CEMİL SENA
İstanbul Erkek
ve Kuleli Askerî Liseleri
Felsefe ve İçtimaiyat Muallimi
SEMİH LÛTFİ
Sühulet Kütüpanesi
SEMİH LÛTFİ MATBAASI
Hürriyete,
taassupsuzluğa, lâikliğe dayanan bir asırda, hürriyeti yıkan, taassubu gaye
edinen, Ruhanî bir mevzuu tetkik etmenin hoş bir şey olmadığını düşünecek
olanlar vardır. Halbu ki, bu eserin maksadı, ne Samı kavimlerin semadan
getirdikleri farzolunan kitabî dinlerine hizmet etmek ve ne de her hangi bir
kavmin allahını keşfe yardım etmektir. Bir çok seneler, İslâm ve Hıristiyan
kara kuvvetlerinin elinde, insanların en tabiî temayüllerini, düşünce ve
duygularını zencirlemeye vasıta olarak kullanılmış olan « Allah » mefhumuna,
hangi noktadan temas edilirse edilsin, çok defa aklın ermediği bir takım
efsanelere, mucizelere, bid’atlere ve bunlara bağlı bulunan sim siyah bir
zihniyete ve mantığa tesadüf edilir. Yalnız iptidailer de değil, fakat daha
mütekâmillerde « Müsavat ve saadet » in bu âlemde imkânsızlığını gören
insan, başka bir âlemde bunun tahakkuk edeceğini zannetmiş ve bu ümit ile bin
bir âyin, merasim ve dinî akidelere saplanmıştır. Bütün bu akideler ise: Daha
ilk unsurlarile, ilk iptidaî itikatlarile mutlak adaletin başka bir âlemde de
mevcut olamıyacağını gösterirler. Zira, Allah namına hareket eden her kuvvetin
ilk yaptığı iş, evvelâ insanları imanlı ve imansız olarak ikiye
ayırmak ve bunlara adaleti başka başka şekillerde tatbik etmektir. Sonra «Allahın
hizmetçi» lerile müminler arasında da ayrı bir mertebeler silsilsi kabul
eden bu itikatlar, hiç bir zaman demokratik bir zihniyetin yarattığı makul bir
müsavata, ciddî ve lâik bir ahlâka yükselemeldiler; ve hele beşeriyeti,
gayeleri olan sulh ve saadete hiç bir gün ulaştıramadılar. Hemen denebilir ki,
tarihin bir çok kanlı hâdiseleri, adalet namına yapılmış olan cinayetlerin bir
çoğu, Allahı kendi kudret ve nüfuzlarının bir alet ve vasıtası yapan
insanların bilgisiz, aç ve müteassıp kafalarının mahsulüdür.
Biz bü eserde,
ne bu menfî zihniyetin noktai nazarını tenkit edecek ve ne de ona ait fikir
hareketlerini tahlil edeceğiz. Belki sadece ulûhiyet nâmına söylenen aklî ve
kitabî düşünüşler arasında bir gezinti yapacağız. Maksadımız, insanların hakikî
fikir hürriyetine kavuşmak için yaptığı çetin savaşı anlatmaktır. Bu
maksatladır ki: Eserimizde Allah rrievzuu. etrafında başlayan serbest
düşüncelere, lâiklik mücadelelerine ve allahsız terbiye sistemlerine ait
uğraşmalara geniş bir yer verdik ve içtimaiyatçı noktai na-' zarı diğerlerine
tercih ettik.
Hiç şüphe yok
ki, burada, Allah hakkında söz söyleyen bütün mütefekkirleri bir araya
toplamıya imkân olamazdı. Maamafih, ihmal edilenler, ancak ikinci sınıf
âlimlerdir. Eser, bir felsefe tarihi ve yahut Allah fikri- nini tarihi olmadığı
için zaman zaman kronolojik silsileyi kaybetmek zarureti hasıl oldu. Ve bazı
müşabih veya muadil fikirler arasında gördüğümüz münasebetler dolayısile,
herhangi bir millete ait feylesofların arasına diğer milletlerinki..
karıştırıldı. .
. Eserin diğr
noksanları içinde bu neviden bir tasnif eksikliği de olmamalıydı. Fakat bizim
en büyük gayemiz, fikir hayatımızda ilk defa yazılmış olan bu neviden bir
eserde, her şeyden evvel kendi zevk ve temayülümüzü, bu çetin mevzuun içinde
kaybetmemek ve binlerce noktai nazarın takip ettiği istikampti
gösterebilmektir.
Umumiyetle «Allah» hakkında Kitabî
Dinlerin verdiği malûmatla din tarihlerinin ve içtimaiyat’ın
verdiği malûmat, birbirini tutmıyacak kadar ayrı neticeler vermektedir. Felsefe
tarihleri ise: Bu mevzuu büsbütün başka bir noktadan tetkik ederler.
Kitabî
Dinler, ilk insanın beşeriyete din talkin edecek kadar İlâhî hakikatleri
idrak etmiş bir zekâye malik olduğunu iddia ederler; bunlara göre: zaten
Allahın ijk arkadaşı insandır. Ve Allah, insan vasıtasile kendini âleme
tanıtabilmiştir. Dinlerin tarihi ise, muhtelif mektep ve cereyanları- v
na göre başka başka şekiller almasına rağmen: dini,, ya; fıtrî veya arizî
bir hakikat gibi kabul ederler; ve Allah fikrini az çok, zihnin bir zarureti
gibi gösterirler: Yani bütün milletlerin bir mabuda veya buna benziyen müteal
bir varlığa itikatlarına dikkat ederek Allahı «Kiillî tasvip -
Consentiment üniversel» delilile isbata çalışırlar.
Feylesoflarda aklî
delillerle bazan tasdik, bazan inkâr ederler. Fakat bunlar, umumiyetle kitabî
dinlerin itikatları haricinde kalırlar. Tasdik edenler için Allah fikri, aklın
bir zaruretidir. Ve sanki bu, illiyet ve Gaiyet prensiplerinin bir
neticesidir. İnkâr edenler, umumiyetle lâkayt kalanlardır ki, daha ziyade ilme
dayanırlar. Bunlar tekâmülü tetkik ederler. Tabiat kanunlarile Allah mefhumu
arasında bir münasebet bulamazlar.
içtimaiyat, dinlerin
tarihine, Etnografyaya... Ve sair ilim ve tetkiklere nazaran: Allah fikrinin
kaynaklarından işe başlar; ve netice olarak bu fikrin, İnsanî bir eser
olduğuna inanır.
Biz bu eserde
münhasıran hiç bir noktai nazarı müdafaa etmedik. Daha ziyade ve az çok tarihî
seyri ile feylesofların düşündüklerini bütün diğerlerinin fikirlerile yanyana
ve anladığımız şekilde izah ettik. Bu itibarla eser ne bir Theologie ne
de bir Theodicee’dir. Tekrar edelim ki maksadımız, hiç kimsenin
itikadına tecavüz, veya itikatlarını kuvvetlendirmeye
çalışmak ta
değildir. Bilhassa bu İkincisi hiç değildir. Biz, herkesin vicdanında ayrı bir
kıymete malik olan bu yüksek mevzuun, sadece , fikir cereyanları içindeki
bitaraf mânasını tesbite çalıştık. Bu sebeple zaman zaman dinlerin leh ve
aleyhinde söylenen fikirlerde şahsî temayülümüzü ihsas etmiş olsak bile, onlar
bizim değil bir vakıa olarak hakikat’in. ifadeb sinden başka birşey
değildirler. Zira: Allah ve din meseleleri de objektif olarak tetkik
olunabilir ve olunmak iktiza eder. Şayet şahsî temayülümüzü hissettiren
bazı'noktalar istenirse, onu eserin heyeti mecmuasından çıkan manada ve
kitabımızın sonunda bulunan Netice’de aramak iktiza eder;
Şimdiye kadar
yurdumuzda bu mevzua dair neşredilmiş olan eserlerde, müelliflerin kendi şahsî
his ve temayüllerinden hiç bir fedakârlık yakmadıkları görülür. Bu eserlerin
hemen hepsi İslâmlığı müdafaa gayretile yazılmış ve hatta hepsinde
kullanılan lisan, mümin ölmıyanlara karşı taarruz eden siyah bir taassup
heyecanile doludur. Halbuki, ilim hududuna giren her mesele, bizim değil
hakikatin meselesidir. Küfür ve günâh korkusile bu mevzulara yaklaşmaktansa,
tamamile süküt etmek daha hayırlıdır. Biz, bu noktai nazarladır ki, burada
Allah fikrinin sadece bir topografyasını yaptık. Bu sebeptendir ki, eser, bazı
yerlerinde fazla terkip edilmiş ve bazı yerlerinde de hatta yekdiğerine
benziyen ve fakat aralarında pek irice farklar bulunan meslekler:Ve fikirler
tekrar edilmiştir. Bu suretle sistemlerin kadrosundan taşırdığımız‘bu eserde, «Allah» vesilesile
felsefe: ve ilmin pek yüksek mevzularına dair hiç olmazsa Ansiklopedik
malûmat verilmiştir. Bu itibarla felsefe sevgisini taşıyanlar, birçok
meselelerin ana çizgilerini ve çok geniş ve ehemmiyetli bir kitabiyatı da
bulmak suretile kendilerine ciddî bir rehber kazanmış olacaklardır. Esere ilâve
ettiğimiz resimler, hiç olmazsa şeklî bir cazibe yarathıak've isimlerini
mütemadiyen işittiğimiz büyük fikir dehalarını tanımaya yardım etmek içindir.
Kitabın heyeti
mecmuasında, Tasavvufi bir noktai nazara kapılmâ'ktan da büyük bir itina
ile çekindik. Bunıinla beraber bu mevzula uğraşırken, içimizde büyük Türk şairi
Mevlâna
Celâleddini Rumî’nin şu geniş taaşsupsuzluğu yaşıyordu:
[1]
. •. ! ’jb J^" *f X I
111 Kıt’anın
tercümesi şudur : Tekrar tekrar gel! Her ne olursan ol yine gel! İsler kâfir,
ister rint ve ister'"putperest ol..T Takat yine gel! Zira, bizim dergâhımız.
ümitsizlik dergâhı değildir. Tövbeni yüz defada de bozmuş olsan yine gel!..
Az çok Eklektik
bir mahiyet arz eden bu Etüdün me’hazleri, haşiyelerde ve Bibliyografya
da gösterilmiştir. Bununla beraber, bizzat temasına imkân bulamadığımız
eserlerin müelliflerine ait fikirleri, H. Hoffding, E. Brehier, Varlander, Lange, A.
Fouiüe, P. Janet, V. Cou- şin... Ve sairenin felsefe tarihlerinden ve
bazı mütefekkirleri tetkik ve tahlil eden diğer eserlerden iktibas ettik. Ve
birçok müelliflerin fikirlerini- de eserlerinin birer Kont RandU sünü yapmak
suretile anlatmak istedik. Bu sebepten Allaha taallûk eden fikirlerin mühim bir
kisminde felyesofun umumî sistemile bu fikir arasındaki münasebeti göstermeğe
de lüzum görmedik.
Pek çok
dedikoduyu davet edebilen böyle tehlikeli bir mevzu üzerinde ne için çalıştık?
Herşeyden evvel, artık bu mevzuun bir tehlikesi kalmadığını söyliyebiliriz.
Saniyen, bizzat kendim öğrenmek için; ve nihayet, lâik bir cümhuriyetin olduğu
kadar da yirminci asrın ahlâki Toleransa istinat etmektedir. Bundan
istifade etmek ve buna hizmet etmek için...
Zira, inkılâbın
yeni İlmî ve yeni tarihî, insanları efsanelerden, kendi kendilerini mahkûm
eden fikir ve itikat esaretinden kurtarmak azmindedir. Binaenaleyh, bu azme
iştirak etmek ve yardım etmek için de bu mevzuu faydalı bulduk.
Esere mümkün
olan vuzuhu verebilmek için, imkân nispetinde oğraşıldı. Fakat bu, o nevi
mevzulardandır ki, en basit şekli bile, ancak felsefeyle, fikir işlerile meşgul
olanlara hitap eder. Şiire ve san’ata olan meclubiye- tim, İlmî ve felsefi
mevzuları kendilerine mahsus olan ciddi ve çetin ifade şeklini az çok
değiştirmeye hizmet etti. Fakat, fikirleri tahrif etmek korkusu, bu işte fazla
ileri gitmekten bizi menetmiş olduğunu da itiraf edebiliriz. Bununla beraber,
bütün diğer eserlerimizde olduğu gibi bunda da hür olarak ve kendi zevkimize ve
usulümüze göre çalışılmıştır. Eserde herhangi bir noktai nazara göre görülecek
olan rabıta ve insicam eksiklerini bu zevke bağışlamak lâzımdır.
Kitabımızda eski
Türklerin Allah telâkkisi için bir hususî fasıl ayıramadık. Bu o kadar
geniş ve ayrıkbir tetebbua ihtiyaç gösteriyor ki şahsan kendimizi bu
işe hazır bulmadık. Bundan dolayı karilerimizin bizi mazur göreceklerini ümit
ediyoruz.
Eser/hakkında
son söyliyeceğimiz söz, bir taraftan Hakim Senaî’nin sözü olacaktır
:
[1], Manası:
«Allahın huzuruna küfürle iman «Allaha ortak olacak başka bir Allah yoktur ! »
diyerek giderler.
Diğer taraftan da
Şaphecilik-scepticisme gayretde olmamak şartileŞîrazll Hafızın:
sözü olacaktır.
1-1-934
Cemil Sena
[1] Manası: Yetmiş iki milletin mücadelesini
mazur gör; hiçbirisi hakikati görmediği için efsane kapısını çalıp
durmuşlardır.»
Gerek
içtimaiyatın ve gerek medenî tarihin hattâ din tarihlerinin verdiği malumattan
pek açık olarak anlıyoruz ki, tnsan fıtreten ikicilik - Dua- lisme den
hoşlanıyor, Bu ikiciliğin mevzuu: Kendimizle, kendimizi kuşatan eşya ve hadise
âlemidir. İkili düşünüş, tabiatin ilhamı olduğu kadarda dinlerin zihinlerimiz
ve hareketlerimiz üzerindeki tesirinden ve her düşünenin kendi fikirlerine,
halkı iştirak ettirmek suretile talimi - Didactiçue bir şekil alan
ifadelerindeki Timsalcilik - Symbolisme den ve nihayet, insanın,
Antrepomorfik temayüllerinden neşet etmektedir. Filhakika dinler, her
şeyden evvel bir hâlik ve bir mahluk kabul etmekle cezrî bir ikiliğe yol
verdikleri gibi, bütün hareketlerimizi ve fiillerimizi - Actios, helal
ve haram, yani sevap ve günahla neticelendirmek suretilede ikici görünürler.
Böylece hareket ve düşüncede zarurî görünen ve en azından ikici olan bir çokçuluk
- Pluraralsme başlar; her din vazeden için, bu tarz da her şeyi, gerek
kıymet ve gerek mahiyet itibarile, zıddı ve aksi ile, sebep ve neticesile
düşünmek bir zarurettir. Bunun içindir ki bütün dinlerin esasında yekdiğerine
irca edilebilen ve daha çok derin ve iptidaî bir devrenin itikatlarında saklı
bulunan unsurlar devam edip durmaktadır.
Bir kere böyle
düşünmeğe alışan ve böyle düşünenlerin mirasına konan her dinci mütefekkir,
halletmek istediği meseleler karşısında yalnız kendi hür müfekkiresinin
ilhamlarına müracaat edeceği yerde, ananenin ve herkese yayılmış bulunan
müsbet ve menfi fikirlerin dar çerçevesidden harice çıkamamaktadır. Bu
çenberden kurtulanlar da hiç olmazsa herkesi peşinden sürükleyebilmek için,
âlemin seviyesine uygun gelen hususî bir üsluple eskiyi yeniye karıştırmıya
mecbur olmaktadırlar.
Timsali ifade
tarzınım açık ve dürüst ifadelerden daha cazip oluşu, umumî seviyenin vüzuhtan
hoşlanmadığını, daha doğrusu mücerret fikirleri teşhis için böyle dolambaçlı
bir yola muhtaç bulunulduğunu gösterir. Galiba, insaniyetin bu hayatta
kazanabildiği yegâne mükâfat ve yegâne hakikî zevk, fikir ve emellerine
başkalarının iştirakini görmekten ibaret olacaktır ki, her mütefekkir
düşündüğünü yaymak ve herkesi kendi gibi düşündürmek için gönderildiğni
zanneden bir peygamber mahiyetinde kalıyor. Halbuki düşünülenler,
söyienebilenlerden daima daha çok daha derin
ve çok
geniştir. Fikirler, kelimelerin köğsünde, arz üzerinde mansap arayan nehirlere
benzerler. Bunlar bazan, cereyanlarına müsait bir zemin bulsalar bile, çok defa
kurak sahalarda büsbün kurumağa ve yahut çok arızalı mevkilerde
istikametlerini şaşıran seller halinde dağılmıya mahkûmdurlar. Zira; Bergson un da gördüğü
gibi, fikirlerin derinliğine karşı lisan, ne kadar geniş olursa olsun çok aciz
ve çok basit bir tebliğ vasıtası oluyor. Ayni maksatla Sully Prudhomme (1839-1907):
Parmaklarımızda kalan şey, Kelebeğin kanatlarından bulaşan bir iki renk
zerresidir. Halbuki hakikî Kelebek bütün renklerde ve cazibelerde uçup
gitmiştir, demişti.
Lisanın bu
kısırlığı eskidenberi hissedilmiş ve şikâyet olunmuştur. Her mütefekkir
düşündüğünden bir parçasını feda etmekle hakikatin bir parçası daha geride
kalıyor. Bilhassa muhtelif zihniyetteki meslekdaşlar arasında da, halk arasında
olduğu gibi aslî fikirlerin, yerlerini, izah ve tefsir için istimal edilen
timsallere, ıstılahlara terkediyor. Bu suretle temadi eden eksiklik ve hata,
felsefeyi, İlmî vahdet arıyorum defken bir keseret âleminde yüzdürüyor; halbu
ki hakikat, yalnız bir akidenin taraftarları arasında paylaşılacak her hangi
bir hazine değildir. Asırlarden beri beşeriyetin bilgisizlik ve taassubu içinde
söyliyeceklerini, halli müşkül muammalar şeklinde anlatmıya çalışanların yolunu
takip etmek doğru değildir; şüphe yokturki, fikirlerinin kurbanı olanlar
çoktur. Fakat hakikat şimdiye kadar sönmemiş olan meşalesini ebediyete kadar
sönmiyecek unsurlarla kuvetlendirmiştir. Esasen yanan, yakan ve aydınlatan da
kendisi olduğu gibi; haykıran, anlatan ve öğreten de hakikatin bizzat
kendisidir.
Bunun en vazıh
delilini bilhassa üluhiyet meselesinde görürüz; zira bu hususta hemen herkes
ayni şeyi düşünmüş, fakat başka başka ifadelerle haykırmıştır.
Dinlerin tam
bir vahdaniyet esasını kabul ettiği zamanlar henüz pek yakın olduğu halde, bu
ilk sebep addedilen «Büyük birliği», hiç olmazsa melek ve şeytanlarla
dolu, görünmeyen bir cemiyetin reisi addetmekten kurtulmak imkânı hasıl olmadı,
insaniyetin ilk düşündüğü Allah, korkunun ve açlığın ilham ettiği bir
kuvvettir. Bu, yalnızlığından usanmış, kuvvetli olduğu kadar da aciz bulunan
bir insandan başka bir şey değildir. Bu hal, mabudun aczinden ziyade iptidaî
insanın acizliğine ve basitliğine delâlet eder.
— Eski Hint
edebiyatında şöyle bir manzume vardır:
a Hayatı
veren kendisi, kuvveti veren kendisidir. Bütün ilâhlar onun emirlerine boyun
bükmüştür. — Gölgesi lâyemutiliktir. Gölgesi ölümdür. — Kendisine kurbanlarla
tazimatımızı arzettiğimiz bu Allah kimdir?
— Zemini ne
ile tesbit ve semaları ne ile tesis etti? — Ebat ve mesafeleri esirle mesaha
eden kendisidir. Kendisine kurbanlarla... ~‘Gözleri bütün kudretile suların
üzerinde dolaşan kendisi, 'kurban ateşini doğuran ve bu ateşe iktidar veren
kendisi, Allahlardan üstün bir Allah olan gene kendisidir. Kendisine
kurbanlarla..» [1]
Hintlinin
yeisle, teessürle sorduğu bu muamma, insaniyetin başlangıcın- danberi,
düşünebilen her mahlukun ilk endişesi, ilk ihtiyacı ve yegâne ilmi imiş gibi;
bütün tefekkür tarihini doldurur. Hiç şüphe yok ki insanı Allah mefhumunu
felsefe yapmak için düşünmedi; ve Allah kendisini kullarına tanıtmak için
insana bu fikri telkin etmedi. Allah bundan ne kadar müstağni ise, insan da bu
nevi felsefenin tazyikinden kurtulmağa okadar susamıştır. Zira, bu mefhumlarda
sevimli, munis ve lütüfkâr bir hassa mevcut olsaydı, insaniyetin asi ve inatçı
zihniyetinden çoktan çıkarılrıdı. İnsan, sevilen şeylerden sevdiği müddetçe
zevk almak, usanırica değiştirmek,, unutmak ve inkâr etmekten hoşlanır.
Hafızamız sevdiklerimize karşı kapalı, sevmediğimiz şeylere karşı da nefret ve
ihtiraz ile açıktır. Allah, hâlâ anlaşılmaz gibi görünen hayat bilmecesinin
yegâne faili ve âlemlerin yegâne prensibi, korkunç hadiselerin yegâne halikî
gibi hatırımızda saklandığı içindir ki lûtfundan ziyade kahrından emin olmak
ümidile insanın müfekkiresinde şekilden şekle girerek yüksek mevkiine
yerleşebildi. İnsan, süphanî lûtufların hatırı için onu zikretmeğe lüzum
görmez. Netekim umumî hayatta fazla zengin ve maddeten bahtiyar olanlar,
ekseriyetle bütün insaniyeti, bütün hayat ve mevcudatı ve hattâ Allahı da
unutabilirler. Allah daha ziyade sefil, fakir ve aç bir tabakanın mahrum
ruhunda bir teselli ve kuvvet menbaıdır. Bu yalnız acizliğin bir tesellisi
olmasaydı, en fazla âciz zamanlarımızda düşündüğümüz bir hatıra halinde
kalmazdı.
işte,
itikatların ve dini tecrübelerin kıymeti esasen bu tesellide bu ümit ve kuvvet
veren hassasında saklıdır. (W. James) insan bir
karyatit gibi bu muazzam ve manevî heyülânın altında ezilmiş, tefekkürüne salim
bir mecra, hareketlerine makul bir serbesti verememiştir. Dinlerin en fazla itaat
edildiği ve Allaha en çok tapıldığı zamanlar, din vazedenlerin bahşettiği ülkü
taassubuyle fikir hürriyetinin tamamen kaldırıldığı devirlerdir. Bütün tarihin
ve insaniyetin cinayetleri, haksızlıkları bu nam ile yapılmiş ve bu nam ile
devam etmekte iken, son asır bu cereyanı durdurmağa muvaffak olmuştur.
Maamafih şu muhakkaktır ki, mazinin en büyük medeniyet ve inkilâpları,
muhabbetten ziyade korku veren kuvvetlerle elde edilmiştir. İnsaniyet, kendi
haline, bırakıldığı müddetçe, hayvanileşmeğe iptidai- leşmiğe mahkûmdur.
[1]
Rıg - vedas dan. (Vedas, bilgi
demektir; Rig de methetmek dimektir; umumiyetle dört vedas vardır: Rıg,
yadjoıır, Sama, Atharva )
Mukaddesat en
fazla hakareti yine en çok kendine itikat edenlerden ve binaenaleyh en iptiaî
olanlardan görmüştür. Cahiller Allaha, sevdikleri için değil korktukları için
hürmet ederler. Alimler hilkatteki ahengin parıltısına meftun oldukları için
ona hayrandırlar; halbuki ortada, ne birinin korkusunu ve ne de diğerinin
hayretini celbedecek bir hakikat ve zihnin temamile kavrıyamiyacağı her hangi
bir ilâhı mefhum mevcut değildir.
insaniyet izahı
müşkül bir zihin inadına, hattâ bir fikri sabite, bir zilin ataletine
müptelâdır. Bize «Malum ve meçhul» ayni kudretle musallat olmuştur.
Meçhul olan
şeyler önünde hayretle dilsiz kalan ruhumuz, korkunç şeyler huzurunda eğilen
başımızdan daha ülvî, daha muhterem ve serbestir. Böyle olmasaydı, hiç bir
içtimâi nizama imkân bulunmaz ve korku veren amillere karşı zorla hürmet etmiye
mecbur olmazdık. Hasbiliğe imkân bu- lurımıyan bu âlemde yegâne hareket ettiren
kuvvet acizlik tır. Ve hiç bir kayde ve bağlantıya, hiç bir kanun ve
düstura sığmayan esrarlı bir cereyandır. insan bu cereyan üzerinde hakikat
ışığından gözleri kamaşmış ve boğazı uzak bir hayale haykırmaktan yırtılmış bir
Kurbağa halinde, nereye gittiği anlaşılmaz gibi görünen bir Bahrimuhite akıp
gitmektedir. Halbuki gören ve anlıyan mahluk için, bu cereyan ve bu Bahrimuhit,
okadar biz de ve kendimizdedir ki : Onu hariçte aramak zahmetine bile değmez;
biz ulû- hiyet fikrine karşı Bazan, üzüntülü bir miskinlikle kendimizden geçer;
his ve fikirlerimizi tahlil etmeden, ogörünmiyen mabudun kulu olmakla iktifa
ederiz. Bazan onu da kendi düşüncelerimizin sahnesinde rol alan muhayyel bir
kahraman addetmekten çekinmeyiz. İnsanın büyüklük ve küçüklük arasındaki bu
iniş çıkışından, beşerin ulûhiyetine intikal edenler nadir değildir.
Her ne olursa
olsun, biz ya suda kendi aksini görüp atılan bir yırtıcı kaplan gibi, kendi
his, fikir ve mevcudiyetimizi kendimizden müstakil bir âlemin emaneti addederek
karşılaştığımız vehim umanına atılır, heder oluruz. Yahu'ut ta Aynada kendi
hayalde oynayan gafil bir kedi gibi, fikirlerimizin arka tarafında kendimize
benzettiğimiz bir muhayyel vücut ile eğleniriz. Bu ruh haleti karşısında Allah
gibi müteal bir mefhumun ezelî hakikatini- tarif ve izah etmeğe imkân var
mıdır? Belki... Fakat felsefe mesleklerinin hepisinde ayni suretle aranmış olan
bu kudret, zihnin tekâmülde mütenasip bir terakki ve inkişafa mazhar olacak
yerde, asırlar temadi ettikçe, güneş altında eriyen bir buz gibi zekâmızın
hararetile bütün kuvvet ve parlaklığını kaybediyor ve adeta kendisinden
uzaklaştıkça küçük, zayıf bir hayal halinde düşüncelerimizin ufkuna dikilen
İlâhi gölgesi yıkılıp gidiyor. Maamafih, üluhiyet fikri mazide de
haldekindinden daha vazih, daha kudretli ve mutlak değildi. Esatirin, semavî
kitapların hulâsa bütün itikat ve tasavvurların yükselttiği büyük halik, bugün
olduğu ka-
dar da dün
gülünç, mütenakıs vasıf ve vazifelerle mahmul bir tahayyül garibesiydi,
insaniyet onu ekseriya ihtiyarladığı için hürmete şayan addedeceği yerde,
bunamış bir dede, yalnız karnımızı doyurduğu için hatırı sayılan bir büyük baba
addetmektedir [1]. Bu sebeptendir ki, bugün ibadet, Allaha karşı bir
dalkavukluk, bir kurtuluş sadakası telâkki olunacak kadar basitleşmiş,
âdileşmiştir. Halbuki mahlûkatin hatırına gelen herşeyden uzak ve münezzeh olan
cenabıhak, böyle bir sadaka huzurunda iradesi değişecek kadar zayıf olmadığı
gibi, sefil bir mahlûkile uğraşacak kadar da kinli olmadığına, gene dinlerin
emrile inanıyoruz. Zaten böyle tasavvur edilemiyen bir mabut, ancak karanlıkta
parlıyan ve aklın nuru altında her zaman sönmeğe mahkûm ve mecbur olan bir
fosforlu böcekten başka bir şey olamaz.
Maamafih
Hintlinin sorduğu gibi, beşeriyet daima bu Ananevi muammayı halle çalışacak ve
soracaktır. Aliah
nedir? Şu sual ve şu ifadelerle hiç bir kimsenin din ve imandan
mahrum addedileceğini zannetmiyoruz. En büyük dinin ^Tolerans» olduğuna
inandığımız cihetle, kendi itikatlarımızı bir tarafa bırakarak yalnız ilmin ve
felsefenin bu husustaki düşünceleri üzerinde bir gezinti yapmak istiyoruz.
Binaenaleyh şahsî iman ile, müsbet bir surette cereyan edegelen fikir
hareketlerinin neticelerine dair söylenen düşünceleri karıştırmamak lâzımdır. Esasen
bu asırda din, başka ruhanî bir âlemin esrarlı hikâyeleri halinde kalmış, ahlâk
ve siyaset hnsusunda rehber olabilecek kudret ve müeyyidelerden uzaklaşmıştır.
Kalpleri hâlâ dinî bir hisle dolgun olanlar, ya ahiretin yaklaştığını gören
ihtiyarlar, veyahut fikrî basitlikleri dolayısile hudanın varlığına ancak din
sahasında inanmış olanlardır. Ve onlar da pek iyi bilirler ki, insan, hayatında
ve hayatın muhtelif galeyanlı devirlerinde bizzat halikile, dinile taban
tabana zıt hareketlere ve fikirlere tutulur, insan, İlâhî hakikat karşısında
batarken iman eden bir Firavun mesabesindedir. Âlemde gördüğümüz
şeyler, bir takım haller ve hadiselerden başka bir şey değildir. Hiç
[1]
Hotantolar, muayyen bir bayramlarında
şu suretle terennüm' ve-rak'seder- İcrdi: «Ey Tsui-goa! Sen babaların
babasısın, sen herşeyin dedesisin:.. Sen bizim babamız sın. Müsaade et, Naob -
talî bir Allah veya melek - yağmurlan yağdırsın, sürülerimizi yaşatmak, bizi
yaşatmak seni memnun eder. Ben hakikatte susuz ve •açım! Tarlaların meyvalarını
yyeyim. Sen bizim babamız değil misin? Ey babaların babası!.. Ey. sen Tsui -
goa! Sana hürmetle hamdüsena ederiz.' Seni hürmetle takdis ederiz. Ey babaların
babası! Ey efendimiz ! EyM'sİıi - goa!..»
• , Journal
des savant : 1885-,86
Mas Müller’in
teminine nazaran Zoıılou kabilelerinde büyük Allahın adı «Qun- koulou - Koulou
» imiş; yani «İhtiyarların ihtiyarı. Eskinin eskisi» imiş. [Neuvcltes etudep de
mythöloğic] İskenderiye mektebinde ve hıristiyan felsefe' ve dininde de mecazî
olsa da Allah, nihayet bir [Ep-baba] dır- f
bir şey
göründüğü ve olduğu gibi değildir. Bununla beraber, herşeyde bir sır tasavvur
etmek hastalıktır. Herkes kendi şuurunu mürakabe ederse, vehimelerimizden çok
yüksek ve çok vazıh bir hakikat meşherine maliki- yetimizi tasdikte gecikmez.
Dinin leh ve aleyhinde pek çok şeyler söylendiği için onları tekrara hacet
görmiyoruz.
Bugün
söylenmesi lâzım gelen bir hakikat vardır ki: Allah mefhumunun, yalnız
asırlarının felsefesi olan din sahasında değil; asrımızın dinî olan felsefe sahasında
da tetkikine bir mani olmadığı keyfiyetidir. Ve ancak ilim ve felsefe bu
husustaki hükmünü verdikten sonradır ki imanımız aklileşir. Mukallidin
imanından şüphe eden fakihler, herhalde kör körijne kabul edilmiş bir Allaha
itaat edenleri de, bu mukallitler zümresine karıştırmış obalar gerektir.
I — İlk Allah fikirleri
Allah mefhumu,
daima tekvin - Cosmogonie meselesile bir arada cereyan ■eder. İlk illeti
aramak, hilkatin ne suretle yaratıldığını da birlikte düşün-' meyi icap
ettirmiştir. Alemle Allah yekdiğerinin bir lâzımesi gibi görünmektedir. En
eski beşeriyetin tekvin felsefesine ait eserlerine dikkat edersek, sebeplerin
sebebini, âlemi münhrsıran yalnızlıktan sıkıldığı ve usandığı için yaratan
meharetsiz bir şahsiyet gibi telâkki ettiklerine hükmetmemek imkânsız olur.
Hint hurafatında «İnsanın yaratılışın şöyle anlatılmıştır :
«
Başlangıçta [Atman] vardı; ve bir insana benziyordu.
Etrafına bakındı. Kendisinden başka kimse göremedi. İlk sözlerini telâffuz
etti:
Benim. [Ben] kelimesi oradan geldi. Bu sebeptendir ki bugüne kadar
bir diğerile görüşen kimse (Ben) kelimesile görüşür ve taşıdığı diğer ismi
söylemez. Nihayet Atman korktu. Zira yalnızlıktan korku
gelir. Düşündü: Mademki benden başka kimse yoktur, öyle ise neden korkmalı? Korku
başkasından gelir. Memnun olmadığını hissetti. Zira: Yalnızlıktan kimse memnun
olmaz, iki olmayı arzu etti. Kendisinde yekdiğerini kucaklıyan bir erkek ve bir
kadın mahiyeti husule gelmiye başladı. Bu suretle kendi mahiyetinden ikiye
ayrıldı. Ve bu iki, zevç ve zevce oldu. Bu sebeptendir ki **YSığma Valkya,,; bizlerden
her birimiz yarımız, dedi. Böylece erkeEfmahiyetindeki boşluk kadınla doldu.
Ve bunlar birleşince insanlar tevellüt etti.» [1 ]
Burada kendi
mevcudiyetinden bile gafil bir mabudun tıpkı [Dekar- tes] gibi kendisini
idrak ettiğini görüyoruz. Ve hiç şüphe yok bu [At man] yalnızlığından
muztarip olan kendi zavallı ve kimsesiz nefsimizden başka bir kimse değildir.
Mordvin liler de âlemi
şöyle yaratılmış farzederler:
((Başlangıçta
hiç birşey yoktu, yalnız Chkaî vardı. Bununla beraber o, hem vardı,
hem yoktu. Zira kendisini hiç kimse görmemişti. Daima yalnız kalmasından
ıztırabı arttı. Bu ıztırapla içini çekerek nefes aldı. Bu teneffüsten rüzgâr
tevellüt etti. Gözlerini kırptı. Dişlerini gıcırdattı.
[1]
Bahmanades’tcn
Bundan
şimşek ve yıldırım husule geldi. O, her yerde mevcut olduğu için gezinemiyordu.
Çünkü o bizzat âlemden kadim idi. Chkaî'm ne başlangıcı
ve ne de sonu vardır, arz, sema, yıldızlar, ... V. S, insanlar, hayvanlar ve
hatta cinler ve şeytanlar onun emrile yaşar ve ona itaat ederler. O görünmiyen
âlemlerin de yaratıcısıdır.» [J].
Ihsan, Allahına
mutlak bir Birlik izafe edemedi. Mordvin’lilerin şu tasavvurunda
ne kadar beşerî bir eza vardır. Arzın oyuklarında, arzın iri- şilmez şahikaları
karşısında yalnız ve âciz kalan bir insan, ancak böyle mütehassis ve müteessir
olur. Anlaşılıyor ki eski ve iptidaî insanlar, canlıyı ve cansızı bir iç
sıkıntısını, bir yalnızlığı kaldırmak için yaratıldı zannediyorlar. Ve nihayet
büyük birliği, kendileri gibi düşünen ve bütün kuvvetlerine rağmen evham
içinde vakit ğeçiren bir hükümdar farzediyorlar, Max Müller’in Rig-Vedas’dan tercüme edip [Kadim
Sanskrit Tarihi Edebiyatın] da zikrettiği şu fikirler de ehemmiyetlidir :
« Varlık, ve
henüz var olmıyan ulvî âlemler daha mevcut değilken mevcudatın zarfı ne idi ?
Suların toplandığı yer neresiydi ? Ve havanın nüfuzuna imkân bulunmıyan
derinliği nerdeydi ? Kat’iyyen ölüm ve ebediyen ölmemek, gündüzün ve gecenin
meş’aleleri yoktu. Fakat yalnız kendisi, kendine hâs olan fikrinin şiddetile
nefes almaksızın teneffüs ediyor ve mutlak surette kendisinden başka bir şey
tanımıyordu. Evvelâ, zulmetler, zulmetlerle ihata edilmişti. Boşluk,
şaşaasızdı. Yalnız «Varlık- l’etre» kendini taşıyan boşlukta müsterih .bulunuyordu.
Nihayet kâinat onun zekâsındaki hararet kuvvetile husule geldi. Fakat bunu
hakikî olarak kim biliyor? Bu varlıklar nereden geldiler ? Bu hilkat nereden
doğdu ? Onları Allahlar vücude getirdiler. Zira, Allahlar, bunları vücude
getirmeyi pek arzu ediyorlardı. Fakai her şeyi bilmeye muktedir olanın bizzat
kendisi nereden gelmişti? Bukadar muhtelif âlemlerin nereden zuhur ettiğini kim
bilebilir ? Ya bunlar mevcut olduğu kadar da madum iseler ?.. Onu da ancak
semanın en yüksek noktalarında: gözleri, hâkim olduğu âlemlerin üstünde olan
büyük birlik bilir...»
BOChİmans’larda ayni suretle
Allahı, tekmil mevcudatın sahibi olup semalarda oturan bir reis farzettiler. Ve
onu gözlerle değil kalple görmeye imkân olduğunu kabul ettiler. Esasen,
umumiyetle tekmil dinler ve itikatlarda Allah, basiret gözile görülebilen
müteal bir mevcudiyettir. Hintlilere nazaran «Agni» , kendi kendine
zuhur etmez, onu ((Akıllı insanlar, kalplerinin bestelediği dualarla
zikrederek keşfedebilirler.. zira o, Allahların da Allahıdır.» Allah nedir?
sualine [Vedanta] nin verdiği ce vap, Allahın zatî sıfatlarile ispatına
yarayan sıfatlarını saymaktan ibarettir.
[11 Mas.
Müller - Nauvelles etudes de mythologie. 1898
Fakat netice
olarak verdiği hüküm şudur: ((Allah, ismi bir isim olan ve bir isim glmıyan,
ve isimsiz olan sema ve arzın menbaıdır.»
— Hülâsa, insan
ilk defa halikı görünmeyen bir vahdet, iki olmak arzusile bunalmış bir birlik
tasavvur ederken, bukadar büyük âlemlerin bir tek varlık tarafından yapıldığına
akıl erdirememiş olacaklarki, kendilerine benzettikleri mabudun evvelâ bazı
yardımcılar halk etmek suretile kâinata vücut cerdiğini Zannettiler. Ve bu
düşünüş asrı hazır Vucudiye-PanMzsme’sine kadar muhtelif şekillerde kendisini
gösterdi. Bu pek beşerî ve ahlâkî olan düşünüşü şu misal ne gözel teyit eder:
«Chkai, suların
üzerinde yalnız kuş bakışı etrafı süzüyordu. Dalgalara tükürdü, ilâhı salyalar
dağ halinde büyündü, ve bastonile bu dağlara vurunca şeytan zahir.oldu. Şeytan, Chkai’ye: ((Beni
kardeşin yap!.» dedi. Chkai: ((Kardeşim ol, ve birlikte âlemi
yapalım!» dedi. Nihayet şeytana? denizlerin dibine dalıp bir iki çakıl tanesi
getirmesini emretti. Şeytan ise hiyanete başladı. Getirdiği çakıllardan birkaç
tanesini ağzında sakladı ve kalanını verdi. Chkai çakılları
suya attı, arz oldu. Fakat şeytanın çakıllar, da çabuk şişti. Bunun üzerine
tükürmeye mecbur oldu. Vadiler, uçurumlar ve tekmil toprağın arızalan bundan
husule geldi.»
Ayni efsaneye
göre insan da varlığını Allahtan ziyade Şeytan’a borçlu gibi
görünüyor:
((insanı yaratmayı
en evvel düşünen şeytandır. Fakat şeytan balçık almak için nereye müracaat । etmişse,
karşısına vahşî bir hayvan çıkmış, fakat nihayet elde edebildiği balçığa ruh
aramış; bulamamış. Bunun üzerine Chkaî, Akbabayı, kendi el havlusunda yuva
yapmak üzre semalara yollamış, Akbaaba bu işe teşebbüs ederken, havlu düşmüş,
ve şeytan bu havluyu balçığa sürünce Haktaalâ - Dietl SLipreme suretinde
bir insan vücuda gelmiş...»
Hindin Bhagavata Purana’sına nazaran, tufan
da Brahma’nın
gafletinden istifade eden Hayagriva isminde bir Cin tarafından
çırçıp- lak bırakacak kadar soyulmasından husule gelmiştir.
Oupanishad’a nazaran ise: Brahma, varlıkların
mabududur ve yalnızdır. Fakat yalnızken hiçbir kuvvete malik değildir. Bu
sebepten, kuvvetlenmek gayesile ve kendisine yardım etsinler diye sıra ile
kendisinden aşağı olan mabutları yaratmıştır. Umumiyetle Henotheisme
sistemindeki itikatlar da tek Allahın böyle zaman zaman başka mabutların
kuvvetini kendisinde topladığı veya kendi kuvvetini diğerlerine dağıttığı görülür.
Dinî hislerin
ilk menşei, insanların fenalıklardan, şerlerden korunmak hususundaki
temayülleridir. Bu arzu ve temayül ötedenberi dinin korkudan tevellüt ettiği
hususundaki nazariyeleri tekit eder. Bu itibarla mabudun, insanı korktuğu
şeylerden kurtaracak bir kuvvete malik olması iktiza etmektedir. Bunun içindir
ki İslâmlık ta dahil olduğu halde hemen her dinde, Allaha karşı korku ile rica
[^/b '-’/'â;] ve ümit vardır.
Allahlar
kuvvetlerini, iptidaî dinlerde, hattâ bazı kitabî itikatlarda, kıskançlık ve
fenalık yapmak hususundaki istidatlarile gösterirler:
Meselâ (Ahdi Atik) a göre: Allah
gazap ettiği insanlara karşı kinini dört batın devam ettirir; günahkârın
çocukları ve bütün ahfadı bu gazabın azabını ebediyen hissedeceklerdir. Allahın
gazabı ise, cemiyetin müştereken hoşlanmadığı kıymet ve tasavvurlara taarruz
etmekle harekete getirilmiş olur. Allahı inkâr etmek, bu gazabı tahrik ettiği
gibi, meselâ: Cenubî Amerika iptidaîlerinde olduğu gibi alâimi semaya elini
uzatmak Yasak-Tabou olduğundan, buna cür’et edenlerin parmaklarını
Allah, kurutacaktır zannedilir. Allahın kıskançlığı bilhassa Ibranîlerde mühim
bir mevki tutar. Nitekim Yahova: «Benim karşımda başka mabutların
olmı- yacaktır ve onların önünde kat’iyyen secde etmiyeceksin! onlara kat’iyyen
hizmet etmiyeceksin ! Zira ben ebedî ve kıskanç bir mabudum !» der.
Bu hususta
hıristiyanlık ta ayni itikat içindedir. Ve Westermarck’ında gördüğü
veçhile, «İslâmlık, Allah ve peygambere iman etmeyen hıristiyan ve
musevilerlerin, umumiyetle mümin olmıyanların bile İlâhî lütuf ve âtı- fetten
ebediyen mahrum kalacağını iddia etmez. Islâmiyette görülen taassup, dinî
zaruretlerden ziyade siyasî zaruretlerin eseridir. Taassupsuzluk- Tolerence ancak beşerî
zâflardan uzak bir mabut tasavvurundan sonra başlar. Boudisme’in
taassupsuzluğu da böyle şahsî bir Allaha inanmadığın- dandır» [1]. Çok eski
Arap dinini tetkik etmiş olan Wellhauseur ile Robertson Smith, islâmiyetten
evvel çok cinli-Polydemonisme bir itikadın yaşadığını görmüşlerdir. Bu
itikat, islâmiyetteki ulûhiyeti de bahsettiğimiz korkunçluktan kurtarmamıştır.
Filhakika : islâmiyette Allah rahim ve şefik olmakla beraber, şark tipinde bir
müstebittir. Her şey ona itaat etmekle mükelleftir. Herkes ve her şey temamen
onun emri altındadır. Bu Allah, ne başkalarından ne de kendinden sadır olan
hiçbir kaide ve kanuna tâbi olmaksızın istediği gibi hareket eder. Hiç kimsenin
nüfuzuna tâbi olmaz, ve hiç kimse onu tenkit edemez, hiç kimse Cenabı Hakkın
yapacağı her hangi bir işi, zuhurundan evvel keşfedemez. Allah insanı bir ayni
hürriyetle ebedî azap veya saadete duçar edebilir. Bütün ruhî, hikemî ve manevî
kanunları yaratan kendisidir. Halbuki insan âcizdir.
\Vestermarck - L’origine et
le developpement des idees morales : T : 2 Varis - 1928 '
F: 2
Zira, onun mukadderatını
tayin eden Allahtır. Bütün şark itikatlarında görülen bu Kadercilik -
Fatalisme, keneni nakzeden tekmil diğer emirlere rağmen şarkta, insanı
Allahtan pek fazla korkutmuştur. Zira, bu mabudun mümin olmıyanlar için tayin
ettiği cezalar çok fecidir. Uhrevî mükâfat, manevî olduğu kadar da cismanî
olduğu halde, cehennem azabı da tamamen cismanîdir. Kâfirler müthiş ateşlere
atılacak ve bunlar içinde kaynar sular fışkıran bir menbadan içeceklerdir.
Açlıklarını hiçbir zaman gidere- miyecek olan zokkum ve deve dikeninden başka
bir gıda bulamıyacaklardır. Yahut ta kâfirler, ateşten mamul elbiseler giyecek
ve başlarından kaynar sular dökülecektir. Bunlar demir çomaklarla dövülecek,
derileri ve karsakları parçalanacak ve cehennemden kaçmaya kalkıştıkları vakit,
zebaniler hepsini yakalayıp yeniden cehenneme atacak ve «Ateş işkencesini
tadınız!» diye bağıracaklardır [1],
Allaha küfür
edenler ve şovenler de Allah tarafından cezalandırılır. Allah, kendisine itaat
etmiyenlere kızar. Maamafih birçok iptidaîlerde, mabudun mutlaka ceza verdiği
görülmez. Hattâ birçok itikatlarda, bilhassa Hint iptidaîlerine ait olan
itikatlarda : Allah ne bu dünyada ne de öteki dünyada adalet tevzi eden bir
hâkim değildir. Ve diğer bazı mabutlar da kendi menfaatlerini alâkadar etmiyen
mevzulara karşı lâkayttirler. Hattâ bunların mühim bir kısmı da özcü - egoiste
dir. Hayır ve mükâfattan ziyade insana zulmeden ahlâksız bir kuvvettir. Meselâ
MaorİS’lerin
Allahı, ıstırap, sefalet ve ölümden başka bir şey yapmaz.
İnsanın böyle bir mabut karşısındaki vazifesi, şerrinden korunmak için
yalvarmak, ibadet etmek ve takdimeler vermektir. Tahiti’lerin Allahı, hattâ
kendi mümin ve hizmetkârlarına karşı bile müşfik değildir. Ancak mütemadi tak-
dimelerden sonradır ki gönlü biraz yumuşar. Yoksa bunun da esas vazifesi,
yıkmak ve eziyet etmektir. Fidjie’liler de mabutlarını,
kendi iradesile hayır ve fazilet yapmıyan hain ve kalpsiz bir kuvvet olarak
tanırlar. Yeni Hebride iptidaîleri ise mabutlarını, insanlar gibi özcü, hain
ve fenalıktan başka bir şey ilham edemez sanırlar. Santals'lar, hiçbir hayırlı
Allah fikrine malik değildirler. Hattâ Şarkî Afrika iptidaîleri, kendi geçmiş
dede ve ninelerini mahvettiği için Allahtan intikam almak isterler, ve bu maksatla
kendini görmeye çalışırlar. Keldanî ve Asurî mabutlarının da
zulüm ve şerden nekadar hoşlandığı malûmdur. Bochimans’larla Hottentots- lar da ancak
açlıklarını teskin eden bir mabut tanımaktadırlar. Bilhassa İkinciler, her işi
sol elile yapan bir fenalık ruhundan başka bir kuvvet tanımazlar. Ekseriya Roma’nın mabutları da
ayni suretle hummanın, meşum servetlerin mabudu olurlar. Ve bunlarla insanın
münasebeti ekseriya soğuk bir merasimden ibarettir. Beni Israilin mabudu da
kendi kulunu
|1| Kuranı
Kerim,
himaye eden
fakat daha ziyade sert, haşin ve korkunç bir mabuttur. Hıristiyanlığın mabudu
ise, her türlü şefkat ve merhametine rağmen, meselâ vaftiz edilmemiş çocukları
cehenneme atacak kadar adalet hissinden mahrumdur. Bir çok yerlerde Allahlar,
kendilerine karşı bir kabahat işleyenlerin ölümünü isterler. Veyahut başka bir
insanın öldürülmesine razı olurlar. Bu vaziyette, umumiyetle fakirler
kendilerini, zenginler ise esirlerini veya her hangi bir mazlumu öldürerek
mabuda takdim ederler. Bilhassa genç bir kızın kurban edilmesi günahtan
kurtulmak için daha müessirdir. Umumiyetle bir mabudun gazabı, kendisini
kızdıranın ve kızdıranların ölümile geçebilir. Yahutta herhangi bir mücrimle,
bu mücrime mensup akraba ve taallûkatın idamile hafifler. Ovide [M. E: 43 - M.
S: 16] in verdiği malûmata göre: Eski Roma mabutları da, buğday
hırsızlarile iffetsizlikte bulunmuş olan Ves- taie’lerin kendilerini
diri diri takdiminden hoşlanırlar. Bu sebepten bunlar, canlı olarak defnedilir
veya asılırdı. Harplerde zafer temini için mabuda bir insan kurban etmek iktiza
ederdi. Bu maksatla CesaF bile Gaul’lere, mabutların,
kendilerine yardım etmesini temin için, insan kurban etmelerini tebliğ etmişti.
Allahlar da insanlar gibi hiddetlenirler ve intikam hissile çarpınırlar.
Bunların hattâ kasten olmayan birtakım dinî kabahatleri şiddetle cezalandırmak
istedikleri ve Allahlar için, cürüm işliyenin çocuk, hasta veya deli olması da
kurtulmalarına bir sebep teşkil edemiyeceği zannolunur. Bu se- bebeptendir ki
İbranilerde Allaha karşı yapılan cürümleri, kim haber alırsa mücrimi
cezalandıracaktır. Bu fikir, hıristiyanlığa da girmiş, ve İlâhî gazabı teskin
için, mücrimlere vahşiyane cezalar verilmişti [1]. Bu mabutlar ekseriya şeklen
de meş’um ve çirkin addolunurlar. Hindin fırtına mabudu Rlldra, bir vahşi
hayvan kadar korkunçtur. Nitekim ilk zaman dinlerine ait abidelerde her mabut,
kendi ahlâkî sıfatlarını temsil eden bir tipte gösterilmiştir.
Maamafih
mabutlarını hayır ve fazilet işliyen, munis ve müşfik addeden cemiyetler de
eksik değildir. Her cemiyet kendi ahlâkî karakterine uygun bir Allah fikrine
maliktir [2].
İptidaî
cemiyetlerde ve umumiyetle ilk zaman medeniyetine ait itikatlarda beşerî
sıfatlarla süslenen mabut, bazan beşerî ihtirasların hududu haricine
çıkamıyacak kadar hislerine mağlûp veya âciz bir kuvvettir. Bunun içindir ki
meselâ Allah, bu cemiyetlerde insanlar gibi sihirbazların takip ve tesirine
maruzdurlar. Düalar ve teganni, Allahın hassasiyeti ve iradesi üzerinde, bu
sebepten, sihrî bir tesir yapar. Mesela, eski Mısırda mabut Ra, ana ve
babasının kendisine verdiği ismi, doğduğu gündenberi vücudunda saklamış diye
itikat edilir. Bunun sebebi, sihirbazlar bu hakikî ismî
|1| I I1.
Robinson- Introduction aThistoire des n'ligions. Paris 1929
[2| i.e
Toıırneau-L’evolution de la morale. Paris 1910
öğrenirlerse
mabudu, kendi arzularına bir âlet yaparak İlâhî kuvveti israf etmiş
olacaklardır [1].
İptidaî
itikatlarda Allah, insana karşılıksız ve hasbî olarak hiç birşey vermez. Bu
hasis ruhlu mabutlara sadece dua etmek, onların merhametini harekete getiremez.
Binaenaleyh, bu mabutlara mütemadi dualar içinde İlâhî nazarı, celbedecek
hediyeler vermek iktiza eder. Nezir, vaat, takdime ve kurban, Allahla bir nevi
pazarlıktır, Allaha muayyen maksatlarla verilen bir nevi rişvettir. Hatta Eflatun bile, Allahın
insanı, cinayetlere sevkettiğini ve mabudun şerrinden korunmak için kurbanlarla
kendisinin satın alınması lâzıp geldiğini müdafaa eder. Meselâ, Siberya
iptidailerinden bazıları, kurbanlarını takdim ederken :
« Yarabbi, bak seni yesin
diye sana ne getirdik; hiç olmazsa dönüşte sen de bize çocuklar, sürüler, ve
uzun bir hayat ver !» diye yalvarırlar. Bazı Eskimo’larda balık avına
çıkarken, havaya biraz tütün atarlar ve « Ey ruhlar, ey ruhlar! Size
tütün veriyoruz, siz de bize balık verin 1 » diye mübadele teklifinde bulunurlar,
ve işleri yolunda giden iptidailer de, mabuda teşekkür maksadile ibadet ederler
ve hediyeler takdim ederler. Kansas’larda harbe giden bir
adam Şarka dönerek: ((Bu uzun yollardan düşmana kadar gideceğim, ey Wakanda! Eğer
muvaffak olursam sana: bir örtü getirmeyi vadediyorum!» der; sonra
Garba dönerek: « Ey Wa- kanda! Eğer
muvaffak olursam sana bir ziyafet vereceğim !» diye bağırır.
Yüksek dinlerde
bile Allahın böyle ziyafetlere nezir ve vaitlere ihtiyacı vardır. Meselâ Veda’da
şöyle misralar vardır : ((Eğer sen hana bunu verirsen ben de sana şunu
vereceğim; sen bana şunu verdiğin için, ben de sana bunu veriyorum !.. »
Mabuda hiç birşey veremiyen zavallı bir muganni de Veda’da şöyle
söylenir : « Ey İndra! I Ey Agni! içimden,
ebeveynime ve akrabalarıma nasıl iyilik yapabileceğimi düşünüyorum. Fakat
benim sizden başka bir sahibim yoktur, işte bunun içindir ki, size kuvvetli ve
tesirli bir parça terennüm ediyorum !.. » [2]
Ibranîler de, (Ahdiatik) in ( Tekvin)
bahsinde (Yakubun nezri) mü- nasebetile şöyle itikat ederler :
«Eğer Allah
benimle ise, çıktığım şu seyahatte beni muhafaza ederse yemek için ekmek,
giymek için elbise verirse, eğer selâmetle babamın evine dönebilirsem, o vakit
ebedî mabut, benim Allahım olacaktır, ve şu âbide olarak dikdiğim taş, Allahın
evi olacaktır...» Tabiatile işi aksi çıkarsa Allah da
bu fedakârlıklara lâyık olmıyacaktır.
[1]
Maspero - Etudcs de ınythologie et
d’archcolgie egipteemıes, 2 Voles, Paris 1893
[2]
Bergaine — la religion Vediquc
d'apres les hymnes du Rig-Veda 3iVols- Paris- 1883 .
Nezrin ve
duanın İslâmiyetteki mevkii de az çok farkla bundan başka birşey değildir.
Yalnız çok defa kitabî dinlerde insan, doğrudan doğruya Allahtan istemiye
cesaret edemiyerek, bu pazarlığı bir evliya ile bir mukaddes makam ile yapar!
Zerdüşt [M. E. 700]
mezhebinde, kendisine takdimeler verilmiyen bir mabut, en büyük mabuda şöyle
hitap eder: «Benim için ne felâket" ey Ah lira Mazda! insanlar
beni, kendi ismimle davet edecekleri bir kurbanla bana ibadet etmiyorlar,
insanlar başka mabutlara yaptıkları gibi bana, kendi ismimle davet edecekleri
bir kurban keserek ibadet ederlerse on at kuvvetine, on deve kuvvetine, on
boğa kuvvetine, on dağ kuvvetine, on şehir kuvvetine temessül edeceğim l.. » İnsanla Allahın
münasebeti umumiyetle mütekabil bir menfaate istinat ediyor gibidir. Bunun
içindir ki müstevli bir hastalığın def’i veya bir kıtlığa nihayet vermek için,
takdimeler ve hatta insandan kurbanlar verilir ve: «Allahım! sana bu
kurbanı veriyoruz, sen de bize iyi mahsul veri» diye dua edilir. Bu cemiyetlerde
yapılan iyilikler, takdimeler, hep bilmukabele Allahtan daha fazlasına nail
olmak içindir. Kendi iradesinin, mes’ut olmaya kâfi gelmediğini anlıyan insan,
ancak bu suretle tabiat fevkindeki bir iradeyi, arzu ve ih
tirasına âlet
yapmak için fedakârlığa razı olarak tehayyül etmiş ve yaratmıştır.
Allahlara isnat
edilen bu beşerî sıfatlara, bir de onların faniliği hakkın- daki tasavvurları
ilâve etmek lâzımdır: Filhakika Eski Mısırlılar^ mabutları
sadece insanlardan daha fazla yaşar zannederler. Vedas’daki. Allahlar da
fanidirler. Ancak bu Allahlar Soma denilen hayat suyundan içtikten
sonra veya bazı merasim ve tekva işlerine devam suretile ve nihayet Agni’nin yardımile
ebedîleşebilirler[l]. Yonan ve İskandinavya mabutları da böylece,
mahiyeten ebedî değildirler. Bütün bu mabutlar, gençliklerini ve
ebedîliklerini muhafaza için bazı hususî meyvalardan yemiye ve bazı merasim
yapmıya mecburdurlar [2] . Allahlar fanî olmakla beraber,
jl| 1. A.
Dubois — Moeıırs, institutions et ceremonis des pcuples de l’İnde. Fondichirv.
1899
[2| i’.
Fongart — Des association religicuses chcz les grecs, Paris 1873
insanlar
tarafından öldürülemezler. Ancak Totem nevinden olan bir mabut
öldürülebilir. Daha doğrusu totem, muzır bir hayvan ise öldürülebilir. Bu takdirde
de öldüren adamın bu işi yapmadan evvel, muzır hayvandan af talep ettiği
görülür. Ve niçin kendisini öldürdüğünü, bu husustaki mazeretlerini uzun
uzadıya arzeder. Nihayet hayvanın akraba ve taallukatından kendisine fenalık
yapmamalarını da rica eder. Frazer, bazı merasim için mabut hayvanların
kurban edildiğini, bilhassa mabut insanlarla, kıral mabutların - ki bunlar
tenasuha oğramış allahlardır - İçtimaî bir takım menfaat zaruretlerde
öldürüldüğüne dair yüzlerce misal verir.
Maamafih bazan,
insanların Allahları cezalandırdığı da vakidir. Yani eğer Allahlar, kendilerine
sadık olanların arzularını is’af etmezlerse, ceza görürler. Bu ceza, insanlara
verilenlerin aynidir. Amazotllus larda şayet gök
gürleyecek olurca, rahip elinde bir bastonla çıkar ve şiddetle semayı tekdir
eder ve şimşeklerin bu suretle hafifleyeceğini zanneder. Zencilerde
«fetiche» lerini, kendilerine itaat ettirmek için merhametsizce döğerler. Samoyede ler ise,
işlerinde muvaffak olamadıkları takdirde putlarını kamçılarlar. Veya uzaklara
atarlar. Marquises adalarındaki Typies lilerde putlarını, ayni suretle
döğerler. Hud'son görfezindeki Eskimo 1ar, kendilerini himaye eden ruhlara
— istediklerini yapmamakta inat ettiği takdirde — yiyecek vermezler ve
elbiselerini çıkararak çıplak bırakırlar.
iptidaî
insanların mabutları, bizzat iptidailer gibi zekâ ve irade itibarile de basit
ve muzlim kir ruha maliktir. Bu sebeptendir ki, bazi iptidaî cemiyetlerde
herhangi bir cürmü işleyecek olan adam, evvelâ put veya fetiche inin
yüzünü, tu cürmü görmesin diye, örter; ondan sonra istediği gibi hareket eder.
Yaptığı cürmün kefaretini vermek suretile, bunun azabından kurtulmak ta
mümkündür. [1]
Bu mabutlar
yemek, içmek ve ayni zamanda çoğalmak ihtiyacındadırlar. Bilhassa cinsî
heyecanlara fazla meclûpturlar. Bu sebepten insanlar dişi mabutlarla
münasebette bulunmamakla beraber, mabutlarda, kadın ve kızları intihap
edebilirler ve onlarla cismanî münasebette bulunabilirleri gulâmpe- restlik ve
sevicilik nevinden anormâl cinsî münasebetlere bazı yerlerde, bilhassa dinî bir
zaruretle müsaade edilmiştir. Meselâ, Perou iptidaîleri, bayram günlerinde,
mabetlerinde bir takım genç oğlanları rahip kıyafetine sokarlar ve mabudün
bunlarla münasebette bulunacağın! zannederler. Meksika'da livataya -
hoş görülmemekle beraber - ayni itikatla müsaade edilir, zira eski
Meksikalılar, bunu Allahlarında icra ettiğine inanırlardı. Zerdüşt mezhebinde de
bu neviden tabiî olmayan şeyleri, fenalıkları Ehrimen in
|1J — L.
MariUier. La survivence de Fame et Fide de justice chez les peuples non -
çivilisen, Paris 1894
hususî bir
kudreti olan Angra Mainyu halketmiştir. Incil, kocasına ihanet
eden kadını, bilhassa (Rab) bin kıskandığını söyler; Meryem^ ayni
itikatların bir bakiyesi olarak, mabut tarafından seçilmiş bir fani bakire olarak
gösterilir.
Vatican ın mahrem
müzesinde, eski Yonan mabetlerinin ne kadar behi- mî hislerine mağlup
olduklarını gösteren dikkate şayan san’at eserleri mevcuttur. Mabutların ve
mabudelerin birbirlerile olan âşıkane rekabet ve münasebetleri ise bütün ilk
zaman esatirini doldurur. ■
Mabutların
diğer bir ihtiyaçları da, insanlar gibi yeyip içmektir. Fakat bilhassa bir çok
yerlerde mabutlar, insan et ve kanından hoşlanan birer vahşî yam yamdır: Bu
sebeptendir ki, bir çok iptidaîler, hattâ yarı medenîler, mücrimleri veya
masumları, Allaha kurban etmek suretile onların memnun olacağını zannederler. Fidjie lilerin Allahı,
insan kanından doya doya içmek ister ve bir Hint kavminde rahip, insan kurban
ederek, mabuda : « Bugün sana takdim ettiğim kurbanı yemelisin !» diye
bağırır.
Vasati
Amerika iptidaîleri de insan kalp ve kanının, allahları pek mes’ut
edeceğini zannederler. Hattâ Meksikanın büyük rahibi, kurban ed.lecek insanın
göğsünü yarar, henüz çarban kalbini güneşe uzatır, sonra heykelin yanına atar.
Ve nihayet yakar. Sonra da bir altın kaşıkla bu kanlı parçayı mabudun ağzına
kor! [1]
Bazı yerlerde
mabuda sadece gıda değil hizmetkâr da lâzımdır. Bu cemiyetlerde öldürülecek
erkek veya kadın idam edilmeden evvel, rahip bir nutuk irat eder. Ve
kendilerine: «taptığımız Allaha hizmet etmek üzere gideceklerini!»
söyler. Kurban edilen bu insanlar, çok defa müminlerle Allah arasında bir nevi
postacılık yapar diye inanılır. Zira bu mabutlar, böyle bir vasıta olmadığı
takdirde insanların ahvalinden haberdar değildirler; veyahut insanlarlarla
meşgul değildirler. Bu sebeptendir ki Morgan’a nazaran:
totemleri beyaz köpek olan İroguois’lar, insan yerine
köpek kurban ederler ve köpeğin ruhunu, büyük mabuda hizmet etmekte devam
ettiklerini haber vermek üzere, ve bütün sene kendilerine yapmış olduğu
lûtuflara teşekkür ettiklerini arz için yollarlar. Kurban ve İlahî
ziyafetler, hürmet ve hüşuun da bir ifadesi olmakla beraber, meselâ (Ahdi Atik), «Allahın,
kendisine prestiş edenlerle bir arada yiyip içmek itiyadında olduğunu ve bu
ziyafette her iki tarafın dostluklarını kuvvetlendiren bir ahdi imza
ettiklerini» söyler.
Normal
vaziyetler dahilinde ise, insanlar Allahlarına hakaret şöyle dursun, bilâkis
ibadet ederler. Ayni zamanda Allahların mevcudiyetlerini muhafaza için muhtaç
oldukları şeyleri tedarik eder ve verirler. Zira, iptida
ili — Albert
Reville: Lc.s religions des peuples^oon - civilises 2 Vols, Paris 1883
îlere göre,
evvelce de söylediğimiz gibi, Allahlar da insanlar gibi maişet derdindedirler.
Ve onlar maişetlerini bazan bizzat kazanmak mecburiyetinde kalırlar. Meselâ Yeni Zeland’daki MaorİS’ler
gökte, mavi bir zemin üzerinde beyaz bulutlar toplandığı vakit,
Allahın patateslerini veya diğer gıdalarını ekmekte olduğunu zannederler.
Nitekim Fidjie’ler, mabutlarını
pek obur addederler. Vedas mabutları ise, elbise giyerler. Ayni
zamanda ayyaştırlar. Ve tatminine imkân bulunmıyan bir açlıktan muzta-
riptirler [1]. Eski Mısırlılar da evi bulunmıyan bir mabut tasavvur
etmezler; mabutlar bu evi temizlemek ve hizmetçilerinin yardımile
tuvaletlerini yapmak mecburiyetindedirler. Rahipler, mabutlarına hizmet etmeye
ve hergün sofrasına, yiyecek, içecek nev’inden takdimeler vaz’ına mecburdurlar
[2]. İşte bir taraftanda mabutların bu beşerî ihtiyaçlarıdır ki, kendilerine
kurbanlar takdimini icap ettirmiştir.
Bütün ilk zaman
medeniyetlerindeki mabutlar, muhtelif san’atların, işlerin ve faaliyetlerin
piri mesabesindedirler. Onlar da bizzat kendi âlemlerinde bu işlerle meşgul
olurlar ve bizzat insanlar da bu husustaki hünerlerini mabutların iûtfuna
borçludurlar. Ve bütün insanlar, bilhassa kırallar, kuvvetlerini bu mabutların
cesaret ve basiretinden aldıkları için, emirlerine körü körüne itaat zarureti
vardır [3].
Umumiyetle Ruhçuluk
- Animisme ve çok cincilik - Polydemonisme’ın cari olduğu bu
devirler ve bu dinlerde, Allahlar ve manevî kuvvetler evlenir ve ölürler;
hemen tekmil Akdeniz medeniyetinde müştereken bu evlenme ve ölme hâdisesinin
timsali merasimi yapılır. Animisme de «hava ruhları, yer ve ölüm ruhları»
gibi ferdî bir şahsiyeti olmıyan mukaddes ve İlâhî kudretler vardır, bunlar da
bu beşerî ihtiyaçlardan vareste değildirler. Bunlar bazan insanlara musallat
olurlar veya sevdikleri insanların emirlerine amade bulunurlar. Bütün sihrî
fenalıklarda Allahı mağlûp eden bir sihirbazın iradesi önünde, bir nevi
hizmetçi veya mutavassıt vazifesini yapan da bunlardır. Islâm sihirbazları
bunları [HuddamJ olarak kullandıklarını zannederler.
Siyasî
istilâların tesirde teşekkül eden çok Allahcılık - Polytheisme’de, insana
6enzzyezı-Antropomorphique mabutlar, insana ve hayvana benzıyen- Antropozoomorphiques
mabutlar, hususî bir şekil alırlar. Bu hayvan mabutlar, tabiî muhitte yaşayan
en kuvvetli hayvanlardan intihap edilmişlerdir. Sadece Hayvancılık-Iknimaiisme
sistemine mahsus olmamakle beraber, beşerî ilâhlar yanında yaşayan bu hayvan
ilâhların Asur, Mısır, Finike., sair sahalardaki şekilleri malûmdur. Meselâ Hint’te
mabut Siva
ile refikası Pâr-
[1]
A. Barth — Lcs religions de l’İnde,
Paris 1880
[2]
— P. Pierret. Le Livre des morts,
Paris 1907
■ [3] — Y. G.
Frazer. Lcs origincs magiqne de la royote, Paris 1926
vatî’nin çocuğu olan Ganeshai bir fil
mabuttur. Asurda ve Orta Asya- da boğa ve arslan mabutlar da bulunurlar.
Verdiğimiz
izahattan da anlaşılıyor ki, Polytheisme in bulunduğu yerlerde
mabutlara merbut ayrı bir takım mabut ve mabude zümreleri vardır. Ve erkek
mabutlar kuvvetlerini dişi mabutlara tatbik etmek suretile âlem üzerinde
müessir olurlar. Bu sebepten her erkek mabuda merbut veya akraba olan bir
harem, bir mabeyin mevcuttur... Hâkikî bir kıymete malik olmıyan bu mabutlar,
ayrı birer şahsiyettir. Ve aralarında bir ulûhiyet silsile! meratibi
mevcuttur, insanların bunlara yaptığı merasim de şeref ve haysiyetlerile
mütenasiptir. Bir Allahlı-monotheiste dinler, bütün diğer al- lahları
inkâr ederler; bunlarda da iyiliğe memur meleklerle fenalığa memur cinler ve
şeytanlar gibi manevî ve tabiatten üstün bir takım kuvvetlere inanırlar,
Allahla insan arasında miyanecilik yapan bu kuvvetler, allahtan ziyade insana
daha yakın tasavvur edilir.
Ekseriya Hint
dininde ve Samı itikatlarda da Çok aZZahZı-Polytheiste dinlerde
mabutlar, bazan intihap ettikleri insanlara benzer, veya hakikî şekillerile her
hangi bir insan şeklinde görünürler. Ayni zamanda, bu dinler, seçtikleri insanı
allah haline getirebildikleri gibi, insanlar üzerinde İlâhî bir nüfuz sahibi de
yapabilirler. Bu mabutlar insanlarla konuşur. Mo- notheiste bir din olan İslâm,
Hıristiyan ve Musa dinlerinde Allah, vah- yeder. Hususî bir kitap ve edebiyatla
insanlara emir verir. Sadece Hint dininde mabut ve mabudeler emirlerini yazile
telkin etmezler. Bunlara isnat edilmiş olan emirler, Hint felsefesinin
ilâhileştirilmiş şekillerinden başka bir şey değildirler, esasen hiç bir dini,
kendi devirlerinin ve muhitlerinin felsefesinden müstakil olarak tetkik
etmekte doğru değildir.
Mabudun seçtiği
insanlar, bazen hiç bir sebep olmaksızin İlâhî irade ve hürriyetin keyfine
tabidir. Bazen de insanlar bizzat bu iradeyi kendi lehlerine davet ederler.
Böylece tasavvufa, zühüt ve takvaya ve nihayet tarikatlara yol açan hususî bir
imkân hazırlanmış olur.
Lubbock, Amerika
hindularında rahip veya sihirbazların keşf ve keramete nail olabilmek için,
yani Allahın istikbale ait sırları kendilerine ifşa etmesini temin için oruç
tuttuklarını, sinirleri harekete getiren ve ya uyuşturan bir takım münebbihlere
müracaat ederek yoktan hissetmelere - Hal- lusination, tutulduklarını
görmüştür. E. Veranda. [1] insandan üstün ve İlâhî kuvvetleri elde
etmek için Keebet
lerin, bir nehir kenarına giderek günlerce aç kaldıklarını ve
tıpkı muasır sofurlar gibi, ruhlarını temizlemeğe çalıştık larını ve böylece
istikbali keşfedecek bir kabiliyet kazanmağa çalıştıklarını söyler. Bir çok
iptidailerde, peygamberce rüyalar görmek için ayni
riyazatlara
dikkat ederler. Bu hususta en çok müracaat edilen vasıta açlık ve
uykusuzluktur. Yonan da Delphes mabedinin kâhin kadını da ayni suretle
riyazat yapar. İhtilâçlar ve yoktan hissetmeler içinde İlâhî kudretleri elde
etmiye cabalar. Hindulerde allahın açları görmekten hoşlandığı ve bilmü- kabel
açlara göründüğü zannedilir. Netekim, Hint kıralı Vasavadatta ve refikası, üç
gün aç kalmışlar ve kendilerine bir takım cismanî ıstırapları tatbik etmişler,
böylece de uykularında mabut Shîva yı görmeğ muvaffak olmuşlardır.!! Baghavata purana, aylarca hava
ile taayyüş edecek kadar oruca riayet edenlerin allahı kucaklıyabileceklerini
iddia eder. Ayni hal sami dinlerde de mevcuttur. Meselâ .Musa da kırk gün
oruç tuttuktan sonra allâhı görmeğe muvaffak olmuştur. İslâmiyette ise Hazret! Muhammet, bazan Cebrail vasıtasile ve-
bazen de bizzat, uzun murakabe ve inziva hayatından sonra Allahın sevgilisi
olabilmiştir. Hülâsa umumiyetle riyazat, iptidailerden başlayarak son asra
kadar Allahı görmek ve ona hâkim olmak için bir vasıta olmuştur. Halbuki bugün Marazı
ruhiyat, bize açlığın, uykusuzluğun, bir takım yoktan hissetmeleri ve nihayet
bir takım dinî hezeyanlarla müterafik asabi halleri vücude getirdiğini ispat
etmektedir. [1] Filhakika allahın riyazat yapanlardan hoşlandığını zannederek
kendi nefislerini okadar feci mahrumiyetlere ve ıstıraplara dü- çar edenler
vardır ki, bunların normal bir dimağa malik olmalarından her zaman şüphe
edilir. [2] mutasavvifane ihtirasların şiddeti, mütemadi bir nefse telkin
yapmakla temin edilmektedir, inziva ve sükût bu telkin için şarttır. [3]
İslâm
sofularındaki: [f^[1]^- “*^- ‘fl:-
---* ‘fi---^'‘] yani, az yemek, az uyumak, insanlarla münasebette bulunmamak
prensipi, yine bu Allahı görmek ve onun kudsiyeti dahilinde bir nevi
allahlaşmak ihtirasının müracaata mecbur ettiği riyazat nevileridir. Allah
hususundaki itikatlar, beşerî muamelât ve ef’ale tesir etmesi itibarile, büyük
bir ehemmiyeti haizdir. Yoksa bu itikatların esasında, tasavvur edilen Allah
mefhumu, haiz olduğu tekmil sıfatlarile beşerî ihtirasların vüsulü imkânsız
gibi görünen bir sem- bolundan başka bir şey olmadığı aşikârdır. Tasavvufun
muhtelif nevilerini nefsinde tecrübe etmiş olanlar da, esasen bu hususta
kendilerine tecelli eden kudretin hakikî mahiyetini izahtan acizdirler. Daha
ileri giderek hattâ kuvvetli bir iman sahibi olan rahipler Y. Ribert [4] Cinlerin-Demon
daima Allaha rakip olduklarını, hattâ bir çok ahvalde, Allahla cilnleri
birbirinden
ayırdetmenin
imkânsız bulunduğunu iddia eder. Hülâsa bu hallerin tetkiki mevzuumuzdan hariç
olmakla beraber dinebilir ki, havarilerin Hayalâtı da dahil olduğu halde bütün
bu tecelliler, kısmen tenasülî içe atmaların- refoulements husule
getirdiği rüyalardan başka bir şey değildirler. [1] ve bütün bu teşebbüsler,
yeni ve medenî dindarların müracaat ettiği bu âyin ve merasim ile Allah
hakkındaki fikirler, iptidaîlerde kehanet maksadile yapılan amal ve merasimin
devamından başka birşey değildir. [ 2 ] Umumiyetle her din kendi allahını
metheder. Ve her millet kendi Allahile öğünür. Methedilen bir Allahtan, ne istenilirse
elde edilir diye kabul edilir. Dinlerde görülen inhisarcılık bu hislerin
mahsulüdür. Biz müteakip fasıllarda muasır noktai nazarı en sona bırakarak,
Allah fikrinin az çok felsefe ve ilim sahasında geçirdiği istihaleleri tetkik
edeceğiz.
Bütün bu efsanelerin
kıymet ve hakikati ne suretle tadil edilirse edilsin, zaten hadiselerde ve
tabiî eşyada bize bazen birbirine zıt ve bazen mümasil ve müşabih öyle
vasıflar gösterirler ki, insan ihtiyarsızca herşeye bir ikilik isnadından
kendisini alamaz. Umumiyetle güneşe tapmaktan ibaret olan Mısır dininde HamefİS veya Kinef’in ruhla maddeyi
temsil eden Oziris
ile İzis suretinde tecellisie Keldan ve Asur’un Âlemlerin rabbi olmaktan ziyade
kendilerine tahsis ettikleri zalim ve intikamcı Allahı, beşerî küçüklüklerle
süslendiği gibi Çinlilerin büyük zekâ-Grand Comble,
addettikleri Tao’su da müspetle menfi, malûmla meçhul, gibi yekdiğerinin
aksi olan iki kuvvetten çoğalır.
Esasen Confucius(M.E.551)daha ziyade amelî
ahlak ve siyasetle meşgul oldu ğundan $ek te Allahtan bahsetmedi. Fakat Lac-Tse (M.E-604) bir
tek Allaha
İnandı. Ve bunu tekmil kuvvetlerin ve faziletlerin birleştiği bir
cevher addederek ahlâkın ebedî prensibi yaptı. Her iki felyesof ta neticede
birleştikleri halde, ınukaddemede birbirinden ayrılırlar.
Filhakika, ConfllCİUSî Sadece
an’aneden gelen itikatları olduğu gibi kabul etmiş yalnız halkın yükselmesi
için Ahlâk ve Terbiyeyi usul olarak vazetmiştir. Allah nazarında
en makbul olan adam, ona göre ölüler ve dirilere karşı İçtimaî
mükellefiyetlerini hakkile ifa edebilendir. Kanun ve şeriata uygun yaşayanlar
mes’ut olurlar. LaO-tse ( Büyük feylesof demektir ) fazla olarak, Tao nun
prensiplerine ve İlâhi emirlere itaati ister.
