkle ya da bir dikkatle izlenince kavranabilecek
bir sesle konuşur. Konuşur, fakat acep ne söyler? Bu ne bir masal, ne de bir
hikâyedir. Size sadece doğanın bütün bağrından seçtiği bir parçayı tanımlar. Bu
belki de sizin her gün görmüş olduğunuz bir ağaç veya meyvedir. Fakat bizim her
gün gördüğümüz eşya ressamın eline düşünce onu birdenbire tanımamıza imkân
yoktur. Doğa ancak ressamın karşısında çırılçıplak soyunur. Ancak ona en güzel
ve en mahrem taraflarını gösterir ve yalnız onun için en güzel elbiselerini
giyer. Şurası su götürmez ki, tekkeyi bekleyen çorbayı içer. Doğayı,
öğelerinden bıkmadan ayırt eden ressamı bu ziyafetteki payında bize de hisse
çıkardığı için severiz. Ressamı bizim görmeden geçtiğimiz ya da çok başka
değerler vererek hiçbir zaman tam anlamıyla üzerinde durmadığımız eşyayı gerçek
kimliği ile bize teslim ettiği, yaşamadan geçtiğimiz birçok şeyleri bize
yaşattığı için severiz. Kırk yıldan beri gözümüzün önünde duran, yüzümüze,
emektar ellerimize, sadık ev eşyalarımıza, yalnız su doldurmak için yıllardan
beri kullandığımız emektar testiye bir gün kazara ressam gözü ilişirse, onlarla
tam anlamıyla o zaman tanışmış olur ve onları ancak o zaman yaşarız.
Bizim yalnız
bir tarafından görmek zorunda olduğumuz, yalnız bir tek ışık altında gördüğümüz
için belirgin niteliklerini kavrayamadığımız ya da işimizin gücümüzün zoruyla
değil ayrıntılarına, en büyük parçalarına bile dikkat etmediğimiz birçok eşyayı
bize ressam tanıtır.
önünde doğa
gibi bitip tükenmek bilmeyen bir konu serili olan ressamın çabasını ne kadar
yakından izlersek, onun hayatına o kadar imreniriz. Gerçekten başka sanat
kollarından hiçbirisinin payına bu kadar güneş, bu kadar gökyüzü ve bu kadar
dünya nimeti düşmemiştir. İşin en imrenilecek yanı, konu ile sanatçı arasındaki
temasın hiçbir vesile ile nihayet bulmamasıdır. Yani bir ressam ömrünün bir
kısmını etrafını incelemeye, bir bölümünü de eserine ayırmak istemez. Bu ikisi
sanatçının hayatında hep at başı gider. Yeryüzünde ışık bulundukça, bir ressam
gözü, durmadan eşyayı inceleyecektir ve ressam her zaman, her yerde genç Türk
şairinin, Cahit Sıtkı’nın şu harikulade mısraını söyleyecektir: “Her mihnet
kabulüm, yeter ki / Gün eksilmesin penceremden. ” Evet, gün ışığı oldukça
ressam etrafına hayret ve hayranlık dolu gözlerle bakacak ve karınca kaderince
oradan bize her gün yepyeni renklere, biçimlere bürünmüş bir hayat parçası
getirecek. O, bize bazen yalvararak, bazen küfrederek boyuna şu gerçeği
hatırlatacaktır: Yaşadığımızı unutmayalım.
Eğer ressam
etrafına yalnız gözleri ile bağlı olsa idi, bize oradan bir aynanın dibinde
unutulmuş birkaç ölü yansımadan başka bir şey getirmez ve büyük bir coşku
aşılayamazdı. Eğer ressamın doğa karşısındaki çabası, yalnız kuru kuruya bir
inceleme ve çözümlemeye dayansaydı, bize oradan getire getire ya bir harita ya
da bir anatomi dersi getirebilirdi. Corot’nun şu peyzajına bakın; fotoğraf ne
denli yetkin olursa olsun, henüz bize bu tabloların gerçek değeri üzerinde
esaslı bir fikir veremediği halde, bu resimde bile gözü aşan seslere, kokulara,
deriye hitap etmek isteyen bir ürperme, bir kımıldama, bir fısıltı
sezilmektedir. Van Gogh’un şu tarlasına bakınız. Burada güneş yalnız gözleri
kamaştıran bir ışıktan ibaret değildir. Bu güneşi insanın derisinde duymamasına,
bu tarladan yükselen ot ve toprak kokusunu hayal meyal olsun hissetmemesine
imkân yoktur. Dü-rer’in elinden çıkan şu resimde doğanın yalnız gözle
incelendiği ileri sürülemez. Bu hayvanın sırtında, onun avuçlarının sıcak
teması var. Bu dağlarda beş duyumuzun birden şaha kalkmaması olacak şey mi?
Ressam arkadaşlar burada edebiyat yaptığımı ileri sürerek resmin sadece düz bir
satıh üzerinde girinti ve çıkıntılara tutunan renkten ve çizgiden başka hiçbir
şeyden medet ummayan bir sanat olduğunu ileri süreceklerdir. Bir ressam çıkacak
ve bize, “Müsaade et de tarlanın, toprağın kokusundan bize şair bahsetsin.
Rüzgârın kımıldattığı yaprakları müzisyen duysun, yüzün anlamından romancı
insanoğlunun hayatının içyüzünü aydınlatacak ipuçları yakalasın. Müsaade et de
biz ressamlar doğanın sadece göze görünen yanını inceleyelim ve bunları
anlatalım,” diyecektir.
Konuşmanın
başında da değindiğimiz gibi, resmin kendi olanaklarından uzaklaşarak, komşu
sanatlara katıldığını görebilen gerçek ressam haklı olarak bizim kokulardan,
seslerden söz etmemize edebiyat diyecektir, fakat burada meslektaşlarıma
hatırlatmak istediğim nokta şudur: Evet, ressam her zaman sanatının
olanaklarını bilmeli, yorganına göre ayağını, muşambasına göre dilini
uzatmalıdır. Fakat her dakika hayatın akışma, kımıldanışına, ürpermesine tanık
olan ressam, üzümde şarabı, kuzuda şişkebabını, bulutta yağmur duasını
düşünmeden, sırf onları olduğu gibi kabul eden bir ressam, onlara muhakkak âşık
olmuş demektir. Âşık, sevgilisinin yalnız gözlerine ve saçlarına, onun
yürüyüşüne, nefes alışına, konuşmasına değil, her şeyine topyekûn âşıktır. Eğer
resmini yaptığımız doğa parçasında yalnız bir girinti ve çıkıntı uyumu sezer ve
onun yalnız bu yanına âşık olursak, bizim sevgimizden herkesin şüphe etmeye
hakkı vardır. Su katılmamış bir doğa sevgisi, ressamı karşısındaki konuya tam
bir hayranlıkla bağlayan sevgidir. Söğüt resmi yapan ressam, onun yalnız boyuna
bosuna Vurulmuş fakat rüzgârını, kokusunu, hatta lezzetini duymamış, onu
avuçlarının içerisinde hissetmemiş ise, bize oradan vereceği eser tatsız tuzsuz
bir şey olacaktır.
Resim Nedir?
Resim nedir?
Resim, ışığa kavuşan her şeyi büyük bir aşk ile incelemek ve bu aşkı renkler ve
çizgiler aracılığı ile insanlara aşılamak sanatıdır.
Bu tanımlamada
altını çizmek istediğimiz ışık ve aşk kelimeleridir. “Işığa kavuşan her şeyi”
deyişimizin nedeni, resim konularının sayısızlığı üstünde bir fikir vermek
içindir. Resim sanatı şüphesiz ki öbür sanat kolları arasında çevresine en
alıcı gözüyle bakan, doğayla en çok senlibenli olabilen sanattır. Güzel
sanatlar arasında heykel de doğayı çok yakından inceler ve izler. Fakat
heykelde konu sayısı bir çırpıda sayılacak kadar sınırlıdır. Resimde ise konu
sonsuz denilecek kadar çoktur. Işığın parmağı nereye değmiş ise orada ressama
bir konu göstermiştir. Resim sanatı ışıkla başlar ve ışıkla biter. Işığın
bittiği yerde, şiir, müzik, roman yollarına devam edebilirler; hatta çok daha
uzağa gidebilirler. Resmin en yakın kardeşi olan heykel bile karanlıkta
tamamıyla kayıplara karışmaz. İyi bir heykelci karanlıkta kafasını çarptığı bir
heykel hakkında elleri ile okşayarak bir fikir edinebilir. Fakat ışığın bittiği
yerde resim sanatının da bütün olanakları biter. Resim yapan fakat resimden çok
edebiyattan hoşlanan bir arkadaş bir gün şöyle dert yanıyordu: “Resmini yapmak
istediğim kimsenin içinde olup bitenleri müthiş merak ediyorum. Resmini
yaptığım kafayı bir karpuz gibi yarmak, içerisinde olup bitenleri son
çekirdeğine kadar saymak istiyorum. Resmini yaptığım adamın hayatı,
düşünceleri, beni yüzü kadar ilgilendiriyor. ”
Bu arkadaşa
sorulacak bir tek soru vardı: “Niçin kavun karpuz resmi yapmıyordu?” Öyle ya,
işte bir konu ki, içi de dışı kadar resme gelir. Arkadaşa verilecek bir tek
öğüt vardı:
“Sen resimden
vazgeç, roman yaz, hikâye yaz, ne istersen yaz. Mademki doğanın, insanoğlunun
göze görünmeyen yanı seni görünen tarafından daha çok ilgilendiriyor, sen
ressam olamazsın. ”
Eşyanın görünen
yanı dururken, onun içinde olup biteni düşünmek, resim sanatının olanaklarını
aşmak demektir. Zaten bir ressam için doğadaki konu bolluğu ona hiçbir zaman
eşyanın dışını bitirip içini merak etmeye vakit bırakmamıştır.
Her nasılsa
insan gövdesini ele alan ressam bu konu üzerinde dört beş yüzyıl oyalanacak
kadar konu bulmuştur.
İnsan gövdesi
ressamın elinde hallaç pamuğu gibi atılmış, anatomi masası üzerine uzatılmış,
kesilip biçilmiş, fakat bütün bu didiklemeye, sırf insan gövdesinin göze
görünen yanı üstünde tam bir fikir edinebilmek için başvurulmuştur. Ve
gerçekten insan gövdesini en küçük ayrıntılarına kadar incelemek tutkusu bir
aralık ressamı göze görünenden çok görünmeyene saplamış ve birçok ressam işi
allameliğe dökerek, canım insan gövdesini bir kemik veya bir kas torbasına
çevirmişlerdir. İnsan gövdesi üzerinde çok keyifli bir geziye çıkan Albert
Dürer’in nefis gravürlerinden birisi önünde, doğa gibi bitip tükenmek bilmeyen
bir konu serili olan ressamın çabasını ne kadar yakından izlersek onun hayatına
o kadar imreniriz.
Gerçekten başka
sanat kollarının hiçbirisinin hissesine bu kadar güneş, bu kadar gökyüzü, bu
kadar dünya nimeti düşmemiştir. İşin asıl imrenilecek yanı ressam ile konusu
arasındaki ilginin hiçbir nedenle gevşememesidir. Işık ressamla mevzuunu ve
eserini bir tek vücut halinde yoğurmakta ve sıcak bir kan gibi her an
damarlarında aynı zamanda dolaşmaktadır.
Botticelli’nin
ihtiyar kadın kafasına bakınız. Bu başın içinde olup bitenler bir yazara en iyi
bir konu olabilir; fakat bu başın dışında olup bitenler de bir ressamı başarılı
kılmaya yetmiştir.
Ressamlar insan
gövdesi üzerinde çok çetin fakat çetin olduğu kadar keyifli bir geziye
çıkmışlardır. Bu çetin ve keyifli gezinin değişik yanlarını büyük ressamların
eserlerinde rahatça görebiliriz.
İnsanla doğanın
birbirine bu kadar ısınması ve karışması, bu birliğin sanat eseri biçiminde
aynı zamanda görünüşü resim sanatının açık özelliklerinden birisidir.
Varını yoğunu
doğaya borçlu olan sanatlardan herhangi birisinde bu yakınlığın sıcaklığını
bulmak çok güçtür. Gerek şiirde, gerek müzikte sanat eseri ile konu arasına
büyük boşluklar girer. Şu anda pencerenizin önünde asılı duran bulut,
mısralarınıza ya da romanınızdaki herhangi bir sayfaya girebilmek için belki
dört beş ay belki dört beş yıl nöbet bekleyecektir. Fakat aynı bulutun bir
Corot’nun peyzajında sonsuz hayatına kavuşması işi bir anda olmuştur.
Doğanın,
sanatçının ve eserin bu kadar kolaylıkla sıcağı sıcağına birbirine karışması
durumu ne sihirdir ne keramet ne de el çabukluğu, doğrudan doğruya doğa ve
sanat aşkına bağlıdır.
Resim konusunda
doğru dürüst bir fikir edinebilmek için bir ressamın çalışmasında göze çarpan
sanat aşkı ile doğa aşkının çizdiği dengeyi izleyelim. La Rochefoucauld’nun
sanat eserinin toplum üzerindeki etkisini çok güzel anlatan şu sözlerini
hatırlıyorum:
“Aşktan söz
edildiğini işitmemiş olsalardı, acaba kaç kişi âşık olurdu?”
Evet,
kitaplarda okuya okuya insanoğulları nasılsa bir biçimine getirip âşık olmaya
karar verdiler ve şüphesiz ki âşıkların sayısı gibi türü de çoğaldı. Fakat
gerçekten aşk kitaplardan önce vardı ve Âdem babamız Havva anamıza âşık olmak
için ne Fuzuli’den bir mısra okumuş ne de Shakespeare’den esinlenmiştir.
Bizim bu
konuşmada üzerinde bütün bir resim sanatını kurmaya çalışacağımız doğa aşkına
gelince, o aşk da her zaman ve her yerde vardır. Fakat niçin doğanın
çıldırasıya serildiği yerlerin hepsinde resim sanatı alıp yürümemiş? Sözgelimi
niçin bizim topraklarımızda resim sanatı gelişmemiş ve bize mimaride bir Sinan,
musikide bir Itri, şiirde bir Yunus bağışlayan bu memleket niçin resim sanatına
arkasını dönmüş ve neden sonra da fotoğrafın bulunuşundan sonra ona
kapılarımızı açmışız?
Niçin Sivas’tan
bir Raffaello, Konya’dan bir Greco çıkmıyor? Bu memlekette insanlar doğayı
Fransa’daki insanoğullarından daha mı az sevmişler?
Yurdumuzun
resim sanatından yoksun kalışını şimdilik yalnız bir hadisin yanlış
yorumlanmasına yükleyip geçelim. Herhalde suçu bizim aşkımızda değil, bu aşkı
ta kaynağında bulandıranlarda arayalım.
Biz de
çevremize büyük bir sevgiyle bakmış ve bu sevgiyi geri getirmek için fırçaya
sarılacak olmuşuz, fakat birisi çıkmış, günaha girersin, yapma demiş ve biz de
bu sevdadan vazgeçmişiz.
Çallı İbrahim,
Çal’da okula giderken kibrit kutularının üzerindeki suretlerin kaşlarım
gözlerini çivi ile delermiş. Annelerimiz hâlâ duvarlarına suret asılı odalarda
namaz kılmazlar.
Başka bir
konuşmaya konu olacak kadar zengin olan bu bölümü burada böylece bırakalım.
Amacımız ressamın hayatında sanat eserlerinin aldığı yeri işaret etmekti.
Sanat eseri
herhangi bir toprak parçasına gökten zembil ile inmemiş şüphesiz. O toprakta
doğmuş, büyümüş ve gelişmiştir. İnsan ancak sanat eseri sayesinde çevresine
daha iyi bakmak, daha iyi görmek, daha iyi duymak şerefine ulaşmıştır.
Sanat
eserlerinde bizden önceki resimlerin göz nuru kat kat incecik billur tabakalar
halinde donup kalmıştır. Yüzyılların görüp geçirdiğini ve birçok kuşağın paha
biçilmez denemelerini, derslerini bize sanat eserleri ulaştırmışlardır. Bütün
insanların içerisinden paylarını alabilecekleri bu eserlerden ilk önce
paylarını alan şüphesiz ki sanat âşıklarıdır. Sanat âşıklarının damarlarında
dolaşan kana daha hızlı bir akış veren, onlara doğaya daha olgun gözlerle
bakmak fırsatını veren şüphesiz ki bu eserlerdir. Fakat bir sanat ışığının
bizden önceki kuşakların sanat mirasına doğrudan doğruya konduğu görülmemiştir.
Çünkü bu miras çok büyük bir şeydir. Oradan kendi payımıza düşeni almakta
çokluk şaşırmış ve yalnız başına hiçbirimiz bu işi becerememişizdir. Sanat
âşıkları ve sanat eserlerinin arasında köprü işini gören bir güce ihtiyaç
vardır. Bu güç hocadır. Ustanın ta kendisidir. Yoksa çırak ne kadar âşık olursa
olsun, bu büyük şölenden payına düşeni seçemeyecek ve çokluk bu kadar nimetin
ortasında ölecektir.
Resim sanatı en
göz kamaştırıcı çağına usta-çırak geleneğinin tam anlamıyla yaşadığı çağlarda
erişmiştir. İtalyan Rönesansı’nda çocuk denecek bir yaşta mesleğe çırak olanlar
ancak çok yetenekli ustalar sayesinde daha o yaşta en doğru, en sağlam yola
koyulmuşlar ve sanat hayatları ancak bu şekilde uzun ve bereketli olmuştur.
Otuz beş yaşında ölen Raffaello’nun eserini başka türlü açıklamak imkânsızdır.
Bir Michelangelo’nun daha on üç yaşındayken Ghirlandaio atölyesinde sanat
hayatına gözlerini açtığını bilmezsek, eserinden hocasına borçlu olduğu tarafı
görmeyerek onu yalnız başına incelersek, elbette bu gücü belleğiniz almaz.
Usta ve çırak
geleneğinin ne demek olduğunu ve bu geleneğin kayboluşuyla resim sanatının
neler ve neler kaybettiğini anlamak bugün resme heves edenlere çok pahalıya mal
olmuştur.
Yüzyıllardan
süzülmüş, değişik ülkelerden toplanmış sanat eserleri bugün hiçbir çağda
rastlanmayan bir düzen içerisinde dünya müzelerinde sergilenmektedir. “Hâlâ
hangi bodrumlarda, sığınaklarda saklanırlar, orasını Allah bilir.” Fakat bugün
sanat âşıkları ile bu eserler arasındaki kaynaşmayı sağlayacak olan, eskiden
adına usta bugün hoca veya profesör denilen bu korkulu adam ortadan
kaybolmuştur. Niçin, ne zaman, ne yüzden?.. Burasını incelemeyi başkalarına
bırakıyorum. Fakat ben kendi hesabıma onları Avrupa’nın değişik sanat
merkezlerinde yana yana aradım. Benim gibi binlerce sanat meraklısı bu ustayı
deliler gibi aradık, fakat bulamadık. Usta sırra kadem basmıştı. İşin tuhafı
ustanın sırra kadem bastığı günden sonra şartların sayısının göze görülür bir biçimde
artması idi.
1933 yılı
Paris’te 45.000 ressam olduğu söyleniyordu. Dekoratör, karikatürist, afişçi
değil, adıyla sanıyla 45.000 ressam. Ustaları olmadığı halde bunlara çırak
deniliyordu, çünkü onlar kendilerine göre ustalar edinmişlerdi, fakat bu
ustaların ağzı dili yoktu. Bu dilsiz ustalar, müzelerin bize tanıttığı
şaheserlerden başka bir şey değildi. Evet, bu sanat eserlerinden herkes
kendisine bir usta edinmeye çalışıyordu, fakat bu çabalamanın, bu çırpınmanın
yürekler parçalayıcı bir durumu vardı. Çırak, dilsiz ustanın önünde bir sürü
marifet gösteriyor fakat ne en ufak bir beğenmeye ne en hafif bir çıkışmaya
erişebiliyordu. Her salonu resim meraklılarına başka başka maceralar vaat eden
bir müzede yalnız başına en sağlam resim anlayışını bulup sezmek gerçekten çok az
birkaç yaradılışın işi olmuştur.
Bu bakımdan
Corot ne kadar övülse yeridir. Cezanne’ın eseri bunun için çok büyüktür.
Renoir’ın bir çocuk başı bu yüzden Rubens’in büyük kompozisyonu kadar
önemlidir. Rembrandt’ın macerası bu yüzden yücedir. Bonnard aynı nedenle
büyüktür. Bu değerli ressamlar gerçekten yalnız başlarına müzelerdeki resim
ustalarını bulmuş ve onlardan yol sormuşlardır.
19. yüzyılın
sonlarına doğru dermansızlıktan gözlerinde nur kalmayan resim sanatı ancak bu
ressamlar sayesinde doğrulmuş ve ancak onlar sayesinde bugünkü kuşağa resmin en
büyük ve güzel geleneğini hayal meyal olsun seçtirebilmiştir.
Fakat Rönesans
öyle birkaç çiçek ile açılan baharlardan değildir. Rönesans’ı bu kadar değerli,
verimli bir sanat kaynağı durumunda insanlığa armağan eden yalnız birkaç büyük
ad değildir. Bu başarının şüphesiz ki adsız sansız kahramanları vardı. Fakat ne
olursa olsun, Roma’da hiçbir zaman 1930 Paris’inde sayıldığı gibi 45.000 ressam
bir araya gelmemişti.
Hakikaten
hiçbir çağda zamanımızdaki kadar ressam, resim meraklısı türememiş, fakat
hiçbir çağda da bugünkü kadar çok kötü resme rastlanmamıştır. Kötü resimden
anladığımız ilkel resim değil, karmakarışık resimdir. Resim sanatının kendine
has üstünlüklerini inkâr edecek değiliz. Paris’te sergi salonlarına sığmayıp
sokaklara taşan, yolları kaplayan resimler arasında insanı rahatsız etmeyen,
sinirlendirmeyen resimlere rastlamak çok güçtür. Bu eserler bir parça önce
işaret ettiğimiz ustasız çırakların işleridir.
Ustasızlık
yüzünden sanat eserlerinden hissesine düşen payı genç yaşında ve zamanında
alamayan ressam için biricik çıkar yol kendi olanaklarını doğrudan doğruya doğa
karşısında aramaktı. 19. yüzyılın sonlarına doğru ressam elden geldiği kadar
atölyenin pencerelerini ve kapılarını güne ve güneşe açıyor. Canbet ile şehrin
ortasındaki parklara kadar çıkmayı göze alan resim Corot ile şehir civarına,
banliyölere kadar uzanmayı göze alıyor ve bir parça sonra da Mo-net’ler,
Pissarro’lar, Cezanne’lar ve Van Gogh’larla baştan başa dağlara, bayırlara
açılıyor ve en geniş, en açık doğanın ortasına sehpayı kurarak ustası
kaybolunca anlamı kalmayan loş atölyeyi büsbütün geride bırakmış oluyor.
Ustasız, umutsuz, kararsız resim sanatını ancak bu bol ve açık hava sağlığa kavuşturabilir.
Doğa ortasında çalışan genç ve toy ressamı ilk gittiği zaman tam bir sessizlik
ile karşılayan müzedeki sanat eserleri yavaş yavaş kımıldamaya ve artık yaşını
başını almış olan ressama bir şeyler fısıldamaya başlıyorlar. Fakat ne yazık ki
Leonardo’nun öğrencisine on beş yaşında öğrettiği sır, basit fakat basit olduğu
kadar kesin ve sağlam, birçok insana, 20. yüzyılın ressamına saçları ağarırken
öğretiliyor.
Ressamın
çalışmasında doğa aşkı ile sanat aşkının aldığı yeri incelerken, büsbütün
birbiri içerisinde kaybolmuş bu iki gerçeği bir an için bile ayrı ayrı
incelemenin güçlüğünü duyuyoruz. Eğer bir ressamın beğenisini su gibi çözümleme
olanağı olsa idi, bu beğeniyi iki özlü mısra ile açıklamak kolaydı. Ressamın
beğenisini ve eserini meydana getiren öğelerden birisi, onun doğrudan doğruya
doğa ile ilişkisidir. Öteki özelliğe gelince, bu da onun incelediği sanat
eserlerinden aldığı derstir. Şu gördüğümüz kadın başı Rubens’indir. Bu resme
dikkatle bakarsanız, bundan sonra göstereceğimiz resimle arasında bir akrabalık
göreceksiniz. Bu kadın başı da Rubens’i çok seven Renoir’ındır. Bu baş da
Leonardo’nun ünlü Jokond’u, bu peyzaj Greco’nundur, bu da Cezanne’ın. Daha buna
benzer yüzlerce, binlerce örnek vermek ve bunların içerisinde bazen çok daha
yakın ve hatta rahatsız edici akrabalıklar bulmak mümkündür.
Doğa ile
ilgisini keserek boyuna üstat eserlerinin çevresinde dönmekte direnen ressamlar
vardır. Bunların içlerinde en namusluları ışığın çevresinde dönerek sonunda
düşen kelebekler gibi yanıp gitmişlerdir.
Fakat bir de
doğa ile ilişkilerini iyice kaybederek yalnız sanat eserlerine inanan ressamlar
vardır ki, bunlar ortaya çok garip eserler atmışlardır. Bu kimseler eserleriyle
sanki Oscar Wilde’m şu sözünü resimlemeye çalışmışlardır: “Sanatçı doğaya
değil, doğa sanatçıya özenir. ”
Dostoyevski’nin
hayatını ve eserlerini olağanüstü bir biçimde incelerken bu söze değinen Gide,
Corot’nun ağaçlarını hatırlatıyor. Gerçekten diyor, Corot’dan sonra millet
ağaçları onun tablolarındaki ağaçlar gibi görmeye başladı. Evet, artık bahçeler
ve ağaçlar Corot’ya özeniyorlardı.
Sanat
eserlerinin doğayı kat kat aştığına ve insanların sanat eserleri karşısında
duydukları heyecanı doğa karşısında duymadıklarına tanık olan ressamların
elinde, müzeler ikinci bir doğa olmuştu. Kendi gerçeğini doğanın her gün önüne
attığı alçakgönüllü konularda bulmaya çalışan gerçek ressam kutusunu sırtlayıp
dağ dağ, sokak sokak dolaşırken artık yeryüzünde işlenecek konu kalmadığına
inanan yalancı ressam, kutusunu alıp müzelere sığınıyordu: Orada yeşili, açan
en güzel kırmızıyı düşünüyordu.
Kocaman bir
aynadan kırılıp dökülmüş, dünya müzelerine serpilmiş sanat eserlerindeki doğa
parçalarında görünerek kendi hayatına, kendi güneşine arkalarını çeviren bu
kişilerin sömürmeye çalıştıkları sanat eserlerini tam anlamıyla anlamalarına
imkân yoktu. Kanımızca müzenin tam anlamıyla tadına varabilmek için doğanın ne
olduğunu bilmek gerekir. Nitekim onlar bize müzelerden bazı ufak tefek
reçeteler getirdiler. Ve işin sonunda resmin süsleme sanatlarından hiç de farkı
olmadığını ileri sürdüler.
Bu kimseler
hiçbir zaman doğanın tadına varamadıklarından inceledikleri tablolardaki
herhangi bir cisme yalnız renk veya biçim oyunudur dediler. Oysa onların yalnız
tatlı bir kırmızı deyip geçtikleri olağanüstü bir kadın sırtı idi. Kıvrak bir
çift çizgi diye taç ettikleri şey, bir kumaşın alçakgönüllüce kıvrımlarından
ibaretti.
Resim sanatını
kardeş sanatlara, özellikle süsleme sanatlarına ekleyerek baştan çıkaran bu
gibi ressamlardır. Burada üzerinde diretip durmak istediğimiz nokta şudur:
Büyük bir doğa aşkına ve incelemesine dayanmayan resim sanatı karşılığı altın
olmayan bir kâğıt para gibi kalp kalma gereğindedir.
Ne yazık ki
zamanımızın sanat borsasında bu kalp paraların türlü türlüsünü tomar tomar
görebiliriz. Her şeyi sanat eserinde bulabileceklerini ileri süren bu
ressamlara büsbütün karşıt olarak, bizde sanat eserlerini toptan inkâr ederek
yalnız başına doğaya koşan ressamların içerisinde de çok sevimsizleri vardır.
Bu gibiler arasında, “Aman bana şaheserlerden bahsetmeyin sonra kişiliğim
elimden gider,” diyecek kadar henüz ne idüğü belli olmayan, yalnız bir düş gibi
kendi kişiliklerine tapanların durumu gerçekten gülünç olduğu kadar da
üzücüdür.
Bunlar müzelere
gitmezler, çağdaşlarının eserleri ile ilgilenmezler. Daha kişilik savını ileri
sürmeden görebilecekleri birkaç resimden akıllarında kalanı ömürleri boyunca
doğa karşısında tekrar edip dururlar. Etki altında kalmaktan bu kadar korkan ve
böylelikle yüzyılların bıraktığı sanat hâzinesinden nasibini alamayanlara
hatırlatılacak en güzel şey şudur:
Esrarım
Mesnevi’den aldım
Çaldım veli
miri malı çaldım
Eehm itmeye sen
de himmet eyle
Ol gevheri de
bul da sirkat eyle
Usta-çırak
geleneğinin kaybolmasının ressamı büyük bir kararsızlık içine atması
yetmiyormuş gibi, fotoğrafın bulunuşu ressamın ikide bir yolunu kesmeye, daha
da çok, gündelik ekmeğini elinden alacak kadar ileri gitmeye başlamıştır. Resim
sanatını topluma sımsıkı bağlayan birçok pratik işi fotoğrafın görmeye
başlaması ressamın yavaş yavaş etrafını saran meraklı kalabalığını belli oranda
azaltmış ve onun toplum ile ilişkisine bambaşka biçimler vermiştir. Fakat
burada üzerinde durulması gereken bir nokta var. Fotoğraf bir yandan ressamın
elinden ekmeğini alırken, bir yandan da resim sanatının bütün dünyaya
yayılmasını sağlamıştır. Dünya müzelerindeki şaheserler fotoğraf sayesinde çok
uzaklarda renk renk seyirciler edinmeye başlamışlardır. Birçok değerli tablonun
renkli veya renksiz baskılarının milyonlarca nüsha halinde dünyaya dağılmasını
ve diri diri müzelerin loş salonlarına gömülen birçok sanat eserlerinin gün
ışığına kavuşmasını doğrudan doğruya fotoğrafa borçluyuz.
Çok sınırlı bir
topluluğa açılan sanat eserleri ancak fotoğraf yardımıyla bu kadar geniş bir
etki alanı bulmuşlardır. İşin üzerinde durulacak yanı, birçok müzedeki
eserlerin sınırlar ve ülkeler ötesindeki insanlara seslenmesi, resmin ve birçok
eski üstatların sayısız çıraklar edinmiş olmalarıdır. Fakat bugün ancak siyah
beyazla yapılmış resimler ve özellikle desenler üstünde tam bir fikir veren
fotoğraf, daha renk konusunda pek acemi olduğu için üstatların renkli olarak
başlamayan eserlerine bakarak renk üzerine bir fikir edinmek isteyen
heveslileri doyurmaktan pek uzaktır.
Fakat ne olursa
olsun, genellikle fotoğraf hiçbir zaman resim sanatını baltalamamış, buna
karşılık ona yepyeni bir hız ve olanak bağışlamıştır. Ancak fotoğraf yardımıyla
bir Rembrandt, bir Greco, bir Michelangelo layık olduğu en geniş seyirci
kitlesine kavuşacak ve onlar ancak bu yolla bütün insanlığın malı olacaklardır.
En büyük iyilik bir ressamın doğa karşısındaki durumunu çok iyi aydınlatışı ve
bize bu durumu denetleme olanaklarını vermesidir.
Doğadaki
herhangi bir konunun tabloda ne biçimde yer aldığını, ne gibi değişimler
geçirdiğini anlamak için bu konuda çekilen bir fotoğrafla tabloyu yan yana
koyarak karşılaştırmak yeter.
Kötü ressam bir
fotoğraf merceğinin tespit ettiği doğa parçası karşısında ezilirken, fotoğrafı
kendisine çok büyük bir rakip görürken, resmin ne demek olduğunu anlayan bir
sanatçı bundan hiç üzüntü duymamış, buna karşılık birçok yerlerde fotoğrafın
yardımını sevinçle kabul etmiştir. Bugün yana yana ustasını arayan ressam onu
bulamayacağını anlayınca henüz pek alıcı gözüyle bakmadığı ve bazen de küçük
gördüğü fotoğraftan daha çok yararlanmaya çalışacaktır.
Bugün
fotoğrafın elinde çağımızın en büyük servetlerini ve şöhretlerini arkasından
sürükleyen ve henüz baş döndürücü gelişmenin doruğuna erişememiş sinema gibi
bir güç var.
Sık sık
ressamların yardımına başvurmasına karşılık sinema ile resim arasında bugün
kurulamayan dostluk herhalde ileride kurulmuş olacaktır.
Belki de
eskiden dinin resimden istediği ve aldığı sonucu bir gün sinema ressamdan
alacaktır.
Bundan beş altı
yıl önce uygarlığın toplumumuza kazandırdığı birçok olanakları, sözgelişi gezi
kolaylıklarını, başka ülkeler, başka uygarlıklar ve bambaşka sanat eserleri
görme fırsatlarını, makinenin nimetlerini düşünürken, Michelangelo da haftada
iki kere sinemaya gitse idi, herhalde Roma bugün iki şaheserden yoksun
kalacaktı sonucuna varmış, daha doğrusu zamanımızın birçok eksiğini
bağışlatacak bir özür bulmaya çalışmıştım.
Bugün
düşünüyorum da eğer fotoğraf kazara bu dev sanatçıların eline geçseydi,
herhalde Roma’dan birkaç şaheser eksilmeyecek, belki de büsbütün başka türlü
olarak bunların sayısı artacaktı.
Herhalde
Sixtine’nin tavanlarını koskocaman fotomontajlarla döşeyecek değillerdi.
Fotoğraf bu
ustaların en güzel çıraklarının gördüğü işi görecek ve bundan en gelişmiş
anlamda yararlanacaklardı. Çünkü Rönesans’m büyük devleri zamanlarının bütün
bilimleriyle bilgin ve bütün sanatlarıyla sanatçıydılar.
Ustasını
bulamayan bugünün ressamının sürüden ayrılmaya eğilimli olduğunu, yalnız başına
doğanın ortasında dolaşmaktan hoşlandığını biraz önce belirtmiştik. Bugün
ressam kendisini büsbütün doğaya verince, haberi olmadan topluma arkasını
dönmüş oluyor. Toprağa yalnız ömürlerini gömüp, bir defacık olsun yalınayak
basmayan, büyük kentlerde oturanlar gün geçtikçe geniş doğadan bir parça daha
uzaklaşıyor. Apartmanlara yeni yeni katlar ekleyerek kendilerini dört duvar
içerisinde daha rahat, daha güvenli duyuyorlar. Toplum her gün kendi eliyle
gökyüzü ile kendisi arasında yepyeni duvarlar örerken bütün varlığı ile
kendisini doğanın kucağına atan ressama bir vahşiymiş gibi davranıyor ve sanki
ona “Mademki sen artık bana benden söz etmiyorsun, mademki dağlarda bayırlarda
dolaşmayı, salyangoz resmi yapmayı benim anlamlı gülücüğümü resmetmeye üstün
tutuyorsun, mademki açık doğa denilen ülkede dolaşarak bana ömrümce
göremeyeceğim otlardan, böceklerden, bulutlardan dem vuruyorsun, ben seni
neyleyeyim? Sen de başının çaresine bak,” diyor. Toplumun dışında dağlarla baş
başa yapayalnız kalan ressamın klasikler kadar uzağa gidebilmesine imkân var
mı? Toplum sanatçıyı gereğinde bir limon gibi sıkmazsa, sanatçı şüphesiz ki
renginin, kokusunun ve özünün yarısından çoğunu tüketmeden mezara götürecektir.
Toplum, kendini
doğanın kucağına atan ressama istediği kadar küssün, biricik aşkı doğayı
incelemek olan ressamı oradan çekip alamayacaktır. Çünkü resim sanatının en
büyük erdemi doğayla sarmaş dolaş olmasında ve bize oradan vakit vakit
armağanlar gönderme-sindedir. Ressamın bize doğanın içerisinden gönderdiği
armağan yalnız bir göz nuru değildir, yalnız bir aynada yansıyan bir renk
parçası değildir. Bu doğa parçası aşk dediğimiz ve ne olduğunu doğru dürüst
kestiremediğimiz büyülü kadehin içerisinde sunulmaktadır.
Resmi
tanımlamayı göze alırken ışığa kavuşan her şeyi büyük bir aşk ile incelemek ve
bu aşkı insanlara aşılamak sanatı demiştim.
Bu tanımda en
çok güvendiğimiz kelimelerin aşk ve ışık olduğunu eklemeliyim. Yeryüzünde ışık
var oldukça ressam da eser verecektir. Ressam her zaman her yerde genç şairimiz
Cahit Sıtkı’nın şu güzel dizelerini tekrarlayacaktır:
Her mihnet
kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin
penceremden.
Güneş yeryüzünü
aydınlattıkça ressam etrafını inceleyecek ve karınca kaderince bize oradan her
gün yepyeni renklere ve şekillere bürünmüş bir hayat parçası koparacaktır.
Ressam bazen
yalvararak, bazen küfrederek, bazen emir vererek, bize boyuna şu gerçeği
hatırlatacaktır: Yaşadığımızı unutmayalım.
Eğer ressam
çevresine yalnız gözleri ile bağlı olsa idi, bize oradan bir aynanın dibinde
unutulmuş birkaç yansımadan başka bir şey getirmeyecek ve bize büyük bir
heyecan aşılayamayacaktı.
Eğer ressamın
doğa karşısındaki çalışması yalnız kuru kuruya bir incelemeye dayanmış olsa
idi, bize oradan getire getire sonunda bir harita, bir anatomi dersi, en
sonunda iyi bir fotoğraf getirebilirdi. Co-rot’nun bir manzarasına bakınız.
Fotoğrafın özü üstüne bize tam bir fikir vermemesine karşılık, burada bile gözü
aşan sislere, kokulara, renklere karışmak isteyen bir ürperme, bir kımıldama,
bir fısıltı sezilmektedir.
Van Gogh’un
tarlasına bakınız. Burada egemen olan yalnız gözleri kamaştıran bir güneş
değildir. Bu güneşi insanın derisinde duymamasına, bu tarladan yükselen ot,
toprak kokusunu sezmemesine imkân yoktur. Albert Dürer’in çizdiği bir hayvan
sırtını yalnız gözleri ile değil avuçları ile okşadığı inkâr edilemez.
Ressam
arkadaşlar burada bal gibi edebiyat yaptığımızı ileri sürerek bana resim
sanatının olanaklarını hatırlatacak ve diyecekler ki: “Resim yalnız doğadaki
girinti ve çıkıntılara tutunan renkten ve çizgiden başka hiçbir şeyden yardım
ummayan bir sanattır.” Burada çizmeden yukarı çıktığımız ileri sürülecek ve
bize, “Müsaade et de tarlanın kokusundan ve şu insanın ensesini yakarken
duyulan haz-dan veya sıkıntıdan bize edebiyat bahsetsin. Müsaade et de biz
yaprağın yalnız resmini çizelim, kımıldanışını müzisyenlere, yazarlara
bırakalım. Müsaade et de biz ressamlar yalnız görülen doğadan söz edelim,”
diyeceklerdir.
Zamanımızda
resmin boyuna kendi olanaklarından uzaklaştığına ve komşu sanatlarla
karıştırıldığına özünde yaptığı acı denemelerle tanık olan ressam, haklı olarak
kokulardan, seslerden, rüzgârdan söz açışımıza sinirlenecektir. Öyle ya,
ressamın kokularla, seslerle ne alıp vereceği var?
Evet, ressam
boyuna sanatın olanaklarını göz önünde tutmalı, yorganına göre ayağını,
muşambasına göre fırçasını ve dilini uzatmalıdır. Fakat her dakika hayatın
akışına, kımıldanışına, ürpermesine tanık olan ressamın incelediği eşyadan en
ufak bir çıkar ummadan, üzümden çıkacak şarabı düşünmeden, kuzudan çıkacak
şişkebabı-nı hatırlamadan, buluttan yağmuru dilenmeden, bütün bunları olduğu
gibi kabul etmesi ve onlara gerçekten âşık olması gerekir. Âşık sevgilisinin
yalnız gözlerine veya saçlarına değil onun yürüyüşüne, nefes alışına,
konuşmasına toptan âşıktır. Eğer resmini yaptığımız doğa parçasında sevgimiz
bir konuyu olduğu gibi kuşatacak kadar tam değilse, onu yalnız eserimize varmak
için bir basamak veya bir deneme tahtası gibi kullanıyorsak, doğa aşkımızdan
herkesin şüphe etmeye hakkı vardır.
Su katılmamış
bir doğa aşkı ressamı ele aldığı konuya tam bir hayranlıkla bağlayan sevgidir.
Nazlı bir söğüt
karşısında çalışan bir ressam onun yalnız boyuna bosuna vurulmuş, onda sadece
bir renk örneği sezmiş, fakat onun rüzgârını, kokusunu hatta lezzetini dilinde
ve avuçlarının içerisinde bulamamış ise bize oradan vereceği eser tatsız bir
şey olacaktır. Ressamın konuya toptan âşık olması onun resim sanatının
olanaklarını unutması demek değildir. Şüphesiz ki ressam dediğimiz insan, bu
aşkı bize kaş göz işaretleriyle, elleriyle veya şarkı söyleyerek değil, renkler
ve çizgilerle anlatacaktır. İnsanların çevreye aşkla baktıkları seyrektir.
Hemen hemen hepimiz gökyüzüne yalnız havanın iyi olup olmadığını anlamak için
bakarız. Elmanın rengine çürüklüğü veya sağlamlığı hakkında bir fikir
edinebilmek için dikkatle bakarız. Günlük hayatımızda bize akıl öğretmeye
kalkmadıkça, bizi rahatsız etmedikçe herhangi bir eşyaya başımızı kaldırıp
bakmaz, baksak bile onu görmeyiz. İşimiz düştüğü oranda alıcı gözü ile
baktığımız eşyanın da yalnız bir tarafını görürüz. Kırk yıldan beri
gözlerimizin önünde duran bu emektar ellerimize, sadık ev eşyamıza, yıllardan
beri suyumuzu taşıyan testiye kazara bir ressam gözü ilişirse onlarla ancak tam
anlamıyla o zaman tanışmış oluruz. Onlarla ancak o zaman yaşarız.
Yalnız bir tek
ışık altında gördüğümüz için bazen severek baktığımız halde açık niteliklerini
kavrayamadığımız eşya üstüne bize doğru dürüst bir şey öğreten ressamdır.
Resmin ne demek
olduğunu, ne olması gerektiğini, tanığı olduğum şu ufak konuşmada öğrendim:
1938 yılı
sonbaharına doğru Halk Partisi’nin Anadolu seyahatine gönderdiği bahtiyarlar
arasında ben de vardım. Edirne’ye gitmiştim. Şehrin uzak mahallelerinden
birinde bir manzaraya çalışıyordum. Konuyu oluşturan parçalar şunlardı:
Karşılıklı iki üç eski ev, bunların ayakları altında kaplumbağa gibi yavaş
yavaş uzaklaşan eski bir sokak ve bu sokağı bestelemeye çalışan bir sıra
telgraf teli ile kambur bir telgraf direği. Şehri gezerken bu konuyu mimlemiş
ve bir sabah güneş doğar doğmaz sokak başında tezgâha oturmuştum. Birkaç saat
sonra yanı başımdaki evin kapısı açıldı, orta yaşlı bir adam çıktı. Bana şöyle
uzaktan baktı ve geçti. Öğleüstü aynı adam evine geldi. Kapıdan girerken bana
bir kere baktı geçti. Bir saat sonra yemeğini yemiş olarak çıktı, bu sefer bana
evvelkilere nispeten bir parça daha dikkatli baktı, gitti. Akşam olmuştu. Güneş
nerede ise batmak üzere idi, aynı adam işinden dönüyordu. Evinin kapısına doğru
giderken, vazgeçti, geldi, benim etrafımı saran meraklı kalabalığına karıştı ve
tam bir saat benim yaptığım resme değil, resmini yaptığım sokağa baktı. Güneş
batmıştı. Kutumu topladım. Gidiyordum.
Komşu evin
sahibi dağılmaya başlayan seyircilerden birisine aynen şunları söylüyordu:
- Ahmet Usta
be, meğer şu bizim fakir sokak ne güzelmiş, tam on beş senedir şu evde
oturuyorum, bu sokağın bu kadar güzel olduğunu ilk defa bugün gördüm.
Bu adamcağızın
sözünü ömrüm oldukça unutmayacağım. Ne yazık ki, buradaki “güzel” sözünde belki
beni hoşnut etmek kaygısı vardı, fakat sokağı ilk defa gördüğü muhakkaktı.
Resmin ne
olduğunu ve toplum içerisindeki yerini düşünürken, boyuna tekrarlama gereğinde
kaldığımız nokta, toplum ve ressamın doğa karşısındaki durumu olacaktır: “Resim
nedir?” sorusuna yalnız birkaç kelime ile karşılık vermek gereğinde kalsaydık,
“Resim toplumun gözüdür,” der ve henüz bu sanatın olanaklarından habersiz olan
insan topluluklarına da “kör” damgasını vururduk. Belki de büyük bir hata
işlemiş olmazdık.
İnsanoğlunun
yazı ile sözle, taşla veya çamurla, sazla, ellerine veya yüzlerine verdikleri
anlamlarla anlatmaya güçlerinin yetmediği ve anlatmaya çabaladıkları birçok
dertleri ve hazları vardır. İşte resim sanatı o zaman imdada yetişir. Fakat “Ya
fotoğraf?” diyeceksiniz. “Ya fotoğrafın en büyük eseri olan sinema?” İşte bir
sanat ki insanların musiki, mimari, heykel ve edebiyat hatta resimle
anlatamadıkları birçok gerçeği hayatın kendisi ile yeterince anlatabiliyor.
Buna ne buyrulur?
Son zamanlarda
sık sık ressamların önüne atılan bu soru üzerinde duralım. Böyle bir soruyu
ortaya atanlar daha çok hayatın kendisiyle hakiki sanat eserini birbirine
karıştırıyorlar. Sinemanın daha başlı başına yetmeyen bir sanat olduğunu kabul
etmekle beraber, bu sanatın çok büyük bir geleceğe aday olduğuna, bir gün sanat
eserleri arasında yer alacağına inanalım.
Sinema kendi
olanaklarını iyice kullanmaya başladığı zaman, doğayı ve hayatı olduğu gibi
bize tanıtmaya çalışarak doğayı, hayatı hayatın kendisi ile anlatarak yepyeni
bir sanat halinde sanat tarihinde yer alacaktır. Fakat sinemanın gelişmesinde
rol alan bir sanat olarak öteki sanat bölümleri arasında yer alması ile resim
sanatı ne bir şey kazanmış olacak, ne de olanaklarından bir şey kaybedecektir.
Taşıt
araçlarına uygarlığın bağışladığı yenilikler: lokomotif, otomobil veya uçak
resim sanatı üzerinde ne kadar etkili olmuş ise, sinemanın da eli başına
yeterek yeni bir sanat kolu halinde insanlık tarihine girmesi resim sanatını o
kadar ilgilendirecektir.
Gerçekten
sinemayı fotoğrafın en gelişmiş biçimi diye kabul etmemiş olsaydık, bu iki iş
arasında karşılaştırma yapmak, sivrisinek ile taylar arasında ortak nitelikler
aramak kadar tuhaf bir şey olacaktı.
Fakat fotoğrafı
resimle karşılaştırmaktan hoşlananlara birçok resmi, “Fotoğraf ne kadar güzel”
diye övmeye kalkanların çokluğu bize bu karşılaştırma üzerinde durmak fırsatını
vermektedir.
Şüphesiz ki
resim sanatı fotoğrafın bittiği yerde başlar. Fotoğrafın bittiği yer, yani
ereği doğadadır. Doğa üstüne tam bir fikir vermektir. Bu ereğe varmamış
olmasına karşın fotoğrafın doğayı bir ayna gibi yansıttığını düşünelim.
Fotoğrafın sesli şarkılar ve hatta kokulu filmler yardımıyla doğayı tam
anlamıyla taklit ettiğini düşünmek bir bilicilik sayılmaz. Evet, fotoğrafın
topluma bu büyük armağanı, yani doğayı olduğu gibi sunduğunu düşünelim. Ressama
ne iş kalacak? Ressam ne yapacak? Cevap: Ressam sinemanın ayağına kadar
getirmek lütfunda bulunduğu bu gerçek doğa parçası karşısına geçip resim
yapacak. Yani her zaman yaptığı işe yine devam edecek, yukarıda belirttiğimiz
gibi fotoğraftan yararlanacak.
En büyük
zenginliğini büyük bir aşkla doğayı incelemede bulduğumuz ressam, bize
incelediği doğayı yalnız bir objektif kayıtsızlığıyla yansıtmaz. Bu doğa
parçasına kendi sevgisini, kendi heyecanını, kendi yüreğini katar ve doğa ancak
bu imbikten süzüldükten sonra insanoğullarına yepyeni bir biçimde görünmek,
onları tam anlamıyla ilgilendirmek ve düşündürmek fırsatını bulur. İnsan ayağı
değmemiş bir orman denildiği zaman bu doğa parçası üzerine nasıl yoğun bir
karanlığın çöktüğünü varsayıyorsak, ressam gözü değmemiş bir doğa karşısında
sanki bu karanlığı ve sıkıntıyı duymamamıza imkân yoktur. Kıyılarında ressamlar
gezinen denizlere ne mutlu. Çünkü denizler bir kere daha, hem de bu sefer çok
daha büyük bir hızla insanoğullarının gözleri önünde çalkalanacaklardır.
Eteklerinde
ressamlar barınan dağlara ne mutlu. Çünkü o dağlar bir kere daha
insanoğullarının yüreğinde yepyeni bir iştiha ile kabaracaklardır...
Ufuklarında sanatçı gözleri gezinen ülkelere imrenelim, çünkü bu ufuklarda
türeyen binlerce insanın göz nuru ancak sanat eseri sayesinde bir hiç, bir düş
olmaktan, bir kuruntu olmaktan kurtulacak ve sanat eseri dediğimiz billurda en
büyük gerçeğine kavuşacaktır.
Hayatın Ta
Kendisi
Resim sanatına
ister ana kapısından girin, ister bahçe duvarından, ister penceresinden, ister
bacasından, ne yapar eder size şunu belletirler:
- Resim
sanatının en yakın akrabası heykel sanatıdır. Doğru dürüst bir heykel bilgisi
olmayan kişi resim sanatının tadını çıkaramaz. I )ünyanm hangi okulunda resme
başlarsanız başlayın, gözünüzün yaşma bakmadan önünüze buz gibi bir Yunan
heykeli dayarlar. Bu heykel, yüzde doksan dokuz, Avrupa’nın belli başlı
müzelerinde yer almış bir Yunan heykelinin kopyasının kopyasından çekilmiş bir
kopyadır. Aslından bir kalıp çıkarılmıştır. Bu kalıptan dökülen heykellerden
bir başkası kalıp çıkarır. Derken önünüze tavşanın suyunun suyu konulur. Bu
kalıpla döküm işi hep alçıdan olur, ucuz diye. Bembeyaz duvarlar önüne bembeyaz
alçı heykeller dizilir. Ve öğrenciden bunlara bakarak “renkli!” etütler
yapılması istenir! Resim sanatından soğuyanların yüzde doksanı bu yüzden soğur.
Sıcacık bir renk denizinde yüzmeye hazırlanan öğrenciyi buzdolabına kapatmak
buna ilenir.
Peki nasıl olur
da bu sakar eğitim dünyanın bütün okullarında tutunagelir? Bu okulları
yürütenlerin hepsi sakar da bir biz mi doğru düşünürüz?
Üstünde uzun
uzadıya tartışılacak bir konudur bu. Şu kadarını söyleyelim:
- Bundan yüz
yıl önce iler tutar tarafı olan bu eğitim bugün iflas etmiştir. Vaktiyle
estetik tasalara dayanan bu davranış bugün sadece pratik olduğu için sürüp
gitmektedir. Kalıptan dökülmüş alçı heykel, ucuz, ne adı sanı var, ne kokar
bulaşır. Temiz bakılırsa sittinsene dayanır. Hem bütün klasik ustalardaki boy
bos ölçüleri tıpatıp Yunan heykellerinden alınmıştır. Bundan ötesi can sağlığı
değil mi?
Peki ya Mısır
heykeli? Ya Asur heykeli? Ya Hitit heykeli? Ya ilkel kabilelerin tadına doyum
olmayan heykelleri? Yunan heykeli can da bunlar can değil mi?
İşin kolayına
kaçan bilirkişiler için Yunan heykelinden ötesi Yalova kaymakamı gibi bir
şeydir.
Heykel lafını
çok uzattık! Diyeceğimiz şu kadardı:
- Bize yıllar
yılı resim sanatının özbeöz kardeşi diye heykeli bellettiler. Halbuki otuz
yıllık bir tecrübeden sonra şu gerçek kafamıza dank dedi: Bizim özbeöz
kardeşimiz ne resimdir, ne nakıştır, ne de edebiyat. Resim sanatının beşikten
mezara biricik dostu müzik sanatıdır. Müzikte tabiat taklidi ne kadar yer
alıyorsa, resimde de o kadar almalıdır. Müzikte icat ne kadar yer alıyorsa,
resimde de öyle. Müzik adamı için seslerin, sazlarm imkânlarım bilmek ne kadar
önemli ise ressam için de renklerin, çizgilerin çeşitlerini ve güçlerini bilmek
bir o kadar önemli.
Müzik adamı
seslerle düşünmeye mecburdur. Ressam da sözlerle değil renklerle düşünür.
Kompozisyon yapan müzik ustası telli, telsiz, nefesli sazların, çeşitli insan
seslerinin nerelere kadar varacağını önceden bilmeye mecburdur. Müzikte sayılı
olan imkânlar resimde de sayılıdır. Müzik adamları için seslerin çeşidi ne ise
ressam için de çizgiler, renkler, lekeler, biçimler, benekler odur. Zaman zaman
bunlardan bazılarını, dilediği zaman hepsini kullanma, her iki sanat kolunda
kardeşliği belirten özelliklerdir.
Resim sanatının
müzikle birleşen yönlerini anlamayanlar, has bir Anadolu kilimindeki ressamca
davranışı hiçbir zaman kavrayamaz-lar.
Gözünüzün önüne
yalnız üçgenlerle örülmüş bir Anadolu kilimi getirin. Üçgenler hep başka başka
renklerde ama kilimin yeri kırmızı . Üçgenler ilk bakışta bildiğimiz üçgenler
ama kimisi yayvan, kimisi daha sivri, kimisi daha derli toplu. Sıra sıra, dizi
dizi, kilimin bir ucundan öteki ucuna kadar gidiyorlar. Sıraların birisindeki
üçgenlerin hepsi koyu üstüne açık renklerle gidiyor. Yanı başındaki sıra tam
tersi, açık üstüne koyularla. Ondan sonraki dizi de aynı zemin koyuluğundaki
renklerle. Daha sonraki üçgenler yalnız çizgi ile belirtilmiş. Daha ötekilerin
ortasında benekler var. Kilim geleneğinde ressamın dört kozu: renk, çizgi,
leke, benek. Hepsi de oynanmış. Fakat siz ilk bakışta bunlardan yalnız birisini
görüyorsunuz, sonra ahbaplığı ilerlettikçe ötekiler yavaş yavaş beliriyorlar.
Bugünün resmini
kilim yönüne çeken bu düzenin tıpkısı müzikte var. Ve işin tuhaf tarafı şu:
Müzik sanatında bu düzenin kuralları açık seçik belirtilmiştir. Bizim meslekte
hayal meyal!
Bu yüzden bizim
mesleğimizin en yakın dostu müziktir diyoruz. Bu öyle bir kardeşlik ki bize
yalnız kârı dokunuyor. Müzik kurallarını kavrayan ressam hiçbir zaman
mesleğini, edebiyatın, heykelin, tiyatronun kulu kölesi etmez.
“Bir tek sanat
vardır, o da mimarlık” diyen kişi her şeyden önce icat gücünü, yavaş yavaş
akıllıca kurabilmeyi, her şeyden önce insanca olmayı, insanın emrinde olmayı,
insan ölçüsüne uymayı düşünüyordu. Resim mesleğinin biricik dostu müziktir
derken aynı ölçüleri göz önünde tutuyoruz.
Geçen hafta
“Yaşasın Jo-jo!” diye feryat ederken bir noktayı açıklamayı unutmuştum. îşin
tuhafı bana o yazıyı yazdıran noktayı unutmuştum! Sessiz Dünya filmini
anlatırken:
- İşte sahici
sinema buna derleri diyecektim. Bizim yıllarca önce adını ettiğimiz, yolunu
beklediğimiz, hasretini çektiğimiz sinema: Hayatı hayatın kendisi ile
anlatabilen sinemadır.
Bugüne kadar
hayatı hayatın bir parçası ile anlatabilmek marifeti yalnız tiyatro sanatına
vergi idi ama tiyatro, hayatı hayatın topu ile, tümü ile değil sadece insanla
anlatabiliyordu. Tiyatrodan inşa-
nı çıkarırsanız
geriye ne kalır? Halbuki sinemanın elinde hayatı hayatın ta kendisi ile vermek
gücü var. Sinema dilediği zaman bir tek insan yüzü göstermeden bize hayatın,
dünyanın en büyük sevinçlerini, en büyük acılarını ulaştırabiliyor. Sinemayı
hâlâ tiyatronun bir azmanı, fotoğrafın film tezgâhı içinde süregideni sananlar
uyansınlar artık. Resim sanatını bazen heykele, bazen edebiyata peşkeş
çekenlerin düşecekleri hata da aynı değil mi?
Hayatı olduğu
gibi, hiçbir şey katmadan, kendi renkleri, kendi sesleri, kendi hareketleriyle
anlatabilmek! Atom gücü bir yana, Sput-nik bir yana... Hayır, onlar da bir yana
değil hepsi el ele vererek hepsi aynı yola çıkacaklar. Sanatların sanatına,
sanatların şahdamarına: Sahici sinemaya...
Cumhuriyet, 18
Kasım 1957
Resmin Tarifi
On yıl boyunca
resim sanatının ne olduğunu aklımın ucuna getirmeden resim yaptım. O günlerde birisi
çıkıp da resim sanatını tarif etmeye kalksa, suyu, ekmeği, ciğerimize
çektiğimiz havayı, uçan kuşu, düşen yıldızı tarif etmek kadar yersiz gelirdi
bana.
Ama günlerden
bir gün resim sanatını tanımlamak zorunda kaldım. Ortaokuldan gelmiş kırk-elli
öğrenci içerisinde resim sanatının yüzde yüz kendine has özelliklerini bilen
bir tek kişi yoktu. Olay 1936 yılında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde
geçiyordu. Ortaokuldan öğrenci alıyorduk. Öğrencilerimiz resimle fotoğrafı,
resimle afişi, resimle makine kesit çizgilerini, yapı sanatıyla ilgili
planları, projeleri, resimle dükkânların üstüne konan tabelaları, resimle nakış
sanatının çeşitli örneklerini birbirlerine karıştırıyorlardı.
Zamanın Akademi
hocaları dahil, hepimiz resme onlar gibi başlamıştık, yani resim sanatının ne
olduğunu bilmeden. Hepimizde müşterek olan özellik şuydu: Biz başka bir resme
bakarak resim yapıyorduk, kendimden pay biçersem ilk yaptığım resim bir Fransız
dergisinde gördüğüm ve senelerdir özlediğim bisikletti. Bunu öylesine büyük bir
sabırla, çini mürekkebiyle lastiklerinin üstündeki kabartmalara varıncaya kadar
işleyip bir mektupla babama gönderdiğim zaman dünyalar benim oldu. Bu resim
sayesinde dilediğim bisiklete sahip oldum. Bu yüzden adım ressama çıktı ve
soluğu Akademi’de aldım. Peki bu benim yaptığıma resim denebilir miydi?
On yıl sonra
Akademi’ye gelen bütün öğrenciler de benim gibiydiler. Kimi sevdiği bir sinema
artistinin fotoğrafını, kimi aile albümünden sevdiği bir yüzü, kimi bir
derginin ilan sahifesindeki öküzü, kimi bir haritayı, kimi bir makine kesitini
inanılmayacak bir başarı ile kopya ediyordu.
Bu öğrencilere
resim sanatının ne olduğunu kesin çizgilerle anlatmak gerekiyordu. îlk
tanımlama bana iki üç seneye mal oldu. Bununla hemen hemen on yıl idare ettik.
- Çevremizi ve
bütün dünyanın benimsediği ressamları büyük bir sevgiyle incelemek, bu sevgiyi
çizgiler ve renklerle başkalarına aşılayabilmek sanatına resim derler.
Çalışırken
ikide bir Derain’in bu sözünü hatırlıyorum. Leopold Levy’den duymuştum. Çok iyi
arkadaşmışlar Derain’le. Bir gün gazetecilerden biri Derain’e sormuş:
- Üstadım bu
şaheserleri nasıl yaratıyorsunuz?
Hiç şaşırmadan
hemen cevabı yapıştırmış Derain:
- Gayet kolay
demiş. Hiç durmadan sevdiğim ustaları düşünüyor ve onlara bilmediklerimi
ekliyorum.
Çok düşündürür
bu söz beni. Sevdiğimiz ustaları düşünmek, emeklerimizin birbirine eklenmesi.
Hepsi kabul ama bilmediklerimizi eklemeye ne buyrulur. Herhalde şunu söylemek
istemiş olacak: “Eserini bütün dünyaya, büyük uygarlıklara kabul ettirmiş,
insafsız eleştirmecilerin eleğinden geçmiş ustalara bağlanmak boynumuzun borcu.
Ama benim şu anda kendi çevremden, kendi yüreğimden koparıp işime kattığım
değerler henüz bu süzgeçten süzülmediler. Şu anda elimden çıkan işin yüzyıllar
boyunca insanları sevindirmesi şöyle dursun, yüz gün sonra elimle
bozulmayacağım kim savunabilir. Ama neylersin ki, bu bilmediğim şey ‘ben’im. Ve
ister istemez de sevdiğim değerlere bu ‘ben’i ekleyeceğim.”
Bu tanımlamada
güvendiğim iki gerçek vardı. Birisi usta işleriyle çevremiz, öteki her ikisine
de alışılagelmişin üstünde bir sevgiyle bağlanma.
Alışılagelmişin
üstünde bir sevgiden şunu anlıyorum: Hepimiz ıslık çalarız. Aramızda bazıları
öyle güzel ıslık çalarlar ki onları dinlemek sahici bir zevk olur. Böyle güzel
ıslık çalanlardan birisi her Al-
lahın günü, on
iki saat ıslık çalmaya on beş yirmi yıl devam ederse muhakkak unutamayacağımız
bir insan olur.
Yurt gerçekleri
bize şunu iyice belirtti: Ömrü boyunca sahici bir resim görmeyen bir kimsenin
ressam olduğunu görmedik.
Çevresine ne
kadar düşkün olursa olsun, yanı başındakiler! ne katlar büyük bir dikkatle
incelerse incelesin, resim yüzü görmemiş kimse ressam olamıyor.
Yüzyıllar
boyunca bizim insanlarımız tabiat olaylarını hiç mi büyük bir sevgiyle
incelemediler? Doğan güneş, batan güneş karşısında hiç mi heyecanlanmadılar?
Düğünler dernekler, bunca renk biçim cümbüşü onları kaleme kâğıda sarılacak
kadar hiç mi etkilemedi? Bu olayların bizim insanlarımızı ne kadar etkilediğini
gösteren binlerce örnek var halk türkülerimizde. Çünkü bizde şiir ve türkü
geleneği var. Buna karşılık resim, heykel geleneğimiz yok. Niçin resim ve
heykel geleneğimiz olmamış, bunu incelemek bize düşmez. Yalan yanlış din
tasaları insanı insan eden bu iki kaynaktan bizi uzaklaştırmış, bizim
insanlarımız resim ve heykel yapmamışlar ama bunun acısını nakış sanatından
çıkarmışlar.
Yurdun her
köşesinde inanılmaz bir güçle fışkıran nakışları gördükçe:
- Bizim
insanlarımıza resim ve heykel yasak edilmeseydi ne müthiş şeyler yapabilirdik,
demek kolay ve yersiz bir övünme sayılmasın.
Nakış sanatının
her alanında insanlarımız büyük bir geleneğe dayanarak dünya ölçüsünde başarılı
işler çıkarmışlar. Yeryüzünde ne kadar malzeme varsa milletimiz büyük bir
sevgiyle işlemiş, oymuş, dokumuş, kakmış, pişirmiş; fakat Garp anlamında resim
yapmamış.
Garp resmi iki
büyük gerçeğe dayanıyor. Bunlardan birisi usta-çırak geleneği, yani bizim
tarifimizdeki usta sevgisi, öteki de çevreyi büyük bir sevgiyle inceleme gücü.
Bunlardan
hangisinin önce hangisinin sonra olduğu önemli değil, yeter ki birinin
arkasından hemen öteki gelsin. Öğrenci ağaç mı çizmek istiyor; bir ağacı
delicesine sevmiş, bağlanmış mı? Bırakın çizsin, boyasın, bitirsin. Ona hemen
işlediği konunun benzeri büyük bir usta işi gösterin. Onun tadını çıkaramazsa
aynı konuda bambaşka uygarlıklarda, bambaşka yüzyıllarda ün salmış ustaların
işlerini gösterin. Öğrencide şu bilinci uyandırma her öğretmenin boynunun
borcudur:
- Benden önce
bu konu şu kadar büyük ressam tarafından işlendi. Ben onların tecrübelerinden
faydalanmalıyım. Onların gayretini aşacak, onlara yeni bir şey ekleyecek gücüm
varsa ne âlâ, yoksa güzel şeylerin biraz daha yayılmasına yardım edeceğim.
Burada
öğretmene düşen en önemli görev şu oluyor:
- Bak, bu konu
şu tarihlerde, bu ressamlar tarafından şöyle işlenmiştir. Bunların hepsi dünya
çapında bir önem taşır, bunlardan hangisi senin canına daha yakın geliyor? Onu
iyice incele.
Bir öğretmenin
bu güç görevi başarabilmesi için elinin altında yeterince örnek bulunması
şarttır.
On-on beş yıl
büyük bir sevgiyle mesleğine bağlanmış ressamlar arasında şu acıklı sahneye
birkaç defa şahit oldum:
- Ah ben bu
resmi mesleğe girdiğim ilk günlerde görseydim ne kadar çok vakit kazanırdım,
demek bu konu böyle de işlenirmiş.
Fotoğrafın icat
ve gelişmesinden önce, bir resim öğretmeninin eli altında başlangıçtan
günümüze, resim sanatının geçtiği yolları belirten örnekler bulması imkânsızdı.
Ama bugün orta malı olan fotoğraf bize bu imkânları sağlıyor. Dünyaca tanınmış
usta ressamların işlerini renkli ve renksiz baskılarla izlemek mümkün, hele
desen konusunda, orta halli bir baskı bize ustanın bütün tasalarını
ulaş-tırabiliyor. Bugün dünyanın her köşesinde resim yapanların sayısı, bundan
elli yıl öncesine göre akılları durduracak kadar artmıştır. Bu artış nedenini,
yüzde yüz fotoğrafın ve baskının gelişmesine borçluyuz. Hiçbir devirde, usta,
resim meraklısının ayağına gitmemiştir. Meraklı arar, ustasını bulur. Ama ya bu
usta Çinimaçin’deyse meraklı ona nasıl ulaşır? Büyük ressamların eserlerini
dünyanın her bucağına yayan fotoğraf, bunu başarmıştır. Ömründe Cezan-ne’dan
bir tek tablo görmeyen meraklı, onun renkli ve renksiz baskılarını görerek,
inceleyerek öğrencisi kesilmiştir. Dünyaca nam salmış bazı tabloların renkli ve
renksiz yayılma gücünü incelemek şaşırtıcı sonuçlar verebilir. Müzede bir
şaheseri kaç kişi görür, bunun baskılarını kaç kişi görür? Kartpostal, kitap,
dergi, gazete, büyük ölçüde baskıların sayısı akılları durduracak rakamlara
ulaşmıştır, fotoğrafın gelişmesi, bir eliyle ressamın ekmeğini elinden almış,
ama öteki eliyle ona ekmekten daha leziz nimetler sunmuştur. Günümüzde
fotoğrafın gelişmesine sırtını çevirmiş bir tek ressam tasarlamak imkânsızdır.
Günümüzün
resmine damgasını vuran ustalardan biri, Henri Ma-tisse fotoğraf konusunda
bakın ne demiş:
- Eşyaya
yepyeni gözlerle bakmak istiyorsan, onları ustaların gözüyle incelemekten
yorulduysan, fotoğraftan faydalan.
İşlenen konunun
çeşitli yönlerinden, çeşitli ışıklarla çekilmiş fotoğraflarını öğrencisine
gösterebilen öğretmene ne mutlu!
İnsan bir resme
ne kadar çalışırsa ondan o boyda bir sonuç bekliyor. Bu ölçü nasıl şaşırtıyor
bizi, nasıl gülünç, nasıl perişan ediyor! Bu ölçü nasıl kırıyor kolumuzu
kanadımızı!
Uzun zaman
resimlerimizi görmeyen birisi geliyor üzerinde en çok çalıştığımız resme
bakacağı yerde, şöyle bir çırpıda çıkardığımız bir resmin önünde durunca haklı
olarak üzülüyoruz. Üzerinde en çok çalıştığımız resme boş verdikleri zaman
şaşırıyoruz. Halbuki bir çırpıda çıkan resmimizin beğenilmesi bizi daha çok
sevindirmek, değil ini? Hayır, ille de bizi sonuna kadar hırpalayan, bize çok
pahalıya mal olan, ömrümüzün mühim bir parçasını yutan resmin beğenilmesini
bekliyoruz. Bir çırpıda, üst üste altı saatte yaptığımız ve bir daha hiçbir
tarafına dokunmadan imzaladığımız resimle üç ay gece gündüz çalıştığımız resmin
aynı numarayı alması, hele çoğu zaman çabuk yapılanın baskın çıkması allak
bullak ediyor bütün ölçülerimizi. İşin acıklı tarafı, yalnız zevkine
güvendiğimiz kimselerin yargısı değil kendi işlerimiz karşısında takındığımız
tavır. Üzerinde günde altı saatten doksan gün (540 saat eder) çalıştığımız
resme 540 numara beklerken sıfır almamız, buna karşılık bir çırpıda
çıkardığımız, en çok altı saatte yaptığımız bir resmin tam numara alması kendi
gayretlerimize biçtiğimiz değer yargısını kökünden baltalıyor. Yaptığımız
resimlere çabucak bir göz attığımız zaman bunların hangisini bir çırpıda,
hangisini on bir çırpıda, hangisini yüz bir çırpıda yaptığımızı hemen
anlayamıyor, sadece sevip sevmediğimizi söylüyoruz, tıpkı bir yabancının
resimlerine baktığımız gibi değerlendiriyoruz on-lan. Ve çoğu zaman üzerinde en
çok çalıştığımız resimleri değil bir çırpıda yaptığımız resimleri tutuyoruz.
Ama bir çırpıda
yapılan resim ille de yüz defada yapılan resimden üstün müdür? Yook... Ne güzel
söylemiş Bonnard: “Bir resim ya bir defada yapılır ya bin defada.” Bundan otuz
beş yıl önce okuduğum ve doğruluğunu her Allahın günü duyduğum bu gerçeğe şunu eklemek
istiyorum: Bir çırpıda yaptığımız resimleri bin çırpıda yaptığımız resimlere
borçluyuz.
Şunu açık seçik
belirtmek lazım: Bir ressam yaptığı kadar değil yaptığını bozduğu kadar
ressamdır.
İnsanoğlunun
sanat alanındaki çabasını bir cümle ile özetlemeye mecbur olsam, “Her günkü
emeklerini akıllıca birbirine ekleyen adamdır,” derim...
Kendisini
sanata adamışları deli divane eden nedir, bilir misiniz? Nur topu gibi bir emek
halkasına bir halka daha ekleyeyim derken, ilk halkayı darmadağın etmek. Olgun
bir meyve ağacı beklerken yapraktan, daldan, gövdeden vazgeçtik, fidandan,
tohumdan olmak.
Bir şoför
anasının karnından şoför doğduğuna inanıyorsa, bir pilot, bir kunduracı, bir
kapıcı, bir aktör, bir kaptan, bir çiftçi, bir tornacı, bir ilkokul öğretmeni,
bir savcı yürürlükteki mesleklerine ne kadar bağlı iseler, ben de ressam olarak
doğduğuma o kadar inanıyor ve bunlar kadar da mesleğime bağlı olduğumu
sanıyorum. Daha doğrusu hiç kimsenin anasının karnından şu veya bu olarak
doğduğuna inanmıyorum. Bundan yüz yıl önce bir jet pilotu veyahut bir tank
şoförü doğuran ananın yerinde olmak ister miydiniz?
Bana öyle
geliyor ki bütün insanların zaman zaman kendilerine sordukları en belalı soru
şu olsa gerek:
Ben bu mesleği
tutacak yerde bir başkasını seçsem daha iyi olmaz mıydı?
Her yıl lise
bitiren gençlerin yükseköğrenime başlayabilmek için geçirdikleri sınavlarda
şuna benzer konuşmalara rastlıyoruz: Peki bu okula giremezsen ne yapacaksın?
Gerçekten alınacak cevap yüzde doksan şudur: Bu okuldan başka hukuk
fakültesine, tıp fakültesine, teknik üniversiteye, ormancılık fakültesine
yazıldım, hangisini kazanırsam, ona gireceğim.
Üzerinde günde
altı saatten üç ay çalıştığım bir resmi tamamıyla sildiğim zaman kendi kendime
sormuşumdur. Ressam olacak yerde nalbant olsam daha yararlı olmaz mıydım?
Koskoca bir insan minicik bir maydanoz yaprağını kıskanır mı? Kıskanıyor işte.
Mesleğin sillesini yediğim zaman sağ elimle yaptığım, sol elimle bozduğum zaman
bütün canımı, bütün aklımı, bütün sevincimi, bütün tecrübelerimi orta yere
serdiğim halde hiçbir sonuç elde edemediğim zaman maydanoz olmadığıma sahiden
üzülmüşümdür. Bir sivrisinek gözü boyunda maydanoz tohumu, toprağın zifiri
karanlığına atılıyor, bir yanında çelik kadar sert bir taş parçası, bir yanında
nane tohumu, bir yanında da semizotu, ötede adını sanını bilmediğimiz bir sürü
tohum daha. Beri yanda solucanlar, kırk ayaklı böcekler, beş adım ötedeki
çınarın korkunç kökleri yetmiyormuş gibi, karıncalar, kurtlar, kuşlar,
kaplumbağalar, hoyrat ayakları insanların. Bütün bunlar arasında sivrisinek
gözü kadar maydanoz tohumu kimini öpe öpe, kimini ısıra ısıra kıldan ince,
kılıçtan keskin köklerini salacak. Bir yandan nane tohumuna dert anlatacak:
“Hiç telaş etme, senin rızkında gözüm yok,” diyecek, allem edecek kallem
edecek, maydanoz yaprağına gereken yeşili, kokuyu, tadı tuzu bulup gönderecek.
Şimdi sen sen ol da bu yaratıkların en şanlısı, en yavuzu, şimdi sen sen ol da
kıskanma maydanozu.
Yaradan bize
neler vermiş neler, nelerle donatmış bizi. Bir şu bücür maydanoz tohumuna bak,
bir de şu kelleye kulağa, şu akla fikre, şu ele ayağa. Allah’ın nasıl
sivrisinek gözü boyundaki tohumu hiç şaşmadan ödevini yapıyor da bu kadar takım
taklavatla koskoca insan ne yapacağını şaşırıyor.
Resmi Meslek
Seçenler
Resmi kendisine
bir meslek olarak seçenlere gerek hocaların gerek eski öğrencilerin boyuna
tekrarladıkları öğüt şudur:
“Aman desene
çok önem ver.”
Bir ressamı
batırmak isteyenlerin kullandıkları en kısa cümle boyuna şunlardan birisi
olmuştur:
“Deseni hafif,
zayıf.”
“Desenden
haberi yok.”
“Boyaları
sürüştürmüş ama altında desen yok.”
“Hele daha beş
altı yıl desen yapsın da ondan sonra.”
Desen sözü
atölyelerde bazen her ele nasip olmayan bir hüner, el çabukluğu, bir nevi
cambazlık. Bazen marangozluk veya kunduracılık gibi belli bir zaman içerisinde
öğrenilen yalın bir zanaat. Bazen geometri, cebir veya fizyoloji gibi
kellifelli bir bilim kılığına bürünür.
Bugün dünyanın
her yanında resmi veya özel bütün atölyelerde resme desenle başlanır. Desenin
resme temel olduğu açıkça söylenir, fakat bu atölyelerin yüzde doksan dokuzunda
en ateşli, en kıvrak yıllarını resme veren gençlere, desenin ne olduğunu
anlatmak kolay kolay nasip olmaz. Herkes, hatta bir portakal kayıtsızlığı ile
poze edilen modeller bile desenin önemine inanır. Fakat desen sözünden beklenen
anlam bazen resme başladıktan yıllarca sonra bırakılması çok güç alışkanlıklara
tutsak olduktan sonra anlaşılır. Anlaşıldıktan sonra eski alışkanlık kalmaz,
alışkanlıkları bırakmak elden gelmezse, gelişme yok demektir.
Zamanımızda
resmin kâbesi sayılan Paris’e resim öğrenimine gelenler, hangi atölyede
çalışırsa çalışsınlar, desen sözünün bütün ağırlığını sezmelerine karşın, onu
yakalamak fırsatını ele geçirememiş ve Zümrüdüanka kuşu gibi adı var kendi yok
olan bu yaratığı yakalayabilmek için boş yere körebe oynamışlardır.
Gerçek resmin
ne olduğunu anlayanların öğrenim alanından iyice çekilmiş olmaları, buna
karşılık bütün sanatçıların sözlerini kendi olanaklarına göre yorumlayan ve
kazanç düşüncesiyle atölyeyi açan değersiz sanatçıların tövbesi asıl büyük ve
gerçek sanat kaygılarına yalnız büyük sanatçıların atölyelerine değecek kadar
yükseklerden uçması resimden birçoklarını soğutmuş ve birçoklarını da sıradan
bir sanatçı olma gereğinde bırakmıştır.
Desen kelimesi
işte bu atölyelere uğradıkça karışık anlamlara, garip kılıklara bürünmüş, en
saf, en pırıl pırıl anlamını yitirmiştir. Usta-çırak geleneği kaybolduktan
sonra, hocaya güven kalmamış ve birçok hevesli, “Ya kendini aldatıyor, ya beni
aldatıyor” diye büsbütün kendi beğenisi ile aydınlatmaya çalıştığı bir yolda
yürümeye başlamış. Bunlardan çoğu sık sık gördüğümüz gibi ya bir çıkmaza
saplanıp kalmış, resmi büsbütün olanaklarından ayırıp onu edebiyata, heykel ya
da süsleme sanatlarına peşkeş çekmişlerdir. Özellikle süsleme sanatları
1900’den sonra resim dünyasını altüst etmiş ve bir aralık bir kilim, bir hah
veya bir Kütahya çinisi çerçevelenmiş ve resim sergilerinde yer almıştır. Resim
sanatında büyük adımlarla yürüdüklerini sananlar neden sonra arkalarına
baktıkları zaman büsbütün süsleme sanatı alanında koştuklarını anlamışlardır.
Süsleme
değerlerinin olanaklarını unutturacak kadar resme girmesi, resim konusunda iyi
kötü bir fikir edinmiş olanları ve resme başlayanları şaşırtmıştır. Bu kitle,
ayak altında dolaşan süsleme motiflerini, halıları, kilimleri veyahut yemek
masasından kalkıp resme giren çini nakışlarını altın çerçevelere kurulmuş ve
bir resim sergisinde başköşeye oturmuş görünce, hizmetçisine yüksek bir baloda
rastlayan efendi kadar şaşırmış, kızmış ve küfretmiştir. Sağduyu ve özlü
beğenme her sanatı kendi çerçevesi içerisinde sevmiş ve ona layık olduğu
saygıyı göstermiştir. Resmi başka sanatlara peşkeş çekenler onu bazen
edebiyatla, yani herhangi bir fıkrayı, bir hikâyeyi, bir ruhsal durumu
anlatmakla görevlendirenler onu çileden çıkaranlar olmuştur. Resmi yalnız
perspektif kurallarına bağlayanlar çıkmıştır. Resmi yalnız insan gövdesinde
arayanlar ve onu sırf adale ve kemik torbası durumuna getirenler olmuştur.
Resimde yalnız
hacim vardır diye resmi sadece bir heykel kaygısı ile yontmaya yeltenmişlerdir.
“Resim bir oran veya bir ritim uyumundan başka bir şey değildir,” diyenler
olmuştur, fakat bana öyle geliyor ki, bu iddialardan hiçbirisi süsleme
sanatları kadar resmi kendi olanaklarından uzaklaştıramamışlardır. Yani hiçbir
çağda zamanımızda olduğu gibi ressamla süsleme sanatlarına bağlı bir sanatçı bu
kadar birbirine karıştırılmamıştır. Sonunda süsleme sanatları geniş bir doğa
anlayışı ile donanmış birkaç ressamın elinden çıkmak mutluluğuna ulaşmış, fakat
asıl resim anlayışı ve resim dünyası bundan zarar görmüştür. Çünkü resmi yalnız
süsleme kaygılarıyla incelemek, ondan yalnız bir kilimin veya bir halının göze
verdiği zevki istemek, bir meyve ağacının yalnız gölgesi ile yetinmeye ve ondan
daha lezzetli olan meyvesini unutmaya benzer.
Gerçekten resim
yalnız süsleme sanatlarının bir kolu olsa idi, birçok büyük deha, büyük
tutkular bu kaynaktan fışkırmazlardı. Süsleme sanatları en geniş anlamıyla
çoğaltmaya elverişli, gereçlerin olanaklarına bağlı ve belli klişelere dayanmak
zorunda oldukları için en çetin, en ele avuca sığmaz sonuçlar ardında koşmaya
hazırlanmış büyük ruhları doyuramazlardı.
Gereçlerin,
tezgâhın ne demek olduğunu çok iyi bilen süslemeci, zanaatının bir ömre sığar
işlerden olmadığım çok iyi kavramış ve yaptığı esere kendisi de bir şeyler
kattığı halde, dokuduğu halıya imzasını atmayı aklına bile getirmemiş, dövdüğü
bakırın bir köşesine ismini yazmayı düşünmemiştir.
Süslemeci, çoğu
kez aracın yaptığına ve elin övündüğüne inanan, alçakgönüllü bir işçidir. Oysa
bir ressam ustasına ne kadar borçlu olursa olsun, eserinin sırf kendi gözünün
nuruyla örüldüğüne, doğanın her köşesinde içerisinden, ömründen, gözlerinin
ferinden, kendisinden bir parça bıraktığına inanmıştır. Onun hayatı yalnız
zanaatının art arda el emeği ile örülmemiş, ayrıca bütün ruhunu emen bir doğa
aşkına tutulmuştur.
Resmin dünya
tarihinde adı geçen en büyük ustalar ayarında büyük sanatçılar yetiştirmesini
bu sanatın en büyük zekâları, en büyük duyarlılıkları doyuracak kadar zengin ve
karmaşık aşamalar göstermesinde aramak gerekir. Resim sanatını bu kadar zengin
bir konu durumuna getiren noktalarını araştıralım. Resimde, sırayla heykelin,
süsleme sanatlarının, şiirin ve mimarinin yeri vardır. Ressam, heykel yapmak
zorunda değildir, fakat hacim ve form kaygıları onu bir heykelci kadar
düşündürür. Ressam bir süslemeci değildir. Düz yüzeylerin uyumu; düz yüzeyleri
süsleyen arabesk ve düz yüzeyin üzerinde bütün ataklığını elden bırakmayan
renkler, ressamı usta bir süsleyici kadar olgun bir zevk sahibi olmaya
zorlayacaktır. Ressam mimar değildir, fakat baştanbaşa bir mimarın oran
kaygıları ile donanmıştır. Bir mimar şehrin ufkuna oturttuğu bodur evlerin
siluetinden ne kadar sorumlu ise, ressam da herhangi bir manzaranın ufkuna
çivilediği evlerin boyalarından sorumludur. Ressam şiir yazmaz. Fakat doğa
karşısına durmadan bir şairin yepyeni ve bembeyaz çocuk ruhu ile çıkar. Ritim
diye bir şey varsa, bu şairin olduğu kadar ressamın gönlünden de esecektir.
Heykel, süsleme sanatları, mimari ve şiir bütün bunların resimdeki yerlerini ve
ölçülerini saptamak ve onları iyiden iyiye resmin olanakları ile birleştirerek,
resmi onlara değil, onları damla damla resme katmak. Bu sanıldığı kadar kolay
bir açıklık değildir.
Bir ressam her
şeyden önce insanoğlunun hayatını altüst eden olaylardan çok, bu olaylardan
zerre kadar etkilenmeyen doğaya, en az değişene ve hiç değişmeyene âşıktır.
İnsan
kümelerini altüst eden kasırgalar arasında bazı sanatlar yeşerebilir, köklerini
salabilir, fakat gereğinden çok hareket olan yerlerde resim tutunamamıştır.
Ressam, bütün hayatı boyunca doğayla ve eseriyle yapayalnız kalmak zorundadır.
Sonsuz bir doğa sevgisiyle donanmış olan ressam gözüne ışığa kavuşan her cisim
değecek ve bir yankı bulacaktır.
Ressam doğaya
yalnız gözleri ile bakmayacak, onu elleri ile de görmeye ve duymaya
çalışacaktır. Heykel anlayışı resmin özüne burada karışmıştır. Ressam, bir
heykelci kadar eşyanın hacminden ve ağırlığından sorumludur. İyi bir ressamın
hacim zevki iyi bir heykelcinin hacim anlayışı kadar olgundur.
Resim sanatına
karmaşık bir anlam veren özelliklerden birisi de heykelin resimdeki yeridir.
Heykelci için yalnız form dünyası vardır. Ressam için form kaygısı ile birlikte
renk kaygısı da vardır.
Desene
başlarken, heykelin resimdeki yeri hemen kendini gösterir ve resmin özüne
karışan sanatlar arasında en zararsızının heykel olduğu açıktır. Resme
başlayanların renk dünyasından önce renklerin altındaki bütün katılığı,
ağırlığı, girinti ve çıkıntıları incelemeleri gerekir.
Renkler
ölümlüdür. Nesneler daha uzun ömürlüdür. Renkler durmadan değişir. Çeşitli
ışıklar altında aynı nesne değişik renklere boyanır. Ressamın bu renk ve ışık
cilvesi altındaki ana nesneyi bütün gerçeği ile kavraması her zaman kolay bir
iş değildir. Bir heykelci kaygısı ile konusunu değişik yanlardan incelemeyen,
onu gereğince el ile yoklayıp tasarlamayan ressam, değişik ışıklar altında
konusunun ana niteliklerini iyice göremez.
En az değişenin
peşinde koşan ressam için renkler, nesneler kadar cana yakın ve ele avuca
sığmaz yaratıklar değillerdir.
Bir ağaç,
günün, saatlerin ve mevsimlerin rengine boyanır, fakat ağacın belkemiğini
oluşturan gövdeye, dallara mevsimler birkaç yaprak ekler. Ya da birkaç kabuk
koparıp geçer.
Ressam desen
çizerken, durmadan bir heykelcinin doğayı incelerken tattığı zevkleri ve
güçlükleri tadacaktır. İnsan gövdesi üzerinde bir heykelcinin bütün kaygılarını
bölüşen ressam, açık doğaya çıktığı zaman, doğaya gözlerini açtığı günden
itibaren incelemeye başladığı insan gövdesinden başka yüzlerce konu karşısında
kalacaktır.
Gerçek bir form
kaygısı ile insan gövdesini inceleyenler için bu yepyeni konular o kadar büyük
bir güçlük çıkarmayacaktır, fakat bu bin bir sürpriz arasında ressama yepyeni
olanak ve heves kapılarını açacak ve onu bazen sonu bilinmeyen serüvenlere
sürükleyecektir.
Desen yapan
ressam, doğayı incelerken, formların başlayıp bittikleri yerleri görmek için
gözlerini bazen bir fotoğraf merceği gibi açmaya ve bazen bir kör özeni ve
ellerinin yardımı ile bu form dünyasını okumaya çalışacaktır. Çünkü cisimler
her zaman bir küp biçimine bürünerek ve düzeylerin bittikleri yerleri bir
çizgiyle göstererek karşımıza çıkmazlar.
Ana biçimleri
dolayısıyla birbirine tam karşıt nesne, örneğin silindiri hatırlatan bir boyun
üzerinde küreye benzeyen bir kafa. Bu iki değişik nesnenin birbirlerine nasıl
ve nerede kaynadıklarını sezmek, yeryüzünde sayısı sınırlı sanatçılara özgü bir
sabır ve dikkat ürünüdür.
Daha buna
benzer birçok örnek sayabiliriz. Resmi güç ve yalnız başına içinden çıkılmaz
bir meslek durumuna koyan nedenlerden birisi, bir ressamın iyi bir heykelci
kadar, hatta bazen ondan daha zengin bir form anlayışının olması gerektiği
gibi, aynı zamanda bir mimarın elini tutan orantı uyumuyla ve kusursuz bir
süsleme beğenisine sahip olmak kaygısıdır.
Resimle süsleme
sanatlarının birleştikleri noktaları araştıralım:
Heykelin
resimdeki yerini belirlerken hatırlattığımız ve ileride desene başlayanlarla da
uzun uzadıya inceleyeceğimiz gibi, desen yapan ressam bir heykelci gibi
konusunun renkleri ile değil, nesnenin ana biçimleri ile uğraşır. Yani formları
birbirinden, ya renkleri doğrudan doğruya kopya ederek ya da onların açıklık ve
koyuluklarını saptayarak ayırmaz. Desen çizmek demek, konuyu oluşturan
formların başlayıp bittiği yerleri saptamaya çalışmak demektir. Bu işlem için
en az zararsız ve en uygun araç da çizgidir. Konuyu oluşturan formları yalnız
desenle saptayan sanatçı için nesnenin özelliğini açıklayan bölüm noktalarını
ayrıca renk farklarıyla da saptamak zorunda değildir. Yani bir resimde formlar
birbirlerinden ille de renk farkları ile ayrılmazlar. Resmin önündeki bir
ağaçla, on kilometre arkadaki dağlar birbirinden desen etkisiyle, yani bu
biçimlerin birbiri arkasına doğru bir biçimde yerleşmiş olmakla ayrılırlar.
Doğanın zenginlikleri ile boy ölçüşebilmek için ressamın icat ettiği şeyler
vardır: Bir konu hoşumuza gittiği zaman orada resmini hiçbir zaman
yapamayacağımız şeyler vardır. Örneğin, rüzgârın ağaçlara eklediği sonsuz
hareket ve renk zenginliği, durmadan kıvranan ağaç dallarının ritmik ve plastik
dansı. Van Gogh’un virgülleri, Cezanne’ın ağaçlarını ören fırça darbelerinin
izledikleri ritim. Ağaçlar ve onun çok arkasında bulunan dağlar aynı renkte
olabilirler. Aynı güçte olabilirler. Bunların birbirine göre aralıklarını
sağlayan renklerin arasındaki güç farkı değildir. Onların yerli yerine konulmuş
olmasıdır.
Bir ressam,
doğada çoğu kez renk ve ışık oyunları ile birbirine karışan biçimlerin
düğümlerini çözmek ve onlar arasındaki aralığı açık bir biçimde düz bir düzey
üzerinde dile getirmek becerisini desene borçludur.
Doğayı bütün
dikkati ile inceleyen ressam, durmadan değişen ve etraftan yağan renk
yankılarıyla taklidi bazen olanaksız, bazen de gereksiz renk oyunları ile
karşılaşır. Bu renkler bazen sanatçının kurduğu çatıyı sarsacak kadar garip
etkiler yapar.
Formlar
arasındaki aralıkları ve bağları desenle kavrayan ressamın en büyük kaygısı,
muşambasına koyacağı renkler arasında artık uzaklık kaygısına kapılmadan bir
uyum yaratmaktır. Yani ön planda olduğunu anlatmak için yanı başındaki ağaca
paletinin en göz alıcı renklerini koymak ve uzaktaki dağlara da o renkle hiç
uyuşmayan ve ne idüğü bilinmez, silik bir renk aramak zorunda değildir.
Ressamın renk kaygısı burada bir süslemecinin renk kaygısı ile bir çizgidedir.
Süslemeci her
şeyden önce bulunduğu düzeyi süslemekle yükümlüdür, bunun için de yan yana
koyduğu renklerin her şeyden önce birbirini tutmasını, birbirleri ile gayet iyi
geçinmelerini ve birbirinden düz yüzey üzerinde bir çukur veya bir tümsek
meydana getirmelerini ister. Renklerin bir ağızdan şarkı söylemeleri ve ilk
bakışta hepsinin birden göze değmeleri zorunludur.
Heykel ile olan
yakın akrabalığına, mimariye ve şiire olan sevgisine rağmen, resim nihayet bir
düz yüzeye tutunan bir sanat olduğunu hatırlamış ve süsleme sanatlarında
renkler arasında bulunan bu uyuşmayı ve anlaşmayı kabul etmiştir.
Renkler
arasındaki bu anlaşma, ressamı tabiatta binlerce rengin elinde esir olmaktan,
onların ışık etkileri altındaki kaprislerinden kurtarmıştır.
Ne kadar basit
olursa olsun, herhangi bir doğa parçası sayısız renklerin cilveleştiği bir
sahnedir. Bu renklerin hepsini bir resme sığdırmanın olanaksızlığını anlayan
ressam, onlardan konuya en uygun olanlarını seçmekten ve onları birbirine
uyuşturmaktan başka bir çare bulamamıştır. Renk en büyük gücünü mümkün olduğu
kadar kesilip parçalanmadan bulur. Yani bir silindiri incelerken, onun
yuvarlaklığını verebilmek için bazen birden fazla renk kullanmak zorunda
kalırız. Bir küreyi, bir ehramı incelerken onun hacmini belirlemek için bir
renk her zaman bizim işimizi görmez. Oysa süsle-meci bütün hacimlerin üzerinden
silindirini geçirir ve onları rengin selameti için dümdüz eder. Ama bazen bir
küre olacağına, bir milimetre kalınlığında bir mukavva çıkmış, umurunda bile
değildir. Çünkü süslemecinin doğayı durmadan incelemek gibi bir kaygısı yoktur.
Onun en büyük kaygısı, yukarıda değindiğimiz gibi, üzerinde bulunduğu yüzeyi
delen renk etkileri meydana getirmeden onu süslemek ve gereçlere bütün hakkını
vermek, onun olanaklarına tümüyle bağlanmaktır.
Şu halde,
renkleri bir hizaya getirebilmek ve doğadaki sayısız ve darmadağın renk
âleminden seçmeler yapmak, sarı, kırmızı, mavi ya da herhangi bir uyumun
gerektirdiği renk etkilerini yalnız doğadan kopya etmeyerek seçmek ve onları
kendi kafasında sıralamak kaygısı süsleme sanatlarını adım adım izlemiş ve
ressam bu noktada süsleme sanatlarma temas ederek kendi bünyesine uygun olan
renk uyuşmasını benimsemiştir.
Resimle süsleme
değerleri bu noktada birleşmekte fakat resmin güçlüğü, bütün renkleri aynı
hizaya getirirken form, hacim, boşluk ve bir kelime ile desen kaygısını daima
göz önünde tutması, resmin en arka planlarındaki motifleri işlerken bunların
renklerini en öndeki renklerle barıştırmak, resmi ören renk uyumunu
parçalamadan düz bir yüzeyi boşaltmak, derinlik duygusu uyandırmak, resmin hep
çerçevenin içerisine doğru girmesini, düz yüzeyden dışarı taşıp sarkmamasını
sağlarken renkleri çerçevenin yüzeyi üzerinde yan yana, aynı çizgide
tutturabilmek süslemecinin hiçbir zaman elini tutmayan ve resme en geniş
anlamını veren özelliklerdir.
Resimde düz
yüzeyler yer aldığı zaman süsleme kaygıları gene baş gösterir. En ufak bir
kabartıdan, yoksun dümdüz bir duvar bazen ressama konu olabilir. Dümdüz duvarı
boşluk içerisinde ele alırken, ressam sonunda bir yüzeyi ya ışık, gölge
farkları ile, açık koyu renklerin çeşitli belirtileri ile ya da doğrudan
doğruya renk farkları ile bu düz yüzey üzerinde bir meneviş, bir ebru, bir
arabesk örecektir. Düz bir duvar parçasını süsleyen panellerin resmini yapan
ressamla herhangi bir dokuma üzerine nakışlar, benekler serpen süsleme-ci
arasında şaşmaz bir akrabalık vardır.
Bir resme ters
bakıldığı halde, örneğin bir portrenin başını aşağıya, bir manzaranın
bulutlarını yere ve toprağını göğe gelecek biçimde çevirerek bakıldığı zaman,
eğer eser gözde yine güzel bir etki yapıyorsa, bunu meydana getiren neden, o
resimde süsleme değerlerinin yerli yerinde olmasıdır.
İyi bir eserin,
baş aşağı çevrildiği zaman bir bardak su gibi bütün içeriği dökülmez. Nitekim
bir hah, duvara ne biçimde asılırsa asılsın, değerinden hiçbir şey yitirmez.
Eğer serviler güzelse, sudaki baş aşağı gelen yansımaları da güzeldir. Oysa
yalnız herhangi bir hikâyeyi resimleyen, yalnız anatomi ve görünge (perspektif)
bilgilerine dayanarak yapılan bir resmi baş aşağıya çevirdiğimiz zaman, bütün
hikâye ve bilgi tersine çevrilen bir bardak su gibi dökülüp gider.
Bir Resim Ne
Zaman Biter?
Amerika’da
bulunduğum sürede üniversite çevrelerinde birkaç konferans verdim. Orada
konuşma sonunda dinleyicilerin soru sormaları âdet olmuş. Sorular arasında en
ilgi çekeni şuydu: “Eski anlamdaki bir resmin başı sonu belli. Günümüzün
resminde bir tablonun bitmediği nasıl anlaşılıyor?” Gerçekten okkalı bir
soruydu bu. Bunu dilediğim gibi cevaplandırmak için en az iki saat konuşmam
gerekecekti. Ama beş on dakika ile yetinmek zorundaydım.
- Vallahi
dedim, ben renk peşindeyim. Benim anladığım resim hiçbir zaman bitmiyor. Biten
bir şeyler oluyor. Ama resim değil de çoğu zaman boya bitiyor, terebentin
bitiyor, çalışma sevinci bitiyor, en kötüsü ömür bitiyor. Ve onlara Bonnard’ın
Paris müzelerinden birindeki acıklı durumunu anlattım. Bonnard’ın elinden
çıktıktan on beş yıl sonra küçük resimlerinden biri müzeye konur, uzun süre
resmini görmeyen Bonnard bir başkasının tablosunu seyredercesine inceler kendi
eserini. Gözü resmin bir köşesine takılır. Bu köşeye ufak birkaç fırça
vuruşuyla konulacak iki üç rengin tabloya büyük ölçüde değer vereceğine inanır.
Ama bu resmin bulunduğu salonda öyle insafsız bir bekçi vardır ki, neuzübillah!
Bonnard tam bir hafta bekçinin adımlarını hesaplar ve önceden hazırladığı küçük
paletini cebinden çıkarmasıyla dilediği renkleri koyması bir olur.
Raoul Dufy için
de şunu duymuştum: Dufy’nin eserlerini uzun zamandan beri büyük bir sevgiyle
inceleyip en önemlilerini satın alanlardan birisi Dufy’ye yazdığı mektupta,
falanca resminin bir köşesinde çok büyük bir lekeden şüphe ettiğini, bunun bir
sürtünme veya kaza sonucu olup olmadığını incelemesini diler. Dufy üşenmeden
gider, resmi görür, bu lekenin kaza ile olmadığını, kendi elinden çıktığını
fakat sahiden yerine oturmadığını belirtir, özür diler ve paleti aldığı gibi o
lekeyi düzeltir.
İmzalı,
tarihli, üzerine makaleler yazılmış, fotoğrafları çekilip kitaplara geçmiş bazı
tabloları gözünün yaşma bakmadan bozan, kendi resminin üstüne veya çevirip
arkasına bambaşka resimler yapan değerli ressamlar tamdım. Doğru mu bu
yaptıkları? Sanmıyorum, ama kendi bilecekleri bir iş. Zaman zaman şiir sanatı
ile resim sanatını, müzikle resmi karıştıranların kulakları çınlasın. Bir şiir,
bir müzik bir defa yayınlanmaya görsün. Hemen herkesin malı olabiliyor.
Yayınlandıktan sonra şair dilediği değiştirmeleri yapmaya devam ede-dursun. Ata
binen Üsküdar’ı aşmış oluyor. Ama bir resim bir defa silindi mi, arkasından
artık kurşun yetişmiyor.
Üstat
Desenlerinden İstifade-Tesirler-Kopya
Resme heves
salanlara yapılacak en büyük iyilik onlara büyük üstatların eserlerini
göstermek ve onlar üzerinde durmaktır. Memleketimizde müze olmayışı buna
engeldir. Fakat desen konusunda uygarlık yardımımıza yetişmiştir. Bugün bir
müzeye girmek için verilen para karşılığında ufak bir kitap veya birkaç baskı
elde etmek mümkündür.
Renkli baskılar
henüz eserin aslı hakkında tam bir fikir vermekten uzaktır, fakat bizim için
bunlardan başka çare yoktur. Resmin memleketimize yayılması için değişik
nedenlerle tekrarladığım bir dileği burada da hatırlatmaktan kendimi
alamayacağım. Yurdumuzun her tarafına mümkün olduğu kadar bol resim dağıtmak
ancak memleketimizin her köşesinde röprodüksiyon müzecikleri açmakla mümkün
olacaktır. Renkli reprodüksiyonlara karşı çıkan çoktur. Renkli baskıların
orijinal esere ihanet ettiği muhakkaktır. Fakat ne olursa olsun, bir şaheser ne
kadar kötü basılırsa basılsın yine birçok ressamların imreneceği bir sonuç elde
edilmektedir. Greco’nun yahut Tintoretto’nun renkli baskılarını mı üstün
tutarsınız, yahut da üçüncü sınıf bir sanatçının orijinal eserini mi diye
sorsalar, düşünmeksizin renkli baskıyı seçerim.
Öğrenmek
isteyen bir kimse için durum budur. Bir koleksiyoncu için durum büsbütün
başkadır. Renkli ve renksiz baskıların bugün aldığı yer ve etkileri insanı
şaşırtacak kadar önemlidir. Bugün Tah-ran’da resme çalışan bir kimse ancak bu
baskılar sayesinde Avrupa müzelerini takip eder ve onların arasında kendisine
bir hoca seçer.
“Boya”
konusunda renkli reprodüksiyonlardan daha uzunca bahsedeceğiz.
Burada
özellikle desen baskıları ile renksiz baskılar üzerinde duracağız. Gerçekten
bir plak sahibinin sesine ne kadar uygunsa, elektrik taşıdığı sesleri hangi
incelikle Amerika’dan Afrika’ya götürüyorsa, bir desen fotoğrafı da aslına o
kadar hatta çok kez onlardan daha çok uygundur. Kitap sayfaları ile müze
duvarlarından çok daha yakın akrabayızdır. Kitapla olduğu kadar hiçbir zaman
müze duvarları ile senlibenli olamayız. En büyük Avrupa müzeleri sanatçıdan
çok, bütün bir çağı sunmaya özendikleri için onlar arasında başı dönmeden
dolaşan ve bir baş ağrısı yakalamadan müzeden çıkan çok azdır. Birçok şaheseri
insanın istediği zamanda ve istediğinden çok görmek olanağı bugün bize
desenlerin çok iyi fotoğrafları ile verilmiş bulunuyor.
Matbaacılık bu
konuda 20. yüzyıl uygarlığının yüzünü güldüren nimetlerden birisini teşkil
edecek kadar ilerlemiştir. Fotoğrafın ve matbaacılığın yeterince anlaşması
sayesinde bugün müze duvarlarında görüp tadamadığımız bir sürü üstat
desenlerini çok az bir para karşılığında elde etmek mümkündür.
Mürekkeple,
kurşunkalemle veyahut buna benzer araçlarla yapılan desenlerdeki en ufak
ayrıntılar fotoğrafın gözünden kaçmadığı için desen reprodüksiyonlarına
aldatılmadan bakabiliriz.
Desenin ne
demek olduğunu merak edenler bu tür kitapları edinemezlerse, desen konusunda
doğru dürüst bir fikir edineceklerine emin değilim.
Dürer’in,
Holbein’ın, Rembrandt’ın, Michelangelo’nun, Raffael-lo’nun, Tintoretto’nun,
Corot’nun, Cezanne’ın, Renoir’ın, Van Gogh’un, Derain’in desenlerini kapsayan
kitap ve dergiler zamanımızda dünyanın her tarafına dağılmıştır ve yukarıda
saydığım üstatların desenlerini kapsayan kitapların hepsini bizim pazarda bugün
10 liraya edinebiliriz.
Resme
başlayanların, meslekleri için sarf edecekleri ilk ve en önemli para bu
olmalıdır. Zaten kurşunkalemle kâğıt ve bir sehpadan başka, desene başlayanlar
için açılmış bir masraf kapısı yoktur. Üstat desenleri arasında özellikle
üzerinde uğraşılmış desenleri, çok çabuk yapılan krokilerden sakınmalıdır.
1. Müze
salonlarında her nedense üstat desenlerine çok az rastlanır. En büyük dünya
müzelerinde duvarlar tablolara ayrılmıştır.
2. Masraf
kapıları sonuna kadar açılacaktır, çünkü resme yeni başlayanlar için kroki
yapmak ne kadar tehlikeli ise üstat krokilerini incelemek de o kadar
şaşırtıcıdır. Çünkü herhangi bir üstadın çok az bir zaman içinde, örneğin
birkaç dakikada çizdiği birkaç çizgi bazen üzerinde günlerce durulan bir
desenden çok daha büyük bir değer taşıyabilir. Fakat bu krokiyi çizebilmek için
üstat bütün bir ömür harcamıştır. Krokiyi basit fakat üzerinde çok durulmuş bir
desenden ayırmak herkesin, özellikle yeni başlayanların işi değildir. Yeni
başlayanlar bazen üstadın üzerinde haftalarca uğraştığı fakat hiçbir emek izi
vermeyen bir deseni birkaç dakikanın ürünü zannederler. Bazen de bunun aksi
olur. Fakat kroki denildiği zaman akla gelen şey, söz konusu desenin çok az bir
zaman içinde yapılmış olmasıdır. Az zamandan maksat, bir dakika ile on beş
dakika arasında değişir.
Asıl kroki,
olgun bir sanatçının zamanın ve mekânın uygun olmayışı, mesela modelin derhal
pozunu değiştirmesi olasılığı yahut kendi yerinin emin bulunmaması yüzünden
konunun ana karakterini saptamak için alınan bir not demektir.
Bu tür krokiler
bazen ancak sahibinin okuyabileceği kadar karışık bir el yazısı, bir imzayı
hatırlatır. Bir üstat krokisini incelemeye başlayanlar için ne kadar sakıncalı
ise herhangi bir sanatçının tablosuna koyacağı renk farklarını tespit için
siyah beyazla yaptığı bir kompozisyon da o kadar sakıncalıdır. Yani bugün
renkli bir resmin fotoğrafı, onun ancak renkleri arasındaki açıklık ve
koyuluklarını tespit eder. Sanatçılar bazen tablonun son şeklindeki siyah beyaz
farklarını önceden belirlemek amacı ile bir rengin açık ve koyusu ile
fotoğrafın elde ettiği sonuca yakın ve desen pousse denilen resimler yaparlar.
Bunların içerisinde tam bir tablo sağlamlığı gösteren ve bir tablo kadar önemli
eserler vardır, fakat bu artık desenin amacı olan form kaygısını aşan ve renkle
yapılmış olmasına rağmen renk dünyasına giren bir etüttür.
Renk kaygısı
baş gösterir göstermez, desen meselesi bitmiş demektir. Sanatçı artık testiyi
bitirmiş, rengi hazırlamaya başlamıştır. Gerçi olgun sanatçı önce testiyi,
sonra da rengi düşünmez. Testiyi, rengi ve formu ile beraber tasavvur eder,
fakat zanaat önce testiyi yapmasını buyurur, çünkü boyasız testi vardır.
Testiyi yapmazsa, boyayı nereye sürecektir. Testi boyasız da sanat dünyasına
girer oturur fakat herhangi bir renk testiye yahut herhangi bir formun kalıbına
girmeden sanat dünyasından içeri giremeyecektir. Herhangi bir üstat deseni
yalnız çizgilerle veyahut renk kıymeti kopya etmeden sırf formları açıklamak
için kullanılan koyuluklarla yapıldığı takdirde, öğretici niteliktedir.
Bir renk
kaygısı ile yapılmış bir üstat deseni, başlayanlar için yararlı değil zararlı
olabilir.
Çıplak bir
vücut elbise altında ne kadar değişirse, form kaygısı ile aranmış bir desen de
renklerle örtüldüğü zaman o kadar kapanır. Ressamın formları nasıl inceleyip
çözümlediğini bütün çıplaklığı ile mümkün olduğu kadar az koyuluk kullanarak
yaptığı desenlerde izlemek mümkündür.
Şu halde resme
başlayanlar için bu tür üstat desenlerine ayrılmış bir kitap büyük bir
hazinedir. Örneğin Holbein, Dürer, Michelange-lo.
Desen, form
anlayışı geliştikçe tablo fotoğraflarından da bir ressamın desen anlayışını
izlemek mümkün olur.
Form kaygısı
renk zenginliği altında kaybolmayan Greco, Tinto-retto, Dürer, Holbein gibi
sanatçıların tablolarından alınan fotoğraflarda formların başlayıp bittikleri
yerleri görmek, sanatçının bir el veya kol etüdünde parçayı yontmak için
tutunduğu yerleri seçmek mümkündür.
Orta Malı
Bayramdan
bayrama neyleyim güzeli
Güzel dediğin
her Allahın günü
Yanı başımızda
olmalı
Yağmur misali
hem gözümüze, hem gönlümüze,
hem toprağımıza
yağmalı
Güzel dediğin
yağmur misali
Hepimizin
olmalı.
Sergiden
sergiye birkaç tablo, müzeden müzeye birkaç heykel, konserden konsere biraz
müzik, festivalden festivale birkaç piyes, birkaç film, kongreden kongreye
birkaç nutuk...
Eğer güzel
balını bize böyle bayramdan bayrama uzatsaydı, gü-zelsizlikten helak olurduk.
Eğer güzel, gökyüzü gibi her zaman yanı başımızda, su gibi elimizde, ekmek
gibi, tuz gibi dilimizde, nefes gibi her saniye canımızın içinde dolanmasaydı,
ya çoktan kururdu neslimiz yahut çarpık çurpuk, eğri büğrü kesilirdik.
Kelimelerin rüzgârına kapılıp soluğu konunun dışında almadan açıklayalım: İki
tane güzel var hepimiz için. Birisi Allah’ın yarattığı güzel. Öteki de insan
elinden çıkan. Biz burada Allah yapısından değil de, insan elinden çıkan
güzelden söz açacağız. Ama şimdi bilirkişi çıkıp der ki:
“Peki ama insan
dediğin ne yapısıdır?”
Canım şimdi bu
şakanın sırası mı? Peki öyleyse, biz de bilirkişiyi çileden çıkaracak bir şey
bulalım. O, pirincin taşını ayıklayana kadar biz çoktan sözümüzü tüketiriz:
“İnsan dediğin nesnenin yarısı Allah, yarısı da kul yapısıdır. ”
Allah’ın
yapısının çirkini olur mu? Allah yapısı, Allah yapısıdır. Ona bu adları takan
biz insanlarız. O sadece yaratmış ve bırakmıştır. Yarattığı şeylerin hiçbirinin
üzerine kendi eliyle güzel veya çirkin yaftasını yapıştırmamıştır. Bu yaftalar
bizim marifetimiz. Şu halde? Şu halde tabiatın güzeli, çirkini olamaz. Yalnız
insan elinden çıkan işlerin güzeli, çirkini olur.
- Hayır, öyle
şey olmaz. Allah yapısının da güzel ve çirkini vardır. Bal tatlı, koruk ekşi,
salatalık acı olur da niçin şu yaratık güzel, öteki çirkin olmaz? Al sana aynı
kısrağın doğurduğu iki tay. Birisi sakat doğdu. Sırtı yamru yumru. Bacakları
eğri büğrü. Gözleri dışarı fırlamış. Öteki tay sırım gibi. Lastik top gibi zıp
zıp zıplıyor. Al sana iki leylek yavrusu, birisi sağlam doğmuş, öteki sakat.
Ana leylek evirip çeviriyor. Sakat yavruyu tuttuğu gibi yuvadan dışarı atıyor.
Bu taylardan hangisi güzel? Bu yavrulardan hangisi çirkin?
- Evet ama,
buna güzel çirkin denmez ki. Buna sağlam, ötekine çürük denir.
- Hayhay, öyle
söyleyelim. Güzel yerine sağlam, çirkin yerine çürük demekle neyi değiştirmiş
oluruz?
Montaigne güzel
ile çirkinin, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, insanlara, âdetlere,
geleneklere göre değiştiğini anlatırken kolay kolay unutulmayacak bir örnek
verir. Der ki: Falanca kabile için en büyük vefakârlık, fazilet, sevgi ifadesi
kavgada ölen en yakın akrabalarını yemekmiş. Mesela savaşta oğlun veya baban
yanı başında can verdi, değil mi? Onu kurtlara, kuzulara bırakmak hakka reva
mı? Peki ne yapmalı? Ölen sevgiliyi afiyetle yemek bu kabileye göre en büyük
sevgi gösterisi imiş.
Evet, birçok
gelenek insanoğullarını zaman zaman birbirlerinden öyle ayırmış ki, insanların
arasındaki farklar birbirine hiç benzemeyen yaratıkların arasındaki farkları
kat kat aşmış. Ama bu gelenekler ne olursa olsun, dünyamıza kuşbakışı bir göz
atarsak, insanoğul-lannın benzeyen taraflarını bir tarafa, farklı taraflarını
bir tarafa toplarsak, benzeyen tarafları bir vuruşta ötekileri eziyor. Bir
yandan gelenek, bir yandan iklim, bir yandan geçim zorlukları insanoğulları
arasında bir bakışta göze çarpan büyük farklar doğurduğu halde ellerinden çıkan
işler arasındaki kardeşlik her zaman ağır basmış. Bambaşka dünyalarda
yaşadığımız halde insan çilesinin dışına hiçbirimiz çıkamamışız. Dünyamızın
köşelerini daha iyi gördükçe, bu köşelerde yaşayan insanların ellerinden çıkan
işleri inceledikçe benzeyen taraflarımızın benzemeyen taraflarımızı kat kat
aştığını daha iyi anlıyoruz. Bu gerçeğin konumuzu ilgilendiren tarafını bir
örnekle açıklayalım:
Henüz Amerika
keşfolunmadan, orada yaşayan kabilelerin elinden çıktığı belli olan çeşitli el
işlerine bir göz atalım. Deri üstüne, toprak, tahta, kemik, taş üstüne
işlenmiş, yontulmuş, kakılmış el işleri. Bu işlerin üzerindeki nakışlarla bizim
bir Sivas kiliminin veya heybesinin üstündeki nakışlar aynı elden, aynı kafadan
çıkmış kadar birbirine benzerse bu kardeşliğe ne denir?
Bilmem ne kadar
yüzyıl farkla birbirinden tamamıyla habersiz yaşayarak göçüp gitmiş insan
toplulukları arasında aynı biçimlerin, aynı renklerin kök salmış olmasına ne
buyrulur?
Alt alta,
birinin ucu ötekinin alt çizgisinin ortasına gelmek üzere dört beş tane üçgen
sıralayın. Üçgenlerin ortalarına birer nokta koyun. En altındaki üçgenin
ortasından aşağı doğru da düz bir çizgi çekin. îşte size bir nakış ki dünya
kuruldu kurulalı her çeşit insanın elinin ucuna gelmiş. Kimi taşa oymuş bunu,
kimi ağaca, kimi kemiğe.
Biri bu nakışın
adına ağaç demiş, öteki su, beriki böcek. Sonra bu üçgenler yavaş yavaş
ötelerinden, berilerinden filizler, döller vermeye başlamışlar. Bu filizlerin
uçlarından başka boylarda üçgenler çıkmış. Bunların ortasına bir yerine birkaç
nokta konmuş. Daha sonra noktalar çizgi olmuş, çizgiler birbirleri arasında
yeni düzenler kurmuşlar, derken bir nakış dünyasıdır dal budak salmış. Üçgen
örneğini en kolay kalem ucuna gelen bir biçim olduğu için seçtim. Hoşunuza
giderse bir kare alın. Cebinizdeki beş kuruşluğun kenarlarıyla yuvarlaklar
çizin. Ortalarına noktalar, çizgiler serperek benzeri na-
kışlar kurun.
İşte bu, hepimizin kolaylıkla çizip üzerinde oynayabileceğimiz biçimler var ya,
nakış dünyası budur.
Şimdi bu yazıyı
okurken şöyle bir etrafınıza bakının. Yanı başınızda beş on nakış örneğini
birden bulacaksınız. Yok mu? Kol saatinize bakın. O da mı yok? Gömleğin,
kravatın, o da yoksa ceketinizin kumaşına alıcı gözlerle bakın. Kumaşınızın
üstünde en ufak bir nakış çizgisi yoksa örgüsünün ilmeğinde bir nakış düzeni
vardır.
Resim ve heykel
sanatlarının uğramadığı dünya köşeleri vardır. Ömründe iskambil kâğıdından
başka resim yüzü, paraların üstündeki kabartmalardan başka da heykel görmemiş
insanlar vardır. Ama nakış görmemiş, nakışla uğraşmamış, nakış üstünde
düşünmemiş bir insan tasarlamak imkânsızdır. Bütün dünya okullarındaki
manasıyla resim ve heykel sanatları hiçbir zaman yüzde yüz orta malı
olmamıştır. Bu sanatlar bugüne kadar ya mabedin malı, ya sarayların süsü,
bilemedin, müzelerin veya sergilerin demirbaşı olmaktan öteye gidememişlerdir.
Halbuki hem resim hem heykel, nakış dünyasına geçer geçmez bir çırpıda orta
malı olmuşlar, herkesin olmuşlar. Bu nasıl olmuş? Niçin olmuş? Böyle olmaktan
neler çıkmış? Üzerinde durmaya değer.
Nakış ve Resim
Portakal
kabuğundan
Kavun
diliminden
Havalandı
nakışlar
Avşar
kiliminden.
Nakışlar yalnız
kilimden değil, çinilerden, yazmalardan, minyatürlerden öbek öbek havalandılar
ve bir daha kendi yerlerine konmadılar. Resim çerçevelerini beğendiler.
Nakışları
sofrasında, ayağının altındaki halıda, boyunbağında, yazmasında görmeye
çalışanlar onların yaldızlı çerçeveler içerisinde bağdaş kurup oturduklarını
görünce, hizmetçisine kürkler veya fraklar içerisinde baloda rastlayan
efendiler gibi kızdılar.
- Nakış
nakışlığını bilmeli. Ayak altından kalkıp, başköşeye oturmamalı, dediler.
Fakat
neylersin, nakışlar bir defa havalanmışlardı.
Nakışların
süsleme eserlerden havalanması 19. yüzyılın sonlarında başladı. İlk defa
süsleme eserlerden kalkıp resim dünyasına mal edilen motifler Çin’den,
Japon’dan geldiler. Daha sonra Türk, Acem, Arap, Hint motifleri akın ettiler.