[1]
Mlfred Maıırg — Le someil et la
r®vcs; (Freut de ayni fikirdedir. )
[2]
Tylor — La civilisation primitive
Tao nun
prensipleri, ancak fazilet içinde yaşayanlara zahir olabilen kâinatın amelî
kanunları dır. Lao-tse « bir karganın vücudunu beyaza boyamakla
göğercin yapamazsınız!» der. O, bu düsturla, tabiatin ezelî
mu- kadderiyetine inanmış görünür. Bu feylesofun fikirlerinde de vazih vasıf-
larile bir Allah yoktur. Sadece şu ahlâk düsturları onun Çinlilerce bir din
gibi telekkî edilen fikirlerinin ruhunu bize anlatabilir: « Geride kalınız;
öne geçeceksiniz! dışarıda kalanlar, içeriye kabul edileceklerdir. Kuvetli adam
kendine sahip olandır, zayıflıklarını idrak edenler kendini kuvvetli
bilenlerdir. Memnun adam, tatmin edilmiştir, iyi adam karşısında bende iyi
olurum. Ve fena adam karşısında da onu iyi yapacak kadar iyi olurum. Size karşı
hatalı hareket edenlere karşı âlicenap olunuz!»
İşte Lao-tse nin ahlâk ve
dini budur. Kendi talebelerinden Tchouang- tse^ bilhasa çine
mahsus olan şu dikkate değer vecizeleri müdafaa etti: Orduların kumandanlığı
cesaretin en aşağı şeklidir. Mükâfat ve mücazat terbiyenin en aşağı şeklidir.
Merasim ve kanunlar, hükümetin en aşağı şeklidir. Musikî ve güzel elbiseler,
saadetin en aşağı şeklidir. Ağlayıp sızlamak ve karalar giymek, elemin en aşağı
şeklidir. Bu beş makulenin ifade ettiği hisler, kalbin hareketlerini takip
etmelidir!» [1]
Çinin bu
itikatlarında ruhanî bir kıymet mevcut ise de dayandığı prensipler Laiktir.
Zerdüşt dininde büyük
mabut, Zirvvanakem;
mutlak olan birliğine rağmen Hürmüz ve Ehrimen gibi ve
birbirine düşman olan iki mabutla kudret ve birliğini ikmal eder. Diğer semavî
kitaplarda tamamen âlemin haricinde Kalan-Ex-machina, mabut Yahova’da birçok İnsanî
sıfatlara maliktir. İslâm ve Hıristiyan dinlerinde ise, mabut, bütün kemaline
rağmen meleklerile, mabeyincilnriyle tamamlanan bir hükümdar gibidir.
Hiç şüphe yok
ki, din vazedenler, fikirlerini halka kabul ettirebilmek için birtakım remzî
ifadeler kullanmışlar; ve garip birtakım karışıklıklara da sebep olmuşlardır. «Güneşin
ortasında ışık, ışığın ortasında hakikat, ve hakikatin ortasında da hiç
değişmiyen varlık mevcutjur.» diyen Vedas’larda da ayni
karışıklığa rastlanılır. Meselâ bir zaman Buddha[M.E.571], tavşan ■olmuş;
hayvanlar arasında vaaz ve nasihatle meşgul imiş; bir bayram günü lâyık olana
sadaka vermelerini tenbih etmiş; buna hayvanlar razı olmuşlar; fakat: «Elinde
hiçbirşeyi olmayandan sadaka istiyen olursa ne yapmalı?» demişler. Bouddha: «kendisini
vermeli... Ve istiyen boş gitmesin !» demiş. Bu sözleri Brahma işitmiş, Bouddha’yı tecrübe için
bir fakir halinde gelmiş ve sadaka istemiş. O da kendisini kebap edip verebileceğini
söylemiş; Bouddha
bu suretle toplanan ateşe, bir soğuk suya
atılır gibi
atılmış!... [1] Boudisme’in muhteşem bir nümunesi olan şu misalde, Bouddha’nın tavşanlaşmadığı
muhakkaktır. Onun vaaz ve nasihat ettiği hayvanlarda, zamanının insanlarından
başka birşey değildir.
Hulasa, -Allah,
asırların silsilesi içinde birtakım değişiklere uğrayan dinlerle rrçütemadiyen
şekil ve mahiyetini değiştirdi. Ebedî aslı daima baki kalmak ve fakat hiç bir
ciddî hakikata tutunmamak üzere insaniyetin zihnini işgal etti.
Halbuki asıl
değişikliklere oğrayan, tekâmül geçiren zihnimizdi. Şüphesiz ki, taş devrini
yaşıyan bir peygamberle yirminci asırda inkılâp yapan bir felyesofun Allahı
ayni değildir. Yalnız her ikisindeki ihtiras ve ruh hali de aynidir. Zira,
insan, pek açık olarak yaratıcı ve yaratılan, nefis ve şey, sebep ve netice...
gibi değişmez bir ikilik karşısındadır ve ilk düşünenden son düşünene kadar bu
müteakip makûlelere, fikri bağlamaktan başka çare yoktur. Yalnız birinin
hareket noktası, gayesini bulamamış; sonuncu ise, ona yaklaşmak ümit ve
kuvvetini her gün biraz daha his etmiştir.
Hulâsa: iptidaî
insan teknikte ne kadar muvaffak olmuş ve medenî bir eser olarak ne
yaratabilmişse, manevî hayatı için yarattığı kuvvetlerde de o kadar muvaffak
olmuştur. Eserlerinin iptidaîliği ile mabutlarının iptidaîliği arasında sıkı
bir münasebet ve benzerlik vardır, insaniyet medeniyet yolunda ileriledikçe,
medeniyeti nispetinde büyük bir mabut telâkkisine yükselmiştir.
Fakat maalesef
bu yükseliş, terakki nispetinde devam etmemektedir. İptidaî ve orta zaman
insanları yaratıcılık sıfatını yalnız Allaha vermişlerdi. Muasır insan ise, bu
sıfatı bizzat kendisine vermektedir. Uluhiyetle rekabete çakmış gibi,
yaratıcılıkta harikalar gösteren insan, bugün artık yaratan bir mabut
telâkkisine ihtiyaç göstermiyor gibidir. Eskiler, kendilerine hizmet eden büyük
adamlardaki kuvvetlerin nereden geldiğini ve tabiattaki harikaların esrarını
bilmedikleri için, kâinatın idare eden kanun ve hadiselerini kahramanlarile
birlikte Allahlaştırdılar. Ve bilhassa aradan asırlar geçtikçe, bu kuvvetler,
büsbütün manvileşmişlerdir. Yeniler ise, büyüklerini hayatta ilâhileştirdiler;
ve Pantheon\ara defnederek ebedileştirdiler. [2]
(1)
Oldenberg. - Le Bouddha, Paris, 1903
(2)
TH. Robinson. — îutroduction a
Phistoire des religions, Paris 1929
En eski Yonan
şairi Homere’in
Iliade ve Odyssee unvanlı eserlerinde
hemen takmil Şark milletlerindeki itikatlara benziyen bir Allah telâkkisini
bulmak mümkündür. İnsan muhayyilesinin yüksek bir nümunesini teşkil eden bu
esatire nazaran «Jüpiter tekmil diğer mabutlardan üstündür; aynı zamanda
maddeten ve manen kendisini her şekilde gösterebilen bir Allahtır. Diğer
Allahlar da dahil olduğu halde her biri arzın muhtelif yerlerini kendilerine
mesken ittihaz etmiş olan bu gizli ve muktedir kuvvetler, daima birbirlerile
mücadele ve rekabet ederler. Homere’in tarif ve tavsif
ettiği bu Allahlar, kudretli oldukları kadar da aCZİÇİndedİrler. Yani hepsi
tenakuz ve tezatlarla dolu bir takım evsaf arzederler. Meselâ Junon ve Neptün, yine kendileri
gibi süphanî kuvvetlerle mücehhez olan Pallas tarafından zincirlendiler. Bu
Allahlar bir taraftan ebedîdirler. Katiyen ölmezler. Diğer taraftan ölüm
endişesine maliktirler. Meselâ Mars, bu endişe ile muztariptir. Saniyen
mabutlar, çalışmaksızın, mes’ut ve müreffeh yaşarlar. Bu iktidarlarına rağmen,
yaşamak, geçinmek, ihtiyaçlarını tatmin etmek hususunda pek çok sıkıntı çekerler.
Bunlar da tamamen cismanîdir; fakat aldıkları gıdaların hususiyeti dolayısile
ayrı ve müstesna bir bünyeye maliktirler. Odyssee’de bu bünyenin
büsbütün lâtif ve rakik olduğu iddia edilir. Meselâ Theth kendi oğluna
dalgalar gibi veya buhar gibi tecellî eder ve Minerve, kapıları kapalı
olan NailSİaca’nın
evinden bir rüzgâr; bir nefes gibi geçer.
Eski
Yonanlılar, ahlâk hususunda allahlara benzemek isterlerdi. Bu ahlâkın
müeyyedesini, Allah korkusu ve halkın hissiyatı teşkil ederdi. Bu itibarla
allahlar da - Homre’in tasavvur ettiği ahlâkî hususiyetler şunlardı :
Allahlar herşeyden evvel intikamcı, menfaatperest, her nevi zevk ve hazza
haristi. Meselâ Diane^ Eioli’lere kendi
şiddetini hissettirmiş, Neptün, Trooa’lıları ve «Junon, Ulisse’i bir şahsı
hakaret yüzünden merhametsizce takip etmişti. Aynı suretle Apollon kendi rahibine
söküldüğü için, Yonanhları cezalandırmıştı.
Bu mabutlar
ancak kendilerine fazla takdimelerde bulunanları, kurban verenleri taltif
ederlerdi. Bazan bu takdimeler, İlâhî gazebı teskin eder. Ve istihkak
kesbedilmiş olan bir cezanın affıne sebep olurdu.
Mamafih, bu her
zaman mümkün değildi. MeCCJre, birçok takdimele- rinden dolayı AutolyCOS’i taltif etmek
istediği zaman, ona soymak ye aldatmak san’atini öğretmekle iktifa etmişti! Bu
mabutlar fanilerin kızlarile zina etmekten hoşlanır ve yekdiğerine karşı bu
husustaki rekabetin zaferlerini anlatmakla iftihar hissederlerdi. ThetyS oğluna,
kendisini bir sevgilinin nüvazişlerine vakfetmesini tavsiye etmişti. Hattâ Mercure saf ve afif Polymele’e malik olmak
için gizlice onun bâkir hüceresine saklanmıştı!!
/İmâ bir
şair olan Homiros Bir tablodan
Eski Yonan
mabutları, insan katletmekten nefret etmiyorlardı. Yani insanı öldürmek,
haddizatinda fena bir hareket değildi. Belki kendi emirleri hilâfına öldürmeyi
affedemiyorlardı. Bunlar bir taraftan da insanların adaleti muhafaza edip
edemediklerini anlamak için yer yüzünde dolaşırlardı. Misafirler, dilenciler,
yalvaranlar bilhassa Jüpiter’in ve diğer
mabutların himayesi altındaydı.
Hülâsa eski
Yonan ilâhları aynile insanların havas ve hissiyatına, ihtiyaç ve iştahalarına
maliktiler. Bu sebepten onlar, fanilerin kendilerine takdim edecekleri
kokulara, gıdalara, kurbanlara muhtaçtılar. Bunların himaye ettikleri
kahramanlar ve şehirler, mezbah ve mihraplarında bütün bu muhtaç oldukları şeyleri
eksik etmiyeni erdir. Ve bütün bu mabutlar insanların ziyafetlerine iştirak
etmeyi bir tenezzül addetmezler. Netice iti- barile esatirin mabutları hasbî
olarak değil tamamen menfaatle alâkadar olmak üzere, fanilerle münasebette
bulunurlardı. [1]
Bu Antropomorfik
mabut telâkkisi, sadece halkın âmiyane itikatlarında değil, bu itikatlardan
mülhem olan diğer ilk Yonan şair ve mütefkkirlerin- de de mevcuttur. Meselâ
şair Hesiode
[M. E: IX veya VIII inci asır] eserinde [1] evvelâ Müz’lerden
himaye talep eder. Onlara tabiat ve Allahların ne suretle zuhur ettiklerini
sorar ve suallerine aldığı cevap, şu tarzda bir Tekvine - Cosmogonie
müncer olur : Başlangıçta Karma karışıklık - Chaos vardı. Derakap her
şeyin en emin mesnedi olan Arz - Gaia vücude geldi ve arzın derinliklerinde
sisli Tartare’lar doğdu. Nihayet lâyemut Allahlar içinde, en güzel olan
aşk Eros
teşekkül etti. Karma karışıklık'lan da karanlıklar -
Erebe ve gece yaratıldı, ve geceden, havayı nesimi olan Ethere, ve gündüz -
Hemâra halkolundu.
Bütün bunlara karanlıkla gecenin aşkı sebep olmuştur. Diğer taraftan toprak - Terre kendisine
müsavi ve kendişini tamamen ihataya mecbur olan yıldızlı semayı
- Ouranus
doğurdu. Sonra da her türlü aşk arzularından hariçte olmak
üzere deniz I ve dağlar - PontOS husule geldi. Nihayet j arzın sema
ile birleşmesinden bahrımuhitin dal-
■Jf galan
teşekkül etti. Sema ile arzın mahsulü
" olan
Zaman - ChronOS
ve Rh6a ise Zeusun akrabasıdır.
HesİOde’un şu
tasvirindende anlaşılıyor ki, ■ : L esatir sadece âlemin tekvinde değil, ayni
za
manda Allahların tekvinile -
Theogonie de meşgul olmuştur. Ve bu zat adeta Allahların bir nevi
şeceresini vücude getirdi. Netice itibarile Olimp mabutları tabiatfen
daha sonra teşekkül
etmiş olurlar. Bilâhare Arîstot’nun da iddia ettiği
veçhile: Tabiat, kendisini idareye memur Hesiode kanun ve kudretlerden daha
evvel yaratılmış
tır. Burada gerek Homere’ gerek HesİO- de, henüz maddî
kuvvetlerle manevî kuvvetleri tefrik etmedikleri gibi, bu iki kuvveti de
bunların, Şahıslandırmaktan - Personification kurtulamamış oldukları
görülür [2].
Bütün bu esatir
de, Hindin «Rig - Veda» sile Asur eseri olan ((Yaratılışın
şiri - Poeme de la creation» ve Mısırlıların ((Ölüler kitabı - Livre des
morts» «Hermes; Manfestation des ames'a la lumiere» unvanlı kitapla-
(1)
HESİODE. Les traveau et les jours. —
(2)
Leon Robin. La pensçe Grecgue. Paris
: 1923
HQ^büy«k—tesirleri
vardır. Bunlar hep ayni iptidaî ve muzlim zihniyetin yarattığı Allah, din ve
âhiret efsanelerile doludur.
Bu fikirler
daha sonra gelen yüksek mütefekkirlerin eserlerine de tesir etmiştir. Meselâ Eflâtun bile
zannetmiştir ki [1] arz ile sema Ocean ve Thâtyse’i tevlit etmek
için birleşir. Bunlardan da bir çift olan Chronos ve Rhea doğar. Bunlar da
ayni suretle Zeus* Hera ile kardeşlerini yaratırlar ve
böylece diğer maddî ve manevî âlem temadi eder gider.
ArİStot ve şakirdi olan
Eudeme
tarafından da zikredilen bu nevi İlâhî ve maddî tekvin
efsaneleri, kadim yonanda uzun müddet devam etmiş olan OrphĞe dininin de
itikatlarını teşkil eder. Meselâ devrin ilâhiyatçılarından HellanİCOS’a göre: ilk ikizi
teşkil eden su ile toprak, Chronos veya Heracles’i doğurmuştur. Bu
ise biri boğa diğeri arslan ve öteki de ejderha olmak üzre üç başlı ve kanatlı
bir allahtır ki, Esir, karanlıklar ve karışıklıklar içinde kâinatın ilk rahmini
teşkil eden bir yumurtayı yaratmak üzere, Anangke veya AdrastĞe ile birleşir.
Eudeme’de bu İlâhî ve
maddî tekvin efsaneleri, tedricen yarı mücerret yarı müşahhas bir takım nizam
ve kanun mefhumlarına inkılâp eder. [2] Bütün bu hurafelerin dikkate şayan olan
bir noktası vardır ki o da, umumî hayatın, mücerret olarak kullanılan ve
özlenen bazı ahlâkî ve hukukî mefhumlarını, mahutlaştırmış olmasıdır. Ve bu
mabutlar, artık allahlıklarını terkederek tedricen diğer feylesofların, bir
taraftan Allah telâkkisine, diğer taraftan siyaset, ahlak ve din gibi umumî
felsefelerine mevzu olmuşlardır. Yani bidayette sadece İlâhî bir kıymette
düşünülen Chronos
ve Pindor artık Themis’in kızlan olur.
Bunlarda, Nizam*
adalet ve sulhun mabududürler. Nihayet Eflatun’un da teyit ettiği
veçhile [3] Aşk
ilk mabuttur ve tekmil beşerî ve tabiî faaliyetlerin
anasıdır.
İlk felsefî
şiir kitabını yazmış olan Parmenide [M.E:470]’de de
artık allahların muayyen idealleri remzileştiren bir takım timasaller haline
girdiği görülür. Bu zatın eserinde, bir dinî merasime kabul âyini vardır.
Burada şair, Güneş kızları tarafından çekilen bir araba üzerinde
intikamcı
adaletin bekçilik yaptığı Maşrık kapılarına kadar gider. Rehberlerinin
ricası üzerine adalet kendisine kapılarını açar, içeri girer; oradaki
ilâheden
(1)
Platno - Timce
(2)
C. Brehier - Histoire de la
philosophie, T: 1 F: 1 - 1926-
(3)
Platon-Banquet (Bu eser, Şaziye
Berrin Hanım tarafından «Ziyafet» unva- nile Türkçeye tercüme edilmiştir.)
F : 3
hakikî sözler işitir ve hakikati öğrenir. Ve
bundan sonraki tekmil hayaller artık, adalet* doğruluk, musibet, ölüm, zaman gibi bir takım
mefhumları temsil eden mabutlar arasında cereyan eder. Demek ki artık ahlâk
itibarile îlâhileştirilen kıymetler karşısındayız', tama- mile itikat
edilen allahlar karşısında değil... Bununla beraber bu zat, biraz sonra
göreceğimiz Heraklite’e
zıt olarak umumî ve ebedî sayru- reti - devenir
reddeder. Ezelî ve küllî bir hakikatin mevcudiyetine inanır. Ona göre âlem,
tamamile İlâhî vasıfları haiz ve merkezden muhite doğru her istikamette aynı
ağırlığı muhafaza eden bir küreye ve bu kürenin sıkletine benzer. Şu teşbih ve
izah ile Parmenide’in
ne dereceye kadar asrının ulûhiyet fikrinden ayrı bir noktai
nazara sahip olduğunu tefrik etmek güç değildir. Hülâsa, görülüyor ki, artık
Yonan esatırında ve şiirinde insanlar, yalnız akıllara hayret veren bir
kudrete meftun değildirler. Belki beşerî mefkûreleri, manevî ve ahlâkî
ihtirasları, hiç olmazsa metafizik kuvvetler şekline sokmak veya böyle tahayyül
edilmiş olan mevcutlarda tahakkuk ettirmek suretile bizzat kendi
maneviyetlerini ve ahlâkiyetlerini yükseltmiye muvaffak olmuşlardır.
Bununla
beraber, insanın yer yüzünde ne suretle teşekkül ettiğine akıl erdiremiyen ilk
gaiyetçi mütefekkirler, bize bu hususta şu hikâyeyi vermektedirler:
Xenophon, Kriton, Platon, Alcibiat,
Eutyphron, Socrate
V. Orfel tarafindan
« Eflatun ve muasırlan » ismile yapılan bir tablo
Allah yerin
çamurlarından bir şekil yaptı; ona kendi İlâhi ruhunu üfledi; ve onda ölmez
bir şuur yarattıktan sonra «İnsana kendim suretimizi verelim!» diyerek
eserini, kendisine benzetti.
Bu zihniyete
göre, Allahın mevcudiyet, zat ve sıfatı hakkında fazla düşünmeğe lüzum yoktur.
Zira, mahlûku olan insan, bizzat kendisine benzedikten sonra, Allahı uzaklarda
aramamak ve kendimizde yakalamak iktiza edecektir.
Hemen bütün
esatiri ve semavî kitaplara girmiş olan bu efsaneyi, milâttan takriben 15 asır
evvel gelmiş olan Jobe da şu dualar ile tevsik etmektedir: «
Yarabbd. beni teşkil eden senin ellerindir. Vücudumun muhtelif akşamını tanzim
edende anlardır. Hal böyle iken, beni biran içinde mahvedeceksin. Allahım, beni
böyle bir balçık parçasından vücude getiren yine kendin olduğunu hatırlamanı
dilerim. Beni ilk defa kesilmiş bir süt gibi, tekâsüf ve tesallüp eden bir süt
gibi şu hale getiren sen değil misin?! Sen bana et ve deri getirdin beni sinir
ve kemiklerle sağlamlaştırdın. Bana hayat verdin ve ruhumu, kendi muavenetinin
iıikıta bulmasına imkân olmıyan âli cenaplığiyle doldurdun! bütün bunların, İlâhî
kudretin tarafından yapıldığını, bütün hayatı, mevcudatı ve bütün insan
etlerini canlandıran ruhları ve nefesleri, ellerinde tutanın sen olduğunu kim
inkâr eder ?!))
Takriben üç bin
sene evvel yazılmış olan Davud’un [M. E:
1055-1014] mezamiri’de bu manada anlaşılmış bir insanın ve Allahın
methile. doludur.
Tekmil kitabî
dinlerde, bu itikadın tesiri varbır.
Maamafih bu
devirlerdeki Allah telâkkisi, halkın bu husustaki hissiyatından ibarettir.
Onları ne kadar insanlaştırmış olularsa olsunlar, meselâ şair Euripide [M. E: 480-406]
gibi ayni zamanda derin düşünceliler, «hiçbir Allahın fena olmadığını
zanediyorum. Ve fenalık yapanların ise Allahı olmıyacağını zahederim» diye
biliyordu.
I — İlk Yonan Feylesoflarında Allah
Henüz dinin ve
uluhiyetin esatiri telekkilerinden pek te kurtulmamış olan eski [lyonia]
feylesofları, felsefe sahasında şöyle düşünüyorlardı: Tabiatte en çok nazarı
dikkati celbeden şey, mebzuliyeti dolayısile su [1], hava [2] ve sonra genişliklerdir.
Her şeyin terkibinde bir rutubet zerresi mevcut olduğu gibi, hayatta hemen hava
ile kaim ve bütün mevcudat, budü mücerret içinde birleşmiş bir haldedir.
Saniyen umumî bir değişiklik vardır. Değişilik, mücerret bir mefhum değildir.
Bu şe’ni bir keyfiyettir. Binaenaleyh, her değişiklik bir mevzu üzerinde vaki
olur. Demek değişen bir şey vardır.
Halbuki bütün
bu değişiklikler su, hava ve boşluk ta vukua gelmektedir. Bunlar ise, şeklen
değişikliğe oğramaktadırlar. Bunların asılları ise hiç değişmezler. îşte
hilkatin asıl ve esası, bu değişmeyen cevherlerdir. Fakat bu unsurlar olsa
olsa, hilkatin maddesini teşkil ederler. Bu unsurların kendileri nereden
geldi? Ve bu temadî edegelen hadiselerin nizamı nasıl husule gelmektedir? Bu
mektebe nazaran, bunun cevabı basittir. Suda mevcut olan «Semavî akil» , her yere
sirayet kabiliyeti olan yaratıcı bir kudrettir. Kâinatın [ilk esaslı
unsuru-L’arche] olan havada ise, havaî bir cevher, havaî bir ruh
birleşmiştir. Anaximandre [M.E:610-545] in «Toapy-
(1)
THALES (M. E: 600?) e nazaran, su
haraketile ruhu, uç halile dört unsuru vücuda getirir. Gıdalar ve gıdaların
rüşeymi ratıbdır. Binaenaleyh hayat, rutubetle kaimdir. Suyun heryere
akabilmesinden ve mevcudiyeti her tarafa sari ve münteşir bulunmasından ilk prensibin
su olduğu anlaşılıyor. Suyun başlangıç ve sonu olmadığından, ilk prensibin ve
ilk illetin de hududu yoktur.
(2)
ANAXIMENE (M. E: 480?): Havanın
muayyen ve münasip bir nisbctte tekasüf ve inbisatna kanidir. O, bu inbisat ve
tekasüfü bir nevi ihtizaz telâkki etmiş ve muhtelif derecelerinden, mevcudatın
tenevvuunıı husule getirmiştir. Bu namütenahi mebde’den doğmuş olan maddî
cevherler mütenahidir. Kâinatı vücuda getiren ruh, havaî cevherlerden başka
birşey değildir. Binaenaleyh, değişiklik zahiridir,, şekle aittir. Cevher ise
basittir ve değişmez; işte değiştiği halde mahvolmıyan şey, hilkatin aslıdır.
Hasselerimize vasıl olan şey cevherin kendisi değil, tezabura tidir ve hayat
değişme tohumunun bir hareketinden ibarettir, demek cevher ve hayat aynı şeydir.
Aristot -
Metaphysiquc.
ron» tesmiye ettiği
namütünahiliğe gelince: Zaten bunun kendisi lâhutîdir. Her ne kadar bu zihnî
bir tasavvur-Rerepsentation intellectuelle ise de, mevcudatın kendisinde
tegayür kabul edip, bizzat kendisinin değişmemesinden de bunun dâhiliği, aslî
ve ezelî bir mebd’e olduğu anlaşılmaktadır. Bununla beraber Anaximandre a nazaran Toâpyron,
sadece namütenahi değil ayni zamanda gayri muayyendir. Bunun bizzat kendi
bünyesi dahilindeki bölünme, sıcak ve soğuğu vücüde getirdi. Bu vesile ile su ve
nihayet ateşin küre yaratıldı. Bu gayri muayyen varlık, hudutsuz olduğu
kadar da kadim ve müdebbirdir. Ve bu sebepten İlâhidir.
Kâinatın
mebdeini araması itibarile ehemmiyetli olan bu düşünceler de esatirden
kurtulmuş veya hiç olmazsa eser ve müessir halinde tecrit ve tefrik edilmiş
bir mabut telekkisi yoktur[3].
Görülüyor ki:
saliklerine Physiolog denilen bu ilk felsefe mektebi, bir birci- Iik-Monisme, bir tabiatçi vucudiye-Pantheİsme
naturaliste mesleğidir. Bu meslek hilkatin esasını izah için, az
çok Allahı feda etmiş, veyahut her şeyde İlâhî bir ruh görmek suretile aslî
vahdeti temine çalışmıştır. Allah hakkındaki tetkikatına nihayet vermeden
zihin, müspet bir yola giremez. Biz mücerret bir mefhumu nekadar kuvvetle
tasavvur edebilirsek edelim, gene ancak birtakım kıyaslarla zihnimizi tatmin
edebiliriz. Mutasavviflerin idrak edebildiği mücerret ve mütenakıs ulûhiyet
tasavvuru, bu nevi tasavurlar- dandır. Ve bir malûliyetin ve münfailiyetin
mahsulüdür. Dimağımız hiçbir vakit kâinata intibak istidadında değildir.
Zihnini bu intibaka hasretmiş olanlar, bu hayatta daima münfail kalmış ve
meçhulât içinde boğulmuştur. İntibak, âciz zekâların işidir. İnsan, tabiati
aşmak ve tabiatin üstüne yükselmek, tabiati kendi gayelerine tatbik etmek
iddiasında olan bir kuvvettir. Bu kuvvet, hergün biraz daha yükselmekte ve
cihazlarını artırdıkça maveraî âlemden alâkasını o nispette kesebilmektedir.
Bunu pek iyi idrak etmiş olan İslâmiyet: «Allahın nimetlerini düşününüz;
Allahın kendisini değil, siz samedanî kudreti takdirden acizsiniz.» demek
suretile ihtiyatkâr bir bilinemezciligi-AgnostİCİSme kabul etmiştir. Zira:
Allahın künhünü herkes kendi seviye ve seciyesine göre anlar. AnatOİ de France’ [1844- 1929] ın
bir nutkunda söylediği gibi: «Saf adamların takdimeleri, saf ilâhları
besler; cehalet ve kinin siyah kurbanları ise, vahşî ilâhları semirtir.»
İslâm
âriflerinin «Cenabı Hakka ait fikirler hususunda, herkes istidadından falza
bir şeye malik değildir. Avam, hayvaniyet derkesinde olduğundan herşeyi yalnız
kabuktan ibaret görür; İnsaniyet derkesinde bulunan
(3)
1’. Tannerv — Poııı rhistoir de la
.selence hellen de-Thales a bmpedocle, Paris: 1877.
havas ise
kabukla özü birlikte görür; Âşık ise, Rabbaniyet derecesine yükseldiğinden,
kabuktan sıyrılıp yalnız özü görür. « tarzındaki noktai nazarları, bu fikrin
ârifane bir ifadesi olmakla beraber, nihayet bir mürit ve bir derviş için
manidardır. Biz hiçbir şeyde gaiyet görmediğimiz cihetle, beşerin anlayış
kabiliyeti nisbetinde değişen bir ulûhiyeti tasavvur bile etmek istemeyiz,
insan ulûhiyet gibi mudil Ve müteal bir mefhumu değil, en basit, hakikatlerin
kıymetini de köhdi fikrî seviyesine nazaran ölçer. Ruhlara itminan ve zihne
tam bir kanaat vermiyen ve her dimağda tekmil zaman ve mekânda değişemeyen ve
ayni olmıyan hiçbir şey, mutlak hakikat derecesine yükselmiş değildir.
* *
lyonia mektebinin
esaslı fikirlerini ayni mektebin şakirtlerinden Anaxa- gore[M. E: 500-428] ve Heraclite tamamladılar. Pericles’[M. E: 499-429]
in refiki olup seleflerinin maddeci fikirlerinden ayrılmış gibi nazarı itibara
alınan [1] Clasumenlı Aaxagore; maddeden
müstakil bir Muharriki evvel kabul etti. Ve ihtimalki kendisini Maddecilik-Materi alisme’ten ihraç eden âmil
de bu oldu. Bu zat [2] hareket noktası olarak Namütenahîliği ve bu namütenahîliği
dolduran sayısız zerreleri kabul etti. Bu zata nazaran, namütenahilik sakin
olduğu halde, sonsuz ve görülmez zerreler müteharrikti. Bu hareketten
zerrelerin mütecanis münasebetleri ve şekilleri vücude gelmek suretile hilkat
teşekkül etmiştir. Fakat bu, kendi kendine teşekkül etmiş değildir. Her
tehallül ve terekküb, harici bir kuvvetle husul bulur. Bu kuvvet bütün kâinata
nizam veren ve tesadüfi olmıyan ve bir insanı idare eden kuvvete kıyas
edilebilen âlî bir iradedir. Anaxagore, buna “4^/-NoÛS„ diyor. Bu akıl,
her yerde hazır ve nazır bütün mevat ve eşyadan mutlak surette
‘ (1) A.
Fouille : Histoire de la philosophie Paris-, 1924
(2)
ANAXAGOR.’a göte: Haıekct bir sebep
değil, bir vasıla ve .halta bizzat bir hadisedir. Yani hareket kendisinden başka
bir mevcudun terekküp ve tahallülünden husule gelir. Şu halde tabiatta hiç
birşey mahvolmaz, hiç birşey de vucut bulmaz, belki herşey tebeddül eder. Zaten
tabiatta ki hadiseler de umumî bir tahallül ve terekküpten ibarettir.
Namütenahi olan herşey, namütenahi kısımlara ay- nlanlardır. Zira, her kül
eczadan mürekkeptir, ve taksim olunan her cüzü, küllün, yani aslının tekmil
evsafına maliktir; bir çekirdekte bütün bir ağaçın eczası mevcuttur. Fakat
mevcudat mahiyetleri itibarile birbirine benzeyen değil, bilakis benzemeyen ve
zıt olan zerrelerden mürekkeptir. Cüz, küllün aynı, ve herşey herşe- yin
içindedir. Saniyen her zıt olan zerre zıt olan külde mevcuttur. Ve bir ağacı
besliyen bütün mevat toprakta vardır. Binaenaleyh: Ağacın tahtası, yaprağı,
çiçeği, toprağın muhtelif zerrelerinde saklıdır. Anaxagor: «Mevcut olan,
mevcut olmuş bulunan, mevcut olacak olan, ancak odur » demekle Allahı
mahlûkatile kaim, mihaniki, bir prensip gibi telâkki etmiş oluyor.
basit, rakik ve
lâtiftir. Her şeyi muhit ve her şeye şamildir. Hülâsa o bir Allah’tır. Anaxagore’un kabul ettiği bu “Akıl,,, maddeden müstakil,
fakat maddeyi hareket ettiren bir ruh, bir hakikî illettir. Görülüyor ki, bu
zatın Allahı, bir sebeple netice alâkasından başka bir şey değildir. Bununla
beraber, bu Allah, mücerret bir maneviyet te değildir. İnceliği nisbetinde de
maddî evsafı haiz bir kuvvettir. Bir Muharriki evvel dir ki, besatet
ve saffetine rağmen cüzlere ayrılır. İşte bu akıl, karmakarışık bir halde olan
ilk âlemin her hangi bir noktasında Deveranı bir hareket vücude getirdi.
Bu hareketten maddeler ayrıldı, karanlık, aydınlık, esir ve hava vücude geldi.
Hülâsa bu zatın prensipi de mihanikidir. Ve bu fikirlerde gaiyetçilik yoktur.
Zaten Anaxagore
ilâhlardan bahsetmedi. Fakat kâinatı Fizikî nizamdan bir
mabudun eseri addetti.
Eski Yonanın en karanlık feylesofu Heraclite olan
canlı ve İlâhi bir alevdir.
Haraclile [M. E:
576-480]: Çok beliğ ve şairana bir üslupla âlemin başlangıcını Ateşe
irca eder.
Bu zata
nazaran, hiçbirşey olduğu şekilde sabit ve istikrar içinde değildir. Şimdi
yerinde durur gibi olan, biraz sonra kaybolur. Tabiatte mevcut olan herşey
akıp gidiyor. Alem birtakım hadise ve değişikliklerin teakubudan ibarettir.
Bu âlemşümul değişiklik, oluş, sayruret - devenir, alemşümul bir
cereyan ve hareketten vücude gelmiştir. Her harekette ise hararet vardır.
Demek, umumî hareketi, sabit zannedilen, fakat eczası arasında görülmez
ihtiraslar bulunan bir Tutuşma - Enbrasement temin ediyor. [1] Ateş, halk ederken
mahveden ve imha ederken vücut veren bir kuvvettir ki, maddedeki şekiller,
ancak bu ateşin tesir ve tecellilerinden husule gelir. Heraclite’in bu ateşi akıllı
bir kudrettir. Herşeyi vücude getirdiği halde, kendi görünmeyen ve yalnız
eserlerile malûm
(1)
Heraklitin Felsefi düşüncesi, kısmen
ve aynen Hint Felsefesinde de mev- euttur: Esasen «BOUDDHA» ntn düşüncelerini
izah için temsilen kullandığı kelime, hemen ateşe münhasırdır. Heraklitin
kelimelerde «Nahavagga» daki « Hasselerin kızgın alevleri» tesmiye edilen bir
parçadan şu satırları mukayese edelim:
«Kül — Toııt »
alevdendir. Alevden olan bu kül nedir? Göz alevdendir. Görülebilen şey de
alevdendir. Göı ülebilen şeyin bilgileri de alevdendir. Ve bununla temastan
husule gelen his, meserret olsun, iztırap olsun, isterse bu hislerden hiç biri
olmasın... Bu hisler de alevdendir. Bunlar hangi ateşle tutuşmuştur? Arzu
ateşile, kin ateşile, körlük ateşile. tutuşmuşlardır. Bunlar, doğum ve ihtiyarlık.
ölüm ve zahmet, şikâyet ve iztırap, elem ve ümitsizlik vasıtasile tutuşmuşlardır.
İşte sözlerim bunlardır. (Bu beş hâsse hakkında aynı -fikirleri tekrardan sonra
sözüne devam eder.) Koku ve ruh alevdendir...» HER A Kİ dian kâinatı canlı bir
ateş ve bir hareketten ibaret görüşü. Hindin herşeyi ifsat eden şu dört dalga-
Eşyadaki
muhtelif şekiller, bir hayat arzusundan ibarettir ki, tatmin edildiği müddetçe
halk eder. Aksi halde mahveder. Şu halde mevcudat, umumî bir tahallül ve
terekkübün neticesidir. Bu inhilâl ve terekkübün ilk illeti «deştir. Demek, bir
hareket eden birde hareket ettiren şey var. «Bunlar yekdiğerinden hiçbir
suretle ayrılamazlar.» Hareketin kanunu : Aralarında tehalüf ve tecanüs
bulunan şeylerin birleşmesinden ibarettir. Esasen mevcut demek Heraklite’e nazaren
zıtların hareketi demektir.
Bu daimî ve
hareketli karışıklık, ezelî ve muktedirdir. Herşeyin herşeye muhalefetinden bir
ahenk husule gelir. Şu halde mücadele, mevcut olmak için şarttır. Bu
zatın tasavvır ettiği zıttıyet: müspet menfi, malûm ve meçhul, erkek ve dişi
gibi bir zıttıyettir. Ancak bunların hareket etmesinden birşey vücude gelir.
Bu itibarla: Ahenk kanunu, meş’umdur ve zaruridir. Fakat bu zaruret kendi
kendinin aynıdır ve mütefekkirdir. «Mevcudun kendini idare eden dahilî ve
görünmez fikridir.» îşte bu düşünen ve düşünceden ibaret olan ateşin
tefekkür, Allah
dir. Mevcudatın mebdei soğumaya başlıyan ne maddî, ne gayri
maddî ne mahsûs ve ne de gayri mahsus, hem var ve hem yok, herşey ve hiçbirşey
olan ve daimî bir sayruret mücadelesile tekewûn edip adme giden afeş’tir. [1]
Ateşin vücude getirdiği
sile irtibat
ve ayniyet kespeUer: «Arzu, tevellüt, hata ve cehalet dalgaları» «OL- DENBERG»
in teminine nazaran: «Hintliler alev ve suda yalnız hareket değil bu hareketin
tahrip edici iktidarını da görmüşlerdir» Zaten Hint meslekinde hiçbir şey
yoktur ki, bir sebepten husule geldikten sonra daimi Bir değişiklik ve tekâmüle
maruz kalmasın. İşte kâinatın bütün şe’nivetleri. vücutla « l.âvümt » yanı var
o- lanla olmayan arasındaki bu ebedî « gidip gelmede - Ocillation » saklıdır.
ZERDÜŞT
dinindeki mukaddes ateş, HERAKLİTİN gördüğü ateşten başka birşey değildir.
Bilhassa BOUDEHA’nın şu sözlerindeki dinî ve ahlâkî gaye çıkarıldıktan sonra
kalan kısım, ne kadar HERAKLİTin aynıdır: «Her mahlûkun mevcudiyeti bir aleve
benzer; hayatımız alev gibi ebedî bir tutuşma hadisesidir. Kurtuluş, İm alevin
söndürülmesindedir. Bu alev uzun zaman sönmez ve kendine bir gıda buldukça
mütemadiyen yanar ve parlar. Tıpkı rüzgâra tutulmuş bir alev, arzın sonuna kadar
nasıl yayılıp gidebilirse öylece, mevcudiyetimizin, alevleri de akıcı ve
gezicidir. Ruhların muhaceretinde mesafelerin derinliğinde gezer, semalardan cehennemin
derinliklerine iner ve cehennemden semalara yükselir. Bu iztıraptan kur
tutmanın çaresi « EENAEİNNEEİS » tir ».
(2)
Hint felsefesinde ölüm, mutlak olarak
kabul edilmedi, (filimden sonra ruhların ve mevcudatın «muhacereti - transmigration»
kabul edildi. BOLÜDHA zamanının hükümdarlarından birisile şöyle konuşuyor: «
İnsan gece bir ateş yakacak olsa, bu ateş bütün gece yanmıyacak mıdır? — Evet
yanacaktır.
— Şu halde
meş’aleniıı ilk yandığı zamanki alevleri, gece yarısındaki alevlerin ayın mıdır
?
— Hayır! —
Öyleyse bu alevlerin her biri muhtelif, zamanlarda başka şeyler midir?
— Hayır, hepsi
aynı uıısurlaıdan mürekkep olarak yandılar. — işte, ev bü-
tenasühler ve
istihaleler yine ateştir. Ateş terkibine halel, gelmeden şekli değişen bir
cevherdir. Bunun tevlit ettiği, yahut kendisinden tevellüt eden hareket ve bu
hareketin vücude getirdiği âlem, ebedidir. Zira değişen ateş değil, şekildir. Heraclite, hilkati, bir
Allahın husule getirmediğine kani oldu. Zira, ona göre ateş, esasen vardır ve
var olacaktır. Lâye- mut olan bu ateş, söndükçe yanacak ve yandıkça sönecektir.
Yani kâinat bir alev tufanı içinde mahvolacak, fakat bu müthiş yangının mahvettiği
âlemden yeni ve âteşin bir âlem tevellüt edecektir. Binaenaleyh Heraclit’in burada
kullandığı Allah
kelimesini, sadece hadiselerin, değişikliklerin izahı için
kullanılmış bir mefhum gibi telâkki etmek lâzımdır. Zira Fragments’larında açıktan açığa:
((Bu âlem,
der, tekmil mevcudat için aynıdır. Hiçbir Allah ve hiçbir insan bu âlemi yaratmamıştır.
Alem vardı ve vardır. Altına karşı tacir ve tacire karşı altının mübadele ve
münasebeti gibi, her şeyin bu ezelî ve ebedî olarak mevcut olan ateşe karşı ve
ateşin de her şeye karşı bir alâka ve münasebeti vardır. Hilkatin şartı
sayrurettir, zıtların bir anda hem ayniyet ve hem tenkuzudur. Binaenaleyh,
canlılıkla cansızlık, uyanıklıkla uyku, ihtiyarlıkla gençlik hep ayni şeydir.
Zira bütün bunlar, değişiklik ve sayruretle olur ve yine bu vasıta ile dir ki,
bu şu ve şu bu olabilir; bunun içindir ki her şeyin babası ve hâkimi Mücadele ve Münazaa- Le conflit
(Polemos ) dır. Böylece her şeyden bir şey ve bir şeyden her şey zuhur eder.
Alem oyundan zevk alan bir çocuktur; bir çocuk hakimiyetidir. Fakat bizzat
oyuncunun çocukça saltanatı, hakikî bir saltanat ola- mıyacaktır.»
Şu iddialardan
da anlaşılıyor ki Heraclite, her şeyde bir
vahdet olduğunu anlamış, ve bu vahdeti ebedî bir cereyan içinde görmüştür. Her
şeyi bulunduğu vaziyete göre İzafî addeden bu müstehzi feylesofun, Allah mefhumunu
da İzafî addedeceği aşikârdır. Ve bu husustaki telekisinin mahiyetini izah eden
şu cümleleri ne kadar dikkate şayandır:
yük kırat!
Varlık unsurlarının silsilesi de böyle kapanır. Biri doğar, diğeri gider. Ucu
bucağı olmaksızın bu daire kapanır. Bu ne aynı varlıktır, ne de başka bir
varlıktır.» HERAKLİTE dede «Herşey, mahsur bir daire etrafında cereyana mecbur
[olan bir su gibidir. Daima geldiği yerden geçecek ve daima geçtiği yere
gelecektir.» BOUDDHA «İnsanın mevcudiyet susuzluğuyla muhaceretten muhacccrete
katlandığı devrin başlangıcını tayine, imkân yoktur. Dört Bahrimubiti dolduran
sudan, beşeriyetin döktüğü göz yaşları daha çoktur » « Hayata dahil olan vücut'
nereden geliyor; ey tilmiz ?! Bu ne senin've ne de başkalarının cismidir. Onu
daha ziyade bir şekil iktisap ederek iradeyle tahakkuk eden ve nihayet
tutulabilir bir hal alan mazinin bir eseri gibi telâkki et! » der. Hemen
denebilir ki, her iki feylesofun da ilham menbaları aynıdır. Yalnız, biri fazla
mütefekkirken diğeri fazla hassas ve binaenaleyh birisi fazla nikbin iken,
diğeri bedbindir. Maamafih, her ikiside yaşamak iradesinden mahrumdur.
«Domuzlar
için bataklık saf sudan daha kıymetlidir. Eşekler için saman altına faiktır. Ve
Allahın nazarında en hakim insan, bir maymundan başka bir şey değildir, insanlar
için tehlikeli olan, saf olan veya olmayan su, balıklar için pek iydir!!..»
— Her şeyin izafîliğini
- relativite kabul eden bu Kuvvanî - Dinamique felsefe, son asır
felsefesine pek büyük bir tesir ika etmiştir. Bütün bu fikirler, bu zatın bir
düstur haline getirdiği şu cümle ile hülâsa edilebilir: .
« Oliim bir
münteha değildir. Hilkat daimi bir ölüş ve diriliştir. » Hegel, bu felsefenin
cazibesinden kurtulamamıştır; ve Bergson ayni fikirleri daha asri ve makul bir
şekilde ifade eder. Eğer Bouddha nın bedbinliğini, eski kavimlerin
şiir ve esatirini bertaraf ederek düşünürsek o devirlerde şu hakikate vasıl
oluruz: Her şeyin bir sebebi vardır. Bu sebep mutlaktır. Eşya ve hâdiseler,
Umumiyatle hilkat, bu ilk sebebin iradî bir eseridir.. Hâlik ya halkettiği
şeylerde mündemiç veya eserlerinin haricindedir. Hilkat için bir adem yoktur.
Zira hâlik, ademe vücut verdiği takdirde kendini idam etmiş olur. Kâinat bu
hâlikın bazen Kuvvanî ve bazen müvazeneVÎ-Static[ue bir fışkırma
ve genişlemesinin eseridir. Bihaenaleyh, bu mefhum [su, toprak, ateş, hava
ve namütenahi] ye inkılâp edebilir. Halbuki bunun hepisi aynidir. Hepisinin
aslı İlâhidir. Zira ilk sebep ülûhiyettir. Ve ülûhiyetin hâlikane temasına
oğrayan her şey ülûhiyetin irade ve mahiyetine intibak eder. Bouddha nın dediği
gibi: « Tutuşmuş bir ateşten fışkıran kıvılcımlar, tamamen ateşe benzerler.
Ve etrafa yüz binlerce saçılırlar. Böylece ey dost! Muhtelif mevcudat,
ebediyetten doğar, ebediyete avdet ederler.»
-— <(
Varlık, evvelce yalnızdı, çoğalabilir miyim? dedi. Ve kendisinden ateşi
yarattı. Bu sefer ülûhiyet yani, varlık düşündü: Bu üç mahlukun — Ateş, Su,
Gıda — içine ihtiva ettiğim hayat Nefesi ile gireyim ve onlarda isim ve şekil
ishar edeyim, dedi; Ve derhal bu üç unsura girdi ve hayat nefesi ile üçünü
yekdiğerine karıştırdı. Böylece bu üç mebde, Atman in tesiri
altında önümüzdeki ş’enî âlemi vücude getirdiler...»
Zahiren lyyoniya mektebi, Allahı
hiç düşünmedi. Fakat tabiî maddelere küllî bir akıl isnat ederek her şeyi,
kendiliğinden zuhur etmiş gibi göstermek istedi. Fakat bu Allahın dinî
şekilden tecerrütle felsefî bir kisve altında görünüşüdür. însan, bir güzelin
karşısında müteheyyiç olur, kendini kaybeder ve sever. İman, bu sevginin
eseridir. Fakat malik olduğumuz güzel şey, âsabımızdan kurtulup zihnimize hitap
edince taciz eden bir
şey olur, düşünür, şüphe ederiz. Ve
bazılarının allahsızlık zannettiği bir intibah içinde: Demek bu sevdiğimiz şey
okadar güzel değil, şu veya bu eksiği var, nasıl oldu da bu kadar zaman
mevcudiyetimi kendisine hasret- ‘
tim ? » diye
nadim oluruz. Aşkın, yani imanın fesada oğradığı an, işte bu andır. Halbuki
taptığımız mevcut kudretini bizim zâfımızdan almış ve şaşaasını bizim
elimizde kaybetmişti. Ona tapan bizdik, onu, üzerinde ibadet etmeden eskiyen
bir kıymetli seccade haline getiren kendimizdik, onu biz sevdik, biz eskittik.
İşte din ile felsefenin, Allah karşısındaki vaziyeti budur. Jyoniya
mektebi bu sebepten, Allahı aşikâr olarak mevzularına almadı. Fakat
hallettiklerini zannettikleri hilkat muamması, yine eski esatiri sevgilinin,
evsaf ve kudretlerde tezyin edildi. Yani bunlar Allahı hilkate feda ederken,
hilkati Allahlaştırdılar. Bu da bir nevi Pantheisme
değil midir ?
Medeniyet ve
ilimler yekdiğerine zıt hareketlerin eseridir. Bir yerde müspet bir hareket ve
cereyan varse
Heraklit
ağlarken mutlaka onun yakınlarında
menfî bir
cereyan ve hareket mevcuttur veya mevcut olacaktır. Yeknesakî ve ittirat ancak
adem kanunudur. Tabiatin hiçbir halile imtizaç edemiyen insan, fikir âleminde
ebedî bir kararsızlığa mahkûmdur. Kâfirlerle müminler, her asırda yekdiğerini
ayni sıfatlarla tel’in etmişlerdir ve bu devam edecektir. Zaten, eğer hilkatin
mutlak bir müntehası varsa, bu nihayet, fikir ve harekette, mevcut ve madumda
husule gelecek olan tam bir müvazenet- le husul bulacaktır. Bugün medenî dimağlarda
ise, bu müvazenenin husulü imkânsızdır; bugün beşeriyet hilkatin yıkıldığını
değil, belki yeni bir zihniyetle hayat ve faaliyete başladığını görmek
saadetini hissetmiştir. Binaenaleyh hiçbir manevî kuvvet ve korkuya dayanmayan
asrın yüksek ahlâkı, İlâhî kuvvetleri bertaraf ettikten sonradır ki, en yükse
derecesine vasıl olmuştur.
III — Elea Mektebinde Allah Telâkkisi
lyoniya mektebinin
alışamadığı büyük yaratıcı, Elea mektebinde yüksek mevkiini kazanır
gibidir. Esasen devrin de, lyoniya mektebinin fikirlerini başka şekilde gören
bir ihtiyacı vardı. Bu ihtiyaç, yalnız her cereyanı muakis bir cereyanın takip
etmesi lüzumundan değil, gittikçe inkişafa başlıyan zekâların hakikati
araştırma işinde gösterdiği tabiî bir didinmenin eseridi. Elea mektebi şöyle
düşünüyordu:
Vakıa, âlem
yalnız mahsûs şeylerden ve maddelerden ibaret gibidir. Halbuki, madde bu veya
şu şekli, bu veya şu hareketi kazanabilmek için bir fail ister, ve bu fail,
iradeli ve muhtar olmalıdır. Bu takdirde hilkatin haricinde bulunan büyük bir
mabuda ihtiyaç vardır.
Fakat hilkatin
harici neresidir? Zihin böyle birşey aramakla mabudun İlâhî şanına lâyık
olmıyan bir mekân tasavvur etmek zaruretinde kalır. Allah ise her yerde hazır
ve nazır, alîm ve habîr olmalıdır. Bunun için ise herşeyden evvel mekândan
münezzeh olmak iktiza eder. Aksi takdirde fCibriya-Immenent sıfatının
manası kalmaz. Öyle ise Allah, hılkatta mündemiçtir. Cenabı Hak, hilkatte
mündemiç olunca, mahlûka ne ihtiyaç vardır? Müstakil bir kâinat
tasavvuru, İlâhî vahdaniyeti ihlâl eder.
Binaenaleyh,
mevcudat hiçbir zaman mahlûk olmadı. Zira herşey Allahındır. Ve Allah birdir.
Müteaddit olsaydı, rabbani sıfatlarına halel ariz olurdu. Müteaddit olsa bile,
içlerinden en fazla külliyet ifade edenin, en büyük mabut olması iktiza ederdi.
Hulâsa mevcudat
onun sübhanî bir tecellisinden başka birşey değildir. Hiçbir şey yeniden mevcut
olamaz. Mevcut olan şey mevcuttu. Ve mevcut olacaktır. Zaman ve mekânda
kendisidir. O, bir «Akli kÜllî-Raison üniverselle» dir. Vukua
gelen değişiklikler de hep görünüşten ibarettirler.
Bütün bu
fikirler hicviyelerde meşhur olan aXenophane» [M.E,430]a
aittir. Fakat bu fikirlerin nihayeti başka türlüdür; yani, Xenophane, bilhassa Homere ve Hesiode’un bahsettiği
Allahı ret eder, Halkın ahlâk ve itikatlarına mihrak vazifesini gören bu
Allahlar, «Xenophane»
a nazaren, binbir beşerî reziletle müttasıftırlar. Bunların
şekilleri ve ruhları, insana benzediği gibi kendileri de insanlar tarafından
ibda edilmiştir: Ona göre:
vEthiop» lı
bir adam Allahı siyah zanneder; bir Trakyalı ise, mavi
gözlü adder.
Öküzler ve atlar da bir Allah tahayyül etselerdi, kendi şekillerinde
görürlerdi. »Binaenaleyh, sadece ahlâkî bir kıymet ve kanun olarak bir
Allah ihtiyacında isek, bunu kendimize benzetmeliyiz; ve ondan korkmalıyız.
İşte ancak böyle anlaşılan bir Allahtır ki, herşeyi görür, düşünür ve işidir,
maamafih bu allah tâ hareketsizdir. Zira hareket beşerî bir ihtiyaçtır.
Allah olsa olsa alemi, müfekkiresinin zihnî kudretile
idare edecektir. Ve mutlaka bir şekil vermek lâzım- gelirse şekillerin en
mükemmeli olan küreviliği Al. . laha vermek iktiza eder. Bazı
felyesoflar Xenophane’nın
hareketsiz fakat akıllı ve kürevîAllah telâkkisini,
tabiatı allahlaştırmak manasına alırlar.
Halbuki bu zat
bir tarafta «Antropomarphisme»î den, diğer taraftan da « Pantheisme »
den kaçmış ve Heraklite ile birlikte
ilk defa olarak Yonan felsefesinde esatire tamamen zıt bir ilâhiyat-
theologie vaz etmiştir. Hulâsa bu Allah, tabiat kanun" larının
şahsiyetsizliğini, sükûnetini ve maneviye-
Xenophane tini temsil
eden bir idealdir. Maamafih ArİStOt’-
un da tasdik
ettiği veçhile, Xenophane: Zamanındaki itikatlara büsbütün
lâkayıt kakımamış, sadece gerek ruh, gerek zekâ Ve gerek harici şekilleri
itibarile fanilere benzömiyen ve bütün mev- cudiyetile cehitsiz bir surette
idrâk ve tahrik eden bir Allah kabul etmiştir. Ve bu suretle ilk defa olarak vahdaniyet nazariyesini
ileri sürmüştür [ 11. .
Bu fikirleri, Eflâtun’un: «Korkunç,
hürmete şayan ve sözlerinde anlaşılamamak tehlikesi mevcut bir hatip» diye tavsif ettiği Parmenİde[M.E-.47O] tamamladı. Bu
zat “Tabiat
hakkında,, yazmış, olduğu şiirlerle “Xe- nophane,, ın Pantheisme’ni kâfi görmemiş
olacak ki, âlemi, birisi fail ve müspet, diğeri menfî ve münfail olmak üzere
ikiye ayırdı. Biri FİZİk^ diğeri Metafizik olan bu iki
âlemi birleştirmek maksadile bir takım boş teviller yaptı. Ve nihayet «Müstakil
mevcudat yoktur, mahlûk yoktur, halkolunmak ihtiyacı da yoktur. Bir şey varsa
var, yoksa yoktur. Mevcut ne doğmuş ve ne doğurmuştur: Hattâ âlemin menşeini
düşünmek bile hatadır.» nev’inden basit bir Agnostisisme ve Pantheisme
düsturu vazetmiştir. . ;
, |1| M. İzzet
bet'; Felsefe tarihî : cilt 1 « K, Vorlander ». den tercüme.'
Yine ayni
mektebe mensup olan bir de MelİSSUS vardır; bu zat arkadaşlarının
fikirlerinden pek te ayrılmaz. Bununla beraber onlardan biraz daha fazla
Allahsız görünür: Ona nazaran: Hilkat-VEkrete boşluk yoktur. Bu itibarla
hareket te yoktur. Binaenaleyh âlemde yerini değiştirerek çekilebilecek bir
şey de yoktur. Hiçbir şey genişlemek ve daralmak kabiliyetinde olmayınca,
âlemin değişmiyen bir vahdete malik olduğu anlaşılir. Filhakika eğer hilkatte
azalıp çoğalmak ve şekil değiştirmek gibi birtakım evsaf mevcut olaydı, âlem
kendi kendine benzemiyecek ve hattâ ezher cihet çoğalmış bile olacaktı.
Hilkatin on bin
senede «bir kıl kadar değişmesi, kendisini, zamanın heyeti mecmuası içinde
tamamen mahvetmeğe kifayet ederdi.» Şu halde acaba bu değişmiyen vahdeti temsil
eden hilkat Allah mıdır ? Hayır 1 Bu öyle bir şey olsaydı bile mutlaka şuursuz
olacaktı. Zira, tegayyürsüz ve tahav- vülsüz bir şuur mevcut değildir. Hülâsa,
görülüyor ki bu zat, bir taraftan hilkati cisimsiz bir imtidat gibi telâkki
ederek bir nevi Spmoza’nın Allah görüşünü pek çok asır evvel keşfetmiştir.
Bunlar HeraCİİte’i
makûs bir noktai nazarle tevil ettikleri gibi, nazarlarımızda
pek kıymetli olan ve her şeyi kendisile izah etmek istedikleri «Allah» a,
kâinatı feda etmek suretile kendi şahsiyetlerin de ilâhileştirmiş oldular..
Esasen Panthe- isme ne kadar her şeyi bir vahdet çerçevesi içinde görmek
isterse istesin ma’kul bir tefekkür için, bu meslekten daha fazla Çokçuluğu
- Pluralisme müdafaa eden bir meslek mevcut değildir. Esasen bu namütenahi
tenakuzlarla de lekelidir.
Burada
istitraden şu noktayı hatırlatmak zarureti karşısındayız: Umumiyetle itikat ve
tefekkür sahasında Idealisme, Mystisisme, Pantheisme ve Sofiye
gibi birtakım meslekler vardır ki, çok defa yekdiğerile karıştırılmaktadır. Biz
Mystisisme’i bir istifham ve menfî bir yükselme felsefesi, Pantheisme’i
âcizliğin, Idealisme’i hayalin felsefesi addederiz, ve umumiyetle Mystisisme’in
amel sahasında menfi bir modeli olan Sofiye’yi marazî bir şehvet
telâkki ederiz. Bu dört meslekin hepsinde Allah mefhumu mevcuttur. Hepsinin
kıymetleri ahlâkî olabilir. Bununla beraber beşerî cemiyetlerde hiçbir ahlâk
düsturu, mutlaka felsefe ile alâkadar değildir. Felsefe, ahlaka sonraları el
uzatmıştır. Felsefî bir mesleke sülük etmek te yalnız şahsî mizacımıza tâbidir.
İlmin bahşettiği aş£ta ise ahlâkiyet, ancak her şeyi bir keyfiyet gibi
mütalâayla mümkündür, Herkesin ahlâkı kendi sindedir. Ve bunun hiçbir semavî
veya haricî emirle mahiyeti değişmez. Bu sebeptendir ki, hilkatin büyük
günahlarından ekserisi, tarikat kapısını veya bir dini kendisine istifade
olunabilir bir meta’ haline getirenlerden sadır olmuştur.
Bu tarihî bir
hakikat olmakla beraber Mystisisnie asrımıza kadar hükmünü
sürüklemiştir. Zira: Biz tamamile müşahhas ve riyazi bir muayyeniyete irca
edemediğimiz her hakikati tevil ederiz. Ve bu teviller ne kadar vazih olsa da,
içimizde izi kalan istifham işareti hiç bir zaman silinmez. İşte mistik
felsefe, bu istihfamın felsefesidir. Pantheisme’e gelince:
Bu fikrin
iflâsını ilân eden ve dolayısile tekmil mevcudatı, muhtevi oldukları kabiliyetler
ve kuvvetlerden tecrit edip atıl bir ülûhiyetin lâyete- gayyer maddesi haline
getiren bir düşünce tarzıdır. Bu nefsinde bir inbi- sat kudreti bulmayanların
felsefesidir.
Halbuki zahiren
en fazla antropomorfik ve binaenaleyh en fazla nefsin genişlemesini tazammun
eden bir felsefe gibi görünür. Pantheisme, mystisisme’e bağlı ve onun
istifhamına cevap vermek isteyen ve fakat
tecessüsü
büsbütün hırpalayan muzaaf bir muammadır. Ve neticesi «bilmiyorum » dan
ibaretti.
İdealisme, zaman zaman
muhtelif şekillere girdiği halde çok defa gaiyetçi ve ekseriya şüpheci - Sceptique
zihniyetlerin mahsulü oldu. Yokluğa da varlığa verdikleri kıymet kadar bir
ehemmiyet atfeden bu meslek, bütün felsefe tarihinin bir şiiri mahiye tinde
kaldı. Bu maddeden yorulan ve maneviyatın evhamından bıkan insanların Arafı-
Purgatoire’dır. Bu bir nevi dinlenme felsefesidir. Sofiye, Pantheism’irı
amle, fiile inkılâp etmiş olan şeklidir. Pantheisme, talimi bir şekil
aldığı müddetçe Sofiyede nihayet bulur. Sofiye, hangi taraftan bakılırsa
bakılsın Pantheisme ve mystisisme’in bir terkibinden
Loo-1 se ibarettir.
Ve daima tarihin, beşeriyeti bedbin
nevmit yapan
müheyyiç ve meş’um hadiselerini takip eden bu meslek, bir felsefe olmaktan
ziyade bir yaşayış, bir hayat tarzıdır.
Sâliklerinin hayatla
alâkası, ademle olan alâkasından fazla değildir. Mu
sallat olduğu
cemiyetleri tamamen ifna eden bu “Fena finnefis“ mesleki,
işsizlerin işidir. “Ölmeden evvel Ölünüz,, den ibaret olan
düs
turlarının
menşei pek eskidir. Veya ekseriya pirlerinin ruh ve kalbin tasfiyesi için
yaptığı telkinleri, yanlış anlamaktan ve yanlış tatbik etmekten müteuellit
marazı bir açlıktır.
IV. Atomiste’ler de ve Fısagore Mektebinde
Allah Fikri
Elea mektebinin
eksikliği ve yanlışlığı, felsefî bir kanaate malik olma- malarındandır. Zira
neticesinde müspet bir şeye ircaı kabil olmıyan her hangi bir noktai nazarın
felsefe ile münasebeti yoktur. Elea mektebile müvazi giden ve maamafih
onlardan ayrı bir tefekkür tarzına malik bulunan Zerrecilik - Atomisme, Demecrite’in [M. E : V inci
asır.] Fikirlerde kuvvetlendi.
Başlıca
müddeası LavoİSİer
kanununu andıran «Hiçten hiçbir şey husule gelmez, ve
mevcut olan şeyden hiçbir şey mahvolmaz.» düsturundan ibarettir. Democrite’e nazaran hilkat «
Boşluk - Vide » ve zerrelerden ^Doluluk - Plein » mürekkeptir. Bu
zerreler adetçe namütenahidirler. Ve şekilleri namütenahi tenevvuata maliktir.
Hilkatte gördüğümüz her değişiklik, zerrelerin bir tecezzi veya terakümü -
Agregation neticesidir.
Hiçbir şey
birden ve ezkaza zuhur etmiş değildir. Fakat her şeyin illet ve zarureti
kendisinde mündemiçtir [1]. Atomlar vasi mesafelere düşerler. Sukutları çok
seri olan en büyük zerreler, daha küçüklerine çarpar. 'Bunların husule
getirdiği canibi ve girdibadî-tourbillonair hareketler, âlemin teşekkülüne sebep
olur. Sayısız âlemler derhal zeval bulmak üzere bir anda ve mütevaliyen
teşekkül ederler. [2]
Atomiste’ler herşeyin ilk
illet ve sebebini kendisinde saklı addetmekle
[1]
Bu düşünüş EMPEDOCLE ve ANAXAGORAS’a
isnat edilir,
[2]
Democrite, atomların hareketini üç
şekilde hulâsa eder:
I — İPTİD AÎ
HAREKET - Mouvement Primitif ki, zerrelerin mihverleri ve 'mevcudiyetleri
dahilinde vaki olan ve hiçbir hâdise tevlit elmiyen hareketleridir.
II — Hareketin
aksülâmelinden husule gelen MÜŞTAK HAREKETLER - M. derivee’dir ki, zerreler
arasında girdaplar ve girdibatlar, deveranî bir hareket vücude getirirler.
III — Bu
deveranî hareket mevcudatı teşkil eden bir illettir. Buna da İLCAÎ HAREKETLER -
M. împulsif, derler.
gaiyete -
Teleologie, nihayet verdiler. En son asra kadar hükmünü tahdit eden bu felsefe
en son sözü söyliyebilecek gibi görünüyor. [1]
Zira hâlâ bugün
seda, ziya, hararet v. s. Bütün hikemî ve kimyevî hadiseler, Atomisme’le izah
edilmektedir. Demokrite in bu mazhariyetini Eflatun o vakit anlamış
olacak ki, haset veya rekabet saikasile bu zatın yazılarını satın alıp yakmak
istediği, felsefe tarihlerinde yazılıdır. Democrite, Allah fikrini
felsefesinden tamamen ihraç etti. Ona göre Allah, bir hayal ve korkunç bir
vehimdir. Evhamın tevlit ettiği bu hayal, insanların cehalet yüzünden tabiî
hâdisata vermiş oldukları esrarengiz bir manadan ibarettir. Eğer bu bir hakikat
ise, vusulü imkânsızdır. Democrite ve taraftarları, zamanlarında her
şeyi maddî düşünmek suretile dinlerin ve esatirin nüfuzundan zihinlerini kurtardılar.
Yalnız kâinatı canlı ve cansız, narî ve gayrinarî, iki nevi zerrelerin heyeti
mecmuası addetmek suretile tasavvur ettikleri maddî vahdeti keyfiyeten
ikileştirdiler [2]. Elea mektebinin, İlâhî âlemi, bu mektepte mevkiini
tamamen maddeye terketti. Ato- misme’m eseri, bu madde âleminde elân
bakî ve caridir. Atomcular, pek iyi anlamışlardı ki: mevcudu izah, madum veya
meçhulü tasavvurdan daha makuldür. Ve eğer bizim bilmediğimiz bir mutlak meçhul
var ise onu bu hudutsuz âlemde henüz kendisini bile öğrenememiş olan insanın
taakkul edememesinde hiçbir mes’uliyet ve mahzur yoktur. Hülâsa, Democrite
ve taraftarları temamen mihanikcidirler: Bunlar kaderciliği yıkarak
muayyeniyet- ciliği vazetmişlerdir. Bunların müdafaa ettiği muayyeniyet ve
sebepler İlâhî değil fizikîdir. Bu zat kuvvetle dünyevî bir ahlâkın esasını
müdafaa etmiş « ruhun ebediyeti, âhirei gibi tekmil dünyevî hayatı, endişe
ve ıstırap içinde geçirememize» sebep olan vehimeleri yıkmış ve
reddetmiştir.
İtalya
mektebinden Pythagore
[M. E: 600] un sayılar nazariyesi - Theorie des nombres,
ancak felekiyata tatbik olunabilen riyazi bir mantıktan
|1]
•‘Democrite’in nazariyclermde reni fiziğin esasını teşkil eden. MADDENİN
MAHVOLMA İMKÂNSIZLIĞI - İndestructibilite de la maiter, ve KUVVE TİN tahaffuzu -
Conservation de la foree, gibi iki esaslı Prensip mündemiç olduğu gibi; KANT’m
:
[Hâdisatın
tekmil değişmelerine rağmen, maddî cevher tabiatta ne eksilir ve ne çoğalır.]
manasını ifade eden CEVHERLERİN İSTİKRARI - Persistence de la substance,
iddiası da Democritemı noktai nazarında mevcuttu. »
F. A. Lange.
Histoire de materialisme : Vol 2, Paris : 1911
[2]
Bu zatın eserleri ve fikirleri,
Aristote’da ve şair Lucrccius Carııs’ım “Taibat hakkinda şiirler,, inde
miinderiçtir.
ibarettir [1].
Her şeyi vahide irca ihtiyacından doğmuş olan İftikarcılık Ideâlisme’da vahidin
tememiyeti, izahı imkânsız ve mücerret bir noktadır. Esasen Pythagore’da hareket ettiği
noktanın bu mücerretliğini gidermek için vahdeti ikiye tefrik etmeye mecbur
olmuştur :
A — « Bizzat
vahdet » tir ki, bu sayının ve sayılan şeylerin kaynağı olan Allahı teşkil
eder.
Confocias
B — « Bilfarz
vahdet » tir ki, bu kâinatın teşkil ettiği ahenk veya ahenk demek olan Cosmos
yani kâinatı teşkil, eder. Pythagore’da hilkat, pek
açık Bir ikilik arze- der. Bu ikilik tek ve çift adetlerin teşkil ettiği bir
âlem faraziyesinden doğar. Görü- lüyorki Pythagore; tek çift,
sükûn, hareket, mükemmel ve nakıs vahitlerin vahdetine dahil olmıyan, zira
mahdut bulunmıyan bir Allah ve bir hilkat, insan ruhu ve camit şeyler gibi birtakım
tenevvuları ve ihtilâfları ifade için bulunmuş ve aralarında birtakım gizli
münasebetler keşfedilmiş gjjü görünen ve bir şey ifade etmiyen ikiliklerle
malûldür.
Ve bu mektebe
mensup olan Agrigente, Iı Empedocte [M. E: V inci asır]
[1]
Hilkatte yalnız (BİR) hakikat vardır.
Ve bu reddolunamaz. Bu hakikat (BİR) dir. (BİR) namütenahi ve mükemmeldir,
ebedidir; tekmil mevcudat bu vahide vahit, ilâve etmek suretile teşekkül
etmiştir. (BİR) in mükemmaliyeti tRlığindendır. Bu sebepten her tek çiftten
mükemmeldir. Ziı.'t her çift vahide muhtaçtır. Vahidi teşkil edecek hiçbir cüz
mevcut olmadığından kendi kendisinin halikidir. Mürekkep adetlerin en basiti
(1 + 1) olan (İKİ) dir. Ve en mükemmeli (1+2+3+4) mecmuu olan (ON) dur. Vahit
bir noktadır, bir nokta daha ilâvesile hat. ve bir daha ilâvesile tul ve arz.
binaenaleyh üç budu haiz cisim olur. Bu meslekti' Allah biı keyfiyet, bir kıymet
ve şâmil bir hayırdır. Her şeve sirayet eden riyazi bir ışıktır. Bakar kendi
zatını müdrik değildir. Valiniz eserlerini ve faaliyetlerini müdriktir. Her
mevcudun şerci' ve fazileti vahdete olan yakınlığıyla mütenasiptir. Bir şey
nekadar çokluktan uzak ve basit olursa okadar mükemmeldir ve her ziyadar olan
da mükemmeldir. Arzımız İsı' kemal işareti olan ziyadan mahrum olduğu cihetle muzlim,
binaenaleyh nar bir merkez etrafında müteharriktir. Bu hareket hareketlerin en
mükemmeli olan DEVRANI bir harekettir.' Mürekkep adetlerin en mükemmeli olan
[on], bu hareketle alâkadardır. Bıı sebepten narî merkez etrafında on muazzam
küre devretmektedir. Bunların devranından çıkan sadaya KERELERIV MÛSİKİSİ
derler: Seyyarelerin hareketindeki intizamı bu musikî temin eder. Bu hareket
bir nevi rakstır. Alem ezeli ve ebedi bir ahenk içinde raksandır. Hülâsa: Bu
zata güre her şeyin ilk memba, .adettir. Yani zihnî bir mefhumdur. Adetler hata
etmezler; ve hiçbir kanun yoktur ki adetle ifade edilmemiş olsun. İ ler şey
adet içinde mevcuttur. Biz münasebetleri bile ancak adetle keşfedebiliriz.
Binaenaleyh adet her şeydir. Bu zat bir tarikat sahibidir. Rakam ve harflerin
ilahiliğini kabul eden meslekler .arasında KABALİSME ile İskamda HERleFÎLER,
NOKTAVİLER zikrohınabilir.
tabiat
hakkında [1] şiirler ismindeki eserinde bu dört unsuru, bazan
parlıyan Zeus,
besliyen Hera : bazan da dalgaları ve fani menbalan
kurutmıyan Aedne’
Nestis gibi birtakım İlâhî isimlerle tavsif etti. Bütün bunlar, ona
j'nazaran birtakım cisimlerdir ki, ağırlıkları olduğu kadar da şekilleri
vardır.
Bu şekiller
biribirine müsavi ve yekdiğerinin aynidir. Hernekadar bunlar
Empedocle
Italyada Orivieto
kilisesinin nakışlarından
zaman gibi
vezamanın tahavvülâtı gibi yeknesak ve mütecanis bir vaziyette iseler de, yine
her birinin ayrı bir hususiyeti vardır. Bunlar mevcut olan ve olacak olan her
şeyin ilk tohumudurlar. Hattâ ebedî saadet içinde olan uzun ömürlü
Allahların bile tohumukurlar.
Böylece Empedocle^ âlemin aslını,
dört unsura irca etmiş olur ve esasını mübadele ve halita teşkil
eden âlemi, mihaniki ve fizikî hâdiselerin bir mahsulü addeder. Nihayet
keyfiyeten değişemiyen unsurlar biribirini takip ederler. Ve herbiri başka bir
manzara arzederler. Öyleyse Allahta unsurlara merbuttur. Umumiyetle bu
tarzda anladığı Allah fikrinde Antrobomorfik kıymetler yoktur. Ve temsil
tarikile Allahları, fikirleri teşkil eden tam bir halita ile izah eder. «Bizzat
Allah ta, diyor, izahı imkânsız bir surette mukaddes olan bir ruhun
hareketinden başka birşey yoktur.
İlâhî
unsurlardan başlıyarak mihaniki bir surette teşekkül eden ve tahav- vülâtını,
yine bizzat İlâhî olan iki mütevali kuvvetin idare ettiği bu âlemde, diğer
Allahların rolleri ne olabilir ?» Kendisi buna cevap vermez [2].
[2]
I - L. Robin, La pensçe Grecque
Paris: 1923 — II - Y. Bider. La Bio- graphie d’Empedoclc Paris: 1894.
[3]
«Tabiat hakkında şiirlerile,
Fhytagor’un tesiri altında kalan Empedocle mektebinin fikirlerini üstadının
fikirlerde tevhit etmiş gibidir. Hilkatin aslını (Su, esir, toprak ve ateş) den
ibaret olan «Anasırı erbaa» ya irca etmiş ve ateşin diğer üçüne hululile âlemin
yaratıldtğma kani olmuştur. Hint Cosmogonicsinde olduğu gibi, bu zata nazaran
da, Allah bidayette, müstahreç bir vahdet ve tccanüs dahilinde bir küre idi.
Saffet ve saadetin menbaı olan bu küre, parçalanmak ve çoğalmak istedi ve öyle
yaptı. Âlem vahdetten dağılmış bir keserettir: Allah, serapa AŞK iken
parçalanmak ihtiyacı NEFRETtir. Binaenaleyh Allahtan başka mahlûk olan her şey
nefretin mahsulüdür. Maamafih Allah, bîr aklı küldür. Yalnız tabiatın haricinde
değil, dahilindedir. Ve kendisi bir illet değil, bir kuvviyet - Virtualıte tir.
Hülâsa bu zata göre, âlemi idare eden sevgi ve kindir. Birinin yaptığını diğeri
lıozmak suretile âlem ve hareket vücude gelir; ve insan ruhunu tasfiye etmek
su- retile külli ilim sahibi olan Allaha vasıl olabilir. Empedocle’un
fikirlerini kendisin-
Yine ayni
mektepten olan diğer feylesoflar da dahil olduğu halde[l] bütün İtalya mektebi,
Allahı, Bir illeti gaiye değil, her şeye sari bir fazilet tipi,
zıtlardan mürekkep bir vahdet telâkki ettiler [2]. Bunların kadir ve muhtar
addettikleri Allah, hilkatin inkişaf etmemiş bir cürsumesi, inkişaf ettikçe
âleme vücut veren mukadder ve zarurî bir kemiyettir. Heyeti umumiyesile şairane
bir tasavvurun mahsulü olan bu Allah riyazi bir vahit gibi kendinden
bihaber, kendinden gafil, fakat asarını müdrik ve makul olmıyan bir
keyfiyettir. Ancak timsali ve Septik bir kudrettir. Bu Elea mektebinin
her şey olan Allahı değil, her şey olmak istidadında bulunan Allahıdır.
Onların Allahı kemale ermiş ve açılmış bir çiçekti. Bunlarınki açılmak üzere
bulunan bir tohum, bir koncadır. Her iki mesleğin Allahı da bir sonbahar
darbesile kuruyacak olan bir nebata ben- zemeselerdi bugün vehimlerinin
enkazından başka bir şeyi de elde edebilirdik. Hülâsa bunların hakikate
nispeti ihtiva ettikleri müphem ve muzlim tasavvurlara rağmen, hadsî bir
mantıkin keşfettiği mihanik ve riyaziyat nazariyelerini olsun ihtiva etmesi dolayısile
hususî bir ehemmiyeti haizdir. Bu sebepten sadece mazinin bir şiiri gibi
telâkki olunmaktan başka kıymetleri yoksa da bugüne tesir etmiş olmaları
dolayısile yine ehemmiyetlidirler.
den evvel
gelen Pantheisme salikleri de dahil olduğu halde Hindin şu akideleri ne beliğ
bir surette tanzir eder:
«Suya atılan
bir parça tuz, nasıl suyun içinde kaybolur ve tuzu geri almanın imkânı olmazsa
öylece, hakikatte büyük, namütenahi, hudutsuz bilgilerle dolu varlık ta
böyledir. Bu hâki vücutlarla BÜYÜK RUH tezahür ve inkişaf eder». -«Bidayette
lâvücut- non’etre vardı; kendisinden varlık tevellüt etti. Ve kendisinden bütün
hilkati tevlit etti.» - «Ağının her telini derhal uzatıp çekebilen bir örümcek
gibi, arz üzerinde otların neşvüneması gibi, nihayet insanların vücudu üzerinde
saçların vc kılların büyümesi gibi.... herşey ebediyetten doğar ve ebediyete
gider.»
[1]
Philolaos ve Alcimeonde Croton gibi;
bilhassa bu İkincisi: Enfüsî bir âlem haricinde bir afakiyet kabul etmiştir.
Birincisi de kendi eserlerinde, üstadının fikirlerini tekrar etmek suretile
bizi Pythagore’dan haberdar etmiştir.
[2]
Dr Chaignet- Pythagore et le
philosephie phythagorienne Paris: 1873, nam eserle; Raymond tarafından tercüme
edilmiş olan Burnet’in «Aurorc de la philoso- phie grecque» unvanlı eserinde bu
feylesofun dinî bir mezhep ve bîr tarikat vücuda getirmiş olduğunu ve bu
tarikatin daha çok sonraki fikirlere kadar nasıl tesir ettiğini görüyoruz. ■
Klâsik Yonan felsefesinde Allah fikri
I — Sophisme’den Eflâtun’a kadar
Görülüyor ki Empedocle hilkatte biri Dafıa
- Repulsoin, diğeri Cazibe - Attraction olmak üzere iki prensip kabul;
ve cazibedeki afi’la dafiadaki nefret’in kâinatı yaratmakta âmil
olduğunu iddia ediyordu. Hemen bütün şark felsefesine tesir eden bu aşk,
Sırcılık - Mystisisme ile Idealisme arasında bir hudut çizer. Zaten Empedocle, kuvvetle
maddeyi usulü dairesinde yekdiğerinden ayırmıştır. Cazibe ve dafia kuvvetlerine
bir de unsuriyet bahşetmiş olsaydı Materialiste olurdu. Bu suretle belki
biraz daha müspet düşünebilirdi. Halbuki bu zat, tenasühe bile inandı. Ve bu
görünen, hissedilen - Sensible âlemden başka, bizim görmediğimiz fakat
kanunları ve tesirleri üzerimizde daimî olan ma’kul bir âleme - Intel-
ligible inanıyordu. Bu bir nevi idealiste düşünüştür ki, neticesi ilhad olmamış
olsa bile, ülûhiyetin şanını —muayyen bir şekil izafe ettiği için— bir hayli
lekeler. Empedocle,
terakki ve tekâmülü, mütecanis olmıyan şekillerin
imtizaçları dahilinde esrarlı bir intihap gib[2]
gösterir [1], Mugalatacılar - Sophistes’lerden Abder’Yı Protagoras [M.E:485-381]
[2] Elea ve lyonia mektebinin felsefelerine başka bir ceryan vermek
isterken herşeyin izafîlik ve nisbîliğine kail oldu. Eflâtun ve Aristote’nun aksine olarak
vahdete ve ferdiyete kıymet verdi. Maddeyi muayyen olmıyan kararsız ve ebedî
bir teakuptan ibaret gördü. «Her şeyin mikyası insandır. Bir şey
var oldukça
var; yok oldukça da mevcut değildir ve yekdiğerine tamamen zıt ifadeler
mütesaviyen doğru olabilirler.» kanaatindeydi. Maamafih Zihni,
maddî unsurların batını bir keyfiyeti addediyordu. İnkâr ettiği ülûhiyet, «Mutlak
bir» olan «Büyük yaratıcı» idi. Yoksa bir takım tali Allahların
mevcudiyetini —Hint itikatlarında olduğu gibi—■ bunların insanlardan
daha fazla yaşıyacağını; nihayet onların da fani olduğunu kabul ediyordu. Pro- tagoras, sadece Allahlar
hakkında malûmat almanın imkânsız olduğuna kanidi. Bunun için bilhassa, «Allah
mefhumunun çok karanlık ve derin olduğunu, ömrümüzün ise bu karanlığı
aydınlatacak kadar uzun olmadığını» delil olarak ileri sürüyordu. Bütün bu
ifadelerle, açıkça, hiç olmazsa halkın inandığı mabutları inkâr etmiş
bulunuyordu. Bu sebeptendir ki kendisini yaşadığı devirde Dörtyüzler
mahkûm etmişlerdi. Yine ayni Sophiste- lerden ProdİCOS[M.E:v inci asır],
Allahları insanların icat ettiğini iddia eder, bilhassa der, «Allahlar,
insanların kendi hayatları için pek faydalı olan şeylerle münasebette
bulundukları tabiî eşyaya verdikleri isimlerden başka bir şey değildir. Din
ise, bu isimlere göre, meselâ tarladaki çalışmalara merbut bayramlardan ve
mensekler - Les rites’Jen çıkmıştır.» Açıktan açığa Allahsız olan bu
zata yine ayni kuvvetle, Gorgias [M. E: 485-380] da iştirak eder. Ona
göre : Bir şey mevcut ise ebedîdir. Ebedî olan şey ise namütenahi olur;
namütenahi tahdit edilemez. Şu halde zaman ve mekân dahilinde bulunamaz ve
binaenaleyh hiçbir yerde yoktur. Bu istidlâl, Allahlar hakkında daha kuvvetle
tatbik olunabilir [1].
Kâinatın
sırrını keşfetmek, bütün bir insaniyetin ihtiyacıdır. Bu ihtiyaçtaki derin
tetkik hissi, hepimizde müşterektir. Zihin daima birliğe merbut ve
birliğin esiridir. Heyeti umumiyesile bu birliği ariyan mütefekkirler, daima
bir Mı^e-dualisme ve alelûmum çoZ:çu/uğa-Pluralisme düşmüşlerdir.Ve
halledemedikleri noktayı esrarengiz bırakmışlardır, yani sırrîleştirmişlerdir.
Halbuki «Lâhutileşmiye başlıyan bir içtihat, İlmî ve terbiyevî bir noktai
nazardan daima kendisini mahkûm eder» [2] . Bu bir hakikat olmakla beraber
umumî felsefenin tetkiki pek iyi gösteriyor ki Mystisisme’den kurtulmuş
olan hiçbir meslek yok gibidir. Mystisisme, yalnız şarkın ve dinlerin
bıraktığı bir istifham tortusu değil, ruhun ve aklın en son bir ihtiyacı gibi
görünüyor. Biz bir şey hallettim derken terkip eden ve terkip ederken
karıştırıp anlaşılmaz bir hale getiren bir zihniyet ve kabiliyete malikiz;
hakikati keşf için yaptığımız her hamle, yalnız şahsî mizaç vfe tema-
11| Brochard:
les sceptiques grecs - Paris :1923
[2]
CJ. M. Guyau: La religion de
l’avenire. Paris: 1924.
yülümüze göre
değil, insaniyette müşterek olan Mystik bir temayül dola- yısile, daima bir
meçhule, muammalı bir müntehaya dayanıp kalıyor. Mys- tisisme aczimizin bir
tesellisi gibi oluyur. Halbuki : bütün cehitlerimiz, kendimize bir iktidar
bahşetmek ve malûmatımızın hududunu açmak içindir. Biz müebbeden körlüğe
mahkûm olduğundan gafil olduğu halde, her lâhza yeni bir görme ümidile ışığın
istikametini arayan bir âmaya benzeriz. Felsefenin aradığı hakikat, vasıl
olunabilecek bir bilgi hududunun sonu değil, ötesidir. Biz ancak muayyen bir
hududa kadar tetkiklerimizin bastonunu uzatıyor, fakat alnımıza çarpan
meçhuliyet sûrundan yaralanarak ayrılıyor ve istikametimizi değiştiriyoruz.
Halbuki etrafımızı saran ve meçhul olduğunu zannettiğimiz bu surun ne
haricinde, ne dahilinde bizi yeise düşürecek hiçbir şey yoktur. Bizim
körlüğümüzün sebebiyet verdiği bu meçhul ve muzlim âlem, bizim haricimizde bir
aydınlıktır. Anlaşılmaz ve idrak edilmez zannettiğimiz hakikatler, ancak
cehlimizin ilmidir. Boud> dha’nın yaptığı
gibi rehbersiz, mürşitsiz, hocasız, kitapsız, kendi kabuğumuzu kırabilirsek
hakikat nirvana sının bizden pek uzakta olmadığını göreceğiz [1] .
Bundan cehil ve
gaflet içinde kalmayı tavsiye ettiğimiz zannedilmeme- lidir. Belki tabiate,
maddeye, şeniyet ve hakikata tamamen intibak etmek ve müşahhas düşünmek esas ve
usul olmalıdır, diyoruz. Zira insan, zannettiği hakikati bulamayınca bedbin
veya nikbin, mystik veya lâkayt bir mesleğe saplanıyor. Halbuki kelimeleri
başka başka olan bütün bu ıstılahların içi, manası ayni şeydir. Ölüm var,
binaenaleyh zevk edelimle, ölüm varken yaşamak ve zevk etmenin manası yoktur;
hayat yaşamaya değer veya değmez gibi iki zıt telâkki hep ayni yesin, ayni
aczin felsefesidir.
Zira hakikat
diye peşinde koştuğumuz şey «ilk prensip» ten başka bir şey midir? «ilk
prensip» ne olabilir? Hülâsa Allah ve ruh gibi iki esaslı muamma
değil mi ? İnsan bu iki prensipe vâsıl olabilmek için ne kadar uzak yollardan
gidiyor. Şüphesiz endişeler, inkârler ve tasdikler, hayat sırrının, hilkat
muammasının, meçhul bir kudretin verdiği vehimle şekilden şekle giriyor. Hadsen
duyduğumuz hakikatleri bile izhardan çekiniyoruz. Arkamızda her şeyi gören,
bütün harekâtımızı ve bütün düşüncelerimizi takip eden gizli bir nazar bizi
hatalı görüyor gibidir. Biz kendi kuruntumuzun hergün biraz daha tekâsüf eden
ağır yüklerde bütün hilkati sırtındaki kabuktan ibaret gören bir kaplumbağa
halinde yaşayoruz. Maama-
. [1] «Bir
tavuk yumurtlar, yumurtlar, nihayet sekiz on yumurtanın üzerine oturur.
Bunlardan birisi kendi kabuğunu gagasının kudretile kırar, yarar ve. çıkar.
Şüphesiz bü diğer yumurtadakilerin en büyüğüdür. Böylece ben de cehalet yumurtasında
kâpalı olan beşeriyet içinden, en evvel kabuğunu kırıp çıkanını. Ben mevcudatın
en asil ve en büyüğüyüm, Sudayım. »
fih, her nevi
endişeye rağmen kendimizden veya muhitimizden başhyarak hergün biraz daha
kuvvetle «Prajapati’nin
yumurtlayıp kırdığı kâinat yumurtasının» [1]
muhteviyatını anlıyoruz. Vakia her anlayış bir meçhu- liyete inkılâp ediyor.
Biz karaları kucaklamış veyahut tamamen kanatları altına almak istiyen dalgalar
gibi, hakikat sahiline hücum ediyor. Yorgun ve bitap anlıyamadığımız bir
kuvvetle geri atılıyoruz. Yegâne yapabildiğimiz şey azar azar bu sahili
aşındırmak, ve zerrelerde içimizdeki cehalet boşluğunu doldurmaktır. Bununla
beraber biz bu zerrelerin nasıl aşındığını tedkike devam edelim.
*
* *
Buraya kadar
gördüğümüz feylesoflar, umumiyetle şûp/ıecz-Sceptique ve materialiste
insanlardı. Külli bir nazarla meseleyi halletmek için ne kâfi tecrübeye ve ne
de kâfi bir kudrete maliktiler. Yalnız zihinlerde hâkim olan yegâne hakikat
var olduğu kadar da yok olması ihtimali olan ülûhiyet fikrinin manevî olmaktan
ziyade maddî esaslara ircaı keyfiyetidir. Halbuki insan, kendisini yalnız madde
görebilmek için ne kadar benliğinden tecerrüt etmeli?. Hisli ve şuurlu bir
mahlûkun ilk dikkatini celbedecek hakikat, kendisinin âtıl ve taş nevinden bir
madde olmadığıdır. Devrin bütün bu şüpheci ve materialiste cereyanı
içinde kendisinin açıkça bir ^Allahın kulu» olduğuna kani olan yegane
şahsiyet Socrate
[M.E:468-400] oldu. Filhakika bu zatla başlıyan yeni Yonan
felsefesi Metafiziğe yeni bir kuvvet ve cereyan verdi. «Esas manası» hiç
değişmediği halde bu seferki ülûhiyet münakaşaları daha ziyade «Aklı selime»e
mutabık gibi görünüyordu. Zaten Soc- rat’ta manevî bir eda
vardır. Socrat
yalnız söylemiş değil ayni zamanda inanmıştır ve inandırmak
istemiştir. Sokrat;
ilk defa olarak eserden müessire istidlâl tarikile «
Allahın birliğini» ispat etti. Fakat eski Yonanlıların «Sokratın meçhnl Allahı» diye heykelini
dikdikleri bu «Tek Allah» ı, Sokrat ta nihayet iman’la halletti.
Bir takım mantıkî delillerle bulduğu bu hakikat, şu suretle hülâsa edilebilir:
Âlemde bir « Fail ille - Cause efficiant » bir de « Gaî illet -
C. finale » mevcuttur. Tabiattan ayrı ve tabiatin haricinde olmıyan bu fail
illet, her yere şamil, umumî, ebedî ve mutlak bir zekâdır. Halbuki bu
değişmeyen Hay ve kayyum - Immuable olan namütenahi ve bir tek Allaha
mukabil, daimî bir değişikliğe maruz bulunan ve her değişikliği, mutlak bir
kemali gaye edinen bir kudretle adına hilkat dediğimiz bir eser vardır.
Bu tekemmül Socrat’a nazaran:
faydalı ve hayırlıdır. Bu bir İlâhî inayet- Providence dir. Yani Allah
her şeyi Hayır için yaratmıştır. İşte bu hayır
[1]
. Hindin en büyük mabudu.
için yaratılmış
olmak, bir İlleti gaiyedir. Socratî Allahı yalnız bu
kadarla bırakmamış. Bakî, Sermedi, Hıfz ve nizam kudretlerine malik ve
ibadete şayan addetmiştir. O bizim ibadetlerimize muhtaç değilse de Allahın
lütuflarına karşı şükranla itaat ve ibadete borçlu olduğumuzu kabul ederek «
En dindar adam, en hakikî ibadeti bilendir» demiştir. Maamafih Socrat:
Socrat’ın
Aspasie ve. diğer bir filosofla münakaşası: Jules Romain’in
bir tablosu. Üstadın gösterdiği kuvvetli deliller karşışında
şaşırmış görünüyorlar
ibadette duaya
aleyhtardır. Ona göre: Allah, bize lâzım olan şeyleri bizden daha iyi bilir.
Bununla beraber Socrat, resmî ve amiyane ibadet ve merasimden de nefret eder.
Dinsizlikle ittihamına sebep olanda budur. Socrat, bu ibadetle İlâhî ve derunî ilhama
mazhar olunur kanaatinde idi ki muasırları onun bu mukaddes ilhamını « Socratın
Şeytanı » diye tezyif eylemişlerdi. Zavallı Sokrat İlâhî birliğe
olan bütün itimat ve itikadına rağmen zehirlendi. Acaba son nefesinde: «Tababet
ilâhı
Esculab’rz, beni hayatın ıstırabından kurtardığı için, kendisine
bir horoz adamıştım. Yazık ki kurban etmeğe vaktimiz olmadı!» diye
müstehziyane söylediği rivayet olunan sözlerdeki mabut, iman ettiği,
mabutların en büyüğü mü idi?
Görülüyor ki,
hayıra istinat eden Sokrat, nihayet bir Zühdiye-Ascetisme ve Idealisme’e
kapılmıştır. Hiç şüphesiz Socrat, herşeyi hayıra irca etmekle pek
nikbince de düşüumüş oluyordu. Fakat bu Hayır ve bu Kemalin
ispatı
kabil midir? Socrat’m Materıalisme e karşı
mücadelesinin mahsulü olan bu fikir, şu basit düşüncenin neticesidir: Tabiî
hadiselerde, beşerî ef’ale benziyen bir faaliyet var. Halbuki insan gayesiz
hareket eden bir mahlûk değildir. Öyle ise hilkatin bir Plânı ve bir Gayesi
olmak iktiza eder. Şu halde bu gaye ve plânı yapacak, ve maddeyi hareket
ettirecek bir kuvvete ihtiyaç vardır. İşte bu: Allahtır, akıldır. Allah ve
akıldan husule getirdiği ilahiyatla « bir Allahlı - Montheiste olan» Socrat’m sistemi bir
nevî Akılcılık - Rationalisme dir. Görülüyor ki Socrat, dindar ve
gaiyetçi- dir. Ona göre her şey daha evvel tayin edilmiş olan bir gayeye göre yaratılmış
ve bu gayeyi tayin eden kuvvete de Allah demiştir. Xenophon’un rivayetine
nazaran; Socrat
bir gün ArİstodemfM. E: Ivüncü asır]
le ülûhi- yet hakkında şu şekilde münakaşa ediyorlarmış [1] : « PolyCİet, Zeus gibi tefekkür
ve hareketten mahrum suretler yapan sanatkârlarla tefekkür ve
hareketle
muttasıf canlıları halk eden
Sokrat
kuvvetlerden
hangisini daha hayret ve hürmete lâyık görüyorsun ? Ta başlangıçta insanı
yaratanın, insana fa- idesi olduğu için, yani görmeğe yaradığı için gözleri,
işittiği için kulakları halkettiğini zannetmiyor musun ? Eğer dilimiz
olmasaydı acı ve tatlı hislerini alabilir miydik ? Bu rakik ve nazik gözleri
muhafaza için daima açılıp kapanan göz kapaklarile mücehhez oluşumuz
harukulâde değil midir? tekmil sesleri işiden kulaklar, koparan çiğneyen
dişler, Allahın bir lütfü değil midir ? Bu kadar intizamla imal edilmiş olan
böyle bir eserin bir tesadüf eseri mi yoksa ezelden çizilmiş bir eser olduğunu
mu zannedersin ? Onları bu suretle nazarı itibara alınca hepisini akıllı bir
san’atkârın eseri addetmez misin ?
— Onları bu
suretle nazarı itibara alınca, hepisi âkil bir san’atkârın eseri olduğunu
görüyorum.
— Allah
vücutlerimize hayvanattan daha farklı ve faydalı ve daha asil bir şekil vermiş
değildir. Belki, fazla olarak bütün bu hayrete şayan olan şeylerin halikı olan
ilâhları idrak edebilecek kadar tam ve metin bir ruhta vermiştir. Eğer
ülûhiyet üzerinde düşünecek olursan, anlayacaksın ki, ilâhın mahiyet ve
kudreti her yerde hazır ve bir hamlede her şeyi görecek
|t| \KNOPHON - Kntretien
memorablc de Soekrate. Paris 1890
kadar fazladır,
jşitici ve bilici ve her şeyin hamisi olduğunu anlarsın!» [1]
Burada Socrat’ın nasıl gaî bir
delil ile ilâhları ispat etmek istediği aşikârdır. Sokratın son bir delili de
yazılmamış kanunların her türlü kabahati takip etmesidir. Ona göre İlâhî bir
şar’i, insanların yaptığı kanunlardan kaçan her cürmü cezalandırır. Socrat, sophiste lerin
müfrit mugalâtalarına karşı hakikati müdafaa etmek için bir peygamber gibi ortaya
atılmıştı. Delphe mabedinden gizli şadalar işiterek kendisini bu işe memur
addeden bu yüksek adam, fikir ve idrakin aciz kaldığı her noktada Allaha
tesadüf eder. Ona göre insanın ruhu da Allahtan bir cüz’dür. Binaenaleyh
allah, ahlâkımızın ve mefkûrelerimizin timsalidir. Kendisinin ahrete iman edip
etmediği meçhuldür. Zira açıkça der ki: «Hayırlı insan, esasen Allaha
yaklaşmıştır. Ancak « Şerli » olanlar bundan endişe etsinler.» [2]
Socrate’ın bütün kabahati
Sitenin Allahlarına inanmamış olmasıdır. Yoksa mutekit olan bu adam, hiçbir
zaman Allahsız değildi. Talebelerinden Criton [M.E: ıv üncü asır] kendisini
hapishaneden kurtarmak istediği zaman o, daha evvel rüyasında mukavemet emrini
almıştı. Bunun için İlâhi emirlerden ay- rılamıyacağını ve kanuna hürmet
edeceğini söylemişti. Şüphesiz ki Socrat’ın rüyasına giren
ve kendisine mukavemet emreden Allah, onun sarsılmaz mefkûresiydi. Hülâsa Sorat’ın Allahı, bir
nevi vicdandır [3].
Sirena mektebinden Aristippe [M. E: ıv üncü
asır], kaselerimize dahil ■olamadığı için bir vehim addettiği mutlak mefhumu «Megaria»
mektebinde EllCİİte
[M. E: 450-380] tarafından tefsir kabul etmez bir vahdet ve
bir «Hayırâlâ-L.e bien superm» telekki edildi. Ispatsız bir
Zı/ıincı7ıTlntellectua- lisme’ten ibaret olan bu düşünüş te nihayet kıymetsiz
bir hatıra gibi unutuldu. Maamafih Socrat’ın Ölümü ve
felsefesi hiç olmazsa kendisinden sonra gelen feylesofların cesaretini büsbütün
kıracak yerde ihtiyatkâr bir hürriyet verdi. [4] Ve nihayet her mütefekkir gibi
az çok açık bir surette düşüncelerini söylemekten çekinmedi. Bu itibarla ayni
devrin feylesoflarından olan Allahsız TheodoroSi açıktan açığa Socrat’a tamamen zıt
olarak Mülhit ünvanını aldı. Kelbiye - Cynisme mektebine mensup Anti- Sthene, [M. E: 444-380]
halk dinine muarız olduğunu ilân ederek Socrat gibi saf ve mücerret bir vicdana kail
oldu.
[2]
Bu zat Sokratın dinî ve İlâhî
fikirlerini anlamamış, daha ziyade devlette yaşıyan an’aneci dine inanan bir
muhafazakârdır. Sokrat zihnî ve ahlâkî bir inkılâp vapmak istemişken Xenophon,
hatta onların naklinde bile büyük kahramanın gayesini gösterememiştir.
«Memorable» ismindeki eserinde, ahlâkı: «İtidal vc kendi kendine hâkimiyet ve
insanı hayırlı yapan fazileetlerin icrası» olarak tarif eder. Milâttan evvel
350 -435 arasında yaşamış, tarihî ve siyasî eserler yazmıştır. Bunlardan
«Cyfopedie» isimli eseri, tarihî bir esasa'dayanan felsefî ve ahlâkî bir
romandır.
[3]
Platon — Apologie de Socrat (Bu eser
Semiha Cemal Hanım tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir)
[4]
A. Fouillee — La phliosophie de
Socrat. Vol: 2 Paris: 1874
[5]
L. Robin — Les memorables de
Xenophone et nötre connaissances de la philosophi de Socrat. [Annee
philosophigue: 1910]
Eflatun
Metafiziğe
cedeli - Dialectique usul ittihaz eden bu zat, bazan bir Pan- theiste,
bazen bütün manasile felsefeden uzak bir şair ve bazan da Sokrat: mektebinin bir
tilmizi görünen çok yüksek bir idealiste ve realistedir. Eflâtun,[M.E:428-347]
hayatının muhtelif zamanlarında bütün felsefesinin ihtiva ettiği fikirleri
değiştire değiştire kendisini tamamladı. [1] Eflâtun, bilhassa
Allahları insanların ibda ettiğini iddia eden Sophis- tes’lerin ilhadile
mücadele eder. Yani İlâhî adaletin tekmil beşerî faaliyete tesir
edeceğinden şüphe ederek İlâhî takdire- inanmıyanlara karşı gelir. Hiç
olmazsa İçtimaî hayat için dinî ve İlâhî itikatların lüzümunu müdafaa eder. Ona
göre insan, Allahın elinde ufak bir oyuncak ve bir makineden başka birşey
değildir. [2]
Eflâtun
için âlem, bir Demiurge’ün intizamsızlıktan intizama
geçmesi suretile vücude gelmiştir. Bu geçişten evvelki intizamsızlık, halî bir
zaruret mahsulü olup hiçbir gayenin neticesi değildir. Bununla beraber ne bu
nizam ve ne bu intizamsızlık cezrî bir makuliyetsizliği ifade etmez. Bunda
hiç olmazsa hendesî
bir makuliyet veya Demiurge’ün hayri vardır. [E. Brehler]. Hulâsa Eflâtun mihanikçilere
karşı: Yani âlemi fikirden mahrum ve tav’ı - Spontane bir illet mahsulü addeden
mütefekkirlere karşı, fikir ve ilimle mücehhez bir İlâhî illeti ve bir
İlâhî müdafaa etmektedir [3]. Delillerinden birini, tyme isimli
dialoğunda buluruz ki, o da: insan vücudunun ve şeklinin, İlâhî aklın
büyüklüğüne bir delil oluşundan ibarettir.
[1]
Eflatun, Phylep unvanlı risalesinde,
hilkatin hiçbir ilk sebebe muhtaç olma- - dığını, herşeyin sebepsiz zuhurunu
iddia ettiği halde, bilâhare Time diyalogunda «sebepsiz hiçbir şey vukua
gelmez» hükmünü kabul etmiştir.
[2]
Eflâtun’un tekvin nazariyelerini
Timee ve Theetete diyaloglarında ve Allah hakkındaki en kat’î fikirlerini de
Kanunlar-Les Lois’inda bulabilirsiniz.
[3]
G. Piat — Platon : Paris : 1907
Bu hususta der
ki: «Allahların bize, gözleri bahşetmesinin hakiki sebebi, mutlak aklın
vücude getirdiği inkılâpları, semalarda temaşa ederek onları fikrimizin batını
inkılâbına hizmet ettirmemizdir.» Eflâtun’a göre baş, kâinatın kürevî
şeklini temsil eder. Bu münasebetledir ki : «Siz benim a- kıllı bir ruha
malik olduğumu düşünürsünüz. Zira benim sözlerimde ve işlerindede bir intizam
müşahede edersiniz. Öyle ise bu âlemin intizamını görerek kadir bir akla malik
olan bir ruhun da mevcudiyetini düşününüz !» der.
Görülüyor ki Eflâtun’da Sokrat gibi
gaiyetçidir. Mevcudat ve bilhassa insan, İlâhî kudretin yegâne bürhanıdır.
Maamafih gaiyetçilik insanı bir küçük âlem - microcosme addeden Aristote’da kemalini
bulmuştur. Eflâtun'un
umumiyetle fikirlerini şu suretle hulâsa edebiliriz :
Herşey
değişiyor. Hilkat ebedî bir inkılâp içinde bitmez tükenmez bir cereyana
kapılmıştır. Değişmeler, kendi kendine olamaz; her hadiseyi vücude getiren bir
illet vardır. Muhtelif hadiseler yekdiğerine tesir suretile yeni hareketler
vücüde getirseler bile teselsül eden bu hareketlerin bir «ilk yaratıcısı»
bulunmamak iktiza eder. Ve bu ilk illet, hareket ettirebilmek için, bizzat
hareket kabiliyetine malik olmalıdır. Bu olsa olsa ruhtur. Cenabı Hak,
teşkil ettiği âlemi kımıldatmak için, kendisinden bir hayır olan ruh’u
yarattı. Bu sebepten ruh maddeden mukaddemdir. Allah ise hareket
edebilen küllî bir ruhtur ki müteharrik şeyler, ancak onun bir cüzüdürler. Öyle
ise, kâinatın ruhu, Allahta toplanmıştır. Allah kâinatın ruhudur. «Kâ- nat
mutlakın ruhile hareket eden bir büyük hayvandır.»
Allahın mevcudiyetine,
âlemin yaratılmış olması delâlet ettiği gibi, her hareketin gayesi olan Mükemmeliyet
te ona delâlet eder. Zira her hareket Sokrat’ın da söylediği
ğibi, hayra yükselmiye çalışmaktır. Mevcudatın hareketteki gayesi, bu hayır
fikridir. Bir şeyin hissedilmiş olması, o şeyin mevcudiyetile kaim olduğundan
aklın hareketlerde idrak ettiği bu hayır, mevcudata bunu ilham eden hayırlı bir
ruha, mümtaz bir akla delâlet eder ki o da Allahtır, Allah halketmek
ihtiyacında değildir. Fakat kendisi cömert olduğu cihetle kâinatı halkederken
onu kendisine benzetmek istemiştir [1]. Ve malik öldüğe şeyleri başkalarına
taksim suretile âlicenaplığını göstermiştir. Böylece «Zatı Kibriya» ,
adi ve fakir maddeye taallûk edince, husule gelen ajFtan bu âlemler zuhur etti
[2]. Gorülüyorki Eflâtun’un Allahı, kendisini mahlûkatâ feda eden
bir mesih ve fena fillah olacak yerde fena fHâlem olan bir
mürittir. Materialisme’e karşı bir aksülâmelin mahsulü olan bu fikirler,
fazla romanesktir. Eflâtun^ eşyadaki
tenevvu ve kararsızlığı görünce, bu âlemin haricinde bir istikrar ve
|T|
“Prâjâpati, kurban olan şeyleri kendi suretinde halketti. Bu sebepten kurban
Prâjâpattdir.» Riğ vedas’dan.
|2| I.. Robin
— La theoire Platonicienne de Lamour, Paris: 1908
vahdet âlemi
arıyor ve bu suretle ilâhîleştirdiği mevcudatı iki zümreye ayırmış oluyor. Ve
nihayet İlâhî ve tabiî olmak üzere iki mutlak sebep kabul ediyor [1]: İlâhî
sebep, gaîdir. Diğeri ise tamamen kör tabiatin tabiî kanunlarıdır. Aklı,
zarurete faik ve ülûhiyetin muhtaç bulunduğu ezelî bir muavin addetmiştir. Ruh
ise Eflâtun’da
bir nevi Hürmüz’dür. Zira bunun hâkimiyeti
muvakkattir ve bir noktaya kadardır. Bütün fikirlerinde kudretli bir tasnif
bulunan Eflâtun,
Allah ve âlemi o suretle yekdiğerine karışık ve yekdiğerinden
ayrı iki şe’niyet yapmıştır ki, bir ikiz kardeş gibi bunları yekdiğerinden
ayırt etmeğe imkân bulunmaz. Hülâsa, Eflâtun maddî ve manevî iki âlem görüyor. Ve
bu ikisini bazan birleştirmek ve bazan ayırmak suretile İlâhî kudreti tenzil ve
hattâ taksim etmiş oluyor. Eflâtun^ hakikat
karşısında bu fani nazarlarda bir renk ve bir şaşaadan ibaret olan güneşi
rengârenk gösteren bir menşur vaziyetindedir. Madde gözünden ziyade kalp gözile
seyrettiği bu rengârenk âlem, âtıl bir manzara değil, davet ve cezbeden bir
füsun âlemidir. Eflâtun zamanımıza kadar gelmiş olan mistik feylesoflar içinde
Bouddha
kadar derin ve İlâhî bir şahsiyettir.
*
Anlaşılıyor ki
herkes kendi mizaç, seviye ve temayülüne göre hissediyor ve düşünüyor. Bouddha’yı bedbin eden
ayni felsefe, Eflâtun’u pek fazla nikbin ve gaiyetçi
yapmıştır. Mebde ve müntehaları ayrı olduğu halde esas fikirde ittihat eden bu
iki feylesof, cihanın bütün tasav-. vuf tarihine hâkim oldular. Bunlar bütün
kudemada olduğu gibi kanun w muvazenet halinde lâyetegayyer dahilî bir
âhenk, veyahut tabiatin taklit etmek istediği bir kemal ünmuzeci
farzetmişlerdir. Halbuki (bugün) kanun, «bugünün hâdisesile yarının hâdisesi
beynindeki sabit nispetten ve İlmî bir tabirle bu hâdisatın muadelei
tefaduliyesinden başka bir şey değildir»[2]. Nihayet Eflâtun’a göre bilhassa Archetype’lerin zarurî olarak
mevcudiyetlerini kabul ettiğinden, bir Allahın bu mükemmel şeyleri yaratmak
için mevcut olması iktiza eder. Saniyen, bu hayatta mükemmel olmıyan
güzelliklere karşı duyduğu aşk ta mutlak bir güzelliğin ve hayrın mevcut
olduğuna delâlet etmektedir. Ve Timee diyalogunda söylediği gibi, Allah
hiçbir şeyin sükûn içinde olmadığını ve her şeyde gayrimuntazam birtakım
hareketler bulunduğunu müşahede edince —daha iyi olur ümidile— onları
intizamsızlık içinden alarak hepsine bir nizam verdi. Görülüyorki Eflâtun da da
âlem Allahtan evvel mevcuttur. Ve Allah maddeyi değil, sadece
|1|
I’laton-Timee:
|2| H,
Poincard — Le valcur de la Science. | Bu eser, merhum Salih Zeki Bev tarafından
Türkçüye çevrilmiştir. | -
maddenin
intizamını halketmiştir. ■ Esasen bu düşünüş Anaxagore’un (İlâhî akıl) telâkkisinde
de mevcuttu.
Eflâtunun
hatası, yalnız, bildiğimiz bir âlimin tahayyülde uğraşması, tecride vermiş
olduğu fazla kıymet dolayısile bütün maddiyatı, şaniyet haricinde bir gölge
£«/- Epichose telâkki etmesi,değil, lâhutî bir kudretin daimî tesallütüne
inanmış olması ve gittikçe kendimizi de, bu lâhutîlikten bir
( Eflâtun ve
talebeleri ) ressam O. Knılle’ye nazaran
hisse alan
maveraî bir mahlûk farzetmesidir. Eflâtun, adeta âlemi havasın
bir VaAimeü'-İllusion des sens addeden, görüş yanlışlıklarına tutulmuş bir
hasta gibidir. Bütün idealiste temayüllerde bulunanlar da bu eksiklik
mevcuttur. Bunlar hariçte, tabiatte, maddede yaşamaktan ziyade kendi ruhlarının
mahbesinde yaşamağı tercih ederler. Kaderleri ya şair veya mecnun olmaktır. Bu
ikisinin arasında bir mevki kazanabilenler idealiste, felyesof veya peygamber
sayılırlar. Onlar duydukları zevkin bir vehim mahsulü olduğunu idrak etseler
bile, bir hakikat telâkki etmekte tereddüt etmezler; bu felsefe Eflâtun’un da anlattığı
veçhile, ancak ölüm endişesinden döğmüştür ki Bouddha’nın da hareket
ettiği nokta budur.[l] Bugün ise insaniyet dünkü kadar korkmamak seviyesine
yükselmiştir. Ölümün olduğu yerde ben olmadıktan sonra neden endişe etmeli? Guyeau’nun dediği gibi: ((Nasçılık-Doğ-
matisme, tabiate tevfikan yaşamamızı ister. Halbuki tabiat, lâkayıtdır;
bu lâkaydî beşerin hassasiyet ve iradesinin mümkün olabilen istikametlerine karşıdır.
Bedbin ve nikbin ahlâkçılar tabiate karşı şairane mütehassıs oluyorlar.^
[1]
«Parlayan şey ölümdür, Mademki o
ölümdür, altında ikamet edenler ölürler. Kendisinden başka bir cihette mukim
olanlar ilâhlardır. Onlar lâyemuttur. Işıkları mahlûkatın btı sefil dünyada
hayata koşulduğu gemlerdir. Hangisini isterse onun gemini çeker. Ve o ölür.»
Upanischtad’tan.
[1]
Ölüm, tabiî cereyanında hüküm süren
lâkayt bir tabiatın emridir. Esasen ölüm, nefsin istediği ve aradığı birşeydir;
hilkatte herşey ebedî bir sükün ve muvazene aramaktatır. Ebediyet imkânsızlığı
nispatinde de müthiştir. Hulâsa, bu umumî kayıtsızlık içinde herşeyin insan
için yaratıldîğını zanetmek, başlangıç ve son gibi bir illet ve gayenin esiri
olmak, herşeyden evvel mutlak tanımak istediğimiz beşerî hürriyetle ve onların
muhtar ve muktedir addettikleri İlâhî iradeye mugayerdir. Maamafih, Eflâtun’a karşı olan şu
ifadeleri, muhtelif cepheden son asra kadar tatbik edebiliriz; zira şu
muhakkaktır ki: Daima eski yeninin içinde yaşıyor, ilk düşünceler, son tefekkürleri,
bir sabun köpüğünü dolduran hava gibi şişiriyor; korkuyoruz ki bu fikir balonu
nihayet teraküm edegelen bütün geçmiş akideler ile büsbütün parçalanacak,
servetini kaybetmiş bir hasis gibi düşüncelerimizin hâzinesindeki boşluk
önünde şaşırmış kalmış olacağız.
Eflatun’un Allahını Elea
mektebinin mabudile mukayese edecek olursak V, Cousin’le birlikte
diyebiliriz ki: Eflâtun’un Allahı, Elea mektebinin ölü
cevheri değildir. Belki o bir vahdet olduğu kadar da bir hayırdır; hareket ve
hayatla muttasıftır ve âlemin pederidir. Ayni zamanda hakikat, ziya ve ruhun da
pederidir ve bu Allah, aralarında bulunuldukça kendilerinden hakikî bir ilâh
vücude gelen bir müsiirier muhitinde sakindir. Ve âlemi hiçbir harici
zaruret olmadan halk etmiştir. Bunun içindir ki, Allah iyidir. Ayni zamanda soldurulmasına
imkân olmıyan lâyemut bir güzelliktir ki, bir defa görülür gibi olan tekmil
dünyevî güzellikler onun önünde yere kapanmaya mecburdur. [2]
Hülâsa Eflâtun, Allah
karşısında bir feylesoftan ziyade bir din ve bir tarikat sahibidir. Fikirler,
inanıldığı müddetçe kıymetli olabilirler, inanmak ise bilmek değildir. İtikadın
bulunduğu yerde iz’an ve muhakeme iflâs eder binaenaleyh itikatlarda mutlak bir
hakikat yoktur. Ne kadar inandığımız şeyler vardır ki, hayatımızın muhtelif
zamanlarında saffetimizle istihza etmiştir. İtikat, ancak bir maksat ve amelî
bir menfaat için düşünemiyen- lere faydalı olan bir sermayedir. Bu sebeptendir
ki itikat bir kuvvet olduğu kadar da bir zaaftır. Ne kadar tarihî hâdiseler
vardır ki bu kuvvet, ve bu zaafın eseridir. Esasen bukadar olsun kıymeti
olmasaydı, bir dalâlet veya gabavet ve bilgisizliğimizin neticesi olan bir
teselli menbaı gibi görünmezdi. İşte Eflâtun’un fikirleri, bu.
nevi fikirlerdendir. Onlar bilinmek
|1| G. M. Guyau—Esquisse (Tunç morale sans obligation ni cenction. Paris,
1910 [21 V. Coıısin: — I)n vrai, dıı boan, et du Bien. Paris, 1890
F : 5
ve
anlaşılmaktan ziyade ınanmıya ihtiyaç arzederler. Eflâtun insan ve
mevcudatı bulunduğu ve yaşadığı şekilde beğenmiyen mütekebbir bir hayalperest
ve kendini yükseltmek için beşeriyet ve hilkate ülûhiyet atfeden cömert bir
hotbine benzer. Bu mümtaz şahsiyetin mabudu, bir karagözcü mahiyetindedir ki,
bir füsun perdesi arkasından oynattığı şekillerin gölge- lerile bizi
eğlendirir. Ve bazan bu oyunun cazibesile okadar kendimizi kaybederiz ki,
nihayet kendimiz de perdedeki hayallere inkılâp etmiş gibi oluruz. Tıpkı
müheyyiç bir roman okuduğumuz zaman şahsiyetimizi eserdeki şahsiyetlere nasıl
karıştırır ve bir şeyi tamamen benimsersek, öylece bu lâhutî hayalhanede bizler
de o gizli elin oynattığı gölgelere istihale ederiz. Bereket versin ki pek
cemiyetçi olan Eflatun, insan ve hilkati ve bütün bu vakıalar oyununu, bukadar
küçülttükten sonra hepimizi Allaha ve Allahı hepimize irca ve inkılâp ettirmek
suretile karışık ve mürekkep bir vahdet husule getirmiş ve ferdî kıymetlerimizi
arttırmıştır. Bu kıymette tekmil tarikatlerin araştırıp, yanlış yollardan
gittikleri için bulamadıkları taassupsuzluğun esasları vardır. Ve Eflâtun, nihayet Allahla
insan arasında vasıtasız bir münasebetin, yani Theophanie’mn tesis
edilebileceği fikrini kabul etmekle, Allah telâkkisinde ve din işlerinde mühim
bir adım atmıştır [1].
İH «Timee,
Rcpubligue Phcdrc» isimli dialoklarına bakınız. Biz Eflâtuna ait fikirleri
tekmil eserlerini toplayan şu kitaptan aldık: Aime -Al artın - Oeuvres de
Platon, T : 2. Paris: 1845.
Aristote
III — Aristote ve ardından gelenlerin Allahı
Socrat ve Eflâtunla birlikte Mateiralisme’e
karşı uçlu bir kuvvet teşkil eden Aristote’ye[M.E:384-322] gelince: İlim
ve felsefe tarihlerinin hemen her bahsinde ismine ve fikrine rastgelinen bu
zat, zahiren Mystique değil gibidir. Halbuki vereceğimiz izahlara göre: Arlstote’nun da az çok
idealist ve mis- tiqu bir feylesof olduğunda şüphe yoktur. Bu zata nazaran: Bir
şeyin mevcut olabilmek için « İllet, Gaye, Cisim ve Şekil » gibi dört
esasa malik
olması
lâzımdır. Mevcut, yekdiğerini doğuran nakıs illetlerden mürekkeptir. İlet-
lerin nakıs oluşu evvelâ, illet oluşların- dandır. Zira bir şey tevlit etmek,
bir şeyin vücudüne illet olmak, Arzu ve ihtirastan gelir. Bu
nakıs illetler, na mütenahi olamaz. Bunların nihayet bulduğu son ve mükemmel
bir illet vardır ki, bu hareket etmeyen bir muharrik - Moteur immuable
dir. Yani Allahtır. Her fiil ve her hâdise bir hareketten neş’et ettiği halde,
Allahın mutlak sükûnundan âlem nasıl husul buldu? Eğer Allah, hareket etmiş
olsaydı mükemmel olmayacaktı. Saniyen, hareket ettirmesi tıpkı nefsimize
benzer. Bir şey istemekle o şeye koşmak nasıl ayni şey değilse, arzu da ruhu
tahdit ettiği ve gayesine vasıl olduğu halde nasıl kendisi bizzat ha-
reket
etmiyorsa, cenabıhak ta öylece mutlak olan arzusunun hareket ettirdiği bir
değişiklikler âleminin hareket etmiyen muharrikidir. [1] Aristote, alâmeti,
hareket olan, bir Tabiatla ezelî kanununu, sükûn ve atalet teşkil eden
bir Akıl kabul etmiştir ki, Anaxagore’un sabit ve
değişmez, namütenahi aklına karşı, değişen ve hareket eden bir âlem kabul
etmesine benzer. ArİSİOte’nın Allahı, her
cihetten Bir dir. Ondan sadır olan bir şey varsa, o da faal olan akıl
dır. Her mevcudün fili kendi tabiatına mümasil ve
|1| Ravaisson
— Essais sur la metaphysique d’Aristotc: Paris : 1920 müşabih
öldüğünden tabiati basit olan Allahın fiili de basit bir vahittir. O
muhayilemizin mef küresi olan bir AkhmahlZ, bir intellechia
dır. Fa’al aklımız ondan bir cüz’dür ki, bütün düşündüğü odur. [1] Zira düşünen,
düşünülenin aynidir. İşte Allah bu sebepten tefekkürün tefekkürü, illetlerin
illetidir. Hegel
sistemini, ilk defa kurmuş sayılan Aristote nun tabir
caizse, bu «Birlik hastalığı - unitomanie » antrapamorphisme absolue ile
ittham edilir ki haklıdır. Aristote’nun ilâhiyatı bizi
öyle bir allahla karşılaştırır ki, bu kendi kendine ebedî olarak düşünen bir müfekkire
- ponsee den başka bir şey değildir. Ve bu kuvvet, zihinli olan tekmil
mevcudatın makul tipidir.
Eşyadan ve
şekillerden müstakil olan bu kudret, bir Fert tir. kendisi âlemden Müteal
olup mükemmel olmıyanı bilmek istemediği için, mukadderatla meşgul değildir.
Ve bunu bilmekte istemez. Bunun içindir ki bu âlemi tahrik etmemiş ve kendisi
de mutlak surette müteharrik değildir. Şu halde kâinatı hareket ettiren şey Arzuya
şayan - desirable olmak ve Haricî gaUe olmak
sıfatıdır. Ve her tabiî mevcut semanın, tabiî ve ebedî mevcudatın ilk
hareketile mahvolacaklardır. Ve Allah tabiatı bilmeksizin ve istemeksizin basit
bir gaye illeti gibi kendi zatına mahsus olan saf fiil - acte pur, ile
vücude getirmiştir. Daha doğrusu Allah tabiati yaratmamış belki tanzim
etmiştir.
O suretle ki,
son tahlilde birincilerin hareketi, yalnız bunların hayıra ve mükemmele karşı
olan tatmin edilmiş veya mukavemete oğramış olan Heveslerini -
aspirations ifede edecektir. Her şey Hayır - Bien veya mükemmele
- parfet tabi ve muallaktır. ( L. Robin ).
Şu fikirden de
anlaşılıyor ki, Arîstote’a göre hilkat, bir mümkinat âlemidir.
imkânın hakikate inkılâbı ise mekân içinde değişmekle mümkündür. Şu halde
hareket, değişme nevilerinden birini teşkil eder. Yani bir şeyin tamamile ikmal
edilmiş olmasile, bu gayenin tahakkuk yolunda olması başka başka şeylerdir,
bir şeyi bilmekle öğrenmeğe çalışmakta olduğu gibi.
Mevcudat
silsilesini, bu değişikliklerin sebebini aramak üzere, geriye doğru tetkik
edecek olursak bizzat kendisi hareket ve tahavvül etmeyen
[1]
«Ebedî mevcut ile mevcut olacağı
taziz, ederim. Büyük Brahma birdir. Ve bunun mahvı imkânsızdır. O Atmana zihin
denilen bir âyin bahşetti. O varlık için nefis, şekil için zıya, ene için
esirdir. İstediği şekli alır. Bikir gibi seri ve ebedî kararlarla doludur. Ve
hayırlı fiillerle meşbudur. Bütün rayihaların, lezzetlerin aslıdır. Bütün
kâinata nüfuz eder. Kâinattan uzak yerlere sözsüz ve zamansız uzanır. Bir
pirinç, lıir arpa, bir dan tanesi kadar ufak bir enedc de ikamet eder. Dumansız
bir ziya gibi yaldızlıdır. Semalardan geniş, esirden geniş, bu arz. dan geniş,
bütün mevcudattan geniştir. Nefesin enesi - Le moi du soufle’dir. O benim
cncmdır. Atmanım’dıı.» [Brahmana des scns senticres ] den.
ve mükemmel
olduğu kadar da aklî bir mevcut olan İlâhî Akla - Noûs tesadüf ederiz.
Bu maddî değildir. Zatî ve subutî evsaf ile muttesıf- tır. Hiç bir şeye muhtaç
olmaksızın kendini temaşaya müştaktır.
işte bu ilk
illet, zatî faaliyetlerinin kudreti - energeia ve zatî idrakinin intellechia
sini hamildir.
Hülâsa: Aristote’nun ilâhiyatı bir theisme
dir. Yani Allahı, âlemden hariçte tasavvur eden lâahlâkî-amoral bir kıymettir.
(Varlonder).
Hemen hemen Renessance’a kadar felsefesi tekmil
beşeriyeti işgal etmiş olan bu zat, Allahı kâinatın mekân haricinde bir zarfı
addeder. Ve yıldızları da akıllı ve canlı mahlûkatın mukadderatını idare eden
İlâhî varlıklar gibi görürü. Nihayet Aristote’da Allahı
Stoiciens lerin aksine olarak tabiatin haricinde görür.
Aristote’nun Allahı, kendisi
harbetmeden, yalnız harbin plânlarını çizip vak’aları bulunduğu tepeden seyreden
bir kumandana benzer ki, husule gelecek akibetleri düşünmeye lüzum görmeden
orduyu gayri makul ve tav’i bir kuvvetle harekete getirir. Filhakika Aristote,
gayri mütehârrik addetiği bir ilk prensip karşisında artık bizzat müteharrik
olan fanî bir âlem kabul eder. Ve neticede hareket ve sükûn, hakimiyet,
metbuiyet, kemal ve noksan, vahdet ve kesret gibi yekdiğerile telifi imkânsız
bir takım mütenakıs sıfatların imtizaç ve insicamına çalışmış olur: Allah ve
entellichia, yekdiğerine ircaı imkânsız iki basit mefhumdur ki, nihayet beşerî
melekelerin mücerret ve izam edilmiş şekillerini Allah ve insana taksim
etmekten ibaret kalır. Aristote, mutlak bir vahdet aramış, fakat muazzam meçhul
karşısında kendi entellichia’sının da durduğunu hissetmiş olmalıdır. Allah
vardır. Ve yahut yoktur... fikrî izafi olduğu kadarda beyhudedir. [1] İlim,
aslı İlâhî olan bir şey tanımaz. Ve eğer bunu bulursa gene kendi bilgisinin
eseri addederek sabit bir kanuna rabteder. Eflâtun, âlemde bir
vahdet ve istikrar aradı. Aristote ise bu vahdet ve istikrarı mevcudatın
haricinde değil dahilinde görmek istedi; ve aklı tamamen İlâhî bir uzviyetten
ayrı, müstakil bir mevcut, rabbani bir mevhibe addetti. Ve bu suretle kudret
ve fiile istinat eden nazariyesi ikicilik - dualesme’ten kurtulamadı.
Her hangi cepheden bakılırsa bakılsın, Maddeciliğe-Materyalizme karşı, «Allah
hüriyyet ve lâyemutilik» i müdafaa eden bu zat, Gellmi Herfiedî’nin:
! abı Jl^klj
Jjl
[ 1 [ «Bu
hilkatte bir ikilik vardır. «Bu vardır, bu yoktur!» İkiliği. Fakat eşyanın
âlemde nasıl vücuda geldiğini bir ibret nazarile tetkik eden için, âlemde «yoktur»
olamaz. Fkat eşyanın bu âlemde nasıl mahvolup gittiğini ayni nazarla tetkik
edenler için, âlemde «Bu vardır» olamaz. Bazı şeylerin husule geldiği bu âlemde
iztırap ta husule gelir. Ve bazı şeyler mahvoldukça bir okadar da iztırap
-mahvolur. «vardır» ve «yoktur» iki nihayet noktadan ibarettir.» | Pâle -
Avidja | den.
Epicur
Beytinin
medlûlünden gafil değildirler. Şu ifadelerle bizde bu köhne kitabın evvel ve
âhırı yoktur demek istemiyoruz. Ahirini düşünmek istemeyiz?. Zira âhirinin ne
olacağını belki yarın bir felekiyat düsturu hal ledip çıkaracaktır. Hatsimizin
bulduğu bir vehmin tahakkukundan neye korkalım. Evveline gelince: Bunu bilmekte
de bir faide yoktur. Ortada mevcut olan yegâne hakikat kendimiz ve kendi medenî
ihtiyaçlarımızdır.
Bu sebeptendir
ki felsefe namı altında toplanan fikirlerin hepsi Ben dediğimiz ve
şimdiye kadar bin bir şekilde tefsir ve tevile uğraştığımız cevherin tekâmül
ve ihtiyaçlarına taallûk eder. İhtimal bu yol, bizi öğrenmesinde bir faide
tasavvur etmediğimiz evvel ve âhır hakkında da tenvir edecektir. Aristote, bu temamen
manevî olarak kabul ettiği ilk prensipi, manevî bir âleme hareket vermiş addetmedi.
O da bütün zerrelerin içine düştüğü bir boşluğu inkâr etmekle beraber, maddî
zerreleri kabul ediyor ve bunların EpİCUr’ [M. E: 341 -270] e rağmen muhtelif
sür’at ve istikâmette değil, ayni şiddeti haiz ve ayni istikamette müteharrik
olduğuna inanıyordu. Bu bir nevi Galile’nin ((Helâda
cisimler ayni
sür’atle
sukut eder. » kanunundan başka bir şey değildir.
Hülâsa bu üçlü
ittifakın vücude getirdiği Allah, kadîm Yonan ilâh- larınin hepsini kendi
samedanî nefsinde toplıyan kâmil bir ilâhtır. Ne
faide ki, bu
tarzda görülüp tefsir edilen mutlak birlik, zaman zaman inanıl
mış ve tapılmış
olsa da, muzlim bir tehayyül eseri olduğu cihetle, yine -bizim mahlûkumuz
kalmış, vicdanlara dikilmiş olan şüphelerin hiçbir zerresini izale
edememiştir. Ancak dinlere ve semavî kitaplara kıymet bahşeden, birer malzeme
ve birer merhale halinde kalmışlardır.
*
* *
Eski Yonan
felsefesi Socratj
Aristote ve Eflatun’un bu fazla mücerret
nazariyelerine karşı bir aksülâmel yaptı. Sceptigue’lerden PyrrhOfl’ [M. E. IV üncü
asır]un lâkaydî-atraxi nazariyesi, müphem bir surette kabul ettiği (Akli
evvel)e karşı, bir hayranlıktan ve bütün kâinatı mutlaka ve akılermeyene-
inconnaissable ircadan başka birşey değildir[l]. Bu nazariyede
bilgilerimize olduğu kadar da Allaha iman mevcut değildir. Yalnız eski Yoııanın
değil, belki
bütün yeni
medenî âlem felsefelerinin en büyük cereyanlarından birisini yani Materialismc’i
tesis eden EpİCur’e gelince: [1] « Hiçbir şey yoktan vücude gelmez, mevcut
olan her şey cisimdir. Yalnız gayri cismanî olmıyan hâlâdır.» diyerek, Democrite’in nazariyelerile
ayniyet kesbeden bir kanun vazettikten sonra, her şeyin namütenahi zerrelerden
ibaret olduğunu kabul etmiş, fakat bunların şekillerini namütenahi
addeylemiştir. EpİCUre’e nazaran, bu zerreler daimî bir
hareket içindedir. Evvelâ hayatî hareketler, daha sonra husule gelen
karışıklıklarla fazlalaşan ve müterakkî bir surette devam eden ric’î
hareketler ve nihayet daha büyük zerrelerin düşücü hareketleri olacak, bu
suretle hafif zerreler biribirile birleşerek kâinat husule gelecektir. Bu zata
göre: Cisimler arasında bazıları imtizaçları husule getirirler. Bazıları da
bütün imtizaçların unsurlarını teşkil ederler. Bunlar taksim edilemez ve
mutlak surette lâyetegayyerdirler. Kâinat ise namütenahidir. Binaenaleyh
cisimlerin mikdarı da namütenahi olacaktır. Atomlar mütemadiyen harekettedirler.
Bazen onlar yekdiğerinden çok fazla uzaklaşırlar; bazan yaklaşır ve
birleşirler. Bunlar ebediyen böyle olacaktır. Atomların ağırlık, büyüklük
ve şekil’den başka hassaları yoktur. Eşyadaki tehalüfler, kendilerini
terkip eden atom adetlerinin büyüklük ve şekillerinin tehalüfündendir. Fakat
atomlar keyfî bir takım farklara malik değildirler. Onlarda batını haller -
les etats intima’s yoktur, yekdiğeri üzerinde müsademe ve tazyikten başka
tesirleri yoktur. Bu suretle Epicure de Democrite gibi, eşyanın hassa
ve keyfiyetlerini, atomların terkip tarzındaki tenevua atfeder. EpİClire, bu suretle
hilkatte hiçbir gaye görmediği gibi, ilk illeti de ancak tesadüfe hamletmiş
olur. Bunun atomları ölçüle- miyecek kadar küçüktür. Onlar hareket ettikleri
boşlukta hiçbir maniaya rasgelmezler; mahdut bir cisimde mahdut atom vardır,
inkısam kabiliyeti namütenahi değildir. Ve halâda aşağı yukarı yoktur.
Atomların hareketindeki cihetler ve hareketin cihet ve nev’i kendi adetleri
kadar mütenevvi ve sayısızdır [2],
Epicure, atomların
hareketlerini bir mihanikiyete atfederken çok allahlığa - Politheisme da
inanmıştır. Bu ihtimal, zamanın itikatlarından ayrılmayı muvafık
bulmadığındandır. Esasen çok allahlara inanmak demek, hiçbir Allah kabul
etmemek demektir. Zira: EpİCure’ün tasavvur ettiği
bu ilâhlar, bir halik değil, bitaraf ve âmâ birer ışıktan ibarettir.
[ 11 Epicure
(14) yaşında iken mektepte Hcsiod’un şiirlerini okuyormuş. Orada alemin bir
karmakarışıklık - chaos tan yaratıldığını görmüş ve hocasına, bizzat
karmakarışıkgın nereden geldiğini sornıış. Muallim cevaptan aciz kalınca,
rehberiz bir surette felsefeye çalışmıştır.
|2|
Epieur-Doctnencs et ma* im es, Paris: 1925 (M. Salovine tarafından tercüme
edilmiştir. )
Bq ışık, âlemin
mukadderatile alâkadar değildir. «Allahlar nihayet mevcutsalar ideal
insanlardır.» Ve insanlar gibi yer, içer, konuşurlar. Bunlar yıldızların
aralarındaki namütenahi boşluklarda yaşarlar, mes’utturlar. Bunların saadeti,
bizza tEpİClire’ün
müdafaa ettiği veçhile, bunlar, «manevî ve bediî hazlar teşkil
eder ve onlar, bu ahlâkî ve bediî mefkurenin mümessilleridir.» Bunun
içindir ki bu zata nazaran, hayatı ebedî hayır içinde geçen bir adam, insanlar
arasında bir Allah gibidir; ve bizzat Zeus’e rakabete çıkmış demektir. Allahlar
tabiatte mevcut eşya ve hâdiselerin zihnimize ilka ettiği hayallerdir. Bunlar
da birtakım lâtif zerrelerdir. Bunların mevcudiyetlerini rüya gibi hissederiz.
İnsanlarla hiç alâkaları olmadığı halde şekillerin en mükemmeli olan insan
şeklindedirler. Bunlarca ibadetin kıymeti yoktur. Yalnız ibadet, birer vazifevî
ihtiyaçtır. Aristote’nun
temi- tına nazaran Epicure : «Mülhit,
Allahların çokluğunu inkâr eden değil nisbî kesret fikrini Allahlarla taksim
eden kimsedir. Onları ebedî ve lâyemut mevcutlar gibi nazarı itibara almalıdır.
Tabiî hâdiseler ise, Allahların hiçbir suretle müdahale etmediği ebedî
kanunların çizdiği yol üzerinde cereyan eder. Bu, onların bizimle ezelden
meşgul olmalarına imandan ziyade, İlâhî saltanatlarını müdafaa etmek
demektir.» diye düşünür.
EpİClire’e nazaran :
Semavî yıldızlar da İlâhî bir arzudan doğmuş değildirler. Yalnız her şey sıra
ile vücude gelir ve ölümü icap ettiren ezelî bir kauuna tevfikan cereyan eder
[1]. Bu ezelî kanunu aramak tabiati tetkik eden kimsenin gayesidir. Ancak bu
sebeplerin bilinmesi iledir ki, fanî mevcutlar kendi saadet ve selâmetlerine
kavuşurlar. Filhakika bugün tabiî kanunlara hâkîmiyetimiz ve tabiate karşı
faikiyetimiz bu fikrin ve bütün bu aramaların neticesidir. EpİClire’ün atomları,
bizzat kuvvete maliktirler. Yani onlar kendi kuvvetlerde hareket ederler; bu
itibarla
[1]
Bouedha ya nazaran, bu bedihi
hakikatin lekesiz ve saf kaidesi şudur: « doğum kanununa tabi olan herşey ölüm
kanununa tabidir. » Bouddha, Nirvanava girdiği zaman Indra şöyle söylemiş : «
ölen zuhur eden kaybolmıya mahkûm olan şey teşekkül iztırabını tatar; teşekkül
edenler nasıl doğdularsa öylece nihayet bulacaklardır. Maamafih teşekkülün
ademe gitmesi ebedi saadettir. » Udânâ da da şöyle yazılıdır: “Ey müritler! bir
ikametgâh vardırki orada ne toprak-, ne'su, ne ışık-, ne .hava; . ne
budumücerredin, ne aklın namütenahiligi, ne herşeyin tam yokluğu, ne
tasavvurlarda varlık ve ne hilkatin bir arada mevcudiyetleri ne güneş, ne ay...
bulunur. Oraaına ey müritler! ne gelmek ne gitmek, ne kalmak, ne ölmek ne
doğmak diye isim vermiyorum, menşesiz, terakkisiz, sonsuz ve tevakkufsa/, olan
bu şey, izdirabın nihayete ermesidir.,, Bouddha nın ölmeden evvel son sözleri
de şu oldu : “Yazılmış olan herşey, helake mahkûmdur. Gevşemeksizin mücadele
ediniz, ey müritler!.,, Ve sonra Allaha şu kıt’ayı inşat etmiş:
‘•‘Dünyadaki
mevcutlar bir grin, Bu gün bouddhanın olduğu gibi, bütün maddi
mevcudiyetlerinden, tecerrüt edeceklerdir. V. S. Bu da Nirvana’ya girdi.,.
Epicur
Kuvvanî - Dynamique
düşünen EpİCure’ü,
tabiatçı bir Pantheisme veya Idealisme e
meyletmiş gibi telâkki eden felsefe müverrihleri vardır. Hiç şüphe yokki Epicure’ün ne atomlarında
kuvvet ve ne de onların hareketlerindeki yardımlaşma kolayca izah edilemez.
Biraz sonra
tetkik edeceğimiz Materia- lism’i, felsefî ve ahlâkî bir cepheden müdafaa ve
vazeden Epîcure’e
karşı, biraksülâ- mel mahiyetinde olan Revakcılık -
Stoîcis- me’in müessisi olan Kıbrıslı Zenon [ M. E : 240 - 263] da, Pyrrhon, Enezi- deırij
Secustus Empricus gibi bir sceptigue’tir. Bu zat
şaşırtiçı misaller - les apories ile yani iğfal eden bürhan- larile -
arguments capricicux, kat’î ve sabit bir hakikate hizmet etmekten ziyade
ilimden şüphe etmiş bir şahsiyettir. Bu-
nunlaberaber
umumiyetle stoıcisme’ın gerek felsefe ve gerek ilim tarihinde büyük
ehemmiyeti vardır. Bu mektebe mensup olanlar tamamen Ma- terialiste'tirler.
Bunlar âlemin hareketini idare eden bir kuvvet tasavvur ettiler. Bu kuvvet
maddede mündemiç olup bizzat maddî olan İlâhî bir akıl’dır. Bu aklın en
esaslı vasfı, Heraclite’in ateşi gibi, bir nevi sıcak nefes -
pneuma’den ibarettir. Bu nefes, hilkati, arzın ateşin merkezinden yaratmıştır.
Bu itibarla Allahın en büyük vasfı, bir taraftan kendisinin nutfeli bir akıl
kuvveti-Logos spermaticos oluşu yani, tevlit iktidarı mamalikiyeti; diğeri
de hilkatin tekmil mukadderatını idare eden bir kanun oluşudur. Bunun içindir
ki kader ve tesadüf yoktur. Bunlar ancak ezelî ve ebedî mukadderiyet ve
zarureti ifade ederler. Demek Allah, âlemî bir taraftan mihaniki olarak idare
eder. Diğer taraftan onu bir maksada göre hareket ettirir. Allah, küllî bir
nefestir ki, kendisi maddî ve cismanî kıymette olduğu cihetle manevî ve
ruhanî nizamdan hiçbir şey yaratmamıştır. Bilhassa insanın ruhunu kendisine
benzetmiş ve cismanî bir kıymette halketmiştir. Bununla beraber, nasıl ki eşya
da madde oldukları halde muhtelif neviler ve cinsler mevcutsa, ruhlar da
öyledir. Eşyanın iyisi nasıl daha mukavim ise, ruhların iyisi de öylece
mukaddes maddelerden imal edilmiştir. Bunlar ebedîdir. Aslına kolayca iltihak
eder ve tekrar zuhur fırsatını bulabilir. Fakat fena maddeden mamul olan kötü
ruhlar çabuk bozulurlar; ve bir daha geri gelmezler. Bunun içindir ki akıllı
mevcutlar, İlâhî takdirata arzularile rıza
gösterirler.
Akılsız mevcutlar ise iste ristemez inkıyat eder. Böylece Allahın kanunu,
tabiat kanunu gibi sabit ve değişmez bir kıymet kazanmış olur. Bu noktai
nazardan Allahta irade yoktur. Yaptığı kanunu bir daha bozamaz. İnsan
ise iradeli bir mahlûk olduğu cihetle, hergün biraz daha kemal ve hikmet,
sahibi olur ve kendi ruhanî ve manevî kudretlerinin fevkalâdeliği sayesinde
ülûhiyetle birleşir; Allah olur; ve nihayet Allahı geçer [1].
Dikkat edilirse
bu Allah telâkkisi, bilhassa insanla kâinatın münasebeti noktai nazarından pek
yenidir. Gerek eski Yonan halkının esatiri Allahları gerek Efiâtun’un hayır-le bien addettiği
faal Allah, ve hattâ ArİStote’nun bir nevi Fikir
ve müfekkire - le pense telâkki ettiği mabut, insanların olduğu kadar da
kâinatın kirlerinden ve günahlarından haberi olmıyan, sadece kendi âleminde
yaşıyan bir idealden başka bir şey değildir. Bunlar, ancak güzelliklerinin
şaşaasile hem yekdiğeri ve hem kâinat ve insan üzerinde müessirdirler. Fakat
kat’iyen iradeleri, bu âleme carî değildir. Hattâ Eflâtun bile, Allahı
dualarla kendisine celbetmek istiyenlerle istihza eder. Ve halkın kıskanç
addettiği Allahlera karşı sadece tasavvur ettiği Allahta iyilik - Bonte
sıfatını görür. Fakat bu vaziyet ona göre, ahlâkî bir hayır değildir. Ayni
zamanda Yonanlılar, Olympe mabutlarından Dionysos’u müminlerinin
ölmesini ve öldükten sonra dirilmesini temin eden ve bizzat bunları kendi İlâhî
dıramına iştirak ettiren bir mabut addederler. Netekim Baküs ayın-Culte
Bachique’lerinde, Allah insana kadar inmez; belki insan kendisine kadar
yükselir; fakat, Zenon’un dediği gibi,
kendisini geçmez. Halbuki StoTcisme’ın Allahı, insanlar ve makul
mevcudat ile cemiyet halinde yaşıyan ve kendi arzusu dairesinde kâinatı tanzim
eden, kudreti her şeye nafiz ve takdiri İlâhîsinden hiçbir şeyin kaçmasına
imkân bulunmıyan bir mabuttur. Artık bunun insan ve kâinatla alâkası pek yeni
bir şekilde izah olunmaktadır. Zira, artık Allah, tamamen yarattığı âleme karşı
yabancı kalan bir münzevî değildir.
Belki kâinatı
bizzat imal eden bir ameledir ki, bunun plânınım bizzat kendi müfekkiresinde
tanzim etmiştir. Onuu ahlâkı, kendi güzelliğine hayran ederek, benimsemiş
olduğu hakimlik fazileti ile, ne Eflâtun’un zannettiği gibi, Allahta fani
olmak, ne de ArİStote’nun anlattığı gibi basit bir medenî ve
siyasî fazilete nail olmaktan ibaret bir ahlâkıyet değildir. Belki İlâhî
eserleri vucude getiren zekâ sayesinde Allahın mukaddes faaliyete
iştirak kuvvetidir. Hülâsa: Görülüyor ki Samî kavimlerin itikatlarında olduğu
gibi, artık bu Allah, insanların mukadderatına karışmaktadır.
Eflâtun un Timee deki
Allahı, bir Demiurge idi. Kanunlar - Le lois daki Allahı ise
insanla meşgul ve kâinatı bütün teferruatına kadar idare
[1]
I-İzzct bey - felsefe tarihi ;
Vorlander’den tercüme. II- Deniş - Histoirc des idces et des theories morales
dans l’antiquite, Paris 1250
eder. Xenophon’ın bahsettiği Socrat’ın Allahı ise,
insanlara hasseleri^ temayülleri ve zihni veren ve insanları mucizelerle,
kerametlerle idare eden bir Allahtır. Bu itibarla her ne kadar Zânon tarzında
bir Allahtan bahsedilmişse de hiç biri, bu zat gibi, İlâhî müdahaleyi felsefenin
esas pî- rensibi yapmamıştır.
ArİStote ve Eflâtun’un Allahı, hilkati
ebedî bir surette yaratmasaydı, mevcudat olmıyacaktı; Zira, onlara göre, âlem
İlâhî mükemmeliyetin bir numunesidir. Halbuki Zenon da âlem
olmasaydı, Allah gene mevcut olacaktı, ve kendi fikirlerde yaşayacaktı [1].
Zira bunlara göre Allah, sanatkâr bir ateştir ki, usulü dairesinda eşyayı
tekvin eder. O eşya ve kâinatı kanunlarla idare eder; maamafih Stoicismes
de Allah, hem yarattığı âlemden ayrı, mütefekkir bir kudret ve heme de yarattığı
âlemin aynidir. Yani kendi kanunlarına bizzat kendisi de itaat eder. Hülâsa:
Bu Allah, faal bir Allahtır. ,
Zenon’un arkadaşları,
gaiyetciliği okadar ileri götüdüler ki, nihayet: Pireler bizi derin uykulardan
uyandırmak için ve fareler işlerimizi intizam ve dikkatle ifa etmemiz için
yaratılmış olurlar!! Hülâsa bunlar SĞne- eque’in de söylediği
veçhile, ahlâk noktai nazarından, allaha itaat etmezler, belki İlâhî
takdire razı olurlar. Böylece hâdiselere nefsi terk etmek,, tabiata
mutavaat, aklı takip ahlâklarının esası olmuş olur ki, bütün bunlar onlara
göre: Allahta inkıyat etmek demektir. [2]
Camead, [M. E: 219-126]
5/oiciens lerin, Allahı muhtar ve mükemmel bir mahlûk gibi telâkki ettiklerini
iddia ederek tenkit eder. Bu tenkitler, Allahın mütenahi ve namütenahi, cîsmanî
ve ruhanî olup olamı yacağını münakaşa ederve hiç birisinin İlâhî bir sıfatı
olamıyacağını iddia ile nihayetlenir. Binaenaleyh Antropomrfik olmıyan Eflâtun’un Allahî nevinden
bir mabude rıc’at etmenin makuliyeti netiçesine gelir. [3]
Hülâsa: Zenon mektebininin
esaslı fikirleri şu suretle icmal olunabilir:
İster
Allahtaki, ister unsurlardaki faaliyet, kendi bünyelerini muhafaza için bir
cismin gösterdiği tevettürden başka bir şey değildir. Bu cisimde nefes -
soufle veya sıcak nefes - pneuma dır. Bu hayat ve ruhun prensibidir ki,
hilkatin en ehemmiyetsiz köşelerine kadar nüfuz eder ve hayat verir. Verdiği
bu hayat sayesinde de âlemin vahdetini muhafaza eder. Ayni zamanda kendi takdirde
- providence âlemi idare eder. Zira o mütefekkir bir nefestir. Makul ve
san’atkâr bir ateştir ki usulü dairesinde hilkatin her zerresini istilâ eder.
Nihayet âlemde mündemiç ve münteşir olan .bu kuvvet bir yegâne akıldır. Ferdî
ve Demiurgiçue bir prensiptir ki, âlemi hikmetle dolu bir canlı haline
getirir. Fakat görülüyor ki böyle tasavvur edilen bir âlemin haliki yoktur.
Yahut bu bir hâlik değildir. Bununla
|1] Seneque —
Lettres a Lııcilius
[2]
Ogcrcau — Essais sur le systcme
philosophiquc des Stoicicns Patis: 1885 j 31 E- Brchier — Histore de la philosophie
Paris: 1926
beraber, bu
harükulâde bir gaiyetin san’atkârıdır. Yani: Âlem, gayesi kendisinde bulunan
mütesanit bir mertebeler silsilesidir, orada Tevettürün muhtelif dereceleri
olduğu cihetle, muhtelif ferdiyetler vardır. Ve bu kuvvet en aşağı derecesinde pneuma,
cismin istikrarını ifade eden taş, maden, ağaç... ve saireyi yaratmıştır,
ikinci merhalede, çoğalma ve büyümeyi yaratmıştır ki, bunlar da tavî
hareketlerle vaki olur. Nihayet ruhu yaratmıştır ki bu, ihsaslar, hareket
ettiren hamle veya hareket etmek hususundaki insiyaki temayüldür.
Bu her ne kadar
kuvvetli ve ayrı bir derece ise de, heyetimecmua arasında samimî bir tesanüt
vardır. [1]
Görülüyor ki Stoicennes
1er, bir taraftan Materialiste diğer taraftan, Moniste, ve Pantheiste
dirler. Ve binnetice de gaiyetçilikten kurtulamamışlardır. Bu neticenin daha
çok ahlâkî kıymeti vardır. Bu fikirler tahlil edilirse şu neticeye vasıl
oluruz:
Hissettiğimiz
şeylerle hiseden kuvvet yekdiğerinden ayrı şeylerdir. Fakat dikkat edilirse,
bunlar yekdiğerlerile karışıktır. Şu halde hilkatin yekdiğerine karışmış bir Fail
ve bir de Münfail iki kuvveti vardır: Birisi hâdiselerin mahalli olan Madde,
diğeri hareketi vücude getiren kuvvet yani ruhtur. Bunlar
yekdiğerinin « lâzımı gayri müfariki» dir. Maddesiz kuvvet ve kuvvetsiz madde
olamaz. Şu halde Allh kâinatın ruhudur. Maddeyi tahrik eden ve maddesiz mevcut
olamıyan kuvvettir. Bu esasen mevcut ve mevcudiyeti mukadder olan bir
tesadüftür. Ne kendisi maddeden ve ne de madde kendisinden halkedilmiş değildir.
Yalnız müstakil olan madde, müteal olan bir kuvvetin tanzimi ile vücut
bulmuştur. Tabiî kanunlar bu iki kuvvetin yekdiğerine intibakından husule
gelmiştir. Bu iki mevcut nasıl mutlak olarak var olmrya mecbursalar, husule
gelen kanunlarda, öylece mecburen vardır. Bu bir kaderdir ki, lâyetegayyer
olduğu kadar da zarurîdir. Akil olan bu müteharrik illet basir ve alimdir. Ve
zaruretle kaderin tesiri altında mütealdir. Bu suretle bir nevi Fatalisme
yapan Stoîcisme, bu iddialarına ayni zamanda «Maddenin bizzat
kendisinde hayat ve kudret vardır» diyerek kâinatı umumî heyeti ile bir
canlı uzviyet gibi telâkki etmişlerdir. Bu bir nevî animisme dir ki,
felsefe tarihinde Hylozoisme ismile yadedilir. Bu meslekte nikbin bir Pantehisme
ve Antromorphisme hâkimdir. Zenon ve talebeleri müteal bir Allah kabul
etmediler, yalnız maddeyi canlandırdılar; ve _ yalnız kuvveti, Allahı, maddeye
faik addettiler. Ve allaha nihayet «Alemin ateşin aklı» sıfatını
verdiler ! Tasavvur ettikleri maddeyi mütenevvî kuvvetlerle vasıflanmış
gördüler. Allah ancak bu suretle «kuvvetlerin kuvveti oldu.
Hülâs: Z6non ve
talebeleri madde, kuvvet gibi bir ikilik buldular, ve Allahı, bu maddenin izahı
için bir ıstılah, bir isim gibi telâkki ettiler. Ve Allah mefhumu, bu suretle
şekilden şekle girdikçe küçüldü ve küçüldükçe mütenakıs ve inkâr edilen bir
mefhum halini aldı.
[11 K. Brehier
— Histoire de la philosophi Paris : 1926
I — Roma Mektebinde Allah fikri
Başlı başına
bir şahsiyet teşkil edemeyen Roma mektebi, hırıstiyanlığm intişarı sıralarına
tesadüf eder.
Ciceron [M. E: 106-43] Seneque [M. S: 2-66] Apolonius ve Epictete [Milâdın ı inci
asrı] Marc
Orel [M.S:121-180] Lucrecius [M. E: 95-53]
gibi bir kaç muayyen şahsiyete inhisar eden bu mektep, bir nevi Stoicisme
ve Materialisme’in devamından ibarettir.
Roma’nın
yetiştirdiği büyük mütefekkirlerden olup yine ayni mekteplerin Stoicisme,
Epicurisme tesiri altında bulunan şair EnnİUS[M.E:240-169]Allah- iarın
irade ve akıllarını inkâr, fakat bizzat Allahları kabul etmiştir. Site
dinininin devlet kuvvetile muhafaza olunan resmî şeklini C. Seavola temsil eder-
ki, bu zatın düşüncelerde Stoicisme arasında kuvvetli bir alâka
mevcuttur.. Roma mütefekkirleri arasında en dindar ve Allahçi görünen Ciceron dur. Ona göre
Allah fikri, insanda fıtrî olup, fıtretin bu hususiyetini temin eden de bizzat
Allahtır. Hiç bir iptidaî insan ve cemiyet yoktur ki, Allaha dair malûmatı
olmasın; bu hadise allahın mevcudiyetine yegâne delildir. Ciceron’da Socrat; Eflatun,
Aristote gibi gaiyetçi’dir ve bazan bu gaiyetçiliğini pek basit
misallerle ispat etmek ister. Kendisine nazaran:
«Parmaklar...
Hiç bir müşkülâta oğramadan uzanır ve kısalırlar; zira mafsallar eğilip bükülme
kabiliyetindedirler; el, cımbızları ve makasları istimal eder ve fülüt çalar,
güzel bir tablo veya heykele bakınız, ona bir san’atkârın el dokundurduğunu
görürsünüz. Zannedebilirmisiniz ki, tekmil san’atkârlarile ve san’at eserlerde
bütün âlemi ihata eden kâinat, akıl ve zihinden mahrum olsun? Bununla beraber,
âlemin bir tesadüf mahsulü olduğanu ve kör bir zaruret mahsulü olacağını
zannedenleri görüyoraz.. Onlara nazaran Ârchîmet in semavî
kürreyi temsil etmesi, tabiatin onu bizzat imal etmesinden ulvidir... Fakat
hayır, ben tesadüfün en küçük bir kurdu bile vücude getirmeyeceğine
inanıyorum! Eğer tesadüf, kâinatı, teşkil eden atomlara malik ise, ne için bir
günde, şehirleri ve evleri
Jıusule
getirmiyor? Elbette bu iş, daha kolay ve daha az mudil olacaktı!.» [1 ]
Görülüyor ki,
bu zatta Yonanî üstatların yolunda hareket etmektedir. Şair Ovide [M. E: 43; M.
S: 16] de Istihaleler-Metamosphoses ünvanlı
manzumelerinde,
böyle anlaşılmış bir Allaha kasideler söyler.
Yine ayni
zümreden Seneque,
artık İskenderiye mektebinin tesiri altında bir İsevî
gibi düşünür: Buna göre Allah baba’dır, Ahret vardır; ha
Senegue
yat bir
imtihandır: Ve her şey İlâhî tedbirin tesirile cereyan eder. Yine ayni fikre
iştirak eden Epictete, insanları, Allahın çocukları addeder.