Bunların arkasından adlarını kolay kolay söyleyemeyeceğimiz vahşi kabilelerin,
Kolomb’dan önceki Amerika yerlilerinin, Afrika çöllerinde kaybolmuş aşiretlerin
nakışları, tamtamları, dümbelekleri, acayip naraları ile fırıl fırıl dönmeye
başladılar. Özellikle bu sonuncu taifenin nakışları baskın çıktı, çünkü bu
nakışlar beraberinde acayip sesleri de getirmişlerdi. Caz musikisi de bir
taraftan bu sesleri benimsiyordu.
İşte bugünün
resminde birçok resim meraklılarını şaşırtan bu nakış saldırısı oldu.
Çin ve Japon
motifleri ilk önce H. Toulouse-Lautrec’in bazı resimlerinde figüran olarak
gözüktüler. Daha sonra figüranlıktan çıkarak aynı sanatçının bazı işlerinde
başrolü oynamaya başladılar. Başrolden şunu kastediyoruz: Lautrec’in birçok
eserleri ve bence en önemli olanları, doğrudan doğruya bir Çin panosunun sanat
anlayışına bürünüyordu. Bu anlayış da büsbütün süslemeyle ilgili anlayıştır.
Lautrec’in bu
panoya ilave edecek tek serveti ışık idi. Güneş doğudan doğar ama resim
sanatının güneşi batıdan doğdu. Nakış ne kadar Doğulu ise, ışık o kadar Batılı
idi. Lautrec’ten sonra nakış dünyasını sırayla Seurat, Van Gogh, Cezanne,
Rousseau, Matisse, Dufy, Picasso, Bonnard benimsediler. Bunların arkasından
gelen kuşak biz yaştaki ressamlar kuşağıdır ve nakış bugünün resminde gitgide
daha açık bir biçimde belli olmaktadır.
Ressamlar niçin
nakış dünyasına bu kadar ısrarla dadandılar?
Burada işi
sağlama bağlamak için önce resimden ne anladığımızı açıklayalım, yani önce
resim sanatını tarif edelim.
Işığa dönen her
şeyi büyük bir sevgiyle incelemek, bu sevgiyi biçmek ve renkler vasıtası ile
başkalarına aşılamak sanatına resim derler. Bu tarife sığdıramadığımız önemli
bir nokta var: Renkler ve biçimlerle düşünebilen adama ressam derler.
Müzisyen
seslerle, edebiyatçı cümlelerle, kelimelerle, kokular, acılar, hazlarla
düşünür. İyisi doğrudan doğruya renkler ve biçimlerle düşünür. Resim sanatına
edebiyat kanalından girenler, resimden edebi bir haz bekleyenler, renklerle ve
biçimlerle düşünebilmenin ne demek olduğunu ya hiç anlamayacaklar yahut da
bunun için oldukça önemli bir gayret tüketeceklerdir.
Resimle
edebiyatı karıştıranlar bir resme baktıkları zaman renklerin ve biçimlerin
çağrısına kulak asmadan, doğrudan doğruya onların anlatmak istedikleri hikâyeyi
arayacaklardır. Bu hikâyeyi bu-
lamadıkları
zaman dudak bükecek, “Allah Allah, ne demek istiyor?” diyeceklerdir.
Hiçbir şey
demeden sözü doğrudan doğruya renklere ve biçimlere bırakmak, sözle sazla
anlatılabilecek olanı değil, yalnız renklerle ve biçimlerle yaşayabilecek olanı
seçmek. İşte namuslu bir ressamın en büyük kaygısı budur. Sergilerin birisinde
acayip renklerin ve biçimlerin sarmaştığı bir resmin altında “Balık” ismini
görür görmez tepesi atan bir seyirci Picasso’nun yakasına yapışmış, “Üstat,
anlayalım, balık bunun neresinde? Bu ne biçim balık?” deyince, böyle yüzlerce
sual karşısında artık çömlek gibi pişen ressam:
“Birader,”
demiş, “o balık değil, resim.”
Burada ressama
hak vermek lazım. Balığın kendisinden bu kadar hoşlananlar resim sergisinden
önce bir defa balık pazarına uğramakla meseleyi kökünden halletseler olmaz mı?
Resimle edebiyatı karıştıranlar yüzünden resim sanatının ve ressamın çektiğini
Allah bilir.
Eğer haşmetli
fotoğraf hazretleri Hızır gibi imdada yetişmeseydi, gerçekten resim sanatı çok
sıkıntılı bir yükü kim bilir daha ne kadar sene sırtında taşımaya mecbur
olacaktı. Bu yük, resme musallat olan edebiyat yüküdür. Herhangi bir tablodaki
renk ve biçim cümbüşünden önce ondan istenen hikâyedir ki, nice gürbüz
ressamları lüzumsuz yere yormuş, tüketmiştir. Ressam kendi başına kaldığı zaman
bir iki figürle halledeceği bir kompozisyonda hikâyeye uygun olsun diye seksen
figürle savaşmaya mecbur olur. Yalnız figür de değil, bir o kadar tarihi belge.
Ressamın hiçbir zaman alıcı gözüyle incelemediği, benimsemediği, yalnız konu
gereği kiralamaya mecbur olduğu bir sürü çanak çömlek, bir sürü iğreti motif.
Sen gel ressam ol da, fotoğrafın icadını selamlama. Bence bütün dünya
ressamları, ilk fotoğraf çekildiği günü tespit etmeli ve o günün şerefine her
gün bayram yapmalı. Duvarlarınız, kitaplarınız, müzeleriniz için gerçek tarihi
belgeler mi gerek? İki santimetrekareden tutun da elli metrekareye kadar
fotoğraf emrinize amade. Hem ressamın yaptığından çok daha gerçek, ciddi, daha
doğru belgeler, hem bir taraftan değil her tarafından evire çevire incelenmiş
belgeler. Matisse, “Etrafını hiçbir usta gözü ile görmek istemezsen, olduğu
gibi görmek istersen, bir süre fotoğraflardan kopyalar yap,” diyor. Gerçekten
hiçbir sanat kaygısı gütmeden doğaya çevrilmiş adesenin gözü eşyayı olduğu gibi
yakalayan en sağlam gözdür. Ressamdan tarihi belgeler bekleyenler
du-raksamaksızın fotoğrafı seçmelidir. Ressamdan hikâye mi istiyorsunuz?
Hikâyenin âlâsını sinemada bulacaksınız. Hem gerçekten yürüyen, bağıran
çağıran, gülen ağlayan insanlar.
Ressamı vesika
fotoğrafları çekmekten ve tarihi belgeler devşirmekten kurtaran fotoğrafı ne
kadar övsek azdır.
Gerçi “Fotoğraf
icat olundu, ressamlık bozuldu. Ceviz palet artık paslanmalıdır,” deyip resme
veda edenler çok oldu ama kaygıları da yerinde oldu. Çünkü resim sanatı
fotoğrafın bittiği yerde başlar.
Fotoğrafın
imkânlarını hepimiz çok iyi bildiğimiz için “fotoğraf görüşü” üstünde ısrarla
duruyorum.
Biz Akademi’de
atölyemizin kapısına şu ibareyi yazdık:
“Atölyeye
girerken lütfen fotoğraflarınızı vestiyerde bırakınız. Fotoğraf görüşü bugünün
ressamını en çok yıldıran görüştür.”
İçinizden
sevgilinizi düşünerek çok kolaylıkla bir katır tırnağı yahut bir çift postal
resmedebilirsiniz. Yani gözlerinizi bir noktada toplamanıza karşılık zihninizi
onun buyruğuna vermiyorsunuz. Gözünüzün emrine yalnız bilerek giriyor, halbuki
aklınız başka yerde. Resim yapanlar bu durumun ne demek olduğunu çok iyi
bilirler. Bu tam tembel harcı dediğimiz çalışma tarzıdır. Gözün konuda, elin
konuda ama aklın başka yerde. İşte fotoğraf görüşü budur.
Ve ne yazık ki
meslek olarak kabullendikleri halde bugünün ressamlarının yarısından çoğu böyle
çalışırlar. Fotoğraf görüşü dediğimiz şey, daha fotoğraf icat edilmeden vardı.
Fotoğraf icat
edilmeden bu görüş ufak tefek bir beceriklilik sayılır ve bazı işler
görülebilirdi. Delacroix şöyle buyurmuş:
“Ressamın iyisi
apartmanın dördüncü katından atlayan bir adamı yere düşmeden çizebilmelidir.”
Delacroix amca,
eğer bugün fotoğrafın geçirdiği şahane değişimi görse idi, herhalde ressamın
iyisini tarif etmek için başka değerler arardı. Fakat bu beceriklilik hiçbir
zaman halis ressamların yüzünü güldüren bir başarı değildi. Bizi bu gereksiz
beceriklilikten kurtardığı için fotoğrafa ayrıca teşekkür ederiz. Ressamın
içinde değil, sadece gözünde yer eden bir renk ve biçim, fotoğraf görüşünün
ürünüdür.
Konusunu
kafasında değil, muşambasında ve boya kutusunda taşıyan ressam dünyayı fotoğraf
gibi görür. Ressam vardır, sabahın erken vaktinde kalkar, taa şehrin öteki
ucuna kadar yürür, konusunun başına geçer, çalışır ve bu işlem günlerce, bazen
aylarca sürer. Görenler maşallah derler. Fakat eğer bu sayın ressam, kutusunu
kapayıp eve dönerken, evde çocukları ile uğraşırken, yemek yerken aklı hâlâ
konusunda değilse, yalnız konusunun başına çömeldiği zaman onu düşünüyorsa,
onun eserinden şüphe ediniz. Bu işe muhakkak bir fotoğraf kokusu sinmiştir.
Bütün sorun konumuzu kafamızda, canımızın içinde, her zaman beraberimizde
taşıyabilmektedir. Ancak bu kaynaşmadan sonra yaptığımız işe bir insan kokusu
siner.
Yaptığımız işe
o zaman kendi kalıbımızı basmış oluruz. Ona yalnız gözümüzün nurundan, elimizin
gücünden değil, canımızdan, hayatımızdan bütün bir parça katmış oluruz.
Hepimiz çok
sevdiğimiz bazı şeyleri kolaylıkla gözümüzün önüne getirebiliriz. Anamızın,
sevgilimizin boyunu, kardeş, arkadaş simalarını, hallerini ve duruşlarım,
susadığımız zaman bir bardak suyu, acıktığımız zaman kanlı canlı bir somunu
hiçbir gayret sarf etmeden başımızın içindeki sinema perdesine yansıtabiliriz.
Fakat şimdi
size bir şey soracağım ve birkaç saniye doğrudan doğruya kendinizi denemenizi
rica edeceğim. Şu anda en sevdiğiniz kimseyi gözünüzün önüne getirin.
Renklerini
hatırlıyor musunuz: Durum, tutum, hareket? Evet, fakat renkler: Bir tutam beyaz
saç, kırmızı bir burun, yeşil bir ceket.
Evet, sonra
aynı kimseyi renklerini daha iyi görebilmek için bir daha gözünüzün önüne
getirin.
Yüzde yüz
demeyeceğim ama, çoğunuz muhakkak ki tekrar aynı renkleri bulamayacaksınız.
Renkler belleğimizde o kadar korkunç bir biçimde şimşek gibi çakıp geçiyorlar
ki onların adından çok tadını biliyoruz.
O kadar ki,
acaba anılarınız renkli midir, diye bir soru sorsam, yüzde yüz açıklıkla evet
diyemezsiniz. Sözgelişi bu yaz plaj anılarından en tatlı, en renklisini
hatırlayalım. Turuncu bir mavidir, yanmış şehir rengi, güneş vurmuş kum rengi.
Arkada yeşil bir ağaç, mavi gök, deniz mavisinden başka duru bir mavi.
Eh, işte
oldukça renkli bir kartpostal, turuncu, mavi, şehir rengi, yeşil, etti dört,
fakat bu renklerin bir anlamı, bir değeri olabilmesi için bana şunu da
söylemeniz gerek. Bunların en açığı hangisiydi, en koyusu hangisi, mayonun
turuncusu mu daha koyu idi, şehir rengi mi? Ya gök mavisi kum renginden açık
mı, koyu mu?
Zannediyorum bu
kadar sıkıntıya giremeyeceksiniz ve bu işi ressamlara havale edeceksiniz. Fakat
şurasından eminim ki, sizin kafanızda yer eden renkleri bulmak için bir ressam
bütün palet renklerini önünüze serse, sonunda, işte buydu, diyebilirsiniz. Bundan
şu sonucu çıkarmak istiyorum. Canınız gibi sevdiğiniz halde, yüzü günde belki
yüzlerce defa gördüğünüz arkasındaki perdeye vurduğu halde onun renkleri
konusunda doğru dürüst bir fikriniz yoktur.
Bu sizin için
böyledir de ressam için değil midir? Ressam kafası acaba özel renk
merceklerinden süzülen bambaşka ışıklarla, ressamın istediği zaman istediği
duvarda yansıtabileceği özel renkli filmlerle mi doludur?
Yoo, onun da
sizin renk belleğiniz kadar bir belleği vardır. Aradaki fark şudur:
Siz sevdiğiniz
kimseleri olduğu gibi hatırlarsınız. Bazen hiç rengi bile düşünmez, bir halini,
bir tutumunu, bir sözünü hatırlarsınız. Burnunuza burcu burcu sıla kokuları
geldiği de olur. Ressamın gözü önüne bütün bunlardan önce renkler ve biçimler
koşar gelirler. Sonra siz hatırladığınız renklerin adını bilmezsiniz, ressam
bilir. Bunları Allah tarafından bilmez, palette renk araya araya öğrenmiştir.
Siz koyu yeşil
bir ceketi hatırlıyorum derken, yeşilin koyuluğunu da hatırlamış olmakla
görevinizi tam yapmış olursunuz. Fakat size daha yeryüzündeki koyu yeşillerin
kaç tane olduğunu bilen ressam yoktur dersem şaşmayınız. Kaç tane ressam varsa
onların beş on katı da koyu yeşil vardır herhalde.
Şu halde ressam
hatırladığı renklerin yalnız adını değil, açıklık, koyuluk derecelerini
hatırlar. Sonra ressam bilir ki yalnız başına hiçbir renk, renk kimliğini
alamaz. Hatırladığı renklerin asıl değeri, çevresindeki renkleri hatırlamasına
bağlıdır.
Bursa mavisi
deniz, koyuluk derecesini yelkenlerin ve bulutların açıklık derecesine
borçludur. Hele beri yanda Prusya mavisi koyduğunda bir toprak ve kaya rengi
vardır ki, mavi asıl renk tadını bu çarpışmadan almaktadır. Sonra aynı
koyulukta bir servi, etti üç koyuluk. Bulutla yelken ikisi açık, bir de Ada
vapuru peyda oldu. Denizden, açık buluttan, koyu bir mor, bacası aynı koyulukta
turuncu, cankurtaran simitleri bulutlar kadar açık.
Herkes gibi bir
insan olan ressamın kafasının içi de keşmekeştir. O istediği kadar kafasını
renklere ve biçimlere açık tutsun, kafa deliklerinden başımızın içindeki
karanlığa gürül gürül akan hayat şelalesi böylece bir emre kulak asar. Sesler,
renkler, kokular, biçimler, hareketler; bunların hepsi öyle bir sarmaşık
halinde sarılır ki, ressam kafasında renk ararken seslere, biçim ararken
kokulara saplanır.
Başımızın
içindeki karmaşık dünyada hoşumuza giden renklerin, biçimlerin bu karmaşanın
içerisinden kurtarılabilmesi için bir tek çare vardır:
Onları çok
basit birkaç biçimle anlatmak ve karşılıklarını paletimizde çok kolay
bulacağımız dost birkaç renge güvenmek. Öyle bir biçim ki mümkün olduğu kadar
az çizgi ile çizilmiş, öyle renkler ki açık mı, koyu mu, orta mı, pırıl pırıl
mı belli olsun.
İşte ressamın
nakışta kıskandığı en belirgin nitelikler bunlardır. Biçimde kesin bir açıklık
ve mümkün olduğu kadar sadelik. Renk derecelerinde kesin karar.
Biçimde
açıklıktan şunu kastediyorum. Öyle bir şekil ki, çok kolaylıkla
hatırlanabilecek kadar az çizgi oyunu ile ifade edilmiş olsun. Öyle bir biçim
ki, kafamızda yer etsin. Renk derecelerinde karara gelince, bunun üzerinde bir
parça durmamız gerekecek. Bugüne kadar insanoğullarının ellerinden çıkan ve
gözü sevindiren bütün eserlerde renkler daima üç dereceye bölünürler.
Bu bölünme bir
Afşar kiliminde olduğu kadar bir Rönesans ustasında da vardır.
Akıl için yol
ne ise renk için üçtür.
Renkler koyuluk
derecelerine göre üçe ayrılırlar: açıklar, ortalar, koyular.
Gözü hoşnut
eden bütün işlerde bu üç durak vardır.
Bazı
ressamlarda bu üç koyuluk, derecesine oranla hep aynı açıkta başlar, aynı
koyulukta biter. Bazen resimlerde bunların dereceleri değişir.
Fakat ortadaki
lekenin her zaman tam ortada kalması gerekir. Yani açıktan ne kadar uzaksa,
koyudan o kadar uzak durur. Yoksa bunlardan birisine yamanır. Onun şiddetini
bozarak iki koyuluk arasındaki farkı giderir. Gözümüz bu üç koyuluk derecesinin
açık bir biçimde birbirinden ayrı durmasından haz alır.
Bu konuşmaya
“Nakış ve Resim” diyecek yerde, “Süsleme Sanatları ve Resim” de diyebilirdik. Konumuzun
özünü oluşturan ana düşünce, süsleme sanatları ile resim sanatının ortak
yanlarını ve ayrılıklarını açıklamaktır. Süsleme sanatları yerine nakış dedik,
çünkü nakış süsleme sanatlarının belkemiğini, özünü oluşturur.
Nakış nedir?
Kravatınızda
benekler birer nakıştır. Ceketinizin örgüsü bir nakıştır.
Süsleme
sanatlarını bir dile benzetmeme izin verirseniz, nakış o dilin bir kelimesi
sayılır. Mademki kravatınızda, çorabınızın ilmiklerinde, sofranızdaki tabakta
var, şu halde nakış dilinden anlıyoruz demektir.
Nakış dili göze
seslenen sanatlar arasında en çok kullanılan uluslararası bir dildir. Öyle
güçlü bir dil ki, ne zaman kavramı tanır, ne mekân.
Öyle bir dil ki
yağdan kıl çeker gibi yüzyılları, sınırları aşmıştır. Size şimdi göstereceğim
nakışlar Kristof Kolomb’dan önce Amerika’da yaşayan kavimlerin nakışlarıdır.
Şimdi göreceğiniz nakışlar da halis Anadolu işleridir. Bunlar da son günlerde
Paris’te açılan bir çini sergisinden bazı örnekler.” Değişik yüzyıllarda, ayrı
ayrı ülkelerde, bambaşka koşullar içerisinde yaşadıkları halde, nakış dili
insanı şaşırtan bir tempo ile bu toplulukların ortak dili olmuş; mimari
değişmiş, heykel değişmiş, dinler, diller değişmiş, fakat nakış her zaman
nakışlığını korumuştur.
Bu konuşmada
projeksiyonla örnekler verilmiştir.
Bizim
memleketimiz nakış bakımından eşine dünyada az rastlanan bir zenginlik
gösterir. Nakış kundaktan mezar taşma kadar bizimle beraberdir. Dinimizin resmi
yasak etmesi yüzünden hıncımızı nakışlardan almışız. Resim yasak, heykel yasak,
elimizde kala kala bir nakış dünyası kalmış, fakat biz de resim ve heykel
tadını nakıştan çıkarmak için öylesine nakışlar yapmış, öyle nakış cennetine
dalmışız ki, bugün bu zenginlik karşısında insanın nerede ise, “İsabet olmuş”
diyeceği geliyor.
Avrupa
müzelerini dolaşanlar bütün dünya nakışlarını bir araya toplayan salonlarında
bizimkilere verilen önemi gördükçe haklı olarak sevinirler. Resim ve heykelin
yokluğu pahasına süsleme sanatı kollarının hepsinde bütün dünya sanatçılarını
çileden çıkaran bir açıklığa, bir sadeliğe ve bu sadelik içinde sonsuz bir
zenginliğe varmışız.
Size şunu büyük
bir güvenle söyleyebilirim. Geleneği ve malzemesi yüzde yüz bu memleketin harcı
olan herhangi bir süsleme sanatı parçası tam anlamı ile bir sanat eseridir.
Su katılmamış
bir Türk çinisi, bir Türk kilimi, bir yazma, bir bakır ibrik, bir tahta oyması,
bir sanat eserinde bulunması şans olan bütün nitelikleri taşır.
Nakışla resmin
ortak yanları veya ayrılıklarını incelerken, nakış dünyasına duraksamadan bizim
nakışlarımızla girebiliriz. Çünkü nakışın her türlüsüne memleketimizde adım
başı rastlamak mümkündür.
Resme gelince
iş büsbütün değişiyor. Bu ihtiyacı şimdilik ancak kitaplarda tablo fotoğrafları
ile gidermek gerekiyor.
Fakat bir nokta
belki hepimizi az da olsa biraz avutabilir.
Bugünün resmi
süsleme sanatlarına doğru gidiyor. Eğer biz memleketimizdeki süsleme sanatı
örneklerine alıcı gözüyle bakarsak, bugünün resmine yabancı kalmayız. Onu
görünce yadırgamayız.
Özellikle
İstanbul halkının başka bir şansı daha var. İstanbul’da dünyanın en güzel
mozaiklerinden bazı örnekler görmek mümkündür.
Ayasofya ve
Kariye mozaikleri bugünkü resim ve süsleme anlayışına, aramakla bulunmayacak
kadar az görülen birer örnek olur. Ayasofya mozaiklerini ve bugünün resminde
süsleme sanatlarının yerini düşünürken bugünün resmini temsil eden ressamlardan
birisi olan Leger’i hatırlıyorum. İstanbul mozaikleri bu ressamı o kadar
şaşırtmıştır ki, “Resmin geleceği İstanbul’da” diye yazı yazmıştır. Nakışla
resmin karşılaştırmasına başlamadan önce akıllı bir adamın şu sözü zihnimi
kurcaladı; yanılmıyorsam Herriot’nun:
“Mektepte
okuduğumuz şeylerin hepsini unuttuktan sonra aklımızda kalan şeye kültür
derler.
Ah, ne olur
büyük bir adam çıksa da sanatı da böyle tarif etseydi.
Bana, gündelik
hayatıma bir parça çekidüzen, bir parça renk ve neşe veren sanat eserleri
hangisidir diye sorsalar duraksamadan nakışları hatırlarım.
Nakışlar kültür
tarifindeki gibi unutulanlardan sonra bize kalan birkaç renk, birkaç çizgidir.
Hepimiz
kravatımızın rengini, paltomuzun örgüsünü, çaydanlığımızın biçimini seçerken
gündelik hayatımızda her saniye gözümüze çarpacak olan ve bizi rahatsız
etmemesi arzu edilen bir renk veya biçim seçmeye çalışırız. Herhalde bizim renk
ve biçim kültürümüz bunlarda açıkça belli olur.
Kravat
seçmekten aklıma geldi. Ben bir aralık bizim dokuma işlerine öyle bir merak
saldım ki, Ankara Kalesi civarındaki çarşıda iki parmak genişliğinde ve dört
beş metre uzunluğunda, yünden örülmüş nakışlı bir şerit buldum. Bunun üzerinde
bayıldığım nakışlar vardı. Hemen makasla bu şeridi dört beş parçaya böldüm ve
kravat olarak kullanmaya başladım. Bu nakışlarla ilgili arkadaşlara da geri
kalan parçaları hediye ettim. Bir gün Ankara garında tren bekliyorum.
Karşımdaki sırada beş on hamal vardı. Katıla katıla gülüyorlardı. Ara sıra bana
bakıyor ve baktıkça makaraları koyuveriyorlardı. Ben de elimde olmadan onlara
gülmeye başladım. Bundan cesaret alan iri-yarı hamal gözleri gülmekten yaşarmış
halde yanıma yaklaştı:
- Kusura bakma
ağabey, dedi, bir terbiyesizlik ettik ama ne yapalım, dayanamadık.
Sonra kravatımı
gösterdi ve tekrar gülme nöbeti. “Bey, senin kravatı bizim köyde yaparlar, ama
ayıptır söylemesi, katırlara kolan ederler.”
Hani eski zaman
nazırlarından birisinin tuhaf bir sözü vardı; “Şu mektepler olmasa Maarif
Nezareti’ni ne güzel idare ederdim,” demiş. Ben de resim ve nakış dünyasına
uzun uzadıya baktıktan sonra şöyle düşündüm: Şu dâhiler olmasa resim sanatını
anlatmak, hatta onu nakışla açıklamak ne rahat olurdu. Resim sanatından
dâhileri düşünce, geriye işe yarayan ne kalır, bilir misiniz? Nakış. Hani şu
hepimizin bildiği nakış. Kravatınızın beneklerine, paltonuzun örgüsüne,
çorabınızın ilmiklerine kadar işlenen nakış.
Hani şu gözü
sevindirmekten başka hiçbir iddiası olmayan, gündelik hayatımızın her zerresine
karışan, kundağımızdan mezar taşımıza kadar ömrümüzü bölüşen nakış.
Nakış, çizgi,
renk, biçim dünyasından hepimizin payına düşendir. Nakış uluslararası bir
dildir. Öyle bir dil ki ekmek, su, tuz gibi, çeşitli çağlarda, çeşitli insanlar
tarafından kullanılmıştır.
Öylesine yaşama
gücü olan bir dil ki, onu icat eden kavim yeryüzünden silineli yüzyıllar olmuş,
o hâlâ yaşıyor. Uygarlıklar çökmüş, mimariden, dilden, müzikten, heykelden
zerre kalmamış ama o kavinin nakışları yaşıyor. Bu yaşama gücünün sırrını
nakışın ölmezliğinde değil, şu iki noktada aramak gerek: Önce, yeryüzünde ne
kadar çeşitli gereç varsa, o kadar da nakış türü var. Bunlardan birisi
çürümüşse, öteki kurtulmuş. Tahta yanmış, demir paslanmış, yapı çökmüş, bakır
maşrapa ezilmiş, fakat bu sefer nakış çeşitli yıkımların şerrinden korunmak
için bir çakıl taşının kenarına ilişivermiş. Mic-helangelo güzel heykeli
tanımlarken şöyle der: “Bir heykelin güzel olup olmadığını anlayabilmek için,
onu bir dağdan aşağıya yuvarlayın. Aşağıya sapasağlam inerse, o muhakkak ki
şaheserdir.”
Heykel sanatını
bu kadar güzel tanımlayan bir söz hatırlamıyorum. İşin tuhafı, heykeli dağdan
yuvarlamışlar, kolu kanadı kırılmış, fakat heykelin bu hengâmeden kurtulan
tarafına bakmışlar, ne görsünler. Orada birkaç nakış. Sanki hiçbir şeyden
haberi yokmuş gibi koyun koyuna yatıyorlar.
Nakışın uzun
ömrüne çok çeşitli gereç ile yapılmış olması tanıktır.
Ona başka bir
yaşama hızı veren güç de şudur: Atasözleri kadar kolaylıkla yayılan bir biçime
bürünmüş olmasıdır. Nakış, tezgâhın ve gereçlerin zoru ile en basit biçimlere
bürünmüştür. En sade biçimler de muhakkak ki geometrik biçimlerdir. Bir kare,
bir üçgen, bir daire yeryüzündeki bütün kavimlerin nakışlarında ve bütün
çağlarda boyuna yinelenmiştir. Şimdi size göstereceğim nakışlar Ko-lomb’dan
evvel Amerika’da yaşayan çeşitli kabilelerin nakışlarıdır.
Bunlar da bizim
memleketimizin nakışları.
Şimdi
göreceğiniz nakışlar da bugünün en usta ressamları elinden çıkmış nakışlar.
Bu kadar
çeşitli koşullar ve iklimler içerisinde gelişmiş olmalarına rağmen, açıkça
ortak nitelikler taşımalarından şöyle bir sonuca varabiliyoruz: Yeryüzündeki
bütün insanlar ekmeğe, tuza ve suya nasıl koşmuşlarsa, bazen nakışlara da o
kadar kendiliklerinden gitmişlerdir. Çok basit birkaç renk ve çizgi düzeninden
her zaman hoşlanmışlar ve bunları dirençle tekrarlamışlardır.
Acaba nakışlar
mı daha eskidir, resim mi? Nakışın uzun ömrüne tanık olduktan sonra,
birdenbire, nakış eskidir diyeceğiniz geliyor. Ama nakış dünyasında gerecin,
aracın, tezgâhın aldığı çok önemli yeri düşünürsek iş değişiyor. İlk insanların
mağaralarına çizdikleri, nakış değil, tam anlamıyla resimdir. Örneğin, insan
elinden ilk defa çıkan şu resimlere bakınız. Burada nakışı nakış yapan
özelliklerin hiçbiri yok. Burada insan eli ile düz satıh arasına tezgâh
girmemiş. Nakış dünyası yeni araçlar, yeni tezgâhlar bulundukça gelişmiş. İlk
insanlar henüz tuncu, demiri keşfetmeden önce gayet basit araçlarla bugünün en
büyük ressamlarını şaşırtan resimler yapmışlar. Burada nakış mı resimden çıktı,
resim mi nakıştan doğdu diye uzun uzadıya incelemelere girişecek değilim.
Altını çizmek istediğim şudur: Tezgâhın nakışta aldığı önemli yer.
Resim sanatının
varlığı üç ana öğeye bağlıdır: düz bir satıh, renk ve çizgi. Nakışın da özünü
bu üç öğe oluşturur. Bu iki sanat kolu, bazen o kadar birbirlerine karışmışlar
ki, araya tezgâh girmemiş olsa, bunlar birbirinden ayrılmaz olurmuş. Resim
sanatı, birbirini açan renkler, kolay kolay unutamayacağımız bir biçim
sanatıdır. Nakış da öyle. Burada biçim sözünü açıklayalım.
Biçim
kelimesini en basit anlamıyla anlıyoruz ve bu kelimenin içerisine bize
bırakıldığından başka hiçbir şey eklemiyoruz.
Biçim yerine
form da diyebilirdik, fakat form kelimesini en çok kim kullanmışsa onun
üzerinde kalmış ve içerisine bizi şaşırtan anlamlar sinmiş. Örneğin, form
denince birçoklarının aklına hacim daha önce gelir. Örneğin, akla boşluk
içerisinde yer tutan, önü, arkası, yanları olan bir biçim gelebilir de kâğıttan
kesilmiş ve bir duvara yapıştırılmış bir nakış gelmez.
Elimizin bir
biçimi vardır, bir de elimizin duvara yansıyan gölgesinin biçimi vardır.
Elimizin biçimi çok çeşitli biçimlerden örülmüş heykel gibi bir biçimdir ve
duvara yansıyan gölgesine sadece düz bir satıh üzerinde en ufak bir çıkıntı
göstermeyen bir renk lekesi. Elimizin lekesinin olduğu kadar gölgesinin de
biçimi vardır ve gölgesinin içerisinde en basit anlamıyla bir tek renkten ve en
sade anlamıyla biçimden başka bir şey yoktur. Şu halde biz biçim kelimesini en
çıplak anlamıyla anlıyoruz.
Çirkin bir
heykele biçimsiz diyebileceğimiz gibi, dümdüz bir satıh üzerinde en ufak bir
girinti ve çıkıntı göstermeyen bir tek renk lekesine de biçimli veya biçimsiz
diyebiliriz.
Girinti ve
çıkıntıları heykelciye, boşluk içerisinde yerleşen düzenini mimara, insan eti
ve kemiği ile, insanın kendi vücudu ile anlatmak sanatını tiyatroya
bıraktığımız zaman, geriye kalan dümdüz bir satıh, renkler ve çizgilerdir.
Ve bu ana
öğeler, nakışta ve resimde ortaktır.
Başlarken
söylediğimiz gibi, araya şu dâhiler girmese, renklerle çizgilerin hikâyesini anlatmak
ne rahat olacak. İnsanlar renkler ve çizgilerle kendi halinde oyunlar oynarken,
rengi, çizgiyi, biçimi hayatın dışında bir varlık olarak değil de, her gün
kullandıkları eşyada bulurlar ki, özel bir öğrenim ve eğitim görmeden herkes bu
dünyadan kana kana nasibini alırken, dâhiler peyda olmuş.
Orta malı,
herkesin malı olan renkleri ve çizgileri şöyle bir toparlayarak ele almışlar ve
sanki bütün dünyaya meydan okurcasına:
“Bakınız,”
demişler, “dümdüz bir satıh üzerinde renkler ve çizgiler ile kaç türlü marifet
gösterilebilir.”
Ve bu dâhiler
nakış dünyasını öyle bir hallaç pamuğu gibi atmışlar ki, o zamana kadar her
yerde hazır ve nazır olan nakışlar piliyi pırtıyı toplayıp yerlerini resim
hazretlerine bırakmışlar.
Nakış henüz
resmin girmediği yerlerde eski kendi halindeki hayatına devam ederken, haşmetli
resim hazretleri en özenli yerlere yerleşmeye başlamış. Nakış ehli, nakış
erbabı, hiçbir zaman iyi bir demirci, iyi bir kunduracıdan fazla saygı
görmezken, ressam zamanının en önemli insanlarından birisi olmuş. Nasıl olmasın
ki?
Bu dâhiler
sayesinde resim sanatı diye bir sanat meydana gelmiş. Öyle bir sanat ki, her
biri belli başlı bir uzmanlık isteyen heykel, mimari, anatomi gibi bilgileri
kendi özünde toplamış.
Zamanın bütün
bilimlerini bilen, bütün tenleri ile donanmış olan Rönesans ustaları resmi dört
başı mamur bir bilim kurumu haline getirmişler.
Leonardo resim
ve heykeli karşılaştırırken, resmin daha büyük bir sanat olduğunu ileri sürüyor
ve şöyle diyor:
- Heykelcinin
konusu belli, ressamın konusu sınırsızdır. Denizin üstünde olup bitenler bir
ressamı ne kadar ilgilendirirse, altında olup bitenler de ona bir konu
olabilirler. Oysa bütün bunlar heykelciyi düşündürmez bile.
Denizin üstünü
ve altını bir yana bırakalım, ressam ustalarının insan bedenini ele alışları
yetişir: Bu bir bilimdir ve bana öyle geliyor ki Rönesans ustaları insan
bedenini bugünün röntgenleri ile donatılmış cerrahlardan daha iyi biliyorlardı.
Leonardo’nun mektup yazarcasına çizdiği şu desene bakınız.
Evet, Rönesans
dâhilerinin elinde resim sanatı doymak bilmeyen bir dev gibi, önüne ne gelirse
sindirmeye çalışıyordu. O kadar ki, resim sanatının özünü, canlılığını
oluşturan düz satıh, renk ve çizgi kendi kendileri için değildi. Hep başka
sanatların hesabına çalışmaya başladılar. Bazen mimarinin kulu oldular, bazen
heykelin, bazen anatominin, bazen tiyatronun ve çoğu kez hepsinin birden.
Renk ve çizgi
bilgin ressamların tablolarına girebilmek için muhakkak çok karışık kılıklara
bürünmek zorunda kalmıştır. Herhangi bir kimsenin veya eşyanın kimliklerine
bürünmeleri de yetmiyordu ya da etraflıca bir hikâye anlatmaları gerekiyordu.
Sözün kısası, o
zamana kadar nakış dünyasında bütün bu sıkıntılı görevlerden habersiz, başıboş
keyif çatan renkler ve çizgiler yakayı ele vermişlerdi.
Artık basit bir
geometrik biçimin, örneğin bir üçgenin veya bir karenin sade çizgileri arasında
bağdaş kurup oturmak yasak.
Peki, ne
olacak? Ya bir papazın cüppesinde bir kumaş kıvrımı olacaksın ya da Jokond’un
dudaklarında tanrısal bir gülümseme! Ya İsa’nın başına gelenleri anlatacaksın,
ya Meryem’in.
Kısaca, şu
biçare çizgi ve renklerin bilgin ressamlar elinde çektikleri eziyet, pişmiş
tavuğun başına gelmemiştir.
Resim sanatı
yüzde yüz kendi malı olan olanakları başka sanatlara peşkeş çeke çeke, tablo sonunda
tam bir tiyatro sahnesine döndü.
Yaldızlı tablo
çerçevelerinin perdeleri açılınca, hep tiyatro sahnelerinin yüzünü güldüren bir
kompozisyonla karşılaşmak şarttı.
Leonardo baba
her ne kadar ressamın konu bolluğuna işaret etmişse de Rönesans ustalarının
eserinden insan gövdesini kaldırırsak, tabloların fena halde neşesi kaçar.
İnsansız bir
tiyatro tasarlamak ne kadar olanaksızsa, Rönesans ustalarında da insan bedenini
bir yana atan bir kompozisyon bulmak o kadar güçtür. Ancak Leonardo, Raffaello
çapındaki dâhilerin elinde insanın gücüne gitmeyen bu tiyatro hali, kaç bin
ressamı sıradan bir taklitçi, bir fotoğrafçı objektifi olarak kalmak gereğinde
bırakmıştır.
Süsleme de
taklide dayanır. Nakış ehli de yalnız kendilerinden önce gelenlerin işlerini
taklit eder ve bu yüzden kendi adını arada anmaz. Fakat buradaki taklit,
resimdeki taklit değildir.
Nakış erbabı
orta malı olan geleneğe dayalı, yüzyılların tecrübesinden geçeni taklit ederken
tehlikeli bir yola sapmaz. Boyundan büyük işlere kalkmaz. Fakat dehaları
taklide kalkanlar hep bu yüzden sarpa sarmışlardır; çünkü deha hiçbir zaman
orta malı olmamıştır.
Dâhiler acayip
kişilerdir. Onlar bazen mucizeyi andıran işler yaparla^ hele birkaç tanesi bir
araya gelirse. Fakat eğer bir de uzun süre gelmeyecekleri tutarsa bizim halimiz
nice olur?
İtalyan
Rönesansı birkaç dâhiyi bir arada görmüş ve resim sanatının en taşkın insan
zekâsını doyuracak bir sanat olduğunu cihana göstermiştir. Ancak bu büyük
ustalar sayesinde ressam zamanın en büyükleri ile bir hizaya gelmiş.
Fakat dâhiler
uzun süre resim dünyasını bomboş bırakınca, bu dünyayı bir süre acayip
ressamlar kaplamışlar. Dâhi ressamlar resim sanatının olanaklarını
genişletirken, onun özünü bir yana bırakmamışlar. Fakat dâhi olmayan ressamlar,
resmi hep bir yana bırakarak, resimle neler yapılabileceğini göstermeye
çalışmışlar. Çizgi ve rengi hep birinci planda tutan süsleme sanatları, bu
kimseler resimden uzaklaştıkları ölçüde, yeniden özel bir değer kazanmaya
başlamışlar. Renge, çizgiye, saf biçimlere özen duyan ressamların
gözükmeleriyle birlikte fotoğrafın icat edilmesi de resim sanatını “allame”
ressamların elinden kurtarmış.
Fotoğrafın
icadı ile süsleme değerlerinin bugün resimle karışması aynı zamana rastlıyor.
Gerçi bugünün resmine ilk temel taşlarını atan Cezanne, Renoir, Manet, Lautrec,
Gauguin, Van Gogh gibi ressamlar fotoğrafın icadına tanık oldular, fakat bu
icat onların umurunda bile değildi. Fotoğraf, onlara çok sevdikleri bazı
ustalardan çekilmiş birkaç kartpostaldan başka bir şey vermemişti.
Fotoğrafın
icadı, ilk günlerde ressamlardan çok, resim meraklıları üzerinde etkisini
göstermişti. Hatırı sayılır bir para sarf ederek çok sevdiği bir kimsenin
portresini yaptıran müşteri, sudan ucuza bu işi fotoğrafçıya havale ediyordu.
Bugünün resmine yeni ufuk açan ressamlar bu alışverişten habersiz, tamamıyla
kendi sorunları ile baş başa idiler. Bu ustalar sipariş üzerine resim
yapmıyorlardı. Bu yüzden, fotoğrafın müşterilerini ellerinden alması söz konusu
olamazdı. Fakat onlardan sonra gelen kuşağın ustaları artık fotoğrafın icadına
ilgisiz kalmadılar. Bugünün en büyük ressamlarından birisi olan Matisse şöyle
diyor: “Bir eşyayı olduğu gibi görmek istiyorsan, onlara ustaların gözü ile
bakmaktan yorulduysan, fotoğraftan yararlan.”
Baş döndürücü
bir hızla gelişen sinemanın icadı, fotoğrafa yepyeni olanaklar sağladı.
Fotoğraf, bir yandan binlerce ressamın müşterisini elinden alırken, bir yandan
da resim sanatına en büyük iyiliği yapıyor: Şaheserler fotoğraf yolu ile
çoğaltılıyor, bütün dünyaya yayılıyor.
Fotoğrafın
resim sanatına yaptığı en büyük iyiliklerden birisi de şu oldu: Resim sanatını
basit bir kopyacılık sayan ressamları açığa vurdu. Bu ressamların çoğu, Köroğlu
gibi “Fotoğraf icat oldu, meslek bozuldu. Ceviz palet rafta tozlanmahdır,”
diyerek yerlerini fotoğrafa bıraktılar ve bıraktıklarına da iyi ettiler, çünkü
resim sanatı fo-tografik görüşün bittiği yerde başlar.
Fotoğrafın
icadı biraz önce hatırlattığımız tiyatro gibi resim yapma merakından
birçoklarını kurtardı. Resimde derinliği, hacim anlayışım, ayrıntılar üzerinde
çalışmayı, tıpatıp taklidi birinci plana alanların karşısına fotoğraf o kadar
daha geniş olanaklarla çıktı ki.
Düz satıh
üzerinde derinlik bir marifet mi sayılıyor. Al sana kilometrelerce derinlik.
Hikâye, masal, tiyatro istiyorsan, al sana Bin Bir Gece Masallarından tut,
Lorel-Hardy’ye kadar.
Önce ses, sonra
göz, daha sonra renkle kat kat zenginleşen sinemanın bugünün ressamını
düşündürmemesi olanaksız. Gel sen ressam ol da şu fotoğraflardan birini alma.
İşte Cezanne’ın bir eseri. Yanı başında konunun fotoğrafı. Hanginiz
Leonardo’nun Jokond’una poz veren tazenin fotoğrafını görmek istemezdiniz?
Tabloda derinlik etkisi, hacim, heykel anlayışı, edebi, tarihi bir konunun
tasviri gibi motifleri birinci plana alan resim anlayışı, fotoğrafın yardımı
ile yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Marifet dedik de aklıma geldi. Delacroix’nın
daha önce andığım şu sözü beni uzun uzadıya düşündürmüştü: “İyi bir ressam
dördüncü kattan atlayan adamı yere düşmeden çizebil-melidir.” Bu kadar eli
çabuk bir ressama ne denir?
Fakat eğer
Delacroix bugün fotoğraf sanatının neler yapabileceğini bilseydi, herhalde
ressamın ustalığını belirtmek için daha başka bir örnek seçerdi. O ustalık
değil, bu ustalık değil, peki bugünün ressamının dayandığı, güvendiği bir
ustalık yok mudur?
Resimde
derinlik anlayışını, benzetmeyi, heykel ağırlığını, edebi tarihi, hikâyeyi
çıkardıktan sonra geriye ne kalır? Cevap: Dümdüz bir satıh, rer xier, çizgiler,
bir kelime ile nakış.
İşte bugünün
birçok okuryazarını şaşırtan sorun budur. Resim sanatının ana öğeleri ile
süsleme sanatının özünü oluşturan değerlerin birbirine karışması.
Nakışları o
zamana kadar yemek tabağında, ayağının altındaki kilimde ve daha çok ayak
işlerinde görmeye alışan seyircinin de hakkı vardır. Kendi halindeki nakış
parçalarını, göz alıcı yaldızlı çerçevelerine kurulur, samur fırçalarla
okşanmış, yağlıboyalarla şımartılmış görünce seyircinin tepesi atıyor ve adeta
hizmetçisini baloda şampanya içerken yakalayan ev sahibi gibi küplere
biniyor...
îşin tuhafı,
resimde nakışa katlanamayan bu seyircinin süsleme eserlerine biçtiği değerdir.
Öyle meraklılar bilirim ki, bir tabloya verdiklerinin on katını bir çiniye, bir
halıya vermişlerdir. Süsleme eserlere daha çok antikacılık merakı ile değer
veren bu tür seyircilerin yanı başında, birbirine uyan renkleri, insanı
sevindiren biçimleri nerede görse sevmiş olanlar bayram yapıyorlar. Şimdiye
kadar küçük görülmüş, en ufak bir övgüye ulaşamamış, binlerce nakış bugün ayak
altında çiğnenmekten kurtuluyor.
Hiçbir
bilgiçlik taslamadan, doğrudan doğruya bir renk ve çizgi cümbüşü içinde yüzen
bugünün resmi karşısında binlerce seyircinin ağzına gelen ilk söz budur: “Ah ne
güzel! Bu kadarını ben de yaparım, benim beş yaşındaki çocuğum da yapar.”
Birçoklarının
bugünün resmini küçük düşürmek için kullandıkları bu söz, bugünün resminin en
övünülecek yanıdır. Bugünün resmi, herkese renklerle ve çizgilerle oynamak
isteği verecek kadar allamelikten kaçmaktadır. Bir istatistiğe göre, hiçbir
dönemde bugünkü kadar resme merak salan olmamıştır. Şurası muhakkak ki, herkes
resim yapabilir.
Ama herkes
büyük ressam olabilir mi?
Herkes dâhi
olabilir mi?
Burasını Allah
bilir.
Her normal
insan ıslık çalabilir, fakat günde sekiz saat ıslık çalmak şartıyla kırk yıl
ıslık çalan kimse muhakkak ki çok güzel ıslık çalar.
Nefsine
güvenenler için meydan açıktır. Ben kendi hesabıma resme, “Bu kadarını ben de
yapardım” kapısından girdim. Bakın nasıl oldu. Bundan tam yirmi yıl önce
Akademi’ye resim öğrenmeye geldiğim zaman, salonda iki tane büyük tablo
görmüştüm. Bunlardan birisi Velâzquez’in, öteki de Goya’nın tablolarından
yapılmış iki kocaman resimdi. Karşılıklı iki duvarı kaplıyorlardı. Velâzquez’in
kompozisyonunda, ön planda sağda al bir at vardı. İnsan şöyle bir sıçrasa,
kendini hayvanın sırtında bulurdu. Mübarek hayvanın öyle konforlu, öyle sahici
bir sağrısı vardı ki. Hele Goya’nın kompozisyonunda kundaktan çıkmış bir çocuk
vardı. Nerede ise ağlamaya başlayacak ve bir aile fotoğrafı çektirmek üzere yan
yana dizilmiş “zevat-ı kiramı” bir hayli rahatsız edecekti. Bu kocaman tablolar
karşısında duyduklarımı sonraları birkaç kez hatırladım. Bu duyguda sevgiden
eser yoktu. Fakat sevgi yerine ezici bir saygı vardı. Ne yalan söyleyeyim, bu
resimlere baktıkça içim eziliyordu. “Yarabbi,” diyordum, “bunun neresinden
başlanır, nasıl tamamlanır, bu bir devanasının işi, bu bir insan yapısı değil
ki... Eğer mektepte bizden böyle işler yapmamızı isterlerse, yandık gitti.” Bu
matematik ağır bir işe benziyordu.
Ben bu iki
devanası resmin önünde arpacı kumrusu, aylarca düşünüp durdum. Eğer o günlerde
Akademi kitaplığındaki dergileri karıştırırken gördüğüm bir resim imdadıma
yetişmeseydi, bu iki tablo benim iflahımı kesecekti.
Dergideki resim
renkli basılmıştı. Hangi sanatçının olduğunu bilmiyordum, fakat resme baktıkça
içime bir sevgi, bir sevinç rüzgârı doluyordu. Uzun uzadıya baktığımı gören
eski bir Akademi öğrencisi, “Van Gogh,” dedi, “çok büyük bir ressam”. Derhal
şunu sordum: “Goya veya Velazquez kadar büyük ressam mı?” Arkadaşımın cevabı
olumlu olmalı ki, içimi saran sevinç birden birkaç kat arttı.
Bu resmi
gerçekten sevmiştim. Hem bu resimde beni yıldıran bir şey yoktu. Goya ve
Velâzquez’in eserleri gibi Allah yapısına benzemiyordu. Sinirli, hantal,
sıradan bir insan elinin resme nasıl dokunduğunu görür gibi oluyordum.
Kendi kendime,
“Ne güzel, hem bu kadarını ben de yaparım,” diyordum. Beni mesleğime bağlayan
bu resim olmuştu. Bu resmi size gösterirken konumuzdan uzaklaştığımı
sanmıyorum. Van Gogh’un ilk kez bana verdiği coşkuyu incelerken, “Bu bir insan
yapısı, bunu ben de yaparım” diye sevinmiştim.
Aradan zaman
geçti, Van Gogh’un birçok tablosunu yakından gördüm, onu tanıdıkça daha çok
sevdim, sevdikçe de onun da aynı yolun, dev adamlar yolunun yolcusu olduğunu
anladım. Ne yazık ki, o da bir dâhi idi. O da benim yüzüme birkaç avuç nakış ve
hâlâ gözlerimi kamaştıran saman ve portakal kokulu bir güneş fırlatıp çoktan
Goya’ların, Velâzquez’lerin yanı başında yer almıştı. Van Gogh henüz Fransa’ya
gelmeden önce memleketi olan Hollanda’da da tamamıyla heykel anlayışına
dayanarak desen çiziyordu. Henüz okulda desen çizerken, kendisine bir çizgiyi
düzeltmesini söyleyen hocasına, “Benim aklım çizgide değil, öyle bir karın
model etmek istiyorum ki orada bir çift çocuk rahat rahat barınabilsin,”
diyordu.
Fakat o
zamanlarda Paris’te hacim rüzgârı yerine bir nakış rüzgârı esmeye başlamıştı.
Bu rüzgâr Fransa’ya gelen Van Gogh’u saracaktı.
Bir yandan
empresyonist ressamların resimlerini saran güneş, bir yandan nakış zevki, Van
Gogh’taki heykel ağırlığını yavaş yavaş giderecekti. Nakışlar çeşitli süsleme
sanat kollarından havalanmış, havada fırıl fırıl dönüyorlardı.
Nakışlar resim
dünyasına konabilmek için dümdüz yüzeyler aranıyorlardı.
Bundan tam elli
yıl önce Çin, Japon, Hint, Acem, Türk tezyinatından alınma çeşitli nakışları
yer yer birçok usta işlerinde görüyoruz. Van Gogh’ta, Gauguin’de, Lautrec’te,
Seurat’da önce figüran niteliği ile tablolara girmeye başlayan nakışlar yavaş
yavaş en önemli rolü oynamaya başlıyorlar. Nakışlar konacak düz yüzey arıyor
dedik, bu belki bazı arkadaşlara pek şairane gelir. “Uçak mıdır ki, konacak düz
alan ararlar?” diyen olur. Bunu açıklamaya çalışacağım.
Eski ustalarda
tabloyu bir sahneye benzettik ve resim sanatının bir türlü tiyatro oynadığını
gösterdik. Bu oyunda perspektif ve anatomi bilgilerinin aldığı önemli yeri
hatırlattık.
Renk ve çizgiyi
tiyatro kahramanına mal etmeden resim muşambasına yerleştirme isteği baş
gösterince bu tiyatro sahnesi yavaş yavaş tavana doğru dikilmeye başladı ve bir
gün perde düzeyinde bir duvar gibi karşımıza dikildi. Düz satıhtan anladığımız
budur. Tam anlamıyla derinlik ve hacim anlayışı artık bir duvar gibi dikilen
satıhta güç barınabilir. Ereği derinlik, tiyatro, heykel olur. Bir resmi
tersine çevirdiğimiz zaman, onun bizi saran tarafı tersine çevrilmiş bir bardak
su gibi dökülür. Oysa düz sathın her zerresine sımsıkı yapışmış olan nakışın
tersine çevrilmek umurunda bile değildir. Güzel bir kilim için ters asılmak
hiçbir zaman bir işkence sayılmaz.
Fakat her zaman
ayakları üstünde gördüğümüz bir yaratığı tepetaklak gördüğümüz zaman haklı
olarak şaşarız. Resim sanatının nakışta imrendiği hususiyetlerden biri de
budur.
Bugün bir resmi
ören renk ve çizgilerin tam anlamıyla birbirleri ile geçinip geçinmediklerini
ispat etmek için birçok resim hocası o resmi tersine çevirmekle işe başlarlar.
Eğer resim bu işkenceye katlanabilirse sınavı kazanmış demektir.
Muhakkak ki
dümdüz bir yüzeyde tutunabilmek için nakış gibi yamyassı olmak, gölge kadar
zayıf olmak gerekir. Şurasına hemen mim koyalım. Bir ressamın hacim bilgisi ne
kadar büyük bir emeğe mal olursa, eşyayı hacimden kurtarmaktaki çabası bir o
kadar pahalıya mal olur. Yani düz bir sathın üzerinde bir heykel gibi kabaran
bir at resmi yapmak için ne kadar uğraşmak gerekirse, en ufak bir heykel
kaygısı gütmeden elimizin duvardaki gölgesi gibi siluet halinde bir at çizmek
de o kadar güçtür.
Türk, Acem,
Hint minyatürlerinde olgun örnekler bulabiliriz. Peki, mademki birinci güçlük
büyük ustalar tarafından çözümlenmiş, bu ikinci güçlüğün gereği neydi? Sorun
şu: Haşmetli renk hazretleri öyle arzu buyuruyorlar da ondan.
Herhangi bir
biçimi düz bir satıh üzerinde ille de kabartmaya uğraşan ressam rengi bütün
gücüyle kullanamaz. Çeşitli heykel sıkıntısı ve çöküntülerine girip çıkan renk
sürekli olarak başka başka koyuluk derecelerine girip çıkarken, kırılıp
dökülür, kirlenir, bulanır, türlü türlülüğünü yitirir. Gauguin renk gücünden
söz ederken, “Bir kilo mavi bir gram maviden daha mavidir,” der.
Öyleyse
ressamın dilediği rengi bulandırmadan kullanabilmesi için biçimde mümkün olduğu
kadar sadeliğe gitmesi gerekir.
Biçimlerin en
sadesi de çevresi bir çizgi ile sınırlandırılmamış dümdüz lekeler
siluetleridir. Öyle bir leke ki, üzerinde en ufak bir yardımcı renk bulunmasın
ve o etrafından yalnız kendi renginin sınırları ile ayrılmış olsun.
Uzaklık,
özellikle heykel denemeleri saf rengin ikide bir yolunu keser. Onun neşesini
kaçırır. Burada iki resmi karşılaştıralım. Birisi Rubens’in, öteki de Acem
minyatürü. İkisinde de insanlar ve atlar var. Bunların hangisinde renk
konuşuyor; hangisinde heykel değeri? Herhalde Rubens’te heykel ağır basıyor,
minyatürde renk. Renk sağlığını her şeyin üstünde tutan bir ressam her ne
pahasına olursa olsun, rengi başka oyunlara feda etmez. Rengini bulandırmayan
biçimler bulursa ne âlâ. Eğer biçimde kararsızsa, biçimsizliğe razı olur da
renksizliğe bir türlü yanaşmaz.
İşte bugünün
resminde birçok meraklıyı şaşırtan noktalardan birisi de budur.
Renklerin
dayanılmaz çağrısına koşan nice seyirciler gördüm ki tabloya yaklaşır yaklaşmaz
biçimi aramaya başlarlar, sonra boyunlarını bükerler: “Renkler çok güzel ama
hiçbir şeye benzemiyor,” derler. Gözleri muhakkak bir biçimin belli sınırları
içerisinde dolaşmak sevdasındadır. Israrla tekrarlamak isterim. Her ressam
kendi renk dünyasını en iyi belirten biçimlerin peşindedir.
Eğer bir
tablodan sizin belleğinizde unutamayacağınız bir renk kalmışsa, o renk
kendisine layık olan biçime kavuşmuş demektir. Öyle bir biçim ki, rengi sunmak
için kendini yok etmiş, kendini silmiş süpürmüş. Şimdi göreceğimiz resim renk
adına boyuna tadını birinci planda tutan büyük ustalardan birisi olan
Bonnard’mdır. Buradaki biçim kaygısı renge en son neşesini vermek için sanki
renklerin arasında erimiştir.
Öyle bir kadeh
ki suyun bir damlasını ziyan etmiyor, fakat suyun tadını kaçırmamak için
kendini saklıyor. Rengin kurtuluşu biçimin silinmesi, biçimin yok olması
değildir. Biçimin renk içindeki erimesi gibi aksi de olur. Bazı ressamlarda
renk susar, biçim konuşur.
Bazı
ressamlarda bu iki güç at başı beraber gider. Artık bu bir yaradılış sorunudur.
Peki bütün
bunların nakışla ne ilgisi var?” diyeceksiniz. Fakat bütün bu macera, hem
resmin hem nakışın macerasıdır. Renk ve biçim düzeni resimde de nakışta da
aynıdır. Resmi nakıştan ayıran iki önemli nokta vardır. Bunlardan birisi ışık,
birisi de kişilik.
Süsleme
işlerinde gözü sevindiren bütün değerler vardır; fakat ışık yoktur.
Resim sanatı
ışığa değen her şeyi büyük bir sevgiyle incelemek ve bu sevgiyi renklerle ve
çizgilerle başkasına aşılamak sanatıdır.
Işığın eşya
üzerine serpilişine yabancı kalan bir kimse olağanüstü nakışlar işler, fakat
ressam olamaz, çünkü o kimse ki ışığın tadını almıştır, kolay kolay nakış
yapamaz. Işığın tadını alan ressam bilir ki etrafındaki biçimler günün her
saatinde bir başka biçim ve renk dünyasında yaşarlar. Bunlardan kendi mizacına
uygun nakışı bulup çıkarmak için eşyayı uzun uzadıya incelemek gerekir. Hatta
Bonnard’a kalırsa, sıkılmasınlar, keyifleri kaçmasın diye eşyayı anahtar
deliğinden incelemek gerekir.
Işık ressamın
renk ve biçim evrenine dünyamızdan kendi canından kattığı en değerli
armağandır. İçerisinde bir ışık, bir güneş tadı olmayan resim bir nakış
şaheseri olabilir fakat bir resim olamaz. Ben geçen yaz bir bahçede üzerine
güneş vurmuş bir kilim gördüm. Yarısı ışıkta yüzen kilim, birdenbire bambaşka
bir ömür yaşamaya başladı. Güneş alan nakışlarla gölgede kalan nakışlar
arasında kilimi dokuyanın aklından geçmeyen yepyeni bir bağlantı kurulmuştur.
Bunun kilime ne kadar yaradığını biraz sonra anladım. Güneş batmış, kilimi
kendi haline bırakmıştı. Bu hali ile de güzeldi, fakat güneşli hali unutulacak
şey değildi. Eğer bugünün resmini bir cümle ile anlatmak gerekse, hep üzerine
güneş vurmuş kilimi hatırlarım. Resmin ve süsleme sanatının olanaklarını eserinde
birleştiren sanatçılar ışıkla nakışın anlaşmasına bir örnek olabilir. Bu
gördüğümüz resim değil, dokunmuş bir halıdır. Bu resimde de nakıştan anlaşılan
bütün değerler vardır. Bunların üzerine serpilen ışık tadı da caba.
Işık konusunda
da zamanımızın resmine tadına doyum olmayan bir lezzet veren Bonnard’ın şu
sözleri hep kulağımda çınlıyor:
“Çok güzel
yeşiller buldum, rengârenk yeşiller buldum, fakat içlerinde ışık olmadıktan
sonra bu yeşilleri neyleyeyim?”
Bugünün resmini
nakıştan ayıran en açık özelliklerden birisi de kişilik damgasıdır.
Süsleme
sanatlarını bir dile benzetirsek, nakış onun kelimesi sayılır. Nakışlar bu dili
kuran kelimeler demektir. Bir şair şiir yazmak için kelime yaratmak gereğinde
değildir.
Gelenekten
yetişmiş bir süsleyici de nakışlarını şairin kelimeleri gibi hazır bulur. Bir
Yörük kızı dokuduğu kilimin nakışlarını yeniden yaratmakta değildir. Bu
nakışlar atasözleri gibi kuşaktan kuşağa miras kalır. Yörük kızı tezgâhının
olanaklarına göre bu hazır nakışların serpilişinde ufak tefek değişiklikler
yapar, fakat yeni bir nakış bulmayı aklından bile geçirmez. Çeşitli süsleme
kollarında nakışın hikâyesi böylece özetlenebilir.
Fakat bugünün
ressamı elinden çıkan her nakışı yaratmakla yükümlüdür. Bu yüzden bugün ne
kadar iyi ressam varsa, o kadar resim yapma tarzı vardır. Bugün iyi bir ressam
gelenekten yetişmiş süs-lemecinin işleri karşısında resim sanatının en büyük
ustaları karşısında duyduğu sevgi ve saygıyı duymaktadır.
Fakat bu
nakışları yapan ustanın elini öpmek istersek, kimin elini öpeceğiz. Siz hiç
imzalı bir Kütahya çinisi ya da imzalı bir kilim gördünüz mü? Yalnız dâhi
sanatçıların işlerinde rastlanan bir olgunluğa kavuştukları halde bu işlerden
hiçbir sanatçı sorumlu değildir.
Bizde
eserlerine imza atan yalnız hattat olmuştur ve gerçektir ki bizde güzel yazının
Leonardo’su, Raffaello’ları gelmiş ve yalnız bu ustaların eli aşındırılana
kadar öpülmüştür. Bizim yurdumuz süsleme sanatlarının cennetidir. Bize resmi ve
heykeli yasak etmişler, biz de hıncımızı nakış dünyasından almışız. Öylesine
zengin, öylesine çeşitli nakışlar icat etmişiz ki, bizim ressamsızlıktan
çektiğimizi bilmeyenler, pek yerinde olarak resmi ve heykeli yasak etmişler
diyecek oluyorlar. Halbuki bizim bütün dilediğimiz yurdumuzda bir an önce
resmin kök salmasıdır. Resim kültürümüz olmadan mimarimizin, süsleme
sanatlarımızın tam anlamıyla tadını çıkaracağımızı sanmıyorum.
Nakış bugün
ressamı uzun uzadıya düşündüren sadeliğini anlatma gücünü gerçekten bir tek
sanatçının dehasına değil, yüzyılların ve yüzlerce üstadın deneyine borçludur.
Bazen bir Türk kiliminde her birisi ayrı bir güzellik ve özellik taşıyan
yüzlerce nakış bir araya gelmiştir. Bu nakışlardan bir tanesini bulmak bir
sanatçıyı sevindirir. Bu nakışlar yalnız dâhi ressamların eserlerinde
rastladığımız motiflerin vardıkları sadeliğe, açıklığa ve anlatım gücüne
erişmişlerdir.
Hiçbir şeyi
taklit etmeyen bir nakışın anlatım gücü ne demektir?
Bir nakışın
ekspresif olması ne demektir?
Bence bu
nakışın canıdır.
Nakışın bize
doğada doğrudan doğruya hiçbir şeyi hatırlatmadığı halde hayal meyal çeşitli
şeyleri aynı zamanda hatırlatma gücü vardır. Bize belli bir şey değil de çok
çeşitli şeyleri aynı zamanda hatırlatan şekillere resim dilinde “ekspresif
biçimler” diyoruz. Daumier’nin bir figürünü hatırlıyorum. Bu figür başında yedi
sekiz tane iç içe gizlenmiş baş saydık. O kadar ki, seyircilerin ilgisine göre
baş çeşitli hareketlere ve anlatımlara bürünüyordu. Nakış dünyası bu çeşit
oyunların cennetidir. Bir portre düşününüz ki yatağınızın başucun-da tam on beş
yıl katıla katıla gülecek veya ağlayacak. Maazallah, insan çıldırabilir.
Halbuki nakışlar ne güzel, ne gülerler ne ağlarlar. Onlar öylece susmasını
bilirler. Sizi hiçbir zaman bıktırmadan duvarınızı süslerler. Bazen onlara
çiçek ol dersiniz, karanfil kesilir, burcu burcu kokarlar. Bulut ol dersiniz,
uçarlar.
Bakarsınız,
ingilizanahtarına benzeyen bir motif biraz sonra akrep kesilir. Daha güzel,
bazen de aynı zamanda bütün bunların hepsini birden.
Bugün
memleketimizin bazı köşelerinde çok acayip halılar dokunuyor. Bu halıların
bizim süsleme sanat geleneğimizle hiçbir ilgisi yok. Bazı zevksiz Avrupa sofra
muşambalarındaki gülleri, bülbülleri taklide özeniyorlar.
En ufak nakışı
bir kristal gibi yontulmuş gerçek Türk dokumacılığı için bundan kaba bir şaka
olamaz.
Hele bunların
arasında lahana büyüklüğünde güller açan halılar var ki insanı resimden de,
nakıştan da soğutmaya yeter.
Resimde çeşitli
tatları bir tek motif içerisine sıkıştırmanın ne demek olduğunu, bunun ne kadar
güç bir oyun olduğunu erbabı bilir.
Biçimde kesin
çizgilere varmak, her ressamın özlediği değerlerden birisidir.
Bir çizgide,
tepeden topuğa inen Mısır heykelinin sadeliğine kim hayran olmaz. Fakat bu
sadeliğin kaç usta oyununa eklendikten sonra meydana geldiğini de bu işe
kendisini verenler çok iyi bilirler. Eğer bugünün resimde süsleme sanatlarının
yüzünü güldüren biçim açıklığı bulamıyorsanız, onu laubalilikle suçlamayınız.
Tabiidir ki her şeyi geometrik biçimlere çevirerek çalışmayı seven ve bu yüzden
bugünün resmine bir nakış tadı veren Cezanne baba bile konturları, yani eşyayı
sınırlandıran çizgiyi bir türlü yakalayanuyorum diye hayıflanıyordu. Gelenekten
yetişmiş nakış ehline yeni motifler icat etmek büyük bir laubaliliktir. Oysa
resimde başkasının biçimini kendi malı gibi benimsemek bağışlanmayan bir
şeydir. Bugünün ressamı kendi dünyasına benimsediği biçimleri gücü yettiği
kadar sadeleştirerek bize sunuyor. Hazır bilgilerden elden geldiğince
kaçınıyor. Yaptığı işe ömründen, canından bir parça katıyor mu, ona bakın siz.
Şarabın iyisine
içerisinde dinlendiği testinin kokusu nasıl sinerse, bugünün ressamının da
kendi dünyasından devşirdiği nakışların tadı o kadar sinmeli.
Bize sunduğu
bütün renkleri ve biçimleri kendi dağarcığından çıkaran ressam şüphesiz ki bir
çırpıda yüzyılların imbiğinden süzülmüş nakışların duruluğuna varamaz. Bu
yüzden çok az zamanda büyük bir geometrik açıklığa kavuşmuş resimlerin
arkasında bir insan yüzü, bir insan kokusu aramak boşunadır.
Nakış
dünyasındaki sadeliğe hayran olalım, fakat bu sadeliğin bir insan ömrüne
sığmadığını unutmayalım.
Eğer ressam
bize sunduğu nakışlara kendi güneşinden birkaç damla ve kendi canından bir
parça katmışsa, onu öpüp başımıza koyalım.
Sözlerimi bir
ceviz yaprağına bağlayacak ve bir niyetle bitireceğim. Bu ceviz yaprağı bu yaz
ışık rüzgârı içinde yüzüyordu. Böyle yamyassı değildi. Onu kalın bir kitabın
sayfaları arasına koydular. Ne güneş kaldı, ne rüzgâr; ne de kabaran ve çöken
tarafı. Yaprak artık nakış dünyasının malı oldu. Fakat kocaman dağları,
bulutları da böyle kolayca yakayı ele verip bir kitap arasında nakış dünyasına
mal etmek için hiç değilse bir usta minyatürcü yahut bir Matisse olmak gerek.
Naili içerisinde bir parça nakış, bir parça resim ve bol bol şiir bulunan
beytinde şunu diyor:
Mestane nukûş-i
suver-i âleme baktık
Her birini bir
özge temaşa ile geçtik.
(Bu konferans
tahminen 1948-1949’da ÎTÜ’de verildi.)
Örgü
Rüzgâr
sakızağacının pembe salkımlarını kırıp dökmüş. Ağacın gölgesinde oynayan
çocuklar kınalı salkımları bir güzel çiğnemişler. Yer yer kırmızıya ve mora
çalan salkımlar koyu kahverengi toprak üstüne damar damar serpilmişler. îlk
bakışta üç dört rengi aşmayan bir resim bu. İnsan aklında kalan, salkım
damarlarının çizilişi değil de toprak rengi ile anlaşmaları.
Aynı
koyuluktaki renklerin bir araya gelmelerinden doğan, yüzde yüz renge dayanan,
eşine kolay kolay rastlanmayan bir kahveren-gi-kırmızı bayramı. Toprak,
bildiğimiz toprak, sakızağacı kırk yıllık dostu, salkımlar; mavi gökyüzü
üstünde, yaprak yeşillerinin çeşidi üstünde, her zaman gülüp duran cana yakın
salkımlar. Onlara her zaman alıcı gözü ile baktım ama onlardan bir resim
çıkarmayı hiçbir zaman düşünmedim.
Salkımlar
toprak rengi ile kaynaşınca bir resim konusu oldular. Ağaç yeşili yanında gök
mavisi, kiremit kırmızısı yanında sıva beyazı, deniz mavisi üstünde:
Yelken, vapur,
duman, bulut. Bütün bunlar kırk yıllık komşu renkler. Az mı çilesini çektik bu
komşuluğun! Onları o kadar gördük, o kadar inceledik, o kadar mıncıkladık ki
bıktık usandık! Onlara her gün bakıyoruz ama görmüyoruz artık. Hele o gökyüzü
mavisi! En az on beş yıl cebelleştik bu mavi ile! O, ne hallere soktu bizi; biz
onu kaç kılığa sokup çıkardık; sonra... Sonra yollarımız ayrıldı gök
mavisinden, bulut beyazından, dal yeşilinden. Salıpazarı’nda otururken bir
çitlembik ağacı vardı komşu. Bir yeşil çukuru vardı komşumuzun. Bir belalı
çukur! Kilolarca yeşil boyamı yutmuştur. Helal olsun olmasına ama bu inattan
hiç ama hiçbir şey çıkmadı ressamcasına.
Elhamdülillah
Elhamdülillah
Göklerin
bittiği yerde başladı Allah
Ve biz aklı
naçar azat eyledik
Elhamdülillâh.
Sonunda azat
eyledik tabiat ananın kendi renklerini. Biz kendi çöplüğümüze döndük. Kendi
çöplüğümüzde renkleri eşelenip dururken karşımıza şöyle bir mesele çıktı:
“örgü!” Bizden sonra gelen kuşak buna “doku” diyor.
Örmekten, örgü;
dokumaktan, doku. Niçin örgü değil de doku? Örgü deyince akıllarına
büyükannelerin el örgüsü geliyor da ondan olacak. Doku daha yeni bir anlayışa
götürüyor belki.
Kırlangıç
yuvasını dokumaz, örer.
Örümcek ağını
dokumaz, örer.
Örümcek örme
üstüne çalıştığı için örümcek olmuştur.
Kırlangıç,
yuvasını; örümcek, ağını örüyor diye, örmeyi kuşlara, böceklere mi
bağışlayalım?
Dilimizi yamalı
bohçaya döndüren Arapça, Farsça kelimeler yerine yerlileri. Kabul! Ama niçin
örgü değil de doku?
Resim sanatında
örgü diye bir mesele, bir durak olduğunu açık saçık ortaya koyan Klee olmalı.
Günümüzün resminde en ağır basan etki, Klee’nin etkisi. Bütün resimlerin değil
ama bazılarının başından sonuna kadar örümcek ağı gibi, kırlangıç yuvası gibi
örüldükleri meydanda. Tabloya baktığınız zaman sizi saran, oyalayan, o ana
kadar adını duymadığınız bir yerlere sürükleyen, ne renk tadı, ne çizgi oyunu,
ne açık-koyu sarışması, ne beneklerin ürpermesi. Bunların hepsinden belirsizce
faydalanan, kolay kolay ipucu vermeyen bir örgü. Klee bu örgüyü gökten zembille
indirmedi. Resim dünyasında, hele hele nakışta örgünün bin bir çeşidi vardı.
Vahşi kabile
sanatında, çeşitli milletlerin halk arasında yayılmış el işlerinde örgü diye
bir mesele, bir tat vardı. Ama örgü, Klee’den önce bir amaç değil bir yoldu
sadece. Amaca varmak için seçilen yollardan biri. Fon gibi, fon müziği gibi,
bizim yer ve zemin dediğimiz suya sabuna dokunmayan bir boşluktu.
îlk önce Klee,
bunu tek başına birinci plana aldı. Akıllıca, ressamca kurulmuş bir örgünün tek
başına göz doyurabileceğini açıklayan o oldu. Klee’den sonra örgü tasasının
elle tutulur bir hale gelişini Amerikalı ressam Pollock’ta gördük. Klee kadar
geniş bir resim dünyası olmayan Amerikalı bütün gücü ile örgüye çullanmıştı.
Bu ressamın
işlerini ilk bakışta kavramak kolay olmadı. Yukarıda dediğimiz gibi örgü hiçbir
yerde ipucu vermiyor, soluk almadan bir uçtan ötekine mekik dokuyordu.
Pollock’un hayatını, çalışma yollarını öğrenince işini daha çok sevdim.
Tablolarına, duvarda, sehpada değil yerde çalışırmış. Tabloyu kilim gibi yere
serer, yalnız bir yandan değil dört yandan çalışırmış. Büyük ölçüdeki bir resme
duvarda çalışmakla yerde çalışmak arasında dağlar kadar fark olduğunu erbabı
bilir! Sürülen boyanın akması, sızması en önemli sonuçlardan biridir. Pollock
baba yadigârı resim araçlarını da azat eylemiş! Öyle samur fırçalar, dört köşe
fırçalar yok. Tüp boyalarına da paydos! Parmaklar ve kutu boyaları sağ olsun!
Pollock’un örgüsünde boya bazen bir santimden yüksek tepecikler yapar. Bunların
arasında incecik oluklar, dereler peyda olur.
Örgü deyince
haklı olarak aklımıza gelen kuruluş yanlamasına ve dikine giden çizgilerin
birbirlerini karşılamalarıdır.
Hah, kilim,
kumaş, bez örgülerinde bunun dışına çıkılmaz. Nakış sanatının belkemiğini kuran
örgü, resim sanatındaki örgülerin binde biri demektir.
Bugün her
babayiğit ressamın kendine göre bir örgü yolu aradığını görüyoruz. Her ressamın
kendine göre bir örgüsü olması da yetmiyor! O ressamın elinden çıkan her işin
kendine göre bir örgüye kavuşması lazım. Yani bir resmini örümcek gibi
öreceksin, ötekini kırlangıç yuvası gibi. Kolaysa bir deneyin bakalım!.. Renkli
baskılarıyla ün salmış yabancı dergilerden birinde kuş, böcek, balık resimleri
vardı. Bunlardan bazılarının gözünü, kiminin pençesini, kiminin de-
risinden küçük
bir parçayı sayfa dolusu büyütmüşler!.. Aman Allahım!.. Atölyesine kapanıp
meleklerin dahi bilmediği örgüler arayan ressamları çıldırtmak için birebirdi
bunlar! Sen misin tabiat anaya pencerelerini, kapılarını kapayan!.. Tabiat ana
aldığın nefesin içinde!
Cumhuriyet, 26
Haziran 1959
Kilim
Konumuz kilim.
Nakış bolluğundan tutup hizaya gelelim. Yok nakış bolluğundan önce şu kâğıt
kalem meselesi üstünde duralım. Orta boylu bir odayı kaplayacak boyda bir
kilim... Boy dört metre eder, al sana yirmi metrekare. Ben bu çevreyi motifsiz,
nakışsız, dümdüz getiriyorum göz önüne. Ve resimden uzak olanlara sesleniyorum.
Yirmi metrekarelik bir çevre, meslekten yetişmiş bir ressam için bir büyük
savaş alanı sayılır. Öyle ressamlar tanıdım ki değil yirmi metrekare, on
metrekare boyunda bir çevreye hasret gitmişlerdir. Dünya çapında bir şöhrete
ulaştıkları halde, bu boyda bir resim yapmadan göçmüşlerdir. Birkaç örnek: Van
Gogh, Modigliani, Utrillo gibi. Her zaman parasızlık değil bunun sebebi, her
zaman yersizlik de değil, yetersizlik değil, bir acayip alışkanlık. Bir miskin,
bir şapşal, bir uğursuz gelenek. Yani ambalaj kâğıdında mı servet? Neyse,
burasını da fazla kurcalamaya gelmez, çünkü bir daha nakış limanına dönmek ne
mümkün... Diyeceğim şu: Yirmi metrekarelik bir kilimi örmeye niyet eden bir
köylü... Bu işe nasıl başlar? İlk krokiler. İlk hazırlık desenleri. İlk şema
yollu çiziktirmeler. İç içe V’ler mesela. M’ler veya koca koca Z’ler, Y’ler,
U’lar. Peki. Niye ille de alfabe? Niçin çitler, yabalar, kürekler, ağaçlar
değil? Harfleri seçmenin sebebi, kilimdeki nakışların doğadaki eşyayı taklide
yönelmemiş olmaları. Kilimdeki nakışların çift çubukla ilgili olanları var. Var
ama, mesela su mu dedin. İç içe V’lerle anlatmaya çalışıyoruz suyu, o kadar ki
su kelimesi zaman zaman çevre anlamına, kenar çizgisi sınır anlamına
kullanılıyor. Yani kilimdeki nakışların doğada benzerini aramaya kalkmak,
Chopin’de yağmur damlası aramaya benzer. İster damla de, ister su, ister güneş
de, ister ay, ister üçgen de, ister kare. Bir kilimde kaç çeşit nakış var? Bir
nakış içinde kaç nakış var? Bir nakış irili ufaklı kaç kere boy değiştirir? Kaç
renge girer? Kaç koyuluk içinde yer alır? Yani aynı nakış bazen koyu üstünde
açık düşer, bazen tam tersi. Bazen aynı koyulukta ama zıt renklerle işlenir.
Mesela caneriği yeşil koyuluğu üstüne, aynı koyulukta bir mavi veya bir
kırmızı, bir kahverengi. Hemen onun yanı başında koyu lacivert üstüne saf yün
akı. Kilimi çevreleyen püsküllü sınırdan başlayarak göbeğe gidene kadar kaç
çevre sınır var? Bazen dört beş, bazen yedi sekiz. Bazen daha çok. Evet bütün
bunların ilk taslakları, ilk hazırlıkları nerede? Kâğıtta mı? Defterde mi?
Kitapta mı? Müzede mi? Dükkânda mı? Nerede dayanılan ana yapı. Nerede olacak,
kafada... Kilimi dokuyacak ellerin takılı olduğu gövdenin kafasında. O gövde ki
yirmi dört saatin on sekiz saati güneşin alnında didinmiştir. O kafa ki bütün
gün güneşten kavrulmuştur. Saç demetlerinin arasına günün samanı, çeri çöpü,
toprağı tozu sinmiştir. İşte bütün bu cennet nakışları bu yorgun kafada
dalbudak salar. Yani... Bir ressamı, bir dekoratörü, bir mimarı, bir heykelciyi
çıldırtabilecek bir güç değil de nedir bu köylünün kafasında olup biten? Kilimi
kilim yapan özelliklerden biri de, nakış aralarındaki boşlukların düzenidir.
Kilimde ressamların, dekoratörlerin, mimarların anladığı biçimde boşluk yoktur.
Yan yana gelen iki V arasında kalan boşluk biçiminden sorumludur kilim dokuyan.
Müzik erbabı iki nota arasındaki boşluktan ne dereceye kadar sorumludur? Piyano
üstünde birbiri arkasından gelen iki ses arasındaki boşluk en çok ne kadar
uzar? Kilim ören bu boşluklardan en az piyano sesleri arasındakiler kadar
sorumludur.
Her sanatçı
şüphesiz bir şeylerden sorumludur ama bu sorumluluk sürekli olarak çeşitli
araçlar gereçlerle desteklenir. Kâğıt, kalem, fırça gözleriyle çalışanların en
yakın dostu. Kulak için bir sürü alet ve nota için kâğıt kalem. Bizim
kilimcinin kâğıdı, kalemi, fırçası, notası, aleti hepsi bir yün düzeyi. Kendi
elinle kırptığın, kendi elinle yıkayıp, boyadığın, ördüğün, yumak ettiğin
mübarek yün. Kâğıt da yün, kalem de yün. Bu işin en zor faslı yünün boyanması.
Bütün emek, has olmayan boyayla sıfıra sıfır olabilir. Kilim dokuyanların çoğu
kendi yünlerini kendileri boyarlar.
Bir ünlü ressam
düşünün bugün... Kendi renklerini kendi eziyor. Ezer ama kendi kâğıdının
hamurunu kendi yoğuruyor. Kendi kalemini, kendi fırçasını, kendi muşambasını,
kendi verniğini... Bırak, adama deli derler... Olur mu öyle şey. İşbölümü var
bugüne bugün. Ama kilim dokuyan için yok böyle bir işbölümü. Hepsi bir tek
kafadan çıkacak.
Kilim kilim
diye ilmik ilmik düşünürken, aklıma gelenlerden biri de şu: Yirmi metre kilimi
bir cennet gibi donatan ihtiyar nine yahut on beşlik gelin, yaptıkları işi seve
seve yaparlar. Saygı da duyarlar işlerine. Ama bunu bizim ölçülerimizle
tartmazlar. Yani, “Bir sanat eseri yarattık, gelin ellerimizi öpün, bizi
sırtınızda taşıyın, bize ayrı muamele edin” gibi tavırlar takınmazlar. Bu
cennet gibi kilimi dokur, sonra da harmana, ekine, davara giderler. İşte biz,
sanattan çok, ama inanılmayacak kadar çok şeyler bekleyen şehirli ustalar...
Bizim köylümüzden alınacak çok büyük bir dersimiz var. Biz nereden çıkarıyoruz
kendimize bu inanılmaz üstünlüğü?
Az kalsın
unutuyordum, kilimlerde beni en çok saran birkaç özelliği, günümüzün resminde
sık sık rastlanan yağlıboyadan başka malzemenin, çeşitli incik boncuğun
tablolarda yer alması gibi, bazı kilimlerimizde doku dümdüz uzayıp giderken,
olmayacak bir yerde kâh-kül misali, kınalı perçem misali püsküller...
Kolonlarda, kemerlerde bu püsküller işi azıtır, bütün yüzeyi kaplarlar. Ama bir
rüzgâr esmeye görsün, bir el okşamaya dursun, ana doku bir ilmik ziyan etmeden
bütün nakışıyla inci gibi belirir. Yani üstü püsküllerle kaplı diye, kolay
kolay görülmeyecek diye, alttaki nakıştan ilmik ziyan olmaz. Hele o
kolonlardaki hayvanın karnına gelen, hiçbir zaman gün ışığına değmeyecek
yerlerdeki nakışlara ne buyrulur? Görülmeyen taraf, tıpkı görülen kadar emekle
ve işin tuhafı bambaşka bir nakışla işlenmiştir.
Ey benim dev
memesinde dünyanın en cömert insanlarını emziren acayip memleketim.
Merhaba...
Güzel ile
Faydalı
Ben arıya art
demem
Arının balı
olmalı
Ben güzele
güzel demem
Güzel faydalı
olmalı
Güzel dediğin
işe yaramalı
Kadın mı? Hamur
yoğurmak
Çocuk doğurmalı
Ağaç mı? Meyve
vermeli
Çiçek mi?
Kokmalı
Bayramdan
bayrama neyleyim güzeli
Güzel dediğin
her Allahın günü
Bizim olmalı
Yağmur misali
hem gözümüze hem gönlümüze
Hem toprağımıza
yağmalı
Güzel dediğin
yağmur gibi herkesin olmalı.
Böyle olmasına
böyledir ama güzel alıp başını bir yana gitmiş, faydalı bir başka yana, ha
Ferhat ile Şirin, ha Kerem ile Aslı, ha da güzel ile faydalı. Aslını ararsan
Ferhat Şirin’in, Kerem Aslı’nın, güzel de faydalının olmalı, ama ara yere öyle
dağlar, öyle bayırlar girmiş ki güzel ile faydalının hikâyesi hepsini
bastırmış: Bir yanda faydalı olabilmek için çırpınan güzel, öte yanda
güzelleşebilmek için yanıp tükenen faydalı. Herhalde bir çaresini bulmalı,
önünde sonunda güzel bir faydalıya kavuşmalı. Bir güzel kadını tasarlayın ki
hiçbir işe yaramıyor. Ne hamur yoğuruyor, ne çocuk doğuruyor, öyle put gibi
durup duruyor. Bir ağaç tasarlayın ki ne meyve veriyor, ne gölge veriyor... Bu
iki misali pek iyi seçemedim. Kadının güzeli hiçbir işe yaramasa, hiç olmazsa
gider bir mecmuaya kapak olur. Ağacın kötüsü odun olur, kömür olur... Şöyle hiç
işe yaramayan bir şeyler bulmak lazımdı, ama bunu bulmak ne de güçmüş... İyi ki
bahsimizin konusu bu değildi. Biz işe yarayan güzelin peşindeyiz.
Faydalı güzele
İstanbul çeşmelerini örnek olarak vermeyi düşündüm. Alıcı gözü ile çeşmeleri
dolaşayım dedim, İstanbul çeşmelerinin başlarına gelenleri görünce evvela
çileden, sonra da nesirden çıktım:
İstanbul’un
çeşmeleri
Genç yaşta sütü
kurumuş analar gibi
Şahdamarları
burulmuş
Kimi yıllardır
su demiş yorulmuş Bırakmış kendini sırtüstü güneşe Çöp tenekesi olmuş.
Kiminin ocağına
incir dikilmiş
Kiminin diri
diri dilleri sökülmüş
Kiminin
yerlerinde yeller eser
Taşıyla
mermeriyle harman savrulmuş Hele bir tane var Kabataş iskelesinde Tam rıhtımın
üstüne kurulmuş Gemicilerin güneşten, tuzdan çatlamış dudaklarına kadar Serin
serin tatlı su getirmiş
Birden gözümün
önüne Barbaros’un yiğitleri geldi Yorgun argın seferden dönmüşler
İlk işleri
çeşmeye koşmak olmuş ne gezer... Kurumuş İnsan hali
Nasılsa bir
tane unutmuşuz Tophane’de Damızlık misali...
Tophane çeşmesi
kapı komşumuz
Sık sık dertleşir
konuşuruz...
Yanında bir
sıra kavak ağacı
Önünde
otobüsler durur
Çeşme dediğin
böyle olur
Gürül gürül
akar durur
Akar sebil
sebil deyu
Tophane çeşmesi
taştan
Yapanlar
yılmamış işten
Tiftiğini
sökmüşler mermerin
Avuç içi kadar
boş yer komamışlar
Kabarmış karış
karış her bir yanı gül gül
Saksıdan,
meyveden, nakıştan.
İşte güzel bir
eser ki iş görüyor. İşte nefis bir mermer kabartma ki göbeğinden gürül gürül su
fışkırıyor. Bu kabartmalar bizim dede yadigârı taş işçiliğimizin en güzel
örneklerindendir. İnsanı şaşırtan, bazen de mermeri yoran bir cömertlikle iki
katlı bir ev boyundaki çeşmeyi baştan başa donatmışlardır. Ama nakış? Acayip
bir saksıda yetişen çeşitli meyvelerden ibarettir. Öyle fidanlar ki kiminden
elmalar sarkar, kiminden armut, kiminden de püsküllü mısır... Resimde, nakışta
mantık arayanların kulakları çınlasın. İşte size hiçbir çeşit taklit mantığına
düşmeyen mermer meyveler; koparabilirsen kopar, ısırabilirsen ısır.
Tophane
çeşmesini bazı nakışlarının yorucu olmasına rağmen faydalı güzele örnek olarak
vermeyi düşünürken çeşme başında acayip bir tahta testi peyda oldu ve kafamı
altüst etti. Hani şu bizim orman civarı köylerde çam kütüğünden yontulan
testilerden.
Fakat ben bu
kadar güzelini hiç görmemiştim. En ufak bir biçim zevki olan kimse bu testinin
yanından elini kolunu sallayarak geçemezdi. İnsan muhakkak ona sokulmak, onu
okşamak istiyordu. Güzel heykellerin en belli hususiyetlerinden birisi de bu
değil miydi? Yalnız gözlerle değil avuçlarla okşama arzusu veren heykellere ne
mutlu... Testisini yorgun argın bir kenara koyan kadın büyük bir muhabbetle
mermer kabartmaları seyre daldı. Kabartmalara gelince hepsinin gözü tahta
testide. İnceden, beyazdan bir mermer fısıltısıdır başlamıştı. Kulak verdim:
Bütün kabartmalar tahta testinin halis kan bir heykel olduğunu
tekrarlıyorlardı. İçlerinden birisi dayanamadı, testinin adını sordu. Testinin
adı Çamçak’mış. Kastamonu köylerinden birinde yontulmuş. Kütüğün üstünde keskin
çeliğin iştahlı ve muhkem dudakları hâlâ geziniyor. Çamçak her haliyle,
Beni bir dağda
buldular
Kolum kanadım
kırdılar
Keskin baltayla
yonttular
diyor.
Tahta testiye
hayran mermer kabartmalardan biri tombul bir sesle:
- Çamçak
kardeş, seni yontan Allah için çok güzel yontmuş, ne yazık ki ne sen bu kadar
güzel olduğunun farkındasın, ne de seni yontan kişi. Böyle olmasaydı sen
kendini bu kadar süfli işlerde helak etmez, bizim gibi geçip başköşeye
kurulurdun. Seni yontan köylü de yaptığı işin değerini bilse çoktan Akademi’ye
hoca olurdu. Sanat eseri her şeyden önce kendi değerini bilmeli. Kendini ağır
satmalı. Bak, biz hiç etliye sütlüye dokunuyor muyuz? Mermer sarayımızda yan
gelir keyfimize bakarız. Meraklısı ayağımıza kadar gelir, bizi inceler, okşar,
şımartır. Ben senin yerinde olsam taş çatlasa suya girmez, ya bir müzeye kapağı
atar yahut bir zenginin yaldızlı raflarında bağdaş kurup keyfime bakardım,
dedi.
Tombul mermer
kabartmanın sözlerini dikkatle dinleyen tahta testi gülmeye başladı ve:
- Boş ver
mermer kardeş, dedi. Su testisi su yolunda kırılır.
Sonra benim
büyük bir muhabbetle kendisine baktığımı görünce bana dönerek kabartmaları
işaret etti ve:
- Güzel şeyler
doğrusu, fakat haspalar amma da kendilerini beğenmişler, ha... Bir de beni
Çamçak yontan ellerin değerini bilmemekle suçlandırıyor. Hiç de öyle değil.
Beni alelade bir çam kütüğü kalmaktan kurtaran ellerin himmetini nasıl
unuturum. Ona serin ve çam kokulu bir yudum su verdiğim zaman dünyanın en büyük
sevincini duydum. Beni yontan eller nasırlı kaba köylü elleriydi ama bu el-
ler hem saban
sürmesini hem saz çalmasını bilirdi. Ben suya gidip gelirken o elleri kaç defa
öptüm. Hem suya gitmek gelmek, susamış yorgun insanlara su taşımak niçin süfli
bir iş olsun. Bu mermer kabartmalar o kadar kendilerini beğenmişler ki sanki
hepimiz buraya kadar onların ela gözleri için gelmişiz. Beni asıl güldüren bu
değil de, başköşeye geçip oturmamı tavsiye etmeleri oldu. Biz aynı çam
kütüğünden yontulmuş üç kardeştik. Kardeşlerimden bir tanesi evde memişhanede
çalışır, halinden şikâyetçi değildir. Öteki sizlere ömür. Onu hatırladım da
ondan güldüm. Bizi yontan köylü boş vaktinde gelmiş, oturmuş, onun üstüne sıra
sıra çeşitli nakışlar oymuş. Birlikte suya gidip gelirken bizimkinin nakışları
meşhur oldu. Üstüne bir de türkü yaktılar. Sen misin, bizim Çamçak kardeşte bir
kurum, bir azamet. Artık suya giderken ahlayıp vahlanmaya başladı. Meğer gözüne
ocak başında bir yer kestirmiş. Nihayet istediği oldu. Bir paşa gibi başköşeye
kuruldu. Fakat ocağın ateşi bir yandan, susuzluk bir yandan, bizim sıra sıra
nakışlı kardeş günlerden bir gün kırk yerinden çatlayıverdi. Dedim ya, su
testisi su yolunda.
Cumhuriyet, 5
Ocak 1952
Üçüncü Göz
Alışkanlıklardan
kurtulmak kolay değil. Bunu yanı başınızdaki tütün ve içki tiryakilerinde
inceleyebilirsiniz. İnsanoğlu kendi elce-ğizi ile kendini hapsediyor.
Kilitliyor ve anahtarı bir yabancıya teslim ediyor. Kendi emeği, kendi parası,
kendi alın teri ile tütün diyor, rakı diyor ve her Allahın günü bir gün
öncekinden daha fazla zehirleniyor. Nasıl oluyor bu? Bir alışkanlık zinciridir
uzanıp gidiyor. Bu zinciri kendi isteği, kendi iradesiyle kırabilen adeta
kahraman saygısı görüyor.
Sanat
tiryakilerinde de acayip alışkanlıklar vardır. Mesela resim sanatında yüzyıllar
boyunca ressamlar doğan güneş, batan güneş karşısında daha çok duygulu
kesilmişlerdir. Herhangi bir geniş su birikintisinde ayın on dördü insanların
çoğunu büyüler. Yahya Kemal,
Mehtap iri
güller ve senin en güzel aksin
Velhasıl o rüya
duruyor yerli yerinde
dedi mi, herkes
bu şıkırtılı mehtap karşısında hemen hizaya gelir.
Karacaoğlan,
Ay da geldi
orta yere dayandı
dedi mi en az
sofra sinisi kadar bir ay çıkar türkünün köşesinden. Hikâyeciler, romancılar,
tiyatrocular insanın yüreğini ağzına getirmek için her nedense hep karanlık
üstüne çalışırlar. Konularının çoğu koyu üstüne ak işlenir.
Bazı konuların
bıkılmadan tekrarlanmasının sebeplerini erbabı arayadursun, biz ressamlar işin
bu kadar derinliklerine inemeyiz. Ama bu basmakalıptan, bu öldürücü alışkanlık
temposundan kurtulamayanların sanatçı olduklarını görmedik.
Basmakalıptan
iğrenmeye başlayanlar, alışılagelmişin dışına çıkabilenler şıp diye büyük
sanatçı mı olurlar? Yoo!.. Ama sanat yönüne yönelmiş olurlar. Doğru yolu seçmek
kolay değil ama doğru yolun sonuna kadar varmak da her kula nasip olmuyor.
Fotoğrafın
icadı ve korkunç bir hızla gelişmesi günümüzün ressamına yepyeni ufuklar açtı.
Fotoğraf, ressamın bir elinden ekmeğini alırken, öteki eline ekmekten çok daha
kıymetli ama yepyeni, alışılmadık bir hediye bıraktı: Dünyamızı yepyeni
açılardan inceleye-bilme gücü...
Bundan şunu
anlıyoruz: Sen ağaca ömrü billah şu açıdan baktın, doğduğun, büyüdüğün kenti
hep şu tepeden gördün, en kabadayısı şu minareden değil mi... Şimdi gel binelim
bir uçağa, başlayalım film çekmeye:
- Al gözüm
seyreyle doğduğun mahalleyi. Bak bakalım, hiç benziyor mu meşhur ressamın
çizdiği mahalleye... Şu bulutların altında çerçevelenen deniz parçalarını
nerede gördün bugüne kadar? Ya şu yırtıcı kuşların yuvasından fırlayan
gözlerini hiç görmüş müy-dün?
- Al gözüm
seyreyle deniz gibi yaratıklarını. Hiç bu renk deniz kabukları, bu renk deniz
bitkileri, bu renk kaya, bu renk çakıl taşı gördün mü ömrü billah? Peki hadi
sokul konuya, biraz daha sokul. Bir karınca gözü 5.000 defa daha büyürse neye
benzer acep? Yahut bir akrebin kıskacı 1.000 defa büyürse ne biçim bir alet
kesilir?
- Al gözüm
seyreyle: Şu fotoğrafın 30.000 defa büyüttüğü nedir, bilir misin? Saniyede
30.000 kişiyi haklayabilecek bir “virüs”, bir “mikrop”. Bunu takdim eden
mikroskop. Bunu tespit eden haşmetli fotoğraf hazretleri, yani insanoğlunun
üçüncü gözü.
ÜÇÜNCÜ GÖZ 145
Bugün,
fotoğrafın ulaştığı imkânlardan habersiz resim yapan kişi ya eşine binlerce
sene içinde birkaç defa rastlanan bir dâhi yahut da sadece bir şapşaldır.
Siz bunlardan
hangisisiniz?
Bana
sorarsanız... Ben fotoğrafı izliyorum.
Bir elinde
ekmek
Bir elinde su
Böyle gelmiş
Böyle gider
insanoğlu
Bunu ressamlara
uygulayalım:
Bir elinde foto
Bir elinde
fırça (Ressamca konuş ressamca)
Bir cebinde
mermer
Bir cebinde
sırça
Bir gözünde
fizik
Bir gözünde
kimya (Sinan böyleydi ya)
Bir yanında
atom bombası
Bir yanında
Hitit Güneşi
Bir ayağı taş
devrinde
Bir ayağı bin
dokuz yüz yetmişte
Böyleyiz
işte...
Cumhuriyet, 22
Şubat 1954
Sinema ve Resim
İnsan üst üste
iki güzel film gördü mü sinema tiryakisi kesiliyor. Haklı olarak sinemadan çok
ama çok şeyler bekliyor. Fakat nerede!.. İki güzel filmin arkasından peş peşe
on tane moloz film sıralanınca, insanın nefesi kesiliyor.
Şimdiye kadar
hepimiz de sinemanın neler yapabileceğini birkaç filmle görmemiş olsak, üst
üste seyrettiğimiz on tane kötü filmden sonra sinemaya zor giderdik. Bu kadar
güzel fotoğrafların, güzel insanların, bu kadar malzemenin deli saçmasından
beter hikâyeler uğruna ziyan olup gitmesi insanı çileden çıkarıyor. Aşağılık
bir filmin bir sinemadan kalkıp, başka bir memleket sinemasına, oradan bir
ötekine bir nezle mikrobu gibi, bütün dünyayı dolaştığını tasarlayınca insanın
içine fenalık geliyor.
Aşağılık bir
filmden neyi kastettiğimi, güzel bir filmin vasıflarını sıralayarak anlatmaya
çalışacağım:
Güzel film her
şeyden önce sinema sanatının imkânlarına göre ayağını uzatan filmdir. Yani
güzel film tiyatro gibidir, güzel film konser değildir, güzel film roman veya
hikâye değildir, güzel film zaman zaman bunlardan istifade eden, tamamıyla,
hazmederek kendine benzeten yepyeni bir sanat koludur. Yepyeni, çünkü geçmişte
benzeri yoktur. Sahici film her şeyden önce, fotoğrafın dünyaya o harikulade
gözlerini asrımızda açan adesenin imkânlarından sonuna kadar istifade etmesini
bilir. Sinema makinesinin elinde hiçbir ressam gözünün, hiçbir şair
muhayyilesinin, hiçbir bale dansözünün erişemeyeceği bir sürat, bir kudret
vardır.
Sinema gözünün
sihirli aynasını kullanmayı bilmeyenler harikulade hassas bir av tüfeğini
sadece sopa yerine kullanan kimselere benzerler. Sahici sinema deyince ilk önce
aklıma gelen şu oluyor: Aktüa-lite filmlerinden birinde görmüştüm, Afrika
ormanlarında çekilmişti. Kocaman bir boa yılanı bir domuz yavrusuna pusu kurdu,
yakaladı ve diri diri yuttu. Çiğnenmeden yutulan domuz, yılanın karnında hâlâ
domuzluğunu muhafaza ediyor, öylece Hüt Dağı gibi duruyordu.
Bir de son harp
seneleri içinde gördüğüm ağır bombardıman tayyarelerinin bir hücumunu, başından
sonuna kadar tespit eden renkli filmi hatırlıyorum. Yirmi beş-otuz kadar
uçankale oyuncak renklerine boyanmışlar. Zehir gibi bir çayır yeşili, billur
gibi bir gök mavisi üstünde pırıl pırıl havalandılar, bir parça sonra bir Alman
şehri üstünde indiler, şehri bir harita gibi seyrettik, derken Alman
tayyareleri gözüktü. Hendesi çizgilerin dövüşü başladı, makineli tüfeklerin
temposu bu acayip şekillere sonuna kadar iştirak etti, sonra her iki taraf
tayyarelerinden bir kısmını alevler içinde düşerken gördük, daha sonra
Londra’daki üslerine dönen uçankaleler birbiri arkasından sıralandılar. Lime
lime, pürtük pürtük, delik deşiktiler. Bir saat içinde bin yıl ihtiyarlamışlardı.
Mürettebatın çoğu yaralıydı, bir kısmı da tayyare meydanına inebilmek için en
son gayretlerini sarf ettiler. O kadar ki inişten sonra hiç kimsede kapıya
uzanacak takat kalmamıştı. Tayyarelerin kapılarını dışarıdan zorladılar, elleri
kapıda baygın erler dışarı döküldüler, gömlekleri kan içindeydi ve bu kan beş
kuruşluk kırmızı mürekkep değil sahici kan idi.
Bu filmin bir
sanat eseri olma iddiası yoktu, sadece öğretici mahiyette idi. Daha sonra
uçankalelere ait bir sürü sazlı sözlü sözüm ona sanat eseri kılıklı filmler
gördük, hepsi de çiğnenmiş kâğıt, boyalı teneke ve stüdyo cilvelerinden
ibaretti.
İnsan bir defa
sinemada sahicinin kendisini gördükten sonra taklitlerine dayanamıyor.
Tiyatro insanı,
insanlığı doğrudan doğruya insanın kendisiyle anlatan bir sanattır. Tiyatrodan
insanı kaldırırsanız geriye hiçbir şey kalmaz, halbuki iyi bir rejisör bize,
bir tek insan katmadan böcekler âleminden alınmış nefis bir film çıkarabilir.
Bundan on beş sene evvel gördüğüm ve çok sevdiğim bir filmi hatırlayabilmek
için hafızamı zorladığım zaman yalnız bir çekirge bulutunu hatırlıyorum: Kara
bir bulutun deniz gibi dalgalanan olgun başaklı tarlalara çökmesiyle, sıfır
numara kazıması bir oluyordu, hendekler açtılar, petrol döküp yaktılar,
tonlarca çekirge kavruldu; koca filmden aklımda kala kala bu çekirgeler kaldı,
bir tek insan yüzü hatırlamıyorum. Sinema tiyatro azmanı bir sanat değildir.
Sahici sinema ile tiyatro arasında en aşağı müzik sanatıyla resim sanatı
arasındaki kadar fark vardır. Tiyatro insanlığın halini aktörlerle anlatır,
sinema yalnız insanı değil, bütün dünyamızı anlatabilme gücüne sahiptir, en
büyük üstünlüğü de dünyamızı uydurma hikâyeler, yalancı dekorlarla, sembollerle
değil doğrudan doğruya kendisiyle anlatabilmesindedir. Renkli filmlerin son
günlerdeki gelişmelerini gördükten sonra, dünyamızı olduğu gibi anlatabilme
kudreti yalnız sinemanın eline geçmiştir. Bu kudretin sanat haline gelebilmesi
için iliklerine kadar sinema tekniğiyle yoğrulmuş, çekirdekten yetişmiş
sanatkârlara ihtiyaç vardır. Onlar muhakkak ki bize doğrudan doğruya
beyazperdede hayatın kendisini getirecekler. Sanatkâr ellerde hayat parçaları o
şekilde birbirlerine eklenecekler ki yepyeni bir düzenle karşılaşacağız.
Keramet yalnız dünyamızı perdeye aksettirmekte değil, insanı bıktırmayan bir
dizi, bir sıra, bir düzen bulabilmekte. Düzen bakımından bugüne kadar güzel
filmler gördük, fakat doğrudan doğruya sahici hayat sahneleriyle örülmüş
filmlerin gelmesine daha biraz var. Son zamanlarda aktörsüz, dekorsuz bazı
filmler gördük. Bu çeşit filmleri seyrederken:
- Aman ne kadar
tabii oynanmış, tıpkı sahici bir hayat sahnesi gibi... diyerek methedemeyiz.
Başka sıfatlar bulmamız lazım. Mesela: Ne güzel seçmiş, ne güzel sıralamış.
Herhalde sanat kıvılcımı hakiki hayat sahneleri içinde değil birbirlerine
değmesinden çıkacak. Boy boy fotoğraf makinelerinin, radyoların, pikapların
dünyamıza nasıl yayıldığını gördükten sonra, sinema filmi çeken makinelerin de
bir gün harcıâlem olabileceğini iddia etmek bir falcılık sayılmaz zannederim.
Bir gün gelecek hepimiz gayet kolaylıkla film çekebileceğiz, seslisini,
sözlüsünü, renklisini de becerenlerimiz çıkacak. İşte o zaman sinema
rejisörlerine gün doğacak. Ellerinin altında istedikleri konuya ait sahici
hayat sahneleri bulunacak. Ona düşen vazife bunları seçmek, bunlarla yepyeni
bir düzen bulmak olacak. Tıpkı bir ressamın hazır renk tüplerini palete
sıkarak, onları saf bir halde kullanıp, beklenmedik bir âlem yaratabilmesi
gibi.
Bugün renkli
filmin gelişmesini görüp şaşıranların en başında ressamları aramak lazım.
Renkli film şimdilik hafif renk farklarından çok, kuvvetli renk çarpmalarının
peşinde: saf kırmızılar, siyahlar, beyazlar, bir parça sarıya çalan yeşiller,
henüz maviler arasında öteki renkler kadar açık bir durulma yok. Fakat bu
gidişle bütün renkler yakayı ele verecekler. Sinemacılar ister istemez çeşitli
renk oyunlarıyla ilgilenmeye başlarken, birçok ressam da renk kovalarken
sinemanın renk seviyesi birkaç kat yükselecek. Sinemacıların Goya’la-rı,
Velâzquez’leri yetişecek. Peki halk renk tadını da sinemadan alınca resim
sanatına ne kalacak? Cevap: Ressam fotoğrafın hiçbir zaman elini uzatamayacağı
bir dala konacak. “Sahici sinemanın en büyük değeri hayatı olduğu gibi verebilmesindedir”
demiştik. Sahici resmin de en büyük değeri eşine tabiatta hiçbir zaman
rastlayamaya-cağımız, fakat buna rağmen bir tabiat parçası kadar cana yakın bir
iş çıkarmasında olacak. Yunus Emre,
Bir söz
söylemek gerek
Melekler dahi
bilmez ola
demiş. Ressam
da öyle bir kuş resmi yapacak ki melekler dahi bilmez ola.
Öyle bir deniz
yapacak ki
Balıklar dahi
bilmez ola.
Öyle nakışlar
yapacak ki şimdiye kadar hiç yapılmamış olsun, öyle biçimler ki hiç biçilmemiş,
öyle çizgiler ki çizilmemiş. Dünyamızın
renklerini ve
biçimlerini olduğu gibi yakalamak isteyen ressamlar sinema makinesini
seçecekler, bize yepyeni biçimler, görülmemiş renkler, el değmemiş bir dünya
vermek isteyen ressamlar, sinemayı bir rakip olarak değil, sahici bir dost diye
selamlayacaklar.
Cumhuriyet, 11
Şubat 1952
Güvercinleri Boyayın!..
Tebernuş geldi.
Yaptığım resmi uzun uzadıya inceledi. Evirdi çevirdi. Sonunda tabloyu
tepetaklak koydu.
Kıtmir
dayanamadı:
- Dikkat et,
tersine çevirince resmin denizi dökülür. Üstünü başını ıslatır, dedi.
Tebernuş:
- Dökülen
sadece deniz olsa!.. Bak... Tersine çevirir çevirmez, resim allak bullak oldu.
Ne kemençe kaldı ortada, ne de kemençeci. Gözümüz konunun ana çizgilerini,
konunun kendisini kaybedince geriye başına buyruk lekeler, renkler ve çizgiler
kaldı. Sen bunları bir kemençeye, bir kemençeciye doldurarak gözümüzü çekmeye
çalışıyordun. Bizi doğrudan doğruya renkler, çizgiler, lekelerle baş başa
bırakmak işine gelmiyordu. Çünkü bu resimde senin çıkış noktan bunlar değil,
konu idi...
Bir parça önce
bu resmi sevdiğini söyleyen Kıtmir içerledi:
- Eni idi konu
idi, şunu idi bunu idi. Bütün bunlar bir tarafa. Resmi tersine çevirmek
elimizde değilse ne yapacağız? Farz et ki karşına bu değil de duvarın harcına
kaynamış, mozaikle işlenmiş bir eser çıktı... Ne yapacaksın? Tersine
çeviremedin diye bunun hakkında hiçbir fikir edinmek mümkün olmayacak mı? Yoksa
böylesi eserler karşısında bütün seyircileri tepetaklak mı kılacağız? Laf mı
yani... Meydanın ortasına çakılı kocaman bir heykeli git de çevir bakalım
tersine... Beyimiz, yolda güzel bir ağaç görüyor. Ama ağacın altına bir havuz,
bir göl sermeden, ağacı tepetaklak suyun arkasında incelemeden endamı üstüne
bir çift söz söyleyemiyor. Yolda pırlanta gibi bir kadına rastlıyor. Gidiyor
kadını belinden yakalayıp baş aşağı çeviriyor. Ne imiş?.. Acaba tersine
çevrildi mi güzelliği ne olacak diye merak edeceği tutmuş. Uzun sözün kısası
reis... Sen şu işi beğendin mi, beğenmedin mi?..
Tebernuş, gayet
soğukkanlı:
- Boşuna
harcanmış bir emek değil. Akıllıca, daha doğrusu ressamca bir şeyler var
içinde. Kemençeciyi, kemençeye döndürmüş, Horon tepen Karadeniz uşaklarını çakı
gibi sivriltmiş. Kemençe de bir tahta parçası olmaktan çıkmış da, sincap gibi,
tavşan gibi, çebiş gibi sevimli bir yaratık olmuş. Saz çalan adamı çaldığı
saza, sazın kendisini de sevimli bir yaratığa döndürerek alışageldiğimiz
biçimlerin ötesinde yepyeni biçimler bulmuş. Ama yumurtayı insan kafasına,
insan kafasını da yumurtaya çevirerek incelemek olağan işlerdendir. Bu basamak
aşılalı yüzyıllar geçti aradan. Canlıyı cansız kılacaksın, cansıza da can
takacaksın. Bu da bir tepetaklak hikâyesi değil mi? Sen kemençeciyi kemençeye,
kemençeyi de tavana çevireceksin, biz sesimizi çıkarmayacağız. Ama biz tabloya
hiçbir ziyan vermeden tersine çevirdik diye kıyametleri koparacaksın. Yerlerine
çakılı eserleri tersine çevirmeye gelince, Kolomb’un yumurtası kadar basit.
Eserin bir fotoğrafını çektirir, eseri değil, fotoğrafını tepetaklak edersin,
olur biter. Güzel heykel, ne yana bakarsan, ne yana çevirirsen gene güzeldir.
Güzel kadın da öyledir. Güzel bir at, güzel bir sürahi de öyledir. Ama yalnız
konunun boyunduruğu altına kısılmış tablo, yalnız konuyu belirttikçe bizi
oyalar. Bundan daha basit ne var?
O zamana kadar
söze karışmayan Mernuş:
- Bundan çok
daha basit, çok daha güzel işler var yapılacak ama sizin hiçbirinizde iş yok.
Siz topunuz birden otobüsü kaçırmışsınız da haberiniz yok. Resme şöyle bakmalı,
böyle bakmalı, tepetaklak etmeli, gözlerini kırparak bakmalı, mum ışığında
bakmalı, ay ışığında bakmalı, falan filan. Bütün bunlar bundan elli yıl önce
konuşulmuş şeyler. 1957 yılında böyle ıvır zıvırla uğraşmak ayıptır baylar.
Yahu şu 1957
modeli Amerikan arabalarına bakın. Şu tepkili uçaklara bakın. Renk mi? Al sana
renk. Biçim mi? Al sana. Çizgi mi, bundan âlâsı can sağlığı. Hem öyle renkler,
öyle biçimler, öyle çizgiler ki günlük hayatımızın her saniyesine karışıyor.
Aldığımız nefesin içinde bunlardan birinden değilse ötekinden bir şeyler var.
Kıtmir işi
alaya döktü:
- Haklısın
dedi, yarından tezi yok, evde elektrikle, havagazı ile işleyen ne varsa onları
toparlamalı. Mesela elektrik ütüsünü kızdırarak yemek masasını dağlamalı, tahta
yanıkları ile nakışlar aramalı, yahut elektrik süpürgesinin kuyruksokumuna bir
kavanoz takarak boya püskürtmeli, daha da olmazsa, havagazını açmalı yeşil
yeşil, mavi mavi intihar etmeli.
Mernuş gayet
ciddi:
- Bırakın şu
alışılagelmiş araçları. Sonuna kadar aşınmış, tükenmiş, posası çıkmış yolları,
bırakın artık bilmem ne marka tüp boyası yeşil ile bilmem hangi yosmanın
gözlerini, yanaklarını boyamayı. Bütün bunların âlâsını fotoğraf yapıyor.
Bugünün ressamına yepyeni araçlarla yepyeni düzenler kurmak düşüyor. Rönesans
ustaları, zamanın bütün âlimlerinden daha iyi bilirlerdi, insan vücudunu,
aritmetiği, jeolojiyi. Siz de en aşağı onlar kadar, zamanın ele avuca sığar
sağlam bilgilerini edinin. Günümüzün kimyası, fiziği nerelere varmıştır? Bunun
farkında olmayan ressam çoktan otobüsü kaçırmıştır. Büyük yapı işlerinde
badana, sıva, boya işleriyle uğraşan işçiler, bunun önünde ama, ressamların
çoğu hâlâ bundan yüzyıl önceki boyalara, oyalara, tasalara gömülmüş kalmış.
Leonardo usta, kendisini bütün dünyaya büyük bir usta olarak kabul ettirdi ise
bunda büyük pay ilme düşer. Leonardo usta, zamanının bütün ilimleriyle âlim,
bütün fenleriyle mütefennin idi.
Kıtmir, fena
halde kızmaya başlıyordu:
- Peki, ne
yapalım be birader. Resmi bırakıp fen fakültesine mi yazılalım? Pilot mu olalım
tepkili uçaklarda? Hadi, bir yol göster.
Tebernuş,
kendinden çok emin bir sesle:
- Güvercinleri
boyayın, dedi. Tuhaftır, hepimiz aynı anda pencereye baktık. Olur ya, o aralık
pencereye bir güvercin konar da Tebernuş da sözün gelişi...
- Evet. Alay
etmiyorum. İçinizden birisi akıl etse de güvercinleri, martıları, serçeleri,
kumruları boyamayı denese. Şu hanım şapkalarını süsleyen tüyler yok mu? Onlar
basbayağı kuş tüyüydü. Akıllıca boyanmış tüyler. Serçeleri maviye, güvercinleri
turuncuya, martıları zehir yeşiline boyayın. En aşağı bir mevsim dayansın
boyalarınız. Sonra bakın!.. Martıların yarısını mavi, yarısını turuncu,
güvercinlerin yarısını kırmızı, yarısını beyaza boyayın. İşiniz ne. Boyayın
oğlu boyayın. Öyle boyalar, öyle yollar bulun ki güvercinler bu işe gık
demesinler. Boyamaktan bıktınız mı, küçük küçük balonlar takın münasip
taraflarına kuşların. Bu da olmadı mı uçurtmalar uçurun. Mesela bir sabah
İstanbul göklerinde iki yüz elli bin tane uçurtma! Hepsi başka başka renklerde.
Bu da olmadı mı? Tramvayları, trenleri, otobüsleri boyayın. Ne kadar akıllıca
olursa olsun fotoğraf hazretlerine paralel gitmeyin. Dünyamızın renklerini
düzeylere aktarma işini ona bırakın. Fotoğrafın hiçbir zaman el uzatamayacağı
araçlarla düşünmeye bakın. Eti kemiği olmayan yalınkat renk zarlarıyla değil,
canlı canlı yaratıklarla düşünebilmeyi öğrenin. Şehirler, geceler üstüne
elektrikle çizin çizgileri. Bir mumluk ampullerle çalışın. Gündüz ampulün tası
ile gece ışığı ile düzenler kurun. Allah rızası için basmakalıptan kurtulun.
Cumhuriyet, 6
Mayıs 1957
Müze Bulamacı
Dünyanın belli
başlı müzelerini gezen meraklıların hepsi belki farkında değiller. Namlı
müzelerin hepsi bazı eserleri büyük bir önemle sunarlar. Hikmet-i Huda bunlar
(hangi müzede olursa olsun) ya İtalyan Rönesansı’na bağlı yahut da Yunan
medeniyetine bağlı işlerdir. Bu ya bir Leonardo’dur ya bir Milo Venüsü’dür.
Sanki uygarlık başlangıçtan bugüne dek bunlardan başka, bunlardan değerli iş
koymamıştır ortaya. Fransızcada adına “akademik”, yani bayağı argosunda
“pompier”, yani aşağılık denilen, daha doğrusu küfretmek, küçültmek için
kullanılan kelimeler bu yüzden doğmuştur. Klasik ustalara kendi küçük
yetenekleri ile ulaşacaklarını sananlardan, onların bu kısır yola düşmelerinden
müzeler sorumludurlar. Aslında müzecilik uygarlığın bütün ürünlerini resim değer
hükümleri vermeden sunmalıdır. Eğer bugün bütün dünya sanat okullarında, bize
heykel yerine yalnız Yunan’ı, resim yerine yalnız İtalyan Rönesansı’nı
belletiyorsa bunda müzeciliğin büyük payı vardır. Müzelerin şımarttığı nice
eserler dünyanın bütün okul kitaplığında yer alır. Akademi resim bölümüne
girmek isteyen öğrencilere sorarsanız, bir büyük heykelci, bir büyük ressam adı
söyle diye, cevap yüzde doksan dokuz Leo-nardo ve Michelangelo’dur. Ama
Michelangelo’nun bir heykeli Ko-lomb’dan önceki Amerika yerlilerinin
heykellerinden yahut eski Hint mabetlerini süsleyen heykellerden daha mı
güçlüdür?
Leonardo’nun
bir tablosu eski Çin veya İran’ın minyatürlerinden daha mı güçlüdür? Bunların
hepsi güçlü işlerdir. Bütün mesele insan gücünün hangi alanda, hangi esere
kendi gücünden ne kadar eklediğini bilmektedir. Bugüne kadar müzelerin
bodrumlarında, depolarında saklanan birçok eserler günümüzün ışığına kavuşunca,
otuz kırk yıl içinde korkunç bir yol aldılar. Vahşi kabile sanatı, halk sanatı,
köy sanatı, isimsiz sahipsiz sanat (anonim) son elli yılın klasikleri arasına
girer.
İsimsizi,
sahipsizi, herkesin olanı, çok büyük bir geleneğe bağlı olanı değerlendirmekte
ilk önce Gauguin oldu. Halbuki Gauguin’in canı gibi sevdiği ve resmine
başladığı gün eserlerini kopya ettiği Cez-anne’da imzasız, isimsiz, anonim
yoktu. Cezanne ısrarla şunu söylüyordu: “Poussin’in kapalı atölyede yaptığını
ben açık havada yapmak istiyorum.” Yine Cezanne baba çok az ressama nasip olan
bir kesinlikle şunu söylüyordu: “Resim sanatı, tabiata paralel bir ahenktir.”