Başımıza gelen felâketleri ise, cenabı hakkın bizi tecrübe ve imtihan etmesinin
neticesi gibi görür. Buna mukabil, derunî hürriyeti müdafaa eden bu zat «
Hiç bir kimse benim düşünemediğim bir şeyi bana düşündürmek iktidarında
değildir.» diyerek bu derunî hürriyete İlâhî müdahalenin bile vaki ola-
mıyacağını iddia eder ve insanda tasavvur ettiği bu hürriyet dolayısiledir ki,
insanın yalnız bir İlâhî eser değil, belki Allahtan bir cüz olduğunu kabul
etmiş olur. Hıris-
tiyanlığın
ikinci asrına tesadüf eden bu devrede artık insanın Allahlaşmağa başladığını
görüyoruz. Esatirde eşya ve hâdi-
seler İlâhî idi
ve hırıstiyanlığa kadar gelmiş olan mütefekkirler de ise, ya
Allah yoktu
veyahut bir çok Allah vardı. Fakat artık bunlar insanla eşya
arasında bir
üçüucü varlıktı.
Hiristıyanlık
ise bütün bu telâkkileri bir tarafa bırakarak insanı Allah- laştırmış ve E. Brehiere’in dediği gibi:
«Beşerin
tarihî bir İlâhî dram» halini almıştır; halbuki esatirde
Allahlar, beşerî tarihin haricinde, hususî bir mahallin mevcutları idiler.
Yine ayni Lâtin
mütefekkirlerinden Plutarque[45,50-125]’da, Pytha- gore gibi Allahın
var olduğunu, kendisini ancak eserlerde anlıyabilece- ğimizi düşünmüş;
mevcudatın ve bilhassa maddenin Allaha olan aşk ve ihtiyacından
bahsetmiştir. Bu zata göre Allah hayrimahız’dır. Fakat buna mukabil mahzı
şer olan ikinci bir prensip daha mevcuttur. Allah bir tane değildir. Her
biri bir diğerine nazaran muhtelif dereceler arz eden müteaddit mabutlar
vardır. Bunlardan ikinci derecede olanlar, bizi hayır ve
11] CİCERON —
De Natura Renim (Allahların mahiyeti hakkında)
şerle temasta
bulundururlar. Yani, hahikî âlemle olan münasebetleri temin ■ederler, birinci
derecedeki mabutlar ise bu münasebetlerden mütealdirler. mazdeisme’i
andıran bu düşünüşte Allah, tasdik olunmaktan ziyade inkâr ediliyor demektir.
Bu fikirlerde herne kadar vahdaniyet esası mevcutsa da henüz Site itikatları
tamamen zail olmamış ve Allahla insanın münasebeti: Garip bir mukavele ve
rekabete, kin ve intikama istinat ettirilmiştir.
Neoplatonisme’m müjdecisi olan
Marc
Orel’de ayni hisleri daha yenileştirmiş ve Allahın mevcudiyetini
kabul etmiş, ruhun Allahla muka- renette bulunabileceğini, binaenaleyh cesedin
fanı ve ruhun ebedî olduğunu ileri sürmüştür, insana, hürriyete kıymet veren bu
zatta da Allah, ahiret korkosunun bir neticesidir veya hiç olmazsa dünyevî
inzibatı temin için lâzımgelen ahlâkî bir müeyyide mahiyetnidedir.
Roma mektebinin en
kuvvetli şahsiyeti muhakkak şair Lucrece’dir. tabiatın
mahiyeti hakkında şiirler isimli eserinde [1] EmpedOCİe’i beğenir, HeraCİİte ve Anaxagore’u takdir ederek
hücum eder ve nihayet Materialisme’i müdafaa etmiş olur. Bu Talimi -
Didactigue şiirlerde, Allaha ait kat’i ve sarih bir şey yoktur: Hilkat
hareket eden madde ile harekete müsait boşluklardan mürekkeptir. Bunların
haricinde birşey yoktur. Atomlar basittir. Namütenahi taksim kabiliyeti olamaz.
Zira bu eşyanın vücudu için muayyen hududa malik cüzüfertler lâzımdır.
Namütenahi taksim kabiliyeti bu hududu kaybettirir. Saniyen hilkatte
gördüğümüz bu intizam kalmaz. Zira kâinatın aslı o vakit, değişe- miyen, sabit
atomlardan değil mütemadiyen inkisama oğrayan şeylerden mürekkep olacak, ve
hiçbir şey bir intizam ve silsileyle vücude gelemiye- cektir.
Buut-etendu,
namütenahidir. Mahdut olsaydı, mevcudat ve madde te- kâsüf ede ede hilkat
maddeler ile dolar ve hareket imkânsız olurdu. Lu- crece hir
kıtasında diyorki:
j 11
Epicurisme’e mensup olan bu zatın eseri altı fasıldan ibarettir. Bunlardan
birincisi “Venuse,, e yalvarmakla başlar, fakat dinlerin aleyhinde bir hicviye
ile nihayet bulur; atomların hareketlerde âlemin gaiyeti hakkında Materialiste
bir görüşü ihtiva eder. Ona göre: (Nizam ve gaiyet) hilkatte mevcut olan ve olması
melhuz bulunan mümkünattan biridir. İkinci fesılda, atomların hareketinden ve
faniliğinden bahsedilir. llçüncüde ise, her bir şeyin ebedî olmadığını, ruhun
da bedenle birlikte mahv olacağını izah eder. Dördüncü fasılda, şehvetten bahs
eder. Beşinci fasılda bir nevi içtimaiyat yapar: tekmil İçtimaî Nimetlerini ve
müessesele- rin tekâmülünden ve insanı menşeinden itibaren tetkik eder ve
hakikî ibadeti, sükûn ve istiğrak içinde, ruhun hürriyeti içinde hakikati
temaşa etmekten ibaret telâkki eder. Altıncı fasılda, semavî afetlerin,
hastalıkların, tabiatın müdhiş hadiselerinin tasvirine tahsis etmiştir;
bilhassa eser vebanın korkunç bir tasvirde nihayet bulmaktadır.
«Budu
mücerrette eşyanın iptidaî unsurları kendilerini, olgun bir teemmülün çizdiği
bir daire içinde bulmadılar. Onlar kendi hareketleri için aralarında
uyuşmadılar. Fakat bu âlemin ortasında daima yerlerini değiştirmek dolayısile
binlerce çarpışmadan sonra - ki namütenahi zaman devam etmiştir - her nevî
hareket ve iştiraki tecrübe ederek, nihayet hepsi bir arada kâinatı yaratacak
bir vaziyet aldılar. Uzun senelerin muhafaza ettiği bu içtima sayesinde muvafık
bir defi hareketi iktisap edince, deniz nehirlerle bol bol beslendi, arz güneşin
hararetile ısındı ve mebzuli
meyvaların husulüne sebep oldu.
Muti hayvan ırkları bahtiyar oldular;
ve havaî ateşler, mesafeler içinde uzandılar.» Görülüyer ki
bütün bunlar Llicrece’e nazaran kendi kendine olmuş
bitmiştir.
Milâdın ikinci asrı nihayetinde Hyppocrate[M.E:460]’tan sonra
en yüksek bir tabip olarak tanınmış olan Gailen, [131-201], insan vücudunu dikkatle
tetkik ettikten sonra -yine Marc Orel gaiyetçi bir nazarla - kitabını şu
satırlarla bitirir: [1]
«Ey sen ki,
bizi vücude getirdin! Şu kitabı telif ederken senin İlâhî şerefin için en ulvî
bir kaside terennüm ettiğime inanıyorum. Eserlerinin gizli güzelliklerini birer
birer meydana çıkarmak suretile sana yüzlerce öküz kurban etmekten fazla, seni
takdis ve takdir etmiş oluyorum . Hakikî merhamet, bizzat kendimi öğrenmek,
sonra diğerlerine senin kudretinin faziletinin hakikatini öğretmek ve her şeye
nasıl yekdiğerine muvafık bir intizam ve tertip vazettiğini göstermektir Biz
bir heykele en sahih nisbetler ve güzellikler bahşettiği için Polyclete’z takdir
ederiz. Tabiatteki san- ati temaşaya koyulalım, o da ayni doğrulukla temaşa
edilirse yani, bir heykeltraş gibi, vücudumuzun yalnız haricî aksamile değil
fakat çok fazla gizlenmiş bulunan batınî aksamile tetkik edilirse, büyüklüğünü ve maneviydin
i anlarız !»
Bu zat ta Hyppocrate gibi, Allahı,
tababetin hakikî üstat ve pîri addeder ve şifa kuvvetini onun kuvvetine
atfeder. Bu itikatlara rağmen
[1]
Galien - De usa partilim.
daha evvel Lucrece şiirlerine,
dinlerin, karışıklık ve felâketi mucip sebeplerin en kuvvetlisi olduğu
iddiasile başlamıştı. Adeta o da şair Ovide gibi, âlemi bir tesadüf ün
mahsulü addediyordu.
Bu Allahsız
veya yarı Allehlı devri bir Allahın takip etmesi lâzımdı. Filhakika doğrudan
doğruya ilhat sayacağımız bu Idealisme’le Pantheisme arasında dalgalanan
Materialisme karşısında, İskenderiye Mektebi’ni buluyoruz.
F : 6
II - İskenderiye mektebinde Allah fikri
Bu mektepten
musevî Phİlon’[M.E:20;M.S:54]a
nazaran: «Allah değişmez ve değişmemesi dolayısile müteaddit action\ar
vücude getirmiyen bir illettir. Allahta ilk kuvvetler - les prenmieres
puissences, vardır. Bunlar kendi maiyetinde birer şahsiyet halinde mevcut
bulunan sıhhat sahibi, cömert, yaratıcı, zengin, kudretli v. s. gibi
bir takım İlâhî vasıflardır. Her şeyin bir hassası vardır: Allahın da fiil
hassası vardır. Allah biliçi ve hikmet sahibidir. Zira, insanda bu ilim ve
hikmetin işaretleri mevcattur. Cenabı Hak birtakım mutavassıt prensipleri -
principes intermediaires halk etmiştir ki: Bunlar, mevcudiyetlerini, varlığın
ademinden iktisap etmişlerdir. Yani Lucrece’in dediği gibi «Mahsûs âlem,
mahsûs olmıyan âlemden doğmuştur.»
Bu suretle
vücut bulan kâinat [toprak, su, hava, sema] gibi dört unsurdan mürekkep
ve ebedîdir. Zira, Cenabı Hak vücude getirdiğini imha etmez. Bütün semanın
küreleri birer canlı mahlûktur. Bunlar sabit gibi görünen sema ile birlikte
hareket ederler. Bu hareketten doğan musikiyi işitebilen mestolur. Philon’un kabul ettiği (teslis)
hıristiyanlığın ekanım- Hypostases’ne benzer :
1
— Allah : Peder. 2 — Bir
vasıta filinden ibaret olan Oğul. 3— Ru- hulkudüs, bunlar bütün
kâinatı ihata etmiştirler, ve artık eksilmeden bakidirler.
Philon’a göre ruhun
Allahla münasebetini temin eden şey de bazan peygamberlerde olabilen mutavassıt
prensiplerdir. Bu prensiplerin adına Logos veya verbe derler. «Kelâm»
demak olan bu mutavassıtlar, Allahın oğludur. Allah oğlunda hilkatin modelini
görmüş ve bu modele tevfikan âlemi yaratmıştır. Bu zat, ruhun Allahla
münasebeti temin için bir takım dereceler silsilesi vazetmiş ve bunlara bir
takım mensekler ve zahidane hareketlerle yükselmenin mümkün olacağina
inanmıştır. Bu zatın Allahı da mütealdır. İnsanlarla münasebette bulunmak
istemez. Ancak saf ve temiz ruhlarla münasebette bulunmak ister, Bir insanın bu
saffeti kazanabilmesi, âlemle olduğu kadar da kendi nefsinden alâkasını
katetmekle mümkün olabilir. Ve bunun vasıtası ise z>ecü-extase’tır. [1]
I]
] E. Brehierc — Les idee
philosophigues et religieuses de Philon d’Alexan- drie, Paris : 1924.
Yine
İskenderiye mektebinin Neoplatoniste’ierinden, Alexandre Ar- phorodİS,
ArİStot’nun Allahı gibi fikirlerin fikri, ve saf bir fiil olan
İlâhî bir varlığa inanmıştır. Fakat bunun nazarınds Allah: Amil müdrike- Agent
intellecte’dir. Yani Allah, bizdeki zihnî faaliyetin âmilidir. Şu halde biz bir
rüyet fillah - Vision en Dieu’a değil yani, herşeyi Allahta değil, belki
herşeyi Allahla Vision par Dieu görmekteyiz. Esas itibarîle Musa dininde Allahla
dünya birbirinden ayrı - addedilmiş ve ülûhiyet hakkında vahdaniyet esası
vazolunmuştur. Fakat bütün bu mütefekkirler ve bilhassa bunlar üzerinde müessir
olan Arîstobulos
ismindeki Musevi (ki Milâttan iki asır evvel gelmiştir)
Yunan felsefesile Museviliği mezcetmiş ve bü itibarla bütün İskenderiye
mektebinde ülûhiyet talâkkisi yarı Mistiyue ve yarı dinî bir şekil
almıştır.
Ayni mektebin
Yonan kısmında Neoplatonisme’i hakikî bir surette temsil eden Plotin [205-270]
vardır. Ölürken ne halde olduğunu soranlara : «içimdeki İlâhî cevheri azat
etmek için oğraşıyorum!» demesinden de mesleğinin esasları anlaşılabilir. Plotin, Allahı kainatın
mebdei, kendi kendinin ayni ve kendinden nebean eden ziyaya rağmen artıp
eksilmiyen bir güneş gibi talâkkî etmiştir. [1] Allah evvelâ, mutlak bir zekâ,
saadet ve hayri mahiz- dir. Saniyen Allah, tekmil fanî ve mahlûk sıfatlardan
münezzehtir. O münhasıran [Bir] dir. Fakat birşey, değil herşeydir.
Zira: Rabbani mahiyetine atfedilecek her sıfat, mükevvenatta mevcut olan,
birşeye nisbeten ve kı- yasendir. Halbuki: O bütün beşerî kıyas ve
müşabehetlerden uzaktır. Âlim olmıya muhtaç olmadığı halde cahil de değildir.
Ve âlemde hareketlerin ve hayatın sebebi ve hissî âlemin sultanı olan Allah,
maddî sıfatlarla alâkası olmıyan küllî bir nefistir. Ve âlemin ruhudur. O,
bütün süphanî vasıfları kendisile kaim olan saf bir cevherdir. Allah kâinatı
halketmek ihtiyacında değildir. Böyle bir arzusu ve iradesi de yoktur. Bununla
beraber kâinat, bir zaruret veya bir tesadüf eseri de değildir. Allah hürdür.
Mutlak hürriyette iki şeyden birini tercih kudreti vardır. Eğer olmasaydı kendisini
hürriyetinden tenzih veya bir zaruretle mukayyet farzetmek iktiza ederdi.
Halbuki fanilerin icat ettiği tabirler yaratılmıştırlar. Bunlar Allaha
atfedilemez. Allah bütün mahlûkatın mebdei ve hepsinden mukaddem bir «Kemali
mahızdır.» O hem hürriyet ve hem zarurettir. Ayni zamanda ne hürriyet, ne
de zaruret değildir. Cenabıhak tam bir istiklâl ile kendi ulviyet ve
safiyetinden hiçbir şey kaybetmeksizin kâinata ka
II]
Btı mesele Hint itikadında da
köyledir : «Brahma birdir, naziri yoktur, varlığı temsil etmekle İlâhî aslını
kaybetmez. Suyun buza, sütün yoğurda inkılâbı gibi Brahma dâ hiçbir vasıtaya
muhtaç olmaksızın şekil değiştirir.»-«Güneş birdir, fakat suya aksedince
taaddüt eder. İlâhi ruh ta, böylece muhtelif suretlerde kendisini gösterir.» '
Vedenta
rıştı. Ve
kâinatı tevlit etti. Bu ibdaın hiç birisi yoktur. Bu İlâhî bir takdir emridir.
Bu bir hayırdır ki ne Allahın gayri ve ne de aynidir. Fakat ülûhiyette
mündemiçtir ve ülûhiyettendir. Hayır, Allah için mümkün bir halettir,
Hülâsa tekvinin illeti-cause de creation, mahiyetini, hiç bir tarif ve
tasvire sığdıramıyacağımız bir Aşktır. Zira, cenabıhak her türlü beşerî
mahasinin maveraî güzelliğine maliktir. Mutlak cemal ise gizli kalamaz.
Ve güzellik aşksız mevcut olamaz.
Bu sebepten
hilkatin tekvinine bais olan Hüsün ve aşk demek, cenabı hakkın zatî
hüsnüne bizzat âşık olması demektir. Şu halde Allah kendi- kendisin hem
âşık ve hem maşukudur. Âşıklık bir tecellî - Emanation ve
zuAur-Manıfestation’u icap ettirir. Fakat bunda Işrakıye’nin zannettiği gibi
ne tanıma ne de bir tanışma mevcut değildir. Zira, bu takdirde mükemmeliyet
ihlâl olunur. Cenabıhak, karışan ve tevlit eden bir kudret olduğuna nazaran,
bir peder’dir. Bu kelime tevlidin mahiyeti itibarile verilmiş bir
isimdir. Allah, ilk evvel kendisine en yakın ve kendisinden az dûn bir muharrik
kuvvet olan bir ikinci hayır yarattı. Bu hayır, ruhtur ki pedere nazaran
oğul mahiyetindedir. Bu, cihanı hareket ettiririr; ve hâdiseleri vücude
getirir. Bu oğlun vücude getirdiği âlem, üçüncü bir mahluktur.
Fakat bu da
ötekilerden ayrı bir şey değildir. Bunların üçü de bir ayni şeyin mürekkebatını
teşkil ederler. Hülâsa Plotin de, Allah, müdrik ve fail kuvvet olan
ruh ile, kâinat gibi bir teslisin mecmuudur ki, bu akide hırısti-
yanhğın hem din ve hem felsefesinde vazih bir surette ghrülür. Bu zata nazaran:
Hilkat, bir sukut derkesidir. Fakat semavî âlem bir yükseliş âlemidir.
Bunlardan birisi Allahtan uzaklaşırken, diğeri yaklaşan iki muakis harekettir.
Birincisi fanî, İkincisi ebedîdir. Fakat Allah için halikıyet sıfatı bir nakise
değilse de bir kemal de değildir. Zira bu suretle Allah bütün mevcudata
samedanî ruhunu yaymakla fanileşiyor. Derecesi küçülüyor. Noksanımızı
hissedişimiz yakınımızda, içimizde bulunan bir mükemmeliyeti idrak
edişimizdendir. —Descartes’de böyle düşünür.— Bu sebepten kemali
özler ve koşarız. .
Bundan sonra Plotin’in, İşrakıyesi
gelir ki baştan başa tasavvuftur, yani bu husustaki fikirleri bir Âşıkı
billâh - quietisme, nazariyesidir; Plotin, Allahı, akıl ve mevcudatın üstünde
addetmiş ve onu cisma- nî ve ruhanî evsaftan tecrit etmiştir. Yani o, şekilden,
huduttan, akıldan, iradeden faaliyet ve hattâ bizzat kendi şahsının şuurundan
da mahrumdur. Bu suretle bir hiçe inmiş gibi görünen Allah, Plotin’de okadar müt’eal
bir kudrete inkılâp etmiştir ki, nihayet, o, hatırımıza ve dilimize gelen her
şeyden münezzeh ve binaenaleyh tarifi imkânsız bir varlık olmuştur. Allah, aslî
bir vahdedtir ki, kâinat kendisinden, bir lâmbadan fışkıran ziya, ve bir çandan
akseden seda gibi zuhur eder. Fakat yine o baki ve ezeli-
dir. Tıpkı
lâmba ışık yüzünden ve çan ses dolayısile bir şey kaybetmediği gibi. [1] işte
böyle bir Allahta ilk tecelli eden akıl veya ruhtur. Allah mutlak bir hayırdır;
biz onu ancak tasavvur ederek idrak edebiliriz. (Vor- lander)
Esas itibarile Plotin, Allahtan bir
ilk prensip olarak bahsetmiş değildir. Onu her türlü dinî ve mensekî
nazariyattan ayırmış, hattâ kehanet, ibadet ve düanın muvaffakiyetli
neticelerine de inanmış ve heykellere ibadeti bile terviç etmiştir. Bu
itibarla ona göre, hakikî Allah, kâinat üzerinde müessir değildir.
Alemin eczasını
birbirine bağhyan karşılıklı bir Sempati ve a^’tır. Nihayet bu zatın
Allahı, namütenahi bir vahdettir ve mutlak olarak hürdür. Halbuki daha evvel Eflâtun’un bahsettiği ilk
prensip, sabit bir hudut, bir mikyas ve münasebet idi ki, nizamın prensipi gibi
nazarı itibara alınmıştı. ( E. Brehier).
Ayni mektepten Porphyros’ [232-404] da bu
fikirlere iştirâk eder. Yalnız Hazreti Isa’nın ülûhiyetini inkâr ve reddeder.
— Görülüyor ki İskenderiye
mektebi Allahı, kesret arzusu ile hilkate vücut veren ve Malbranche’m düşündüğü gibi
bir takım mutavassıt illetlere istihale ede ede âleme kalbolan seyyal bir
vahdet zannetmektedir.
Bu meslekte
Allah, Plotin’in
aksini iddia etmesine rağmen, hararetini, ısıtmak
mecburiyetinde bulunduğu mayie terkede ede nihayet kül olan bir ateşe benzer.
Hernekadar bu suretle su ısınmış ise de heyhat ki ısıtan mahvolmuştur ve
heyhat ki suda soğumağa mahkûmdur. İnsanda müheyyiç bir roman tesiri yapan bu
fikirler, Plotin’den
evvel de mevcuttu. Platin onları pek güzel telif ve tensik
ederek felsefî bir manzume haline ifrağ etti. Bu düşünüş, hayattan bıkıp ta
intihar edemiyenlere mahsus bir felsefedir. Bu meslekte insan ya «Allah
olacağım, ya Allahı göreceğim!» diye seve seve ölebilir, halbuki o
kendimizde olduktan sonra bizde ondayız demektir. Bu takdirde ölümü istiğrakla
beklemenin ne manası vardır?
Plotin’den sonra gelen,
Atina mektebinden ProCİUS Allahta, zekâdan üstün bir zekâ -
Supra-intellectuelle ve bir de Teferrüs - Prevision hassalarını tasavvur
ve akıldan üstün bir kâinatı muhafaza eden İlâhî hir takdir - Providence
kabul etti. Irfaniye - Gnosticisme müntesipleri de, müteaddit
illetlerin vücuduna kail olmuşlardır. Ve mevcudatı, ilk illetten neşet eden
ruhların bir tesir ve aksi tesirinin mahsulü addetmişlerdir.
[1]
Cochez — Les rcligions de l’empire
dans la philosophie de Plotin, 1913
i - Hıristiyan felsefesinde Allah
1
— Hıristiyan felsefesi, Philon’un bir tahlil ve
terkibinden ibarettir. Onlara nazaran peder mahiyetinde olan Allah,
halikiyeti itibarile mukaddes kelâm’dır. Bizzat £e/âm’dır[l]. Kelâm
kendilerine ait ve kendilerinin ayni
[1J Gerek
Rig-Vedas’ya ve gerek Upânichtad ta yazılan şu cümleler kelâmın kıdem ve
ehemmiyetini pek iyi izah eder: «Hilkatin aslı topraktır. Toprağın aslı sudur.
Suyun asli nebattır. Nebatın asli insandır. İnsanın aslı musiki-Hymne’dir.
Musikinin aslı-.gınadır. Ve gınanın aslı mukaddes (Om) hecesidir, Bu en
mukaddes en samimi, sekizinci asildir. Mukaddes hecedir.» W.. JamesTn «Introduction
a la phiîosophie» nam kitabından aldığımız şu parçada, hem Hint monîsme’inin,
ve hem de kelâmın ehemmiyetini ispat eder: «Vahidi, yani Allahı Bagavatçıtada
mukaddes Krişna şöyle anlatır: «Ben kurbanım. Dinin mensekletiyim. Ecdadın
takdim ettiği mukaddes şarabım. Mukattarım. Mukaddes ve teshir eden yağım ! Ben
ateşim, buhurum. «ene» yim, «Baba» yım. Muinim. Kâinatın ecdadı ve kelâmın sun
benim. Muzıyım. (Om) hecesiyim. Tarik, cevher, üstat, şahit, mesken ve
me’vayım, mu- hibbim, menşeini; mevcudatın müntehası, mekânı ve toplandığı
yerim. İfnasına imkân bıılunmıyan «kâinatın tohumuyum», hilkate hayat verir ve
yağmurları yağdırırım. Ben vücut, ölüm ve ademim. Bütün mevcudat için ayni
şeyim. Düşmanım ve dostum yoktur. Aşkınızi bana veriniz. Bana tapınız. Bana
kurban kesiniz !»
İslâmiyetteki
«Kün» hecesi de bu heceden başka bir şev değildir. Bütün dinlerde esatirde ve
kadîm felsefelerde umumiyetle lisana, kelâma bir kudsiyet atfedilmiştir. Victor
Hugo, «Zira kelime, kelâmdır. Verbe ve kelâm Allahtır» diyor. Sihir, büyü, ve
esatir, insaniyetin kelâma atfettiği ülûhiyetle alâkadardır. Şiirin ve
musikinin menşei baklandaki nazariyelerde lisanın kıdem ve kudsiyeüne delâlet
eder. Yona- nistanın en eski şairi milâttan evvel 41 inci asra kadar çıkarılan
Orphe’dir. Kebabını fen ve san’atler mabudssi olup Jüpiter’in oğlu olan
Appollondan almıştı. .Gene kadîm Yonan şairlerinden sayılan Lirius, AppollonTuı
MusesTerden birile izdiva- eindan tevellüt etmiş farz olunur. Şiirdeki kudret,
şiirin dâhiliğine affolunur. Eflâtun «Şairler Allahın tercüman evlâtlarıdır.»,
der. Gerek islâmiyette ve gerek hııis- tiyan ve musevi dinlerinde Allahın «
Esmai Hiisnası» ndan en mühimi «Kelim» sıfatıdır. Bu sebepten semavi kitaplara
‘•Kelâmı Kadim. Kitabullah., denir, muhtelif esatiri hikâyeler, âhenktar
sözden başka bir şey olmıyan teganninin menşei ve kıdemini izahla doludur.
Eflâtunun rivayetine göre: “Ağustos böcekleri, dünyaya Muses Ter gelmeden
evvel, insan imişler. Muses ler görününce, insanlar meserretten sarhoş
olmuşlar. Hiç durmadan terennüm etmişler. Okadar ki yiyip içmeyi unutmuşlar.
Ve terennüm aşkı uğrunda açlıktan ölmüşler ve nihayet ağustos böceğine
olan fikirlerle
mevcuttur. Saint
Augustin [354-430]: İtiraflar - Les con- fessiones unvanlı
eserinde ayni fikirleri müdafaa etti ve hilkatin esasını mukaddes kelâm’da
buldu ve kelâmı hilkatin tekevvününde ilk illet addetti. Fakat kelâmı, Allahtan
ayrı telâkki etmedi ve şüphesiz noktai nazarı da sözden ibaret kaldı [1].
Franciscain ve dominicain
rahiplerinin iskolâstik nazariyeleri, dini bir ülûhiyet akidesini, nihayet şu
esasa irc’a eder: Evvelâ «Allah, kendi kendine mevcut olan, mutlak bir vücut ve
kendisi vasıtasile her şey var olabilen » diye tarif ediliyor. Ve sonra şu on
esaslı sıfatla bu ülûhiyet itmam olunuyor: 1 — Namütenahilik, 2— Vahdet, 3—
İstiklâl, 4— Zekâ ve hikmet, 5 — Kutsiyet, hayır, adalet, hakikat, 6— Besatet,
7— Vüs’at, 8 — Ebediyet, 9 — İlim, 10 — Teferrüs (yani istikbali görüş) [2]
Bunlar teslis
hakkındaki nazariyeleri salim bir mecraya döktüler. Umumiyetle zühdî bir
vehimden doğan bu iiâhiyat nazariyeleri baştan başa âciz ve miskin ve izahı
imkânsız bir esatir hikâyesi mahiyetindedir.
Hülâsatan
diyebiliriz ki: Plotin’in Allahı, hararetini işittiği suya ter-
keden bir ateşti. Hıristiyan felsefesinin Allahı ise ısıtacağı suyun ısınmadan
devrilmesile sönen bir ateştir ki, ortada kalan müz’iç bir duman ve meş’um bir
kokudan başka bir şey değildir; ve esasen her din ve Allah, ancak Ladini -
Laique olanların müdekkik nazarlarında lâyık oldukları mevkii iktisap edebilirler.
Softa ve papazların mütaassıp ve cahil ellerinde din ve Allah birer silâhtır
ki, müdafaadan ziyade tecavüz ve tazizden zizde tel’in için istimal edilir.
Maamafih,
hırıstiyanlıkta Allah mefhumu muhtelif tarikatlere ve mezheplere rağmen Incil’in
esaslarından ayrılmaz; hırıstiyanlar «Semavatta olan pederimiz..»
diyerek insanı İlâhî bir eser addeder. Havarilerden- Saint-jean, Allahın
mevcudiyetini, eseri olan, hilkatle ispat eder ve «Alem, der, onun
istihale
etmişlerdir. Bu ağustos böcekleri yemeden içmeden mütemadiyen terennüm
kabiliyetine bu sebepten mazhar olmuşlar ve şu sefil dünyade hürmet ettikleri
kimselerin namım Muses’lere ilham etmişler!!.. Milton, (Paradi perdu) simde
“Melik,, kendisini öldürdü ve Hazreti Ademin kulağına sihir engiz sesini o
suretle bıraktı ki insan kendisini hâlâ konuşuyor zannederek dinleye dinleye
hareketsiz kaldı,, diyor. Hülâsa ruhun sesle ve kelâmla tabii bir Sempatisi
vardır. Araplar ilk şiirin Haz- reti Adem tarafından söylendiğine kaildirler.
Zira Âdemdeki ruh, İlâhî nefistendir. Bütün din ve felsefi' kitapları hep
şairane yazılmış eserlerdir. Zira sözle tefekkürün ayrıldığı nokta, hayvanla
insan arasındaki fasılayı teşkil eder. Allahtan bahseden ilimlere “İlmi
Kelâm,, denildiğinin sebebi kelâmla ülûhiyetin ve kudsiyetin irtibatından olsa
gerektir. Bu arada Hurufîlerin ve Cabalisme’in zikri de lâzimdır.
|1| F. Picavet
— Esquisse d’une historie general et comparee des Philoso- phies medivales,
1907.
|2| Bıtchez —
Traite comphlet de plülosophie et progres
tarafından
vücude getirildi, fakat âlem onu kafiyen tanımamıştır » . [1] Saint-Mathleu, da İsa’ya dağda
söylettiği nutuklarda: [2]
* Tarla
leylâklarının nasıl nema bulduğuna nazar ediniz! Onlar hiç çalışmazlar; ve
yekdiğerine hiç yardım etmezler: bununla beraber ben size beyan ederim ki,
Süleyman bütün saltanatı müddetince onlarda hiç biri kadar şaşaa ile geyinmedi;
bir çiçeği böyle süsleyen Allh, yarın en az bir imana malik olan sizleri, nasıl
bir ihtimamla tezyin edecektir!»
»iki
serçenin bir pula satıldığı doğru değil midir? Halbuki onlardan hiç biri
pederinizin iradesi olmaksızın arza inmezler. Ve sizin de başınızın saçları
hep sayılmıştır. » Öyle ise korkmayınız; siz bir sürü serçeden daha
çok değerlisiniz» [3] diğer bir azizde «ekseriya der, kendisini görmediğiniz
bir işçiyi eserinden tanıya biliriz, meselâ: Phldias’ın herhangi
bir heykelini görmekle, - ondaki güzellik ve teneşüpteki sıhhat noktai
nazarından - derhal sanatkârı hatırlarız, Böylece bir bakışla âlemi yaratmış
olan ilahi mimarı da kâinata bakmakla hatırlayabiliriz.»
Allahın
mevcuduyetini isbata medar olan asar, hiristiyanlıkta bilhassa nebat veya
hayvanla tekmil mevcudatta bizi hayrete sürükleyen inceliklerden ibarettir. : saint-Augustin :
« Bir zaif
Sinekciğin azasım kendisine hayat ve hareket verecek surette tertip eden
kimdir ? Bu küçük iğneyi ona kim verdi ? Mayii emerek çekmesine medar olan bu
boruda ki incelik ve metanet hayrete şayan değilmidir ? Şu halde bu harikayı
yapan kimdir ? En ufak teferruat bile hayret ve istiğrakı celp etmektededir. Şu
halde bunları vücuda getirenin azametine hamd ediniz ! » der.
Saint Thomas d’Aquin[1225-1274]’e
nazaran da herşeyi sıhhat ve emniyetle kendi gayesine tâbi kılan bir nazım
illet olmasydı, binlerce mütenevvi ve yekdiğerine zıt unsurların basit ve sıkı
bir nizama tâbi olabilmesine imkân olamazdı, Bütün bu deliller, kalbi olarak
mevcudiyetine inanılmış olan bir Allahın eseri addedildiği için, bizzat Cenabı
Hakkın zat ve sıfatına ait münakaşaların vücuda getirdiği müteassibane
iftiralardan ve tefekkürlerden azade olarak heman tekmil hıristiyan
mütefekkirlerince kabul edilmiştir. Saint Anselem [1033-1109],
«Bizzat
şeniyet olan İlâhi bilmiyorum; hakikî diğer bir şeyin kendisine müşabih
olacağımda tahmin edemem ; bundan yer yüzünde kendisine hiçbir şeyin müşabih
olmıyacağı neticesini çıkarabilirsiniz; fakat bizzat o, bu hilkatin büyük
saniidir.» der ve gene {skolastiklerden Irlandah —
[1| Hvangilede
Saint jean 1-10
|2| Saint
Matieu, chap. VI, 28-30
[3] Saint -
Matinen. chap. X ; 22
İohonnes Ecriugena’de «Allah
kadimdir, yaratılmamıştır; fakat yaratıcıdır’ Hiçber vasfı yoktur, bizzat
hiçtir. Kendi kendini de gayri müdriktir’ Bütün eşya, allahın bir tezahürünü
ifade eder. Hürriyetimizi istimal etmezsek şerre düşmeyiz. Zira bizzat allahta
bizdedir. » Deyerek /n- cz/’deki ülûhiyet fikrini biraz daha
dünya gözile jörmeğ muvaffak olmuştur.
Ayni neviden
olmak üzere OrİgĞne
isminde diğer bir zatta Allahı, mahzı hayır addetmiş
ve allahın bu vasfı dolayisile, daima halk etmek mecburiyetinde olduğunu ve
hilkatin hürriyeti, arzu, ihtiras, atalet şeklinde istimal etmek
suretile allahtan sukut ettiğini iddia eder. Nihayet Franciscaine mezhebinin
muarızlarından olan İ. Duns Scot [1274-1308] «al-
lah der, hür bir iradeye maliktir ve hilkati de böyle bir irade ile yaratmıştir.
Kendisi her
nekadar
Isa şeklinde tezahür etmiş ise de arzu etse idi bir taş şeklinde
de lezahür edebilirdi.
Hiçbirisi
kuvvetli bir husuaiyet arz etmeyen bu fikirlere karşı XII nci asırda bilhassa
kilise aleyhine bir takım kurtulüş hrreketleri başladı. Ve bu münasebetle
birtakım mütefekkirler veya serbest düşenceliler zuhur etti, bunlar
arasında b'dhassalnsaniyetçi-Humaniste’lerden Jeân de Salisbury, Thoma
Bechet meşhurdur. Yene bunlardan mesla,P. de Bruys, vaftizin
ehmiyetini inkâr ediyor. Liyonlu R. Waldes, İncilin müdafaa
ettiğ şekilde bir fakirliğe kıymet veriyor ve Aiain de Lîlle, her nevi dini
ve hattâ İnsanî otoriteyi - Induligence’ları ret ve inkâr ediyordu. Yoacgim, David gibi bazı zevat
ta Yonan felsefesine müracaat ederek devrin batıl ve müteassıp hiristiyanlığını
daha makul ve hür bir hedefe şevke çalışıyorlardı. Hıristiyan felsefesinde
görülen bu dine mugayir hareketler ve fikirler, hakikatte yine din namınadır.
Binaenaleyh, bu devirde henüz vazıh bir surette Laîcisme istikametinde
kat’î bir mücadele mevcut değildir. Esasen bu düşünülmüş bile değildir. Bütün
gayretlere rağmen hıristiyan- lıktaki Allah fikri, umumî esaslarını kaybetti,
ve Yonan itikadatı ile hıris- tiyanlık - Aristote’nun fikirleri
müstesna olmak şartile - yekdigerile esaslı bir surette imtizaç edemedi. Zira
Yonan ilâhiyatında hıristiyanlığa tema- men zıt olmak üzere: Yıldızların
ülûhiyeti, alemin ebediyeti, sihrin doğruluğu, menşeleri İlâhî olan ruhların
avdet edecekleri... Ve saire gibi itikatlar mevcuttu. Kitabî ve alemişumul bir
dinin ise bunlarla mücadele edeceği gayet tabiîdir. Hülâsa:
İlk zamanın
iskolastik felsefesi, Kilise babaları Les peres de l’eglisen’in elinde,
içinden çıkılmaz münazea ve münakaşalarla doludur. İskolastik felsefesine
hâkim olan Eflatun^
Neoplatonisme’ Aristote ve İbnîrrüşti tür. Arapçaya
ve yonancaya vukufu ile tanınmış Irlandalı Scote - Eri- gĞne, e göre: tabiat
Allahtan ayrıldıktan sonra halk edilmiştir. Hilkat İlâhi vahdeti muhit bir akıl
ve terekküpten ibarettir. Allahtan ayrılan tabiat bir nevi
avdet kanunu
ile menşelerine kavuşacaklardır. Alemde külli bir mukad- deriyet -
Predestination üniverselle vardır. Birtakım kelime mücadelelerile ömrünü heder
edenlerden Realisms’in reisi Saint anselem, Allahı inkâr
fikrinin bile fikirle mütenakıs olduğunu idda etmiştir. Hülâsa Nominalisme münakaşalarile
dolan bu devrin vasfını haşin bir taassup ve garip bir allah ve Realisme
akidesi teşkil eder. [1]
|li B. Haureau
- Histoirc de la philosophie Scolastiqne, 1885.
İslâm felsefesinde Allah fikri
Hiç şüphe yok
ki Allah mefhumu, ancak islâmiyette en yüksek mevkiini kazanmıştır. Esasen
islâmiyetin intişarına kadar tevali edegelen ilahiyata ait düşünceler, az çok
yekdiğerine istinat ve yekdiğerini tahlil ede ede oldukça tasfiyeye oğramıştı.
Fakat bu zahirî bir tasfiye idi. İslâm felsefesinde iptida din şeklinde
başlayan bu tetkikler, nihayet felsefe vadisine de döküldü. Ve fakat hiç bir
zaman Allah mefhumu, dinin tesirinden kurtularak, basit ve saf bir şekilde
muhakeme edilmedi. Eski an’anelerin, eski dinlerin hatıralarile beslenmiş .olan
dimağlar, islâmiyetin getirdiği mücerret ve karışık bir ülûhiyet fikrini
.falnamen kavrıyamazdı. Bereket versin- ki din ile siyaseti birleştiren Muhammet [571-632]j
yüksek fikirlerini, her gün biraz daha neşir ve tamim etmekte güçlük çekmedi.
Esasen dinler
ve tarikatler, hemen ve daima ahlâkın ve hislerin bozulduğu, sukuta oğradığı
zamanlar zuhur eder. Ve az çok ihtiyaç haline geldiği vakit fazla mukavemet
etmeden kabul edenleri çoğalır, insaniyet bir koyun sürüsü gibi ekseriya'
düşünmeksizin bir çobanı takip eder. İçlerinden ayrılanlar olsa bile yolunu
şaşırmak tehlikesi karşısında, ya tekrar bir- leşmiye veya büsbütün heder
olmağa mahkûm olur. Dinler evvelâ vazedenlerin ülküsüdür. Halkın ülküsü olduğu
gün, reisler elinde bir maksada alet olur; kıymet, safvet ve kutsiyetini
kaybeder. Bu itibarla dinin menşei İçtimaî değildir demek istemiyoruz. Hemen
her dinin tarihinde Allah namına yapılan cinayetler, dinin umumiyetle menfi
bir kuvvet qlduğuna delâlet eder. Din vazıhının maksadı, beşeriyeti esaslı bir
düstur etrafında birleştirmekten, halkın birlik göstermiyen dağınık ve bir
birine. muhalif olan vaziyetlerine mani olmaktan ibaret iken, bizzat dini
getirenler de dahil olduğu halde bütün müminler, kendi itikatâlrınin verdiği
imanın hamlesile beşeriyete belâ kesilirler, ve dünyayı saran bir fitne
halinde milletleri birbirine karıştırırlar. Halbuki hiç birisinin maksadı
menfi değildir. Zira hepsi yüksek ve muhterem bir insaniyet ve şefkat hissinden
kuvvet alırlar; buna rağmen teşbüslerinin, eserlerinin neticesi, tamamile bu
maksatların zıttıdır. Zira, her din kendini makul ve meşru görmek iddiasında
bulundukça
ve yahut
herkesi kendi kendisinin peygamberi, ve herkes kendi kanaatlerinin hakikatine
inanan bir mümin kaldıkça muhalif vaziyetleri ve cereyanları durduramağa
çalışacak olanlar, zarurî olarak birtakım cinayetlere ve facialara meydan
vereceklerdir.
İşte bu umumî
mücadeledir ki, insaniyeti muayyen kütleler halinde toplar, fikir hüriyetini
ve ruhun serbestisin! kaldıran topluluklar haline getirir. Havariler elinde
oyuncak sahabeler elinde bir alet yapar. NietzSChe nin tabirile, [Allahın
bu avukatları] ise, bizim gibi insandırlar. Zaten dinin gayesi, yalnız
İlâhî birliğe imandan ibaret değildir. Zira, sadece bu imanın amelî bir
kıymeti ve beşerî bir faidesi olamaz. Halbuki ortadaki an- laşamamazlıklar
kalktıktan sonra insaniyetin bin bir ilaheye tapmasında bile mahzur olamaz. Din
ruhlara Allah korkusunu değil, Allah muhabbetini verdiği müddetçe daha ahlâkî ve
hayatın gayesine daha uygun olabilir; aksi halde din bir vasıta halinde kalır
ve istimal edenin arzusuna tabi bir silâh olur. Vakıa her din, insaniyeti en
son saadete ulaştırmak iddiasındadır. Fakat insanlar arasında tabiî bir
müsavat kabul edemediği gibi, hareketlerimizin mes’uliyeti hakkındaki
iddialarile de bizzat dinler, bu saadeti yıkarlar. Dinin ahlâkî kıymeti de
basittir. Ve ancak insanlara korku ve menfaat ahlâkı n\ verebilir,
bununla beraber, her dinin en ehemmiyetli noktası, neşredenlerinin cahil ve
kısır, esrar ve hurafe ile dolu olan fikirlerinde değil, belki peygamberinin Ideologie
sindedir, felsefesindedir. Bu sebeptendir ki W. James, dinin bu
cepheden gösterdiği müsbet kuvveti, bir hakikat olarak kabul etmiştir.
Maksadımız dinin aleyhinde bulunmak değildir. Belki din, fikri durdurmaya ve
fikrin ebedî tecessüsünü öldürmeğe kâfi değildir, binaenaleyh eksiktir demek
istiyoruz. Din ancak kör bir itaat ve imanla müşkülleri halletmiş görünür.
Yoksa ihtiva ettiği hakikatler kadar da yalanlarla malûldür. Şüphesiz ki dinin
vazıına ve müctehide nazaran bunun da bîr hikmeti vardır. İşte asıl bu
hikmettir ki insaniyeti baştan başa tefrikaya oğratıyor. Hayatın gayesini
şaşırtır gibi görünüyor. İslâm fırkaları, baştan başa bu ulvî dinin de fikir ve
vicdanda esaslı bir vahdet temin edemediğine delâlet eder.
İslâmiyetin en
büyük fazileti zamanına kadar gelmiş olan uluhiyet telâkkilerini en yüksek ve
mücerret bir manada kavrayabilmesi ve kâinatın nizamını, devrine nazaran daha
yüksek ve daha kat’î bir şekilde izah etmesidir. Allah hakkında Kuranıkerimin
vazettiği binlerce ayetlerden baziları şunlardır ki, her türlü teşrik
ihtimallerinden ve eski akidelerin temsilî ve mecazî bir takım tasvir ve
tasavvurlarından uzaktır ve onlara ciddî bir katiyetle nihayet veren esaslar ve
emirleri teşkil eder ;
« Ya
Muhammet.’ sen de ki ■ Ben de sizin gibi bir adamım: Bana vahi olunuyor ki
Allahınız ancak bir tek Allahtır -Allahınızdan başka Allah ve kendisinden başka
Allah yoktur.» - « Ya Muhammet! sen Allah birdir, Allah samettir, doğmaz ve
doğurmaz ve kendisine küfüv olacak hiçbir şey yoktur de »—«Cenabıhak hiç
kimseyi evlât ittihaz etmemiştir. Kendisine şerik olacak hiç bir fert yoktur,
müşriklerin dediği gibi şeriki olsaydı, her Allah halk ve icat eylediği eşya
ile teferrüt ve istipdat eder; ve yekdiğerine galebeye çalışırdı. Cenabıhak
ise böyle şeylerden musaffadır.»- «Eğer Cenabıhaktan başka Allah olsaydı
mükevvenat fesada oğrardı ».
Görülüyor ki,
Kuranıkerim, Allahın mutlak ve mücerret vahdeti hususunda pek açık düşünmekte,
her türlü tevil ve temsilden çekinmektedir. O kadar ki, onu, beşerî
münasebetlerin ceryanında kullanılan bu fanı lisanlarla ifade olunabilen
hernevi tarif ve tasvirden de tenzih eylemiştir. «Zatı uluhiyeti söylenilen
şeylerden mütealdir », «Zatı Kibriyanın hiçbir suretle misli yoktur».
Bu sebepdendir
ki İslâm arifleri: «Kalbine her ne geldise, Allahütaalâ- nın gayridir»
derler. Onlara göre akıl hiç bir suretle halikin künhünü idrak edemez. Herşeyi
muhit olan Cenabıhakkı ilmimiz ihatadan acizdir. Ve vaslinden olan mütesavvıfe:
«Yarabbi seni hakkile öğrenemedik!» diye teessür duyarlar. İlâhî
sıfatlara gelince: Cenabıhak ezelî ve ebedîdir, mutlak olan uluhiyeti kadimdir,
ve kendisinden daha kadîm hiçbir şey mevcut ve mutasavver değildir. Zira: «evael
ve ahır odur» ayni zamanda tekmil baka sıfatları kendisine aittir.
« Arz
üzerinde her ne varsa cümlesi fanidir. Ancak Zülcelâli velikram »lan Allahın
bakidir » — « bütün âlemlerin rabbi olan Cenabıhak, tekmil irade ve kudretile
bilici, işitici ve görücüdür. » — « Cenabıhak istediği gibi yapar ve istediği
gibi hükmeder.»-« Gözler Cenabıhakkı idrakten acizdir. Cenabıhak ise herşeyi
idrak eder. » — «Cenabıhak buyurdu ki: Ben sizin bilmediğiniz şeyleri
biliyorum» işte böyle «Azımüşşan» olan bir Allaha ibadet farzdır: « Ey nas,
sizi ve sizden gelenleri yaratan rabbinize ibadet edin ».
«Kelâmıkadim», Allahın
mevcudiyetini eserlerde isbat eder.
« Semalarda
ve arzda mevcut olan eserlere bakınız» — « İlâhî rahmetin eserlerine bakın!
Cenabıhak, arzı mahvettikten sonra nasıl ihya ediyor» — «O mabuda ibadet ediniz
ki: Arzı size feraş kıldı, semayı inşa etti ve semadan su inzal edip anınla
size rızk için meyvalar bahşey- ledi. Siz bütün bunları bildikten sonra Allaha
emsal ve şirk koşmayın»-— «Devenin nasıl halkedilmiş olduğuna nazar et! » —
«Arzda olan eşyayı sizin için halk ve ibda eden kendisidir» [1].
[1J Kurtuba
halifelerinden birinin tabibi olan Elme'mun, 1200 tarihlerinde yazmış olduğu
bir eseri şu cümlelerle ikmal eder : «Ey iyiliğin Allahı ! İnsan vücııdünü sonsuz
bir fetanetle sen teşkil ettin. İnsana yüz binlerce kuvvetler bahşettin. Sanki
bu kuvvetler, bu güzel zarfın qbedî mazrufu olan ruhun bekasına çalışan
aletlerdir.»
Görülüyor ki,
bütün bu ayetler intişar ettiği mahallin coğrafî muhitinde ne görebilmişse
hepsini şahit getirmek suretile Cenabıhakkın kudret ve birliğini ispat etmek
istemiştir. Bütün belâgatine rağmen, halk için tebliğ edilen hükümlerdeki
besatet ancak intişarı zamanındaki zihniyetin ne kadar basit olduğuna delâlet
eder. Halkın seviyesine hitap edemiyen hiçbir emir kabul edilemez.
Binaenafe-yh, böyle mücessem görülen hâdiseler ve eşya ile tefekkürü
uyandırmağa çalışmak icap ederdi. Ve bunlar tahlil olunurken fazla sebep ve
netice aranmaz. Meselâ: Arzda olan eşyayı bizim için halk eden Cenabırhak
adaletle muttasıf olabilir mi?
Bir kuş, bir
meyva bizim için halk olundise onlara hayat veren ezelî kudret haksızlık etmiş
olmaz mı? Halbuki biz pekâlâ görüyoruz ki hiçbir şey bizim için hattâ bizzat
kendimiz bir şey için yaratılmış değiliz; hilkatteki her zerre yalnız kendisi
için vardır. Zekâmızın faikiyetile istifade etmekte olduğumuz şeylerden vahşi
hayvanlar da adalelerinin kuv- vetile kısmen istifade etmektedir, Bu umumî
kavga, hayatın zarurî olan seyrini gösterir ki: başlangıç ve nihayeti hakkında
bir hüküm verebilmenin imkânı yoktur. Her zerre istifade ettiği şeyi kendisi
için yaratılmış farzeder. Bir kedi için fare nasıl görünürse bir insan için de
her hangi bir mahlûk öyle görünür. Halbuki yırtıcı bir hayvan elinde mahvolan
bir insan, her halde o hayvan için yaratılmış değildir. Bu savaştan galip çıkan
hayvan ise insanın kendisi için halk edildiğini zannedebilir. Hülâsa bunlar
derinleştirmeye değmiyecek kadar basit hakikatlerdendir. Fakat insaniyeti en
çok esir eden ve hayrete düşüren mürekkep ve muzlim şeylerden ziyada böyle
ruhanî bir eda ile beligane ifade edilen basit mefhumlardır. Biraz düşündükten
sonra bizi korkutan, kendisine esir eden bu basit mefhumun ne olduğunu anlar
ve heder olan kanaatlerimize ve satılan hürriyetlerimize acırız.
İslâmiyet, her
şeyin bir tek yaratıcısı olarak ciddî ve temizlenmiş bir kanaatle inandırdığı «Zatı
Zülcelâl» in âlemi şöyle halk ettiğine kani olmuştur :
«Küfür ve
inkâr edenler görmediler mi ki, sema ve arzı basit bir gaz- den ibaret iken biz
onları biribirinden ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık» — «Ben gizli bir
define idim. Öyle arzu ettim ki mükevvenatı yaratayım. Ta ki onlar vasıtasile
maruf olayım» mealindeki kudsî hadise nazaran adem, «Vücudü
mutlakın» inikâsı için yaratıldı.
Saniyen: « Arşı
azim, semavat ve arzdan evvel su üzerinde idi; sonra Cenabıhak suda teheyyüc ve
ıstırap ihdas buyurdu. Bunun üzerine su köpüklendi. Ve bu köpükten dumanlar
peyda oldu. Köpük suyun yüzünde kaldığı için bundan yubuset halkedilerek-, arz,
vahit kılındı ve sonra arzı yarıp arzin eyledi. Duman ise kalktı yükseldi. Ve
Cenabıhak anden sema- vatı halk ve icat etti.
Pek vazih bir
surette görüldüğü veçhile, bu tekvin nazariyesi, İlâhî bir kudrete malik
değildir. Bunlar, daha evvel gelmiş ve geçmiş bulunan felsefî ve dinî ve hattâ
esatırî fikirlerde mevcut bulunan tekvin tarzında, hadsen bulunmuş bazı
hakikatler olsa bile, izahî imkânsız boşlukları ihtiva eder. Bilhassa
semaviliği iddia olunan bir dinin mutlak surette hakikati söylemesi, ve
kendisinden evvelki akidelerin fikirlerini ve telkinlerini tekit ve tekrar
etmemesi lâzımdı. Hiç şüphe yok ki bugün bu tekvin bahsini bütün
peygamberlerden ve semavî kitaplardan daha fazla biliyoruz. İlâhî olan her akide,
nazâriye ve esaslarını madî ve siyasî âleme tatbik etmek İstediği gün
kutsiliğini kaybeder. Bir efsane mahiyetinde kalır. ilim,
her şubenin kendi sahasında çalışmasını esas ittihaz ettiği için nasıl ki din
ile meşgul olmaz ve dinin tesirinden uzakta kalarak çalışırsa, dinler de ayni
gayeyi benimsemeğe mecburdur. Aksi takdirde izahı ancak derin tetebbülere ve
tecrübelere ve bitmez tükenmez asırların teşkil edeceği mütekâmil dimağlara
mütavakkıf olan maddî hakikatleri tefsirden âciz kalmak suretile, kendi manevî
esasını de kaybeder. Dinlerin iddiası ise mahlûk olmaktan ziyade, semavilik ve
ilâhîliktir. Gönül, İlâhî ve semavî hakikatlerde hata görmek istemez. Bu
sebeptendir ki akıl ve tecrübenin keşfettiği hakikatler, dinî unslardan daha
çok fazla devam ederle. Ölen dinlerin adedi yaşayanlardan çok fazladır. Ve yaşıyanların
nasıl bir can çekiştirme içinde olduğu da görülüyor. Adeta medeniyet artık
dinleri istiskal etmektedir. Kalpten çıkan bir mısra ve tecrübenin verdiği bir
hakikat ise, binlerce senedir yaşamaktadır ve yaşayacaktır.
*
* *
Araplar
arasında, İslâmiyetin esaslnrına muvafık veya muhalif [Akıl ve nakil ]
tarafdarlarından mürekkep bir hayli felsefe meslekleri mevcut ise •de, bunlar
umumiyetle tefsir-Hermeneutigue yüzünden çıkan fikir ihtilâllerinin
mahsulüdür. Kaderiye fırkası Allahı, aynen kur’anıkerimde gösterildiği
şekilde anladı; Cebriye - Fatalisme ise Cenabıhakka İnsanî sıfatlardan
münezzeh bir mutlakıyet izafe etti. Bir taraftan da kaza ve kadere inanacağım
derken inkâr eyledi. Dalâlete düşmüş bir fırka addedilen sıfatiye ve mute-
zele daha ziyade aklî düşünmek istiyorlardı: Sıfatiye, « Esmai hüsna
» yi Allahlık vasıflarından addetmek suretile, Müscessime ve müşebbiheye -
An- troponorphisme ve binnetice ilhada düştü. [1]
[1J Şeyh
Mehmet Şâhristani : « Elmilelii vennihal » inde bu fırkaları yetmiş ikiye
çıkarır.
Islâm
felsefesine azamî bir serbesti bahşetmekle mümtaz olup vasıl İbni ata nın Basrada
tesis ettiği itizal mesleği ise: Kaderi tamamen inkâr ve Cenabıhakkın
sıfatlarile meşgul oldu. Maamafih, Islâmiyetin esaslarından ayrılmamak şartile
lâik düşünmek esasını vazetti. Kelâmla oğra- şan Eşaire, kelâmiyun, ve
Yonan felsefesile oğraşan felâsife umumile İslâm iskolâstiğini teşkil
ederler.
Asırlardanberi
millî kültürümüze girmiş, ve birçok büyük Türk feylesof ve âlimlerinin elinde
incelmiş olan İslâmiyet! bir de kendi bünyesindeki mekteplere nazaran mutalea
etmek faidesiz değildir [1]. Kitabımızın mevzuu bu olmamakla beraber bazı
noktalarına işaret etmek zaruretindeyiz:
Islâm uleması,
gerek din ve gerek ilim meselelerinde, İslâm kalmak şartile pek esaslı
ayrılıklar gösteren muhtelif mekteplere ayrılırlar ki baş- lıcaları demin de
gösterdiğimiz veçhile şunlardır.
1
— Mütekellimin
2
— Felâsife
3
— Mutezile
4
— Eş’ar iye
5
— Matüriydiye
6
—■ Kaderiye
7
— Cebriye
8
— Selefiye veya isriye
Bunlardan Mütekelllmlrij a^i/'dan ziyade
nakl’e kıymet verirler[2].
Umumiyetle
bunlar iki kısımdır: 2 — Eski Kelamcı’lardır ki: Basrah İbni Kilâp’tan başlıyarak Gazalî’ye kadar gelir.
Bunlar, mantıkî usulü
[1]
Bu hususlar hakkında mufassal malûmat
istiyenler profesör İzmirli İsmail Hakkı Beyin (Yeni ilmi kelâm) ünvanlı
eserile (Edebiyat ve ilahiyat) fakültesi mecmualarında bulunan muhtelif
makalelerine ve diğer eserlerine bakılmalıdır. Bundan başka profesör Mehmet Ali
Aynî Beyin, Ferit ve İsmail Fenni ve Ömer Rıza Beylerin neşriyatile Rıza
Tevfiğin felsele. kamusunu mütalaa etmelidir. Hilmi Ziyanın «Türk tefekkür
tarihi » de mühimdir.
[2]
Mütekelliminin umumiyetle ilme ve
dine verdikleri kıymeti anlamak için yaptıkları ilim tasnifini görmek kâfidir.
Bunun kısa bir hulâsasını veriyoruz :
B âlimlere
göre “ ilim ,, iki büyük zümreye ayrılır: 1 — İslâmî ilimler; 2 — Dehalet eden
ilimler. İslâmî ilimler : Bir yüksek veya şer’î ilimler, bir de âlet ilimleri
olarak iki şekil arzeder. Yüksek veya şer’î ilimler : f Kur’an ilmi, Hadis,
Fıkıh Amelî Fıkıh, ve Hayatî Fıkıh, ahlâk ve tasavvuf ilmi ] gibi altı zümreye
ayrılır. .Âlet ilimleri de : [Hususî veya Arabî ilimler, müşterek ilimler]
ismile iki guruptur. Arabî ilimlerde, Arap bediiyat ve lisaniyatı vardır.
Müşterek ilimlerde de taıih v<' coğrafya bulunur. Dehalet eden ilimlere
gelince : Bunlar başka milletlerden İslâm- lara intikal eden bilgileri teşkil
-eder ki : [Riyaziyat, hayatiyat ve mevzuu insan olan nefsanî ilimler] bu
zümreye dahildir. Hayatiyatta : Fizik ve tabiiyat, nefsanî ilimlerde de : [tarih,
lisan, İçtimaî ilimler ve felsefe] dahildir.
kabul eder ve [inikası
edille] yi esas ittihaz ederler. Yani bunlara göre: «Bir delil batıl
olursa, delilin icap ettirdiği medlul ve mana da batıl olur» Meselâ: dinî
itikatlara ait deliller inkâr edilirse, İslâmî ve itikadî akideler de inkâr
edilmiş olur. Öu esas, hemen tekmil İslâm mutaassıplarının piri sayılan (Bakİianî-403) tarafından
vazedilmiştir. Eski Mütekellimler, orta zaman papaslığı
zihniyetinde olup her türlü fikir hürriyetini menederler.
2 — Gazalî’den itibaren
başlıyan, son Mütekellimler, daha serbest düşüncelidirler. Şer’î ve aklî
meselelerde biraz daha feylesofturlar. Müte- kellimin, ekseriya Anaxagoras gibi cisimlerin
namütenahi taksim kabiliyetinde olduğunu kabul ederler. Yalnız, bunların Atom’ları
ne filen ve ne de zihnen taksim edilemez. Atom’u büsbütün inkâr edenleri
de vardır. FahreddjnS
Razî, bundan şüphe eder. ^Mm’lara inanan kısmı ise, Allahın
birliğini ve hayatı ispat için bunları delil olarak gösterirler. Ebu Bekir Razî de boşlukta
cisimler arasında bir cazibe kuvvetinin varlığını müdafaa eder. Mütekellimin,
ayni zamanda ruhun bir bünyeye muhtaç olduğunu da kabul ederler. Bunlar, ilmi,
bir İlâhî mevhibe farzederek ve âlimin bunu şüphe etmeksizin keşfettiğine
inanırlar. Sadece Fahreddini Razî; ilmi, [Vakıa
mutabık olan doğru ve kat’î itikattır] diye tarif eder. Böylece de
ilahiyat, vakıaya mutabık olmaktan ziyade, imana mutabık olan bir noktai nazar
olur. Gerek Gazalî
ve gerek bu zat, mantıkçılardan sayılır; bunlar mantıkî
tefekkürü ilmin âleti addeder ve bunun imana tesir etmiyeceğine inanırlar.
Maamafih gerek Gâzalî, gerek Farabî; gerek İbni Sina; dinin
esaslarına muhalif olan fikirleri reddederler.
Mütekellimin, bir taraftan Gazalî ile «Kelâmı
felsefîm ismini taşıyan bir meslek halinde görülür ki bu, kelâmın hududu
haricine çıkmaksızın felsefe ile uğraşabilir. Diğer taraftan da Mutezile’den Cehemî, Ebu Hezil ve sairenin
müdafaa ettiği «felsefei kelâmiye » mesleğini yapmışlardır. Bunlar usul
itibarile felsefeyle kelâmı birleştirmişler, fakat kelâmı bir felsefe gibi
münakaşa etmiye muvafffak olmuşlardır. Umumiyetle Felâ- sife bu
zümredendir.
Felâsife’nin başında Ebu Nasrı Farabî ile İbni Sina ve İbnir- rüştü sayabiliriz.
İslam kültürüne hizmet etmiş olan büyük Türk âlimi Farabî, bir feylesofun
nazarî ve küllî hakikallere bir peygamberden daha fazla vakıf olduğunu kabul
eder. Fakat diğer iki âlim ise, peygamberlerin de feylesoflar kadar her nevi
hakikati bildiklerini iddia ederler, İslâm feylesofları Mütekellimin e.
karşı başlıca şu fikirleri müdafaa ederler:
1
— Cenabıhakkın ef’ali kudret ve
iradeye iktiran eder. Ve bir şey var olmak için varlığın tekmil evsaf ve
istidatlarına malik olursa İlâhî emir olmadan zuhur eder. [Bu dikkate şayan bir
mütaleadır ki dinin esasına ve İlâhî kudrete muhaliftir.]
F: 7
2
— Madde ezelîdir. Alem kadimdir, yani
sonradan olmamıştır. «Yaratıcı» tabiri mecazîdir. Alem, ancak imkân
itibarile bir « Vacibilvücut » a muhtaçtır.
3
— Vahitten vahit çıkar; bu sebeple
Allahtan yalnız «Aklı kül» çıkmıştır,
4
— Cenabıhakkın ilmi, cüziyata şamil
değildir. İlâhı inayet, ancak âlemin küllî kanunlarına mütealliktir. [Bu fikir
de Allahın bilici sıfatına mâni ve dikkate değer bir fikirdir.]
5
— Nübüvvet insanın nefsile
mücahedesinden husule gelmiş, müktesep bir hassadır. Binaenaleyh ilmi, iradesi
ve hayali kuvvetli olmıyan peygamber olamaz. [Bu beş maddenin Allah fikrini
nasıl bertaraf ettiğini anlamak müşkül değildir. Din meselesinde ferdî
mesuliyeti ve şahsî imanı müdafaa etmesi itibarile lâik ve asri bir
düşünüştür.]
6
— Ruh, binefsihi kaimdir, Ruhani bir
cevherdir. Ne bedene bağlı ve ne de bedenden ayrıdır; madde de değildir.
7
— Nefis ile akıl ayrıdır. Akıl hiçbir
cisme taallûk etmez.
8
— Madde muhtelit kesafetlerde
muttasıl vahittir. Heyulâ ile suretten mürekkeptir. İmtidatsız cisim, cisimsiz
imtidat olamaz. Heyula, bütün cis- manî kâinatın aslî maddesidir. Maddede
birleşmek ve ayrılmak imkânı vardır. Suret, heyulaya hulûl etmiştir. Her ikisi
de cisimdir; kadimdir.
9
— Zaman, âlemin hareketinin
miktarıdır. Mutlak hareket kadimdir.
10
— Mekân cismin haricinde bir
satıhtın.
11
— Boşluk imkânsızdır.
12
— ilk prensip akıldır. O hem kendini
hem de başkasını teakkul eder. Her türlü mükemmeliyetlerin başlangıcıdır.
Şu iddialar,
tahlil edilirse ilerde göreceğimiz lâik düşüncelerin birçok unsurlarını bulabiliriz.
Artık bu düşünüşler, Doğmatique olmaktan ziyade her çeşit düşünebilen
serbest iddialardır.
Mutezile, insan aklının
hayrı ve şerri birbirinden ayırabilecek bir iktidara malik olduğunu
binaenaleyh, Allahın, insan işlerile ve insanın hare- ketlerile alâkadar
olmadığını müdafaa eder. Bu müdafaa: « Allah dilediklerini hidayete
sevkeder ve istediklerinin de yolunu şaşıriı» manasına gelen ayete uygun
düşmemekle beraber, kelâmcıların Allaha atfettikleri evsaf' ve iktidarlardan da
bir çoğunu zımnen inkâr etmiş olur.
Bu nokta da Eş’arî’lerıje, G®brî’ler gibi,
insanların ef’alini, bir nevi Allahın ef’ali gibi telâkki ederler. Bununla
beraber hiç bir şeyde sebep görmfyen bu meslek, âlemin yaradılışında ne bir
hikmet ve ne de bir gaye olmadığına da kanidir. Onlara göre âlem, ilahi âdetin
bir cereyanından başka bir şey değildir. Bununla beraber, cüz’i iradeyi Allah
yaratmıştır. MâtUrîdİler, bilâkis her şeyde bir gaye ve sebep
görürler. Ve insanda
cüz’i iradenin
azimle tashih edilebileceğine inanırlar; Kaderiye nin mü- essisi
olan MabedUl
Cehenî, hiç bir kimsenin tali ve kaderi evvelce tayin edilmemiştir.
Ve binaenaleyh Cenabıhak kulunun biraz sonra ne yapacağını tayin etmeyi
istememiştir diye düşünür. Cebriye ise,. [Müessisi: Cehim bin Safvan ] insanda hiç bir
irade bulunmadığına inanır.
Onlara göre
Cenabıhak mutlak surette kadirdir. Hattâ günah bile Allahın eseridir. Şu halde
mes’uliyet ve İlâhî adalet meselesi bunların noktai nazarına göre izahı
imkânsız bir bilmece olur.
Seiefiye (İsriye) âlemin sonradan
yaratıldığı için fanî olduğunu ve bu faniliği vücude getiren kuvvetin Allah
olacağını kabul eder.
Bütün bu
meslekler haricinde dikkate şayan olan bir de “Tasavvuf,, vardır. Muhammet, tasavvufu şöyle
tarif etmiştir : « Tasavvuf, davaları bırakıp, sırları gizlemektir.» Bu
tefekkür sistemine nazaran: Allah: Evvel ve ahır, aşikâr ve gizli olan
herşeydir. Ve gaye, eşyada hakkın ihatasını görmektir. Esasen yüzümüzü nereye
çevirsek orada hakkın yüzüne rastlanılır. Nitekim hâdisi şerifte det
«Ben kulumu,
benimle işitir; benimle görür, benimle söyler; benimle yürürse o vakit severim»
buyurmuştur. Ve insan muayyen rütbeleri katetmek suretile Allaha vasıl
olabilir. Zira Allah, her an ve şandadır Elverir ki hikmete zulmetmemek için
onu herkese söylememek basiretinde bulunmalı, ve insanın yer yüzünde, Allahın
bir halifesi olduğuna inanmalıdır. Tasavvufun dine karşı en büyük düstüru, hoş
görmek ve taassupsuzluktur. Zira tasavvuf ta mahlûkat, (Cenabıhakkın
deryayı zatında fanidir.) Ve küfürle iman kul ile Allahın arasında bir
perdedir.
Gerek bu
mektepler ve gerek bu mütefekkirler arasında en ehemiyetli bir mevkie malik
olanları iki büyük Türk feylesofudur. Bunlardan Farabî, rabbani bir
emirle yani «kelâm » vasıtasile hilkatin yaratıldığına kanidir. İbni Sina; ilk illetin
ebediyetini kabul ve Cenabıhakkı vacip ve mutlak bir mevcut telâkki eder. Bu
zat, biraz evvel işaret ettiğimiz gibi: «aklı evvel» in insan ruhile
birleşmesinde aklın zarurî olmadığını ve bunun bir tecellî ve istidat neticesi
olduğunu, binaenaleyh bu istidada malik olanların her zaman peygamber
olabileceklerini müdafaa etti. Yalnız ibni Sina, bu payeye vusul
için, zühüt ve riyazatı elzem addeder. Tamamile meşşaiye - Peripateticien
tarzında düşünen ibni Sina, zaman zamau «Ehli sünnet»
itikat ve nazariyelerinden harice çıkmıştır [1]. Maamafih bütün İslâm
mütefekkirler,
[1]
Schmoelders : Essais sur les ecoles
philosophique des arebes, Paıis: 1842
düşüncelerinin
her nevi elastikiyetine rağmen İslâmlığın bir netice olarak kabul ettiği şu
Allah telâkkisinde müttefiktirler: «Allah ne doğar, ne doğurur. Şekilsiz,
renksiz, aksamsızdır. Zayıf veya kuvvetli her sesi işitir: fakat kulakları
yoktur; hattâ bir karanlık gecede, bir karataş üzerindeki küçük ve siyah bir
karıncayı bile görür. Fakat onun insanlarda olduğu gibi gözleri, yoktur. Allah
konuşur. Fakat insanlarınki gibi bir lisanla değil Bilgi, duygu ve iradeye de
maliktir. Eakat gene insanınkine benzememek şartile...» Bu suretle tamamen
maddilikten çıkarılan Allah, insan ruhuna tesir eden bir manevî bünyeye maliktir.
Fakat bu bünye, insandaki her nevi cismanî arzulardan ve kemalsizlikten
münezzehtir. Tekmil, yüksek vasıfları sonsuz bir surette büyütülmüş ef’al ve
hareketleri itibarile metafizik ve her şeyden üstün bir kudrete sahip gibi
gösterilmiştir.
Eserimiz ne bir
din tarihi ve ne de felsefe ve meslekler tarihidir. Hattâ ne bir ilahiyat ve ne
de bütün bunları tenkit etmek maksadile vücude getirilmiş bir kitap değildir.
Bu itibarla islâmiyetin muhtelif mezhep ve tari- katlerinde, muhtelif dinî ve
felsefî mekteplerinde Allah hakkındaki düşünüşleri uzun uzadıya yazmak
mecburiyetini hissetmedik. Biz yalnız Allah noktai nazarından bütün bu
sistemlerin düşüncelerini kısaca hülâsa etmiş oluyoruz. Daha ziyade
teferruatta biribirinden ayrılan ve pek ayrı bir ihtisasa ihtiyaç gösteren bu
geniş mevzuu, bugün daha fazla tafsil etmenin de amelî ve nazarî bir kıymeti
yoktur. [Umumiyetle İslâm meslekleri arasında muhtelif ilahiyat ve felsefe
meselelerinin ayrılıklarını öğrenmek istiyenler için arapça pek çok eser
vardır. Eski yahudi feylesofu Maimonide’in S. Munk tarafından
fransızcaya tercüme edilmiş olan «Le guide des egeres T: III» isimli eserini
tavsiye etmekle iktifa edeceğiz. ]
Allah hakkında hür düşünceler ve
tabiî dine doğru
Asırlarca fikir
hürriyetini öldürmüş olan bu devirlere karşı bir aksüi- amel de başlamamış
değildir. Bir taraftan Insaniyetçi-Hümanisteler, diğer taraftan tabii
hak müdafileri, Deiste’ier, fikir istibdadını bir hayli sarstılar, Hümaniste
ierden Montaigne
(1539-1592) [1] ilahiyat felsefe ve mezhep noktai nazarından
Dogmatique olan hernevi düşünce ve itikada hücümetti.
Bilhassa iskolâstik’\er\e
Ortodoks'lara
karşı
diyorduki: Eğer biz hakikaten samimî olarak tabiatın üstünde bulunan bazı hakikatlere
inanıyorsak ve eğer bizi mutlak surette uluhiyetin ışıkları aydınlatıyorsa,
hayatımızın bambaşka bir manzara arzet- mesi lâzımgelecektir. Yani herşey gizli
ve mukaddes icaplara tevafuk edecek, din harpleri, âdi ve sefil ihtiraslarile
bizi par- çalamıya ve aramıza zararlı tefrikalar ver- miye muvaffak
olamıyacaktı. Şu halde insanları idare eden İlâhî melekeler değil belki
âdetler ve ananelerdir. Biz zannediyoruz ki, ülûhiyet İnsanî bir şekle
maliktir. Ve alemde bulunan ve ceryan eden her
şey, insanın menfaatlerine muvafık
bir şe- ”“ Montaigne ' " kilde yaratılmıştır. Fakat acaba
hayvanlarda
kendi
tabiatlerine nazaran böyle düşünemezler mi ? Allaha akıl erdireceğini zanneden
her fert, hangi tabakaya mensup olursa olsun, hem allahı ve hem kendisini
zarurî olarak uçurumlara sürüklemiş olur. İnşan mahlukata faik değildir. Onu
bukadar yüksek ve mağrur bir şekilde tasavvur etmek te doğru değildir. Gurur
itisin için ruhî bir hastalıktır, yoksa inşanla hayvan arasındaki fasıla
zannedilmiyecek kadar azdır. Bütün şu ifadelere nazaren
111 Montaigne — Essais
Montaigne, Allahı inkâr
etmemiş belki, din adamlarının elinde istismar edilmesine hücum etmiştir.
Kendisinin, az çok İncili bir ülûhiyete mutekit olmasına rağmen ancak ahlâkî ve
terbiyevî zaruretlerin bizi böyle gizli bir müeyyideye inanmak mecburiyetinde
bıraktığını söylemek ister.
Umumiyetle Humanisme
ve tabiî hak müdafileri, insan hayatının gayesini, hakikati öğrenmek ve
hayır işlemekten ibaret görürler. Bunlardan Melanchton (1497 — 1560)
ve DanimarkalI Hemmigsen^ aile ve siyaset hayatının üstünde bir
ruhanî hayatın yükseldiğini, yani amelî hayatın icabatı haricinde, nihayet ülvî
bir gaye olan Allaha tapma hislerinin geldiğini kabul ederler. Fakat bu
hakikati kavramakta insanın tabiî melekeleri acizdir. Zira İlâhî bir ilham
olmadıkça hiç kimse Allaha karşı yapılması lâzımgelen hakikî ibadeti temyiz
edemez şu fikre nazaren: İlâhî işlerle meşguliyet herkese bir vecibe olmadığı
gibi beşerî faaliyetin en zarurî bir lâzimesi de olmadığı anlaşılır.
Machiavel, mektebine
mensup olan tabiî'hak taraftarlarınden Althu- SİUS, hertürlü
iktidarın Allahtan geldiğini kabul eder, fakat İlâhî faaliyetin bilhassa
siyaset ve hukuk işlerinde, doğrudan doğruya bilvasıta alâkadar olduğunu iddia
eder. Ona göre cemiyeti teşkil eden Otoritelere mevki ve şeref veren kavimler
ve insanlar tabiatin ötesinden yani Allahtan gelir.
Machiavele
Prenslerin,
epAores’ların kuvveti doğrudan doğruya milletten ve bilvasıta Allahtan gelir.
Allah devleti, yalnız prenslere değil ayni zamanda ephores’iara ve dietes’lere
tevdi etmiştir.
Şu iddialardan
da anlaşılıyor ki, artık Allahın mutlak nufuzu devlet işlerinde pek gerilere
atılmış, hiç olmazsa zımnen İlâhî nufuzun dünya işlerile alâkadar olmadığı
fikri müdafaa edilerek, lâikliğin esaslarını hazırlıyan bazı fikirler
vazedilmiştir. Binaenaleyh, bu düşünce tarzında Allah, ne bir müeyyide ve ne
de doğrudan doğruya beşerî mukadderatla alâkası olan bir nazım değil, belki
mevcvdiyetini, insanın hissiyatından aldığı için, devrin daha tamamen
taazzu edememiş
olan kararsız itikatlarına karşı ihtiyaten kabul edilmiş bir mefhum olur.
Burada
ehemmiyetine binaen Machiavele (1469 — 1527)
[1] hakkında da bir iki cümle ilâve edebiliriz: Siyasî fikirleri, Descartes’ın ve daha çok
sonra gelenlerin hücumuna oğramış olan bu zat, dini, devlet adamının elinde
muayyen gayelere vâsıl olmak için bir vasıta olarak kabul eder. Ona göre dinin
hakikî bir kıymeti var veyahut yok diye düşünmek |1| Machovele — l’rince (bu
eser hükümdar ismile Türkceye çevrilmiştir).
fazladır. Bir
şeyin kıymeti, hükümdara yaptığı hizmet ve hükümdarın gayelerine mutabekatile
ölçülür. îstipdadı müdafaa eden bu «deni siyasetin» hakikatte ne din, ne
Allah ve ne de milletle hiçbir alâkası yoktur.
Tabiî hak
taraftarlarının kuvvetli müdafilerinden olanGrotiUS[1533-1645], Allah, mevcut
olsun olmasın, tabiî hak mevcuttur, iddiasındadır. Ona göre: Böceklerin menşei,
bizzat böceklere istinat eden İçtimaî bir hayatı muhafaza etmek temayüllerinde
saklıdır. Binaenaleyh böcekler, doğrudan doğruya ve bizzat insan tarafından
vazedilmiş olan prensiplerden neşet eder. Şayet mutlaka Allaha da bir hak
ayırmak iktiza ediyorsa, bizzat tabiatin halikı olduğu cihetle, tabiî hakların
halikı da Allah olmak iktiza eder diyebiliriz. İçtimaî hayatın bakası,
insanların yekdiğeri karşısında bazı mükellefiyetler kabul etmesile mümkündür. Bu
itibarla medenî hayat, kanunun ve binaenaleyh Allahın yaptığı ebedî ve
değişmez adalete istinat eder. Bu zata göre hakikî din, olsa olsa tekmil
muasırlar için müşterek olan bir itikat olacaktır. Ve bu itikada göre de Allah
görünmez bir birlik ve her şeyi yaratan ve muhafaza eden bir prensip
addolunacaktır. Allah ister bir ve ister müteaddit olsun bir İlâhî takdir
- Providence mevcuttur. Esasen bu âlemşümul bir surette taamüm etmiş ve ahlâkan
da zarurî olan bir itikattîr. Bu itikada muarız olanlar, cemiyete taarruz
ediyorlar demek olduğundan cezalandırılmalıdır. Bir ecnebi kavim ile, dinî
sebeplerle harbetmek doğru değildir. Meğerki onların Allahları ve itikatları
gayri İnsanî ve gayri ahlâkî olsun.