Vahşi sanatında da tabiata paralel bir alışveriş vardı ama bu paralel hiçbir
zaman Cezanne’ın dilediği çizgiye oturmayacak ancak onun yanı başında
uzayacaktı. 1933 yılında, Paris’te en sevdiğim müzelerden biri Rodin Müzesi
idi, ama Rodin duymasın, o müzeye niçin gidiyordum, biliyor musunuz? İki şey
için. O müzede çok güzel bir ışık altında deli gibi sevdiğim Van Gogh’un
ellerini dizine kavuşturmuş hasır şapkalı Tanguy Baha'sı vardı, bir de en alt
katta günahım kadar sevdiğim Roma Yunan heykellerinin ağırlığı altında eğilmiş
minicik vahşi kabile heykelcikleri vardı. Büyük olmasına büyük heykelci olan
Rodin bir içgücü ile Negro heykellerindeki gücü kavramış fakat onları
koleksiyonunun en görünmez yerine atmıştı. Günümüzün en büyük heykelcilerinden
birine iki eser sunsanız, bunlardan biri Rodin olsa, öteki de has kan bir Negro
heykeli ve ona, “Seç,” deseniz, benim bildiğim heykelci şaşırır kalır. Çünkü
birinde korkunç bir kişilik, ötekinde hâlâ yaşını başını bilmediğimiz korkunç
bir gelenek. Ama bu heykelci Negro’yu seçerse şaşmam. Çünkü bu seçim lafla değil,
son elli yıl içinde işle ortaya konuldu. Ortaya konulan işlerde geleneğe
dayanan ağır bastı.
Belli başlı
dünya müzeleri ve onların yönettikleri neşriyat, kartpostallar, büyük ölçüde
baskılar, konferanslar, kitaplar, bizi birçok lezzetten yoksun kıldılar.
Müzelerin pek de pir aşkına olduğunu sanmadığım bu sistemli gayretleri resim
meraklılarını bir müze bulamacına buladı.
Müze bulamacı
derken kesin bir yere parmak koyacağım, mesela kahverengine; belli başlı
müzelerde adı şahesere çıkmış eserlerin yüzde doksanında ana renk kahverengidir.
îster ay ışığı tablosu olsun, ister temmuz güneşi altında bir tarla, ister
sevgilisinin başı, ister bir manda, ister ağaç olsun, ister kuş hepsi
kahverengi ile yoğrulmuş. Bu kahverengi öylesine sinmiş ki müzedeki eserlere,
benim öğrencilik hayatımdaki klasik kelimesi kahverengi ile yapılır, kahverengi
ile çizilir.
Burada başımdan
geçen bir olayı anlatmam lazım:
1930 yılında
Lyon Müzesi’nde Gauguin’den bir resim kopya ettim. 1,25 boylarında çuvala
işlenmişti. Aynı örgüde çuval buldum, yağmurdan göz açmayan kasvetli şehirde
bir mevsim boyu çalıştım. Yağlıboyada çok acemi idim. Ama renk bir kiremit
kırmızısı idi. Bunun üstünde yedi sekiz figür ve bir ağaç vardı. Çok büyük bir
sevgiyle incelememe karşın dilediğim sonuca varamadım. Bu, kırmızı boyaları
bozarak elde edilecek soydan bir kırmızı değildi. Zamanla vernik çeşitlerini,
rötuş verniğini, tablo verniğini, bunların ömrünü inceledim. Gauguin kopyasında
beni şaşırtan renk değil, rengin üzerine sürülen ve zamanla sarararak
kahverengilerde soluğu alan haşmetli vernik hazretleriydi. Bu verniği Gauguin
mi çekmişti, müze mi, bu kadarını inceleyecek yaşta değildim. Yirmi sekiz yıl
sonra aynı müzeye gidip aynı resmi aradım. Benim kopya ettiğim Gauguin’le hiç
de ilgisi olmayan bir tablo ile karşılaştım. 1930 yılında üç yıllık bir
tecrübem vardı, müze loştu, ha bire yağmur yağıyordu. Toyluk, acemilik, hepsi
kabul ama ıslanmış kiremit kırmızısı ile güngörmüş nar kabuğu pembesini ayırt
edemeyecek kadar kör değildim. Yanımda benim kopyamı İstanbul’da gören bir
arkadaş vardı.
- Amma da
atmışsın reis, dedi.
Soluğu müze
müdürünün odasında aldım. 1930’dan bu yana resme el değip değmediğini,
temizlenip temizlenmediğini sordum.
“30’dan bu yana
bu resme üç defa vernik çektik. Her seferinde ilk verniği atıp yenisini
çektik,” dedikleri zaman rahatladım.
Çünkü 30’dan bu
yana vernik konusuna kancayı takmıştım ve şunları öğrenmiştim: İlk konduğu
zaman şu kadar aydınlık olan vernik zamanla sarara sarara kahverengi
koyuluğunda karar kılıyor. Bu koyulukta mum isi, sigara dumanı, ocak isi,
çeşitli dumanlar el ele veriyorlar. Resimlerin çoğu müzeye gelmeden önce bazen
tatlı, bazen ekşi bir kahverenginde birleşiyorlar. Kimyacılar tablonun
altındaki renkleri zedelemeden üst üste konmuş vernik kabuklarını bir pestil
gibi sıyırıp almasını becerdiler. Zifiri kahverengilerin altından inanılmayacak
kadar aydınlık beyazlar, maviler, griler çıktı. Ama kimyacılar bütün zeminlere
sinen bu pisliği, bu pıhtıyı kaldıramadı ve günümüzde bile müzelerdeki
eserlerin çoğu o kahverengi bulamacı içinde yüzmektedirler.
Size bir gün
birisi “Ben klasik resim yapıyorum,” derse ona hemen şu soruyu sorun:
- Yani
kahverengiler üzerine mi çalışıyorsunuz?
Attığınız taş
yüzde doksan hedefine ulaşacaktır.
Resim sanatının
aydınlık renklerinin gün ışığına geçmesine yardım edenlerden Manet, yüzde yüz
kahverengilerle çalışan bir ressama cinini atmış. Ressamın adını hatırlamıyorum
ama kahverengiler içinde yüzdüğü muhakkak. Bu zat ağır hastalanmış, ölüm
döşeğine düşmüş. Bundan haberi olmayan Manet kahverengi rengine tutkun ressama
ha bire ana avrat küfredermiş.
Ahbaplarından
birisi:
- Çok zalimsin
üstat, adam can çekişiyor, sen hâlâ ona küfrediyorsun, adamın bir ayağı
çukurda, diyecek olmuş, Manet hiç şaşmadan:
- O namussuzun
öteki ayağı da muhakkak kahverengindedir, demiş.
Biz millet
olarak müze gezmeye alışmamışız. Müze gezme çoğumuz için bir keyif değil,
bayağı bir sıkıntıdır. Bazı öğretmenler bölük bölük, tabur tabur öğrencilerini
müzelere taşımasalar çoğumuz müze ile mumyayı karıştırırız.
İstanbul
Topkapı Sarayı, Arkeoloji Müzesi dünyanın belli başlı müzelerinden sayılır, ama
İstanbul’da doğup büyüyen aydın hiçbir zaman bunların tiryakisi olmamıştır. Ya
öğretmen zoruyla gider ya da bir yabancıyı gezdirmeye mecbur olduğu zaman. Müze
gezmek sahiden yorucudur.
“Hazır
gelmişken müzede ne var ne yok hepsini göreyim de bir sorarlarsa mahcup
olmayayım” anlayışı ağır basar. Mağara devrinden günümüze sanat eserlerini
herkese göstermekle övünen bir müze düşünün; birbirinden ilginç binlerce parça,
seyirci iki saatte bütün bu parçaları görecek, inceleyecek, tadını çıkaracak.
Yağma mı var? Hangi insan gücü bu kadar bin senelik emeği iki saatte
kavrayabilir? Bir insan tasarlayın, karnı acıkmış, yemeğe gidiyor, siz ona iki
bin çeşit yemek ikram ediyorsunuz ve bunların hepsini iki saatte tadacaksın
diye zorluyorsunuz. Seyirci ne kadar akıllı olursa olsun mide fesadına, göz
fesadına uğrayacaktır. Müze gezmek de, kitap okumak gibi, müzik dinlemek gibi
peşin bilgiler ister. Müzelerin tadını çıkaranlar yalnız bir veya iki eser üzerinde
durur, onları doyasıya incelerler. Yüzlerce plağı aynı zamanda dinlemek,
yüzlerce kitabı aynı zamanda okumak mümkün müdür? Müzelerin en büyük dostu
resimli kitaplar, renkli ve renksiz baskılardır. Kaç defa başımdan geçti, kitap
sayfasında saatlerce incelediğim herhangi bir konuyu müze duvarlarında, müze
vitrinlerinde ıska geçtim. Neden sonra canım gibi sevdiğim konunun en az yirmi
defa gezdiğim müzede bulunduğunu duyunca şaşırıp kaldım. İstanbul müzelerindeki
bazı eserlerin fotoğraflarım yabancı dergilerinde görüp bayılanlar tanırım.
Genel olarak müzeler birer depodur. Karanlık mahzen diyelim, sen müzeye bir
elektrik lambasıyla girecek, aradığın konuyu aydınlatacak, onu doya doya
seyredip çıkacaksın.
Bir sanatçının
kırk sene çalışarak ortaya koyduğu işe siz yarım saatinizi verseniz çok mu?
Bereket versin bugün dünya müzelerinin kapılarında her keseye uygun kartlar,
kitaplar, her boyda renkli, renksiz baskılar satılıyor. Aslında seyirciye
müzeden kala kala kapıda aldıkları kalıyor. Onlardan birisini dinlenmiş kafayla
bir gün seyrediyor, tadını çıkarıyor, sonra hayretle:
- Ben bunu
nasıl atladım, diye hayıflanıyor.
Müzeleri bir
aile kabristanı, bayramdan bayrama kullanılan bir misafir odası gibi değil,
şehrin yüzünü güldüren bir park haline getirmek yalnız ve yalnız akıllıca
neşriyat yapmakla mümkündür, yok-
sa çoğumuz için
müze mumya, naftalin, çöreotu kokan karanlık, sevimsiz bir mahzendir. Ben otuz
yıldır öğrencilerimi müzelere götürürüm. Şuna dikkat etmişimdir: Müzeden
çıktığımız zaman hepsinin yüzlerinde kocaman bir oh vardı.
Kişilik
Kişilik konusu
belalı bir konu. Berk’in bu konu üzerinde uzun uzadıya durduğunu, sadece bu
konuyu işlediğini hatırlamıyorum. Fakat son konuşmalarımızda bana kişilik
üzerinde çok güzel bir örnek verdi:
- Mesela üzüm
gözlü keçiler, badem gözlü sıpaların resmini yapan Turgut Zaim, dedi. Bak işte
o kişiliğini buldu ve bugüne kadar ondan şaşmadı.
Turgut Zaim çok
sevdiğim bir ressamdır. Bu sevgiyi birkaç yazıda da belirttiğimi hatırlıyorum.
Onun benim gibi maydanozu kıskanacağını sanmıyorum. Yaradılışımız, hayat
şartlarımız, her ikimizi başka başka dilimlere bölmüş. Mesela şiir rüzgârı beni
bazen öylesine alıp götürmüş ki, ressamlığımı yadırgadığım günler olmuş. Bu
konuda Berk’le konuşmalarımızda son sözüm şu olmuştu:
- Peki, ben
otuz yıl şöyle resim yaparken niçin birden böyle resim yapmaya karar vermişim.
Bu yaştan sonra gelip geçici bir modaya, bir esintiye kapılmam imkânsız.
Şimdi bu
kişilik sözü üzerinde biraz duralım. Sanat alanında kişilik sözü kaç
yaşındadır. Bundan üç yüz yıl önce böyle bir söz var mıydı sanat alanında?
Usta-çırak geleneği mi birinci plandaydı eskiden, yoksa kişilik tasası mı?
Bugün canımızı ağzımıza getiren vahşi kabile işlerinde, primitiflerde, Çin,
İran, Hint minyatürlerinde kişilik mi arıyoruz, yoksa su katılmamış bir gelenek
mi? Arkadaşımıza sorsak Ayasofya, Kariye mozaiklerini yapan ressamın ismini
söyleyebilir mi? Kişiliğini belirtebilir mi? Sanmıyorum. Eski yazı sanatımız
dışında Türk nakış sanatını dünyanın en büyük müzelerinde başköşeye oturtan,
elini öptüren bir gelenek mi yoksa kişilik mi?
Yanılmıyorsam
günümüz resminde kişiliğe yepyeni anlam veren Picasso olmuştur. Picasso’dan on
tane resim seçsek ve bunları kişilik üstünde aklını, kalemini bilememiş ama o
güne dek Picasso’dan bir tek iş görmemiş eleştiricilerden birine göstersek
Picasso’nun kişiliğini bulabilir mi dersiniz? Picasso’nun resim dünyasına ve bu
kanaldan bütün dünya sanatına getirdiği en büyük hediye şu olsa gerek:
- Sanatçı
çevrenin zorla istediğini değil, kendi içinden geleni yapabilen ve bu yüzden
sevilip sayılan insandır. “Resmin eskisi yenisi yoktur. İyisi kötüsü vardır”
diyenlere, resmin bal gibi eskisi yenisi vardır, gerçeğini ancak şöyle
anlatabiliriz. Corot’ya kadar bir Rem-brandt, bir Goya, bir Tiziano
tablolarından bir tanesine kişiliklerini olduğu gibi koyabiliyorlardı. Onlardan
bir tek tablo görmek, değerleri hakkında tam bir fikir edinmemize yetiyordu.
Ama ben bugün size bir tek Picasso, bir tek Matisse göstereyim de siz bir tek
eserle bu büyük sanatçıların değerini biçin bakalım. Bu büyük gerçeği nasıl
olmuşsa olmuş, çok az zaman içinde sanat dünyasına Picasso kabul ettirmiş.
Picasso’dan önce resim dünyasında her dalından başka bir meyve sarkan ressama
büyük demek şöyle dursun, soysuz, sakat denir ve böylesi bir ağaç baltalanırdı.
Öğleye kadar oturup uslu uslu karısının Ingres’vari portresini çizen Picasso
öğleden sonra beş gözlü, sekiz memeli, dokuz kalçalı bir hatun resmi yapıyor.
Ertesi gün öğleye kadar çini fırın başında, öğleden sonra gravür yapıyor. Daha
sonra da bunların hepsine sırtını çevirip üç dört ay sadece heykel yontuyor. Bu
arada çalışma tarzını filme almak isteyenlere de en ufak bir zorluk çıkarmıyor.
Picasso’dan önce değil yalnız resim alanında, hiçbir sanat çevresinde böylesine
bir bölünüşü savunacak ve kabul ettirecek bir eleştirmeci tasarlayabilir
misiniz?
Picasso’nun
açtığı yoldan cesaret alarak nice şairler tanıdık ki resim yapmaya başladılar.
Eskiden de yaparlardı, fakat göstermeye öd-
KİŞİLİK 165
leri patlardı.
Baudelaire’in, Hugo’nun bir sergi dolduracak kadar bol resimlerini neden sonra
gördük.
Evet! Öyle
zamanlar oluyor ki insan bir maydanozu kıskanıyor. Ama insanoğlunu aslında ille
de bir tek çeşit meyve vermeye hiç kimsenin zorlayamayacağını Picasso ispat
etti.
Ben ille de
sanatçı elediğimiz zaman ağacın bir dalında elma, ötekinde pabuç, berikinden
konserve kutusu, bir başkasından kandil, buna benzer akla gelmeyecek şeyler
sarksın demiyorum.
Yunus Emre’nin
“Çıktım erik ağacına, onda yedim üzümü” dediği, belki sadece aşılanmış bir
ağaçtı. Bir ağacın dallarından çeşitli meyveler sarkmasından ürkmeydim. Yeter
ki bu meyveler bizi doyuran, besleyen, kocaman meyveler olsunlar.
Kendinden Söz
Açmak Korkusu
Çalışırken
başıma gelenleri yazmaya uğraşırken arkadaşım, meslektaşım Nurullah Berk’in son
sergimle ilgili bir yazısını okudum. Konuyu bu yazı dizisine eklemek isterken
elimi tutan bir şey vardı: Kendimden söz açmak korkusu. Öylesine yıldırmışlar
ki bizi, kendimizden söz açarken ödümüz patlıyor. Ne yapıp edip başımızdan
geçenleri, bütün vücudumuzla duyduklarımızı, tasarladıklarımızı başkalarına mal
ederek anlatma yolunu seçmişiz. Edebiyat dünyasını içinden çıkılmaz bir kuyuya
döndüren bu olsa gerek: Yazar işlediği konuyu yaşamış mı, duymuş mu, tasarlamış
mı? Gündelik hayatımızda hiçbir fırsat kaçırmadan sadece kendinden söz açanlar
sevimsiz kimselerdir. Ne tuhaf, biz tanıdıklarımızdan kendi başından geçenleri
değil de, başkalarının başından geçenleri anlatmasını bekliyoruz. Neden acaba?
Yanılmıyorsam, karşımızdakinin hiçbir zaman kendi başından geçeni olduğu gibi
anlatmayacağına, bize gerçeğin suyunun suyunu vereceğine evvelinden inanmışız
da ondan.
- Yüzde yüz
kendini ilgilendiren konuyu nasıl olsa bize anlatmayacak. Ama komşusunun başına
gelenleri insafsızcasına, gerçekten hiç sakınmadan anlatacak. Yarım bir şey
dinlemektense gerçek bir hikâye dinlemek daha iyi değil mi? Kendi başından
geçenleri dört beş kişiye yüklemek zorunda kalan romancı, hikayeci, şair bu
yüzden yüzyıllar boyunca şaşırtmış, deli divane etmiş bizi. Berk’in ya-
zısından söz
açabilmek için nerelere gittik. Ama bu kendinden söz açma korkusunu tahtakurusu
gibi ezmek lazım. Ben sevdiğim bir ustanın gerçek tasalarını kendi ağzından,
kendi kaleminden duyduğum zaman mı daha çok ilgilenirim, yoksa şundan bundan
duyduğum zaman mı?
Meslektaşım
Nurullah Berk bir hafta önce yayınladığı yazısında yer alan düşüncelerini
bundan bir yıl önce bana aynen anlatmıştı. Düşündüğünü, söylediğini olduğu gibi
yazmak ne güzel şey. Söylediği gibi yazmış hepsini. Arkadaşım bir cümle ile
“Sen bundan on yıl önce kişiliğini bulmuştun, ne diye bunu bırakıp başka şeyler
arıyorsun?” diyor.
Kişinin Damgası
Bazı
bilirkişiler, bazı sanat adamlarını şöyle methederler:
- Ne adam!..
Ona herhangi bir eserini göster, sana kimin elinden çıktığını, ne zaman
yapıldığını hemen söylesin.
Bu bilgiç
kişilere yalnız gözle tadılan sanat kollarında değil, şiir, müzik, yazı
alanlarında da bol bol rastlanır. Duvardaki dededen kalma el yazılarına şöyle
bir göz attılar mı, şıp diye kondururlar:
- Bu Şeyh’in,
öteki Rakım’ın...
Radyodaki
parçayı duyar duymaz, besteyi de güfteyi de yerli yerine oturturlar. Bir
atasözü söyleyecek olursunuz, bu sözün hangi mıs-radan, hangi divandan, hangi
yüzyıldan kalakaldığını bilirler. Hele bizim çakıl taşı diye fırlatıp
atabileceğimiz yamru yumru bir taş parçasını evirip çevirdikten sonra:
- Milattan şu
kadar yüz yıl önce, falanca medeniyetin artıklarından, bilmem kimin sarayının
bahçesindeki heykellerden bir parça!., demezler mi? Vallahi insanın nefesi
kesilir!..
Bunlar elleri
öpülecek kimselerdir. Bunların sayısı bir memlekette ne kadar artarsa o
memleket o kadar yükselmiş demektir. Böyle-lerinin bulunmadığı memleketlerde
cümle keçilerin Abdurrahman Çelebi diye geçindiklerinin resmidir. Öyle ya,
herifçioğlu müze kurdu olmuş. Gider, müzelerin birisinin loş köşelerinde erimiş
bir sanat eserini bir güzel inceler, kendinden hiçbir şey katmak sıkıntısına
girmeden olduğu gibi alır, palamut kadar bir de imza, kendi imzasını kondurur.
Bizler de:
- Aferin oğlum
Ahmet! Bu yolda devam et, der, dünya kadar para verir, bu eseri (!) evimizin
başköşesine oturturuz.
Papaza kızan
kızana
Perhizi bozan
bozana
Köpeksiz
bulmuşlar köyü
Değneksiz gezen
gezene.
Sanat alanında
başıboş dolaşanları karakollara haber veren bilirkişilerden Allah razı olsun.
Onların bilgileri ve sevgileri olmasa sanat alanı içinden çıkılmaz bir
bitpazarına dönerdi.
Bilirkişilerin
sanat eserleri karşısında takındıkları tavrı düşünürken gözümün önüne hep şu
sahne gelir:
Paris’in kenar
mahallelerinden birisinde küçük bir kahve. Fransızların kahvelerinde kahveden
çok şarap içilir. Siyahı, beyazı, pembesi. İsimlerini öğrenebilene aşkolsun.
Patron yıllık şarap siparişini verebilmek için şaraptan anlayan üç dört kişi
çağırır. Bunlar alt-mış-yetmiş arası posbıyık delikanlılardır!.. Patronun
önlerine sıraladığı numunelik şişelerden kadehlerine birer yüksük dolusu
boşaltır, dudaklarına değdirirler. Bir gözlerini kapayıp dudaklarını
oynatmaları vardır, siz de rastlasanız durur, benim gibi bir saat
seyredersiniz. On beş-yirmi şişeyi inceledikten sonra şuna benzer sözler
duyarsınız:
- Hani şu beş
ay evvel Dijon taraflarına yağan yağmurlar yok mu? Falancanın bağlarını ihya
etti. Bak köpoğlunun beyaz şarabındaki tada!.. Peki ya falanca bucağın falanca
bağlarına musallat olan böceklerin bilmem ne şarabına oynadıkları oyun!.. Şimdi
bu böceğin peşine düşmüşler. Bulsalar hemen üretecekler! Bak!.. Kurak geçen
günlerin şu şaraba verdiği çeşniye!..
İnsan, bu
bilirkişilerin nereden nereye geçerek şarap çeşitlerini incelediklerini gözü
ile görüp kulağı ile duymasa biraz zor inanır bu işe. O yıl yağan yağmurun
hızından, şarabın tadına, burukluğuna varabilmek ancak bilirkişilere nasip olan
bir vergi.
Bir de herhangi
bir sebeple kafakâğıdı kaybolmuş, ne zaman yapıldığı bilinmez bazı gemilerin
kaç yaşında olduğunu keşfeden bilirkişiler vardır. Bunların işi de şarap
bilirkişileri gibi. Eski teknelerin ambarlarının bilmem hangi tarafında bir su
birikirmiş. Ne kadar boşaltılırsa nafile bu sudan bir parça kalırmış. Geminin
kaç yaşında olduğunu merak eden bilirkişi bu sudan bir bardağa kadar şöyle
küçük bir yudum tattı mı, tamam!..
- Eh! dermiş.
Var bir kırk elli yaşlarında bu civan!..
Ressamlıktan
çok, resim hocalığının zoru ile biz de yediğimiz üzümlerin bağını aramaya
mecburduk. Mesleğimizin başına gelenleri, mağaralarda yaşayan ilk insanların
taş üstüne taşla işledikleri hayvan resimlerinden tutun da bugüne kadar
yapılagelmiş olanları bilmemiz şarttı. Müze müze, kitap kitap, sergi sergi geze
geze bizler de bazı bilirkişiler gibi dağarcığımızı doldurduk. Yalnız
sevdiklerimizi değil sevmediklerimizi de inceledik. O güne kadar yalnız renkli
resimlerini gördüğümüz bir usta ressamın, desenlerini gördüğümüz zaman
şaşırmadık. Desenlerdeki oranlardan, parça boyları arasındaki kesin farklardan,
bu işlerin hangi ustanın elinden çıktığını anlamak büyük bir marifet değildi.
İmzasız,
sahipsiz bazı eserlerin işlenişine bakarak hangi zamanda yapıldığını iyi kötü
kestirebiliyorduk.
Mesleğimizi
alıcı gözü ile inceledikçe şunu gördük: Önce gelenekler vardı. Kişilik sonra
sonra peyda oldu. Kişiliğin bir bakıma, bir medeniyet ölçüsü sayılabileceğini
kabul ederken şu noktayı yabana atmamak lazım:
- En sağlam
kişilikleri, en güzel gelenekler doğurmuştur.
Kişilik bir
medeniyet ölçüsüdür derken şunu alıyoruz:
- Şu eser
falanca ustanın elinden çıkmıştır, diyebiliyor musunuz? Bunu açıkça ispat
edebiliyor musunuz? Bunun arkasından hiç şaşmadan:
- O halde bu
ustayı yetiştiren toplum ileri, aydın bir toplumdu, diye dayatabilirsiniz.
Kişiliklerin
kubbe kubbe kabarmadıkları bir diyarda, gelenek ne kadar özlü, ne kadar sağlam
olursa olsun alacakaranlık sürüyor demektir. O ülke, o diyar henüz medeniyet
dünyasından nasibini alamamış demektir. Hani meşhur sözdür. “Kişi noksanını
bilmek gibi irfan olamaz” derler. Bölgelerin medeniyet alanında vardıkları
sonuçlar için de: Kişilikten güzel ölçü olmaz.
Şimdi,
kişilikle medeniyet dediğimiz nimet arasındaki bağları inceleyelim:
- Kişiliğin
belirmesi demek, bir sanat adamının yaptığı işin özüne varmış olması demektir.
“Mademki benden önce gelenler böyle yapmışlar, bu kadar güzel yapmışlar, ben de
onlar gibi yapar giderim, onlardan daha güzel yapmak kimin haddine! ” diyen
kişi hiçbir zaman sanat eri olmamıştır. Onun yaptığı biricik iş, bir geleneği
bize kadar ulaştırmak olur. Yaptığı işin özüne varan sanat eri hiçbir zahmet
çekmeden konduğu mirasa kendi dağarcığından bir şeyler katar. Bunu bazen hiç
kimseye duyurmadan kendi köşeciğinde katar. Bazen gülünç olmak, dillere düşmek,
hapse düşmek pahasına katar. Çünkü o kendi tecrübesinin bu geleneğe yepyeni bir
hız vereceğine inanmıştır. Geleneklere kapılıp gitmemek, onlarla yetinmemek
yalnız sahici sanat adamlarında bulunan bir cevherdir. Fakat biz, nereli
olursak olalım, hepimiz, bütün insanoğulları çeşitli geleneklere öylesine
bağlıyız ki onlara kolay kolay kimseleri dokundurmayız. Çoğu zaman dokunanların
pestilini çıkarırız. Alaya alırız onları. Hiçbir şey yapamazsak aç bırakırız. Boş
veririz yaptıkları işe. Medeniyet alanı, inandığı bir işi sonuna kadar savunan
insanların er meydanı değil midir? Onlar olmasa mumdan elektriğe, kağnıdan
uçağa, bir dünyadan ötekine geçmek mümkün müdür? Geleneklerine saplanıp kalan
kabileler arasında medeniyet dünyasına sunulmuş ne vardır?
Sözün burasında
bilirkişilerden birisi meşhur çelmesini taktı:
- Olmaz olur
mu? İşte elindeki kitap.
Elimde
UNESCO’nun yayınladığı harika bir kitap vardı. Avusturya’daki vahşi kabilelerin
resimleri, nakışları. Bildiğimiz kitap boylarının dört misli genişliğinde,
karton kadar kalın kâğıtlara basılmış, biri ötekinden güzel renkli resimler.
Yazılarını kapasam bugün yapıldığına yemin edebilirsiniz. O kadar sade, o kadar
sağlam, o kadar ressamca işler. Ama yüzde yüz köklü, yerli bir gelenek
görenekten doğan usta çocuklar elinden çıkmış işler. Sözümüzü torpillememesi
için:
- Batı
medeniyeti olmazsa, bizler daha milyonlarca sene bu işleri göremezdik.
Elimizdeki kitap vahşi kabilelerin değil, UNESCO’nun kitabı. Sözümü kesme de
bitireyim. Tam konumuzun can damarına gelmiştik, kafamı altüst ettin.
Kişilik
damgası, bir medeniyet damgasıdır. Bir eserin nerede, ne zaman, hangi şartlar
içinde, hangi ruh haleti içinde, hangi yaşlarda, hangi araçlarla yapılmış
olduğunun açık açık belirmesi, bulunduğumuz medeniyetin kaçıncı basamağına
tırmandığımızı bildiren bir saat kadar işe yarar. Bugün, arkasında kendisini
işleyen sanat adamının kişiliğini belirtmeyen eser, karşılığı olmayan kalp
paralardan farksızdır. Ama gene bugün bizim sanatımızda, bir ressamın
kişiliğini sezmek düne nispetle bir hayli güç olmuştur. Düne kadar her yiğidin
bir yoğurt yiyişi vardı. Daha uzaktan, bir ressamın işini hemen tanırdık.
Bununla hem ressam övünürdü, hem biz. Her ressamın el yazısı gibi, parmak izi
gibi yalnız kendisine has bir çizgi çekişi, bir boya sürme usulü vardı.
Bunların yardımıyla, şıp diye kavrardık. Halbuki bugün yepyeni bir anlayış
karşısındayız. Bugünün ressamı, kişiliğini bir tek resme koyuyor. Yoğurdunu her
resimde bir başka türlü, bir başka kaşıkla, bir başka bakraçla yiyor. Eskiden
kişiliğin pırıl pırıl parlaması bir üstünlük ölçüsü idi. Bugün kişiliğin
gizlenmesine doğru bir gidiş var. Daha on metreden, ben falancanın eseriyim,
diye bağıran tabloları şimdilik tablo tacirleri tutuyorlar. Kısacası bugünün
ressamı kişiliğini bir tek eserine değil bütün eserlerine bölüyor. Bu yüzden
bilirkişilik mesleği bir hayli belalı bir meslek oluyor. Resimde böyle de,
şiirde, edebiyatta böyle değil mi sanki? Orada da aynı şey ama neme lazım
orasını da edebiyatçılar düşünsün!..
Cumhuriyet, 28
Kasım 1955
Acemilik
Gün geçtikçe
bugünkü resim sanatında acemiliğin aldığı yeri ve değeri daha iyi anlıyorum.
Bugünün resim sanatının yüzünü güldüren, ona tadını tuzunu, çeşnisini veren,
her şeyden önce bu acemilik olsa gerek... Acemilikten şunu kastediyorum: Yalnız
bizim memleketimizde değil, bugün en mühim sanat merkezlerinde bile sergileri
gezenlere:
- Bu ne biçim
tablo böyle? Bu kadarını benim on yaşındaki oğlum da yapıyor!., dedirten
acemilikten bahsetmek istiyorum...
Evet!.. Çarpık
çurpuk çizgilerin, kararsız, mütereddit renklerin, en ufak bir zanaat
ustalığından mahrum fırça darbelerinin tabloya verdiği ilk not budur:
acemilik...
Bu acemilik
yarım asırdan beri devam ediyor. Yarım asırdan beri sergiler, hep dudak büken,
alay eden, bazen gayet zarif, bazen gayet kaba şakalar savuran seyircilerle
dolup boşalıyor.
Fakat aynı
seyirciler arasından birisi çıkıyor ve bu acemiliklerden bir tanesinin fiyatını
soruyor: 200.000 frank olduğunu öğrenince iş değişiyor. Bir başkasının değeri
milyonu aşıyor ve bütün dünya müzelerinin iştahlı gözleri önünde, koleksiyondan
koleksiyona, kucaktan kucağa dolaşıyor.
Resim
meraklılarının belki yüzde doksan dokuzu, hâlâ bu acemiliğin buruk lezzetine
bir türlü mana verememişlerdir. Acemiliğin bir meziyet olabileceğine inanmak,
hakikaten ilk bakışta güç geliyor.
Fakat işin
içine girdikçe acemilik kelimesinin hudutları genişliyor. Bu kelime her şeyden
önce, samimiyet, tazelik ve sanat namusu gibi üç mühim mana ile birleşiyor.
Evet, bugün bize kendi dünyasından, kendi dağarcığından ikram eden ressam,
ister istemez acemice hareket ediyor. Çünkü bu dünyayı ve bu dağarcığı hep
kendi elleriyle işlemesi lazım geliyor. Yani hazırlop bir resim dünyası ve bir
resim dağarcığı yok ki hemen alıp benimseyebilsin.
Bu acemiliği
bir türlü hazmedemeyen ressamlar da çıkıyor. Onlar müzelere dadanıyorlar. Ve
oradan bir ustalık ediniyorlar.
Fakat heyhat!
Bu ustalığa öyle bir küf ve rutubet kokusu siniyor ki, bu biçareler nereye
gitseler arkalarından geliyor.
Acemilikten
korktukları için müzelerden çıkmayan ressamların iliklerine kadar işleyen bu
kokuya dünyanın her tarafında açılan sergilerde rastlamak mümkündür.
Aynı müzeler
acemilikten korkmayan ressamlar için bir bodrum katı, bir mahzen değil, bir
ziyafet sofrası olmuşlardır.
Çünkü bunlar
müzeye bir ustalık öğrenmek için değil, sadece çırak olmak için, sevmek ve
teşekkür etmek için girerler. Çünkü onlar, ustalığın, doğrudan doğruya ustanın
kendisinden öğrenilmesi lazım geldiğinin farkına varmışlardır. Ustayı bizzat
tanımadan yalnız onun işine bakarak onun vardığı kemale ermek hangi çırağa,
hangi kula nasip olmuştur?
İşte size bir
de darbımesel... Belki çok kaba, belki çok acı fakat bir o kadar da sağlam:
“Bakmakla
olsaydı. İt kasap olurdu!”
Resim sanatını,
insan zekâsının en harikulade eserlerinden birisi mertebesine yükseltenlerde bu
acemilikten eser yoktu. Çünkü onlar, mesela İtalyan Rönesansı’nın büyükleri,
ömürlerinin üçte birini çıraklığa, geri kalanının yarısını kalfalığa, yarısını
da ustalığa bölmek saadetine ermişlerdi. Onlar büyük ustaların elinde acemi
kalmamaya mahkûmdurlar. Onlar için ustalık ne kadar kendiliğinden gelen tabii
bir oluş, bir netice ise, bugün bizim için acemi kalmak da bir o kadar tabii ve
üstelik bir o kadar imkânsız olmuştur.
Çünkü bugünün
ressamı doğrudan doğruya kendisini yetiştiriyor.
Bakıyorsun:
Birisi yirmi sene uslu uslu çalışıyor. Aklı sıra kendisini çırak sanıyor ve
hocasını da usta... Yirmi sene sonra:
- Eh artık,
yavaş yavaş ustaca işler yapmak lazım! diyor.
Fakat nerede?
Bir de bakıyorsunuz, yirmi senede öğrendiğini unutmak ve tabiat karşısına
alnının akıyla çıkabilmek için, yirmi beş sene kadar uğraşmak lazım geldiğini
anlıyor. İşin hazin tarafı, bu hakikati ona ekseriya “neden sonra felaketin
farkına varan” hocası itiraf ediyor!..
İşte bugünün
resmini ekseriya bir muamma kılığına sokan acemilik buradan geliyor:
Ustasızlıktan...
Bugünün
ressamının en büyük değeri de yalnız başına kendi kendini yetiştirebilmek...
Fakat bu ne
kadar güç ve yorucu oluyor! Kendilerini bütün mevcutlarıyla bu sanata
verdikleri halde binlerce ressam içinde bir tane doğru dürüst ressam ancak
çıkıyor.
Anlatmak
istediğim acemiliği bu binlerce ressamın arasından süzülen ve doğru dürüst
resim yapan sanatkârda arıyorum. Bunların hepsinde acemiliğin damgası var. Bu
damga, zamanımızın damgasıdır.
Bundan birkaç
asır sonra bugünün resmini incelemek isteyenler, herhalde bir hayli sıkıntı
çekeceklerdir. Çünkü bugün, aynı şehirde, aynı mahallede, aynı atölyede dört
beş devir, dört beş asır aynı zamanda zevkini ve fennini barıştırmaktadır.
Paris’te bir
atölye tasavvur ediniz: Yirmi otuz resim meraklısı bir arada çalışıyor.
Bunlardan birisi Şark minyatürlerinin tesiri altındadır, öteki İspanyol
resminin... Bir başkası, ta eski Mısır’a uzanmıştır. Bir öteki İtalyan
Röhesansı’na demir atmış; onun yanındaki, bir yamyam kabilesinin nakışlarıyla
oynamaktadır. Bu çeşitli arayışların neticeleri sergilerde seyircilerin
başlarını döndürmektedir.
Sergi mi
dolaşıyoruz, müze mi geziyoruz? Böyle bir sual ve bir sıkıntı!..
Resim
sergilerine bir müze çeşnisi veren resimlerin çoğunda büyük bir ustalık göze
çarpar. Bu ustalık derhal seyirciyi çeker, seyirci sanatkârı daha yakından
tanımaya uğraşır. Öteki eserlerini toplu halde görünce iş değişir. Çünkü
yalancının mumu yatsıya kadar yanmıştır. Müze yardımı ile bazı mevzuları ustaca
kıvıran ressam, müzenin imdadına yetişmediği mevzular karşısında devrimize has
acemiliğin damgasını yemiştir. Bazı resimlerdeki harikulade işçilikle bu
acemiliği bir türlü telif edemeyen seyirci bunalır, tiksinir, şüphelenir ve
ekseriya sanatkârlarla fena halde arası açılır.
Bugünün aklı
başında ressamları bile başlangıçta hepsi aynı hataya düşmüşler, fakat
ustalığın imkânsız olduğunu anlayınca derhal kendi imkânlarına dönmüşlerdir.
Zamanımızın en
kuvvetli ressamları sayılan Utrillo, Bonnard, Dufy, Picasso, Dürer, hep resme
ustaca başlamışlar, nihayet çıraklıkta karar kılmışlardır!.. Fakat ustasız,
çıraksız olmaz, diyeceksiniz. Bunlar yaptılar ve oldu!..
Bu
sanatkârların şahsında ustalık ve çıraklık, bir tek insanın malı oldu. Usta da
kendileri, çırak da...
İşin tuhaf
tarafı, onların her eserinde ustayı ve çırağı görmek mümkün oluyor. Ustalık
çıraklığı gizlemiyor. Çırağın yaptığı hataları, acemilikleri usta kapatmaya
çalışmıyor... Şöyle ki, bu ressamların bütün eserlerinde yalnız çıraklara
yaraşan tereddütler, zaaflar, halledilmemiş köşeler, mesela henüz boyanmamış
bir muşamba parçası, henüz niyet halinde müphem bir çizgi barınabiliyor. İşin
güzel tarafı, sanatkâr bunları gizlemiyor. Bu acemilikten utanmıyor. Bugünün
ressamı eskiler gibi seyirci karşısına yalnız bayramlık elbiseleri ile
çıkmıyor. Bu yüzden onun eserinin arkasındaki insanı, hatalarıyla, sevaplarıyla
daha iyi görüyoruz. Daha yakından tanımış oluyoruz. Eserin hemen yanı başında
sanatkârı bulmak! Bu iyi midir; kötü müdür? Münakaşaya değer. Fakat herhalde
devrimizin iyi ressamlarında tekerrür eden bir hususiyettir.
Eski Mısır’da,
Yunan’da, Roma’da herhangi bir eseri eşeleyiniz; altından doğrudan doğruya
sanatkâr değil, bütün bir devir ve bütün ailesi efradıyla bir anane çıkar.
Halbuki bugünün
ressamı ne kadar değişik membalardan beslenmiş olursa olsun, kendi yağı ile
kavrulmakta, kendi bacağından asılmaktadır!..
Az kalsın
unutuyordum. Bir de sahte acemilikler var! Acemiliğin para ettiğini görüp bu
role çıkan bir sürü ressam gördük. Bunlar büyük bir ustalıkla safiyane hatalar
işlerler! Bunlara “sahte safdiller” denilir. Ve bizim mesleği arapsaçına
döndürenler de bunlardır. Bunlardan ayrıca bahsetmeye değer.
Her ne hal ise,
bugün resim sergilerinde ağırbaşlı bir müze havasına bulanmış, her tarafı büyük
bir ustalıkla işlenmiş, özürsüz, kusursuz, tereddütsüz bir tablo görünce
herhalde şüphe etmek yerinde olur. Çünkü bu, ya körü körüne bir taklittir yahut
da her ne bahasına olursa olsun bir aslan postuna bürünme hevesi!
Büyük Doğu, 30
Kasım 1945
Usta-Çırak -1
Bir varmış, bir
yokmuş. Göklerde tayyare yerine tombalak melekler ve yeryüzünde lokomotif
yerine yedi başlı ejderhaların dolaştığı ve İtalya’nın henüz çizmeye
benzetilmediği zamanlarda, Roma’da ve Floransa’da büyük ressamlar türemiş. O
zamanlar artist kelimesi henüz icat edilmediği için büyük ressamlara sadece
usta ve onun atölyesinde çalışanlara da çırak derlermiş. Güneşe bile
pencerelerinde istavroz çıkarttıktan sonra yol veren loş atölyeler varmış,
atölyenin temizliği, hademelerden değil, bizzat çalışanlardan sorulur ve
ustaları geldiği zaman çıraklar el pençe divan dururlarmış. Her usta kendi
ustasından öğrendiğine kendi tecrübelerini katarak çıraklarını yetiştirir ve
kendisine sipariş edilen büyük birçok esere mesleğini tamamıyla kavrayan
çıraklarıyla beraber çalışırmış. Böyle bir esere kendi imzasını atabilmesi
için, ustanın çırağı yetiştirirken kendisine bir ömre mal olan şahsi
tecrübelerden hiçbirisini esirgemediği muhakkaktı. İçlerinde dehadan nasibi
olmayan çıraklar hayatları boyunca ustalarından öğrendiklerine hiçbir şey
katamadan onun eserini ve tesirini yapmaya devam edecekler. Fakat ustasından
öğrendiklerine kendilerini katabilen büyük kabiliyetler de onu aşacaklardı.
Michelangelo’lar, Greco’lar, Velâzquez’ler böyle yetişmişlerdi.
O zamanlar usta
çırağın belkemiği, yüzde doksan dokuzu idi. Ya şimdi? Usta denilen muhterem zat
18. asrın sonlarına nefyedildi. Ve
bütün
ressamların hayatları boyunca sadece çırak olarak kalmaları münasip görüldü.
Fakat ustasız,
çırak kalmak mümkün değildi. Aradılar ve kör, sağır, dilsiz bir usta buldular:
Tabiat! Onlara artık bütün sırları tabiat öğretecekti! Fakat bu yeni usta
dilsizdi: Beziryağmın ne olduğunu biliyor fakat ileride boyayı sarartacağını
bir türlü söylemiyordu. Sağırdı: Yolunu şaşıran genç çırakların, “İmdat!
Cankurtaran yok mu?” feryatlarını duymuyordu.
Kördü: otuz beş
bin tane ressam barındıran Paris gibi bir şehirde cayır cayır yanan bir sürü
istidat arasında ancak dört beş tane ressam seçebilmişti!
Bugün, 2 Aralık
1948
Usta-Çırak - II
Resim sanatı en
verimli çağlarını usta-çırak geleneğine borçludur. Bütün dünyanın şaheser diye
kabullendiği resimlerin hepsi ustadan çırağa geçtikçe gelişen, süzülen, durulan
eserlerdir. Sanat tarihinde bütün dünyanın ilgisini toplayan eserlerden hiçbirisi
bir tek sanatkâra mal edilemez. Şaheserler yolu bir ucunda çırak, ötekinde usta
bulunan çok uzun bir yoldu. Usta-çırak geleneği zamanımızda çok büyük
değişikliğe uğramıştır. Eskiden bu geleneğin özü şuydu: İşinde çok büyük bir
tecrübe edinmiş kimse, kendini etrafa kabul ettirmiş bir sanatkâr aynı işe
merak saran gençleri tezgâh başında doğrudan doğruya yetiştirirdi. Meraklı,
çocuk denecek yaşta ustaya çırak oldu mu “eti senin, kemiği benim” demekti.
Çırakta en ufak bir benlik, kişilik iddiası olamaz, yalnız mesleğinin
imkânlarını değil bütün dünyayı ustasının gözüyle, usta tezgâhının
penceresinden seyrederdi. Eski geleneğin belkemiğini kuran bu güven bugün
bambaşka bir alana dökülmüştür. Zamanımızın resim dünyası ustasız bir sürü
çırak ve çıraksız ustalarla doludur. Zamanımızda usta denilen ressamlardan
hiçbirisi eski anlamda çırak yetiştirmezler, onlara çırak yetiştirdikleri için
usta denmez. Sadece mesleklerinde gösterdikleri başarı yüzünden usta diye
anılırlar. Hemen hemen hiçbirisi doğrudan doğruya kendi atölyelerinde ders
vermez, kendi tezgâhlarına hiç kimseyi, en y .kın akrabalarını hatta çok
güvendikleri sanatkârları bile sokmazlar. Çırak yetiştirmemeye elbirliğiyle
yemin etmiş gibidirler. Böyle olduğu halde onların yüzlerini değil sadece
eserlerini görerek ötede beride yüzlerce, binlerce çırakları türer. Geçmiş
zamanların çıraklarıyla günümüzün çırakları arasındaki en önemli fark bu-dur.
Bugünkü çırak, masallarda, rüyalarına giren peri kızlarına tutulan delikanlılar
gibi herhangi bir dergide, bir müzede, bir sergide gördüğü resimle ustasına
âşık olur. Bazen ustasının adını bile öğrenmesi nasip olmaz. Nice çıraklar
tanıdım ki ustasının bundan üç yüz sene evvel yaşadığını duyunca şaşırıp kalır,
onun hayatını okuduğu zaman da şaşkınlığı bazen hiddete, bazen de müthiş bir
karasevdaya döner. Bazıları da dergilerde resimlerine hayran olduğu ustasının
aynı mahallede oturan tatsız tuzsuz bir kimse olduğunu öğrenir öğrenmez:
- Bırak Allah
aşkına, saçma sapan adamın biri, ben de onu bir şey sanmıştım, diyerek kendine
daha alımlı, çalımlı bir usta aramaya başlar.
Zamanımızın
resim dünyasında çok çeşitli resim tarzlarına rastlanması usta-çırak
geleneğinin tamamıyla başıboş kalmasıyla açıklanabilir.
Şiirde,
mimaride, nakış sanatının bütün kollarında, güzel el yazısında bütün dünyaya
nam salan Türk sanatkârlarının hepsi tam manasıyla bir usta-çırak geleneği
içinde yetişmişlerdir. Ünlü mimarlarımızın kendi eserlerinin yanında
ustalarının, biraz ötede de çıraklarının eserlerini görmek mümkündür. Asırlar
boyunca memleketimizde resim sanatının yerini tutan güzel el yazısı ele
alınırsa usta-çı-rak geleneğine dair bir destan yazılabilir. Nakış sanatımızın
yanı başında gelişen, onun bütün imkânlarından faydalanan, kâğıt üstünde, taş
üstünde, bakır üstünde ta köylerimize kadar yayılan güzel el yazısı mükemmel
bir geçim kapısı olduğu için usta-çırak geleneğine mükemmel bir örnek olabilir.
Bu sanat kolunda çırak, ustanın sadece el yazısını değil, alın yazısını da
benimser. Eli titremesin diye usta içki içmez, tütün kullanmaz. İşini bozacak
diye midesini fazla doldurmaktan korkar; sonsuz bir perhiz içindedir. Bir tek
harfi bir altına satılan usta, nefsine bu kadar eziyet eder de, toy bir çırak
aklına eseni yapabilir mi? Tütün, içki haddine mi düşmüş!..
Bizim nesil bu
geleneğin sonlarına yetişti. Altmışına gelmiş, saçı başı ağarmış bazı
hattatların kendilerinden beş on yaş ilerde bulunan ustalarına karşı
besledikleri saygıya şahit olurduk. Görülecek bir şeydi!.. Bizleri güldürecek
kadar mübalağalı, acayip hallerle dolu olan bu saygıda geleneğin bütün
durakları belli oluyordu. Onları birbirlerine bağlayan yalnız sanatları
değildi. Bir değil bin yerlerinden birbirlerine bağlıydılar! Bu bağların
belkemiğini “bismillah” kuruyordu. Ustası da, kalfası da, çırağı da mutaassıp
denecek kadar dindar idiler. Beş vakit namazın ötesinde bir sanat
tasarlamalarına imkân yoktu. Aynı geleneğin meyvelerini bol bol devşiren Avrupa
resim sanatında da din konusu; usta-çırak arasında, birleştirici bağların
dışında geliyordu. İtalyan Rönesansı’m ören ustalarla çıraklar arasındaki en
önemli konu İsa ve Meryem’di. Bütün heykeller, bütün tablolar, birinde erkek
ötekinde kadın vücudunu ele alarak, hep aynı tema etrafında dönüp dolanıyordu.
Hepsi de bu konuyu süs için değil inanarak, seve seve ele alıyorlardı.
Bugün resim
dünyasında birçok seyirciyi şaşırtan, ortaya bitip tükenmez tartışma konuları
atan, çeşitli çelişmelere, anlaşmazlıklara yol açan sebeplerin başında bu
geleneği ele almak lazımdır. Zamanımızda tamamıyla kendine has kurallarla bir
usta-çırak geleneği kurulmuştur. Yeni geleneğin çok verimli taraflarının
yanında, çok acayip, komik sonuçları da var. Geçenlerde kendini tamamıyla resme
vermiş, mesleğin kahrını çekmiş, tadını çıkarmış bir öğretmene rastladım. Sanat
hayatının yarısını, “resim konuyu taklit etmektir” yoluna saparak, yeni resme
tamamıyla arkasını dönüp geçiren bu öğretmen, neden sonra tuttuğu yolun
çıkmayacağını fark etmiş ve büyük bir cesaretle o güne kadar edindiği yarım
yamalak bilgilerden kurtularak tamamıyla bugünün olan resmi kabul etmişti. Eski
çalışma tarzı ona şöhret ve para sağlayabilirdi. Halbuki şimdi kabul ettiği
yolda para ve şöhret şöyle dursun, maytaba alınmak da vardı. Cesaretini hepimiz
takdir etmiştik. Matisse diyor, Picasso diyor, ondan ötesine topyekûn boş
veriyordu. Hele Picasso’ya toz kondurmuyor Picasso aleyhinde konuşanlara
anasına babasına küfretmişler gibi saldırıyordu. Sevgisini yalnız sözle değil,
yaptığı işlerden kendi kişiliğini atarak, yerine ustasından edindiğini bilgiyi
koyarak ispat etmeye çalışıyordu. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine
derken, bu cesur arkadaşı büyük bir telaş içinde gördüm: “Hayrola yahu, ne
oluyoruz?” dedim. “Sorma kardeşim!” dedi. “Bir yaşıma daha bastım. Dün akşam
Prof. Üçnokta’nın evinde bir sürü şair, muharrirle birlikte ruh çağırdık, ruh
geldi masaya üç defa vurdu, sorulara cevap verdi, bir aralık masa yerinden
kalktı. Hayretler içinde kaldım. Gözümle görmesem inanmazdım. Kim demiş ruh yok
diye, vallahi var, geldi masayı da bal gibi oynattı.”
Ben gülmeye
başlayınca, Picasso hayranı öğretmen fena halde içerledi:
- Sen
inanmayabilirsin ama başkalarının inancıyla alay etmek doğru değildir.
- Benim alay
ettiğim yok, sadece Picasso aklıma geldi de, hazır eliniz değmişken onun da
ruhunu çağırsaydınız. Ruh konusunda senin sevgili ustanın neler düşündüğünü
öğrenmek istemez miydin?
Öğretmen
arkadaşlar henüz ölülerin ruhunu çağırdıklarını, canlıların ruhunun da vücuttan
ayrılıp diyar diyar dolaşabileceğini duymadığını söyledi. Bununla beraber bu
konu üzerinde de incelemeler yapılmakta imiş!.. Ne tuhaf değil mi? Çok müthiş
bir iş için bir yere gitmek üzere yola çıkıyorsunuz, muzibin biri ta Meksika’da
kurulmuş ruh masasına, sizin ruhunuzu çağırıyor. Gel de çık bakalım bu işin
içinden.
Bu acayip
konuya bugünün çıraklarıyla ustaları arasındaki başıboş düzene mim koymak için
dokunduk, “ben ne derim, tamburam ne çalar” kabilinden, ustası Chopin çalar
Paris’te, çırağı samba oynar bilmem nerede. Ne usta eserinin denizler aşırı,
iklimler aşırı memleketlerde edindiği çıraklardan sorumludur ne de çırak
tamamıyla ters anladığı eserden. Usta, eserinden faydalanmasını bilen iyi
çırakların, şöhretine ve servetine ne kadar kattıklarını hiçbir zaman
öğrenemez. Eserini ters anlayanlar yüzünden de yediği küfürlerden tamamıyla
habersizdir.
Demin,
zamanımız çıraksız ustalar ve ustasız çıraklarla doludur derken bunları
kastediyorduk. Kısacası eski gelenekte ustanın kendisi eseri kadar ağır
basardı. Geleneğin ilk şartı usta ile çırağın aynı tezgâh başında nefes nefese,
burun buruna çalışmasından doğmuştu. Ustanın çırağı tam manasıyla yetiştirmesi,
sırası geldikçe mesleğin bütün sırlarını ona aşılaması her şeyden evvel kendi
menfaati içindi. Falanca tablonun, falanca siparişin bir an evvel teslim
edilebilmesi için bir değil bir sürü çırağın el emeğine ihtiyaç vardı. Boyanın
ezilmesinden tutun da, boyanacak yerin hazırlanmasını, bir insan ömrüne
sığamayacak kadar çeşitli vesikaların toplanmasını isteyen tarihi tablolardaki
özelliklere kadar çeşitli inceliklerden çıraklar sorumlu idiler. Leb demeden
leblebiyi anlayabilmeleri için ustalarından mesleğin bütün inceliklerini
öğrenmeleri şarttı. Meslek sırları bir elden ötekine o kadar büyük bir dikkatle
geçiyordu ki, usta ile çırağın işini ayırt etmek imkânsız bir hale geliyordu.
Bugün röntgen
ışığının kudretli gözleri sayesinde Avrupa müzelerindeki birçok tabloların
hangi ellerden çıktığını daha iyi anlıyoruz. Bir yandan fotoğraf adesesinin
insan gözünü aşan gücü, bir yandan kimya ilminin, fizik ilminin en ufak
zerrelerin mahrem taraflarına sokulması sayesinde birçok tablonun macerasını
daha yakından takip ediyoruz. Bunlar sayesinde birçok müzede bugüne kadar
falanca ünlü ustaya mal edilen eserlerin ondan çok daha önce veya çok daha
sonra yapılmış olduklarını öğreniyoruz. Medeniyetin kudretli gözleri istediği
kadar bu eserler arasındaki zaman farkını belirte-dursun, zaman ve kullanılan
malzeme (kâğıt, muşamba, yağ, boya) ne kadar değişik olursa olsun, elden ele,
ustadan çırağa geçen öz değişmemiştir.
Usta-Çırak -
III
Usta ile
çırağın tam ortasına kalfayı koyacaksın. Sonra prof., doçent, asistan
diyenleri, ille de böyle olması şart diye tepinenleri tefe koyacaksın.
“Sinan Usta”
sözü mü güzel?
“Prof. Sinan”
sözü mü?
Prof. Sinan
deyince benim aklıma (adı Sinan olanlar alınmasınlar) baba kılıklı, bozacı
kılıklı biri geliyor. Ustalık öylesine yakışıyor ki Koca Sinan’a... Profesörlük
komik kalıyor. Çok prof.’lar gördüm bu yaşıma dek ama bunların arasında
Sinan’ın pabucu olacağa rastlamadım. Avrupa’nın şusunu alacaksın, busunu
almayacaksın. Yağma mı var? Avrupa kültürü bir bütündür. Ya onu olduğu gibi
giyinirsin sırtına, ya çırılçıplak daltaşak dolaşırsın...
Tamam mı?
Tamam. Peki al sana perçemli bir Avrupalı... Hitler, Beethoven’in torunu, yahut
piçi. İkisinin de kan ve irin dolu içi. Avrupa’yı küt diye kabullenirken bu
haşmetli kasapları da mı çekeceğiz sineye? Yok öyle şey... Her bitki kendi
bünyesine lazım olanı seçiyor zifiri karanlık toprağın altında. Kundaktaki
çocuk duvarın kirecini yalıyor, ana sütündeki kalsiyum azaldığı zaman.
Prof. Sinan...
Doçent Sinan...
Usta Sinan...
Kalfa Sinan...
Çırak Sinan...
Ne güzel şeyler
duydum bizdeki usta-çırak geleneği üstüne. Hele hele mimarlarımız üstüne.
Erzurum’daki cami ustası, çırağının kendisini aştığını anlar anlamaz eline su
dökme geleneği. Hani şu “eline su dökemez” diye bir değer ölçümüz var ya...
Usta çırağın son işinde kendisini aştığını anlar anlamaz ibriğini çeker, alır
eline su döken çırağın elinden, “Sen beni aştın, eline su dökmek bana düşer,”
der. Ve yapar bunu. Çırak öylesine hayrandır ki ustasına, ondan o kadar çok şey
öğrenmiştir ki... Onu öylesine yüceltmiştir ki, ondan üstünü yoktur... Eee?.. Bu
üstün kişi onun eline su dökecek, kendini çırağından küçük görecek... Olmaz
böyle şey. Böylesi dünyada değer ölçüleri allak bullak olur. Ve çırak, ustanın
hayran kaldığı minareden kendini atar...
“At martini,”
der biri şimdi. Der ya... bu geleneğin nemene güçlü olduğunu bilmeyen, sezmeyen
atar martini... Vurur da, kanatır da...
Bir usta çırak
olayı daha... Bunlara hikâye demeye varmıyor dilim. Bunlar olayların içinden
süzülen olayların gülüdür. Bunlar dilimizin, halkımızın, sağduyumuzun
gülleridir. Ama ne yazık ki şimdi anlatacağım iki olayda doçentler yok. Yalnız
prof.’lar, asistanlar var. İsteyen olayın münasip tarafına bir doçent -KALFA-
yerleştirebilir. İlle de doçent olsun derse olayı doçentle asistan veya
prof.’la doçent arasına yerleştirir...
Sultan
Palamut’un başpehlivanı en son altın kemeri takanda çıraklarından birini fena
halde kışkırtırlar:
- Sen herkesi
yenmişsin. Ne fayda, hiçbir değeri yok bunun. Senin ustanın sırtını yere
getirmedikçe nafile. Kemer onda oldukça senin zehir gibi kuvvetinin beş paralık
değeri yok. Aklını başına topla. Başpehlivanlık kemerini almaya bak.
Çırak şaşırır:
- Ama o benim
ustam. Ne öğrendimse ondan öğrendim. Ben ona nasıl meydan okurum. O benim
velinimetim, babam sayılır.
Ama eloğluna
horoz güreşi lazım, boks maçı, futbol maçı lazım, heyecan lazım. Öylesine
kışkırtırlar ki aslan genci, sonunda güreş tutar çırak ustasıyla. İlk el ensede
sırtım yere getirir usta çırağının. Eşekten düşmüş karpuza dönen çırak rezil
olunca:
- Ama usta sen
bana bu oyunu öğretmedin ki deyince, şu cevabı alır:
- Evlat, yüz
oyundan doksan dokuzunu öğrettim. Sıra buna gelmişti. Ama sen biraz acele
ettin. Şu kadar yıllık geleneği rezil ettin. Şimdi zor öğrenirsin sonuncu
oyunu.
Bu olayı
herhalde çıraklar değil, ustalar ulaştırmıştır günümüze dek. Sahiden, çıraklar
için yayılacak olay değil...
Bir tane
daha... İkili...
Şeyhle mürit,
yani ustayla çırak. Anadolu’yu baştan sona yaya dolaşmaları şart. Karşılarına
koskoca bir ırmak çıkar. Çırak yüzme bilmez. Irmağı aşamazlarsa kurda kuşa yem
olacaklar. Şeyh:
- Sen arkama
düş, tutun. Ha bir “YA ŞEYHİM” de. Evvel Allah geçeriz karşıya...
Şeyh ya Allah
çeker.
Mürit ya şeyhim
çeker.
Irmağın
yarısını aşarlar. Ama mürit içinden:
- Ben de ya
Allah çekersem belki daha çabuk geçeriz bu belayı der.
Ama demesiyle
de suya batmaya başlar. O battıkça ağırlaşan şeyh:
- Evlat, ya
şeyhim demezsen ikimiz de batarız gideriz deyince ayılır da kurtarırlar paçayı.
Ben meslek
hayaümda, “Ya Şeyhim!” demesinden vazgeçtik, “Ulan senin ağzına sıçarım,”
diyenlere rastladım.
Battılar mı?
Yoo... Ne kendileri battı ne de şeyhlerini batırdılar. Ama bu arada bir şey,
çok küçük, minicik, mikroptan küçük bir şey battı gitti. Neydi o batıp giden,
kirlenen, yok olan? Bunun ne olduğunu erbabı bilir, arayan bulur...
Usta-Çırak - IV
Evvel zaman
içinde Nasrettin Hoca ile Keloğlan arasında ele avuca sığmaz vatandaşlarımızdan
birisine demişler ki:
- Bu gidişle
senin adam olacağın yok, eğer bir baltaya sap olmak istiyorsan birkaç kuruş
biriktir de ta Kafdağı’nın arkasında dersler vererek birçoklarını adam eden
hocaya başvur. Seni ancak o adam edebilir.
Adma Ali Cengiz
diyesim gelen Keloğlan yollara düşer, Kafdağı’nın ardındaki hocanın izini
bulur. Bir de bakar ki hoca efendi güzel bir ağacın gölgesinde mışıl mışıl
uyumakta, önündeki tarlada kan ter içinde yüze yakın genç de ha bire kazma
sallamakta.
Yoldan geçen
birisine sorar:
- Bu ağacın
altında uyuyan kim?
- Hoca, derler.
- Ya bu güneşin
altında durmadan çapalayanlar?
- Bunlar da
talebeleri.
Bizim Ali
Cengiz derinden, ya öyle mi der, gider ağacın dibinde gözüne kestirdiği bir
yere uzanır, güzel bir uyku çeker. Bir müddet sonra telaşla uyanır, ne görsün,
hoca efendi Azrail gibi başına dikilmiş, sormakta:
- Senin burada
işin ne?
- Size çırak
olmaya gelmiştim de... deyince hoca efendi küplere biner:
- Öyle ise
yağma yok, sırtla kazmayı, düş önüme bakalım, deyince Keloğlan:
- Yoo, hocam,
ben dünyanın ta öbür ucundan sizin çıraklarınızı değil, zatıâlinizi taklit
etmeye gelmiştim, der.
Bu hikâyeyi
duyalı on beş yıl oldu, böyle bir cevabın altından çıkacak hocaya henüz
rastlamadım. Şurası muhakkak ki usta, çırak için her zaman örnek olmalıdır.
Resimde, heykelde, mimaride İtalyan Rö-nesansı tam manasıyla bir usta-çırak
geleneğine bağlanmıştır. Bizde de tezyini sanat kollarının hepsinde ve mimaride
usta-çırak geleneği son zamanlara kadar devam edegelmiştir. Geleneği yaşatan en
mühim noktayı şurada aramak lazım: Hiçbir usta durup dururken çırak
ye-tiştirmemiştir. Yüzde yüz güvenebileceği, eline gözü kapalı iş teslim
edebileceği yardımcılara muhtaç olduğu zaman usta çırak yetiştirmek zorundadır.
Büyük çapta siparişler, bir kişinin hiçbir zaman altından çıkamayacağı işler
usta-çırak geleneğini yaşatmıştır.
Sanat tarihi
usta-çırak geleneğine dair çeşitli fıkralarla, hikâyelerle süslüdür. Hayatı
hakkında uzun uzadıya bilgi edinemediğimiz Giritli ressam Greco hakkında hoş
bir fıkra vardır: Uzun müddet Gre-co’nun atölyesinde çalıştıktan sonra hayata
atılan en iyi çıraklarından birine beş on gün sonra bir tablo sipariş ederler.
Çırak elli altın ister. Tabloyu beş on kuruşa yaptıracağım düşünen müşteri
çırağı haddini bilmezlikle suçlandırır, şikâyet için ustasına koşar:
- Daha dün
çıraktı, bugün elli altın istiyor, deyince ustası köpürür:
- Çağırın bana
şu küstahı der.
Çırak telaş
içinde gelir, usta:
- Bre saygısız,
ne istedin diye sorar. “Elli altın” cevabını alınca:
- Bundan böyle
bu boyda bir tabloyu yüz altından aşağı yaparsan gözüme görünme, der.
Eski ustalarla
çıraklar arasındaki bağ bir baba-oğul sevgisinden çok daha sıkı bir bağdı. Usta
hakkı kolay kolay ödenmez. Sarmısak yiyen kimsenin sarmısak kokması gibi çırak
ölene kadar usta kokardı. Ancak deha işe karışırsa bu kokuyu giderebilirdi.
Zamanımızda
belki kıyıda bucakta eskisi gibi usta-çırak geleneğini yaşatanlar vardır. Fakat
ortaya çıkmış olanlarda bu gelenek bambaşka kisvelere bürünmektedir. Bugün en
büyük bildiğimiz ressamların, heykeltıraşların, mimarların üzerinde ısrarla
durarak, “İşte bu benim çırağımdır, ne biliyorsam ona öğrettim, benim olmadığım
yerde ona güvenebilirsiniz” diyebilecekleri bir kimse yoktur. Büyük
sanatkârların hiçbirisi hiçbir atölyede hocalık yapmazlar. Bugünün resminin
piri sayılan Cezanne kendisine üstat diyenlere adeta küfreder-di. Hiç kimseye
doğrudan doğruya ders vermediği halde Cezanne kadar çırak yetiştiren, çok
çeşitli yaradılışta sanatkârlara yol gösteren bir ressama rastlamak güçtür.
Bundan yirmi sene evvel Paris’e resim tahsiline gittiğimiz zaman usta-çırak
geleneğinin çoktan tarihe karıştığından habersiz, çırak olabileceğimiz ustaları
beyhude yere arandık durduk. Sevdiğimiz ustaların çifter çifter atölyeleri
vardı. Fakat bu atölyelere modellerden ve çok yakın arkadaşlarından başka ancak
büyük zenginler tablo satın almaya gidebilirlerdi. Çırak yetiştirmek, bir ömür
boyunca yalnız kendi emeğiyle çırpındıktan sonra edindiği bazı bilgileri
başkalarına aşılamak, ne işlerine geliyor ne de hoşlarına gidiyordu.
Bir yandan ben
kimim ki başkalarına bir şeyler öğreteceğim düşüncesi, bir yandan da bana kim
öğretti ki ben başkalarına öğreteceğim hesabı usta-çırak kapısını sımsıkı
kapamıştı. Bizlere onların eserlerini sergilerde görmek, kendimize göre tefsir
etmekten başka yapılacak iş kalmıyordu.
Sabahtan akşama
kadar sergi sergi, müze müze dolaşıyor, başıboş gözlerimiz bir çağdan ötesine
konuyor, aradan yüzyılları silerek eski ressamlardan kendimize ustalar
ediniyor, daha onun çıraklığına başlamadan bambaşka bir asırdan birisine kul
oluyorduk. Aradan seneler geçti, günlerden bir gün bizim akademinin resim
bölümünün başına bir Fransız getirildi: Leopold Levy. Sene 1936. Levy beni
asistan olarak yetmişe yakın talebesi bulunan hazırlık atölyesine götürüyor.
Hatırası güzel bir aydınlık içinde taptaze duran sevgili hocamız Nazmi Ziya o
zamanlar bu atölyeye bakıyor. Bir aralık bana dönerek:
- Hadi bakalım
delikanlı, şu resmi de sen tashih et, dediği zaman gözlerimin karardığını
hatırlıyorum. Kimin olursa olsun bir başkasının resmine el sürmek bana yoldan
geçen bir adamın ensesine şamar atmak yahut damdan düşer gibi bir yabancının
yatak odasına dalmak kadar sakar geliyor. Nazmi Ziya merhuma:
- Çocukları
daha yakından tanımama müsaade ediniz, diyebili-yorum. Sıkıldığımı gören Levy:
- Öyle ise
müsaadenizle ben tashih edeyim, dedi. Hiç unutmam, Akademi’ye yeni gelmiş bir
talebenin Milo Venüsü’nden çizdiği resim karşısındayız. Yumuşak kömür kalemiyle
çizilmiş, daha doğrusu karalanmış, sonra lastikle bu karaltı üzerine aydınlık
benekler serpilmişti. Fransız büyücek bir bez istedi. Bezle talebenin kartonuna
kuvvetli bir şamar indirdi. Resim üstünde bir kömür tozu dumanıdır havalandı.
Fransız bu kara dumanı göstererek:
- Bakınız,
bütün bunlar gittikten sonra resminiz gene yerli yerinde duruyor, dedi.
Hakikaten ilk kömür çizgilerini emen beyaz kâğıdın üzerinde Milo Venüsü’nün ana
biçimleri güzelce görülüyordu. Levy bu desene elini sürmedi. Sadece bir saat
kadar ölçüp biçtikten sonra kâğıdın boş bir tarafına bir tek omuz başı çizdi.
Birkaç defa alçı heykelin omuz başını eliyle yokladı. Halbuki biz çok dolgun
bir maaşla hocalarımızın başına şef tayin edilen Fransız’dan böyle mütevazı bir
desen değil, adeta bir mucize bekliyorduk. Ondan bir saatte bir omuz başı
değil, birkaç saniyede, birkaç çizgide Milo Venüsü’nü canlandırmasını
istiyorduk. Hocalık babında Fransız’dan ilk mühim dersi o gün almış olduk. Levy
her türlü gösterişten, çalımdan, içe sindirilmemiş bilek ustalığından mümkün
olduğu kadar çekiniyor, bunu talebeye aşılamak için bir fırsat kaçırmıyordu. O
zamanlar gayet kolaylıkla resim yapan bir gence:
- Ben sizin
yerinizde olsam sol elimle çalışırdım, sağ eliniz vaktinden evvel usta
kesilmiş, dediğini hatırlıyorum.
Levy yüzde yüz
mecbur olmadıkça talebe resmine elini sürmezdi. Bu yüzden bir gün Çallı ile
çatıştılar. Çallı başımıza bir Fransız’ın şef olarak getirilmiş olmasına fena
halde içerliyordu. Ötede beride sarf ettiği biberi tuzundan baskın nükteler
Levy’nin ötesinde berisinde patlayıp duruyordu. Akademi’ye geleli üç dört ay
olduğu halde Çallı atölyesini görmediği için vekâlete vereceği rapor
gecikmişti. İyi bir ressam ve dürüst bir hoca olduğuna inandığım Levy’ye
Çallı’nın sitemi, Akademi talebelerine Avrupa kapılarını kapatmış olduğundan
ileri geliyordu. Hakikaten Levy hoca olarak ne kadar faydalı olduysa, o
geldikten sonra Avrupa’ya talebe gönderilmediği için, bir o kadar da ziyanlı
çıktık. Nihayet bir gün Çallı atölyesine girdik. Elçiye zeval olmaz derler, Fransız
söyleyecek ben de tercüme edecektim. Fakat bir de Çallı’nın söylediklerini
Fransızca ulaştırmak vardı. Çallı’nın Fransızca ile başı hoş değildi. Paris’te
devam ettiği gazinolarda garsonlara Türkçe öğrettiği rivayet olunurdu. Atölyeye
girdiğimiz zaman Çallı tashih etmekte olduğu resmi bıraktı. Bir başka resim
göstererek, bunu da Fransız’ın tashih etmesini istedi. Levy çocuğa birçok sual
sordu. Aldığı cevaplara dayanarak, bazı nasihatler verdi. Bunu gören Çallı bana
dönerek:
- Bre söyle şu
Fransız’a... Lafla peynir gemisi yürümez. Cesareti varsa alsın eline fırçayı
bakalım... demez mi? Korktuğum başıma gelmişti. Fransız telaşla Çallı’nın ne
söylediğini soruyordu. Ben sadece:
- Çallı resmi
fırça ile tashih etmenizi rica ediyor, diyebildim. Fransız:
- Aziz
meslektaşım Çallı’ya söyleyiniz, durup dururken bir talebenin resmine el sürmek
bir cinayettir, dedi.
Fakat Çallı
isteğini tekrarladı, elektrikli bir hava atölyeyi sardı, Fransız uzun uzadıya
fikrini açıkladığı halde Çallı’nın son sözü gene lafla peynir gemisinin
yürüyemeyeceği oldu.
Aradan çok
zaman geçti. Levy Akademi’de kimsenin resmine el sürmediği halde ilk sergisini
açtıktan sonra Akademi’de onun gibi ağaçlar yapan, çiçekler kabartanlar çıkmaya
başladı. İşin tuhafı Levy’nin şahsından ve eserlerinden hiç hoşlanmadıkları
halde, yetişmiş ressamlarımız arasında bile onun gibi çok az boya ile bulutlar,
ağaçlar, çayır çimen resmi yapanlar çıkmaya başladı. O zamana kadar çok kötü
ressamların tesiri altında kalanlar için bu tesir fena olmadı. Fakat üzerinde
durulması lazım gelen nokta bu değildi de Levy’nin hep kendinden başka
ressamların eserlerini örnek olarak vermesine karşılık gene etrafı tesiri
altında bırakmasıydı.
Geçenlerde
Beyoğlu’nda açılan “10’lar Grubu”nun sergisinde Çallı ile Levy’nin karşılaşmalarını
ne kadar isterdim. Akademi’den mezun 10 genç ressamımızın kurmuş oldukları bu
grupta her ikisinin
de torunları
diyebileceğimiz gençlerin eserleri teşhir ediliyordu. Her sene yeni katılan
arkadaşlarla bir kat daha kuvvetlenen bu grup arasında bugün Avrupa’nın en
kuvvetli sanat merkezlerinde alnımızı kabartacak eserler vardı. Ne yazık ki
zamanın azlığı, salonun bu gibi eserlere yeni yeni sahne oluşu, bu eserler
üzerinde uzun uzadıya durulmasına engel oldu. Hayata atıldıktan sonra en ufak
bir yardım görmeden peygambercesine diyebileceğimiz bir sabır ve sevgiyle
mesleklerine bağlanan böyle gençler çoğaldıkça devletin nihayet onlara el
uzatacağına inanıyoruz. En güzel çağlarını usta-çırak geleneği içinde idrak
edenlerin, sanat tarihimizde yepyeni bir anlayışla büyük çapta eserler
başarabileceğine inanıyoruz. Yeter ki sanatkârlarımızdan insanüstü bir dayanma
gücü istenmesin.
Cumhuriyet, 23
Mart 1952
Çalışma Temposu
Günde ortalama
sekiz saat tezgâh başında, meslek emrinde olacaksın. Bazen dört saate düşer bu,
bazen on sekiz olur.
Çalışmak ille
de fırça sallamak değil, kafa sallamak da değil. Tezgâh başında olmak, konuyu
duymak, konuyu incelemek, hatta konuyu yoktan var etmek.
Nasıl kurulur
bu düzen?
Nasıl oynanır
bu oyun?
Sanat bir
kişiyle oynanan en zor, en belalı, en keyifli oyundur, buyurmuş bizim Mernuş,
doğru söylemiş. Bu oyunun kuralları oynayana göre değişir.
Yeryüzünde ne
kadar sahici sanatçı varsa, bir o kadar da çalışma yolu vardır. Bu yollardan
beni açan, senin hiç işine gelmeyebilir.
Çalışma temponu
kendin bulacaksın. Belki gece çalışacak, gündüz dinleneceksin. Ressamın
dinlenmesi nasıl olur. Merak edilecek bir dinlenmedir bu. Benim tecrübem:
Dinlenme, yalnız bir işten memnun kaldığınız zaman esen mutlu bir rüzgârdır ve
ne yazık ki, çok az eser bu mübarek rüzgâr. Çalışan sanat adamı için “dinlenme”
diye bir şey yoktur, yok gibi bir şeydir. Sanatkâr çalışmadığı zaman
dinlenmeyen bir yaratıktır. Çalışmadığı zamanlarda kendinden iğrendiği için...
dinlenmek acayip, tatsız tuzsuz olur onun için.
Tatil günleri,
bayram günleri. Bunlar takvime yaraşır günler, saatlerdir. Çalışan sanatçı için
tatil diye bir şey olamaz. Bazı hanım evladan, çıtkırıldım, beyzade, paşazade,
zengin-zadeler, sanat mı, dinlenmek için biraz sanat yapmak şart, derler.
Doktor, “Biraz ciğerlerin zayıf, birkaç yıl sanat yap, dinlen” demiş. Al o
doktoru, vur o hastaya.
Sanat yorucu,
meşakkatli bir yoldur. Kolaydan hoşlanmayanla-rın yoludur. Üzerinde her seansı
dört beş saat süren, seksen seans (80x5=400 saat) çalıştığı bir tabloyu bir
saniyede silip süpüren ressam, deli değil sadece ressamdır.
Ve yine Mernuş
der ki: Ressam yaptığı kadar değil, bozduğu ölçüde ressamdır. Öyle elinden her
çıkan işin altına imzasını atanlar arasında iyi ressam görülmemiştir. Türk
resmi daha yüz yaşma girmedi. Bizde resme çalışma geleneği diye bir yol henüz
yok gibidir. Yalnız resim yapmakla hayatını kazanan ressamlarımız bir elin beş
parmağı ile sayılır. Ama bu küçük azınlık incelenirse, çevrenin büyük önemini
anlarız. Ressam resmini satamaz kolayca ama, hiç olmazsa çok küçük de olsa bir
ilgililer grubu şarttır. Bu beş on kişilik sahici resim dostu da olmasa ressam
söner gider. Ben dağ başına gider, yapayalnız sanatımla haşır neşir olurum diye
cart curt edenlere kulak asma.
Sanatçı
alçakgönüllüdür. Beş altı yaşında bir çocuğun işiyle ilgilenmesi onu
sevindirir. Tablosunu satan ressam ondan alacağı paranın değerinden çok,
eserinin bir işe yaramasına sevinir.
Yukarıda,
çalışma sadece boya karıştırma, boya sürme değildir dedik. Çevremizi büyük bir
sevgi ile inceleme, çalışmak demektir. Müzeleri turist gibi değil ressamca
dolaşma, not alma çalışmanın ta kendisidir. Büyük sanatçıların hayatını okumak,
dünyaca sevilmiş edebi eserleri okumak, dünyaca çalışmak demektir. Doğup
büyüdüğümüz memleketi, onun özelliklerini, yurdumuzun dünyaca tanınmış
köşelerini alıcı gözüyle incelemek, çalışmaktır. Boya kimyası, renklerin fizik
açısından incelenmesi, çalışmadır. Fotoğraf sanatının gelişimini, her çeşit
baskı çoğaltma tezgâhlarını incelemek, çalışmadır.
Gözle tadılan
bütün kardeş sanatlarla ilgilenmek, yapı, heykel, gravür, seramik, mozaik,
vitray gibi.
Resimde Konu
Bereketi
Romancıları
kıskanıyorum. Çünkü hayat bütün zenginliğiyle ancak romanda barınabiliyor.
Hayatımız bütün kiriyle pasıyla, ayağının çamuru ile romana dalabiliyor, orada
kendi evindeymiş gibi soyunup, dökünüyor. Musikinin sihirli çarkları arasında
olup bitenleri pek kestiremiyorum, fakat öten bülbül, anıran eşek, gündelik
hayatımızın ne kadar yanı başında ise, büyük musiki de bizden bir o kadar
uzakta olup bitiyor.
Bir sıçrayışta,
bir çırpıda, bir nefeste hayattan uzaklaşmak mı istiyorsunuz? Derhal musikinin
büyük kanatları ortasına gömülün.
Şiire gelince,
şiirin imbiklerinden de hayatımızın yalnız kıvılcımları süzülebiliyor;
saniyelerin, anların baş döndürücü süratinden can havliyle kurtarılmış
kıvılcımlar! Zaten bu ateş parçalarının süratine şairin dili ayak uydurabilir.
Bu kıvılcımları
bütün insanoğulları yer yer, vakit vakit duyar. Onların aydınlığında, hayal
meyal bir şeyler görür gibi oluruz. Şair işte bizim bir vehim halinde
sezdiğimiz bu aydınlığı yakalar, can evinde saklar, billurlaştırır. “Ne
sihirdir, ne keramet, el çabukluğu marifet” sözü zamanımızın bütün sanat
adamlarınca küçük görülegelmekte-dir. Fakat ne kadar inkâr edilirse edilsin,
böyle bir marifet olsa gerek. Şiirin, resmin, heykelin, musikinin bu
marifetlere aşina olduklarına aklım yatıyor.
Resimde
Delacroix’nın şu sözünü hatırlıyorum: “Eğer bir ressam dördüncü kattan
kaldırıma düşmekte olan bir kimsenin resmini çizecek kadar eline çabuk değilse
hali haraptır!” Bu söz ne kadar mübalağalı olursa olsun, her ressamın yüreğinde
yer eden bir gerçeğin ifadesidir.
Romancıyı
kıskanıyorum. Çünkü onun sanatın cambazlık tarafıyla bizim kadar alakası yok.
Onun elinde hayat kadar geniş imkânlar var. O bizim gibi odasının kapısına
kendi eliyle, “Buradan içeri yalnız renkler, şekiller girebilir” yazıp, geri
kalanları öteki sanat kollarına havale etmiyor. Romancı, kapısını ardına kadar
açmış, bütün dünyayı cömertçe davet ediyor:
- İnsanlar,
hayvanlar, otlar, böcekler dertler, şarkılar, hepiniz gelin! Ayrı ayrı veya hep
birlikte. Hepinizin başımın üstünde yeri var. Hepinizi ayrı ayrı ağırlayacak
sayfalarım da var.
Romancı bütün
bir hayat parçasını bir tek eserde barındırabili-yor. Bizim bir sergi dolusu
tablo ile anlatabileceğimizi romancı bir tek kitaba sığdırabiliyor. Halbuki
resim sanatı “bize kâinatı bütün teferruatıyla sevmeyi kendisi öğrettiği halde”
biteviye arkamızdan gelerek şöyle sesleniyor:
- Her şeyi
sevmene bir diyeceğim yok ama her kuşun eti yenmez, her şeyin resmi yapılmaz!
Fırçanı paletine göre uzat! Mesela çırılçıplak bir gökyüzü resmedemezsin!
Üzerinde en ufak bir renk veya nakış cümbüşü olmayan dümdüz bir mavilik
resmetmek neye yarar? Bu mavilik, günlerden bir gün Tolstoy’un romanlarında
harikulade bir parça olabilir. Sen de istersen bu maviliği bir gün bir tarlanın
üzerine asabilirsin. Fakat yalnız başına, çırılçıplak bir mavilik resmin malı
olamaz.
O gün bugün
bütün ressamların duası hemen hemen şudur:
Bulutlar eksik
olmasın gökyüzünden, Ödümüz patlıyor çırılçıplak gökyüzünden.
Bu gökyüzü gibi
bize doğrudan doğruya gözümüz vasıtasıyla sunulmuş olduğu halde fırça
değdirmeye cesaret edemediğimiz daha ne kadar çok konu var! Renk ve şekillerde
dondurmaya veya bir nakışın içerisinde hapsetmeye en kabadayı ressamların bile
yelteneme-dikleri tesadüfi ışık oyunları, kaşla göz arasında kaybolan yüzler,
her Allahın günü evimizin yolunda rastladığımız, bir daha ömrümüzün sonuna
kadar göremeyeceğimiz yüzler, hareketler, nakışlar... Bunlar ressamın zevkinden
gözüne sıçrayanlar. Bütün bunlara başımızın öteki deliklerinden girip, biteviye
aynı zevkin, aynı hazzın üstüne çullanan tesirleri düşünün! Seslerin,
kokuların, tatların, temasların getirdiği dünyayı, bunların muzipliklerini,
azizliklerini şöyle bir tasarlayın! Bütün bunları yalnız renklerle, çizgilerle
anlatmak isteyişimizdeki kahramanlığı düşünün! Gözümüzün önünde derhal Don
Kişot’un değirmeni canlanacak, sanıyorum. Don Kişot’un dedim de aklıma geldi.
Romancıyı nasıl kıskanmam? İşte size bir roman: Don Kişot!
Cervantes’in
biricik romanı! İşte bir roman ki muharriri ortaya bütün dünyasını
yerleştirmiş, ondan sonra rahat ölmüş! Bana bir tek ressam gösterin ki bütün
varını yoğunu böyle tek bir esere hapsetmiş olsun! Bir tek heykelci, bir tek
musikici gösterin ki yalnız bir Don Kişot yazmış ve ona:
- Hadi tosunum,
seni yapayalnız şu dünyaya salıveriyorum. Sen tek başına beni ve kendini koru!
diyebilmiş.
Yalnız
Cervantes’in Don Kişot’u değil, büyük muharrirlerin romanlarından bir tanesi,
mesela Gogol’ün Ölü Ruhlar’ı, Dostoyevs-ki’nin Aptal’ı, Balzac’ın Goriot
Baha’sı. Bu kitaplar yalnız başlarına çok uzağa gidebilirlerdi demin de
söylediğim gibi. Çünkü hayat bütün zenginliğiyle bir tek romanda barınabiliyor.
Konu kıtlığından şikâyet eden ressamlara her zaman hayretle bakakalmışımdır.
Bence bir ressamın en büyük derdi konu bolluğudur. Her ressamın boyuna
paletinin eşiğini aşındıran inatçı konuları vardır. Bunların şerrinden
kurtulmak, yeni konular arasından üzerinde huzurla durabileceği özlü konuyu
seçmek; ressamın çalışmalarına çekidüzen veren, onu huzura kavuşturan bir
konuya bütün varlığıyla sarılması olsa gerek. Fakat başka konuların vaat dolu,
umut dolu tekliflerinden vazgeçmek, onları hiç olmazsa sıraya koymak ne kadar
güç oluyor!
Bir sene önce
yenilenmiş, fakat her nasılsa el değmemiş konular, birdenbire kendinden çok
önde duranların üstünden aşıp, parmağınızın ucuna kadar gelir, sizden hesap
sorarlar. Çoğu zaman, o anda üzerinde çalıştığınız resmi burnunuzdan
getirirler. Bazen de aksi olur; çok eskiden ihmal edilmiş bir konu, birdenbire
kendini büyük bir şiddetle hatırlatır. O anda yaptığımız resme can katar. Fakat
bu ne kadar nadirdir!
Yahya Kemal’in
bir şiir üzerinde yıllarca duruşuna hayran kalmamak mümkün müdür? Şair
duygularını “her dem taze” tutabilmek için onları acaba hangi bakraçlarla,
hangi kuyulara sallandırıyor? Birbirlerine taban tabana zıt duyguları her zaman
işlemeye hazır bulundurmak için onları birbirinden ayrı, sımsıkı kaplarda nasıl
saklıyor? Gerçekten bu bir sanat adamında imrenilecek mühim hususiyetlerden
biridir. Duymak yetmez; onu son şekli bulana kadar sım-sıcak, sımsıkı
saklayabilmek, benzer duyguların şerrinden korumak! Bu bekçilik sanıldığı kadar
kolay değil.
Hele zamanımız
bu bekçiliği boyuna baltalayan fırsatları yaratmakta eskiye nispetle çok daha
insafsız davranıyor. Medeniyetin adım başı gündelik hayatımızı paramparça eden
cilveleri biteviye bizi sarsıp duruyor. Bu sarsıntı o kadar kökten, o kadar
derinden ki Yunus Emre ile Greta Garbo, Karacaoğlan ile Michelangelo, Köroğlu
ile Andre Gide aynı anda birbirleriyle sarmaş dolaş oluyorlar.
Hafızanın çelik
muhafazaları içerisinde sımsıkı saklamaya çalıştığımız, üzerine titrediğimiz
çeşit çeşit duyguları çok defa bu sarsıntıdan koruyamıyoruz. Çelik kutular
karpuz gibi yarılıyor. Üzerine titrediğimiz hatıralar çekirdek gibi serpiliyor,
onmadık tohumlarla karışıp çiftleşiyor.
Ülkü Dergisi,
16 Temmuz 1944, sayı 68
Dinç ve Yorgun
Kararlar
Çalışırken bizi
en çok şaşırtan ölçülerden biri de ne oluyor, biliyor musunuz? Çok dinç,
sevinçli günlerde verdiğimiz kararlarla, yorgun ve bitik anlarımızda verdiğimiz
kararlar arasındaki uçurum. Bazen durup dinlenmeden on sekiz saat bir resme
çalıştığımız olur. Üç dört metrekare kaplayan bir resim bu kafa yorgunluğuna
eşit bir vücut yorgunluğu ekler. Böyle bir on sekiz saat içinde hep aynı resim
üç dört kılığa girebilir. Kötü günlerimizden birisine çatmışsa, böy-lesine bir
çalışma bizi son zerremize kadar tüketir. Ne gözümüzde nur kalmıştır artık, ne
dizimizde takat. Bu durumda yaptığımız iş üstüne yüzde yüz sağlam bir karar
vermemiz mümkün müdür? Böy-lesi bir meydan savaşından sonra en az yirmi dört
saat tam manasıyla dinlenmeden verilecek değer yargısı yerinde olmuyor.
İzmir’de
Halikarnas Balıkçısı anlatmıştı:
- Çok sevdiğim
insanlarla şişelerce içki içtikten sonra geç vakit eve döndüğüm olur. En ufak
bir yorgunluk duymadığım için kafamda cıvıl cıvıl kaynaşan konuları yazmaya
başlarım. Gün doğana kadar sürer bu. En iyi yazımı yazdığıma eminimdir. Sonra
yorgun, serilir uyurum. Uyanır uyanmaz ilk işim, gece yazdıklarımı okumak olur.
Hayretler içinde kalırım. Bir sürü deli saçması. Çoğu zaman hepsini yırtarım.
Renoir, “Bir
ressam bitirdiği işi yargılamadan önce iki ay beklemeli,” dermiş.
Klasik
İster
başıbozuklardan, ister meslekten olanlardan olsun, klasik kelimesini tam
yerinde kullananlara az rastladım. Kurşunkalemle iki tane fotoğraf büyütmüş
başıbozuğa ne tarzda çalıştın diye sorarsanız, gözünü kırpmadan klasik der.
Bunun en yürekler acısı örneğine 1960 yılında Madrid Güzel Sanatlar Okulu’nu
gezerken şahit oldum. Bizi resim atölyelerine gezdirmeye götürecek öğretmene
okulda tutulan yolun ne olduğunu sorunca şıp diye şu cevabı aldım: “Klasik.”
“Eh,” dedim
içimden, “koskoca Velâzquez’lerin, Greco’ların, Go-ya’ların memleketlerinde de
klasik resim yapılmazsa nerede yapılır?” Ama atölyeleri gezerken şaşırıp
kaldım. Öğrenciler, ortanın altında bir fotoğraf anlayışı ile yarım yamalak
taklide dayanan işler çıkarıyorlardı. Klasiğin soysuzuna bizim memlekette
“akademik” denir. Ama akademikler arasında da domuzuna bir taklidi büyük bir
sabırla başaranlar görülmüştür. Madrid okulunda gördüğüm ne şu ne bu, felaketti
ve adına klasik deniyordu. Klasik deyimi bizde de hâlâ yanlış bir anlamda
kullanılıyor.
“Ben klasik iş
yaparım” diyen adam kendi eliyle kendi boynuna komik bir madalya asmış oluyor.
Bir eserin klasik olması demek, onun her şeyden önce bütün dünyaya mal olması,
bütün dünyanın sevgisini, saygısını toplaması demektir. Dilimizde çok hoş bir
deyim vardır:
“Bütün eskilere
rağbet olsaydı, bitpazarına nur yağardı.”
Bize kadar
uzanan eskiler arasında öylesine, öylesine köksüz işler gördük ki, bunlar
eskidir diye bağrımıza basamazdık.
Bu iş bilmem
hangi yüzyılda yaşayan Sultan Palamut’un kılıcıdır diye hantal bir demir
parçasına klasik damgasını vurmak kimin haddine.
Resimde eski ve
yeni ayrımı vardır derken dayandığımız gerçeklerden biri de şu: Adı klasiğe
çıkmış ustaların zamanında yalnız ustadan çırağa aşılanan bilgiler bugün başka
kaynaklardan geliyor. Günümüzün ün salmış ressamlarının çırak yetiştirmekten
ödleri patlıyor:
- Ben şu kadar
yıl kendim aradım, kendim buldum, o da kendi arasın, bulsun.
Vaktiyle
Avrupa’da resim alanında kök salan usta-çırak geleneğinin benzeri bizde şu
alanlarda vardı: mimarlıkta, şiirde, nakışta, türkülerde, sazda. Bu alanlarda
da sanatçı:
- Bu benim
çıraklık işimdir, bu benim kalfalık, ustalık işimdir, der.
Ama bugün
Avrupa’da, Amerika’da resim sanatını ciddiye alan başka ülkelerde:
- Bu tablo
çıraklık işim, bu tablo da benim ustalık işim diyene rastlayamazsınız. Çünkü
son elli yıl içinde resim alanında ne usta kaldı ne çırak ne de başlangıçla son
arasında kesin bir fark.
Eski ve yeni
ayrımını yaparken dayandığımız gerçeklerden biri de bu usta-çırak geleneği
düzeninin yok oluşudur.
Klasik
kelimesine acayip bir anlam katan bir olay daha var:
Caz müziği yeni
resimle yaşıt sayılır. Yani ikisi de son elli yılın ürünleri. Hepimizin
kulağına çalınmıştır. Louis Armstrong, Duke Elling-ton, Nat King Cole. Bunlar
caz sanatının klasikleri sayılır.
Demek bir
sanatçı hem yeni hem klasik olabiliyor. Son elli yılın en ünlü ressamlarından
yeni resmin halası sayılan Cezanne için de bugün klasik diyebiliyoruz. Yeni
resmi büyük ölçüde yayan, dünyanın her bucağında hayranları bulunan bir Van
Gogh, bir Gauguin, bir Matisse, bir Picasso klasiklerin arasında yer
alabiliyor. İşte eski ve yeni resim ayrımı bu noktada sarpa sarıyor. Bir
sanatçı hem yeni resmin öncüsü olacak hem de klasik olacak! Burada şu noktanın
altını çizelim. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki bundan beş yüz yıl önce bir ülkeden
bir başkasına yüzyılda ulaşan şöhret veya bilgi bugün radyonun, televizyonun,
sinemanın, fotoğrafın, kitabın, baskı işlerinin sayesinde birkaç saniyede
ulaşabiliyor. Klasik dediğimiz eserde “bütün dünyanın malı olma gücü” en büyük
özellik sayılır. Günümüz “bütün dünyanın olabilme” özelliğini büyük bir süratle
sağlıyor. Bugün falanca kişi falanca memleketin en ünlü ilim adamıdır, en ünlü
sanatçısıdır, en ünlü sporcusudur sözü hiçbir şey ifade etmiyor. Türkiye’nin en
büyük şairi misin, kimin umurunda, dünyanın en büyük şairi olacaksın.
Türkiye’de üç adımı şu kadar atlamışsın, kimin umurunda, bütün dünyanın
atladığı alanda en uzun atlayacaksın.
Bir
Michelangelo büyük klasikler arasına yerleşmek için beş yüz yıl bekledi, buna
karşılık bir Van Gogh yirmi beş yıl içinde onun yanı başına geldiyse bu birinin
ötekinden daha güçlü olduğunu değil sadece son yüzyılın özelliklerini belirten
ilginç bir gerçektir.
Esrarını
Mesnevi’den aldım
Çaldımsa da
miri malı çaldım Fehmetmeye sen de himmet eyle Ol gevheri bul da sirkat eyle.
Şeyh Galib’in
bu şiirini okuyalı en az otuz beş yıl geçti aradan. Her geçen yıl, bu öğüdü bir
kat daha değerlendirdi. Bizim kuşak için açık seçik olan bu şiiri bugünküler
için biraz daha açalım: “İşin sırrını Mesnevi’d&n aldım, çaldım ama
herkesin olanı çaldım. Sen de bunu anlamaya çalış. Herkesin mah olan o
mücevheri buldun mu hiç durma, al, sıvış.”
Picasso’da,
Klee’de herkesin mah olanla, yüzde yüz kendilerine has olanı ayıklamak bir
polis romanı okumaktan daha meraklı olsa gerek. Bu büyük ustaların her ikisi de
eşlerine az rastlanılır bir müze, koleksiyon kurdu. Bugün dünyanın bütün
köşelerinden Avrupa’nın ayağına kadar gelmiş, gözle tadılan ne kadar sanat
eseri varsa, hepsini bildikleri muhakkak. Meşhur bir Alman doktorunun dünyaca
tanınmış deli resimleri ve çocuk resimleri koleksiyonundan en çok
bu büyük
ustaların faydalandığı söylenir. Deli resimleri bir yana, bugünün resim
dünyasında çocuk resmi diye bir durak var. Buna resmin bahçesine yeni eklenmiş
bir fide, bir fidan diyebiliriz. Dünya kuruldu kurulalı çocuklar resim
yapıyorlardı. Ama bunlarda bir lezzet, bir değer olduğunu “yeni resim”
anlayışına borçluyuz. Mağara devrinden bu yana vahşi kabile sanatında, kıyıda
bucakta kalmış sahipsiz halk sanatlarında biz hep bu çocuksu lezzeti bulduk. Bu
tadı ressamca incelediğimiz zaman ünü dünyaya yayılmış ressamlarda
bulamadığımız değerler bulduk. Başına buyruk çizgiye, hiçbir renk tadı vermeden
yaşayan lekeye, tek başına kendini savunan renge bunlarda rastladık ve
altlarında imza, başlarında kişilik olmadığı için dilediğimiz gibi faydalandık
bunlardan. Ama bütün mesele bu faydalanma yolunda. Eğer bu faydalanma sadece
bir taklide dayanıyorsa, adını bile etmeye değmez. Ama bu faydalanma Şeyh
Galip’in dediği gibi herkesin olanı arayıp bulma gücüne dayanıyorsa, başımızın
üstünde yeri var.
Resimde Eski ve
Yeni
Eski
ressamların eserlerini gitgide artan bir hayret ve takdirle tetkik ediyorum.
Hele bu son üç sene bu tetkiki daha ileri götürmek istedim. Çünkü bizim birçok
şaheser karşısında duyduğumuz hayret ve takdir çok defa gözlerimizi
kamaştırıyor ve bu yüzden onları tam manasıyla incelemeden geçiriyoruz.
Kitaplar ve dergiler bize biteviye kıyıda bucakta kalmış müzelerden yeni yeni
köşeler, eserler sunuyorlar. Bunlardan birisine karşı gösterdiğimiz hayranlık
ve muhabbet henüz soğumadan bir başkası dikkatimizi çekip alıyor. Böylelikle bu
eserleri hiçbir zaman soğukkanlılıkla tetkik etmek fırsatını bulamıyoruz.
Halbuki bize bu kadar sıcak bir heyecan veren bu işler ne büyük bir
soğukkanlılıkla yapılmış, ne kadar ölçülmüş biçilmiş şeyler. İnsan bunun
farkına ancak hayranlık devresinden kur-tulabildiği zaman varıyor. Hayran
olmak, âşık olmak harikulade bir şey, fakat bir şeyler öğrenmek isteyen bir
kimse için yalnız hayranlık ve aşk yetmiyor. Öğrenebilmek için eşyayı ve
hadiseleri sadece hayranlığın altın yaldızlı ışığı ile değil, hakikatin
ekseriya kör kandilleriyle aydınlatmak gerekiyor. Ne demek istediğimi bir
misalle anlatayım: Seninle Avrupa’da bir sürü müze dolaştık. Candan gelen ahlar
ve oflarla birçok şaheser önünde yandık tutuştuk, fakat bütün bu hayranlık boyunca
bir gün o resimlere daha çok yaklaşarak onların hangi malzemeyle yapılmış
olduğunu merak etmedik. Müzelerde gördüğümüz resimler arasında en çok
sevdiklerimiz muşamba üzerine mi, yoksa tahta üzerine mi yapılmışlardı? Bize o
zaman birisi böyle bir sual sormak cesaretini gösterse, ona derhal çok
yüksekten bir tonla:
— İşin orası
bizi alakadar etmez, derdik. Biz okuduğumuz kitabın kâğıdına takılacak değiliz.
Kitabın iyi veya kötü olması bahis mevzuu olabilir, vs... gibi bir araba laf
yetiştirir ve böyle bir suali lüzumsuz, yersiz sayardık. Halbuki insan işin
içine girdikçe aynı sual bir gün kendiliğinden soruluyor ve biz bu suale cevap
verebilmek için oldukça zorluk çekiyoruz. Falanca tablo tahta üzerine
yapılmıştır diyoruz, fakat ne tahtası üzerine? Meşe mi, ardıç mı, ıhlamur mu?
Bir meraklı, ıhlamur diyor. Fakat herhalde doğrudan doğruya ıhlamur tahtası
değil. Üzerine bir şeyler sürmüşler... Burada rivayetler çeşitli; muşamba
bahsinde aynı sualler. Ve nihayet muşamba yapılan bezin cinsiyle onu muşamba
haline koymak için kullanılan malzemenin nevi bizce tamamıyla meçhul.
Şaheserlerin
doğuşunu tetkik ederken daha muşamba ve boya bahsinde meçhullerle
karşılaşıyoruz. Halbuki bu, işin en basit tarafı. Halbuki biz bu bahse resme
başladıktan on beş sene sonra mı temas etmeliydik? Bütün bunlar resme
başlamadan önce halledilecek basit malzeme meseleleri değil miydi? Bu başka bir
bahis. Evet, daha malzeme bahsinde eskilerle aramızda oldukça mühim bir boşluk
açılırsa, ondan sonra resim sanatının bir sürü çapraşık meselelerini nasıl adım
adım takip edebiliriz?
Bu son üç yıl,
hep bu sualler zihnimi tırmalayıp durdu. Mademki bütün zevkimizi bize onlar
bağışlamışlar, bize iyi resmi kötü resimden ayırt etmek fırsatını onlar
vermişlerdi, onları sonuna kadar tetkik etmeye mecburduk. Fakat bütün
gayretlerimize rağmen eskiler bize hayranlık ve takdir kapılarından başka bir
tek ipucu vermiyorlar. Onları gittikçe artan bir sevgiyle seyredeceğiz. Fakat
onların nasıl olup da bu olgunluğa eriştiklerini hiçbir zaman elle tutulacak
bir şekilde görüp anlayamayacağız. Çünkü onlar, eserlerini zenginleştiren bütün
bilgileri, mesela insan vücudu teşrihi ve akıllara hayret verecek kadar sağlam
desen anlayışlarıyla mücehhez devirlerini sürükleyip götürmüşler ve üzerine
asırların sağlam kapılarını sıkı sıkı kapatmışlar. Resimde eski, yeni yoktur;
yalnız iyi ve kötü vardır, diye çok toptancı konuşanlar arasına bir aralık biz
de katılmıştık. Fakat bugün bu iddianın ne kadar geniş bir sahaya yayıldığını
ve ne kadar hudutsuz ve şekilsiz olduğunu düşünüyorum. Zaten şu son zamanlarda
bütün sanatlara teşmil edilen sözlerden ödüm kopuyor. İşte Ult-raseptil gibi
bir söz; her derde deva. Daha doğrusu her kapıyı açan bir maymuncuk. Münakaşa
sahalarına bu türlü maymuncuklarla girenlere adım başı rastlamak mümkün. Bütün
sanatlar hesabına söylenmiş ve hepsine de yakıştırılmış bu gibi sözler
maymuncuk gibi bütün kapılara uyduğu için eline bunlardan bir tane geçiren,
hakkı olmadan vakitli vakitsiz sanat kapılarından içeri dalıyor ve ortalığı
birbirine katmaktan başka bir iş görmüş olmuyor.
Eski resim
hiçbir zaman bir tek sanat adamının eseri sayılamazdı. Eski resim, ustadan
çırağa, nesilden nesile, sıcağı sıcağına aşılanan tecrübelerin sayesinde
mükemmele vardı. Usta-çırak geleneğinin kaybolmasıyla resim sanatı da bir
aralık bütün imkânlarını ve tesir sahalarını kaybetti. Yeni resim, sanat
adamının tabiatın ve müzelerin önünde yapayalnız kalmasından doğdu.
Eski ressamı
muhiti yetiştirir, muhiti besler, muhiti yapardı. Yeni ressam muhitini yapmaya,
muhitini yetiştirmeye, beslemeye, kısaca kendi seyircisini kendisi icat etmeye
başladı. Cezanne’dan önce Cez-anne tiryakileri yoktu. Fakat Raffaello’dan önce
Raffaello’nun seyircileri hazırdı.
Yeni resimle
eski resim arasındaki farkları birer birer sayıp dökmeye niyetim yok. Fakat
resim sanatının eski ve yeni diye ikiye bölünmesindeki faydalar üzerinde durmak
istiyorum.
İlkin, resmin
eskisi yenisi olamaz, güzeli veya çirkini olur derken, tabiatla sanat eserini
birbirine karıştırıyoruz. Yani herhangi bir tabloyu tabiat gibi meçhul bir
kuvvetin elinden çıkmış farz ederek sanat adamı üzerinde düşünmeyi yersiz
buluyor doğrudan doğruya eseri ele almış oluyoruz. Resim sanatının kulis
tarafını merak etmeyenler, içyüzünü hesaba katmayanlar, herhangi bir tabloyu
böyle mütalaa edebilirler. Onu tabiatın bir lütfü olarak kabul edebilir, bir
karanfil gibi koklayabilirler. Fakat bir ressam için böyle olması hiç de
hayırlı değil. Çünkü ressamın eserden çok, sanat adamını tanıması gerekiyor.
Çünkü bir tabloyu kopya etmek, bir sanat adamının çalışma tarzım benimsemekle
mümkün oluyor. Fakat bir sanat adamını tam manasıyla kavrayabilmek için onun
eserini değil, hayatını benimsemek gerekiyor.
Sevdiğimiz bir
ressamın hayatını benimsemek, aynıyla onun gibi yaşamak, onun gibi sevmek! İşte
bütün mesele burada. Bunu ne derece yapabiliyoruz? Eseri taklit etmek kolay,
fakat bütün bir ömür taklit edilebilir mi?
Mesela biz
bugün El Greco’yu deli gibi seviyoruz. Aklımıza estiği zaman modellerimize onun
pozlarını verdiriyor, onun elbiselerini giydiriyoruz. Onun dekorlarına akıl
danışıyoruz. Ve böylece yaptığımız resimlere bakan, “Tıpkı Greco!” diye hayret
ediyor. Fakat bir çiçekle bahar olur mu?.. Haydi onun ömrünü taklit etmeye
yeltenelim, fakat ne mümkün! Bu hayatın bir çeyrek saatini yaşamamıza imkân var
mıdır? Greco için, “Eğer o, ressam olmasaydı, diğer Haçlılar’a karışır, İsa
uğruna boğuşurdu,” diyorlar. Greco bütün mevzularını İsa’nın hayatından almış,
sapma kadar mutaassıp bir Hıristiyan’dı. Mevzularını yalnız siparişlere borçlu
olduğu için İsa’ya peşkeş çekmemişti. Onu anası, babası gibi sevdiği
muhakkaktı. Onun için İsa ve Meryem mevzuu sadece bir resim yapma vesilesi
olamazdı.
Bu dini
mevzular onun için bir vesile değil, bir gaye olmuştu. Biz bugünkü sanat
adamının faaliyetini ancak tabiat sevgisi ve sanat muhabbetiyle izah
edebiliyoruz. Halbuki El Greco’da bu iki cevherden başka bir de din ve iman
aşkı vardı. Ve bu aşk onun iliklerine kadar işlemişti.
Şu halde
dostum, Greco ve benzerleri gibi büyük ustaların yalnız eserlerinin tesiri
altında kaldıkça, hayatımıza onların hayatının çeşnisini veremedikçe, onlara
eski demeye ve ister istemez yeni olmaya mecburuz.
Geçenlerde
elime Rembrandt’a ait bir kitap geçti. Kitabın başında Rembrandt’ın
hocalarının, sonunda da onun tesiri altında kalanların resimleri vardı. Yani üç
nesil, Rembrandt’ın hocası, kendisi ve talebeleri. Bu üç nesil arasındaki
akrabalığı görüp hayret etmemek imkânsız. Zaten kitabı okuduktan sonra
anlaşılıyor ki onları birbi-
rine karıştıran
yalnız biz değiliz; en büyük tablo tüccarları, en kurnaz muşamba bilgiçleri de
bazen on beş-yirmi sene bir resim üzerinde yanılmış kalmışlar. Neden sonra
ellerinde altın diye sakladıkları madenin kömür olduğu anlaşılmış. Yani
Rembrandt diye saklamışlar fakat ya ustası çıkmış yahut da çırağı... Bu
usta-çırak geleneği meğer ne harikulade bir şeymiş! Bu kitabı görünce yine
aklım eski ve yeni bahsine gitti. Eğer resim sanatı bir aile sırrı gibi babadan
evlada, ustadan çırağa intikal edegelseydi, belki bugün eski ile yeni arasında
bu kadar mühim bir fark olmayacaktı diye düşündüm. Çünkü çırak, ustasının
yalnız eserini değil, hayatını da taklit ediyordu. Ustanın sevdiği eserleri
seviyor, onun gibi giyinmeye özeniyor, onun gibi sevmeye, âşık olmaya
yelteniyor ve hiç olmazsa onun kadar inanıyordu.
Usta-çırak
geleneği olgunluk çağını İtalyan Rönesansı’nda buldu. İyi kötü 19. asrın
başlarına kadar devam etti. Sonra yavaş yavaş bağlar gevşedi ve bu harikulade
ocak söndü gitti.
Yeni-Eski
Resme yeni
başlayanları en çok şaşırtan, değer yargılarını allak bullak eden çok önemli
bir olay var.
Eski resim,
yeni resim.
Resim sanatına
Picasso’nun, Matisse’in, Miro’nun işlerini görerek giren bir meraklıya,
- Bunlar
Leonardo’nun, Michelangelo’nun, Botticelli’nin tohumlarıdır derseniz bu söze
onları inandırmanız imkânsızdır. Miro’nun koyu mavi üstündeki kıpkırmızı
yuvarlağında Leonardo’dan en ufak bir iz bulmak mümkün müdür?
Birçokları
resmin eskisi yenisi yoktur, güzeli çirkini vardır deyip keserler. Bu tamamıyla
başıbozuk amatör yargısıdır. Bunlar üzümü yer, bağını sormazlar. Ama mesleğe
girenlere, mesleğin kahrını çekmeye yatkın olanlara en büyük iyilik onlara:
- Eski resim
vardır, yeni resim vardır, çünkü bunları besleyen kaynaklar arasında en ufak
bir benzerlik yoktur diyebilmektir.
Leonardo’yu
besleyen köklerle, Miro’yu yetiştiren kaynaklar arasında en ufak bir ilişki
yoktur.
Yukarıda
yaptığımız resim tarifi ortalama 1900 yılına kadar sürüp gelen resimlere, resim
anlayışına dayanarak yapılmıştır. Kısacası, bu eski resmin tarifidir. 1900’den
bu yana resim sanatı öylesine allak bullak oldu ki, bu tarif günümüzde geçer
akçe olmaktan çıktı.
Bu tarif neden
eskiydi, açıklayalım: 1900’den bu yana yetişen ve kendilerini bütün dünyaya
kabul ettiren ressamlar Leonardo, Tizia-no, Velazquez gibi büyük ustalardan
feyz almamışlar, bir ara bunlara tamamıyla arkalarını dönüp adı sanı belirsiz,
sahipsiz, imzasız halk sanatlarına, vahşi kabile işlerine, Kolomb’dan önceki
Amerika yerlilerinin işlerine, yani belirli noktalara değil, çok büyük bir
geleneğe bağlanmışlardı. Klee’nin herhangi bir resmi incelendiği zaman şu
sonuca varıyoruz: Çevreden en ufak bir şey almadan, en ufak bir taklide
gitmeden, belirli ustalara bağlanmadan, köklü bir geleneğe katılma.
Bundan yirmi
otuz yıl önce, yanılmıyorsam İngiltere’de öğrenci velileri ortaokullardaki
resim derslerinde öğrencilere boyuna “yeni” resim gösterildiğini, klasiklerin
ihmal edildiğini ileri sürmüşler. Öğretmenler bu konuda öğrencilerin tamamıyla
serbest bırakıldıklarını, onların kendi içgüdüleri ile yeni resim ustalarını
seçtiklerini belirtmişler. Ama babalar inanmamışlar bu savunmaya. Çoluk çocuk
herkesin klasikleri yenilerden üstün bulmasının olağan olduğunu savunmuşlar.
Mesele kızışmış. Henüz etki altında kalmamış binlerce çocuk üstünde kesin
denemeler yapılmış. Sonuç: Ezici bir çoğunlukla çocuklar “yeni” resim
ustalarını, Van Gogh’ları, Matisse’leri, Pi-casso’ları, Modigliani’leri
seçmişler. Kırk yıllık meslek hayatımda yaptığım çeşitli tecrübeler de bana
bunu ispat etti.
- Yeniyi
sevmek, anlamak daha kolay. Eskiyi sevmek daha zor, anlamak daha da zor.
Bir hukuk
profesörü:
-
Resimlerinizden hiç ama hiçbir şey anlayamıyorum, ama yazılarınızı zevkle
okuyorum, şiirlerinizin bazıları ezberimde.
- Anlamaktan
önemli bir şey var, sevmek.
- İnsan
anlamadan sevemez ki.
- Sever. Mesela
ben rüzgârın neden hoşuma gittiğini, yağmur sesinden niçin hoşlandığımı bilmem
ama severim işte. Size bir soru: “Çataklara” ne demektir?
- Hani şu
şiirde geçen çatalkara. Şey...
-Ne?
- Valla
bilmiyorum ama çok seviyorum o şiiri.
- Çatalkara
Çorum’un İskilip kazasında kuzguni kara ve taneleri üst üste, kat kat dizili
bir üzüm salkımının adıdır. Ağzı dolduran bir kelime, onu seve seve kullandım
bir şiirde. Hiç kimse ne olduğunu bilmiyor çatalkaranın, ama kimse de
yadırgamıyor.
Sayın
profesörle aramızda geçen bu konuşma bu kadarla kalmadı.
- Siz en son
model arabayı kullanıyorsunuz, birçok alanda yeninin yenisini hiç şaşmadan
üstün tutuyorsunuz. Fizikte en yeni, kimyada en yeni ve sanatta en eski, olmaz
öyle şey. Medeniyet bir insan vücudu gibi gelişir. Bir insan tasarlayın,
elleri, avuçları gelişiyor da, bacakları, ayakları minicik kalıyor. Gözleri
gelişiyor, kulakları fasulye kadar. Buna bir kelimeyle sakat insan derler.
Bugün resme
başlayanlara şunu sormak gerek:
- Sen eski
resim üstüne bilgiler edinemeden yeni resme girebilirsin. Üstüne klasik damgası
vurulmuş tabloları incelemeden yeni resme girebilirsin ama adın ressama çıktığı
halde klasik eserlerle dolu bir müzeye girdiğin zaman kendini yabancı bir
ülkede bulmak ister misin? Bu durum sana vız geliyorsa, sen 1900’lü yılların
ortasında kalanlara sırtını çevirebilirsin. Bir Giotto, bir El Greco, bir Goya
senin soyundan değilse, bunlarla hiçbir ilişkin yoksa ne mutlu sana. Senin
sırtında yumurta küfesi yok demektir. Yolun açık olsun. Ama günlerden bir gün,
hiç haberin bile olmadan soluğu bir Rönesans ustasında, bir ortaçağ
minyatüründe alırsan hiç şaşmam. Biz eski resme ve yeni resme inanıyoruz,
kaynakları ayrı olduğu için, ama bütün kaynakların bir gün bir yerde buluştuğunu
da biliyoruz. îster eskisinden başla, ister yenisinden, ömrün yeterse bir gün
aynı yerde buluşmak var. Yeter ki bunları birbirine karıştırma, her ikisinin
özelliklerini bil.
Yüzde yüz yeni
olan cılızdır, sıskadır. Hemen kendini kabul ettiremez ama yaşama gücü olan bir
yeniyse, büyür, gelişir, kendini kabul ettirir. Minik bir bebeğin koca bir
pehlivan olması gibi.
Örnek: Elli
sene evvelki uçakla elli sene evvelki otomobil herkesi güldürmüştü, şimdi
gülsünler bakalım.
Yüzde yüz
yepyeni çelimsizdir.
Amerika’da
büyük bir çiftliği geziyorduk. Çiftliğin ahırlarından birisinin yanı başında on
beş-yirmi tane otomobil vardı. Çiftlik sahipleri bundan elli yıl önce
kullandıkları otomobilden başlayarak bugüne kadar kullandıklarını bir müze
saygısı ile yan yana dizmişlerdi. Bizim kuşak ilk otomobili hatırlar. Böyle
olduğu halde oğlum ile birlikte gülmeye başladık. Üstü açık ilk otomobilin
hantallığı, acemice parçaları, içi ot dolu tekerlekleri on yaşında bir çocuğu
güldürecek kadar tuhaftı. Her yeni modelde otomobilin nasıl değiştiğini, nasıl
derlenip toparlandığını görmek ve son modelle ilk çıkan arabayı karşılaştırmak
müthiş bir ders oldu benim için. Şüphesiz ki otomobil bir kağnı azmanı değildi.
Kağnıdan tekerlekli at arabasına, faytona, atlı tramvaya kadar gelmiştik.
Otomobil motorları için kullanılan dört beygir, beş beygir sözü hâlâ şaşırtır
beni. İlk otomobil örneği, bütün hantallığını, bütün acemiliğini, sakarlığını
yüzde yüz yepyeni olmasına borçludur. Büyük İskender’in zafer arabası ilk
otomobilin yanında çok daha kıvrak, çok daha alımlı çalımlıdır. İlk otomobil
hantaldır, çirkindir, cılızdır, tıknefestir. Bugün bizi güldürdüğü gibi ilk
çıkışında da birçoklarını güldürmüştür. Böyle olmasına böyledir, çünkü ilk
otomobil yüzde yüz yepyenidir. Bir buluşun hem yüzde yüz yeni, hem de dört başı
mamur, mükemmel olması mümkün müdür?
Bugün
bakkallarımızdan taze yumurta gibi satın alıp elimizle taktığımız elektrik
ampulleri elli yıl önce acep ne biçimdi? Lindbergh’in Atlantik Okyanusu’nu
geçtiği uçakla günümüzün hangi babayiğit pilotu buradan Ankara’ya uçabilir? İlk
buharlı gemi, ilk lokomotif başlangıçta böylesine hantal, böylesine çelimsiz
değil miydiler? Son elli yıl içinde gelişen yeni resmin büyük ustaları çıktığı
halde hâlâ yadırganması bu yüzden olacak. Yepyeni bir buluş kuşaktan kuşağa
bazen gözle fark edilmeyecek kadar ufacık farklarla gelişiyor. Dünyamıza yeni
resim kapılarını açan Cezanne bugün klasik ustaların yanı başında yer aldı.
Bundan elli yıl önce eski resim meraklılarını küplere bindiren Cezanne’ın
resimlerinin yanma günümüzün yaşayan büyük ustalarından birisinin işini
koyarsak yeni resmin iki üç kuşak içinde ne büyük yollar aştığını görürüz.
Günümüze kadar layık olduğu yere kavuşamayan “renk” karşısında direnenlere hep
çift-
likteki
otomobil dizisini hatırlatıyorum. Hiçbir biçim oyunundan medet ummadan rengi
başına buyruk bir değer halinde sunmak tasası yüzde yüz yepyenidir. Böyle
olduğu içindir ki tam manasıyla mükemmel sonuçlara varamamıştır. Hele bütün
ömrünü bu tasaya adamış dört beş namuslu ressam kuşağı birbirine eklensin. Bu
tasada yalnız malzeme oyunlarını görenler, hedefi değil hedefe giden yollara
takılıp kalanlar, yüzde yüz renk tasasından nur topu gibi bir resim dünyası
çıktığını görecekler.
Yeniler ve Yeni
Resim
Yeniler derken
başta Cezaime olmak üzere, Van Gogh, Seurat, Gau-guin, Picasso, Matisse,
Derain, Pascin gibi sanat hayatları çetin denemeler ve değerli arayışlarla dolu
olan sanatkârları kastediyorum. Bana resmi gökten yere indirmiş olan bu
sanatkârlardır. Birçoklarımızın onları içinden çıkılmaz bir muamma gibi
halletmeye uğraşmalarına rağmen ben onların, anlaşılması güç yabancı dille
yazılan sanat eserlerini herkesin anlayabileceği bir lisana tercüme ettiklerine
kaniim. Yenilerin herkes tarafından anlaşılabileceği bir lisan kullandıklarını,
her şeyden evvel resimde “sadelik” ve “samimiyet”e büyük bir ehemmiyet vermiş
olmalarında aramak lazım.
Ressam, ışığı
ve dekorları bir fotoğraf atölyesi gibi itina ile tanzim edilmiş loş
atölyesinden çıkıp, her parçası belli başlı bir âlem olan açık ve engin tabiata
kavuştuktan sonra onun her gün yepyeni motifler üzerinde çalıştığını görüyoruz.
Fakat her gün yeni motifler üzerinde çalışan ressamda, eskilerdeki muayyen
motiflerin üzerinde çalışmaktan gelen ustalığı bulamıyoruz. İşte yenilerin
resimlerinde ilk bakışta seyirciyi şaşırtan da bu ustalığın noksanlığı oluyor.
Herhangi bir mevzuu bütün teferruatıyla görmeye alışmış olan seyirci yalnız özü
arayan ressamın mevzuunu birkaç çizgi veya birkaç renkle ifade etmesini
yadırgıyor.
Eskiler herhangi
bir mevzu üzerinde çalışmaya başlamadan evvel gerek hocalarından öğrendikleri
ve gerek şahsi uğraşmalarının yardımıyla iktisap ettikleri bilgilerin
yardımıyla, yapacakları işin yarısından çoğunu kafalarında olmuş, fırçalarının
ucuna gelecek kadar hazırlanmış buluyorlardı.
Anatomi ve
menazır gibi bilgiler onların seyirciye “pes” dedirten ustalıklarının
sırlarıydı.
Halbuki bir
parça evvel söylediğim gibi her gün tabiat karşısında yeni bir âlem keşfettiği
ve her gün yepyeni bir tahassüs ile ürperdiği için bugün ressam evvelinden
hazırlanmış bir kafanın teşrih ve menazır gibi muayyen bilgilerin işe
yaramayacağını, yani evdeki pazarın çarşıya uymayacağını kestiriyor.
Bugün ressam
tabiat karşısına, “Gören göz kılavuz, duyan yürek pertavsız istemez” diyerek
çıkıyor.
Onun tabiat
karşısına bir âlim, bir usta gibi değil de her zaman “bir çocuk ruhu kadar
pürnisan” çıkmaya çalıştığını görüyoruz. Bir çocuk ruhu! Evet bir çocuk ruhunun
safiyeti! İşte yeni kıskandığı hassa! Ve işte yeni resmi seyirciye bir muamma
kılan ve ona, “Allah Allah! Bunu ben de yaparım, benim beş yaşındaki çocuğum da
yapar” gibi bir hüküm verdiren hususiyet.
Her şeyden
evvel sanatkârdan yetişir bir ustalık ve kendisinden her zaman yeni marifetler,
mucizeler bekleyen seyirci yeni resmin üzerine titrediği tazelik hissine,
“baştan savma!” ve onun en kıymetli cevheri olan safiyetine de “acemilik”
damgasını yapıştırıp işin içinden çıkıyor!
Şu muhakkak ki
bugün sanatkârın eserinde sadeliğe, safiyetine ve tazelik hissine verdiği
ehemmiyeti seyircinin de tadabilmesi için sanatkârın geçirdiği istihaleyi büyük
bir hassasiyetle takip etmesi lazım geliyor.
Fakat ekseriya
sanat eserini sevebilmek için hiçbir sıkıntıya girmek mecburiyetinde olmadığına
kani olan seyirci, muasırı olmak gibi bir şerefe nail olduğu koca Cezanne’a
bile layık olduğu yeri vermiyor.
Bundan bir
çeyrek asır evvel ölen Cezanne, ismi etrafında ciltler dolusu eser yazılmasına,
birkaç eserinin Louvre’u şereflendirmesine rağmen bugün hâlâ layık olduğu keşif
seyirci kitlesine hitap edemiyor.
Seyirci bugün
ancak klasiklere yeniler arasında atılmış bir köprü olan Corot’ları ve nihayet
Manet’leri ve Monet’leri tamamıyla kav-rayabilmiştir.
Edebiyatı bol
bazı peyzajları müstesna, sadelik ve samimiyete eserlerinde en büyük yeri
vermesi itibariyle Corot’da eski ile yeninin birbirinden nasıl yavaş yavaş
ayrılmaya başladığını görebiliriz.
Bundan yarım
asır evvel çıkmış bir sanatkârın ancak bugün hakiki seyircisini bulmasına
sebebiyet veren amillerden birisini de ressamın mevzularından edebiyatı atmış
olmasında arayabiliriz.
Herhangi bir
tablodan, acıklı veya şen muhakkak bir hikâye dinlemek, bir fazilet veya bir
din dersi almaya, bir şiir dinlemeye alışık olan seyirci, resimde bütün
bunların bulunmamasına tahammül edemiyor.
Gariptir!
Musikiden bunların hiçbirisini beklemeyenlerde, mesela muhakkak herhangi bir
melodinin muhakkak gurup şemsi veya ay ışığını, ne bileyim, yağmur tanelerinin
tasvirini aramıyor, musikiden ele avuca sığar neticeler çıkarmadan onu seviyor,
mütemadiyen yalan söyleyen edibi ağzı açık dinlerken ona kurduğu şehirlerin
planını, yarattığı insanların hüviyet varakalarını sormuyor da, bütün bunları
ressamdan istemeye kalkıyor.
Musikişinas
hoşuna giden notaları arka arkaya sıralıyor, şair beğendiği kelimelerden
kafiyeler ve masallar yontuyor, romancı kahramanlarını birer iskambil kâğıdı
gibi oynuyor fakat bütün sermayesi çizgi ve renk olan ressam onları tabiat
karşısındaki ahenge muvazi bir şekilde istediği gibi sıralayınca:
- Eyvah, deli
saçmalarına bakın, diye kıyametler kopuyor!
Resme bir
tiyatro sahnesi seyredercesine bakan seyirci resimdeki insanların dile gelip
konuşmadıklarını veya hiç olmazsa herhangi bir jest ve mimikle içindekilerini
ifade etmediklerini görünce şaşırıyor, ressamı her zaman edebiyat zevkiyle
kontrol etmeye ahşan seyirci, edebiyatla alakasını kestikten sonra ressamı ne
ile ve nasıl kontrol edeceğim diye kızıyor.
Bu sefer de,
“tabiat, tabiat” deyip duran ressamın tabiatı ne dereceye kadar doğru
görebildiğini ölçebilmek için ondan yaptığı resimlerin muhakkak modelin aynı
olmasını istiyor. Tabiat karşısında yalnız renk ve çizgi ahengi aradığım iddia
eden ressama, bunu mo-delsiz de yapabileceğini, beyhude yere model bekletmekte
mana olmadığını ileri sürüyor.
- Mademki çizgi
için çizgi, renk için renk yapacaktınız, ara yerde bu model, bu tabiat diye
çırpındığınız şey ne oluyor? diye soruyor.
Seyircinin bu
sualine keskin birkaç çizgi ile cevap verebilecek bir karikatür hatırlıyorum.
Karikatürcü
eskilerin bir cadı kadar çirkin bir modele bakarak ortaya bir Venüs koymalarına
karşın, yenilerin Venüs kadar güzel bir model poze ettirip cadıdan çirkin bir
mahluk yarattıklarıyla alay ediyordu.
Tabiatın ne
eskilerde ve ne de yenilerde rolünü değiştirmediğini bu karikatür mükemmelen
anlatmıştı.
Yenilerin
muhakkak güzel bir kadın vücudu karşısında ortaya yedi başlı bir ejder
çıkarmadıklarına sizi temin edebilirim!
Yeni resimler
babası dediğimiz Cezanne’ın elinden modellerinin çektiği sıkıntı meşhurdur.
Modellerinin birer elma sükûnuyla poze etmesini şart koşan Cezanne’ın, günler
ve aylarca aynı model üzerinde ısrarla çalışan bu üstadın ortaya garibeler
koyduğunu kimse iddia edemez. Fakat maalesef yeni resim deyince akla gelen
Cezan-ne ve onun yolunda gidenler değil, Cezanne’ın arayışlarından bir tanesine
saplanarak Picasso’nun ortaya çıkarttığı göstermeden türeyen Dadaistler,
fütüristler, sürrealistlerdir.
Yeni resme kötü
bir şöhret kazandıran bütün cereyanlar ileride resim tarihinde ancak birer
virgül kadar yer tutabileceklerdir.
Kübizm
azmanlarının modası bütün dünyayı bir nezle mikrobu gibi dolaşmış ve kolay olan
her şey gibi muvakkat bir zaman için birçok yerde moda haline gelmiştir ve
kadın şapkaları modası kadar yaşadıktan sonra bugün hemen hemen göçüp gitmek
üzeredir.
Kübizmin,
Cezanne’ın arayışlarından bir tanesinden çıktığını söyledim. Bunu kısaca izaha
çalışacağım:
“Resim tabiata
muvazi giden bir ahenk olmalıdır,” diyerek resmin tabiatın aynı olmadığını
fakat her zaman onunla yakından bir alakası olacağını söyleyen Cezanne’dan
nasıl olup da kübizmin türediğini anlayabilmemiz için Cezanne’ın Descartes’tan
mülhem olduğu bir noktayı işaret etmek lazım.
Cezanne
Descartes ölçüsüne ve tabiatta her cismin nihayet bendesi şekillere, mesela
kürelere, üstüvanelere, ehramlara irca edilebileceğine inanmış ve bunu resme
tatbik etmişti.
Onun, sırf ana
çizgilerin ahengini bulmasına ve lüzumsuz birçok teferruattan kaçınmasına
yarayan bu hendeseyi bir gün Picasso adlı bir İspanyol ressamı alıyor ve
Cezanne’da tabiatın hendesesi kadar gizli kalan bu hendeseyi “kübizm” namı
altında istismar ediyor.
Cezanne’ın
ister bir insan kafasında, ister bir elmada olsun, nihayet bir küre modüle
ettiğini, bir insan veya ağaç gövdesini bir üstüvaneye irca ettiğini sezen
Picasso, “Ben yalnız küreler, üstüvaneler mikâplar ve ehramlarla Cezanne’ın
tabiat karşısında bulduğu ahengi yapabilirim,” diyor ve bu hendesi şekillerle
mücerret resimler yapmaya başlıyor. Gerçi tabiatla hiçbir alakası olmadığı
halde bu resimlerin Cezanne’ı andıran bazı tarafları vardır. Fakat Cezanne’daki
tabiat dozunu koymadan, bu kılçıklı hendesenin yenir yutulur bir tarafı
olmadığını anlayan ve bu sevdadan ilk önce vazgeçen bizzat Picasso olmuştur.
Daha on dört
yaşında iken mükemmel portreler yapabilen, klasikleri ve müzeleri ufak yaşta
hazmedebilen Picasso her şeyden evvel zeki ve hassas bir ressam olduğu için
daha buna benzer birçok aramalar yapıyor. Onun için mükemmel bir macera ve
plastik bir eğlence olan bu denemelerine birçokları saplanıp kalmışlardır.
Başvurduğu
yolların hepsini bir dev adımıyla geçmek kudretinde olan İspanyol ressamının
arkasında ne zamandan beri emekleyip duran binlerce ressamın bugün birer
çıkmaza saplandıklarını anlar gibi olduklarını, bir kısmının da işin çıkmaza
sardığını görünce bir an evvel geriye döndüklerini ve tabiata kavuştuklarını
görüyoruz.
Burada size bu
çıkmazlardan birisi olan ve ilk bakışta henüz resimden edebi tarafını söküp
atamayanların hoşuna giden Dadaizm’in, sürrealizmin birer krokisini çizeceğim.
Dadaist ressam
bir kedi resmi yapmak için sehpasının başına geliyor ve başlıyor karşısında
uyuyan kedinin resmini çizmeye. Fakat kâfir şeytan o aralık sanatkârın aklına
dün akşam rüyasında gördüğü bir şeyi, mesela pabuçlarının uçup gittiğini
getiriyor. Şeytanlarla arası pek iyi olan Dadaist ressam derhal aklına gelen
şeyi çizmekte tereddüt etmiyor, sonra yine uyuyan kedi resmine devam derken bu
sefer aklına fare ve tedai ile farenin veba mikrobunu taşıdığı geliyor. Fareyi
de çiziyor, veba mikrobunu temsil eden kurukafayı da.
Sürrealistlere
gelince, onların da garip birer fikrisabit halinde resimlerinde tekerrür eden
çizgiler ve şekiller görüyoruz, bunlardan bir tanesi mesela pergel ile çizilen
dairelere âşık, bütün resimlerinde boy boy ve iç içe daireler ve daireler
görürsünüz, bu dairelerin kendisince münasip olan bazı yerlerinde bazı
helezonlar ve seyircilere küfürler savurtan daha buna benzer bir sürü
kaprisler.
Yeni resim
denildiği zaman akla bu türedilerin ve azmanların karalamaları gelmemelidir.
Bunlar sırf
yenilik yapmak için kendilerinden önce gelenleri inkâr etmek, eskilere hiçbir
şey borçlu olmadıklarını ilan etmek, onlardan hiçbirine benzememek gibi gülünç
iddialarının kurbanı olmuşlar ve yeni resmin üzerine titrediği tevazuu,
sadeliği, safiyeti çiğnemişlerdir.
Asıl yeni olan
resim hiçbir zaman aklıselimi çiğnememiş ve eskiyi inkâr etmemiştir. Bugünün
resim tarihinde adını Michelangelo ve Raffaello’lar kadar duyurmuş olan
Cezanne, klasikler arasında sadelik, safiyet ve tazelik hissi ile dolu her
resim karşısında hürmetle eğilmiş ve onlara çok şeyler borçlu olduğunu itiraf
etmekten hiçbir zaman çekinmemiştir.
Renoir’ın
Rubens’in çok sevdiği bazı eserlerinden ve Van Gogh’un tercih ettiği bazı
primitiflerden bahsedilirken gözlerinin yaşardığını duydum.
Resimde her
şeyden evvel tekerrürden, edebiyattan, allamelikten sakınan hakiki yeni
ressamın yalnız tekerrür ve yalnız kötü bir edebiyatla kupkuru bir allamelik
taslayan sürrealizm, Dadaizm gibi türedilerle hiçbir alakası yoktur. Bu
türediler yeni ile eski arasında, ilk çıkan otomobille 1938 model bir otomobil
arasındaki korkunç tekâmül farkını görmek istiyorlar.
Bugünkü
makinenin mazhar olduğu akıllara hayret veren tekâmül başlarını döndürmüştü. Ve
sanatta da aynı hamlelerin yapılabileceğini sanmışlardı.
Halbuki
yeryüzündeki makinenin nail olduğu tekâmülün süratiyle mukayese edilemeyecek
bir şey varsa, o da “güzellik”tir.
Gerçi her
devrin kendisine mahsus bir güzellik telakkisi ve mükemmeli vardır. Fakat
asrımızın güzel dediği bir kadınla, bundan birkaç asır evvelki kadın güzelliği
arasındaki farkı aynı asrın kadınlarıyla asrımızın kadınları arasında mevcut
olan farkla mukayese edebilir miyiz?
Asrımızın
arkasında kalan medeniyetin hatta iptidai kavimlerin güzel sanatlarına dönüp
onlardan hakiki bir sanat heyecanı alabiliyoruz. Yamyamların tahtadan oyarak
yaptıkları kayıkların üzerine işledikleri tezyinata bugün çoğumuz hasret
çekiyoruz. Fakat hangimizin aklına mitralyöz varken düşmanlarımıza balta ile
mukabele etmek geliyor?
Güzelin
tekâmülünü bir otomobilin veya bir tayyarenin tekâmülüyle mukayese edemeyiz.
Bugün asfaltta
saatte üç yüz kilometre yapması ile övünen otomobilin yarın olduğu yerde bir
koltuk gibi hareketsiz durmaya mahkûm olduğunu, buna mukabil onun yerine
asfaltın saatte bilmem kaç kilometre süratle kayıp gittiğini görmeyecek miyiz?
Acaba
tayyarelerin bir gün oldukları yerde demirleyeceklerini, buna mukabil
otomobillerin uçup gittiğini görenler olmayacak mı?
Fakat makinenin
korkunç hamlesine mukabil sanatkârın paletinden birkaç renk eksilecek veya
fazlalaşacak, şair belki birkaç kelimeyi kullanmaktan vazgeçecek, romancı belki
o zamana kadar bir kitapta beş kahraman öldürüyorsa dört tanesini sağ
bırakacak, velhasıl sanatkâr ezeli derdini bin bir imbikten süzdürüp bin bir
çarkta biledikten sonra günlerden bir gün karşısında yine aynı mavi gökleri,
aynı bulutları bulacak ve sizi temin edebilir ki beyaz bulutlara çirkin demeye
dili varmayacak! Gökleri Âdem babamızın sevdiğinden daha fazla ve bulutları
Havva anamızdan daha çok sevemeyecek.
Ar., Mart 1938,
sayı 3
Bugünkü Resim
İkide bir
“Resim nereye gidiyor?” diye soruyorlar. Serde hocalık olduğu için, “Ne bileyim
ben nereye gideceğini, falcı değilim ki!” diyemiyorum.
- Resim sanatı
pek uzağa gitmiyor, bize geliyor.
Ne demek
istediğimi açıklayabilmek için bizim memleketimizde doğmuş, büyümüş herhangi
bir nakış aranıyorum. îster yolda, ister çarşıda pazarda, nerde olursa olsun
derhal bir nakış imdadıma yetişiyor. Bir çini parçası, bir kilim, bir yazma,
oyulmuş bir taş, bir tahta ile bugünün resmini anlatmaya çalışıyorum. Bugünün
resmini nakışla anlatmak isteyişim bazı ressam arkadaşların tuhafına gidiyor.
Onlar hâlâ resim sanatının kalantor yaldızlı çerçevelerden dışarı fırlayıp
yalınayak dolaşmasına tahammül edemiyorlar. Halis bir Anadolu kiliminin bir
tablo kadar güzel olabileceğine, halis bir Türk çinisinin ünlü bir ressamın
tablosu ile mukayese edilmesine bir türlü akılları yatmıyor. Onlara kırk
dereden su, kırk kilimden renk, kırk yazmadan biçim toplayıp getiriyorum:
- Bana ünlü bir
ressam gösterin ki yalnız dört renk, iki koyuluk derecesi ve bir tek biçimle bu
kadar zengin bir iş çıkarabilsin. Bana adı dünyayı sarmış ressamlardan
birisinin yalnız iki renkle yaptığı bir şaheser gösterebilir misiniz?
Fakat resim
sanatını renklerin ve biçimlerin dışında, edebiyatın ta ortasında bir yerde
görmekten hoşlananlar için has bir kilim hiçbir zaman resim dünyasında yer
alamayacak, has bir çini sanki renk ve biçimle değil de sadece çamurdan
yoğrulmuş gibi daima bet muamele görecek.
Evet, bugünün
resmi bize geliyor. Bizden geliyor, daha doğrusu resim sanatı bünyesine karışan
bir sürü iğreti, yapmacık bilgileri, gösterişleri atarak kendine geliyor.
Fotoğrafçılığın
ve sinemanın baş döndürücü ilerleyişi resim sanatını bir taklit sanatı olmaktan
kurtarmış, ressamı yalnız gözüyle değil, kafası ve sinirleriyle çalışmaya
mecbur etmiştir.
Kilimle bugünkü
resmin arasındaki kardeşliği anlamaya çalışanlar:
- Peki bu
kilimde kafa çalışması nerde? diye soracaklar. Cevap:
- Kilimdeki
nakışların hiçbiri bir şeyi taklit etmez. Nakışlar arasında açık olduğu kadar
zor bir hesap vardır. Bütün biçimler sınırlıdır, ne olduğu belirsiz, rastgele
konulmuş hissini veren bir tek renk ve biçim yoktur. Rengi de, biçimi de mümkün
olduğu kadar az malzeme sarf ederek elde edilmiştir. Mesela Türk kilimlerinde
yuvarlak çizgi yoktur. Yalnız düz çizgilerle gözü hoşnut eden, dinlendiren,
sevindiren bir biçim bulabilmek ne demektir, bilir misiniz? Bu, bir insana, sen
yalnız su ve ekmekle yaşayacaksın, hiçbir katık kullanmaya hakkın yoktur
demektir. Bir tek biçimi mesela bir üçgeni yarısını açık, yarısını koyu renkler
içerisine alarak, bazen dört beş tanesini bir araya toplayıp, bazen seyrek
dizerek ve bütün bunları bir koyu kahverengiyle bir tek sarıya emanet edebilmek
için insanın sapma kadar ressam olması lazım. Hiçbir renk ayarına, hiçbir biçim
düzenine, hiçbir malzeme ve tezgâh boyunduruğuna girmeden herhangi bir insana
yetmiş türlü renk verseniz ve bu renkleri bir posta pulu boyunda yan yana sıralamasını
söyleseniz, ortaya muhakkak gözü sevindiren bir iş çıkar, fakat aynı adama
yalnız iki renk verip bunlarla deminki kadar gözü oyalayabilecek bir iş
çıkarmasını isterseniz iş muhakkak sarpa saracak. Hele bu iki renkle yetinmek
zorun-luğuna bir de tezgâhın kendine has zorluklarını eklerseniz, kilim deyip
kolay kolay geçmek, çini deyip dudak bükmek, yazma deyip küçümsemek güç olur.
Şurası muhakkak
ki zamanımızın en iyi ressamları adı dünyayı sarmış eski ressamların
eserlerinin üzerinde durdukları ehemmiyetle halk sanatını inceliyorlar. Halk
sanatının özü nakıştır. Nakışın özü de her şeyden önce malzeme ve tezgâhtır.
Nakış renk ve biçim dilinin kelimesidir. Her nakış dizisi bir cümledir. Öyle
bir cümle ki tercüme edilmeye ihtiyacı yoktur, herkesindir.
Malzemenin ve
tezgâhın zoruyla gayet sade geometrik biçimlere bürünen nakışta insan ve hayvan
vücutlarına sık sık rastlanmadığından şikâyet edenler, “Resim sanatı bize
geliyor, diyorsun. Evet, bizde sonsuz bir nakış zenginliği var, fakat bunların
arasında ne insan dolaşır, ne hayvan. Meyveler bile din korkusundan meyve
olmaya tövbe etmiş, dallarında çiçek olarak kalakalmalardır. Bizim nakış
dünyamız kuş uçmaz, kervan geçmez kocaman bir bahçedir,” derler.
Bu fikri ileri
sürenler minyatür bahçelerinde şaha kalkan rengârenk atları; güreşen, avlanan,
dövüşen insanları adam yerine koymuyorlar mı? Minyatür bahçelerindeki hayvanlar
ve insanlar hiçbir zaman taklide dayanmayan halis birer nakış örneğidirler.
Şark’ın eşsiz
tevazuu en büyük Garplı ressamlarla yarışacak çapta olan minyatür ustalarını
avuç içi kadar kitap sayfalarına ve kütüphanelerin karanlığına gömmüş. Bu
miniminicik minyatür insanlarından herhangi birini beş metre büyütün ve onu
Rönesans ustalarından birinin dev resimlerinin yanına koyun. Korkmayın,
minyatürden gelen kahramanın sırtı yere gelmeyecek. Gene Rönesans ustalarından
birisinin on metrekare boyundaki bir tablosunu kartpostal boyuna indirerek aynı
ölçüde bir minyatürle karşılaştıralım. Daha güzel bir mukayese imkânı sağlamış
oluruz.
Nakış
dünyasında insan yokluğundan şikâyet edenlere, hayvan kıtlığından bahsedenlere,
sevgili dostum Karagöz’le eşini takdim ederim.
Sanat
Eskicileri
Yeniyi sahiden
sevenler, niçin söylediklerini bilenler eskiyi hiçbir zaman küçümsemezler.
Eskinin sahicisini, iyisini sayarlar ama sahici yenilere, sadece eski olduğu
için her şeyi saydıramazsınız. Güzel güzel eskimenin yolunu bulmuş eserler
arasında, nice kalp beşlikler çıkar.
Yeniyi
sevenlerin eskiyi saymalarına karşılık, eskisinin tam anlamıyla tadını
çıkaranlar da her zaman yeniyi sayarlar. Eskinin tadını çıkarabilmek için
hatırı sayılır bir olgunluk gerek. Bütün vaktini eskiyi incelemeye vermiş bir
kimse yeni otobüsünü kaçırabilir. Ama hangi kendini bilirkişi çıkar da, ömründe
tatmadığı bir meyveye:
- Yenir yutulur
şey değil. Allah’ın belası bir musibet!., der. Derse buna hangi aklı başında
vatandaş kulak asar.
- Klasik
sanattan ötesine kulak asma. Rembrandt’tan bu yana resim, Beethoven’dan sonra
müzik arama!., diyenleri şöyle bir güzel inceleyin. Adlarını besmele ile
andıkları sanatkârları, çok iyi bildiklerini sandıkları eserleri şöyle alıcı
gözü ile sonuna kadar kurcalayın, eğer altı çapanoğlu çıkmazsa, bana ne
derseniz deyin.
Aşağılık
kartpostallardan yağlıboya ile kopyalar yaparlar, kartpostalı kimin yaptığım,
kimin bastığını bile bilmez, tutar bundan yaptığı kopyanın altına kendi
imzalarını kondururlar. Kadife, ipek yastıklara, palazlarını arkasına sıralamış
kazlar, ördekler işlerler yağlıboya ile.
- Bu ne biçim
çalışma yolu böyle? diye soracak olursanız, gözlerini kırpmadan:
-Klasik!.. Ben
hep klasik çalışırım. Bugünün resim sanatından nefret ederim!., derler. Sanat
eskicileri arasındaki namuslular, yeniyi küçümsemez, sadece bu konuda yaya
kaldıklarını açıklarlar.
Ama sanat
eskicilerinin kalpazanları her fırsatta yeniyi çürütmeye savaşırlar. Bunlara
oynanacak en güzel oyun bir punduna getirip bilgisizliklerini, imansızlıklarını
yüzlerine vurmaktır. Böylelerine ne yapmalı biliyor musunuz: Dünyanın en büyük
müzelerinde “şaheser” diye kabul edilmiş Türk nakış sanatından bazı fotoğraflar
bulmalı. Renkli olması daha iyi olur. Ne kadar eski olursa o kadar makbul,
yalnız burada şu noktaya iyi dikkat etmeli. Şaheser damgası yapıştırılmış
eserler arasında herkesin ilk bakışta tanıyabileceği bir nakış seçmeyin. Mesela
Leonardo’nun Jokond’u gibi olması şart değil. Koskoca Leonardo’nun başka eseri
mi yok?
Bizim bundan
beş yüz, bin sene önce işlenmiş nakışlarımız arasında böyle şaheserler vardır
ki bunların tadını yalnız erbabı çıkarmaktadır. Bu nakışın ille de lale veya
tezhip nakışlarından birisi olması şart değil. Bizde nakış mı dedin, köyler
dolusu. İşte biraz zahmet edin de böyle fazla çiğnenmemiş bir şey seçin, bunun
yanı başına da zamanımızın en iyi ressamı olduğunu bütün dünya müzelerinin
kabul ettiği bir ressamdan eser koyun. Mümkün olursa bu da renkli olsun. Hiç
olmazsa her ikisi de aynı boyda, aynı usullerle basılmış olsun. Zamanımızın en
iyi ressamlarının eserlerinin arasında bizim nakışları andıranları bulmak hiç
de zor olmayacak. Bir parça uğraşmaya değer doğrusu. Sonra her iki resmi alıp
bilirkişiye gösterin:
- Affedersiniz
üstadım. Şu iki eser hakkında bize doğru dürüst bir fikir verir misiniz?
Kalpazan sanat
eskicisi bütün ağırlığı ile bu tuzağa düşecektir. Düşsün: Meheldir.
Sanat
eskicileri arasında insanı çileden çıkaranları şunlardır:
- Her şeyin
yenisinin başımızın üstünde yeri var. Ama sanatın sadece eskisi makbuldür
diyenler, yani bu eskiciye üç tane dolmuş gösterseniz, birisi 1925 model bir
Ford, öteki 1945 model bir başka araba, beriki 1956 model gıcır gıcır sülün
gibi mübarek. Bak, hiç şaşırır mı? Doğru 1956 modeline. Yahu, sen mademki
eskicisin, şu 1925 model ne biçim bir arabadır diye merak etsene!.. Kafasını
kessen binmez. Bilir ki 1956 model her bakımdan üstündür. Peki ama bu medeniyet
denilen nesnenin yalnız ayakları büyür de kafası gelişmez mi? Bu ne biçim bir
ileri gidiştir ki insanoğlunun aklı fikri alıp başını bir başka yöne gitmiş,
zevkleri de 1500 bilmem kaç yılında dama demiş ola?..
- Siz ki bu
kadar eskicisiniz, niçin falan yerdeki kırk odalı ahşap konağınızda soba ile,
mangal ile ısınmak varken şu kutu gibi yepyeni yapıda kaloriferle
yetiniyorsunuz?
Eskici size ipe
sapa gelmez bir sürü maval okur. İşin aslında sanatın hiçbir türlüsü onun
umurunda bile değildir. Eskiyi savunmakta ya açık seçik bir çıkarı vardır yahut
da eskiyi anlamayı, savunmayı daha kolay bulmuştur. Zahmet edip yeninin sanat
alanında nerelere kadar ulaştığını incelememiş olmayı bir türlü kendine
yediremez, aksi gibi, adı da nasılsa “sanattan anlar” kişiye çıkmıştır. Yeniye
sövmezse ayıp olur! Ama yağma yok eskicibaşı! Bugün aklını başına devşirmiş her
insanoğlunun sonuna kadar savunacağı en büyük gerçek şudur:
- İnsan
zekâsının bir çift kanadı vardır. Bu kanatlardan birisi ilim, öteki de
sanattır. Bu kanatların birisi güdük kalırsa insan zekâsı ha-valanamaz. En
güzel çağlarda, en mutlu topluluklarda bu kanatlar tüyü tüyüne birbirlerine
eşitti. Sanatın zerresinden yoksun bir toplulukta ilmin, ilmin i’sinden
habersiz kimseler arasında sanatın alabildiğine geliştiği görülmüş şey
değildir. Bugün dünyanın en süratli uçağını, en konforlu otomobilini yapan
millet, sanat alanında da aynı ölçüde ileri, aynı ölçüde yenidir.
Ağaç bütün
Işık bütün
Meyve bütün
Bizim dünyamız
paramparça ama yeni de ağaç gibi, ışık gibi bir bütündür.
- Ben yeninin
sadece ilmini alırım, sanatını ne yapacağım? Benim dededen kalma sanatım bana
yeter de artar bile... dediniz mi kuşun kanatlarından birisini diri diri yolup
yerine tahta bir kanat takmış olursunuz.
Size bugün
İtalya gezisinin Roma durağını anlatacaktım. Roma’da dört beş gün kaldık. Orada
gördüklerimi başka zaman anlatacağım. Ama ilk gördüğüm şey Roma garı oldu. Yeni
yapı sanatının yüzünü güldüren örneklerden birisi. Her şeyden önce, rahatlığı,
aydınlığı, temizliği, sadeliği. Bunların her biri kendi dillerince:
- Yaşasın
yeni!., diye ortalığı çın çın çınlatıyorlar.
Yalnız yapı mı
yepyeni? Yapının içinde yer alan kardeş sanatların hepsi omuz omuza yeni. Aynı
anlayışla işlenmiş mozaik panolar, yepyeni bir anlayış ve yepyeni malzemeyle,
alüminyumla işlenmiş heykeller, en küçük satıcı dükkânının rengi ile duvarlara
asılan afişlerin çeşnisi birbirine denk.
Roma garını
yapan mimar eski düşmanı mı? Ne münasebet!.. Sahici yeni eskinin, sahici
eskinin düşmanı olur mu? Roma garını görenler, dede yadigârı bazı taş
parçalarına ne büyük bir saygı ile yer ve değer verildiğini herhalde fark
etmişlerdir.
Yeni anlayışta
yapı, yeni anlayışta resim dedik de aklımıza geldi. Bugünlerde başlamış olmalı,
Paris’te Birleşmiş Milletler hesabına yepyeni bir yapı kuruluyor. Yapıyı kuran
mimarın adını öğrenemedim ama buraya en geniş duvar resimlerini kim yapıyormuş
biliyor musunuz? Picasso!
Birleşmiş
Milletler binası ciddi bir bina. Ne turistik otel, ne bar, ne gazino. Nasıl
oluyor da böyle önemli bir yapıda böyle bir ressama bu kadar büyük yerler
veriyorlar? Klasik ressamlar ne güne duruyor?
Vallahi,
burasını bana değil eskileri bizden çok daha iyi savunan bilirkişilere sormalı.
Bir Kutunun
Hikâyesi
Atölyenin uzun
zamandan beri el uzatılmayan dolaplarının dibinden çıktı: Otuz kırk santim
uzunluğunda, yedi sekiz santim kalınlığında, cetvel kadar düzgün bir tahta
parçası. Önce küçük bir masa ayağı sandım. Değil. Ucunda bilezik biçiminde bir
kayış parçası var. Tahta parçası bu kayışla bir yere bağlanacak. Ama nereye?
Dolabın karanlık köşelerinden aynı biçimde birkaç parça daha çıkınca durum
aydınlanacak yerde iyice karıştı. Mernuş’u imdada çağırdım. Tahta parçalarını o
da alıcı gözü ile bir güzel inceledi ama bir şey anlayamadı:
-Herhalde
arkadaşlardan birisi unutmuş olacak!..
- Dolabın
altını üstüne getirdik. Aynı boyda, aynı biçimde üç tane daha çıkmaz mı?
Eğer en son
çıkan parçanın ucunda mermer gibi donup kalmış bir çimdik boyayı görmeseydik,
ya bu parçalar hamam sobasım boylarlardı yahut biz bütün bir günü bilmece
çözeceğiz diye ziyan ederdik. Tahta parçalarından birisinin ucundaki kurumuş
yağlıboyayı görünce bilmece çözülmüştü:
- Bu tahta
parçaları bundan on beş yıl önce sevgili arkadaşımız Kocamemi’nin bin bir rica,
bin bir naz ile yapmaya razı olduğu ve bize tam bir maaşa mal olan portatif
boya kutusunun parçaları idi. Kutunun paleti bir yana gitmiş, boya konulan
taraf bir yana, karton veya ince tahtalar konulan taraf meydanda yok.
Bulduğumuz parçalar açılıp kapanan ayaklarla ilgili. Tahta parçalarının yalnız
bir yerine boya sürüldüğüne göre bu kutuyu çok az kullanmışım. Bu kutuyu ne
kadar özlemiştim. Bundan önceki kutuyu Paris’te almıştık. Ama kurşun gibi
ağırdı. Onunla dördüncü kata çıkmak canımıza tak demişti. Yeni kutu onun dörtte
biri kadar hafifti. Ondan çok daha marifetli idi. Büyük bir ressamın elinden
çıkmıştı. Fakat Allahım, nasıl olmuş da bu kadar özlenen, bu kadar büyük bir
masrafla atölyeye giren kutu böyle bir köşeye atılmış gitmişti?
Yanılmıyorsam,
bu kutunun başına gelenler, bu kutunun hikâyesi en azından on bin ressamın
hikâyesiyle çok yakından ilgilidir. Öyle ya! Benim başıma gelenlerin benzeri
dünyanın her tarafında resim yapan bir sürü ressamın başına da gelmiştir. Bugün
ellisine yaklaşan ressamların başlangıçtan bugüne ne çeşit boya kutuları
kullandıklarını incelerseniz, zamanımızın resminin nereden gelip nereye gittiği
üstüne doğru dürüst bir fikir edinebilirsiniz.
Biz resim
dünyasına 1928’de girdiğimiz zaman ressamların boya kutularının durumu şu idi:
Fakir ressamların bir tek boya kutuları vardı. Bu kutu hem atölyede kullanılır
hem de sırtta taşınırdı. En azından yirmi kilo kadar gelirdi. Orta halli
ressamların iki kutusu olurdu. Birisi atölyede demirbaş kutu. Öteki çarşıda
pazarda, dağda bayırda taşınabilecek ufacık bir kutu. Buna bir portatif iskemle
eklenirdi. Küçük kutu dizlerin üstünde açılır, boyaların bir kısmı cepte
taşınırdı. Zengin ressamların üç kutusu vardı. Bir demirbaş, bir küçük kutu,
bir de her ikisinin özelliklerini bir araya toplayan portatif sehpah kutu. Ben
böylesi bir kutuyu resme başladıktan on beş yıl sonra ancak ele
geçirebilmiştim. Biz bundan on beş yıl önce, dilediği yerde tezgâhı kuramayacak
bir ressama ressam demezdik. Ressam dediğin Eminönü Meydam’nda bir yer beğendi
mi, şipşak kutusunu kurup çalışabilmeli derdik. Biz tam on beş yıl
Anadolukava-ğı senin, Pendik benim böyle çalıştık. İstanbul’un hiçbir semti
yoktur ki, bizim emektar kutunun üç sivri demir ayağı basmamış olsun. Portatif
kutularla bir semtten ötekine taşınmak hiç de kolay olmuyordu. Bazen kutunun
boyunu aşan resimlere girişiyorduk. 50x70 boyundaki cıvık cıvık yağlıboya bir
resmi, İstinye’den Beyazıt’a veya Tophane’ye sapasağlam getirmek ne demektir?
Hele yaptığınız işten içiniz rahat değilse!.. Resmin köşelerine birer santimlik
çiviler çakar, çivilerin üstüne bir karton yerleştirirdik. Bunu güzelce iple
sarardık. Ama tramvaylarda, vapurlardan çıkarken, ha biri ezecek, ha öteki!..
Ama sayın bayanlar baylar, bizi o çeşit resim yapmaktan soğutan bu olmadı. Ne
yirmi kiloluk kutuların ağırlığı, ne de taze boyanmış bir tabloyu taşıma
güçlüğü. Şuna inanınız ki bir sanat adamı mesleğini seviyorsa, hamallıktan
kaçınmak onun aklının ucuna gelmez bile. Bizi portatif kutularımızdan eden,
bizi çarşıda pazarda resim yapmaktan eden, bizi dünyanın en sevimli köşeleri
olduğuna kalıbımızı basacağımız Bursa han avlularından eden, ne külfettir, ne
zahmet. Bizi yürüdüğümüz yoldan eden, kolumuz, ayağımız değil kafamızdır. Biz
bir yol tutturmuş gidiyorduk. Bu yola çok genç yaşta koyulmuştuk. Çok genç, çok
toy olduğumuz halde taklidin hiçbir zaman beş para etmediğini, sanat yolunda
icadın başta geldiğini sezmiştik. Ama bu icadı tabiat ananın başı ucunda, yanı
başında, ona dayanarak başaracağımıza inanmıştık.
Sevdiğimiz en
büyük ustalar kutularmı sırtlarında taşıyorlardı. Tabiat ana onların ayağına
gelmiyor, onlar tabiat ananın ayağına gidiyorlardı. Tabiata gidişin, mabede,
ibadete gidişten hiç farkı yoktu. Eğer ibadet, sayılı kalıpları, sayılı
hareketleri birbiri arkasından şaşmadan tekrarlamaktan başka bir şey değilse
biz tam on beş yıl, tam manasıyla ibadet eyledik. Abdest alırcasına, namaz
kılarcasına resim yaptık. E... Sonra... Günlerden bir gün baktık ki bizimki
ibadet olmasına ibadet ama resim denilen sanat almış başını başka bir yola
gider. 1943 yılında benim en büyük dileğim, Tophane’nin Karabaş Mahallesi’nde
çiçek açacağı tutan akasyayı, duyduğum, sezdiğim gibi resimle vermekti.
Akasyanın altında küçücük uydurma dükkânlar vardı. Bu dükkânları ikide bir
alacalı renklerle boyarlardı. Bu renklerin kimisi hoşuma gider, kimisi de
gözümü tırmalardı. Beni portatif kutumdan, Tophane’den, sevgili Karabaş
Mahallesinden eden bu oldu işte. Bir gün baktım, adam, canım gibi sevdiğim bir
dükkân kepengini şeytanın bile aklına gelmeyecek bir renge boyamış. Bana resim
yapma arzusunu veren akasyayı bırakıp bu rengin ardı sıra yola çıktım. Bütün
resmi dört beş defa yapıp bozdum. Bir düşünce tepeden tırnağa kafamı sardı:
- Adamın aklına
esti, dükkânın kepengini şu renge boyadı. Başka bir renge de boyayabilirdi.
Demek adam aklına esip dükkânı şu veya bu renge boyamasa sen bu resimde şu
maceraya girişmeyecektin. Farz et ki bütün mahalleyi dilediğin gibi boyamak
senin elinde, nasıl boyardın?
- îşte bayanlar
baylar, on beş yıllık bir çalışma, bir didinme burada birdenbire yandı, kül
oldu.
- Ben boyasam
Karabaş Mahallesi’nin dükkânlarını nasıl mı boyardım? İşte böyle boyardım. Bu
akasya çiçeklerini ben kendi elimle serpsem, dalların arasına nasıl mı
serperdim? İşte böyle serperdim.
Bu çalışmaya
girer girmez, bizim portatif boya kutusunun pabuçları dama atıldı. Çünkü bu
çalışma öylesine belalı, öylesine vakit alıcı, öylesine öldürücü bir çalışma
idi ki, sormayın. Aradan on beş yıl geçtikten sonra atölyenin en karanlık
dolabına atılan portatif kutunun pabuçları çıktı da beni böyle acı acı
düşündürdü.
Cumhuriyet, 1
Temmuz 1957
Bir Tutam Mavi
Geçen yaz Vâ-Nû
reisle Salacak’taki arsa fiyatlarını merak ettik. Kime sorduksa şuna benzer bir
cevap aldık:
- Deniz
görenler şu kadar, görmeyenler bu kadar.
Aklımda
kaldığına göre deniz görmeyen bir evlik yer yirmi bin lira ise, deniz göreni
kırk bin lira.
Hem bu yerden
görünen denizi sevsinler! Arsanın boyu kadar bile değil. Yabani incir dalları
arasında kırılmış yüz paralık bir cep aynası sanırsın. Mendil kadar bir tutam
deniz mavisi yirmi bin lira!.. Çok pahalıya satılan renkler vardır. Renkler
sanat adamının potasında erirse, renklere sanat adamının sihirli eli değerse
beş kuruşluk suluboya bir çırpıda beş bin liraya yükselir. Eşine hiçbir çinide
rastlanmayan bir mavi, nakışlarının benzeri hiçbir müzede bulunmayan bir hah,
bir kilim gün olur, beş milyon liraya müşteri bulur. Ama Boğaziçi mavisini
parselleyip satmak kimin aklına gelir?
Denizin mavisi
bu kadar ederse, ya kendisi? Ya deniz kenarındaki evlerin fiyatı?
Ama bizim
zorumuz denizin kendisi ile değil de mavisi ile. Bizim mesleğimiz insanların
renklere düşkünlüğünden doğmuş. İnsanların bir tutam renk uğruna ne büyük
sıkıntılara katlandıklarını görmesek bizim mesleğin tadı tuzu kalır mıydı?
Sinemada renkli bir filmin renksizden ne kadar daha pahalı olduğunu duydunuz
mu? Renkli bir kitap, bir dergi baskısı renksizden en aşağı dört beş misli
pahalıya mal olur.
Dünyanın en
renkli işleri nerelerde işlenir, bilir misiniz? Dünyanın en renksiz
köşelerinde. Tabiat ananın en katı, en insafsız, en çetin davrandığı
topraklarda göz kamaştıran nakışlara rastlarsanız şaşırmayın. Çünkü insanoğlu
etraftaki renk kıtlığını yaptığı işlerle gideremezse sıkıntıdan çatlardı.
İnsanlar renk yoksulluğundan kurtulmak için önce en kolay çarelere
başvurmuşlar, yüzlerine konan sineği kovarcasına en kısa yoldan davranmışlar.
Ellerine geçirdikleri renkli taşları, toprakları, otları denemişler. Bunların
arasında gözlerine kestirdiklerinin üzerinde daha çok durmuşlar, ezmişler,
kaynatmışlar, turşu kurarca-sına kurup bekletmişler. Sonunda her millet kendi
taşına toprağına, bağına bahçesine göre bazı renkler edinmiş. Bizim
yazmacılardan duydum. Bundan otuz kırk sene evvel İstanbul yazmacılığında en
makbul kırmızı sıcak memleketlerden gelen kırmız adlı bir böcekten yapılırmış.
Anlattıklarına göre tespihböceğinden çok daha küçük olan bu böcekler
kaynatıldığı zaman en has kırmızı rengi sağlarlarmış. Yazmacılıkta kullanılan
en güzel siyahlarla maviler Lahor’dan gelirmiş, ondan ötesi bizim
topraklarımızda bulunurmuş.
İşin insanı
şaşırtan tarafı şu: Boya kimyası diye henüz ortada bir şey bulunmadığı
günlerde, derme çatma tezgâhlarda çerden çöpten yapılan boyalar aradan
yüzyıllar geçtiği halde taptaze duruyor da bugün devanası gibi fabrikalarda en
son buluşlardan faydalanarak yapılan renkler çatır çatır çatlıyor veya birkaç
hafta güneş gördü mü soluyor. Suya değdi mi kendini bırakıyor!
İnsan bu durumu
kuşbaşı seyretse:
- Medeniyet
bunun neresinde?., diye kötümser bir kişi olur. Ama işin içine girince kazın
ayağı hiç de öyle değil. Bugünün kimyası bize öyle renkler, öyle boyalar
sağlamış ki bunların yanında eski boyaların sözü olmaz.
Şu son elli
sene içinde fizik ve kimya hangi alanda bir aramaya girerse girsin boyacılık
bundan geniş ölçüde faydalar sağlamış.
Biz ressamlar
hâlâ bundan yüz elli sene evvel bulunmuş, ipliği çoktan pazara çıkmış renkleri
kullanıp dururken boya kimyası adını bile duymadığımız renklere karmalar
bulmuş.
Geçen gün
Hilton Oteli’nde çalışan Alman ustaları seyrettim. Bir duvar büyüyorlardı. Mat
bir süt mavisi. Ellerinde bir karış genişliğinde fırçalar vardı. Fırçalarını
yerdeki kovaya daldırıyor, keyifli keyifli çalışıyorlardı. Benim bildiğim, bu
kadar geniş bir fırça kovadan duvara gidene kadar hatırı sayılır birkaç damla
bırakır. Fırça boya kovasından duvara ulaşana kadar bir tek damla bırakmadığı
gibi, sürüldüğü yerde de en ufak bir akıntı izi bırakmıyordu. Yani adam sanki
boya sürmüyor, pabuca pençe vuruyordu.
Öteden beri mat
boyaların arkasından koştuğum için bu akıllı uslu boyayı merak ettim. Şu
kadarını öğrendim:
- Buna kauçuklu
mat boya derler. Otel için Amerika’dan getirilmiştir. Emülsiyon sistemi ile
yapılan bir boyadır.
Demek bu
boyanın içinde kauçuk var. Tevekkeli değil mübarek zamk gibi yapışıyor.
Orta boyda bir
duvar dolusu resim yaparken boyanın koyduğumuz yerde durması, aşağılara doğru
gözyaşları salıvermemesi ne demektir bir bilseniz! Bundan yedi sekiz sene önce
bir duvar resmine çalışırken sırf bu boya akmasını önlemek için o zamana kadar
aklımdan bile geçmeyen bir çalışma tarzını kabullendim. Boyayı harcın
iliklerine kadar işletmek için gayet kuvvetli ve tek vuruşlar lazımdı.
Bu vuruşlar
kendiliğinden mozaik örgüsünü hatırlatan bir dizi doğurdular. Boyaların
akmaması için tabloyu yere yatırmak, yerde çalışmak mümkün ama sen gel de koca
duvarı yere yatır bakalım. Hadi başka bir şey düşün, çalış da sonra duvara koy.
Bu sefer de yerde çalışmanın tatsızlıkları var. Ya tablo ile seyirci arasındaki
mesafe? Ya bu mesafenin öz ve renklere uymadığı müthiş bir oyun? On
metrekarelik bir tabloyu yere koydun. Boyaların akmamasını sağladın. Fakat renk
kontrolü için ikide bir tavana çıkıp tabloyu yüksekten kuşbakışı seyredemezsin
ya!.. Bugünün kimyası ressamlar için değil de büyük çapta iş erbabı için harika
boyalar sağlıyor, bugünün ressamı sanayide su gibi harcanan boyaları küçük
görür de kendi dededen kalma boyalarıyla yetinirse otobüsü kaçırdı demektir.
Yirmi senedir
oturduğumuz evin kapıları belki bundan otuz sene önce yağlıboya ile boyanmış.
Ben yirmi senedir boyalarda en ufak bir çatlama, bir kendi içinden gelen
kararma görmedim.
Halbuki en
pahalı yağlıboya tüplerini kullanan, en seçme muşambalar üzerinde çalışan
birçok değerli ressamın on-on beş sene içinde çatlayan, kararan resimlerini
gördüm. Elbet kapıyı boyamak resim yapmaktan kolaydır. Adamın başka tasası yok,
boyaları tertemiz alıyor, hem şarkı söylüyor hem sürüyor. Halbuki resim öyle
mi? Hem fırça vuruşunda kaç türlü tasası var ressamın. îşte burada günümüzün
resminin en önemli, en can alıcı noktası beliriyor:
Biz ressamlar,
boya, fırça, karton, muşamba tasalarını senelerce hoş gördük. Aklımıza esen
boyalarla aklımıza esen zeminlerle çalıştık. Tezgâhımızı bu kadar küçümsemek,
buna karşı estetik tasaları gözümüzde büyütmek, Fransızların deyişi ile
öküzleri arabanın arkasına koşmak oldu.
Büyük yapı
işlerinde kullanılan öyle boyalara rastladım ki onların bütün çeşitlerini
bulsam, bundan böyle tüp boyalarına elimi sürmem. Kiloluk kutularla satılan bu
boyalar hem daha iyi ezilmiş hem çok daha güzel kapatan, dayanan boyalar, hem
en önemlisini unutuyordum, çok daha ucuz.
Şu otomobil,
buzdolabı boyalarını hiç merak etmediniz mi? Mübarek boya değil, billurdan bir
kabuk, bir eldiven. Neymiş? Efendim bunlar sentetik boyalarmış. Bunların matı,
yarı matı, çeyrek matı da varmış. Şu halde sayın bayanlar, baylar:
Evvela
sentetik, sonra estetik!..
Cumhuriyet, 28
Mart 1955
Yeni Resimde
Malzemenin Yeri
Yeni resimle
eski resmi kesin olarak ayıran özelliklerden biri de kullanılan malzemedir.
Bundan yüz yıl önce yetmişe elli boyunda muşamba veya tahta üzerine yapılmış
yağlıboya bir tabloya bir çorap parçası, bir zıpzıp, bir çatal veya bunlara
benzer bir şey yapıştıran ressama muhakkak deli derlerdi. Yağlıboya resmin
kendine has değişmez kanunları vardır. Değil çorap, çatal yapıştırmak,
kullanılan yağı, fırçayı, zemini değiştirmek kimin haddine. Günümüzün ressamı
işine suluboya ile başlıyor, pastelle, tebeşirle, kömürle devam ediyor. Toz
halindeki boya zerrecikleri üzerine çok kuvvetli bir yapıştırıcı püskürttükten
sonra yağlıboyaya geçiyor. Bütün bunlarla elde edemediği, yıllardır hasretini
çektiği herhangi bir renge (O çevreye gelip yerleşen bir cam parçasında,
seramikte, madene işlenmiş bir parçada, deri, kumaş, çakıl, ağaç kabuğu, kaya,
toprak kısacası uzun süre rengini değiştirmeyen her şey olabilir.) nerede
rastlarsa, çevresine aktarıyor.
Günümüzün bütün
ressamları böyle çalışmıyor, hâlâ dede yadigârı zeminler üstüne aynı fırçalarla
at koşturan, malzemeden hiç medet ummadan yüzde yüz yepyeni resimler yapan
ustalar da var. Örnek: Picasso, Rothko, Dubuffet.
Çeşitli
malzemeyi resim çevresine aktaran ressamları ikiye ayıracağız. Bunlardan birisi
yukarıda işaret ettiğimiz gibi, hasretini çektiği renge başka bir malzemeden
kavuşandır. Resmin bünyesine tamamıyla yabancı bir malzeme gelip yerleşiyor,
ama yerini yadırgamıyor, çevredeki renk dizisine seve seve katılıyor ve yepyeni
bir renk tadı kazandırıyor.
Yabancı
malzemenin resme girişiyle fotoğrafın yayılmasının aynı zamanda oluşu bir
tesadüf değildir. Fotoğrafın baş döndürücü bir kolaylıkla elde ettiği sonuç,
aklı başındaki bütün ressamları boyuna yepyeni imkânlar aramaya zorluyordu. Ama
bu arayışı sadece dikkati çekmek, çevreyi şaşırtmak için kullanan, en ufak bir
renk tasası, bir renk dizisi gütmeden yepyeni bir malzemeyi, örneğin plastikten
yapılmış eşyayı olur olmaz yerlere yapıştıranlar da vardı, bunları yukarıda
adını ettiğimiz ressamlarla karıştırmamak gerek.
Yeni resmin
çevreye yepyeni malzeme katması gökten zembille düşmüş bir olay değil. Nakış
alanında bu olayın çok çeşitli örnekleri yüzyıllar boyunca süregelmiş. Nakış
alanında hiçbir milletten geri kalmayan Türk işlerinde buna sayısız örnekler
var. İlk akla gelen kilimlerimiz oluyor. Kilim yün ipliği ile örülür. Saf
beyaza hasret çekenler her zaman pamuk ipliği beyazından faydalanırlar. Örgü
düzeninin bittiği yerde püsküller peyda olur. Püskül dizisi bir çeşit çerçeve
işini görür. Yün ilmiğinden bıkan örücü bazen bu püskülleri kilim çevresinin
çeşitli yerlerine tuz, biber gibi serper. Bununla da yetinmez, köşeye bucağa
çeşitli boncuklar katar. Benim hasırdan örülmüş bir seccadem var. Renkli
nakışları yünden ve pamuktan örülmüş. Bizim nakış sanatımızda renk isteği
öylesine kökleşmiş ki, yüz havlusunun kenarına örülen renkli nakışlar arasına,
gümüş, altın, sırma işlenmiş; öyle sırmalar ki bir biçimine getirse yüzünüzü
ustura gibi biçebilir. Günümüzün resim ve heykel sanatma silinmez bir damga
vuran halk sanatında, vahşi kabile sanatında, Kolomb’dan evvelki Amerikan
sanatında, çocuk resimlerinde malzeme seçimindeki sınırsızlık unutulmamalı.
Afrika vahşi kabile sanatı renk susuzluğunu gidermek için bütün kaynaklardan
faydalanmış. Renkli kuşların tüylerini bir araya getirerek öyle bir cümbüş
yaratmış ki, bu etkiyi hiçbir malzeme ile elde etmek mümkün olmaz. Eline, on
beş-yirmi kilo bildiğimiz adi çivi geçiren vahşi, bunları bir kütüğe çakarak
öyle bir kirpi heykeli kurmuş ki değmeyin keyfine. Bir başkası gazoz şi-şeşinin
dibini tahta bir heykelin göbeğine saplamış, gün görmüş kütük renginin
ortasında şişe dibi inanılmaz bir renk kazanıyor. Günümüzün resmi, vahşi kabile
sanatına sayılmayacak kadar çok, ama çok şey borçlu. Gözle tadılan dört sanat
kolunu (resmi, heykeli, nakışı, yapıyı) bir çatı altında onlar kadar cesur
kullanabilenlere ne mutlu. Kolomb’dan evvelki Amerika’da öyle yapılar kurmuşlar
ki, ilk bakışta dört başı mamur bir heykel tadı, sonra unutulmayacak renkler,
şaşırtıcı bir nakış işçiliği ortasında işe yarayan yapının ta kendisi. Mısır,
Hitit, Asur uygarlıklarında da dört kardeş sanatın el ele vermesinden doğan
büyük gücü kim inkâr edebilir.
Günümüzün resmi
nakışa, heykele, yapıya gittiği kadar, nakış heykel ve yapı sanatları da resme
yöneliyor; “İki boyutlu mimari” diye bir deyime şahit olduk. Alabildiğine
yüksek, dümdüz, yamyassı gökdelenlere iki boyutlu diyorlar. Günümüzün yapı
sanatında ressam eliyle sanat alanına yerleşen kübizmin yeri meydanda.
Günümüzün yapı sanatına damgasını vuranlardan Le Corbusier kendi yapılarına
kendi eliyle resim ve heykeller işledi. Bundan birkaç yıl önce yapılan çok
önemli bir yapı konkuruna ressamlar ve heykelciler de katıldı. Sonunda bir
ressamın teklifi kazandı.
Resim alanına
çeşitli malzemenin girebileceğini ispatlayanların başında Picasso geliyor.
Picasso olmasa da yeni resimde yeni lezzetler, yeni malzeme tadı yeşerecek, boy
atacaktı. Fakat Picasso’nun cesareti bu akımı hızlandırdı. Bir taraftan nakış
sanatının çeşitli kollarını, mesela seramiği denemesi bir çevre içinde kardeş
sanatların toplanmasını sağladı.
Malzeme
seçiminde alışılagelmişin dışına çıkanlar arasında Ma-tisse’i, Braque’ı,
Klee’yi, Chagall’ı, Dubuffet’yi sayabiliriz. Adi ambalaj kâğıdı üzerine
yağlıboya ile çalışanlar arasında bir Lautrec, bir Vuillard, bir Bonnard’a
rastlayabiliriz. Chagall’ın resimlerini çok yakından incelediğiniz zaman
şaşırırsınız. Zemin, boya tadı, fırça disiplini, çizgi akışı gibi eski resmin
kaçınılmaz yasaları burada iflas eder. Üç dört metre uzaktan,
adlandırmayacağınız gri morlar zenginliği, çok yakından bakıldığı zaman bulaşık
suyu kıvamında, yer yer mat, parlak boyalar. Avuç içi kadar bir çevrede yarım
santim kadar boya birikimi. İki parmak ötede, altından kurşunkalem çizgile-
ri beliren
sulusepken bir bezir terebentin karması. Bir büyük Türk şairi “Düşmanıyım
asaletin kelimelerde bile” demiş. Buradaki asaletin donmuş bir kalıp, amansız
bir yasa olması gerek.
Resmi
malzemenin kısır yasalarından kurtaran büyük ustalara selam olsun.
Aman Boyacı
Boyacı!
Çarşıdan aldım
pirinci pirinci
Edirne’nin
boyacıları birinci
Aman da boyacı
boyacı!
Amman
imdadımıza yetiş boyacı. Bizlere, meslektaşlarına acı. Bo-yasızlıktan döküm
döküm dökülüyoruz. Suluboya kutularımız tamtakır, yağlıboya tüpleri yamyassı.
Ne yalancısı var boyanın piyasada ne hası.
Aman da boyacı
boyacı
Nedir bunun
ilacı?..
Bir yanından
bir avuç toprak, bir kaşık ketenyağı, bir çimdik kurşun atacaksın, öteki
yanından tombul sucuk gibi boya tüpleri çıkartacak fabrika... Gözünü sevdiğim
boya fabrikası neredesin? Ne zaman kurulacaksın?
- Kurşun var mı
kurşun?
- Var.
- Boyacılıkta
kullanılan yağlar?
- Var.
- Boyayıcı
tozlar, tuzlar?
-Var.
Bunların hepsi
var olmasına var ama bunları karman çorman edecek fabrikayı kurmak için gereken
araçlarımız yok. En başta, böyle bir fabrika kurulmasını candan, yürekten
arzulayanlarımız yok.
- Boyaya, hele
hele ressamların kullanacakları boyaya gelene kadar...
Yeni
ressamların kullandıkları boyalardan şimdilik vazgeçelim. Bunları dışardan
getirelim. Ama bir de peynir ekmek gibi harcanan boyalar var. Çeşitli iplik
boyaları, yapı işlerinde kullanılan boyalar. Şunları bir sıraya koyalım. Boya
demek kimya demek. Kimya demek 1957 yılının gözünün bebeği demek. Gözümüz gibi
sakınmamız, gözümüz gibi üstlerine titrememiz gereken kimyacılarımıza ilk önce
şunu soralım:
- Dışarıya beş
para çıkarmadan, kendi yağımızla kavrulmayı birinci plana alarak kendi
imkânlarımızla elde edebileceğimiz boyalar hangileridir? Kimyacılarımız
arasında yerli boyaları, yerli boyayıcı özleri başından sonuna kadar inceleyen
var mıdır? Büyük şehirlerimizde kurulan pazarlara yalnız tuz ve gazyağı almak
için inen köylülerimiz boyalarını nasıl yaparlardı? Bugün hâlâ dağ köylerimizde
has boyalar var. Bence bunlarla yapılan işler demir gibi durur da, en ileri
yabancı memleketlerden getirtilen boyalar bir çırpıda solar gider.
Güzel sanatlar
alanında belli başlı bir kol sayılan çinicilikte dünyaya nam vermiş Türk
çinilerinde kullanılan boyalar nelerdi? Bu boyalar bize dışarıdan mı gelirdi?
Taşıma boya ile bu kocaman çini değirmeni dönebilir miydi?
Halıda,
kilimde, yazmada, oymada, kakmada ve bütün bunların hepsinden çok harcanan
alçakgönüllü iplik boyalarında ecdadımız neler kullanırdı?
Nakış
sanatımıza dünya durdukça yaşayacak bir ömür sağlayan bu canım boyalar, bu has
boyalar ne oldu?
Haşan
Mutlucan’ın Köroğlu’nu gümbür gümbür gümbürdeten sesi ile sormalı:
Sırtı mor
cepkenli beyler nic’oldu?
Bugün kumaş
veya iplik boyacılığında indantren diye on numara alan, bizim kimi zaman has,
kimi zaman kökboyası dediğimiz boyalar nice oldu? Hey Allahım? Bunlar dışarıdan
gelmediğine göre Allahın dağındaki köylerimize melekler tarafından paraşütlerle
mi atılırlardı?
Has boyalar
Has nakışlar
nic’oldu?
Yer yarılıp
yerin dibine mi geçtiler? Yoksa köylümüz bunları biriktirip biriktirip dışarıya
mı satıyor?
Dışarıya giden
milyonlarımızla, kendi elceğizimizle kendi aşımıza kattığımız zehrin farkında
mısınız?
Piyasada kabaca
anilin diye anılan tozlarla boyanmış ipliklerin hepimize oynadığı oyundan kim
sorumludur?
Bunları kendi
elimizle satın alıp kendi elimizle en ücra köylerimize kadar dağıtmanın bir
kelime ile cinayet olduğundan kimsenin haberi yok mu? Bakıyorsunuz, kilim veya
halı bundan iki yüz yıl önceki nakışlarla, aynı emeklerle, aynı ilmiklerle,
aynı tezgâhta örülmüş. Aynı sabır, aynı sevgi, aynı renk cümbüşü. Ama şöyle üç
dört gün yaz güneşinde kalmaya görsün:
- Sen sağ, ben
selamet!.. Ne nakış kalıyor ortada, ne düzen.
Hele o her biri
bir tutam şiir balı ile tatlı, her birinde has renk ve biçim meseleleri
çözülen,
Uğru civan
civan
Keklik nakışlı
köy
işlemelerimiz. Peşkir, yağlık denen işlemelerimiz. Güneş yüzü, su yüzü görür
görmez bir kat daha parlayacak yerde sönüp giden eşsiz nakışlarımız. Bunları
ciddiye alan, bunların sönüp gitmesi karşısında içleri sızlayan kimse
çıkmayacak mı?
Üniversitemizin
sevgili kimyacıları!.. Bütün ümidimiz sizlerdedir. Yerli boyalarımız, yerli
boyacı özlerimiz üstüne bizlere bir şeyler öğretin. Kullanacağımız boyaların
hepsini ille de kendimiz, kendi memleketimizde arayıp bulalım diye dayattığımız
yok. Eğer dışarıdan daha ucuza gelecekse kimini de dışarıdan getirelim. Ama en
çok kullanı-lanlan, en güvenilenleri kendi kendimize elde edebilmek mümkün
olursa ne mutlu! Yazmacılığa merak saldığım günlerde, İstanbul’daki bütün basma
fabrikalarını dolaştım ve şunu öğrendim:
- Bizim has
boya, kökboyası diye adlandırdığımız renkleri Avrupa çoktan kimya imbiğinden
geçirmiş. İlim çoktan bu meseleyi kökünden halletmiş. Ama has renkler bir parça
daha pahalı. Sonra çeşitleri sayısız değil. Parmakla sayılacak kadar az. Tıpkı
bizim kök-boyaları gibi onların da bütün çeşitleri yoktur. Mesela mor
çeşitleri, mesela gri çeşitleri olmadığı gibi ana renklerin bütün koyuluk
dereceleri yoktur.
Bizim basma ve
kumaş fabrikalarımızın has renklerle başları pek hoş değildir. Bu renkler o
kadar kuvvetlidir ki kazanlar bunlarla bir defa boyandı mı renk değiştirmek
için uğraşmak gerekir.
Başta su
masrafı!.. Sonra en önemlisi, bu renklerle boyanan iplikler, kumaşlar kolay
kolay solmadıkları için “evladiyelik”; müşteri bir yenisini almaz ki!.. Hem
solan renkler bir lira ise, bunlar beş lira.
Bir arkadaş
anlatmıştı: Bugünkü İran’da kötü boyalarla iplik boyamanın cezası idama kadar
gidermiş... İlgililere sorup inceleyemedim bunun doğruluğunu ama vallahi aklım
yattı bu işe. İran’ın en önemli gelir kaynaklarından birisi halıcılık olduğuna
göre...
Yerli
nakışlarımızın hatırı sayılır bir gelir kaynağı olabileceğine inananlarımızın
sayısı beş on kişiyi aşmaz. Buna karşılık turizmin memleketimize büyük ölçüde
bir gelir sağlayacağına inananlar çoktur. Turistlerden:
- Aman ne kadar
güzel minareleriniz var. Boğaziçi ne müthiş!
sözlerinden
başka bir şeyler alabilmek için nakıştan başka neye güvenebiliriz? Bunlara
şişeler içinde Boğaziçi suyu veya minare gölgesi satacak değiliz ya. Fotoğraf
makineleri, yazı makineleri, kol saatleri de saramayacağımıza göre bir şeyler
satmamız lazım değil mi? Peki nasıl faydalanacağız turistlerden?
- Onlara kendi
tezgâhlarımızda yapılmış yüzde yüz Türk malı olarak bir tek şey satabiliriz:
nakış. Şunları yazarken karşımda bir çift Sivas eldiveni var. Köyde örülmüş,
yün eldivenler. Kime isterseniz giydirin. Eğer bir çırpıda on parmakta on çeşit
erik ağacı donanma gibi çiçek açmazsa, turistler bunları kapış kapış
kapışmazlarsa bana dilediğiniz cezayı verin.
Yalnız bu
eldivenlerin boyası daha ilk kar topunda, ilk yağmurda akıp giderse bunu
alanlar herhalde sık sık kulaklarımızı çınlatırlar. Ne yazık ki on parmakta on
çeşit meyve ağacı çiçeklenen bu eşsiz nakışların ipliği en adi boyalarla
boyanmıştır. Ne suya gelebilirler, ne de sabuna. Peki yazık değil mi bu kadar
emeğe? Ecdadımız yaptıkları işlere bu kötü boyaları bulaştırmış olsalardı
tarihimizin en önemli, en parlak sayfaları bir daha ele geçmemek üzere kopmuş
demekti.
Dünyanın en
belli başlı müzelerindeki çeşitli nakışlarımızdaki boyalar solup gitselerdi zor
anlatırdık büyük bir millet olduğumuzu. Zor anlatırdık on parmağımızda on
marifet olduğunu. Zor anlatırdık sadece yıkıcı değil, yapıcı olduğumuzu.
Ey en büyük, en
hayırlı işleri başıbozuklara bırakmayan, ey milletin sağlığını düşünerek
sevgili zehirlerimizi, tütünümüzü, içkilerimizi kendi eliyle sarıp sarmalayan
devlet baba!.. Yalnız alnımızın teri değil, gözümüzün nuru da sana emanet. Ne
olur şu boya işine de bir himmet, bir gayret...
Cumhuriyet, 25
Mart 1957
Kartalla
Kaplumbağa
Ne tuhaf, biz
bazen iki üç gün sonra ölecekmişiz gibi yaşıyoruz, bazen de iki üç yüzyıl daha
yaşayacakmışız gibi. Bazen o kadar tez ki canımız, kabımıza sığmıyor, fıkır
fıkır kaynıyor, köpürüyor, ne günün doğmasını bekleyebiliyoruz ne de güneşin
batmasını. Öylesine şahlanıyor ki arzularımız, ok gibi fırlayıp uçuyoruz. Sonra
bu tez canlı, bu kabına sığmayan delifişek aynı gün aynı hız içinde:
- Ha, şu mesele
mi? Ohoo, daha dur bakalım, onu da düşünürüz elbet, diyebiliyor.
Çünkü biz aynı
anda hem maydanoz olmak istiyoruz hem kavak ağacı.
Çünkü biz aynı
anda hem toprak altında hem deniz dibinde yaşama gücü olan bir böcek, bir balık
hem de aynı anda yedi kat gökyüzünde süzülen bir kartalız. Canımıza okuyan bu
değil mi bizim? Ama insan olmak da bu değil mi? İnsanın en büyük gerçeği bu
değil mi? Siz hiç kartalın kaplumbağayı nasıl yediğini duydunuz mu? Kartalın
pike yaparak kaplumbağayı pençesine takıp havalanması bir anda olur. Kocaman
bir somun boyundaki kaplumbağa neye uğradığını şaşırmış, korkunç bir geziye
çıkmıştır. En az üç yüz metre yüksekten yeryüzüne bakar. Gözleri kamaşır.
Kartal az gider uz gider, en az bir oda genişliğinde düz bir kayalık bulur ve
kartalca bir hesap yaptıktan sonra yirmi otuz metre kala kaplumbağayı kayala-
nn üzerine
bırakır. Olgun bir ceviz gibi kırılır kaplumbağanın kabuğu. Kartal hemen
ayıklanmış avının üstüne yumulur.
İnsan deyince
aklıma hep bu kartalla kaplumbağa geliyor. Ama onların gökyüzündeki halleri,
birisinin çelik pençelerinin kıskacı içinde birkaç dakika sonraki sonuçtan
habersiz ama dehşetli korkmuş hali. Buna karşılık kartalların yüzde yüz
kendinden emin ve mağrur süzülüşleri.
İnsanoğlu ne
kartal ne kaplumbağa. İnsanoğlu dediğin aynı anda hem gökyüzündeki kartal hem
pençedeki kaplumbağa.
Genişlik ve
Büyüklük Etkisi
Greco,
Tintoretto, Tiziano, Rembrandt, Michelangelo, Raffael-lo, Dürer, Cranach, Bruegel
gibi büyük sanatçıların eserlerine baktığımız zaman, bunlarda tekrarlanan
özelliklerden birisi de neyin resmini yaparlarsa yapsınlar, ona bir büyüklük
duygusu aşılamış olmalarıdır. Greco’nun figürleri bazen bir heyulayı andıracak
kadar uzun yapılıdırlar. Michelangelo’nun figürleri, ezkaza normal bir insana
çarpacak olsa, onu en ufak bir temasla ezecek kadar iri yapılıdırlar.
Tin-toretto’nun, Rubens’in kadınları çoğu kez bir devanası kadar şişman,
koskoca gövdelidirler. Tamamıyla insan gövdesini temel olarak alan Yunan
heykelleri yanında, normal bir insan gövdesi ne kadar sıska ve cılız
durumdadır. Bu özellik, hiçbir zaman adi bir boyut farkı ile açıklanamaz, yani
Yunan heykellerinde, Michelangelo’da, Gre-co’da görülen “büyüklük” duygusu
eserlerin insan gövdesinden her zaman büyük bir boyutta yapılmış olmasına bağlı
değildir. Nitekim, bu eserlerin bir kartpostal kadar ufak fotoğraflarında
büyüklük duygusu değerinden hiçbir şey kaybetmez.
Bu büyüklük
duygusu yalnız resimde değil, göze seslenen bütün sanatlarda eserin hep yüzünü
güldüren ve alnını ağartan önemli bir özelliktir.
Sinan’ın bütün
eserlerinde bu büyüklük duygusu her zaman göze çarpar.
Büyüklük
duygusunu veren özellikleri araştırdığımız zaman en başta gelen nitelik,
ayrıntıları kitleye üstün tutmamış olmaktır.
Fakat bir
kitlede hiç ayrıntıların bulanmamış olması, onun gerçekten büyük olmasını
gerektirmez.
Büyüklük
duygusu gerçek sanatçıların doğadan devşirdikleri en önemli paydır.
Doğanın
sınırsızlığı ve sonsuzluğunun içerisine eserini atan sanatçının en büyük derdi,
hep doğa içerisinde ikinci bir doğa yaratmaktır. Ve yalnız Tanrı’nın
büyüklüğüne inananları bir an için insanın büyüklüğüne inandırmak. Başının ve
kollarının ağırlığına alıştıkları gibi, doğanın sonsuzluğuna ve büyüklüğüne
ahşan, onu unutan insanoğullarına bir an için bu büyüklüğü hatırlatmak ancak
gerçek sanatçıların ulaşabileceği bir özelliktir.
Eşyayı büyük
göstermek için bir yol, bir hile yoktur. Eşyaya büyüklük duygusu verenler, onu
olduğundan çok daha büyük gören, büyük duyan sanatçılardır.
Bazı kitaplarda
binde bir görülen hayvanların büyüklükleri üstünde bir fikir verebilmek için,
herkesin çok iyi bildiği bir biçim, örneğin bir insan gövdesi konulur. Gergedan
veya fil yanındaki insan gövdesine oranla büyüklüklerini göstermiş olurlar.
Yaptıkları eşyaya büyüklük duygusu vermek isteyenler, bu ölçüyü, bu orantı
oyununu çeşitli yerlerde kullanmışlardır. Fakat biz büyüklük duygusundan en
ufak yardımcı bir biçimle karşılaştırma olanağı aramadan, yalnız başına büyük
görünen biçimlerden söz ediyoruz.
Büyük Türk
hattatlarının eserlerinde avuç içi kadar bir kâğıt parçasına yazılan bir tek
kelime, çoktan kâğıdın sınırlarını, boyutunu aşmış ve Selimiye’lerin,
Süleymaniye’lerin, Greco’ların, Michelange-lo’ların eriştikleri büyüklük
duygusuna kavuşmuştur.
Fotoğrafçılık
sanatının gelişmesi, sanat eserlerindeki büyüklük duygusunun çeşitli
görüntülerinin güzel örneklerle açıklanmasına yol açmıştır.
Kitaplardaki
fotoğraflarını gördüğümüz zaman bizde bir duvarı kaplayacak kadar büyük bir
resim etkisi yapan resimlerin asılla-rını gördüğümüz zaman, hayretler
içerisinde kalmıştık. Bize bir duvar kadar büyük görünen resim 16 santim
genişliğinde 25 santim uzunluğunda bir eserden başka bir şey değildi.
Fotoğraflarını
görüp de ufacık bir kompozisyon sandığımız bazı eserlerin de tam tersine, bütün
bir duvarı kapladıklarını gördük.
Heykel de aynı
şey. Bir parmak büyüklüğünde heykelciklerin fotoğraflarına bakıp onlara koskoca
bir kitle biçtiğimiz çok oldu.
Herhangi bir
düşünceyi, bir sorunu, bir olayı, bir duyguyu başkalarına aktarabilmemiz için,
onu çok iyi kavramış, hiç olmazsa anlattığımız an içinde tümüyle benimsemiş
olmamız gerekir.
înandırabilmek
için inanmış olmak, kandırabilmek için kanmış olmak gerekir kanısındayım.
Uzunu kısa
gören, onu kısa görmekle asıl amacını daha iyi açıklayacağına inanmıştır.
Yeşili siyah
gören, siyahın izinde yeşilden daha çok iş göreceğine inanmıştır.
Bir testinin,
bir kırlangıcın, bir başın üzerinde yıllarca uğraşan, göz nuru tüketen sanatçı,
konusuna bütün kendi evrenini, kendi dünyasını sıkıştıracağına inanmıştır.
Bizi aşırı
ölçüde coşturan bir olayı bir başkasına anlattığımız zaman, onda coşku
uyandırmak için hikâyedeki birçok ayrıntıyı değiştirir ve karşımızdakinin coşma
yetisine göre ayar ederiz. Sesimizi alçaltır, yükseltir, olay kahramanlarının
sayısını ve yaptıkları işi önemli farklarla değiştiririz.
Sanatçının
çabasında, iyiden iyiye buna benzer bir biçimde değilse de, bunu andıran bir
özellik vardır.
Gündelik
hayatta söylediği sözün dinlenmesini, yazdığı mektubun okunmasını isteyenler,
kendilerini en ufak bir “yalan” kaygısı ile yıldırmadıklarını sezmeden, eşyayı
ve olayları taklit eder dururlar.
Fakat bir
sanatçı için hayrete düşürülecek, zevk ve heyecana tutuşturulacak insan kimdir?
Ve sanatçı seyirci kitlesinin coşku ve ilgi damarlarını nasıl bulur,
söyleyeceği sözü ona göre ayar edebilir?
Siz
karşınızdakini coşkuya düşürecek özellikleri çok iyi bilir ve sizi dürten olayı
ona göre yeniden kurabilirsiniz, fakat sanatçının seslendiği insan kimdir?
Cevap: Yalnız kendi zevki ve kendi coşkusu.
İşte bütün
sorun buradadır. Eğer sanatçı coşku damarlarını çok iyi kavrama fırsatını
bulduğu sınırlı bir kitleye sesleniyorsa onun sanatından şüphe ediniz, çünkü bu
kitle ne kadar geniş olursa olsun, sınırlıdır ve sanatçı sırf bu kitleyi
coşturmak için kendi zevkinden fedakârlıklar yapacaktır.
Asıl sanatçının
önünde hiçbir zaman belli bir kitlenin zevki değil, doğrudan doğruya kendi
inancı yükselir ve onun bütün çabası kendi inandığı ve beslediği duygulara
biçim vermektir.
Sanatçı
biçimleri ancak büyük bir aşkla inandığı, bağlandığı kavramlar için kırar,
parçalar, değiştirir, küçültür, büyültür ve onları yeniden kendi beğenisine
göre bağlar.
Herhangi bir
konuyu herkesin yapamayacağı kadar büyük bir atılımla duyan ve ona bütün bir
ömür pahasına bağlanmış olanlar, ne yapıp yapıp bize meramlarını anlatmak
olanağını bulmuşlardır.
Anlatmak
istediği olayın korkunçluğunu, dili tutulacak derecede duyan bir kimsenin bütün
varlığı ile her ne pahasına olursa olsun, meramını anlatmayı başarması gibi,
ressam da içinde olup bitenleri sanatının bütün olanaklarını araştırarak,
zorlayarak anlatacaktır, yeter ki söyleyecek sözü olsun.
Onu ya Greco’da
olduğu gibi bir alev halinde kıvrıla kıvrıla ya da Rembrandt’ta olduğu gibi
sakin bir dille ya da bir Rubens bela-gati, bir Dürer soğukkanlılığı, bir
Rousseau saflığı ile ne yapıp yapıp söyleyecektir.
Etüt-Tablo
Klasik resim
dilinde etüt, bir tablonun meydana gelebilmesi için yapılan hazırlık, taslak,
deneme yollu çalışmalara denir.
Tablo deyince
çok çeşitli konuların bir araya gelmesinden doğan senfoni çapında bir istif,
bir kompozisyon hatıra geldiği gibi, kocaman veya minicik bir portre, bir elma
resmi de gelebilir. Tablo çok karmaşık resim meselelerinin bir arada
çözümlenişi anlamını taşır. Örnek verelim. İşte, bir tablo, bunda yer alan
çeşitli konuları sayalım:
1. Gökyüzü /
bulutlar
2. Ağaçlar
3. Evler
4. Atlar
5. İnsanlar
6. Deniz
7. Tarlalar
8. Kuşlar
Geriye ne
kaldı? Böcekler, balıklar, sürünen hayvanlar falan...
İyi bir ressam
yukarıdaki tabloda yer alan bu kadar çeşitli konuları bir çırpıda çiziktiremez.
Bunları ayrı ayrı inceler. Adı klasiğe çıkmış ustalar bu ayrı ayrı incelemeleri
seyirci karşısına çıkarmadılar. Bunların ne yazık ki çoğu geçmedi elimize. Klasik
ustalar bu denemeleri sadece kendileri için bir not, bir dayanak olarak
kullandılar. Ve tablo bitince onları yok ettiler.
Tabloda değil,
fakat benim için tablodan farksız olan eski güzel yazılarda da aynı gelenek
vardır. Eski harflerin büyük ustalarından Kâmil Akdik’i ziyaret ettiğimiz zaman
şunu öğrenmiştik:
Üstat Akdik,
bir saat önce bir bavul dolusu etüdü, -müsvedde-hazırlık yollu yazılan
denemeleri kendi eliyle yakmıştı. Bahçede açılan çukura kendi eliyle
yerleştirdiği yüzlerce “istif”, yüzlerce eser bir kibritle alev almış, yanmış,
kül olmuştu.
Cezanne’ı
yakından tanıyan Renoir onun en güzel suluboya denemelerini attığını anlatır.
Bunlardan bir kısmını koca Renoir usta kendi eliyle kurtarmış, saklamış.
Goya’dan
elimizde gravürler var etüt yollu, ama El Greco’dan hiç ama hiçbir şey
kalmamış.
Mesleğe giren
yabancı kelimeler... Günümüzün resmini klasik resimden ayıran özelliklerden
birisi de bu olsa gerek. Bugün etüt-tab-lo ayrımı yok. Günümüzün ustalarının
elinden çıkan eserleri etüt-tab-lo diye adlandırmıyoruz. Suluboya, karakalem,
gravür, vesaire diye adlandırıyoruz. Bugün bir etüt ne zaman tablo mertebesine
ulaşır, Allah bilir. Aynı değerler ölçüsü, çırak-kalfa-usta anlamlarında da
sarpa sarar. Bir Koca Sinan, bir Tiziano, bir Michelangelo rahatlıkla çırak,
kalfa, usta derecelerini sınırlayabilirler. Ama bugün bir Picas-so’nun bu
ayrımı rahatlıkla yapacağını sanmıyorum.
1928-30 yılları
arası, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi resim bölümünde su gibi harcanan bir
kelimeyi hatırlarım: pochade = po-şat.
En ufak bir
renk bilgisinden yoksunken çalafırça poşatlar yapardık. O zamanki anlamda
manzara karşısında yangından mal kaçırırcasına yaptığımız okul defteri
boyundaki resimlere poşat derdik. Canlı model karşısında çabucak yaptığımız
resimlere eskiz derdik. O yıllarda da ton, dömiton, dömitent, kompozisyon,
eksersiyon, fon, deforme, armoni, rötuş, tuval, pentür, form, şövale, godiyum,
kontrlümiyer, şasi kelimeleri resim atölyelerinde bol bol kullanılır, fakat
çoğu zaman ton kelimesini her öğrenen kendine göre kullandığından, öğrencilerin
sözleri birbirlerini tutmazdı. Aradan kırk yıl geçtiği halde üzülerek
söylüyorum, bu kelimeler hâlâ Akademi koridorlarında başıboş dolaşmakta ve
zaman zaman çok acayip ve tatsız çatışmalara sebep olmaktadırlar. Biz yüzde yüz
mecbur olmadıkça bu kelimeleri kullanmadık. Tam otuz yıl önce form yerine biçim
dedik, dayattık ve tutturduk. Ama desen kelimesinin karşılığını bir türlü
yakalayamadık. Ton kelimesi yerine koyuluk derecesi, basamak, perde gibi
dilimizde yaygın olan kelimeleri de kullandık. Silueti karaltı olarak anlattık.
Bir zamanlar moda halinde kullanılan plastik kelimesinin peşine düştük. Her
kafadan başka bir ses çıktığını görünce yakasını salıverdik. İnanmazsanız,
değişik okullarda, değişik memleketlerde okumuş aydınlara sorun. Alacağınız
cevaplar şaşırtacak sizi. Günümüzde güzel sanatlarla ilgili okullarda buna
benzer bir yabancı kelimenin salgını var:
İngilizce
söylenen bu kelimeyi de bir Alman’a, bir İngiliz’e, bir Fransız’a, bir
İtalyan’a sorarsanız, alacağınız cevaplar bir o kadar farklı olacaktır. Bizim
atölyemizde tasarlama gücü diye adı geçen konu “basic design”a en yakın düşen
olmalı. Bunu temel eğitim, temel tasarı diye tercüme edenler var. Bütün
bunların üzerinde duruşumuzun biricik nedeni şu: Dilimize dolanan yabancı
kelimeleri (tramvay, tren, otomobil, bisiklet, motosiklet, otobüs, minibüs,
tünel gibi) çok yakından ve iyi bilmezsek bizi çok acayip yerlere
götürebilirler. Fer-nand Leger (1950 yılında) atölyesinde çok harcanan iki
kelime vardı. Bunlardan biri dekoratif, diğeri plastik idi. Leger bir resme
plastik derken ona en yüksek değeri vermiş oluyor, dekoratif dedi mi yerin
dibine sokmuş oluyordu. Atölyesinde beş yıl çalışan eski öğrencilerinden biri
bu iki kelimenin tüm anlamını çıkaramayınca, özel atölyesine gidip kendisine
sordum, fakat ne yazık kesin bir sonuç alamadım. Büyük usta sanki, “Eserime
bak, ne demek istediğimi anla!” demeye getiriyordu.
Herhangi bir
sanatta ve zanaatta bir kelimenin yerli yerine oturması büyük bir zaman işi.
Bizde Avrupa anlamında resim yüz yıldır yapılıyor. Bu yüzyılın yarısını bizim
kuşak yaşadı. Yüzde yüz resim sanatına has kelimelerin dilimizde kök
salabilmesi en az birkaç yüzyıl işi olmalı. 1936 yılında Akademi resim bölümü
başına getirilen Fransız ressamı Leopold Levy’nin derslerini öğrencilerimize
tercüme
ederken anladım
bu korkunç gerçeği. Levy birkaç cümle söylüyor, bunları hemen öğrencilere
tercüme etmek gerekiyordu. Ve bu arada dünyanın en komik pazarlığı kuruluyordu.
Tercüme etmeden önce hocaya soruyordum:
- Şunu mu
söylemek istiyorsunuz?
- Ne münasebet,
çıldırdınız mı?
- Peki, öyleyse
şöyle mi demek istediniz?
- Kattiyyen!
- Peki, şöyle
desek...
- Eh! Hiç
yoktan iyi.
Gözümüzün Önü
ve Arkası
On beş-yirmi
yaş arasında herkes bir şeyle bozar. Bir yere, bir düşünceye, bir olaya, bir
insana, bir şeylere takılır kalır. Bu yaşın üstüne, “Dikkat! Tehlike var!”
yaftası herhalde bu yüzden asılmıştır.
On beş-yirmi
arası, henüz su halinde çalkalanan çocukluğumuzun yavaş yavaş donmaya,
katılaşmaya başladığı yıllardır. Ağaç ne yana bükülecekse, fidan belli belirsiz
o yana doğru yatmaya başlamış demektir. On beş-yirmi yaş arasını pertavsızla
incelemek sıkıntısına katlanabilenler, yavaş yavaş katılaşmaya başlayan
çocukluğumuzun sonunda nerede karar kılabileceğini iyi kötü sezinleyebilirler.
Katılaşmaya başlayan su, bir daha erimemek üzere donunca ne kesilecek? Taş mı?
Demir mi? Cam mı? Kereste mi? Tahinhelvası mı? Tuz mu, buz mu, ekmek mi, zehir
mi? Bütün keramet o yaştakiler! haberleri olmadan inceleyebilmektedir!
İçlerinde olup bitenleri gün ışığına çıkaracak bin mumluk lambaları gözlerine
sıktınız mı, hava alırsınız! Hangi insanoğlu, kendisini laboratuvar kobaylarına
benzetmenizden hoşlanır?
Her ne hal ise,
bundan ötesi sanat adamlarının işi değil, ilim adamlarının işi. Biz sayı ile
kendi yaşımıza, başımıza gelelim. Tehlikeli denilen yaşta herkes bir şeyle
bozar ya, bendeniz de az kalsın şununla oynatacaktım:
- Nasıl
görüyorum?
Zamanımızda
adına “riyaziye” denilen, şöhreti her nedense umacıya, canavara çıkmış haşmetlu
dersin iki tane de buz gibi soğuk hemşirezadesi vardı: fizik ile kimya. “Nasıl
görüyorum?” sorusunu, ce-vaplandırabilmek için el attığım fizik kitaplarında
buz gibi soğuk şemalar vardı: Işık geliyor, tenis topu misali herhangi bir
eşyaya çarpıyor, çarpar çarpmaz doğru gözbebeğine, orada tekrar bir yere
çarpıyor, çarpılıyor. İstikamet beyin, marş marş.
Peki, buraya
kadar iyi, güzel, oradan geldi, buraya çarptı, sonra şuraya döndü, orada kaldı.
Kitaplara göre her şey beyinde olup bitiyordu. Öyle ya, adamın kolunu
kesiyorsun, adam görüyor, ama kafasını kestin mi iflahı kesiliyor. Beyin!..
Hani şu pişmiş kelle satan dükkânlarda, üstüne bir tutam maydanoz, bir çeyrek
limon atarak iştahla yediğimiz, yumurta beyazı kıvamındaki nesne!
Her şey gelip
ona dayanıyor, ama gel gör ki ben bir türlü bu yumurta beyazına dayanamıyorum.
- Işık, eşyayı
oraya kadar götürüyor ama onun daha arkasındaki kim? Beyinde olup bitenlerin
hepsi kabul ama,
- Ben nasıl
görüyorum? Tabii bunun arkasından,
- Ben nasıl
işitiyorum? sorusu geliyordu. Tavla zarı, kulak zarı, hepsi iyi ama bunların
arkasında,
- Duyan kim?
Fizik
kitaplarının buz gibi şemaları arasında yıllarca dolandım durdum. Göz vardı
onlarda, kulak vardı, ışık vardı, ses vardı, beyin vardı, ama bu arada ben
nerede idim? Kendimi bir türlü bu şemaların münasip bir tarafına
yerleştiremiyorum. Daha sonraları, bu şemalarda kendimi değil “Yaradan”ı
aradığımı duydum:
Elhamdülillah
Elhamdülillah
Göklerin
bittiği yerde
Başladı Allah
Ve biz aklı
naçar azat eyledik
Elhamdülillah
Görme ve işitme
tasası ile bu deyiş arasına en az on yıl girmişti. Bir tane daha:
Gözlerimin
arkasında
Tıpış tıpış
gezen cinler
Gözlerimin
arkasında
Yuva kuran
güvercinler
Gözlerimin
arkasında gülen bahar
Gözlerimin
arkasında ne var?
Başlarken nasıl
görüyorum sorusunu bir türlü cevaplandırama-dığım için az kalsın oynatacaktım
deyişim, sözün gelişi değildi. Bu soru öyle münasebetsiz zamanlarda, öyle boş
bulunduğum anlarda gelip çatardı ki, ne yapacağımı şaşırırdım. Başımdan aşağıya
kaynar sular döküyorlar sanırdım. Elim ayağım tutmaz olurdu.
Yarab!
Gökyüzünde bir yerde saklı çocukluğumuz
Dokunma!
Nasılsa unutmuşuz
Dokunma sımsıkı
kapalı dursun
Senin sırrın
Bizim
çocukluğumuz
Ve cinnet
öteden beri kapı komşumuz.
Vallahi! Meslek
tasaları, ıvır zıvır ağır basmasaydı, eli kulağmday-dı bizimkinin. Aramızda kıl
kadar bir şey kalmıştı.
Otuz yıl geçti
aradan. Aynı konu bugünlerde bambaşka kılıkta karşıma çıkmaz mı?
- Göz önüne
getirmek ne demektir? Hepimiz konuşurken peynir ekmek gibi kullanırız bu sözü:
- Sen, şimdi bu
manzarayı gözünün önüne getir.
Bu sözü
söylerken, dinlerken ne yapıyoruz, biliyor musunuz? Derhal şipşak bir sahne
veya bir şema perdesi kuruyoruz. Gözümüzün önüne getireceğimiz şeyi oraya
yerleştiriyoruz. Nasıl oluyor bu iş? Ne kadarda oluyor bu iş? Ne kadar sürüyor?
Ne kadar başarı ile oluyor? Bütün bunlar sahiden üstünde durulacak olaylar.
Hele bir ressam
için!.. Yapacağı işi gözünün önüne getirebilen ressamlara ne mutlu! Altın
yumurtlayan tavuk kaç para eder bu gücün yanında? Resim sanatının alfabesi şu
davranışla başlar:
- Yapacağı işin
çevresini kesin olarak bilmek.
Bunu doğru
dürüst gözünün önüne getiremeyen ressam, işe başladıktan sonra düzenlenmesi
hemen hemen imkânsız zorluklarla karşılaşmaya mahkûmdur.
Yani
yapacağımız işin boyunu bosunu kesin olarak tasarladık, ya ondan ötesi? Ben
bugüne kadar tanıdığım, hayatını okuduğum ressamlar arasında tablosunun en son
durumunu bütün incelikleriyle gözünün önüne getirebilmiş olanlara rastlamadım.
En kabadayısı, ancak yüzde ellisini getirebilir gözünün önüne.
Peki ama niçin
gözümüzün önüne getiriyoruz da, arkasından halletmiyoruz işimizi. Bu içeriden
dışarıya çıkarma zoru nereden geliyor?
Bütün bu konuya
sadece dokunması! Bunun üzerinde durup düşünmeyi resim meraklılarına
bırakıyorum. Üzerinde ne kadar durulsa yeridir.
Nasrettin Hoca,
kömürlükte kaybettiği anahtarı sokak kapısında arayınca, bunun hikmetini
soranlara:
- Kömürlük çok
karanlık da! demiş.
Gözümün önü
aydınlık, arkası zifiri karanlık değil mi?
Cumhuriyet, 20
Nisan 1959
Tasarlama Gücü
(Basic Design)
On beş yıl
oluyor. Beyoğlu’nda küçük atölyemizdeki sergiye iki yabancı geldi. İngilizce
konuşuyorlardı. İlgiyle seyrettiler. Birisi oldukça acemi bir Fransızcayla
tebrik etti sergiyi. Mesleklerini sordum.
- Meslektaşız
demeye cesaret edemiyorum, dedi biri. Bizim meslek bambaşka bir yolda
gelişiyor. Biz karı koca Londra’nın en büyük mağazalarından birine iki konumuzu
kabul ettirdik. Ben yepyeni bir dolmakalem tipi buldum. Karım da bir düdüklü
tencere. Bunlardan kazandığımız para ile dünya turuna çıktık.
Anladığım
kadarı ile tatbiki güzel sanatlar okulundan mezun olmuşlar. Applied Arts,
Fransızca Les Aplieues, Almanca Kunst Gever-be denilen okul. Bu okulun
mezunları arasında eskilerine göre çok daha kullanışlı, çok daha sağlam ve ucuz
ev eşyası yaratabilenler ara-nıyormuş. Bir çakı tipi bulacaksın, görülmemiş
marifetleri olacak bu çakının. Mesela bir yanı çakmak, bir yanı çakı, öteki
yanı kalem... Bunu en ufak ayrıntılarını düşünerek çizecek, aynı boyda, aynı
malzeme ile örneğini yapacak, yapılırken geçireceği durakları bir bir göz
önünde tutacaksın.
- Böyle bir
çakı şu malzemeden şu paraya, bununla bu paraya mal olabilir, deyip ispat
edeceksin. Tabii böyle bir şey ilk önce kafada çi-çeklenecek, sonra tezgâhta
ete kemiğe kavuşacak.
Basic design
hocası atölyeye koca bir çuval sırtlamış geliyor. Çuval büyük ama hafif.
Öğrencilerin soru dolu bakışları karşısında çuvalı boşaltıyor. Yüzlerce
pingpong topu zıp zıp atölyeyi zıplatıyor. Çocuklarda bir sevinç dalgası...
Peki, sonra. Hoca:
- Haydi
çocuklar, bu sevimli, bu canlı yuvarlaklarla bir şeyler tasarlayın bakalım,
diyor.
Yan yana mı,
üst üste mi olur, tespih gibi delikli mi, dünya gibi yapayalnız mı, bir
gözbebeği, belki bir yumurta. Bir şemsiye topuzu? Fokur fokur kaynayan bir
tabak su... Haydi açm tasarlama gücü kafesinin kapılarını, salıverin tasarı
güvercinlerini... Az gitsinler... Uz gitsinler...
Bir sabah
kalkıyorsunuz ki, deniz taş kesilmiş. Taş kesilen denizde olup bitenleri göz
önüne getirebilir misiniz?
Taş kesilen
denizde gemilerin hali? Taş kesilen denizin taş hali üstündeki yeni düzen? Hadi
bakalım, düşünce ateşi serbest...
Bir sabah
bakıyorsunuz ki... Aa, üstüme iyilik sağlık. Kızken oğlan, oğlanken kız
olmuşsunuz. Yahut hayır, bu kadarı çok güç. Siz olduğunuz gibi kalın da, bize
olanlar olsun. Etrafınızda herkes erkekken dişi, dişiyken erkek olmuş. Dile
kolay... Ama bunun dört beş çeşitli durumunu bütün ayrıntılarıyla düşünebilmek
insanı nasıl yoruyor. Deneyin, hayret edersiniz.
Basit bir
egzersiz: Ömründe düğüm üstünde durmamış bir çocuğa desenle her düğümü tarif
edin. Kalınca bir ipin düğüm durumunu kesin belirten bir desenci çok şeyleri
rahatça çizebilir.
Başka bir
egzersiz: Sizin için en sevgili, en aziz, en kıymetli olan şeyi çizgi, leke,
renkli, renksiz dilediğiniz malzemeyle belirtiniz.
Ömrü çeşitli
balıkları kovalamakla geçmiş birisine dilediği malzemeyi versek, en sevdiği
balığı bize tarif edemez mi? İlk şaşkınlık yenilirse bal gibi eder. Avının
bütün özelliklerini cebinin içi gibi bilen avcı kaba saba da olsa aylardır
kovaladıktan sonra ele geçirdiği geyiği, kuşu bize renkli veya renksiz
belirtemez mi? Küçük bir tecrübe, bir boya denemesinden sonra, yüzde yüz
değilse de, başarır bu işi. Tecrübesi bedava değilse de yıkım da sayılmaz.
Bu açıdan, bu
açıklıktan resim mesleğine girenler bize çok güzel işler getirdiler.
“Tasarlamadır
her resmin başı”. Ama sonu değil tabii. Bonnard!
- Bir resim ya
bir defada yapılır, ya bin defada... Bu söz herhalde tasarlama gücüne
dayanıyor. Bütün ayrıntıları tasarlar, aklını başına devşirirsen, bütün gücünle
bir defa çullanırsan konuya, olur.
Ama yarım
yamalak bir vakit harcayarak, yarım yamalak malzemeyle girişirsen, bir defada
olacak işi bin defada yaparsan şaşma, darılma, kızma...
Sıhhatli bir
insan bir konuyu nerelerine kadar tasarlayabilir? Bir resimde ilgimizi çeken
yüz elma varsa, ressam bunların yüzünü de olmuş bitmiş halde göz önüne
getirebilir mi? El cevap:
- İmkânsız.
Yüz elmadan
elli tanesini tasarlayabiliyorsa ne mutlu ona. Öğrencilerin çoğu:
- Hafızam çok
zayıf. Resmime girecek elmalardan çok azı kalıyor aklımda... diye dert
yanarlar. Aslında aklımızda kalanın çok olması şart değil. Esaslı parçaların
kalmış olması gerek.
Tasarlama
gücünde beni en çok şaşırtan olay bizim Anadolu köylümüzün nakışlarıdır. Beş
metre uzunluğunda, üç metre genişliğinde bir kilim düşünün, bu kilimi ören on
yedi yaşında yahut yetmişlik bir nine, ömrü billah kâğıt kalem yüzü görmemiş,
kilimde çeşitli boylarda elliye yakın nakış... Kimi akraba nakışlar, kimi
birbirinden kesin olarak ayrı nakışlar. Nakışların bir bölümü kırmızılar, bir
bölümü yeşiller üstünde dolanıyor. Aynı nakış biraz ötede ak üstünde kara,
kenarda kara üstünde ak, aynı nakış aynı çevre içinde hem çizgi ile, hem
benekle, hem lekeyle, hem de renkle verilmiş. Ve bir sonuç kurşunkalemle
gelişigüzel çizilmiyor. Kocaman bir tezgâhta ilmik üstüne ilmik perçinleşiyor.
İkide bir düzeltme, karar değiştirme yok, en ufak nakışına kadar on beş
metrekare üzerine serpilecek, bütün nakışları kafanda taşıyacak, evvela şunu,
sonra bunu, sonra daha ötekini diye yüzde yüz kesin bir hesap yapıp işe
koyulacaksın. Bu hesaba göre yününü eğirtecek, dilediğin renklere boyatacaksın.
Ne eğrilmiş yün satar köyün bakkalı ne de boyanmış iplik... Yeterince yünü
evvelinden hesaplayıp hazırlayacaksın. Adı iyi bir kilimciye çıkmış kişi yirmi
otuz çeşit kilim kompozisyonu taşır kafasında ve insanı hakikaten şaşırtan
olay, bu kafanın alışılagelmiş kültür verilerinin tümünden yoksun oluşudur. Ne
on yedi yaşındaki kız okuma yazma bilir, ne yetmişlik nine, ne otuzluk gelin.
Ama bunlar tezgâh başına çöktüler mi üç kuşak bir ağızdan türkü söylercesine
kilimin bir ucundan girip ötekinden çıkarlar.
Dünyanın her
yerinde başköşede yer alan Türk nakışlarının doğuşundaki en büyük özellik
tasarlama gücünün ta kendisidir. Bir kilimle bir otomobil motoru arasında
münasebet aranabilir mi? Her ikisinin de yüzde yüz tasarlama gücüne borçlu
olduğunu hatırlayalım.
Dindarlar
yoktan var etmeyi yalnız Allah’a mahsus bir güç bilirler. Bir kilimin
nakışlarında, bir motorun bujilerinde Allah babanın elinden çok insanoğlunun
eli vardır. Şurası muhakkak ki, tabiat ana tasarlama gücünü insana altın
terazilerde tartarak dirhem dirhem sunmuş. Bu öyle acayip bir güç ki, siz
dünyada herkesten çok sevdiğiniz kimseyi öylesine arzuluyor, öylesine
tasarlıyorsunuz ki, sevgili sanki başınızda. Tünel olup dağları delmeye,
asansör olup bilmem kaçıncı kata tırmanmaya, başlık parası, çeyiz tasasına ne
lüzum var. Gözlerinizi bir güzel yumup sevgiliyi sıkı sıkı tasarladınız mı,
sevgilinin kendisine hacet kalmıyor ki...
Bir hafta bir
adamı aç bıraktınız mı tasarlama gücü alabildiğine şahlanır, burnuna kokular,
diline lezzetler gelmeye başlar. Ama gel gör ki, tasarlama gücü ne kadar
gelişirse gelişsin, açlıktan ölmemize mâni olamaz. Tabiat ana bu yüzden
tasarlama gücünü bu kadar titizlikle ölçüp bilmiş. Aç tavuk kendini arpa
ambarında sanırmış...
Işık-Gölge
En ufak bir
renk kaygısı duymadan sert bir kurşunkalem ile elde ettiği çizgiler ve zayıf
birkaç leke ile birkaç yıl desen çizen bir kimsenin, doğrudan doğruya boya ile
çalışmadan önce bir tek rengin olanaklarını, onun değişik derecedeki
koyuluklarını bilmesi gerekir.
Bir kurşunkalem
ile renkli resim yapılabileceğine kitabımızın başında da değinmiştik, fakat
renk kaygısı başlar başlamaz, kurşunkalemden daha cömert bir gereç seçmek daha
hayırlıdır.
Bir rengin
açıklık ve koyulukları ile renk alıştırmaları yapmak için doğada en güzel konu
ışık ve gölge belirtileridir.
Fakat ne olursa
olsun, desen yapan kimsenin ışık-gölge altındaki formları hiçbir zaman gözden
uzaklaştırmaması gerekir. Konusunun aydınlık ve koyu yanlarını, kâğıdın
beyazlığını da renk olarak sayarsak, dört renkten fazlasına çıkmadan
anlatabiliriz. Konunun en aydınlık yerini kâğıdımızın beyazı olarak aldıktan
sonra, en koyu renk arasında bir veya iki renk koyuluğu kullanabiliriz.
Bu
alıştırmalara yine kurşunkalemle başlamak, konumuzu bir parça kavradıktan
sonra, sulu çini mürekkebi ile veya herhangi bir suluboya ile devam etmek
mümkündür.
Bu alıştırma
öğrenciyi kurşunkalemden fırçaya, çizgiden geniş lekelere ve desenin oldukça
soyut havasından rengin doğaya daha yakın duygusunu verdiren havasına geçirmiş
olacaktır.
Kalemin ve
kâğıdın o ana kadar tutulmuş tarzı değişecek, sanatçı ile iş arasındaki uzaklık
değişecek, kısaca yeni olanaklar başlayacaktır. Suluboya ile veya sulandırılmış
çini mürekkebi ile yapılan desenler, kurşunkalem gibi kolayca düzeltilmeyeceği
için, burada karar vermeden önce fırçaya sarılanlar, ya bir parça sonra kâğıdı
delene kadar hırpalayacaklar ya da yanılmalarını göze hoş göstermek için sözünü
ettiğimiz trüklere, gereç hilelerine başvuracaklardır.
Fırça ile ve
tek renkle yapılan alıştırmalarda da yalından bileşiğe gitmek. Önce tek motif
üzerinde uğraşmak, sonra onu bulunduğu fon ve çevresi ile araştırmak
hayırlıdır.
Bu alıştırma
için bir suluboya tüpü, bir samur fırça, bir de silmek için sünger ve suyu
görür görmez buruşmayan kalınca bir kâğıt seçmek gerekir.
Suluboyada,
renklerin pıhtılaşmadan, elden geldiği kadar berrak bir halde kullanılmasına
dikkat edilmelidir. Konunun koyu tarafları arasında kalan girinti ve çıkıntılar
koyuluk duygusunu koruyarak araştırılmalıdır. Koyu lekeler içerisinde form
görmek güç olduğu kadar, bunları bir koyuluk içerisinde toparlamak da güçtür.
Bu yüzden de kullanılan boyanın en koyu derecesini elden geldiğince bazı güçlü
çizgilerle saklamahdır. Konunun en koyu yanlarını, eldeki rengin en son
koyuluğuna vermek şart değildir. Çünkü doğada herhangi bir nesnenin üzerinde en
açıktan en koyuya gidene kadar sayısız renk basamaklarına rastlanabilir.
Fotoğraf merceği bunları saya saya tü-ketememiştir ve iyi fotoğrafçılar elden
geldiğince renk derecelerini sınırlamaya, onları sayılır bir duruma getirmeye,
kısaca, sadeleştirmeye çalışanlardır.
Bir ressam için
amaç, doğadaki ışık-gölge oyunlarını olduğu gibi saptamak değil, onlardan
sadece bir fikir edinmek ve eşyanın karakterini belirlemek, onu çeşitli
koyuluklar içerisinde çizerek onun zenginleşmesine dikkat etmek ve bunu, formu
inkâr etmeden, malzemeyi zorlamadan yapmak.
Şu Beyaz Yok
mu?
Yalnız para
kazanmak sevdasıyla değil de bir çimdik sanat tasası ile kurulan yapılara alıcı
gözü ile bakın. Şimdilik yüzde bir bile olsa bugünkü yapı bolluğunda böylesine
de rastlamak mümkün.
Bu çeşit
yapıların bitmelerine yakın dış duvarlarının bir köşesinde, içerideki
duvarların kenarında renk denemeleri göreceksiniz. Bir iki metrekare kaplayan
allı, yeşilli renkler. En az on-on beş yapıda dikkat ettim: İlk denemeler
oldukça cesur. Diri renklerle başlar. Saf yeşiller, saf kırmızılar, beyaz ve
siyahla bulandırılmamış maviler, turuncular, bu renk dizisi insanın gözünü
kamaştırır:
— Aşkolsun! Bu
ne cesaret! dersiniz.
Kirli beyazlar,
bulaşık suyuna bulanmış grilerle uzayıp giden şehrin ortasında, dipdiri bir
rengin alacağı değeri düşünürsünüz. Sonra mimar bu canlı renk dizisinin yanına
bir başka renk denemesi sıralar. Bakarsınız, yeşillerden birisi gözlerini
kırpmaya başlamış, o canım kırmızı, bir damla siyahla kahverenginde soluğu
almış. Maviler dersen beyazın hışmına uğramışlar. Ah şu beyaz yok mu? Nedir
renklerin bu beyazdan çektiği canım? Bir renkler bakanlığı kurulsa, “1975’te
kurulacağına senet veririm!..” Ve o tarihte gözlerimde bir damla nur kalırsa,
renkler bakanına şöyle bir istida verirdim:
- Hiç olmazsa
bir yıl beyaz rengin bütün çeşitlerinin piyasadan toplatılması. Renklerle
uğraşanların bir yıl beyaz kullanmaktan kesin olarak men olunmaları.
Bu beyaz yok mu
beyaz? Onun bütün işi gücü renkleri baştan çıkarmaktır. Nerede somurtan, kendi
kendini yiyen, kötü kötü düşünen bir renk görürseniz, hiç şaşırmadan kabahati
beyazın sırtına yükleyebilirsiniz.
Tahtayı kemiren
kurt misali, o rengin yüreğine de muhakkak beyaz düşmüştür.
Piyasada
kullanılan çeşitli tozlarla, tüpler, kutular içinde satılan renkler arasında
beyazın eli değer değmez dinden imandan çıkmayan renkler parmakla sayılacak
kadar azdır. Prusya mavisi bunların başında gelir. îçine bir parça beyaz
kattığınız zaman renk bir parça açılır ama başka bir renk ailesine katılmaz,
kendi soyunun damgasını taşır. Bazı siyahlarla, bazı toprak renkleri de beyazın
şerrinden kendilerini bir parça koruyabilirler ama ondan ötesi bütün renkler
beyaz görür görmez çil yavrusu gibi dağılırlar. Bakarsınız, pırıl pırıl yanan
bir seruleum mavisi bir parça beyaz gördü mü mavilikten istifa eder de grili
bir yeşilde karar kılar. Kırmızılar, turuncular, yeşiller kendi renk çeşitleri
içinde bir basamak açılacak yerde, beyazı yer yemez bambaşka renk diyarlarına
göçerler.
Birçok
tecrübeli ressamı bile ikide bir ağma düşüren beyaz hazretleri, renklerle pek
başı hoş olmayan mimarlara ne oyunlar oynamaz? Saf renkleri pek “çingene
alacası” bulan mimarımız bir parça beyaz katarak onları azıcık yola getireyim
derken canlarım çıkarır. Derken bu bulaşık dizinin yanında üçüncü, dördüncü,
beşinci renk diziler sıralanmaya başlar. Katıksız diri renkler yavaş yavaş
bulanarak grilere doğru yol alır, en açık maviler, en açık yeşiller, hayal
meyal morlar filan derkeeen gelir beyazda karar kılarlar. O beyaz da çoğu zaman
anadan doğma beyaz değildir. Nasılsa kirlenecek diye saf beyazı da bir acayip
beyaza çevirirler.
işe diri
renklerle başlayıp beyazın şerrine uğrayan mimar, üstüne başına, gözüne kaşına
reçel bulaşmış yaramaz çocuklar gibi musluğa koşmuş, bir güzel yıkanmış,
renklerin belasından kurtulmuş:
- Aman be!.. Bu
alacalara da nerden takıldım? Şu beyazın sadeliği ile hangi renk boy
ölçüşebilir? diyerek derinden bir oh çeker, yapının içini de dışını da bir
temiz silme beyaza boyar, çıkar işin içinden. Onlar ermiş muradına ama biz de
çıkıp oturalım gene renk kerevetine. Geçen gün Paris’te çıkan Bugünün Mimarisi
adlı Fransızca derginin 59’uncu sayısını ibretle seyrettim. Her sayısı yalnız
mimarlar için değil, ressamlar, heykeltıraşlar, dekoratörler için bir ziyafet
olan bu dergi Meksika’daki son yapıları ele almıştı. Bu yapıların arasında
tepeden tırnağa kadar renkle donanmışları vardı. Yalnız başına, dümdüz diri
renklerden başka beş yüz metrekareden daha geniş bir yer kaplayan kanlı canlı
resimler bazı yapıların alnının ortasını kaplıyordu. Yani resim sanatı yapının
içinde bir köşecikte değil, dışında, giriş kapısının üstünde, her iki yanında
alabildiğine yapı sanatı ile işbirliği ediyordu. Bir yapı tasarlayın ki pencere
ve balkonlarından başka dümdüz neresi varsa ressama havale edilmiş olsun.
Yalnız ressama değil yer yer heykeltıraşa da geniş çapta yerler ayrılmış.
Yapı bir beton,
bir taş yığını değil bütün gözleri sevindiren, kendine çeken, oyalayan,
dinlendiren, düşündüren bir varlık olmuş. Bir başka yapının alabildiğine uzanan
binlerce penceresi bitip tükenmek bilmeyen bir feryat gibi insanı bunaltmasın
diye, on-on beş yerde bizim kilim nakışlarını andıran kesin nakışlarla
noktalanmış. Öyle göze batan nakışlar ki insanı bıktıran pencere dizilerini
bıçak gibi kesmişler.
Ama bu
kesintiler yapıyı öldürmemiş. Nakışların arasında kalan pencere dizilerine bir
güler yüz sağlamış.
Biz bu
sütunlarda ikide bir bu konuya dokunuyoruz: Bugünün resim sanatı yapı sanatının
harcına, tuğlasına, tahtasına, demirine karışmadıkça tek başına yaşayamaz. Bu
yüzden zamanımızın ressamı yalnız çeşitli boyaların imkânlarını değil, yapı
sanatının belkemiğini kuran her şeyi bilmelidir. Kısacası ressamın sağlam bir
yapı bilgisi olması lazım. Bugünün mimarının faydalandığı yepyeni imkânları
bilmesi lazım. Ressam hem kendi mesleğini kuran tezgâh işini bilecek hem de bir
yapının kuruluşundan haberi olacak. Yalnız boyalarla değil, İran kırmızısı,
Türk yeşili, Hint sarısı ile değil, kırmızı tuğlanın kendisi, beyaz çakıl
taşının kendisi, mavi alüminyumun kendisi ve betonla düşünebilecek.
Buna karşılık
mimarın da renk dünyasından haberi olacak. Falanca yeşilin özlediği kırmızıyı,
falanca sarıyı abat edecek maviyi bilecek. Dekoratörün ve heykeltıraşın
katılmasıyla da sazın dört teli tamam olacak.
Bugünün
mimarisinin bu dört kardeşi nasıl bir araya getirdiğini, elbirliği ile ne iç
açıcı, ne sevindirici işler başardığını merak edenler Meksika’daki örneklere
baksınlar.
Birçok şehri
bir taş, bir beton yığını haline koyan beyaz saltanatının son günlerini
yaşıyoruz.
Öteden beri
yığın halinde kullanıldığı için hiçbir renk değeri kalmayan beyazın, öteki
renkler kadar ölçülü kullanıldığı zaman tadına doyum olmuyor. Ana renklerden
birisi olan beyaz, kardeş renklerin hakkını yemediği zaman bir çocuk gibi
candan gülebiliyor.
Cumhuriyet, 26
Eylül 1955
Siyah-Beyaz
Dokunmadan
yürüyen at
Dinden imandan
çıkarmayan evlat
Bir de iyi oldu
mu avrat
Düğünü
nideceksin
Gir oyna
Çık oyna...
Ha babam ha
yürümez at
Bir kaşık su
vermez evlat
Hele dirliksiz
çıktı mı avrat
Ölüyü
nideceksin
Gir ağla
Çık ağla...
Bunu bir
öğretmen arkadaş Sivas köylerinde duymuş, bir yere yazmış, sonra kaybetmiş,
bana aklında kalanı yazdırdı. Yazmasına yazdım ama:
- Bunun aslı
herhalde böyle değil daha güzeldi, diyecek oldum, yazdığımı bir tarafa attım.
Aradan seneler
geçti, duyduğum, okuduğum yüzlerce şiir, türkü arasında bu deyiş ikide bir
dilimin ucuna gelir durur. Her defasında birçok kelime yerlerini değiştirir.
Her defasında onu başka kelimelerle hatırlarım:
Özengiyi
vurmadan yürüyen at
Gözünün içine
bakan evlat...
Yahut:
Deh demeden
seğirten at
Çakı gibi, cin
gibi evlat
Hanım hanımcık
bir avrat...
Çakmak gibi
evlat. Gül gibi, aslan gibi avrat. İlah... İlah...
Kelimeler
boyuna değişti durdu. Fakat aradan yıllar geçtiği halde: At, evlat, avrat
kafiyeleriyle gir oynanın arkasından gelen gir ağla, düğünün arkasından gelen
ölü hiçbir zaman yerlerini değiştirmediler. Perçinlenmiş gibi onları hep aynı
yerde buldum. Herhalde bunu söyleyen ancak bu kadarını sağlama bağlayabilmiş.
Eğer öteki kelimeleri de yerli yerine oturtmuş olsaydı, birini hatırlar
hatırlamaz ötekiler kuzu gibi peşi sıra gelirlerdi.
Eh! Köylü bu
kadarını söyleyebilmiş. Mektep medrese görseydi, daha iyisini de becerebilirdi.
Ondan ötesini de artık aydın edebiyat adamlarımız himmet etsinler!
Köylünün
dilindeki kelimeler sayılıdır. Onun küçücük bir kelime defteri var. Döner
dolaşır, hep aynı sözleri birbiri ardından sıralar.
Evet öyle ama,
niçin köylünün bir avuç kelime ile söylediği türkü dağları deler, bize kadar
gelir de, bizim şiirlerimiz bir türlü ona kadar ulaşamaz? Niçin köylüden
aldığımız kadarını köylüye veremiyoruz? Tereyağına karşılık mazot, buğdayına
karşılık çikolata, arpasına çavdarına elektrik, halayına horonuna, sazına
türküsüne karşılık da sinema, tiyatro, roman verebildiğimiz gün ne güzel bir
alışveriş olacak!..
Köylümüze
borcumuz sadece tereyağı ile buğday olsa canım yanmaz. Ben kendi hesabıma gerek
resimde gerek nakışta köylümüzden çok şeyler öğrendim. Bunu her fırsatta
tekrarlamaktan büyük bir sevinç duyuyorum. Resme başladığım günden beri
sevdiğim fakat ancak dört beş seneden beri büyük Batılı ustalara karşı
gösterdiğimiz ilgi ile incelemeye başladığım çeşitli köylü dokumalarından kesin
renk ve biçim dersleri aldık. Bu derslerden birisi, resim mesleğinin
belkemiğini kuran siyah beyazın daha doğrusu açık koyu renklerin bir çevre
içerisine serpilmesidir.