Her cemiyetin
hususiyetine göre değişebilen hislerle Allah arasında bir münasebet gören bu
telâkkide Allah fikri, amelî maksatların izahı için veya cemiyetin ahlâk
otoritesine hürmet için temsilî olarak müdafaa edilmiş olur ve netice olarak
kıymetini kaybeder, Esasen tekmil tabiî hakları müdafaa edenler, Allahın nüfuz
ve kudretini insana vermiş ve onu kendi âleminde bırakmıştır. Ve böylece adeta
insan, yer yüzünde âciz bir Allah namına hareket eden garip bir ülûhiyet vekili
olmuştur. Sadece İçtimaî nizam için müdafaa ettikleri din de, kitabî dinlere
benzemiyen, hattâ onların haricinde bulunan akıl ve siyasetin emrettiği bir
dindir. HÖffdİng’in
teyit ettiği veçhile, Renessance’m en büyük
vasıflarından biri, an’aneden müstakil ve insanların ruhî tabiatine istinat
eden bir din vazetmektir. Bilhassa İtalya mektebi, kilisenin telkinatı
haricinde, dinin tamimine çalıştı, bunlar Eflâtun meslekini -Neoplatonisme tarzında
anlıyarak- mesleklerine esas yaptılar.
Bilhassa Florance’ın ‘‘Eflâtun akademisi,, bu devirde pek
büyük bir nüfuz kazandı. Bunlara göre fert; kendi dinî huzurunu şahsî bir
Allahla ruhun bakasına itikat etmekte bulur. Binaenaleyh kilisenin naslarına ve
merasimine ihtiyaç yoktur, yani insanı Allaha bağlıyan kuvvet ve vasıta,
bizzat insanın
kendi kalbindedir. İnsanın bizzat kendi ruhundan doğan bir Allah, ayni şekilde
zuhur eden bir din, kendi merasim ve naslarını da fertlerin bizzat kendi
temayüllerinden alacaktır. Binaenaleyh biz Allaha bizi kendisine yaklaştıracak
olanlardan daha yakınız. Bu itibarla cebrî ve telkini itikatların kıymeti
yoktur. Ahlâkî büyüklüğümüz kadar da itikadı kudsiyetimizi, tekmil muhtelif
şahsî meziyetltrimizle, temayül ve hislerimizi vücude getirmektir.
Almanyada ve
Felemenkte bu fikirler daha mistik bir şekilde kaldılar. Fakat orta
zamanın fikrî esaretinden kurtulmak şartile S. Sebastien [250-288], Franck [1809-1893] ve
HollandalI CoocnhBrt,
bu serbest Protestanlığa itiraz ettiler. Mesela: Bunlardan Franck’a nazaran: görün-
miyen İsa,
tekmil insan ruhlarının malik olduğu tabiî ziyadan başka bir
şey değildir. Bu itibarla, ayni ziya bir rafızînin dimağında da ışık saçabilir.
Bu sebepten Cooenhert;
İsa’yı tanımaksızın onun kanunları takip olunabilir kanaatindedir.
Bu iki zat tabiî dinin ilk mubeşşirleridir.
Din harplerinin
akabinde 1577 de, her kim ki: kendi vicdanını takip eder, ve vicdanına itaat
ederse benim dinime dahil olmuş olur. Benim dinim, tekmil mert ve cesur
insanların dinidir, deniliyordu ve gene aynî devirden biraz evvel de
gösterdiğimiz veçhile Montaigne,ülûhiyet
telâkkileri ne olursa olsun, tekmil beşeriyette mevcut olan küllî bir din
müşahede ediyordu. Maamafih tabiî din meselesini en esaslı bir surette düşünmüş
olan Jean
Bodin [1520-1596] dır. Bu zat, herbiri başka başka dinlere salik
yedi zatın münakaşasını teşkil eden bir eserinde [1] ayni suretle, bitarafane
düşünülürse her dinin kıymetli olacağını ispata çalışırlar. Yedi kişiden birisi
müslüman diğerleri katolik, proteştan, musevi, İ. Calvin[1509 1564] [2]
mezhebine mensup bir zat ile her biri kendi noktai nazarına göre âlemşümul bir Theisme’i
müdafaa eden iki üstattır; bunlar bir çok meseleler arasında dinî
münakaşalarda bulunurlar; bir gün bu zevattan birisi sofraya konulmuş olan
sun’î ve tabiî patateslerden sun’î olanını tabiîsinden tefrik edemiyerek yiyor;
ve vaziyeti değişmiyor. Bodin, bundan şu neticeyi çıkarıyor:
Hasselerimizin en keskini olan göz aldanabildikten, sonra yine hasselerimize
merbut olan ruhumuz nasıl olur da yüksek meseleleri bilgi hududuna alabilir?
Hakikatlere nufuz edebilir?. Gayet hakimane devam eden diğer münakaşaların
sonunda müellif kat’î bir karar vermez. Yalnız [kardeşleri, yan yana sulh ve
sükûn içinde görmek ne asil ve ne iyidir!] Kasidesini terennüm ederek
sahneyi bitirir. Nihayet müellif der ki: «bu kardeşler, merhamet ve
hakşinaslığı hayrete şayan bir ittifakla tatbik
|1] J. Bodin —
Colloquium heqtaplameres.
[2]
Calvin mezhebi, tekmil kilise
merasimini kaldırır; an’ancyi yıkar, mukadderatı inkâr, semavî kitaplerdan
bile şüphe eder gibi.
tamime
koyuldular. Fakat bunları el birliğile tetkik ederek ve birbirile temas ederek
yaptılar ve artık yekdiğerile din hakkında münakaşa etmediler. Bununla
beraber, herkes bir diğerininkini de mukaddes addederek kendisininkini de
mukaddes bir hayat içinde muhafaza etmekten çekinmedi.»
Gayesi, taassup
suzluğu ve âlemin sulh ve selâmetini temin etmekten ibaret görünen bu zat,
herkeste ayni derecede mukaddes bir dini hissin mevcudiyetine inanır,
yahudiliğe fazla temayül eder gibi görünürse de insanlar arasında düşmanlığın
amili olarak yalnız dini gördüğündendir ki «yanılmayınız! Hakikî din,
tasfiye edilmiş bir ruhun hakikî Allaha rücuundan başka birşey değildir!..»
diye ihtar eder.
Hülâsa tabiî
dine göre : Kitabî dinler basit ve sathîdirler. Tabiî din ise, ayrıca maziye,
âtiye, vasıta ve terbiyeye ihtiyaç göstermez. Zira her insanın fıtratında iyi
ve kötüyü tefrik etmek iktidarı mevcuttur.
Asıl tabiî dini
halka mücmel ve mufassal bir eserle tamimeden Lord Herbert
de Cherbury’dir [1]
eserini bir hayli İ. Calvin tereddütlerden sonra neşreden bu zat, Al
lahın, insan
aklında fail bir surette mevcut olduğunu ve hattâ insanın dualarına hususî bir
takım tezahüratla cevap verdiğini, kendisi de bizzat eserini aldığı bu İlâhî
işaretlerden cesret alarak neşrettiğini söyler.
Evvelce Melanchton’un da iddia ettiği
gibi, bu zat insanda, haricî ve dahilî hasselerden maada tabiî bir iştiyakın
mevcut olduğunu ve bununla her kes te müştereken var olan hakikatlerin
keşfedilebildiğini iddia eder, işte beşeriyetin muhtelif dinleri kabul etmesine
sebep olanda bu iştiyaktır. Bu zatın akıl ve Allah karşısındaki vaziyet şudur :
1
— İmanı bilgiden üstün addedenlerle
imandan yalnız kendi duygularına ve emirlerine itaat edenler ve ahretten
korkup ağlıyanların hamakatine
emindir.
2
— Herşeyi aklî istidlallerle ispata
kalkışanların vaziyeti de öyledir... Maamafih aklın dahilî ve haricî hasselerle
tabiî iştiyaka faik olduğu zamanlar çoktur.
3—Ruhumuzun
başlangîçta, boş bir levha olduğunu iddia edenlere kızar, malûmatımızın sadece
havastan geldiğini kabul edenlere hücum eder; zira
[1]
l.ord H. de (’lurbııry. — De
Veritate, 1624 -
ona göre, insanlar
arasındaki fikirlerin birbirine uygunluğu, bir tabiî iştiyakın mevcudiyetine
delâlet eder ki bu ancak İlâhî hayırın mahsulüdür.
Çünkü Allah,
insanı kendi haline terk etmek istemez. İşte tabiî din bu iştiyaka istinat
eder. Bunun içindir ki peygambersiz cemiyetlerin de Allahı vardır. Binaenaleyh
kitapların haber verdiği ahret, ebedî mükâfat ve mücazat mefhumlarının bir din
ile, insandaki bu iştiyak ile alâkası yoktur.
Hülâsa böyle
anlaşılmış bir tabiî din, tekmil beşeriyet tarafından müştereken bulunmuştur
ve bu dinin Allahı, sadece bu iştiyakın halikı gibi görünür. Bütün bu fikirler
ortazaman taassubuna karşı bir aksülâmel ifade ediyor.
Alman
mütefekkirlerinden Jacob Bohem (1624 - 1675)
de, bir eserinde [1] dinî meseleleri tetkik eder: Ve ilk defa kendisini Scepticisme’e
düşüren şu iki noktayı muztaribane tahlile çalışır:
1 — insanın bu
haricî alemde işgal ettiğ mevki çok küçük ve ehemmiyetsizdir ve Allahın makamı
semalardan daha yüksektir; mesafeleri dolduran unsurlarla semavî cisimler,
insanların şeraitine tâbi olmaksızın kendi yollarını takip etmektedirler.
Allahtan bu kadar uzakta bulunmak ve tabi- atte yüksekleri şöyle dursun daha
pek aşağı derecelerde bulunan hakikat- ları bile kavrayamıyacak kadar kuvvetsiz
ve aciziz.
2 — Hayır ile
şerrin, iyi adam ile kötü adam arasındaki dağıtılışında açık bir nisbetsizlik
vardır. Yani meselâ, barbar ve hırsız kavimler arzın daha çok zengin ve
mahsuldar kıtalarını işgal ediyorlar. Bu nasıl olur ? Şerrin vucudu, Allahın
vucudu ile nasıl uzlaştırılır?
«J. Böhem in bu iki
meseleye ait şüphelerini halliçin ileri sördüğü fikirler arasında Allaha ait
olanları şunlardır:
«Allah
tabiattan ayrı değildir. O, tabiatın ruh ve cismi gibidir. Allah, semanın
üstünde değildir. O bizzat senin kendi içindedir. Yani Allah, sende hareket
etmektedir. Allah uzakta değildir. Sen Allahta yaşıyor, ve Allahta görüyorsun !
Eğer sen saf ve temiz isen sen de Allahsin ! Allahta ve tabiatta hareket eden
kuvvetler, sende hareket ediyor. Ateş, su, hava ve arz... hep Allahtır.
Bununlaberaber sen Allahın sureti değilsin ! Sen bizzat Allahtan başka bir
madde değilsin ! Yıldızlara, topraklara ve mesafelerin uçurumlarına bakacak
olursan Allahı göreceksin! Ve bizzat Allahın kendi içinde olduğunu anlayacaksın
I Hakikatte semavî cisimler, semavî unsurlar birer ülûhiyet değildir. Fakat
onların hayatını çeken kuvvet, sende de hareket etmektedir ! İnsanın dahilî
hareketleri Cenabıhakta husu- legelen hâdiselerin aynidir. Allah tabiî
hâdiselerde gizlidir. Fakat yalnız insan ruhunda tanınmıştır. Allah hakkında
birşey anlayabilmek için sanki
|1| J. Bohem —
Aurore aıı levcr
Allahtan ayrı
bir mevcut imiş gibi ruhun ondan ayrılması lâzımdır!» Bohem, bir taraftan
bir rafizilik gibi telâkki ettiği bu fikileri tenkit ve neticede aynen bunları
tasdik eder. Daha sonra tabiati halihazırile nazarı itibare almakla iktifa
etmez. Bu hâsselerimize çarpan haricî alem nasıl teşekkül etmiştir ? Diye sorar
ve neticede: Hiçbir şeyin mutlak bir vahdetle izah edilemiyeceğini iddia eder.
Ona göre Allahin mahiyetinde bir zaman kesretinin mevcut olması lâzımdır. Hiç
olmaz sa, ta bidayetten itibaren ülûhiyette keyfî olarak tevlit eden bir
tenevvü değil, fakat küllî hayatın karanlık kaynağı gibi nazarı itibare
alinabilecek bir şeyin mevcut olması icabeder. Yani Allah sadece «eve/!» değildir.
Bu ancak bir «hayır’. » a tearuz etmek mecburiyetindedir. Aksi halde ne
sevinç, ne elem, ne de hassasiyet olabilirdi. Yani Allah ancak bir yokluk
karşısında bir zıt karşısında mevcuttur. Bu müsbet ve menfi zaman arasındaki
ezelî ve batınî tearuz olmaksızın irade olamaz! Yani mutlak vahdet, kendi
kendine birşey isteyemez:
Böhem bu fikirlerini
esatiri bir lisanla söyler. Ve bu tearuza : «Allahın hiddeti, ve cehennemin
esası v ismini verir. Yani ona göre ta menşede de, Allah Aşk kadar
da gayze maliktir. Yani cehennemin esası kadar da cennet ve ezelî saadet
vardır. Bu tearuza hayatın ihtiyacı vardır, her şeydeki hareket ve iştiha,
tabiatte bulunan muhtelif keyfiyetlerin mevcudiyetindendir. Ona göre: Keyfiyet
ve harekiyet [sıçrama ve atmaj demek değildir. Tavsif etmek,
hareket etmenin aynidir. Ve her şeyde bu vasıflar vardır, atalet yoktur.
Keyfiyetin tenevvüû -ki bunlar ilk kuvvetler - olmaksızın hiç bir şuurun
zuhuruna imkân yoktur. Ve bu ilk kuvvetler, daha başlangıçta iken ahenkli bir
mecmua teşkil ederler. Tabiat kökünün acılığı kadar da tatlılığı olmasaydı;
hilkat hiç bir işe yaramazdı, Allahta tokluk kaderde açlık ta vardır.
Ayni zamanda Böhem, cennet ve
cehenneme muarızdır. Allahın se- fahet ve fenalık yapan kullarından bir intihap
yapamıyacağına kanidir. Zira, Allah şerri istemez; ve esasen o işler ve
hâdiselerin ne şekilde cereyan edeceğini daha evvelden takdir edemez. Bununla
beraber şerde menfî bir ânın da aslı İlâhî olan bir fiildir; zira bu da Allah
olmıyan Allahtan çıkmıştır. Yani bü Allaha karşı Allah - Dieu contr
dieu’tır; işte âlemin çektiği bu sıkıntı, bu İlâhîlerin mücadelesinden husule
gelmektedir. Hülâsa, Böhem, tabiî din taraftarı değildir. Onda
başka bir itikat ta vardır. Bu adeta bir nevi Mazdeiste’tir. İlâhî hayır
ile İlâhî şerrin mücadelesini hilkatin ezelî kanunu addetmek, ve. Allahın
hayırdan başka bir ibadete ihtiyacı olduğunu bilmek ve nihayet Allahı tabiat,
ve tabiatin kanunu gibi görmek... Bu zatın din ve ülûhiyet hakkındaki
fikirlerinin esaslarını teşkil eder. Filhakika bu tarzda tasavvur edilen Allah,
artık ilâhiyatın ve mu-
kaddes
kitapların Allahı değildir. Allah içimizde ve etrafımızda ne işlenen ne de
düşünen, ve muayyen bir gayeye sürükleyen değildir. Böyle olmuş olsaydı pantheisme
veya hiç olmazsa Hylozoîsme’e düşmüş olurduk. Halbuki Böhem bir taraftan
yaptığını diğer taraftan bozan bir sceptique’ten başka bir şey değildir.
O ülûhiyet hakkındaki fikirlerini felsefî bir lisanla şiire kalbetmiştir. Zira
onun anladığı ahlâkiyet ve hayır da, hududu kat’î esas- larla çizilebilen sabit
bir kıymet yoktur.
Allahın
mevcudiyeti ve kudretleri meselesile oğraşmış olan B. TelesİO [1509-1588] da
Allahı, âlemin her noktasına müdahale edemiyen bir kuvvet addeder. Ona göre
Allah, her mevcuda, kendilerine has olan bir şekil ve mahiyette hareket etmek
evsafını vermiştir. Binaenaleyh, hususî ve gaî illetler yoktur. Belki her
illetin kendi mahiyetini takip etmesi zarureti vardır.
Bu husustaki
muvaffakiyet, mevcudatın ebedî itminan - Satisfaction ve saadetini
teşkil eder. Eşya arasındaki ahenk te bu itminanın bir neticesidir. Bu zat,
bir haricî uzlaşma ve bir İlâhî müdahale fikrini kabulden ziyade
her şeyi İlâhî hikmetin zarurî kanunları dahilinde yaratılmış addeder. Ve
gayenin bu kanunlarda saklı bulunduğuna inanır. Binaenaleyh sema, arz üzerinde
kürevî olarak doğmuş 1 Belki öyle doğması, onun kendi mahiyet ve tabiati
iktizasındandır ve allah bunu menedemez. Hülâsa görülüyor ki gittikçe ülûhiyet
fikrinde Allahın tabiatle münasebeti inkâr edilmekte, ve tabiatin kanunlarile
itikadın mesnedi arasında uzlaşma değil lâkaydî ve alâkasızlık kabul
edilmektedir.
II
— Iskolastiğe karşı ve Descartes mektebi..
Felsefe dinden
ancak Renassence’da kurtulmağa başladı. Bununla beraber ülûhiyet
hakkındaki nazariyeler, artık dinî bir kıymette olmamakla beraber, ilk ve son
illeti aramak hususundaki zihnî icap dolayısile hemen âyni kuvvetle devam etti.
NİCOİOS
de Cusa (1401-1464) Allah bir « Vahidi k ül - L!un
tout » ve tenakuzlarla dolu ve izahı zor bir muamma haline geldi. İbnirrüşt ve Aristote’nun tesirinden kurtulamıyan
felsefe, Alman- yada protestanhğm intişarına rağmen sofiyane düşünüşlerden de
kurtulamadı
Alman
metafizikçiliğini temsil eden Jacob Bohem, «görünen
şeylerde büyük ve gizli bir sır» ın mevcut olduğunu ve Allahın
kendisine üç müteakip manevi ilham ile « esrarlı tabiatin gizli merkezinden!
» göründüğünü iddia etmiş olduğu halde, hiç bir ş’eni veya manevî hakikati
ispat ve izhar edememişti. îlim ve fennin gittikçe genişlemeğe başlıyan
terakkilerine rağmen, ülûhiyet fikri, metafizikteki sağlam mevkiinde zaman
zaman sarsıl- sa da hemen daima olduğu noktada kalmak üzere bir müddet daha
yaşadı.
Giordano Bruno ( 1550- 1600) [Muzaffer
hayvanın tardıf [1] ün- vanlı eşerile ve diğer bir diyaloğunda her ne kadar
dine karşı hücumlarda bulunmuş ise de yine dinin tesirinden kurtulamamıştır.
Yalnız hırıs- tiyanlığın pek kaba bazi iddialarını ve bedihî hakikatlerden
bahsetmek suretile cerh ve tekzip etmek gibi fikrî ve medenî bir cesaret
göstermiş ve Tabiî dini, Isa dinine karşı müdaffa etmişti. Bu zat
esas itibarile şöyle düşünüyordu:
Madde bize
sonsuz şekil çeşitleri içinde görünür. Madde, şekilleri başka bir varlıktan
bilâhara geri vermek üzere almaz, şekil ile madde bir aradadır ye birdir.
Haricî bir kuvvetin bunda hiç bir tesiri yoktur. Yani madde, şeklini
kendisinden çıkarır. Ve kendisile gösterir. Madde, çıplak, boş, tesirsiz ve
fiilsız ve mükemmeliyetsiz bir iktidar değildir. Eğer madde kendi kendine bir
şekle malik olmasaydı, buzun hararetten ve uçurumların ışıktan mahrum olduğu
gibi madde de şekilden mahrum edilemiyecekti. Madde, bir gebe kadına benzr ki,
kendi de/’z-ezpulsif hareketlerde çocuğu dışarı atar. ArİŞİOte bile küçük bir
farkla, maddedeki şekli kendi dahilî
[1]
Giordano Bruno - I- Eypulsion de la
bete triomphant (?) II- .de la Cause,. du principe et de l’unite.
iktidarının
mahsulü addetmişti. Tabiat, eserlerini, beşerî san’at eseri gibi yontarak ve
benzeterek yapmaz. Belki tefrik, ifraz ve inkişafla yapar. Nitekim Musa’da Allah
lisanından şöyle söyledi:
« Toprak
hayvanlarını vücude getirsin, sular canlı mahlûkları yaratsın!» Zira Musa’ya nazaran:
Eşyanın maddî
prensibi (lyonia mektebinde ve az çok İslâmlıkta ol- ^utu
gibi ) ® su M idi.
Hülâsa, madde
bütün tabiatin ve canlıların annesidir. Eğer kâinatın küllî bir yapıcısı varsa
onun İlâhî şanına lâyık olan, âlemi namütenahi yaratmaktır. Bu sebeptendir ki:
« Alem, merkezi her yerde olan ve muhiti hiç bir yerde bulunmıyan namütenahi
bir dairedir.» Kâinatın, namütenahi olabilmesi de, namütenahi imkânlara
istihale edebilecek olan sonsuz bir kuvvetle mümkündür. İşte ancak Allah
olabilen bu kuvvete « âmil tabiat - natura naturan» denir; ve madde bu
âmil tabiatte gizli olan bir « Mamul tabiat - Natura natura» dır.
Allah, ruhî
cevheri ihtiva eden bir birliktir. Herşeye inkılâp eden ve herşeyi ihtiva eden çokluk
içinde bir birliktir. Ruh, cismi nasıl idare ediyorsa, Allah da hilkati
dahilden harice doğru öylece idare eder. Buğday tanesi başaktan nasıl çıkarsa »Küllî
tohum- Germe üniverselle» da kendisinden öylece sadır olur. Her varlık,
bize Allahı başka şekilde gösteren bir Monad’dır. Ve Monad
canlidır.. Bunpn hayatı genişleme-expension ve kendisine dönme -
Retour suretinde tecelli eder. Genişlemeden maddeler, kendine dönmeden,
ruhumuz, maneviyetimiz teşekkül eder. Bu hilkatte herşey, merkez olan bir daire,
ve daire olan bir merkezdir. Zuhur, merkezin genişlemesi; hayat,
dairenin uzamasıdır. Ölüm, dairenin çekilme şeklinde merkeze
dönmesidir. Hayat ölümün, ölüm hayatın bir istihalesidir.
Her canlı faal
bir vahdettir. Hürriyet ve zaruret Monad’ların Monad’ı ■olan ve gene bir
monad’dan ibaret bulunan Allahın nazarında ayni şeydir. Hakikat, duygulu
bir varlıkta bir aynadan başka birşey değildir. Varlık, ancak ruh içinde saf ve
kuvvetli şekline maliktir. [1]
Görülüyor ki bu
zat ulûhiyeti tabiatin içinde aramaktadır. Zira ona göre, feylesofun vazifesi
de bu şekilde aranmaktır. İlâhiyatçı ise Allahı tabiatin haricinde aramak
itiyadındadır. Nütenahîde inkişaf fikrini kabul etmek Allah fikrile
uzlaştırılamaz. Allahı, Monad’ların Monad’ı addetmesinin sebebi: Herşeyin
aslını bir farzetmesindendir. Bilgi noktai nazarından düşünülürse, mefkûremiz
mutlak vahdeti kavrıyamaz. Zira bunu ifade edecek hiçbir fikrin teşkiline imkân
yoktur. Bu ancak itikadın mevzuudur. Bununla beraber Allâh ta her türlü
bilgiden münezzehtir. Yani,^lah vukuat ve hadisatı bilmek istemez ve bilmez.
Allah, kelimeyle olmaktan ziyade sükü-
[2]
G. Brmıo — De la Cause, dit principe
et de l’unite.
netle tazim
olunabilir. Zira, lisana giren her fikir ve hareket hakikî mahiyetini
kaybeder, küçülür !
Hulâsa Giordano, Allahı bazan Monad,
bazan sonsuz bir genişlik veya tabiatin bizzat kendisi sayar. O Allahı bir
maksada binaen faaliyette bulunan bir kuvvet, ve gaî bir illet gibi telâkki
eder. Pantheisme ile Animişme’in bir halitası olan bu fikirler, Giardano’nun daha ziyade Materialisme’e
kıymet verdiğini isbat eder: bu fikirler pabaslar tarafından kendisinin
yakılmasile nihayet bulmuştur.
«Çite
Soleil» muhrriri Campanella (1568 -1639
)’ya gelince: Allah fikri bu zatta, yalnız mutlak bir iktidardan ibaret kalır.
Ve insanların mutlak illeti değil, yakın ve izafi olan illeti düşünmelerini
tavsiye eder. Kendisine göre : insanın saadeti tekmil âlemin saadeti gibi
şahsî bakasına tâbidir. Fazilet bizi ulvî gayeye yani bakaya
götüren nizamı takip etmektir. Ferd için fazilet, cemiyetteki kanun
mesabesindedir. Bu âlemin gayesine ise, üç suretle vasıl olunabilir.
I — Kendi zatî
şahsımızı muhafaza etmek
II — Hayatımızı
çocuklarımızda yeniden husule getirmek
111 — Şeref ve
namus ile ölmek.
Bir dördüncüsü
de : Bizi Allahta ebedî hayata götüren yoldur; bu yol, mevcudiyetimizi,
yoklukla birleşmek mecburiyetinde olduğumuz için, muvakkaten ayrı kaldığımız,
namütenahi varlıkla birleştirir. Görülüyorki, Campa- neila da din ve
ahlâk, kendi kendimizi sevmek hususundaki meşur olmı- yan gizli aşkımıza, yani
kendi bakamıza istinat eder. Bu zat dinin fazla hâkim olduğu bir devirde
yetişmiş olmaklaberaber, herşeyin beşerî menfaatlere nazaran tevil olunduğunu,
gizli kuvvetlerin bu menfaatlere alet olmak üzere icat edildiğini sezmiştir. Bu
devirde taassupla müsbet fikirler çarpışıyor. Ruhanî talâkkîler son günlerini
yaşıyordu. Artık Leonard de vinci (1452-1519) Galilde (1564-1642), Kepldr (1571-1630)
gibi zevat yetişmiş, ve yeni bir alem nazariyesinin vazına muvaffak olunmuştu.
Binaenaleyh tabiatı İlâhî bir mucizenin eseri addetmek fikirleri sönmekte ve
tabiî kanunların hâkim olduğu kanaati yükselmektedir.-Bu hususta F. Bacon nun ehemmiyetli
mesaisini de inkâr etmemek iktiza eder.
Mütefekkirlerde
İlâhî fikirlerin gittikçe sarsıldığı bu devir, taassubun en fazla coştuğu bir
devirdir - Dine ve dinin müdafaa ettiği ülûhiyete karşı bir isyan mahiyetinde
olan bütün bu düşünceler, katil bir tazyik ile susturulmak istendi. Fikir
hürriyetinin bitmez, tükenmez şehitleri arasında gittikçe kanlanan ülûhiyet
meselesi, muhabbet ve alâkadan ziyade nefret ve
korku telkin
etti. Filhakika Allahtan bahsetmek, her asirde ve hattâ halâ en hür ve
mütekâmil olan asrımızda bile az çok takibata, halkın ve mutaassıp bir güruhun
tecavüzüne oğramayı mucip olur ; bundan anlaşılıyor ki, bu mevzuun tetkiki de
günah addedilmiştir. Öyle ise artık ilim ve fikir sahasında daimî bir zararı ve
karşıklığı mucip olan bu meseleyi fikir saha- sıddan çıkarıp atmaktan başka
çare yoktur ve bir çok ulema da öyle yapmıştır. Halbuki, insan Allahı aradıkça
ona muhabbeti artar ve onu bulamadığı ve inkâr ettiği zamanlarda bile
teessürümüz, daha ziyade zekânın ve ilminin noksanisine ait olur. Nitekim Hamiton (1788-1856)
«zihnin mahdudiyeti dolayısile namütenahiliği ve binaenaleyh ülûhiyeti idrak
edemeyiz » diyorsa da bir çokları da Kant gibi «idrak edemediğimiz şeyler,
mutlaka yok değildirler« fikrine iştirak ediyorlar.
İngiliz
mektebinden Fr.Bacon (1560-1626), felsefenin mevzuunu «tabiat yani madde,
Allah ve insan» olmak üzere üçe ayırmasına rağmen, Allahla
esaslı olarak
meşgul olmadı; mamafih cinlere meleklere inanacak kadar da dindar ve safdil
görünür. Bacon,
Allaha yalnız inanmak lâzım olduğunu ve tetkikini de
ilâhiyata terketmek icabettiğini tavsiye ile iktifa etti. Ve ihtimal biraz daha
cesaret etseydi, ülûhiyeti bir kabile putu - idola tribu farzedecekti.
Tecrübeye ve müsbet hakikatlara kıymet veren bir mücedditten ancak böyle bir
telâkki beklenebilirdi.
Bununla beraber
Bacon
da « az. ilim bizi Allahtan uzaklaştırır - çok ilim yaklaştırıra
fikrindedir. Ayni zamanda Allahsızlığın tamamen aleyhindedir. Bu zata göre:
tabii şeyler tetkik edildiği vakit ilk illete ihtiyaç kalmaz. Fakat
eşyadaki sıkı ve sağlam bağlılık ve ahenk düşü-
Fr. Bacon
nüldüğü zaman
böyle bir illet hatıra gelir.
İlhat ile
bid’atleri mukayese ettiği bir eserinde [1] zahirî ve sathî tetki-
katın İnsanî atheisme’e
imanli tetkikatın ise, Allaha götürdüğünü söyler.
Atheisme in
mutaassıbane, yapılmış münakaşalar ve müstehziyane tefekkürlerin bir neticesi
olduğunu ve insanın hayvanlıktan uzaklaşabilmesi için,
[1] F. Bacon —
Essais
manevî bir
istinatgâha da muhtaç olduğuna inanır. Köpek nasıl ki insanla münasebeti
dolayısile yükselirse, insan da ulvî bir mahiyetle münasebettar olduğu için
asalet kazanır.
Bacon’da TeiCSİO gibi, insan
ruhunu maddî farzeder. Sinirlerle kan bir mevcudun ruha, harekete ve hayata
sahip olması için kifayet eder kanaatindedir. Fakat bu maddî ruhun
yanıbaşında, Allah tarafından yaratılmış manevî kıymette diğer bir ruh daha
kabul eder. Fakat bu ruhun felsefeyle değil ancak din vasıtasile
öğrenilebileceğine kani olur. Nihayat BaCOn tabiati, vasıtasız bir ziya ile
tanıdığımızı iddia eder.
Maamafih BaCOfl bugünkü
ruhiyatın bazı esaslarına vekıf olmadığı için, bilhassa aldığı terbiyenin de
tesirde çok lâik olan düşünceleri arasına bahsettiğimiz şekilde bazı dinî ve
İlâhî fikirleri de karıştırmıştır. BaCOn, insanı hataya sevkeden İdollâr dolayısile
insan ruhile, İlâhî ruh arasında büyük farklar görür. İnsanın tabiatini,
herşeyin aslî şeklini bozan bir ayna farzeder. Halbuki, eşyanın aslında Allahın
tamgası vardır, Bu itibarladır ki ilimlerin tasnifini (Allah, tabîat ve insana)
ait bilgiler olarak üç zümreye ayırır: fakat ilmin (Allah) hakkında bir hüküm
verebilmesine imkân görmez. [1]
XVII inci asrın
İngiliz feylesoflarından TH. Hobbs (1560—1626)a
[2] göre; « Marifetüllah » ın sahası ilim değildir. Zira bununla fikre hiçbir
şey
ilâve etmenin
imkânı yoktur. «Vakıa sebebin netice ile olan münasebetleri bizi hareket
ettiren bir pren- sipe doğru götürür. Fakat bir mesele, Allahın zatına
yaklaştıkça, bîr takım tenakuzlar içinde kalıyoruz. En iyisi, Allah hakkındaki
bilgi ihtiyacımızı din ve iman sahasında bırakmaktır.» diyor. Zira: Hobbs’a nazaran: Allah Musa’nın ismi var, cismi
yok muhayyel ve muazzam bir mahlûku olan bir Leviathan- dır. Bu zat,
Allahı tanımanın, imkânsızlığını bilir. Fakat ilmin aradığı sebepleri yokarıya
doğru takip edecek olursak nihayet kendisinin bir sebebe muhtaç
olmadan âleme
vücut vermiş olan ebedî bir varlığa Hobbs
rastgeliriz, der.
Ona göre: insan, zayifliği ve istiklâl-
sizliği
dolayısile Allaha itaat etmeğe hazırdır. Binaenaleyh bizi Kitabî din
den uzaklaştırarak
Tabiî dine sevkeden sebep nazarî olmaktan ziyade amelî
[1] CH. Adam —
Philosophie de Fr. Bacon, Paris : 1890
[3]
TH. Hobbs — I — Leviathan IX — Traite
de la naturc humainc
F : 8
zaruretlerdir.
Ve biz Allah karşısında ateşin ne olduğunu bilmiyerek sadece ısınan bir âma
vaziyetindeyiz.- Bu itibarla biz, kendi, irade, hissiyat, tefekkür, iktiyaç ve
iztıraplarımızı ona atfedemeyiz. Zira bütün bunlar mahdut bir mahlûka aittir.
«Allah» a karşı biz ancak menfî, lüzumsuz ve muayyen olmıyan bir takım ifadeler
kullanabiliriz. Zira ancak bunlardır ki, ona karşı olan itaat ve hayretimizi
ifade ederler. Yoksa haddi zatında bir Allahı ifade ve izahın imkânı yoktur.
Hobbs’a
nazaran: Tabiî dinde kâfi değildir. Zira irademiz eksik ve ihtirasımız
kuvvetlidir. Tabiî dinin Allahı lâfzî bir Allahtır. Bu mütaleala- ra rağmen
Hobbs’in siyasî fikirlerinde - mecazen de olsa - kullandığı ıstılahlar ve
mantıkla dinî his ve fikirlere karşı lâkayıt olduğu görülmektedir- [i]
On yedinci
asrın Fransız felsefesi Descartes (1596-1625) ile
itilâ eder. Bununla beraber ülûhiyet fikrinde müsbet olarak hiçbir itilâ
görülmez. Descartes
[2] Ledünnî Burhan - Preuve onthologique ismini
verdiği mantıkî bir silsile ile, Allaha vasıl olur. Bu zat «Mademki varım,
mükemmel değîlîm. Zira düşünüyorum, düşünmek şüphe etmektir. Bu ise bir şey
bildiğimden ileri gelir. Bu bilgi ve bu şüpheyi bana mükemmel bir varlığın
vermesi lâzımdır. Bu takdirde mahlûkum ve mükemmel bir vücut olan Allah, benim
halikımdır. Saniyen bende kemal ve na- mütenahiyet fikirleri vardır. Ve bundan
eminim. Çünkü bir müselles deyince zaviyelerini hatırlarım, iki zaviyeli bir
müsellesin vücudü gibi, tasavvuru da muhaldir. Mevcut, var olmadan tasavvur
edilemez. Halbuki bu benim müfekkeremde mündemiçtir. Binaenaleyh vardır. Esasen
her şeyin bir illeti mevcuttur. Bu fikrin illeti ben olamam. Zira illet
malûlün vasıflarını haiz olmalıdır. Halbuki ben noksanım. Nasıl mükemmel fikrine
erebilirim? Demek Allah vardır. Ve mükemmeliyeti noksanın zıttı olduğu için
düşünüyorum. Bilâkis noksanımı ondon anlıyorum » diyerek düşündüğü her
şeyin mevcut olduğuna inanmış ve « yoktan hiç bir şey var olamaz » Mevzua -
Postula sından her şeyin mevcut olması için bir illeti olmak iktiza eder
kanaatine düşerek bir Allah kabul etmiştir. Des- Cartes’a nazaran,
Cenabıhakkın vasıflarına gelince: Mürit ve muhtar dır. Mutlak hürriyeti
tesadüfi değildir. Mademki biz iradeli ve failiz, demek ki Allahta öyledir. Ve
bizim irade ve hürriyetimiz namütenahidir.
[1]
G. Lyon — La Philosophie de Hobbes,
Paris 1893
[2]
Doscartes —I. Discour sur la methode.
(Bu eser Türkçeye nakledilmiştir.) II. Traite du monde et de la lumiere.
Descartes
öyle ise
ruhumuz da namütenahidir. Cenabıhak dilediğini yapmağa kadirdir. Ve İlâhî
irade, yalnız eşyayı değil kanunlarını da halkeder. Bir şey
güzel olduğu
için yaratılmamıştır. Allah yarattığı için güzeldir. Eşya bize
göre vacip,
Allaha göre mümkün olduğundan süphanî irade kat’iyyen değişmez, zira o,
ebedîdir. Keyfi değildir. Bizim için zarurî olan, onun için
ihtiyarîdir.
Zira, eşyadaki vücub ve imkânı yaratan da kendisidir. « Sıtkı
mahız - Veracite »
sıfatı, İlâhî sıfatların en büyüğüdür. Zira, doğruluk hakikati izhar eylemektir.
Bu, hakikatin en ülvî mısdakı - Criteriume supre- me’dir. Ancak bundan
sonradır ki daimî
bir yaradılış
mevcut olabilir. Hilkat mütemadiyen yaratılmaktadır. Yani âlem tedricen
tekemmül ve tekevvün etmektedir. Mevcut olan nizam ve ahenk, hilkatin bir
niyet - intention ile vücut bulduğunu gösterir. demek, gaî bir illet -
Cause finale vardır. Bu ise âkil ve kâmil olan illet, yani Allahtır. Oescartes’in bu fikirlerini
bir de Höffding
lisanile hülâsa etmek faydasız olmıyacaktır :
Descartes diyor ki: Ben
mahdut ve mütenahi bir mahlûkum; binaenaleyh, her türlü şe’niyetlerin en
mükemmeli olan namütenahi vücudu yani Allahı ve hattâ Allah fikrini ben
icat edemem. Ayni zamanda bu fikir, gördüğümüz mükemmeliyetlerin
birleştirilmesinden de husule gelemez. Zira bu takdirde, Allah fikrinin
farik
alâmetlerinden olan birlik, inhilâlden
masuniyet -
indissolubilite vasıfları olamaz. Fazla olarak bütün haricî illetler de
mütenahîdir. Binaenaleyh, bu fikri bende yaratan olsa olsa bizzat Allahtır.
Tefekkür melekemiz vazıh bir surette inkişaf ettiğ andan itibaren bu fikir de
bizde vehbî olarak teşekül eder. Descartes, Vehbî - innee
fikirlere, insana doğuşta veya ezelde verilmiş bir takım malûmat nazarile
bakmaz. Belki kendimizde bunları inkişaf ettirecek bir me/eZse-faculte’nin
mevcudiyetini kabul ederek vehbî fikirleri bu melekenin eseri addeder. İşte,
Allah fikri ona nazaran bu manada, vehbîdir. Yani kendi fikirlerimiz nasıl
vehbî iseler, Allah fikiri de öylece vehbîdir. Vehbî fikirler, bizzat bizim
tefekkür melekemizden neşetederler. Esasen Allah fikri, illâyet mütearife - axiome
sile temin edilmiş olduğundan bilgimizin en sağlam esası da Allah olmuş
olur. Allah fikirlerimizle hislerimizin en son illeti olduğundan mütenahi olan
ben, aldanmış olsam bile namütenahi olan Allah aldanmaz.
Bilgimizden
şüphe etmemek için ortaya koyduğu bu tezi, Descartes ilahiyatında şu
şekle vazeder: Allahın mevcudiyeti, tecrübeyle öğrendiğimiz haricî âlemle
ispat olunabilir. Hadiseler namütenahi taakup edebilir. Fakat bizi» takip hususundaki
âcizliğimiz dolayısile, bu ilk illeti inkâr ederiz. İnsan mütenehî olduğu için,
namütenahi bir vücudü teşkil edemez. Binaenaleyh, o bizden evvel mevcuttur. Bu
mütenahî fikr, mahdut ve mütenahî olan benim tarafımdan tasavvur edilmiştir.
Zira namütenahi, bir mütenahînin hu- dutlanmasıdır. Şu halde namütenahi,
kendisinde mütenahînin temdit edilerek elde edildiği en müsbet bir unsurdur.
Ancak hudutları kaldırmak suretile- dir ki, Allah fikri teşekkül eder. Allah
fikri kendi ülkümüzü teşkil ettiğimiz gibi teşekkül eder. Yani maniaları
yıkmak genişletmek suretile.
Descartes böylece âdeta
riyazi ve hendesî bir görüşle batini tecrübenin verdiği Hads -
intuition ile Allâh fikrine intikal ettikten sonra der ki: «Benim Allahım
halkın anladığı Allah değldir. Onlarınki mahdut ve kendisine insanların hürmet
etmesi lâzım gelen bir Allahtır. Ben böyle bir Allahı inkâr ederim,» Ona
göre Allah bir cevherdir. Yani kendi kendine mevcut olabilen ve vücudü için
başka şeye muhtaç olmıyandır. Her ne kadar madde ve ruh ta birer cevher iseler
de, bunlar mütenahî olduklarımdan namütenahi cevhere tâbidirler.
Descartes mektuplarında:
Allahın mevcudiyeti, onu herşeyin en tam ve mükemmeli addetmekle isbat
olunamaz, der. Zira, onun da en mükemmel ve tam olabilmesi için kâinat gibi
herşeyin ondan sudur etmiş olması lâzımdır. Tabiat felsefesi bize göstermiştir
ki, Allah istemedikçe zihnimizden en ufak bir fikir bile geçemez.
Descartes bir taraftan da
Allahı, illiyet prensibile isbata çalışır; fakat bu takdirde Allah için
de, zihin neden bir illet daha aramasın? Halbuki ona göre, illeti kendisinde
olanla, kendi -haricinde olanı tefrik etmek lâzımdır. Allah illet ve gayesi
kendisinde olandır. Ve bir namütenahi vücut olması dolayısile de bitmez
tükenmez bir kuvvete maliktir. O suretle ki, mevcut olmak için kendisinden
başka birşeye muhtaç değildir.
Bu fikre AntOİne Amauld (1612 —1693)
itiraz eder ye kendi kendinin illeti olmak- Cause de soi - meme, bizzat
kendi kendine tearuz eder der. Ve hattâ bunun hiçbir suretle Allaha tatbik olunamıyacağını
söyler, zira, der, hiçbir kimse, malik olmadığı şeyi veremez ve eğer birisi
kendi kendini yaratmıya başlamışsa, kendisinin daha evvel mevcut olması iktiza
eder. Bu takdirde de kendi kendinin de illeti olmıya ihtiyaç kalmaz. Yani eğer
Allah bir taraftan illet ise, ayni zamenda da netice - effet olmak zaruretindedir.
İllet, neticeye zaman içinde tekaddüm eder. Halbuki, Allah da mazi ve istikbal
veya şeniyetin imkânını tefrik imkânsızdır. Descartes, bu çıkmazdan
kurtulmak için illet mefhumunu Allah için temsil tari- kile kullandığını
söyler. '
Höffding, mükemmel
olmadıktan sonra mükemmel olan Allah fikrini nasıl olur da tam ve mükemmel
olarak kavrıyabiliriz ? diye sorar. Her ne kadar Descartes’ın buna cevabı
varsa da, netice bitmez tükenmez bir Dialectigue’den daha ileri gidemez.
Son söz olarak Descartes, bütün bu fikirleri müdafaa ettiği bir
eserinde [1] eğer hâlâ Cenabıhakkın mevcudiyetine kanaat hasıl etmemiş
insanlar varsa, onlar bilsinler ki, bir insanın bir vücuda malik olması,
yıldızlar ve arzın mevcudiyetinden ve diğer buna mümasil şeylerin
mevcudiyetinden daha sahihtir. Hiç olmazsa bu sahih fikir Allahın vücudünü
isbat etmez mi? diye sorar.
Görülüyor ki,
bu zata nazaran: Allah, mevcudatın halikidir. Fakat kendi ebedî cevherde
alâkadar olan cevherleri yaratmış değildir, ve usulî şüphe - doute
methodique’nin sevkile kendinde hissettiği noksanlardan, noksansız bir mevcuda
intikal etmektedir. Ona göre fikirler arasında bir silsilei meratip vardır: Bir
melek fikri bir insan fikrinden daha üstündür. Fikirler arasındaki mükemmeliyet
farkını mukayese etmiye lüzum gören ve fikirlerin birbirinden daha yüksek veya
aşağı olduğunu tayin eden miyarı göstermez. Yalnız onun vazih bir surette
temyiz ettiği şey, kemal fikridir. Bu fikir Allahın isbatında birinci delil
oluyor. Nihayet ArİStote’nun delillerine yani’ «Hareket halinde
bulunan bir âmil, ancak müteharrik olan şeyleri yaratabilir. » faraziyesine
müracaat ederek «illiyet prensipmiş bulur. Ve kendisile kendi haricinde
ilk illet olarak Allaha rasgelir.
Descartes, ülûhiyet
fikrinde o kadar ileri gider ki, nihayet ilmimizde Allaha yaklaşır. Ve hatta
bir Allahsızın - Athee, mühendis olamıyaca- ğını(!) iddia eder. Descartes’ın Allahı buluş
tarzında insan ruhunun şüpheden kurtulmasına imkân yoktur. Çünkü esasen bu
buluş oldukça uzun ve karışık düşüncelerin bir neticesidir. Hatta bu bizi devri
fasit-Çerde vicieux e düşürür. [2]
Descartes büsbütün
gaiyetçi bir feylesof da değildir. Zira, o Allahın ve tabiatin cevherini
araştırma hakkına malik olduğumuza da inanır. Descartes’a göre; tabiatin
kanunları sabittir. Bu takdirde İlâhî iradenin değişmesi, yani hürriyetten
ziyade zaruret sıfatına malik olması iktiza eder, Saniyen zihnimizin kanunları
da bir hürriyet mahsulü değil ayni zaruretin neticesi olacağından müdafaa
ettiği fikirlere muhalif ve mütenakız düşünmüş olur. Descartes’da Giordano gibi, düşündüğü
âlemi namütenahi addediyor. Yalnız atfettiği mükemmeliyetle bu namütenahilisi
Allaha hasretmiş oluyor. Hulâsa Descartes kendi zamanına
kadar gelmiş ve geçmiş bulunan feylesofların Allah hakkındaki nazariyelerini
telif ve ten
li! Descartes
— Traite be rHomme.
[3]
O. Hamelin — Le Systemc de Descartes
Paris : 1921
sik suretile
nefsinden başlayor, malûldan illete, mevsuftan sıfata intikal ediyor. Her ne
olursa olsun Descartes’ın Allahı, yaptığını bozamıyan değil
bozmak istemiyen ve yapıp yapmamak elinde olmıyan bir san’atkâr- dır. Huet (1630 —1721)
[1] gibi Descartes’ın Allah
telâkkisine itiraz eden muhtelif ilâhiyatçılar da onunkinden daha kuvvetli bir
delil gösterememişlerdir. .
Descartes meslekine
mensup olan B.
Pascal [1623-1662], ülûhiyet hakkındaki fikirlerinde nev’i şahsına
münhasır bir telâkkiye sahiptir : Bu zat’ âlemde küçüklük ve büyüklükleri
itibarile bir sonsuzluk gördü. Ve tefekkürden üstün olarak da bir «Ulvi
âlem, bir merhamet âlemi» tasavvur etti. Ve merhametin esasını da, Saint-Augustin,in düşündüğü gibi,
metafizik bir kuvvetin, yani Allahın bahşettiğini düşündü. Pascal’a göre Allah,
anlaşılması imkânsız - Incomprehensible bir « Vücudâ mahız » dır.
Tabiat Allahı hem gösterir, hem saklar. Bunun için Allahtan hem şüphe etmekte
hem de inanmakta haklıyız. Allah varsa o bizim için akıl erdirilmesi imkânsız
olan bir mevcuttur. [2]
Zira, onun ne
eczası ve ne de hududu vardır. O halde ne varlığını ve ne de yokluğunu isbat
edemeyiz. Fakat madamki yer yüzüne geldik, menfaatimize muvafık olanı kabule
mecburuz. Ona iman ve ittikattan bir şey kaybetmeyiz. Eğer mevcutsa kârdayız.
Değilse, zaten bir zararı olmı- yacaktır. [3] Binaenaleyh inanmak iyidir. Ve bundan
başka çaremiz de yoktur. Pascal, böyle bir Ihsan ve merhamet -
Charite esasile Allahı ararken bir taraftan Sceptique oluyor. Diğer
taraftan korkumuzdan Allahı severiz, diyerek utilitariste ve âciz bir
zihniyetle malûl görünüyor. Bu zat; bazan da Eflatun gibi derin
tasavvuf fikrile sevgiyi iradenin gayesi addeder. Fakat Pascal’a nazaran hiçbir
şeyin sabit bir cephesi yoktur. Allah nasıl -hem var ve hem yoksa, bu
muhabbette öylece İzafîdir. Bugün sevdiğim birşeyden yarın nefret edebilirim.
Demek bütün kıymetler değişmek istidadındadır. Sabit birşeyi,
sevmemekliğimizin sebebi ise yalnız Allaha olan muhabbetimizdendir... [4]
Hulâsa Pascal,
bu mevzuun azameti ve mudılıyeti önünde ne dediğini bilmiyen
şaşkın ve hayran bir sceptique- tir. Ve insanların insanlara karşı olan cinsî
ve kalbî temayüllerinden gafildir. Pascal’a göre din de
akla uygundur. Zira, din her seviyedeki
[1]
D. Huet — Traite philpsophique de
l'esprit humain. Amesterdam, 1623
[2]
A. Malvy — Pascal et le probleme de
la Croyance, Paris, 1023
[3]
Ayni düşünüş Hpzreti Aliye isnat
edilen bir Arap menkabcsinde de mevcuttur. ' .
[4]
E. Boııtroux — Pascal, Paris 1900 .
Pascal
insana hitap
eder. Dinlerin içinde en yükseği de insan tabiatinin fesada oğradığını ve
insanın günahla doğduğunu ortaya atan hıristiyanlıktır. Ayni zamanda bu din,
nefsi istihkar etmeyi müdafaa ettiği gibi, Allahı her şeyin esas prensipi
olarak kabul ettiği için de yüksektir. Diğer dinler sahtedir. Çünkü: Allahı
sevmek itibarile hıristiyanlığa benzeseler de bir taraftan bizim
vazifelerimizi diğer taraftan da iktidarsızlığımızı hıristiyanlık kadar vazıh
gösteremezler; diğer dinlerdeki Allah fikri de Pascal’a göre:
iptidaîdir. Hıristiyanlıkta ise: Allah; görünmiyenler:, görünen şey
lerde
göstermiştir. Fenalıkların tesellisini veren Allahtır. Allahsız hiçbir
şeye muktedir
olamayız. Allah bizi hiç terketmez. Allah tabiî olarak kendini saklar ve
nadiren görünür. Allah her şeyin arkasındadır. Bütün iyilik ve fenalıkların da
âmili olan Allah, herşeyi kendi için yaratmıştır: insan Allahtan başka da bir
şeyi sevmemelidir. [1]
Pascal’ın bütün
fikirleri, mütaassip bir papas zihniyetini taşır. Islâmiyete ait bilgileri
sathî ve diğer dinlere karşı bitaraf değildir. Muhammet Hakkındaki
mütalâaları da çocukçadır. Pascal’ın böyle düşünmesi
zarurîdir. Zira aldığı terbiye tamamen bir kilise terbiyesidir.[2] Maamafih, Pascale : « Eğer beni
bula- madiysan beni aramaktan vazgeç ve ken
dini teselli
et!» diyen ruhanî bir seda işitmiş. Binaenaleyh Pascal, kendi âciz-
liginin
tesellisini gene kendi itikatlarında bulmuştur.
*
* *
Ayni mektepten Bossuet (1627 - 1704)
ve Fenelon
(1651 —1715) daha ziyade pabas ruhlu insanlardandı, bunlar
hıristiyanlık fikirlerine tâbi
[1] K. Pascal
— Pensees et opusculcs, Paris 1914
|2| An.
Lalande’ın | Vaucabulaire technique et Critiqu ede la philosophie L'.IIJ isimli
eserinde Pascal’ın Allah telâkkisi hakkında Blondel taralından Fransız felsefe
cemiyetinde açılmış bir münakaşa vardır. 10 Haziran 1904 toplantısında yapılan
bu münakaşaya Lalande, Brunschvicg, Le roy, Lachelier, Chartier, Halvey, Roh...
gibi büyük âlimler iştirak etmiştir. Bu münakaşada Allah tariflerinin ve telâkkilerinin
farklarını anlamak mümkün olduğu gibi muhtelif allahlar hakkında da mücmel bir
görüş bulunabilir.
olarak ülûhiyet
fikirlerini mütemadiyen avamileştirdiler, Saint-Augustin ve Eflatun’u rehber
yaparak ve felsefî fikirlere hiçbir şey ilâve etmeden bir nevi Idealisme
mystique’e yol açmak suretile Maiebranche’ı yetiştirdiler.
Yalnız Fânelon
gene sofiyane bir zihniyetle Cenabıhak için Bir aklî hads-
Intuition rationelle kabul etti. Fenelon [1] un Allah hakkında- ki delili,
kemiklerin, damarların, sinirlerin ve adalelerin mühim bir san’at- kâr elinden
çîkmış gibi muhtelif vazifeleri ifa etmesidir. Böylece bütün bir uzviyetin
şekil, âhenk ve münasebetlerile güzelliklerinden Allah fikrine intikal eder.
Malebranche
Bossuet’ye gelince [2] bu
zat ta insan vücudünü, Allahın mevcudiyetine bir delil olarak gösterir; ve
tekmil azamızın gaî kıymetlerinden bahseder. Bu fikrini bir sene mütemadiyen
doktor ve operatör Duver- ney’in derslerine devam ettikten
sonra elde etmiştir. Bossuet, eserinin
mevzuunu şu suretle izah eder: «Bu eserin plânı, incilin şu ayetinden teşekkül
eder. «Bizzat kendiniz Davud’un şu sözlerine
dikkatle nazar edin: Ey Rabbim 1 Senin ne olduğun hakkındaki harikûlâde
bilgimi, kendimden istintaç ettim!» işte bu iki esasa istinat ederek bu
eseri vücude getiriyorum. Bunda cismin bün- yesile, ruhun mahiyetini tetkik
ediyorym.» [3] Esasen bir papas olan bu zat, tekmil hutbelerinde ve eserlerinde
derin bir tefekkürden ziyade kuvvetli bir imanla kâinatın azameti karşısında
hayran görünür ve esrarengiz hislere karşı büyük bir meclûbiyet arzeder.
Malebranche’a ( 1638-1715 )
gelince; bu zat «Allahı, bizi yaşatan, tahrik eden ve bizi var eden şeydir »
diye tarif eder. Ve Allaha şu suretle vasıl olur. Fikrî melekelerimiz
malûmatımızın mütevassit
illetlerini
teşkil eder. Hariçte mevcudiyetini hissettiğimiz eşyanın illeti ise ne mekân,
ne buut, ve ne de bizzat cisimdir. Bunlar hep atıl ve kuvvetsizdirler. Biz ise
herşeyin sebebini bu atıl mevcutlarda zannederiz. Onlar bizzat tahrik
istidadında olmadıkları halde bizde bir takım değişiklikler husule getirirler,
bunun sebebi, madde ruhun ve ruh maddenin vesilesi-Oca- sion olmasından
ibarettir; asıl tahrik eden, vücude getiren Allahtır. Bu bir külli akıldır ki
bizi tenvir eder. Cisimlerdeki buut, makul bir buuttur. Yani Allahtır. '
11| Fenolon —
Traite de l’cxistcnce de Dieu.
|2] Bossuet —
Traite de la Connaissance de Dieu et de Soimfime. -
[3| Bossuet —
Lettre atı pape Innoccn XI .
Allahın bütün
kâinatın fail illeti ve rabıtasıdır. Kâinat Allahta mevcut olduğu halde Allah
kâinatta değildir. Hülâsa gördüğümüz ve yaptığımız şeylerde hepsi adî sebepler
mahsulüdür. Asıl yapan ve yaptıran Allahtır. Ve samedanî iradesi kanunlardır.
Bu müfrit /afa&m’e-Malebranche’in
iman ve taassubunu da ilâve etmek lâzımdır. Zira o, hakikî
bilgiyi «Allah bilgisi» ne hasrettiği gibi, vesile illetlere-
cause occosionelles kıymet vermenin küfür olduğuna da kanidir. Eflâtun, Plotin gibi bir Illuminisme
yapmak ister. Bu sebepten « riiyet fillah - Vision en dieu » a
kaildir. Hülâsa Malebranche, ilhama - revelation, masivayı terke... ehemmiyet
vererek vasıl olduğu bu Allah, iradi bir hayra malik olmadığı cihetle ahlâkî
bir halik değildir. Ve kendi iddiası veçhile nihayet «Allah ebedî bir mantık
ve hilkat bu ebedî mantıkin bir cilvesidir.»
Hariçten
aldığımız fikirlerin halikı biz değiliz. Zira hiç bir mütenahî mahlûk eşyanın
mutlak illeti olamaz. Binaenaleyh, illette İlâhî birşey vardır, ve tabiî
illetler, mutavassıt illetlerden başka birşey değildir. Bir kürenin hareketini
diğer bir kürenin çarpması husule getirir gibi görünse de bu iki kürenin
hareketi arasında zarurî bir münasebet yoktur. Bu ancak iradei ilâhiyenin
icrasına bir vesileden başka birşey değildir. Cisimlerin muharrik kuvvetleri,
ancak kendilerini muhafaza eden Allahın iradesidir. İnsan ruhu için de mesele
böyledir. İlâhî tesir olmaksızın ne isteyebilir, ne de idrak edebilir. Ve
hiçbir zaman Allahın insana bu şeyleri yapabilmesi için kendi kudretlerinden
bazılarını verdiği de söylenemez. Zira Allah buna muktedir değildir. Yani
Allah, Allahları yaratmaz. Hakikî dinler, nasıl ki bir Allahtan başka yoktur,
derlerse, hakikî feylesof ta yalnız bir sebep olduğunu söyler. Şu halde
bilgimizde tamamile kendisine tâbi ve kendisinden gelir. Allah, bütün ruhlarla
vasıtasız bir surette münasebet halindedir. O mahalli ervah-} e lieu des
esprits’dir. Her şeyin haliki olan bu Allahla irtibat sayesindedir ki, rühumuz
yaratılmış şeyleri görür. Hülâsa fikirlerimiz ve hareketlerimizin hepsi
Allahtan gelir. Ve onun iradesile bilgisi haricinde birşey yapamayız. Bütün
arzu ve heveslerimizde Allaha müteveccihtir. Zira, yegâne saadet onunla
birleşmektedir. Halbuki bizde saadet ihtiyacını uyandıran kendisidir. Şuhalde
bu maddî alemin hikmeti nedir ? Malebranche’a göre bu asıl
değildir. Maksat Allahı görmektir.
«Malebranche, insanda akıl,
herşeye karışıyor, ve Allahta akıldadır, diyor ki, felsefesinin bütün ülûviyet
ve şerefi de buradadır. Bu zat beşerî faaliyeti tanınmamış ve bu sebepten de
İlâhî faaliyeti karma karışık yapmıştır. Bu, onun meslekinin bir hatasıdır.»
[1] Allah bizzat gayesine malik olduğu için insan ruhuna, hayıra ve küllî
nizama müteveccih olmaktan
11]
OIlc-Laprmıe - Philosophie Malebranche
dalar. Ve bu feyyaz temaşa
Spinoza
başka bir ilca
vermez. Çünkü Allah, alemi değişmez bir nizama bağlamıştır : Bu meslekte
kendimizi sevmek te Allahı sevmektir. Zira o esasen bunu ister; ve kendisi
bizdedir. [1] Ona göre, mahlûk alem, Allah huzurunda tazimatını arz için
çekiliyor ve nihayet kaybolmak için tükenir gibi oluyur. [2] Mutlak, hem illet
ve hem prensiptir; bu ilk faaliyet sayesindedir ki mefkûre Allaha vasıl
oluyor. Haddi zatında mefkûre Allahı görmez. Fakat bu faaliyet ile doğruca
Allaha gidebilir ve ona göre: Artık Allah yalnız aklın mevzuu, ve ebedî
hakikatin mahallî değil, belki hayat ve filin menbaı ve bizzat fiil ve
hayattır. Hakikatin bizde mevcut olmaması ise, « onun bizzat İlâhî
olmasından» dır. Netekim bir ruhculuk - animisme dan başka birşey
olmıyan bu fikirler, Arstote’da da kısmen
mevcuttur: f Arstote’nun « muharriki evvel » den anladığı
şey kendi kendine hareket eden bir muharriktir. Ve kemal ise, mevzuunu bizzat
kendisi teşkil eden şeydir. O kendi kendine ister, kendini sever, vecit ve
istiğraka ve istiğrak en müteharrik hareketleri ve en canlı hayatları teşkil
eder. Tabiat ve ruh, bu İlâhî hayatta kendi prensiplerini bulurlar. Ve Allah
bunları halk etmek ihtiyacından münezzeh ve uzak olduğu halde kendi kendinden
çıkar ve mükemmel olmaya nihayet verir. Mahlûk varlıklar ise, kendi tekâmüllerini
takip ederler. [3]
Cartesienne’ierden B. Spinoza ( 16321677)
[4] Allahı mutlak bir cevher addetti, onu, kendi kendine sanih olan ve
tasavvuru için başka birşeyin tasavvuruna muhtaç olmı- yan bir « hakikati
mahza » diye tarif etti. Bu zata nazaran cenabıhak bize namütenahi madde
veya namütenahi fikir suretinde - Le mode de la pense tecelli eder.
Birincisinden
maddî mevcudat,
İkincisinden ruhlar-esprits husule gelir. Bunun ikisi de hâdis olduğu halde
Cenabıhak bakidir. Namütenahi sıfatlara malik bir » va- cibiilvucut»
tur.
[1] H. Goubier
- La philosophie de Malebranehe et son esperii'nre reli"'i<'iıse Paris
1926
|2] Albert
Bazaillas - la erişe dc la croyance Paris : 1926 ,
|3| Ayni eser. Ve kendisinin (Meditatione chretiennes, Parts 1928) isimli
eseri |4] Spinoza l£thiquc :
Mümtet olan
cevherin farik vasfı, mahmulleri - Attribus [1] dir. Bu olmasa yaratılmış olan
cevherler kaybolur. Yalnız bu sıfatlar değişmek isti- dadındadır. Allahı inkâr
için madumiyetini tasavvur ve taakkul lâzımdır. Bu ise mümtenidir. Ve Allahın
varlığında vücuptan maksat, bu vücuba mani bir sebep ve illetin yokluğudur.
Zaten Cenabıhakkın varlığına mani, haricî bir sebebin takdirine bile imkân
yoktur. Bu sebepten hilkatin de müstakil olarak mevcudiyetine imkân yoktur. Eğer
böyle birşey olsaydı, Cevheri mutlakın » tasarrufuna münafi olan madum
mahlûkatın vücudüne ihtimal vermek lâzım gelirdi. Bu sebepten «
Vacibülvücut» tan maada bir cevher olamaz, «Zatikîbriya» bir ve
yeğâne cevherdir. Allahtan mahrum olan bir zerre yoktur. Spinoza, böyle geniş bir
Pantheisme, imkân verdikten sonra fikir ve buut gibi iki
tavırla tecelli eden Cenabıhak ta tam bir irade olmadığına kanidir. Allahın
zatî tabiatinin bir neticesi olarak iradesinde zaruret vardır. Esasen
Allahtaki irade, kannnun zaruretinden ibarettir. Bu itibarla Allah âlemin bir Müteaddi
illeti - Cause transtive değil, mündemiç bir illeti - Cause immenante’dir.
Spinoza. böylece Allahta
bir zaruret yani zatının icaplarına göre tezahür kudreti kabul etmekle, gaî
illeti inkâr etmiş, ve mutlak icabiye-Deter- minisme absolu ye düşmüştür. Zira,
bu icap, kendisine nazaran: Kat’î sabit ve lâyetegayyerdir, keyfî değildir. Ve
bir defa vaki olmuştur. Her şey « Mahiyeti kibriya » dan tav’î -
Spontane olarak zuhur etmiş ve tav’î olarak ta daimî surette zuhur etmektedir.
İrade ancak mahlûkat için mevcut olabilir. Cenabıhak ta ancak bir genişleme ve
açılma vardır. O bütün mahlûklarını hatta kendisine karşı küstahane hareket
edenleri de sever. Ruhun ebediyeti, İlâhî sevgiye bağlanmadan husule gelen
birliğin bir neticesidir. Spinoza, « Sympathie » yi hepimizde
müşterek olan İlâhî ruhun temin ettiği kardeşliğe atfeder. Bütün bu tasavvurlar
yerinde ve doğru olabilirdi. Fakat muayyen ve vazih bir şe’niyet vardır ki,
bütün bu arzu ve iddiaların aksini göstermektedir. Yekdiğerini seven kadar da
sevmiyen mevcut olduğu gibi, İlâhî olduğu zannedilen ruhlarımızda öyle şeytanî
ve habis hisler, fikirler taşır ve öyle hain ve sefil işlere teşebbüs ederiz
ki, bu süfliyetle ülûhiyetin ne kadar alâkadar olabileceği izah olunamaz.
Spinoza ya nazaran,
maddeye tatbik edilebilen her şey Allaha da kabili tatbiktir. Binaenaleyh buut
ve fikir İlâhi sıfatlardandır. Allahın haricinde hiç bir şey mevcut
değildir. Ve hiç bir hâdise Allah haricinde cereyan etmez. Nasıl ki Cenabıhak
kendi haricinde bir şeye malik değilse, Allahın cevherinde de mütenakıs ve
karışık bir şeyler yoktur. Allah için, imkânla ş’eniyet arasında bir fark
yoktur. Hattâ zaman farkı bile yoktur. İlâhî cev-
[1J Mahmul
demek, müdrikenin eşyada, eşyanın bünyesini teşkil eden şey gibi gördüğü
kıymetler demektir.
herde cereyan
eden her şey kendisinde ebedî bir zaruretle cereyan eder. İlâhî hürriyet, kendi
zatî cevherini tayin etmiş olan bir zarureti mukayyettir. Eğer Allah, eşyanın
illetidir deniyorsa, iyice bilmelidir ki, burada sebep ve netice yekdiğerinden
farklı iki şey değildir. Belki netice illetin künhünü keşfe yardım eden bir ilhamdır.
Allahın eseri, kendisinden farklı değildir. Tıpkı bir san’atkârın eserinden
ayrı olmadığı gibi, Allah müteal değil mündemiç bir illettir. Yani eseri
kendisinde ve kendisi eserindedir. ve baüt, kendi cevherini tecavüz edemez.
Şüphesiz Allah ile ferdî olan hâdiselerin heyeti mecmuası arasında bir fark
olacaktır. O hâdiselerin Mamul tabiati, Allahın ise Amil tabiati
teşkil etmesinden ibarettir. Hal böyle iken yine haricî ayrılık yoktur.
Görülüyor ki,
bu zatın Allahı da iradesiz ve fakir bir Allahtır. Netice itibarile bu
fikirler, ancak Allahın ahlâkî ve tasavvufî bir telâkkisidir. Spinoza, kendinden bir
asır evvel gelmiş olan G. Bruno’nun, tabiat ve
Allahın sonsuzluğu' hakkındaki fikirlerini (Ethiçue) ünvanlı eserinin
mevzuu yapmıştır. Bu zat, dinleri temelinden değiştirecek kadar peygamber ve
saireye aleyhtardır. Sadece bir cevher olan Allahın, mahmulleri namütenahidir.
Fikir ve maddeye bu dâhiliği atfettiği için muasırlarının da hücumuna oğradı.
Zira böylece: Allah, cismanî ve münfail bir şey oluyordu. Yalnız o, zihnin
anladığı madde ile ş’eni maddeyi birbirinden ayırır. Birinciyi taksim
edilebilir, İkinciyi taksim edilemez addederek Allahı makul bir buut yapmış
olur. Böylece Spînoza’nm Allahı, Ulemanın (tabiat) dediği
âlem olmuş olur. [1].
*
Yine ayni
mektepten P.
Gassandi ( 1592 - 1655 ) aynen Epicure gibi düşünür. Bu zata nazaran, kâinat
muntazam ve ahenktar bir küldür. Hiç bir şey yoktan var olamaz. Bu, maddenin
Allah tarafından halkedil- diğine delâlet eder. Hilkat, ilk defa kudretini
Allahtan alan Atomlar’dan ibarettir. Atomlar, cevher itibarile tamamen
ayni, şekil itibarile muhteliftir. Ve Allah muayyen miktarda atom yaratmıştır.
Eşyanın tahavvülleri atomların birleşip ayrılmasından husule gelir.
Hülâsa bu zatın
Allahı da mahlukattan ayrı ve rahibane düşünülebilen İspatı imkânsız ve İncili
vasıflarla süslenmiş bir Allahtır. [2]
[1]
L. Brunschvicg — 1 - Spinoza et ses
Contemporins. Parais : 1923 - II (1. I hıan Le Dieu de Spinoza - Arras : 1913
[2]
Descartes mektebini daha iyi tetkik
için şu esere müracaat etmelidir : Et. Gilson Le doctrine Cartesienne de la
liberte et la Thcologie Paris 1913
Leibnitz
On sekizinci
asrın büyük mütefekkirlerinden Alman felyesofu Leibnitz (1645-1716)
Allahı şöyle buldu:
Biz de iki «Kabli
- apriori» kanun vardır:
1 — Tenakus
kanunu ( mütearife) - Axiome de Contradiction 2 — kâfi illetler kanunu -
Axiome de raison suffisant. Bunun birincisi mümkün olan
şeyleri,
İkincisi mümkün olan şeylerin imkân cihetini, ve esbabını ifade eder ki bunlar
nihayet bir son illete müncer olur. Nazarımıza çarpan eşya ve mevcudat ta
nihayet bir cevherdir. Bu cevherde Splnoza’nın düşündüğü gibi buut
ve fikir şeklinde tezahür eder. Buut, ancak cisim ile mevcut olabilir. Ve
cisimler, bu buutle muttasıf olup hareket eden bir mukavemet - antytyp
den ibarettirler. Şu halde bizim mevcudat diye gördüğümüz ve hissettiğimiz
şeyler bir tek cevherin mütehavvil tavurlanma - modification’larından
ibarettir. Ve ortada bir faille bir mevcuttan başka bir- şey yoktur. Zira:
mevcut hareket demektir ve bunu tahrik eden şey ise «kuvvet» dir. Çünkü akıl
- Raison sebepsiz bir hareket
tasavvur
edemeyiz. Binaenaleyh: cevherde mündemiç olan kuvvet bütün bu değişiklikleri
yapıyor, halbuki bir fert olarak hareketleri hariçte ve kuvveti dahilde
hissederiz. Yani birşey yapmak veya bir şeye nail olmak arzu ve cehti bizdedir.
Demek ruhumuzda bir kuvvet vardır. Bu kuvvet, maddede harici bir mani olmadan
değişmek arzusu ve maddenin değişebilmesi demektir. Bundan şu anlaşılıyor ki,
âlemde her hadise mümkündür. Zira herşeyde bir kuvvet saklıdır. Fakat yaratici
daima yaratmak zaruretinde değildir. Cenabı^Hak, yalnız ilk kuvveti
yaratmıştır.
Ve hilkat bu
iptidaî kuvvet ile daima tekevûn halindedir. Bu sebepten
biz artık
hariçte kuvvet değil hareket görmekteyiz. Leibnitz, kendisinde bir
kuvvet saklı bulunan bu cevhere «Monad» ismini verir. Ve kâinatı bununla
teşkil eder.
Uzviyetimizi de
hareket ettiren bu Monad’lardır, diyor. Ona nazaran: Hiçbir cevher
yoktur ki bir kısmı faal olduğu halde diğer bir kısmı atil kalabilsin; öyle ise
cevherlerde basitlik - Simplicite kadar da birlik vardır. Leibnitz’in monadı, riyazi
bir nokta değildir. Bilâkis canlı ve şe’nidirler. Ve bütün mevcutların iptidaî
unsurlarıdır. Bunlar herşeye hayat verdiklerinden raA’turlar. Yalnız bunların
bir kısmı hassas ve mütefekkir iken diğer kısmı değildir ve monadlar
namütenahi olamazlar; fakat namütenahiliğe gitmektedirler. Binaenaleyh âlem de
namütenahi olmaktadır. Allah ta, namütenahidir. Bir fark ile ki, Allah
mükemmel olduğu halde âlem nakıstır ve hilkatte boşluk yoktur. Her yer doludur.
Bunun sebebini, Cenabı Hakka karşı, aceba ne için âlemi boşluğun başka
biryerinde halketmedi? gibi bir sual tevcih etmemek teşkil eder. Halbuki:
Müteal kudret, her yerde aşikârdır. Hatta zamanda ve varlığın kemiyetinde bile
boşluk yoktur. Cenabı Hakkın kudreti, her yere saridir. Leibnitz, monatlara
muhtelif vasıflar verdi; her birinin ayrı ve mümtaz bir ferdiyeti vardır ki: Ademi
temyiz prensibi -Prencipe des indissernable, bunlardaki istikrar ve
infiradı vücude getirir, fakat her biri kendi âleminde tek olan bu monadlardan;
bu mürekkep ve muhtelit âlem nasıl husul buldu? Bunu kâfi illetler kanunile
vademi temyiz prensibi» nin irtibatından husule gelen deymumet-Prencipe
de permanence ve temadi prensibi-P. Continuite temin eder. Zira madde
atıl bir imtidat değildir. Onun da cazibe, hararet, ziya gibi keyfiyetleri vardır.
Şu halde yaratılmış olan en küçük zerrelerden en yüksek hayata kadar bir «temadi»
vardır. Bu tenevvularda gördüğümüz ahenk ve birlik bu temadinin bir
neticesidir. Monadların ahengi ve husule gelmiş olan şeylerin muntazam,
teselsülü, âlemin makul bir irade ile ve bir mutlak varlık tarafından
yaratılmış olduğuna delâlet eder. Bir mevcuttan veya bir şekilden diğerine
geçiş namütenahi mütevassit vaziyetlerin husule gelmesini icap ettirir. Buna devam
kemiyetinin labirenti -Labirinthe de la quantite Continu, derler.
Hulâsa, herşey,
birbirine bağlıdır. Monatlar, kâinatın canlı bir aynası- Miroire de
l’univers, derler. Leibnitz’in basit addettiği
bu Monadlar da akıl ve hayat sahibidirler. Her biri, faal ve hayat sahibi
olduğu gibi iştiha Appetition hassasına da maliktirler. Bu hassa her
monada şu iki idrak tarzını bahşeder:
1
— Haricî âlemi idrâk, yani sadece idrâk
- Perception.
2
■— Bu müdrekâtı tasavvurla hazırlamak
yani «ince idrâk » - Apercep- tion’dur. Ve her monad malik olduğu kuvvet
- Energie nisbetinde tekâmül
eder.
Değişikliğin esası, ne kadar az olursa olsun, mutlaka çıkmak zaruretinde olan
bir kudretin sarfindan ibarettir. Değişiklik daima kemale doğru gider. Fakat
kemalin en yüksek derecesine vasıl olmak imkânsızdır. Monad- ların kuvveti
yekdiğerine nazaran farklıdır; kuvvetlileri zayiflerini çekerler. Ve kâinatta
hayattan hali bir yer yoktur. hilkatte «Ademi mahiz» yoktur. Ölüm ânî ve
şedit bir tahavvülden ibarettir. Ölmek diğer bir hayata doğmaktır. Zira, ruhu
teşkil eden monad bakidir. Hatta şuurda bakidir: Yaşıyan, ruh, terakkisinin
merhalelerinde nefis - esprit haline gelir. «Ebedî ve vacip
hakikatini bilmekledir ki en basit hayvandan ayrılırız. » Ancak bu sayede
Allahla birleşir ve «Ruhlar cumhuriyeti-La republique des esprites » nin
hemşehrileri oluruz. Her monad kendi âleminde kapalı bir daire - Cycle
ferme’dir. Kâinatta madde şeklinde gördüğümüz şeyler kuvvetin mahsus bir
şeklinden ibarettir. Biz maddeyi kuvvetin bir cehti ile anlarız ki mukavemet
suretinde tecelli eder. Madde olmasaydı, cevher, hakikî kuvvetten ibaret
olurdu. Monadların hatıraları vehbi - inne’dir. Ve her mevcut, dahilen «Kendi
kendine müteharrik» iken, haricen diğ.er bir monadın hareketlerine müdahale
etmez. Fakat hepimizin beraber bulunmamızın sebebi, monadları yaratan Allahın
hepimize ayni istidadı vermesinden ve aramıza bir ezelî ahenk - Harmonie
preetablie, koymasındandır. Her monadın inkişaf ve tekâmülü monadların
tekâmülde ebediyen alâkadar bir haldedir. Cenabıhak, bunları halketmeden evvel,
hepsinin mazhar olacağı tecellileri ezelden hesap ve takdir etmiştir. Bunlar
muhtelif musikişinasların ayrı ayrı terennüm ettikleri parçalara benzerler ki
umumî heyeti bir reis tarafından tevhit edilince fevkalâde hayrete şayan bir
konser vücude gelir. Kâinatın ahengini görünmiyen bir reis böyle tanzim
etmiştir. îşte bu reis « Allah » tır.
Mevcudatın
faaliyetinde ilk prensip olan küllî hayır, Allah, Leifnitz’e nazaran:
Monadların haricinde değildir; belki hatta monadlar ancak onunla hareket eder,
yaşar ve mevcut olur. Hariçte mevcut olan hayir, müdrike veya muhayyilenin
muazzam bir timsalidir. Yoksa herşey derunî, hayatî ve tav’îdir. Kâinat ayni
arzu ile ayni iş için çalışan canlı vücutların vasi bir cemiyetidir ki:
Çalıştıkları ve istedikleri şey kemal - Perfection’dir. Hulâsa: Alemin
varlığı, Allahın mevcudiyetine kâfi bir delildir. Saniyen mevcudatın ahengi de
Allahın vücuduna bir delildir. Salisen, hiçbir şey İlâhî emir olmaksızın mevcut
değildir. Fakat Cenabıhak bizzat «Zatî cevher » ile mevcuttur. [1] Zira
hiçbir şey, hiçbir hudut, hiçbir .tenakus:
[1]
Hint dininde : « Kudretim için
bukadar delil teraküm ve izharına ne hacet vardır? Benden sudur eden tek bir
zerre bütün kâinatı vucuda getirmeye kâfidir. Ben ise gene tamamen benim . » (
M. Mallere - Hıstoire litterature des anciennes Sanscrites.)
Hiçbir fikir
ile mahsur olmıyan «Haktaalâ » nın varlığına mani değildir. Herşey bize haliki
tanıtır. [1]
Allahın
sıfatlarına gelince : irade, hayır ve ilim bunlardan bir kısmıdır. O, kâinatı
hayaline tevfikan mükemmel yaratmıştır, « mevcudat ve müm- kinat,
mükemmeliyetlerinin bütün hassalarını ve münasebetlerini İlâhî zihinden
alırlar; ve bütün aldıkları şeylerin neticesi, hali hazırda mevcut olan
şeylerin mümkün olduğu kadar mükemmeliyetini de icap ettirir. » Orta da
gördüğümüz eksiklikler ise hilkatin, birden yaratılmadığına delâlet eder. Bu
sebepten hiç bir şey birdenbire güzel olama. Kemal ancak gayededir. Fakat
vasıtalar fena olabilir. Mamafih, şerrin menşei de az çak Allahtır. Hülâsa şer
ademi kemaldir. [2]
Monatlara
atfettiği şahsiyetle Ferdiyetci-Individualisme’lige kıymet veren Leilnitz, Alman akılcı
İdealisme’inin ve sırrı idealisme’inin en muhteşem bir yaratıcısı oldu.
Nihayet Leibnitz’e göre ancak
kendi zatî cevherde mevcut olabilen Allahın üç vasfı vardır: .
Kudret,
müdrike, irade. Kudret, yaratıcıdır. Müdrike, cevherlerin ve
imkânların esasıdır. Leibnitz, « ben, diyor,
Allah, mefhumu mübhem ve eksik olan bir « adam » yaratmak istedi
demiyorum. Belki, bir fert olarak, teayyün etmiş şekillere malik her hangi bir
adam yaratmak istedi zannediyorum.» Her şeye rağmen bu zat nikbin bir
feylesoftur.
Leibniz’in Allahı, şairane
bir tasavvurun mahsulüdür. Hiçte Scepti- cisme ve agnosticisme’e
sapmadan bütün vüzuh ve belâgatile ispata çalıştığı Allah fikri, ancak iki
suretle tahlil olunabilir: Bu Allah, ya yine kâinata yavaş yavaş istihale eden
ve istihale ettikçe kâinatı hareket ettiren ve kâinatı kendisine inkilep
ettirmek arzusile mükemmelleştiren ve nihayet kemali son mertebesine kadar
götürecek olan sari bir hayırdır. Ve yahut vazettiği ezelî kanuna tabi olarak,
âlem böyle hareket edecek ve bu umumî cereyanı kendisi dahilen veya haricen
temaşa ile zevkiyap olacaktır.
Bu takdirde
âlemde gördüğümüz şeyler: Ateşin ve kanlı bir hailedir. Tasvir edilen kemal ve
hayırın bu faciaya alet olmaktan zevk alacağını tasavvur imkânsızdır. Zira bu
surette ülûhiyetin adaletle alâkası kalmıya- caktır. Hayatın ise pek cazip ve
lâtif olduğu her zaman iddia edilemez, hayatından memnun olmıyanlar her halde
zevkiyap olanlardan çoktur. Ve bu daimî savaş Roma sirklerindeki
vahşetten daha az müthiş değildir. Birinci takdirde ise Allah, nihayet ya
tasavvufî bir zihniyetin mahsulü oluyor. Ve binaenaleyh acizliğin bir vehmi
kalıyor ve yahut tamamen makûs yani
[2]
Ğülista sahibi İranlı Sadi de böyle
düşünür.
[3]
M. Halbvwache — Leibniz : Paris 1929;
Lepeniz. I Monadologie; II Essais de Theodice :
maddeye sari
bir kuvvet oluyor. Leibnitz, her ikisini de
kafi ve vazih hatlarla ne ispat ve ne iddia etmiştir. O yalnız ilhamının
emrettiği bir hakikate, maddiyet ile maneviyet arasında her suretle tevili
kabil olan bir yumuşaklık - Placticite vermiştir.
Saniyen
hilkatin bu ebedî cereyanı, ezelden tayin edildiğine nazaran, ne İlâhî
hürriyetin ve ne de beşerî iradenin izahına imkân vardır. Her ne kadar her şey,
bir şey olmakta ve daima bir şey olmak imkânına malik bulunmakta ise de,
evvelce çizilmiş olan sabit bir ahenk ve bir nizama merbut bulunduğundan
hilkati bir gaiyete rabtetmiş oluyoruz. Bu gaye Leibnitz’in ve bir çok
emsalinin mükemmeliyet dediği ve nihayet ülûhiyete yükselişi ve ülûhiyete doğru
gidişinden ibarettir. Ve yahut ta, bu umumî cereyan içinde meçhul bir akibete
bir tenasühe ve yahut daha munis bir tabirle bir istihaleye initizardan
ibarettir. O bu gaiyeti kendi nefsinden çıkarmıştır. Filhakika insan az çok her
şeyi bir gaye için yapar. Ve hilkatte de zahiren ve hattâ umumiyetle böyle bir
gaiyet var gibidir. Bu ikisini birleştirmek selim bir akıl için mümkün değilse
de teselli veren ve ilzam eyleyen bir hakikat gibi görünür.
Hülâsa, Leibnitz’in Allahı, âlemi
kendisine benzeteceğim ve kemale erdireceğim derken Bazan şakirtlerine benzeyen
ve şakirtlerde ayni hal ve ayni zihniyete düşen acemi bir muallime benzer. Ve
bu suretle şair Ha- mid’in tabirile nihayet bir «Tlfh ekber» olur. Vakıa
şakirtler az çok muallime benzerler; fakat çok defa hocalardan ileri gider ve
hocalarını inkâr ederler. İşte bu feylesofun ülûhiyetinde bu akibet vardır.
Yine Alman
mütefekkirlerinden CH. WIoff’ ( 1679-1754 )ta
Leibnitz
gibi, âlem mevcut olabilmek için, kendisi bir illete muhtaç
olmıyan bir sebebe bağlı olmalıdır. Yani Allahı, kâfi illetler
prensibile ispat eder. Bununla beraber, meselâ Cenabıhakkın güneşi
durdurabileceğine fakat onun kutrunu, yani muhitine nazaran bir dairenin
arzettiği nisbeti değiştiremiye- ceğine inanır!!! Mucize, vahi ve ilhama kıymet
vermekle beraber mümkün olan hakikatleri rddeder. Wolff’un Allahı, sonsuz
kudretleri kadar da sonsuz bir acizlik içindedir. O eşyanın ve tabiatın
kanunlarını o suretle vücude getirmiştir ki, bir daha onları değiştirmek
istemez, istese de muktedir olamaz. Bu zat, her şeyin bu âlemde insan için
yaratıldığını zanneden safdil bir finalisme’i de müdafaa eder.
İskoçya felsefesi
Allahla ciddî olarak ve fazlaca meşgul olmadı. Ancak piskolojik tahlillere ve
ananeden gelen itikatlara bağlı olmak şartile Allahı kabul ettiler. Locke (1622-1705),
Allahı yalnız bir «ilk sebep»
addetmekle
iktifa etti. Ve başkaca meşgul olmaya da lüzum görmedi. Sa
dece der ki:
Ahlâkî ve mantıkî prensipler gibi
fikirlerden olduğunu
iddia ederler. Halbuki, çocuk, ve vahşi tahlil edilirse böyle bir şeye tesadüf
edilmez. Fakat Allahın vücudu felsefeyle ispat olunabilir. Elverir ki ona bir
takım beşerî sıfatlar verilmiş olmasın. Bu zata göre, akıl tarikile, bir-tabiî
din vaz olunabilir. Başkalarının karşısında, kendimize yapılmasını istediğimiz
gibi hareket etmek, bu dinin ve bu dine bağlı olan ahlâkın esasını teşkil eder.
Şu halde ahlâkın gayesi, başkalarının saadetini istemektir. Bu arzu İlâhidir.
Ve bu arzudan başka İlâhî birşey yoktur. Locke, yalnız hıristiyanlık itikat ve
ahlâkının muhafazası için tabiî dinin muhafazasını ve sonra insanlar ta
Allah fikrinin
de vehbî
Locke
rafından
keşfedilmiş olan ülûhiyet fikrinin temadisini arzu eder. Umumiyetle
Allahsızlığın
aleyhinde olan Locke, tabiî kanunların
doğruluğuna inanabilmek için Allaha iman etmek lâzımdır fikrindedir. Çok defa, Ihsasctlık
- Sensualisme hududu dahilinde Allahı ispat etmek ister. Vehbi fikirlerin,
aleyhinde olduğu cihetle Allahı, tabiî melekelerin yardımile ispat etmek
ister. Ona göre Allah, müdrik ve her şeye kadirdir. Zira, maddeyi yaratmak
daha kolay olduğu halde birde yaratılması en müşkül olan tanımak melikesini
yaratmıştır. Allahın sonsuzluğunu da, Allahın âleme teallük eden namütenahi
fiilleri ve namütenahi buutler vasıtasile idrak ederiz. Locke Allahın is-
batı için delil olarak vahi ve, mucizeden bahsetmeğe lüzum görmemiş; yalnız
herşey bütün bir ebediyettenberi mevcuttur; Binaenaleyh, Allahın mah-
mullerile
mevcudiyeti bu umumî müşahedelerle ispat olunabilir fikrindedir. [1]
Ayni devrin
mütefekkirlerinden olmak itîbarile Shaftesburry (1671- 1713),
ahlâk ve Estetiğin esasını, tabiatin nizam ve ahengine istinat ettirerek,
ahlâkî dine bağladı ve bu yüksek ahengin İlâhî bir müfekkire mahsulü olduğuna
kani oldu. Ona göre Allah, bir idealin modelidir ki sever ve himaye eder. F. HutchOSOn (1694-1747) a
gelince: Ahlâkî hislerin tecrübe ile izah olunamıyacağını, bu hislerin insandan
mutlak surette ve insiyaki olarak doğrudan doğruya tezahür ettiğini kabul eder.
Ne terbiye, ne itiyat ve ne de tedainin bunu izah edemiyeceğine kanidir. Zira
bunlar kendisine nazaran hiçbir yeni fikri tevlit edemez. Sadece eskileri
tekrar ederler. Şu halde bu hisler bîze nereden gelmiştir? Ta bidayette Allah
tarafından. Çünkü Allaha inanmıyanlarda da bu hisler mevcuttur. Bununla
beraber, bu hislerin ilâhiyata müteallik olan fikirlerle de alâkası yoktur. Şu
halde Allah nedir ? O, ahlâkî duyguların illetidir.
Butier (1692-1727) de
ahlâkla ahiret hissinin bizi dine rabtettiğini iddia eder. Bu papaz, Allahın yegâne
ve ulvî mevzuu olarak aşk, hayret ve hürmeti görür.
*
* *
Ta on altıncı
asırdan itibaren Deisme’m başladığını görüyoruz. Bu mesleğe uyanlar;
vahye ve peygamberliğe inanmazlar, fakat Allahı kabul ederler. On sekizinci
asırdan itibaren de Ingilterede serbeşt düşünceli- Je-Libre penseur’ler
başlar. Bunlarda dinî otorite aleyhinde bulunan Deistler’dir. Maamafih
bunların telâkkisi bir felsefe olmaktan ziyade bir edebiyattır. Müverrihleri
şunlardır: Leslie
Stepheri; bilâhare tetkik edeceğimiz Y. Tolond (1670-1722), Collins, Thinda!, Morgan., vesairedir.
Bunlar bilhassa mucizeleri tabiî bir şekilde izaha çalıştılar ve nihayet inkâr
ettiler.
On sekizinci
asrın sonlarına doğru LOUİS de la Forge, gibi Mate-
rialistelerle, mücedele eden, madde üzarinde ruhun müessir olduğunu ve
maddenin ilk hareketini Allaha atfeden mütefekkirlerle Conrad Berg gibi, Eflâtun tarzından Allah
fikrinin mevcudiyetini, Allahın varlığına bir delil addeden ve eşyayı ruhanî
şeniyetlerin, Allah fikrini de İlâhî şeniye- tin bir işareti zanneden
ilâhiyatçılar varsa da, tabiî din telâkkisi kuvvetli şahsiyetler elinde yeni
bir iman halinde ilerlemiştir. GrotİUS, tabiî hakkı
müdafaa ederken, tabiî hak der, makul olan mahlûkun tabiata uyğun oluş
veya olmayışına nazaran herhangi bir filî - action emir veya meneden bir akıl
nizamîdir. Bu nizamî hâttâ Allah bile değiştiremez; bu tabiî hak
[1]
H. Ollion. I.a philosophie generale
de Y. Locke. Paris 1908
Allah
tarafından, yani semavî dinler mevzuu bahsolduğu takdirde bile müs- bet hakları
teşkil eder. Devlet tarafından da tanzim edilse ayni şeydir, fikrinde bulunur.
Ve Allahı, bu itibarla, varsa, aleme karşı münfail bir kuvvet gibi görmek
ister.
Ayni sistemde
düşünen, İtalyalı Faust Sozzini; teslisi - trinite’
vaftiz ve saireyi, mucize ve metafizik itikatları reddeder ve imanımızı bile
aklileştirmek ister. Ve cemiyetin istikrarını temin eden taassupsuzluğu
müdafaa eder. Bu tarzda düşünen mesleklere Socinianisme denilir, ki
netice itibarile tabiî dini, Deisme’i kabul etmişler demektir. On sekizinci
asra doğru hissiyat ahlâkını müdafae eden tekmil Hobbes, Scheftesbury;
Hutcheson ve Fransada DidOPOt gibi zevat, hissiyat ahlâkının hiçbir
dine istinat etmediğini kabul ederler. Ve XVIII inci asir hep Deisme ve
hissiyat ahlâkile temayüz eder.
Berkley (1685-1753)ye gelince:
18inci asrin Enfiisî iftikarcılığı-Idealisme subjectifna mensup olan bu
rahip, zamanında gördüğü müfrit Materialisme, ve atheisme’e karşı « ruh, Allah,
fazilet ve akıl» ı müdafaa eyliyeceğini söyli- yerek «fikirler, idrak
olunmadıkça mevcut değildirler » düsturundan Allahın hakikatine vasıl olmak
istedi; bu zata nazaran: Tekmil fikirlerimizin sahip ve banisi-Maître,
biz değiliz; zira fikirlerimiz içinde istediğimizi davet ve istediğimizi nefi
edemeyiz. Biz biliriz ki, bize rağmen aklımıza gelen bazı fikirler vardır. Bu
fikirler benim ruhum tarafından görülmeden evvel yoktular. Bununla beraber
onlar ruhumdan müstakildirler, Zira onlar bana rağmen bende müessirdirler.
Halbuki fikirler idrak edilmeden mevcut değildi. Binaenaleyh bu benim idrak
ettiğim ve benim eserim olan fikirler nasıl ruhumun mevcudiyetine delâlet
ediyorlarsa, benim eserim olmıyanlar yani nefsimden müstakil bulunanlar ve
mamefih kendi kendilerine müstakil bir mevcudiyete malik olmıyanlarda bir nefis
- Esprit den çıkmak zaruretindedirler. Bu son fikirler, kendi cevherlerini
teşkil eden bir mevcudiyete delâlet ederler. Ben nasıl ki birinci fikirlerin
cevheri isem, ve onları vucude getirirsem ve kendi arzuma göre üzerlerinde
tadilât yapabilirsem. Öylece onlarda kendilerini tahrikeden bir cevhere delâlet
ederler, işte bu benden müstakil fakat tarafımdan görülen fikir Allahtır. [1]
Bu ilk sebep, lisanda «tabiat» dediğimiz ruhî bir kuvvettir.
işte bu kuvvet »mutlak
ruh» tur. Ve herşeyi yaratır. Ona göre, «biz kendi ruhumuzu hangi şekilde idrak
edersek edelim, kendi ruhumuzla mümaseleti itibarile hâdiselerin kaynağına ait
olan fikirleri aramaya mec-
[2]
Berkley: Origine des connaıssances
humanine
bur oluruz. Bu
sebepten Allahı kendimizde temsil suretile düşünürüz yalnız kudretlerini
sonsuzluğa kadar yükseltir ve böylece kendimizden farkını kabul etmeye mecbur
oluruz. Hakikî fikirler, Allahın bize telkin ettikleridir. Eşya, mevcut olduğu
halde onları idrak edişimiz bundandır. Yani eşya, Allahtâ imkân halidir.
Yani, onların sabit illeti, Allahtır. İlâhî irade, bizde ihsaslarımızın nizam
ve teselsülü dahilinde tezahür eder. Tabiî hâdiselerin arzettiği gaiyette de İlâhî
takdir-providence müşahede olunur. Tabiat Allahtan ayrı bir varlık olsaydı, bu
tamamen bir vahime, rafizilere mahsus bir hayal - Chimere paienne olurdu. [1]
Netice itibarile Berkley’e göre biz, Allahta mevcuduz, Allahta
yaşıyoruz; bu «Mistico pentheiste» talâkkiye mad- desizlik «
immaterialisme de denilir. Netice itibarile Berkleyem, bu mutlak -maneviyetciliği-Spiritualisme
absolu müphem olduğu kadar da sırrıdır. Ve ona göre yalnız ruha sanih olan ve
düşünülmesi elimizde olmıyan bazı fikirler vasi tasile kendi kendini ilham eden
ve anlatan bir kudret, bizim cehtimiz olmadan zarurî olarak tezahür eden bir
hakikattir. Bu adeta kendini tanıtmak ihtiyacında olan ve cebren müfekkiremizi
işgal eden bir kuvvettir. Halbuki zaten aradığımız şey, az çok ta, bu kendi
kendine sanih olduğunu zannettiğimiz neticede bir sebep ve gaye alâkasının
fikirde biraktığı son şüphe, ve son istifhamın hakikati değilmidir ? Berkley, Allah nedir? le
değil, Allah varmıdır yokmudur ? la oğraşmış ve pek tabiî olarak «var»
demiştir. Zira aklımızın hududu ne kadar genişlerse genişlesin, daima hududunu
arttırmaya hazır olan karanlık bir nokta etrafında genişler ve bir nokta, bütün
bü genişliyen ilmimizi karartmaya kâfi gelebilir. İşte fikrimizi bir lâhza
teskin için, İlâhî varlığını, kendisinde aradığımız nokta budur. Fakat bunun
böyle olması hiçbir şey ifade etmez. Netekim buraya kadar isim ve fikirlerini
zikrettiğimiz feylesoflar birer birer Allah diye sarıldıkları kuvvetlerin yavaş
yavaş mahlukiyetini görmüşler; ya maddiyattan vaz geçerek büsbütün mücerret
düşünmek suretile hayallerine kapılmış veyahutta o mevzuu tamamen terketmek
mecburiyetinde kalmışlardır. Bu gün ise bu hususta elimizde kalan şey, biraz
şiir, fakat halâ hayret ve taaccübümüzü ve binaenaleyh cehlimizi yüzümüze
çarpan bir şiirdir. ]2]
*
İngiliz
feylesoflarından D. Hume ( 1711 - 1776) [3] Kâinatı eskiden beri mevcut ve hiç
durmadan değişen bir şeniyet addetti. Bu zata göre, bizi İlâhî varlıkları
aramıya sevkeden şey, anlamak ihtiyacı değil, belki tabiatin
fl| Victor
Coıısin — Histoire de la philosophie moderne
|2] A. jaussain - Expose’ critiqııe de la philosophie de Berkley, Paris:
1920 [3] D. Hume — Essais
arzettiği şer
ve intizamsızlıktır. Buna itikatları ve hayatın cereyanı esnasında korkuyla
ümit veren tesirleri ve esrar endişesini de ilâve etmek lâzımdır. Bütün
bunlarda, insanın her şeyi kendisine benzer görmekteki temayülü de alâkadardır.
Çok Allaha itikat iptidailerin dini gibi görünmektedir. Ve bu Tabiî tekâmülde
tevafuk eder. Zira şuur müterakkî bir surette aşağı derecelerden yokarı
derecelere yükselir; korku, sabır ve heyecan gibi şiddetli teessürlere düçar
olduğu vakit, hayalin mevzuunu değiştirir. Ve yükseltir. Onu daha mükemmel ve
asil bir şekle ifrağ ederek yegâne sonsuz ve anlaşılması imkânsız olan Allaha
vasıl olur. Burada, dinî his sayesinde riyazi prensiplerle illiyet
prensiplerinin teşekkülünde olduğu gibi bir nevi hatsi düşünce vetiresi husule
gelir. Çok Allahtan tek Allah itikadına geçiş, tamamen zihnî olan amillerle
izah edilemez. Belki his tarikile izah edilebilir. Ve esasen insanlar da bu
suretle, aklın bulduğu neticeye vasıl olmuşlar yani bir Allahtan başkası mevcut
olamaz neticesine gelmişlerdir.
D. Hume
Bu noktaya
vasıl olduktan sonra, tarihin de tastik ettiği veçhile, kolayca bir aksülâmel
başladı. Ve saf bir ruh olan tek Allahla âlem arasında bir takım mutavassıt
insanlara ihtiyaç hasıl oldu; böylece biri, Allahın hatsî ve ülvî mefhumu
olmak, diğeri de dinî teşkil etmek üzere harekete başladı. Hume,
tahlili daha ileri götürerek dinin esasında bir takım mütenakız temayüller ve
hassalar görür. Yani ona göre, dinde azamet ve ülviyet, iman ve şüphe, safvet
ve gayri ahlâkiyet, büyüklük ve dehşet... Garip bir surette birbirine bağlıdırlar.
Binaenaleyh dinin arasında ve bizzat dinin içinde okadar esrar ve tesâvii
nakiyzeyn - pe- titon de principe vardır ki, bunları terkederek felsefeye
iltica etmek daha hayırlıdır. Ruhun
ebediyetine gelince,
bu husustada kâfi bir delil bulamaz; bütün dialogues’la- rında itikatlarımızın
kaynağını muhayyileye bağlıyan Hume için illiyet prensibi gibi yeni ve
mukavemeti imkânsız prensiplerle değişen, hafif ve intizamsız prensipleri
ayırdetmek lâzımdır. Birinciler ona göre, tekmil fikirlerimizin ve ef’alimizin
esasıdır; İkinciler ise, umumiyetle hayatımızın tabiî cereyanında ne bir
gayedir, ne de hakikî ve zarûrî bir fayda temin edebilirler. [1] Hume, mucize ile
metafizik meseleleri de tetkik etmiştir. Ve esaslı bir müşahadeye ve şahide
müstenit hiç bir mucizenin bulunmadığı neticesine
[1] CH.
Bastholmes — Histoirc critique dcs doctrincs religicuse de la phüo- sophie
moderne: Strasburg: 1855.
vasıl olmuştur.
Ve nihayet dinî fikirleri meyanında şu şaşırtıcı kıyasa- Dilemme vasıl olur: «
Eğer bu alemde bir adalet varsa, bunu başka bir âlemde aramak hakkına malik
değiliz. Eğer bu âlemde bir adalet yoksa, bu alemin bir Allah tarafından
yaratıldığını kabul etmek manasızdır.» Maamafih Hume, binnetice
insana benzetilmemek şartile bir Allahın vü- cudünü nezaketen kabul eder gibi
görünür. [1]
Hamilton, felsefeyi
ilahiyat için bir methal addeder. Yani felsefenin , sonunu ilâhiyatın
başlangıcı gibi görür. Ona göre itikadın mevzuu olan mutlak vücut, temsil
tarikile yapılan bir istidlâlle teessüs etmiştir. Binaenaleyh Allahın âlemle
münasebeti, ruhun bedenle olan münasebeti gibidir. Fakat bu taktirde Allah
meşrut ve İzafî olur. Fichte ile birlikte derki:
Anlaşılabilen
bir Allah mutlak olamaz fakat âlemle münasebete girişmiş olan bir Allah,
anlaşılmamış ise bile yine mutlak olamaz. Ve eğer varlığının mutlakıyetini
tastik edecek olursak, elde edeceğimiz mefhum, tenakuzlar ve tezatlarla dolu
olacaktır. Şu ifadelerden çıkan inkâri manaya rağmen bu zat, Allahsız
değildir. Ve görülüyor ki: Hamilton^ Cenabı hakkı hiç
bilinemez-inconnaissabie farzederek Allahın mevcudiyeti hakkında
metaphisique bir Scepticisme içinden çıkamamaktadır.
Hamilton uzun
tereddütlerden sonra, nihayet bu mutlak sır huzurunda, fazla dervişçe bir imana
malik olmuştu.
* *
18 inci asırda
İngiliz, Akılcılığı-Ratonalisme bu tarihte tekmil Avrupa ilim ve felsefe
aleminde olduğu gibi Deisme i esas ittihaz etmiştir, Ve tabiî din
telâkkisinde olduğu gibi heman bütün mütefekkirler, derunî ibadet ve ayini
kabul etmişlerdir; fakat J. J. Rousseau nün dediği gibi, «Allaha ibadet
etmeli, fakat ondan birşey istememelidir. Zira, bu onun ilâhı takdirinden ve
iyiliğinden şüphe etmek demektir» fikrinde bulunuyordu. Meselâ Lord Boling- rok [2] Allahı,
Ingilizvari bir Monark gibi tasvir eder ; ve onu eşyanın mahiyetinden
çıkan kanunlara göre harekete mecbur görür.
Mail hew Tindal (1650 -1733) ve
Tomas
Woolston (1669-1731) gibi Ingiliz rahip ve alimleri, tabiî dini
İncille uzlaştırmağa çalışırlar ; ve hattâ hırıstiyanlığın, hilkatten daha
evvel mevcut olan küllî bir din olduğunu müdafaa ederler ; bunlar, Vahyin
makuliyetini ve bunun tabiî dine muarız olmadığını ispat için neşriyata
koyuldular. Halbuki, hakikaten hissiyat ahlâkına
[1]
Andre le Roy — La critique <-t la
religion chez David Hume, Paris 1930 |2] Lord Bolingrok - Lettres sur Fesprit
de Patriotisme, 1750
istinat eden
bir tabii din taraftarlığı, her şeyden evvel Vahyi inkâr etmekle
başhyabilirdi. Bu işe önayak olan Willam Worburton( 1698 -1779 )
dur. Bu zat Musa
dininde, ruhun ebediyetinden ve ahıretten bahsedilmediğini
göstererek tekmil kitabî dinleri ve onların Allahını reddeder; mütemadi münazaa
ve münakaşalarla geçen bu asırda, Butler, Deisme le kitabı din
arasında bir uzlaşmanın imkân ve ihtimalinden bahsetti. Ve nihayet Gene- ve li Marie Hubert le birlikte
beşerî ve İlâhî tabiata uygun olmıyan ananeden, fikirlerden vazgeçilmesini
tavsiyeye başladılar. Hubert, dini öğreten bir vasıtaya malik
olunmaksızın da İlâhî hakikatin keşfolunabileceğine inanıyor; ve böyle tasavvur
ettiği bir adamın ancak cemiyete girdikten sonra hiristiyan yapıldığını kabul
ediyordu. Nitekim Cndillac (1775-1780) da
cemiyetin bu tesirini anlatabilmek için, bilgi nazariyesinde bir heykel misali
vermişti. Bu devirde yaşayan Ortodokuslar, öehfe’leri şekillerini değiştirmiş
birer Allahsız olarak ittiham ettiler. Bilhassa bunların en büyük düşmanı olan FrançoİS dela chambre [1] bu fikrini
eserlerde açıkça ilân ediyordu. Halbuki Deisme taraftarları bir taraftan
ihtibarcı- Empriste ve bir taraftan da Ferdiyetçi - individualiste
oldukları için tamamile taassupsuz- lığa kıymet verdiler ve bu ittihamlardan
müteessir olmadılar; bir taraftan vaktile Toland’ın müdafaa ettiği
papazsız ve ananesiz din nazariyesine diğer taraftan da, Thomas chuble ve Thomas Morgan nın gerek
hırristiyanlık ve gerek iptidaî itikatlarda tabiî bir dinin tekmil esasları
mevcut olduğu hakkındaki fikirlerine devam edildi. Heman denilebilirki 18 inci
asir Ingilteresi, diğer cemiyetlerde dahil olduğu halde kitabî dinleri bırakmış
lâiklik esaslarını teşkil eden serbest itikat ülkülerini yaymakla meşğuldu. [2]
Esasen artık
fennî keşifler ve ihtiralar asrı tamamen metafizik aleyhine çevirmiş gibi idi;
bizzat mücerret felsefe ile meşgul olmıyan alimler bile Allah ve ruh hakkında
bir takım maddî düşünceler neşrediyordu. Newton (1642 - 1727) cisimler kendi
hassaları ve tesirleri dolayısile yekdiğerini çekerler; ve temadi edince
yekdiğerile birleşirler. Elektrikli cisimler, mücavir cisimleri çekmekten
ziyade defetmek için muayyen fasılalarla hareket eder ; bu suretle zahir olan
ziya, hem inkisar, hem inhiraf ve in’ikâs etmiştir. Ve bu ziya cisimleri
ısıtmıştır diye düşünüyor; bu hararet ve ziyadan ruhî ve fizikî bütün
hâdiseleri istihraç ediyordu. Bu zata naza-
111 E. de la
chambre - Traite de la veritable religion 1737 -
[2} L. Carrau
- La Philosophie rcligieuse en Anğleter depuis Locke jusquc a nos joıırs. 1888
ran: Farazî
olan sey, hâdiselerden sadir olmıyan şeydir. Ve faraziyenin ise tecrübî
felsefede yeri yoktur. Bununlaberaber Newton, gaiyeti, alemin nizam ve ahengini,
Allahın mevcudiyeti için bir bürhan olarak gösteriyor. Hayvanatın şevki
tabiilerinden, uzviyetlerdeki harikulâde mihanikiyetten Allaha intikal eder.
Mamafih ona göre : Külli mihanikiyet henüz tam değildir. Tam olmuş olsa idi,
Tabiat kendi mündemiç kuvvetlerinin tesirde
hareketini
muhafaza edecek ve Allahın bu işlere olan tesiri pek sathî kalacaktı. Fakat Newton böyle düşünmez.
Ona nazaran, seyyarelerin ve kürelerin yekdiğerine karşı olan mütekabil
tesiri, bir takım gayri muntazam sistemler vucude getirmiştir ki bütün bunlar
ülûhiyetin nazım tesirini zarurî kılmışlardır. Leîpnitz in de gördüğü
veçhile, bu talâkki kâinatı zaman zaman saatçiye ihtiyaç gösteren bir asma saat
haline getirmiştir. [1]
Newton talebelerinden
olan Clarke
(1675-1729)da, hocasının fikrini kabul eder. Allahı, tabiat
mihanikiyetinin harikulâde bir sanat eseri olduğu idasile ispat etmiye çalışır.Halbuki
Kant^Laplace^
Lagrange.
Newton
manzumei
şemsiyenin bu günkü vaziyete gelmek için geçirdiği tabiî inkişafı mükemmelen izah
ettiler. Libre pensure lerden I. Toland hiçbir cismin
mutlak sükûn içinde olmadığını, faaliyet ve münfaailiyetin hareket ve sükûnun
İzafî ve nisbî olduğunu kabul ederek faaliyeti, maddenin «lâzımı gayri
müfariki » addetti. Yani eğer bir Allah varsa, o, maddeyi fail olarak
yaratmıştır. Bu sebepten madde artık kendi kendine hareket eden hâdiselerle,
tenevvuları vücuda getirir. Bunu böyle kabul etmezsek uzvî hayatın teşekkülünü
izah imkânsız olur zannetti.
|1] Voltaire in şu beytinde olduğu gibi : Lunivers m’cmbarrasse, et, je
ne puis songer que cet horloge existe, et nest point d’orloger.
Fransız felsefesinde Allah fikri
Fransız
mütefekkirlerinden Olderot ( 1713 -1784 ) ye nazaran: Tabiat
vasi bir bilârdo masasıdır ki orada namütenahi küreler, yorulmaksızın zarurî
hareketlerinin mudil bir şebekesini - inextricable roseau vücude getirmek
suretile durup dinlenmeden döner; birbirini kat eder ; çarpışırlar. Bu zata
göre : Varlık safhası, cevherlerin silsilevî ve mütemadi tahavvüllerin- den,
hayatî ve iptidaî bir ceryandan ibarettir. Allah tabiatta değil vicdanlarda
olabilir. Mamafih Allahı aramak ta lüzumsuzdur. Zira onu bulmanın, anlamanın
imkânı yoktur. Bu zata nazaran dini iman, birçok tehlikeli ve muzur neticelerin
kaynağıdır. Sadece bir tek Allaha iman, dinin mahzurlarını bertaraf eder.
Halbuki, bu itikadında iki noktai nazardan şerri tevlit edeceği muhakkaktır:
1 — Din, insanı
kör körüne bir takim menseklere sevkeder. Ve bu merasim, tabiî ahlâkın yerine
kaim olur.
2 — Alemde
mevcut olan izdiraplar bir İlâhi hayır fikrine tearuz ederler; nihayet
insan, birinci de ahlâkın hudunu tecavüz eder; İkincide de, aklın hududunu
aşarak bir takım mütearız fikirlerle kendi kendini iğfal etmeğe çalışır.
De Lametrie (1709-1751) de
madde ile cevherin aynı olduğunu ispat etti sonra hareketin zahiren görünmediği
zamanda bile maddede imkân halinde mevcut olduğunu gösterdi ayni zamanda
maddede bütün şekillerin bilimkân varlığını kabul ederek ; madde aleminin
haricinde Aristote’nun
tasavvur ettiğiiği gibi, bir amil aramanın lüzumsuz olduğunu
ve Des-
Cartes’in de hareketin yegâne sebebi addettiği Allahın bile bu hususta
bir ehemmiyeti haiz olmadığını idda etti; ona göre ülûhiyet fikri sadece din
adamları tarafından insanlara cebren telkin edilmiş bir fikirdir. [2] Diderot’nun fikirlerini
müfrit bir mihanikiyete kalbetmiş olan de la Mettrîe muasırlarından
Baron D’holbah
(1723 -1789^) a gelince : Maddedeki hareketin ve bu
hareketteki ebediyetle, ademden vücude getirilmiş bir alemin manasızlığına
kaildir.[3] Baron D’llOİbah’a nazaran :
[2]
De lametrie - Histoire natıırelle de
Tame
[3]
Baron :
D’olbah - Syşteme de la nature 1774
Kâinatta ne
varsa harekettedir. Sükûn zahiridir. Aksi tesirsiz hiç bir tesir yoktur. Yerde
duran bir taşın atıl olmadığını, elimizi altına koymakla anhyabiliriz. O bir
ağırlığa maliktir. Ve mütemadiyen o ağırlığile bulunduğu yeri tazyik eder. Ölü
veyahut canlı kuvvetler ayni şeylerdir. Bunlar ancak muhtelif şartlar dahilinde
inkişaf ederler, iptidaî birtakım cüzüfertler hilkatin esasını teşkil edebilir.
Fakat unsurların esası meçhuldür. Biz ancak o unsurların hassalarını biliriz.
Maddenin tatavvuratı, cüzüfert lerin hareketindendir. Hareket ise eşyanın
şeklini değiştirir. Ve bu hareket bilmukabele kendilerini tesis eden cüzüfert-
lerin inhilâlini mucip olur. Yani hayvan, bildiği şeylerle hava ve ziya ile
kendi bakasım temin ederken ayni unsurlar, hayvanın ölümünü hazırlıyor.
Tabitın umumî cereyanı böyledir. D’hol- bah’a nazaran
eşyadaki hayatın menşei olsa olsa ateştir. Maddede saklı olan ateşin cüzüfertleri
(molecules) bazan aşikâr ve bazan gizli olarak bütün hayatî vakıalarda
büyük bir rol ifa ederler. Epicur, Lucrece, Gassendie de böyle
düşünmüştü.
Vakıalarm
intizamla ceryanına gelince: Bütün inhilâller ve terekküpler, cazibe ve dafıa
kuvvetleri ile mümkündür. Bu kuvvetler cüzüfertlerin imtizaç ve ifti- rakına
sebep olur. Bunlar, Empedocole,un anladığı gibi
ahlâkî hayattaki aşk ile nefrete benzer. Ferdî mevcudiyetin,
bulunduğu hali muhafaza etmesinin şartı, hareketleri almak veya davet etmektir.
Bir taş, harabiye karşı, akşamının mücanesetile mukavemet eder. Uzvî mevcutlar
ise, daha mudil - Co- mplx vasıtalarla mukavemet ederler. Baka ihtiyacına
fizikte müddet melekesi - Faculte de dure ve ahlâkta özcülük-Egoisme
derler. Hulâsa, sebeple netice arasında zaruret vardır: Bütün bu ladini
- laique ve Allahsız olan düşünceler 18 inci asrın gittikçe kuvvetlenen Deisme
ve Materialisme ini hulâsa eder. D’holbah der ki: Ruhanî
illetlere, âlemle münasebettar bir Allaha, bedenle alâkası olan bir ruha itikat
edebilmek için madde âleminin muttasıl, kendi kendine harekete gayri muktedir
olduğunu kabul etmek lâzımdır. Helbuki tabiatte hareketsizlik yoktur. Ve
hareket maddenin esaslı bir hassasıdır. Binaenaleyh ruhanî illetleri ne için
düşünmelidir. Hepsi dursun, böyle illetlere kıymet vermekle kendi cehaletimizi
ilân etmekten başka birşey yapmış, olur muyuz?. Biz tabiî sebepleri keşf
edemediğimiz yerlere Allah ve ruhu vaz ediyoruz. Halbuki bu izah tarzı
ancak bir iptidaînin ve vahşinin usulüdür, ilim, hadiseleri tabiî bir şekilde
izah etmeğe çalıştıkça daima aklın ve metafiziğin hücumuna maruz kalıyor.
Halbuki biz,
ruhun da dimağa
merbut bir hassa olmasından başka birşey bilmeiyoruz. Eğer dimağ, bunu ne
suretle iktisap etmiştir ? diye sorulursa cevap şudur: .Sütün, ekmeğin,
şarabın... Uzviyette insan cevherine inkılâp ettiği gibi...
Bu zata göre,
ruhanî ve maddî iki nevi cevher tasavvuru kadar insan için feci bir fenalık
kaynağı olamaz. Bidayette insanlar, gayri ihtiyari her şeyi ruhlarla izah
etmeğe mecburdular: Zira onlar hadisat ve eşyanın illetini bilmeyorlardı. Bu
sebepten tasavvur ettikleri illetleri müşahhas mevcutlar zannettiler. Fakat din
adamlarının istidadı, bu ilk itikatları nihayet bir sistem haline getirdi.
Zira, bunlar insan üzerinde her hangi nevi esrarın nasıl bir tesir icra
ettiğini pek iyi görmüşlerdi. İşte bu sebeptendir ki, papazlar, insanları
görülen mabutlere, (güneş, ay...) ve görülemiyen mabutlere, itikada mecbur
ettiler. Hulâsa: Maneviyetçilik Spritualisme, ilâhiyatçıların derin
menfaatlerine muvafık gelen bir siyasetin mahsulüdür. Zira onlar insanın
ileride mükâfat veya mücazat görecek hususî bir cüz’e malik olduğu kanaatini
ortaya çıkardılar, ilâhiyatçılar, hakikî ülûhiyet fabrikacılarıdır.
Eşyanın kaynaklarına doğru yükselirsek Allahları halk eden amillerin korku
ve bilgisizlik olduğunu görürüz. Allahları tezyin eden ve şekilded şekle
sokan muhayyile ve vecd olduğu gibi onlara perteş ettiren de zaaflarımızdır.
Onları besleyen de safdilliğimizdir. Maruz kaldığımız, vicdan istibadı bizi
onlara hürmete mecbur etmiş ve neticede her hususta insanın körlüğünden
istifade olunmuştur.
D’holbah, nihayet tabiî
din ile müspet din, yani kitabî din arasında da bir fark görmez. Her ikisinde
de bir Allah mevzuubahs olunca ibadet ve sır zarurî olur. Ve böylece de
papaslar ayrı bir kudret iktisap eder. Tabiî ahlâkta şeklini değiştirir.
Nihayet işkenceler başlar. Ve şer ile Allahı uzlaştırmak için safsataya düşmek
zarureti baş gösterir.
*
Descartes’ın »düşünüyorum öyle ise
varım» düsturuna mukabil »ben cisimim öyle ise düşünüyorum» diyecek
kadar maddî düşünen Volta İre ( 1694 - 1778 )
e nazaran: Allah, müşavir bir san’atkârdır ki akil bir gayeye nazaran âlemi
yaratmıştır. Mamafih Voltaire Allahı tastik
eder ve mucizeleri ve mukades şeyleri inkâr suretile yalnız kitabî dinlere,
aleyhtar olur. Felsefe Dictionnaireinın (ruh) bahsinde: «Ey insan! der,
Allah sana kendini idare et diye akıl vermiştir. Yoksa yarattığı eşyanın
esasına nüfuz etmiye çalış diye değil!..» Voltaire, her hususta Sceptigue
olmasına rağmen kâinatın bir gayeye nazaran müdrik va icazkâr bir kudret tarafından
yaratıldığını zanneder. Ona göre tekmil doğmatik sureti hallerle nazariyat
ancak amelîhayat ve ahlâk için lâzımdır. Voltair - Dictionnair’i-
nin ((tout est bien» bahsinde «Allahtan, insan denilen
bu aciz hayvan için
Voltair
ebedî
kanunlarını değiştirmesi talep olunamsz!» İddialrına akarşı, şu suretle cevap
verir: « İtiraf etmek lâzımdır ki bu aciz hayvan, hiç olmazsa ,'aczi- çinde
ağlamak ve ebedî kanunların ne için her ferdin hayrı için vücude gtirilmediğini
bağırarak arayıp anlamak hakkına maliktir! » Voltaire, bir iyilik
Allahına inanır. Fakat âlemin ıstırabı, onun için, bu Allahın her şeye
muktedir olmadığına delâlet eder. Madde, Allahın küllî kudretine karşı daima
mukavemet eden, vazifelerini ge
ciktiren
muannit bir kuvvettir. Bu zat, din hakkındaki mülâhazaları münasebetile tekmil
bidatlerin bertaraf edilmesi zamanının hülûl ettiğine kanidir. Bidatler belki
tamamen muzır değildirler. Fakat bunlar, akılla tasfiye olunmalıdır. O, aklın
kudretine tamamen emin olan bir mütefekkirdir. Uzviyetin harikalarından
bahsederek mül- hitlere karşı da müstehziyane der ki: « İçi toz dolu bir kese
alınız, bunu bir fıçıya boşaltarak uzun zaman ve kuvvetle çalkayınız ! Nihayet
ondan tabloların, hayvanların, dünyaların nasıl zuhur ettiğini göreceksiniz 1
» [1]
Umumiyetle
dinlerin zuhurunda tabiî zaruretlerden ziyade tesadüfün amil olduğuna inanan Voltaire [2] Lizbon
zelzelesi münasebetile yazdığı bir manzumede Al-
lahtan ve İlâhî
hikmetten şüphe ederek şöyle söylenir:
« Tekmil
cisimler, kâinatın beka ve nizamı için zarurî değildirler. Ve tekmil vukuat,
vakialar silsilesinde bir esas değildir. Bir damla su, bir kum tanesi, umumî
bünyeden az veya çok hiç bir şey değiştiremez. Tabiat, ne muayyen bir miktarda
ne de muayyen bir şekilde kullanılmış değildir. Hiç bir seyyare mutlak surette
muntazam olan bir münhani dahilinde hareket etmez. Hiç bir muayyen ve mutlak
kemiyet için hiç bir operasyon için, bildiğimiz mevcudatın hiç biri kat’î ve
riyazi bir surete malik değildir! » Voltair, her şeye rağmen
Allahsızları, «fena düşünen yolunu şaşırmış ateşin âlimler » diye tarif ederek
Spinoza
ve Oiderot’nun Allahı inkâr
etmediklerini ispata çalışır ve eğer « Allah yoksa yaratılmalıdır. Zira
Allahsız cemiyet yaşayamaz!» kanaatinde bulunur.
*' *
|1] Voltaire — Traite de Metaphysique, Paris, 1818 [2] G. Lanson —
Voltair: Paris 1906
olan Allah la !» Ros-
J. J. Roussau
Fransada Turgot (1721 - 1781) Condorcet ( 1743 - 1794 )
ahiret ve ebediyet gibi fikirlerden uzak olan tabiî bir dine inanırlar. J. J.RoSSeatl ( 1712 - 1778 )
nun Allah hakkındaki fikirleri şu cümlelerden anlaşılabilir: « Cemiyetin
yarattığı şekilde, iptidaî insan ne idi ? Bunu kim terbiye etti? - İnsanı fena
halkeden Allah-Fenalaşan insan tekrar nasıl iyileşecektir? Tabiî kanunların
menbaı, iradenin ezelî mebdei seail’nun bu tasavvur ettiği Allahın, ciddî bir
kanaat ve iman mahsulü olduğu şüphelidir. Maamafih Rousseau [1] : Çocuğa
dinin, hariçten değil belki kalbin ihtiyaçları ve tesiri altında kendiliğinden
izhar edilmesini ister. Yani ona göre Allah, ya ruhî bir ihtiyaç olarak
hissolunur veya talim edilir. Din hakkındaki his ve fikirlerinde Deiste
tir. Ve tabiî dine taraftardır. Din hususundaki hislerinin meşruiyetini ispat
için delil vermek istemez. « Ben tabiatteki gaiyet ve ahenk vasıtasile
Allaha inanıyorum !» der, Zira bunlar Allahın illeti değildir. Belki Allah
vasıtasız bir ihtiyaç ile hissolunur. Şüphe, kendisine göre tahammül edilemez
bir haldir. Akıl tereddüt edince hissiyat kat’i karar verebilir. Hülâsa RoiiSSeail, Allaha sırf
ruhî bir ihtiyaç ve hassasiyet tesirde inanmaktadır
ve nihayet ayni
eserde Savoi’h papası şöyle söyletir : «Ruhunu daima, Allahın mevcut
olmasını isteyen bir halde tut! Ve ondan sonra artık kendisinden şüphe
edemezsin !.»
Rousseau’ya göre, âlemdeki
şer ve iztırap ile Allah telif olunabilir. Zira, ruh ve madde ikiliğine
kanidir, ona göre, madde, İlâhî gayelerin tahakkukuna mukavemet ve tearuz eder.
Rousseau,
bir halk ve ibdaa inanmaz, sadece kadim ve ebedi olarak
mevcut bulunan bir maddî nizamın varlığına inanır. Allah iyi bir nazım ve iyi
bir rehberdir. Fakat o küllî bir kudrete malik değildir. Görülüyor ki bu zatın
dinî kâinatta hayri yaratan ve iktidarı hissetmek sürur( heyecan ve
vecdinden başka birşey değildir. Bu sebepten düanın fizikî tesirlerine
inanmaz. Onun için düa, tabiate ve tabiatin bu ahenk ve iktidarına karşı bir
cür’etin ifadesidir. Böyle anlaşılmış olan tabiî bir dinde hiçbir anana kabul
etmez. İnsan, kalbinin sedasına inkıyat ettikten sonra başka, bir dine ihtiyaç
olmaz. Bununla beraber,
PJ J-J,
Rousseau — La profcssion de foi de vicaire Soyayard | Bu eser: Emile, unvanlı
eserinin zeylidir. |
RotlSSeau kalbinin
sadasile Hıristiyanlık arasında bir münasebet bulur. Paris,
archeveque’ine yazdığı bir mektupta şöyle söyler: «Hazret 1 Ben hıristiyanım!
İncilin akidelerine tevfikan ve samimî olarak hıristiyanım ! Ben papazların bir
tilmizi olarak değil belki Hazreti İsanın bir tilmizi olarak hıristiyanım!»
Hulâsa tabir caizse lâik bir dine tabi olan RotlSSeau Allahın
kanunlarını sayfalara değil kalplere yazdîğına kanidir [1].
Burada Allah ve
din noktai nazarından ehemmiyetli bir şahsiyet olan Jean-Bâptiste Vico (1668 1744) dan
da kısaca bahsetmek faydasız değildir. Bu zat daha ziyade felsefe tarihile
oğraşmıştı. Kendisi hıristiyan- dır. İncile ve rahipler den gelen fikirlerin
hepsine taraftardır. Fakat felsefe tarihinde, bunların hepsini bir tarafa
bırakarak, terihî vakıaları, mucizelerin müdahalesi olmaksızın izaha çalışmış
yeni vakaların tabiî kanunlarını elde etmek istemiştir. Bununla beraber elde
ettiği neticeler, kendi itikatlarını çürütecek mahiyette olduğundan onu samimî
bir dindar addetmeye imkân yoktur. [2]
Dikkate değen
diğer bir zat da P. Bayie (1647-1757) dir. Daha ziyade Isbatcı-Positiviste
olan bu mütefekkir, mutekit olmakla beraber taas- süpsüzlüğü müdafaa edebilmek
için iki yüzlü bir itikat taşır. [3] Maamafih teaassüpsüzlüğü, tenkit zekâ ve
hürriyetini esaslı bir surette getirenlerden biridir. Kendisi
Allahsızlığı-atheisme şu suretle tarif eder : [4] « Allahı, mabedin mevzuu
addeden, ve binaenaleyh kabili taksim sayanlar; tenakuz prensibini, mütenakız
tavırlara tabidir diyerek bu prensibi reddederler; ve Ahlâkı inkâr edenlerdir.
» Zira, ona göre: Almanlar on bin Türk öldürdüler ! dememelidir; fakat Allah,
on bin Türke istihale etmiş olan Allahı öldürmek için Almanlığa istihale
etmiştir 1 » demelidir (bu misal kendisi- nindir.) Şu halde bu zat hiç olmazsa
ahlâklı olabilmek için Allaha inanmak lâzım geldiğine inandığı gibi, tekmil
hadiselerin de az çok İlâhî bir elle vukua geldiğine inanmak safdilliğine
düşmüştür.
[1]
Bütün bu fikirleri Malesherbes’e
yazdığı mektuplarla, Lettres a M. de Be- aurnont, Lettres a Vernes 1758 de
bulunur.
[2]
M. Cochery - Les grandes, lignes de
la philosophie historique et juridipne Paris, 1923
[3]
Y. Delvolve-Essais sur Pierre Bayie,
1906.
[4]
P. Bayle-Dictionuaire historigue. et
critique. '
Alman felsefesinde Allah ve dinîn
yeni şörünüşleri
Almanyada tenevvür
felsefesi başladığı zaman «J. Chr. Edeimann» (1698-1767)
Ortodoksluğun sathî ve basit itikatlarına kapılmış, fakat sonra Saînt-Jean İncilinin «Kelâm-le
Verbe, Allah idi» ile başlıyan kısmının bu ilk cümlesini «akil-logos,
Allah idi »ye çevirmiştir. Halbuki bu takdirde yani Allah, akil olduğu
takdirde dinlerde akla sığmayan hiçbir şeyin bulunmaması lâzımgelecekti. Bunun
farkında olan Edeimann bilâhare «Spinoza» nın tesiri
altında kalarak «Allah eşyanın harici değil, dahilî ve mündemiç illetidir»
fikrinden hareket ederek Allahı mevcudatın en ebedî bir vücudu farzetmek
lâzımgeldiği neticesine vardı. Böylece o âlemde hakikî ve iyi olarak mevcut
olan herşeyi Allah addeder. Ona göre âlem ebedîdir, ve İsa ise, insanları
ülûhiyet hakkındaki yanlış fikirlerden kurtararak, kendilerini Allaha
yaklaştırmak isteyen bir adamdır. Ayni zamanda insanda her şeyin en ulvisi olan
mütekabil aşkı da o öğretmiştir. İsa, insanları papas- lara yaklaştırdığı
halde, papaslar kendi nüfuzlarının kırılacağını zannederek onu öldürmüşlerdir.
Bu zat, tarihî tenkit ve simpolik tafsirler sayesinde hakikî dinciliğin mukaddes
kitaptan çıkarılabileceğine kanidir. Bütün bu fikirler saf dil bir hıristiyan
akidesinden daha ileri ğidemez.
Tabiî dinin
hakikî müdafilerinden olan H. S. RelmarilS (1729-1786) de
tabiatte bir gaiyet görür. Bilhasa sevkı tabiîlerin, evsafını hikmet ve hayir
teşkil eden bir Allah tarafından yaratıldığına inanır ve öldükten sonraki
hayatın insanı mes’ut edeceğini kabul eder. Bu itikatlarına rağmen Incil
ile tabiî dinin ahlâkî emirleri arasında bir terruz olduğuna kaildir. İncili,
bilhassa İlmî ve ahlâkî bir cepheden tenkit eder. Tabiî dinin kendi kendine
kâfi geldiğini, ilham ve vahyin sathî ve çocukça şeyler olduğunu, esasen
maddeten veya manen de buna imkân bulunmadığını iddia eder. Ona göre Allah,
kendine has olan eseri, mucizelerle inkıtaa oğratamaz; ve insanlar içinden
bazılarını diğerlerine tercih edemez. Zira bu arzu hakikî ve İlâhî fikirlere
tearuz eder. İncilde görülen mucizeler ve hikâyeler ise kep Yahudilerin
uydurmasıdır. [1] .
[İ] H. S.
Reimarus-Âpologie des adorateurs senses dc Dieu. .
Tabiî dinin
halka mahsus olan esaslarını müdafaa eden MoseS Mendels- SOhn (1726-1786) da
felsefe ile dini yekdiğerine mezç ederek sadece ruhun ebediyeti hakkında şu
delilleri verir: Evvelâ ona göre tefekkür işi, maddî ve manevî bir eser gibi
izah olunamaz. Bu takdirde ebediyeti kabul etmek lâzımdır. Saniyen kemal için
vücude gelmiş olan bir mevcut yolunda tevakkuf edemez. Binaenaleyh ona göre
vahiy ve risaleti bir tarafa bırakarak Descartes’in Ontologique
delilile ve tabiatteki gaiyetle Allahı ispat etmek mümkündür ve o buna
taraftardır. [1]
C. A. Crusius’de ayni suretle
tabiî dinin müdafilerindendir. [2]
ve
Her der
Tabiî dini daha
yüksek ve felsefî bir görüşle mütalâa eden G> E. Lessing (1729-1781)e
göre din, metafizik hadiselere değil, belki tarihe ve tabiatin muazzam tekâmül
silsilesine istinat eder. Zira tekmil dinlerde insaniyetin ruhî inkişaflarına
şahit oluruz. Ona göre, v< insanlar için mevcuttur. Esasen bu vahiy
sayesindedir ki, insan süflî derecelerden ulvî derecelere doğru yükselir.
Nitekim kavimlerin yekdiğeri üzerindeki tarihî tesirleri insanı, gittikçe
yükselen dine ve Allaha yani akla doğru sevk etmiştir. Bu zat, bir gün insanın
hayri, hayir olduğu için ifa ederek bir ahiret hayatını düşünmeğe lüzum
görmeden yaşıyacağına inanır. Bir nevi Masonluk ahlâkını müdafaa eden bu
zat, der ki «masonlar, Güneşin çıkmasını sükûnetle beklerler. Işıkların
istediği ve muktedir olduğu kadar yanmasına müsaade ederler. Işıkları söndürmek
ve mumları tekrar yakmak lâzım geldiğini müşahade etmek Farmasonların işi
değildir!»[3] LeSSİng bu fikir
lerle demek
ister ki, terakki yavaş yavaş olsa da daimîdir. Esasen bir Mason olan bu
zat, masonluğu, dinin, milletin ve devletin insanlar arasına getirdiği
maniaları yıkacak bir din olarak müdafaa eder. Bu itibarla ona göre âlemden
hariç bir Allah mevcut değildir. Allah belki âlemin ruhudur. Hülâsa Lessing’in meşgul olduğu
din ve ahlâkın Allahı mukaddes kitapların Allahı değildir. Bu, ibadet ve
ayinle alâkası olmayan ve sadece insanlığın ve insaniyetin ebedî sulh ve
saadetini temsil eden ideal bir birlik ideal bir hayattan başka bir şey
değildir. Bunun içindir ki ona göre, Allahı âlemin haricinde tasavvur etmek
,onu mahdut ve mütenahî görmek demektir. Olsa olsa Allahla tabiat arasında
batnî bir mü-
[1]
Moses Mendelssohn - İerusalem ou de
la puissance religieuse et du Juda- isme (1782).
[2]
C. A. Erusius-Esquisse des Verites
necessaires de la raison (1745).
[3]
G. E, Lcşsing — Entretiens’a l’usağe
de Francs - maçons.
F : 10
nasebet vardır.
Allahı, beşerî şahsiyetle temsil suretile olsun düşünmek onu inkâr etmek
demektir. Halbuki başka türlü tasvir etmek imkânı da olmadığı cihetle,
iyiliğin, güzelliğin, hayır ve faziletin kudsiyetini ülûhiyet yerine ikame
etmek zarureti hasıl olur.
Lessing’ın tesiri altında
bulunan Alman mütefekkirlerinden Herden ( 1744 - 1803 ) de Spinoza gibi düşünür.
Şiir, din ve felsefeyi birleştirmiş olan bu zat, her tarafta İlâhî kuvvetin
faaliyetini görür. Ona göre Isa, hayır, hakikat ve taassupsuzluk
- tolerance gibi saf prensiplerle başkalarının saadetini aramış, ve « Allah-insanlar
- Dieu - Les hommes » ı vücude getirmeğe çalışmıştır. Yani İsa saf bir
insaniyet yaratmak istemiştir. [1]...
F. H. Jakobi
Şu ifadelerden
de anlaşılıyor ki Herder’in Allahı, Kemale
ermiş bir insandır; ve her insan, ahlâkî yüksekliklere mazhar oldukça ilâhîleşmek
fırsatını bulabilecektir.
Kant’ın aleyhtarlarından
olan ahlâkçı F. H. Ja- CObİ (1743 - 1819) [2] Eşya ve Allahı
itikatlarımızın bir neticesi addeder. Ona göre Allah sade inanılan bir
mevzudur. Fakat tanınamaz. Tanınacak bir Allah, Allah değildir. Binaenaleyh
Allaha vusul ve Allahı müşahade iddiasında bulunan dinî ve tasavvufî iddialar
yanlış olduğu kadar da yalandır ve ülûhiyet şanını indirmiş olur. İlmin
menfaati, bir Allahın mevcut olmasını icabettirir. Zira, Allahın mevcudiyeti
silsileyi
kırar, yani
müteselsilen takibi imkânsız kılar. İlim ise ancak tekrarlar ve teselsüllerin
kanunile oğraşır. Hakikî Allah hariçte keşfolunamaz. Belki vasıtasız bir
surette kendi samimî benliğimizde tezahür eder. Yani eşyanın vasıtasız bir
surette hasselerimizde mekşufiyeti gibi... Biz bilâvasıta kendimizden daha
büyük ve mükemmel bir şeylerin varlığını hissederiz. Biz Allahı, kendimizde ve
kendimizi Allahta buluruz. Hülâsa JaCObİ’nin Allahı beşeri
haysiyet ve büyüklüğün bir timsalidir ki, ahlâk silsilei meratibinin en
yukarısını teşkil eder.
On dokuzuncu
asrın Alman feylesoflarında seleflerinin Allahsız felsefesinde biraz itidal ile
olsa da, hiçolmazsa ilim namına ruhanî fikirlerden uzak bir surette devam
ettiren ve hâttâ bazan da ifrata giden bir ceryan görülür. Bunlardan Hartmann (1842 -1906),
ahireti ve dinlerin telkinatını reddeder [3] ve daha çok W6in-Pesimiste ve
ZeÂrâmû'Zcü-Evolutionitste görünür. Mamafih onun tekâmül hakkındaki fikirleri,
terakkinin son merhalesinde
[1]
Herder - De la religion, des dogmes
et des usages, Paris : 1798.
[2]
Jacobi - Des choses divines, 1811.
[3]
Hartmann - Philosephi de Tinconscient
. :
tahakkuk edecek
bir ülûhiyet ümidini taşır; HÖffdİng, bu zatın
ahlâkına «tersine dönmüş ilahiyat - Theologie renversee » ismini verir.
E. Dühring’de ahlâki fikirlerimizi
beşerî ilcalara istinat ettirdiğinden ya Allahsız bir din veya dinsiz bir
Allahı müdafaa eder. [1J Dühring, namütenahiliğe
muarızdır. Ona göre her yerde bir takım başlangıçlar ve bir takım nihayetler
yani mahdudiyetler vardır. Hayatî olan mihanikiden farklıdır. Zira hayatî olan
herşey bir başlangıca malik iken mihaniki olanlar nihayete ermişlerdir.
Adetlerin kanunu da namütenahi büyüklükler kadar küçüklükleri de meneder.
Felsefe, Schopenhauer
in bedbinliğine karşı, insandan esir yaratan hıristiyanlığa
karşı ve nihayet judaisme’e karşı Nİe- tzsche’yi sevketmek gibi
zekâi bir cüret ve yeniliktir. Ouhring’in alemi tamamen
mihaniki bir alemdir. [2] Bu alem, Allahsız, yaratılışsız ve hürri- yetsizdir. Finitisme
denilen bu sistem, yalnız Theisme’e karşı değil belki mütemadi tekâmülü
kabul eden mesleklere karşı da bir tearuz gösterir.
Bu feylesoflar
arasında en dikkat isteyeni Wundt ( 1812-1920) tur. [3] Spinoza’ya muarız olan bu
zata göre: Tabiatı daha yakinden tetkik ve mahiyetini tayin etmeksizin bir
cevher fikrini müdafaaya imkân yoktur. Varlığın birliği, bizde
mevcudiyeti farzolunan mefhumlara dahil midir? değil midir? Alemi ya maddî
veya ruhanî bir birlik gibi talâkkî etmek lâ- zımgelirse ortada muhit
kalmıyacaktır. Wundt bunlardan birinin intihabını zarurî görür. Bizde hür
olarak faaliyette bulunan bir iradenin mevcudiyetine inanır. Şu halde alemşümul
ve namütenahi bir irade, ikmal edilmiş ve yüksek bir fikir olacaktır. Bu fikir,
bu Allah fikri hayalî olarak müteal’dir. Ve bunun muhtevasını tayin
etmek imkânsızdır. Sadece bu fikir sayesindedir ki, hilkatin mihanikiye-
tini-Mecanisme cosmique, ruhanî temayüllerle icraatın, haricî bir zarfı
gibi telakki edebili
Wundt
riz ve bizim
hakikî Psychophysique mevcudiyetimiz bir küçük alem - Micr- cosme
gibi görünür. Böylece, akıl, birlik ihtiyacını tatmin eder. Ayni zamanda kendi
İnsanî ideallerimizi aynile alem prensibinden çıkan bir netice gibi
nazarı itibara alabiliriz. İnsanı ümitsizliğe düşüren boş felsefi
[1]
E. Dühring - iJaJreligion/remplacee
en plus parfait 1883
[2]
E. Dühring - Histoire critiqme de
philosophie, 1869
[3J Wundt - I
Leçons sur l’ame des hommes et des animaux, 1897;Il-Systeme de philosophie,
1897
talâkkiler - ki
bunlar sadece zihnî bilgiye istinat ederler -eşyanın cevherini, kendi haricî
nizamları vasıtasile bitmiş tükenmiş şeyler gibi görür ve gösterirler.
Binaenaleyh, bu nevi bilgilerin terkolunması lâzımdır.
Bu zata göre aklî
bilgi , tecrübeyi aşar ve iki suretle müteal olur: 1-hakikî
mütealiyet-Transendance reelle dir ki, adetlerin teselsülünde, zamanın
teakubünde... ve sairede olduğu gibi gayrimuayyen bir surette temadi eden tecrübeler
vastasile ancak cüzler halinde elde edebildiğimiz mefhumlara ait aklî
bilgileri teşkil eder. Bunda ancak kemmî bir namütenahilik vardır. 2 - bir de
keyfi namütenahiliği ifade eden bir görüş tarzı vardır ki buna hayalî
mütealiyet - Transendance imaginaire derler ki, Spinoza’nın varlık
talâkkisi bu nevidendir. Bu anlayış tarzında, varlık namütenahi mahmullere
maliktir. Yoksa tecrübenin gösterdiği gibi sadece ruh ve madde mahmullerinden
ibaret değildir. Wundt şu fikirlerde ilâhiyata kıymet vermemiş
olmaklaberaber din felsefesine ehemmiyet verir; ona nazaren insan cehdile elde
edilmesine imkân bulunan büyük ülküler, dinî bir vasfı haizdirler. Ve
mucizeler yapmış olan Allah, ahlâk ve dinin değil, belki tabiatın Allahıdır.
Hulâsa ona göre: İsa, Allah gibi düşünülmezse mükemmel bir ahlâk
tipidir. Ve tekmil dinî kıymetler, ancak ahlâk noktai nazarından düşünüldükleri
müddetçe makûldür.
Kant ve devrinin Allah telâkkisi
Kant (1724 - 1804),
eskilerin Allah hakkındaki delillerini iki kısma ayırmıştı: 1 — Âlemin gaiyeti
ve âlemdeki ahenk, bir Allahın varlığına delildir. 2 — Âlemin illeti gaiyesi
olmak itibarile Allahın varlığını isbat. Kant der ki: Eski feylesoflar âlemde, bir
intizam ve tam bir ahenk mev
cut olduğundan
herşeyin plânı evvelce tertip ve tanzim edilmiştir neticesini çıkarırlar. Ve
zihin sahibi iradeli, mükemmel bir Allah vardır derler. Halbuki, bu tam âhenk
bize nazarandır. Saniyen bu âhengin isbatı imkânsızdır. Zira, biz zihnen bu
âlemden üstün, ve daha mükemmel bir âlem tasavvur edebiliriz. Demek bu âlem,
bizim zihnimizdedir. Ve böyle bir âhenk ve intizam mevcut olsa bile
zannedildiği gibi bunun Müteal bir gayesi yoktur. Eskilerin diğer bir delili
de şudur: Âlem hâ- distir. Binaenaleyh bir muhdise, bir fail illete ihtiyacı
vardır. Ve bu da Allahtır. Halbuki bu fail illetin mükemmel olup olmadığını
nasıl isbat edebiliriz? Belki o camit bir madde veya kuvvettir. Descar- tes’ın tasavvur ettiği
gibi hayali olarak bir mükemmeliyet fikrine malikiyetimiz iddia edilirse, bunun
aksi de iddia olunamaz mı ?
Kant, bu suretle
eskilerin Allah hakkındaki fikirlerinin nazarî akıl ve mantıkla isbat
edilemiyeceğini iddia eder; filhakika bu zat, zamanına kadar gelip geçen
feylesoflar üzerinde yaptığı bir tetkikle bu husustaki fikirleri, pek beliğ
bir surette hulâsa etmiş, bununla beraber, ve akılla da isbafına imkân olmıyan
bu mühim meselede esasa hiçbir şey ilâve etmeden Voltarie gibi «Eğer
bir Allah yoksa onu icat
etmeliyiz» demek
istemiştir; zamanına kadar gelmiş ve geçmiş olan felsefeleri, matarialisme,
sceptisisme’ de hülâsa eden Kant, «Ruh, kâinat ve Allah fikirleri bizim
aklı teşekküllerimizin icap ettirdiği vahdet arzusunun bir ifadesinden başka
birşey değildir. Eğer biz bunlar için âfakı bir mevcudiyet tehayyül edecek
olursak sahilsiz bir denize, metafizik hatalara düşmüş oluruz. Fakat biz onlara
fikirlerimiz olduğu için hürmet edecek olursak aklımızın mübrem bir icabını
teslim etmekten başka birşey yapmış olmayız» diyor. Ve ahlâkiyet -
Möralite esasile Cenabıhakkın isbat edileceğine kani oluyor. Kant bu suretle dört
mevzua-pastulat bulmaktadır.
1
— Hayri âlâ — Le souverain
bien» mümkündür.
2
— «Hayri âlâ» nın unsurları
kudsiyet, saadet ve ebediyettir. Ve yaşadığımız şu hayat kudsiyetle, saadetin
tahakkukuna kâfi olmadığı gibi lâyemutiliği de temine kâfi değildir. «Hayri
âlâ» nın varliğı için ise lâ- yemutilik şarttır.
3
— Âlem, fizikî kanunlara tâbidir.
Halbuki lâyemutîlik bu maddî kanunlarla izah olunamaz. Zira maddî kanunlara
göre insan fanidir. Ve ahlâkiyetimiz bizi öldürmediğinden fizikî kanunla ahlâkî
kanun birleşip tam bir âhenk teessüs ederse «Hayri âlâ» mevcut olabilir.
4
— Kâinatın yeni kanununda ise, ahlâkî
kanuna giden bir gaye görülmektedir. Bu da iki suretle kabil oluyor. Ya bir
aklî kuvvet vardır ki bu âhenk ve intizamı vücude getiriyor. Yahutta fizikî
kanunun en son ahlâkiyete doğru gitmesi, tabiatin kendi hususî kanunlarından
neş’et ediyor; fakat «ahlâkiyet, kâinatın en son kanun ve gayesi olduğu
müddetçe bizim için âlem, ahlâkiyetin izhar vasıtasından başka birşey olamaz. Daima
kâinatı idare eden ulvî bir şari hâkim ve asümanî bir hükümdar tasavvur
edilir» ki bu da olsa olsa Allahtır. Kant; «Allahın varlığını yokluğunu
bilmeyiz, fakat isteriz ki, mevcut olsun. Bu istemek bilmekten mukaddemdir.
İşte ahlâkiyetin hür, ve hasbî vasfı buradan gelir» der. Hulâsa, bu zat, Allahı
kablî ve müteal malûmatımıza ithal eder ve onu kâinatın makul bir mimarı —
Raisomable auteur addeder.
Kant; mahzı
aklın-Raison püre, müteal mevzuları isbat edemiyeceğini esas
itibarîle kabul ettiğinden ilâhiyatındaki fikirler nihayet bir itikat ve
imandan ibarettir. Kant umumiyetle Stoisisme tarzında
düşünür, ve mutlak hakikate akıl erdirmenin imkânsızlığı dolayısile bir nevi Agnosticisme
düşerek ilmimizin izafiyetine kail olur. Bir aralık Kant; Sceptici- sme’e bile düştü ve
hattâ terkibi olarak kablî hükümlerden addettiği metafizik fikirlerin,
«İlhamla veya dehanın keşif ve teferrüsile veyahut ruhun evvelce yaşadığı bir
müsüller âlemini tahatturla, yahut ta tevellütten beri şuuruna malik olduğumuz
fitrî fikirleri inkişaf ettirmekle» muhakeme edileceğini iddia suretile garip
bir Mysticisme,ve idealisme’e kapıldı. Kant’a
nazaran:
Allahın varlığı kadar da yokluğunu isbattan âciz olan akıl için Allah, bir
mefkûre ve bir gayedir ki, biz ançak bu Zülcelâl olan isimle herşeyi bir
vahdete irca ederiz. Yoksa kendisi mahsusatın fevkinde, hissi hadsimize hiçbir
zaman dahil olmıyan müteal bir vücuttur. [1] Kant’ın ülûhiyet
fikrindeki en mühim ibdaı, ne âlemiAllahın ve ne de Allahı âlemin bir neticesi
ve hattâ bunları da yekdiğerinin ayni veya gayri farzetmeyip yalnzı4i/î Mahz
’ın bir « Gayet kemal» inden ibaret sayması ve başka türlü bir ülûhiyet
tasavvurunun, muhakkak bu müteal mefhumun kıymetlerini kaybettireceğini kabul
etmesidir. Hulâsa bu zata göre: Ahlâkî mükellefiyetler, bizi Allaha götürür ve
Allah amelî aklın - Raison pratique bir zaruretidir.
Alman
mütefekkirlerinden L. Feuerbach [1804-1872] a
göre, şeni- yet, hassasiyet - sensibilite’ten başka bir şey değildir.
«Hakikat, şeniyet, hasseler âlemi ayni şeylerdir. Hasselerin bulunmadığı yerde
varlık, şey- objet, hiçbir delile ihtiyaç göstermiyen, kendi kendine
vasıtasız olarak sahih olandır; yani kendisinden sonra vasıtasız olarak kendi
mahzî varlığını tasdik ettirendir. Mutlak surette vazıh, mutlaka muhakkak ve
güneş gibi âşikâr ve aydınlık olandır. Ve dikkat edilirse görülür ki> yalnız
hasseler âlemi güneş gibi âşikârdır. Bütün şüphelerin, bütün dedikoduların
nihayet bulduğu yer hasselerdir...» Böylece hasseler için bir nevi kaside
tertip etmiş olan bu zat, hissetmediği şeye kıymet vermediği için, mahsûs
olmayan bir « Allah fikrini » düşünmek istememiş gibidir. Yalnız ülûhiyet
fikrinin İçtimaî hayatın bir mahsulü olduğuna inanmış görünür, «infirat,
mahduttur. Mütenahidir. içtima da ise hürriyet ve namütenahilik vardır. Yalnız
başına insan nihayet bir insandır. Fakat insanla insan ben ve senin ittihadı
Allahtır.» Maamafih bir taraftan da bu zat Hegel meslekine mensuptur.
Ve bu düşüncelerine «sencilik - tuisme» nazariyesi deni’r[2]. Feuerbache: «varlık, der,
hadsin, ihsas ve aşkın bir sırrıdır. Yalnız ihsasta ve yalnız aşkta bu varlık,
bu şahıs, bu şey yani mutlak fert, bir kıymete maliktir. Mütenahî ve
namütenahinin, hakikat ve aşkın derinliği bulunur. Allah, yalnız aşkta bir
hakikat ve şeniyettir. Eski müteal felsefenin hasselerinde beşerî ihsaslar ne
Empirique ve ne de anthropo- morphique bir kıymete malikti. Belki ontologique
ve metafizik bir kıymete matikti. Halbuki hakikatin yalnız ihsasta, hem şu her
günkü mutat ihsae- larımız içinde büyük bir derinlik ve ulviyeti vardır. Bizden
hariçte
[11 Kant — I-
Critique de la raison püre. II — Critique de la raison pratiqııe (I. Barmi,
tercemesi) ve M. Emin B.in (Kant ve Felsefesi) ne müracaat.
[2]
Louis Feuerbach : Principes de la
philosophie.
Feuerbach
bulunan bir
maddenin en hakiki ve ontologique ispatı aşZr’tır. Ve varlığın umumiyetle
aşktan, ihsastan başka bir delili yoktur. Sevinci yaratan varlıktır. Yokluk
ise İstıraptan başka bir şey değildir»[1]. Hülâsa bu zata göre ihsasların hem
ontologique ve hem de metafizik bir kıymeti vardır. Ve az çok ta “Protagoras,, gibi, «her
şeyin mikyası insandır» demek istemiştir. Feuerbache; metafizik bir
kıymet atfettiği hisleri, bütün ruhî olan şeylerin en hakikî cevheri addetti.
«Kadim felsefede hasseler yalnız hâdiseler sahasında ve mütenahî ile meşguldü.
Onların felsefesi bu sebepten mahdut kaldı. Bununla beraber, iddialarına
muhalif olarak, mutlakı ve İlâhiyi san’atin bir mevzuu addettiler. Halbuki
san’atin mevzuu, basıra, samia ve lâmisedir. Demek hasselerin mevzuuna yalnız
mütenahî ve hâdise değil, belki hakikî ve İlâhî varlık ta dahildir. Hasseler
mut- lakın uzvudur. Biz yalnız taşları ve ağaçları, eti ve kemikleri
hissetmiyoruz. Hassas bir mevcudun elini sıktığımız zaman da mütehassis oluyoruz.
Kulaklarımızla yalnız suların sesini ve yaprakların iniltisini değil, ruh, aşk
ve hikmetle dolu sesleri de işitiyoruz, Biz yalnız mütelevvin manzaraların
sathını görmüyoruz. Belki beşerî bir nazarla istiğraka da dalıyoruz. Yani
yalnız haricî değil batını, eti değil ruhu, yalnız şeyi değil nefsi de
görüyoruz. Demek her şey hasseler ile görülebilir. Yalnız görmek için bir teş-
rihci veya kimyager gözü değil, felsefe gözü lâzım; felsefe gözü ise terbiye
ile kemale eren bir gözdür.»
Bir nevi
idealisme mystique’den kurtulamıyan Feuerbache, muta- lealarında
biraz daha cesur olsaydı, ülûhiyeti temas olunabilen müşahhas ve mücessem bir
mevcut haline getirecekti. Bu zat hasselerin mutalarile hisleri yekdiğerine
karıştırmış, yalnız şairane ve mariz bir kenaatle hasselere malik olan kimse
ülûhiyetten de bir cüze maliktir, demek istemiştir. Yani, bu zat, hislerin
kendi mevzularını bizzat yarattığını iddia eder. Bu mevzular - sadece hisleri
ifade etmezler, ayni zamanda, bizzat histen de neş’et ederler. Ona göre insanda
- Schleirmaceher
in de zannettiği gibi yalnız bir tâbiiyet hissi yoktur. Belki
kalbe itimat ve daha metin olmak arzusu da vardır. İnsanın hakikî arzuları,
itikatlarda, mutlak ve afakî bir şeniyet gibi görünür. Böylece itikatlarda
şeniyetle arzu arasındaki zıddiyet kaybolur. Dinî hâdiselerin akla zıt -
antırationnel bir vaziyet al-
|İ| L.
Fuerbach : Pensecs sur la mort et sur rimnortalite — 1830
masının sebebi,
kalbin arzularını ikmal hususundaki samimî temayülünden, ve aklın vazettiği
maniaları kırmasındandır. Bu suretle en son noktada dinî hâdiseler akla muhalif
bir vaziyet alırlar. Bu zata nazaran dinin esası, arzular, ihtiyaçlar, ve
ümitler gibi tamamen ruhî olan âmillerdir. Bu itibarla iptidaî dinin ilk
hâdisesi ve Allahları yaratmanın - Theogonie ilk prensibi arzu’dur [1].
Feuerbache’a göre şüphe,
insanın kendi hudutlarını öğrendiği dakikadan itibaren başlar. Ve müdrike,
afakî ile enfüsî arasındaki farkı ayırt ettiği zamandan başlar. Halbuki
itikatlarda bu tefrik yoktur. Zira, iman tamamen enfüsî olan mutlak şeniyete
yine mutlak bir surette itikattır. Bununla beraber, her enfüsî olan şe, dinî
itikatların mevzuu olamaz. İnsanın İlâhî olarak nazarı itibara aldığı şey
bitaraf ve lâkayt olan şeyler değil, belki kendisine en yüksek bir kıymet
atfettiği şeylerdir. Yüksek gayesi olan insanın bir Allahı vardır. İnsanın
medih ve sena ettiği şey kendisi için bir Allahtır. Ret ve nefret ettiğimiz
şeylerin ise Allahı yoktur. Allah üzerine en yüksek his ve tefekkürlerimizi
yazdığımız ulvî bir kitabtır. İnsanın ilâhı, bu âlemin nebatlarından seçilen bir
çiçektir. Bu gerek medenî ve gerek tabiî insan için de doğrudur. Yalnız medenî
insan, aldığı terbiye ve tahsil dolayısile tabiî insan gibi zayıf cihetinden
kendisini göstermez. İnsanın, dinî telâkkileri ve Allah vasıtasile, hakikî
arzu ve temayüllerine intikal edilir. İlâhî vasıflarda, insanın hergün biraz
daha tahakkuk ettirdiği vasıfları görür. Allah bir şahsiyettir demek, şahsî
hayat, en yüksek hayattır demektir. Allah aşktır, demek seven bir ruha faik
olan hiçbir şey yok demektir. Hıristiyan dininde Allah elem çeker. Bu demektir
ki, başkaları için eza çekmek İlâhîdir.
Bu zata nazaran
Olymp’in Allahları, kalplerinin sefaleti dolayısile hezimete
oğramışlardır. Fakat hiristiyanlığın Allahı, en gizli bir yalnızlık içinde
beşerî sefalet üzerine dökülmüş bir damla göz yaşıdır, insan dinde arzu ve
ideal âlemine, şu mütenahî fakat mücadeleci âleme zıt olarak müstakil, maveraî
ve hakikî bir âlem nazarile bakar.