Açık koyunun
resimdeki yeri üstüne âlimane sözlere girişmeden, yukarıya aldığım köylü
deyişindeki siyah beyaz üstünde duralım. Bu satırlarda beni çarpan resimdeki
siyah beyaz oyunu gibi bir şey. Bir evde at, evlat ve avrat iyi olursa düğünü
nideceksin, gir oyna, çık oyna, diyor. Bu, zemin beyazıdır. Arkasından gelen
parça da siyahı. Aynı oyuna çeşitli köylü dokumalarında rastlıyoruz.
Bakıyorsunuz, herhangi bir nakış koyu üstünde açık giderken birdenbire bu
gidişten yoruluyor, tam bunun tersine bir renge bürünüyor; açık üstünde koyu
kesilerek dokumaya devam ediyor.
Fakat her
nedense hemen hemen bütün köylü dokumalarında tekrarlanan bu düzen sadece küçük
parçalarda aksamadan kuruluyor da dokuma çevresinin bütününde ele alınmıyor.
Mesela herhangi bir kilimin yahut bir heybenin yarısı açık, yarısı koyu olmuyor
da, onu kuran nakışlarda bu düzene önem veriliyor. Kim bilir hangi hesabı
güderek dokuma geleneği büyük açık koyu oyunlarından kaçınmış. Herhalde çevreyi
ortasından bölmemek, birbirine eklenmiş iki başka parça tadı vermemek için
olacak.
Kilimlerimizde
açık koyu düzeninin ne kadar mükemmel olduğunu anlayabilmek için kolay bir yol
var. Resmin iyisi gibi kilimin de iyisi bir tek mum ışığında bile göze çarpar.
Işık bir tek muma kalınca artık renkler konuşmaz olurlar. Söz, açık
koyularındır. Açık koyu düzenine kavuşmamış bir çevre bir tek mum ışığına kaldı
mı, bulanır gider. Bizim Akademi’de uzun yıllar hocalık yapan Leopold Levy
resimlerini değil mum ışığında, elektrik ışığında bile göstermekten çekinirdi.
Elektrik ışığı bazı sarılarla sarıya kaçan yeşilleri ve mavileri değiştiriyor
diye, güneş battı mı o da atölyesini kapatırdı. Gravürlerinde siyah beyaza çok
önem veren Levy her nedense iş renge dökülünce siyah beyaz kudretinden
çekinirdi.
Bugünün resmi
için siyah beyaz, üzerinde en çok durulan mesele oldu. Öteden beri saf siyahla
saf beyaz, bilhassa saf beyaz birçok
ressamın
paletinden kovulmuştu. Bugün birçok matbaanın siyahı, beyazı renkten
saymamaları gibi, bundan yirmi beş sene evveline kadar birçok ressam da siyahı,
beyazı adam yerine koymazlardı. Hakikaten eski ressamların tablolarında duru
bir beyaza rastlamak hemen hemen imkânsızdır. Gerçi bunda zamanın da bir oyunu
vardır. Bir yandan boyaların üstüne sürülen verniklerin sararması, bir yandan
çeşitli isler, duman derken, o canım beyaz müzelerde karanlığa karıştı gitti.
Zamanla sararan bazı renkler bugün temizleniyor. Kararan koyu renklerin
altından zaman zaman saf siyahlar çıkıyor, fakat duru beyaz hemen hemen çoğunda
namevcut.
Bugünün ressamı
siyahla beyazdan maviye veya turuncuya gösterdiği sevgiyi esirgemiyor. Hatta
bazen yalnız bu iki renkle resim yaparak onları şımartıyor.
Cumhuriyet, 28
Haziran 1955
Desen -1
En ufak bir
renk kaygısına girmeden yapılan resimlere “desen” denir.
En silik, en
sert kurşunkalem ile “renkli” resim yapılabileceğini ekleyerek renk kelimesinden
ne anladığımı açıklamak isterim. Bir rengin açık ve koyu farkları ile bazen
bütün bir palet renklerini kullanarak yapılan bir resimden daha renkli etkisini
veren eserler yapılabilir.
Renk kaygısı
denilince akla yalnız sarı, kırmızı, mavi, vs. gibi bütün bir palet içeriği
gelmemelidir. Herhangi bir rengin, özellikle desen yapanların yüzde doksan
dokuzunun kullandıkları siyahın değişik tondaki açıklık ve koyulukları da “renk
dünyası”nm malıdır.
Bir
kurşunkalemin herhangi bir kâğıdın beyazlığı üzerinde ortaya çıkardığı lekeler,
siyahla beyazın karışmasından doğan gri rengin değişik farklarıdır.
Kâğıdın kendi
beyazlığını bir renk olarak kabul ediyoruz. Kurşunkalemin en koyu lekesini
siyah olarak kabul ediyoruz. En temiz beyazdan en koyu siyaha kadar değişik
koyuluklarda gri renkler elde edeceğimiz gibi ayrıca parmakla veya bir bez
parçası ile yahut lastikle sürterek kalemin doğal renklerine çok yaklaşık bile
olsa, yabancı bir gri daha eklemiş oluruz. Oldukça zengin bir gri uyumu
sağlayan bir renk kurşunkalem ile ya da desen için dünyanın her yerinde
kullanılan füzen (bir tür yumuşak kömür) “sanguin” tatlı bir kiremit rengine
çalan kahverengi bir kalemle ve bunlara benzeyen değişik kalemler ve boyaların
herhangi birisi ile en ufak bir renk kaygısı gözetilmeden yapılan resimlere
“desen” diyoruz.
Resimden renk
kaygısını kaldırdıktan sonra arda kalan bütün bilgiler, bütün kaygılar,
doğrudan doğruya desenin malıdır.
Desen resmin
çatısı, kuruluşu, iskeletidir. Resimde renk kaygısını kaldırdıktan sonra geriye
kalan en önemli kaygı formdur. Form kelimesiyle hacim, hareketler, oranlar,
uzaklık, boşluk ve derinlik anlayışını düşünüyoruz. Bunların üzerinde ayrı ayrı
durmadan önce, özelliklerini inceleyelim.
Deseni
tanımlarken renk kaygısı olmadan yapılan resim demiştik. Doğayı, konusunu, renk
farkları ile anlatamayan ressama kalan biricik öğe çizgidir. Çizgi desenin
temeli, belkemiğidir. Ne kadar kötü olursa olsun, renkli bir resim daima yalnız
çizgi ile yapılmış bir resimden çok doğaya yakın duygusunu verir. Çünkü doğada
renk vardır fakat çizgi yoktur. Çizgi yazı ile bizim bulduğumuz bir biçimdir.
Bu yüzden yalnız çizgi ile yapılmış bir desen renkli bir resmin yanında daima
soyut kalmak gereğindedir.
Çizgi,
sanatçının çatıyı kurmak için kullandığı ilk ve en özlü öğedir. En ufak bir
renk lekesinden yardım umarak yalnız çizgi ile yapılan başarılı çatılar
kurulabilir. Yalnız çizgi ile yapılan bir resimde göz, sanatçının bütün
becerilerini ve eksiklerini çırılçıplak bir durumda görebilir.
Düzeltilmesi en
kolay olduğu için, bir bakışta göze bütün kıvrımlarını sunduğu için desene her
zaman çizgi ile başlanır. Konusunun yalnız çapını renk oyunlarına düşmeden,
hareketlerini, oranlarını inceleyen bir ressam için en iyi yol çizgidir.
Hiç çizgi
kullanılmadığı halde yalnız açık ve koyu lekeleri yan yana koyarak, hiçbir renk
kaygısı gütmeden, bir heykelci gibi desenler yapmak da mümkündür.
Yani çizgi
desen için en keskin silah olduğu halde sanatçı doğayı yalnız onunla incelemek
zorunda değildir.
Konunun rengini
zerre kadar göz önünde bulundurmaksızın istenilen koyulukta lekelerle desenler
yapılabilir. Fakat bu tür çalışmaya daha çok formun ne olduğunu iyice kavrayan
sanatçılarda rastlanır. Resme ilk başlayanlar ne kadar hafif renk farkları ile
olursa olsun, açık ve koyu lekelerin yan yana gelmesi ile formları çözümlerken
yalnız konunun renklerini belirleme yanlışlığına düşecek ya da boyuna düzeltme
gereğinde kaldıkları için kâğıdını az zaman içinde karartacak, silerek
hırpalayacaktır.
Çizgi ile
yapılmayan bir desende dikkat edilecek en önemli nokta, kullanılan lekelerin
yalnız formların başladığı ve bittiği yerleri göstermek için konulmuş
olmasıdır. Gözün bu lekeleri çizgiyi izlediği açıklıkla izlemesi gerekir. Bu
kaygılarla kullanıldığında bu tür lekelere kalın bir çizgi gözü ile
bakılabilir. Sanatçı çizgileri olduğu gibi bu lekeleri de doğada bulamayacak ve
kendisi yaratacaktır. Yalnız bu lekelerin koyuluk derecelerini sınırlandırma
gereği vardır. Yani en açık leke ile en koyu leke arasındaki bir koyuluktan
başka lekeler kullanmak tehlikelidir. Bir desen ne kadar az çizgi ne kadar az
leke ile yapılırsa, o kadar daha özlü bir anlatma gücü elde edilir.
Fotoğraf doğayı
yalnız açık ve koyu renklerin yardımı ile görür. Jelatin yalnız siyah beyaz
etkilerine karşı duyarlıdır. Bir fotoğrafı oluşturan koyuluk farkları
hesapsızdır, çünkü fotoğraf ancak siyah ve beyazın çarpışması ile olabilir.
Doğayı
çözümlemeden, gözlerini yalnız bir çift mercek gibi kullanarak çalışanlar,
konularının yalnız açık ve koyuluklarını belirleyerek ortaya bir resim
koyabilirler. Fakat şu gerçek ki, bu alanda fotoğraf onların amansız bir
karşıtı olarak karşılarına çıkar.
Oysa asıl resim
fotoğrafın bittiği yerde başlar.
Konuyu yalnız
çizgilerle araştıran veya bir iki leke ile çözümleyenler, ışık, gölge ve renk
olayları altında cisimlerin birbirlerine düğümlendikleri yeri görüp çözmeye
çalışanlar için fotoğraf görüşüne düşme tehlikesi yoktur.
Çünkü sanatçı
boyuna doğayı incelemesine karşılık, hayatının sonuna kadar elinden çıkan her
çizgiyi ve her rengi bulan adamdır.
Lekelerin
açıklık ve koyuluk derecelerinin sınırlandırılmaması gözün bir resmin içeriğini
elden geldiğince çabuk kavraması için önemlidir.
Leke
farklarının üç veya dört dereceyi aşmaması desen için olduğu kadar boya için de
aynıdır. Boyaların da renkten başka bir koyuluk derecesi vardır. Renklerin yan
yana güzel gitmesini isteyenler onların koyuluk derecelerini de hesaba
katacaklardır.
Süsleme
eserlerinde renklerin elden geldiği kadar hep bir ağızdan bağırmaları,
kendilerini bir çırpıda göze sunmaları boyaların koyuluk derecelerinin en düşük
çizgiye indirilmiş olmasında aranmalıdır. Boyaların renk koyuluklarını
birbirine karıştırmamak gerekir. Renk açıklık ve koyuluklarının en düşük
çizgiye indirilmiş olması, bir resmin çok zengin bir paletle yapılmış olmasına
engel değildir. Bütün sorun koyuluk yüzünden aynı değerde fakat renk itibariyle
birbirinden ayrılan zengin bir palet sahibi olmaktır.
Boya konusunda
sürekli olarak üzerinde duracağımız bu noktayı burada hatırlatışımızın nedeni,
yukarıda gösterildiği gibi leke farkları ile yapılan bir desende koyulukları
gerçekten en düşük çizgiye indirmenin sebep ve yararlarını açıklamak içindir.
Desene
başlayanların kaygıları büsbütün bir heykelcinin kaygılarının aynı olmalıdır.
Konunun gölge
altında kalan yerlerini boş bırakan veya kesip atan bir heykelcinin düştüğü
yanlışlıkla konunun siyah gördüğü taraflarını karartan ressamların düştüğü
yanlışlık aynıdır. Çünkü gerek ışık gerek gölge altında konunun bazen en açık
girinti ve çıkıntıları göze görünmez olur. El ile konuyu yoklamak, onun değişik
taraflarını inceleyerek gölgelerin sildiği ve kopardığı parçaları elden geldiği
kadar kavramak gerekir.
Güzel bir saç
rengi, bir yanağın kırmızılığı bir heykelciyi ilgilendirmez. O bu renkleri
değil, bu renklerin altındaki nesneyi görmek ve incelemek gereğindedir.
Zamanımızda,
değil yalnız bizde, en büyük Avrupa şehirlerinde bile ilk yıllarını desene
ayırmış olmasına karşılık hiçbir öğrenciye desenin ne olduğunu anlatma olanağı
kalmamıştır. Herkesin amacı bir olmakla beraber, söylentilerin değişik oluşu
yeni başlayanların bazen yerine getirilmesi bir daha elde olmayan bir ömür
parçasının gitmesine yol açıyor.
Resmi bir
zanaat gibi öğretmeye kalkmalarına karşılık, birçok atölyede desen konusunda
dolaşan sözler hiçbir zaman olumlu bir yüz göstermezler. Oysa zanaat bulanık
cümlelere katlanacak gibi değildir.
Gerçek resmin
ne olduğunu anlayanların öğrenim alanından iyice çekilmeleri ve onların yerine
yalmz kazanç amacı ile atölyeler açan değersiz sanatçıların türemesi, asıl
büyük resim geleneğinin yalnız büyük birkaç sanatçının antenlerine değecek
kadar bizden çok yüksekte uçan birkaç sanatla sınırlanması resim mesleğinden
birçoklarını soğutmuş ve bu koşullar altında resme başlayanları da silik kalma
gereğinde bırakmış. Desen kelimesi işte bu atölyelere uğradıkça karışık
anlamlara, şaşılacak kılıklara bürünmüş ve pırıl pırıl anlamını yitirmiştir.
Desen kelimesine yükletilen anlamlar onu bir Zümrü-düanka gibi atölyelerin
dumanlı havası üzerinde uçurmuş ve benim gibi yüzlerce resim meraklısı, adı var
kendi yok olan bu yaratığı kavrayabilmek için yıllarca körebe oynamıştır.
Desen
kelimesinin bu bulanık atölye havası içerisinde büründüğü anlamları burada ayrı
ayrı anlatacak değilim.
Desen nedir? En
kaba anlamıyla desen düz bir yüzey üzerine hoşa giden çizgiler, girintiler ve
çıkıntılar düzenleme sanatıdır. Bu tanıma resmi ilgilendiren desenden başka
birçok mesleğe bağlanan desenler de sığar. Bir coğrafyacının özenle hazırladığı
herhangi bir haritanın deseni vardır. Mimarın projesi desendir. Duvarlara
nakışlar yapan ustanın mukavvayı oyarak ortaya çıkardığı süsleme boşluğunun
deseni vardır. Bir dantela motifinin deseni olabilir. Deseni en çıplak
anlamında almak gerekir. Zanaatçı olmayı bir türlü kendine yediremeyen ukala
ressam desene başlarken zanaatçı ile at başı gittiğini unutmamalıdır.
Kıldan ince,
kılıçtan keskin çizgiler, en ufak bir karanlıktan yoksun birkaç renk ile düz
bir yüzey üzerine koskocaman bir dağ çıkartması veya bir uçurum resmetmek bir
zanaattır. Desen, resim sanatının yarısından çoğu, onun çatısı, kuruluşu,
düzenidir.
Dünyanın en
zengin paletini doğan ve batan güneş hazırlar. Güneş batarken gökyüzündeki renk
âlemi kadar zengin bir sanatçı paleti yoktur. Fakat bu olağanüstü renkler bence
güzel bir tablo kadar insanı sarsamaz.
Çünkü o güzel
renkler herhangi bir biçimi kuşatmamışlardır. Çünkü o güzel renkler boyuna
bulanık ve ezilmiş biçimlere bürünerek değişmektedirler. Onlar güzelliklerini
renklerine olduğu kadar da bu sürekli değişmeye borçludurlar. Doğada
birçoğumuzu en çok sarsan bu güzel renklerin oldukları yerde çivilendiğini göz
önüne getirin. Size güvence veririm ki, bu zengin renklere uzun süre
bakamayacak ve bunalacaksınız. Eğer bu renkler büyük bir ressamın açıkladığı
çatıyı, yani deseni kuşatsalardı, o zaman her batan güneş müzelerden daha çok
sevgi bulacaktı. Desen hayatının önemi konusunda bir örnek daha:
Karşımızda iki
testi var. Bunlardan bir tanesi gelişigüzel bir tornacının elinden çıkmış,
bodur, battal bir testi fakat olağanüstü renklerle nefis bir sır tabakasına
bürünmüş. Öteki çok usta ve zeki bir sanatçının elinden çıkmış, ama üzerinde
hiçbir renk ustalığı yok. Yalnız toprağın doğal rengi.
Bu iki testiden
çatısı güzel olanı ötekine boyuna üstün gelecek ve gözü kendisine çevirecektir.
Bu desenin kendi başarısıdır.
Resmin özüne
giren yabancı sanatlar, resimde heykellerin yeri.
Resim sanatı
özüne birçok sanatları alıp, onları kendilerine katar. Resme çalışanların
boyuna yineledikleri kelimeler arasında bu sanat kollarından alınmış kelimelere
rast gelirsiniz:
Güzel modele
edilmiş.
Bu heykel
atölyesinden gelmiştir.
Dağlarda
ritimlerin... Bu musikiden...
Kuruluşu güzel!
Bu kelime mimarının malıdır.
Duyduğunu bütün
tazeliği ile veriyor.
Bu da
tentürdiyot kokar...
El mi, yaprak
mı belli değil, fakat göze ne hoş görünüyor... Bu da süsleme sanatlarının.
Edebiyat,
musiki, mimari, heykel, süsleme sanatları ve anatomisi, her biri belli başlı
alan olan bu sanatlar resmin özüne girerken çizmeden yukarı çıkmışlar ve resmin
en büyük özelliklerini ortadan kaldırarak, kendileri hâkim olmaya
başlamışlardır.
Her horoz kendi
çöplüğünde öter. Sanat çerçeveleri büyük dehaların elinde ne kadar genişlerse
genişlesin, istediği kadar kaypaklık kazansın, yine sınırı onu belirleyecektir.
Doğada en ufak
bir karşılığını bulamadığınız halde hoşumuza giden sesleri yaratan musikici
bize tutup da gerçekten güneşin batmasını veya horozun kuyruğunu anlatmaya
kalktığı zaman çok garip sesler çıkarmaya başlamıştır. Musiki ile resim veya
heykel yahut da edebiyat yapmaya kalkan üstat, Eflatun’un dediği gibi kapıyı
baltayla açan ve odunu anahtarlarla kıranların düştüğü yanlışlığı
yineleyecektir.
Bazı
edebiyatçılar özenmeyi uyumla karıştırıp yanlışlığa düşerek musikinin
edebiyattaki dozunu kötüye kullanmışlardır. Resmin kendi olanaklarını bir yana
atarak, ona önemli bir öykü niteliği yükleyenlere, resimlerinde gerçek bir
tarih veya din dersi bekleyenlere şekil 1, 2 ve 3’te1 görülen
resimler anlatılabilir. Bu resimlerde görüldüğü gibi sanatçı her şeyden önce
bir hikâye anlatma sevdasına kapılmıştır. Amacı hikâye anlatmak olduktan sonra
bunu boya ve fırça ile anlatıp, evleri ve duvarları boyamaya ne gerek vardı.
Resimde
edebiyatın çizmeden yukarı çıkan biçiminden sonra anatomi bilgiçliği yapan
birkaç örnek verelim. Şekil 1, 2 ve 3.
Bu resimlerde
görüldüğü gibi sanatçı artık resim yapmaktan çok, insan gövdesini, kemikleri ve
kasları açıklamaya kalkmıştır.
Dünyayı insan
gövdesinin arkasından gören ressamlar için anatomi bilmek bir kuraldı. Fakat
Michelangelo’nun dediği gibi, birçokları kasları ve kemikleri en iyi biçimde
göstereceğim diye, insan gövdesini her yanından kopararak fışkıran bir kemik
torbasına döndürmüşlerdir.
Resimde yalnız
heykel değeri arayanların düştükleri yanlışlık da bunlardan aşağı kalmamıştır.
1900’den sonra
iyice kök salan birçok resim akımını damgalayan etkilerde resmin özüne bol bol
katıştırılan süsleme değerler Gaugu-in, Van Gogh, Lautrec ile başlayıp
Matisse’le sürüp giden bu süsle-
me aşkı
özellikle Matisse’te büsbütün süsleme sevinci ile sonuçlanmıştır. Yani o zamana
kadar yalnız bir sanatçı elinden geçen süsleme motifleri doğrudan doğruya güçlü
sanatçı fırçasından çıkmaya başlamışlardı. Bu denemeler süsleme sanatlarına
layık oldukları yeri kazandırmış fakat asıl resim dünyasına birçoğunun sandığı
kadar önemli bir şey eklenmemiştir.
Bunlar doğrudan
doğruya mücerret motiflerin ahenginden, onların ritmik tezahürlerinden ve kendi
zevklerine göre yepyeni sıralanış ve kuruluşlarından istifade ederek musiki ile
mimariye resmi ilave etmek istediler ve 1900’den sonra doğmak mutsuzluğunda bulunan
birçok ressam bu değişik akımların arasında mekik dokumaya başladı.
Resmi, bu garip
yaratığı, bazen musiki ile kol kola, bazen mimari ile beraber, bazen süsleme
sanatlarının arasına serpilmiş, bazen bir heykel altında ezilmiş buluyorlardı.
Aradan epey zaman geçti, 1930’dan sonra birbirinin içerisinden geçen, birbirine
karışmış olan birçok arayış bulundu. Boyuna koştuğunu ve önemli bir yol
aldığını sanan birçok sanatçı durup arkalarına baktılar. Gerçekten iyi
koşmuşlardı, fakat bu ilerleme yukarıda da belirttiğimiz gibi daha çok süsleme
sanatlarının çıkarına yapıldı. Asıl resim alanında gidilen yol iğne burnu kadar
bir şeydi. Bir parça önce resmin özünde bazı sanatları yansıtabileceğini
söylemiştik.
Bir sanatçı,
eserinde her şeyden önce resmin olanaklarını egemen kıldığı oranda ona istediği
yabancı sanat kokusunu katarak eserine çeşni verebilir, yeter ki bu pişmiş aşa
su katmak sözünü hatırlatmasın. Edebiyat, musiki, mimari, süsleme, anatomi,
heykel gibi sanatlardan resmin özüne en elverişli olanı doğrusu önce heykel,
sonra süsleme sanatlarıdır.
Bedri Rahmi, bu
konuşmasını, daha açıklayıcı olabilmesi için “şekil”lerle desteklemiş
anlaşılan, (e.n.)
Desen - II
Desende
heykelin, boyada süsleme sanatlarının önemli yer aldığı doğrudur.
Resim sanatı
hakkında iyi kötü bir fikir edinebilmek için desenden ne kastedildiğini bilmek
icap eder. Desen bu sanatın içyüzüdür, temeli ve çatısıdır.
Resme yeni
başlayanların elde olmaksızın bir an önce kavramaya çalıştıkları el çabukluğu,
heves ettikleri el çabukluğudur. Kâğıt üzerine koydukları çizgilerin bir an
önce konuyu hatırlatmasını, çizgilerin birbirine sarılarak bir şey anlatmasını,
bir şeye benzemesini isterler. Bu ilk başlayanların hepsinde görülen doğal bir
aşamadır. Fakat eğer bir konu sanatçının kafasında daha olmamış ise, yani
sanatçı konuyu tam anlamıyla incelememiş, onun büyük parçalarını kâğıt üzerinde
çözümleyecek kadar kavramamış ise, kâğıdın üzerine koyacağı çizgiler ne kadar
göze hoş görünürse görünsün, ne kadar çabuk ve temizce çizgilerle çizilmiş
olursa olsun, ona hiçbir şey öğretmiş olmaz.
Bazı insanlara
“tez canlı” deriz. Onlar bir an önce görmek, bir an önce ortaya bir şey koymak
isterler. El çabukluğuna hemen vurulanlar bu tür yaradılışlılardır. Onlar
kâğıtlarının üzerinde yarım yamalak bir sürü çizginin saatler ve bazen günlerce
dolaşmasına dayanamazlar. Daha ilk çizgiden itibaren resmin hafta sonunda
alacağı şekli hatırlatan çizgiler koymaya çalışırlar. îşin kötüsü desenlerini
en çok silen öğrenciler de bunlardır. Hafta sonu, o güne kadar sürekli olarak
silerek ortaya koyduğu deseni tekrar silecek ve son süresi içinde yine ilk
günkü desen ölçüsünde bir desen yapacaktır.
Çünkü o konudan
çok, ortaya koyacağı iş ile ilgilidir. Yani açıkçası, ezbere çalışıyordun
Konuya ilk defa bakıyorsa, kâğıdına koyduğu çizgiye on defa bakar ve o çizginin
doğrudan doğruya hemen bir şeye benzemesini ister. Bu tür yaradılışlıların ilk
işi şu olur: Konu nedir? Bir bayrak mı? Peki, bütün bayraklarda yinelenen
özellikler nelerdir? Onları güzelce kavrar, ezbere bir bayrak çizmesini öğrenir
ve çizgileri tekrarlaya tekrarlaya göze hoş görünen bir sadelik ve kıvraklık
elde eder. Gereksiz çizgiler, gereksiz lekelerden kâğıdında eser yoktur. Her
çizgi bir iş görür ve her koyuluk dosdoğru bir formu besler.
Fakat alıcı
gözüyle böyle bir desene bakılırsa, çok az bir süre içinde bu kadar düzgün,
açık bir desenin konu ile ancak üstünkörü bir ilgisi olduğu anlaşılır.
Evet, bütün
yapraklarda birbirine benzeyen özellikler vardır fakat bir sanatçı için değil.
Onun resmini yapmaya karar verdiği her konu yepyeni olmalıdır. Onun için bir
kedi ile bir yazı masası arasında ne kadar fark varsa, çınar yaprağı ile
ıhlamur yaprağı arasında o kadar önemli bir fark olmalıdır.
Yoksa o
hayatının sonuna kadar doğanın sonsuz zenginliğinden payını alamayacaktır.
Resmin
insanoğullarına en büyük iyiliği, ona doğanın zenginliğini, sonsuzluğunu
tattırmaktır.
Bütün kaygısı
her ne pahasına olursa olsun, ortaya göze hoş görünen bir biçim koymaktan
ibaret olan bir sanatçı eserlerini yan yana -tekdüzeylilik Allah’ın işidir-
koyduğu zaman düştüğü hatayı anlayacaktır. Çünkü bütün resimlerinde aynı
çizgiler dolaşacak, bütün yapraklar birbirine benzeyecek ve korkunç bir
tekdüzeylilik seyircinin gözlerini bulandıracaktır. Dünyanın en büyük
ressamlarının doğa kadar değişik olmaları olanağı yoktur, fakat büyük
ressamların üstünlüğü bize bu zenginliği hatırlatmalarında, işaret
etmelerindedir. Büyük bir sanatçı şairi şöyle tanımlar: Şair her şeye hayret
eden insandır. Bu tarife biz ressamlar da boylu boyunca gireriz. Şair hayretini
söyleyebilen, ressam çizebilendir.
Herhangi bir
şeyin bizi ilgilendirmesi, onda gerçekten bizi hayrete düşüren, gördüğümüz,
bilmediğimiz bir şeyin bulunması demektir. Her şeye hayret eden adam en çok
yaşayan adamdır. Duyguları her zaman tetikte olan adamdır.
Doğa ile
sürekli ilişki kuran adamdır. Doğa ile en çok senlibenli olan sanatçı muhakkak
ki ressamdır.
Hangi
çizgilerin yan yana geldiği zaman göze hoş görüneceğini, sayılamayacak ve
onların ezberleyemeyecek hangi biçimleri tanımlayacağını düzenleyen sanatçı,
süsleme alanında ortaya iyi eserler verebilir.
Çünkü süsleme
sanatı her şeyden önce “önceden ezbere bilinen biçimlerle” ayakta durabilir.
Bir ressam da
resmine başlamadan ortaya koyacağı eseri tasarlama gereğindedir, fakat bu
tasarı “ancak konu ile gerçek bir ilişkiden” sonra olabilir. Oysa her şeyden
önce, çok ve çabuk yapmak gereğinde olan süslemecilerle “afişimsi hah veya
kilim sanatçısı, yazmacıların” doğayı uzun uzadıya çözümlemeye vakti yoktur. O
işlediği konuları ya doğrudan doğruya ustasından öğrenmiş yahut da onlarda ufak
tefek değişiklikler yapmıştır, yani doğadan düz satıh üzerine aktarılan konu
süslemeye elini, gereçlerini götürürken iyice çözümlenmiştir. Konuyu doğayla
denetlemek gereğinde değildir. Biricik kaygısı gereçtir. Rengin parlaklığı,
çizginin kıvraklığı ve hangi gereçle çalışılırsa onun tam sanatını vermek.
İşte el
çabukluğuna heves eden ressam burada süslemeciyle karışır ve resmin ana
niteliğini kuran boyuna doğayı inceleme kıymetinden uzaklaşır. Şu halde desene
başlayan öğrenci, kâğıdında çizgilerin titrekliğinden, kırık döküklüğünden,
acemiliğinden kesinlikle utanmayacaktır. Eğer o konuyu iyice kavramış ve
kararını vererek belli bir amaca doğru ilerleyerek çalışmış ise, o acemice
çizgiler içerisine gerçekten büyük bir hayat ve doğa aşkı sinmiş olacaktır.
İşte resmi birçoklarına bilmece kılan sorun buradadır. Doğayı bütün genişliği
ve zenginliği ile kuşatamayan kafaların, ki insanoğullarının yüzde doksan oranı
bunları oluşturur, bu kırık dökük çizgiler ara-smda çarpan sanatçı kalbini
göremeyeceklerdir, çünkü sanatçı deyince insanoğullarının aklına gelen ilk şey
“ustalık”tır.
Sanatçı
deyince, gerçekte ondan büyük bir cambazlık beklenir. Herkes onun elinden çıkan
çizgilerin gelişigüzel bir insan tarafından çizilmiş çizgiler olmaması
gerektiğine inanmıştır. Seyirci sanatçıdan hemen kendisini büyülemesini bekler.
Her konu
karşısında yepyeni şeyler gören ve bulanların hepsi için ayrı ayrı çizgiler
bulan ressamın çizgileri her zaman seyircinin beklediği değildir. Sanatçıdan
sadece kendisinin çizemeyeceği çizgiler bekleyen seyirci, o yarım yamalak,
kırık dökük, bulanık, karmaşık, karmakarışık çizgiler arasında kendisinin asla
göremeyeceği ve kesinlikle anlatamayacağı girinti ve çıkıntıları
göremeyecektir. Asıl büyük ustalık güzel bir el yazısı gibi göze hoş görünen
çizgiler çizmek değil, bu çizgilerle yepyeni ve zengin formlar dile
getirmektir.
Kitabımıza
başlarken çizgi yazı gibi bizim icat ettiğimiz bir biçimdir demiştik, fakat
burada yazı ile resim arasındaki büyük farka işaret edelim:
Herkesin yazısı
güzel demektir. Çirkin bir yazı olağanüstü güzel bir anlam gösterebilir.
Olağanüstü güzel bir yazıda bazen sırf hattın güzelliği aranır, anlamı
sorulmaz.
Görsel
sanatlarda yazı bu bakımdan bir değer almış ve güzel yazı sanat dallarından
birisi olmuştur.
Yazının hiçbir
şey anlatmadan güzel olması mümkündür. Fakat resmin en ufak bir doğa heyecanı
vermeden yalnız başına güzel olan çizgi süsleme kapısından resim dünyasına
geçemez.
Yani bir desen
yalnız çizgilerinin göze güzel gözükmesi sayesinde kendisini savunabilir, fakat
bu tür çizgi, resim dünyasının çizgisi olamaz.
Ressamın
çizgisine değer veren doğadır. Doğayı inceleyerek ortaya konulmayan desen, ne
kadar ustaca çizilmiş olursa olsun, karşılığı altın olmayan bir kâğıt paradan
farksızdır. Doğayı geometrik biçimlere götürerek çalışma, anatomi ve bunlarla
aşırılığa varmanın zararları daima büyük parçaları sezmek, ondan sonra
ayrıntıları koymak bu yukarıda söylediğimiz gibi kolay bir iş değildir. Bir baş
etüdü yaparken kafatasının en açık karakterini görmek çok az ressama nasip
olmuş bir üstünlüktür.
Bir insan
gövdesi karşısında çalışırken gövdenin ana biçimini sezmek, kolların ve
bacakların büyük hareketlerini ve niteliklerini kavramak bir sanatçıyı
kurtaracaktır. Fakat anatominin üzerinde dolaşan bir sürü ayrıntı, ne kadar
dikkatli olursak olalım, bizi doğruyu görmekten alıkoyabilir. Gözümüze
güvenmediğimiz ve elimizle de yokladığımız zaman ana biçimin gerçek karakterini
ele geçiremedi-ğimiz konular karşısında kalabiliriz. İşte düşünme burada
kendisini gösterir.
Örneğin, bir
kol resmi yapıyoruz. Kolu oluşturan adaleler kolu değişik yönlere çekmekte ve
ona ayrı ayrı hareketler vermektedir. Burada ayrıntıların elinde oyuncak
olmamak için şöyle düşünebiliriz: Bir kol ne kadar ayrıntı içerisinde
kaybolursa kaybolsun, sonunda silindiri andıracaktır. Şu halde onu kuran
parçalar ana kitleyi ne yana çekerse çeksinler, kol geometrik biçimlerden en
çok silindire benzeyecektir. Öyleyse, biz kolu oluşturan ayrıntıları
resmederken daima boruyu andıran bir biçime aykırı davranmaya çalışacağız. Yani
kol yapayım derken bir kere bir toparlak yapmaktan kurtulmuş olacağız. Böyle
bir düşünce yalnız kafada yapıldığı sürece çok faydalıdır. Bir insan kafasında
bir kere görmek, bir kere de silindiri hatırlamak sanatçının daima büyük bir parçanın
ana niteliğini göz önünde tutmasına yarayacaktır.
Büyük
biçimlerin karakterini ve en açık hareketlerini hakkı ile kavrayabilmek için
onları çok basit geometrik biçimlere çevirip düşünmek doğrudur. Fakat sadece
düşünmek. Bu tasarlamaları olduğu gibi kâğıda geçirmek bir aralık, özellikle
Almanya’da Münih’te bir Al-man’ın atölyesinde moda olmuştu.
Bu atölyede
yetişen Türk ressamlarından birkaçı bu yüzden epey vakit kaybetmişlerdir.
Bu gençler
doğayı geometri biçimlerine dönüştürmeye çalışırlardı, fakat bu işte o kadar
aşırı gidiyorlardı ki, sonunda kâğıdın üzerinde yalnız küplerin, konilerin ve
silindirlerin hareketinden başka hiçbir şey görünmüyordu. Doğa yalnız bu
geometrik biçimleri yaratmak için bir konu, bir neden olmuştu.
Geometrik
biçimlerin değişik durumlardaki dizilişlerinde göze çok hoş gözüken çatılar
ortaya çıkıyordu, fakat bu konu doğrudan doğ-rüya bir mimari kaygıydı. Resimde
mimarinin gerçekten bir yeri vardır, fakat resmi yalnız mimari ile açıklamak,
gülünç bir savdan başka hiçbir şey değildir.
Bu arayış
tarzım zamanımıza büyük ün ve dehası ile armağan eden Cezanne olmuştur.
Cezanne,
Descartes’ın savını kabul etmişti: Doğada her şeyi geometrik biçimlere götürme
olanağı vardır. Yeryüzü lav halinden şekle geçtiği zaman bilinen fizik yasası
gereğince her şey düzenli geometrik biçimlere dönmüştü. Dağlar bir koni
durumunda idi. Zamanla dış etkilerle geometrik biçimler aşınarak bugünkü
yumuşaklıklarını buluyorlardı. Cezanne buradan kalkarak doğada bütün eşyanın da
bir geometri biçimine dönüştürülebileceğini düşünmüştü. Evet, Cezanne bunu
düşünmüş fakat geometrik biçimleri değil, doğayı sevmişti. Geometrik biçimler,
küpler, silindirler, küreler yalnız bir düşünme, çözümleme ve yargılama
durağıdır. Onları yalnız başına, salt geometrik biçim oldukları için sevmek ve
onları yan yana koyarak göze hoş gelen bileşimler yapmak Picasso’nun elinde
tamamıyla süs-lemeci bir değer aldı. Sonuç: Geometrik biçimlere dönüştürerek
düşünmeli, fakat bu biçimleri çizmemeli. Çünkü doğada katkısız, düzenli
geometrik biçimler yoktur. Resminde geometrik biçimleri açıkça gösteren ressam
çatıyı kurmak için kurulan iskeleyi yaptığı halde kaldırmayan ve onu yapının
özüne katmaya çalışan mimara benzer. Muhakkak geometrik biçimlere dayanarak
çalışmak isteyen ressam ilk zamanlar böyle bir iskele kurabilir, fakat bu işlem
yalnız bir iskele halinde kalmalı ve ana konu ortaya çıkınca ondan eser
kalmamalıdır. İnsan gövdesini olduğu gibi anlamak için eskiden ressamların
elinde bir bilim durumuna gelen anatomi aynı güçlükleri doğurur. İnsan
gövdesini çok yakından tanımak ressamın her zaman işine yarayacaktır. İleride
yapacağı resimlerde insan gövdesi en ufak bir yer almasa bile, bu karmaşık konu
üzerinde uğraşan ve doğanın bu en zengin parçasını gerçekten değişik yüzlerde,
ayrı ayrı ışıklar altında inceleyen bir sanatçının gözüne doğada her konu bir
tanıdık gibi gelecektir. Gerçekten insan gövdesi binlerce değişik hareket,
girinti, çıkıntı ve renk kaynağıdır. Herhangi bir kafa veya kol üzerindeki
formları hakkı ile inceleyen, belirleyen bir göz için, bir dal parçası veya bir
ağaç gövdesi üzerindeki formları sezebilmek o kadar güç olmayacaktır. Bu
bakımdan insan gövdesini inceleme ve çözümleme bütün ressamlara çok şeyler
öğretir. İnsan gövdesini inceleme belki klasikler zamanında korkulu bir duruma
girmişti, çünkü o zaman ressamın en önemli konusu insan gövdesi idi. Resimlerin
konusunu oluşturan bütün özellikler insan gövdesi çevresinde toplanmıştı. Kin,
sıkıntı, acıma, kahramanlık, bütün bu değerleri insan gövdesi çözümlemekle
görevliydi.
Bu yüzden
klasik insan gövdesini anatomi masasına yatırmışlar, onu yalnız dışarıdan
incelemekle kalmayıp içine girmişler, altını üstüne getirmişler ve tamamıyla
tıbbi bir anatomiye girişmişlerdi.
İnsan gövdesi
çevresinde yapılan bu incelemeler eski ressamlardan çoğunu yalnız anatomi
bakımından gövdeyi “görme” alışkanlığına düşürmüştü. Yani öyle resimlere rast
geliniyordu ki, bu resimlerde her şeyden önce adaleler, damarlar ve kemikler
seyircinin gözüne çarpıyor ve resim öğretici nitelikte bir anatomi tablosu
durumunu alıyordu. Örnekler:
Michelangelo
bazı öğrencilerinin bu adale aşkına kapıldıklarını gördüğü zaman, “İnsan
gövdesini bir ceviz torbasına döndürdünüz,” demişti.
Zamanımızda
ressamları ilgilendirecek anatomi hiçbir hoca tarafından eskisi gibi büyük bir
ilgiyle öğretilmediği için, bugünkü ressamların insan gövdesini birer adale
cevizi torbasına çevirme olanağı yoktur. Bugün yalnız başına insan gövdesini
inceleyen bir insan için hiçbir zaman böyle bir korku söz konusu olamaz. Çünkü
bir öğrenci yalnız başına ne kadar uğraşırsa uğraşsın, eskiler için bir din
durumuna gelen bu etüdü onlar kadar derinleştiremeyecektir.
Zamanımızda
bütün resmi okullarda anatomi dersi okutulmaktadır, fakat bu ders doğrudan
doğruya resim hocalarınca öğretilme-yip, resimle en küçük ilgisi olmayan
doktorlar tarafından öğretildiği için hiçbir zaman öğrenciye insan gövdesini
altüst edecek kadar bir yetki vermemektedir. Öğrencinin canlı modelden etütler
yaptığı sırada insan gövdesini yalnız kendi ve kendi zekâsı ile incelemesi
yeter. Bugünün ressamını eskilerden ayıran en önemli fark konu zenginliğidir.
Bugün bir ressam için bir insan gövdesi ne kadar önemli ise, bir ağaç gövdesi
de o kadar zengin bir konu olur.
Yalnız burada
dikkat edilecek nokta, yukarıda doğayı geometrik biçimlerine dönüştürerek
çözümleyip incelerken yapılan yanlışları bu nedenle bir defa daha
hatırlamaktır. İnsan gövdesini çözümlerken bir ressam konusunu kemiklere,
adalelere, mafsallara götürerek çalışır ve eserini bir anatomi mumyasına
çevirirse, aynı yanılmaya düşmüş olur. Anatomi de geometrik biçimlere dayanarak
çalışmak gibi ancak geçici bir iskele olarak alınacaktır.
Kuwetli Desen
“Deseni
kuvvetli” sözü bizim yetişme yıllarımızda çok uzağı vuran, çok kuvvetli bir
silahtı. Bu söz günümüzde anlamını yitirdi. Bundan elli yıl önce:
- Boyasında iş
yok ama deseni çok kuvvetli, dediler mi, elinize bir tek palet almadan ressam
geçinebilirdiniz. Bütün keramet desen bilgisinde toplanıyor, renk “olsa da olur
olmasa da” gibi acayip bir duruma düşüyordu. Ama şu son elli yıl içinde öyle
ressamlar gördük, öyle ressamlar sevdik ki, onların desenlerini hiç merak
etmedik bile. Son elli yılın en güçlü ressamlarından biri olan Utrillo’dan tek
bir desen gördüğümü hatırlamıyorum. Ya Bonnard’ın desenleri? O titrek, kekeme,
belirsiz, hayal meyal kurşunkalem gezintileri? Son elli yıl içinde şu gerçek
çıktı ortaya:
Renge inanmış
sahici ressamlar eski anlamda desen çizmeye mecbur değiller. Rönesans
ustalarının anlayışında resmin belkemiği desendi. En ufak ayrıntılarına kadar
desen halinde işlenmiş bir konu, seyirciye tablonun vereceği tadı sağlıyordu.
Eski ustaların desen-bil-gileri, bir çömlekçinin testiyi tezgâhta, tornada
çekip çevirmesine benzer. Çömlekçinin bütün tasası, tornadan kusursuz bir biçim
çıkarmaktır. Testi çamuru kuruyunca biçim son kertesine dayanmış, pişmiştir.
Testilerin çoğu toprak rengindedir ve biçimleri sahiden soylu, köklü biçimlerse
çoğu zaman göz başka renk aramaz.
Bu yanık toprak
rengi, biçimi sunar bize. Tertemiz bir bardakta sunulan su misali. Gözümüz
suyun berraklığmdadır, bardağın camının renginde değil.
Rönesans
ustaları önce testiyi düşünürler. Sonra onun üstüne konacak renk gelir,
yukarıda dediğimiz gibi renk... Pişmiş toprak renginden daha mı güzel sanki.
Gök mavisi? Olsa da olur, olmasa da.
Rönesans
ustalarını bizler ilk önce hep kitaplardan izledik. Bundan kırk yıl önce renkli
baskı nerede? Siyah beyazın iyi basılmışları bize yeter de artardı bile. Gel
zaman git zaman canımız gibi sevdiğimiz bu tabloların çok güzel renkli
baskılarını ve bir gün de ta kendilerini gördük. Çoğu zaman şaşırıp
kalmışımdır. Siyah beyaz fotoğrafları karşısında bu kadar heyecanlandığımız
tabloların renklilerini gördüğümüz zaman deli divane olmamız gerekirdi. Ne
yazık! Çoğu zaman olmadı bu mucize. Hatta tam tersi oldu. Siyah beyazda çok
daha derli toplu, çok daha asil duruyorlardı. Biçim anlayışlarındaki titizlik,
duruluk, sadelik renkte yoktu. Biçimde yepyeni düzen kuran ünlü Rönesans ustası
renkte o kadar sıkıntıya girmemiş, birinin mavisini almış, ötekinin yeşilini...
Evet koyuluk dereceleri doğru renklerin, ama renk seçimindeki gelişigüzellik
nerede, biçim anlayışındaki korkunç sabır nerede?
Bu sözlerle ne
demek istediğimi şu tecrübeyi yaparak daha iyi anlayabilirsiniz:
Millet
laboratuvarlarda ne belalı tecrübelere giriyor. Biz de biraz sıkıntıya girip
iki projeksiyon makinesi bulalım. Bunlardan birine Michelangelo’nun meşhur
fresklerinden renkli çekilmiş bir slayt (renkli film) koyalım, ötekine de aynı
konunun aynı boyda çekilmiş siyah beyaz bir filmini. Her ikisini aynı anda
büyük bir duvarda seyredelim. Renk tasası, biçim tasasına ne katıyor? Katacak
yerde azaltıyor mu?
Biz Yunan
heykellerini renksiz sevdik. Halbuki bunların çoğu boyalıymış vaktiyle. Renk
uçup gitmiş, biçim çırılçıplak kalmış.
- Oh, ne iyi
olmuş! diyorlardı biçimden başka tasası olmayan ressamlar. Ama bundan kırk yıl
önce Afrika yerli sanatı, Kolomb’dan önceki Amerika yerlilerinin sanatı, o
canım boyalı tahta heykeller, o her püskülünden, her zerresinden renk fışkıran
vahşi kabile maskeleri müzeleri sarınca:
- Vay canına!
Demek biçim dilediği renge kavuşunca bir kat daha güçleniyor. Bir kat daha
vurucu oluyor; her ikisi bir araya gelince (renk dişi diyelim, biçim erkek,
hiçbir şey kaybolmaz aksini düşünsek) her ikisi de aynı sevgi, aynı tasayla
aranıp bir araya geldi mi, değme keyfine!
Ama bu çok
büyük bir geleneğe, çok uzun yüzyıllara dayanıyor. Bir konuda bu iki cevheri
layıkıyla değerlendirmek her kula nasip olmuyor. Daha üstün kabiliyet, büyük
istidat falan filan sökmüyor bunda. Hem biçimde görülmemiş, yüzde yüz yeni bir
düzen kuracaksın, hem de renkte... Bu olay bir tek sanatçının hayatına sığmamış
sanat alanında.
- Ben her şeyi
yalnız başıma bulur, çatar, kurar, giderim. Var mı bana yan bakan! diye nara
atan kabadayılara yer yok. Sanat alanında insan yüreği, insan zekâsı kum
taneciklerinden küçük zerrecikler halinde ekleniyor birbirine dünya kuruldu
kurulalı. Bu minicik gayretler, emekler, yüz binlerce yıldır birbirine
ekleniyor. Bu güzel zincirin görünmez boyda halkacıkları bunlar. Bütün
sanatçılar karınca namusuyla bu halkacıkları örüyorlar. Biz çoğu zaman onların
ördüğü düğümü, halkayı göremiyor ama bu güzel zincire bağlanıyoruz. Allah razı
olsun örenlerden, dokuyanlardan diyoruz.
Yalnız resim
alanında değil insan zekâsının aşık attığı, cirit oynadığı bütün alanlarda şu
gerçek pırıl pırıl parlıyor:
İnsanca,
akıllıca, namusluca gayretlerin birbirine eklenebilmesini sağlamak. Bunların
bir zerresini ziyan etmemek. Hani yere düşen ekmeği öpüp başımıza koyuyoruz. Bu
odur işte...
Bugün yaptığın
işe yirmi beş yıl önceki tecrübenden bir şeyler ekleyebiliyor musun? Hiç
korkma... Damla damla göl olacak.
Bundan elli yıl
önce resim sanatındaki biçim anlayışına desen derlermiş.
Desen yüzde yüz
biçimin yerini almış. Bu eski ve yeni resim anlamını doğuran kesin bir gerçek.
Rönesans’ta desen, biçimi kavramak için iki ilimle teçhiz edilmişti: anatomi,
perspektif.
Anatomi insan
vücudunu didikleyen ilimdi.
Perspektif de
düz kâğıt üstünde sahiciye yakın bir derinlik tadı verebilmeyi sağlıyordu.
Benim Akademi
öğrenciliğimden aklımda iki şey kaldı.
Anatomi: Bir
kemik adı.
Perspektif:
Alabildiğine uzaklaşan bir yol. Her ikisine de Allah selamet versin.
Hiç ama hiç
işime yaramadı her ikisi de. Bir sürü kemik, adale adı öğrendim, çizdim bir
güzel bunları ve 10 aldım, dediğimiz perspektiften de “nokta-i firar”dan başka
bir şey kalmadı. Neden? Çünkü bize bunları anlatmaya çalışanlar resmin R’sinden
habersiz kişilerdi. Hani haberleri olsa ne olacaktı? Yine hiç.
Fakat
Akademi’de bunları okutmak kibar bir şey, âlimane bir tavır! Kesede bu da
bulunsun, herkes bizi klasik tedrisat yapıyor sansın!..
Perspektifle
anatomi, bu iki sahici bilim kolu Rönesans’ın büyük ressamlarında, ustadan
çırağa, sıcağı sıcağına kan gibi aşılanmış, o zaman işe yaramış bu. Siz bir
nalbant ustası düşünün, demirin nasıl dövüleceğini karşıdaki berberden rica
ediyor! Berber gelerek nalbandın çırağına demir dövmesini öğretecek. Cümle
berberlerden ve anatomi hocalarından özür dilerim. Bütün meslekler kutsaldır
gözümde. Ama biz bunları karman çorman ediyorsak mesleğin suçu ne?
Bugün kimya
fakültesinde ilm-i simya diye bir ders var mı, sorup öğrenmeliyim. Varsa bizde
de anatomi kalsın.
Çallı’nın bir
sözü:
- Bre bunun ne
anatomisi var ne de babatomisi.
Bugün anatomi
diye bir şey kalmadı. Ama babatomi var. Hem de nasıl...
Deseni Kuvvetli
Deseni kuvvetli
derken şunu anlıyoruz:
- Eline kalemi
aldı mı tasarladığını şap diye kâğıda çiziyor, mesela sen bize Süleymaniye
Camii’ni yüz metre havadan çiz diyoruz, yahut üstünden kamyon geçmiş bir köpeği
çiz diyoruz, yahut rüyanda gördüğün konuyu çiz diyoruz, adam kalemi alıyor,
şipşak bütün bunları kâğıda aktarıyor.
Bunları kim
görse:
- Aman deseni
ne kadar kuvvetli, diyor.
İşte “deseni
kuvvetli” kişiyi bize bundan kırk yıl önce böyle bellettiler. Aradan zaman
geçince deseni kuvvetli denen kişinin tasarlama gücü kuvvetli olan kişi
olduğunu öğrendik. Deseni kuvvetli dedikleri kişi gözünü açınca değil, gözünü
yumunca gözünün önüne bir şeyler getirebiliyor, kısacası biçimlerle
düşünebiliyor. Bundan yüz yıl önce Süleymaniye Camii’nin yüz metre üstünden kim
geçebilirdi. Mimar Sinan eserini yüz metre yüksekten seyretmeyi ne kadar
arzulardı ama deseni kuvvetli kişi uçak icat edilmeden, denizaltı icat
edilmeden, füzeler icat edilmeden bir küçük kurşunkalemle görülmedik şeyleri
tasarlayıp çizebiliyordu. Leonardo’nun tasarlama gücüne dayanarak çizdikleri en
güzel örneklerimizdir.
Bundan elli yıl
önce deseni kuvvetli kişi hiçbir renk kullanmadan yalnız bir tek rengin açık ve
koyusuyla bize dilediğini sadece çizmiyor, boyuyordu. Bu işlerde çizgi uşak
gibi kullanılıyor, konunun ana yapısını belirtmek için hayal meyal çizgiler
çiziliyor ama sonunda çizgi kapı dışarı ediliyor, konu açık koyu yardımı ile
kuruluyordu. Al-bert Dürer çok büyük çizgi ustasıydı. Tahta üzerine oyduğu
bütün işlerde en ağır işi gören çizgiydi, varını yoğunu, çizgiye borçluydu
Dürer. Çizginin kahrını çekmiş ama meyvesini de toplamıştı. Gel gör ki, Dürer
yağlıboya bir portre veya manzara yapınca o canım çizgileri kapı dışarı
ediyordu. Dürer’de çizgiler yan yana gelerek lekeler kuruyordu. Çizgi tek
başına Dürer’in yalnız gravürlerinde dönüp dolaşıyor, tabloya gelince:
- Yasak,
deniyordu.
Çizginin bu
kadar hor görülmesi yalnız Dürer’de değil, Rembrandt, Leonardo,
Michelangelo’da, ünlü Rönesans ustalarında açık seçik görülür.
Aradan elli yıl
geçtikten sonra deseni kuvvetli denilen kişinin ressam değil, heykelci olduğunu
anladık. Rönesans anlamında desen, yüzde yüz biçimi kovalıyordu. Deseni
kuvvetli olan ressamın elinden çıkan herhangi bir işi heykelci büyük bir
kolaylıkla yontabiliyor, kazıyabiliyor, dökebiliyordu. Son elli yıl içinde şunu
öğrendik: Desen bilgisinin belkemiğini kuran “çizgi ”dir. Çizgi başına buyruk
bir tat, bir lezzet, bir cevherdir. Çizgi hiçbir lekeden medet ummadan, hiçbir
renkten yardım beklemeden tek başına yaşayabilme gücüne sahiptir. Öyle
ressamlar tanıdık ki en ufak bir leke ve renk bilgisinden yoksun oldukları
halde, bize kendilerini kabul ettirdiler ama bunların adı ne Leonardo idi, ne
Goya idi, ne Rembrandt’tı. Bunlardan birisi mağara devrinde kayalara granitle
bizon öküzünü çizendi.
Deseni kuvvetli
kişi en güçlü silahı olan çizgiyle işe başlıyor, sonra onu çevre dışına atmayı
bir marifet sanıyordu. Son elli yıl içinde biz çizginin başına buyruk bir güç
olduğunu öğrendik, onu da mağara devrinden günümüze kadar kovaladık ve şunu
anladık: Çizginin kudretini anlayan kişiyle adı deseni kuvvetliye çıkan
arasında hiçbir münasebet yok. Halk sanatında, kabile sanatında, çocukların
duvarlara kömürle yaptıkları karalamalarda öyle çizgilere rastladık ki, bunları
öylesine sevdik ki, deseni kuvvetli kişi görse bizi boğardı.
Başından
günümüze kadar çizgiyi izleyince, şaşırıp kaldık. Resim sanatını ayakta tutan,
resim sanatına yayılma gücü sağlayan, okuma yazmanın belkemiğini kuran çizgi,
resimden kapı dışarı edilmiş. Bu cevheri ressamdan çok, adı ressama çıkmamış,
küçük görülmüş, adsız sansız kişiler değerlendirmiş.
Derslerimizin
konusunu kuran dört direkten biri olan çizgi üzerinde duralım.
Desende
Heykelin Yeri
Ressam herhangi
bir tabloya başlamadan önce desen çizer, yani doğrudan doğruya paletini
yakalayıp yapmak istediği konuyu boyalarla belirlemez, yalnız boyaları nerelere
koyacağını işaret etmek için muşambasına çizgiler çizer. İşte en kaba
anlatımıyla desen budur.
Bir öğrenci de
boyaya başlamadan önce birkaç yıl desen yapar.
Desen,
öğrencinin konu ile iyiden iyiye heykelci gibi ilişki kurmasını sağlar.
Girintisi ve çıkıntısından başka söyleyecek sözü olmayan heykelcinin en büyük
görevi konusunun girinti ve çıkıntılarını iyice kavramaktır. Konusunu her
yanından inceleme gereğinde olan heykelci boyuna modelin çevresinde döner, daha
doğrusu modeli boyuna en önünde görme gereğindedir.
Desen çizmek
isteyen bir sanatçı da büsbütün heykelci gibi modelini yalnız her yanı ile
inceleyerek konuyu iyice kavrayacaktır. Konunun rengi bir heykelciyi ne kadar
az ilgilendirirse, desen yapmak isteyen ressamı da o kadar ilgilendirmelidir.
Heykelcinin
elinde tek renkli bir madde vardır, çamur; desen yapan ressam da tek renkle
çalışır.
Bir rengin
değişik açıklık ve koyulukları vardır. Buna “valeur” denir. İyi bir ressam
desen yaparken en az valeur kullanabilen, böylelikle tek renkle çalışmasına
karşılık yine renk oyunundan kaçan ressamdır.
En iyi
desenlere ilgiyle bakarsınız, o deseni ortaya getiren açıklık ve koyulukların
üç dereceyi aşmadığını görürsünüz: En koyu, koyu, hafif koyu.
En koyu denilen
renkler kullanılan gerecin, örneğin kurşunkalem ise, onun çizebildiği en siyah
leke olması şart değildir. Yukarıda işaret ettiğimiz koyulukların en açığı,
bazı desenlerde en koyu lekeyi oluşturur ve bundan açığı ve daha açığı
bulunabilir.
Koyulukların
gücü bazen konuya, bazen de ressamın beğenisine bağlıdır. Fakat koyulukların
derecesi üçü aştığı zaman göz yorulmaya başlar.
Resmi,
fotoğraftan her zaman üstün tutacak olan iyi yönlerden birisi de bu olacaktır.
Fotoğraf
doğadaki açıklık ve koyulukları belirleyerek doğar fakat ressam bu koyulukları
belirlemek gereğinde değildir. Doğada bulunan bütün “valeur”leri kullanmadan
konuyu çok daha iyi açıklamak elindedir.
Örnekler:
Raffaello, Michelangelo, Rembrandt, Holbein’dan.
Az renkle
çalışmanın yararları: Herhangi bir konuyu ne kadar az çizgi ve leke ile
belirlerse, göz o kadar daha rahat ve kolay görür. Bu az sözle çok şey ifade
etmektir. Herhangi bir desende çizgileri kelimelere ve koyulukları da cümlelere
benzetmek mümkündür. Anlatılacak şey ne kadar az kelime ile anlatılırsa o kadar
daha çabuk anlaşılır.
Yukarıda da
işaret ettiğimiz gibi en basit bir resmi fotoğrafa üstün tutturan bu
özelliktir. Herhangi bir gazetenin çok gelişmiş fotoğrafları var ki, ikide bir
araya birkaç desen koymasının nedeni budur. Göz fotoğrafın sayısız siyah
beyazlarından yorulur. Tek veya birkaç renkle yapılmış desenler gerçekten gözü
çok daha az yorar.
Bir resmi
fotoğraftan ayıran ilk özellik budur.
Fotoğraf, siyah
beyaz ayrımları ile doğayı belirler, sanatçı da doğayı aynı lekelerin yardımı
ile görür. Fakat bu lekeleri arka arkaya sıralamak gereğinde değildir. Çünkü
sanatçı yalnız gözü ile çalışan adam değildir. Çünkü sanatçı yalnız gördüğü anı
belirleme gereğinde değildir. Çünkü sanatçı konusunu yalnız bir yanından görmek
gereğinde değildir.
Değil yalnız
resimde, göze bağlı kalan bütün sanatlarda, herhangi bir heykelde, bir süsleme
eserinde, bir mimaride vs. her zaman en az açıklık ve koyulukla, siyah beyazla
yapılmış olanlar boyuna en güçlü olanlardır. Özellikle süsleme sanatları
resimden daha çok gözü yakalamak istedikleri için afişlerde, kitap ve gazete
illüstrasyonlarında elden geldiği kadar az renk kullanmak gereğindedirler.
Öyleyse hangi gereçle olursa olsun (kurşunkalem, füzen, pastel, suluboya vs.),
desen yapmaya başlayan kimse her şeyden önce o desende kullanacağı renk
sayısını sınırlandırıp belirlemelidir.
Ne yapılırsa
yapılsın, renkli bir resim daima çizgi ile yapılmış bir resimden daha çok
doğaya yakınlık duygusunu verir. Çünkü doğada renk vardır, çizgi yoktur. Çizgi
yazı gibi bizim bulduğumuz bir biçimdir, bundan dolayı bizim anladığımız
anlamda iyi bir desen renkli bir resimden çok daha soyut, abstre kalma
gereğindedir.
Boya ile
doğanın aynını yapmak isteyen bir adam belki göze güzel görünür bir resim
yapabilir. Fakat bir sanatçı desenle doğanın aynını yapmak isterse gülünç bir
yanlışlığa düşer. Ve ne kadar zevkli bir sanatçı olursa olsun, sayısız siyah
beyaz oyunları ile sonunda fotoğrafın erişebildiği basamağa kadar çıkar. Oysa
asıl resim, fotoğrafın bittiği yerde başlamalıdır.
Desen çizmeye
başlayan bir kimse konusuna bir objektif dikkati ile bakabilir. Fakat çizmeye
başladığı zaman işleyen artık objektif değil, düşünce gücü ve duyarlık
olmalıdır. Düşünme gücünün çizdiği aynı koşullar içindeki objektif aynı sonucu
elde eder. Fakat yirmi ressam aynı konuda yirmi değişik resim yapacaktır.
Desenden Boyaya
Geçerken
Bir ressamın
desen anlayışının üstünde bir fikir edinebilmek için, onun heykel anlayışını
kurcalamak gerekir.
Eğer ressam,
doğayı bir heykelci kaygısı ile incelememiş ise o, resmini yaptığı ağacın
yalnız kabuklarını görmüş, onu yalnız bir yanından incelemiş ve doğanın
zenginliğine karşı kayıtsız kalmış demektir.
Bir öğrencinin
insan bedeni karşısında tam bir ay düzenli olarak çalıştığını düşünelim. Eğer
ay sonunda, öğrenci plasterin veya çamurla konunun büyük parçalarını doğru
dürüst yerli yerine koyamazsa, onun desen anlayışından şüphe ediniz.
İyi heykeli
kötü heykelden ayırt edemeyen, güzel bir mimarinin tadını alamayan ressamların
desen anlayışından şüphe ediniz.
Bir öğrencinin
konusunu tam anlamıyla kavradığını anlamak için, ondan konusunun ana
parçalarını ezbere çizmesini istemek yetmez. Aynı konunun başka bir yandan
nasıl görünebileceğini, hiç olmazsa çok kaba bir tarzda çizebilmesi gerekir.
İyice
kavranılan bir düşünce çeşitli kelimelerle, türlü cümlelerle dile
getirilebildiği gibi, çok iyi kavranılan bir konuyu çeşitli yanlardan görmüş
olmalı ve çizebilmelidir.
Bir ressamda
form anlayışının el ile tutulacak bir duruma gelmesi için, onun desene
çalıştığı sürece çizdiği konulardan birkaç heykel yapması çok yararlı olur.
Kırk elli kuruşluk plasterin bu alıştırmalar için yeterlidir.
Büyük ressamlar
içerisinde yetkin bir heykel anlayışı ile donatılmayan yoktur. Bunların hepsi
de heykel yapmışlardır. Form anlayışlarına yalnız düz bir yüzey değil, boşlukta
da biçim vermişlerdir. Heykelin türlü yanlarından çeşitli etkiler elde etme
zenginliğine karşılık, heykel anlayışı güçlü bir ressam kompozisyonlarında on
heykelci ömrüne sığmayacak kadar bol figür yontmak olanağına sahiptir.
Kitabımızın başında üzerinde dirençle durduğumuz halde, sözlerimize yine heykel
ile son vereceğiz, çünkü renk dünyasının kapılarını açmadan önce form
dünyasında çok iyi beslenmiş olup olmadığımızı bize en iyi açıklayan ölçü,
heykel sanatı olacaktır. Bununla, “peinture” sanatı desenin bittiği yerde
başlar demek istemiyorum, yani belli bir döneme kadar desen yapılır, ondan
sonra boyaya geçilir ve yapılan desenler boyanmaya başlanır demek istemiyorum.
Yalnız sağlam
bir desen anlayışı, dört başı mamur bir form kavrayışı ile donanmadan, renk
kaygısı ile yoğrulmaya başlayanlar veya henüz kesin biçim almamış yaş bir
testiye az rastlanılır renkler sürmek için çırpınan ve onun bu işleme
dayanmadığını, ezilip büzüldü-ğünü görünce bu sefer renkten vazgeçip yine
testiyi onarmaya kalkarak, ortaya yamalı bir renk tabakasına bürünmüş sakat bir
iş koyanlar vardır.
Bir an önce
renkler içerisinde yoğrulmaya can atanlara durmadan tekrarlanacak nokta, rengin
herhangi bir form kalıbına bürünmeden sanat kapısından içeri giremeyeceği
olmalıdır.
Form kalıbından
yalnız bir hacim anlamı çıkarmıyorum. En ufak bir hacim kaygısından uzak,
dümdüz düzeylerle bir ressam eser verebilir. Düz yüzeylerde de bir form, bir
desen vardır.
Şurası gerçek
ki, renk uyumları peşinde koşarken ressam formları zorlayacak, çizgilerin
belirlenen form sınırlarını aşacak ve bazen sırf rengin yararı için form
zenginliğinden fedakârlıklar yapacaktır.
Desenin renk için
yapılan bu didinmeye katlanması, formun renk için yapılan fedakârlıktan
sarsılmayacak kadar sağlam bir anlayışa dayanması şarttır.
Desen Çizenin
Tasaları
Malzeme seçimi,
en pratik malzeme kurşunkalem.
1. Niçin? Kalem
şart değil, fırça ucu, füzen, renkli tozlar, parmakla, pamukla, çöple mürekkebe
banarak, yağlı, sulu her çeşit boya ile, noktaları yan yana getirerek,
tarayarak elde edilen çizgi çeşitleri.
2. Konuyu
incelemeye ayrılan zamanın kesin olarak tayini. Bir saat mi, beş saat mi, yirmi
beş saat mi?
3. Konuyu
incelemeyle çizmeyi ayırma. Bir anda iki önemli iş yapmaya sorumlu olmayın. Beş
saat incele, bir saat çiz. Bir saat incele, beş saat çiz. Ya bir defa, ya bin
sarmısak-çilek. Bir desen bir kararla çizilir. Yarı yolda karar değişti mi,
bırak, yenisine başla.
4. Kâğıt
boyunun konuya göre seçimi -kâğıdın çok kıymetli, ekmek gibi bir nimet oluşunun
peşinen kabulü. Santimetre karesi, bir ekmek parası.
5. Konuyu
yerleştireceği kâğıt boyunu seçmekle başlayan istif-yer-leştirme-kompozisyon.
6. Dolu-boş
tasası, kâğıtta dolu-boş tasası, kâğıttaki boşluklar, doluluklar kadar önemli.
7. Dost ışık,
düşman ışık. Konuyu kendi elinle aydınlat. Mum ışığında çok ters yönlerden
konunun incelenmesi. Silen ışık, belirten ışık. Fotoğrafçıların ışıktan
faydalanma çeşitleri. Gündüz ışığı, gece ışığı.
8. Başlangıçta
kendi elinle aydınlatacağın konulan seç, ışığın gücünü anla.
9. Daldan dala
atlayıp konu değiştirme. Işığın gücünü anladığın zaman her konuya kolay el
atamazsın. Kafanda taşıyabileceğin kadar konu seç. Ana yapısını kabataslak
gözünün önüne getiremediğin konuyu çizme.
10. Bakmakla
görmek aynı şey değil. Her baktığımız konuyu tam manasıyla görmüyoruz.
Görmekten inceleme gücünü anlıyoruz.
11. Önce büyük
parçalı belirt. Sırasıyla küçüklere git. Büyüğün hakkını vermeden çizilen küçük
parça yaşayamaz. Acemilerin göz, dudak, saç çizmeyi ilk alana almaları.
12. Renklerin
değişimini değil biçimlerin başlayıp bittiklerini belirteceksin. Tabiat
biçimleri çizgilerle çevrelemez. Çizgiyi sen icat edeceksin. Çizgine el yazın
kadar senden bir şeyler sinecek. El yazın gibi senin olacak, sana “has” olacak.
13. Konunun
parçaları arasındaki boy farklarını kesin olarak incele ve bu farkları
“abartarak belirt”. Büyük, orta, küçük düzenini kur. 8-5-3 rakamları arasındaki
özelliğe dikkat et. Biri ötekisinin yarısı değil.
14. Parçalar
arasındaki hareket farklarını cesaretle belirt.
15. Çok iyi
işlediğin konuda “abartma” -karikatürden korkarak çarpıkları daha çarpık, ezik
mi daha ezik, güçlü mü daha güçlü. Cesur ol ama cesaretin bir gerçeğe dayanırsa
manası var.
16. Desen
çizenin bir çeşit heykel yaptığını hiç unutma. Heykel yapanları, git yakından
incele. Dış konturun konuyu sınırlayan son çizginin en sonunda gelişini incele.
İçten dışa arama, içten dışa gelişen biçim tasasını kavra.
17. Kâğıt
üstünde kabartma çökme etkileri vermek ne kadar güçse, hacimli, canlıymış gibi,
elle tutulacakmış gibi. Desen çizmek nasıl bir marifetse -kabartmadan- hacimli
kılmadan bir konuyu kâğıt gibi dümdüz bir biçim içinde çizmek de o kadar
güçtür. İran minyatürlerine bak. Hacimli biçim-düz biçim.
18. Deseninle
arandaki mesafeyi dondurma -yazı yazanla desen çizen arasındaki fark bu.
Desenini çeşitli mesafelerden kontrol et. Desenini tepetaklak çevir. Bu durumda
kontrol edebiliyor musun? Ka-
vağın durgun
sudaki aksi -güzel bir insan vücudunun çeşitli duruşlardaki güzelliği.
19. En sevdiğin
konuyu yüz metrekare çizmeyi dene. Hiç olmazsa bu ölçüye göre bir parçasını
incele. Yüz metrekarelik bir duvara imzasını atabilen iyi bir desenci olabilir.
Neden?
20. Ritmik
düzen.
21. El
çabukluğundan kaçma -çalım.
22. Konunun
benzerini sanat tarihinde arama.
23. Anlamadığın
yeri boş bırak.
24. Tabiatta
çizgi olmayışı.
Desen Çizenin
Tasaları-Yasaları
1. Konuyu
kendin seç. Konuya kanın kaynasın, aklın yatsın.
2. Seçtiğin
konunun benzerini büyük ustalarda ara. Dünyaya kendini kabul ettirmiş ustalarda
veya eserlerde. Sahipsiz, imzasız ama sağlam geleneğe dayanan işlerde. Konudan
konuya atlama veya bir veya birkaç konuda direnme.
3. Konuyu
incelemek için ne kadar vaktin var? Vaktine göre seç konuyu. Vaktinden büyük,
başından büyük işlere kalkma, yoksa iş yarım kalır, cesaretin kırılır.
4. Konuya göre
çalışacağın kâğıt, karton boyunu seç. Hazırlop boylardan kaçın. Her konu
kendine uygun çevre boyu ister. Başıbozuk desenci ile meslekten yetişmiş
arasındaki farklardan biri de budun Başıbozuk-amatör her çeşit konuyu aynı boy
kâğıda yerleştirir. Okullarda bütün konular aynı resim defteri boyuna
sığdırılır. Çalışacağı çevre boyunu akıllıca seçen desenci konunun en önemli
iki çizgisini çizmiş, kompozisyon-istif tasasını yüklenmiş demektir. Bir
dikdörtgenin iki çizgisi çizeceğiniz bütün çizgileri etkiler. Dikeyleri,
yatayları çevre çizgilerine göre düzenleriz.
5. Konuyu
mümkünse kendi keyfimize göre aydınlatalım. Işığın dost ve düşman
davranışlarından sorumlu olalım. Işığın bazı biçimleri nasıl belirttiğini,
bazılarım nasıl sildiğini karanlık odada bir mum yakarak denemek şart... Işığın
konumuz üstündeki büyük etkilerini incelemeden konumuzu kavramamız imkânsızdır.
Karanlıkta, bir tek mum ışığında kendi yüzünüzü, kendi elinizi, kendi
vücudunuzu inceleyin. Herhangi bir eşyayı, bir kumaş kıvrımını, bir ağaç
dalını, bir çiçeği, bir yaprağı, bir meyveyi, bir böceği on-on beş açıdan
aydınlatarak inceleyin, çoğu zaman şaşırıp kalacaksınız.
Klasik
ustaların en önemli, en sabırlı, en başarılı denemesidir bu. Bu tecrübeleri
yapamazsanız, bir El Greco’yu, bir Tiziano’yu, bir Ve-lâzquez’i, bir
Rembrandt’ı hiçbir zaman anlayamaz, tam manasıyla tadamazsınız. Konusunu
çeşitli açılardan, çeşitli ışıklar altında incelemeyen desenci ömrü billah
yarım yamalak desenler çizmeye mahkûmdur.
6. Klasik
anlamda desen çizen şunu tam manasıyla kavramalı: Ben sadece desen çizmiyorum.
Aynı zamanda bir heykeltıraş çabası sarf ediyorum. İyi bir desenci, iyi bir
heykelci olabilir. İyi desen çizenin heykel yontma sabrı olmayabilir. Ama onun
iyi bir desenini ele geçiren heykelci ondan dört başı mamur bir heykel
çıkarabilir. Desen çizen heykel sanatı üstüne çok basit de olsa bazı bilgiler
edinmeye, bir heykelcinin işe nasıl başladığını bilmeye mecburdur. Heykelcinin
işe nasıl başladığını inceleyen desencinin alacağı en önemli ders şu olur:
Konumuzu çevreleyen “sınır çizgisi”, bir eli, bir insan yüzünü çevreleyen çizgi
heykelde iş bittikten sonra belirir. Bu önemli olayı çok iyi anlayalım:
Heykelci bir insan vücuduna çalışmaya başlarken konunun çok basit bir
“şema”sim, “iskelet”ini kurar. Yani bir baş yapan heykelci, başın sınır
çizgilerine rastlayan saçları veya kulakları, burnu, çeneyi şıp diye koyamaz.
Bunları bir yere, bir kitle üstüne bağlaması gerekir. Ortada henüz kelle yokken
kulağı nereye koyacaksın? Bunu anlamak desen çizene çok büyük vakit kazandırır.
Herhangi bir konuyu çevreleyen “sınır çizgisi”nin, mesela açık bir elin
bittiğini ilan eden çizgiyi yakalamak kolay bir iştir. Beş parmağın beş çeşit
boyda olması, birbirlerinden çatal matal kesin farklarla ayrılmaları bir
çırpıda konuyu verir bize. Ama aynı el yumruk halinde yumulunca pabuç biraz
pahalı gelir. Yumruk haline gelen el daha güç bir konu kesbeder. El yumulup
yumruk olunca yabancı bir zemin üstünde gayet kolaylıkla seçilen parmakları görmek
güçleşiyor. Açık elde parmak biçimleri yabancı bir zemin üstünde belirince
“sınır çizgisi”ni ebem de görür.
Çok sert bir
kumaşı, sert bir kâğıdı buruşturduğumuz zaman zengin bir desen konusu çıkar.
Bütün mesele kolay kolay görülmeyeni yakalayabilmekte. Desen çizenin
heykelciden alacağı derslerden biri de konuyu yalnız tek yönden değil her
yönden inceleme gücüdür. Ya incelenen konu her yana dönecek, ya zahmet edip sen
onun etrafında döneceksin. Heykel atölyelerinde modelin üstünde poz verdiği
zemin döner. Konuyu her yönden inceleme tasası heykelcilerin konu çeşidini
kısıtlar. Heykel deyince akla ne gelir, sayın:
İnsan vücudu,
çeşitli hayvanlar, her Allahın günü rastladığımız birkaç eşya... Desen çizen
ressamın heykeltıraştan alacağı en büyük ders şu olacaktır:
Daldan daha
atlamamak, bir konuyu benimsemeden başka bir konuya geçmemek, yaptığı işten
sonuna kadar sorumlu olmak. Bu tasa ister istemez ressamı konu seçiminde
frenliyor. Klasik anlamda desen çizen bir noktayı gayet iyi belliyor: Her kuşun
eti yenmiyor. Sevilen her konu kolay kolay ressamın hayatına karışmıyor. Bunun
en güzel örneği çağımızda çok sevilen, günlük hayatımıza karışan, rüyalarımıza
giren çeşitli aletlerin resim konusu olamayışı. Örnek otomobil, radyo, uçak,
tren, gemi. Bunlardan en yaşlı olan gemi ile tren resim sanatına girebilmek
için en az kırk yıl beklediler. Daha sonra keşfedilenler ne kadar bekleyecekler
Allah bilir.
Resim sanatı
ile heykelin birleştikleri yer biçim tasasıdır. Klasik anlamda biçim tasası
öylesine derin kök salmıştır ki bir ara resim sanatı heykel içerisinde eriyip
gitmiştir. Bu konuya ilerde rengin biçim uğruna ihmal edilişini anlatırken
değineceğiz.
7. Boy tasası.
Konuyu kuran
boylar arasındaki kesin farkları belirtme, küçük, orta, büyük boylar 3, 5, 8
rakamları arasındaki oran.
Desen çizen
adam her şeyden önce konuyu kuran en büyük parçayı arar. En büyük parçayı
görmeden, duymadan, anlamadan küçük parçalara geçen otobüsü kaçırır.
Resimle heykel
ilişkilerinde üzerinde durduğumuz, kelleyi kurmadan kulağı nereye koyacaksın
tasası gibi.
Çevremizde bizi
etkileyen, bize çalışma sevinci veren konularda eşit bir düzen var. Büyük
parça, ortanca parça, küçük parça. Bir insan vücudu, bir ağaç, bir testi, bir
cami, bir kilise, kısacası bizi etkileyen herhangi bir konu incelenirse
birbirine hiç benzemeyen üç boy var. Rönesans ustaları bunu altın oranlara
kadar götürmüşler. Gövde büyük, bacaklar orta, baş küçük. Gövde küçük, dallar
büyük, meyveler orta. Dağ büyük, deniz küçük, gökyüzü orta. Tomurcuk büyük,
yaprak orta, dal küçük. Gözümüz bu üç kesin farktan bir rahatlık duyuyor. 3, 5,
8 rakamları arasındaki orantı gibi, bir boy ötekinin ne tam yarısı oluyor ne
iki misli. Desen çizen işin estetik taraflarını bir yana bırakıp konusundaki
parça boylarını kesin olarak belirtsin yeter.
8. Hareket.
Desen çizen,
parça boyları arasındaki farklardan sorumlu olduğu gibi onların hareketlerinden
de sorumludur. Konuyu kuran parçaların ana hareketlerini başında belirtmeyen
desenci sonunda sıkıntı çeker.
9. Karar.
Bir desen bir
tek kararla çizilir. Konuyu sabrının, gücünün yettiği ölçüde incele ve bir
karar ver.
Örneğin, konu
bir insansa kısa boylu mu, şişman mı, zayıf mı, sağlam mı, sakat mı kesin bir
karar ver ve bunu deseninde belirt. Şişman kararı yarı yolda zayıfa dönerse,
sakat kararı sağlama dönerse, uzun kararı kısaya dönerse çizdiğin desenden
hayır gelmez. Yarı yola gelince daha iyi kararlar verebilirsin ama bunu ondan
sonra yapacağın desene sakla. İkide bir karar değiştirirsen ne kâğıt dayanır
buna ne kalem. Bir sarmısak tohumu düşün, sarmısak olmak üzere atılmış toprağa,
yarı yolda kararını değiştiriyor, çilek olmayı tasarlıyor. Bir çilek
ısırıyorsunuz, yarısı sarmısak kokuyor, yarısı çilek, bereket versin tabiat ana
ikide bir karar değiştirmiyor. Buğday düşünüyor, buğday veriyor bize, elma
düşünüyor elma veriyor.
10. Karikatür
dozu - Abartma.
Konunun akılda
kalabilecek taraflarını büyük bir kesinlikle belirteceksin, burada inceleme
gücü taklitten icada yönelecek. Konu kısa mı, herkesin kesin olarak kısa
diyebileceği bir konunun daha kısa, konu köşe mi, daha köşe, konu bütün gücüyle
sağa mı yatmış, sen biraz daha sağa yatıracaksın; konu çok sivri mi, sipsivri
mi, biraz açıkla sivrilip batıracaksın, kısacası karikatür sanatının
imkânlarından haberli olacaksın.
Karikatürcünün
bir numaralı gücü abartmadır.
Biçimden medet
uman bütün sanatçılar, abartmadan faydalandılar, ama iki türlü abartma var,
birisi senin canında, ciğerinde duyduğun, öteki geçer akçe moda olan, o
günlerde herkesin hoşuna giden geçici bir hava. İyi karikatürcü herkesin hoşuna
gidecek diye abartmaz, kendi canına tak dediği için abartır. Desen çizen, hele
1969 yılında çizen, bu güçten faydalanmazsa, esamisi okunmaz. Günümüzde
fotoğrafçı hele bir parça resim bilgisi olan fotoğrafçı, abartma ve kabartma
işlerinde ressama ekmek bırakmıyor.
11. Yapılan işi
çeşitli mesafelerden kontrol etmeli. Örnek: 15x15 bir desen okul sıralarında
elle göz arasındaki mesafe içinde denetlenebilir, ama 100x70 bir kartona
çizilen desen aynı mesafeden denetlenemez. En az bir o kadar geriye çekilmek
gerekir.
12. Desen çizen
adam en güvendiği, en iyi incelediği konuyu alışık olmadığımız büyük ölçülere
aktarır. Piyasanın hepimizi zorladığı boylar şunlardır: 70x100 piyasa karton
boyu, açılmış gazete kâğıdı boyu 50x70 bunun tam yarısı, 35x50 bunun da yarısı,
25x35 resim defteri boyu, 17,5x25. Başıbozukla meslekten yetişmiş desenci bu
noktada birbirinden ayrılır. Başıbozuk piyasa boylarının dışına çıkmaz. Herkes
gözü kapalı imzasını atabilir, ama 20 metre yüksek 5 metre geniş bir duvara
imzasını atabilen adam meslekten birisidir.
13. Desencinin
tasalarından birisi de ritim tasasıdır.
14. Desen çizen
adam kendine göre bir çizgi türü bulabilir. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi,
desen çizen herkesin de kendine özgü bir çizgisi vardır. Kimisi bıçak ucuyla
çizilmiş kadar kesin çizgilerle çalışır. Kimisi tam aksine belirsiz, kesik,
kekeme noktalarla, virgüllerle çizer. Örnek: Bonnard’da, Picasso’da Matisse’de,
eski Yunan vazolarında, Çin, İran, Hint, Türk minyatürlerinde rastlanan bir
solukta, bir çırpıda konunun iki yakasını bir araya getiren kesintisiz çizgi
şart değildir.
15. Desencinin
elinden çıkan her çizgi, taklit değil icat olmalıdır. Desenci olanı değil,
görünmeyeni göstermelidir.
Ritim
Gözle tadılan
sanatlarda başından günümüze dek rastlanan özelliklerden birisi de herhangi bir
biçimin boyuna tekrar edilmesidir.
Örnek: Resim ve
heykel konusunda her devirde yer alan insan vücudunu alalım. Bu konuyu
inceleyen büyük ustalar bazı biçimleri boyuna tekrarlamışlardır. İster adale,
ister kemik, ister bir kumaş kıvrımı olsun, kesin biçimlerin belirsiz farklarla
tekrarlanarak çevrede yer aldığı görülür. Bir yay, bir daire, bir üçgen, bir
kare veya benzeri biçimlerin büyük bir inatla tekrarlanması ritim tasasını,
dilimizde en yakın anlamıyla ahengi yaratır.
İnsanoğlu bazen
bile bile, bazen bir içgüdüsü ile tekrardan bir cümbüş doğacağını anlamıştır.
Bir çocuğun saçlarını, bir kedinin sırtını okşayan insan eli bu tekrarın
farkındadır. Kedinin tüylerini tersine okşayan birine rastlarsanız dikkat edin.
Bunda muhakkak bir sakarlık vardır.
İnsanoğlu
seslerin tekrar edilmesine karşı daha duyguludur. Bir yağmur damlasının,
rüzgârın, dalgaların, yaprakların çıkardığı ses insanları renklerden ve
biçimlerden daha çok etkiler, bu yüzden ritim, ahenk kelimesi artıranın üstüne
kalmış, müzik adamlarının malı olmuştur. Biz ressamlar müzik sanatından birçok
kelimeyi ödünç almışız. Ritim, kompozisyon, armoni, disonans, akort, rapor,
ton, dö-miton, “valeur” monoton gibi. Bu kelimelerin Türkçedeki karşılık-lannı
bulmaya çalışacağız. Garp anlamındaki müzik ve resim sanatı yurdumuzda
yayılmadıkça bu kelimelerin karşılıkları doğacak, ama şimdilik tramvaya tramvay
dediğimiz gibi bunları kullanmaya mecburuz.
Gözle tadılan
sanatların müzikten aktardığı en önemli kelime ritim olsa gerek. Müzikte bir
sesin ölçülü bir tempo içinde tekrarla-nışı insanda iki çeşit etki yapıyor. Ya
uyutuyor bizi ya da tam aksine coşturuyor. Ninninin bebeği uyutması, caz
müziğinin kocaman insanları coşturması misali. Bu bir doz, mesafe, yoğunluk
meselesidir.
Gözle tadılan
sanatlarda ritim çoğu zaman bir mecburiyetten doğar. Yapı sanatında
pencerelerin, bacaların, kulelerin, kapıların, çatıların tekrarı bir güzellik
tasasının değil bir zorunluluğun belirtisidir. Tekrarın en gizlisini ve en açık
seçiğini bize tabiat ana verir. Ulu bir çınarın dallarının, yapraklarının
dizilişi, bir ağustos gökyüzünde bulutların kümelenişi, Boğaziçi’nin üstünden
rüya gibi geçen yel-kovankuşlarının süzülüşü, bir buğday tarlasında başakların
dizilişi, ulu ulu dağların birbiri arkasından sıralanması gibi.
Yapı sanatında,
nakışta, heykel sanatının bazı bölümlerinde tekrardan doğan düzenden sanatkâr
sorumlu değildir. Nakış sanatında harikalar yaratan tekrar düzeni çoğu zaman
bir güzellik tasasıyla değil bir tezgâh zoru ile doğar. Kilim dokuyan ister
istemez ilmikleri tekrarlayacak, çorap ören bazı nakışları ısrarla
tekrarlayacaktır. Hele iş basmakalıba dayandı mı, tekrar kaçınılmaz bir yol
olacaktır.
Yapı sanatında
tekrardan doğan gücü incelemek isteyenler kubbeleri, minareleri, kuleleri
incelesinler. Tekrardan doğan gücü kolaylıkla kavrarlar.
Yukarıda
“Tekrardan doğan düzenin âlâsı tabiatta var,” demiştik. Bir ormanda, bir
tarlada, bir denizde gözle görüneni karanlıkta, rüzgârda derimizle duyduğumuz,
kokladığımız, bir de ne gözümüzle, ne kulağımızla, ne burnumuzla, ne de
elimizle farkına varabildiğimiz, sadece aklımızla anladığımız günlerin,
ayların, mevsimlerin, yılların akılları durduran bir tekrarla sıralanıp
gitmesi. Tabiat ananın uçsuz bucaksız düzenindeki büyüleyici tekrar.
Bundan elli yıl
önce ressamın ritim diye bir tasası vardı, fakat bu tasa anatomi ve perspektif
tasalarının yanında belli belirsiz bir noktacıktı. Fotoğrafın icadı bu minicik
tasayı birden başköşeye oturttu. Bir Cezanne, bir Gauguin, bir Van Gogh’ta
ritim tasası anatomi ve perspektif tasalarının yerini aldı. Bu üç sanatçıda
ritim tasasını aramayanlar, üçünü de anlamış sayılmazlar. Kübizm bu tasadan
doğdu ve günümüze kadar uzadı geldi. Fotoğraf görüşünün tam tersine gidenler
ritmik düzenden sonuna kadar faydalandılar. Tabiat ananın gizli kapaklı ve ara
sıra yer verdiği ritmik düzeni bir motor işleyişi haline getirdiler.
Gözle tadılan
sanatlarda biçim, motif, renk, benek, çizgi tekrarından doğan düzen son yirmi
beş yıl içinde daha çok belirdi.
Fotoğrafın
gelişmesini izleyen ressam onun şerrinden korunmak için çeşitli yollara
başvurdu. Bundan elli yıl önce Chagall çapında bir ressamın dünya ölçüsünde yol
alışı bir tesadüf değil, fotoğrafın tam tersine gidişiyle açıklanabilir.
Chagall’da herkesi şaşırtan ve ilgi toplayan en büyük güç fotografik görüşü
tepetaklak eden cesaretti. Bunun arkasından malzemede, zeminde, yeni tuvalde ve
boyada fotoğrafın hiçbir zaman ulaşamayacağı doku ve boya kalınlıkları geldi.
Bundan yüz yıl
evvel hiçbir ressamın atölyesine giremeyecek çeşitli malzeme resim dünyasını
haraca kesti. Siz bir Rembrandt’ın tablosuna bir torba kâğıdını yapıştıracağını
tasarlayabilir misiniz? Torba kâğıdı 1920-30 arası ressamların muşambalarına
yapıştı. Üzerine birkaç nota çizgisi çizildi ve bir beyit yazıldı. Son elli yıl
içinde resim muşambalarına neler yapıştırılmadı.
Bunların bir
kısmı sadece sanat züppelerini çileden çıkarmak, şaşırtmak için yapılıyordu.
Bundan otuz beş
yıl önce Montparnasse’da açılan bir sergide yapıştırma işini modaya vuran
ressam, sevgilisinden yaptığı çıplağın münasip taraflarına tüyler
yapıştırmıştı.
Sergiyi gezen
Picasso’ya tüyleri göstererek fikrini sormuş. Picas-so ressamı buluşu için
tebrik etmiş, yalnız bu çalışma tarzındaki ufacık bir mahzuru belirtmiş:
- Konunuz tüy
olduğu için sahici tüyleri kolaylıkla yapıştırarak meseleyi kökünden
halletmişsiniz. Ya konunuz fil olsaydı, onları nasıl yapıştıracağınızı merak
ediyorum, demiş.
Ritmik düzeni
arayan, değerlendiren ressamlar zaman zaman akıllıca yapıştırmalara gittiler.
Bir çuval parçasını, bir gazete parçasını, bir kumaş parçasını yapıştırdıkları
zaman tekrardan doğan gücü aradılar. Bununla yetinmeyenler çok çeşitli malzeme
oyunları ile görülmedik dokular (texture) elde ettiler.
Bu doku
aramaları yepyeni renkler bulma amacında olanlara yardım etti. Ama dokuyu bir
resim aracı olmaktan çıkarıp bir heykel tasası haline getirenler iki sanatı
birbirine karıştırdılar ve burada malzemenin kendisini kullanan heykel resmi
alt etti.
Günümüzün
resminde doku önemli bir yer alır. Dokuda tekrardan doğan ritmik güç gözü alır.
Ama bütün mesele iki kardeş sanat arasındaki kozların birbirine
karıştırılmamasıdır.
Heykelcinin en
mühim kozu biçimdir.
Heykelci için
renk olmasa da olur. Ressamın kullanacağı her çeşit biçim oyunu rengini
değerlendirmelidir.
Ressam herhangi
bir tasayla biçimi rengin üstünde tutarsa heykelciyi karşısmda bulacaktır ve
biçim alanında heykelci malzemeyi daha iyi bildiği için ressamı aşacaktır.
Tekrarlama
Tekdüzeylilik
Tann’nın işidir. O ancak onun elinde güzeldir, çünkü Tanrı tekdüzeyliliği
gizlemek, onu insanoğluna göstermemek için nelere başvurmamıştır?
Günlerin
akışından tekdüzeyli ne vardır? Mevsimlerin yinelenişinden, meyvelerin numara
sayan asker gibi sıraları geldikçe “efendim” deyişinden tekdüzeyli ne vardır?
Yeryüzünün gördüğü ve göreceklerinden insanoğullarının alın yazısından daha
tekdüzeyli ne vardır? Fakat ey insanoğlu, bütün bu tekdüzeyliliğin farkına
varan, ondan ürken, ondan bıkan kaç kişi vardır?
Günlerin aynı
yöntem üzerine tekrar ettiğini görenlere, bundan bir üzüntü payı
çıkarabilenlere mevsimlerin ve meyvelerin boyuna aynı hızla akıp gidişine tanık
olanlara ve bunu yüksek sesle söyleyebilenlere ne mutlu. Doğadan daha zengin
bir insan ruhu olmasına olanak yoktur, fakat bu zenginlik günlerin ve
mevsimlerin sürekli yinelenişi ile noktalanmakta ve art arda adımlarla
izlenmektedir.
Bu evrenin
uyumudur fakat bu uyum gözle görülmez, elle tutulmaz, kulakla duyulmaz.
Evrenin uyumu
ilm-i nücum1 bilginlerinin
dürbünlerle göremeyeceği, en ince araçlarla duyamayacağı kadar geniş ve
aralıklı tempolara uyarak salınıp gitmektedir. Bu tempoyu hayal meyal olsun
sezenlere ne mutlu.
Sanat eseri ile
doğayı birbirinden ayıran en açık özelliklerden birisi de uyumdur, çünkü doğada
uyum insan kalbindedir, günah gibi sımsıkı saklanmıştır.
Oysa resmi
dokuyan biçimlerin sanatçının içinden esen rüzgâra uyarak onun için doğan bir
tempoyu adım adım izlemesi gerekir. Lav durumundan katılaşma durumuna geçerken
dünyanın en güzel kristaller halinde donup kaldığı ileri sürülmüştür. Bir
yeryüzü düşününüz ki orada dağlar, taşlar hep kesin anlatımlara bürünmüş,
geometrik biçimler halinde donup kalmıştır. Hepsi tam olmak üzere koniler,
çokgenler, küpler, silindirler, mikaplar ve mikaplar.
Belli geometrik
biçimlerin uygun adımla yürüyen çizgileri, yüzeyleri ve kitleleri ile donup
kalan yeryüzünde herhalde cehennemce bir uyum rüzgârı esiyordu.
Eşyayı aslına,
yani geometrik biçimlere götürmek, kitleler üzerindeki gereksiz ve eksik
biçimleri soymak, onları çırılçıplak bir açıklık içerisinde incelemek. İşte bir
aralık Cezanne’m zihnini ve Picas-so’nun hizmeti ile bütün bir neslin zevkini
tırmalayan güzellik anlayışı: kübizm. Kübizmin bir aralık nezle mikrobu gibi
Avrupa’yı sarışındaki özelliklerden birini onun yalnız bir ritim oyunu oluşunda
aramak gerekir. Fakat resmin hiçbir zaman bir tek açıdan görülmeye katlanamayan
bir sanat olduğunu daha önce söylemiştik. Ritmi dokuyan ana öğe yinelenmedir.
Bir sesin, bir rengin, bir çizginin, bir kitlenin belli veya belirsiz
aralıklarla yinelenmesi ritmi doğurur.
Seslerin,
renklerin ve biçimlerin belli aralıklarla yinelenmesi sinirlerimiz üzerinde
gerçekten de etkilidir.
Musikinin bir
uyku ilacı, yinelenen motiflerin bir ipnotizma aracı olduğunu ileri sürecek
kadar aşırı gitmemek şartı ile sanatçının “yinelenme” özelliğinden yararlandığı
gerçektir. Şiirde herhangi bir veznin temeli aynı belli hecelerin
yinelenmesinden başka bir şey değildir. Gelişmiş musikide ritim çok gizli
kapalıdır. Vahşi kabilelerde musikinin temeli yinelenmeye dayanır. Herhalde
basit bir melodinin saatlerce yinelenmesi karşısında sinirlerin yumuşaması,
sabrın tükenmesi, iradenin elden gitmesi işten bile değildir. Sanatçı da bütün
çabası ile bizim irademizi anlamak yerine, belli bir zaman için bile olsa kendi
zevkini aşılamak istediği için eserinde “ritim”den yararlanır.
Doğayı
oluşturan eşyamn hepsinde ritmin bir kuruluşu vardır. Bu midye kabuğundan tutun
da bir servi ağacına kadar canlı cansız her biçimde belli aralıklar ve belli
renklerin bir ana ritme bağlandığı gerçektir. Fakat renklerin ve biçimlerin
belli aralıklarla yinelenme durumu doğada çırılçıplak göze çarpmaz. Evrenin
düzeni, mevsimlerin, meyvelerin belli aralıklarla yinelenmesi nasıl bizim
bilincimizin bir zerre kadar farkında olmadan olageliyorsa, doğayı kuran
parçaların yapılarında belli dilimlerin yinelenmesini görmek, sezmek her göze
nasip olmaz.
Bir top
lahanada, yaprakların birbirine sarılışında, bir vahşi tamtamın boyuna
yinelenen ve gitgide uzaklaşan inatçı ve sarhoş edici ritmi vardır.
Tabii, lahana
yapraklarının ritminden sarhoş olmak şerefi doğayı adım adım izleyenlere nasip
olur. Gerecin ve bu sanatların olanaklarında, göze dayanan bütün sanatlarda,
motif yinelenmesinden doğan bir ritim vardır.
Mimari ve
süsleme sanatlarında motiflerin yinelenmesi her zaman keyfi değildir,
gereklidir. Gerek gereç, gerek olanaklar motif yinelenmesine yol açar. Bir
halıyı, bir kilimi dokuyan ilmikler sanatçıya karşın yineleneceklerdir.
Herhangi bir mimariyi ören tuğlalar, taşlar veya pencereler mimara karşın
yinelenecektir, yani gerek mimaride, gerek süsleme sanatlarında motif
yinelenmesinden kaçma olanağı yoktur. Sanatçı bu yinelenmeye kendi içindeki
ritmin akışını verebilendir.
Fakat resimde
ritim zorunlu değildir. Öyle resimler vardır ki, onlarda yinelenmeden doğan
ritim, doğadaki kadar gizlidir. Bu, konunun özelliklerine bağlıdır, çünkü
sanatçıyı ritim kaygısından başka özellikler de çarpabilir. Ritmin resimde
süsleme sanatlarında ve mimarideki kadar yer aldığı da görülür. Bunun
nedenlerini araştıralım.
Penceremizin
önündeki manzaraya bakıyoruz: deniz, ağaçlar, birkaç ev, dağlar ve gökyüzü. Bu
manzara bize büyük bir zevk veriyor ve mademki şu durumu ile bu konudan
hoşlanıyorum, onu olduğu gibi kopya edeceğim diyor ve gerecin, sabrın bütün
olanakları ile donatılmış gözümüzün gördüğünü kopya ediyoruz. Resmi duvara
asıyoruz. Doğa karşısında duyduğumuz heyecanın yüzde birini bulamıyoruz. Niçin
diye düşünmeye başlıyoruz. Bana öyle geliyor ki doğaya biz yalnız gözümüzle
bakmıyoruz, doğa karşısında içimize yayılan haz bize yalnız gözlerimizden
dökülmüyor, kulaklarımızdan, yüzümüzden, derimizden, kısaca beş duyumuzun
gözeneklerinden süzülüyor. Oysa biz sadece gözümüzün payına düşeni alıyoruz.
Sonuç bu yüzden bizi çıldırtıyor.
Yalnız
gözümüzün payına düşeni alabilsek bile ne mutlu. Çünkü doğa boyuna kımıldıyor,
yaşıyor. Rüzgâr, resmini yapmak istediğimiz ağaçları çileden çıkarıyor. Onlara
gözün bin bir güçlükle sınırlarını belirleyebileceği binlerce hareket ve
binlerce renk yüklüyor.
Bir manzaraya
bakarken, yoldan bir altın toz bulutu yükselmiştir. Bu bulut, çaya karışan
şeker gibi manzarayı kucaklayan havaya karışmaktadır. Renk renk, çeşit çeşit
bulutlar, ya aynı hava içerisinde damla damla erimekte ya da boyuna değişen ve
akla hayale gelmeyen biçimlere, renklere bürünerek manzarayı hiç umulmadık
yönlere doğru sürüklemektedirler. Bunlardan başka, göz yalnız belli bir çerçeve
içerisinde gören bir araç değildir, yani gördüğümüz manzaranın sınırları bir
kartpostal gibi belirli bir dört köşe içerisinde sıkışıp kalmamıştır.
Fizik kitapları
bir çemberden söz ederler. Yani gözün bir kamera penceresi gibi görüş alanını
sınırlarlar.
Fakat biz bu
kamera penceresini ve ayaklarını gözümüzün ortasına koyarak, çember çizen
pergeli fizik kitaplarına bırakıp, gözümüzün gördüğü alana çekelim. Bu alanın
sonu bir resim çerçevesi gibi birdenbire bitmez. Gözümüzü ne kadar dirençle bir
noktaya dikersek dikelim, belli bir dört köşeden başka birçok biçim gözümüzün
yolunu keser. Siz istediğiniz kadar iki kilometre uzaktaki gemiye bakın, göz
oraya giderken, yanı başındaki bacayı, ondan daha yakın bir pencere pervazını,
daha yakındaki duvarın bir parçasını vb. görecektir. Bu kadar geniş, sınırsız
ve ele avuca sığmaz bir görüş alanı içerisinde soluk alan bir doğa parçasını
kıskıvrak bir resmin dört köşesi içerisine hapsedince, şüphesiz resim doğadan
çok daha yoksul ve zavallı olacaktır. Bence genişlik ve büyüklük duygusunu bize
aşılayan güç beş duyumuzun birden şahlanması demektir.
Doğadaki
hareket renkliliği, en sahici rüzgârın ağaçlara bağışladığı zenginlik, uçan bir
bulutun bütün bir göğü dolduruşu, koşarak kaybolan bir çocuğun manzaraya
eklediği renk, koku, ses ve bu uzak-laşının sizde uyandırdığı, kımıldattığı
belirsiz ürpermeler.
Bomboş ve
dümdüz bir denizi karpuz gibi yararak uzaklaşan gemi ve göklere karışan kumral
duman.
Altın
seslerinden yoğrulmuş bir arı ve böcek uğultusu, sessizliğin bile erişemeyeceği
kadar yükseklerde süzülen büyük kuşlar, boşluğu büyülü bir makasla biçen
kırlangıçlar ve bütün bunların bizim beş duyumuzun ruhu duymadan birbirlerine
karışması. İşte doğa!
Oysa bizim
duvardaki resimde dört beş renk kitlesi, dört beş çizgi! Doğanın zenginliğini
duyduğumuzu göstermek için biz de elimizin yettiği, dilimizin döndüğü kadar
yaratacağız!
Tanrı doğayı
boyuna yepyeni göstermek için rüzgârı, yağmuru yaratmış, milyonlarca çeşit
böcek halk etmiş. Biz ise bulacağız. Tanrı rüzgârı yaratmış, biz de resmimizin
kımıldaması, akması, süzülme-si, gerinmesi için bir şeyler bulalım.
Desen
anlayışının aydınlattığı yolda biz en basit biçimlerde bir hareket evreni
bulacağız. Rüzgâr doğayı her dem taze tutsun, ışık eşyayı boyuna
değiştiredursun, biz de yepyeni bir “ritim” bularak doğayla boy ölçüşeceğiz.
Doğa karşısında
duyduğumuz hazza erişebilmek için gözün doğada bulamadığı birçok şey
yaratacağız ve bu yollardan kulağı, deriyi, kokuları ve bütün bunların bittiği
yerde başlayan hayal gücünü kımıldatmaya çalışacağız. Bence ritim kaygısının
doğmasına yol açan nokta budur.
Doğa zenginliği
ile boy ölçüşebilmek için ressam gereğinde ritmi bir vahşi tamtamı gibi boyuna
kullanacaktır. Bu yineleme mimaride olduğu gibi, gereçlerin kabul ettirdiği
tekdüze bir tekrar olmayacaktır.
Belirsiz
biçimlerin, eğrilerin, dikey veya yatay çizgilerin tekrarlanmasına sık sık rast
gelindiği gibi, ayrıca gelişigüzel motiflerin, insan gövdesinin bir manzara
içerisindeki tekrarı ya da kasların insan gövdesindeki tekrarı, ağaçların bir
toprak parçası üzerindeki tekrarı, yaprakların bir ağaç kitlesi üzerindeki
tekrarı vb. gibi belli yöne doğru
çekilen
belirsiz farklarda hep aynı hareketi tekrarlayan biçimler, ritmi dokuyan
öğelerdir.
Süsleme
sanatlarında gereçlerin, olanakların gerektirdiği tekrarları andıran fırça darbeleri
ile de ayrıca ritmik bir tekrarlama elde edilebilir. Puanistler, yani renkli
noktaları yan yana koyarak çalışanlar, mozaikleri ve halıları dokuyan örgüyü
hatırlatırlar. Cezanne’ın dört köşe fırça darbelerinde aynı ritmik kaygı
sezilir.
Eskiden
yıldızların yörüngeleri üzerindeki devinimlerini gözleyerek ondan özel anlamlar
çıkaran bilim dalı, (e.n.)
Biçim
1928’den 1941’e
kadar Akademi’de biçim lafı edilmezdi. Biçime bütün Akademi öğretmenleri ve
öğrencileri form derlerdi. 1936 yılında Akademi resim bölümünün başına bir
Fransız ressam getirildi. Fransa’da üçüncü derecede adı geçen bir ressamdı bu.
1936 yılında Paris’te Picasso’lar, Matisse’lerden sonra Bonnard, Derain,
Ut-rillo lafları edilirdi. Akademi resim bölümüne şef seçilen Leopold Levy
bunlardan sonra adı geçen bir ressamdı. Form kelimesinin Akademi’de biçim oluşu
o günlere rastlar. 1936’da Levy iki asistanla derslere giriyor, resimleri
Fransızca eleştiriyor, asistanlar da Levy’yi Türk-çeye tercüme ediyorlardı.
Form kelimesi en çok harcanan kelime idi. Levy’nin derslerinde adı en çok geçen
heykelci, Despiau olmuştu. Çocukluk arkadaşıymışlar. Derslerde sık sık adı
geçen heykelci Despiau ve arkasından formdu. Aradan otuz sene geçti, Charles
Despiau’dan, Leopald Levy’den bir tek kelime kaldı: “biçim”. Ama tekrar
ediyorum, 1930’da Fmdıklı’daki Akademi’de biçim sözü alay konusu olacak kadar
hafife alınırdı. Form sözcüğünü kullanan öğrenci, form, deforme, diform,
formel, reform sözcüklerini duyduğu zaman, “Vatandaş Türkçe konuş,” derdi.
Levy’yi Allahın günü tercüme etmekten sorumlu olanlardan biri de bendenizdim.
Fransızcayı okulda değil Montparnasse’da, ayakta öğrenmiştim. İkide bir Levy’ye
öyle sorular soruyordum ki adamcağız pancar gibi kızarıyor:
- Katiyen böyle
bir şey söylemedim, bunu böyle anlatırsanız mahvolurum.
- Peki şöyle mi
söyleyeyim?
- Hayır,
katiyen.
- İsterseniz
şöyle anlatayım.
Zavallı Levy
kan ter içinde:
- Peki, ne
yapalım, böyle anlatın, derdi.
Ve bizi
atölyede talebe önünde güreştiren, terleten, olmayacak çıkmazlara sokan kelime,
yüzde doksan, biçimdi.
Biz o yıllar
Akademi’ye ortaokuldan öğrenci alırdık. Levy tutar, Diyarbakır’dan,
Erzurum’dan, Trabzon’dan gelen öğrencilerimize Akropol yapısında parça boyları
arasındaki kesin farkları anlatırken (alınlık, friz, sütun gibi) biz Akropol
yerine Süleymaniye’yi korduk, alınlık yerine kubbeyi, friz yerine pencereyi,
sütun yerine kapıyı korduk. Bozuk para gibi harcanan form kelimesinin
karşılığını bulmak şart olmuştu. Ve benim dilimce en güzel karşılık biçimdi. O
gün bugün bizim atölyede form yerine biçim geçer. Biçim sözü öğretmenlik
hayatımda oldukça pahalıya mal olduğu için üstünde bu kadar duruyorum. 1936’da
ilk hoca olduğum yıl kırk elli kadar galeri öğrencisine en az üç ay biçimi
anlattım. Okulumuzda hiç âdet değilken bir gün dersime bir müsteşar girdi. Konumuz
biçim idi. Biçimi öğrencilerime tam üç ay her yönüyle anlattığımı sanıyordum.
Bundan o kadar emindim ki müsteşar dersinizin konusu nedir dediği zaman hiç
pervasızca “biçim” dedim. Ve öğrencilerime yüzde yüz güvenerek:
- Bana
içinizden biçimi kim anlatacak? diye sordum. Elli öğrenciden en azından
kırkından kesin, inandırıcı bir cevap bekliyordum. Atölyeyi korkunç bir sükût
sardı. Müsteşardan çok ben şaşırdım. Derken bir tek ses yükseldi:
- Biçim
karanlıkta başımıza çarpan, başımızı kıran şeydir, efendim.
Müsteşar gözüne
biber kaçmış gibi yüzüme baktı, öğrenciler gülüştüler, ben yerin dibine geçtim
ve o zaman öğretmenliğin ne kadar güç bir meslek olduğunu anladım.
“Kafamıza
çarpan şeye biçim derler,” sözü benim sözümdü. Bunu ben ne gayretlerden sonra,
nerede sarf etmiştim, anlatayım size:
- Renk ışıkla
vardır, ışık olmayan yerde renk yoktur. Halbuki biçim karanlıkta da yaşar. Şu
Akademi bahçesinde birkaç heykel var ya, onlardan birine zifiri karanlıkta
çarptınız mı kafanızı kırar.
Bununla biçimin
yalnız gözle değil, elle ve avuçla tadılan bir nesne olduğunu anlattığımı
sanıyordum. Aradan otuz beş yıl geçti. Gözle tadılan, avuçla tadılan biçimi
anlatmanın ne kadar zor olduğunu öğrendim. Renoir’a sormuşlar:
- Bu çıplağın
bittiğini ne zaman anlarsınız?
Renoir
pervasızca cevap vermiş:
- Kalçasına bir
şaplak atma isteğini duyduğum zaman.
Michelangelo’ya
sormuşlar. “İyi bir heykeli tarif eder misiniz?” diye.
- Bunu
bilmeyecek ne var demiş, yüce bir dağın başından bir heykel yuvarlarsınız,
dağın dibine indiği zaman hâlâ kırılmamış bir yeri varsa heykel odur.
Biçim üzerine
söyleyeceğimiz sözlerin çoğu gözden çok, ele avuca sığacak.
Biçimle renk
konusu defterimizin en sürekli, en belalı ve en tatlı konusu olacak.
Minare ile
Meneviş
Şimdi Ortaköy
minaresi sudadır Sular bir saatte sinsi sinsi Karpuz kabuğu kokmadadır Karpuz
kabuğu da nerden girdi araya Benim sözüm minareye
Ama iki tane
minare var efendim Biri gökyüzündeki
Beyaz bir kalem
gibi güzelce yontulmuş Kerli ferli zeki
Öyle kendini
beğenmiş
O kadar
kendinden emin ki Öteki fıkara suya düşmüş perişan Minareye benzer yeri
kalmamış Göktekinde bir kurum
Bir çalım, bir
azamet
Sudakinde bir
telaş bir telaş kıyamet Sudaki minare değil meneviş
Meneviş değil,
bikel çengi Böyle olmasına böyledir ama Benim gönlüm sudakinden yanadır Evet
ama birisi sanat eseri
Yüzde yiiz
insan elinden çıkmış
Her zerresine
insan eli değmiş, insan emeği Gökteki minare daha böyle sittinsene durur Sudaki
minareye gelince bir varmış bir yokmuş Böyle olmasına böyledir ama
Benim gönlüm
sudakinden yanadır
Hey Allahım
Duran minare mi
daha güzel
Kıpır kıpır
kıpırdayan mı?
Duran martı mı
daha güzel, uçan mı?
Amma da uzattın
be kardeşim
Gökteki minare
olmasa
Sudakini gapıp
da gaçan mı?
Bir tek yaprağı
oynamadan bir kalıp sabun gibi durup duran babayiğit ağaçlar vardır. Günlerce,
haftalarca put gibi dursa bakmaya doyamazsınız. Bakmakla tüketemezsiniz.
Beyazıt Camii’nin Sahaflar tarafında, alabildiğine yayılmış pehlivan yapılı bir
ağaç vardır. Yemyeşil avuçları, yeşil parmaklı yeşil avuçları vardır.
Bugünlerde her avucunda bir kızıl açılır. Atkestanelerinin kocaman kızılları.
İstanbul’u İstanbul yapanlardan birisi de kimi kırmızı, kimi beyaz çiçeklerle
donanan atkestaneleridir. Sofuluğunu bilmem ama kendilerini patlattı mı seyrine
doyum olmaz. Ya sonbaharda sebil olan o canım, o dolgun, kumral kestaneler.
Hiçbir işe yaramaz sandığımız, çatır çatır ezip geçtiğimiz o dipdiri
meyveler!.. Onların pisi pisine ziyan olup gitmelerine dayanamazdım... Falih
Rıfkı üstadımızın bir yazısından öğrendim ve sevindim: Meğer erbabı
atkestanesinden aseton çıkarıp ağacın intikamını alalı kırk sene olmuş.
Beyazıt’taki ulu kestanenin dibinde dört beş sene resim yaptığım için her
halini bilirim. Duran mı daha güzel, kımıldayan mı sorusu bu ağacın gölgesinde
yakama yapıştı. Aynı gölgenin tiryakileri arasında sürü sepet güvercinler
vardır. Aynı soru, duran ve uçan güvercinlere de musallat oldu. Duran güvercin
güzeldi. Ama doğru dürüst durmuyordu ki kör olası. Bir saniye durup hemen
kımıldamaya başlıyordu. Hey Allahım! O eyyam bu güvercinlerden bir tanesini hiç
olmazsa beş dakika put gibi dilediğim biçimde durdurabilmek... Benim girdiğim
yoldan başlayan on binlerce ressamın kafasında ikide bir aynı soru tomurcuklanıyordu:
- Duran ağaç mı
ağaç, yoksa rüzgârı yüklenen ağaç mı? Duran yaprak mı sahici yaprak, kıpır
kıpır cıvıldayan yaprak mı?
Modelinin
karşısında uslu uslu tezgâhını kurmuş ressamı can bayağı rahatsız ediyor ve
Fransız dili resim sanatına bu yoldan alabildiğine sevimsiz bir deyim
katıyordu: nature morte = ölü tabiat. Tabiatın ölmüşü, cansız bir dünya. Sebep?
Sebep meydanda: Ressamın konusunu dilediği gibi inceleyebilmesi için konunun
uslu uslu durması gerek.
Bütün dünya
güzel sanatlar okullarında canlı modeller durdurulur. Ama gene aynı okullarda
öğrenci canlı insan vücudundan önce cansızlarla işe başlar. Önce heykelleri
inceler, can bahsi sonra başlar.
Gözle tadılan
sanatlarda can konusu, üzerine ciltlerce kitap yazılacak, bitip tükenmez bir
mesele olmuştur:
- Canlı
olmasına canlı diyelim. Ama duran canlı mı, kımıldayan canlı mı?
Büyük
meydanlardan birisine ata binmiş bir kumandan heykeli yapacağız. At put gibi mi
dursun? Yoksa şahlansın mı? Dörtnala mı? Tırıs mı? Rahvan mı? Beğen
beğendiğini, al bakalım. Duran yerine kımıldayanı seçtiniz mi, sizi derhal bir
raftan alır bir başkasına yerleştirirler. Bütün dünya müzelerini dolaşan,
hikmet-i Huda; resmi yapılan bütün bayanlarla baylar ya ayakta, ya oturmuş,
durup dururlar. İnsan onları göre göre bunalır:
- Allah aşkına
bir parça kımıldayın! diye bağıracak olur. Ama kı-mıldayamazlar. Onlar resim
dünyasının kendine has kanunlarına uyarak put kesilmişlerdir. Ne kadar uslu
dururlarsa, ne kadar taş kesilirlerse, ne kadar az güler, ne kadar az
ağlarlarsa o kadar daha çok yaşamaya hak kazanırlar.
Renk ve biçim
sanatında üzerinde durulmaya değer konulardan birisi de kabartma ve çökertme
yolu ile elde edilen sonuçlardır. Resimde olsun, heykelde olsun, nakışta olsun,
çeşitli yollarla kabartma ve çökertme belli başlı marifetlerden sayılır. Dümdüz
bir kâğıt üstünde bayağı bir kalemle kabarmış veya çökmüş biçimler
“canlandırmak” can yolunda atılmış ilk adımlardır. İkide bir adını ettiğimiz
üçüz sanatlarda kabartma ve çökertme oyunları en aşağı bin sene insanları
oyalamıştır. İtalyan sanatını bir ara baş tacı ettiren en belli başlı marifet
bu olmuştur.
- Nasıl da
kabartmış, insanın tutacağı geliyor. Ne güzel çökertmiş, insan neredeyse
içerisine düşecek!
Yüzyıllar
boyunca bu söz almış yürümüş. Amma, sanat adamı bu marifetin yanı başında çok
daha belalı perendeler atmış, canını dişine takarak nice nice oyunlar
göstermiş, kimin umurunda! Kabarıyor mu, çökertiyor mu, sen ona bak!.. İşin
tuhaf tarafı şu: Mesleğe girenler başlangıçta bu oyunlara sarılırlar. Fakat bir
parça sonra bunun yanı başında bundan daha azılı bir marifet bulunduğunu
kavrarlar: Yüzde yüz bir biçim tasasına dayanmadan durup dururken kabartma ve
çökertme oyunları neye yarar? En ufak bir kabartma veya çökertme yoluna
sapmadan ortaya pürüzsüz bir biçim koyabilmenin ne kadar zor olduğunu
kavrayabilmek için büyük vergilere ihtiyaç yoktur. Mesleğini ciddiye alan her
sanat adamı ister istemez bir parça sonra bunun farkına varır.
Resim sanatının
R’sini bellemeden resim sergilerinde paldır küldür eleştirmeler yapanların
kulakları yahut varsa gözleri çınlaya!..
Cumhuriyet, 28
Mayıs 1956
Biçim Bizden
Niçin batan
güneşlerin ardı sıra bakar kalırız? Niçin doğan güneşlerden gözümüzü
ayıramayız? Niçin ayın on dördü denize vurduğu zaman içimiz bir tuhaf olur
gider? Niçin bu konular yüz binlerce değersiz sanat adamının kalemi, fırçası
ile delik deşik edildiği halde hâlâ güzeldirler? Öyle ya, eline kalemi, fırçayı
geçiren ille de bu konuları bir defa kuşa benzetmeden rahat edemez!..
Yeryüzündeki
bütün insanları su gibi, ekmek gibi saran bu tabiat olaylarının kerametini
ressamlara sormalı. Mernuş’un kapısını çalalım, selamsız sabahsız, “Tek mi?
Çift mi?” dercesine soralım:
- Renkler mi?
Biçimler mi? Yoksa ikisi birden mi?
Mernuş atölye
merdivenine tırmanmış, raflara küçük reçel kavanozları gibi bir şeyler
yerleştiriyordu.
- 170, dedi.
100 tane açık, 50 tane orta, 20 tane de koyu, eder sana tam 170 adet gri.
Türkçesi, boz renk.