İnsan
kendisini, böyle mahdut, günahkâr ve gayri mükemmel addettiği halde nasıl
oluyor da her şeye kadir olan hislere müstenit bir dine intikal edîyor? Bu bir
nevi zıddiyetlerin neticesile oluyor, iradî olmıyan her şeyi Allahla taksim
eden insan zıt olarak kendisini tamamil fakir ve sefil hisseder. Yani insan
kendisini Allah görüp, Allahla mukayese edince ister istemez nefesini her
şeyden mahrum ve zavallı görür. Allaha, bazi vasıflar vermek meselesine
gelince: Allahtan bu vasıfları kaldırmak demek, kendisini ortadan kaldırmak
demektir.
Bunları
yekdiğerinden ayırmak doğru değildir. Allahtan tekmil hassa-
ıl] L.
Feuerlıaeh — Theogonie 1857.
lar ve vasıflar
kaldırılırsa ne kalır ? Din tarihleri gösteriyor ki, Allahtan bszi şeyler
öğrenilmek istendiği zaman, ondan bazi şeyler malûm olur. Dinleri büsbütün
reddetmiyen bu zat, dini, kendi şuur ve vicdanımıza malik olmanın ve bu
vicdanın yüklendiği vazifeleri öğrenmemizin yegane vasıtası addeder. Yani
insaniyetin kendi kendini derinleştirerek anlamasının yegâne yolu dindir.
Hakikî dinsiz ve Allahsız insan, İlâhî evsafı inkâr edendir. Yoksa Allahı inkâr
eden değîl. [1]
Görülüyor ki bu
zatın Allahı, bizim meş’ur olmayan veya şuur altında kalan en ideal
arzularımızın hayır, adalet, iyilik gibi ülkülerimizin manevi bir timsalinden
başka bir şey değildir. Bütün bunlara inanmıyan, hiç bir ahlâkıyete malik
olmıyacağı cihetle idealsiz ve binaenaleyh Allahsızdır. Yoksa rastgele şu veya
bu sıfatı haiz bir Allah, uydurulmuş ve telkin edilmiş bir mabuttur ki bunun
varlığı kadarda yokluğunu kabuk etmenin hiç bir ehemmiyeti olamaz.
Ayni zümreden
olmak üzer sırf bahsetmiş olmak için Allah fikrine temas eden Materialistler
arasında R.
Mayer (1814 - 1878) kudretin ta-
E. Hackel
haffuzu
hakkındaki prensipleri müdafaa eder ve ülûhiyeti kudretin ebediyeti ve
istihalesi içinde görür; ve Alman mütefekkirlerinden Kari Vogt ( 1817-1895 ) te
kuvvetli bir ilim taasubile kömürcü imanına taaruz eder. [2] Buna mukabil Wagner kömürcü imanına
razı olan bir dinsiz gibi görünür. Materialist- ler’den K. Czoibe de ayni suretle
amelî bir maksat için dine ve ülûhite mevki verir. Fakat bunun ilimle alâkası
olmıyacağını, şahsiyetimizi ve kabiliyetlerimizi idrak nisbetinde, ülûhiyet
yerine ahlâkî büyüklüğümüzün ikame edileceğini ima eder [3] ve maruf bir Moniste
olan E.
Hackel ( 1834 - 1919 ) ilmin en esaslı kanunu olarak illiyet
kanununu kabul eder. İlliyet fikrinin insanı çok yüksek bir ülûhiyete
sevkedeceğine
inanır. Ona göre Allah hakkındaki alelâde itikatla bir amphithe- isme’dir.
Ve insanı iki Allaha inandırır. Yani İlâhî kudretin yanı başında
tabiî sebepleri de vazeder. İlmî bakışla bu sebepler ezelî bir takım ka
[11]
H. Feuerbach — Dieu, la’liberte et
i’immortalite, 1866.
[2]
Karlvogt — La foi charbonnier et la
Science 1855.
[3]
H. Czoibe — L’orginc de la Conscience
du moi 1856.
nunlardır ki,
vazifeleri ve kuvvetleri kâinatın bildiğimiz tekmil hâdiselerini idare eder.
Fakat bu kanunların da bir illeti olmak iktiza eder. İlmî tahkikin aciz
kaldığı bu noktada alemin bir ve yegâne bir illete bağlı olduğuna inanmak
zarureti hasıl olur. Maamafih bu zatın ilk illeti yine bir Allah olmaktan
ziyade bir tabiat kanunudur. [1]
Ayni suretle
materyalist ve idealist bir Alman olan R. H. Lotze (1817 -1881) de
evvelâ eşyanın son illetini ruhanî bir prensipte görmüştü. Fakat daha sonra bu
fikrinden vazgeçerek Allah hakkında biraz Sceptigne ve biraz agnostigne
kaldı. Alemin mihanikiyetine kail olarak atomismi ve monisme’i
benimsedi. İçtimaî muvazene için zarurî olarak insanlar arasına girmiş olan
ülûhiyet fikrinde Fechner (1801-1887) gibi terakkiye inandı.
Fakat İlâhî kemalin, zaman silsilesi dahilinde vaki olacağını reddetti. Kendisi
umumiyetle dini fikirlerinde ahlakçı bir Pantheiste görünür ve vuzuh ile
itikatlarını tesbit edemez. Hulâsa materialisme’le Sipritualisme arasında kat’î
bir karar vermemiştir. [2]
Feuerbach’ın kanaatlerine
muarız bulunan Moleschotte (1822-1893) hasseler meselesini uzun
uzadıya tenkit ettikten sonra derki: «Mümkün olan hareketleri temin eden
münhasıran maddenin hassalarıdır ki, biz ona kuvvet deriz. Madde kendi
hassalarını ancak diğer unsurlarla münasebet- tar olmak suretile izhar
edebilir. Eğer her iki unsurda herhangi bir âmil dolayısile yekdiğerine karşı
münasebetlerini izhar edemezlerse cezb ve def hareketlerini de ibraz edemezler.
Bedihîdir ki burada kuvvet yanılmak istemiyor yalnız hasselerimizden tecerrüt
etmiş oluyor. Zira hareket tevlit edecek fırsata malik değildir.» Bu zat
fosforsuz tefekkürün imkânsızlığını ve binaenaleyh manevî ve ruhî nizamdan olan
hal, hâdise ve vasıfların da maddî ve tabiî nizama tabiiyetini müdafaa eder.
[3] Bu fikirlere karşı L. BÜChner (1824-1899) madde
ve kuvvet ünvanlı eserinde [4] kendi kendine tezahür etmiyen bir kuvvet
mevcut değildir, iddiasile maddeyi kuvvetle birleştirmiş, mevcudatın tamamile
bu kuvvetin zatî faaliyetinden hüsule geldiğini kabul etmişti. Halbuki Alman
âlimi Fechner
maddeye kuvvetten ayrı bir şahsiyet vermek isteyerek, teması
mümkün olan şeyi madde addeylemişti. Bu gün ise : Temas edilebilen şey,
kuvvetin hususî
|lj E. Hackel
— Morphologie generale 1866
[2]
R. H. Lotze - Precis de la
philosophie de la religion
[3]
Moleschott - Circulation de la vie,
Paris, 1866
[4]
Bu eser.Türkçeye çevrilmiştir. İsmail
Fenni Beyin [ İptali mdzhebi mad- diyyon] isimli eserinde, «Madde ve Kuvvet» in
çok mufassal bir tahlili ile, İslâmî bir mantıkla tenkidi vardır. »
bir tecellisi
olan mukavemet addolunmaktadır. Maneviyatla meşgul olmıyan bu
mütefekkirler arasında Fechner, daha ziyade
idealist görünür. Alemle Allahı, ruhla tabiati, madde ile kuvveti ayıranları
tenkit etmez. Yalnız tabiatte olmıyan bir Allahı inkâr eder. Alemi mütenahî ve
namütenahi diye ikiye ayırır. Kanunların sisteminde ve hâdiseler silsilesinde Lotze gibi, dinî
felsefenin esaslarını görür ve bunlardan zarurî olarak bir ülûhiyet fikrine
yükselineceğini müdafaa eder. Allah küllî bir kanundur. O, ancak yüksek bir
birliğin ve her şeyi ihata eden ebedî ve değişmez şeyin ifadesidir. Şu halde
âlem mefhumu, Allah mefhumundan gelir. Allah ta her gün biraz daha kemale
ermektedir. Zira İlâhî kemal, ■ -4^. kat’î bir surette faaliyetini ikmal
etmek gibi akim
k' •
\ ve atıl bir mahsuriyete malik değildir. Belki ülûhiyet
.^ ^ t¥ hudutsuz
bir. terakki de mündemiçtir. Demek ki Allah
X mükemmeliyetinin
en mutlak mertebesine ancak za-
‘ man iÇİnde kavuşacaktır.
Pek aşikârdır ki bu müdafaa edilen maneviyet, Allah olmaktan
ziyade insan iradesi, insan ihtirası ' ’fY ,. ve insanın terakki ve kemale
karşı duyduğu aş- 7 \ f kından başka birşey değildir. Zira mükemmel
olmıyan ve mükemmeliyet aşkile hareket eden ve değişen bir Letze mefhumun
ülûhiyetle alâkası yoktur. Bu ancak lâik
bir zihniyetin
Allahını ifade eder ki, ahlâkın ve ilmin de bizden istediği şey budur.
Mamafih Fechner, pisikolojideki
çok müsbet araştırmalarına rağmen son zamanlarına doğru mystique,
Spiritualiste, hâttâ birazda Hylozoiste olmuştur. Nebatların bile bir ruha
malik olduğunu, hâttâ arzın bile ruhtan mahrum olmadığını iddia eder. Zira
tekmil mahlûkat arzın birer cüz’ü olduğu gibi yıldızlarda semanın melekleridir
1 ruhumuz arz için ne ise, onların ruhu da Allah için öyledir. Bizi Allaha
kavuşturan, batini teemmüldür. Bu zata gpre, âlemde Allahtan başka şuur yoktur.
Zahiren birbirinden farklı görünen her şuur, İlâhî şuurdan mahdut bir eşikle
ayrılır. Bu eşik ne kadar aşağıda ise ruh o kadar yükselmiştir; yalnız Allahın
şuurunda eşik yoktur. Zira, onun şuuru tamdır. Bu görüş bir nevi Plotin ve Spinoza görüşüdür.’
Almanyada
Allahsızlığın çok fazla genişlediği bir devir içindeyiz. Fil- hakhakika
Almanların Romantique feylesoflarından Fictlte [1762 - 1814] mutlak hürriyeti esas
ittihaz eden fikirlerde, ulûhiyete temas etmek istemedi. Bununla beraber bu
zatın anladığı din bir nevi İdealisme ve t)og-
nıatisme’e
tearuz eder. Ona göre şuurumuzda mevcut olan herşeye enemiz tarafından
elde edilmiştir. Bununla beraber, şuurumuzda husule getiremediğimiz daha
birçok şeyler vardır. Tecrübe ile tanıdığımız ene-Lemoi mahduttur.
Fichte
Bu mahdut olan
ene’den başka şuurumuzda daha çok geniş bir prensip olmak iktiza eder. Fichte’ye göre saf ene
veya namütenahi ene ismini verdiği bu şeyler vasıtasile bu eşya âleminin
mevcudiyetindeki hikmeti veya mahdut ve mütenahî ene’mizin içinde mahpus
bulunduğu âlemin hudutlarını aramak zaruretindeyiz. Şu halde mütenahî ene’leri
tevlit eden son hududun mevcudiyetindeki hikmeti, ilâhiyat tarikile bulmak
imkânsızdır. Zira namütenahi olan bir faaliyeti kim tahdit edebilir? Eğer
bilâkis şuurumuz ideali, cehit ve arzuda görecek olursa ne için mütenahî bir
âlemin mevcut olduğunu anlıyabiliriz. Zira mukavemetsiz, cehit ve vasıtasız
gaye yoktur. Şe’nî âlem vazifelerimizin maddesini teşkil eder. Dinin esası da,
âlemin ahlâkî nizamı üzerinde insanın inşa ettiği şeye müstenittir.
Yani tekmil bu
fanî ve bozulabilen şeylerden daha ulvî olan bir ilâhîliğe müstenittir. Bu
ahlâkî nizam bir defa ve son defa olarak f ikmal edilmiş değildir.
Beşer daimî bir inkişaf i
içindedir. Ve
bu ayni zamanda bizim harici- I mizde nazım bir varlığa ihtiyaç
gösteren ârizî bir nizam da değildir. Eğer bu nizam fikri insanın şuurunda daha
canlı bir şekil alabiliyorsa, eğer insanın bu nizam hakkın- daki şahsî
tecrübeleri hususî bir mevcudiyete i şahsiyet veriyorsa hiçbir mahzur yoktur.
Fakat insan böyle bir şahsiyeti, müstakbel ve ebedî hazlar veren bir büyük
hükümdar gibi telâkki ederse bu takdirde bir putperest
olmuş yani
Allahsızlığa
düşmüş
demektir. [1] Namütenahi prensibini ( yani ene’yi, âlemin ahlâkî nizamını) bir
mefhum şekli altında yakalamağa çalışmak faydasızdır. Zira anlamak tahdit etmek
demektir. Bir şey anlaşıldığı andan itibaren Allah olmıya nihayet verir. Ve
Allah fikri dediğimiz herşey zarurî olarak bu put - Idole’un fikridir.
[2]
Görülüyor ki Ficht’e bizzat menfaate
istinat eden itikatların aleyhinde olduğu gibi, bu menfaalerden başka bir şey
müdafaa etmemiş olan kitabî dinlerin Allahı ve hattâ aklın bile bu zafa düşen
itikatlarındaki Allahı inkâr etmiştir. Belki onların yerine ruhun ve şahsî
kıymetlerimizin
[1]
Fichte-La querelle de l’athaisme 1799
[2]
Fichte — Sur la prencipe de nötre
croyance a’une providence.
büyüklüğünü
vazeden bu zat, büyüklüğü de âlemin terakkisi fikrinde bulmuştur. Zira ona
g-öre, esasen büyüklüğü yaratan ahlâkî prensipler şunlardır: 1 — Akıl, her
hususta bizi tamamile ve en derin bir surette ruh hürriyetine sevkeden bir
silsile dahiline girmeğe mecburdur. 2 — Vazifemizin vermiş olduğu yüksek
kanaate g-öre hareket etmelidir!
Yine ayni
mektepten Schelling
( 1775 -1854 ), din ve felsefenin mutlak surette
yekdiğerinden ayrı olmadığına, maamafih felsefenin daha çok genişlemesi lâzım
geldiğine inanır. Bu zat, ene ve gayri enenin - Moi et Non - moi, yani
ruh ve mevcudiyetin, bitaraflık prensibi - Prencipe neutre, lâkaydî ve
zıtların ayniyeti prensibi diye tarif ettiği «gayri şahsî» ve mutlak bir
aş^’tan doğduğuna inanır. Ve bu mutlak aşkın, kendisini bizden safvetile tecrit
ettiğini ve mutlak mefhumunun, zıtların ayniyetinden ve kendi tabirile bir « zihnî
hadis - intuition » den ibaret bulunduğunu kabul eder. Bu zata göre,
Allahla tabiat, hürriyetle zaruret ayni şeydir. İskenderiye mektebinin
fikirlerini andıran bu telâkkilere, Schellîng’in bir de eşyanın,
mutlaktan evvel mevcut olduğunu kabul eden mütenakıs tezini ilâve etmek
lâzımdır. Bu mesleke ( mutlak ayniyet ) mesleki denilir ki, bir nevi Pantheisme’den
başka birşey değildir. Yalnız Allahı âlemden sonra husule gelen bir
Pantheisme!.. Veya yarattığı Allah, kendi kendinin ayni olan bir âlem
Pantheisme’i!!...
Schelİİng’e göre [1] Eğer varlık-Vetre
namütenahi bir şahsiyete malik ise, onun kendi zatında bir takım mütenhî
münasebetler bulunmak iktiza eder. Yani Allahta Allah olmıyan ve fakat Allah
haline gelebilen bazi şeylerin bulunması lâzım gelir. Bu itibarla theisme
ancak «tabiatçiliğe Naturalisme» istinat edebilir. Fakat saf bir theisme
vasıtasile Ratianalisme tarafından tenvir edilmiş bir Allah, veya
alelâde ilâhiyatın anladığı şekilde olmayan bir Allah araya girmeksizin,
tabiatın mevcudiyetini izaha imkân yoktur. İnsan hotbinlik şevki tabiîsinin
esaslarına itaat ve müstakil şahsiyetini muhafaza suretiledir ki, eşyanın ilk
esaslarına kadar kendisini sevkeden bir iradeye malik olur. Tabiatta Şer
demek, tabiat nizamına analık etmiş olan Rarmakarışıklığa - Chaos avdet
temayülünü göstermek demektir. Halbuki münazea, inhilâl ve karmakarışıklık
olmaksızın hakikî ayniyet mevcut olamaz. Yani uygunsuzluk mevcut olmadan
Aşk olamaz. Eğer şerri, ezelî olarak Allah vücude getirmişse, onun
hakikî şahsiyetini kaldırmak
[1]
Schelling —
I-Recherhes philosophique ' > II- Philosophie etReligeon 1804. -
IİI- Sur l’essence de la liberte hamaille et sur les objets qtıi s’y
rattachent 1809
iktiza eder. Ta
ki şer mevcut olmasın ve bizzat Allah ta mevcut olmasın. Bu zat, aklî olmayan,
yani müfekkirenin nüfuz etmek imkânına malik olmadığı bazi şeylerin mevcudiyetini
münakaşa eder. Böylece Allahın yeni bir şekilde izahına girişir. Mutlak ve
namütenahi bir vücudun bir şahıs gibi telâkki edilebileceğine dair fikirler
dermeyan eder. Bu fikirleri fazlaca İncilin tesiri altındadır. Schelİİng, BÖheme’in « tezatsız
şuur yoktur!» Prensibinden hareket ederek, İlâhî cevherin yanında
Allahı bir şahsiyet gibi nazarı itibare alabilmek için bir tezadın
zarurî bir şart olarak mevcut olması lâzım geldiği neticesine vasıl olur.
Bunun meslekine - theisme philo- sophigue derler. HÖffdİng der ki: « Bu
felsefenin bazi büyük açıkları vardır: Eğer tezat - Opposition [ ki Schel- İİnge’e göre İlâhî
şahsiyetin şartıdır.] Allahın mevcudiyeti için zarurî bir şart ise, yani tezat
Allah cevherinin esasında mündemiç ise, buna ciddî nazarla bakamayız. Bu
takdirde mücadele basit bir oyundur. Ve bir ilâhı lâtifedir. » Schellinge, ülûhiyette,
hâdiselerin müteselsil bir teakubünü kabul etmemiştir. Yani onda mücadele,
musalâhaya tekaddüm etmez. Zira Allahta ne başlangıç ne de son vardır. Belki ebedî
ve devranî bir hareket vardır. İşte bunun içindir ki onda herşey bilinemez - Inconuaisable
bir hal almaktadır. Bu hareketleri tasavvur hususundaki her tecrübe, bir baş
dönmesile nihayet bulur.
VeİSSe’in de gördüğü
veçhile, böyle bir fikir ancak İlâhî cevherdeki ebedî ve deveranî hareketlerin
bir zaman dahilinde cereyan ettiği kabul edilmeksizin, yani İlâhî cevherde
tarihî ve şe’nî bir inkılâp tasavvur edilmeksizin hiçbir mana ifade etmez.
Hulâsa, felsefî Theisme’in, tabiat fele- sefesi yapabilmek için işe
karıştırdığı Allahı, ne tabiatten ayırabilmiş ve ne de tabiatin ayni addetmiş,
belki hıristiyanlığın bazı hurafatını felsefî bir lisanla tekrar etmiştir. Yani
bu felsefe, herşey dahilindeki tezat ve münazaadan zıddiyetler ve münazaalar
içinde bulunan bir Allah neticesine vasıl olmuştur. Bu telâkkileri bir nevi Theosophie
addetmek lâzımdır.
Hegai (1770 - 1831) e
gelince : « Şe’nî olan herşey aklî, yani aklî olan herşey vakıa halinde
mevcuttur» düstürile, mutlak muayeniyelciliğin Determinisme absolu, bir
kaidesini koyan bu zat, mutlak akılda hürriyetle
zaruretin
ayniyet halinde bulunduğunu ve mutlak aklın hareket ve terakki eden canlı bir
akıl olduğunu kabul etmiş ve şe’niyetle aklı yekdiğerile vahdet teşkil eden bir
oluş- devenir, yani Chelİİnge’e rağmen,
mutlakıyeti eşyada saklı ve eşya içinde hakikî görünüşlerle terakki eyliyen bir
«oluş» farzeylemiştir. Bu zata nazaran, düşünmek, muhtelif fikirleri
birleştirmek, yani zıtları birleştirmek demek olduğundan, mutlakıyet, izafiyet,
hürriyet, zaruret V. S. hayalî ve şe’nî
ne kadar zıt mefhumlar varsa hepsi yekdiğerinin aynidir. Ve bu zıtların
ayniyeti-L’identite des contraires, küilî terakkinin, fikir ve hayatın
sırrıdır. Yalnız bizim varlıkla görünüş - Appa- rance arasında yekdiğerile
uzlaşmasını imkânsız gibi gördüğümüz zıddiyetler, insanın iki şekil
telâkkisinden doğan zahirî bir zıddiyettir ki, çabık ortadan kaldırılabilir. Bu
zat, hadiseyi «varlık tarafından ikmal edilen görünüş» diye tarif eder.
Ve varlığın ancak tam ve bütün olarak tezahür ettiği yerde, şe’niyetin mevcut
olacağına inanır. Ve bu suretle hilkati, Allahta mütemerkiz veya hilkatte
mündemiç «bir ayni şey» veya yekdiğerini itmam ve izah eden bir külliyet gibi
telâkki eder. Hegel’e nazaran : Hilkatteki değişiklikler bir (hürriyet)
mahsulüdür. Zira hürriyette hayat vardır. Ve hayat ise doğurur. Hegel’in cedelî, mutlak
aklın ifade ve timsalini teşkil eden müddea - thes, «nakizi müddea -
antithes» ve terkipte synthes saklıdır. Fikir, ne kadar basit ve kendi
kendine mevcut olursa olsun, mutlaka muayyen bir şekil alabilmesi için nakizle
karşılaşmı- ya mecburdur. İşte bu teavünden husule gelen terkip aklî ve
şe'nîdir. Hilkatin bugünkü tekâmülünün mebdeine doğru gidersek ilk «iptidaî
mefhum — Notion primitif» i henüz birşey olmıyan fakat herşey olmak ihtimalini
haiz bulunan « Yaratıcı varlığın» ve « Gayri muayyen » maddelerin
bir mefhumundan ibaret buluruz. Bu bir vücut-etre olduğu kadar da lâvü-
cut - non - etre’dur. Fakat bu Heraclite’in tasavvur ettiği
gibi herşey ol- mıya istidatlı, ve herşey olan ve olmak üzere bulunan bir
varlık değildir. Maamafih Hegel mutlakın madde tarafından tahakkuk
ettirilemiyeceğine inanır. Bunun içindir ki, ölümü bu âcizliğin ebedî bir
tezahürü gibi görmüştür. Esasen Hegel hayatı da taazzî etmemiş olan
vücutların tedricî tekâmülüne hamleder. Bu zatın, dinî, san’atin aksi olarak,
ulûhiyeti bize içten gösteren muhayyile ve hassasiyetin hâkim olduğu «Bir
san’at kızı» farzetmesine nazaran, dinleri ârizî ve mahlûk addettiği, fakat
Allahı eşyanın cevherinde gizli bir ulviyet, bir his gibi gördüğü anlaşılıyor.
Hulâsa: Hegel’e
nazaran «Birşey ya mutlak, ya izafi, ya bir, ya çok vacip veya mümkün, mütenahî
veya gayri mütenahîdir. Biri diğerine nis- betle müsbet veya menfi olan bu
tabirler, hem yekdiğeri için lâzım ve hem de birbirini inkâr eder. Zihnin
vahdeti, ancak bunları birleştirecek olan sözdedir. Bu ya fikir veya varlık’tır.
Bu iki kelime, mutlak birliği
ifade eder. Şu
halde varlıkla yokluk ayni şeydir. Buna «oluş» derler. Bu oluştan aklî
şekiller, eşyanın prensipleri, kemiyet, varlık, hayat, fikir... V. S. gibi
herşey husule gelir. Bu varlığın bir nevi zatî inkişafıdır ki, tedricen haricileşir
— Exteriorisation; nihayet şuurlu zekâ olur. Bu mutla
kıyetin tam
tekâmülü» dür. [1]
Görülüyor ki Hegel, hılkettaki
değişikliklere vasıl olunamıyacak bir kemal gayesine gittiğini gösteriyor;
fakat şuurun da mutlak mefhumunu ve bizzat mutlak mevcudiyeti tamamladığını,
yani insansız bir Allah ve Allahsız
bir insanın ve
hattâ hilkatin mevcut olamıya- cağını kabul ediyor 1 V e esasen bunların tesaviî
nakızeyn - Antinomie’de birleşip bir vahdet iktisap eylediğini müdafaa
suretile bir nevi Kuwanî vücudiye - Panteisme Dina- mique veya, tabir
caizse bir maneviyetci maddiye - Materialisme spiritualiste sistemine
düşmüş oluyor.
Hegel’in Allahı, insanda
kemalini bulan ve insanla tekemmül eden bir akıl, bir ruh oluyor. Bununla
beraber insan, dalgaların sahile attığı bir Venüs gibi maddî
hadise dalgalarının fırlattığı son bir damla, son bir tortu, son bir
mükemmeliyet esasıdır. Hıristiyanlıkta maddileşen, insanileşen Allah, bu zat
ta kendisini hiçbir zaman bulmayan ve kendi-
Hegel
sine gelmesi
ihtimali de bulunmıyan bir Uyur gezer-Somnambule, veya yalnız insan ve hilkatin
ruhile cereyan ve figan eden ve fakat kaynağına avdeti imkânsız olan aciz ve
asi bir seylap gibidir. Bu Allah daha ziyade şüphecilerin Allahı veyahut
Allahsızların Allahıdır. Hegel yok demiye lüzum görmediği bir
varlığa var demiye de ihtiyaç görmemiş gibidir. [2]
[1]
Alfred-Fouille : Histoire de la
philosophie [başlangıçta ismi geçen felsefe tarihleıi ile, «Hegel’in Estetique
Vol 2» isimli eserine bakınız.]
[2]
Mevlâna Celâlettini Ruminin şu kıtası
kıymetinin! ancak şuurdan alan hattâ Allahı da yaratan hakiki kuvvetin biz de
olduğunu ne kadar beliğ ve ne ulvî bir ifade ile anlatır :
Bade ezma mest şüd, ni ma ez o!
Kalib ez ma hest şüd, ni ma ez o!
Bade der cuşiş esiri cuşu mast, Çerh der gerdiş esiri huşu
mast!
Manası : «
Şarap bizimle sarhoş oldu; biz şarapla değil, ceset bizimle varlık kazandı. Biz
onunla değil! Şarabın coşkunluğu bizim coşkunluğumuzandır; âlem bizim aklımızın
esiri olarak döner döne !»
Hegeİ; din noktai
nazarından Rationalisme’i-Ortodoks ilâhiyatçılığına muarız bulur. Ve
Ortodoksluğun Allahı birtakım boş lâfızlar içinde tenvir edeceğim derken
mahvettiğini, Rationalisme ise, Allahı, aklın bulamıyacağına emin olarak onu
âlemin haricine attığını söyler. Ona göre, felsefe, dinleri derinleştirmek
istemez. Belki, dinin ihtiva ettiği hakikatleri fikre kalbetmek ister. Meselâ
dinde hilkat noktai nazarından Allahla, âlem yekdiğerine zıt iki mefhum olarak
vaz olunur. Halbuki namütenahi kendi haricinde bir mü- tenahiye malik olsaydı
kendi kendini tahdit etmiş olurdu. Bu takdirde Allah namütenahi olamazdı. Şu
halde Hegel’e
göre, âlemin yaratılışı akidesinde, hakiki olarak mevcut
olan birşey varsa, o da : Namütenahinin münferit ve'müstakil olarak mevcut
olamamasıdır. Belki o daima kendi kendini aşarak mevcuttur. Mütenahi varlığı
ancak namütenahi ile olan münasebeti dolayısiledir. Isanin kurtuluşu -
Redemption hakkındaki itikatta da, mütenahi ile namütenahinin münasebetini pek
iyi gösterir. Eski bir kilisa şarkısının söylediği gibi: «Allah bizzat
ölmüştür!» Fakat kendi namütenahi evsafına hiçbir bozukluk ve eksiklik ariz
olmaksızın Allah mütenahi olan âleme inmiştir. Kendi kendini insan yapmak
suretile bizzat kendini inkâr etmiş ve bu inkârından ihtiras, ölüm ve ölümden
sonra dirilmekle vaz geçmiştir. He- gel, bu kilisa
lisanını ve efsanesini Allahla tabiatin alâkasına bir misal olarak
göstermiştir.
Şu izahattan Hegel’in Allah
hakkındaki telâkkilerinde, kendi istinat ettiği tenakuz ve tezatlar kadar
mütenakız ve mütezat fikirler olduğu vazih bir surette görülmektedir.
Yaratılışı
itibarile şüpheci bir mytique olan Alman feylesoflarından Schle- srmacher(1768—1834) e göre de [1] Allah fikri,
vücut ve müfekkirenin bir vahdetidirki şuurlu ve şuursuz her nevi bilgilerin
esasını teşkil eder. Fakat bu fikir ancak suri bir takım şemalarla
gösterilirsede çokluğun mecmuu gibi nazarı itibare alınan âlem fikri, onunla
uzlaştırılır. Tıpkı ülu- hiyet fikrinin, surî bir harakek noktası, ve âlem
fikrinin, hakikî bir had olduğu gibi... ki bu İkincisine de aklımız hiç bir
zaman iremeyecektir. Zira son noktası, başlangıç noktası haline geçmedikçe hiç
bir had bilgi şeklini alamaz. İlim mütearız fikirleri kabul edemez; fakat dinî
hisde hadlerin vahdeti tahakkuk eder. Zira din, şeniyet yerine hayalleri ikame
eder. Bu sebepten Allahsız bir âlem ve âlemsiz bir Allah tasavvur edilemez.
Ayni suretle Allaha atfedilen şahıs, kuvvet gibi sıfatların kıymetleri
büyür.
fi] I. —
Schleirmaeher-Discoure sur la religion aux gens Cultives parmis ses
contempteurs (1799).
II — Lc foi
chretienne. (1821)
Bü zat, dinleri
iki şekil altında tetkik eder. Birisi: sadece basit bir ahlak vasitası gibi
telakki olunan din; diğeri vehyedilmiş veya akla sonradan teesis edilmiş bir
akide gibi telkin olunan din.
Kendisine
nazaran din, vasitasız şuursuz her mütenahi şeyin namütenahi içinde olduğunu
gösterir; ve mütenahinin ancak na mütenahi vasi- tasile mevcut olduğunu
anlatır: bilhassa her zaman fani şeyin ebedî şeyler içinde bulunduğunu ve
ebedi vasitasıla mevcut olduğunu ifade eder. Va- sitasız duyğular içinde insan,
saf ve basit bir surette müstakildir. Bu basit ve saf olan istiklâl duyğusu
«Allah hakkında şuur eahibi olmamızi icabettirir. Ve müfekkire bu mutanın bir
ifadesini aramak üzre, kendisine geldiği anda, fail ve münfail şahsiyetimizle
mahkûm bir hale geliriz. Zira Allah mefhumu kat’î bir surette hasas ve tav’î
mevcudiyetimizin kaynağında gizlidir. Bu zat Allahı, böylece hayatımızın bir
eseri adettikten sonra, Allahı birlik - Ünite ve âlemi
znecmuû/eZ-Totalite olarak kabul eder. Ona göre «bu ikisinin arasında sıkı bir
münasebet vardır. Fikir tekâmül ettiği, değiştiği halde, hayat kat’iyyen
aldatmaz. Hülâsa, Allah tâbiiyet hak- kındaki hususî hissimizin menşeini ifade
eder. Esasen bu vasitasız hissiyattan çıkmayan fikirler, din içinde de nihayet
bir sembol vazifesini görürler. Bunlar din için zarurî değildirler. Allahın
şahsiyeti, ruhun ebediyeti, Adem’in yaratılışı... gibi; bunlar vasitasız
hissiyatın değil fikir ve amelin mahsulüdürler. Mucize, dini ve fenni harakete
getiren bir hadisedir. Görülüyor ki bu zat, dinî hissî, bir nevi tâbiiyet «
dependece» hissi olarak izah etmiş fakat bu hissin mevzu ve anasırını nereden
aldığını göstermemiştir. Dini bu tarzda anlayışından da anlaşılıyor ki:
nihayet âcizli- ğimizin verdiği ruhî bir itimat ve teslimiyetin mahsulu olan bu
Allah, hattâ ahlâkımızın bile bir ifadesi değildir. Bir fikrin esasen doğruluğu
ve varlığı dolayısile tasdik etmekle, muhtaç olduğumuz için kabul etmek va
varlığını tasavvur etmek arasında pek vazıh bir fark vardır. Bu fikirlere
muarız görünen weİSSe der ki: «Eğer Allah bir şahsiyete malik olsa idi, zemanın
cereyanı içinde bir takım tahavvullere ve tekâmmüllere maruz kalmağa mecbur
olacaktı. Hakikî illiyet selselesi, mevcudiyetin tekmil mefkürevî mühtevasının
hudut ve cevherinden ibaretiir. Fakak na-* zari Theisme’in programı - ki. şahsî
bir Allahın mevcudiyetini ilmen tesis etmek ister - hakikat ta şahsî hissiyatı
izahtan başka bir şey değildir»
Krouse (1781 -1832) de
[1] Allah mefhumunda şahsiyeti reddeder kendi meslekine Penentheisme
namını verir ve bununla, mutlak varlık olduğu için Allahın, bizatihi âleme
karıştırılmaksızın herşeye malik olduğunu anlatmak isterki: bir nevi Voitaire’in naklettiği «Çin
ilmi halinin » şu izahına benzer: «İçi su dolu şeffaf bir billurun her
tarafına nasıl ki ziya
[1]
Krouse - Öriginaİ de l’humanite 1811
.
nüfuz eder. Ve
bu nüfuz dolayısile ne ziya ve nede billur kendilerinden birşey
kaybetmezlerse... Allah ta,hem âlemin içinde ve hem de âleme sahip olarak kendi
İlâhî mevcudiyetinden hiçbir şey kaybetmeksizin bakı ve ebedî kalır... » Bu
izahdanda anlaşılıyor ki KrOUSSC daha ziyade Mystisisme’e düşmüştür.
D. F. StroilS (1808 -1874) de
[1] incilî hikâyelerin mahiyetini tetkik etti. İlâhî ile İnsanîyi tevhide
çalışan ve hıristiyanlığı g-arip bir şekilde müdafaa eden fikirlerinde İlâhî
âlemin beşerî âlemi tabiatten üstün olan bir tesirle devireceğini ümit eder. Ve
tenkidi bir ilâhiyat tesisine çalışır; dinî âyinlerin yerine musikiyi ikame
etmek ister. Zira bu zat, musikide İlâhî âyinlerin yerini tutabilecek bir
kudret görüyordu ! Laikliğin en kuvvetli müessislerindendir. [ İlerde bunun
fikirlerine tekrar temas edeceğiz. ]
Gene Alman
mütefekkirlerinden Herbart (1776 -1841) hıristiyanhğa hizmet
etmesine rağmen, Allah mefhumunun insandan istiare edilmiş olan ruhî ve ahlâkî
kıymetler vastasile teşkil olunduğuna inanır. Ahlâkî fikirler tekmil istiklâl
ve safvetlerile inkişaf etmelidir ki, Allah mefhumu sahih olarak teşkil
edilsin. Bu zat esasen ilâhiyata kıymet vermemiş ve din hakkındaki felsefesile
umumî felsefesi arasında hiçbir münasebet olmı- yan ve sadece Allahsızlıktan
korktuğu için hıristiyan kalan ihtiyatkâr bir imana maliktir.
* *
Ayni fikir ve
vaziyete malik olan F. E. Beneke (1798 -1854)
dir- ki [2] temsil tarikile yapılan istidlâllerimizi, tabiat felsefesinde,
bütün maddî mevcudları, sırf kendi hisabımıza aleme inmiş bir takım şekiller ve
suretler silsilesi gibi nazarı itibara almaya sevkeder. Ayni istidlâl bizi bir
taraftan da, din felsefesine gönderir. Ve orada kendimize ben- ziyen âlî
mevcudat fikirlerini yaratmamıza vesile olur. Tekmil dinler ne kadar ince ve
ruhanî olursa olsun, tekmil dinî ilimler, antropomorhisme- den başka birşey
değildirler ve insanla Allah arasındaki mesafe insanı bir sulucandan ayıran
fasıladan daha fazla değildir.
Dinî fikirler,
itikatların mevzuudurlar. Din felsefesinin esaslı mesaisi gerek din tarafından
istifadeye şayan bir hale getirilmiş olan fikirlerin
[2]
D. F. Strouse - Vic de jesııs. 1835
[3]
F. E. Beneke I- La philosophie dans
ses rapports avec l’exepcrieucc, Il-la speculation et la vie 1833
ruhî inkişafını tetkik etmek ve gerek
kendisini dinde tatmin eden ruhanî ihtiyacı derinleştirmekten ibaretti. Bu zat
din felsefesini birnevi tatbikî ruhiyat haline getirmiş, hakikî dindarlığın
hangi ruhî ihtiyaçların mahsulü olduğunu bir nevi marazî ruhiyat tabibi
sıfatile mükemmel bir surette tahlil etmiştir. Bu tahliller, bizi sadece bir
ahlâkiyet ve ideal gayesile değil, belki meçhuliyet ve cehalet, emniyet ve
ümit gibi zaman zaman insanı ihata eden yaratıcı tesirler karşısında Allahı
aramaya sevkettiği neticesine götürür.
F. Nietzsche ( 1844 - 1900 ),
tabiatte
kalbeşer - Surhomme » ı
yaratan ve devam ettiren iradeden başka bir şeye inanmadı. Bütün eserlerinde
insanların safdilliğinden istifade eden zekâya düşman ve bu zekâya hayran
görünen Nietzsche
umumiyetle dine, din adamlarına ve insan iradesini
köstekleyen her çeşit itikatların ve hattâ insan kudretini tecavüz etmiş gibi
gösterilen manevi kuvvetlere de muarızdır. Ona göre Allah, nihayet insan
ihtirasının bu alemde yetişemediği büyük ideallerin bir sembolüdür. Daha
doğrusu her «fevkalbeşer » bir Allahtır. Karlayel gibi oda
herşeyi ve bütün tarihi hareket ettiren ve yaratan kuvvetin, zekâ ve irade
olduğuna inanır. «Kiliseler, Allahın türbesi
kuvvet ve harikadan ve «fev
Niefzsch
ve abidesidir. Ve esasen böyle
olmasaydı, onlar hiç bir işe yaramazlardı.» Bu hususta tasavvur ettiği bir
deliye şu fikirleri söyletir: [1]
Deli elinde bir
fenerle Allahı arar. Ve etrafındaki imansızlarla :
« Allah gayip
mi oldu?. Yoksa bir çocuk gibi yolunu mu şaşırdı ? Yoksa bizden mi korkuyor?
Muhakkak bir gemiyle yollanmıştır ! Veya hicret etmiştir!..»
Diye konuşur.
Deli, «Allah nereye gitti?» diye tekrar seslenir. Ve nihayet cevap alamayınca:
« Allahı biz
öldürdük I » diye bağırır.
[1] F.
Nietzsche — Le gaic savoire, 1928 '
İşte Nietzsche
kendi yarattığımız ve nihayet kendi öldürdüğümüz bir Allaha böyle inanır ve
mabetleri İlâhî kadavranın abide veya , türbesi far- zeder. Ona göre [1] bir
gün gelecektir ki: İnsanın günah ve Allah hak- kındaki fikirleri, bir ihtiyara
nazaran çoçukların oyuncaklara karşı duyduğu fikirler ve kederler mesabesinde
kalacaktır. Ve ihtimal bu ihtiyar adamın başka bir keder, başka bir oyuncağa
ihtiyacı olacaktır. Zira, bu ihtiyar adam, ebedî olarak kendisini çocuk
hissedecektir!
Hülâsa, bütün
yüksek kıymetleri tenkit eden bu büyük feylesof, Allahı ne bu alemin nizamında
ne insanin kemalinde bir amil gibi görür. Her şeyin gayesi insandır. Ve insan
bizzat Allah olmak istidadındadır. Kilise, hıristiyanlık, papaslık hakikî
büyüklüğümüzü ahlâkıyetimizi, mevhûm kuvvetlere bağlıyan ve iradenin yükselip
genişlemesine mani olan engellerdir. [2]
Luther, « Hakîm - Şage insan
olmasaydı bizzat Allah mevcut olamazdı » der. NictâSche ise « hattâ,
der, saf dillerle basit insanlar olmasaydı, Allah yine mevcut olamıyacaktı. »
Bu feylesof, kendisine itikat etmediğimiz, kendisini sevmediğimiz takdirde
bütün kuvvetlerini bizi mahvedecek olan,' yâni, bizim aşkımızı kendi korkunç
kuvvetlerde kazanacak olan bir Allaha inanmaz. Ve esasen böyle bir Allahı
anlayamaz [3] ve bir Allaha inanacak olduktan sonra, çok Allahlara inanmanın
daha büyük faydahası olacağını iddia eder.
Kendisine
nazaran Allah, ilk insanın ruhunda yaşıyan gayri meşur fakat hür olan iradenin
bir timsalidir. Çok Allahlar insanlar arasındaki fikir ve ihtiras tenevvuunu
temsil ederler. Yani herkesin karkkterine göre bir Allah... Görülüyor ki, NietzsChBj nin Allahı,
müsavat bilmeyen bir «fevkalbeşer » dir. Ve herkesin Allahı kendindedir ve
kendine benzer! Ve insanın gayelerine yetişmek için kendi haricinde ve
kendinden büyük bir kuvvet tasavvur etmesi, sefaletin, sukutun, miskinliğin
zaferini temin eder.[4]
Bu arada Weigei isminde diğer
bir Alman feylesofu da, « Allahhı, başlangıçta hareketsiz, iradesiz,
şahsiyetsiz bir kuvvet idi, sonra yaratmıya başlayınca, evvelâ kendini, ve
sonra her şeyde kendisini gördü. Yaratmak bir nevi sukuttur. Adem efsanesinin
gayesi de budur» diye düşünüyordu. Bu şerait altında Allah, yavaş yavaş kendine
gelen, ve kendine geldikçe yarattığı şeylerin nizam ve kanunu mükemmele doğru
giden bir kuvvet olur. Fakat Allah, kemalini eşya ve kâinata verdikçe kendi
mükemmeliyetini kaybetmiye başlar. Şu halde Allah sütü yoğurt ve şırayı şarap
yapan
[11 İL
Nietzsche — Par de la le bien et le mal 1928
|2J s
— La Volante de puissence Vol.2.1928 . ...... ...
[4]
» — Ahisi parlait Zaratheustra 1927
Bu eserler
fransızcaya Hanri Albert tarafından tercüme edilmiştir.
[5]
CH. Andler — La dernicre philosophie
de Nietzche, 1930
bir maya gibi,
bidayette mahiyeti malûm olmayan bir karma karışıklığa- Chaos dahil
olmuş ve ona bugünkü bildiğimiz ve karışıklıktan, anarşiden kurtulduğunu
zannettiğimiz, kanun ve nizamları tesis etmiş gibi görünen alemi vücude
getirmiştir. ■
* * .
Nietzsehe’nin
tâbirililö Römentisme dininin büyük azizlerden biri olan «SchOpenhauer» (1788-186Q) de Kant gibi Allahı
müteal mefhumlardan addederek bunu akıl ve, tecrübemizin ötesinde bir «haddi
zatında şey1-chöse en soi » telâkki etti. «Schopenhauer» zihnin, illiyet
ve icabiyet kanunlarına ister istemez bağlı olduğunu ve ortada yegâne illetin,
bir zaman tevalisinden başka bir şey olmadığını görüyor ve mekânla zaman
şeklinden uzaklaşan müteal bir sahada «niçin?» sualinin manasız olduğunu iddia
ediyor. Filhakika bu zata nazaran: «âlem kendi tasavvurumuzdur.» Hadiseler
âlemi, ancak zihinde ve zihin için vardır. Madde, âlemin mec- muî. bîr
tasavvurudur kiM ancak zihinle tezahür ve zihne nisbetle mevcut
olabilijr. Madde olmamış olsaydı zihin gene mevcut olurdu. Biz düşünüp akıl
erdirmeden evvel yaşarız. Ve yaşamaya temayül ederiz; hayat için hareket
ederiz. Bu fiile - action karşı temayülden, daha doğrusu bu daimî fiilden ölmez
hislere malik oluruz. Bu temayül, bir tarafta saiksiz ve tav’î bir arzu,
diğer tarafta şaikli ve müteemmil bir iradedir. Fakat arzunun saiki
bulunmaması iradeyle tearuz etmez. «Temayül etmek - hareket etmek; hareket
etmek - yapmak; yapmak - istemektir.» «Ancak teemmül için, yapmakla istemekte
fark vardır. Yoksa şe’niyette her ikisi de birdir, irade bizim cev- herimizdir.
Tabiat, tarafımızdan düşünülmüş gibi mevcut değildir.» Scho- penharauer, irade ile
kuvveti yekdiğerinden ayırmış ve kuvveti, afaki âlemde mevcut ve afaki âlemin
bilgisinden doğan bir netice addetmiştir, irade ise herkesin kendi « saf
ferdiyetini» tanıdığı bir şuurda, hiçbir şekle malik olmadan mevcut olan
yaratıcı bir mefhumdur. Bu zata nazaran: iradenin birinci farikası
külliyetidir. Ona göre: Tabiatte herşey ister; zira herşey bir emek sarf eder.
Herşey yaşamak ister ve yaşamak için hareket eder. Cisim bile bu suretle
görülebilen şey haline gelmiş, yani afakiyleşemiş bir iradeden başka birşey
değildir. Saniyen iradenin imhası da imkânsızdır. Şahsî irade mahvolduğu halde
küllî irade ebedidir. Salisen, irade mutlak hürriyetten ibarettir. Yani âlem ve
hadiseler iradenin afakileşemsesinden ibarettir, irade ne bir hadise, ne bir
fikir, ne bir şeydir. Fakat «haddi zatında birşey » dir. Ve irade kendisinden
evvel hiçbir zarurete bağlı değildir. Hülâsa kâinatın mucip illeti, adına (Allah)
dediğimiz, fakat hakikatte bir kuvvetten ibaret bulunan: iradedir. Bu
irade, semavî ve ebedî olduğu ka-
Schopenhauer
dar da
hadiseler âleminin en asli cevheridir. Ve bütün mevcudat, hareket
kabiliyetlerile külli iradeyi temsil ederler; ve onunla daima münasebet halinde
bulunurlar. İşte bu akıl, bu sebeptendir ki, iradenin kemale, en yüksek hayata
temayülünden doğan bir mücadelenin yavrusudur. [1]
Görülüyor ki Schopenhauer’in iradesi, fizik
ve metafizik bir Allahtır. Bu bedbin Penthisme’deki Allah, âlemle birlikte
inkıraza mahkûm olan bir Allahtır. Bu Allah içinde bulunduğu tabiati de
kendisile birlikte yakan bir anarşist gibidir. Ve ona göre : Adeta hilkat ve
Allah, daimî bir can çekiştirme içinde son dakikksına yaklaşmakta ve fakat bu
yaklaşma cehdindeki her hareket, bir hayat cehdi gibi görünmektedir.
Maddeye
gelince: Akademi Françaiseden baron (A- Guira- ud ) un tasavvır
ettiği şu garip madde tasavvuru Schopenhauer'da, şairane ve
bediî bir kisveye bürün
müştür, Baron de Guiraud diyor ki:
«Madde bize uzun müddet terk ve ihmal edilmiş gibi görünür. Bugün görmekte
olduğumuz madde ise, şeytanın cismidir. Bu melek, hilkatin ilk yavrusudur. O,
halika karşı bir günah irtikâp etti. Yani mağrur oldu. Ve bu günaha bütün
vücudü iştirak etti. Bu sebepten bütün madde, kabahatlidir. Şu halde madde
durup dinlenmeden günah işliyen asî bir melektir! » [2]
Hülâsa Schopenhauer’in Allahı,
terkibine bir zehir gibi karıştığı âlemle birlikte zehirlenen faal bir
şahsiyet, bir « Ruh - Essence » ve akibe- tini idrak eden bir mücrimdir. Ve
madde ise : Bu cürmun kurbanı olan
bir masumdur.
Alman Moniste
ve Materialiste’lerinden Haeckel birz evvel gördüğümüz veçhile âlemin
izahında Allah, hürriyet, lâyemutîlik - immortalite gibi
[1| I.A.
Schopenhauer: Le monde considere canime volonte et representation. Paris : Vol
: 3
11
. A. Foıülle : Histoire de la
philosophie, l’nıis: 1924
2
2] A. Guiraud : Philosophie
eatholique d.- 1’ Histoire.
metafizik ve
dinî sıfatların karıştırılmasını faydasız görüyordu. Bilhassa mo- nisme için
bunların büyük bir engel olduğunu ve insanın bu alemde basit bir enerji veya
madde parçasından başka birşey olmadığını kabul etmişti. [1] Haeckel,
âlemi idare eden «küllî cevher kanunu ile sebebiyet kanunu» olmak üzere iki
zarurî prensip kabul eder. « Kâinat muammasının karışık lâbirentlerinde bize
rehperlik edecek olan bu iki kanundur»; ona nazaran:
1
— Kâinat ebedî ve namütenahidir.
2
— kâinatı terkip eden cevherler,
madde kudret gibi iki vasfa maliktir. Ve bunlar bütün namütenahi mesafeleri
doldurmuş ve ebedî bir hareket halindedir.
3
— Bu hareket, namütenahi bir zaman
dahilinde mütemadi bir değişiklik arzeder; ve tarakkî ve inhitatı tayin etmek
suretile neticelenen devri bir inkişaf silsilesi bu hareketin esaslı vasfıdır.
4
— Esir içine dağılmış bulunan ve
bütün eb’adı dolduran semavî cisimler cevher kanununa tâbidir. Bu itibarla Haeckel’e
göre, hayatta gayriuzvî maddeden doğar. Karbonun fizikoşimik hassaları,
albüminli terkibata hususî bir iktidar vermiş, bu iktidar canlı protoplâzmanın
vücude gelmesine hizmet etmiştir. Buna birnevi « Karbogene » nazariyesi
denilebilir ki bu düşünüşler tamamile mihaniki sebeplere tâbi ve tabiatten
üstün kuvvetlerden uzaktır. Haeckel’in monisme’i şu üç şekilde tezahür
eden Bircilik - monisme talâkkilerinin sonuncusuna koymak lâzımdır:
a —■ Herşey,
hakikî mahiyetleri bizim idrakimizden kaçan mutlak bir şe’niyetin cephesidir.
b — Şe’niyet
esas itibarile ruhîdir. Buna «monisme idealiste» diyebiliriz.
c — Bütün, ruh,
madde, kudret, cevher... tesmiye edilen şeyler, fizikî şe’niyetin vücude
getirdiği bir fazlalık, bir inkişaftan ibarettir. Eski fizikçilerle yeni
Biologiste’lerin tâbi olduğu bu sisteme «Monisme materialiste» diyebiliriz.
Haeckel, ihtiyarlığında
neşrettiği diğer bir eserde [2] tıbkı lonia feylesofları gibi animiste
oldu. Herşeyin muhtelif derecelerde hayata malik olduğunu, hâttâ ham maddenin
bile Allahın âlemle ayniyetini kabul etti. Ona göre dinde, doğrunun, imahın ve
güzelin bilgi ve saygısından ibarettir. Yani din, tabiat kanunlarına .- hürmet
etmet ve bu kanunları öğrenmekdir. Beşerî tabiatin hayat şartı olan içtimailik,
İncil kaidelerinden çıkmıştır. Zira İncil, «sen kendi yakini de kendin gibi
seveceksin^» diye emretmiştir. Bu mürteci feylesofa .göre, artık monisme,
tabiat kanunları hakkın-
11] Haeckel. -
Enigme du mond 1899
[2]
» » - MerveiUc de la vie 1904 (Hu
eserler ,Eransızçaya daha çok sonra tercüme edildikn ) ;
daki basit
bilgi için, insanın dinî ve İçtimaî hayatını tesis eden son bir tecrübedir.
Anlaşılıyorki
ihtiyarlık, gençliğin ateşli, heyecanlı cüretlerini altüst ediyor. Bütün bu
fikirlerde garip bir ihtiyatkârlık, dinî telkinlerin verdiği ahiret korkusundan
bir titreyiş var gibidir.
Daha
Positiviste olan F. Ziegler, F. Yodi, bu esrarengiz Allah ve din
talâkkisinden kurtulmuşlardır. Bunlara göre: İman, tahakkukunu özlediğimiz bir
idealin ifadesidir. İman tabiatten üstün olan iktidarlarla bağlanmamızı ifade
etmez; belki, tarihin ceryanı içinde insanın Allah oluşu gibi canlı bir
hakikati ifade eder.
Hartmann
R. H. Lotze’da bu münasebetle,
evvalce de gördüğümüz veçhile beden ve ruh, insan ve tarihten müsbet bir takım
benzerlikler çıkardı, âlemin neticelerini Allahsız bir tabiattan alarak
idealisme’e götürdü. Ruh telâkkisi monatcıdır. Ve Fechner gibi ruhların
kendi kendilerini daha süflî ruhlarda anlayabileceklerini katiyen kabul etmez.
Bu sebepten pentheiste olmaktan ziyade theistdir.
Nitekim E. Hartmann’da Allahı,
insandan, tabiatten, kendi kendinden kurtulmak istiyen saf bir irade ve saf
bir surette yaratıcı bir kudret talâkkî et mişti. Allah, kendisini, hata yapan
şuuru hilkata karıştırmış olan akıl bir prensiple kurtarır. Hıristiyanlığın
müşahhas Allahı sun’îdir. Zira bu benliğe mani olan bir Allahtır. Binaenaleyh
kurtulmıya elverişli olan Allah tamamen gayrişahsi olan Allahtır. Bu zevat mut
laka inanılması lâzımgelen bir Allahı din sahasında değil akıl ve ideal
sahasında arıyorlar. Ve beşerî mef-
kûrelerin
muhtelif istikametleri içindeki iradeyi, hamleyi, cehti ilâhîleş- tiriyorlar...
Son Alman
mütefekkirlerinden H. Cohen felsefi bir
dine taraftardır. Maamafih ona göre din, felsefi dinden, yâni din tarihinin
esrarından kurtarılmalıdır. Din ferdi bir kıymete maliktir. Ve en derin
içimizin bir inanışıdır. Ve bunun vazifesi, insaniyette ferdi tamamen yutan
ahlâkî temamla- maktır; ferdi tesiri, altına alan üç inzibat vardır: 1— ihsan;
2 — insaniyeti isteyen ahlâk, 3— insaniyeti aşka mevzu yapan sa'rt’at. Halbuki
din, insanı her şeyden kurtarır.’
Alman
Realistelerinden Max Scheler (1875-1929) katöliklige düşer ve ona
göre hakikî bir din tekâmülü yoktur. Zira din, bir hadesdir. Ve dinlerin
hepsinde « kudsiyet » esastır, daima aynidir' Din, ister mütenahî ister
namütenahi bir varlığa tatbik edilmiş olsun, bu kudsiyet bu seziş -
intiution hakimdir. Nitekim hıristiyanlık Allah ve İsa badesinden
haraket eder. Dini
tahlil edecek
olursak, bu esasların şu şekli aldığı görülür: 1 — İlâhî cevher, yani kudsiyet,
mutlak bir kıymete malik olan varlık; 2 — İlâhînin keşif ve ilham suretleri, 3
— İnsanda vahiy ve ilham ile mutlak kıymeti elde etmek gayesini hamil olup
enfüsî bir hazırlıktan ibaret olan dinî fiiller..
M. Scheler
Bu unsurlar ve
fiiller birbirine irca edilemezler : Bu zat, dini vaziyetin ahlâkî vaziyetten
ayrılamayacağına inanır. Scheler’in âlemi, kendi
dinî imanına tabidir. İzafiyet - rölativite nazariyesi, âlemin mahdudiyetini
is- bat etmiştir. Bu mahdut âlemde kudretin alçalması - degradation de
l’energie kanunu, kudretin keyfiyet itibarına alçalmasını göstermektedir.
Tarihin tekâmülü, cemiyetin tedricî bir temayülü dahilinde yalnız İktisadî
ihtiyacata tabi olmaktadır. Anlaşılıyorki, Allaha karşı mücadele eden filî ve
şeytanî bir kudret vardıa. (F. Brehier)
eder. Ona göre
başkaları
Ayni devrin
İtalyan feylesoflarından dikkate şayan olan R. Ardigo (1828—1920)
ahlâkta özgeciliği
- Altruisme müdafaa
için yaşamak,
ruhun ahlâkî bir kahramanlığıdır ki, bunu ahlâkî hisler haricinde de ifa
edebiliriz. Bu itibarla ahlâkın dine ihtiyacı yoktur. Ardigo, ilimle kabul
ettiği namütenahi mefhumu, namütenahiliğin metafizik telâkisile tearruz eder.
İptidailer arasında dehşete düçar olanlar mukaddesdiler. korku Allahları
yaratır. Kudsiyet hissi, mutlak surette basit ve tahlili kabil olmayan bir
his değildir. Dinden, esrarengiz mevcutları tasavvur etmekdense, insanın
mukadderatı için daha kat’î ve zarurî olan şeyleri ifade etmek üzere her şeyden
kanun yaratan ve her şeyde kanun gören İlmî şuura geçilecek olursa, korku
unsuru kat’î olarak berta
raf edilmiş
olur. Din daima önünde bir takım İçtimaî mefküre kıymetlerini bulur ve onlara
temellük eder. Bundanda anlaşılıyorki ahlâk dinden müstakildir. Burada bir çok
mümkün olan intikaller vardır. Fakat bu intikal- lar nihayet bir tercih ve
intihapla nihayet bulan dinlerin sun’i olarak muhafazasından şu netice çıkar:
Millet, dinî zamanlar geçince kendisini tama- mile mahrumiyet içinde bulmuş
olur. Hülâsa bu zat, korkuyu, yüksek ve iptidaî tekmil dinlerin menşei
adeder. Ve ona şirî bir kıymet verir. Saniyen, kanunu keşf edilmekte olan bir
âlem sonsuzluğu değil mahdudiye-
ti ifade eder
ve yahut hiç olmazsa parçalanan bir âlemi ifade eder. Bunda mucizeye benzeyen
bir şey yoktur. Binaenaleyh, metafizik namütenahilik hayali, boş bir
tasavvurdr. Şu ifadelerden de anlaşılıyorki âlem, mutlak ve namütenahi bir
Allaha ihtiyaç göstermeyen mahdut ve parça- lanabilen bir şe’niyettir.
H. Spencer
ayni tarzda en küçük bir
II — Tekâmül felsefesinde Allah
4
On dokuzuncu
asrın Ingiliz feylesofları ulûhiyetle hemen hiç meşgul olmadılar. Yalnız
ulûhiyetten bahsi, ilmi bir nezaket meselesi telâkki ederek imanla iktifa
ettiler. Halbuki Ingiliz kevniyatı - Cosmologie âleme prensip olarak
kuvvetin tehaffuzu esasını vazetmişti. Bu itibarla H. Spenser, (1820 - 1903) Darwin (1809 - 1882), S. Mili (1806 - 1843)
V. S... ye na
zaran:
Tehaffuzu kudretin ilk lâzımesi - Cor- rolair, münasebetlerin istimrarı yani kanunların
ittiradıdır. Ve tehaffuzu kudretin ilk üf’ulesi bu ittirattır. ikinci
lâzımesi ise : kudretin istihale ve muadeleti’dir. Yani bir kere
tahassül eden hareket, en büyük kuvvet hattını - zayıf bir mukavemeti - fazla
meyilli ve az manialı bir sahadan akan sular gibi - takip eder. Üçüncü lâzıme
ise: Hareketin takip ettiği istikamettir. Hareketten ise gidip gelme
kanunu - Loi de va etvien çıkar ki, hareketin maruz kaldığı ilk mukavemetin
bir neticesidir. Ve hareket âhenktar - Rytmique’tir. Zaten hilkatte
esaslı bir hareket vardır ki bundan bütün diğerleri, tekâmül ve inhilâle
irca olunabilir. Her şey büyür veya mahvolur, maddeleri toplar, istimal eder.
Herşeyde «âhengi itmam » eden tekâmül,
«canlı tohum
- Le germe anime» da da âhengi tamamlar. Her tohum ayni
şekilde bir cevherdir. Ve bunlar, zamanın teakubile yavaş yavaş Kahil-A- dulte
vücutları teşkil ederler. Bütün uzviyetlerin ve bütün terakkilerin tarihi
budur. Herşey basitten mürekkebe doğru gider.
Mütecanis - Homogene ve gayri
mütecanis - Heteregene bünyelerde ayni tekâmüle tâbidir. Spencere’e nazaran: Akil
mütecanis muttarit ve kararsız olan şeydir. Mücaneset hali, müvazenetin
kararsız şartıdır. Maamafih kuvvetlerin hiçbir müvazeneti yoktur ki daima
imtidat edebilsin. Haricî fiiller en mükemmel olanların ve bunların uzviyet ve
miha- nikiyetlerinin inhilâlile nihayet bulur. Buna « Külli inhilâl kanunu -
Loi
üniverselle de
dissolution » denir. Inhilâl ve tekâmülle herşey husule gelir. Ve herşey
mahvolur. Fertler geçici topluluklar - Combinesons’dır. Neviler de eskilerin
zannettiği gibi Allahın sabit bir tipe nazaran husule getirdiği müteakip ve
mütevalî mahlûklar değildirler. Hulâsa, hayat hareket- şekiller arasında
cereyan eder ve yavaş yavaş bu şekilleri alır.
Darwin bu tekâmülü «Hayat
mücadelesi ve tabiî istifa» ile izah eder ki, bunda da mahsusatın fevkinde,
bir kuvvetin müdahalesi inkâr edilmiş demektir. Ingiliz felsefesi, herşeyin
sırasını savdıkça mağlûp olduğunu umumî bir intihap ve tetabuk hareketinin
daimî cereyanını kabul etmekle bir nevi Heraclite meslekini
asrileştirmiş oluyor. Ve İngiliz felsefesine nazaran: Bir gün gelecektir ki,
yüzlerce, binlerce asırlardan sonra kâinatı tahrik eden mi-
hanikiyetler sayesinde mevcudat
arasına daimî bir müvazene gelecektir. Fakat bu müvazenet ebedî değildir.
Kuvvetin hareketi ebedidir. Ve teşekküle başlıyan bir cürsüme tekâmül edecek
ve her in- hilâlden bir hareket ve hareketten yeni şekiller husule gelerek
hilkat ebedî cereyanına devam edecektir. Herchel’e nazaran da âlem
böyle teşekkül etmiş bir müvazenenin kırılmasile vücude gelmişti.
Maamafih H. Spencer, « mutlak
varlığı» kuvvet ve kabiliyetlere malik bir mefhum addederek iman
etmenin muvafık
olduğunu
düşündü. Hattâ bunu zihnin esaslı ve müspet bir unsuru addetti.
Şu ifadelerden
anlaşılıyor ki Spencere, ilim ile dini uzlaştırmaya çalışıyor;
ve bunu amelî bir noktadan zihnin tatmini için bir vasıta addediyor. Dinle
ilmin kanunları ayni şey olmadığı için bu uzlaştırma gayreti, esas itibarile
kendi müspet felsefesine de tearuz eder. Nitekim Spencere ahlâkında İlâhî
kıymetlerde yoktur. Maamafih Spenseri daha ziyade içtimaiyatçı olarak tetkik
etmek muvaffaktır. [1]
Darwin’e gelince: Bu zat
Allah hakkında ağnostique olduğuun pek vazih bir surette itiraf etmiştir. Vaz
ettiği fikirler ise görüldüğü veçhile dinî tebligatın tamamile aleyhinedir.
İ. Stuart Mill’de: İlmî
müşahedelerin bizi Allaha götürdüğünü
|1] İlerde bu vesile ile Spencerden
tekrar bahsedeceğiz.
zanneder.
Bununla beraber ona göre bir Allaha itikat ile şe’ni âlemin tecrübelerini
uzlaştırabilmek için yegâne çare ulûhiyetin iyi ve fakat her- Şeye kadir
olmadığını kabul etmektir. Yani herşeye kadiriyet sıfatı, iyiliğe feda
edilmelidir. Kâinati tanzim eden ulvî zat, kendi iradesinden müstakil olan bu
âlemin şartlarına muvafık surette hareket etmek için tazyik edilmiştir. Bu
itibarla madde ve kâinatın kuvveti yaratılmamışlardır. Bunların hassa ve
kanunları, âlemin tanzimi iradesinden müstakildir. Bu itibarla bu kadar
mükemmel olmıyan şeylerin mevcudiyeti, artık bizi hayrete duçar edemez. Bir
tarafta tastik ettiğini diğer taraftan inkâr eden Mill’in bu tarzda
anlamış olduğu bir âlemde, ulâhiyete hiç bir ihtiyaç gösterilmiye- ceği
aşikârdır. Nihayet gaiyete - finalisme düşen bu zat, hilkatteki noksanlar,
adaletsizlikler karşısında bir Allahı kabul etmektense, kabul eder gibi
görünerek inkâr etmeyi tercih ettiği hissolunmaktadır. Ahlâkta menfaatcilik-
utilitarisme’i müdafaa eden bu felyesof, son zamanlarına kadar tabiatin
fevkinde hiçbir kuvvet tanımamışken ihtiyarlığında birçok felyesofların yap-
hğı gibi âlemdeki noksan ve mükemmeliyetsizlikten bir mükemmel mevcudun
varlığına intikal etmiştir. Bu, husustaki fikirlerini (1874) de intişar eden din
hakkında tecrübeler isimli eserinde yazmıştır.
Hocası Hamilton’un yerine verdiği
derslerde ilmi olarak teessüs etmiş bir ilahiyat yapılamayacağını, zira şuurumuzun
mutlaka kadar vasıl olamı- yacağını iddia eden Hanry Mansel (1820-1871)
vahye ve Allahın şahsiyetine inanır ve der ki: Her ne kadar mutlak bir vücudün
şahsî olması ve şahsı demek tahdit edilmiş bir mefhum demek ise de ve bu mut-
lakiyetle ne kadar mütenakız görünse de yine inanmak lâzımdır. Zira, ne bu şahsî
sıfatı ve ne de adalet ve aşk sıfatı Allahta bizim anladığımız ve
bizde olan şekilde değildir. O bunları küllî olarak haizdir. İnsaniyet cüz’i-
yete maliktir. İnsanî ahlâk, insanın mahdut tabiatine aittir. Bu sebepten
İnsanî ahlâktan ülûhiyet ahlâkına intikal etmek imkânsızdır. Meselâ insan için
affetmek bir vazifedir. Zira onun özcülüğü. bir dizgine muhtaçtır. Fakat bu af
prensibi Allah için zarurî değildir. Hulâsa bu zat ne olursa olsun insanın
ilâhiyat denizinde yelken açmasını ister! Bu talep ve izahatta gösteriyor ki Mansel’in Allahı
dilediğini yapar. Lütuf ve zülüm hakkında- ki iradesi, insan iradesine kıyas
edilemiyen bir hürriyete ve genişliğe maliktir. Ve ona karşı ne içindir ? diye
sual sorulamaz. Bu fikir, her işte İlâhi bir hikmet gören mütevekkil ve zavallı
bir imanla kapalıdır.
Umumiyetle din
tarihleri Allahın mevcudiyetini, bütün beşeriyetin kabul ve tasvibini delil
göstermek suretile ispat ediyorlardı. İngiliz tekâmülcüle-
rinden Andrew Lary ve Anttropologie âlimlerinden P. Schimidt de ayni delili
ileri sürerler; gerek iptidaî ve gerek yüksek kavimlerde Allahsız bir cemiyetin
mevcut olmadığını iddia ederler. Bu iddiaları tetkik eden bir istatistik vermiş
olmak için A.
EymjeU [1] insanların yüzde dördünün Allahsız fakat yüzde doksan
altısının mümin olduğunu iddia eder.
Bütün bu
haraketler, XIX inci asrın ilk nısfında din felsefesini, eski imana lığı -
fideis daha müsbet bir şekilde ilerilemeye şevketti. Ingilte- rede Y. H. Newmann (1801 - 1890)
dindeki şekilciliğin - formalisme aleyhine harakete geçti. O dini, az çok Luther gibi, sadece
kalbe hitap eder. Kalpten gelen bir inanış, merasimsiz ve ayinsiz bir iman
adeddiyordu. Gerek kendisi, gerek W. G. Ward ile hem şair ve
hem feylesof olan M. Amold (evvelce de
gördüğümüz veçhile) hep Katolik imanını müdafaa ettiler. Halbuki ayni devrde
Fransa ve Almanya, ciddi din münakaşaları ve Incil tenkitlerde meşgul
oluyorlardı. İngiliz muhafazakârlığı din işlerinde de kendisini gösteriyordu.
Tekâmül
felsefesini Positivismele uzlaştırmış olan W, K. Clifford daha ziyade Spencer ve Darwin’in tesirine tabi
kaldı. Bu zata göre bütün beşeriyet te ferdî şuurlar, yekdiğerinin aynidir. Şu
halde maşerî ruh, her biri müstakil ve ferdi bir kıymet ve ayniyete malik olan
bu münferit zekâların ve ruhların bir mecmuudur. Ve bu zekâ, bütün cemiyet
zekâsile müvazi olarak inkişaf eder, yükselir; cemiyet ise, Allaha çok sonra
yükselmiştir. Zira bu zata göre: «Jehovah dan amel ben
varım!», «insaniyeti bir şahıs gibi nazarı itibare alacak olursak onun her gün
bir az daha ilahileştiğini görürüz!» Bu görüşe göre, âdeta insan
kendisini Allahta seviyor, insaniyet kendisinden, Allahda korkuyor !
Ayni mektebe
mensup olan John
Fiske de, Spencer’in tekâmül
felsefesindeki mihanikçi hususiyeti bir tarafa atar. Zira ona göre, tekâmülde
bir gaiyet vardır. Bu gayeyi âlemin nihayet zihin ve şuuru inkişaf ettirmeye
temayül etmesi teşkil eder. Öyle ise, nihayet kâinat kendi ruhu olan gizli bir
Allaha doğru ilerlemektedir!
Gene İngiliz idealiste’lerinden
TH.
H. green, ( 1836 - 1882) ruhu, tekâmülcülerin zannettiği gibi âkil
olmayan bir mihanikiyetin mahsulü addetmez. Ona göre hatta ruh tabiatın mahsulü
değil, belki temamile tabiatın temelidir. Ruh ancak zaman ve mekândan üstün
olan gayrı maddî ve değişmez bir nefis için, bilgi için müteber ve
mevcuttur. Binaenaleyh o hakikîdir, şenidir. Hamiitonî Spencer’in bilinemez -
inconnaissable hakkındaki fikirleri, bu zate göre mütenakızdır. Zira bir şeyi
bilmemekte gine bir şeyi bilmek demektir, ihsaslarımız, hiçbir vakit, tek
hasseye bağlı
1
1] A. Eymieu: La part des croyants
dans lcs progres de la Science.
ve münferit bir
kıymete malik değildirler. Bunlar tek tek kaldıkça daima cüz’î ve eksiktirler.
Şu halde bunlar temamiyetlerini külli bir bilğide bulurlar. Her şey mükemmel
bir ahenk ve uyğunluk içinde şeniyeti ve hakikati teşkil ederler. İşte Allah,
her çeşit bilğinin bir mevzuası olan külli şuurden başka bir şey değildir. Şu
halde Allah, insan için kendimizden hariçte bir başka şey, bir başka mevzu
değildir. İnsanın mahdut olan unsuru uzviyetidırki, bir nevi ebedî ve külli
şuuru taşımaya memurdur. İste ahlâkta buradan çıkar. Zira, kendi nefsimiz,
külli nefs ile daima iştirake mecburdır. Şu halde ahlâkî hayat, kendi
kendimizin küllî prensiple aynileşmesine doğru bir terakki de saklıdır. Bu gaye
hiç bir hususî arzunun tatminde elde edilemez ve cemiyet külliye doğru terakki
etmek hususunda ferde mani olan bir engel değil, belki bir yardımcıdır.
Ayni fikirler,
İngiliz hakikatçi - rerliste’lerinden S> Alexandre’da şu şekle girer
: Ş’eniyet, eşya ve maddeler, mekânın değil belki zaman- mekân -
espace-tempe’ın bir parçasını işgal eder. Binaenaleyh bu âlemde her şey
ş’enidir. Bu sebepten kâinatta bir Allah yoktur. Belki, bir ülü- hiyet vardır.
Ve bu ülühiyetin yegâne temayülü, her biri daha mudil şekillere istinat eden,
yüksek şekiller husule getirmektir. Ruhumazun cismimize istinat ettiği gibi. (E. Brehîer)
Bütün bu
fikirler, terakki prensibinin izahı için girişilmiş garip diyalektiklerdir.
insan, maddeye karşı, tabiata karşı daha kuvvetli olmak, ve bütün bir
uzviyetin ve zekânın ihtiras ve saadetini tatmim etmek için giriştiği
mücadelede, adına «Medeniyet» denilen bir şe’nyeti yaratmaktadır. Bu
şe’niyet dinamiktir. Yürüyor, yükseliyor; insan bir Allah gibi bu hareketi hem
yaratıyor, hem bu hareketin içinde kendi kuvvetile ilerliyor. Yaratan ve
ilerliyen kendimiziz. Saadet kadar da terakki nisbîdir. Her devir kendi muvaffakiyetlerini
bir harika addetmiş ve fakat insan muhayyelesi, ondan daha üstününün de bir gün
yapılabileceğini ümit ve tasavvır etmiştir. Bu durup dinlenmeden yürüyüşü, her
halde geriye doğru değildir. Dünün bugüne faik hiçbir lezzeti; hiçbir saadeti;
hiçbir eseri yoktur. Ve yarın her halde bugünden daha yüksek ve daha iyi
olacaktır. Bu yarına nazaran bugünün insanı aciz ve iptidaî kalacaktır. Fakat
insanlığın kalbi, gelecek nesiller için şefkat ve sevgile çarpmaktadır. İnsan,
evlâtlarının saadetini kıskandığı andan itibaren sukut eden bir Şeytan olur.
Onların saadetlerini hazırlıyan prensipleri, vasıtaları yaratmak için duyduğu
ateşi, ebediyete kadar yakacak bir kudrete malik olduğunu hissettikçe de Allah
olur. İşte bütün terakki felyesoflarının anlattığı Allah bu Allahtır. Bu
yorulmak bilmiyen, kıskanmıyan, kendi göremiyecekleri devirlerin saadet ve
medeniyetine amelelik yapan insanın büyüklüğüdür ki onlara bir ülûhiyet
fikrini aşlamaktadır.
F : 12
Ondokuzuncu asir Fransız felsefesinde Aliah
K Cousin
Fransada Main de Biran (1766-1874) hür
ve ülvî bir iradeye inanıyordu. Bu zat şahsiyetimizin, tabiatin
fevkinde hür ve İlâhî bir kudret tarafından emileceğine inanır. Ve
MaterialisteJ olmaktan korkar. İktitafçı - Eclecti- sisme’lığın müessisi
olan Victor
Cousln (1792-1867) vehbî fikirleri de- runî bir ilham mahsulü
addetti ve bunları bir nevi ruhanî telkin gibi nazarı itibara aldı. Allah
mefhumunun, tasavvurlar - Conceptions nev’inden bir bilgi olduğunu «ve
mutlak varlığın » akıl ve hisle değil, ancak « kalbin keşiflerile»
idrak olunabileceğini müdafaa etti. Cou- sine göre: Mütenahî
veya namütenahi mefhumları, zihnin esaslı unsurlarındandır. Nefsimizdeki
hâdiseleri gördüğümüz halde ruhumuzu nasıl görmeden biliyorsak, Allahı da
öylece, tabiat ve hâdiselerden başka bir şey görmediğimiz halde his ve idrak
ederiz.
— Bu zat, gerek
Materialistler ve gerek Sipirtualiste’leri okşıyan bu fikirlerle
felsefî bir şahsiyet göstermekten ziyade, halin ve zamanın icaplarına göre
hareket eden bir mütefekkir gibi
görünür. Ve
esasen bu, felsefî meslekinin zarurî bir neticesidir.
Salut-Simon (1760-1825):
Kendisini Allahın yer yüzünde vekili, ilmin ve insaniyetin «Papa» sı
addeder; hattâ Musa, Socrate ve İsa’nın varisi
görür. Kırallarla, prenslere «benim ağzımdan konuşan, Allahın sesini
işitiniz!» diye hitap eder. En büyük Peygamberini Comeille teşkil eden bir
dinie mensup olduğunu söyler. Bu zat, sistemine, yeni hıristiyanlık -
Nouveau Christianisme ismini vermiştir. Bu dinin ahlâkî, in- saniyetçilik
ve esası kardeşliktir. O, cemiyetin bütün müesseselerini, yeni
Hıristiyanlığa
göre tanzim etmek ister. Isa’nın ve havarilerin kâinat hakkında hiçbir fikri
olmıyan cahil insanlar olduğunu ve binaenaleyh, dinî, iktisat ve fizik
hakkındaki görüşlerine göre tanzim etmek iddiasındadır. Bu zat, Allahı, Newton kanunile, ve
İlâhî takdiri, İlmî terakkiyatla karıştırır. Salnt - Simon, hıristiyan
dininde biri İnsanî, diğeri İlâhî olmak üzere iki kısım görür. İnsanî olan,
havarilerin ilâvesi, İlâhî olan ise, beşeriyetin kardeşliği prensibidir, Papa
olmak hususundaki arzusu, devrinin ruhanîlerini beğenmesinden neş’et eder. [1]
August Conte ( 1798-1875 ) a
gelince : Esasen metafiziğin lüzumsuzluğuna kail olduğundan Allah fikrini
İlâhî ve metafizik devirlere ait bir vahime addetti. Yalnız, hiç olmazsa Allah
dini yerine, İçtimaî bir din vaz •etemenin lüzumuna kail oldu. Âygust Conte, insaniyetin
müteakiben geçirdiğini farzettiği meşhur üç devrini şöyle hülâsa edebiliriz :
2
— İlâhî devir ki fetichisme, -
çok Agahlı ve bir Allahlı devirleri havidir. Fetichişme in 7emerküzünden
- Concentration çok Allahlı - Polithe- iste devir ve bunun temerküzünden
de bir Allahlı - Monotheiste devir ve müteselsilen sair İnsanî devirler
husule gelmiştir. Bu devir umumiyetle insanın halikını araması devresidir. Daha
doğrusu hadiselerin sebebini bilemediği için zarurî olarak esrarlı kuvvetlere
kıymet verilen bir devridir.