Merdivenden
inmeden durumu açıkladı:
- Gelecek sene
şu raflarda tam 1.500 tane renk kavanozu olacak. İki senedir uğraşıyorum ancak
yarısını başarabildim. Gelecek sene dilediğim bütün renkler hepsi de tam
ortasından üç lekeye bölünmüş olarak elimin altında hazır olacak. Bakın, şu
raflarda beş çeşit kırmızı var. Birbirine taban tabana zıt beş kökten gelen bu
kırmızıları birer birer ayarladım. Her birisinin en açığını, tam ortasını ve en
koyusunu buldum. Bütün ana renkleri hep bu üçlü ölçüye göre ayırıp yan yana
diziyorum. Şu rafta tam yüz çeşit renk var. Bunlar hep orta koyulukta birbirini
açan renklerdir. Koyu renklerin çeşitlerini bulmak çok zor oluyor. Renkler
koyulaştıkça göz nurunun da o ölçüde artması gerekiyor. Hem sizler yabancı
değilsiniz, şöyle yaklaşın da kulağınıza çok önemli bir meslek sırrı
fısıldayayım. Ressamın iyisi nereden belli olur, bilir misiniz? Koyu renk
çeşitlerinin sayısından, iyi ayarlanmış olmasından. Amatörlerle, meslekten olan
ressamları ayırmak için iyi bir ölçüdür bu. Başıbozuklar kolay kolay koyu
renkleri aynı hizaya getiremezler. Açıklar ve ortalarla yetinirler.
Bu taraftaki
kavanozlara gelince... Artık sabrımız tükendi:
- Herkes bir
şeyle bozarmış. Sen de kavanozlarla bozacaksın. Kavanozların da senin olsun,
koyu renklerin de. Açık leke, koyu kele, orta leke, çeyrek leke. Sonra yüzlerce
kavanoz. Lekeci dükkânına mı girdik, turşucuya mı, şekerciye mi? Şaşırdık
kaldık. Halbuki bizim dilimizin ucunda başka bir soru vardı. Doğan güneş, batan
güneş, suda ayın on dördü...
- Bayan
Leyla’yı çırılçıplak yıkanırken gördü. Tam üstüne bastınız çocuklar. Tam size
bu önemli tabiat olaylarını ressamca açıklayacak kişiyi buldunuz.
Mernuş ayın on
dördü lafını duyar duymaz bizi maytaba almaya karar vermişti.
- Ayın on dördü
ile sen istediğin kadar alay et. Onun umurunda bile değil. Bizim sorumuz da
öyle sandığın gibi mülayim bir soru değil. Ayın on dördü renk üstüne mi
çalışır, biçim üstüne mi? Rengi de biçimi de büyük harflerle söylüyoruz. Ona
göre cevap ver. Doğan güneş, batan güneş... Renkler mi oyalar bizi, biçimler
mi? Yoksa her ikisi de mi?
Mernuş hâlâ
atölye merdiveninde çakılı idi. Dudaklarında gülmekle ağlamak arasında ne
yapacağını şaşırmış bir çizgi belirdiğini gördük.
- Çocuklar!.,
dedi. Sizin sahici dost olduğunuzu bilmesem, benimle maytap geçmeye geldiğinizi
sanırdım. Hatta kalıbımı basardım. Çok şükür, sizin dost olduğunuzu biliyorum.
Bunu bilmesem, sizin sorunuzu nasıl karşılardım, bilir misiniz? Tepkili uçağın
tam manasıyla tadını çıkaran bir pilota, “Kağnı ile mi gezmekten hoşlanırsınız,
faytonla mı?” sorusu sorulur gibi. Yahu, ben hangi düzen içindeyim, siz hangi
düzenden söz açıyorsunuz? Doğan güneş, batan güneş, doğan çocuk, ölen çocuk,
açlıktan ölen çocuk, tıka basa zorla yedirilmiş olmaktan ölen çocuk, biz bütün
bunları edebiyatçılara bıraktık, bunların hakkından yazıcıların geleceğini
anlayalı çok oldu... Siz hâlâ bıraktığım yerde...
- Otluyoruz!..
diyeceksin.
- Ne halt
ettiğinizi siz bilirsiniz. Ama hâlâ bıraktığım yerdesiniz!..
- Biz senin
veya bir başkasının bıraktığı yerdeyiz. Sen de kavanozlardasın, lekelerdesin,
renk çeşitlerindesin. Allaha çok şükür ki hepimiz başka başka yerlerdeyiz. Âşık
Veysel ne diyor, unuttun mu?
Koyun kurt ile
gezerdi
Fikir başka
başka olmasa...
Mernuş
merdivenden indi... o meşhur renk basamakları merdiveninden. Kocaman kolları
ile hepimizi kucakladı.
- Doğan güneş,
batan güneş. Her ikisi de renk üstüne çalışır. Her ikisinde de bizi saran
renktir. Renk çeşitleridir. Biçim ikinci planda kalır. Her ikisinin de renklere
oynadığı oyunun yanında biçimler çok sönük kalır. Bunları alıcı gözü ile
seyredenlere sorarsanız, size renkleri adları ile söyler de biçimleri bir türlü
açıklayamazlar.
Ayın on dördüne
gelince. Bu haspa renk üstüne değil biçim üstüne çalışır. Onun suda, denizde
yarattığı biçimlerin yanında renklerin sözü olmaz. Ay ışığından aldığımız tat
renk tadı olsaydı, renkli resim yapmış olmakla tanınan ressamlar arasmda bu
konuya rastlardık. Van Gogh deyince senin aklına ay mı gelir, güneş mi? Ama El
Greco deyince bir parça düşünürsün, değil mi? Greco’nun ışığı ay ışığına daha
yakındır da ondan. Greco biçim üstüne çalışır; öteki renk üstüne. Her ikisi de
bunlardan birini değerlendirirken ötekini yabana atmazlar ama bunlardan birisi
ağır basarak onların kişiliklerini verir.
Mernuş bizi
istediği yerden aldı, istediği yere götürdü. Kolay kolay bağırıp çağıramazdık.
Çünkü herifçioğlunun ocağına düşmüştük. Renkler de biçimler de onun kendi adı
sayılırdı.
Bizim zorumuz
ille de bunları barıştırmak, ikisinden birini birinci çıkartıp alkışlamaktı.
Mernuş bu kötü huyumuzu bildiği için sözü kısa kesti:
- Çocuklar!
dedi, renkler Allah’ın, biçimler bizim!.. Tabiat ana bize her Allahın günü
yepyeni renkler veriyor. Mesela şu önümüzden geçen 955 model otomobilin rengi.
Bu eskiden var mıydı?
- Ama bunu
tabiat ana değil, bilmem ne marka verdi?
- Kim verirse
versin, renkler hiç durmadan dışarıdan geliyor. Ama biçimler var ya biçimler,
onlar yalnız ve yalnız bizden. însanoğlun-dan.
- Peki bu sözün
ressamcası?
- Yahu,
deminden beri kasapça konuşmadık ya? Ressamcası şu: Renkleri hep dışarıdan
edineceksin. Biçimleri kendi yüreğinden harcayacaksın!..
Cumhuriyet, 26
Aralık 1955
Renk ve Biçim
Size renklerden
ve biçimlerden bahsedeceğim. İster istemez hayatımıza karışan, günümüzü
bölüşen, bizi sevindiren yahut sıkan renklerden ve biçimlerden.
Renklerden ve
biçimlerden bahsederken hiçbir çeşit allameliğe kapılmamak için elimden geleni
yapacağım. Ekmekle sudan sonra insanoğlunun en mühim meselesinin renklere ve
biçimlere dayandığına inanıyorum. Renksiz ve biçimsiz bir dünyada yaşamak
herhalde diri diri gömülmek gibi bir şey olsa gerek.
Renkle biçim
her zaman el ele dolaşan ikizlere benzerler. O kadar birbirlerine benzerler ki
bazen onları karıştırırız. Onları birbirinden ayırabilmemiz için güvendiğimiz
biricik yol ışıktır.
Işığın değdiği
her yerde renk ve biçim vardır, fakat ışığın ulaşamadığı yerde renkler kaybolur
ama biçim kaybolmaz. Herkes el yordamıyla karanlıkta eşya hakkında bir fikir
edinebilir, sevgili karanlıkta da güzeldir. İyi bir heykelciye zifiri
karanlıkta bir heykel verirseniz elleriyle okşayarak heykelin değeri hakkında
size bir fikir verebilir. Şu halde bazı biçimler karanlıkta bile yaşamaya devam
ediyorlar. Karanlıktan başka renkle biçimi, bu ikiz kardeşleri kolay kolay
birbirinden hiçbir kuvvet ayıramaz.
Analarımızın
ördüğü en sade çorap ilmiğinden tutun da, dedelerimizin kurduğu en şanlı cami
kubbesine kadar renkle biçimi birbiri içerisinde erimiş buluyoruz.
Göz yoluyla
bize bir haz vermek için uğraşan bütün sanat kolları renkle biçimin çeşitli
malzemeye karşı açtıkları birer savaştan başka bir şey değildir. Bir tarafta
renk ve biçim, bir tarafta malzeme, öyle acayip bir savaş başlamış ki bu
kavgada yalnız kuvvetler birbirine denk geldiği zaman güzel işler çıkabilmiş.
Bunlardan biri ağır bastığı zaman arada güzellik ezilip gitmiş. Mesela iki adam
boyunda taş blokları tasarlayınız, birisi çıkıyor senelerce uğraşarak bu taşı
sabun oyar gibi delik deşik ediyor, oymadaki ustalığını göstermek için taşı
iliklerine kadar kemiriyor, taşı taş yapan en büyük hususiyeti, ağırlığı,
sağlamlığı elden gidiyor, bize kala kala o muhteşem bloktan bir sürü iç içe
girmiş nakış ve renk kalıyor. İşte bu savaşta taş tamamıyla yenilmiş, renk ve
biçim ağır basmıştır. Fakat bu kavgada asıl yenilen güzelliğin ta kendisidir.
Hani meşhur bir hikâyecik vardır. Çok ince yazılar yazmakla şöhret bulan
hattatın birisi bir yumurtanın üzerine bütün bir kitabı yazmış. Yazılar ancak
pertavsızla okunabiliyor-muş. Yumurtayı zamanın padişahına hediye etmişler.
Padişah hattatı çağırmış, bu kadar ince yazı yazabildiği için kendisine yüz
altın vermiş. Fakat böyle bir hüneri bir yumurta kabuğuna bağladığı için de
falakaya yatırtıp yüz tane sopa çektirmiş. Renkle biçimin malzeme ile
çatışmasını sonraya bırakarak bu ikisi arasındaki münasebetlerin üzerinde
duralım. Gözümüz biçimden çok, renklere karşı daha uyanıktır. Köşe başındaki
evi tarif ederken biçiminden önce rengini hatırlarız. Sevdiğimiz kumaşın rengi
hakkında edindiğimiz fikir her zaman kumaşın üstündeki nakışların biçiminden
daha açıktır. Elbisenizin kumaşındaki nakışları dört beş defa büyülterek size
bir sinema perdesinde göstersem çoğunuzun şaşıracağınıza eminim. Gözümüzün
renklere karşı daha uyanık olduğuna ben ekseriya resme yeni başlayan
talebelerde şahit oldum. Resmini çizdiğimiz modeller ekseriya dudaklarını
büyüyorlardı ve ekseriya sürülen boya dudakları tam manasıyla kapamıyor, her
model dudağına kendi zevkine göre bir biçim veriyordu. Renk sınırlarını
kolaylıkla görüp biçimleri incelemeye üşenen talebeler modelin kocaman ağzını
çizecek yerde minicik ağızlar çiziyorlardı, bazen de tam aksi oluyordu. Şurası
muhakkak ki ışık biçimden çok, rengi şımartıyor ve renk biçimlerin sahici
yapısını gizliyordu. Işığın biçimlerle ne kadar acayip şakalar
yaptığına şahit
olmak isterseniz, çok iyi tanıdığınız bir kimseyi, bir eşyayı, bir bahçeyi hiç
alışmadığınız bir ışıkla seyrediniz. Karanlıkta bir mum yakıp yüzünüzü aynada
görürseniz kendinizi ünlü bir sinema artistine benzetmeniz yahut da:
- Aman Allah,
bu da ne? deyip kaçmanız çok mümkündür.
İşte gözle
duyulan sanatların macerası şu dört kelime ile özetlenebilir: renk, biçim, ışık
ve malzeme. Gözle duyulan sanatlar için birer temel taşı olan bu dört kahraman
bahsimizin elebaşıları olacak... Bunların dördü de yalnız sanatçılara mahsus
değil, hepsi de orta malıdır. Ömründe bir tek ressam tanımadığı, bir tek resim
görmediği halde milyonlarca köylü yüzyıllardan beri renkler ve biçimlerle
uğraşıp durmakta ve birçok ressamı çileden çıkaracak kadar mükemmel bir renk ve
biçim cümbüşü yaratmaktadırlar. Yüzyıllardan beri renk ve biçim tadını hep aynı
kaynaklardan, mesela falanca İtalyan ressamının tablosundan yahut meşhur bir
Yunan heykelinden alan okuryazarların çoğu bugün bütün dikkatlerini en basit el
işçiliğine çevirmişler, köylere yayılan halk sanatını da aşarak daha gerilere,
en iptidai kavimlerin, vahşilerin, yamyamların elinden çıkan işlere kadar
uzanmışlardır.
Dünyanın her
bucağından büyük müzelere toparlanan bu eşya, dikkatle incelendiğinde bunların
üzerindeki renklerin ve nakışların yahut da doğrudan doğruya eşyanın kendi
biçimlerinin akılları durduracak kadar büyük bir ustalıkla yapıldığı
görülmüştür. îşte bugünün resim ve heykel sanatının altını üstüne getiren
fırtına böylece kopmuş. Biz şimdiye kadar renkleri ve bilimleri en ustaca
kullanan ressamların İtalya’da, Hollanda’da, Fransa’da yetiştiğini sanırdık,
yanılmışız. Kolomb’dan evvelki bir Amerika yerlisinin keçi derisine çizdiği
hayvan resimleri yahut da ilk insanların mağara taşlarına kazıdıkları
yabaniöküzlerin yanında Raffaello’nun, Rubens’in çizdiği hayvanlar çok sahte,
yapmacık, hayvan postuna bürünmüş birer kukla gibi kalıyorlar. Meğer bizi
Avrupalı ustalarda şaşırtan, büyüleyen ve onlara dâhi dedirten, büyük insan
dedirten kudret, renkleri ve biçimleri ayarlamalarından çok, eşyayı taklit
etmekteki hünerleri imiş. Fotoğraf icat edildikten sonra karşısındakini aynen
resmetmek hüneri, hüner olmaktan çıkmış. Bu işi fotoğrafın ressamdan daha iyi
başardığı
tamamıyla meydana çıkınca, hiçbir zaman taklide dayanmayan halk sanatı baş
döndürücü bir süratle renk ve biçim dünyasını haraca kesmiş. Bu arada her çeşit
malzeme üzerine çalışma fırsatını bulan memleketimizin el işleri de renk ve
biçim meydanında birinci safta yer almışlar. Türk gibi kuvvetli sözünün yanı
başında, bir Türk çinisi kadar taze, bir Türk kilimi kadar sade ve renkli
sözleri yer almaya başlamış. İşin tuhaf tarafı, biz Türk ressamları bütün
gayretimizle Garp resmine doğru giderken, Garp bizim eve taşınmaya başlamış.
Halk Sanatı ve
Yazmalar
Halka halk
sanatından bahsetmek tereciye tere satmak gibi bir şey. Öyle ya, mesela bir
kunduracı dükkânına giriyorsunuz, kunduracının diktiği pabucu elinden
alıyorsunuz ve ona:
- Bak şimdi
dinle, ben sana bunu nasıl yapacağım bir güzel anlatacağım... diyorsunuz.
Vallahi insan bir aksi ustaya çattı mı pabucu başına giydiğinin resmidir...
Halka halk
sanatından bahsetmeye cesaret edişim şundan ileri geliyor: Halk sanatı aldı
yürüdü. Bugüne kadar çerez kabilinden tadılan, çenesi okşanıp şöylece
savuşturulan halk sanatı şimdi başköşeye gelip oturdu. Resimde olsun, heykelde
olsun, şiirde, müzikte, dansta olsun, halk sanatı başta geliyor.
Hani Yunus Emre
için Mevlana’nın şöyle bir söz söylediği rivayet olunur:
- Tasavvufun
hangi mertebesine yükseldimse karşımda hep Yu-nus’u buldum.
Benzetmek gibi
olmasın ama bendeniz de yirmi seneden beri yüreğimi ağzıma fırlatan sanat
eserlerinden hangisini bir parça kurca-lasam altından ya bir kilim çıktı, ya
bir yazma yahut da bir köy türküsü, bilemedin bir eski Türk çinisi.
Halk sanatı ile
bazı kimselerin halkın hoşuna böylesi gidiyor diye yaptıkları tatsız tuzsuz
sanatı birbirine karıştırmamak lazım. Halk sanatı doğrudan doğruya halk
tarafından yapılan sanattır. Her şeyden önce köklü bir geleneğe dayanır. Belli
başlı bir ihtiyacı karşılar, işe yarar, muhit şartlarına yüzde yüz bağlıdır,
tek olarak kalması değil kolaylıkla üremesi, yayılabilmesi meziyet sayılır,
akla sığmayan tarafı yoktur ama aşksız da meşk edilmez, şöhretin ve paranın
şerrinden mümkün olduğu kadar kendini korumasını bilir. Her birisi ünlü bir
sanatçıyı abat edecek çapta olan bu kadar meziyet bir araya gelir de halk
sanatı ortalığı nasıl haraca kesmez...
Memleketimiz
halk sanatı bakımından bir hazinedir. Tarihimiz, coğrafyamız bize birçok
millete nasip olmayan imkânlar sağlamış, halk sanatımız bütün kollarda
gelişmiş, kök salmış, bu bakımdan şiir, müzik, mimari, nakış, dans gibi sanat
kollarının hepsine tosun gibi eserler vermişiz, bunlar arasında bilhassa
nakışlarımızın bütün çeşitleri çoktan ata binmeden Manş Denizi’ni aşmışlar.
Bundan yirmi sene evvel en güzel kilimlerimizi Londra müzelerinde gördüğüm
zaman şaşırıp kalmıştım. Bu kilimler ve bizim çeşitli nakışlarımız zamanımızın
en büyük ressamlarına renk ve biçim dersi veriyor dersem belki de Acem
mübalağası yaptığımı sanacaksınız. Kilimle resmin ne münasebeti var
diyeceksiniz. Öyle ya, resim deyince insanın akima kiraz dudaklı, elma yanaklı
ve ekseriya yarı çıplak bir hatun, bir dilber gelir, kilim deyince de ne
kiraza, ne dudağa, ne dilbere benzeyen bir sürü renk, bir sürü nakış... Evet
ama kiraz dudaklı dilber çoktan resim sanatından boşandı, fotoğraf sanatına
vardı, nur topu gibi bir de çocukları oldu, adını sinema koydular. Ressamların
elinde de kala kala renkler ve nakışlar kaldı.
Halk sanatında
resmin yerini nakış tutar. Ömründe bir tek sahici tablo görmemiş milyonlarca
insan vardır fakat içerisine nakış girmemiş bir tek ev, bir çift göz
bulunabileceğini sanmam. İskambil papazını kral, maça kızını kraliçe sanacak
kadar dünyadan habersiz yaşayanların hayatında bile nakış mühim bir yer tutar.
Bizim memleketimizde nakışın tuttuğu yere gelince, bu alanda eşimiz yoktur
diyebiliriz. Çünkü bize suret çizmeyi yasak etmişler, biz de bunun acı-sim
dünyanın hiçbir tarafında bulunamayacak kadar çeşitli nakışlar yaparak
çıkarmışız.
Nakışlardaki
renk ve biçimleri incelerken yolum yazmalara düştü. Bir seneden beri çeşitli
yazmaların, yazmacılığın, yazmacıların peşindeyim. Beni yazmalara çeken şunlar
oldu: Evvela resim sanatına benzeyen tarafları var. Tabloların çoğu bez üzerine
yapılır, yazma da öyle. Üzerine resim yapılacak bez uzun emeklerle muşamba
haline getirilir, buna rağmen ilerde çatlayıp dökülmeyeceğini ve üzerine
sürülen boyaları rahatsız etmeyeceğini hiç kimse garanti edemez. Halbuki bir
tablonun hiçbir zaman katlanamayacağı işlerde kullanıldığı halde yazma bezi
boyasından ayrılmaz. Yazma güneşten, yağmurdan, çamurdan korkmaz. Yazma boyası
resim boyaları gibi bezin yalnız üstünde durmaz, onun iliklerine kadar işler,
onunla karışır, bir bütün olur. En iyi malzeme ile yapılmış, en usta ellerden
çıkmış bir tabloya yazmalara gördürülen işlerden yüzde birini gördürürseniz,
ondan hayır kalmaz. Tabii has renklerle boyanmış yazmalardan bahsediyorum.
Yazmanın
resimle olan bir kardeşliği daha var: Gerçi bu kardeşlik doğuştan değil fakat
bir o kadar mühim. Kalıp meselesi. Yazma nakışları evvela bir tahtaya koyulur,
sonra bu tahta mühür gibi boyanır, beze basılır. Aynı usul resimde, gravür
sanatında kullanılır, yalnız tahta üzerine değil, çinko, bakır veya taş üzerine
yapılır, bez yerine kâğıda basılır. Yazmanın doğuşunda kalıp yok. İlk
yazmalarımız doğrudan doğruya has renklerle, fırçayla beze işlenirmiş. Fakat
yıkamaya, güneşe dayanan boyaların gördüğü rağbeti hangi eline çabuk ressam
karşılayabilirdi? Basmakalıp sözü dilimize herhalde yazma tezgâhlarından hediye
olacak.
Kalıpla yazma
basan her yazma tezgâhı küçük bir matbaa veya küçük bir emprime fabrikası
demektir. Yazmacılığın ruhu has renk ve has biçim demektir. Halk sanatımızın
yüzünü güldüren has biçimler yazmacılığımızda hâlâ yaşamaktadır. Biçim geleneği
Kapalıçar-şı alışverişine rağmen hâlâ ayaktadır. Fakat has renk geleneğimiz bu
kargaşalıkta güme gitmiştir. Bana öyle geliyor ki, devlet baba elini
uzatmadıkça nakış sanatımıza dünya çapında bir değer sağlayan renkleri ancak
müzelerde seyredebileceğiz. Has renklerden mahrum herhangi bir nakış, yaşama
gücünün yarısından çoğunu kaybetmiş demektir. Islanmaktan, gün ışığından korkan
bir renk hayatımıza na-
sil karışır?
Fakat ne yazık ki çürük renkler bugün ta köylerimize kadar işlemiştir. Devlet
baba has renkleri bir memleket meselesi olarak ele almazsa birkaç sene sonra
memleketimizde değil has renkli bir yazmaya, bir tek peşkire, bir tek çoraba,
bir karış kilime rastlamak imkânsız olacaktır. Anadolu’nun birçok yerinde hâlâ
has renkleri bilenler, bulanlar var. Bir yandan bunları incelerken, öte yandan
kimya ilminin en son nimetlerinden faydalanmamız lazım. Bizim kökleri, tohumlan
kaynatarak bulduğumuz has renklerin daha iyileri çoktan bulunmuş. Tabii
çürüklerden biraz daha pahalı fakat aylarca göz nuru dökülerek örülen halis
nakışlı bir kilimin çürük renklere bağlanmasından daha hazin ne olabilir...
Has renklerin
bir kısmına İstanbul yazmacılarında rastladım. Onlara kavuştuğum zaman o kadar
sevindim ki günlerce üstüm başım, elim yüzüm has renklere bulandı. Yalnız
üstüme başıma değil ciğerime kadar işlediler, gündelik hayatıma, konuştuğum
dile karıştılar, has renk, has biçim derken bir sabah şu destanla uyandım.
Şiirin ne elinden kurtulmanın imkânı var, ne dilinden... Halk sanatı, rengi,
biçimi, yazması, fistanı derken işte size bir yazma destanı.
Cumhuriyet, 25
Şubat 1951
Ekspresyon
Bu kavramı bir
tek kelime ile dilimize çevirebilene ne mutlu! Terazinin bir gözüne
“ekspresyon” kelimesini, öteki gözüne de hepimizin çok iyi bildiğimiz bir
kelimeyi koyuyorum. Ekspresyon kelimesini yerinden kımıldatma olanağı yok.
Bunun gibi, resimden söz ederken tekrarladığımız birçok Fransızca kelime var
ki, onların karşılığını ancak yıllar geçtikten ve bizde bir resim dünyası, bir
resim havası kurulduktan sonra bulabileceğimiz kanısındayım.
Fransızcada
desen “peinture”, kompozisyon, ritim, ekspresyon gibi kelimeler üzerinde o
kadar konuşulmuş ve bu yüzden bu kelimelere o kadar geniş anlamlar sinmiş ki.
Ekspresyon kelimesinden ne anladığımı açıklamaya çalışayım.
Ekspresyonun
edebiyat dilinde karşılığı, anlatım ve anlamdır.
Falanca
kimsenin yüzünde garip bir anlam vardı, cümlesinde anlam sözü yerine,
ekspresyon kelimesini koyabiliriz ve aynı yüze “eks-presif” diyeceğimiz yerde,
anlamlı diyebiliriz.
Fakat, falanca
resim çok anlamlıdır, demeyi bir türlü göze alamıyorum. Çünkü anlam kelimesinde
güzellik, fayda dozu fazladır. Anlamsız olmak, hiçbir şey olmamak anlamına
gelir. Oysa bir resmin “ekspresif” olmayışı, onun anlamsız olmasını
gerektirmez!
Ekspresyon
kelimesi, sıçrayarak kabına sığamayan bir anlam demektir. Bir kadın yüzü güzel
olabilir fakat bu güzellik, çerçevesinden dışarı taşamayan, yani ısırmayan bir
güzellik ise, bu yüz “ekspresif” değildir. Masallardaki cadı karısının suratı
ekspresiftir.
İnsan boyunu
telgraf direkleri kadar uzatan, yarısı duvarda, yarısı yerde yürüyen gölge
ekspresiftir. Gündüz silik bir biçim ile bölünen, parçalanan harap bir
mahallenin, akşamüstü renk silindikten ve ana biçimler gökyüzüne koyu bir leke
halinde çizildikten sonra, ortaya çıkan “heyulası” ekspresiftir. Gözlerinin
beyazı akmış bir yüz, dünyanın en güzel gözlü kadınından ekspresiftir.
Bu örneklerden
anlaşılacağı gibi, ekspresif dediğimiz şey, her gün sık sık rastlanmayan, gözün
alışamadığı, insanın etraflıca incelemeye olanak bulamadığı biçimlerdir.
Sanat
eserlerinde sözü birdenbire yakalayan, durduran nokta, eserin içeriğinin bir
araya gelerek yarattıkları lekedir. Bu leke bazen size çok garip, hiç
görülmemiş bir biçim gibi gelir. Durup bakarsınız, bu her zaman gördüğünüz bir
vazo veya bir kumaştır. Bazı resimler sizde, güzel gözleri oyulmuş bir yüzün
yarattığı acıma ve merak duyguları ile dolu etkiyi uyandırır. Bu sadece, bir
bulutun kıvrımlarından başka bir şey değildir.
Ekspresif
denilen resimlerde beni her zaman düşündüren noktalardan birisi de, orada ana
biçimini dokuyan menevişlerin aynı zamanda çeşitli ifadelere bürünmesidir.
Yani resme ilk
baktığımız zaman önce bir salkımı andıran bir biçim görürsünüz. Biraz daha
dikkat ederseniz, bir keçi kafasını andırır. Aynı zamanda bir örümceğe
benzetecek olursunuz.
Göz ana biçimi
kavramadan, bir saniye içerisinde değişik biçimler arasında dolaşır ve sonunda
bunlarla hiçbir ilgisi olmayan konuya değinir.
Ekspresif bir
yüze rastladığımız zaman, onda aynı zamanda değişik biçimleri andıran ipuçları
bulunduğuna dikkat ediniz. Şairlerin, yazarların boyuna bir eşyayı ötekine
benzeterek anlatma ihtiyacı, herhalde biçimlerin aynı zamanda değişik anlamlara
bürünmüş olmasından doğmuştur. Güzel bir gövdeyi tanımlamak için çırpınan şair
onu önce testiye, sonra serviye, daha ötede geyiklere, ormanlara, derelere
benzetme cesaretini herhalde gövdenin kapsadığı ve hatırlattığı biçim
zenginliğinden almıştır.
Bizim her gün
gördüğümüz ve alıştığımız bir eşyayı bize yepyeni bir dünya, hayal meyal
hatırladığımız bir şarkı gibi sunan ressam, eşyanın en ekspresif taraflarını
görme fırsatını ele geçirmiştir.
Ekspresyonu
daha büyük bir açıklıkla bize sunan, renk çatışmalarından çok, renklerin
açıklık ve koyulukları arasındaki tonlar, yani siyah-beyaz oyunlarıdır.
Renkli bir
baskısı sizi o kadar sarsmadığı halde, renksiz bir baskıda gözünüzü birdenbire
ısıran resimler vardır. Renksiz baskıda, biçim yalnız siyah-beyaz farkları ile
ortaya çıkar. Renkli baskılar ne kadar gelişirse gelişsin, bugün onlarda eserin
renkli olarak açıklık ve koyuluklarının belirlendiğini göremiyoruz. Renkli
baskılar bu yüzden makbul değildir. Yani orada fotoğraf başından büyük işlere
girişmiş, bugünkü olanaklarını aşmış, aşmak istemiştir. Buna karşılık, renk
farkları çok büyük bir açıklıkla birbirinden ayrılan süsleme eserler için
renkli baskılar bir bayramdır.
Fakat iyi
ressamların bile dikkatlerine ve zevklerine değemeyecek kadar belirsiz renk
farkları gösteren eserlerin renkli kopyalarında büyük zevksizliklere tanık
oluyoruz.
Bu yüzden
onların renkli baskılarında tam renk derecelerini bulamadığımız gibi,
fotoğrafın özünü kuran açıklık-koyuluk derecelerini de kaybetmiş oluyoruz. Aynı
eserlerin renksiz tabii fotoğraflarını gördüğümüz zaman ana biçimlerin ifadesi
daha açık olarak çizilmiş oluyor.
Özellikle en
açık beyazı ve en koyu siyahı kullanmasını bilen ressamlarda ekspresyon,
gücünün son aşamasına varır.
Greco,
Rembrandt, Michelangelo, Tintoretto gibi sanatçılar, eserlerinin birer
fotoğraflarını görseler, herhalde çok hoşlarına gidecek, bir sürprizle
karşılaşmış olacaklardı.
Özellikle Greco
kendi eli ile çizdiği elleri bir alevden, bir insan grubunu bir yangından
ayırabilmek için bizim kadar güçlük çekecekti!
Renk farklarını
kullandığı gibi, renklerin açıklık ve koyuluk farklarına önem veren ressamlarda
ekspresyon büyük bir açıklıkla yaşar.
Süsleme
sanatlarının resimden her zaman daha ekspresif oluşu bu yüzdendir.
Birçok ressamı
süsleme sanatlarına doğru çeken özelliklerden biri de oradaki biçim dünyasının
resimde rastlanan biçimlerden daha çok ekspresif oluşudur. Gerçekten, süsleme
sanatlarında rastlanan motifler, doğada bir veya birkaç şeyi değil, aynı
zamanda yüzlerce biçimi andırır. Bir kilimin motiflerine bakınız. Orada
nakışları herkes bir şeye benzetmek olanağı bulacaktır. Kimisi bir nakışın
kertenkeleyi, kimisi bir ağacı, kimisi bir kuşu andırdığını ileri sürecektir.
Burada değişen insan değil, doğrudan doğruya biçimdir, çünkü aynı insan, aynı
zamanda biçimi birçok biçime benzetecektir. En az çizgi ve renk kullanarak en
çok etkiyi elde etmek, iyi bir ressamı boyuna düşündürecektir. Çünkü sanatçı ne
söylemek istediğini size bir şimşekten hızlı anlatmak isteyen adamdır. Çünkü
söylemek istediğini kekelerse, onu bir an içerisinde teslim etmezse, meramını
anlatmak için kullandığı gereç, işçilik, vakit ve çaba ondan daha önce
davranacaklardır. Aynı kaygı yalnız ressamın değil, bir heykelcinin, bir
yazarın, bir mimarın kaygısı demektir.
Yazar sizi daha
ilk satırda büyülemeye kalkar. Yazar, elinden geldiği kadar az kelime
kullanarak meramını anlatmak ister, gevezelikten ödü kopar.
Heykelci
eserinde büyük girinti ve çıkıntıların jeste kadar giden el, ayak, beden
hareketlerinden elden geldiği kadar kaçar. Kitleye elden geldiği kadar az
yontulmuş duygusunu vererek, elden geldiği kadar az ayrıntılar üzerinde
dinlenerek, amacına ulaşmak ister. Heykelci büyük kitleyi ne kadar az
parçalarsa, eseri o kadar daha büyük bir heybetle içimize yerleşecektir. Örnek:
Mısır heykelleri, ilk Yunan sanatı. Fakat ne de olsa bir yazarın ilk sayfada
veremediğini öteki sayfalar ellerinden geldiği kadar tamamlamaya yardım
edeceklerdir. Heykeli birçok taraftan bakarak tatma olanakları vardır, fakat
resim kendisini dümdüz bir satıh üzerinde birdenbire seyirciye vermek
zorundadır. Süsleme sanatlarıyla resmi birleştiren nokta budur.
Ressam bu ilk
etkiyi boşuna harcamamak için eserinin ekspresif olmasını bütün duyarlığı ve
bütün aşkı ile sağlamaya çalışır, fakat bazen o yaradıhş gereği hiçbir zaman
eskpresif olamaz. îlk etkiyi kaybeden bir süsleme eseri çok şey kaybetmiş
demektir, fakat ilk etkiyi kaybeden bir ressamın tutunacak daha çok yeri
vardır.
İşte resmi
süsleme sanatlarından ayıran özelliklerden biri de budar.
Ekspresif
olmayan yüzler gibi, ekspresif olmayan resimler de vardır, fakat ekspresif
olmayan yüzlere çirkin diyemeyeceğimiz gibi, ekspresif olmayan resimlere de
bomboş deyip geçemeyiz.
Süsleme
sanatlarındaki ekspresyon gücüne özlem duyanlar burada aldanmışlardır. Çünkü
süsleme sanatlarını yaşatan öğe budur. Oysa resimde ekspresyon şart değildir.
Resmin özünü oluşturan özelliklerden başka bir de ekspresif oluşu elbette
kusursuzdur, fakat resim onsuz da güzeldir. Raffaello büyük bir ressamdır.
Greco büyük ve ekspresif bir ressamdır. Bazı sanatçılar ekspresyon gücünü,
kullandıkları motiflerin hareketleri arasındaki büyük çarpışmalara, kitleleri
umulmadık biçimlerde ve çok hareketli bir tarzda istif etmelerine borçludurlar.
Örneğin: Cezanne.
Bazı ressamlar,
aynı hareket cümbüşü üzerine ayrıca ışık ve gölge zenginliğini serperek,
bunlarla kompozisyonlarını bir kat daha bilemiş olarak ekspresyon atıhmının son
kozunu oynamayı başarmışlardır. Bu gibi sanatçılar, yeryüzüne pek az inmiştir.
Örneğin: Greco ve yine Greco. Bazı ressamlar ışık gölgeyi en aza indirerek,
hareketleri bir Mısır sanatının dinginlik ve sadeliğine varana kadar kısarak,
sessizlik tadına varmışlar ve ekspresyonu yalnız dinginlik ve sadelik dolu
kitlelerin bir vahşi tamtam gibi ritmin yinelenmesinde bulmuşlardır. Örnek:
Ortaçağ ressamları, İtalyan, Alman, Fransız primitifleri, Bizans motifleri,
Dauamier, Rousseau, Gauguin, Van Gogh.
Ekspresyon
kelimesi üzerinde belki de fazla durduk.
Ekspresif olmak
ressamın kendi elinde değildir. Tuzlu yemekleri seven insanlar gibi, yalnız
güçlü ekspresyonlardan hoşlananlar ve bu gücü kendi yaradılışında, kendi
dünyasında bulamayanlar, onu çoğu kez vahşi kavimlerin heykellerinden, onların
nakışlarından kiralamaya başladılar. Örnek: Picasso.
Zamanımızda
birçok Fransız ressamı kitabımızın başında hatırlattığımız gibi, Doğu süsleme
sanatlarını talan ettiler ve onların süsleme ekspresyonlarını benimsediler,
doğayı onların gözlükleri altında seyrettiler. Örnek: Matisse, Duffy, Lautrec.
Oysa bu
sanatçılar ne Japon estamplarından ne de Türk ve İran minyatürlerinden medet
ummadan resim yapabiliyorlardı. Doğa onların cömert yüreklerine karşı
kapılarını sonuna kadar açmıştı. Onların Doğu işleri gibi, onlar kadar
ekspresif olmadığı halde, kendi halinde bir doğa aşkına dayanan safkan
resimlerini gördük. Nitekim, yüzyılımızın başlangıcında süsleme ekspresyon
aşırı bir moda halinde her tarafa yayıldı. Bu resim dünyası için garip bir
serüven, bir maskeli balo oldu. Ekspresyonu süsleme sanatlarında değil,
doğrudan doğruya doğada bulan ressamlara ne mutlu: Bu mutlulara zamanımızda
rastlamak çok güç, fakat çok şükür yine birkaç kişi var. Bon-nard, Derain, Mark
ve bu yolun yolcuları.
Orantılar
Konuyu
incelemek, modeli oluşturan değişik parçaların birbirlerine nasıl
bağlandıklarını iyice anlamak için onu kafamızda çözmek, ufalamak, parçalamak
demektir. Bütün dikkatimiz bu işlemle uğraşırken, konumuzu oluşturan parçaların
büyüklükleri arasındaki farkları bir yana bırakabiliriz. Resme yeni başlayan
bir kimsenin konuyu bütün özelliği ile hemen kavramasına olanak yoktur. Modelin
en açık girinti ve çıkıntılarını görmeye çalışırken onların hareketlerini bir
yana atacak, hareketleri görmeye çalışırken orantıları, yani parça büyüklükleri
arasındaki farkları hakkı ile denetleyemeyecektir. Başlarken herkes bunlardan
birisini temel olarak alıp hareket edebilir ve yavaş yavaş bu üç temel üzerinde
ayrı ayrı uğraşır. Konumuzu oluşturan çukur ve çıkıntıların nasıl aranacağını,
parça hareketlerinin nasıl denetleneceğini gördük.
Şimdi orantılar
üzerinde duralım. Değişik yaradılışta birçok kimsenin aynı konunun gerek boyu
bosu ve gerek rengi üstünde değişik düşünceleri olabilir. Örneğin gri bir
elbiseye bakarken herkes o griye değişik renkler verir. Kimisi grinin daha çok
yeşile çaldığını, kimisi maviye kaydığını, kimisi daha çok mora gittiğini ileri
sürer, fakat hepsi de bunun sonunda bir gri olduğunda birleşir. Boyutlar için
de böyledir. Ufak tefek farklarla herkes ana kitleyi oluşturan parçaların en
açık özelliğini görür. Örneğin herhangi bir arkadaşımızı bir başkasına anlatmak
gerekirse, önce boyu bosu üstünde bir fikir veririz. Boyu uzun, kısa veya
ortadır deriz.
Biraz daha iyi
tanıtalım. Orta boylu, gövdesine oranla ayakları da uzun, geniş omuzlu, kafası
ufak vb.
Bir
arkadaşımızı otuz kırk metre uzaktan, hatta bazen arkadan gördüğümüz halde,
bize onu tanıtan elinin, kolunun birbirine olan oranıdır.
Birçok resimde
kaş, göz, ağız, burun gibi ayrıntılar daha işlenmediği halde, resmi görür
görmez hangi model karşısında çizildiğini bize anlatan, konunun orantılarının
doğru dürüst görülmüş olmasıdır.
Her zaman büyük
parçalan birbirleri ile karşılaştırarak başlayan orantı araştırmaları, yalnız
modelin karakterini yakalamak için değil, bir kompozisyon tartısı, rahatlığı,
ferahlığı için en gerekli olan değerdir. Konumuzu oluşturan parçalar arasında
önemli çukur ve girintileri nasıl görmeye çalışıyorsak, büyük parça
hareketlerini bulmak için nasıl uğraşıyorsak, parça büyüklükleri arasındaki
önemli farkları görmek zorundayız. Tam karelerin bir araya gelmesinden oluşan
bir mozaikte motifler arasında büyüklük farkı yoktur. Doğada böyle bir konu
bulunabilir. Fakat bu ressamlardan çok, süslemeci-lerin işine yarar, çünkü
süslemeci her zaman en yalın biçimlerle çalışmak zorundadır. Biçim ne kadar
yalın olursa, gereci o kadar rahat işler. Bu yüzden süslemeye resmin ilkel
biçimi denebilir.
Uygarlığın
ilerlemesi bizden önce yaşayan insanların motifleri üstünde bize her gün daha
özlü fikirler verecektir. Şimdiye kadar varlığından bile haberimiz olmayan
birçok gücün bugün güzel sanatlarından bile haberliyiz. 1900’den sonra resim
dünyasına bambaşka yollar açan nedenlerden birisi de Çin, Japon, İran, Türk
süsleme sanatları ile vahşi kabilelerin süsleme motiflerinin Avrupa müze ve
koleksiyonlarında yer alması, bunların çevresinde türlü nedenlerle yapılan
yayınlardır. Herhangi bir motifin tezgâha girmesi için elden geldiğince yalın
olması ve gerek basit bir işçinin ve gerek işçi ile iş arasına giren aracın
olanaklarını aşması gerekir. Bir süslemeci aynı formda ve aynı boydaki
biçimleri yan yana dizerek tezgâhın, gereçlerin zenginliklerinden yararlanarak
onlardan göze hoş gözüken bileşimler yapabilir. Fakat boyuna doğa ile ilişki
kuran gerçek bir ressam, doğada birbirinin aynı olan biçimlere çok az
rastlayacak, hatta bazen sırf resmin güzelliği için birbirine benzeyen biçimler
icat edecektir.
Tekrarlanan
motiflerin gözde güzel bir etki bırakması yalnız süsleme sanatlarının değil,
mimarinin, musikinin, şiirin yararlandığı özelliklerden birisidir. Resimde de
bir çeşit tekrardan yararlanılır, fakat bu tekrar süsleme sanatlarında olduğu
gibi çırılçıplak değil, çok gizlidir ve resimdeki motif tekrarını ressam
süsleme sanatlarında olduğu gibi, tümüyle icat etmez. Onu her an doğada sezmeye
çalışır.
Resimde ritmi
oluşturan tekrarlama konusuna daha ileride değineceğiz.
Yine orantılara
dönelim.
Ressam,
konusundaki açık büyüklük farklarını görmek zorundadır. Bu farklar doğada her
zaman açık bir biçimde değildir. Yeni başlayanlar, çoğu kez el ve ayak
parmaklarını aynı boyda çizerler. Bir elin beş parmağı nasıl önemli farklarla
birbirinden ayrılmışsa, bir ağacın dalları, yaprakları arasında da aynı farklar
bulunabilir.
Bir insan
gövdesi karşısında büyük parçalar arasındaki farkları sezmek bir hayli güçtür.
Bacakların gövdeye göre ne kadar uzun veya kısa olduğunu, başın bütün gövdeye
oranla büyük veya küçük durduğunu doğru dürüst saptamadan çizmeye başlayanlar,
orantıları sonradan koymak isterken yaptıklarını tümüyle silmek zorunda
kalacaklardır.
Bir konunun
orantılarına önem vermeden sadece girinti çıkıntılarını saptamak, hareketlerini
doğru dürüst koymak mümkündür. Böyle bir resim güzel olabilir, fakat sanatçıyı
tekrara ve olağana götürür.
Aynı gereç ile
yapıldığı, aynı sağlamlığı taşıdığı halde, iki mimari eserinden, parçalarının
orantıları daha büyük bir zevkle tartışılmış olanı daima gözü çekecektir.
Resmin mimariyle ilgili yanı işte buradadır. Konusunu inceledikten sonra onu
kâğıdına yerleştirirken, bir anıt veya yapı kuran mimarın oran kaygıları
ressamın da elini tutmalıdır.
Küçük
parçalarla onları içeren büyük parçaların arasındaki farkları sezmek, doğanın
değişmeyen fakat ayrıcalıkları altında bulunan apaçık oranları kavramak büyük
sanatçıların özelliklerindendir. Tomurcuklu bir erik dalma, herhangi bir ota
yahut size güzel görünen başka bir çiçeğe, bir ağaca bakınız. Orada rasgele
serpilmiş görünen ayrıcalıkların gizli fakat gerçek bir düzene bağlı olduğunu
göreceksiniz.
Bir dalın boğum
yerlerini incelerseniz, bu boğum yerleri arasındaki uzaklıkların hiçbir zaman
aynı açıklıkta olmadığını göreceksiniz. Doğayı kuran bütün öğelere bakınız. Ana
parça ile ayrıntılar arasında açık farkları sezmeye çalışınız. Küçük parçaların
büyüğün tam yarısı yahut dörtte biri olmadığını, boyuna matematik bir
açıklıktan kaçtığını göreceksiniz.
Bir ağaç
gövdesine bakınız. Dalların gövdeye bağlandığı noktalar arasında hiçbir zaman
matematik bir açıklıkla yinelenen aralıklara rastlamayacaksınız. Bütün güzel
sanatlar doğayı incelemekle başlamışlardır. Doğa hepsine modellik yapmıştır,
fakat onu adım adım izlemezler. Resim ve heykel, bu iki sanat kolu boyuna
doğayla bağlantılıdır. Doğada gelişmiş bir ot, insan elinin kötülüğünden
korunmuş bir ağaç, bir orman, bütün bunlar yalnız başına ayrı ayrı göze hoş
görünürler, fakat bir de bütün bunların bir araya gelmesinden doğan bir
manzarayı inceleyelim. Böyle bir manzaraya bin bir açıdan bakmak, onu seçmek ve
biçimde görerek saptama olanağı vardır. Bir manzarayı ufacık bir kâğıt
parçasına geçirirken, bir gül yaprağını yahut bir ağaç gövdesini sezmeye çalıştığımız
oranlar karşısındayız. Manzara ne kadar geniş olursa olsun, biz onu iki üç vs.
parçalara ayırabiliriz.
Örneğin,
gök-toprak, yahut gök-su-toprak, yahut gök-toprak-ağaç-lıklar vs. gibi.
Bu öğeleri
kâğıdımıza yerleştirmeye çalışırken ilk dikkat edeceğimiz nokta, kâğıdımızda en
çok yeri hangi parçanın alacağı olmalıdır.
Eğer en büyük
yeri gök alıyorsa, gök açık bir biçimde öteki parçalardan ayrılmalıdır, yani
toprak, su, ağaç parçaları yan yana gelerek kâğıdımızda iki santimetre yer
alıyorsa, yalnız göğe üç santim ayırırsak, bu parçanın ötekilerden açık bir
biçimde ayrılmasına yardım etmiş oluruz.
İçinizden
birisi bana toprak ve gök parçaları santimi santimine birbirine eşit bir resim
gösterebilir. Bu resmin çok güzel olduğunu ileri sürenlerin arasına benim de
katıldığımı hatırlatabilirler.
Fakat şunu
boyuna göz önünde tutmak gerekir ki, ben burada size resmin çatısından,
kuruluşundan, mimarisinden söz ediyorum. Renk konusunda da göreceğimiz gibi,
rengi biçime, yani çatıya göre düzenleyen ressamlar birçok renk oyunu ile bu
oranları altüst edebilirler. Fakat onların da bağlı oldukları renk oranları
vardır. Oranları gerçekten yukarıda gösterdiğimiz gibi, çok rahat farklarla
birbirinden ayrıldığı halde o resim çizgi olabilir, çünkü resim yalnız kupkuru
güzel oranlardan oluşmaz. Bir eşyanın bir başkasına oranla büyüklük farklarını
ve bunların arasındaki güzelliği sezmek her göze nasip olan nimetlerden
değildir.
Bir odayı
döşerken oraya konulacak mobilyanın odanın kapsamına göre bir büyüklükte olması
bir oran sorunudur. Çok kullanılmış ve sağlam bir iskemlenin çirkin olduğu
azdır, fakat böyle bir iskemle bulmak mümkündür. Sağlam ve kullanışlı bir
iskemlenin göze güzel gözükmemesi bir oran sorunudur. Sinan, Süleymaniye’sinin
minarelerini diktikten sonra şerefelerin yeri için günlerce düşünmüştür.
Şerefelerin bir parça daha aşağıda veya yukarıda oluşu bir oran sorunudur.
İstanbul’un en
güzel camilerinde gösterdiğimiz oranlar birçok mimari esere nasip olamayacak
açıklıkta ortaya konmuştur. Camilerimizdeki büyük kitleleri ve onlara bağlı
parçalar arasındaki büyüklük farklarını inceleyiniz. Bu satırların anlatamadığı
şeyleri size bu olağanüstü mimari öğretecektir.
En ufak bir
süsten yoksun olduğu halde değişik büyüklükte iki taş kitlesinin yan yana veya
üst üste konduğu zaman bir anlam alışı yalnız bir hareket sorunu değil, aynı
zamanda bir oran sorunudur. Bu iki kitlenin yekdiğerine eşit veya çok az bir
farkla birbirinden ayrılan iki blok olduğunu fark ediniz. Sanatçı ne kadar
başarılı bir biçimde bu kitleyi değişik durumlarda birleştirirse birleştirsin,
istediği etkiyi elde edemeyecektir. Şu halde, mimarın becerilerinden birisi de
birbirinden açık biçimde farklı iki kitle seçmektir.
Eğer doğadaki
bütün öğeler birer şeker parçası kadar cana yakın olsa idi, sanatçı bunların
arasında gösterdiğimiz oranda parçalar seçerdi. Bir insan gövdesinde bu
oranları sezmek kolay bir şey değildir. Hiç unutmam, merhum Nazmi Ziya
galerideki Yunan heykellerine bakar ve bize boyuna “Şunlardaki oran
güzelliklerine bakın, hayran olun” derdi.
Ben hocanın ne
demek istediğini tam sekiz yıl sonra anladım. Bu satırları sizin bunu anlamak
için bu kadar çok zaman tüketmemeniz için yazıyorum. Şüphesiz ki siz de hemen
hemen bütün görsel sanatlarda yinelenen oran farklarını ve bundaki güzelliği
hemen kavrayamayacaksınız. Doğayı ve büyük ustaların eserlerini
incelediğinizde, onlarda yinelenen belli başlı özelliklerden birisinin parçalar
arasında bariz büyüklük farklarından doğan bir uyumun var olduğunu
göreceksiniz.
Kompozisyon
“Bir resme
başlayan bir kimsenin, önündeki konudan çizdiği ilk deseni kâğıdına güzel
yerleştirmesi gerekir,” demiştik. Yani konuyu inceleyen bir kimse kâğıdım ona
göre hazırladıktan sonra uzunlamasına veya yanlamasına bir durumda (kâğıdında
boş bir yer bırakmadan) bu konuyu kâğıdına sıkıştırmaya çalışır. Konu bir tek
yaprak veya testi gibi ne kadar basit olursa olsun, bunu kâğıda yerleştirme
işine “kompozisyon” ve böyle bir desene de “kompoze” diyebiliriz. Fakat bu
kompozisyonun en basit biçimidir ve faydası yukarıda da söylediğimiz gibi resme
başlayanların çoğu kez kâğıdına oranla konuyu çok küçük çizmesine engel olmak
ve ona kâğıdın dört köşesini hatırlatarak, ileride tablo yaptığı zaman çizeceği
ve boyayacağı bütün biçimlerin bu dört köşeye dayanacağını, muşambanın
bittiğini haber veren çizgilerin boyuna önüne çıkacağını haber vermektir. Bir
ressam, konusunu inceledikten sonra onu ne biçim ve ne büyüklükte bir muşambaya
yerleştireceğini düşünmek ve karar vermek zorundadır.
Uzunlamasına,
yanlamasına veya dört köşe bir boyut seçen sanatçı yapacağı resmin
kompozisyonunu kafasında tasarlamış ve seçtiği boyutlarla onun dört çizgisini
çizmiş demektir.
Güzel kompoze
edilmiş bir resme ne bir tek çizgi eklemek ne de ondan bir tek çizgi kaldırmak
mümkündür. Bir resmin güzel veya çirkin olduğunu anlamak için, onu tersine
çevirmiş olmak veya yan tutmak değerine zarar getirmez, fakat en ufak bir leke
onu harap etmiş demektir. Eğer bir resim, üzerindeki lekelere veya kopmuş
parçalara karşın değerinden bir şey kaybetmemiş ise, o sırf daha çok ayrıntıyı
incelemenin olağanüstülüğüne dayanıyor demektir. Her şeyden önce, en büyük
kitleyi göz önünde tutan bir sanatçı için bu kitleden kopan en ufak bir parça
veya ona eklenen en ufak bir çizgi, hemen kompozisyonun tartısını bozacaktır.’
19. yüzyılın
sonlarına doğru resmi kopmuş olan büyük geleneğe bağlayan ve bugünkü
ressamlardan en iyilerini yetiştiren, Corot, Manet, Cezaime veya Renoir gibi
ressamları klasiklerden ayıran en önemli noktalardan birisi de kompozisyonları
olmuştur.
Klasikler
içinde en olgun kompozisyon kavramı olan ressamlardan hangisini ayırırsanız
ayırın, zamanlarının gereği, çok motifli kompozisyonlar yaptıklarım
göreceksiniz. (İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ni gezenler oradaki iki büyük
kopyayı hatırlasınlar.)
Fazla
motiflerden anladığım, örneğin, ondan fazla figür, bir o kadar kumaş etüdü vb.
Bu kadar
kalabalık kompozisyonun içerisinde size öylelerini gösterebilirim ki,
içlerinden değil birkaç insan, beş on tanesi kaybolsa kimsenin, hatta bazen
sanatçının bile haberi olmayacak sanırsınız.
Yüzlerce insanı
bir araya toplayarak 200 çift kol, 200 tane parmak etüdünü aynı muşambaya
sığdıran klasikler içerisinde bazen çok büyük bir karmaşaya rastlanır.
Ben burada bu
çok kalabalık kompozisyonlardan çok kısaca söz edeceğim, çünkü bir ressama
aşılanması gereken en özlü kompozisyon düşüncesi, en basit konular üzerinde
durarak anlatmak zorun-luğu vardır kanısındayım.
19. yüzyılın
sonlarına doğru eski geleneği bulup yaşatmaya çalışan, yukarıda adlarım
saydığım sanatçıların eserlerine bakılacak olursa konularının çok yalın
oldukları görülür.
Bazen desene
bazen resme diyorum. Hareket noktam desen olduğu için amacım desendir, fakat
yalnız desen özelliklerinden söz ettiğim zaman, resim kelimesini kullanmamaya
çalışıyorum.
Onlardan
başlayarak yüzlerce figürden oluşan kompozisyon göremiyoruz. Yani ressam artık
senfonik konulardan kaçmaya başlamıştır. Bunun nedenlerini sanatçının
toplumdaki durumunda bulabiliriz.
Din bağlarının
gevşemesi, Kilise’nin resimden daha başka bir propaganda aracı bulması, büyük
siparişlerin kesilmesi, atölye, usta-çı-rak geleneğinin kaybolması, özellikle
bu sonuncu neden, büyük boyutlu ve çok kalabalık kompozisyonla resim
yapılmamasına yol açmıştır.
Ben kendi
hesabıma, resmin ne demek olduğunu ilk önce Corot, Manet, Cezanne, Renoir, Van
Gogh kuşağından öğrendim. Bana klasikleri onlar açıkladı. Resmin dünyasına yeni
girenler doğrudan doğruya klasiklerin, örneğin, Tiziano’ların,
Tintoretto’ların, Velâz-quez’lerin kalabalık kompozisyonları ile
karşılaşırlarsa, onların da yüzde yüz benim gibi başları dönecek, gözleri
kararacaktır ve bu kalabalıktan ürkeceklerdir.
Resmi hiçbir
zaman kendi yetenek ve ömürlerine sığdıramayacak ve bu resimlerden büyük bir
zevk almamış olsalar bile, her şeyden önce bu geniş ve kalabalık kompozisyonlar
karşısında cesaretleri kırılacaktır.
Bu tür
resimlerden ürkenler bir de aynı sanatçıların bir portresine ya da basit bir
“nature mort”una baksınlar. Şurası apaçık ki, bir portre büyük bir kompozisyon
kadar değerli ve güzel olabilir.
Bir tek portre,
elli figürlük bir kompozisyon yapmak kadar çetindir. Hatta diyebilirim ki,
bazen daha güçtür. Çünkü bir sanatçının elinde ne kadar az çizgi ve renk varsa,
onlarla güzel bir çatı kurmak o kadar güçtür. Vakti az olduğu için mektubun
uzunluğundan sızlananlar vardır.1 Gerçekten kısa
yazmak güç olduğu gibi, az motifle eser yapmak da bir o kadar güçtür. Şu halde,
kompozisyon denince akla bir sürü insandan veya bir sürü ağaç ve kumaş vb.’den
oluşan bir halita anlaşılmalıdır.
İyi bir ressama
bir figürü muşambaya yerleştirmek ne kadara mal oluyorsa, on beş figürü bir
araya getirmek de aynı kaygılara mal olacaktır.
Zamanımızın en
büyük heykelcisi olan Despiau’ya niçin sadece ana konusu üzerinde çalıştığını
sormuşlar. Büyük sanatçı, “Sanatçı için bir insan başı üzerinde, bir ömür boyu
uğraşılacak iş vardır,” demiş.
Burada size
resim ille de tek motiften kompozisyonlar yapmaktır diye bir şey söyleyecek
değilim.
Fakat tek motif
ile de resim yapılacağını, Corot, Manet, Cezan-ne, Renoir, Van Gogh, Bonnard
gibi ressamların bunu eksiksiz yaptıklarını hatırlatmak isterim.
Fotoğrafçılık
sanatı ilerledikçe en büyük müzelerde ve koleksiyonlarda sıkışıp kalan birçok
tablonun çok güzel fotoğraflarını görüyoruz. Bu fotoğraflar arasında, özellikle
bir tablonun değişik parçalarını saptayanlar, bize çok şeyler öğretebilir.
Örneğin, on beş figürün bir tek figür gibi muşambaya sıkıştırılmış olmasına,
birçok ayrıntının ana parçaya bağlanarak ilk bakışta büyük kitleyi göze
sunmasına karşın, büyük ve kalabalık kompozisyonlardan arınmış bir baş veya bir
el de hemen hemen kompozisyonun kendisi kadar, hatta bazen daha çok heyecan
veriyor. Bunun nedenlerini araştırdığımız zaman, “Belki bizim büyük çapta
kompozisyon anlayışımız yok da on-dandır,” diyecek oluyoruz. Fakat niçin bu
olağanüstü parça etütleri büyük kompozisyonun içerisinde kaybolsun? Bu
olağanüstü parçaların kaybolması kompozisyona ne ekler?
İşte bugünkü
ressama “yeni” adını yapıştıran bu anlayış olmuştur.
Göz, mademki
bir kol veya bir baş üzerinde bir dünya keşfedebiliyor, öyleyse yüzlerce baş ve
yüzlerce gövde yapmakta ne anlam var?
Bugünün
sanatçısını bazen bir geometri şeması durumuna sokan kaygımn kökünü burada
aramak gerekir. Bu anlayışta bir gerçek payı vardır, fakat bunu bir yasa haline
sokmamak şartı ile eğer bir sanatçı 25 ağaçtan, 18 evden, bilmem kaç dağ
parçasından, şu kadar figürden oluşan bir doğa köşesini sevmiş, duymuş, onu
kafasında mu-
şamba üzerine
aktaracak kadar benimsemişse duraksamaksızın böyle bir konuya girişebilir. Eğer
25 evi bir eve, 18 ağacı bir tek ağaca ve sıra sıra dağları bir tek dağa
indirgeyerek resimler yapmaya başlarsa, yapmacığın dik âlâsına düşmüş olur.
Amaç muşambaya giren her çizgi veya rengin tartılmış, seçilmiş olması ve bütün
bunların bir ana kitleye bağlanarak bir işe yaramasını sağlamaktır.
Özellikle
bugünün ressamının, ne bir kompozisyonun karanlıklarında harcayacak, ne
olağanüstü baş, kol ve kumaş etütleriyle boşuna geçirecek vakti, ne de bütün bu
umutların müşterisi vardır.
“Vaktim
olmadığı için uzun yazıyorum,” demiş Stendhal bir arkadaşına mektup yazarken.
Üç Küheylan
Bu ay mıydı
bizi ışıtan
Dün gece sarıp
sarmalayan bizi
Yanakları sıcak
elleri üşümüş
Bu ay mıydı?
Mernuş durur
mu?
- Yok bu değil,
bunun kayınbiraderi idi. Tabiat ana zatıâliniz için her gece yepyeni bir ay
basmalı. İstanbul’da başka bir ay, Brüksel’de bir yenisi.
Aldı Kıtmir:
- Peki. Şu
bulutların arasında doğru dürüst yıkanmamış, bulaşık tabağına dönmüş aya bak.
Adeta ters ters, şaşı şaşı bakan bu musibetin dün gece Boğaz’ı çıldırtan ayın
on dördü olduğunu ispat et bakalım.
Aldı Tebernuş:
- Bu ay mıydı
bizi ışıtan? Işıtan güzel ama bu ayda iş yok. Buvay-mıydı... İnsan ciddi
olmadan “bu”nun U’su ile “ay”ın A’sı arasına bir V koyuyor. Bu muydu bizi
ışıtan dersin?
Mernuş:
- İnsanın
dağarcığında söyleyecek şey kalmadığı zaman böyle ıvır zıvır üstünde takılıp
kalması olağan şeylerdendir. Karacaoğlan pekâlâ,
Bu ayda olmazsa
gelecek ayda
On bir ayın
birisinde gidelim
demiş çıkmış
işin içinden. Şu kadar senedir bu türküyü söyler dururuz. Hangimizin dili bu
aydaki iki sesli harfe takıldı sanki?
Mernuş çok sert
estiği için ses çıkarmadım. Aradan bir ay geçti. Bu ay mıydı, tekrar evirdim
çevirdim. İmkânsız. Mernuş’un hakkı yoktu. Bu şiir böyle başlayamazdı. Başlarsa
bitemezdi. Ne tuhaf. Bazı kelimeler fazla kurcalanmaya gelmiyor. Onları
alışıldığından fazla tekrarladınız mı, bir parçası elinizde kalıyor. Şiirin
yerli yerine oturmuşu tekrarlandıkça aşınmak şöyle dursun, bir kat daha
kuvvetleniyor. Yıkandıkça solacak yerde, bir kat daha parlayan kumaşlar gibi.
Bir kelimenin
bir başka kelimenin yanında coşması veya küsmesi, parlaması veya sönmesi ile
renklerin kendi aralarındaki münasebetlere benzeyen bir sürü nokta var.
Bir kocaman,
bir kapkara bulutun ağzını açmasıyla bizim şaşı ay parçasını yutması bir oldu.
Aydan da şiirden de kurtulduk. Aman böylesi ne iyi oldu. Birden uçağın
pencereleri ağzına kadar bin bir renkte ateşböcekleriyle doldu. Amsterdam’dan
Brüksel’e uçuyorduk. Vakit gece yarısına yakın. Hangi köylerin, hangi
şehirlerin ışıkları üstünden uçuyorduk? Bu ışıkların hangisi yol kenarlarına
dizilmiş, hangisi evlerin, hangisi taşıtların, gemilerin? Uçağımız çok
yükseklerden uçuyordu herhalde. Işıkların renkleri belli oluyordu. Ne acayip
renk oyunları vardı. Ne akla hayale sığmaz renk dizileri, renk örgüleri, çizgi
ve biçim düzenleri!.. Siyah üstüne çoğu zaman iki, en çok üç koyuluk kuvvetinde
yüz binlerce benek. Öyle benekler ki her birinin kendine göre bir kişiliği var.
Ama bunlardan hiçbirisi tek başına on para etmez. Öteki beneklerle el ele
verdikleri zaman kurulan öyle keyifli, öyle beklenmedik, öyle cana yakın bir
düzen var ki, böylesini bugüne kadar ne müzede, ne sergide, ne kitapta, ne
rüyada gördüm, öteden beri resim sanatının ele avuca sığabilecek bir tarifini
yapmaya hevesli olduğumu bilenler hatırlayacaklar:
Üç küheylan
çeker arabamızı
Biri çizgi biri
leke biri renk
Bir de tayımız
var minicik
Adını Benek
koyduk şimdilik...
Benek veya
nokta, beni en azından on beş yıldır düşündüren bir resim meselesi oldu. Nokta
öyle acayip bir yaratık ki, ne çizgi tadı var, ne leke olmak iddiası, ne de
herhangi bir renk tarağında bezi. Böyle olduğu halde yan yana yaşamaya mecbur
olan noktacıklar bugüne kadar ya çizgi muamelesi görmüşlerdir, ya bir leke
içinde eriyip gitmişlerdir yahut da bir rengin kolu olup çıkmışlardır. Benek
konusu üstünde yüzde yüz kesin sonuçlara varamadığım için onu üç küheylanın
ayakları arasında dolaşan minik bir tay olarak düşünüyordum.
Amsterdam-Brüksel
gece yarısı uçuşu bir saatlik bir şeydi. Bu bir saat içinde bizim minik tay
öylesine yol aldı, öylesine serpildi ki sormayın. Arabamızı çeken üç at bir
çırpıda dörde çıktı.
Bu konu üstünde
kafa yoran arkadaşlarıma bildiri:
Dört küheylan
çeker arabamızı
Biri çizgi biri
leke biri renk
Dördüncü adıyla
sanıyla Benek...
Yani sözün
kısası, dört beygire yükselmeli ressamın üç beygirlik arabası.
Beneklerin
siyah üstüne serpilmesinde şu özellik var: Ne kadar sağır, ne kadar belirsiz
olursa olsun, hiçbir renk kim vurduya gitmiyor. İlk bakışta değilse bile
dikkatli bakıldığı zaman belirsiz renkler yavaş yavaş dile geliyorlar.
Uçak çok
yüksekten uçarken ışık renklerinin görünmemesi, renk yerine sadece bir aydınlık
seçebilmemiz, öteden beri savunduğumuz bir gerçeği destekliyor: Gözümüz, renk
çeşitlerinden önce rengin açıklık veya koyuluğu ile ilgileniyor. Yani herhangi
bir rengin adını seçmeden, içinde saklanan ışık cevherini görüyoruz. Yaşasın
ışık.
Işıktır her
işin başı.
İster misin,
aşk kelimesi ışıktan kopup gelmiş olsun. Yahut da tam tersi!..
İnsan gözü uçak
penceresinden kaç kilometrekareyi kucaklayabilir? Bunu rakama vurmak elimde
değil. En azından üç dört İstanbul dolusu bir siyahlık üstüne serpilen yüzlerce
tablo seyrettim. Yer yer bizim kilim nakışlarım andıranlar en güzelleri idi.
Ama bu nakışlar öyle basmakalıp bir tekrarla sıralananlar soyundan nakışlar
değildi.
Bu nakışlar
yepyeni bir tabiat parçasının, bugün çok azımızın görebildiğimiz yepyeni bir
dünyanın nakışları idi. Günümüzün resim dünyasında bunun ilk önce farkına varan
olsa olsa Paul Klee’dir. Klee reis hiç şüphesiz uçakla uçmuş, bu müthiş düzeni
görmüş, benek üstüne çalışmalarında bu kaynaktan layıkı ile faydalanmış. Eline
sağlık Klee usta. Seni durup dururken sevmedik ya. Sen de vaktiyle Rönesans
ustaları gibi zamanımızın bütün ilimleri ile âlim, bütün fen-leri ile
mütefennindin. Zamanımızın hiçbir buluşu senin haberin olmadan gelişip
gidemezdi.
Hey ressam
arkadaşlar, hele hele bizim bütün atölyeleriyle Akademililer... Tabiat ana
bence bize bir çift göz, bir çift kulak vermiş, biliyor musunuz? Birisi ile
bundan önce yapılanları inceleyeceksiniz, öteki ile de bugün, şu anda, şu
saatte, şu dakikada yapılmakta olanları. Yoksa... Yoksa Arivederçi Roma!..
Otobüsü öylesine kaçırırsınız ki, arkasından kurşun atsanız yetişmez.
19 Ağustos 1957
Dört Kü hey lan
Dört küheylan
çeker arabamızı: Biri çizgi, biri leke, biri renk, biri benek. Bizim
derslerimizi bu dört küheylan yürütür, bizim derslerimiz bu dört direk üstüne
kurulur.
Niçin dört
küheylan çeker arabamızı?
Bizim
gençliğimizde bir laf vardı. Havâs-ı hamse. Bugün buna beş duyu diyoruz. Göz,
kulak, burun, dil, deri.
Resim sanatını
tanımlarken insanın bu beş duyusuna güveniyoruz. Bu beş duyu birbirinden kesin
olarak ayrılıyorsa, resim sanatını kuranlar da öylesine birbirinden
ayrılıyorlar. Gözün yerini kulak ne kadar tutabilirse, çizginin yerini de leke
o kadar tutabilir. Bunu biraz daha açıklayalım: Dünyamızı kuran ve birbirine
hiç benzemeyen başına buyruk cevherleri düşünelim. Hava, su, toprak, güneş
bizim varımız yoğumuz. Ama biri çıkar ay ışığından söz açar, öteki rüzgârdan,
öteki yağmurdan, bir başkası depremden. Bütün bunları yukarıdaki dört ana
küheylana yükleyebilirsiniz.
Konumuzu biraz
daha açıklayalım: Dilimizdeki tatları düşünelim, kaç tane tadımız var: 1.
tatlı, 2. acı, 3. tuzlu, 4. ekşi. Bunlar dilimizdeki tatlar. Şimdi
kulağımızdaki tatlara geçelim. Kulağımızdaki tatlardan sorumlu olan yolun adı
müzik. Kulağımıza gelen sesler arasında kaç çeşit var? Bununla uğraşanlar şöyle
bir ayrım yapıyorlar:
1. Vurucu
sazlar -davul, piyano gibi.
2. Nefesli
sazlar -zurna, klarnet, flüt gibi.
3. Yaylı sazlar
-keman, viyolonsel, viyola, çello gibi.
4. İnsan
sesleri.
Eliyle dokunan,
gözü görmeyen bir insanın duygularını sıralayalım:
Sıcak, soğuk,
yaş, kuru, yapışkan, yumuşak, sert, düz, toparlak, sivri, keskin, eğri büğrü,
pürtüklü, ince, kalın, hareketli, hareketsiz, kaygan, vıcık vıcık, ağır, hafif,
delik deşik, yırtık pırtık, eski püskü, çukur, çıkıntı, esnek (yaylanan).
Çizgi
Çizgi deyince
aklınıza ilk gelen ne ise onu kastediyorum. Bir saç teli, bir telgraf teli,
adınızı yazarken kaleminizin ucundan çıkanı kastediyorum. Adıyla sanıyla çizgi,
öyle bir şey ki ne günün kırmızısı ile ilgisi var, ne sofranın üstüne dökülen
mürekkep lekesi ile. Kesin, belirli, nereden başlayıp, nereye gittiğini
herkesin bir çırpıda kavradığı bir olay, ekşiyle tatlı arasında ne kadar fark
varsa, tuzluyla acı arasında ne kadar fark varsa, çizgiyle leke, leke ile renk
veya benek arasında o kadar kesin farklar vardır.
Tabiat ana bize
çırılçıplak, kesin çizgiler vermiyor. Çınar yaprağının üstünde damarlar var,
avucumuzun içinde de aynı damarlar var. Bunlar aslında birer çizgidir, ama
öylesine gizli saklıdırlar ki, çizgiden önce yaprağı, damardan önce avucu
görürüz. Tarla boyunca uzayan telgraf telleri çizgidir ama bu bir Allah yapısı
değil insan yapısıdır ve bu yapıya çizgi diyene kolay kolay rastlayamazsınız.
Kış günü bütün yapraklarını dökmüş çınar ağacının dalları gökyüzünde çizik
çizik belirir, bu dallar birbirlerine çok sokulunca çizgiler erir, bir leke
tadı başlar. Gravür yapanlar da çizgileri böylesine ince eleyip sık dokuyarak
lekeye kavuşurlar.
Bizim
memleketimizde resim sanatında çizginin yerini açıklayabilmek için akla ilk
gelen örnek karikatürdür. Karikatür ille de çizgiyle yapılması şart olan bir
sanat kolu değildir. Lekeyle, renkle de karikatür yapılabilir. Buna en güzel
örneklerden birisi de karagözdür. Karagöz’le Hacivat ak perde üstünde koyu bir
leke olarak söze başlarlar. Ama son otuz yıl içinde memleketimizde en az otuz
karikatürcü yetişmiştir. Bunların otuzu da yalnız çizgiyi birinci plana
almıştır.
Bu otuz
karikatürcü arasında dünya çapında olduğuna inandığım beş altı isim
sayabilirim. Turhan Selçuk, Ali Ulvi, Nehar Tüblek, Al-tan Erbulak, Bedri
Koraman gibi.
Dünya çapında
olduklarına inandığım biricik vurucu güçleri çizgi olmuştur. Demek ki çizgi tek
başına lekeden renkten medet ummadan birçok işler becerebiliyor.
Başlangıçtan
günümüze kadar çizgiyi kovalayanlar şu önemli olaya parmak basarlar: Resim
sanatının doğuşunda ve günümüzde çizgi kesin olarak yaşıyor ama arada bir yerde
çizgi resim sanatından kovulmuş, hem de ne zaman kovulsa beğenirsiniz,
Rönesans’ta. Öyle bir zamanda kovmuşlar ki çizgiyi, resim sanatı en cömert, en
ileri insan zekâsını doyuracak güçte bir sanat olduğunu ispatladığı zaman, bir
Leonardo, bir Michelangelo bütün dünyaya şu gerçeği kabul ettirmişler: Resim
sanatı en büyük dehaları besleyecek kaynaklara sahiptir. Ne hazindir ki tam bu
arada çizgi, saf dışı edilmiş, kovulmuş.
Biz bugün eski
resim ve yeni resim diye kesin bir ayrım yaparken elle tutulurcasına
güvendiğimiz gerçeklerden birisi de çizginin eski resimde kapı dışarı
edilmesidir. Adı klasiğe çıkmış ustalar çizgiyi hazırlık malzemesi olarak
kullanmışlar. İlk tasarlamaları, birçok etütleri çizgiyle çözümlemişler ama
tabloya çizgiyi sokmamışlar. Bunun nedenlerini aradığımız zaman şu sonuca
varıyoruz: Rönesans ustalarının bir numaralı amacı tabiata mümkün olduğu kadar
sadık kalmaktı. Tabiatta da telgraf teli gibi, masanın bittiğini ilan eden
sınır çizgisi gibi elle tutulur, gözle görülür kesin çizgiler yoktur. Mümkün
olduğu kadar tabiatı bir düzeyde anlatmak isteyen Rönesans ustaları bu yüzden
çizgiyi küçümsediler.
Fotoğrafın
icadı Rönesans ustalarında seyircisinin büyük saygısını çeken birçok özelliği
sıfıra indirdi. Ama tıpkı tabiattaki gibi, sözü bir değer hükmü olmaktan çıktı,
küfür olmaya yöneldi.
Fotoğrafın
icadından sonra çizgi ta mağara devrindeki gücüne kavuştu. Bundan elli yıl önce
adı büyük ressama çıkmış ustaların tablolarında yalın bir tek çizgiye
rastlayamazsınız. Sanatımızı kuran elemanlardan renge ve lekeye rastlarız, ama
çizgi boyuna kovulur. İnsan zekâsı çizgiyi fotoğrafın icadına borçlu değil, ama
çizgi resim sanatındaki eski yerine kavuşmakta fotoğrafa çok şeyler borçlu.
Çizgi Çeşitleri
Bir resim
öğretmeninin öğrencisine yapacağı en büyük iyiliklerden birisi ona başlangıçtan
günümüze çizgi çeşitlerini göstermek olmalı. Bir kurşunkalemin ucundan çıkan da
çizgi, bir kibrit çöpünü mürekkebe daldırarak çizdiğimiz de çizgi, beş yaşında
çocuğun ak duvar üzerine kömür parçasıyla çizdiği de çizgi, parmağımızı bir
boyaya batırarak karaladığımız da çizgi, saç teli de çizgi, yirmi beş santim
kalınlığındaki halat da çizgi, on kişinin el ele vererek kucakla-yamayacağı
minare beş kilometre öteden bakınca çizgi. Kısacası yeryüzünde ne kadar insan
varsa bir o kadar da çizgi var. Mısır heykellerinde, hiyerogliflerde bir
santimetre çöken de çizgi, bir santimetre kabaran da çizgi. Giydiğimiz kumaşı
ören pamuk teli, ipek teli, yün teli de çizgi ama bunların bir araya sımsıkı
bağlanmasından doğan çizgi değil. Bazen leke, bazen renk. Daha önce de
hatırlattığımız gibi, gravürcü kıl kadar çizgileri yan yana getirerek lekeler
kurar. Çizgi konusunda çoklarını şaşırtan bu oluyor. Çizgiye tuz diyelim, her
gün soframızdaki tuzluktaki tuz, ama deniz suyunda da tuz var. İnsan kanında
da, terinde de, yediğimiz ekmekte de tuz var, ama hiç kimsenin aklına ekmek
alırken tuzlu sözü geçmez, tuz ekmeğin içinde, suyun, kanın içinde öylesine
erimiştir.
Ne tuhaftır ki
resmin belkemiğini kuran dört elemandan birisi olan çizgiye en güzel örnekleri
resim sanatında bulamıyoruz. En güzel çizgi örneklerine adı ressama çıkmamış,
hiçbir zaman müzelerde başköşeye oturtulmamış, isimsiz, imzasız halk
sanatlarında rastlıyoruz. Biz eski ve yeni resim diye bir ayrım yapıyorsak,
güvendiğimiz gerçeklerden biri de budur.
Derslerimizin
konusunu kuran dört elemanı ayrı ayrı didikliyoruz ve şuna kesin olarak
inanıyoruz: Tabiat ana herkese bu dört elemanı bol keseden bağışlamıyor.
Yetişme çağında bütün ressamlar bu dört elemanın peşine düşecekler, onların
vurucu güçlerini anlamaya çalışacaklar, uzun, zahmetli, namuslu bir
araştırmadan sonra şu gerçeği duyacaklar:
- Ben çizgiyi
çok seviyorum ama çizgi benim dostum değil, benim gözüm çizgilerin akışını
izleyecek kadar hızlı değil.
Çizgi hemen bir
biçimi çevreliyor, benim sevdiğim biçim çevrede değil. Her Allahın günü
yazdığımız yazı da çizgi, hem de çizgilerin şahı, ama benim resimde özlediğim
çizgi, el yazısındaki çizgi değil. Ressam ister istemez bu dört küheylandan
bazılarına kendisini daha yakın bulacak, ressamın göz yapısı, sinir sistemi bu
elemanlardan birine veya ikisine kendiliğinden gidecek. Ressamlık ve
öğretmenlik tecrübesi bana şunu öğretti: Bu elemanları kesin olarak
inceledikten sonra hangisinin dost, hangisinin düşman olduğunu genç yaşta
anlayanlar kazanıyor. Tanıdığım sanatçılar içerisinde bunun farkına varanlar
çok azdı. Hani iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına sapla derler, ben hem iğneyi
hem çuvaldızı kendime saplayarak bir örnek vereceğim. Çizgi hiçbir zaman benim
dostum olmadı, ama acayip bir inat beni çizginin peşine taktı. Gayet iyi
hatırlıyorum. İlkokul yaşında babam kargacık burgacık yazılarımı gördükçe
yüzünü buruşturur,
- Bu yazılarla
bu çocuk aç kalacak, derdi. Bu yazılar dediği Arap yazıları idi. Eğer beş on
sene sonra Latin harfleri çıkmasa işim çirişti. Arkasından daktilo makinesi
imdada yetişti. Çizgiyi çocuk yaşımdan beri sevdim, ama şöyle bir çırpıda
gönlümce bir tek çizgi çektiğimi hatırlamıyorum. Hani halk arasında yaygın bir
söz vardır:
- Allah bana en
ufak bir resim istidadı vermemiş, ben bir tek düzgün çizgi çizemem, derler ya.
Bu sözde bir keramet olsa gerek. İki nokta arasına bir çırpıda çizgi çekmek her
kula nasip olmuyor. Öğretmenlik bana şunu belletti: On beş-yirmi yaş arasında yaş
fidan eği-lebiliyor, peşin yargıların doğru olmadığı anlaşılıyor. Çizginin o
kadar çeşitleri var ki, ille de çizgiye susayan kişi, bunlardan birine eli
yatmayan kişi, bir başkasından hıncını alabilir.
Şimdi çizgi
çeşitlerine örnek verelim:
Kendi adımızı
bir daktilo sayfasını kaplayacak boyda yazalım, sonra aynı harfleri alt alta
noktacıkları koyarak kuralım veya yan yana artı, eksi, virgül, bildiğimiz
rakamlarla harfi kurmaya çalışalım. İster nokta, ister eksi, ister rakam, ister
eşit işareti olsun, bunların birbirlerini kovalayarak belirttikleri şekil ve
çizgidir.
(Çizgi
çeşitlerinin zenginliğini merak edenler bütün milletlerin el yazılarını
incelemelidirler.)
Bizim ecdadımız
yazı sanatını daha doğrusu çizgiyi o kadar ciddiye almış ve bize bu yolda öyle
örnekler vermiş ki, bu çizgi yazı düzenleri dünya durdukça yaşayacak bir güçte
kurulmuşlardır. Eğer Atatürk Arap harflerini atıp Latin harflerini aldıysa bunu
bir sürü hesaptan sonra yaptı. Yekûn hanesinde haklıydı. Fes yerine şapka, Arap
harfi yerine Latin harfi almakla milletimizin yüzünü bir yönden bambaşka bir
yöne çevirdi. Atatürk’ün bu çabasını, bu çabanın kaynağını umursamayan
yabancılar:
- Bu canım
yazıları nasıl atıp da ötekilerini kabullendiniz diye ha-yıflanadursunlar. Biz
birini bırakıp ötekini aldıksa, bu fakir milleti bir an önce okumaya, yazmaya
kavuşturmak istediğimizdendi.
Ecdadımız Arap
yazılarını hiçbir Müslüman milletin ulaşamayacağı bir seviyeye ulaştırmış.
Yüzyıllar boyunca Arap’a, Acem’e, Hint’e biz hattatlar göndermişiz ve her
seferinde alnımızın akıyla çıkmışız. Bu alışveriş, Osmanlı împaratorluğu’nun
olduğu kadar çizginin zaferidir. Yani yüzyıllar boyunca biz yurtdışına çizgi
ihraç etmişiz. Eski Türk yazılarını alıcı gözüyle inceleyenler çizgilerindeki
çeşit bolluğuna dikkat etsinler. Yazı var bir milimetre kalınlığında, yazı var
bir metre kalınlığında. Ayasofya’daki peygamber adları, Bursa Ulu Ca-mi’deki
vavlar gibi.
Çizgi
Hazretleri
Bizim
karikatürcülerin işlerini gün geçtikçe büyüyen bir sevgi ile inceliyor;
çalışkanlıklarıyla, mesleklerine bağlılıklarıyla övünüyorum.
Bir avuç
sanatkârın (bir düzineyi aştıklarını sanmıyorum) bu kadar geniş ölçüde bir
varlık göstermeleri eşine, benzerine kolay kolay rastlanır olaylardan değildir.
Bizde, meslekten yetişmiş ressamları sayarsak, hiç olmazsa gençliğini mesleğine
bağışlamış olanlar beş yüzü bulur. Bunlar arasında her yıl arasız sergiler
açarak, bizdeki resim dünyasını kurmaya çalışanlar da elli kadardır. Fakat
şurası açıkça bellidir ki, ressamlarımızın dünyası, İstanbul ve Ankara’da
demiri atar. Hatta bu şehirlerin bile kıyısına bucağına kadar uzanamaz, bazı
semtlerinden dışarıya çıkamazlar.
Bugün Çallı
İbrahim’in adını duymayan resim meraklısı pek azdır. Ama sevgili hocamızın
resimlerini gören, hele onun resmini bir başkasının resminden ayırabilecekler,
parmakla sayılabilecek kadar azdır. Resim dünyamız çok ağır adımlarla yayılmaya
savaşırken, karikatürcülerimiz çok az zaman içinde büyük bir varlık
göstermişler ve yüzde yüz Avrupalı olan bu tada, bu çeşniye, on, on beş, yirmi
yıl içinde yüz binlerce yerli tiryaki yaratmışlardır. Gündelik gazetelerimizin
baskı sayıları yükseldikçe, karikatürcülerimizin işleri de her gün biraz daha
derinlemesine yayılıyor demektir. Büyük gazetelerimizin işledikleri birçok
günaha karşın (Mesela bazı büyük gazetelerimiz Hotanto’ya kadar adam
gönderirler de, Merdivenköy’e kadar gitmeye üşenirler.) girdikleri en büyük
sevaplardan birisi de bu olmuştur. Bizde karikatürü yalnız büyük gazetelerimiz
tutmuş ve bu sanatın kökleşmesini sağlamışlardır. Eğer bizde karikatür, en
kabadayısı dört beş bin satan dergilere ve dört beş sanatkârın her yıl
açacakları sergilere kalsaydı, bu güzel sanat kolu kolay kolay gelişemezdi.
Bugün sayıları bir düzineyi zor bulduğu halde, hiç düşünmeden,
- Bizde
karikatür vardır. Ve karikatürcülerimiz Avrupa ve Amerika’daki
meslektaşlarından hiç de aşağı kalmamışlardır, diyebiliriz.
Bizim
karikatürcülerde ressamlarımızın dikkatini çekmek istediğim iki nokta var.
Bunlardan birisi karikatürcülerimizin her Allahın günü ortaya iş
çıkarmalarıdır. Bağlı olduğu gazeteye her gün bir karikatür yetiştirmek
yetmiyormuş gibi, dergilerde de çalışırlar. Titizlik, mızmızlık, aşırı
alçakgönüllülük:
- Aman
Allahım!.. Benim dört beş dakikada çiziktirdiğim birkaç çizgi on binlerce
basılacak, şu kadar kâğıt, şu kadar makine, şu kadar göz nuru ziyan olup
gidecek!
îşte size bir
korku çeşidi ki, yüzlerce ressamın elini kolunu bağlar durur. Eğer aynı korku
karikatürcülerimizin parmaklarına dolan-saydı yanmıştık!..
Titizlik, hiç
şüphe yok ki sanatın şanındandır. Ama işin içine titizliğin özbeöz biraderi
kısırlık karışmayagörsün.
Titizlik iyi
güzel ama, hiç kimse bize bu dünyaya kazık dikeceğimizi garantilemiyor ki! Bu
bakımdan “zaman” karikatürcünün düşmanı değil, dostu olmuş. Gazetenin saati
“dan” der demez, karikatürcü işini teslim edecektir. Ama o gün ters kalkmış,
nezle olmuş, âşık olmuş, elleri titriyormuş, gözünün biri seğiriyormuş. Bütün
bunlar boşuna. Karikatür, ister istemez, saatinde klişeye verilecek. Yaptığın
işten memnun değil misin? Falanca köşeyi bir türlü dilediğin gibi çizemedin mi?
Olmadı değil mi? Üzüleceksin, yarın gazeteyi eline aldığın zaman için
sızlayacak, ceketini ters giyinmişsin gibi, kol saatini bir yerde unutmuşsun
gibi, önemli bir mektubun adresini yanlış yazmışsın gibi hatırı sayılır bir
sıkıntı duyacaksın.
Vapurda,
tramvayda, sokakta, hep o senin yarım kalmış çizgiler karşına çıkacak, bir
parça yüreğin darsa kanayıp duracak ama, ertesi günü bu acıyı tekrar tatmamak
için gözünü dört açacaksın.
- Amasya’nın
bardağı, bir olmazsa, bir daha!., deyip bir dahaki sefere bunun acısını
çıkaracaksın.
Şu “her Allahın
günü” ortaya iş koymak düzeni var ya! Bunu icat edenlerden Allah razı olsun.
Sanat adamını kendi haline bırakırsanız ya davulcuya varır, ya zurnacıya.
Yaptığı işe karışın demiyorum. Onu ne kadar serbest bırakırsanız, o kadar
kazanırsınız. Yalnız zamanı siz seçin. Ona belirsiz, sonsuz bir zaman vermeyin.
Bugün bizim
karikatürcülerimizi bu kadar az zamanda, bu kadar güzel geliştiren hiç şüphesiz
ki “her Allahın günü” çalışmaya mecbur olmalarıdır.
İlham perisine
kur yapmadan, mülayim saatler beklemeden, belli zamanlarda ortaya iş koymak.
İşte bütün
ressamlarımıza dilediğim bir çalışma sistemi.
Ressamlarımız
da bu kadar sıkı çalışmaya mecbur olsalardı, biz-deki resim dünyası şimdikinden
yüz misli daha fazla gelişirdi.
Kısacası: Ne
sihirdir, ne keramet, ne de el çabukluğu. Her Allahın günü mesleğe dört elle
sarılmak marifet. İster gündelik gazete karikatürcüleri gibi her gün başka bir
konuyu ele al, istersen de aynı konuya her gün yepyeni bir şey kat. Ama her
Allahın günü istim üstünde, alesta durabiliyor musun? Karikatürcülerden
ressamların alacağı derslerden birisi bu: Kılı kırk yarmayı beklemeden, sadece
kafada yapıp, kafada bozarak, işi ortaya koymak için yetmiş türlü şartın bir
araya gelmesini beklememek. Evde, salonda, kendi kendine değil de, doğrudan
doğruya sahnede, kuliste, çekirdekten yetişen aktörler gibi alkışları ve
ıslıkları sineye çeke çeke, halkın gözü önünde yetişmek.
Ressamları
karikatür üzerinde uzun uzadıya düşündüren özelliklerden birisi de şu olsa
gerek: Varını yoğunu bir tek çizgiye emanet edebilmek. Kıldan ince kılıçtan
keskin bir tek çizgi şişmanlayıp koyu bir leke, bir karaltı kesilmeden, bir
renk bulutundan, bir açık koyu tünelinden geçmeden, çırılçıplak resmin her
yanında dolaşabilmek.
Resim sanatının
güç yollarından geçmekten hoşlananlar çok iyi bilirler ki herhangi bir konuyu
renk cümbüşünün, açık koyu leke örgütlerinin yakınlarında dinlendirmeden
doğrudan doğruya çizgilerle belirtmek ressamı en çok yoran yolculuklardan
birisidir. Dünyanın en büyük ressamları arasında varını yoğunu sadece
çırılçıplak tek çizginin sırtına yükleyen yoktur. Klasik damgalı ressamların
hepsi çizgiyi hiçbir zaman tablolarında yan köşeye oturtmamışlar, onu sadece
tabloyu hazırlarken uşak gibi kullanmışlardır. Çizginin tek başına çok büyük
işler başarabileceğini klasiklerin elinde değil de hiçbir zaman “klasik ressam”
adı ile anılmayacak, isimsiz, şöhretsiz ustaların tezgâhında gördük. Sadece din
kuvveti ile Arap memleketlerine kadar uzanabilmiş eski Türk hattatlarının
şöhreti ile bir Leonar-do’nun ulaştığı şöhreti karşılaştırın bakalım.
Çizgi eski Çin
ve Japon sanatkârlarının elinde yalnız başına büyük bir kuvvet kesilmiş, İslam
medeniyetinde de yalnız nakış ve güzel yazı kisvesine bürünerek Garplıların
hiçbir zaman resim alanında ulaşamadıkları bir kudret kaynağı olmuştur.
İşin tuhafı biz
ressamların çok belalı, huysuz bir at gibi gözümüzde büyüttüğümüz çizginin
karikatürcülerin elinde kuzu kesilmesidir. Zaman azlığı, klişe şartları, en
kısa yoldan seyirciye ulaşma gayreti karikatürcüyü durmadan çizgiyi zorlamaya
götürmüş.
Ressamların
çoğu zaman ciddiye almadıkları, aldıkları zaman da gözlerinde umacı gibi
büyüttükleri çizgi atma karikatürcüler daha çocuk denecek yaşta atlar atlamaz
Üsküdar’ı geçiyorlar. Yolları açık olsun. Altlarında çizgi gibi bir küheylan
bulundukça bütün dünya onların demektir.
Bütün resim
meraklılarına yalnız mesleğe girerken değil de, mesleğin bütün duraklarında
çizgiden şaşmamalarını salık verirken, çizginin sadece bir arama tarama aracı
değil, renk ve leke gibi resim sanatının temel direklerinden birisi olduğunu
hatırlatırken, karikatürcülerimize de bir çift sözümüz var:
- Eğer çizginin
sırtına yükledikleri yükün hiç olmazsa birazını lekeye, birazını da renge
aktarırlarsa, hem çizgileri daha geniş bir nefes alır hem de karikatür alanında
atılan dev adımları resim sanatımıza eklenir.
Cumhuriyet, 19
Mart 1956
Resimde
Karikatür
Son yıllarda
kendisinden sık sık söz açılan ressamlardan birisi de Bernard Buffet oldu.
Paris’te çıkan haftalık sanat dergilerinden birisi gene bu ressamı parmağına
dolamış, tanınmış, tanınmamış çeşitli kimselerin bu sanatçı üstüne neler
düşündüğünü sorup soruşturmuş. Derginin aldığı cevaplar arasında birbirine
taban tabana zıt olanlar var. Günümüzün iyi ressamlarından birisi, has nakış
yolunda başarılı işler çıkaran Poliakov, genç ressamı öteden beri beğendiğini
söylüyor. Paletinden her çeşit taklidi çoktan atan “non figüratif” kelleyi
yoluna koyan bir ressamın, 1958 yılında hâlâ portreler yapmaya savaşan bir
başka ressamı tutması üzerinde durulacak bir olay. Demek ki kesin olarak
bambaşka iki yöne giden sanatçılardan birisi, kendi yolunu tutmadı diye bir
başkasını küçümsemiyor.
Demek yüzyıllar
boyunca bir tek çizgi halinde gelişen resim sanatı bugün tam ortasından ikiye
bölünmüş. Kılın kırka bölünebile-ceğine inananlar bizim mesleğin de ikiye
bölünebileceğini pekâlâ kavrarlar. Sahiden bizim meslek tam ortasından ikiye
bölündü. Alışageldiğimiz resim çizgisinin yanı başında ona paralel bir çizgi
daha peyda oldu. Bu iki çizginin birbirlerine paralel gitmeleri kardeş kardeş
geçindikleri için değil, tam tersine, bir daha ömrü billah birbirlerine
değmeyecekleri için! Demiryollarındaki demir çizgilerin bir bakıma kardeş, bir
bakıma da korkunç bir boşlukla ayrılmış olmaları gibi. Alışageldiğimiz resim
sanatının yanı başında beliren yeni çizgiye has nakış diyoruz. Nakış,
bildiğimiz nakış, komşuda görürsün, sen de benzerini yaparsın. Nakışın has
olması için onu yüzde yüz sen yaratacaksın. Ona kişiliğini, damganı, canını,
ciğerini katacaksın. Bunun alışageldiğimiz resimden çok daha belalı, çetin bir
yol olduğunu birkaç defa açıklamaya çalıştık. Çok daha zor. Çünkü bu yolun
yolcusu olabilmek için yolunu kendi ellerinle yapacaksın, atacağın her adımın
altına kendi ellerinle seni taşıyacak taşları döşeyeceksin. Mesleğinin
kurallarını öteden beriden hazır bulamayacak, kendi kendine kuracaksın.
Alışageldiğimiz
resmin bütün dünyaya yayılması için binlerce ressam uğraştı, didindi. Bunların
arasında en az birkaç yüz tanesi normalin çok üstünde bir çalışma gücü
gösterdiler. Akla hayale gelmeyecek şartlar da onların çalışma gücünü
destekledi.
Alışageldiğimiz
resim yolunun her iki tarafında telgraf direkleri gibi ustalar, büyük ustalar,
dâhiler dizili. Halbuki yeni yolun yolcuları işe koyulalı ne kadar oldu? En çok
elli yıllık bir hikâye bu. Bu elli yılın yarısı da bir sürü el yordamları, bir sürü
“çıkar mı, çıkmaz mı” hesapları ile geçti. Has nakış yolu sahici meyvelerini
vermeye başlayalı ancak yirmi beş-otuz yıl oldu.
Has nakış
sanatını, bildiğimiz resmin daha gelişmiş, daha ileri gitmiş bir hali olarak
kabul etmemek lazım. Bu dal, ihtiyar resim ağacının kütüğünden fırlayan, başını
alıp giden bir dal değil. Değil, çünkü bir defa kökleri başka, meyveleri
bambaşka. Birinin dalından bir salkım üzüm sarkıyorsa, ötekinin dalında şarap
şişeleri var. Boş değil, dolu şişeler! Birinin dalından ekmek sarkıyorsa,
ötekinde terra-misin, penisilin tüpleri!..
Evet, her ikisi
de bizim iyiliğimiz için ama biri nereden geliyor; öteki nereden? Bugün tepkili
uçak ne kadar kağnının ileri gitmiş hali sayılırsa, has nakış da bir o kadar
bildiğimiz resmin gelişmiş örneği olabilir.
Eğer son resim
akımları, daha öncekinin kendiliğinden bir gelişmesi olsaydı, ortalık sütliman
olurdu. 958 model otomobilin 938 modelden her bakıma üstün olması gibi, hepimiz
şaşırmadan bu yeni akımı benimsedik. Halbuki has nakış bir yandan başını almış
kendi yolunda yürürken, bildiğimiz resim de hâlâ kendi yolunda.
Söze başlarken
adını ettiğimiz genç Fransız ressamı hâlâ bildiğimiz resmin yolcularından
birisi. Onun hakkında en doğru sözü bir karikatürcü söylemiş bence. Zaman zaman
karikatürlerini bizim gazetelerde de gördüğümüz Moss, Buffet için,
- Yaman bir
mizahçı ama kendisi farkında değil, diyor. Buffet’in resimlerinde karikatür
büyük ölçüde yer aldığı için Moss doğru söylüyor.
Alışageldiğimiz
resimde taklidin büyük bir payı olduğunu, ama büyük ustaların taklidi her zaman
aştıklarını birkaç defa söyledik. Büyük ustalar hiçbir devirde inceledikleri
konuyu olduğu gibi aktarmamışlar tablolarına. Hemen hemen hepsi konuyu
değiştirerek almayı üstün tutmuşlar. Mesela adamın boyu kısa mı? Daha kısa
yapmışlar. Burnu uzun mu? Daha uzun çizmişler. Eski resim yolundaki taklitle
bizim meşhur meddahların taklidi arasındaki benzerlik yabana atılmaz. Bir
Arnavut, bir Yahudi, bir Ermeni, bir Rum, bir Boşnak vatandaşımız Türkçemizin
canına okuyarak konuşur, oralı bile olmayız.
Ama bu konuşma
bir gün Ferdi Tayfur’un diline düşerse seyrey-le sen gümbürtüyü! Ferdi’nin
taklidinde sanat yapısını, icat yapısını aramak lazım.
Alışageldiğimiz
resim sanatını ayakta tutan direklerden birisi “mü-balağa”dır. Sivriyi bin kat
daha sivri, boduru bin kat daha bodur yaptın mı, taklit yolundan icada doğru
saptın demektir. Resim ve heykel sanatının en büyük ustaları “heybetli”,
“kocaman”, “kabına sığmayan”, “bitip tükenmek bilmeyen” etkilerini
sağlayabilmek için konuyu olduğu gibi değil, diledikleri gibi çekip
çevirmişler, parça boyları arasındaki farkları akıllarına estiği gibi
değiştirmişlerdir.
Karikatür
sanatı bu dönemeçte doğmuştur. Ressamın konuyu dilediği gibi çekip
çevirmesinde, Bernard Buffet’de karikatür dozu alışageldiğimizin çok
üstündedir... İnsan vücudunun parçalarını dilediği gibi kesip biçmede,
alışılmış ölçüleri büyük bir mübalağa ile altüst etmede en iyi karikatürcülere
yaraşan cesareti gösterdiği meydanda.
Baş
döndürürcesine bir süratle gelişip yayılan has nakışın yanı başında
barınabilmesi için resim sanatının bambaşka köklerden faydalanması şart. En
önemli kaynaklardan birisi de karikatür. Karagöz’le Hacivat’ın kulakları
çınlasın!..
Cumhuriyet, 3
Şubat 1958
Leke
Tablosuna
koyduğu rengin koyuluk derecesinden sorumlu olmayan kişi ressam değildir.
Her rengin kendine
has bir çeşidi (mavi, kırmızı, sarı, mor, yeşil), bir de koyuluk derecesi
vardır. Rengin koyuluk derecesinden sorumlu olmadınız mı, işinizde hiç
tasarlamadığınız biçimler belirir. Çevrenin alt tarafları mor diyelim. Asfalt
bir yol, onun üstünde turuncu bir tarla, daha üstte bir dağ dizisi, en üstte
gökyüzü diyelim, çevremizin içinde çeşitli boylarda dört şerit birbirine
paralel uzanıyor. Bunların hepsi bambaşka renklerde. Rengin koyuluğundan
sorumlu olan ressam şunu çok iyi bilir ki, bu dört şeritten hangisi en açık
veya en koyu ise gözümüze ilk defa onlar ulaşacaklardır.
Çünkü gözümüz
renk çeşitlerinden önce renklerin açıklık ve koyuluklarından etkilenir.
Fmdıklı’dan bir gece vakti Üsküdar’ı seyrettim. Dizi dizi ışık gözeleri
görürüz, birisi sorsa:
- En kuvvetli
ışık gözeleri hangileri? Onları parmağımızla gösterebiliriz. Ama bu ışık
gözelerinin aralarında bir renk farkı var mı diye sordukları zaman tekrar ve
daha dikkatli bakmamız gerekir. Dikkatle baktığımız zaman görürüz ki, bu ışık
gözeleri arasında renk farkları vardır. Kimi hafiften sarıya çalar, kimi
mavimtıraktır, kimi yeşilimsi. İnsan ilk bakışta bu küçük renk farklarını
göremez de ışığın gücünü, ışığın boyunu görür. Biri daha parlak, biri daha
sönük, biri daha geniş, biri daha toparlak. Kısacası gözümüz rengin çeşidinden
önce rengin açıklık-koyuluğundan etkilenir. Dört elemandan biri olan leke bu
yüzden büyük bir önem taşır. Bembeyaz bir sofra örtüsü üstüne bir şişe mürekkep
dökülür; örtü sahibi dökülen mürekkebin mavi, kırmızı, mor, yeşil olduğunu fark
etmeden:
- Eyvah sofra
örtüsü lekelendi, der. Leke dendiği zaman benim aklıma ilk defa gelen bu oldu.
Çok tuhaftır, kırk senelik meslek hayatımda bütün arkadaşlarım, bütün
öğrencilerim leke dendiği zaman hep ak üstünde karayı düşünürler.
Bu ileride
üzerinde duracağımız beyaz rengin özelliklerinden biridir. Resim dilinde leke
hem açık üstünde koyu olur, hem koyu üstünde açık. Yıllar boyu aynı konuyu hep
açık üstünde koyu olarak veren ressama bunun tam tersini gösterdiğim zaman
şaşırır. Konunun açık üstünde koyu ve tam tersine koyu üzerinde açık oluşu
bambaşka iki lezzettir. Bazı insanların göz yapısı açık üstündeki koyuyu derhal
kavrar. Kimi de tam tersine. Leke deyince boyuna açık üstüne koyuyu
hatırlamamız durup dururken olmamış. Yedi yaşında elimize verilen kalem
yetmişine kadar hep açık üstünde koyu karalamış ama bir de okullardaki siyah
yazı tahtası var, tebeşir koyu üstüne açık yazar. Kim bilir, belki de koyu
üstünde açık bize bu yüzden sevimsiz gelir. Ben kendi payıma, bana okulu hatırlatan
her şeyden soğudum ama öğrencilerimin de hep lekeyi açık üstünde koyu olarak
belirtmeleri beni hâlâ düşündürür. Açık, koyu sözüne tabiatta en yakın olay
gece ve gündüz olmalı. Gece deyince benim aklıma koyu üstünde açık gelir.
Gündüz deyince de açık üstünde koyu. Tabiat ana sanki ressamlara ders vermek
ister gibi bu ikili düzeni kurmuş.
Mağara
devrinden günümüze kadar ressamca işlenen bütün konularda ister koyu üstüne
açık olsun, ister açık üstüne koyu, leke diye başına buyruk bir tat, bir lezzet
var. Öyle bir lezzet ki, tatlı, tuzlu, ekşi, acı gibi keskin. Lekenin kendi
başına buyruk bir güç olduğunu anlatmaya çalışalım. İster ayın on dördünde
olsun, ister alacakaranlıkta, ister hayal meyal bir ışıkta. Ağaçlar, evler,
toplar, kayalar renklerinden soyunurlar, bir tek karaltıları kalır. Hepimiz,
daha çok çocuklar bu karaltılardan ürkeriz. Gayet iyi hatırlıyorum, dokuz on
yaşlarımda
idim. Evimizin yirmi adım ötesindeki komşuya karanlıkta gidemezdim. Arada dört
beş ağaç, bir iki ev karaltısı vardı. Bunlar bazen korkunç bir canavarı, bazen
bir ölü kafasını, bir yengeci, bir yılanı, kısacası bir çocuğu korkutacak ne
kadar muzır şey varsa onları hatırlatırlardı. Aradan kırk sene geçtikten sonra
farkına vardım, bir karaltı bize çok çeşitli şeyleri aynı anda hatırlatırsa
ürkü-yoruz, şaşırıyoruz, korkuyoruz, seviniyoruz, kısacası aynı anda birbirine
taban tabana zıt çeşitli duyguların etkisi altında kalıyoruz.
Bir karaltı
bize boyuna aynı şeyi hatırlatırsa, ne ürküyoruz ne korkuyoruz ondan, sadece
bakıyoruz. Karaltıyı ressamca kullanan kişi bunun farkına varmış. Ak üstüne
öyle bir kara süreyim ki demiş, bir bakışta insana bir sürü şeyler hatırlatsın.
Daha güzeli, sana hatırlattıklarını bana hatırlatmasın. Biz okulda bu olaya
Türkçe bir ad vermek istedik, karaltıya “cinli leke” dedik; öyle bir karaltı ki
bir bakışta cin gibi çarpsın ve sen çarpanın kim olduğunu bilmeyesin. Cinli
lekenin Fransızcadaki karşılığı “expressive silhouette”. Fransızca-da resim
dilinde boyuna harcanan ekspresif kelimesinin karşılığını bulmak zor. Lügat
anlamı “ifadeli”. Dilimizde ifadeli hiçbir zaman “korkunç” anlamına gelmez.
“Çok ifadeli sözler vardır,” sözü de bir yargıdır.
Halbuki
Fransızcada ekspresif sözü “akılda kalan, unutulmayan” anlamına gelir.
Bir insan
tasarlayın, gözünün akı yumurta akı gibi olmuş, gözünün bebeği akma bulaşmış,
bu insan için “ifadeli gözleri vardır” denmez, dilimizde buna sadece korkunç
denir. Öyle bir şey ki bir defa gördün mü ömrü billah unutamazsın. Öyle bir
leke yapacaksın ki bir gören bir daha unutamayacak. Ama diyebilirsiniz ki ben
öyle bir çizgi çizebilirim ki, iki rengi öylesine ayarlarım ki bir gören bir
daha unutamaz. îşte bütün mesele burada. Lekenin akılda kalma gücü renkten,
çizgiden ve benekten çok daha fazla.
Leke Tasaları
Açık üstüne
koyu karaltı lekedir. Koyu üstünde aydınlık da lekedir. Yani leke deyince akla
ilk gelen açık üstünde koyudur. Oysa aksi de lekedir.
Lekeyi çalışan,
çizgiden, renkten, benekten medet ummaz. Leke yalnız başına kendini kabul
ettirme gücüne sahiptir.
Leke deyince
çokları en ak üstünde en karaya giderler. Yahut da siyah yazı tahtasında
tebeşir aydınlığına. Yani boyaların en son derecedeki koyuluk ve açıklıklarına.
Halbuki tertemiz bir yatak çarşafı üstünde terli elin izi bir lekedir. Temiz
yastıkta yağlı saçların izi lekedir.
Herhangi bir
konuyu iki lekeye indirmek kolay değildir. Konuya hacim vermek ne kadar zorsa,
bu hacmi boşaltarak konuyu dümdüz yapabilmek de o kadar zordur. Minyatürlerdeki
atlar kabarmazlar, dümdüz olmaları, cansız görünmeleri istenir. Nakış gibi
durmaları istenir. Şişko bir atın karnını kâğıt gibi dümdüz etmek kolay
değildir.
Leke yapan şunu
çok iyi bilecek: Yaptığı leke bize aynı anda birçok şeyi hatırlatacak. Hem kuşa
benzeyecek, hem gemiye, hem deveye benzeyecek, hem ağaca, hem eve... İşte buna
“cinli leke” derler. Silhouette expressive. Bu leke aklımızda öylesine yer edecek,
öyle silinmez bir iz bırakacak ki onu çok kolaylıkla bir başkasına tarif
edebileceğiz.
Leke akılda
kalması bakımından çizgiden ve renkten daha etkilidir.
Leke, renkten
önce göze ulaşır. Karanlıkta ışık gözeleri önce ışık = leke = aydınlık
gözeleridir. Sonra hafifçe renkler belli olur.
Bir rengin
koyuluk-açıklık derecesi onun renk şiddetinden daha etkilidir. Gözümüz renk
çeşitlerinden önce rengin açıklık-koyuluğu-nu seçer.
Üç leke düzeni:
açık-orta-koyu. Orta, açıktan ne kadar aksa, koyudan da o kadar uzak duracak.
Resim olarak üç lekeye bölünen tablo her ışıkta görünme gücüne kavuşur. Gün
ışığı, ay ışığı, mum ışığı, çıra, lamba, ampul ışığı gibi.
Üç leke düzeni
bugüne dek yapılmış bütün işlerde vardır. Yalnız açık-koyu ile resim yapabilmek
mesleğin en zor ve en çok disiplin isteyen tarafıdır. Yalnız açık-koyu ile
resim yapmak adı büyük ressama çıkanlara değil, adsız, sahipsiz kimselere nasip
olmuştur. Halk sanatlarında olduğu gibi. Saf lekenin dünyaya kendini kabul
ettirmiş ressamların işlerinden çok, ilkel kabile işlerinde, imzasız halk
sanatlarında ağır basması, yalnız bir güzellik tasasına bağlı değildir. İlkel
toplulukların, fakir halkın, büyük kültür ocaklarından çok uzaklarda yaşayan
köylülerin ellerinde diledikleri kadar dayanıklı boya yoktur. Ak üstünde yalnız
bir karayla, koyu üstünde yalnız bir akla yetinmek zorunda oluşları onları leke
düzeninde vurucu kılar. Örneğin, mağara duvarlarındaki bizon öküzleri, köy
kilimlerindeki, bakır işlerindeki, oyma, kakma işlerdeki, ayakkabı boyacı
kutularının üzerindeki nakışlar, yazma nakışları, karagöz ve soylu seramik
sanatındaki nakışlar gibi.
Resmi iki
lekeye indirmek büyük bir başarıdır. Çünkü doğada koyuluk derecesi sayısızdır.
Ressam koyuluk derecesini bir disipline alıyor, en aza indiriyor ve gözümüzde
kesin bir etki yapıyor.
Resmine sürdüğü
rengin koyuluk derecesinden yüzde yüz sorumlu olmayan ressam onaramayacağı
işler açar başına. Örneğin, diyelim ki konu toprak, deniz ve gökyüzünden
kuruludur. Gökyüzü koyu, deniz açık, toprak orta lekelerle işlenecektir. Bu
değişik üç parçadan her biri aynı koyulukta olmak şartıyla sayılamayacak kadar
renkle beslenebilir. Ama bu renklerden bir tanesi, diyelim gökyüzüne
süreceğimiz renk koyuluğu kontrol edilmeden konursa, öteki lekelerden biriyle
hiç arzu etmediğimiz bir ilişki kurabilir.
Kullandıkları
renklerin koyuluk derecelerinden yüzde yüz sorumlu olan ressamların paletlerini
çok yakından incelerseniz, kullanılan renklerin sonsuz değil, parmakla
sayılacak kadar sınırlı olduğunu görürsünüz. “Her kuşun eti yenmez” demişler.
Bilinen renklerin koyuluk derecelerinin bütün basamaklarında perende atmak da
şart değildir.
Biçim tasasının
ressamca ele alınması ekspresif silueti doğuran nedenlerden biridir. Çevreyi
çökertmeden, kabartmadan etkileyici bir biçim bulmak kolay değildir. Biçim
tasası resim sanatına has değerleri çiğneyecek kadar ileri giderse ressamın
paleti bırakıp heykel araçlarına sarılması daha iyi sonuçlar verir. Nitekim
dünyaca tanınmış birçok ressam, Leonardo ve Michelangelo’dan günümüze dek gelen
Degas, Renoir, Gauguin, Matisse, Modigliani, Picasso, Miro, Max Ernst zaman
zaman resmi bırakıp heykele yönelmişlerdir. O kadar ki, günümüzün heykelcileri
Picasso’ya 20. yüzyılın en iyi heykelcisi demekte tereddüt etmezler. Buna
karşılık bir Bonnard’ın, bir Van Gogh’un, Cezanne’ın hiçbir zaman heykele
yönelmemeleri üzerinde durulacak bir olaydır.
Biçim ekspresif
bir siluet halinde çevreye girdiği zaman resim sanatına mal ediliyor. Fakat
başlangıçtan bugüne dek resim sanat tarihini incelediğimiz zaman resim
sanatımızın öz elemanlarından biri olan çizgi gibi siluetin de resim dışı
kaldığına tanık oluyoruz. Ne tuhaftır ki çizgi ve siluet elemanları
yüzyılımızın başına kadar resim sanatından çok, nakış sanatında görülmüştür.
Günümüzün büyük
ressamlarında bizi etkileyen değerlerden birisi de ressamın meslek hayatı
boyunca değişik koyuluk dereceleri ile çalışmasıdır. Örneğin, bir resimde en
açık leke “saf beyaz”, en koyu leke “okr sarısı”. Bir başka resimde en açık
“okr sarısı”, en koyu “emerot yeşili”, diğer bir resimde en açık “emerot
yeşili”, en koyu “prusya mavisi” gibi. Bunun en güzel örneklerine Bonnard, Van
Gogh, Matisse, Klee ve Mirö’da rastlıyoruz. Dünyaca değerleri kanıtlanmış İran,
Türk, Hint minyatürlerinde böyle bir tasaya rastlanmaz. Minyatürlerin hemen
hemen tümünde koyuluk dereceleri en açık beyazdan başlar, kuzguni siyahta
biter. Buna karşılık nakış sanatında, özellikle eski Çin seramiğinde, İran,
Türk dokuma, örme işlerinde değişik koyuluk dereceleri, nakış sanatına bitip
tükenmeyen zenginlikler bağışlar. Koyuluk derecelerinin resim sanatında
bilinçli bir şekilde değişmesi empresyonistlerle başlar. Buna karşılık dünyaca
tanınmış köklü nakış sanatında bu değer çok daha gerilere gider. Günümüzün
büyük ressamlarından F. Leger ve Ro-uault’da koyuluk derecelerinin hemen hemen
tüm resimlerinde aynı olması, bu ustaların zaman zaman renkten çok biçime bağlı
kalmış olmalarından ileri gelir. Biçim tasası ağır bastıkça ressam renkten
fedakârlık yapar. Biçimi tam anlamıyla değerlendirmesi için hep aynı koyuluk
dereceleri içinde kalır. Bunda ressamın göz yapısının da büyük payı vardır. Her
göz, bazı koyuluk derecelerine daha yakındır. Çok genç yaşta resme başlayanlar
bazı egzersiz yollu çalışmalarla bu noksanı giderebilirler.
Resimden büyük
ölçüde faydalanmak isteyen mimarlar leke düzenini birinci plana alan ressamları
seçmekte haklıdırlar. Yapıya renk tadı katarken mimarın haklı olarak üstüne
titrediği biçimleri çiğneyip geçmemek için leke tasasının ağır basması gerekir.
Leke düzeni akıllıca çözümlenmiş bir kompozisyonu mimar değişik araçlarla
binaya çıkabilir. Bu tahta olabilir, bakır olabilir, deri olabilir, seramik
olabilir, mozaik olabilir. Böylece bir konuyu aklı başında her işçi kolaylıkla
binaya çıkabilir.
Öz lekenin
yaşamda değişik yerlerde kullanıldığına tanık oluyoruz. Savaşta tankların,
topların, kalelerin akıllıca siluetlerle donatılarak doğaya yakıştırıldığını
görüyoruz.
Memleketimizde
geçmiş bir tavuk çiftliği olayı meşhurdur. Bulunduğu ilin tavukçuluktaki
tutumunu hiç beğenmeyen valimiz, modern bir tavuk çiftliği kurdurur. Dünyanın
en namlı tavuklarını, horozlarını getirtir. Öyle tavuklar ki bizim yerlilerden
üç defa ağır çekiyor. Yumurtaları desen, hem çok büyük hem de bol. Valimiz bu
cins tavukları yok fiyatına köylüye satmak için yıllarca uğraşıyor. Ama köylü
Nuh diyor, peygamber demiyor, yanaşmıyor. Vali üç yıl dayanı-
yor, üçüncü
yılın sonunda birkaç köylüyü inandırıyor. Altı ay içinde köylüler yeni
tavuklara öylesine ısınıyorlar ki, öyle para kazanıyorlar ki, vali sevincinden
uçuyor. Amma velakin cins tavukların üstünde de acayip, yırtıcı kuşlar uçmaya
başlıyor. Şahinler, atmacalar, kartallar hiç o semte uğramazken kaynaşmaya
başlıyorlar. Günlerden bir gün o canım bulut parçası gibi ak pak “legorn”lar
(bir tavuk cinsi) şahinlerin, atmacaların hışmına uğruyorlar. Bir ay içinde
yırtıcı kuşlar cins tavukların tümünü parçalıyorlar. Kıssadan hisse: Bizim
yerli tavuklar ufak tefek ama doğdukları toprağın rengine öylesine uymuşlar ki,
şahinler, atmacalar yukarıdan onları bir türlü göremiyorlar, ama koyu
kahverengi zemin üstünde ak pak, kar topu gibi tombul tavukları yırtıcı kuşların
çok yükseklerden görür görmez pike yapmaları bir oluyor. Vali Bey bizim
atölyede renk ve leke dersini dinleseydi, ya dışarıdan bembeyaz tavuklar
getirtmez ya da bizimkilerin rengine uygunlarını getirtir, hiç olmazsa onları
boyardı.
Güneşçigiller
(Empresyonistlerin
resim çizgisine, resim zincirine ekledikleri en önemli halka, renge
yöneliştir.)
Güne, güneşe
dönenler, günden, güneşten medet umanlar, bütün uğraşlarını gün ışığına
bağlayanlar, gün ışığının çevremizi kaç çeşit renge, kaç çeşit biçime
buladığını izleyenler için izlenim kelimesinin empresyonu karşıladığını
savunmak çok zor. Hele resim dilinde mümkünü yok. Ne demek izlenim? Ayağın
karda iz bırakması, beş terli parmağın duvarda iz bırakması, hırsızın, polisin
anladığı alandaki izle resim alanındaki empresyonun ne ilgisi var? Resim
alanındaki ağırlığı bir tek kelimeye sığabilir: Güneşe, güneş ışığına.
Empresyonistler şunu yaptılar bunu yaptılar derken, şunu getirdiler şunu
götürdüler derken, bir Fransız okuyucu veya seyircisi bir tek şey düşünür:
Güneşin çevremizi etkilemesi. Gün ışığı sabahın köründe söğüt ağacını şöyle
aydınlatır; bu, “görüntü söğüt ağacının” öğle vakti bambaşka, ikindi vakti daha
bir başka, akşamüstü bunlardan hiçbirine benzemeyen bir başka olması demektir.
Konu gün ışığı, güneş ışığıdır; mum, çıra, ay ışığı, elektrik ışığı, lüks
lambası ışığı söz konusu değildir. Amaç, güneş ışığının eşyayı inanılmaz
şekilde değiştirmesidir. İzlenim kelimesinde bu tasalardan en ufak bir iz
yoktur. Bu kelimeyi daha doğarken etkisiz kılmak yerinde olur. İşin ressam-cası
şudur: Yüzyıllar boyunca konularını kapalı çevrelerde incelemeyi üstün tutan
ressamlar, birdenbire açık havaya çıkıyorlar. Yüzyıllar boyunca bir insanı, bir
soğanı, bir elmayı, bir ekmeği ille de bir oda içinde inceleyen ressamlar, aynı
konuları bahçede, gün ışığında incelemeye başlıyorlar.
Peki bir
insanı, bir soğanı, bir ekmeği ha oda içinde incelemişsin, ha bahçede, arada ne
fark var? Eğer inceleyen göz sabırlı ve namuslu ise ha odada olmuş, ha bahçede?
îşte bütün sorun burada. Ressamın çoğu zaman kalın perdelerle kapalı
atölyesinden göz kamaştıran gün ışığına çıkmasında. Cezanne’a ne yapmak
istediğini sordukları zaman, “Poussin’in atölyede yaptığını doğa karşısında
yapmak istiyorum,” dermiş. Buradaki doğa, günlük güneşlik doğanın ta
kendisidir. Tek pencereli odadaki soğanın kavuştuğu ışıkla, harman yerindeki
soğanın emdiği ışık arasında inanılmaz bir fark var, bunu fizik ölçülerine
vurmak gerekirse, birisi on beş mumla aydınlanıyor, öteki on beş bin mumla
aydınlanıyor demektir. Pozometre kullananların kulakları çınlasın!..
İşte
empresyonistlerin, güneşçilerin resim alanına getirdikleri unutulmaz yenilik
buradadır. On beş mumla, on beş bin mum arasındaki aydınlık farkı!
Gün ışığının
çevremizi ne denli etkilediğini ressamca belirten Monet, gün geçtikçe daha
büyük bir önem kazanıyor. Resim sanatının belkemiğinin renk olduğunu, renk
dışındaki bütün tasaların heykel, yapı, nakış sanatında çok daha ağır bastığını
biliyoruz. Rengin resim alanında, resim mesleğinde tek başına biçim kadar
vurucu, tek başına biçim kadar etkileyici, kurucu olduğunu anlayan ilk ressam
Monet’dir. Monet’den önce resim dünyasında biçimden en ufak bir medet ummadan
kendini kabul ettiren bir tek ressam yoktur. Monet bu alanda kesin ve kararlı
olduğunu işlediği konuların boylarıyla da ortaya koymuştur. New York’ta bir
yangında yanıp giden nilüferlerinden çok şükür bir başkası, bir eşi buna
şahittir. Bu boy, tutulan yolda en ufak bir tereddüt olmadığını belirten
örneklerden biridir. Rengin tek başına büyüleyici, vurucu, sersem edici,
uyandırıcı, düşündürücü bir güce sahip olduğunu ilk kez bütün ağırlığı ile
ortaya koyan Monet oldu.
Bir litre
mavinin bir gram maviden daha mavi olduğunu savunan Gauguin, Monet’den çok
sonra geldi. Rengin biçimden en ufak bir medet ummadan, yani ben ne bulutum, ne
gemiyim, ne dumanım, ne karayım, ne suyum demeden var olduğunu saptamak
Rothko’ya nasip oldu. Ne tuhaf, ’62 yılında Rothko’yu tanıdım. Rengin bu eşsiz
savunucusuna, bir Don Kişot aşkı ile rengi değerlendiren bu şövalyeye nereye
dayandığını sordum. “Benim bütün kaynağım Rönesans’tır,” dedi. Gayet iyi
hatırlıyorum, ona bu soruyu yöneltirken Monet aklımın ucundan geçmemişti. Dört
metrekare sarıyla dört metrekare moru ve bir o kadar griyi bir çevreden yan
yana getirmek, yalnız ve yalnız halk sanatına, vahşi kabile sanatına, isimsiz,
sahipsiz nakış sanatına mal olabilirdi. Ben Rothko’dan böyle bir cevap
bekliyordum. O anda renk konusunda Monet’nin baş tacı edileceği aklımdan bile
geçmiyordu. Ama son yıllar renk konusunda Monet’nin ne kadar önemli bir yer
aldığını gösterdi. Empresyonistlerin, yani gü-neşçilerin resim çizgisine, resim
zincirine ekledikleri en önemli halka, renge yöneliştir. Şurası kesin bir
gerçektir ki renk, resim alanında üvey evlat olmuştur. Biçim bütün dönemlerde
başköşeye oturtulmuş, renge nefes aldırılmamıştır. Çünkü biçim bir geçim yolu
olmuştur. Biçim, yazı gibi, bayrak gibi, lokomotif, uçak gibi pratik alanda
vurucu olmuştur. Bir ressam kısa zamanda büyük bir şöhret mi yapmak istiyor,
biçime yönelmiştir. Çünkü biçim, resimde hikâye anlatır, konular dizer,
kılıçlar çeker, cart curt eder ama rengin, belirsiz bir kır çiçeği pembesinin,
sağır bir kireç mavisinin esamisi okunur mu? Empresyonistler, güneşçiler,
rengin vurucu gücü üzerinde durmakla sanata yeni bir basamak kazandırdılar.
Fakat ne tuhaf bir gelişimdir ki güneşçilerin renge yönelen ellerini biçim bir
yumrukta kırdı geçirdi. Monet’nin rengi yücelten davranışı, Seurat’ların,
Cezan-ne’ların himmetiyle yine biçim dünyasına mal oldu. Ve renk tam hedefine
ulaşırken öyle bir biçim çelmesiyle yıkıldı ki, ortaya “kübizm” çıktı.
“Kübizm”in yalnız resimde değil, yapı sanatında, nakış sanatında, günlük
hayatımızı bölüşen eşyada ne kadar ağır bastığını hepimiz yaşadık. Bereket bu
döneme bir Van Gogh, bir Gauguin rastladı... Bu ikisi rengi hiçbir zaman biçime
ezdirmediler. Van Gogh’un getirdiği en güzel hediye “renk”tir. Aynı koyuluktaki
renklerin göz kamaştırmasını ilk önce Van Gogh anladı.
Resimdeki
güneşçiler, bütün konularını güneş etkilerini incelemeye bağlayanlar, renk
alanında unutulmaz bir adım attılar. Renge yepyeni ufuklar, imkânlar
sağladılar. Kübizmin çelmesine karşı sende-ledilerse de devrilmediler. Kübizm
resimden çok kardeş sanatlara mal oldu. Ama bu arada üzerinde durulmaya değer
bir tutum var. Gü-neşçigiller renge yepyeni ufuklar açarken, hiçbir zaman renk
diyemediler. Renk kelimesinden umacı gibi korkuyorlardı sanki! Zavallı renk,
senin sahibin ressamlar değil de kimler?
Evet, bu uğraş,
bu didim renk uğruna değildi. Rengin esamisi okunmuyordu. Güneşin dünyamıza
bağışladığı en büyük hediye, “renk” hiçbir ressamın diline dolanmıyor, bunun
yerine sadece, kısaca “ışık” diyorlardı. Işık daha kibar, daha “âlimane”
kaçıyordu anlaşılan. Renk dediğin de ne ki? Olsa da oluyordu, olmasa da... Adı
“klasik”e çıkan ustalar bunu çoktan ispat etmişlerdi: Güzel bir hatun, güzel
bir at, güzel bir geyik, güzel bir testi, mavi de olsa güzeldi, toprak rengi
olsa da güzeldi. Mermerden, tunçtan, çamurdan da olsa güzeldi. Renk? Yalova
kaymakamıydı!..
Evet, bu yüzden
renk diyemediler, güneşçigiller... “Işık” dediler. Halbuki ışık deyince bir
sürü ışık gözesi vardı... Mum, çıra, kandil olsun, renk olmasın da çıra ışığı
olsun.
Fransa’nın
resim alanında görüp göreceği rahmet, güneşçigillerin armağanı olmuştur. Biçim
alanında Fransızların gözle tadılan sanatlarını kardeş memleketler fersah
fersah aşarken, resim alanındaki bu atılıma Fransa kaynak ve beşik oldu. Bütün
dünya müzelerinde kahverengiyle siyahın, kiremit kırmızısının, koyu mavilerin,
koyu yeşillerin, sayısız isimsiz grilerin cirit oynadığı alacakaranlıkta
güneşçigillerin paleti zindana sızan gün ışığı gibi parlar. Müze meraklıları bu
farkı, bu geçişi, bu kapalıdan açık havaya çıkışı çok iyi bilirler. Bu, resim
sanatının kısaca bir “Oh be!” çekmesi ve en kısa yoldan renge yönelmesidir.
Ressam olduğu ölçüde çok iyi bir heykeltıraş olan, renkten önce biçimin eseri
olan Degas, güneşçigillerin ilk sergisi yarı alaylı tebessümler arasında
açılırken, pek telaşla yakalarını kaldırmış, çok üşümüş bir kimse taklidi
yapmaya koyulmuş. “Hayrola üstat?” diyenlere,
- Aman dikkat,
çok büyük cereyan tehlikesi var, demiş.
Ne güzel
söylemiş şeytan Degas! Ne güzel mimlemiş güneşçigil-leri. Onları, güneşini.
Güneşin
dünyamızı nasıl etkilediğini, bu yolda çalışanların ortaya ne biçim işler
koyduklarım merak edenler, Dolmabahçe Müzesindeki Nazmi Ziya Salonu’nu alıcı
gözüyle incelesinler. Bu akımın en güzel örneklerini Türk resmine ilk getiren o
olmuştur. Aynı yolda Çallı, Hikmet ve Feyhaman hocalarla, Lifij’in, daha sonra
Eşref Üren’in dünya çapında işlerini gördük. Görmesine gördük de nasıl
değerlendirdik bunları dersiniz? Bu ustalardan hangisine bir kitap basabildik?
Bir okul açarcasına çıkacak bir kitap!.. Belki yabancılar bir gün himmet
ederler de biz de bu ustalarımızın, Mualla misali, kadirlerini biliriz.
Evet
güneşçigiller resim dünyasına nur topu gibi bir hediye bağışladılar... Gün
geçtikçe daha büyük bir değer kazanan bu hediyenin adı:
Renktir.
Günle güneşe
cenktir.
Bu akım ister
istemez memleketimizde çeşitli kollardan tekrar filizlenecek. Filiz dedim de
aklıma geldi, fışkıran yepyeni bir filizden, Filiz kızımızdan söz açacağım.
Güneşçigillerden değil o, ama çevresini inanılmaz bir sevgi ve saygıyla
inceleyenlerden. Bu yazımı güneş-çigillere borçlu olduğum:
Bu sapsarı
sıtma bu masmavi gurur
Ne tosunlar
doğurmuş ne tosunlar
Bak daha neler
doğurur
dizeleriyle
bitirecektim ama aklıma şimdi daha iyisi geldi. Sevgili Cahit Sıtkı söylemiş:
Her mihnet
kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin
penceremden.
Milliyet Sanat,
9 Ağustos 1974
Bir Çift Renk
Çingenepembesini
takmış koluna
Üstüme üstüme
yürüme yeşil
Üstüme varma
yeşil
Etme yeşil
Eyleme yeşil
Gözünü sevdiğim
yeşil
Çıldırdın mı
sen yahu?
Rasgele bir
pembeyi takıp koluna
Çıkılır mı
elâlemin önüne?
'Yemyeşil
doğmanın kıymetini bil
Etme yeşil
Eyleme yeşil
Bu pembe senin
harcın değil
Her dişinin bir
erkeği
Her rengin bir
dengi var
İşte böyle
canım yeşil
Bu bir belalı
düzendir
Bildiğin gibi
değil...
Hem kendini
bilen yeşil, durduğu yerde muhkem durur. Top atsanız, onu çakılı olduğu yerden
söküp çıkaramazsınız. Bir rengin bulunduğu yere çakılı olması onun yanı
başındaki renklerle yüzde yüz ayarlı olmasına bağlıdır.
Birbirine
tıpatıp uyan renkler insanın üstüne saldırmazlar. Onların kendilerine has bir
iç dünyaları görülür. Onlar bize gelmezler artık, biz onların ayağına gideriz.
Arnavutköy’den
geçiyordum. Bir yanımda yeni boyanmış takalar vardı. Sülyen kırmızısı cayır
cayır yanıyordu güneşte. Kırmızı henüz zehrini giderecek ayarda renklere
kavuşmamıştı. Öte yanda bir çamlık vardı. Asfalta kadar uzanan orman yeşilinin
arasında bir çin-genepembesi yer yer deniz feneri gibi çakıyor:
- Sakın beni
görmeden geçmeyin! diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Bir ara, yeşillerin
ortasında eriyivermiş kırmızı çiçekler belirdi. Uzaktan ne çiçeği olduklarını
kestirmek imkânsızdı. Gün görmüş bir pas kırmızısına çalan bu kırmızı, niçin
olduğu yerde duruyor da çingenepembesi insanın üstüne saldırıyordu?
Pembe insanı
bayağı rahatsız ediyor, kırmızı da inadına gözü dinlendiriyor, okşuyordu. Hiç
şüphesiz bu kırmızı, orman yeşilinin özlediği, dilediği, kırmızılardan birisi
idi. Vaktiyle Boğaziçi kıyılarına inci gibi yalılar dizen dedelerimiz, yeşilin
özlediği kırmızıyı bulmuşlar, İstanbul mavisinin dilediği pembeyi yerli yerine
oturtmuşlardı. Ankara Dil-Tarih Fakültesi’nin “mürşidin evinin” sağır
duvarlarında gülen pembeyi de nur içinde yatan Bruno Taut ne güzel ayarlamıştı.
Geçenlerde bu pembeyi gördüm. Bayağı ağlıyordu fukara!.. Değiştirmişler o canım
pembeyi. Birkaç basamak koyultmuşlar. Tatsız tuzsuz bir renktir bulaştırmışlar.
Kalfa işi bir yapıda göze batmayacak olan bu değişme, o canım yapıda ilk
bakışta insanı tedirgin ediyor.
Renklerle
uğraştıkça, renk çeşitleriyle yeni yeni ahbaplıklar kurdukça hep şu mesele hiç
durmadan insanın karşısına çıkıyor:
- Birbirine
taban tabana zıt iki rengi tam manasıyla ayarlayabilmek.
Taban tabana
zıttan şunu anlıyoruz: Birisi kırmızı ise öteki yeşil. Birisi turuncu ise öteki
mor. Öylesine iki renk ki onları boya kıvamına sokan yapıştırıcı nesne
aralarındaki aykırılığı gidermemiş olsun. Öyle boya tozlan var ki onlara
katılan yapıştırıcı da bir renk olarak kendi başına işler beceriyor. Rengin
tadına kendi tadını katarak onun ana yapısını bozuyor. Boya kimyasının ana
meselelerinden birisi olan bu durum ressamın da en belli başlı tasalarından
birisi olmakta sürüp gidiyor. Renk ayarında büyük rol oynayanlardan birisi de
boyanın sürüldüğü yer oluyor. Aynı renk, çeşitli bezlerde bambaşka koyuluklara
bürünüyor. O kadar ki aynı renk olduğuna inanmak güçleşiyor. Bir üçüncü numara
da rengin sürülmesi için kullanılan araçların çeşidi. Fırçayla, parmakla,
bezle, pamukla, baskı işlerinde kullanılan çeşitli araçlarla, aynı renge
bambaşka çeşniler veriliyor.
Bir küçük örnek
verelim: Matbaada herhangi konuda bir iş bastıracaksınız. Renk ayarlarında
yanılmamak için onların renkleriyle bir deneme yapıyorsunuz. Basılacak renkten
bir parça alıp fırça ile kâğıda sürüyorsunuz. Eğer baskı işlerinde uğraşan kişi
renk ayarlarının farkında değilse, o renge hiç dokunmadan makineye
yerleştiriyor. Bir de bakıyorsunuz ki, sizin renkle hiçbir ilgisi olmayan bir
acayip renk çıkıyor. Neden? Boya aynı boya, kâğıt aynı kâğıt ama boyayı sürme
biçimi değişmiş. Sizin fırça ile yaydığınız boya kauçuk rulolar arasından geçip
kâğıda değene kadar fırça ile hiçbir ilişiği olmayan bir basınç görüyor.
İki yabancı
rengi denk düşürmenin ne kadar zor bir iş olduğu çalıştıkça daha çok beliriyor.
Henüz kurumadan el ele, baş başa denk görülen iki renk, takır takır kuruduktan
sonra birbirlerine küsüyorlar. Boya işleriyle uğraşanları en çok yoran
olayların başında da bu geliyor. Hele basma fabrikalarında kuruma işi tek
başına bir âlem. Çinicilikte de aynı mesele. Mesela yeşil sürüyorsunuz, boya
piştikten sonra kırmızı oluyor. Eğer yüzlerce defa tecrübe yaparak ayarları
tutturmayı öğrenmezseniz, bozuk akortlu bir sazla konserler verdiğinizin
resmidir.
Günümüzün
ressamım nakış sanatının çeşitli alanlarına çeken, nakışla resmi birleştiren
özelliklerden birisi de ayarlı renkler tasasıdır. Has nakış alanında ayarsız
renklere rastlamak çok güçtür. Buna karşılık iyi ressamların bile tatsız tuzsuz
renk ayarlarına düştüklerine sık sık rastlanır. Sebep oldukça açık:
Nakış erbabı
kullandığı boyanın neyin nesi olduğunu ressamdan çok daha iyi bilmeye
mecburdur. Nakış erbabı doğrudan doğruya ayarlı renklerle çalışır. Onun
kullandığı renkleri çok güzel bir gelenek önceden ayarlamıştır. Nakış
zenginliği bakımından eşsiz olduğunu her fırsatta tekrarlamaktan zevk aldığımız
Anadolu el işlerinde renk ayarlan aklı başında her ressamı çileden çıkaracak
kadar olgun ve sağlamdır. Bizim köy nakışlarımızı alıcı gözüyle incelerseniz,
kullanılan renklerin parmakla sayılacak kadar az olduğunu anlayacaksınız.
Nakışlarımızı sonsuz denecek kadar zengin kılan kuvvet, renklerin çokluğundan
değil, biçimlerin çeşidinden doğar. Çoğu zaman aynı maviler, aynı kırmızılar,
aynı sarılar öyle çeşitli biçimlere bürünüı; öyle değişik istiflerde karşınıza
çıkarlar ki bunların dört beş saat ötedeki köyde dokunduğuna inanmak sahiden
güçleşir.
Köylümüzün
kullandığı renkler çok azdır. Ama onları yan yana getirirken kırk yıllık bir
ressam kadar titiz ve hesaplıdırlar. Gelenek “Bu kırmızının yanına bu yeşili
koymaya mecbursun!” demiştir. Bazen daha çok, bazen daha az, bazen üçgen, bazen
kare, ama aynı yeşil hiç şaşmadan aynı kırmızıyı kovalar durur.
Ressamlığın
kerameti, köylünün bir avuç renkle kurduğu düzeni bütün renklerde
bulabilmektir. Marifet, herkesin olabilene, hiç kimseyi yanıltmayana, küçük
büyük herkesi sevindirebilene, sağduyuya, has geleneğe karınca kararınca bir
şeycikler katabilmekte.
Rumeli türküsü:
Sevdadır her
işin başı
der. Sonunun ne
olacağını kestirmeyi bize bırakır. Biz de renklerle uğraşanlara deriz ki:
Bir çift
renktir
Her resmin
başı...
Ne çeşit resim
yaparsanız yapın, bambaşka iki rengi akıllıca ayarlayabiliyor musunuz? îki
yabancı renk ki yan yana geldikleri zaman gözümüzde bir tek tat bırakacaklar.
Birbirlerinden ne kadar ayrı olurlarsa o kadar makbulümüz. İki azılı düşman
gibi karşılaşacaklar. Birbirlerini yok edecekleri yerde, öyle sarmaş dolaş
olacaklar ki bir tek kesilecekler. Bir dişi-erkek karşılaşması kadar sade, bir
o kadar belalı...
Ressamı Uçuran
Keçiyi yardan
uçuran
Bir tutam ottur
Gözümün önüne
geliyor keçi
Hâlâ cıvıl
cıvıl gözlerinin içi
Ağzında ecel
yeşili
Körpe ıslak
Ezilmiş
yırtılmış bir çift yaprak
Uçurumun
dibinde incecik bir su
Tatlı mı tatlı
duru mu duru
Açmış kocaman
gözlerini
Düşünür su
Canlıyken ne
kadar hafifti keçi
Şimdi ne kadar
ağır.
Keçiyi yardan
uçuran bir tutam ot, ressamı aramızdan uçuran bir çimdik renk! Bizleri de peşi
sıra sürükleyen, balonların arkasından koşturan, canımızı ağzımıza getiren bir
avuç renk! Binlerce yeşil içinde bir başka yeşil, binlerce mor arasında
bambaşkası.
- Binlerce
yeşil mi? Binlerce mor mu? Sen ya ömründe bir tek ressam tanımadın yahut da
sayı saymasını bilmiyorsun! Sen bana derhal on tane yeşil adı say. Kitap,
defter, katalog karıştırmadan on tane belli başlı yeşil bul. Sana “Yeşil
Kertenkele” lokantasından on gün ziyafet! Değil kardeşim, değil! Yeşilgiller
sandığın kadar kalabalık değil. Hele morlar! Allah rızası için, sen hayatında
beş çeşit moru yan yana gördün mü?
Muzır’ın hakkı
var! Şöyle bozuntuya vermeden, içimden saymaya başladım bildiğim yeşilleri:
Zümrüt yeşili, Frenklerin emerot dedikleri Veronese yeşili, zeytin yeşili,
vessi yeşili, sinabr yeşili, İngiliz yeşili, etti altı!
Ziyafetten
vazgeçtik, otuz yıllık ressamlıktan kala kala altı tane yeşil mi kaldı?
Rezalet! Ama bu işin bir püf noktası var. Şimdiye kadar en azından yirmi otuz
çeşit kullandım. Ama bunların adları başka başka dillerde yazılı idi tüplerin
üstünde. Nerede bende bunları hatırlayacak hafıza!
Baktım olacak
gibi değil:
- Hazır mısın?
dedim. Başlıyorum saymaya: camgöbeği yeşili, karpuz kabuğu yeşili, Ankara
armudu yeşili, Türk çinisi yeşili, marul yeşili, zeytin ağacı yeşili, zehir
yeşili...
Muzu;
mızıkçılık etmese daha böyle yüzlerce yeşil sayacaktım, ama bizimki baktı ki
ziyafet tehlikede, bastı yaygarayı:
- Yok daha da
neler! Devetabanı yeşili, karın ağrısı yeşili, pas yeşili, tas yeşili,
sevgilimin gözlerinin yeşili, büyükannemin sandığının yeşili, halamın kemerinin
yeşili... Say babam say! Böylesine can mı dayanır? Bunlar başıbozuk yeşiller.
Ben senden adıyla, sanıyla ressamca yeşiller istiyorum.
Muzır’la bitip
tükenmek bilmeyen bir renk tartışmasına giriştik. Aylarca sürdü bu. Ve sonunda
şu sonuca vardık:
- Biz ressamlar
renk konusunda yaya kalmışız! Akıllara durgunluk verecek kadar rengi
küçümsemişiz. Hep kıyıda bucakta bırakmışız onu. Ezmişiz, büzmüşüz, tadını
kaçırmış, keyfini bozmuşuz. Adam yerine koymamışız onu, mesleğimizle en ufak
bir ilgisi olmayan bir sürü ıvır zıvır tasayı ondan üstün tutmuşuz. Hep
kötülemişiz onu, çürütmüşüz. Kimi olacak, resim sanatının temel direği olan
rengi! Bugüne kadar hiçbir ressam yeşili sadece yeşil, kırmızıyı sadece kırmızı
olduğu için başköşeye oturtmamış.
Yeşili yaprak
olduğu için benimsemiş, kırmızıyı elma olduğu için, dudak olduğu için, fistan
olduğu için ağırlamış. Pembe mi? Ya ha-mmböceği olacak, ya bulut yahut da
Meryem Ana’nın yanağı. Kireç beyazı mı? Ya eski püskü bir duvar yahut da
çarmıha gerilen îsa, yahut da amuda kalkmış bir Musa!..
Mavi mi dedin?
Deniz tabii. Kara mı dedin? Kömür. Turuncu mu? Adı üstünde. Mor mu dedin?
Mor... Anlamayacak ne var, ya güneş doğuyor, ya güneş batıyor...
Zavallı renge
musallat olup, onu çileden çıkaran yalnız konular olmamış ki, ressamın elinden
çıkan her şey rengin düşmanı kesilmiş. İsa’dan, Musa’dan, güneşin doğmasından,
batmasından vazgeçtik, resim sanatının öz evlatları da rengin tepesine
binmişler. Bunların başında biçim geliyor. Binlerce ressam uğraşmış, didinmiş,
güç-bela resim sanatından konuyu kapı dışarı atmışlar.
- Bırak
yakamızı birader! demişler, sen git öteki sanatın alanında oynat atını.
Tiyatroya git, çık sahneye, anlat hikâyeni.
Konu bırakıp
gitmiş bizi. Ama bu sefer de rengin başına biçim çökmüş oturmuş, çekmiş
kılıcını biçim hazretleri, dayamış zavallı rengin bağrına:
- Ben öyle
başıbozuk renklerden hoşlanmam. Ne rengi olursan ol, evvela bir biçime gir
bakalım! Bir üçgen ol! Bir kare ol! İlle de adam olman şart değil, ama
biçimlerden biçim beğen, ya bir biçime girersin ya da defolur gidersin! Kolay
değil! Hiçbir biçime girmeden var olabilmek Allah’a mahsus!
Sizin
anlayacağınız, şu zavallı rengin başına gelenler pişmiş tavuğun başına
gelmemiştir!..
Yüzyıllar
boyunca ille de bir şeye benzetilmek için onuru beş paralık olan renk, şu son
elli yıl içinde de kendi özbeöz kardeşlerinin şerrine uğramış!.. Biçim tasası
üç koldan kuşatmış rengi. Lekeler ağır toplar gibi gümbür gümbür patlamış
renklerin göbeğinde. Çizgileri vızır vızır işlemiş yağlı kurşunlar gibi.
Benekler birer kasatura gibi vurmuş durmuş. Rengin iler tutar tarafını
koymamışlar. Ey aklı başında, yüreği gözbebeklerinde ışıldayan ressamlar!
Rengin imdadına koşun! Renk yalnız başına belli başlı bir kuvvet, bir kudret
kaynağıdır. Kurtarın onu kardeş sanatların elinden! Bakın biçim, renkten hiçbir
medet ummadan tek başına yaşayabiliyor.
Bakın çizgiler
yalnız başına ne işler beceriyorlar! Bakın şu lekelere, beneklere; onlar hiçbir
renk uşağı olmadan tek başlarına atlarını oynatabiliyorlar. Peki ya renk?
Ressamı ressam eden renk, o niçin yalnız başına çıkamıyor ortaya?
Renk, yüzyıllar
boyunca hep esir kalmış. Hani masalların birinde bir kuyu, kuyunun dibinde bir
dünya güzeli, kuyunun tepesinde bir ejderha vardır. Kim hakkından gelirse
ejderhanın, onun olacak renk... Renk dünyaları onun olacak!..
Cumhuriyet, 16
Mart 1959
Konumuz Renktir
Günümüzün resim
sanatı üstünde çok büyük etkileri olan ressamların renk konusu üstünde neler
söylediklerini düşünürken, akla ilk çırpıda şunlar geliyor. Gauguin: “Bir litre
mavi, bir gram maviden daha mavidir.” Van Gogh: “Bir kahvenin duvarlarını öyle
bir kırmızı ve öyle bir yeşille boyamak gerekir ki, insan burada katil
olabilsin.” Matisse: “Bana bir hastanenin duvarlarını boyatsalar, hastaların
bütün dertleri gider demem ama iyileşme dönemini bir parça kısaltmayı garanti
ederim.” Picasso ise şöyle demiş: “Daha iyi ötsün diye saka kuşunun gözlerini
oyarlar Ispanya’da, şu ressamlar taifesinin daha iyi resim yapmaları için
gözlerini oymak gerek.”
Fransa’da beş
on ressama bir kilise için resimler sipariş etmişler. Bu arada Bonnard’a bir
yer vermişler. Resimlerin yerine konması bir olay olmuş.
Hep ünlü
ressamlar bunlar. Bonnard’a bu son işi üzerine neler düşündüğünü sormuşlar,
şöyle cevap vermiş: “İnşallah eserim kilisenin duvarında alçakgönüllü bir leke
yapar.”
Bütün
resimlerinde kahverengi kullandığı için Manet’nin nefret ettiği bir ressam
hastalanır. Çok ağırdır. Hastanın ağırlığından haberi olmayan Manet, bir
mecliste kahverengi seven ressama veryansın etmektedir. Hastanın çok ağır
olduğunu bilen dostlardan biri, “Amma da yaptın Manet!” der. “Adam ölüm
döşeğinde, bir ayağı çukurda, insaf! ”
Manet
insafsızca, “Bir ayağı çukurda olabilir; ama öteki ayağı muhakkak
kahverengindedir,” der.
Bu kahverengine
bir mim koyalım. Gerçekten bu kahverenginin ressamlara oynadığı oyun büyüktür:
Müzelerdeki verniklerin sarararak kahverenginde karar kılması.
Günümüzün
resmine damgasını basan ustalardan birisi de Kan-dinsky’dir. Bu ustanın renkler
üstüne kaleme aldığı düşüncelerini okurken şaşırdım kaldım. Hani Orhan Veli’nin
kafasına taktığı bir sözü vardır: Musiki ruhun gıdasıdır. Buna benzer sözler:
Yeşil ruhun limanıdır, mavi hayaller âlemidir, kırmızı büyük hırsların falan
filan...
Yukarıda adını
ettiğim ustaların renk üstüne söylediklerini incelemeden önce şunu
hatırlatalım: Büyük ustalar biçim üstünde ne kadar titiz davranmışlarsa, renk
üstüne o kadar az titremişlerdir.
Renk, resim
sanatının temeli, özü, canı ciğeri olması gereken renk, günümüze kadar hep üvey
evlat muamelesi görmüştür.
Niçin bu böyle
olmuştur? Bunda taklit büyük rol oynamıştır. Resim sanatı, insanları en çok
büyülediği döneme, taklide dayanarak varmıştır. Konuyu elden geldiğince olduğu
gibi tabloya yansıtmak tasası o kadar ağır basmış ki, canlı resimler yapabilmek
o kadar büyük bir marifet sayılmış ki, biricik ölçü bu olmuş.
Başta
îtalyanlar olmak üzere “canlı” resimler yapabilme savaşına bütün Avrupalılar
katılmışlar. Zamanın en büyük eleştirmecilerinin, en büyük övgü ifadesi şu
olmuş: Öyle bir portre ki, ha desen konuşacak, dokunsan ağlayacak, gıdıklasan
gülecek.
Öyle bir
manzara ki bu tablo, gir içine, yürü birader.
Öyle bir dağ
resmetmiş ki tırman, öyle bir yokuş resmeylemiş ki yat, yuvarlan.
Ee, doğrusu, şu
kadarcık bir muşamba parçası içine koskoca bir dünya parçasını sıkıştırmak.
Buna sahici, tıpkı, aynı, ta kendisi dedirtebilmek her babayiğidin ha deyince
becerdiği hünerlerden değil.
Sevgili hocamız
Çallı İbrahim anlatmıştı. Ona ilk defa resim sanatının tadını tattıran
Yüksekkaldırım’da, bir camda gördüğü el resmi olmuş. Adamın birisi vitrine
karakalem bir resim koymuş. Aradığınız kalemler işte burada satılır anlamına.
Ok işareti gibi uzanan bir parmak.
Çallı: “Vallahi
vitrinde basbayağı bir el vardı. Ben elin ta kendisi sandım ilkin. Sokuldum,
‘Bu nedir?’ dedim, ‘kesik bir el mi?’ ‘Yoo,’ dediler, ‘el filan değil be, buna
resim derler.’ ”
Fotoğrafın,
sinemanın icadına kadar canlı resim yapmak gerçekten büyük bir marifetti. Bu
marifetin altında anatomi, perspektif gibi elle tutulur iki ilim vardı.
Rönesans ustaları zamanlarının en büyük bilginleri kadar bilgiliydiler. Bir
Leonardo, zamanının bütün bilimleriyle bilgin, bütün fenleri ile “mütefennin”
idi. Anatomi bilimlerinin son basamaklarma varmamış bir ressamın ressam
olmasına, “me-nazır” bilmeyen bir ressamın isim yapmasına olanak yoktu. Ama
gelin görün ki, resim sanatında dünya ölçüsünde bir ün sağlayan bütün deneysel
bilimler hep biçim tasasına dayanıyor, renk konusu boyuna askıda kalıyordu.
Taklidi birinci
plana alan ressam, şunu anlamıştı: Renk geçicidir, biçim kalıcıdır. Bir testi,
eğer uzun aramalardan sonra sanatçının dilediği biçim kılığına bürünürse, o
testi kırmızı olsa da testidir, mavi olsa da testidir. Hangi renge boyarsan
boya, olağanüstü bir testidir.
Renk ve biçim
konusunda el ile tutulan bir örnek: Denildiğine göre Yunan heykelleri aslında
hep renkli idiler. Dudakları kiraz gibi, gözleri su mavisi bir Milo Venüsü
düşünün. Belki tırnakları manikürlü idi. Gel zaman git zaman renkler gitti,
mermer sütunlarından bütün renkler sıyrıldı, çırılçıplak mermer halinde kaldı.
Renkler gitti, biçimler kaldı. Hem öylesine kaldı ki, yeryüzünde ne kadar güzel
sanatlar okulu varsa, hepsinin bir Yunan heykeli bulunur. Biçim kuralları hep
bu heykellerin sırtına yüklenir. Parça boyları arasındaki farklar hep Yunan
heykellerinin başlarına, omuzlarına, kalçalarına göre ayarlanır. Parça boyları
arasındaki kesin farklara dayanan altın oranlarının doğuşuna Yunan heykelleri,
Yunan mimarisi önayak olmuştur.
Taklide
gelelim. Renk konusunun biçime kurban gidişinde, taklit tasası büyük rol
oynamıştır. Rengin geçici, biçimin kalıcı olması, ressamı haklı olarak
düşündürüyordu. Doğayı bütün yönleri ile incelemeyi bir namus borcu sayan
ressam, rengin kolay kolay avuca sığmadığını anlamış, en ufak bir ışık oyunu
ile beyazın maviye, mavinin mora, morun karaya çaldığını görmüştü. Oysa bütün
ışık oyunları arasında biçim, ana yapısından hiçbir şey kaybetmiyordu.
Öyle ise gelsin
biçim, gitsin biçim. Zavallı renk o kadar kıyıda bucakta kalmıştı ki. Bir adama
renksiz dediğin zaman üzülür. Belki sağlık durumu akima gelir de ondan üzülüı;
ama bir adama biçimsiz derseniz küplere biner, mahkemeye kadar gidebilir bu işin
sonu.
Biçim sözünü
form karşılığı olarak kullanıyorum. Biçimin hep önde, rengin hep arkada
gelmesinin nedenlerini uzun uzadıya düşündüm. Sonuçlar hep şu: Biçim
aramalarında dayanabileceğimiz kurallar var. Biçim arayan adamın çabası boşa
gitmiyor. Biçim daha çabuk para getiriyor, ün getiriyor. Elimizle yaptığımız
küçük bir işaret, dilimizi bilmeyene zorumuzu anlatıyor. Çizdiğimiz ufacık
birkaç çizgi, yazı oluyor, öküz oluyor, bakraç oluyor, ağaç oluyor. İyi
karikatürcülerin çoğu çizdikleri çizgilerin altına hikâyesini yazmıyorlar bile.
Biçim dünyanın
her tarafında geçer akçe olmuş.
Üçgen denince
dünyanın her tarafında aynı biçim şırrak diye yerleşiyor herkesin kafasına.
Kare denince tamam, daire denince o da tamam.
Ama kırmızı
denince hangi kırmızı anlaşılır? Sarı denince hangi sarı, kaç türlü kara var
yeryüzünde, kaç türlü mor var, kaç türlü daire olur yeryüzünde? Kaç türlü
turuncu var buna karşılık? Fransızların irikıyım bir sözleri var: “Renkler ve
zevkler üzerinde tartışılmaz.” Yani “Renklerin dayandıkları sağlam kurallar
yoktur” demek isterler. Ama buna karşılık biçimin kuralları vardır. Eğer şu
biçim sütun üstüne bu biçim bir döşeme oturtursan işin çiriştir, tutmaz,
devrilir. Şu biçim duvara bu biçim pencere oturtursan yandığın gündür. Ve
rüzgâr omuzladığını söker götürür.
Biçim konusunun
şakaya gelir yanı yoktur. Ama renk mi? Öyle de olur, böyle de olur. Herkesin
keyfine kalmış bir şey.
Peki mademki
renk konusu herkesin keyfine kalmış bir şey, biz erkekler yarın sokağa ciyak
ciyak çingenepembesi bir kostüm giyip çıkalım bakalım. Pembenin ne günahı var,
bilemeyiz. Safran sarısı bir kumaş ise, hadi o da olmadı, bunca yeşil bir
komple ile çıkalım bakalım yollara. Yağma mı var. Vallahi trafik polisi yapışır
yakamıza.
Arkamızdan
cümle polis ve jandarmalar, vallahi soluğu Bakırköy’de aldırtırlar adama.
Neymiş? Safran
sarısı bir kostüm giymiş yahut çingenepembesi palto. Ne demiş bir bilirkişi:
“Fukaranın düşkünü, beyaz giyer kış günü.”
Peki elbiseden
sonra evlerimize bir göz atalım: Mademki renkler herkesin keyfine göre değişir,
herkes giydiği renkten hoşlanmakta serbesttir, sorarım size, niçin evlerinizin
duvarları beyazdır? Çoğunun içi de beyaz, dışı da. Çoğunun içi de kirlenmiş
beyazın yüzü, dışı da kirlenmiş evin yüzü.
Hani renkleri
seçmekte serbesttik? Niçin bütün dünyadaki büyük şehirleri hep o tatsız, kirli
paslı taş rengine, beton rengine, sıva rengine boyarız? Sorayım size, hangimiz
oturduğumuz evin duvarlarını beyazdan başka renge boyama isteği duyduk?
Örneğin kapkara
bir renge yahut zifiri laciverde yahut bir zehir yeşiline, bir yaprak
kırmızısına? Niçin? Bu renklere karşı doğuştan bir düşmanlığımız mı var? Yoo,
peki neden ömrü billah gördüğümüz, görmek gereğinde kaldığımız bu renkleri
değiştirmek gelmez elimizden? El cevap: Böyle alışmışız da ondan. Ama niçin,
nereden gelmiş bu alışkanlık? Su değil bu, ekmek değil, güler yüz değil, tuz
değil, yaşamamız için gerek olan bir şey değil. Niçin katlanmışız buna?
Evimizi sıvayan
renklerin en ucuzu, en kolay bulunanı, dünyanın her tarafında rastlananı bu da
ondan.
Bakın şimdi
evlerimizi boyamak için yeni renkler var. Kireç badanası fiyatına olanlar var.
Bu renklerin arasında şimdi yavaş yavaş değişiyor evlerimizin yüzü gözü.
Beş on senedir
İstanbul’da rastladığımız mozaik duvarlar da buna bir örnektir. Mal sahibi
soruyor: “Mozaik kaça? Öteki renkler kaça?”
Mozaik aynı
fiyata geldi mi, veryansın ediyor. Renklerin arasında çok zevksizleri,
tatsızları var.
Brecht’in en
güzel piyeslerinden birisinin sonunda perde kapanır kapanmaz perdenin önüne bir
oyuncu çıkar ve der ki: “Sayın konuklar, piyesimiz burada sona erer. Sizlerden
bir ricamız var. Biraz sonra gidip yatacağız. Uyumadan önce ne olur şunu
düşünüverin: Bu dünyada insanoğlunun değiştirebileceği şeyler var, bir de hiç
değiştiremeyeceği şeyler var.”
Matisse, “Bir
hastanenin duvarlarını akıllıca bir ressama boyatırsanız, hastalar daha çabuk
taburcu olur” derken herhalde bunu düşünmüştü. Duvarlarımızın rengi Allah
tarafından bu beyazlara, bu grilere bulandı. Bu renkleri değiştirmek bunlara
biraz zevk, göz nuru katabilir ve böyle olmasında çok büyük faydalar vardır.
Ne tuhaftır ki,
renkten yüzde yüz sorumlu olan kişinin ressam olması lazım gelirken ressam bu
işi çok ciddiye almamış. Büyük harfle yazılan resim sanatı almamış da, rengi
ciddiye zanaatçılar almış. Bugüne kadar çini pişirenlerin, kilim dokuyanların,
halı örenlerin, çeşitli oymalar, kakmalar yapanların, gergef işleyenlerin adı
ressama, sanatçıya, dâhiye çıkmamıştır. Renge layık olduğu değeri verenler
ressamdan çok, bunlar olmuştur.
Siz öz renk
deyimine nerede rastlarsınız? Resim sanatı dilinde mi, yoksa zanaatçıların
dilinde mi?
Yazmacı güzeli
Binnaz
Hastır boyaları
çıkmaz.
Boyanın hasına
resim dünyasında rastlanmaz. Boyanın hasını yazmacılar bilir, örmeciler bilir,
çiniciler bilir de ressamlar bilmezler, neden? Çünkü ressamlar renkten çok daha
üstün, karışık, kutsal sorunlarla uğraşırlar. Jokond’un gülümsemesi, bu resim
dışı sorunlardan birisidir. Ama Jokond’u ayakta tutan boyalar örümcek ağı gibi
çatır çatır çatlamış, kimin umurunda. Bunu o tabloyu saklayan müze müdürlerinin
kimyacıları düşünsün.
Boyanın hasını
eski çiniciler düşünmüşler, ressamdan çok önem vermişler boyanın hasına bence.
Çini bir taban
döşemenin, dümdüz bir tabağın içinde en ufak bir biçim oyunu olmadığı gibi,
kabartma çökertme gibi oyunlar, en ufak bir nakış da yok.
Dümdüz bir mavi
bu, ama öyle bir mavi ki görünebilen mavilerden hiçbirisi değil.
Edebiyatçılarımız,
romancılarımızın mavisi, masal perilerinin gözlerinin mavisi gibi acayip laflar
ediyorlar. Öyle bir mavi ki, bir defa gördünüz mü, bir daha unutamazsınız.
Hangi rüya, hangi masal. Öyle sanılır, mavi, öyle mavi bu, ama görülmemiş,
duyulmamış bir mavi. Çini ustası bütün varını yoğunu bu maviye koymuş. Bu
tabağı yüzyıllar boyunca bize şipşirin kılan maviyi bulmak için ocak ocak
terlemiş, fırın fırın pişmiş.
Bir tek mavi,
tekrar ediyorum, üstünde hiçbir nakış yok. Gökyüzü gibi dümdüz bir mavi.
Ama çok
dikkatli bakınca, çok yakından inceleyince bu mavinin içinde belirsiz morlar,
belirsiz yeşiller, belirsiz çatlaklar arasında belirsiz, adlandırmayacağımız
renk zerrecikleri var. Bu maviyi eşsiz kılan, bu ufacık, bu etsiz, cansız
renklerin örgüsü.
Maviye bu
zenginliği veren ateşin, fırının, sırların oyunu.
Günümüzün resim
anlayışında en önemli yeri alan nokta budur. Bu çini mavisine esaslı bir mim
koyun.
Bir tek mavinin
insanı mutlu edebileceğini düşünün. Eğer bu nokta üzerinde anlaşırsak, renk
konusu üstünde söylediklerimizin hiçbirisi boşa gitmez.
En ufak bir
renk oyunundan yardım beklemeden iki üçgen, iki kare, akıllıca, ressamca,
mimarca, heykelcice yerli yerine konursa, hepimizi sevindirebilir,
düşündürebilir.
Biçimin hakkını
biçime verelim ve hemen arkasından bunun gerisini düşünelim:
Bir mavi, bir
turuncu, bir yeşil eğer ressamca ele alınırsa, en ufak bir biçim oyunundan
yardım beklemeden bize yeniden can verebilir. Bu olayı size meslek hayatımda
başıma gelenlerle anlatmaya çalışacağım:
Biz 1928’de,
Akademi’de öğrenciyken renkli baskılara çok az rast-lanırdı. En pahalı
kitaplarda bir iki tane kötü basılmış renkli baskı vardı. Buna karşılık o
yıllarda siyah-beyaz baskılar orta malı olmuştu.
Biz Van Gogh’u
olsun, Gauguin’i olsun, Cezanne’ı olsun, hep siyah beyaz baskıları ile tamdık,
öyle sevdik. Bu kadarı onları usta olarak benimsemeye yetti de arttı bile. Peki
bu siyah beyaz fotoğraflarda bizi sürükleyen, bu ustalara karşı sonsuz bir
saygı ve sevgi duyuran değerler nelerdi? Renksiz basıldıklarına göre renk
değildi. Bizi bu fotoğraflarda çekip götüren dünya, biçim dünyası idi.
İstifteki titizlikleri, ritim anlayışındaki ustalıkları ve bugün büsbütün renk
dışında ele aldığımız açık-koyu dizilişleri, leke düzeni idi.
Biz bugün şöyle
düşünüyoruz:
Mademki bir
resim renkten en ufak bir yardım ummadan bu kadar uzağa varmış, bu kadar büyük
bir etki yaratmış, öyle bir resim yapalım ki, bunda renk birinci planda yer
alsın. Renk, biçiminden hiçbir yardım ummadan ayakta dursun. Bu kadar kesin ve
etkili olsun. Biçimi renklerimizi değerlendirmek için kullanalım.
Renk ressamın
en güvendiği nimeti ise, biçim onun bir damlasını ziyan etmeyen bir kadeh
olsun. Renk uğruna biçimi ezelim, bozalım. Biçimi topyekûn resim dışı edelim
demiyorum, ama rengin selameti için kullanalım, yani bugüne kadar yapılanın tam
tersini yapalım.
Eğer bir beyaz,
beyaz olmadan önce yumulmuş tavşansa, duvarlara beyaz demeye dilim varmaz. Eğer
bir mavi, mavi olmadan önce denizse, sobaysa, ona mavi demeyelim, deniz
diyelim, soba diyelim, araba diyelim.
Eğer bir
kırmızı sadece kırmızı olmakla bizi sevindirmiyorsa, onu ille de gelincik,
bayrak veya kamyon olarak görmeden içimiz rahat etmiyorsa, resim susmuş, başka
sanat konuşuyor demektir. Resim sanatı renklerle düşünebilmek ve renklerle
düşündürebilmek sanatıdır. Resmi bu yönden ele alırsanız dünyanın en belalı, en
ele avuca sığmaz bir sanatı olduğu açıktır. Renkleri tasarlamadan renkli
rüyalar, çünkü renkler bugüne kadar insanoğlunun en çok ihmal ettiği, şöyle
çenesini okşayıp geçtiği, gereksiz bir süs sayılan bir varlık olmaktan ileri
gitmemiştir. Bunun en güzel örneğini biz ressamlar verdik. Renkten sorumlu
olmamız gerekirken, renkten başka her şeyle uğraştık. Rengi boyuna ikinci,
üçüncü, dördüncü plana attık. îşin sorumlusu olanlar renge üvey evlat gibi
davranıyorlar, başkalarına nasıl çatalım.
Günümüzün
resminde renk tasası birinci planda geliyor. 1958 yılından beri Avrupa’da,
Amerika’da en büyük müzeleri ve sergileri gezdim. Çoğu bilmeden, çoğu bile bile
renk ülkesine göç etmeye
başlamış.
Bizdeki sergilerde buna tanık oluyoruz. İnsanın üstüne atlayan, sivri uçları
insanın gözünü tırmalayan biçimler yavaş yavaş yumuşuyor, yerlerini çeşitli
renklere vermeye başlıyorlar. Ama yepyeni olan acemidir. Bir anış, bir davranış
eğer gerçekten yepyeni bir buluşa dayanıyorsa, acemidir, korkaktır,
beceriksizdir. Amerika’da dolaşırken bazı zengin çiftlik sahiplerinin otomobil
koleksiyonlarını gördük. İlk otomobilden bugüne kadar hepsini sıralamışlar.
Bundan kırk yıl önceki otomobillerin karşısında herkes katıla katıla gülüyordu.
Ama bir de
onların ilk çıkışlarında uyandırdıkları etkiyi düşünün. Yepyeni olmak, acemi ve
beceriksiz olmakla mümkündür. Yeni doğmuş bir yavrunun acemi ve beceriksiz
olduğu kadar. Rengi birinci plana alma tasası yepyeni bir tasadır. Rengin
sadece kendisini zenginleştirecek bir biçim örgüsü bulması öyle şıp diye
gerçekleşebilecek bir olay değildir.
Geçen yıl
Paris’te Dubuffet’nin çok büyük bir sergisi açıldı. Klee, sonra Dubuffet biçim
alanında çocuk resimlerini en iyi inceleyen ressamlardan birisi olduğundan renk
alanında çok güzel denemeleri vardı. Yepyeni renkler bulabilmek için yepyeni
bir boya kalınlığı deniyordu. Öyle bir boya kalınlığı ki, zaman bir yüksek
kabartma heykelden ileri gidemiyordu.
Bu renk
kalınlığı onu yeni renklere götürünce çok güzel renkler elde ediyordu, ama bu
renk kalınlığı renkler dışında girinti ve çıkıntılara bürününce büsbütün biçim
dünyasının malı oluyor. Gereç bilgisi renge gidecek bir yol, bir araç iken, bir
amaç kesilince iş değişiyor. Ressam haberi olmadan resim dünyasından biçim
dünyasına göç ediyor. Şurası gerçek ki, renk aramaları biçim aramalarından daha
yorucu, daha üzücü ve çok daha az ilgi çekici.
İki rengi
birbirine tam anlamıyla ayarlamak, onların yan yana gelmesiyle bugüne kadar
görülmemiş bir sonuç elde etmek mümkün. Ama bunun ne kadar zor olduğunu bu işi
ciddiye alan ressamlar bilir.
Resim mucizesi
birbiriyle çok iyi anlaşan iki rengin bir araya gelmesi ile başlıyor. Öyle iki
renk ki birisine erkek derseniz, ötekine dişi deyin.
Bunlar tek
başına yaşıyorlar ama sakat ve yarım kalıyorlar. Ancak çiftleştikleri zaman tek
bir bütün olabiliyorlar.
Bambaşka
köklerden gelen iki rengin bir araya gelmesi ile başlıyor cümbüş. Ama sadece
başlıyor. Bu cümbüşü tüketmemek, bu cümbüşe bütün insanlığımızı, bütün
varlığımızı, bütün gücümüzü katmak bizim elimizde. Kişilik o zaman doğuyor.
Dilediğimiz
rengin tadını kaçırmadan onu zenginleştirmek, onu bitip tükenmez bir bütün
durumuna getirebilmek için binlerce renk katmak bizim elimizde. Bir rengi
sindire sindire zenginleştirmek büyük bir sabır ve zaman işidir. Burada iyi
göz, zayıf göz de meydana çıkar. Bir sarı alalım. Sarıyı komşu renklerden
hiçbirisine peşkeş çekmeden içerisine binlerce sarı koymak ne demektir? Ne
yeşile çalacak, ne turuncuya, ne beyaza. Sarı olacak, bitip tükenmez bir sarı.
Bu açıklık hiç de sanıldığı kadar kolay bir iş değildir.
Şahsımda,
arkadaşlarımda, öğrencilerimde denedim, aynı renk içerisinde ufak tefek farklar
aramak yoruyor inşam, tüketiyor. Öyle renkler ki onların oradaki varlıklarını
bir tek onları karan, süren biliyor. Seyircilerin umurunda bile değil bu emek,
insanın çabasını anlamıyor.
Ciğerimize
giden bir yudum havadaki zerrecikler kadar erimiş, durulmuş, ha varmış, ha
yokmuş bir şey bu.
Resim de çoğu
zaman işçilikten bunalıyor ve birdenbire kılıç çe-kercesine, nara atarcasına
bir çizgidir, bir lekedir patlıyor o belirsiz renklerin ortasına.
Bir çırpıda
kocaman bir çizgiyi çizmenin, kocaman bir leke oyunu ile kocaman bir etki
yapmanın keyfine kapılıyor.
Nedir bu mızmız
renklerin içerisinde mırıldanmak. Bala yapışmış sinekler gibi çırpınmak. Gelsin
kocaman kocaman konturlar, veryansın et kocaman kocaman lekeleri, herkes
duvarda birisi bulunduğunu hatırlasın.
Yaa, için için
renk aramaları çoğu zaman bu davul zurnasına kurban gidiyor.
Resim sanatının
rengi ne kadar önemsemediğini, buna karşılık adına zanaat denen kollarda
renklerin ne kadar büyük bir önemle ele alındığını anlatmak için şöyle bir
deneme yeter:
Ressamlara boya
satan bir dükkâna girin. Bir renk kataloğu isteyin. Ana renk çeşidi on
beş-yirmiyi geçmez.
Bir de kumaş
fabrikasına boya satan bir dükkâna uğrayın, renk kataloglarını sorun. Yün
boyaları, pamuk boyaları, ipek boyaları, keten boyaları, suni ipek boyaları,
naylon boya türleri. Kelimeler kısa geldiği için boz benekli renklere numara
konmuş.
Yüzlerce,
binlerce renk. İtalya’da mozaik taşları aramaya gitmiştim. Bir fabrika 10.000
rengi olması ile övünüyordu. Bu fabrikayı gezemedik, ama 4.000 rengim var diyen
küçük bir mozaikçi tezgâhını gördüğüm zaman hayretten donup kaldım. Gerçekten
bir o kadar renk vardı ellerinde. Ama bu renklerle resim değil döşeme ve dümdüz
duvarlar kaplanıyordu. Her siparişten birkaç tutam renk sağlamıştı tezgâh.
Siz ressamlara
sorun bakalım. Kaç tane beyaz adı sayarlar, kaç tane kara adı bilirler? Ama bir
de kumaş boyayan tezgâhlara sorun bunların çeşidini.
Ama ressam der
ki, ben ressamım, elle bir tek siyahtan yüzlerce siyah üretirim. Der ama
üretemez, lafta kalır bu.
Öyle siyahlar
var ki, kazma ile çıkmaz. Bu siyahı elde etmek için şu kökleri, şu madenleri,
şu bitkileri, şu toprak boyalarını, bunların sırlarını bileceksin.
Eğer bugün
renge susamış ressamlar ikide bir resimden başka tezgâhlarda dolaşıyorlarsa,
bunun hikmeti yepyeni renklerin peşinde koştukları içindir.
Günümüzün
ressamları için, çini, mozaik, çeşitli baskı işleri, hep yepyeni renkler bulmak
için bir basamak oluyor. 1958’de, Brüksel sergisinde, Meksika pavyonunun ön
yüzünde kocaman bir mozaik pano görmüştüm. Bu panoda hiç görmediğim siyahlar
vardı. Yakından bakınca, bu siyahların babasının madenkömürü olduğunu gördüm.
Kömürün bu renkler arasında ne işi var? Varmış demek. Gelmiş ve başköşeye
oturmuş. Venedik panolarından birisinde, ressamın biri tablonun belli yerlerine
pingpong topları oturtmuştu. Yerli yerine oturtmamıştı bunu. Bir renk
sonsuzluğuna gider bir şeyler değildi. Sadece şenlik olsun diye
sergilenmişlerdi.
Amerika’da
bulunduğum süre içinde kibritlere taktım kafayı. Her kibrit demeti başka bir
renk. Hem kutu içinde değil bunlar. Mukavva kibritler: kiminin tepesi mavi,
sapsarı, kiminin sapı kırmızı, tepesi yeşil. Renklerle düşünen ve sigara içen
bir kimse için bitip tükenmeyen bir oyuna girmişler. Onları ikide bir elimdeki
resimlerin ötesine berisine yapıştırmak geliyordu içimden. Ama birkaç gün sonra
yadırgatıyorlar bizleri, bir türlü dilediğim yere çakamadım bu güzel başlı
kibritleri.
Ama gerçekten
bu oyunu bundan daha iyi oynayanlar çıkmıştır. Yunus Emre,
Biz söz
söylemek gerek
Melekler dahi
bilmez ola
buyurmuş.
Bir renk
kondurmak gerek
Melekler dahi
bilmez ola.
Ama şimdi bir
bilirkişi çıkar da “Bu dünyada söylenmedik söz, duyulmadık ses, rastlanmadık
renk var mıdır?” derse, el cevap: Vardır.
Fotoğrafın
sivri gözleri, sinemacının alicengiz gözleri açılalı kaç yıl oldu, var mıydı bu
oyun şu kadar önce?
Günümüzün
ressamına düşen görev yepyeni renkler, yepyeni renk düzenleri bulmaktır. Rengi,
dirilten bir varlık durumuna getirebilmektir. İnsanı renklerle mutlu etmek de
elimizde, mutsuz etmek de. Bu konuda en güzel düşünen müzik sanatı değil midir?
Müzik sanatında
elektronik müziğin zoru bu değil mi?
Hani şu
radyolarımızı ikide bir zorlayan parazit seslerine çekidüzen vererek yepyeni
bir ses tadı, bir ses dünyası peşindeki günümüzün müzik adamları.
Tabii bu arama
da yepyeni olduğu için, taptaze olduğu için yadırganıyor.
Müzik deyince
akla gelen, gelsin keman gitsin piyano. Hayır diyor elektronik müzik erbabı,
ben size elektrikle öyle alicengiz sesler çıkaracağım ki şaşırıp kalacaksınız.
Armoni kelimesi
resim sanatında ne kadar bulanıksa, müzik sanatında o kadar durulmuştur. Müzik
ve resim sanatı arasındaki en büyük ayrılık şudur:
Bir kompozitör
herhangi bir eseri beslemek için yepyeni sazlar bulma gereğinde değildir.
Kompozitör olanaklarını çok iyi bildiği sazlardan çıkacak sesleri tasarlayarak
yapar kompozisyonunu.
Oysa resim
ancak kendi eliyle kardığı; karışma, değişme olanaklarını çok iyi bellediği
renklerle düşünme gereğindedir. Müzik adamı eldeki sazlarla, bilinen seslerle
düşünür. Ressam ancak kendi eli ile kardığı renkler kadar ressamdır.
Günümüzün
ressamları içinde rengi birinci plana alan, ona layık olduğu yeri veren bir tek
ressam tanıdım: Rothko. îşte bir ressam ki bugüne kadar resim sanatını ayakta
tutan dört unsurdan üç tanesini atmış. Bunlardan bir tanesinin, “rengin” yalnız
başına sanatımızı ayakta tutabileceğini dilinin döndüğü kadar savunmuş.
Bundan dört beş
ay önce kendisiyle görüştüm New York’ta. Şöyle bir söz demişti:
- Bugün çizgiyi
atmak geldi içimden, çizgiyi atmadan renklere dilediğim tadı veremeyeceğimi
anladım. Attım çizgiyi ve öylesine rahatladım ki.
İşte ressamca
bir söz size. Rothko renk konusunda şunu çok iyi anlamış. Gauguin’in sözü: “Bir
litre mavi, bir gram maviden daha mavidir.”
Rothko’nun en
küçük resimleri dört metrekare. Dört santimet-rekare renklerin aldığı ışıkla
dört metrekare renklerin aldığı ışık arasında korkunç bir fark var. Dört mumluk
lambada, dört yüz mumluk lamba kadar rengin yaşayabilmesi için ille de yaprak
renklerine başvurmak gerekli değil. Rothko’da adlandıramayacağımız sayısız renk
var.
Ama öylesine
akıllıca ayarlı ki bu renkler, öyle ressamca ele alınmış, öyle sevilerek
boyanmış ki, bunu sözle anlatmak elde değil.
Rothko renk
konusunda en ileri adımı atmış. Rengin yalnız başına bir güç olacağını
saptamış. Ama Rothko bir Leonardo, bir Rem-brandt değil. Rothko’nun arkasında
Leonardo’yu Leonardo, Rem-brandt’ı Rembrandt yapan bilgiler yoktur. Karınca
kararınca bunu getirdi. Bu yepyeni bir anlayıştır. Bu kapıdan girenler çok
uzaklara gidebilecekler, hodri meydan.
1962’de,
Amerika’da kaleme aldığı bir yazı
Renk -1
Buğday
tarlasının kenarındaki gelincik güzel güzel kızaracağı yerde, kırmızının ne
demek olduğunu bize anlatmaya kalksa halimiz nice olurdu!.. Karanfil kokacağı
yerde, karanfil kokusunu yazı ile duyurmaya kalksa yanmıştık. Kuş uçacağı
yerde, uçuşun hikâyesini söylemeye başlarsa ne tatsız bir dünya olurdu
dünyamız.
Peki, biz
ressamlar da oturup resim yapacağımız yerde, niçin ikide bir konuşup dururuz?
Yazılar yazarız? Nutuklar çekeriz? Serde hocalık var da ondan. Sonra galiba
resim yapmak daha zor da ondan.
Hani Nasrettin
Hoca kömürlükte anahtarı düşürür, kömürlük zifiri karanlık, biraz arar ama
bulamaz, sonra sokak kapısının önüne çıkıp aramaya devam eder. Görenler
soranlar bu işe hayret edince, Hoca, “Ee, ne yapalım, kömürlük çok karanlık,”
der.
Şimdi dilimin
döndüğü kadar size renkten söz etmek istiyorum. Rengin resim sanatının en
sağlam temeli, en kendine özgü özü olduğuna inanmışım da ondan.
Güzel tadılan
sanatlar içinde resme düşen en zor ve en güzel pay, renkten sorumlu olması...
Ama ne tuhaftır ki biz ressamlar bu belalı gerçeği çoğu zaman geç kavrıyoruz.
Yüzde yüz resim sanatının malı olmayan çeşitli tasalar boyuna rengi alıp gitmiş
elimizden.
Güzel tadılan
kardeş sanatları renkten çok, ayakta tutan kendilerine özgü değerleri var.
Onlar zaman zaman rengi ataraktan yaşayabiliyorlar. Ama bizim elimizden rengi
aldınız mı, kardeş sanatların kulu kölesi oluyoruz.
Dünyamızda
herkesin bir şeyden sorumlu olması şart değil mi?
Maydanoz,
maydanozluğundan sorumlu.
Sarmısak,
sarmısaklığından sorumlu.
Elma ağacı,
elmadan.
Bulut,
yağmurdan sorumlu.
Peki, biz
ressamlar neden sorumluyuz? Nedir bizim yükümüz, tadımız tuzumuz neden?
Otuz beş yıllık
bir denemeden sonra cevap: renk.
Renkten sorumlu
oluşumuz üstüne bir şey okuyacağım size, adı: mor .
Yunus der ki:
Bir söz
söylemek gerek
Melekler dahi
bilmez ola.
Biz de bugün
diyoruz ki: Bir renk kondurmak gerek, melekler dahi bilmez ola.
Bunu söylemek
yeniye inanmaktır. Her alanda yeniye inanmak. Eğer bu inanış olmasaydı,
insanlığın kökü çoktan kururdu. Bir fizikçi, bir kimyacı, yeninin tükendiğine
inanmış olsaydı, yanmıştı. Hâlâ çıra veya mum ışığında kalacaktık. Her alanda
yeni var çok şükür. Bir ağaç nasıl büyürse, insan zekâsı da öyle gelişir. Bu
gelişme durdu mu, felaket. Ağaç kurudu demektir.
Hey, selam sana
renkler dili, tohum gibi, ekmek gibi, tuz gibi, toprak gibi, herkesin olan
“dünya gibi”, su gibi. Resimde yeni var, yepyeni var. Ne zamandan beri doğdu bu
yepyeni? Bana kalırsa elli yıllık bir geçmişi var yeninin. Resimde yeni,
alışılagelmiş kaynakların dışında yepyeni kaynaklardan faydalanmaya
başladığımız günden beri doğdu. Yani resim sanatı elli yıl öncesine kadar
bilinen köklerden güç alarak yaşıyordu. Bu kökler “taklit” gücüne dayanan,
buluşa çok az yer veren köklerdi. Yaratma gücü birinci plana geçince, resim
sanatı alışılagelmiş köklerden ayrıldı. Eski resim ağacının yanı başında,
yepyeni bir filiz sürmeye başladı. Cezanne’dan önce resim dünyasında Cezanne’a
benzeyen bir tat, bir çeşni yoktu. Resim dünyasına “yeni”nin kapılarını açan
Cezanne oldu. Bu kapıdan giren Gauguin, Van Gogh ve daha sonra gelen
Matisse’ler, Picasso’lar, Bon-nard’lar hız verdiler. Picasso, Klee, Kandinsky
yeninin kapılarını sonuna kadar açtılar. Bugün henüz yaşayan kuşak yeniyi bir
parça daha öteye götürmeye savaşıyor. Nedir bu yeni filizi besleyen köklerin
özelliği? Bu, yukarıda söylediğim gibi taklitten buluşa geçmek ve buluşu
birinci plana alan adsız sansız halk ustalarından faydalanmak. Çocuk
resimlerini yabana atmamak, vahşi kabile işlerinde klasik ustaların gücüne
paralel yepyeni bir güç bulmak.
Vahşi kabile
sanatı bundan elli yıl öncesine kadar büyük harfle yazılmış sanat kapısından
içeri giremezdi. Girerse de kıyıda bucakta eğlencelik bir rafa konurdu.
Bugün vahşi
kabile sanatı en büyük müzelerde, adı klasiğe çıkmış ustaların yanı başında yer
alıyor. Kim bunları yapanlar? Adları yok ama korkunç tatları var. Çok uzun bir
gelenek uç uca eklendiğinde yüzlerce insan ömrünün, insan emeğinin meyveleri
bunlar. Kaynaklardan en önemlisi bu. Bir de buna paralel çocuk resimleri,
günümüzün çocuk resimleri. Günümüzün çocukları diyorum, yanlış belki bu deyiş.
Çocuklar dünya kuruldu kurulalı resim yapıyorlardı. Yapıyorlardı ama hiç kimse
farkında bile değildi ki. Osman-h petrol, elektrik, kokkömürü misali. Vahşi
kabile sanatı ile çocuk resimleri arasında korkunç bir yakınlık var. Çocuğun
yapıp attığını, yapıp bozduğunu, yapıp unuttuğunu, vahşi kabile atmamış,
bozmamış, unutmamış. Ona çocuğun veremeyeceği malzeme gücünü, bilek gücünü
vermiş. Çocuğun sahipsiz, adsız halk sanatı, köy sanatları, birdenbire resim
dünyasına yepyeni bir hız vermiştir.
Şimdi size
birkaç resim göstereceğim. Allah rızası için söyleyin, bunlardan hangisi
Raffaello’ları, Rembrandt’ları, Tiziano’ları hatırlatmıyor? Hangisi kilimlere,
heykellere, örmelere, işlemelere daha yakın? Günümüzün ressamı yepyeni
kaynaklardan faydalandığı için yeni. Alışılagelmiş kaynaklara sırt çevirdiği
için yeni, ama bütün yeniler gibi o da henüz emekleme döneminde. Bütün
yepyeniler gibi o da acemi, çelimsiz. Bir Rembrandt’ın arkasında dağ gibi
örnekler vardır. Bir Greco’nun yanı başında Tintoretto vardı ama sorarım size,
bir Klee’nin, bir Kandinsky’nin, bir Mirö’nun hemen yanı başında hangi dağ gibi
ustalar vardı? Yüzde yüz yepyeni olanların aynı zamanda olgun, dört başı mamur
olması görülmüş şey midir? Amerika’da bazı büyük çiftlik sahipleri şenlik olsun
diye başlangıçtan bugüne bütün otomobillerini saklamışlar. însan bundan elli
yıl önce yurduna giren arabayı görünce kendisini tutamadan gülmeye başlıyor.
Bugünkü otomobilin yanında, ilk otomobil timsah gibi acayip bir varlık.
Güldürüyor insanı. Otomobil bir kağnı azmanı, at arabası, at arabasının fayton
oluşunun devamı olmasa gerek. Otomobili otomobil, uçağı uçak yapan güç herhalde
kağnıyı fayton yapan güç değil. Taşıt araçlarında yeni nasıl yepyeni bir güce
dayanıyorsa, resimde de yeni öylesine taze bir güce dayanıyor.
Resimde eski,
yeni yoktur, sadece iyi ve kötü vardır diyenler herhalde burada otobüsü
kaçırıyorlar.
Resim bahçesine
yepyeni ağaçlar dikileli elli yıl oluyor. Bu ağaçlar çoktan verdiler
meyvelerini, ama bu meyveler daha aşılanacak, daha gelişecek, sonra herhalde
yepyeni tatlarla dolu başka fidanlarla zenginleşecek bu bahçe.
Bundan elli yıl
önce caz müziği ciddiye alman bir şey değildi. Bugün bu müziğin adı klasiğe
çıkmış ustaları var. Ya elektronik müziğe ne buyrulur? Hangi müzik aracının
tohuma kaçmışı bu elektronik müzik? Yepyeni bir tat değil mi bu, müzik
bahçesinde.
Yanılmıyorsam,
fotoğrafın, sinemanın biz ressamlara oynadığı oyunu yakında elektronik müzik
oynayacak müzisyenlere. Geçen yıl New York’taki en büyük salonlardan birisinde
elektronik müzikle bir bale seyrettik. Programın yarısı bale, yarısı da
elektronik müzik ile modern bale idi. Üç yüz kişilik orkestra yerini neye
bıraktı derseniz? Avuç içi kadar bir teybe. Tam önünde klasik müzikle mest
olmuş bayan, uyuyan iki yaşlı dinleyici vardı. Elektronik müzik başladığı zaman
şöyle bir silkindiler. Ara sıra dalmak istiyorlardı ama ne mümkün.
Resim sanatı
dört direğe dayanır.
Dört küheylan
çeker arabamızı.
Biri çizgi,
biri leke, biri renk, biri de miniminnacık benek.
Bu dört direği
dünyamızın temeli olan dört ana yaşatıcıya benzetmek mümkün. Birine hava
diyelim bu direklerin, birisine su, birine toprak, birine güneş. Daha ileri mi
gidelim? Daha sokulalım insana. Birine tatlı diyelim, birine acı, birine tuzlu,
birine ekşi.
Biri ötekinden
taban tabana ayrı dört güç. Resim sanatını ayakta tutan, ören, dokuyan bu dört
temanın müzik sanatındaki karşılıklarını bulmak ne hoş olurdu. Nefesli sazlar
leke, vurucu sazlar benek, yaylı sazlar çizgi. Size bir parça sonra bu dört
elemanı projeksiyonda göstermeye çalışacağım. Fakat sizlerden ricam şu:
Çizgi dediğim
zaman ilk aklınıza gelen ne ise, çizgiden onu anlıyorum. Resim sanatına en
yakın saydığım müzikte bu dört temanın benzerlerini bulmak ne hoş olurdu.
Sözgelişi nefesli sazları lekelere, yaylı sazları çizgilere, vurucu sazları
beneklere, insan sözlerini renklere. Leke dediğim zaman ilk aklınıza geleni,
tertemiz sofra örtüsü üstüne dökülen mürekkebin marifeti ne ise onu anlatmak
istiyorum. Bu musibet, yeşil, kırmızı, mavi, mor olmadan önce bir lekedir.
Güneş henüz doğarken veya henüz batarken, alacakaranlıkta evlerin, ağaçların,
gemilerin gözümüzdeki etkisi, koyu üstünde koyu bir lekedir. Bu etkide en ufak
bir çizgi tadı yoktur. Lekenin Fransızca karşılığı “tache” veya “siluet”tir.
Bundan otuz kırk yıl önceki Türkiye’de buna “heyula” denirdi. Korkunç bir
kelimedir bu. Karagöz’le Hacivat’ın hayal perdesinde göze ilk çarpan tarafları
renklerinden, çizgilerinden ve beneklerinden önce, ak üstünde kara lekeleri
idi.
Beneğe gelince
aklımıza ilk önce gelmesini dilediğim, hepinizin bildiğiniz bu kelimeyi kuran
“ben” sözü olsun. Küçük veya büyük. Karabiber tanesi kadar veya gökteki
yıldızlar boyunda bir şey. Ne çizgiye benziyor ne de sofra örtüsüne dökülen
mürekkep lekesine. En ufak bir renk tadı da yok bunun. Beneğin çizgi, leke ve
renk kadar kendi başına buyruk bir varlık olduğunu kavramakta epey geciktim.
Öyle bir şey ki bu mübarek, birkaç tanesi yan yana geldi mi, çizgi
olabiliyor!.. Bir parça ayrı düştü mü, buğday tarlasında gelincik kırmızısı
kesiliyor. Beş on tanesi sıkı fıkı ahbap oluyor. Leke kisvesine bürünüyor.
Kısacası belalı
bir varlık. Gerçekten başına buyruk bir eleman değil mi diye düşündüler ki,
ufak da olsa bir duraksama kokusu sezen öğrencilerim bunu çok hoş bir şekilde
hatırlattılar bana. Bir sömestr tatilinin ödevi olarak onlara dört küheylan
çeken arabamızın konusunu verdim.
Bu dört at
kendi özelliklerini belirten biçimde işlenecekti. Atlardan birisi çizgi ile,
birisi leke ile, birisi cayır cayır renklerle, öteki de beneklerle.
Benek
konusundaki soruyu en iyi kavrayan öğrencilerden birisi, dört küheylandan birini,
beneği tay biçiminde belirtti. Gel zaman git zaman beneğin kendi başına buyruk
bir varlık olduğuna şüphem kalmadı. Fakat öteki atlar bu yöne ulaştı.
Dördüncü direk,
dördüncü küheylan renkti. Rengin renk olabilmesi için öteki üç elemanla en ufak
bir ilişkisi olmaması şarttı. Öteki elemanlar, yani çizgi, leke ve benek yalnız
başlarına kendilerini korumasını bilmişler ve kendi alanında tek başına atlarını
koşturmuş-lardır. Sanat tarihi bize yalnız çizgi ile yapılmış şaheserler verdi.
Mağara döneminden bu yana dünyaca tanınmış, adı klasiğe çıkmış ressamlar yalnız
çizgi ile diledikleri gibi resim yapıyorlardı. Siluet tek başına bir güç
olduğunu çeşitli alanlarda ispat ediyordu. Benek de öyle, fakat en az bu üç
eleman kadar kendi başına buyruk olması gereken renk, ne hikmetse en geride
kalan oldu.
Resim sanatının
en sağlam direği olduğu halde, nasıl oldu da “renk” böyle güdük kaldı?
Başlangıçtan günümüze kadar, resim alanında bunu araştırdığımız zaman şu sonuca
varıyoruz: Biçim tasası başlangıçtan günümüze kadar renk kaygısının üstünde
geliyordu da ondan. Yani ressam biçim tasasını boyuna ön plana alıyordu.
Herhangi bir biçimi tam anlamıyla benimsemek için aylarca, yıllarca uğraşan
ressam renk konusunda aynı titizliği gösteremiyordu. Ta mağara çağından
başlayan işin nedenlerini şöyle sıralayabiliriz: İlk önce biçim çabuk ateş
alan, uzağı vuran el yapısı silahtır. Ressamın elinde dilediği renkler yoktur.
Yumuşak taşı daha sert taşla oyuyor, dayanacağını umduğu renkli taşlarla,
topraklarla, köklerle boyuyordu. Bu savaşta en güvendiği eleman bizim dört
direkten sıra ile ilk önce çizgi, sonra benek, daha sonra leke oluyordu.
İnsanoğlu daha sonraları çeşitli renklere kavuştuğu zaman, resim alanında en
büyük başarıyı “taklit” gücü ile elde etmeye başladı. Konuyu ne kadar iyi
tak-Üt ederse o kadar büyük ressam sayılıyordu. Resim sanatını dünyaca ünlü
kılan, adları bütün dünyamıza yayılan ressamların en büyüklerinin amacı doğayı
elden geldiği kadar olduğu gibi vermekti. Bir resim ne kadar canlı ise, o kadar
başarılı sayılırdı. Bir resim karşısında en büyük beğeni sözü:
- Öyle bir
resim ki, ha desen konuşacak, dokunsan ağlayacak, nerede ise gülecek. Öyle bir
manzara ki bu tablo, gir içinde yürü, öyle bir dağ resmetmiş ki, ister tırman,
ister yokuşundan aşağı yuvarlan.
Eee, doğrusu,
şu kadarcık bir muşamba çevresi içine koskoca bir dünya parçasını sıkıştırmak,
buna herkesin, “Doğanın ta kendisi,” demesini sağlamak yabana atılacak
hünerlerden değildir.
Sevgili hocamız
Çallı İbrahim anlatmıştı: Ona ilk defa resim sanatının tadını veren
Yüksekkaldırım’da, bir vitrinde rastladığı el resmi olmuştu. O kadar canlı
çizilmiş bir el ki, Çallı bu kesik elden korkmuş önce. Bir türlü anlamamış ne
olduğunu bu hikmetin. Çal’dan gelmiş henüz Çallı, sormuş bu elin ne olduğunu,
bu kesik elin! “O el değil resim,” demişler.
Fotoğrafın,
hele sinemanın ilk bulunuşuna kadar canlı resim yapmak gerçekten dört başı
mamur bir başarı sayılmış ama canlılığın ağababasını sunmak fotoğrafın eline
geçince taklit müthiş bir marifet olmaktan çıkmış ve ressam ister istemez
fotoğrafın hiçbir zaman ulaşamayacağı alanlarda dolaşmaya başlamış.
Biçimin rengi
hiçe sayarak kendi başına bir düzen kurmaya çalışmasında fotoğrafın bulunuşu
önemli bir rol oynasa gerek. Öyle biçimler kurmalı ki ressam, değme fotoğrafçı
taş çatlasa benzerini bulup çekemesin!.. Fotoğrafın bulunuşu ile biçimin bu
yöne boyunduruğundan kurtulacağını sanan renk, bu sefer de daha belalısına
çatmış; kübizm gelmiş, kasmış kavurmuş resim dünyasını! Karelerin, küplerin,
silindirlerin arkasından o üçgenlerin sivri uçları diken diken batmış renklerin
böğrüne. Peki, ya empresyonistler diyeceksiniz? Onların renkler uğrundaki
çabalarını hiçe mi sayıyoruz? Evet, empresyonistler resmi loş atölyeden
aydınlık bahçelere, tarlalara, yollara çıkardılar. Resim sanatına güneş tadı
geldi, fakat ne tuhaftır ki, empresyonistler hiçbir zaman renk demediler, hep
ışık dediler. Onların zoru ve gücü, eşyayı yakalayıp, geçici ışık oyunlarının
peşine düşmekti. En ufak bir ışık oyunu dışında yalnız başına bir çift rengin
kendi başına buyruk bir gücü olduğuna inanmamışlardı. Kısacası onlar için renk
diye bir sorun yoktu, ışık diye bir sorun vardı ve bu ışık ne lamba ışığı, ne
mum ışığı, ille de güneş ışığı olmalı idi. Böyle olduğu halde Monet biçimin
şerrinden uzaklaştıkça renklerin ne yaman bir güce ulaşacağını ispat eden
eserler verdi ve göz kamaştırıcı bir ışık içinde de olsa renk kapılarını
araladı. Bu kapıdan renk dünyasına dalan ressamlar arasında Pissarro, Seurat,
Van Gogh, Gau-guin ve bütün bunların denemelerini çok ileri götüren Bonnard.
Günümüzün resmine renk tadını en çok veren ustaların başında Bon-nard’ı anmak
gerek. İşte öyle bir ressam ki rengi biçimin şerrinden elden geldiği kadar
korumuş, rengin yalnız başına kendine yeten bir güç, bir kaynak olduğunu
anlamış.
İşte size güzel
bir örnek.
Rengi birinci
plana almak isteyen ressamlarda bir de şuna dikkat edin. Heykel yapmaya vakit
bulamıyorlar bunlar. Zamanımızın en iyi ressamlarından biri olan Picasso’nun
zamanımızın belki de en önemli heykelcisi olduğunu bilir misiniz? Renge layık
olduğu yeri vermeye savaşan Matisse’in büyük salonlar dolduran halis muhlis
heykellerini gördük. Renoir, Degas heykel alanında teknikler yaratan ressamlar.
Biçimin resimde boyuna birinci plana geçmesinin, renge ha varmış ha yokmuş
davranışının nedenlerini araştırırken üzerinde durduğumuz noktalar şunlar
oluyor: Mimarlık sanatındaki biçim aramaları, heykeldeki biçim tasaları, nakış
sanatındaki biçim buluşları büyük bir kolaylıkla resimde yer almışlar.
Biçim sanatı
sağlam temelde buluşa dayanmış. Buna karşılık renk alanında bir türlü sağlam
kurallar yer almamış.
Sağlam
kaynaklardan ve bazı kalıntılardan öğrendiğimize göre Mısır ve Yunan heykelleri
yapıldığı zaman bir güzel boyanırmış. Dudakları kiraz gibi kırmızı, saçları
kuzguni siyah, tırnakları manikürlü bir Milo Venüsü düşünün. Vallahi ben bir
türlü gözümün önüne getiremiyorum bu tazeyi. Heykel dediğin nesne renkten medet
umar mı? Bize okullarda böyle bellettiler, heykel yalnız biçim gücü ile yaşar.
Hem öyle biçim ki dağdan aşağı yuvarlanacak paldır küldür; dağın eteğine kadar
inecek ve kırılmayacak. Yani o kadar sade, o kadar iyi ıvır zıvırdan sıyrılmış
olacak ama o renk menklerle sürtünüp gitmesi heykelin umurunda mı?
Renoir’ın resim
tarifi: Kalçasına bir şaplak atabilirsen bitti demektir. İşte bütün sorun bu,
heykelin renk umurunda olmadığına göre, bir tutam renge dahi tenezzül
etmediğine göre resimde heykelin işi ne? Niçin yüzyıllar boyunca resim sanatı
heykel sanatının kulu kölesi olmuş? Hep bu biçim tasası yüzünden değil mi?
Resmi biçime
kul köle eden güçlerden birisi de, biçimin durmadan amacına ulaşmasıdır.
İnsanoğlu mimiklerle başlamış olmalı ilk biçim alıştırmalarına, daha sonra dans
gelmiş olmalı. Sonra ilk araçlara verdiği biçimler, sonra başını soktuğu
yapılara verdiği biçim, daha sonra yazı. Herhangi bir tablonun ortasına bir
çırpıda, bir nefeste kondurulan bir biçim, o tablodaki bütün renklerden önce
fırlayıp çıkmış. Renk daha “Dur yahu!” demeden, “Beni bırakıp nereye
gidiyorsun?” demeden gideceği yere varmış bile.
Ressam bu
yüzden biçimi şımartmış, ressam bu yüzden rengi ihmal etmiş durmuş.
Ressam biçime
kul köle olurken, rengi bereket versin kardeş sanatlar ciddiye almışlar. Renk
asıl kendi öz yuvası olan resimde gelişmemiş de, hep adına ufak sanat, zanaat
denilen, resme göre hor görülen komşu sanatlarda barınabilmiş. Örneğin nakış
sanatı rengi her zaman başköşeye oturtmamışsa da, ona hiç olmazsa biçime
verdiği kadar önem vermiş.
Sorayım size,
has renk sözünü ressamlardan duyduğunuz oldu mu?
Rengin hasını
ben yazma yaparken duydum:
Yazmacı güzeli
Binnaz
Hastır boyaları
çıkmaz...
Bizim
köylülerimiz bilir renkleri, rengin hasını, solmayanını. Kök-boyalarla elde
edilenini! Ne yalan söyleyeyim, biz ressamlar pek ciddiye almayız rengin
hasını. Çünkü bundan çok daha önemli, çok daha fiyakalı, kutsal sorunlarla
yüklüyüzdür, ama falanca rengin iki güneşlik ömrü varmış, falanca renk
rutubetten çatlarmış, öteki kurakta atarmış, hiç uğraşmayın böyle münasebetsiz
şeylerle.
Eski Çin
seramiğinden bir örnek alalım ya da bizim İznik çinilerinden. Dümdüz maviye
boyanmış bir tabak! Üstünde en ufak bir biçim oyunu yok. Ne girintisi var, ne
çıkıntısı, ne de ufak bir nakış oyunu. Ama öyle bir mavi ki bu, bir defa gördün
mü, bir daha unutamazsınız. Peki, nedir bu renk hikmeti? Gökyüzü kadar duru, su
kadar ıslak, sevgili gözü kadar diri bir mavi bu.
Eğer bu mavinin
niçin böylesine cana yakın olduğunu ille de anlatmak isterseniz, onu çok
yakından incelemeniz gerekir, çok ama çok yakından. Onun içinde belirsiz,
adsız, sessiz sedasız, ufak tefek renkler göreceksiniz. Bu renkler, öyle
birdenbire insanın üstüne atlayan renkler değillerdir. Ana mavinin içinde
eriyip gitmişler. Aldığımız bir yudum nefesteki zerreler gibi, bir bardak duru
suda erimiş madenler gibi. Eğer bu çinideki dümdüz mavinin bir gücü olduğuna
inanırsanız, renk konusunun bamteline dokunmuş olursunuz. Eğer bu mavinin
yaşama sevinci veren bir mavi olduğunda anlaşırsak, renk konusunda çok
ilerilere gidebiliriz. Başka örnekler: Dümdüz gökyüzü, dümdüz tarla, gizli
renkler. Sevinci veren ne?
Renk mucizesi,
aynı koyulukta renklerin bir araya gelmesi ile başlar. Aynı koyuluktan şunu
anlıyoruz: Birini ötekinin üstüne koyduğunuz zaman en ufak bir koyuluk farkı
görmeyeceksiniz. Bunu size projeksiyonda göstermeye çalışacağım.
Öyle renkler ki
siyah beyaz bir fotoğrafını çektiğiniz zaman, hiçbir biçim vermezler size.
Birinin nerede başlayıp, ötekinin nerede bittiğini koyuluk farkları ile değil,
sadece renk farkları ile anlayabilirsiniz. Aynı yaşta olmaları şart değil, ama
aynı başta, aynı sağlıkta, aynı durumdaki insanların bir araya gelmelerinden
doğan güzel bir hava vardır. Hiç kimse kendini ötekinden çelimsiz, ötekinden
güçlü bulmazsa, o toplulukta güzel bir rüzgâr eser. Renkler de böyle, bambaşka
kaynaklardan, bambaşka çeşitlerden gelen renkler, aynı koyuluk derecesi
içerisinde yan yana geldiler mi, renk mucizesi başlamış demektir. Hani şu halk
dilinde janjan denilen örgülü bir basma vardır. Bakınca gözü kamaşır insanın.
Bu tam aynı koyulukta iki zıt rengin bir araya gelmesinden doğar. Günümüzün
resmini etkileyen ressamlardan birisi olan Van Gogh, güneşi verebilmek için sık
sık kullanıyordu bu göz kamaştıran renkleri. Vahşi kabile sanatında, çeşitli
köy el işlerinde bu renk oyununa çok rastlanır. Bambaşka kaynaklardan gelmiş
iki renk aynı koyuluk derecesi içerisinde birleştiler mi, bu tam bir erkek ve
dişi karşılaşması demektir. Bu karşılaşmadan bereketli sonuçlar çıkar ama,
taban tabana zıt iki rengin yapayalnız bir arada barınmaları yorar gözü. Bunu
yumuşatan yüzlerce, binlerce renk katmak mümkün. Demin size bir tek rengin
insanı sevindireceğini anlatmaya çalıştım. Ama iyi ayarlanmış bir çift renk
insanı çıldırtabilir. İyi ayarlanmış bir çift renk ne demektir? Bunun en basit
ölçüsü aynı koyulukta olmalarıdır. Ama aynı koyuluktaki bütün renkler bizi alıp
götüremez. Bunlar birbirlerini rahatsız etmezler o kadar. Ama bunlara bir güç,
bir kuvvet aşılamak, deneme, sabır, zekâ ve bilgi işidir.
Yüzde yüz bizim
diyebileceğimiz bir renk binlerce renk zerresini kendi yapısı içinde
eritebilir. Herhangi bir tabloda bir metrekare kaplayan bir sarının içine
yüzlerce sarı katmak, ressama has bir tezgâh, bir deney, bir sabır işidir.
Üç dört yıl
önce, Avrupa’nın çeşitli kentlerinde mozaik fabrikalarını dolaştım. Bunların
arasında 10.000 çeşit rengim var diyenler vardı. Ben yalnız 4.000 rengi olan,
küçücük bir fabrika gezdim. Venedik’ten, Murano’dan her biri bambaşka tonda
elli kadar kırmızı vardı. Bu firmanın yüz kadar mavisi, bir o kadar sarısı,
turuncusu.
Fakat bu canım
renk dizisi nerede kullanılıyordu biliyor musunuz? Dümdüz döşeme, duvar kaplama
işlerinde. Her firmanın siparişlerinde fabrikada birkaç avuç renk kalıyordu.
Hiçbir mimar ötekinin ısmarladığı rengi ısmarlamıyordu. Bunlar yıllarca
birikince, koleksiyon korkunç bir zenginliğe ulaşıyordu. O kadar çeşitli
beyazlar gördüm. Bu fabrikada ressamlığımdan utandım doğrusu. Biz ressamlar
dört beş beyaz biliriz, bir o kadar da siyah. Ama şöyle övünürüz: Bizim
elimizde az renk vardır ama biz bunlardan yüzlerce, binlerce renk üretebiliriz.
Böyle övünürüz övünmesine ama kulak asmayın. Üretenleyiz yüzlerce renk. Ne
sabrımız vardır buna ne takatimiz. En hazini, nerede bu konuda şart olan kimya
bilgimiz! Nerede bir köylü kadının gömleğini boyamada gösterdiği sabır ve
sevgi! Bugün ressamlara boya satan dükkânlara, sonra da kumaş fabrikalarına
boya satan bir dükkâna girip, kazandıklarını sorun! Hayretten donakalırsınız!
Bizim baba
yadigârı renk listesi otuz kırkı geçmez. Ama kumaş boyaları çoktan yüzler,
binler hanesine ulaşmıştır. Çeşitli baskı, örgü, kumaşlar arasmda öyle renklere
rastladım ki, daha bizim en büyük renkçi ustalarımız bu renkleri rüyalarında
bile görmemişlerdir. Ya bu renklere örgünün, dokumanın, ilmiğin verdiği
zenginlikler!
Eğer bugün
Avrupa’da, Amerika’da ressam, tutup da eski gömleğini, pijamasını kesip tablosuna
yapışmıyorsa, eğer bu davranışı candan gelen bir renk tasasına dayanıyorsa,
ayıplamayın onu. Eğer bu pijama bugünkü resmin içinde o güne kadar
rastlamadığımız bir renk cümbüşü yaratıyorsa, ister fırça ile boyasın onu,
ister kesip yapıştırsın, ne zararı var? Bir çift renk bulmak gerek melekler
dahi bilmez ola.
1958’de,
Brüksel’de Meksika pavyonu cephesinde kocaman bir mozaik pano vardı. Bu panoda
hiç görmediğim siyahlara rastladım. Ressam bayağı kokkömürünü alıp dizmişti yer
yer ve en can alıcı siyahları inci gibi sıralamıştı. Müzede gördüğüm tahta
heykelin göbeğindeki gazoz şişesi gibi.
Amerika’da genç
bir ressam tanıdım: Hiç görülmedik bir örgü ile işlemişti renklerini. Söylemese
anlamak çok zordu, sanki şu elektrik süpürgelerinde biriken bir yumak vardır,
sümük gibi, örümcek ağı gibi, karmakarışık bir şey. Bunları alıyor,
süpürgelerini yapıyor, resmin üstüne basıyor, üstüne de müthiş bir fiksatif.
Bir de Japon
ressamı tanıdım New York’ta. Bütün resimlerini yerde çalışıyor, Bonnard gibi.
Boyaları bol bol döküyor, akıtıyor, sonra kurumuş boyaların üstüne tebeşir ile
rötuşlar yapıyor. Tebeşirle resim yapılır mı diyeceksiniz? Tebeşirin ömrü olur
mu? Olmaz tabii. Japon da farkında bunun. Ama tebeşirin üstüne şu yeni plastik,
saydam verniklerden püskürtüyor. Tebeşir bütün tozu ile vernik tabakasının
altında yatıyor! Çıkarabilirsen çıkar bakalım.
Günümüzün
kimyası renk alanında harikalar yaratıyor. Çok sağlam köklerden yepyeni boyalar
elde ediyorlar. Bu boyalar resim dünyasında yepyeni lezzetler, yepyeni imkânlar
doğuruyor; doğuracaktır.
Ressam
arkadaşlara soruyorum, otomobil boyalarına ne buyrulur? Hangi ünlü ressamın
boyaları bu boyalar kadar çileye dayanabilir? Ama diyecekler ki, evet ama bu
boyalar maden üstüne sürülmüş. Peki, maden üstüne resim yapılmaz diye bir yasa
yok ki.
Otomobil
boyalarını düşünürken aklıma bütün evlere musallat olan renkler geldi. Hiç
düşündünüz mü, niçin bütün evlerin duvarları beyaz veya beyaza çok yakın
renklerle boyalıdır? Bu renk daha aydınlık yapıyor odalarımızı da ondan mı? Bu
renk daha az yoruyor gözlerimizi ondan mı? Bu renkten bütün insanlar
hoşlanıyorlar da ondan mı? Ne biri, ne öteki, ne beriki! Bu renk dünyanın en
ucuz, en kolay rengi de ondan. Şimdi yeni yeni badana boyaları çıkıyor
piyasaya. Bunların her çeşidi var, beyazı da mavisi de. Yavaş yavaş renk yüzü
görmeye başlıyor duvarlarımız.
Biçim konusunda
son derece titiz olan mimarların renk konusunda işi oluruna bırakmalarına ne
buyrulur? Mimarlar son yıllarda renge kayma çabasındadırlar. Birçok yapının dış
sıvalarında çok cesur renklere gitmek istiyorlar, ama biçim yenilikleri yanında
renk tasaları hemen hemen yok olduğundan, dönüp dolaşıp baba yadigârı renklerde
karar kılıyorlar. Bu da ya gri ailesinden ya da beyazlar hanedanından bir renk
oluyor. Yanılmıyorsam, bu yapıda, Taşkışla’da bunun en güzel örneklerinden
birisine rastlamıştım. Bir ara Ankara Ope-rası’nda beraber çalıştığımız merhum
mimar Bonatz bu yapının cephesinde bir köşeye çok atılgan bir renk dizisi
sıralamıştı. Bunları görünce, yaşasın be dedim. Renk göreceğiz sonunda. Bu
yapının üstünden birkaç hafta sonra bu renk dizileri bir parça daha hafif
renklere doğru gitti, ama yine adına renk denilirdi bunların.
Aradan bir ay
kadar geçti, baktım dizi yavaş yavaş renk hanesinden çıkmış, sulandıkça
sulanmış, tatsız tuzsuz bir şey olmuştu. Bu kabadayısından başlayıp pısırığında
karar kılan renk dizilerine yalnız bizde değil, yabancı memleketlerde de çok
rastladım. Bir pencerenin boyu bosu üstüne aylarca, yıllarca tartışan mimarlar
neden bir avuç renkten umacı gibi korkarlar?
Ama sözün
başında gene bütün kabahati ressamlara yükledik, iğneyi batırdık kendimize.
Ressam en kuvvetli kozunu kendisi oynamazsa, mimar neylesin? İyi ki
otomobillerin renklerini mimarlar seçmiyorlar. Yoksa insanın içini açan
otomobil renk dizilerinin yerine grilerden, beyazlardan geçilmezdi. Ne
dersiniz? Renk konusu üstünde büyük ustaların bazı sözlerini hatırlıyorum.
Gauguin’in bir sözü çok önemli: “Bir litre mavi bir gram maviden daha mavidir!”
Son zamanda resim dünyasında renge en büyük önemi veren Amerikalı ressam
herhalde bu sözü duymuş olmalı. Rothko’nun en küçük resimleri dört metrekare
filan ve bu resimde yer alan üç-dört renkten bazıları en az iki metrekare
kaplıyor. Rothko’nun resimlerine çok yakından baktınız mı? Bir kitabı burnunuza
kadar dayayarak okumaya savaşmak kadar tatsız bir şey oluyor. Ölü bir renk
görüyorsunuz, o kadar. Ama bir çizgi iki metre uzunluğundaki bir resme en az
yedi sekiz metreden baktınız mı, renk oturuyor yerli yerine ve başlıyor
şarkısını söylemeye. Yudum yudum ciğerinize kadar işliyor renk. Nefesinize
karışıyor vallahi. Küçük boylarda zor tutunuyor bu renkçi ressam. Yanılmıyorsam
rengin en öz sorunlarından birisine değiyor bu boy durumu. Boy sorunu o kadar
önemli ki, resimde o kadar çeşitli tarafları var ki bunun. Hepiniz imzanızı bir
çırpıda atarsınız, değil mi? Ama bir gün size şu güzel imzanızı yüz
metrekarelik bir duvara atm deseler ne yaparsınız? Hangi boy fırçalarla, hangi
uzaklıktan, hangi boyalarla, hangi iskelelerle yaparsınız bu işi?.. Eğer
imzanızı yüz metrekarelik bir alana dilediğiniz gibi oturtabilirseniz, ressam
olduğunuzun resmidir! Ressamların çoğu korkar büyük boylardan, çoğu
alçakgönüllü davranır, çoğu bunun büyüğü olmaz ki der, diretir. Gerçekten merak
edilecek bir şeydir. Cezanne elmalarını yüz metrekare bir duvar üstünde
gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz? Vallahi ben getiremiyorum. Van Gogh,
resimlerini bildiğimiz boylar dışında yapmaya mecbur olsaydı ne çıkardı acaba?
Hey Allahım, bence birçok bayağı resim yüzlerce, binlerce metrekare duvarı bulaştırır
da, Van Gogh gibi ressam bir iki metrekare dışına çıkamaz!.. Van Gogh’un ünlü
Gece Kahvesi için söylediği bir sözü hatırlıyorum: “Bu kahveyi öylesine bir
kırmızıya, yine öylesine bir yeşile oturtmalı ki, insan burada rahatça katil
olabilsin.” Matisse’in bir sözü: “Bana büyük hastanelerin duvarlarını verin.
Oraya yapacağım resimlerle hastaların bütün dertlerini gidereceğimi iddia
etmiyorum ama nekahet devresini kısaltacağımı umuyorum.”
Yine Matisse’in
bir sözü: “Bir tablo en azından bir top çiçek kadar bir odayı sevince katmalı.”
Fransa’da bir kiliseye birçok ünlü ressamdan resim istemişler. Hepsinin
resimleri yerli yerine oturunca, bir gazeteci Bonnard’ın burası için yaptığı
resim hakkındaki düşüncesini sormuş. Bonnard’ın cevabı: “İnşallah resim duvarda
alçakgönüllü, kalender bir leke yapar.” Bonnard’ın bir sözü daha: “Bir resim ya
bir defada biter, ya bin defada.” Bu sözün doğruluğunu erbabı çok iyi anlar.
Manet’nin bir
sözü: Dostlarından birisi boyuna kahverengine çalan resimler yaparmış. Müthiş
kızarmış bu kahverengine Manet. Hani şu bütün Avrupa müzelerini dolduran vernik
sararması, tütün bulaşması kahverengi vardır ya, çoklarının adları klasiğe
çıkmıştır bu kahverengilerin! Aslında vernikleri temizleyince, çoğunun altından
hiç de kahverengi olmayan renkler çıkar. Haa, işte bu müze sosuna bulaşmış
kahverengine düşmekten ressam fena halde hastalanır. Ama Manet her yerde onun
aleyhine veriştirmeye devam eder. Bir gün bir başka dost, “Yapma birader,” der,
“adam ölüm döşeğinde, bir ayağı çukurda. Bu kadar da insafsız olma.” Manet
gayet zalim, “Bir ayağı çukurdadır onun ama öteki ayağı muhakkak
kahverengindedir,” der.
Bir renk üstüne
en acayip sözlere Kandinsky’nin notları arasında rastladım. Resim sanatına
yepyeni bir hız veren bu ünlü ustanın renkten yana oldukça kısır olduğunu
biliyordum ama rengi bu kadar tuhaf anladığını bilmiyordum. Hani bizim Orhan
Veli’nin “Musiki ruhun gıdasıdır” sözünü maytaba alması vardır ya, buna benzer
şeyler söylüyor Kandinsky: Yeşil ruhun limanıdır, kırmızı büyük arzuların
cenkleştiği meydan, mavi sessizlik dünyasıdır falan filan diyor.
Zamanımızın
büyük ressamlarından olduğu kadar, en büyük heykelcisi de olduğuna inandığımız
Picasso, doğrudan doğruya renklere değinmiyor şu sözünde, ama ister istemez
renk kapısına çıkıyor sonu: “Ispanya’da bir saka kuşunun daha iyi ötmesi için
gözlerini oyarlarmış. Şu ressam taifesinin de daha iyi resim yapmasını sağlamak
üzere gözlerini oymalı...”
Korkunç bir
gerçek saklı bu sözde. Sahiden daha iyi düşünmek istediğimiz zaman çoğumuz
haberimiz olmadan gözlerimizi yummaz mıyız? En belalı rüyaları yumuk gözlerle
görmez miyiz?
Renk konusunda
ressamı en çok yoran gerçeklerden birisi de şu, renklerle düşünebilmek,
renkleri gözünün önüne getirebilmek kompleksi. Bunun neden olduğunu erbabına,
ahbap ressamlardan birine sormuş. Şair kelimelerini yanı başında taşır,
tramvayda, otobüste, dolmuşta kelimeleri kafasında dilediği gibi evirip çevirir
ve onlarla yüzlerce düzen kurabilir. Müzisyen yüzlerce sesi aynı anda kulağında
taşır, onlara dilediği gibi çekidüzen verir. Ressam bütün renklerini kafasında
taşıyıp onlarla resme başlamadan önce düzenler kurabilir mi? Kurması lazım
kurmasına ama alışmamışız ki bu güzel düşünce sistemine. Tasarlama gücü
sanatçıların en mübarek gücüdür. Bir sanatçı tasarlayabildiği kadar
yaratıcıdır. Gel gör ki, müzisyen eldeki sazlarla olanaklarını çok iyi bildiği
sazlardan çıkardığı seslerle düşünür. Şair hazır kelimelerle düşünür, ama
ressam ancak kendi eliyle karıp karıştırdığı, çilesini çektiği, kendine mal
ettiği renklerle düşünme gereğindedir. Şu mavinin yanma bu turuncu derken,
bunları falanca resimde, falanca boya ile, kendi eliyle karıp sürmüş olması
şarttır. O renkler de yalnız o resimde bağlı bulundukları düzen içerisinde
belli bir güç almışlardır. Yeni tasarlanan resimde, yeni komşu renkler arasında
nasıl duracakları bilinmez. İşte bizim mesleğin güçlüğü!.. İşte renklerle
düşünmenin belası buradadır. Rengin, dört öğeden en güç, en belalısı oluşu, onu
kolay kolay tasarlayama-yışımızdan geliyor. Hani bazı kötü edebiyatçılar renkli
rüyalardan, renkli hülyalardan sık sık söz açarlar! Hep de renkli rüya görürler
mübarekler. Biz ressamlar da inanırız bu rüyalara, kıskanırız onları. Ama bir
parça kurcaladınız mı bu renkli rüyaları, siyah beyaz fotoğraflarla ortaya
çıkıyor. Onlar da bizim gibi renksiz görüyorlar rüyalarını, ama sabah sabah
kimse görmeden renkli kalemlerle büyüyorlar bunları. Ressamdan, kar yağdığını
tasarladığı zaman bize yetecek kadar, bir yankı anlatırken tutuşacak kadar
güçlü bir tasarlama gücü isteyen yok, ama kendi eliyle kavradığı renklerle
çeşitli düzenler kurabilmeli ressam kafasında. Renklerini kutusunda değil,
kafasında taşıyabilmeli. Bu kadarı da şiirde ve müzikte olduğu gibi işin tümünü
değilse de yarısını önceden çözümlemesine yarar. Hepimiz dört beş defa
duyduğumuz bir şiiri, bir türküyü belleyip kolaylıkla söyleyebiliriz, ama kaç tanemiz
dört beş defa yapmakla bir tablodaki renkleri tam anlamıyla kaydedebiliriz. Çok
çabuk çakıp geçiyor renk şimşekleri kafamızda. Falanca rengi çarşaf gibi sarıp
kafamıza, onun üstüne ötekileri kondurmak hiç de kolay olmuyor ve galiba bu
kadarını becerebilseydik hiç de boyamak hevesine kapılmazdık çoğunu. Belki bir
sürü tatsız tuzsuz resim de bu kadarıyla ortaya çıkmaz olurdu. Az kalsın
unutacaktım, renk ve biçim konusunda en güvendiğim kozlardan birisini anlatayım
size.
Bizler 1928’de,
Akademi’de öğrenci iken renkli baskılar henüz orta malı olmamışlardı. En pahalı
kitaplarda bir iki renkli baskı gördüğümüz zaman deli divane olurduk. Biz
ustalarımızın eserlerini siyah beyaz fotoğrafları ile izlerdik. Bu kadarı ile
onlara candan bağlanırdık. Neydi bizi bu ustalara bağlayan? Bunlarda renkten
eser yoktu ama biçim vardı. Bugün renk dünyası doğasında incelediğimiz açık
koyu oyunları vardı, lekeler vardı, ritmik bir düzen vardı. Bunların hiçbirisi
renk dünyasının malı değildi. Bugün vardığım sonuç şu: Mademki bir tablo
biçimiyle bu kadar uzağı vurabiliyor, biçim tasasının dışında, renklerle de
vurması lazım. Eğer biçimin üstünde durduğumuz kadar renkleri de ciddiye
alırsak, mümkün bu.
Günümüzün
ressamı için açılan kapı bu. Öyle renkler kondurmak gerekir ki melekler dahi
bilmez ola. Ama nedir bu renk kapısını açmak, hepimiz bir biçimine getirip
sarılıyoruz biçime, bunalıyoruz renk aramalarından, adsız sansız, bugüne kadar
hiç görülmemiş bir çift renk, buluyorsunuz bunu! Ama biçimle beslenen gözler
görmeden çiğneyip gidiyor renklerinizi!..
Sonra renk
deyince, çoğu kimse allı pullu bayrak renkleri bekliyor. Alışılmış, her yerde
görülen renkleri görünce daha bir keyifleniyorlar. Ama siz canınızın içinden
kopardığınız bir çift rengi sunuyorsunuz onlara. Bir insan kadar kişiliği,
gerçeği olan renkleri yadırgıyorlar. Neden böyle oluyor bu? Renk konusunu
ciddiye almadığımız için bu yadırgama. Biz ressamlar rengi birinci plana
almadığımız için çekiyoruz bunu. Geçen yıl Amerika’da renk kimyası üstüne
çalışan genç bir Türk bilgini tanıdım. Renklerin birbirlerine göre ilişkilerini
inceliyormuş. Ondan duydum da hayretler içinde kaldım. Yaratıkların boyu bosu
büyüdükçe renk kavrama güçleri azalıyor-muş. En çok renk gören yaratıklar
kimler olsa beğenirsiniz: Küçük
böceklerle
küçük kuşlar. Boy bos arttıkça azalıyormuş renk seçme gücü. Eğer küçücük
böceklerle küçücük kuşlar olmasa bir tek meyve vermezmiş ağaçlar. Çiçekten
çiçeğe konarak meyveleri aşılayan, çiçek renklerini çok iyi seçen, hani şu
“teni tenden seçip gezen” yaratıklarmış. Örneğin, koskoca aslan minicik
serçeden daha az renk görürmüş. Avını renginden değil, kokusundan tanırmış.
Cüsse büyüdükçe renk seçimi azaldığına göre ister misiniz biz ressamlar, tövbe
tövbe, kocabaş taifesinden olalım.
Merhaba Renk
Kalamış
iskelesinin arkasında güneş batıyordu. İskeleyle tramvay durağı arasında beş on
tane kabadayı çınar vardır. Karakış, ağaçların yapraklarını kökünden kazımış,
ince, kalın ne kadar dal varsa hepsi damar damar gökyüzüne çizilmiş. Gökyüzü
bir âlem. Güneş, Moda burnunun arkalarında bir yerde batmış olmalı. O taraf
ateş alev yanıyor.
“Kırmızı gülün
alı var” diyen Rumeli türküsündeki al, böylesine katmerli bir kırmızı olmalı.
Ama bu belalı kırmızı, hiçbir ipucu vermeden morarıyor, sonra sezdirmeden
turuncu kesiliyor, daha sonra, çınarların uçlarma doğru, turuncu kavuniçine
dönüyoı; sonunda, daha yukarılara doğru, kâğıt akı kadar aydınlık bir pembe,
aynı koyulukta ılık, isimsiz bir mavide karar kılıyordu. Asıl kızılca kıyamet,
ulu ağaçların en sık dalları arasında kopuyordu. Gövdelerin ve iri dalların yan
yana gelmesiyle heybetli nakışlar doğmuştu. Bunların aralarında kalan en renkli
gökyüzü parçacıklarının renklerinden önce aydınlıkları fışkırıyordu. İncecik
dalların seyrek olduğu yerlerde, demin adını ettiğim renkler, adları sanlarıyla
anılıyorlardı. Gökyüzün-deki renklerin ipucu vermeden birbirleri içinde
erimeleri, olgun bir kavun dilimini hatırlatıyordu. Hani kavunun en tatlı
yerinde ateş alev bir renk tutuşur. Bu renk, dilimin dibindeki acı kabuk
yeşiline değerken söner. Ama bütün dilimden gözümüzde kalan bir tek renk
tadıdır. Batan güneş kırmızısının birçok renklerden geçtikten sonra, aydınlık
bir mavide karar kılması da aynı şeydi.
Derken, bir
sürü kuş peyda oldu. Bunlar ağaç demetlerinin çeşitli dallarına serpildiler.
Kimisi de sık dalların arasında kayboldu.
İçimden,
“Ah!..” dedim, “Nerede, bizim Akademi’deki atölyenin çocukları, şimdi burada
olsalardı dört beş derste anlatabileceğim birçok şeyi, dört beş dakikada
anlatabilirdim.” İşte, dört başı mamur bir tablo. İşte mağara devrinden
günümüzün resmine kadar müzelerde, galerilerde, kitaplarda arayıp taradığımız
dört cevher. İşte sanatımızı taşıyan dört direk:
“renk,
leke,
Çizgi,
benek.”
Karşımdaki
konuda, hepsi açık seçik, yerli yerinde. Konuda beni derhal durduran, aydınlık
gökyüzüne serpilen koyu lekelerdi. Ağır gövdelerden fışkıran binlerce dal,
öylesine zengin, öylesine görülmemiş bir nakış örmüşlerdi ki, en ufak bir resim
terbiyesi görmüş gözün, bu canım leke düzenini çiğneyip geçmesi imkânsızdı.
Demek, bu tablo dört cevherden biri olan “leke” ile başlıyordu. Onun hemen
ardından, pırıl pırıl renkler göze çarpıyordu.
Konunun ikinci
kozu “renk”ti. Daha sonra, incecik dalların gökyüzüne çektikleri başıboş
yüzlerce çizgi. Bunlar da üçüncü planda yer alıyorlardı. Manzaranın tuzu biberi
de dalların arasına serpilen kuşlar olmuştu. Bunlar da, adına “benek” dediğimiz
dördüncü cevherin ta kendisi idi. Beneğin çizgi, leke, renk gibi kendi başına
buyruk bir resim elemanı olabileceğine çok zor karar verdim. Bundan on yıl
önce, mesleğimizin temel direklerini kuran bu dört elemanı, “Dört küheylan
çeker arabamızı” diye anlatmış ve öğrencilerimden, bunu bir kompozisyonla
belirtmelerini istemiştim. Benek üstündeki tereddütlerimi kavrayanlar, öteki
atları aynı boyda yaptıkları halde, beneği en arkada, küçücük bir tay olarak
belirtmişlerdi. Aradan geçen on yıl bu tereddütleri sildi. Ve küçük tay da
ötekilerin boyuna ulaştı.
Yalnız,
meslekten olanların anlayabilecekleri konulara geçmeden, Kalamış iskelesinde
bir parça daha duralım. Ben bu iskeledeki ağaçlar yüzünden Kalamışlı oldum.
Günün çeşitli saatlerinde bu ağaç demetini denizden seyretseniz, siz de buralı
olurdunuz. Bundan on beş-yirmi yıl önce, gün doğarken, bu ağaçların dibinde
resim tezgâhımızı kurar, gün batana kadar çalışırdık. Yeni resim tasalarımızdan
önce, bir başka belalı uzaklaştırdı bizi bu ağaçlardan: Yandaki kahvenin
plakları. Kalamış nur içinde yüzerken, yandaki kahve beş on defa üst üste şu
plağı koyardı:
“Her yer
karanlık”, “Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan” soğukluğu. Gün olur, bu
yüzden yaptığımız işi yırtar, ötekiyle berikiyle çekişir, piliyi pırtıyı
toplar, savuşurduk. Aradan yıllar geçti. İstanbul’un bu şirin köşesinde tezgâh
kurup çalışmaz olduk. Niçin? Öyle ya, tabiat ana demin anlattığım gibi, dört
başı mamur, dört atı koşulu konular sunuyor da niçin biz bunlara arkamızı
dönüp, atölyemize kapanıyor, tabiatta benzeri olmayan renklerle cebelleşiyoruz?
Niçin bugüne kadar dünyamızı büyük bir sevgi ile inceleyen, onun her köşesine
canından bir parça katan ressam, bugün bu sonsuz hâzineye boş veriyor? Bugün
evinin bahçesini, komşu sokağı, doğup büyüdüğü şehrin kıyısını bucağını
ressamlardan öğrenen Avrupalı yazar kalkıp ressama,
Bu dünyayı
seninle sevmişim ben,
Benim sensiz bu
dünya nemdir ey dost
dese yeridir.
Avrupa edebiyatı, ressama ne müthiş şeyler borçludur, bilir misiniz? Ya bizim
edebiyatımız, resim kültüründen yoksun olduğu için ne belalı doğum sancıları
içinde kıvranmaktadır. İşin hazin tarafı, bizim ressamlarımızın tam alıcı
gözüyle etrafı incelemeye başlamalarıyla, “yeni resmin” atölyeye kapanması,
dünyaya arkasını çevirmesi aynı zamana çattı. Bu olay resim tarihimizde hatırı
sayılır bir boşluk doğuracak. Bizim dünya çapında bir nakış sanatımız vardı.
Resme yeni yeni başlamıştık. Avrupa resmini henüz kavramışken yeni resim
tasaları bizi tekrar eski nakış geleneğine sürüklüyor: Tabiatı inceleme,
tabiatı olduğu gibi verme çabası yerine, yüzde yüz icada ve tezgâha dayanan bir
çalışma.
Günümüzün
ressamını her çeşit taklitten kaçınıp, yüzde yüz icat yoluna götüren en büyük
sebep, fotoğraf olsa gerek. Fotoğrafın icadı ve baş döndüren bir süratle
gelişmesi ile, adına yeni dediğimiz resmin yayılması, başıboş bir tesadüf
değildir. Ressamlar ilk önce fotoğrafı ciddiye almadılar. Fakat günlerden bir
gün, resmi cemiyete bağlayan bütün bağları fotoğraf kökünden kesince
mesleğimizin kuralları altüst oldu. Bundan elli yıl önce tabiatı olduğu gibi
veren bir ressamın eli öpülürdü. Ama bugün tabiatı olduğu gibi isteyenler
ressamı değil fotoğrafçıyı arıyorlar. Demin anlatmaya çalıştığım Kalamış’taki
güneş batması konusunu ele alalım. Resmin dört temel direğini açık seçik bir
araya getiren bu konu, on beş-yirmi dakika içinde olup bitti. Hafızası ne kadar
kuvvetli olursa olsun, mesleğine saygı duyan bir ressam bu kadar az bir zaman
içinde böylesine zengin bir konuyu derleyip toparlayamazdı. Büyük usta
Cezanne’ın sırtında yirmi kiloluk resim tezgâhı ile, beş on kilometrelik yolu
tırmanarak yüzlerce defa aynı konunun önüne taşındığını düşünün. Bir de on
beş-yirmi dakika içinde başlayıp tükenen deminki ışık oyununu. Usta fotoğrafçı
bundan çok daha az süren tabiat olaylarını, göz kırparcasına yakalayıp perdeler
ve duvarlar dolusu önümüze seriyor Yedi kat denizin dibine iniyor fotoğrafın
yaman gözleri, yedi kat gökyüzünden seyrettiriyor bize dünyamızı. Ressam bu
belalı makine ile yarışa mı girsin istiyorsunuz? Hayır. Ressam dünyasını
bambaşka bir yerde arayıp bulacak. Öyle bir diyar ki, fotoğraf röntgen de kesilse,
oraya hiçbir zaman burnunu sokamayacak. Bu diyar kafamızın, yüreğimizin
içindedir. Bu diyar ressamın tasarlama, düşünme, icat etme, yoktan var etme
gücüdür.
Resim mesleğini
müzik sanatına yaklaştıran aynı güçtür. Bir senfoninin kompozitörün kafasında
olup bitmesiyle, bir tablonun ressamın kafasında gelişmesi aynı şeydir.
Kompozitör eserindeki bütün sazların imkânlarını bilmekle sorumludur. Ressam da
tablosuna aktaracağı bütün renklerin imkânlarını ötekinin sazları bildiği gibi
bilecektir. Bizim mesleğimizin zorluğu şuradadır: Şair kelimesini icat etmez,
mevcut kelimelere yepyeni lezzetler verir. Kompozitör sazların imkânlarım
bilmekle sorumludur, fakat oturup yepyeni sazlar icat etmez. Halbuki biz
ressamlar, ancak elimizle kardığımız, yüzde yüz bizim olan renklerle düşünmek
zorundayız. Resim sanatını bir cümleyle tarif etmek zorunda olsam, “Renklerle
düşünebilmek ve düşün-dürebilmek sanatıdır” derdim. Renklerle düşünebilmenin ne
kadar zor olduğunu bilir misiniz? Hepimiz biçimlerle gayet rahat düşünebiliriz
de, renge geldi mi duraklarız.
Üçgen veya kare
der demez, hepimiz hiç şaşmadan bu biçimleri tasarlarız. Fakat mavi, beyaz,
kırmızı dediğimiz zaman, siz acep hangi maviyi düşünürsünüz? Öteki, hangi
kırmızıyı? Kare der demez, dünyanın her bucağında aynı biçim göz önüne geldiği
halde, niçin kırmızı dediğimiz zaman aynı kırmızı gelmiyor? Çünkü yeryüzünde
bir tek kare var, fakat ne kadar insan varsa o kadar çeşit kırmızı. Bazı ucuz
edebiyatçılar hep renkli hülyalar, renkli rüyalarla aldattılar bizi. Silme
renkli gördükleri rüyaları incelediğimiz zaman bunların, sabah sabah, alelacele
renkli kalemlerle boyanmış siyah beyaz kartpostallar olduğunu gördük. Rüyasında
mavi bir at, mor bir tramvay gören kişiye sorun, mavi at hangi zemin üstündeydi,
mor tramvay ne renk bir yol üstünden geçiyordu. Bu renklerin çoğu, uykunun
zifiri karası üstünde makasla kesilmiş elişi kâğıtlarıdır. Renkler korkunç bir
süratle kafamızda çakıp geçer. Kafamız sinema perdesi değil ki bu şimşeği
dilediğimiz yerde durdurup, kana kana seyredelim. Ressam, ancak kendi eliyle
kardığı ve çeşitli ışıklar altında tecrübe ettiği renklerle düşünebilir derken,
bu zorluğu hatırlatmak istiyorum. Renklerle düşünme zorluğunda, biçimin oldum
olası birinci planda yer alması da var.
Çizgi, leke,
renk ve benek elemanları, ta başından bugünlere kadar, hep biçimi
değerlendirmişler. Ne tuhaftır ki, rengin tek başına insanları büyüleyen bir
cevher olabileceğini resim sanatında değil de kardeş sanatlarda, mesela nakışta
buluyoruz. En ufak bir çizgi, bir leke, bir benek zerresinden yoksun eski bir
Çin tabağı veya İznik çinisini düşünün. Dikkatle bakıldığı zaman çini mavisinin
içinde bazen mora, bazen yeşile çalan maviler belirir. Bunlar aynı koyulukta
renklerdir. Biri ötekinin üstünde en ufak bir leke yapmadığı için, hiçbir
biçimden medet ummazlar.
Bu renklerin iç
içe erimesinde tezgâhın, sırların, fırının büyük ölçüde payı vardır. Resim
sanatını günümüze kadar ayakta tutan biçim tasası, rengi boyuna ikinci plana
atmıştır. Resim sanatını bütün dünyaya en büyük zekâları doyurabilecek bir alan
olarak kabul ettiren çağlarda biçimin emrinde anatomi ve perspektif gibi
ilimler vardı. Halbuki aynı çağlarda rengin dayandığı kurallar hiçbir zaman
kesin bir şekilde belirmiyordu. Bir mavinin mavi olması hiçbir şey değilmiş
gibi, önce gökyüzü yahut deniz, yahut herhangi bir çiçekti. Turuncu, adı
üstünde, kırmızıya çalan bir sarı değil, turunçtu. Halbuki bir mavi, mavi
olmadan önce deniz oldu mu, mavi haklı olarak küsüyor; yerini ister istemez
dalgaya, köpüğe, rüzgâra bırakıyordu. Niçin çizgi, kendi başına buyruk bir
kudret olduğunu kaligrafi sanatında, halıda, kilimde, çeşitli resimlerde ispat
ediyor da, renk, kendi başına buyruk olamıyor? Halbuki bu dört direk arasında
resim mesleğine en yakın olanı renk. Çünkü öteki elemanlar renkten hiç medet
ummadan kardeş sanatlarda pekâlâ barınıyorlar. Mesela çizgi, ressamın olduğu
kadar, heykeltıraşın, mimarın, nakış erbabının, karikatürcülerin biricik ifade
aracı kesilebiliyor. Renge biz ressamlar sahip çıkamazsak, onun her halinden
biz sorumlu olmazsak, kimin üstünde kalacak? Ben dört beş yıl bez üstünde baskı
işleriyle uğraştım. Pamuk, yün, keten, ipek, suni ipek, boya çeşitlerini
gördüğüm zaman ressamlığımdan utandım. Bizim alışageldiğimiz boya renklerinin
sayısı on beş-yirmi rakamı içindeydi. Halbuki büyük basma fabrikalarında
kullanılan renkler yüzlerle, binlerle sayılıyordu.
Bunların
arasında, bugüne kadar hiçbir sergide, hiçbir müzede eşine rastlamadığım
renkler vardı. Kimya ilmi büyük sanayiye her gün yepyeni renkler bağışlarken,
biz hep baba yadigârı beş on renk içinde yuvarlanıp gidiyorduk. Berlin’de,
Venedik’te mozaik fabrikaları gördüm. Bunlar beş bin, on bin çeşit rengimiz var
dedikleri zaman, alay ediyorlar sanmıştım. Yüz çeşit kırmızı, o kadar mavi,
birbiri arkasından sıralanınca, ressamlığımdan bir kere daha utandım. Bu canım
renklerle ressamlar değil, en ufak bir meslek sorumluluğu olmayan kimseler
oynuyordu.
Biçim alanında
her gün yepyeni düzenler kuran mimarlar, renkten umacıdan korkarcasma
korkuyorlar. Evleri, mahalleleri, şehirleri bir damla renkten yoksun beton
yığınları haline sokuyorlar. Evlerimize musallat olan kireç beyazını yüzyıllar
boyunca, ucuzdur diye sineye çektik. Günümüzün kimyası öteki renkleri de beyaz
kadar ucuz sürüyor piyasaya. Ama en ufak bir renk tasasından yoksun insanların
elinde yapılarımız hâlâ beyazlar ve griler içinde. Bereket versin,
otomobillerin renklerine mimarlar el koymamışlar. Yoksa sokaklarımıza serpilen
bir avuç renkten de olurduk.
’58’den bu
yana, sık sık yurtdışında büyük müzeler, büyük sergiler dolaştım. Avrupa ve
Amerika’daki büyük koleksiyonları gördüm. Günümüzün resminin en güzel, en
sağlam tarafı renge yönelişi. Rengin yalnız başına büyük bir kudret olduğuna
inanan ressamlar gitgide artıyor. Biçimden medet ummadan yahut biçim tasasını
ikinci plana atarak, rengi başköşeye oturtma çabasında Amerika ağır basıyor.
Bugün, Avrupa’da, rengi birinci plana alma, yalnız rengi değerlendirme alanında
Amerikalı ressam Rothko ayarında bir ressam yok. Geçen yıl, New York’ta Rothko
ile tanıştım. îki saat kadar görüştük.
Bu görüşmenin
en ressamca tarafı şu oldu:
— Ne zamandan
beri bu çalışma yolunda karar kıldınız?
— On yıl
oluyor, dedi. Bir gün, çizgiyi resimlerimden atmaya karar verdim. Atar atmaz,
müthiş bir ferahlık duydum. O gün bugün bir daha çizgiye elimi sürmedim.
O bunları
söylerken, eski resimlerimde yer alan çizgileri hatırladım. Bunlar bazen
Picasso, bazen Miro, bazen Matisse’vâri çizgilerdi. Çizgileri attıktan sonra
Rothko, bütün gücüyle renge çullanmış-tı. Herhalde bir Monet, bir Van Gogh, bir
Bonnard, bir Matisse, bir Klee, bir Picasso kadar boya karıştırmamış olmalıydı.
Onlar kadar meslek kahrını çektiğini de sanmam. Fakat onların hepsini de çok
iyi bildiğini sanıyorum. Onların hepsinde en can alıcı tarafı yakalamıştı
Rothko: rengi. Zamanımızın en büyük ressamlarından birisi olan Picasso’da renk
tasasının yüzde onu aşmadığını söylersem inanın. Zamanımızın en büyük
heykeltıraşı kimdir diye sorsalar, şaşmadan Picasso’dur derim. Matisse de büyük
heykeltıraştı. Bu büyük usta da ömrünün son yıllarına doğru renk tasasını biçim
tasasıyla at başı yürüttü.
Biçim tasasının
birçok büyük ressamda aldığı yeri, yaptıkları heykellerle de ölçebiliriz. Renk
tasası ağır basan ressamların pek heykel yapmaya vakitleri olmuyor. Monet’de,
Bonnard’da ve Klee’de üzerinde durulacak bir nokta bu...
Rothko’nun
rengi değerlendirmesi, Kristof Kolomb’un yumurtayı oturtması kadar sade bir
gerçeğe dayanıyor. Dilediği rengi değerlendirmek istediği zaman, insan boyundan
büyük satıhları boyuyor. Üç dört metrekareden büyük bir tek resmini görmedim.
Üç metre uzunluğunda, iki metre genişliğindeki bir tablosunda herhangi bir
renk, koyuluk değiştirmeden dört metrekareyi kaplayabiliyor.
Şimdi, başından
bugüne kadar, bütün sevdiğiniz ünlü ressamları göz önüne getirin. Bunların
arasında dört metrekare kaplayan bir kobalt mavisi, bir vermiyon kırmızısı veya
benzeri bir renk hatırlıyor musunuz? Tekrar ediyorum, öyle bir dört metrekare
renk ki, içerisinde ne ufak bir çizgi, ne ufak bir benek, ne en belirsiz bir
karaltı. Sıvama bir tek renk değil Rothko’nun rengi. Yukarıda adını ettiğimiz
Çin yahut İznik çinilerindeki gibi iç içe, gizli renkleri var. Büyük bir
dikkatle bunları aym koyulukta ayarlamasını biliyor. Altı metrekare toplayan
bir resminde, dört metrekare toplayan sarının yanı başında bir gri ile bir mor
uzanıyor. Bazı resimlerinde adlandırmayacağımız bir renk, beş on santimlik bir
bordür halinde konuyu çevreliyor. Sarı olmasına sarı diyoruz bakarken. Ama ne
sarısı bu? Adlandırmak imkânsız. Dikkatle baktığımız zaman, sarı bazen koyu,
bazen açık mor bir zeminin üzerinden geçiyor. Bazen kalın, bazen sulu, üstteki
boya alttakiyle acayip bir komşuluk kuruyor. Yer yer boyanın şeffaflığından bir
seramik ustası gibi faydalanıyor. Renk öylesine değerleniyor ki duvarda. Beş on
dakika baktıktan sonra, yudumladığımız havaya karıştığını sanıyoruz. İşte size
öyle tuhaf bir sarı ki, bu ne tarla, ne tohum -kulakların çınlasın Asaf Çelebi-
“Om mani padme hum!..”
Şunu çok iyi
anlamış Rothko: Bin bir sebep yüzünden, renk hep dilim dilim dilinmiş. Bin bir
parçaya bölünmüş. İnsanı renkle sarsabilmek için ona en az kendi boyunda, kendi
eninde renkleri sunmak lazım. Bunu hayal meyal de olsa, Gauguin de fark etmiş
bir ara, “Bir litre mavi, bir gram maviden daha mavidir” demiş. Ama Gauguin’in
söylediğini yapmak Rothko’ya nasip olmuş. Rengi insan boyunca, cömertçe vermek,
bir de adı ressama çıkmamış köylülere nasip ol-
muş. Benim
Sivaslı bir cicimim var. Bana bir Rothko verseler, bir de bu cicimi, birisini
seç deseler, şaşırır kalırım. Beş metre uzunluğunda, her biri kırk beş santim
genişliğinde beş kanatlı bir cicimdir bu. Tam ortasındaki kanat beyazdır.
Beyazın üstündekiler, aynı koyulukta bir kırmızı ile yeşil, altındakiler yine
aynı koyulukta bir mavi ile başka bir kırmızıdır. Cicimin uzunlamasına her iki
yanında, kilimlerde rastlanan nakışlar ve püsküller vardır. Boydan boya uzayan
öteki renklerin içerisinde ana rengin akışını kösteklemeyen benekler
ser-pilidir. Yün ilmiği bütün renkleri sıvama renk olmaktan kurtarır. Zamanla
da belirsiz sıcak-soğuk oyunları her rengi zenginleştirir. On beş yıldır
bıkmadan bakarım bu cicime. On beş ay biteviye sevdiğim resim olmadı.
Rengin boyuna
ikinci plana atılıp, biçimin başköşeye oturmasında en büyük sebep, biçimin daha
kolay, rengin daha zor olmasıdır. Bir çırpıda yazılan iki satır, çizilen iki üç
çizgi, bir nefeste bütün dünyanın malı olabiliyor. Ama iki rengin birbiriyle
tam manasıyla kaynaşması, yüzlerce rengin yan yana gelerek bir tek renk tadı
verebilmesi, öyle bir kalemde, bir çizgiyle olmuyor. Başlangıçtan bugüne,
rengin ressamlar tarafından hor görülmesinin sebeplerini düşünüp dururken,
Amerika’da genç bir Türk âlimiyle tanıştım. O da renkler üzerinde çalışıyordu.
Ondan çok tuhaf bir şey öğrendim. Yeryü-zündeki yaratıkların boyları bosları
büyüdükçe renk görme güçleri azalırmış. Meğer o koca koca filler, aslanlar,
kaplanlar beş on renkten ötesini doğru dürüst seçemezlermiş. Avlarını
renkleriyle değil, kokularıyla bulurlarmış. Buna karşılık küçücük kuşların,
böceklerin, müthiş bir renk görme güçleri varmış. Hani,
Arı vardır uçup
gezer
Teni tenden
seçip gezer
demiş ya şair,
eğer küçük kuşlar, böcekler, en ufak renk farklarını birer birer mimleyip,
çiçekten çiçeğe konmasalarmış, bir tek meyve yiyemezmişiz. Bir ara filitle mi,
DDT ile mi ne, bu küçük yaratıkları yok etmişler. Bağlar, bahçeler meyvesiz
kalmış.
Hey
meslektaşlar, sıkı tutunun. Bizler ki, yüzyıllar boyunca rengi ihmal edip
durmuşuz. İster misiniz, âlimler bizi kocabaşlar arasına koysunlar?
Akademi
dergisi, Mart 1964, sayı 1
Renk - II
Renk imiş her
ne var âlemde
Biçim geçim
yoluymuş ancak
Aşk imiş her ne
var âlemde
İlm bir kil ü
kal imiş ancak.
Resim sanatının
belkemiğini rengin kurduğunu çok ama çok geç anladım. Kırk yıllık meslek
hayatımın hesabını yaparken bunun en az otuz beş yılını biçim aldıysa, renge
ancak beş yıl kaldı. Halbuki küçük de olsa çevremizde adımız renkçi ressama
çıkmıştı. Ama soğukkanlı düşündüğüm zaman biçime ne kadar önem verdiğimi, buna
karşılık rengi ne kadar küçümsediğimi ispat edebiliyorum. Bir köylü başının öne
doğru eğilmesi, azıcık sağa kayması yüzde yüz bir biçim tasası değil mi? Böyle
bir konu üstünde günde altı saatten on beş gün uğraşırdım. Başa dilediğim
hareketi verdikten sonra, onu renk dünyasına ulaştırmak için ne kadar
uğraşırdım dersiniz. Bazen beş on dakika ve en kabadayısı beş on saat. Karım da
en az benim kadar çalışan bir ressam olduğu için aynı tempoyu onda da
görüyordum.
Cemal Tollu,
Zeki Kocamemi, Ali Çelebi, Leopold Levy, Fikret Mualla, Abidin Dino, Avni
Arbaş, Selim Turan, Nedim Günsur gibi kıymetli ressamlarımızı çok yakından
izledim. Biçime ve renge ayrılan zaman, hemen hemen hepimizde bu kadar korkunç
bir şekilde rengin aleyhindeydi. Arada kolay kolay dolmayacak bir uçurum vardı.
Peki ama rengi bu kadar küçümseyen yalnız biz miydik? Yoo, 1925’lere kadar
resim dünyasında hep biçim gayretleri başta, renk arkada, çok arkada. Öylesine
arkada kalmış ki insan ister istemez şu sözü hatırlıyor: Hayvanları arabanın
önüne koşacak yerde arkasına koşmuşuz.
Resim sanatının
belkemiği renktir derken şunu kastediyoruz. Biçim yapı sanatını, heykel
sanatını, nakış sanatını tek başına ayakta tutabilir. Renkten en ufak bir medet
ummadan bir yapı, bir heykel, bir dokuma yüzyıllar boyunca sevgimizi çeker.
Halbuki renkten nasibini almamış bir tabloya bugün resim diyebilmemiz çok zor.
Yukarılarda üstünde durduğumuz, çeşitli dünya müzelerindeki tabloları boyuna
kahverengilere akraba kılan vernik kararması dramını bu konuda tekrar
hatırlayalım. Vernik renkleri silip süpürmüş ama biçimleri yerinden
oynatamamış. Adına müze bulamacı dediğimiz kahverengi çeşitleri modern kimya
ilminin himmeti ile temizlendi, bunların altından çıkan renkler bizleri
sevindirdi ama çoğunun da fena halde canı yandı. Yandı çünkü onlar renge değil biçime
inanıyorlardı. Biçimin resim sanatında son yıllara kadar başköşeye oturtulması
durup dururken olmadı. Bunun bir değil bir sürü sebebi var. Kırk yıllık tecrübe
bana şu kadarını öğretti. Aklıma ilk gelen mağara devri resimleri. Bunlarda
renk tasasından eser yok. Mağara daha sert bir kaya ile oyulmuş, konunun
renkleri değil biçimleri belirtilmiş. İnsanlar akıllandıkça bu biçimlerin
ötesine berisine renkler koymuşlar, kısacası biçim tasası renk tasasından daha
eski, daha yaşlı. Biçim kendini kabul ettirmek için kimya ve fizik ilimlerinin
gelişmesini beklememiş; yapıştığı yerden kolay kolay çıkmayan renkli tozlar,
renkli sıvılar bitkilerden, canlı-cansız hayvanlardan elde edilen yapıştırıcı,
boyayıcı zerreler (pigmentler) çizgiden, yani biçimi sınırlayan, biçimi yaratan
özden yüzyıllarca sonra gelip çatmış.
Biçimi günümüze
kadar baş tacı eden sebeplerden birisi de, belki en önemlisi de şu olsa gerek:
Biçimin gayet kolaylıkla işlenebilmesi. Islak bir kum düzeyine, bir çöple
sevgilinizin profilini çizebilirsiniz. Bir üçgeni, bir kareyi, bir daireyi,
boşlukta parmağınızla tarif edebilirsiniz. Kâğıttan bir küçük gemi yapıp
ağlayan çocuğu susturabilirsiniz. Biçimleri şöyle hiç yanılmadan tarif
edebilirsiniz. Üçgen mi dediniz, üçgen mi yazdınız, karşınızdaki sizin yüzünüzü
görmeden, dilediğiniz biçimi şıp diye gözünün önüne getirebilir. Ona, sen gel
de bozkırda delifişek bir yağmurdan sonra fışkıran adsız sansız kır
çiçeklerini, toprağın rengini sözle tarif et bakalım. Biz Akademi’deki
atölyemizde şu egzersizi yaparız: Öğrenciler iki gruba ayrılır. Bir grup
dilimizdeki biçimleri belirten kelimeleri arar bulur. Öteki de renkleri
belirten kelimeleri sıralar. Bu tecrübeyi ilgili gruplar arasında siz de yapın,
sonuç her zaman ilgi çekicidir. Biçimi tarif eden kelimelerin yanında renk için
kullanılan devede kulak kalır. Mesela biçimdeki bodur kelimesinin çarpık,
kambur, kargacık burgacık, sipsivri, eğri büğrü, tostoparlak gibi kesin anlamlı
karşılıklarını renkte bulmak mümkün müdür? Halbuki ben şuna kesin olarak
inanıyorum: Dünyamızdaki renk çeşitlerini Nasrettin Hoca gibi saymadım ama bu
dünyada ne kadar biçim varsa bir o kadar renk olduğuna, hatta renklerin
biçimlerden çok daha ağır bastığına inanıyorum. İnanmazsanız, sayın bakın.
Karşıdaki çiçek açmış şeftali ağacını büyük bir dikkatle inceleyin: Dallar,
yapraklar; çiçekler arasındaki biçim farkı mı fazla, renk farkı mı? Kirazın
dalının, yaprağının, çiçeğinin bir biçimlerini tarif etmeye kalkın, bir de
renklerini. Bakalım kelimeler hangisinde imdadımıza gelecek, hangisinde sizi
yolun başında bırakabilecek? (Burada size “Mor” şiirini okuyacağım.) Sahiden
renklerin hesabı ressamlardan sorulmazsa kimden sorulur? Basma fabrikalarında,
renkli cam fabrikalarında, çeşitli cam hamurlarından mozaik taşları kesen
fabrikalarda, çeşitli iplikleri boyayan, ören fabrikalarda öyle renk çeşitlerine
rastladım ki, öyle renk dizilerine, irili ufaklı öyle renk ailelerine,
soylarına rastladım ki, size yemin ederim, ressamlığımdan utandım. Adını
güçbela bellediğimiz kırmızıgillerin, mavigillerin, sarıgillerin,
yeşilgillerin, siyah beyaz dahil tümü yirmi beş-otuzu aşmaz. Dört beş çeşit
kırmızı, üç dört çeşit mavi, bir o kadar yeşil ama siz bir de merak edip bir
basma fabrikasının renk katalogunu inceleyin. Yüzlerce, binlerce renk
karşısında kaldığınız zaman şaşırmayın. Bir Prusya mavisinden süt mavisine
kadar renk kaç basamaktan geçiyor. Ama renge şu kadar şundan, bu kadar bundan
kattıkça bir renk ne korkunç bir kesinlikle açılıyor, koyulaşıyor. Müzikte
sazlardaki ses perdeleri nasıl kesin bir şekilde belirli ise büyük sanayide bez
ve iplik boyalarında kullanılan renkler de bir o kadar kesin ve korkunç
derecede zengin.
On sene kadar
oluyor, Venedik’te, Murano’da mozaik için malzeme arıyorum. Orta halli bir
mozaik tezgâhına girdim.
- Kaç çeşit
renginiz var? diye sordum. Adam gayet rahat, beş yüzün üstünde dedi. İçimden
amma da atıyor ha! dedim. Mal sahibi beni tavan arası gibi bir yere çıkardı.
Elli altmış metre uzunluğunda, yirmi otuz metre genişliğinde, basık tavanlı bir
depo. Bir uçtan bir uca gayet muntazam renk dizileri, kiminde bir avuç, kiminde
on beş-yirmi kilo, kiminde üç dört tane mozaik taşından kurulu kümecikler. Sen
misin “amma da atıyor” diyen. Sekiz yüze yakın renk çeşidi vardı. Mal sahibi:
- Bizim
tezgâhımız Murano’da ikinci, üçüncü derecede gelir, çok daha zengin çeşidi olan
tezgâhlar bulabilirsiniz, dedi. Bunlara fabrika demeye dilim varmıyor, çünkü
fabrikada en önemli işi makineler görür, halbuki burada makine ikinci planda.
Dikiş makinesi boyunda bir giyotinleri var. Yirmi otuz tane kız korkunç bir
süratle mozaikleri müşterinin istediği boyda kesiyorlar.
Bu renk çeşidi
bir günde değil, yetmiş seksen sene içinde birikmiş. Bir müşteri gelmiş,
ahududu moru istemiş. Bu moru tutturabilmek için tezgâh on beş-yirmi çeşit mor
aramış da sonunda dileneni bulmuş. Bundan daha titiz bir müşteri bir limon küfü
yeşili ısmarlamış, kırkıncı denemede yakalamışlar limon küfünü. Yıllar boyunca
renk çeşidi artmış. Siz bu kadar çeşit içerisinde aradığınızı bulamazsanız,
örneğinizi bırakıyorsunuz, on beş gün sonra dilediğiniz renk pişiyor.
Günümüzün
kimyası herhalde ressamlarımız için özel renkler arayacak kadar cömert değil.
Biz hâlâ dede yadigârı yirmi otuz renkle paletlerimizi donatıyoruz. Günümüzün
kimyası büyük sanayiye daha yeni, daha sağlam, daha parlak, daha ucuz ve hiçbir
zaman sağlığa zarar vermeyen (kurşunlu renklerin zehirli olması gibi) renkler
bulma yarışında. Firmalar arasındaki korkunç rekabet boya piyasasına her gün
yepyeni çeşitler katıyor. Otomobil sanayiinde kullanılan renklerin çeşidi ve
miktarı astronomik rakamları buluyor.
Otomobil
renklerini dikkatle izlerseniz, bir firma mümkün olduğu kadar ötekinin
renklerinden kaçıyor. Otomobilin üzerine öyle bir renk koyacaksın ki yazın
sıfırın üstünde kırka, kışın sıfırın altında kırka dayanacak, kolay kolay
çizilmeyecek, korkunç sarsıntılara katlanacak. Bizim dede yadigârı resim
boyalarımızdan hangisi bu işkencenin binde birine dayanabilir. Gemileri örten
boyaların katlandığı meşakkati düşünün!.. Boya sanayii on beş-yirmi seneden
beri yepyeni bir çeşit daha kazandı: plastik boyalar. Öyle boyalar ki başlarken
suda eritiyorsunuz, gayet çabuk kuruyor ama bir defa kurudu mu, artık sudan
korkmuyor. Bunların en sağlamı akrilik ailesi (“ak-rilik polimer
emülsiyon”lar). Emülsiyon sistemi boya kimyasında çok büyük ilerleme. Yağla
suyun karışımını eski ustalar kazeinli boyalarda deniyorlardı, yani hayvansal
kaynaklardan doğuyor, suyla yoğurdun yağı hangi ortamda karışıyorsa
akriliklerde de madensel yağlarla su aynı ortamda karışıyor. Plastik boyaların
son on yıl içinde korkunç bir şekilde gelişmesi resim alanına yepyeni lezzetler
getirdi. Eski boya sisteminde iki yapıştırıcı öz vardı: Bitkisel ve hayvansal;
suda eriyen tutkallarla, suda erimeyen yağlı yapıştırıcılar. Bezir-yağı,
haşhaş, terebentin gibi eski suluboya ve yağlıboyalarda gayet çabuk bir zaman
içinde bir renk tabakasının üstüne bir başka renk süremezdiniz, alttaki renk
yeni koyduğunuz boyanın suyundan konan renge bulaşır, tam manasıyla kurumuş da
olsa sonradan sürdüğünüz rengi muayyen bir zaman için barındırır, ikinci kat
zemine kök salamadığı için ilerde çatlar, düşer. Halbuki yeni plastiklerde
özellikle akriliklerde hiç korkmadan üst üste çalışmak mümkün. İlk tabaka
zemine nasıl yapışıyorsa, beşinci, altıncı tabaka da kendinden öncekine o kadar
sağlam yapışıyor. Tez canlı ressamlar, yani çok çabuk karar değiştiren
ressamlar için bundan daha dost bir malzeme bulunamaz. Yağlıboya çalışırken bir
metrekare içinde beğenmediğiniz yirmi santimetrekareyi tam manasıyla
değiştirebilmeniz için bu yeri çok büyük bir sabırla kazımanız, temizlemeniz, ana
zemini bulmanız şarttı. Sileceğiniz yer kesin sınırlı bir çevre, örneğin bir
üçgen, bir kare olsa kolay ama, ipe sapa gelmez bir gölge ise resmin tümünü
silip yeniden başlamak daha kolay. Akriliklerin el altında kuruması, çok ince
sürüldükleri halde mükemmel kapatıcı olmaları günümüzün ressamları için büyük
bir nimet, buna karşılık yağlıboyanın başka üstünlükleri var. Belli belirsiz
renk farkları için kalın bir boya tabakasının bir müddet kurutulduktan sonra
sağladığı bazı imkânlar da, akrilikte yok.
Günümüzün
kimyası renk alanında doğrudan doğruya ressamların ayağına kadar gelmiyor.
Resimde rengi birinci plana almak isteyenler kimyasal yeni buluşları izlemekle
sorumludurlar.
Bundan on yıl
önce New York’ta bir sinema girişinde 150x100 boyunda, yeşile çalan sarılar ve
siyahlarla kurulmuş bir resim gördüm. Yumuşak, kadifemsi bir siyahtı bu.
Elinizi değdirmeden yumuşaklığını ve derinliğini gözlerinizle tadabileceğiniz
bir siyah. Utanmasam bir iskemle çekip üstüne basacak, bu acayip siyahı elimle
yoklayacaktım. Eşine az rastlanır güzel bir tesadüf aynı hafta içinde bu
tablonun ressamını karşıma çıkardı. Ressama o kadar büyük bir heyecanla
tablosunu tarif ettim ki adamın gözleri parladı.
- Bakın o
siyahı size nasıl elde ettiğimi anlatayım, dedi. Evimizde 6x6 boyunda kocaman,
dümdüz, siyah bir hah var. Elektrik süpürgesi bu halıyı temizlerken tüylerinin
bir kısmını da içine çekiyor, süpürgeyi temizlerken yakaladım bu güzel siyahı,
süpürgenin içinden üç dört avuç kuzguni siyah tüy aldım, resmin üstüne elimle
bir güzel yaydım, bunların üzerine çok kuvvetli bir pompa ile saf akrilik
yapıştırıcısını püskürttüm. Akrilik tüyleri bir güzel zemine perçinledi. İşte
hoşunuza giden yumuşak siyahı böyle buldum. Aynı tecrübeyi siyah yerine yeşil
bir halıdan yaptım ve aynı neticeyi elde ettim. Bu tecrübede elektrik
süpürgesini bize veren fizik ilmine ve süpürgeden çıkan tüy yumağını zemine
yapıştıran akrilik suyunu püskürten güce merhaba. Günümüz buna benzer binlerce
örnekle dolu.
Vaktiyle adı
klasiğe çıkmış ressamlar insan vücudunu cerrahtan iyi bilir,
menazır-(perspektif) ilmine gelince, bunu da zamanın en iyi mühendisleri kadar
bilirlerdi. Günümüzün ressamı ne perspektiften bir şey umuyor ne de anatomiden
bir şey bekliyor. Ama bu ikisine karşılık bugün fizik ve kimya bilmek ressam
için kaçınılmaz bir gerçek. Bu gerçek günümüzün ressamının karşısına bazen
seramik, bazen alçı, bazen çimento, bazen demir olarak çıkıyor.
Yukarıda bir
yerde ne kadar çeşit insan varsa, bir o kadar da renk var dedik. Halbuki dünya
müzelerini dolduran tablolarda renkler kolaylıkla sayılabilir. Günümüzün en
ileri ressamları rengin yalnız başına kendini kabul ettirecek bir gücü olduğunu
biliyorlar ama çoğunda hâlâ biçimin damgası ağır basıyor. îster çevremizde,
ister müzelerde görmeye alıştığımız renklerin dışında, yepyeni renk dizileri
bulmamız gerekiyor. Bu mümkün, bu kapı bütün ressamlara açık ama ressamların
yüzde doksan dokuzu bundan ürküyor, yüz ressamdan bir tanesi rengi birinci
plana alıyor ama çevre oralı olmuyor. Günümüzde renk mucizesini en iyi
kavrayan, ona layık olduğu yeri veren bir Amerikalı ressam var: Rothko. Onu da
Amerikalıların çoğu tanımıyor. Renk kapısı açık ama renk yolu zor. Sıfırdan
başlamak gerekiyor. Dünyanın hiçbir tarafında resim seyircisi, rengin başına
buyruk bir güç olduğuna inanmıyor. Herhangi bir hikâye anlatmadan, bir suret
kılığına bürünmeden, işlek bir çizgi ile sınırlanmadan, hiçbir zaman
unutamayacağımız bir leke kesilmeden, beş metrekarelik bir şişe dibi yeşilinin
on metrekarelik bir bozkır sarısı ile yan yana gelerek nefesimizi kesecek bir
kudret kazanacağına inanmıyor.
Kardeş
sanatlarda, nakışta, heykelde, yapıda rengin yeri, önemi nedir? Rengin yalnız
başına bir kudret kaynağı olabileceğini ressamlardan çok adı nakışçıya,
heykelciye hatta mimara çıkanlar kabul ettirmişlerdir.
Renklerle
düşünebilme sanatına resim derler.
Boyayı renk
yapma sanatına resim derler.
Bir litre mavi,
bir gram maviden daha mavidir. Renk mucizesi aynı koyulukta renklerin komşuluğu
ile başlar.
Ressam yalnız
kendi eliyle kardığı renklerle düşünebilir.
Yukarıda
sıraladığımız özellikleri en sonuncusundan başlayarak inceleyelim. Resim
sanatının güçlüğü, güçlüğü demeyelim de özelliği diyelim, şu olsa gerek:
Ressam
başkalarının renkleriyle düşünemez; falanca ustanın vişne çürüğü kırmızısının
yanı başına, bir başka ustanın adlandırama-yacağımız mavisini getirerek
kafanızda bir düzen kurabilirsiniz, ama bu düzen palette karıldıkça, yerine
sürülüp kurutulmadıkça kafada kalmaya mahkûmdur. Bu kırmızı hangi renklerden,
öteki mavi nelerle ezilmiş, yoğrulmuştur? Yağlı mı, sulu mu, pastel mi, şeffaf
mı, mat mı, parlak mı? Bütün bunları kesin şekilde bilmeden hiçbir sonuca
varamazsınız. Kırmızının içinde belli bir tek boyacı pigment ve tek yapıştırıcı
var. Belki de üç çeşit yapıştırıcı (terebentin, bezir, balmumu gibi) veya on
çeşit pigmentin çeşitli dozlarda karışımı var. Bu renkleri kendi elinizle karıp
kurutmadıkça onlarla düşünmek yasak. İster güçlüğü diyelim, ister özelliği,
resim sanatı renkle başlar renkle biter. Bir kompozitör, herhangi bir parçayı
düşünürken, belirli aletlerden çıkacak belirli sesleri evvelden bilir,
tasarladığı parça için kimsenin bilmediği aletler icat etmeye mecbur değildir.
Kompozitör mevcut sazlarla düşünür, yazar da öyle. Yazardan önce kelimeler
hazırdır. Ona kelimelerle cümleler kurmak kalır. Halbuki ressam en sadesinden
en karmaşığına kadar bütün renkleri birer birer kendi eli ile hazırlamaya
mecburdur. Bu da birçoklarının sandığı kadar kolay bir iş değildir. Dünya
müzelerini, çok değişik memleketteki sergileri dikkatle izleyenler, çok iyi
bilirler ki bazı renkler insanı çileden çıkaracak bir ısrarla
tekrarlanmaktadır. Bir çırpıda beyazla açılmış Prusya mavileri, bir çırpıda
sarı, bir çırpıda sarı mavi karması yeşiller, bir çırpıda yapılan kırmızı, mavi
morları ve aynı kolaylıkla elde edilen bıktırıcı, usandırıcı renkler. Kimi
Japon, kimi İngiliz, kimi İspanyol, kimi Afganlı, birbirlerinden zerre kadar
haberi olmayan çeşitli ressamların aynı renk karmalarında birleşmeleri insanın
aklına durgunluk verir. Rengi bir çırpıda bulduğunu sanan ressamların biçim
alanında ne kadar titiz, ne kadar hesaplı, zaman zaman yerli, bazen dünya
ölçüsünde yepyeni biçimler bulduğuna şahit olursunuz. Günümüzün en ileri birkaç
ressamı renk konusunda şu iki gerçeği kavramışlar: Bunlardan birisi yepyeni
renk lezzetleri yaratma, İkincisi bugüne kadar bize dirhem dirhem sunulan rengi
mümkün olduğu kadar büyük ölçüde cömertçe sunmak. Yepyeni renk lezzetleri
Cezanne’la açıldı günümüzün resmine. Van Gogh’lar, Gauguin’ler, Matisse’ler.
Cezanne’dan önce resim tarihinde Cezanne’ı hayal meyal olsun andıran bir resim
yoktu. Ama Cezanne’ımsı resimler var. İşin tuhaf tarafı, günümüzün
ressamlarından çoğu, Cezanne’ın renginden çok biçim anlayışını benimsediler.
Cezanne’ın
resme getirdiği en büyük hediye aydınlıktı. Bunu empresyonistlerden almış ama
yüceltmesini bilmişti. Cezanne’ın çabasına Gauguin’ler, Picasso’lar,
Bonnard’lar eklendiler.
Bundan elli yıl
önce Gauguin’in vardığı sonuç, renk konusunda atılan büyük bir adım olmuştur.
“Bir litre mavi bir gram maviden daha mavidir” diyen Gauguin, çok büyük bir
gerçeğe dokunuyordu. Çok büyük duvar resimlerinde bütün varlığını bulabilecek
olan bu söz, ne yazık ki, metrekare dışına çıkmadıkça sakladığı gerçeği
belirtemedi, bu büyük gerçeği ispat etmek, günümüzün en usta renkçisi saydığım
Rothko’ya nasip oldu. Rothko basit olduğu kadar önemli bir renk gerçeğine el
attı. Kristof Kolomb’un yumurtası kadar basit bir gerçek bu. Resim tarihi
başlangıçtan günümüze kadar rengi bize inanılmaz bir cimrilikle sunmuş. Bir
beyaz, beyaz olmadan önce ille de bulut olarak gökyüzündeki yerini bilecek. Bir
kırmızının, hele diri bir kırmızının tabloda yer alması, bir hikâyeye, bir
insan vücuduna dolanmış kumaşın boyuna bosuna bağlı, yani yüzyıllar boyunca,
hiçbir ressam canı kadar sevdiği bir rengi sereserpe çevresine ya-yamamış, en
sevdiği renklere dört beş metrekare içinde güçbela on-on beş santimetrekare yer
ayırabilmiş. Bu açıdan müzeleri seyrederseniz şaşılacak sonuçlara varırsınız,
insanların renge susamışlığını en iyi anlayan Rothko olmuş. Her şeyin en
büyüğünü, en genişini, en uzununu değerlendirmekte nam alan Amerika, Rothko’nun
büyük ölçüdeki renk düzeylerini değerlendirmiş. Amerika’nın bazı müzelerinde
Rothko’nun yanı başında aynı boyda bir Leger, bir Matisse görülür. Renkteki
cesaretleri hiçbir zaman yabana atılamayacak Fransız ustaları yanında
Rothko’nun ağır bastığını gördüm. Çok düşündüm bu konuyu, nereden geliyordu bu?
Sadece rengin çeşidinden değil, kapladığı geniş alandan, boyundan bosundan.
Rothko’da iki metrekare kaplayan buğday sarısı, değerde güç bela yarım
metrekare örten sarıdan daha önce koşup geliyor ve sizi sarıya doyuruyordu. Bu
doyuruculuğu şöyle anlatmak gerek: Bir insan tasarlayın ki beş gün beş gece aç
ve susuz kalmış olsun, onun önüne bir koca somun, bir testi dolusu soğuk su,
karşısına da dünyanın en leziz içkisinden bir kadeh ve en nefis yiyeceğinden
bir dilim koysanız ve bunlardan birini seç deseniz... Ben kendi hesabıma ve
çevremdekilerden aldığım derse göre hep sonunda testiye yöneldim.
Rothko’nun en
küçüğü olan metrekare resimleri karşısında şu hissi kuvvetle duydum. Resimde en
çok değerlenen renk resim düzeninden sıyrılıyor ve yudumladığınız havaya
karışıyor, acayip bir his bu. Öyle sanıyorum ki penceresini açtığı zaman uçsuz
bucaksız bir deniz mavisiyle, bir o kadar gökyüzü ile karşılaşan kişinin
yürekten bir oh çekmesi veya balkonundan sonsuzluğa kadar uzayan buğday
tarlasına dalan kimsenin sevinci ile Rothko arasında bir bağ olsa gerek.
Rothko’nun resminde renkler birçokları için gayet kolay çözümlenmiş, karılmış
renklerdir. Halbuki en ufak bir biçim tasası, bir leke düzeni, bir çizgi oyunu,
bir benek şeytanlığı gütmeden, bir bayrakta sıralanırcasma yan yana gelen üç
çeşit renkte insanı büyüleyen ne olabilir? Elbette bu renkler kutudan çıktığı
gibi zemine aktarılmış renkler değil. Yan yana gelen üç dört rengin kendilerine
has bir hesabı kitabı var. 1962 yılında New York’ta kendisiyle karşılaştığım
zaman, bu büyük sadeliğe ne zaman ulaştığını, bu yoldan inatla ne zaman
yürümeye karar verdiğini sordum. Uzun uzadıya düşünmeden, hiçbir ressamda
rastlamadığım bir rahatlıkla,
- Çizgiyi
attığım zaman, çizgiden kurtulduğum zaman, dedi.
Sahiden onun
eski resimlerinde yer alan çizgiler gözümün önüne geldi. Biraz Miro, biraz
Klee, biraz Picasso vardı bu çizgilerde, ama Rothko henüz görünürlerde yoktu.
Rothko’nun resim alanına getirdiği lezzetin benzerine nakış alanında rastlamak
mümkündü. İkinci sorum da şu olmuştu: İsimsiz, sahipsiz, imzasız sanata bir
şeyler borçlu olup olmadığını, yani kabile sanatı, hah işi nakışlar, köy
örnekleri, hah, kilim, seramik ve benzeri işleri çok yakından izleyip
izlemediğini sordum. İkinci soruma verilen cevap, birincisi kadar kesin olmadı:
- Hayır, ben
her şeyimi Rönesans’a borçluyum.
Burada
dilsizliği, araya bir mütercimin girişini, sahipsiz, imzasız manasına gelen
anonim kelimesini on beş dakika aramamızı hesaba katmak lazım.
1970’te kaleme
aldığı tahmin ediliyor.
Renkçi Ressam
Ressamlardan
söz açanlar, onları ikiye bölerek incelerler:
Resmi kuvvetli
ressamlar.
Renkçi
ressamlar.
Fotoğrafın
icadına kadar, deseni kuvvetli ile renkçi ressamlar karşılaştığı zaman, desen,
yani biçim, rengi bir vuruşta eziyordu. Van Gogh, Gauguin, Seurat, Monet,
Pissarro, Sisley, Matisse, Picasso gibi ressamlarda renkle biçim tasasının at
başı gitmesi büyük bir olaydır. Bu eşitlik renk hesabına büyük bir başarı
sayılır. O kadar ki, vahşiler, (les toves) diye anılan Garp’ta iki tasa aynı
boyda olduğu halde vahşilerin korkunç renk cesareti alınır. Halbuki bu grupta
biçim yönü hiçbir zaman renkten aşağı kalmaz.
Renk konusunda
birçoklarını şaşırtan bir nokta üzerinde duracağım:
Rengi birinci
plana almak demek, biçimi kapı dışarı etmek değildir. Biçimi rengin emrine
vermek “biçimsizlik” değildir. Bir resim renkle başlar, biçimle devam eder;
tekrar renge kavuşursa, o resimden aklımızda unutamayacağımız bir renk tadı
kalmışsa, burada biçimin payı vardır. İri ilmiklerle bir yün örgüyü örnek
alalım. Birbirini açan iki renkle yahut tek renkle örülmüş olsun. Uzaktan
bakıldığı zaman hiçbirimiz ilmiğin boyunu bosunu, biçimini, derinliğini,
ilmikler arasındaki minik çukurların biçimini görmeden önce bir renk tadı
alırız. Bu örgüde biçim, yani ilmik dokusu bu numaralar tasadır. Böyle olduğu
halde ilmik dokusu gizlenir, renk konuşur. Biçimle rengin birbirleri içinde iki
su damlasının karışımı gibi anlaşmasına, resimden çok nakış alanında örnek
buluruz. Nakış sanatına çok şeyler borçlu olan, hatta günümüzün resim sanatında
doku (texture) önemli bir yer alır.
Cezanne’la
başlayan yeni resimde doku fırça vuruşlarının özelliğine bağlıdır. Cezanne’ın
fırça vuruşları kare kare sürer gider. Cez-anne’dan önce resim sanatında böyle
bir doku görmedik. Ama nakış sanatında dokunun her çeşidine (kare, üçgen,
dikdörtgen, daire, yarım daire) rastladık. Bir büyülteçle ceketinizin yüzüne
bakınız. Fırça vuruşları ile bu ilmik çeşitleri arasındaki münasebeti
izleyiniz. Gau-guin’de belirli bir ipucu vermeyen doku, Van Gogh’da, Seurat’da
kesin biçimler içerisinde döner dolaşır.
Picasso,
Braque, Rouault, Leger dokuyu belirli bir biçimde dondurmamış, kendilerine has
sonuçlar elde etmişler.
Alışılagelmiş
renklerden bıkan ressamlar, yepyeni renk tatları elde edebilmek için yalnız
fırçada, boyada değil, zeminde de yenilik aramışlar. Fırçada yenilik olur mu
diyeceksiniz. Niçin olmasın? Taş devrinden günümüze ha bire değişiyor fırçalar.
Elektrik icat edilmeden önce, körük zoruyla veya üfleyerek boya püskürtüldüğünü
duymadık ama, bugün elektriğin nefesi koskoca apartman duvarlarına her kıvamda
boyayı püskürtüyor. 1958 yılında, Brüksel’de milletlerarası büyük bir kültür
sergisi açılmıştı. Hemen hemen bütün milletler bu sergiye katılmıştı. Çoğunda
olduğu gibi bizim pavyonda da yüzlerce metre kaplayan memleket fotoğrafları
duvarları donatıyordu. İki metreye, beş metreye kadar fotoğraflar vardı. Bu
kadar büyük kâğıt olmadığı için kâğıtları birbirine ekliyorlardı. Bir İstanbul
manzarasında, Boğaziçi göklerinin yarısı koyu, yarısı bıçakla kesilmiş gibi
açıktı.
- Bu yamayı
neyle, nasıl bir fırça ile düzelteceksiniz? diye sormaya kalmadı, sinek
vızıltısı gibi bir motor peyda oldu, avuç içi kadar bir makinecikten belli
belirsiz bir duman fışkırdı ve gökyüzünün açık tarafını koyu tarafına
ekleyiverdi. Birkaç saniyede olmuştu bu mucize. Fırça yerine püskürtme, fırça
yerine tırnak, fırça yerine tarak, fırça yerine çizhar, kısacası her ressamın
kendine has fırçaları olacak.
Günümüzün
resmine çeşni katan önemli ressamlardan biri olan Pol-lock fırça meselesini
kökünden halletmiştir. Saniyede kuruyan otomobil boyalarını almış, kutulara
açtığı deliklerin boyu ölçüsünde boyayı zemine akıtmıştır. Zemine değer değmez
donan boya üzerine ikinci, üçüncü, beşinci katı gezdirmiş. Pollock’un büyük
sanayide kullanılan boyaları hiç çekinmeden günümüzün resmine aktarması,
üzerinde durulacak bir olaydır. Çünkü büyük sanayinin elindeki imkânlarla
yeryüzündeki bütün ressamların tümünün bir araya gelerek harcadıkları boyayı
karşılaştırırsak devede kulak ölçüsü çıkar. Büyük sanayiyi kızıştıran rekabet
boya konusuna akılları durduran bir zenginlik getirmiştir.
Günümüzün
resminde yepyeni tatları elde edebilmek için akla gelen her şey kullanılıyor.
Yukarıda hatırlattığımız gibi, bunlar arasında sahici resim tasaları ile yüklü
olanlar var. Bir de ne pahasına olursa olsun, dikkati kendi üzerlerine çekmek
isteyen, kuru gürültücüler var. Yukarıda adını ettiğimiz 1958 Brüksel
sergisinde her millet her alanda yarışıyordu. Meksika pavyonunun kapısının
üstünde kocaman bir mozaik pano vardı. Çok iri cam parçaları, avuç içi kadar
çakıl taşları, yer yer demir bakır parçaları arasında on santime on santim
boyunda, koyu mor bir kare dikkatimi çekti. İnsan boyundan bir iskemle
yüksekteydi zifiri mor. Ne cama benziyordu, ne pişmiş toprağa, ne emayeli bir
madene. Bir sabah çok erken kapıcının iskemlesine basıp, koyu moru elimle yokladım.
Bu eşine hiçbir yerde rastlamadığım mor, bildiğimiz kokkömüründen başka bir şey
değildi. Ama yerine lök gibi oturmuştu kömür parçası. İçimden:
- Helal olsun,
dedim.
Yepyeni renkler
bulmak için ille de yepyeni malzeme kullanmanın şart olduğunu zannetmiyorum.
Renk tadını biçim tasasının üstünde sanan eşine az rastladığım büyük
ressamlardan biri saydığım Bonnard’da dede yadigârı boyalardan başka boyalara
rastlayamazsınız. Yani resim yapan herkese ille de yepyeni imkânları denemeye
mecbursunuz demiyoruz. Bu bir yaradılış işidir. Ama öğrenme çağında olanlar,
hele bir kere denesinler. Günümüz ilmi piyasaya neler getirmişse bilsinler ve
bunların arasından dilediklerini seçsinler. Mesleğe girdikten on beş-yirmi yıl
sonra,
- Ben boyanın
böyle bir çeşidi olduğunu bilseydim öteki boyalara elimi sürmezdim,
diyebilirler.
Şimdi gücümüzün
yettiği kadar, rengi kuvvetli ressamı inceleyelim.
Rengi birinci
plana alan ressamın tasalarını önce sıralayalım, sonra açıklayalım.
1. Aynı
koyulukta renklerin bir çevre komşulukları.
2. Aynı rengin
çeşitlerinden sorumlu olmak, yani bambaşka kaynaklardan elde edilen kırmızılar
veya başka renkler.
3. Ana renk ve
ana rengi destekleyen, bazen coşturan, bazen susturan yardımcı renk
(dişi-erkek, soğuk-sıcak gibi).
4. Sağır
renkler, yani adlandırmayacağımız, tarif edemeyeceğimiz, reçetesi gizli tutulan
renkler (çinicilerin sır dedikleri renkler).
5. Açık, koyu,
orta düzeni.
6. Her rengin
koyuluk derecesinden sorumlu olmak.
7. Kapatıcı
renkler, yani bir çırpıda zemini kaplayan, örten renkler ve bunun zıddı şeffaf
renkler, yani alttaki rengi tamamıyla kapatmayan, ona renkli bir verniğin, açık
renk bir camın tadını veren renkler. Klasik suluboya tekniğinde, kâğıt dokusunu
hiçbir zaman kapatmayan renkler gibi.
8. Aynı çevre
içindeki çeşitli zemin dokuları yaparak, tek renkten zengin farklar çıkarmak.
Renk yapan
adamın tasalarında siyahla beyazın önemli yeri, bu iki rengi bile bile
kullananlar, bir de sorumsuz kullananlar.
Rengin zemine
kök salması, bağlanması.
Renkçi ressamın
çeşitli zamanlarda yaptığı eserler bir araya gelince, mesela bir Bonnard’ın,
bir Vuillard’ın, bir Rothko’nun tabloları bir araya gelince şu özellik göze
çarpar. Bir tablonun en koyu lekesi bildiğimiz ocre jaune, en açığı saf tüp
boya, başka bir tablonun en açığı ocre jaune, en koyusu kobalt mavisi, bir
başkasının en açığı kobalt mavisi, en koyusu Prusya mavisi olabilir. Renkten
çok biçime önem veren ressamlarda böyle bir zenginliğe rastlamıyoruz.
Resim sanatı
ile nakış sanatı arasındaki kesin farkları belirtirken bu nokta büyük bir önem
taşımalı, derinlemesine kök salmış, durulmuş has nakışlarda koyuluk dereceleri
parmakla sayılacak kadar azdır. Mesela bizim kilim sanatımızda en açık tabii
yün beyazı, en koyu siyahtan bir basamak açık kahverengi veya maviler, çeşitli
dokuma, örme, kakma ve benzeri nakışlarda zemin bütün düzene kesin damgasını
vurur. Nakışa dilediği koyuluk derecesiyle düzenler kurmayı, bu konuda Çin,
Hint, Türk minyatürleri, aynı milletlerin seramik işleri, çeşitli dokuma, örme,
kakma işleri örnek verilir. Nakış sanatının resim sanatına açıkça meydan
okuyan, minyatür kolunda en açığın duru beyaz, en koyunun zifiri siyah olması
önemli bir noktadır. Nakış sanatıyla resim sanatını birbirlerinden kesin olarak
ayıran özelliklerden biri de ışık-gölge oyunlarıdır. Resimde ışık,
tabiattaki-ne benzeyen bir ışıktır. Bazen mum ışığı, bazen odun ışığı, bazen ay
ışığı veya gün ışığıdır. Nakış sanatmda hiçbir zaman aydınlığı bir yere
toplamak veya yaymak gibi bir tasa yer almadığı halde, bu tasanın yüzde yüz
resim sanatına has bir koz, bir güç olduğu bilindiği halde, en göz kamaştırıcı
renklere nakış sanatında rastlamak, birçoklarını şaşırtır. Güneş etkisini
canından çok seven Van Gogh’un göz kamaştırıcı renkleri yan yana getirme
gücünü, tabiattan mı yoksa müzelerden mi meşk edip etmediğini bilmiyoruz. Ama
ben aynı koyuluktaki zıt renklerin bir araya gelmesinden doğan ışık etkisini,
göz kamaştırma etkisini, ilk önce Van Gogh’da, sonra Habeş sanatmda gördüm.
Belki otuz yıl geçti aradan, bir kitap kapağında on santime on santim bir kare
içinde de Van Gogh’un tarlalarından bir kö-şecik, tablo ölçüsünde, renkli
basılmıştı. Otuz yıl önceki baskı imkânlarına karşın bu bir avuç renk kesin
olarak göz kamaştırıyordu. Renk mucizesinin aynı koyulukta doğması olayım, o
günden beri hem tabiatta hem sanat eserlerinde inceledim.
Gözü kamaştıran
renkleri Van Gogh, güneş etkilerini verebilmek için kullanıyordu. Klasik
ustalarda büyük aydınlık etkileri, açık-koyu komşulukları ile elde edilir. Bir
Tiziano’da, bir Tintoretto’da, bir Gre-co’da, nihayet bir Rembrandt’ta gün
ışığı olsun, gece ışığı olsun, açık-koyu oyunları ile sağlanır.
Resim sanatını
kapalı atölyeden yavaş yavaş açık tabiata, gün ışığına kavuşturan Corot’da,
Millet’de göz kamaştırıcı renkler diye bir tasa yoktur. Göz alan renkler başka,
göz kamaştıran renkler başkadır. Göz kamaştıran renklere halk arasında
“janjanlı” denir. Rengin yalnız başına vurucu bir güce sahip olduğunu,
ressamlardan çok daha önce adı hiçbir zaman ressama çıkmamış gelenekçi halk
sanatçıları ispat etmişlerdir.
Soğuk-sıcak
renkler. Bizim öğrencilik günlerimizde, ister İstanbul Akademisi’nde, ister
Avrupa’daki çeşitli okullarda olduğu gibi günümüzün bütün sanat okullarında,
soğuk-sıcak şöyle tarif edilir. Maviye kaçan renklere soğuk, kırmızıya kaçan
renklere sıcak der geçerler. Halbuki rengin çok gizli farklarını izleyenler
gayet iyi bilirler ki yalnız mavilerle, bambaşka kaynaklardan gelen mavi
farklarıyla bir tablo yapılabilir. Bu maviler arasında soğukları ve sıcakları
bulunabilir. Biz bu yüzden yukarıdaki tarifi kullanmadık. Soğukla sıcağı şöyle
belledik: Adlandırmayacağımız aynı koyulukta zıt renklerden birine sıcak,
ötekine soğuk dedik. Adı üstünde olan, yani mavi denilen, kırmızı denilen bir
renge tekrar bir ad takmakta ressamca fayda görmedik. Sağır renkler deyimine de
bu yoldan ulaştık. Bu kelimeyi Fransızcadaki “neutre” kelimesinden tercüme
etmiş değiliz. Müzikte “en sourdine” kelimesi kullanılır, ama sağır sesler diye
bir tabir duymadım. Sağır renklerden şunu anlıyoruz: Hiçbir zaman
adlandırmayacağımız, yani açık yeşil, koyu yeşil, filizi, şişe dibi yeşili gibi
kelimelerle belirtemeyeceğimiz renklere sağır diyoruz. Öyle bir renk ki adını
bağırarak söylediğimiz halde, duyup başını kaldırmıyor. Sağır renkler piyasada
satılmaz, bir diri renk bütün diriliğini kendisini çevreleyen sağırlara
borçludur.
İstanbul
argosunda Mahmutpaşa renkleri diye bir tabir vardır. Bu çarşıda müşteriyi
kaçırmamak için dükkânlar en diri renkleri dizerler. Müşteri bunlara takılıp
kalsın diye. Bu diri renk oyununda o kadar işi azıtırlar ki, nerede gözü
rahatsız eden, rasgele sıralanmış, bayağı görüle görüle bakılmış renkler bir
araya gelse:
- Al sana
Mahmutpaşa işi...
Renk - III
Renk mucizesi
boyayı renk yapmakla başlar. Boya çarşıda satılır, renk ressam elinden çıkar.
Boyayı bakkal satar, rengi ressam satar. Boyayı renk yapmak deriyi pabuç, yünü
kilim, ipliği kumaş, kumaşı elbise yapmak demektir.
Renk imiş her
ne var âlemde
Biçim geçim
yoluymuş ancak...
Renk mucizesi
eşit koyulukta iki rengin yan yana gelmesiyle başlar.
Burada mucize
yerine şu kelimeleri kullanabilirsiniz:
renk değeri
(kıymeti),
renk tasası,
renk düzeni,
renk kanunu,
renk olayı,
renk
vuruculuğu,
renk özelliği,
renk bayramı,
Söylemek
istediğimize Fransızcada en yakın olan kelime mucize değil, “fenomen”
kelimesidir. Fenomen “eşine çok az rastlanan olay” demektir. “Mucize”yi bunun
için seçtim. Mucize yerine en sevimlisi: renk bayramı, renk değeri, renk
olayı... Sunması bizden, seçmesi sizden. Bulunduğunuz çevrede hangisi daha
“geçerli” ise onu kullanın. Yeter ki “ana” yolda anlaşalım. Ana yönde buluşalım.
Renk tasasında,
renk açıklamasında en önemli duraklardan biri şu:
Aynı koyulukta,
eşit koyulukta iki rengin yan yana gelmesinden anlaşılması istenilen şu: İki
adamın yan yana, el ele, sırt sırta gelmesi değil, iki adamın bir odada, bir
vagonda, bir evde, yani sınırları belli belirli bir çevrede buluşmaları. Adı
geçen adamlar yüz binlik bir stadyumda da, uçsuz bucaksız, koskoca bir şehirde
de aynı zamanda bulunabilirler.
Bu sapsade
açıklamaya beni gerçekler zorladı. Öyle öğrenciler çıktı ki, 70x100 santim
boyundaki bir resmin en alt köşesindeki minicik bir noktayla en üst köşedeki
çizginin birbirleriyle ne dereceye kadar “bir araya” gelmiş olduklarını
sordular. Bu gerçekten hareket edince “koca stadyum”, uçsuz bucaksız şehrin
çevresi geliyor akla.
Aslında iki
rengin yan yana gelmesi spor kulüplerinin formaları gibi olmalı. Sarı-lacivert,
sarı-kırmızı gibi. Ama bir de kırmızı forma üstüne küçücük bir ay-yıldız
konması var. Bunda yan yanalık lafı değişiyor.
Eşit koyulukta
iki “rengin” “yan yana” veya bir çevrede buluşmaları sözünü günümüzün
gerçekleri ile, imkânları ile incelersek şu sonuca varırız: Bir uçaktan
bakmaktasın koca şehre veya yüz binlik stadyuma. Birbirinden en az 100 metre
uzakta bulunan iki renk gözesi bu kadar uzaktan bakılınca küçük bir çevre
içinde birleşmiş olurlar. Ama bu birleşme, bu aynı çevre içinde buluşma bizim
beklediğimiz gerçeğin sulandırılmışı, bulanmışı sayılır. Aynı koyulukta
renklerin bir araya gelmeleri deyince şunu anlayın:
İlk bakışta
derhal görebileceğimiz, sınırlarını seçebileceğimiz iki renk. Peki, neden beş
on renk değil de sadece iki renk. Yüz bin renk de olabilir... Hatta
sayılamayacak kadar da olabilir... Ama biz konuyu en sade, en can alıcı
tarafından ele alalım. Renk olayı, renk değeri böyle başlar diyelim. Ama böyle
bitmez. Her insana göre değişebilir sonra. Peki, şimdi şu noktayı açıklamak
gerek: Niçin aynı koyulukta iki renk? Niçin eşit koyulukta iki renk de, sadece
iki renk değil? İşte tarifin ruhu burada: Renklerden biri ötekinden açık
olursa, “renk tasası” hemen ikinci plana düşüyor ve “biçim” tasası birinci
plana geçiyor. Kırmızı forma üstünde beyaz “ay-yıldız” bize renk tadından önce
“milli forma” anlamını ulaştırır. Bu da renk tasasından önce koşup gelen “ay-yıldız”dır.
Siz öyle iki renk düşünün ki, biçimden önce, tadından önce el ele verip bir
lezzet yaratsınlar. İşte bütün mesele burada ve tanıdığım ressamların arasında
en çok “yüzde biri” bu gerçeği hayal meyal sezinliyordu ve ancak binde biri bu
gerçeğin emrine bir yürek, bir panel, bir “ömür” koyabiliyordu. İki rengin,
aynı koyulukta iki rengin alışverişinden “bir tek lezzet, bir tek renk tadı”
doğmasını müzikle açıklayabildiğimiz kadar, öteki duyularımızla da açıklamaya
çalışalım:
Müzikte iki
sese aynı zamanda dokunursanız, kulak ikisini birden duyunca bir tek tat alır
bundan. Yanılmıyorsam, buna “akort” diyorlar. Hani şu piyanoların akort
meselesi bu kelimeyle ilgili.
Dilimizdeki
lezzetlere bakın. Peynirle ekmek, soğanla ekmek, sar-mısakla tuz-biber
anlaşmaları, yan yana gelmeleri.
Kokular da
böyle. îki kokunun bir çevrede buluşmaları sizi mesut veya perişan etmez mi?
Elinizle bir şeyi okşadığınız zaman duyduklarınızı da bu duyulara
ekleyebilirsiniz. Aynı yükseklikte iki üçgen ucuna veya aynı boyda iki
yuvarlağa değen bir elin aldığı tatla, falan filan.
Bu açıklamayı
şöyle özetleyelim: Aynı koyulukta renklerin yerine çeşitli koyulukta renklerin
bir araya gelmeleri renk tasasından önce biçim tasasını birinci plana alabilir.
“Renklerle
düşünebilmek ve başkalarını düşündürebilmek sanatına resim derler,” demiştik.
Buna küçük bir ek yapacağız:
Kendi eliyle
kardığı renklerle düşünebilmek ve başkalarını düşündürebilmek.
Sen renklerle
düşünebilirsin ve bu düşünceni yazılarla açıklamaya kalkarsın okura. Ben çok
sağlam bir renk anlayışının, bir renk bilgisinin yazı ile de bir insandan başka
birine aktarılabileceğine ina-
nıyorum.
Tecrübesi bedava: Birkaç sene boya karmış bir öğrenciyi bir paravana arkasına
kapatın. Piyasadaki herkesin kullandığı renkleri verin. Ona ister yüksek sesle,
ister telefonla dilediğiniz renk karmalarını anlatın. Karsın ve sürsün... Kesin
bilgi ve ölçülere dayandı mı, renk dilden dile, kulaktan kulağa aktarılıyor.
Örnek mi?
Bizim Anadolu
köy kilimlerindeki renkler hangi kitapta yazılı, hangi katalogda çizilidir?
Ömründe değil suluboya, yağlıboya, kurşunkalem ve beyaz yazı kâğıdı yüzü
görmemiş köylümüz bu renkleri nereden bulur çıkarır?
Yunus’un,
Karacaoğlan’ın şiirlerini günümüze ulaştıran kulak gazetesi sayesinde.
Benim anamın
okuma yazması yoktu. Yalnız Kuran okuyabilirdi, ama biz beş kardeş Yunus’u önce
anamızdan duyduk, sevdik.
1975’teki kitap
çalışmaları içerisinden.
Renkle
Çalışanın Tasaları
1. Konu tasası
gütmeden renk kararak, renk üretmek.
Renk karmayı -
yeni renkler aramayı namus borcu bilmek.
Sigara-alkol
tiryakiliği misali.
Renk arama
Renk karma
Tiryakiliği
İtiyadı
Kurmak
2. Aynı
koyulukta -
tek rengin
çeşitleri:
Gülkurusu -
çingenepembesi - kiremit kırmızısı - pişmiş ayva karinen - siklamen - ahududu
Narçiçeği -
aşıboyası - ÜVEZ - Kırmızı - dudak boyası adları -
3. Türkçede
renk tanımlayan kelimeler.
4. Zıt
kaynaklardan elde edilen renkler.
Bitkilerden
ceviz yaprağı - soğan kabuğu
Madenlerden -
kobalt, toprak, demir
Hayvanlardan -
kemik - siyah sentetik - karma
5. Rengin
sürülen zeminle ilişkileri için zemin mat, parlak zemin
- tırtıklı -
dokulu - hemen kuruyan - geç kuruyan zemin.
6. Boyanın kök
salması, üstte kalması.
7. İlk
çağlardan bugüne zemin - boya ilişkileri kaya üstüne renk.
8. Önce çizgi -
sonra leke - sonra renk - benek.
9. Malzeme
yokluğundan doğan kısıtlama.
Az renk - çok
renk
Senfonik
orkestra
On saz yüz saz
Beş saz elli
saz.
Halk
sanatlarında az rengin kontrolü, çok rengin kakofoniye gitmesi.
Kökü - huyu
suyu şeceresi belli renklerle yepyeni ömrü belirsiz renkler, çingenepembeleri,
turuncular ille morlar.
10. Bir rengin
içinde saklı olan koyuluk basamaklarının imkânlarını bilmeyen - öteki renkleri
saygısız kullanır.
11. Bir rengi
bilmek oğul
Dünyayı bilmeye
bedel.
Mor deyip
geçme, belalı renk musibet!
Bir rengi bütün
imkânları ile bildiğini ispat et
Klasik çağda
Kahverengi
Hazretleri
siyah
hazretleri
Kırmızı - mavi
- yeşil şürekâsı
12. Soğuk -
sıcak.
13. Ana renk.
14. Ana rengi
destekleyen.
15. Ana rengin
açığı - koyusu - ortası.
16. Beyazın
özellikleri.
17. Siyahın
özellikleri.
18.
Kahverenginin özellikleri.
19. Sulu -
yağlı - tuzlu - kuru boyalar dışındaki renk imkânları seramik - cam - tekstil
renkleri.
20. Büyük
sanayide kullanılan renkler, gemi - oto - uçak - boyaları
21. Rötuş
vernikleri.
22. Vernikler
23. Akrilik -
polyester azmanları
24. Bir litre
mavinin
Bir gram
maviden daha mavi oluşu
25. Renk
komşuluklarından doğan sonuçlar:
Örnek: Göz
kamaşması ve rengin özünün değişmesi.
Örnek: Grilerin
büyük ölçüde turuncuların ortasında mora yönelmesi gibi.
26. Elinle
hazırladığın çeşitli dokularda tek rengin değişmesi. Yalnız elinle kardığın,
kuruttuğun renklerle düşünebilirsin.
27. Ustalardan
biçim alma korkmadan renk alma.
28. Kullandığın
bütün renklerin içinde ne olduğunu bileceksin.
29. Renklerle
düşünebildiğin kadar ressam sayılırsın.
30. Rengi
yalnız düzeyde değil
Heykel üstünde
- çeşitli kabaran çöken zeminlerde arama -
31. Işık
etkilerini bilme.
32. Şeffaf
renklerin etkilerini bilme.
33. Renkli
fotoğraftan faydalanma.
34. Hareket
halindeki renkleri inceleme.
35. Baskı
yoluyla renk çeşitlemeleri.
36. Sağır
renkler. Adları olmayan, seslendiğin zaman duymayan renkler.
Karma gücü
tasası - metotları ile bulunan - diri renkleri ihya eden, bir kat daha diri
kılan renkler. Mahmutpaşa-Kapahçarşı
Kaba - alelade
- kolay - niçin?
37. Yapıp
yırtmak yok
İşini duvarda
seyret
Bıkana kadar
Sonra unut
Tekrar ele al
Yüzde yüz
mecbur olmadıkça hüküm verme. Altına imza attığın, bozduğun olur, ayıp değil,
bozulmayacak hükümlerde dikkatli ol.
38. (Büyük
kırmızı kalem ile yazılmış)
KANDINSKY
MIRÖ
FİGÜRE VEDA!
ROTHKO BİÇİME
VEDA
39. Anadolu’ya
Yazma gönderenlerin
Renk
seçimindeki
Dikkatleri
Nerede ne yoksa
onu
40. Nakışta
rengin Önemi
Resimdeki önemi
Sahibi kim
olmalı rengin
Ne fakir
Ne Zengin
Renk
Renk sevenin,
işleyenin
41. Şu renk de
olur, bu renk de olur.
Renkler
münakaşa kabul etmez: Peki:
Niçin bütün
duvarlar beyaz?
Çoğu elbiseler
siyah-beyaz niçin?
42. Piyasadaki
renklerin önemi en bol en çok en ucuz
Herkesin olan
Bedava renkler
Mavi - gökyüzü
Bedava
Mavi bedava
Kırmızı aslan
ağzında!
43. Sirke tadı
Tuz tadı
Bal tadı - ve
Renk tadı
Adlandırmadığımız
renklerin tadı
ve herkesin
bildiği renklerin tadı
bayrak tadı
Ekmek tadı -
sucuk tadı
44. Allı
Güllü
Dallı
Bir hocamız
vardı
Adı Çallı
Resimleri kadar
Sözleri de
kaldı.
Çallı’nın İnönü
karşılaştırması
- Buldunuz bir
sağır Başbakan Tadını çıkartıyorsunuz.
Hay Allahım biz
ressamlara da Kör
Bir başkan
ihsanıyla
Sağır renkler
münasebetiyle
Koca Çallı
Benek
Bu dört
küheylan arasında en az yük çeken, bu dört direk arasında en az yük taşıyan
benektir. Beneğin resimde aldığı yer o kadar belirsiz, beklenmedik bir yerdir
ki, onu ressamlar bile adam yerine koymazlar. Benek o kadar küçük,
alçakgönüllü, silik bir yaratıktır ki varlığını davul zurna ile ilan etmez. Bir
çorbada tuzun, biberin ne kadar yeri varsa, beneğin de resimde o kadarcık payı
vardır. Çorbadan tuzu, biberi çıkartabilirsiniz. Resimden de beneği
atabilirsiniz. Ama o zaman çorba yenir mi, yenmez mi bilmem.
Mağara
devrinden günümüze kadar gelen resim sanatını incelerken beneğin peşine
takıldım. Benek bazı resimlerde sırra kadem basıyordu. Ama bazı resimlerde
kaybolan sade o muydu? Dört direkten biri olan, ressamın en zahmetli işlerini
gören, en yakın dostu olan çizgi de tablodan kapı dışarı ediliyordu. Lekeye
gelince, onun varlığından habersiz resim yapanlar vardı. Ama bu lekenin
namevcut olduğunu ispatlayabilir mi?
Ötekileri birer
birer tanımlamaya girişmeden önce beneğin yerini kesin olarak belirtelim.
Beneğin resimde
öyle bir yeri var ki bunu çizgiyle, lekeyle, renkle vermek imkânsız; ister
leke, ister çizgi, ister renk olsun, bunlar varoluşlarını belirli bir çevre
içerisinde kesin bir yer tutmalarına borçludurlar. Bir çizginin çizgi
olabilmesi için ona herkesin, bir çizgidir, diyebilmesi için çevre içinde
belirli bir iz bırakması şarttır. Bembeyaz bir sofra örtüsüne biri çıkıp da
habersiz, kurşunkalemle bir noktacık koysa, bunun ne ev sahibi ne misafirler
farkına varır, ama sakarın biri canım beyaz örtünün üzerine bir şişe mürekkebi
devirse buna adıyla sanıyla leke derler. Aynı örtüye bir yaramaz çocuk bir
uçtan bir uca kalemle bir çizgi çekti mi, olaya el konulur. Adını ettiğimiz
benek işte sofra örtüsünde bir kurşunkalem ucunun bıraktığı noktacıktır, olsa
da olur, olmasa da. Ama gel gör ki, bu küçük noktacık Şarklıların ben,
Fransızların grain de beaute (güzellik lekesi) dedikleri, aslında leke değil
benek olan bu minicik varlık mağara devrinden günümüze kadar sürüp gelmektedir.
Ona ilk kancayı
taktığım zaman tereddüt ettim, çünkü öteki elemanlar bir çevrede tek başlarına
bir düzen kurabiliyorlardı. Yalnız başma çizgi bizi güldürüp ağlatacak kadar
kendine güveniyordu. Açık üstünde koyu, koyu üstünde açık bir leke çizgiden ve
renkten medet ummadan yaşama gücüne sahiptir.
Günümüzün resim
sanatına büyük ölçüde karışan nakışlarda (kilim, halı, oyma, kakma, işleme
gibi) benek bazen çok kesin bir şekilde belirir. Bazen de kendini tamamıyla
silerek, zeminde, dokuda erir. Çok hoşunuza giden bir kumaşta önce rengi
görürsünüz ama bu renk binlerce ilmiğin, düğümün, beneğin el ele vermesiyle
kurulmuştur. Böyle bir dokuda beneğin ne kadar önemli bir yer aldığını her göz
seçemez. Bunu anlatabilmek için dümdüz bir renge boyanmış herhangi bir
dokumadan küçük bir parça kesip bunun yanı başına da aynı boyda, aynı rengi
fırça ile sürün, bunları gösterin, sonuca şaşacaksınız. Seyircilerin büyük bir
çoğunluğu dokunun kendisini seçecektir. Dokuya bunu sağlayan beneğin ta
kendisidir.
Yıldızlı bir
gecede gökyüzüne bakanlar sevinçle karışık bir şeyler duyarlar, yıldızlar öbek
öbek, rasgele serpilmiştir. Bunlar yan yana gelip kesin bir çizgi veya aydede
gibi kesin bir renk veya leke tadı vermezler. Bize ilkokulda öğretilen
yıldızlarda ille de çizgiyi birinci plana koydular halbuki gökyüzüne bakan
insan gözündeki tat ne çizgidir, ne lekedir, ne renktir, adıyla sanıyla
benektir. Mozaik sanatında beneğin önemli bir yeri var. Seurat ve Signac’ın
öncülüğünü yaptıkları “noktalama veya pointilisme” denen akımda beneğin kesin
damgası var,
ama ister mozaikte, ister Seurat’da olsun, benekler yalnız başına yaşayamazlar;
yan yana gelerek çizgiler, lekeler, renkler kurmaya savaşırlar. Halbuki bizim
tanımlamaya savaştığımız benek tek başına kaldığı zaman benektir.
Renk de öyle
başına buyruk bir kudret; ne çizgiye ihtiyacı var, ne lekeden medet umar. Bir
buğday tarlası düşünün, göz alabildiğine uzasın, üstünde aynı boyda bir
gökyüzü, aynı koyulukta, ne birisi açık, ne öteki koyu, ne telgraf tellerinin
çizgisi, ne gelincik kırmızılarının tadı, bir kilometre mavi, bir kilometre
sarı. İşte size sadece iki renk, ne çizgi, ne leke, ne benek.
Kısacası benek
yalnız başına bir resim kurmaya yeterli değil, öteki elemanlar yeterli,
aralarındaki önemli fark bu.
Beneğin öteki
elemanların gücünde olmadığını sezinleyen öğrencilerim bunu çok güzel bir
şekilde açıkladılar. Dört küheylan çeker arabamızı konusunu ressamca
belirtmelerini istediğim zaman rengi, lekeyi ve çizgiyi normal bir at boyunda,
beneği de bir tay olarak betimlediler.
Aradan geçen
zaman beneğin de kendine has bir değeri olduğunu kesin olarak ortaya koydu.
Kaplan Postu
Vitrine kocaman
bir kaplan postu koymuşlardı. Postu bir halı gibi sermişler. Yer yer süt mavisi
tüylerin serinleştirdiği, duru beyaz üstünde alev gibi dal budak salan bal
rengi ile yarış eden koyu benekler, çevresindeki tırtıllar, içerisindeki
renklerle bir kaplan haritasıdır çizilmişti. Kaplana benzer yeri kalmamıştı
artık. Halis koyun yününden örülmüş bir kilim koyuna ne kadar benzerse postu da
ancak o kadar kaplanı hatırlatıyordu. Bu kaplan filan değil, bir resim, bir
nakış, hem usta ressam elinden çıkmış. Üç renkte karar kılmış. Üç koyuluk
derecesi kullanmış. Üç biçimle yetinmiş. Ustaca yapılmış, çünkü hem renklerden
bir tanesini ana renk olarak her yana serpmesini hem de biçimlerden birisini
her yanda kovalamasını bilmiş. Ana biçim arının halkalarını andırıyor. Kaplanın
ensesinden kuyruğuna kadar yumuşak tırtıllar çizerek uzanan koyu lekeden çıkan
kollar karın tarafında birbirleriyle kucaklaşıyorlar. Benekler ikinci plana,
küçük tırtıllar üçüncü plana düşüyor. Yani evvela ana motifi, sonra benekleri,
daha sonra da tırtılları görüyoruz.
Renklerin
serpilişinde aynı ustalık. Her şeyden evvel, lekelerin koyuluk dereceleri
arasındaki ayar göze çarpıyor. Bir çırpıda kavranan üç kesin koyuluk derecesi.
Biri açık, biri koyu, biri orta.
Açık lekeyi yer
yer mavi ve gri tüylerle bulanan beyaz kurmuş. Griler ve maviler beyazla at
başı gidiyor, aynı koyulukta duruyor-lar. Orta leke bir bal rengi. Arasında
hafif yardımcı renkleri var. Koyu leke de yer yer kızıla çalan bir kahverengi.
Bütün bunlar ressamca işlenmiş. Hele orta lekenin ayarı. Açıktan ne kadar
uzakta ise koyudan da bir o kadar uzakta, yani tam ikisinin ortasında oluşu!..
Bizim meslekte bir ressamın gözü kuvvetli mi, değil mi böyle anlaşılır. Orta
lekeyi elifi elifine açıkla koyunun tam ortasına kondurabi-liyor mu? Bir tek
rengin açığı ve koyusu ile ufak bir egzersiz, sonra çoğumuzun bulabileceğimiz
orta lekeyi çeşitli renkler arasında bulmak göründüğü kadar kolay bir iş
değildir. İnanmazsanız rasgele bir mor, bir turuncu, bir yeşil alın. Bunlardan
bir tanesini koyu, birisini açık ve birisini de orta olmak üzere ayarlayın
bakalım. İşte Yaradan, kaplan postunu böyle ressamca ele almış, bir güzel
donatmış:
- Hey gücüne
kurban olduğum, hem de bunu mozaik taşları yerine samur fırça ile, kaplan tüyü
ile yapmış.
Tabiat ana
sanki:
- Belki bu
insanlar, işten güçten vakit bulup renklere, biçimlere düzen vermeyi unuturlar.
Hazır elim değmişken, renk nedir, biçim nedir, şunlara bir ders vereyim, demiş.
Hani şu “non
figüratif” diye anılan ve benim ikide bir bizim has nakışlarımızla açıklamaya
çalıştığım resimler var ya, bizim kaplan postunun yanında bir hayli sönük
kaldılar. Al sana hesaplı kitaplı bir sürü nakış. Ne kaplana benziyor, ne
ormana, ne ağaca, ne de buluta. Hiçbir şeye benzemiyor ama gözü bir yakaladı
mı, bırakmıyor. Alıp ne güzel dolaştırıyor. Bize bir yaşama sevinci de veriyor.
Başıboş renklere, belirsiz biçimlere çekidüzen verme arzusunu aşılıyor.
Peki tabiat ana
işi bu kadar ressamca ele alırsa bize ne kaldı yapacak?
Kaplan postunun
üstündeki nakışlar sinsi sinsi dolaştıkça içime bir bezginlik, bir yorgunluk
çöküyor:
- Şu bizim
meslek de ne tuhaf meslek yarabbi? Ne başı belli ne sonu!
Biz evvela şu
tabiat dediğimiz iç içe girmiş karmakarışık biçimler, renkler yığınına bir
çekidüzen vermekle övündük. Tabiatta güzel ölçüler vardır. Ama gizlidir.
Tabiatta güzel biçimler vardır. Ama kolay kolay yakayı ele vermezler. Renkler
de öyledir. Bizim ödevimiz bu karmakarışık yığından durulmuş, ölçülmüş,
biçilmiş düzenler çıkarmak olmalıdır, dedik. Bununla övündük. Halbuki tabiat
ana ikide bir bizimle alay edermişçesine işler çıkarıyor. Tutuyor bir kelebeğin
kanadına öyle menevişler işliyor, bir tavus kuşunun kuyruğuna öyle nakışlar
diziyor, bir dananın tam alnının ortasına öyle bir beyaz konduruyor ki, en
babayiğit ressam kafasını çatlatsa böyle bir şey icat edemez.
Ya bizim
taklide boş verip icat gücümüzle övünmelerimiz. Elimizden çıkan her çizgiyi,
her rengi, etrafımızdan değil kendi dağarcığımızdan sunuyoruz diye çalım
satmamız?
Peki ya şu
iptidai kabilelerin el işlerine bu yüzden verdiğimiz değer. Demek onlar da icat
etmiyorlar; bal gibi taklit ediyorlarmış. Ama biz onların taklit ettikleri
konuları bilmediğimiz için sermayeden harcıyorlar sanıyormuşuz. Öyle ya,
birinin aklına esse de şu kaplan postundaki nakışlardan bir parçasını bir duvar
dolusu büyütse. Ne güzel, ne dolgun bir iş çıkardı meydana. Peki icat bunun
neresinde? Demek iptidai kavimlerin o akılları durduran nakışları hep böyle
ressamca işlenmiş tabiat parçalarından kopya edilmiş şeyler. Bizim ömrümüzde
görmediğimiz böcek kabuklarından, acayip otlardan, çiçeklerden, tohumlardan
devşirilmiş şeyler.
Biz ağaçların
kendisini, topyekûn bir ormanı taklide savaşmışız. Onlar da ağacı kopya
etmektense kabuğundaki nakışları, çiçeğindeki tohumları taklit etmişler. Biz
işin gücüne sapmışız. Onlar da kolayına. Kaplan postuna baktıkça:
- Sizi gidi
kâfirler sizi, demek geliyor içimden. Öteden beri peşine düştüğüm resim, nakış
paraleli bulanıyor, birbirine karışacak oluyor... Öyle ya, ben nakışla resmi
birbirinden ayırmak için bazı ipuçları bulmuştum. Resim taklide, nakış icada
dayanıyor demiştim. Bu icat yolunda tezgâhın tuttuğu yeri hesaplamıştım. Gel
gör ki kaplan postu bir vuruşta kafamı allak bullak etmişti. Aynı iptidai
kabilelerin heykelleri gözümün önüne gelmese ipin ucunu tamamıyla kaçıracaktım.
Paris’te, İnsan Müzesi’ni dolduran iptidai kabile heykellerini hatırladım.
Bunların arasında kafası gövdesinin dört misli insan heykelleri vardı. Bunların
arasında dünyanın en kuvvetli heykeltıraşlarına meydan okuyan yontulmuş taşlar,
kütükler, mermerler vardı. İnsan vücudundan canları istedikleri tarafları
akılları durduracak bir kesinlikle almasını ve buna yüzde yüz icada dayanan
biçimler katmasını biliyorlardı. Bildiğimiz insan vücudunu peşin bilgilere
dayanarak istedikleri gibi uzatıp kısaltmaları, bütünde hiçbir zaman taklide
gitmeyerek yalnız küçük parçalarda taklide başvurmaları öyle kolay kolay inkâr
edilecek bir ustalık değildi. Hadi, bazı nakışları bilmediğimiz çeşitli
yaratıkları, bitkileri inceleyerek elde etmişler diyelim, ya bu insan
yapısından çıkardıkları nakışları nereden kopya etmiş olabilirlerdi? Onlar
tabiattan ne kadar almak lazım, ona kendimizden ne kadar eklemek lazım
hesabında yanılmıyorlardı.
Evet, belki bu
canım leke düzenini bir yırtıcı hayvanın postundan, bu sağlam renk hesabını da
bir küçük böcek kabuğundan çıkardılar. Ama hiçbir zaman tabiatı olduğu gibi
taklit etmeyi akıllarından bile geçirmediler.
Evet, kaplan
postunda bir ressam gözünü harekete getirecek ipuçları var. Ama bunu aynen
taklit etmek neye yarar. O kadar sevdinse alır postu asarsın duvara. Ama ya bu
bulutlar, ya denizler, ya ormanlar. Onları da uçlarından duvara çivileyemeyiz
ya. Evet ama onların da tıpkısına çok meraklı isem, bu işi daha namusluca
başaran fotoğraf var. Hem tabiatın bir parçasını ele geçirmişsin, ne çıkar. Sen
bir midye kabuğunda bütün bir denizi, bir tohumda bütün bir ormanı, bir ormanda
bütün evrenin düzenini gözünün önüne getirebiliyor musun, ondan haber ver!..
Kaplan postu tabiatın milyarda bir zerresidir. Zerrenin de baş döndürücü bir
düzeni var ama sen asıl büyük senfoniye kulak ver. Onun düzenini kavramaya
çalış. Bak o zaman kafan nasıl zonklamaya başlayacak. Yaptığın işe tabiat
senfonisinin bütününden hayal meyal bile bir koku sinerse ne mudu sana!..
Cumhuriyet, 6
Aralık 1953
Üç Yol Ağzında
Bizim kuşak
ressamları arasında çevreye arkasını dönen, atölyesine kapanıp eski deyimle
ezbere çalışanlar yoktu. Biz çalışma sevincimizi, çıkış noktamızı çevremizde
bulur, gücümüzün yettiği kadar buna sadık kalmaya çalışırdık. 1930’dan 1950’ye
kadar sürdü bu çalışma temposu. Hiç unutmam, 1933’te sevgili hocamız Nazmi Ziya
ile sabah gün doğarken Süleymaniye’den yola çıkar, en geç saat sekizde
îstinye’de, kıyıdaki küçük kahvede çalışmaya koyulurduk. Gün batarken tezgâhı
kapardık, vıcık vıcık yağlıboyalı işlerimizi vapurlarda, tramvaylarda
sapasağlam eve getirmek bayağı bir cambazlık sayılırdı. Bir simit, bir parça
kaşarpeyniri ile saatte bir kahve yardımı ile günler, aylarca kahve köşelerinde
çalıştığımız olurdu. Adını kimsenin duymadığı kenar mahallelerde acı tatlı ne
günler yaşadık. Aramızda bu çalışma düzenini avcılığa benzetenler olurdu. Gün
ışırken konu avına çıkan, gün batana kadar konu kovalayan ve hiçbirine el
sürmeden yorgun argın, perişan düşenlerimiz olurdu. Hemen hemen yirmi yıldır
Paris’te yerleşen, çingene adını verdiğimiz ahbap haftalarca konu peşinde
dolaşır,
- Allah
kahretsin, dilediğim gibi bir konu bulamadım diye, yakınırdı.
O günlerde
delicesine izlediği Cezanne’ın konularını bulamayınca fırçaya sarılmıyordu.
Yirmi yıl süren bu fasıl Tophane’de, Karabaş Mahallesi’nde Veronese yeşiline
bürünmüş bir manav kepengi ile kapandı. Hiç unutmam, güngörmüş, isli, paslı,
demlenmiş, yorgun bir yeşildi bu. Yandaki manavın ağaca saplanmış kırmızı
soğan, salata, turp demetlerini eşsiz bir fon müziği gibi destekliyordu. Yarıya
gelmiş resimde bu canım yeşil tadını çıkarmak üzereyken kepenk korkunç bir diş
gıcırtması ile açıldı, gülen yeşilin yerini karmakarışık, karanlık bir manav
loşluğu aldı. Utanmasam gidip manava yalvaracaktım. Yeşili ezbere, aklımda
kaldığı kadar boyadım. Ama nafile, sihir bozulmuştu, bütün gayretler boşuna. Bu
olay meslek hayatımda bir dönüm noktası sayılacak kadar etkiledi beni:
- Vay canına,
demek manav kepengi bu yeşile boyamasa biz ressamlık yapamayacağız. Demek
manavın kepengi açmasıyla bizim tezgâh kapanacak. Kısacası bizim mesleğin görüp
göreceği rahmet bizim manavın elinde. Böylesine pamuk ipliğine bağlı bir tezgâh
olur mu?
O gün bugün
bizi çevreye sımsıkı bağlayan ilgiler bir bir kopmaya başladı. 1960 yılları
bizi tamamıyla atölyeye kapadı. Artık ne manav dükkânlarının kepenkleri, ne
kasap dükkânları önünde nöbet tutan kediler, köpekler, ne Tophane’nin
boyacıları, ne zoraki sakat dilenciler, ne küfelerine bütün bir pazarı
sığdırmış hamallar, ne canım karpuz dilimleri ile süslü Bursa arabaları, ne
kağnılar, ne yaylılar, ne her yanı maşallah süslü otobüsler, ne kara gözlü
sıpalar, bir eyyam o güne kadar çevremizden topladıklarımızı kesin bir sadelik
içinde işledik. Bir açık, bir koyu iki renkle yetinme perhizine girdik. Yazma
kalıplarını o zaman oyduk, tekstil şablonlarına, lite taşlarına o zaman
bağlandık. Bunların arkasından bir renk susuzluğudur başladı. Bizi en az yirmi
yıl dağ dağ, bayır bayır Çorum senin, Edirne benim dolaştıran tasada, “biçim en
az yüzde doksan ağır basıyordu”. Renk, manavm kepengi kadar tesadüflere bağlı
idi. Her gün kullandığımız renklere yepyeni lezzetler, şiddetler; arzular
yüklemek mümkündü. Bu da renklerin soyunu sopunu, zeminle ilişkilerini çok iyi
bilmeye bağlı idi. Aynı mavi çeşitli dokular üzerinde bambaşka mavi etkileri
yaratıyordu. Belirli araçlarla, belirli sıvılarla çalışacağımız zemin üstünde
dilediğimiz kanalları açıp, görülmemiş dokular elde ediyorduk. Saniyede kuruyan
otomobil boyaları, pencere camı kalınlığında şıp diye donan vernikler, sigara
tablası içindeki külün üstüne sis misali tepeden yavaşça çöken polyester
dumanı, kısacası boya kimyası bütün karmaşık yolları, elleri ve dilleri ile
karşımıza dikildi. Öylesine uzaklaştık ki çevre incelemelerinden, yerini
yurdunu unutan evlatlar misali. Ama sen misin, haberimiz bile olmadan yine
kürkçü dükkânına döndük. İki yıl kadar oluyor, Kalamış’ta, kıyıda sandal
büyüyorlardı. Yaşlı bir söğüdün gölgesi fırça temizlemek için işe yaramış
olmalı ki, akla hayale gelmez renk oyunları birbirini kovalıyordu. Bunların
arasında üç dört sene eskimiş boya artıkları olmalı idi. Ağacın gövdesini
kaplayan doku gün görmüş renkler altında inanılmaz bir renk cümbüşüne
bürünmüştü. Bir taraftan deniz suyu, bir taraftan bol neft ve gazla yıkanan
fırçalar en ufak bir renk meraklısını çileden çıkarabilirdi. Yirmi yıl sonra
dönüp dolaşıp Karabaştaki manavın yeşil kepengi bambaşka kılıkta karşıma
çıkıyordu. Zamanın, güneşin, yağmurun, çamurun ustaca eskittiği bu renkleri
hiçbir ressamda görmedim. Ve işin tuhafı, hiçbir ressamda görmediğim için ne
yapacağımı şaşırdım. Adını ettiğim ağaç gövdesinde Allah yapısı ile insan
yapısı belirsizce birbirleri içinde erimişlerdi. Bizim kuşağın bir ağaca bakma,
bir ağacı inceleme tavrı vardı. Yani biz bir ağaca en az beş on metre uzaktan
bakabilirdik. Ağacı ağaç yapanı, dallarını, yapraklarmı, meyvelerini,
kuşlarını, gölgelerini başka türlü inceleyemezdik. Ağaç resmi deyince bizim
kafamızda şimşek gibi çakan suretler vardı. Mağara devrinden günümüze kadar
hepsini bir bir, seve seve incelemiştik. “Ağaç isem dalımsın, salkım saçak”,
ağaç demek dal demekti, dal demek yaprak demekti. Bun-larsız bir ağaç
düşünemezdik. Sorarım size, ağaçlan, beş altı metre boyundaki ağaçları en az
yirmi beş-otuz metre yüksekten kuşbakışı seyrettiniz mi? Biraz daha ileri
gidelim, bu ağaçların altında ışık yanıyor. Kuvvetli ampuller aşağıdan yukarı
ağaçları bir güzel aydınlatmışlar. Siz hiç ömrünüzde yüksekten böylesine
aydınlanmış ağaçlara hiç baktınız mı? Siz meslekten olmadığınız için görmemiş
olabilirsiniz. Ama size şunu büyük bir kesinlikle belirteceğim ki, bizler, en
az yirmi yıl ağaçları kolları kanatları kadar benimseyen ressamlar, ağaçları
hep aynı açıdan, hep aynı ışıklar içinde hep o baba yadigârı klişe açısından
inceledik. Başka türlü yapamazdık, çünkü ustalarımız da öyle yapmışlardı. Üç
yüz metre yüksekten bir ağacı incelemekle üç bin metre yüksekten, bir uçaktan
yeryüzünü incelemeyi karşılaştırın. Beş bin metre yüksekten çekilmiş dağların,
denizlerin fotoğraflarını, bunların çok büyük ölçüdeki kopyalarını incelediniz
mi? Benzerini müzelerde bulanın alnını karışlarım. Matisse’in fotoğraf için
söylediği söz gün geçtikçe daha büyük önem kazanıyor: “Çevrenizi yepyeni
gözlerle incelemek istiyorsanız fotoğrafa sarılın.” Büyük usta fotoğrafla çevre
arasında basmakalıp peşin fikirlerin ba-rınamayacağına parmak basmış olmalı. Ne
kadar uyanık olursan ol, sen bahçene en sevdiğin usta gözü ile bakmaya
mahkûmsun. Halbuki fotoğrafın sırtında yumurta küfesi yok. Hani şairin dediği
gibi: “Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi / Kâh inerim yeryüzüne âlem
seyreder beni.” Siz en derin denizlerin dibinde çakılmış bitkilerin,
böceklerin, adları konmamış balıkların fotoğraflarını gördünüz mü?
Günümüzün
ressamı çevresini yepyeni bir açıdan, yepyeni bir ışıkla incelemeye
hazırlanıyor. Yaşlı bir ağaç kabuğuna sinen çeşitli boyaların yayılmasını
büyüteçle de incelemek var. Mikropların on binlerce defa büyütülmüş
fotoğraflarını gördünüz mü? Fiziğin, kimyanın sunduğu nimetler öyle şıp diye
sanat sofrasına gelip oturmuyor. Nice nice ressamın kazanında kaynayıp
imbiklerinde süzüldükten sonra çıkacaklar karşımıza. Günümüzün ressamının
karşısında üç yol beliriyor. Bunlardan biri tamamıyla laboratuvar çalışmasını
şart koşuyor. Çevre mevre, tabiat sevgisi, güneş batmış, ay doğmuş kimin
umurunda. Bütün bunlar bu matematikçiyi ne kadar etkileyebilirse atölyesinde
yepyeni renkler üretmeye koyulan ressamı da o kadar etkileyebilir. Bu kapalı
kutudan, yani bu çevreye kapalı atölye, laboratuvar çalışmasından hepimizi
allak bullak edecek sonuçlar çıkacağına inanıyorum. Nur topu gibi maviler,
horoz sesi değmedik turuncular, insanı deli divane eden morlar, beyazlar, bu
yollardan biri bu ve benim son on beş yılık tecrübeme göre en belalısı. Hiç
olmazsa bizim kuşağa en zor geleni, çünkü bu yolun yolcusu olabilmek için genç
yaşta edinilmiş tecrübelerimiz yok. Boğaziçi’nde güzelim bir kahveye tezgâhı
kuracaksın, yandaki plajda huri misali hatunlar akla gelmedik pozlarda uzanmışlar,
tepende ıhlamur ağacı altın sarısı bir türkü üfler, efendime söyleyeyim,
radyoda insanı deli eden bir Urfa türküsü, kapalı kutuda yok bunlardan
hiçbirisi. Kapalı kutuda gram gram, buram buram terleyeceksin. Belki bütün yıl
hiçbir şey bulamayacaksın ama gelen yıla hazırlığı yapmış olacaksın. Ama bunun
ressamlıkla ne ilgisi var diyeceksin. Bu bir kelime ile kimyacının işi. Evet
doğru ama, günümüzde değerler, ölçüler değişiyor, yepyeni çalışma kolları,
yepyeni bilim dalları doğuyor, bundan yüz yıl önce hiçbir ananın jet pilotu
doğurduğunu duyan var mı? Ama günümüzün anaları jet pilotları doğuruyorlar.
Gelelim ikinci yola. İkinci yol çevremizi, dünyamızı alışılagelmişin dışında,
yepyeni gözlerle incelemek, yani baba yadigârı konuları ele alacağız: deniz,
dağ, bulut, at, aslan, fare, iskemle, domates, patlıcan hep eski ustalarımızın
fırçalarını bilettikleri konular. Ama bunları yazımıza başlarken adını
ettiğimiz ağaç misali yepyeni bir açıdan incelemek, yepyeni araçlar ve
gereçlerle belirtmek, fizik ve kimyanın bütün nimetlerinden faydalanmak,
alnımızın ortasında üçüncü bir göz gibi açılan fotoğrafın bütün imkânlarından
faydalanmak. Üçüncü yol ne birincisinden ayrı ne İkincilerinden uzakta. Üçüncü
yol şu: Öğleye kadar kapalı kutuda, yani birinci yolda, öğleden sonra gün
ışığında çevreyle sarmaş dolaş, bunu istersen bir güne sığdır, günün yarısını
öyle, yarısını böyle kullan. Dilersen yılın yarısını öyle, yarısını böyle
kullan, senin bileceğin iş. Yeter ki ortaya canından, ciğerinden, yüreğinden
bir şeyler sun. Ama sen öğleye kadar saz müziği dinliyor-muşsun, öğleden sonra
da Bach, olur a. Üçüncü yolun özelliği yobazca olunmaların hakkından gelişi.
Bundan elli yıl önce ressam, bir tek çizgi üzerinde gelişir, perende atardı.
Bir ressamın öğleye kadar böyle, öğleden sonra şöyle çalışması namussuzluk,
aşağılık, bayağılık sayılırdı. Yok öyle şey, keyfimin kâhyası mısın, ben öğleye
kadar böyle, öğleden sonra şöyle çalışacağım. Kim bunu yasaklayabilir? Ben öğle
yemeğinde tatlı özlemişim, akşam yemeğinde tuzlu, zararım kime? Senin aklın
varsa benim elimden çıkanın değerini ölç, bir değeri varsa öp başına koy...
2 Eylül 1972
Çırılçıplak
Genç yaşta
resim mesleğine girenler çıplakla, çıplaklığın kendisiyle burun buruna
gelirler. Erkek olsun, dişi olsun, en belalı yaşta, iki adım ötende anadan
doğma biri. Üşümesin diye her dem normalden sıcak olan atölyeye çoğu zaman
canlı modelin kokusu siner. Yaş on dört-on altı arası, sımsıcak bir oda,
çırılçıplak bir insan. Dayan sinirlerim dayan... Yooo... Hiç de öyle değil
kazın ayağı. Ne zaman isterseniz yerinde inceleyebilirsiniz bunu. Çıplak model
çalıştıran bir atölyeye girince çıplağın cascavlaklığını, edepsizliğini,
gıdıklayıcı, az-dırıcı tarafını duyarsanız aşkolsun!.. Şaşırırsınız... O kadar.
Tuhaf bir şeydir bu karşılaşma. Modellerin çoğu atölyeye girenlerin içinde
meslekten olmayanları seçerler. Meslekten olanın bakışı mavi de, olmayanın kırmızı
mı? Nasıl anlar model bunu, herhalde şaşkınlığından. Çıplak model çalıştıran
atölyelerde çırılçıplaklık o kadar çabuk alışılan bir şeydir ki, yarı giyinmiş
duran çoğu zaman iki misli çıplaklaşır. Yarı çıplağın çırılçıplaktan daha
belalı olduğunu bütün açıklığıyla Karadenizli sofu söylemiş. Sofuyu birdenbire
İstanbul’un en bikinili plajına atıvermişler... Gözleri fal taşı gibi açılıp
da,
- Ha bunlar
nedur? sorusuna,
- Kadın...
cevabını alınca:
- Desene ki
bizim oralarda domuz üstüne çalışıyoruz!
Müstehcen
kelimesi bizim kırk haneli köylerde geçer mi? Peki, ne der bizim köylümüz bunun
yerine: “Açık saçık” der. “Namussuzca, edepsizce”, belki “hayvanca” der. Kırk
hanelik köyde Orhan Veli’nin dediği gibi sereserpe uzanmış hatuna köylümüz ne
der?
- Aa... Ne
hayvanca yatmış! mı der, yoksa,
- Bu kökünden
oynatmış! mı der?..
Benim bildiğim
sanat alanında müstehcen diye bir şey yoktur. Güzel vardır, çirkin vardır. İyi
olan, berbat olan, ahmakça olan da her zaman, her yerde müstehcenden
zararlıdır. Çünkü müstehcen dediğin, olağandışıdır, her yere girmez ama,
ahmaklığın girmediği yer var mıdır? Cesaretiniz varsa müstehcene boş verin de,
ahmaklığı, çirkinliği, kötülüğü kovalayın. O zaman hepimizin duamızı alırsınız.
Bundan elli yıl
önce Avrupa resim sanatına bayrak dikenlerden, bizim dergilerimizde de zaman
zaman renklisi, renksizi basılan Re-noir’a sormuşlar:
-
Resimlerinizdeki kadın vücutlarının bittiğini nasıl anlarsınız? Yani tablo ne
zaman tam kıvamına gelir?
- Gayet
kolay... demiş ressam. Eğer yaptığım kadınların kalçalarına bir şaplak atmak
arzusunu duyarsam tablo tamamdır.
Atatürk’ün ilk
milli eğitim bakanı, toksözlü, iyi yürekli Necati Bey Fındıklı’da, bizim
okuldaki Milo Venüsü'nü görünce aynen Reno-ir’ın dediğini yapmış. Münasip
yerine şaplağı atıp, “Maşallah!..” deyince bizim hocalar pek utanmışlar. Çallı
hariç tabii...
Resim ve heykel
sanatını ciddiye alanların çıplak üstünde uzun uzadıya arpacı kumrusu gibi
düşündüklerini herkes bilir; ister resim olsun ister heykel, ünü bütün dünyayı
saran insan vücutları, istedikleri kadar giyimli kuşamlı olsunlar, hepsi
aslında anadan doğma çıplaktırlar. Dünya kadar çeşitli kumaşlarla örtülü
heykellerin hepsi önce çırılçıplak işlenir. Sonra terzi misali kat kat
giydirilir. Tablolardaki insanlar ister paltolara bürünsünler; ister ipeklere,
kaputbezlerine, sivil, asker kıyafetlerine; bunların hepsi bir bir çıplak
işlenir, sonra örtülürler, giyinir kuşanırlar. Kısacası, çıplaktır her işin
başı. Rodin’in Victor Hugo’yu, Balzac’ı çırılçıplak heykel haline getirmesi bir
ara kıyametleri koparmıştı. Siz Taksim Meydam’nda çırılçıplak bir Ab-dülhak
Hamit heykeline ne dersiniz?.. Ama Rodin öyle düşünmüş Hugo’yu...
Siz, vaktiyle
Hindistan’da gelişen, her şeyin aslını astarını insan tohumu ile ölçen,
değerlendiren, çiftleşmeyi en kutsal olay sayan, bunu tapınaklarında en son
ayrıntısına kadar heykel halinde işleyen mezhebi duydunuz mu?.. Normal insan
boyundaki bu heykelleri görmedikçe, çiftleşme gerçeği üstüne ne söylense boş...
Bu mabedi, bu heykelleri bilen kaç sanatçı vardır? Kanımca, bir Michelangelo bu
heykelleri görseydi, Avrupa sanatı başka yönde gelişirdi. İnanılmaz pozlarda,
inanılmaz ayrıntılarla sevişen insanlar. Ve bunlar bir mabette... Hani bizim
divan şairimiz der ya:
Hep hüsn-ü aşka
dair imiş
Güft ü gûy-ı
halk
Dillerde
dasitan imiş
Esrar sandığım.
İnsan bu
mabedin sevişen heykellerini gördükten sonra, Avrupa heykelleri bir yavan
geliyor. Ve şu düşünce yerleşiyor:
Avrupalı
sanatçı da ne kadar isterdi bu sahneleri böyle olduğu gibi işlemeyi!.. Ama
viran olası Kilise’de öyle yasaklar ve öyle papazlar var ki... Kilise’nin bütün
yasaklarına, tövbe tövbelerine karşın, çırılçıplak, bütün ayrıntılarıyla kimi
ipek, kimi tül kumaşlar arasında belirir bir güzel.
Rönesans
ustalarının tablolarında yer alan insanlar istedikleri kadar sımsıkı giyinmiş
olsunlar, onları zamanın heykeltıraşına gösterir ve,
- Şu kumaş
kıvrımlarının altında saklanan insan vücudunun çırılçıplak halini heykel olarak
yontar mısınız, kabartır mısınız? derseniz. İstediğiniz yüzde yüz yerine
getirilecektir. Rönesans ustalarının elinde insan vücudunun yalnız dışı değil,
iciği ciciği, anatomisi son ayrıntısına kadar bilinir, çizilir, işlenirdi.
Bir doktor, bir
cerrah için çıplaklık ne kadar olağansa, bir ressam, bir heykelci için de o
kadar olağandır. At, aslan, ağaç, bulut, kara, dağ ne kadar çıplaksa, anadan
doğma da o kadar çıplaktır.
Evet, resmin ve
heykelin cennetinde insanların çıplak dolaşması ayıp değil de, hikâyede,
romanda, şiirde, tiyatroda, sinemada neden ayıp ola? Birine helal olan neden
ötekilere haram olsun? Eğer çıplak, hangi sanatta olursa olsun, akıllıca,
namusluca, ustaca işlenmişse, dilediği sanat kolunda, dilediği gibi
dolaşabilir. Kutsal kitaplardaki ayrıntılı vücut işlemelerine ne buyurulur?
Boyuna bosuna, perçemine, beneğine kadar... Şu son beş yılın argosuyla
“Hatice’ye değil, neticeye” bakılıyor. Uzun süre aç bırakılmış insanı en güzel
yiyeceklerin ortasına salın da onu: “Bir elinde hıyar / Nazik nazik soyanken
bekleyin. Nasıl saldırır kim bilir. Eğer sanatçı bu davranıştaki barbarlığı,
hırsı, yırtıcılığı belirtirken sanat kurallarını çiğnerse, işi iğrenç olabilir.
Öldüresiye savaşan, öldüresiye güreşen iki insanın resmini veya heykelini yapan
sanatçıya sorun bakalım, sevişen bir çiftle savaşan bir çiftten hangisi daha
çok hayvanı andırır. Öldüresiye boğuşanlar mı daha hoştur, delicesine
sevişenler mi? Bazı parklara korlar. Heykelin “H”si yokken bize de gelmiş.
Aslan bir geyiği parçalayıp yutuyor!.. Bir çocuk parkı için bulunmaz bir konu,
değil mi?
Çırılçıplağın
resimdeki, hele hele heykeldeki yerini öteki sanat kollarında aramaya devam
edelim. Bir yazar küflü bir duvardaki çeşitli renk ve biçim ayrıntılarını
sayfalar dolusu anlatır da, neden yorgun bir kadının perişan karnını aynı hazla
anlatamaz?.. Nereden çıkar bu yasak? Gogol’ün Portre adlı hikâyesi ünlüdür.
Fakir fukaranın varını yoğunu son meteliğine kadar sömüren bir tefeci cadı
karısı vardır. Fakir bir ressam da onun kurbanları arasına girer. Ama ressam
cadıdan intikamını şöyle alır; onun bütün cadılığını, cellatlığını,
korkunçluğunu bir portrede domuzuna belirtir. Bu öylesine korkunç bir yüzdür ki
nereye konsa felaket getirir. Sonunda namuslu bir ressam sırf çerçevesine tamah
ederek portreyi alır, duvara asarken ipi kopar... Çerçevenin içinden bin adet
sarı altın fışkırır. Namuslu ressam bu parayla içkiye, kadına düşer, mahvolup
gider. Gogol hikâyesini şöyle bitirir:
“Hiçbir
sanatçının başkalarını rahatsız etmeye hakkı yoktur...” Çıplaklık konusunda
vahşi kabile sanatı üstüne söylenecek çok şey var. Son elli yılın resim ve
heykel sanatının üstünden tank gibi geçmiştir vahşi kabile sanatı. Bazılarının
kısaca “Negro sanatı” dedikleri, müzik ağacının dalları arasına “caz”ı aşılayan
kabile sanatı. Evet. İsimsiz, şöhretsiz, tahsilsiz halk sanatı. Kolomb’dan
önceki Amerika sanatı. Bunlardaki çıplak mı daha kışkırtıcı, Rönesans’taki
hatunlar veya er kişiler mi daha dürtücü. Hiç kuşkusuz, vahşi kabile sanatında
çıplak, Avrupa sanatmdakilerin yanında çok daha edepli!.. Çok daha efendice.
Peki, nasıl oluyor da insan etini keklik gibi afiyetle mideye indiren bu
barbarlar heykel alanında bu kadar efendi oluyorlar? Vücut parçaları inanılmaz
bir güçle belirtildiği halde, neden akla hayvanca şeyler gelmiyor? Neden bir
Negro heykelindeki çıplak, Rubens’in kadınları gibi cascavlak çıplak değil?
Doğrusu, Rubens’in hatunlarının resim dışı olmalarına kıl payı kalıyor. Vahşi
kabile heykeli, Avrupa heykelinden daha az çıplak çünkü heykel dozu daha ağır
basıyor. Heykel tasası, vücut bilgisi tasasını kat kat aşıyor da ondan. Bir
Milo Venüsü’nün bulunduğu salona, mümkünse aynı boyda bir vahşi kabile heykeli
koyun. Venüs’ün üşüdüğüne şaşmayın...
Çıplak
konusunda komik bir anı: Yıl 1931. İtalya’da, Napoli’de Pompei’yi geziyoruz.
Yanımızda on beş-yirmi kişilik bir turist kafilesini dolaştıran rehber, bir
elli uzunlukta, otuz beş santim genişlikte, demir kepenkli bir çerçeve
gösterdi. Çerçevenin alt köşesinde koca bir kilit, başında da nöbetçisi. Küçük
bir harçlıkla açıldı kilit. Altın yaldızlı bir zemin kalmış aklımda... Yer yer
sülyen kırmızıları arasında dev yapılı bir erkek, altından hissini veren bir
terazide, dirhem yerine altınlar dizili bir terazide, ayıptır söylemesini
tartıyor. O kadar büyükmüş ki ayıptır yazılması, bu zatı meşhur ve zengin
eylemiş. Bekçi resmin çerçevesini henüz kilitlemişti ki, tahterevalli ile
yetmişlik bir hatun peyda oldu. îki kişi tarafından taşınıyordu hanımın köşkü,
herhalde kötürümdü. Bekçiye demir kasayı açmasını emretti İngilizce. Bekçi
gayet sert,
- Kadınlara
yasak, dedi kendi dilinde ve birkaç dilde. Ama felçli kadın avazı çıktığı kadar
bağırıyor:
- Bunları
görmek için avuç dolusu para harcadık geldik, nedir bu rezalet? deyince, bekçi
homurdanarak açtı kasanın kapısını. Ama açmasıyla tahterevallili feryadı
kopardı:
- Kapa, kapa...
Utanmaz herif!..
Çıplak üstüne
bir anı daha: Önceki yıl ilaç işlerinde çalışan bir İsviçreli tanıdım.
Anadolu’yu karış karış gezmiş, Türkçesi mükemmel!.. Turgut Zaim’den bir tablo
istermiş, adresini bilmezmiş:
- İzmir’de, bir
koleksiyonda gördüğüm Turgut’un çıplaklarına bayıldım. Ama çıplakları yalnız
İzmirli kapatıyor, başkasına yasak...
- Bir yanlışlık
olmasın... Turgut Zaim Anadolu köylerini işler, pek çıplak üstüne çalışmaz...
Tanırım kendini diyecek olduk. İsviçreli güldü:
- İyi
tanımıyorsunuz. Ben gözümle harika çıplaklarını gördüm... demez mi?
Haklıymış.
Sonra birkaç tanesini Ankara’da, evinde gördüm. Tuhaf değil mi, bayağı utandım.
Çünkü Turgut o güne kadar köylü kadınları ne güzel giydiriyordu. Onları çıplak
görünce hakkımız olmayan bir pencereden bakmışım gibi geldi... Ama şakası yok
bu işin, önce çıplak çizeceksin, sonra giydireceksin.
Çıplak
konusunun daha ötesinde sevişen çıplaklar var. İnsan vücudunu fırçasına dolamış
ressamlarm sevişen insanlar çizmemesi olur şey mi? Hepsi çiziyordur,
boyuyordur, ama emin olun birkaç yakınından başka kimselere göstermiyordun
Dünyaca ünlü ustaların sevişen insanları zaman zaman ötede beride, yarım
yamalak yayınlanır.
İlerde bunları
bir filmde toplarlarsa şaşmayın. Belki çoktan saman altından yürütülmüştür
bile...
Milliyet Sanat,
12 Temmuz 1974
Bizim Atölyeye
Mektup
Bugünkü
dersimiz: YALNIZLIK.
Yalnızlığın
kadarsın
Yalnızlığın mis
kokmalı
Elle gelen
düğün bayram
Bir kişiyle
oynanan
En zor en
belalı oyun sanat olmalı
Buram buram
yalnızlık kokan
Yalnızlık mı
dedin büyük bir zindan
Dünyanın en
kalabalık zindanı
Öyle bir hizaya
getiriyor ki insanı
Yalnızlığın
kadarsın
Yalnızlığın mis
kokmalı.
Sanat mı yapmak
istiyorsun? En büyük perhiz yalnızlık. Ama bu sanata başlarken farkında bile
olmadan giydiğimiz bir gömlek. Evet incecik, hafif bir iş gömleği...
Sanata
başlayanlara,
- Günde en az
altı saat yapayalnız kalmayı göze alabiliyor musun? diye sormak yersiz...
- Altı saat de
laf mı? On altı saatten ne haber? diyen çıkar. Belki bunu da aşan olur.
İş insanı böyle
alır götürür ki saatler uçar gider. Evet ama işler tıkırında gidince saatler de
akar gider. Yalnızlığın bütün ağırlığı, bütün zehri işler sarpa sardı mı çıkar.
Elin kanatları kırıldı mı kafa da tekler ve biraz sonra tersine çalışmaya başlar
kafa. İşte sanat oyununun en belalı yönü... Kafa tersine işledi mi, bütün
yapılan işler bir kalemde bozulur. Eğer o zaman sanatçının imdadına sahici bir
dost ama sanattan anlayan bir dost gelmezse felaket!.. Sanatçı o güne kadar
yaptıklarının hepsini rahatça yok edebilir...
Epey zamandır
kaybettiğim yalnızlık hazretleriyle bu sefer Almanya’da buluşmak yazılıymış.
İki buçuk aydır yurtdışındayım. Oldukça yorucu, kırıcı, bunaltıcı bir
çalışmadan sonra yapayalnız uzun saatlerim oldu.
Hani “altın
bilezik” denen “sanat” var ya... O derde tutulmuş olmasam, bu yalnız saatlerde
aklımı kaçırabilirdim. Bir yayla köyü! Orman içinde... Çalıştığım cam tezgâhı
akşam beşte tamam, yedide işbaşı ediyorlar. Dokuz buçukta bir kahvaltı molası.
On beş-yirmi kişi çalışıyor cam tezgâhında. Ayna işleri, demir, çelik,
alüminyum, doğrama işleri de beraber gidiyor.
Bu sefer
Almanya’dan aldığım en büyük ders bu: Çalışanları çok yakından izlemek, onlarla
beraber çalışmak.
İşlerini bile
bile, seve seve yapıyorlar. İş başında dalga geçmek, lüzumsuz gevezelik,
sululuk, itişmeli kakışmalı şakalar yok. Şef bazen iki gün uğramıyor tezgâha...
Hiç kimse şefin yokluğunu duymuyor. İşin güzeli: Bütün işçiler şef, bütün
şefler işçi gibi. Bir işçi tıpkı bir şef sorumluluğu takınıyor gerektiği zaman.
Kararını verip işi bitiriyor. Ama azar gelecekmiş ama tam aksi... Oralı değil,
önemli olan işin akıllıca bitmesi... Bütün mesele işçi dediğin adamın en az
lise boyunda bir kültür dağarcığının olması. Sonra işin başından bir orkestra
gibi kurulup, herkesin işinin sorumluluğunu kesin olarak bilmesi.
Ama bu işçi
yalnız ve yalnız şu tek işi yapar demek değil. Çalıştığım tezgâhta öyle olaylar
gördüm ki, inanmak zor. Holbein’m resimlerinden çıkmış gibi yüzde yüz Alman
yapılı, otuz yaşlarında bir büro amiri hesap makinesi, telefon, daktilo, teksir
makinesi başında. E... Bu Kâtip Çelebi hem mükemmel cam kesiyor, hem tahta bi-
BİZİM ATÖLYEYE
MEKTUP 511
çiyor, boya
tabancası kullanıyor. Şefin şoförü sanmıştım, adam birinci sınıf cam işçisi.
Şoförlük de caba. Bin kilo cam taşıdık beraber, yedi yüz elli kilometreyi
tereyağı gibi çekti çıkardı.
Torna tezgâhı
şefi, karlı günlerde şefin garajının önünü kürüyordu!.. Eşini hiçbir tarafta
görmediğim bir aile çalışması kurmuşlar. Ortada işlenen mal herkesinmiş gibi
muamele görüyor.
Ocak 1970
Yemin*
Bugüne kadar
resim sanatı alanında Yapılagelmiş olanları inceleyeceğime Kendini bütün
dünyaya kabul ettirmişler Arasında beni en çok saranları ayırarak Onlara kendi
aramalarımı, denemelerimi Katacağıma
Alışagelmiş,
basmakalıp, hazırlop Klişeleşmiş çiğnene çiğnene tadı tuzu Kalmamış hiçbir şeyi
tekrarlamayacağıma Elimden çıkan her çizgiye
Her lekeye
Her renge
Her beneğe
Kendi aklımı
Kendi tecrübemi
Kendi tasamı
Kendi ömrümü,
yüreğimi basacağıma Aldığım nefes, içtiğim su, bastığım toprak Gözüm, kulağım,
burnum,
Bu yemin Bedri
Rahmi’nin atölyesinin girişinde asılıydı.
Elim, belim,
dilim, derim üstüne yemin ederim.
demini bozduğum
gün Burdan giderim.
"Bedri
Rahmi şiiriyle, resmiyle, öğretmenliğiyle, mozaik, gravür, seramik, cam, mine,
yazma, serigrafi, litografi, linolyum baskı, taş boyama ve balmumundan,
ytong'dan heykelleriyle bir bütündür ve bu bütünün tümü de mis kokmaktadır.
Bedri Rahmi'den kaynaklanan güzellikleri herkes kendi olanaklarına göre
özümleyecek, herkes ondan en çok ihtiyacı olan gıdayı bulup çıkaracaktır. İşte
tam da bu noktada yaptığım işe güvenimin sonsuz olduğunu belirterek Bedri Rahmi
arşivini ileriki kuşakların kullanımına amade kıldım."
Mehmet Eyüboğlu
Bedri Rahmi
Eyüboğlu 1911 'de Görele'de doğdu. Trabzon Lisesi'nden sonra İstanbul Güzel
Sanatlar Akademisi'ne girdi. Burada Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı'nın öğrencisi
oldu. 1930'da eğitimini bitirmeden, ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu'nun yanına,
Paris'e gitti. Döndüğünde Akademi'de öğretim üyeliğine başladı. Geleneksel
süsleme ve halk el sanatlarından seçtiği motifleri eserlerinde başarılı biçimde
kullandı. Eserleriyle yurtiçi ve dışında çok sayıda ödüle layık görüldü. Daha
lise öğrencisiyken şiir yazmaya başladı. Şiirleri Yeditepe, Ses, Güney, İnsan,
İnkılapçı Gençlik ve Varlık dergilerinde yayımlandı. Daha birçok dergi ve
gazetede gezi yazıları, hikâye ve denemeler yazdı. Halk edebiyatının her türüne
karşı duyduğu hayranlık bütün eserlerine yansıdı. 21 Eylül 1975'te, İstanbul'da
vefat etti.
Bedri Rahmi
Eyüboğlu'nun bütün eserleri Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından
yayımlanıyor.
Yayımlanmış
eserleri:
Şiir Yaradana
Mektuplar (1941), Kara dut (1948), Toz (1952), Dol Karabakır Dol (Bütün
Şiirleri, 1. Basım 2003)
Gezi ve Deneme
Cânım Anadolu (1953), Tezek (1975), Delifişek (1975), Resme Başlarken (1977),
Gece Yarısı (2002), Kiraz Ayı (2003), Dost Dost (2004), insan Kokusu (2005),
Sabır ile Koruk (2008), Pembe Vinç (2008), Bir Tutam Mavi (2009) Monografi
NazmiZiya (1937) Resim Albümü Binbir Bedros (1977), 6abatom/7er(1979), Yaşasın
fîenk(2008), Mavi Yolculuk Defterleri(2009) Mektuplar Kardeş Mektupları (Bedri
Rahmi - Sabahattin Eyüboğlu) (2003), Aşk Mektupları (Bedri Rahmi - Eren
Eyüboğlu) (2006)