3
— Metafiziqne devre gelince:
Çok kısa ve müphem olan bu devir, İlâhî devirdeki manasız ve efsaneli
endişelerden kurtulan mütefekkirlerin, hâdiselerin sebep ve cevherini daha
mücerret mefhumlarda aramalarından husule gelir. Meselâ artık Ceres
yerine tabiat, Zeus yerine cazibe kabul ediliyor ve bunlar yekdiğerinden
ayrı iki kuvvet gibi görülüyor. Bu hal ruhun öyle tabiî bir haletidir ki
Mevcudat için kabul ettiğimiz tekmil illetler ve hadiseleri ismihaslar gibi
telâkki etmemize medar olur.
4
— Hadiseler arasındaki münasebetleri
arama devri olan zspafçz-positi- viste devir ise pek yenidir. İllet ve kanun
arayan bu devir ne Allahsız, ne dindardır, ne de metafizikle alâkadardır.
Yalnız bunun mensupları Lâik tirler. Yani metafiziğin fevkinde bir
mesleğe saliktirler.
Bu
devirdekiler, bazı vak’alarla bu vak’aların daimî tekerrüründen başka bir şey
bilmezler ve bu mükerrer vakıalara bu «hadiselerin kanunu» tesmiye
ederler. Ve bunun daha ilerisine de gidemezler. Gerek kanunları, gerek netice
ve usulleri itibarile yekdiğerinden müstakil olan bu üç devir, birbirini imha
etmektedir. Ve bir gün tamamen imha edecektir. Bu suretle
[1]
G. Dumas, Psychologie de Deux
Messior, 1905
Bu eserde
gerek Saint-Simon vo gerek Au. Conte’un ruhî temayülleri ve fikirleri
mufassalan tahlil edilmiştir. Sait - Simon’un dinî, fizikî ve İçtimaî
fikirlerini «Oevres complet» ünvanile neşredilmiş olan 47 ciltlik külliyatında
bulabilirsiniz.
din ile
metafizik te tamamen ortadan kalkınca, insan faaliyeti salim bir mecraya
dökülmüş olacaktır. Zira, zihin mutlak mefhumunu halledemez. Binaenaleyh o
müdrikemiz haricindedir. Bu nevi aramalar metafizik de bir nevi ziynet ve lâtif
bir farziye halinde kalır. Eski insanlar İlâhî itikatlara esir idi. Şimdi de
münferiden ispatına muktedir olmadığımız halde ilmin yardı- mile inandığımız
bir çok keşifler vardır. Bugün artık İlmî bir imana malikiz.
«EskiAdem|Schaupenhauer’in dediği gibi Metafizik bir hayvana
idi.
Au. Conte madı;
kâinat, insanı
O, kayboldu,
yerine hâdise' gruplarından kolleksiyonlar yapan hayvan yani yeni insan türedi.
Beşeriyetin İlmî ve medenî inkişafına yeğâne engel olan şey ilahiyat ve
Metafizik’tir. Çünkü bunlar, ilimle ve ilmin neticeleri!© daima münazaa
halindedir. Dikkat edilirse bu metafizik hayvanın en sonda mutlak olarak
bulduğu şey, kendi ahlâkiyetile mücehhez, olan bir tabiattir. Yani geniş bir antropom-
rophisme’dir. Bu suretle kâinat « bir hükümdara malik bulunan bir
imperatorluk» olur. Halbuki âlem, kendi istikametine doğru giden bir
eser-oeuvre değil bir vakıa - fait’dir. Hülâsa Conte’a nazaran,
zamanına kadar tasavvur edilen mutlak mefhumu insanın kendi gölgesini, hayalini
namütenahiliğe aksettirmesinden husule gelen bir suret-îorme den başka
birşey değildi. Halbuki, âlem insanın bir istitalesi - prolongement
değil, insan, kâinatın bir cüz’üdür. Yani, kâinatı insan yarat- . [1] Conte, bu kadar
aleyhtar olduğu metafizik
devre karşı
«Allah» yerine « insaniyet - Humanite » mefhumunu kabul etti. Ve
insaniyetin müşterek bir itikat ile, mücehhez olmasını da istedi. Bu maksatla özgeci
- atuiste bir ahlâkın prensiplerini ihtiva eden kir «insaniyet dini»
kabul etti. Bu dinin başlıca prensibi: «aşk» esası: «nizam» ve
gayesi: « Terakki» dir. [2] Bu dinin muayyen evsafı haiz bir. Allahı
yoktur. Fakat büyük bir «papa» lığı vardır ki bu makamı işgal edecek
olan zatta müessis sıfatile Conte’dur. Conte kardinalları ve
piskoposları ve hattâ bunların maaşları da dahil olduğu halde dinin tekmil
teşkilâtını da tanzim etmiştir! Conte, Allahı kabul etmiyor, zira, insanlar,
âlemleri idare eden muayyeniyeti anladıktan sonra Allahlara ihtiyaç kalamaz.
[1]
re-
[2]
Auguste Conte — Catechisme
positîviste oü sommairc esposition de la
ligion,
üniverselle, Paris 1852
[3]
Au, Conte — Coursd la plilosophie
positive Vol : 6
Bilhassa
itikatlarımız, ruhanî hallerin heyeti mecmuasına tekabül etmeyince tekmil dinî
hürafeler kendiliğinden sukut etmiş olurlar.
Maamafih Auguste Cont’da son
zamanlarında Wundt^ W. James, I. Mili gibi tabiatte allahın hayatını
görmüşı.ve insan ruhunda İlâhî kudretten bir parçanın varlığına inanmıştır.
Pierre Laffite (1823-1903), Conte’un müdafaa ettiği
insaniyet dinî tamim etmiye çalışanlardandır. [1] Bu dine gene Positiviste olan
Littre
muarızdır.
P- Leroux (1779 -1872) da
ı&ıfa/pı-Eclectisme’lığın aleyhindedir. Conte’un fikirlerine
taraftardır. Bu da herşey, insaniyet için olmalı ve herşeyi insaniyetten
almalıdır. Zira, herşey esasen insaniyettedir diye inanır. Dinî ve Allahı da bu
hudut içinde görür bununla beraber felsefenin dinden müstakil olarak,
beşeriyetin tabiî cereyan ve inkişafını takip etmesini ister.
Gene ayni
devrin dikkate değer bir mütefekkiri olan Jan Raynaud (1806 - 1863 ),
hayatın ebedî bir devamdan ibaret olduğunu ve hayatın hiç yetişile- miyecek
olan bir kemale doğru bedenle birlikte ilerilediğini iddia eder. Bu zata göre,
ilâhiyatçıların dediği gibi ne mutlak bir hakikat, ne Cennet ve ne de Cehennem
ne de Allah mevcuttur. Hattâ ne de bu âlemdeki vazifelerini lâyıkile yapmış ve
bitirmiş mesut cennetlikler ve azizler ve ne de ebedî günâh içinde kalmış masum
■cehennemlikler mevcut değildir. Dinin aradığı mutlak müsavat bir vahimedir. Ve
tabiat, akıl hiçbir şeyin mutlak olan mevcudiyetini kabul edemez ve bu müsavatı
da hiçbir yerde göremez. Ruh durup dinlenmeden terakki etmektedir. Biz ancak bu
terakkinin intikallerini ve seyrini görmekte ve hareket halinde bulunan bu
terakkinin bir noktasında gene hareket etmek şartile bir mevki almış
bulunuyoruz. Sarih bir surette Allahsız olan bu zat, münevver bir degenere’dir
ki hürriyeti, İnsanî şeref ve haysiyeti de inkâr eden bir ahlâksızlığa -
îmmoroliaism’e düşmüştür.
Muayniyetcilik-Determinisme’le hürriyeti
uzlaştırmıya çalışan ve az çok Secrâtan gibi düşünen J. Lequeire (1814 -1862)
âlemi Allahtan müstakil ve hür olarak teşekkül etmiş addeder. Netekim insanda,
ona göre, Allahsız bazı şeyler yapabilen bir mahlûktur, «insan müşavere
eder. Allah düşünür!» Eğer hürriyet, şe’nî ise, müddet -
dure’de ebediyetten farklı bir şe’niyete malik olmak mecburiyetindedi. Eşyayı
birbirinin arka- fl] Pierre Laffite — Les grands types de l’humanitö, 1875
sından
müteakiben zuhur eder farzetmek, Allahın, onları birbiri arkasına vücude
geldiğini, birbiri arkasına devam edip gideceğini görür fikrini kabul etmek
demektir. Halbuki bu İlâhî adalete ve iradeye muhaliftir. Bununla beraber Lequire, herşeyin
ezelden yaratılmış olduğuna da inanır. Ona göre hürriyet, kendi kendinin
şuuruna malikiyettir. Hattâ vücude ğetirilen ef’alin neticesine ait şuura da
malikiyet demektir. « Allah, insanın kalbinde, insanın kendi kendini
gördüğünden daha iyi görür ve •okur.» Bu zat, ne hürriyeti, ne imkânları ve
muayniyeti ve ne de Allahı feda edemiyen bir mütefekkirdir. Esasen bütün on
dokuzuncu asır, Fran- sada Eski imancı - Fideisme’lığın biraz daha
müsbet ve fakat nasct-dög- matique şekli muhafaza etmekle bir hususiyet
arzeder.
Bir feylesof
olnlaktan ziyade kuvvetli bir mütefekkir olan Lİttr6 (1801-1881) gaî
illiyet delili vasıtasile uzviyetin harikulâdeliğini, Allahın varlığını ispata
kâfi bir delil addeder; vaktile Mewton’da ayni hisle, semaların ahenk ve
intizamına hayran olmuş ve «Allahın bu şaşırtıcı eserlerine bakınız !» diye
vecde gelmişti.
C. Flammarion (1842) da,
sevkı tabiilerin inceliği ve gayeyi görme hususundaki derin kudreti Allahın
varlığına ve hikmetine bir delil olarak gösterir. Ve muhtelif hayvanların
zekâdan üstün farzettiği dikkate değen şevki tabiilerinden yüzlerce misal
verir. Ve bu hususta ırsıyeti inkâr edecek kadr mütalâasını ileri götürür.
Gaiyet ve illiyet prensibi bu zata göre de zarurî olarak bizi Allaha götürür.
Ona göre Allah, hâdiseleri idare eden görünmez bir kanundur. Dinlerin
bahsettiği gibi meleklerile, şeytanlarile, cinlerile, zebanilerile ayrı bir
âlemin reisi değil, belki, tabiatte saklı ebedi bir ruh, zaman ve mekânla
alâkası olmıyan, namütenahi bir zekâdır. O, tabiatin haricinde değil bizzat
tabiatin her zerresinin muhafızı ve bütün kâinatın nazımı olarak bizzat
tabiattedir. Bununla beraber, kitabî dinlerin ve din adamlarının taassubu-
dolayısile her nevi kitabî itikadı reddeden Flammarion, son
zamanlarında ruhtan üstün - supra psychiyue ve garip hâdiselerle meşgul
olmuş ve henüz mahiyeti meçhul olan bu hâdiselerden de bir Allahın varlığına
intikal etmiştir. [1] Mamafih bu Allah, müsbet bir adamının Allahı
sayılmalıdır.
Şair VİCton Hugo, Allah
meselesinin ne kadar karanlık ve şaşırtıcı bir mevzu olduğunu ve aklın bunu
ispat ve idrak edemiyeceğini hattâ muhayyilenin bile bu mefhumu
kavrayamıyacağını anlatmış ve ölürken «baş ucumda hiçbir rahip ve hiçbir
âyin olmasını istemem; ben Allaha inanıyorum!» demişti.
Umumiyetle
Fransız felsefesi Allahsızlıktan korkar; fakat dinin aleyhînde
[1]
C. Flammarion-- Dieu dam* la N’ature
vol 2
görünür, yalnız
ispatçı - Positiviste’lar, Allahı inkâr eder, fakat buna mukabil din
isterler. Onlara göre Allah mahiyeti itibarile halledilemez bir meseledir. Ve
nihayet Allahı bir takım farziyeler ve ümitlerin mevzuu sayarlar. Müsbet bir
ilmin değil. ■
Imancılar - fideiste ve
ananeciler - traditiönaliste’de bu mevzuu aklın fevkinde görürler. Mamafih
iman ederler.
Daha doğrusu
devrin pek maddeci - materialiste olan cereyanlarına karşı az çok ruhî
ve ruhanî endişelerle hareket ediliyordu. Bunlardan müstesna olarak E. Vacherot ( 1809 - 1897 )
mutlak varlıktan mükemmeliyeti kaldırmak suretile yeniden bir nevi -
materialisme tesis etti. Ve Allah fikrinin insan vücudile kaim olduğunu iddia
ederken « Allah, diyordu, artık bu geniş tabiat sahasını kaybetti. Hatta bundan
sonra tarihin çok muzlim
sahalarımda kaybetmek üzeredir. Hatta kendisinin son iltica ettiği şuurun da
derin ve mahrem sahasını terketmiye mecbur kalmaktadır. Zira ilim, ilerledikçe
Allah gerilemektedir. »
E. Renan ( 1823 -1892 )
da Şöyle düşünüyordu: «Tabiat ve insanın haricinde bazi şeyler var mıdır? diye
kana soruyorsunuz; herşey vardır diye cevap vereceğim; tabiat bir görünüşten
ve insan bir hâdiseden
K Huğo
başka birşey
değildir. Her şeyin ebedî' derinliğinde, namütenahi cevher ve mefkûre vardır.
Müslümanların güzel darbımeseli mucebince hüvelbaki - celui qui dure
vardır. Müsevilerin tabirince «var olan: mevcuttur». İşte göğsünden
mevcudatın fışkırdığı ve mevcudatın tekrar kendisine döneceği peder budur. »
[1] Renan’a
nazaran: Mevcut olan , ve mevcut olmak üzere bulunan
Allahtır. Ve M\ah «Mahsûsun f&ükitıde - Sxı- pra Sensiblp içi
ihtiyaçlarımızı yani mefkûre üf’ulemizi teşkil eder. Demek, Allah bizim
mefkûremiz ve kendi kendisine tek ve mutlak bir varlıktır [2]
Buzata göre:
Adet^ Allah olmıyan hiç bir şey yoktur. Umumiyetle ??enan’nın felsefî fikirleri
ikj nokta da .hülâsa olunabilir.
1
— İster çabuk. ist;er yavaş olsun,
ilk yaptığımız harekette, namütenahi ile karşılaşırız. Tecrübelerimizin
mahiyeti ne olursa olsun, bunların kat’î
[1]
Gustave Tauson Histoire litterature
francaise 1925 ;
[2]
Renan — Dialogues et
fragments-philosophique, 1871.
bir kıymete
malik olduğunu kabul etmemeliyiz. Namütenahi noktai nazarından hiç bir şey
mümkün değildir. Ve istikbalin namütenahîliği bir hayli meseleleri doğurur. En
iyisi hiç bir şeyi inkâr etmiyelim; fakat hiç bir şeyi de tastik etmeyelim. En
doğrusu, ümit etmektir.
[3]
— Bizi kaplıyan tekmil sırlar,
bilgilerimize tam bir yakiniyet arzet- miyen şeyler, dört yüksek tesirden
neş’et ederler: aşk, din, şiir, fazilet. Özcüler bunu inkâr eder. Fakat
bu inkâra rağmen kâinatı bunlar idare eder. Bunlar vasıtasile âlemin
musikisini, veya Allahın sesini işitiriz. Bu ses semavî kürelerin sedasıdır. Namütenahi
nin
musikisidir. Bunlardan derin nisus tezahür eder ki: Bu maddenin
mukavemeti içinde âlemin tekâmülü vasıtasile bîr tesir icra eder. Renan, dini, Allahın
mucizeli bir müdahelesi kabul edildiği gün, tamamile vahimevî bir şekle girmiş
olur kanaatindedir. Binaenaley ona göre din için Allah, sadece bir idealdir. Ve
bu Allah mevcudiyetini, hiç bir vasıtaya ve mucizeye müracat etmeden ve hattâ
kendisini hissettirmek ihtiyacına da malik olmaksızın inandıran ve inanılan
bir kuvvettir. Ona göre, her şeyden evvel mucize imkânsızdır. Maamafih Renan’da ihtiyarlığında
ruh ve Al
lahın dinlerde
olduğu gibi varlığına inanmıştır. ^
[1] Halbuki
daha gençken,-ileri de göreceğimiz
veçhile - Straus gibi Isa’nın hayatını ilk
hırıstiyan cemaatinin tav’î olarak
icadettiği bir
roman addederken « /sanın hayatını » yazdıktan sonra ondan
ayrılmak
temayülünü gösterdi. Renan’da her şeyin
muhafızı olarak güzide- elites leri görür. Bu Saint-Paul ğibi büyük
havarileri, dinin ve hırıstiyan- lığın hem müesis ve hem de muhafızı addeder.
Ve hiç şüphesiz güzideler yani muhafızlar olmasaydı, hiçbir itikat ve hiçbir
müessise cemaate intikal edemiyecek ve zarurî olarak devam da edemiyecekti [2].
Görülüyor ki Renan, itikatlarında bir şair duygusuna maliktir. Maamafih Renan dini* ahret
endişesil kabul etmiş bir Sceptiques ve bir Panteiste den başka bir şey
değildir.
Bereket versin
ki bu nevi düşüncelere karşı H.Tain (1828-1893) dinleri itikada refakat
eden metafizik bir şiir telâkki ederek, bizzat illeti kendisin
de saklı olan
bir âlemin vücuduna inanmıştı; Talne, halik düsturunu nihayet bir mütearife
addetmiş, yalnız dinî histen başka birşey olmıyan ve
[1]
E. Renan — Examaim de Conscience
philesophique 1889.
[2]
J, Pommies — La pensee religieuse de
Reman, 1925
ancak dinî
hissin muhafaza edebildiği «zihnî istiğrak - Contemplation » i
fikirlerin ulvî bir yaratıcısı addetmiştir.
Taine’e göre, tabiat,
lakayt, müteharrik olmıyan, ebedî, herşeye kadir,
halik, hiçbir
şeye muktedir olmıyan, yani herşey ve hiçbir şey olan ve
olmıyan bir
Allahtır. Hakikatte tastikî olmaktan ziyade inkârî bir mahiyette
H. Tain
olan bu mutlak
fikri Heraklit’in
SpinoZa’ya inkılâp eden hususî bir şeklidir. [1] Filhakika Taî- ne, ülûhiyet
karşısında bazen dehşet ve hayretinden secdeye kapanan dindar ve t azan bütün
eşya ve kâinatı İlâhi görmekten husule gelen garip bir istiğrak içinde kalmış
bir sofu gibi görünür.
Ch-Secretan (1815-1895) [2]
da İncili ilham ve tefekkürler içinde Schelling ve E.Renan’nın tesirlerinden
kurtulamamak şartile, Allah fik-
rini, mutlak
hürriyet ve hayre irca etti, «ilk sebebe», kudret, müştak zihin -
intelYıgnce derive ve gaye aşkından ibaret olan bir üçlük - Trinite
isnat
eyliyordu. Alemi ve hakikati izahtan çok aciz olan bu telâkkiler, daha ziyade
felsefî bir irtica mahiyetindedir. Secretan’a göre [3] evvelâ
hilkat tamamen hür olan bir teşekküldü. Onda İlâhî arzudan bajka bir
cevher yoktu.
Bu İlâhî istekte, Allah, ne maddeye temessül etti ve ne de tezaüf etti.
Hilkatin istiklâlini temin eden sade «mucize» dir. Allah ne
bir şeref
arzusile ve ne de kendisine ait herhangi başka bir arzu ile yaratmış değildir.
Şu halde Allah, alemi kendisi için değil belki bizzat hilkat için istemiştir.
Bu ise yaratılanı sevmek demektir. Allah, bu sevgiyi bir gaye olarak istedi. Ve
bu sebepten de.onun «Hür» olmasını arzu etti. Demek ki Allah, kendi
kendine husule gelen ve gelmek istidadında olan bir varlığı yarattı. Bu varlık
kendi kendine husule gelmiş oldu demek, alem başlangıçta tamamen gayri muayyen
olarak bir Melek gibi Allah ta mevcuttu demektir. Veyahut bizzat Allaha
karşı kendiliğinden teşekkül etmek istiyen bir Şeytan gibi mevcuttu.
Alem, nihayet, Allahtan müstakil olarak kendi kendine teşekkül etmek
tecrübesinde muvaffak oldu. İşte insanın da yaptığı şey budur. Sukut hadisesi
de bundan ibarettir. Secretan’a göre sukut,
Pantheisme haricinde olmak şartile Allahla ale
[1]
H. Taine- întelligence :
[2]
Ch. Secretan. - Philosophie de la
liberte.
[3]
Alîrede fauille. Histoire de la
philosophie 1924.
min bugünkü
vaziyetini uzlaştıran yegâne hadise ve izahtır. [1] Hilkat, Allahtan müstakil
olmak istediği için kendi kendini mahvetmek istiyor demektir. Maamafih, alemin
yegâne prensibi Allah olduğundan, hilkat hiçbir zaman tam olarak
mahvolmıyacaktır. Zira, Allah alemi mutlak bir istekle sevmekte ve
istemektedir. Secretan bu düşüncelerden ferdin selâmeti ile küllün selâmetini
ve terakki kanununun esaslarını çıkarır; ve ebedî hürriyete inanır. (E. ürehîer)
İ.g. RavaİSSOn (1813-lÇC0)a
gelince: Bu zat, alemin tarihini, Allahla birleşmekten ve Allaha avdetten
ibaret gördü-Ve Adem’in sukutunu Cenabı Hakkın iradî l ir sukutuna hamletti. Ve
tecrübeden ziyade kehanete «Oracle» iman eyliyordu. Pek metin bir Incil
âşıkı gibidir. RavaİSSOn, atıl ve faal bütün mevcudatın
derinliğinde ülûhiyetin mevcut olduğunu, kendi ruhumuzun derinliğinde bile
bütün kudret ve mevcudiyetini hissettiğimiz şeyin nakıs bile olsa yine mutlak
olan bir ulûhiyetten ibaret bulunduğunu müdafaa ederek Aristote gibi, hilkati
Allahın öyle bir eseri addetti ki: Bu alem, daima mükemmel bir gayeye doğru
yükselmeğe hazırdır. Bu zatın Allahı bir sebepten' ziyade, hilkati kendisine
çeken ve kendi zati kemalile mükemmel görmek istiyen bir gayedir. Zira hilkat
ona göre mutlak güzelliğin eseridir. Güzellikte ise aşk vardır.' bu
mutlak maneviyetçiliğe karşı -Spiritualisme absalu A. Fouİİle (1838-1912)
tamamen cennetle - Paradie meşbu olsak bile, hiçbir zaman kendimizi Allahla
karşı karşıya göremeyiz [2] der ki: RavaİSSOn’un, hareketin
olduğu kaderde sükûnun prensibi farzettiği bu mutlak güzelliği
kendimizde bulmak ve ona yaklaşmak ve nihayet safiyane bir eda ile ona inkilâp
etmek hususundaki düşüncelerinin bir vehim ve bir hayal mahsulü olduğuna
delâlet eder. Ravaîssan biraz fazla esâtirî ve zşra£z
-illuminatif bir zihniyetle malûl görünür, fikirleri tenakuslarla doludur.
Hülâsa: Bu zat
bir nevi asrî peripatetisme yapar ve ArİStote’nun tesirinden
kurtulamaz. Ravaisson’da,
Maine de Biran (1766-1824) gibi « ruh sadece hâdiselerini değil,
bizzat kendi vücudunu, kendi illetini de yakalar. Hattâ eğer cevher mefhumu
kabul edilirse, cevheriyeti de kabul eder» diye düşünür ve Maine de Biran’dan daha ileri
ğider. Zira o şahsî faaliyetimizin' şuur sahamızla tahdit edildiğine inanır ve
Allahla mutlaka olan temasımızı esrarengiz /bir tenevvür - illpminatien
mystiqûe’le izah ettiği hal<)e, Ravaişsen,, «>ruh der,
bizzat kendi şuuruna maliktir. Ayni zamanda mutlakı da şuuruna alabilir.
Kendimizde hissettiğimiz, bizzat Allahtır. Ve tabiatte tıbkı kendimiz gibi.
Allahla doludur. » Bir Spritualistç o'an bu zat ve talebeleri, materialis’lerin
düşüncelerini ma’küs bir manada
[1]
GH. Secretan - Philosopbie de la
libertö.
[2]
E. Grin - Les origines et l’evolutipn
de la .pensçe de CH. Secretan 1930.
ele alırlar.
Yâni materialistler herşeyi son madde ile izah ettikleri halde RavaİSSOn herşeyi enson şekil’\e
izah eder. Bazılarına göre yüksek şekiller, aşağı şekillerin bir imtizaç ve
te’lifinden başka birşey değildirler. Bazılarına göre aşağı şekiller, yüksek
şekillerin aşağı derecelerinden başka birşey değildirler. Her iki taiâkkide de
tabiat, mütemadi bir tarakkî ile birinden diğerine geçen dereceli bir takım
silsilelerdir. Fakat bu terakki bir kısmı için tesadüfi ârızaların
karışıklığından ibaret iken diğer bir kısmı içinde daha iyiye doğru bir
yükseliştir. Fizikî ve kimyevî kudretler, hayat, insiyak, faaliyet, aşk hattâ
hürriyet, menbaı Allah olan küllî bir tav’iyetin mütevali tezahürlerinden başka
birşey değildirler. Şu halde maddî olan şeylerde, ruhanîdir. Ruhanî olan
İlâhîdir; Ruh ve Allah batınî tecrübenin mevzularıdır. Bunlar vakıalardır. Bu
sebeptendir ki RavaİSSOn, mesleğine Spiritualisme positif
ismini vermiştir. Bu itibarla HÖffdİng ve A. foulHâ ye nazaran bu
fikirler, felsefeyi imha eden bir pentheisme sayılmaz. «Eğer kendimizde biraz
şüphe uyandıracak olursak, Sceptique oluruz. Maddî ilimlere fazla ehemmiyet verirsek
materialistez. Eğer Determinisme ve hürriyeti te’life çalışırsak bir fataliste
oluruz. Herşeyde Allahı görürsek Pant- heiste oluruz.» Şu izaha göre RavaİSSan’un vaziyetini
tayin etmek müşkül değildir. Filhakika herşey Allah demekle herşey Allahtandır
demek ayni şey değildir. Bu zat, İkincisine kanidir. Bu sebeptendir ki bu da
Alman feylesofu Kraus gibi penentheiste’dir.
Ayni devrin
mütefekkirlerinden Ch. Renouvier (1815-1903) e
gelince : Herşeyi mû'nöseiel-relation kanunile izah eden bu zat, bilgimizin
ancak hadiseler ve tecrübeler sahasına ait olduğunu ve bununda haricinde o'an
bilgilerimizin dinî mevzua’ardan neş’et ettiğini iddia eder. Maamafih bu
mevzualar münasebet kanununun üstüne konulamazlar; binaenaleyh, Allah alemden
daha namütenahi olamaz. Sadece bu mevzua vasıtasile tecrübe alemini tecavüz
eder. Bu zat, gençliğinde, bilhassa dinî fikirler noktainazırın- dan bir cumhuriyetçilik
- republicanisme yapmış ve çok allahlı itikatları ifade eden pluralisme’i
relativisme’in bir neticesi addetmişti. Yani bir aralık, Yahu- dilerin küllî,
mubâlağalı tek Allahın dâ faik derdile çok Allahlı,itikatları tercih etmişti.
Fakat sonraları Allahı namütenahi bir mevcudiyet gibi kabul etmiş ve tek
Allahcılık-monotheismie itikadını zarurî görmüştür. Bunun sebebi de, münasebet
kanunudur. Bu kanun bir yaratılış arar ve fikrin tevakkuf noktası olmak üzere
(le point d’arret de la penseee) bir ilk illeti bulur. Şu izahattan da
anlaşılıyor ki Renouvier bir Allahsız değildir. Renouvier düşüncelerini,
(bilginin tahliline, insana, tabiat felsefesine ve tarihin tahlilî
felsefesi için
bir girişe) tahsis ettiği dört ciltlik bir eserinde hülâsa etmiştir. [1] Bir
felsefe tarihi demek olan bir eserinde de [2] İlmî deternminis- me, tarihî
Materialisme, Mysticisme, Evolutionisme... gibi tekmil doktrin’le- rin düşmanı
görünür. Zira ona göre, bütün bu meslekler ferdiyeti öldürürler.
Umumiyetle
insanın ve bilahassa ferdin manevî ve ahlâkî bir mukadderatı vardır.
Binaenaleyh felsefe noktainazarından «ölüm», hiçbir zaman kabul edilemez.
Bu itibarla herşey insaniyetin değil, ferdin mukadderatı için vardır. Yani
herşey hür ve hasbi olarak mevcuttur. Renouvier bu fikrile,
ferdi ve ferdiyeti öldüren, meş’um ve namütenahi terakki fikrine muarız kalır. Renouvier ilahiyata da bu
noktadan geçer. Ona göre Allah bir cevher veya bir mutlak değildir. Belki
yaşıyan ahlâkî bir nizam, ve vazifenin her ifasında zarurî olan adalet
kanununun bir müeyyide ve teminatıdır. Allah ancak, hiçbir cüzü mürekkep
olmıyan ahlâkî tekâmülün namütenahiliğidir. [3J
*
Din ve ülûhiyet
hakkındaki fikirleri pek fazla dikkate şayan olan J. M. Guyau (1854-1888) ya
gelince:
Mevcut olan
dinlerin istikbalde büsbütün mahvolacağını, zira bunların naslar-doğmes
mensekler - Rites üzerine müesses olduğunu dermiyan ediyor. Sofiyane ve
şairane bir eda ile: «Hakkiaten yaşamış olanlar bir daha yaşıyacaklardır.
Öldüğünü zannettiklerimiz; yeniden doğmak hazırlığındadır- lar. Daha iyiyi
istemek ve tasavvur etmek mefkûreyi elde etmek teşebbüsünde bulunmak, bizden
sonra gelecek olan nesilleri oraye davet etmek, sürüklemek demektir. Bizim en
yüksek temayüllerimiz - ki mutlak surette en vahileridir - o dalgalara benzer
ki, yanımıza kadar gelebildikleri halde bizden daha çok uzaklara kadar da
gidebilirler, ihtimal orada hepsi birden birleşerek teşkil edecekleri muntazam
kütlelerle âlemi sarsacaklardır. Katiyen eminim ki malik olduğum en iyi şeyler
öldükten sonra da beni takip edeceklerdir. Hayır ihtimal rüyalarımdan birisi
bile kaybolmıyacaktır. İhtimal- ki diğerleri benden sonra bir gün tamamlanıncıya
kadar onları alacak ve tehayyül edeceklerdir. Deniz ölmüş dalgalarının
kuvvetile sahillerini ve içinde hareket ettiği geniş yatağı imale muvaffak
olur.» [4] der. Bu yeis ve ümitle
[1]
V. Renouvier-Essais de ciritique
generale.
[2]
V. Renoudier - Esquisse d’une
classifıcation systematiquc des doctrinos philophique.
[3]
O. Hamelin.-Le systeme de Renouvier,
1927
[4]
J.M. Guyau L’irreligian de l’avenir,
pijeme d’un philosophique. (Bu eser Dr. Abdullah Cevdetarafından Türkçeye
çevirilmiştir).
karışık hisler,
daha ziyade Guyeau’nun
ahlâkını ve ebedî tecessüs ve fanilliği terennümeder.
Guyeau’nun dinî ve İlâhî
fikirlerini daha vuzuhla anlamak için onun (istikbalin dinsizliği) [1]
unvanlı eserini hülâsa etmek muvafık olacaktır. Bu zata göre: Din meselesi
ahlâk ve Estetig-’e pek sıkı bir surette bağlıdır. Ve bunlar hayat mefhumuna
nazaran yekdiğerile birleşirler. Bu unsurlar, şahsî ve içtimai hayatta
mütemerkiz bir halde tezahür ederler. Bu sebepledir ki, bunlar münferiden de
bir ehemmiyete maliktirler. Din bidayette t;ir esatiri fizik - physique
mytologique şeklinde başlar. Fakat bunda zihnî unsurlar galip bir halde
değildir. Bunun başlıca mesnedi, insanın yaşadığı cemiyette yaptığı
tecrübelerdir. Bu hayat iştiraki, iradesiz bir surette tekmil mevcudiyetin öte
tarafına kadar uzanır. O suretle ki, insanlarla Allahlar bir büyük cemiyet
teşkil ederler. Din sadece bir Antro- pomorphisme değil ayni zamanda da
bir Sociomorphisme’dir. Dinlerin tenevvuu, cemiyet'erin tenevvuundan
doğmuştur ki, bu cemiyetlere nazaran: Kâinat ya bir aile veya bir saltanat gibi
telâkki olunur. Bir saltanat gibi telâkki edildiği zaman, âlemi bir müstebidin
veya bir peder’in idare ettiği tasavvur edi'ir. Dinin İçtimaî vasfı,
insanları Allahlarla münasebette bulunduran ayinlerde pek vazih bir surette
görülür. Yavaş yavaş dini men- sekler, dinî tasavvurlar incelir. Ve
mefkûreleşir, dahilî mensekler, haricî mensekleri takip eder. Ve esrarengiz
fikirler esatiri defeder.
Allah şahıslandırılmış-personn'dication
ahlâkî bir ideal şeklini aldığı zaman, en yüksek noktasına vasıl olur. Tekmil
dinlerin esaslı vasıfları guyau’ya göre: Tabiatin
esatiri bir şekilde izahıdır. Bu hal yüksek dinlerde mucizelere itikat şeklinde
devam eder. Saniyen din mutlak hakikatler gibi nazarı itibara alınmış bir takım
tefritlerin sistemi; nihayet tabiatin fevkinde farzolunan kir takım amillerin
sistemidir. Bu üç unsurun bulunduğu yerde din yoktur. Bir dinin inhilâli
doğrudan doğruya vaki olmaz ve hariçten husule gelmez. Belki kendi dahilî hayat
şartlarını kaybetmek suretile vaki olur. Bu kaybetme işi, san’at ve ilimle, Fertçilik
- individualisme ve müstakil ahlâkın inkişafı nispetinde batî veya serî
olarak cereyan eder. Bu amiller arasında en mühim olan ferdî kanaatların
değişmesidir. Bu kanaattir ki, tekmil doğmatique sistemlerin tedricen
inhilâlini mucip olur. Bu inhilâl devresi uzun zaman sürebilir. Fakat
fikirler, arkası kesilmeden hareket eder ve mütemadiyen ilerlerler; ve hattâ
bazan ilerlemeleri esnasında yorgun askerler gibi uyurlar.
Fakat dinin
nihaî yokluğu, dinsizlik - irreligion ve yahut dine muhalif Antireligion
bir şey demek değildir. Zira bu, dinin mutlak kir nakızı mud
il] G.M.
Guyaue-Le’irreligian de l’avcnir, 1887.
</ea-Antinomie’si
demektir. Dinsizlik, bilâkis dinin ve medeniyetin çok yüksek bir derecesini
işgal eder. Dinî hayatta en iyi olan şey, akidelerin Şarabisinden sonra dinin
iktisap ettiği kuvvet ve genişliktir. Dinde ebedî ■olan şey de kendisini
doğuran temayüldür. Yani asıl çıplak vak’anın ötesine vasıl olmak ve büyük lir
rabıta bulmak arzusudur, insan ruhu, güvercin gibidir. Uzun kanatları arzın
üstünden temas ederek geçmeğe müsait değildir, Fakat serbest havada yüksek ve
muannit bir çıkışa müsaittir. İnsan ruhu için sadece arzdan yükselebilmek
mevzuubahistir. Ve bu kendisi için ekseriya müşküldür. Fakat ideale doğru olan
fena bulmaz heves ve arzu rüzgârları, ruhun kanatları altına bırakır, Bu
hevesler ve arzular, eğer dinden alâkayı kesecek olursa eskisinden daha
kuvvetli olur. Yalnız, ebedî muammaları ifade etmek için muayyen bir lisan
bulmak ihtiyacı daha az hissedilecektir. Bu ruhlar kendi kendilerine
konuşacaklardır. Ve en son tarziyeler, daima ferdî bir vasfı haiz olacaklardır.
Hiç bir din yoktur ki, kendi ferdiyeti dahilinde ayrı alınmış her şahsiyeti
veya bu şahsiyetin tekmil ihtiyaçlarını tamamen ifade edebilsin.
Muhtelif
kanaatler, tıpkı ayni toprakta- muhtelif nebatatın olgun bir hale gelebildiği;
muhtelif insanlar arasında ve yanyana mevcut olabilir; hususî olarak dinin
manevî anasırı muhafaza veya tahliye olunurlar. Vaktile en asil insanlarda, din
anane ile yerleşmiye, ayniyet iktisap etmeğe temayül ederdi. Bizim hayat ve
mevcudiyet karşısındaki intibaımız ne basit ve ne de değişmez bir haldedir.
Belki mütehavvil ve kararsızdır. Tekâmülün temadi ettirdiği bir ebediyet
vardır. İnsan küllî mevcudiyet ile ideal bir sosyoloji vasıtasile ne kadar
ayniyet iktisap etmişse, iztırap ta okadar büyümüştür. Fikir elemdir; sadece
nur değildir. Allah ta bizzat eğer mevcut ise, en büyük ıztırabı hissetmeğe
mecburdur. Zira, kendisi namütenahi olmak gibi bir vasfa malik olduğu halde
yardım etmek hususundaki iktidarsızlığını elbette bütün acılığıyla
hissedecektir. Fakat heyeti umumiyenin intibaı, ülviyet damgasını hamil
olacaktır. O suretle ki, energik insanların ıztırabı, hayatî bir histen başka
bir şey olamıyacaktır. Kuvvetin fazla mebzuliyeti, ümidi, imanı ve tehlike
zevkini doğuracaktır. Hattâ doğduktan sonra zihnî hayatın en büyük
tecessüslerinden biri olan « ölüm önünde bile, asil, arzulu insan, sarsılmaz
bir zihin metanetini muhafaza edecektir.» Bizim son i emelimiz son tecessüsümüz
olarak kalacaktır.
Bu fikirlere
daha fazla birşey ilâve edecek değiliz. İlmimiz bu ezelî ve büyük muamma
karşısında daha pek çocuk ve acizdir. Bu aczi hisseden insan, tesellisini şiir
ve ümitten beklemektedir.
E. Boutroux (1845.-1921) ye
gelince: Bu zatta «Allah yalnız âlemin haliki değildir. Belki âlem yegâne
rabta’ î inayet ve hikmet-Provi- dance’dır Cenabıhak, umumî heyeti olduğu
kadarda teferruatı himaye ve muhafaza eder. Boutroux’ya nazaran : '
Eşyayı kendi yaratmışlarının nizamı ile tanımak demek, onları Allahta öğrenmek
demektir. Zira kir iştirak alâ- kasile ilk sebebe bağlanmıyan hiçbir illet ve
hiçbir hâdise kabul edilemez.
Eğer sebepler
silsilesinin hudutları yoksa hakikî sebep mevcut deği dir
E. Boutroux
Herşeyde mevcut
olan fiil ve ihtiras hiç iri varlığın mutlak esası olamaz. Bununla beraber
müsbet ilimler Allah'a msşğul olmaz. Ve Allah fikrini izahı imkânsız bir
prensip suretinde kabul etmek mecburidir. Allah, kendisine yaklaşmak için
sarfettiğimiz gayret içinde bizzat kendi içimizde ibda’kâr filini hissettiğimiz
mevcudun kendisidir. O tam ve zarurî bir mevcuttur. Kendisinde kudret ve hürriyet
namütenahidir. Hürriyetin icap-
larına tâbi
olmayacak surette mevcudiyetin bizzat men’idir. Kudretine ebediyetine inzimam
eden Allah, 7/a/î-Actuel bir tekemmüldür. O, amelî bir zaruretle zarurîdir.
Yani mutlak surette tahakkuk etmiye müstahaktır. Kendi kendine hür olarak
tahakkuk edip etmemiye muktedir olamaz. Ayni zamanda o hiçbir zaman değişmez.
Zira artık tam o'arak tahakkuk etmiştir. Bu şartlar dahilinde yeni bir
değişiklik, sukuttan başka birşey olamaz: Nihayet namütenahi kudretin tav’i bir
eseri o-an bu değişmiyen yüksek fi’iî neticelendiren hâl, değişmez bir
kudsiyet-Felicite’dir kudret ve ebediyet, lâyetegayyiriyet ve kudsiyet
umumî heyetile bir vahdet teşkil eder. Allah mahlûkların mevcudiyet ve
cevherinin yaratıcısıdır. Yüksek şekillere, kendi fi’li ve ardı arası
kesilmiyen süphanı lütfile aşağı şekilleri bir alet gibi kullanmak melekesini
bahşetmiştir. Hilkatin ulvî şekli olan insan tabiati, İlâhî tabiatle mukayese
olunabilir. Beşerî tabiat his, fikir ve irade itibarile Allahın üç
veche-Aspecte’sinin bir nevi hayal ve timsaline maliktir; aşağı mahlûklarda,
tabiat ve tarakkileri esnasında kendilerine mahsus
bir tarz ile bu
beşerî sıfatları kazanmıya çalışırlar. Bu sebepten âlem İlâhî bir mevcudun,
gayenin esasına uygun timsali bir taklidin taslağı gibi görünür. » [1]
Hülâsa E. BoutrOUX, esasen bu
âlemin bir imkân âlemi olduğuna
[1] Emil
Boutrou; De la contingenece des lois dc la nature : Paris, 1924
kanidir. Bu
sebepten iâlhî bir vücudun imkânına hiçbir mani tasavvur etmemiştir. Ve imkân
kabul edildikten sonra mantıkî tahliller ile bir Allah mefhumunun isbatı
güçleşmiş olmaz. Boutroux’nun Allahı, bu âlemin varlığı için şart
olan, hassaten mümkün - Contingence bir illet olduğu kadar da hassaten
mümkün bir gayedir. Bu zat bir Mi'nemez-inconnaissabk in vucüduna inanmaz, onun
nazarında birşeyin mevcudiyeti ne kadar mümkün se yokluğu da o kadar
mümkündür. Fakat Boutroux bir şüpheci değildir.
Boutroux’ya göre Allah,
kendisine yaklaşmak için sarfettiğimiz cehitler arasında kendi yaratıcı
tesirini en derin noktalarımıza kadar nüfuz ettirir. Ve biz bunu hissederiz.
Allahla, tekmil mevcudatın silsilei meratihi, fizikî mukadderiyetin hesabına
yavaş yavaş çoğalan bir hürriyetin vasıta ve şartı gibi tezahür eder. Bu zata
nazaran din ilimle, demokrasiye engel değildir. Boutroux bir eserinde
[1] din ve ilmi telif edebilmek için dini getirenlerin ve yayanların hatır ve
hayaline gelmiyen bir takım düşünceleri sanki dinin bünyesinde ve yazılarının
karihasında mevcutmuş gibi farze- derek garip tahliller ve tevillerle müsbet
neticelere bağlar. Ve dinin ruhiyat ve içtimaiyat noktai nazarından izahlarını
tenkit eder.
*
* *
J. Lachelier (1832-1918) ye
göre : Felsefenin en yüksek meselesi, -felsefî olmaktan ziyade dinî olmak
şartile, surî mutlak-absoluformel’tan şe’nî ve hayatî mutlaka, yani Allah
fikrinden, Allaha geçmektir. Bu yaşıyan Allah, hıristiyan imanının Allahıdır.
Bazı ef’alın mutlak bir kıymet alabilmesi, eşyanın mutlak derinliğini remzî bir
surette temsil ettiği nisbet derecesine tâbidir. Ahlâkın en esaslı kaidelerini
ise şunlar teşkil eder: 1 — Melekelerinin tenevvüü dahilinde insanın ruhî ve
mutlak vahdeti; 2 — Şahisların tenevvüü dahilinde ruhların mutlak vahdeti; 3 —
Şuur ve hürriyete mani olan tekmil engelleri geri atmak; 4 — Allahta,
insanların tenevvüü ruhunu mümkün olduğu kadar ruhların vahdetine irca etmek...
Bu düşünüşler
daha aşağıda göreceğimiz J. Lagneau’nin fikirlerde bir
kül teşkil eder.
*
* *
Son asırların
en derin feylesoflarından Bergson, Allah hakkında
vazıh ve kat’î fikrini söylemiş değildir.
[1]
E. Boutroux— Science et Religion dans
la Philosophie Contenpo.aine, 1911 [ Bu eser Hüscvin Cahit tarafından
lisanımıza çevrilmiştir ]
Maamafih
felsefesinin umumî hatlarından ve nihayet kendisinin tarif et
tiği «Allah»
mevzuundan, düşüncelerinin hakikî mahiyetine intikal etmek mümkündür. Bergson’a göre, kâinatta eşya
- Choses yoktur, belki sadece fiiller - Actions ve hareketler vardır.
Bilhassa içinde yaşadığımız âlemde, biraz sonra ne olacağını daha evvelden
kestirmiye imkân olmıyan hür ve mihaniki bir faaliyetten başka birşey yoktur.
Ve bütün diğer âlemlerde kendi âlemimiz gibi ayni hürriyet ve mîhanikiyetle
ebedî fiil ve hareketine devam etmektedir. Bu bir oluş - Devenir
hareketidir ki, hiçbir şeyin daha evvelce tam olarak teşekkül etmediğini
gösterir. Zira, müşahedeie rimiz, bugün bile teşekkül halinde bulunan
milyonlarca sihabe-Ne- bulcuse’nin varlığını göstermektedir. Bu sebeptendir
ki, Berg-
SOn’a göre âlemler, ve bütün hareketler ve oluşlar sonsuz bir
kaynaktan fışkırır gibi mütemadi bir oluş ve cereyan halindedir, Alemi
fışkırtan bu merkez, şeyleri- les choses değil bitmez tükenmez
fışkırmaları
idare eder. İşte Bergson’un Allahı böyle anlaşılmış bir merkezdir.
Ve bu Allah, hiçbir şeyi tam olarak yapmamış, ve binaenaleyh hiçbir tam şeye de
malik değildir. O, bitmez tükenmez bir yaşayış, bir fiil ve hürriyetten başka
birşey değildir.
Bu telâkkiye
göre yegâne şe’niyet, maddeden Allaha kadar hayat ve şuurdan geçmek üzre sonsuz
bir faaliyetin med ve cezrinden ibarettir. Teşekkül etmiş ve bitmiş hiç birşey
yoktur. [1]
Son neşrettiği
eserde [2] de Bergsonj ne Spirsitualiste ne de Mys- tique bir
Allah telâkkisine yaklaşmamış, hattâ itikatlarımızı da ayni hayatî hamlenin,
ayni oluş med ve cezrinin daima değişen kararsız safhalarından biri gibi
görmüştür. Hulâsa bu zat, felsefî usulünü, itikatlara kadar tamim etmiş; dini
de Hadsin bir eseri gibi göstermiştir. Şu izahattan da
[1] H. Bergson
— Evolution creatrice, Paris 1924
[2]
H. Bergson — Les deux sources de la
morale et de la relligion 1932 (bu eser Mehmet Emin tarafından Türkçeye
nakledilmiştir).
F : 13
anlaşılıyor ki,
Beresen
Allah hakkında, ilâhiyat ve klâsik felsefe itikatlarından uzaktır.
«Din ve ahlâkın
iki kaynağında» müdafaa ettiği fikirleri şu suretle hulâsa edebiliriz: içinde
bulunduğumuz İçtimaî zümreden çıkan ve bir kaide gibi olan ahlâkî
mükellefiyeti, Socrat ve Havvarîler ahlâkile, azizlerin ahlâkını,
kahramanların ahlâkile karıştırmamalıdır. Bunlar arasında, kardeşlikle hukuku
beşer arasındaki ayrılık kadar zıddiyet ve fark vardır. Hattâ bunların
İkincilerinde birincilerin basit bir inkişafını görmekte hatalıdır. Bu adeta,
Ari cemiyetler gibi kapalı ve muhafazakâr olan tabiî cemiyetlerin, insaniyet
cemiyetine kadar genişliyebileceğini zannetmek demektir. Hayat, insana,
esatir, ve dinî Mensekler icat eden bir efsanecilik kabiliyeti - Fonc-
tion fabulatrice’ni vermiştir ki, bunun gayesi İçtimaî bağlanmayı - Cohesion
muhafaza etmekten ibarettir, işte [Sıtatik dinler - Religion statique ]
le kapalı cemiyetler - Societes closes ve kapalı ruhlar -Ames
closes, bu suretle doğmuştur. Hayat, büyük Mistiklerin, zekâsında hadis
tarikile ve herşeyin en yüksek kaynaklarına kadar yükselmek suretile Dinamik
dinleri - Religion dynamique kazanmıştır. Böylece Peygamberler ve İsa çıkmış,
bunlarsa insanı, İçtimaî hayatın dar çerçevesinden kurtaran manevî Ucalar - Impulsion
spirituelles’dır. Hayatın bu zaferi maddeyle olduğu kadar da ahlâkî kıymetlere
karşı her gün biraz daha yükselerek devam etmektedir.
Bergson’un ahlâkı da
esaslı bir surette dinî felsefeye bağlıdır. Ona göre, vahdet prensibi gerginlik
- Tension’dir. Ve gerginlik dereceleri ise müddet - dure’in
temerküzünden ibarettir. Ve şe’niyetin en yüksek zirvesinde Allah vardır. Bu
Allah dolgun bir surette temerküz etmiş olan bir müddet ve yaratıcı bir
gerginliktir. Gevşeme, madde olmıya doğru, gerilme ise manevileşmiye doğru
yükselmek manasınadır. İşte Bergson’un hakihî
şe’niyetleri bunlardır. (E. Brehier)
Bergson, Allahın
varlığını ispat için hiçbir delil vermiş değildir. Zira, ona göre : « mevcut
olan birşey, idrak edilen veya mevcut olabilendir-, » bu itibarla, Aristote’nun Allahından
bahsederken: «İnsan bu Allahla hiç bir vakit münasebete girişemiyeceği cihetle
onu aramamış, ve istememiştir » der. Böyle bir Allah, Bergson’a göre, tabiî
vahimelerini ayırt etmeye müsait olmayan bir zekâ pususunda kalmış, herhangi
bir mütefekkirin muhayyilesinde mevcut olabilir. Bu felyesofun Allahı, vazıhan
hıristiyan olmamakla beraber, bir hıristiyanı memnun edecek kadar Isa’nın
Allahına benzer. Ona göre bir çocuk nasıl, baba aramak ihtiyacında ise, insanlar
da öylece bir Allah aramak ihtîyacındadır. Nitekim, İsa da Allaha: «Babamız!»
demişti. Bergson’un
Allahı, Aristote’nun Allahına zıt
olarak daima
fışkıran ve yaratan bir şahsiyettir. [1] Bu zatın Allahını tasavvur ettiği
hayat hamlesinden tefrik etmek müşküldür. Bununla beraber herhalde, hayat
hamlesi, bir Allah değildir. Ona göre tabiat: «hayatın ham maddede tesadüf
ettiği lütuf ve mukavemetlerin mecmuudur. » Binaenaleyh tabiat de Allah
değildir, Her ne kadar, tabiat, insana hem lütüf- kâr hem asî bir kuvvet gibi
görünsede. [2]
* *
Lachelier ve Spinoza’ya tâbi görünen İ. Lagneau (1851-1894)
ferdî ene’nin aranmasında hiçbir fayda olmadığına kanidir. Zira, mütefekkir
süje, bir varlık -değildir. Fakat prensiplerin heyeti mecmuası, yani ampirik
fikirleri ruha, ve mutlak birliğe bağlıyan rabıtalar bir varlıktır. Şu halde
düşünmek, kendi içine bakmak manasına gelen bir özcülük değildir. Halbuki,
akıl, bir istiklâl prensibi, bir nizam, fedakârlık ve vahdet pren- sipidir.
Çünkü akıl demek, kendinden çıkabilmek kuvveti demektir. Teemmül -
Reflexion daima kendi kudretsizliğini, kifayesizliğini ve içten gelen mutlak
bir tesirin zaruretini tanır. İşte Allahı biz, vası/asız bir surette bu
teessürde yakalarız. Allah haricî bir iktidar değildir. Belki bizdeki ahlâkî
hayrın ^esaslı bir prensibi olan mündemiç - Immenente bir iktidardır.
[3]
[1]
Allahın bir şahıs veya şahsiyet olup
olmaması keyfiyeti, Hıristiyanlıkta mühim bir davadır. Bu umumiyetle tarihte
görülen kilisa davalarının birini teşkil eder. Meselâ Nasturîler, İsa hem
insandır, hem Allahtır; iddiasındadır. İskenderye pis koposu Aryus, İsa,
insandır, Allah değildir; der. Rahip Nastur, Meryemi yalnız İnsanî şahsiyetin
annesi addeder. Kadıköy meclisi ise: Bu iki iddiayı da kabul eder.
[2]
Bergsonun, Les deux sources de la
morole et de la religion isimli eserinin mufassal bir tahlilini « Revue
Philosophique, 1934 N 1-2 de bulabilirsiniz.
[31 İ. Lagneeu
— L’existence de Dieu 1923
On altıncı
asırda müsbet ilimlerle meşgul olan mütefekkirler de gaiyet- cilik ve uluhiyet
fikirleri ilme kadar tesir etmiş görünür. Bunlardan Âmb> rOİS ParĞ isminde bir
doktor [1] tedavi ettiği hastalar için (ben düşündüm, Allah şifa verdi) der. Van Helmont isminde bir
diğer doktor [2] «Cenabı Hak hiçbir şeyi ne temasla ne cazibeyle ve ne def’î
bir tesirle harekete getirmez, belki herşey onun yegâne ve hür olan iradesile
kımıldar. O tabiî eşyaya, mutlak bir hassasıla kendi kendilerine hareket edecek
iktidarlar vermiştir» der. Daha çok sonraları yetişen birçok tabip mütefekkirler
de san’atlarmın sırrını İlâhî bir tesire atfetmişler ve Allahsızlıkla ciddi bir
surette mücadeleye girişmişlerdir. Bunlardan: Thomas Brown [3], Lussauld [4], Stingel [5]
zikrolunabildiği gibi ayni zümreden olarak Brachett Monfalcon [6], Balme [7]... v.s.
gibi birçok zevat daha vardır. Bütün bunlar bir taraftan Renaissence’in tesiri
altında müsbet ilimlerle ve ciddî usullerle meşgul oluyor, diğer taraftan
iskolastik itikatlarını muvaffakiyetlerine bir vasıta olarak kullanıyorlardı.
Galibiyet ve mağlûbiyeti Allahın iradesine atfeden bazı tarihçiler gibi,
bunlar da esbabına tevessül ederek tedavî ettikleri hastalarının sıhhatini,
Allahın hikmetine atfediyorlardı. Bir yandan mühim farkı olmakla beraber, P. Janet [8], CH. Leveque [9], Chauffard [10], Oenys cochn [11], profosör
[1]
Ambrois Pare - Oeuvres — Altıncı tabı
1907.
[2]
Van Helmont — Prencipes de medecine,
Liyon ve vcnedik tab’ı 1530.
[3]
TH. Brown — La Religion du medecine
1663.
[4]
Lussauld — Apologie pour les medecins
contre ceux qui lcs accusent d’atheisme.
[5]
Stingel — Les medecins venges des
jujments iniques qu’on porte contre- eux 1730.
[6]
Brachett Monfalcon — Refutation de
l’accusation d’atheisme porte contre les medceins.
[7]
Balme — Reclamation en faveur des
medecines accuses d’irrelitgion 1824.
[8]
P. Janet — Les causes finales 1876.
[9]
CH. Leveque — Les harmonies
providentielles 1878.
[10]
C. Cauffard — La Vie 1878.
[11]
D. Cohin — Levolution et la vie 1882.
Y. Gourbeyre [1], Bertulus [2], Fabre [3] Cl. Bernard gibi feylesof
ve doktor fiziyolojistler de sayabiliriz. Bütün bunlar mevcudat ve hadisatı
haricî bir gözle tetkik etmişler ve herşeyi idare eden bir gizli kuvvete günül
vermişlerdir. Bütün bunlar bir dinsizlik ittihamından çekinerek kendilerini ve
Allahı tetkike koyulmuşlardır.
Böyle müspet
bilgilerin yarattığı materialisme’e karşı, yine bu ilimlerin mutalâalarile
Allahı ispat etmek istiyenlerden August NİCOİa isminde bir
mütefekkirde Aristote kıyasile bize şu fikirleri verir. [4]: «Tabiat bize
bir nizam ve bir pilân arz eder; bu pilân bize iki suretle kendisini gösterir:
Bir taraftan bir kanunlar sistemi gibi, diğer taraftan bir vasıtalar ve gayeler
sistemi gibi... Birinci noktai nazardan, kâinat bize aklî bir eser gibi tezahür
eder, ikinci noktai nazardan mukadder - providentiel gibi görünür bir
taraftan âlemin mevzuu olmak ve akıl, için makul olmak dolayısile kâinat bir akıl
ve bir mefkûre’nin ifadesi olmak iktiza eder. Diğer taraftan kâinat bize
bir san’at eseri gibi görünür ki bu ayni zamanda hem makine ve hem şiirdir. Bu
takdirde âlem, herşeyi tensik eden, evvelce tayin, tanzim ve takdir eden bir
kudretin san’atkârane bir dehânın eseri gibi görünür. Bütün bu gaiyetçi ulema
tabiatın muayyeniyetini mutlaka bir üluhi- yete bağlamak ihtiyacını görürler.
Bunlardan üluhiyetle meşgul olmadıkları halde eşyayı böyle gaiyetçi bir gözle
tetkik ettikleri için de zımnî bir akıl ve üluhiyete iman edenler de vardır.
Prasset, derki: «Hayatın
en aslı ve esas vasfı hareket içinde intizam, harekiyet dahilinde maksat ve
gayenin vahdetidir. Bu fikri, Le DanteC lisanile
basitleştirecek olursak : «Uzviyet harikulâde bir mudiliyetle müterafik üfulevî
bir vahdet» tir. [5] İşte müteaddit âlimler bu vahdetle bu ahenk arasında İlâhî
bir kıymet görmektedirler. Hiç şüphe yok ki, bu nevi düşüncelere müsbet ilim
edebiyatının üslûp ve muhakeme tarzı sebebiyet vermektedir. Meselâ İlmî işlerde
maneviyetle hiç te alâkası olmıyan Oastre [6] der ki: «insanın vücudu adetleri
aitmiş triliyona baliğ olan muayyen hücrelerden mürekkeptir. Bunlardan herbiri
daha evvelce tesbit edilmiş olan mevkilerini muhafaza etmek
mecburiyetindedirler» ve Eymieu [7]: Uzviyet herşeyin yerli yerinde
muayyen bir terkip ve tarza malik olduğunu, bunlarda husule gelecek en ufak bir
değişiklik insanı ölüme kadar sürükliyeceğini ve vücûtta
[1]
Y. Gourbeyre — Les origines de la
medecine.
[2]
Bertulus — L’atheisme au dix neuvieme
seiecle.
[3]
Fabre — Philosophie et medecine.
[4]
Au. Nicola — Oeuvres 1907.
[5]
L. Denotec — I L’unite chez l’etre
vivant
II Atheisme.
1924
[6]
Dastre — La vie et la mort 1924
[7]
Eymieu — Le naturalisme devant la
seience. 1911
artık işe
yaramıyan hücrelerin, diğer hücrelerin faaliyetine mani olmıyacak surette nasıl
mahirane bir manevra ile uzviyetten atıldıklarını anlattı. Vü- zuhla
söylemekten çekinmesine rağmen bu gizli ve mukaddes kuvvetin bütün bu işleri
idare ettiğini kabul eder gibi görünür. Bütün bu izahlardan kendi
ilâhiyatlarına bir delil daha elde etmesini isteyenler, meselâ hücreleri,
tohumların, huveynatın namütenahi küçüklüklerini, bilfiil haiz oldukları evsafı
ve meselâ tekmil huveynatın mütenazır oluşlarını [1] İlâhî kuvvetin harikulâde
bir eseri addetmek isterler. Meselâ: Uzviyete alınan gıdaların uzviyet
tarafından nasıl büyük bir ihtimamla faideli ve zararlı kısımlara, kendi
kendilerine ayrıldıklarını ve uzviyetin kendi bakası için ne kadar, insan
iradesi haricinde gizli bir kuvvetle gayesine intibak ettiğini dermiyan ederek,
bütün bunlardan hayatın ilk, yegâne ve akıl bir illete bağlandığı neticesini
çıkarırlar. [2] Yeni gaiyetçilerden olan fiziyolojist Verworn [3], Reinke [4] ve Oriesche [5] ifrazatın
hususiyetlerini,, bir huveynede milyarlarca huceyratın bilkuvve mevcudiyetleri
ve bunlardan herbirinin nasıl olup ta uzviyetteki muhtelif vazifeleri idare
eden ğudde ve huceyrelere inkilâp ettiği hakkındaki noksan bilgilerimizi de
manevî varlığın delili saymaktadır. Cİ. Bernard, Organicisfe’Ierin
reisi olduğu halde uzviyeti idare eden fizikoşmik şeraitin
fevkinde hayatın faaliyet uf’ule ve gayesini daha evvelce tayin etmiş olduğunu
ve hayatta bizzat bir müdir fikrin - idee directrice hâkimiyetini
müdafaa eder. [6] ve nihayet Darwin’in fikirlerine
rağmen Stuart
Mill’in gaî delili müdafaa eden noktai nazarlarını bu zümreye ithal
edebiliriz. S.
Mili «tabiatı tanzim ve idare eden hâkim bir müfekkerenin
yokluğunu iddia etmek imkânsızdır » kanaatindedir. Maamafih bu zat, uzviyetin
de, tabiatin de eksik olan kısımlarını gayri mükemmel olan vaziyetini idrak
ederek, bu kanunun ve iktidarın bir Allah olup olmadığından tereddüt eder. Ve
der ki: « Eğer tabiatte akıl ve hikmetle intihap edilmiş vasıtalar mevcut ise,
bu fiil ve hikmet bizzat her şeye kadir olan bir ülûhiyet fikrile taaruz etmiş
olur. Eğer Allah her şeye kadir ise bir plâna ihtiyaç olmı- yacaktır. Zira hiç
bir plânın kendisi için faydası olmıyacaktır. Ve o tekmil istediği şeyleri
mükemmel bir surette tahakkuk ettirebilecektir. «Arslan avını kuvvetile yakalar
ve hileyi tilkiye terkeder! »
Hülâsa Gaiyetçi
- finaliste’lere nazaran, muayyeniyet, kanun, intibak,
[1]
Morgan — Conservation de plan de
symetrie del’oeufetde 1’embriyon 1908 [2] Paulesco — Physiologie philosophique
1905
[3]
Verwon — Physiologie generale 1900 ,
[4]
Reinke — întroducfion a la biologie
theo.rique
[5]
Driesch — Theorie analiytique du
devloppement organiique
[6]
Cl. Bernard — Leçons sur les
phenomenes de la vîe 1878
uzviytain, namütenahi hücrelerin
intişar etmesi ve intizamla hareketi^hep öyle taktir edilmiş bir plan
dairesinde cereyan eder ve bu plânın nazımı, sanatkârı; Allahtır. İhtimal
bunun için olacaktır ki : Hakikatte tamamen lâik olan Organicisime,
transformisme, svolutionisme... gibi mesleklere mensup bazi zevat ta Allah
meselesinde egnostique kalmışlar ve yahut ta zımnen ülûhiyete ilmi itikatlarında
bir yer ver- _ inişlerdir. Meselâ: Darwin, «Ben f
hiçbir zaman
Allahı inkâr etmiyorum. Hattâ tekâmül nazariyesinin de Allah fikrile uzlaştırılabileceğini
' zannediyorum » der. (1) ve Newton daha umumî kanunlara yaklaştıkça
Allaha olan yakınlığımızın da fazlalaşacağına
inanır. Lamarck [1] kendi
materialiste
noktai nazarını izah ederken ’ ''X der ki: « Tabiat ne bir zihne ne de bir ;
vücude malik değildir. Belki her tarafta
görülen kanunlara itaat eden iktidarlardan ve bunları yaratan bir nizamdan
ibarettir, şu halde tabiat allah değildir. Belki onun her şeye kadir olan
iradesinin bir mahsulüdür. Tabiatin- bizzat Allah olduğunu düşünmek „ne garip
şey ! Bu saati saatçi ile eseri müellifle karıştırmak değilmidir? »
Yine ayni
tarzda düşünen Flourens, « tekmil kısimları arasında hayrete
şayan ve makul bağlılıklar 'bulunan bir uzvî cismi, fizikî unsurların kör bir
tecemmuu tarafından husule gelmiş gibi tasavvur etmek gülünçtür» der. Pasteur de 1867 de
diyordu ki: « İnsanın kâinata 'atfettiği ilk nazarda keşfedeceği şey:
Hadiselerin tenevvü, tehallüf ve keseretidir, eğer bu nazar, ilimle tenvir
olunmuş ise - yani insanı Allaha yaklaştıran ilimle - her tarafta birjbasitlik
ve bir vahdet karşısında kalınmış olur.»
Bu zümreye, Laulanier [3] Osip Louriâî CH. Richet[4] Murat [5] ;
(1)
Varigny — Vie de ch. Darvin 1888.
(2)
Lamarck — Histoir des animeaux sans
Vertebres 1815.
(3)
Laulanier —‘ Element de physiologie
(4)
Osip-Lourie -- Croyance religieuse et
croyanace intellectuelle.
(5)
Murat — Traite de physiologie, 1904
da
karıştırılmak lâzımdır; bilhassa O. LourİC, İnsaniyetin bir
gün asırlardan beri aradığı mutlak kemale yani Allaha yükselip bizzat bu kemali
elde edeceğine kanidir. Bütün bunlar, gaiyetçilikten korkan - Teleophobie mütefekkirleri,
bedbinlikle ittiham eden eski ve yeni vitaliste leri teşkil ederler.[1]
Hülâsa bütün bu
tefekkür tarzında kuvvetli ihtiyatlar vardır. Bu düşüncelerde Allahın mahiyeti
ve sıfatı değil belki sadece mevcudiyetinin •tastiki ile meşgul olunmuştur,
yoksa hiç bir İlmi ezelî Allahtan başhya- rak eşyaya ve hilkate inmiş değildir.
Binaenaleyh müsbet ilimle meşgul olan Ulemanın Allahı, birazda zamanlarına
kadar mihenikiyetleri ispat edilememiş olan meseleler karşısında kendilerine
bir istinat noktası bulmak veya âmmenin hissiyatına hürmet etmek endişesinden
doğmuştur, denilebilir. Daha doğrusu ilmin izah etmekten âciz kaldığı noktada
Allahla karşılaşmak zihnin tabiî itiyatlarından biridi.
(1) Umumiyetle
bu sistemde düşünen mütefekkirler hakkında ruh ve beden münasebeti ve ikiliğini
derinleştirmek isteyenler, Estetik isimli kitabımıza müracaat etmelidir.
Âlim
felyesoflardan I.C. Maxwell (1879-1811) hilkatte mutlak bir
hududun mevcudiyeti hakkındaki kat’i veya ihtimali bir fikire malik olunduğu
zaman bir Allahın lâzım olabileceğine kanidir. Bilhassa der, mütecanis ve
tahavvül kabul etmiyen atomlar, tamamile imal edilmiş bir mevcut gibi
görünürler. Binaenaleyh, bunlar yaratılmıştır. Halbuki ilmimizin son haddini de
bu atomlar teşkil etmektedir. Zira ilim herşeyin ezeli olarak mevcut olduğunu
hiçbir şeyin yaratılmış olmadığını münakaşa edemez. Bir atomun yaratılışı,
üstünde yaşadığımız bu âlemin nizamı içinde bulunamayacak bir vakıadır. Hülâsa
atom nazariyesini, ilim için bir hudut addeden bu zat, ilmin diğer bir hududunu
da ruhun mahiyeti hakkındaki acizliğimiz de görür. Ona göre kudretin bakası
kanunu, maddî bir kudretin tesirine maruz kalan cümlei asabiyede yine maddî
bir hareket vücude getirmeyi icap ettirir. Halbuki insanda ruhî hareketler
vardır. Yani şuur vardır. Bu nasıl oluyor? Atomlarda bir ruh farzetmek tamamen
manasızdır. Zira, şuur, ruhlu atomlarla izah olunamaz. Anlaşılıyor ki
şahsiyetimizin derinliklerine inecek olursak ilmimiz orada da duracaktır. Yani
orada afakî vakıa'ar nihayet bulur. Görülüyor ki bu zat, ilmin nihayet bulduğu
yerde Allahın başladığına kanidir. Fakat ilmimiz her asırda aşılması imkânsız
bir mania gibi görünen birçok meselelere tesadüf etmiştir. Bu acizlik
merhaleleri hergün biraz daha aşılmakta ve ilmimizin hududu hergün biraz daha
genişlemektedir. Nitekim bugünün fizik ve atomculuğu Maxwell’in telâkkisini
birkaç defa daha geçmiştir.
Gene ayni
neviden mütefennin bir feylesof olan E.Mach (1838-1916) da materialisme ve
monisme’e kıymet verir. Alemin mihanikiyetine, Fizik ve pisikolojik âlemin
ayniyetine inanır. [1] H. Hertz, (1857-1894) W. Ostvald da ayni suretle
atomisime ve Kudretçiliğe-energetisme’e taraftar oldular. Bunlar İçtimaî
bir nizam için kabul edilmiş preesiplerle ilmin prensiplerini karıştırmak
istemezler.
*
* *
Dinî ve İlâhî
fikirlerde dikkate şayan olan R. Eucken (1846-1916) [2]
(1)
. E. Mach-Analys des sensations,
1903.
(2)
R. Eucken, Le Cont en vue d’un
contenu vital spirituel, 1895.
dinlerin bizim
en samimî hayatımızla alâkadar olduğuna kanidir. Dinin leh ve aleyhine
yapılacak tekmil tenkitlerin nihayet bu hakikati ortaya çıkaracağına emindir.
Ruhiyat
usullerine karşı, neologigue usul ismini verdiği aklî bir tetkik
tarzile, dinlerin tasdik ettiği vakıaların hakikatini bulacağına inanır. Dinlerin,
ulûhiyetlere itikat etmeden de mevcut olacağını, Bouddisme’in buna delil
olduğunu söyler. [I] Bununla beraber, din demek tecrübe âleminin
(1)
Emil guinet, yaptığı bir sey-ahatta
üç Japon ilâhiyatçısına : Bugün sizin mabedunize, umumiyetle Bauddha dini
hakkında ve hususile sizin mensup olduğunuz mezhebin prensipleri hakkında
malûmat almiya geldim » der, ve onlarla aralarında şöyle bîr muhavere cereyan
eder :
E. G —
Semanın, arzın ve bizi ihata eden şeylerin menşei nedir? Bouddha dininin
prensiplerine nazaran bunların şeklini ne suretle izah edersiniz ?
C — Bouddha
dini herşeyin varlığını (in-en)ile yani (sebep-netice) ile izah eder. Herşey
son derece rakik atomlardan mürekkeptir. Birbirîle birleşen bu atomlar, dağlan,
nehirleri, sahraları, madenleri, taşları, nebatları ve ağaçlan teşkil ederler.
Bütün bu şeyler kendi ( sebep-netice ) lerile olan tabiî münasebetlerin
mahsulüdürler. Hattâ canlı varlıklarda mutlak surette kendi (in-en) lerinden
zuhur ederler.
E. G — Şu
halde semanın, arzın ve bütün diğer şeyleıin bir yaratanı yok- mudur ? *
C — Hayir.
E. G — Şu
halde sizin [in-en] dediğiniz nedir?
0 — Şüphesiz
hiçbir şey kendi kendine teşekkül edemez. Ve hareket edemez.. Herşeyi vücude
getiren şunun bununla, bunun şununla münasebetidir.
E. G — Şimdi
size aceba, insanların ef’al ve hareketleri Allahla alâkadar değil raidir ?
diye soracağım.
(?. —
İnsanların yaptığı şeyler, bizzat kendi îiilleridir. Onların hiçbir suretle
Allahla alâkası yoktur.
E. G — Şu halde
siz, insaniyet üzerinde Allahin hiçbir nüfuzu olmadığını ve hattâ onun yaratıcı
ve tekâmül hususundaki hareketlerimizi tamamlamak suretile olsun bizim işimize
karışmadığını zannediyorsunuz ?
C — Bouddha
dini; hiçbir yaratıcı tanımaz! Ve herşeyi [in-en] e isnat eder. Ve bununla da
insanın tekmil ef’ali, Allahın hiçbir müdahalesi olmaksızın sırf kendi
teşebbüslerde husule gelir demek istiyoruz.
E. G — Şu
halde Allah tabirini yanlış kullanıyorum. Bununla beraber, sizin dininiz yüce
bir varlık kabul eder. Meselâ kendisine büyük bir iman ve saygı ile tapılan
Amida, insanların efaline bir tesir icıa etmez mi ?
C — İnsanlar
arasında şahsî kıymet noktainazarından mevcut farklar ve hele yaptıkları
işlerin kıymetlerindeki farklar, az çok aldıkları terbiyenin mahsulüdür. Onlar
hiçbir zaman Amida’nın iradesine tabi değildirler.
E. G — Bu
bilgilerin çalışma ile artacağını kabul ederim. Fakat ahlâk sahasına yani iyi
ve fenanın, haklı ve haksızın tefriki sahasına girince, cemiyet kuvvetinin,
kendi nizamlarına taarruz edenlere yaptığı gibi, bizi cezalandıran bir yüce
varlığın mevcudiyetini kabul edemez miyiz ?
C — Her iyi
veya fena şey netice olarak bîr saadet veya bir meşakkate ma-
ötesinde kalan
bir âlemi behemahal kabul etmek demektir. Aksi halde- dinin bir manası kalmaz.
Dinin saiki, ruhanî bir ihtiyaçtır. Bu ne âlemin empirique bir saadetinden ne
de böyle bir saadetin muhafazasından mün- baistir. Eucken’e göre iki türlü
din ‘mevcuttur: biri, tecrübe âlemine zıt ve kitabî dinleri teşkil eden külli
din; diğeri böyle bir zıttiyeti olmayıp büyük insanların yarattığı
itikatları teşkil eden karakteristik din. Bu İkincinin Allahı yoktur.
Fakat yine tir itikattır, bir dindir.
Hulâsa: Bir
cihetten Romantique idealisme’e salik olan bu zat, bir din ister; fakat isterse
onun Allahı olmasın.. Allah ne itikat için ne ahlâk için bir zaruret değildir.
Fakat itikat ettikten sonra kabul edilen dogmatik fikirler arasına bir de
Allahın karışmasında bir mahzur yoktur. Görülüyor ki bu zat bir taraftan
Subjectiviste diğer cihetten de Dualiste’dir. Netice itibarile ruhî bir ihtiyaç
olmak üzre mahiyet ve evsafını saymıya lüzum görmediği bir ülûhiyet ve bir din
fikrinde musirdir.
Mihanikicilerden
A.
Cournot’ (1801 - 1877) ya [1] gelince:
Bu zata göre,
madde hilkatin esasıdır. Ve fizikî âlemin kanunları, kâ-
liktir. Tabiî olarak onlar da in-gaua
(in-en in müteradifi) fikrinin bir neticesidir.
Vilfredo
Pareto - Traite de sociologie general, V. 2. 1927 Lauzann.
Bu fikirler
umumiyetle Hint itikatlarında ve efsanelerinde pek sarih olarak kendisini
gösterir : «Fena işler yapmış olan insana öldükten sonra, cehennemlerin allahı
olaıî YAMA : [ Sen düşüncede, sözde, iş ve harakette iyi olmak isterim, diye
düşünmedin] diyecektir. Eğer o vakit insan: [Yarabbi, ben hoppalığım do-
layısile bu işleri yaptım ve iyiliği ihmal ettim ! ] diye cevap verirse YAMA
ona t [ Senin olan bu fena işleri ve haraketleri annen yapmadı, baban,
kardeşin, hemşiren veya dostların yapmadılar; hatta ne zahitler, ne
birehmenler, ve ne de mabut yapmadı. Bu fenalıkları mutlaka sen yaptın ve
cezasını da mutlaka sen çekeceksin!] diyecektir. Buna mukabil BOUDDHA der ki :
« GANJ nehrinin cenup sahilinden geçilsin, ölünsün veya öldürülsün,
harabolunsun veya harabedilsin, yanılsın veya yakılsın, bunlar dolayısile bir
kabahat işlenmiş olmaz... Çünki hiç bir günahın cezası yoktur. GANJ nehrinin
garp sahillerinden geçilsin, sadaka dağıtılsın veya dağıttırılsın, kurban
kesilsin veya kestirilsin, bütün bunlar için hiç bir iyilik yapılmış olmaz.
İyi amellerimiz için hiç bir mükâfat yoktur. » BOUDDHA : Ceset inhi- lâl ettiği
vakit, deli ve akıllı her fert hiçliğe düşecektir. Ve ölümün arkasında hiçbir
kimse ve hiç bir kuvvet yoktur ! Ölüm, bilginin nihayet bulması ve arzunun
bitmesidir ! » fikrini müdafaa eder. Ferdi mes’uliyetin yalnız bu dünyada
mevcudiyetini müdafaa eden Bouddha: «Bütün yapmış olduğunuz fenalıklar, bir gün
bir maya tesirile sütün koyulaştığı gibi tesirlerini gösteı ecek, meyvalannı
verecektir. Ve bunlar, gafilin ayaklarına dolaşarak kül altında kalan bir ateş
gibi tutuşturacaklardır. » Bütün bu fikirlerde İlâhi müdahalenin hiç bir tesiri
olmadığı,, ahret hislerinin bertaraf edildiği ve şahsî iradenin kıymet ve
hürriyetine nasıl, ehemmiyet verildiği gayet vazıhtır.
inatın
tasarrufunu deruhte eden en sabit ve müstekar şeyler, fizik, kanunlarıdır.
Madde ancak kuvvettir veya kuvvetten mürekkeptir. Ve kuvvet haricinde madde
yoktur. Bununla beraber bu zatın küveti, metafizik bir mefhumdur. Yani
materialisme’i bin nevi idealisme sürüklemiştir. Bu sebeptendir ki, hayat
telâkkisinde de vitaliste’dir. Uzviyatta Nisus formativus yani tanzim ve
taazzuv ettiren bir kuvvet, ArİStote’nun Intelechie’
sine benzi- yen bir teşkil edici enerji kabul eder ki bu bir nevi
gaye ve kuvvet fikri demektir. [2]
Bu zat, akıl ve
zekâya faik olmak üzre bir ruh - l’ame kabul eder. Ve kendi tabiri'ebir transrationalisme
yapar. Bu itibarla hafi ve aşikâr kuvvetler arasında kat’î bir karar veremez.
Maamafih âlî bir illetin hilkate vücut "erdiğini, canlıların mihaniki
değil insiyaki kuvvetlerle müteharrik olduğunu söyler.
Bu teredütlü
noktai nazar, Lachelier’de herşeyin düşünülerek vücude gelmiş
olduğu neticesine kadar ileriler. A. Fouille’de ise, hürriyetle
mutlak ve yüksek istiklâl birbirine karışır. Yani İlâhî irade ile tabiatteki
insan iradesi arasında bir intibak yaratan kuvvetli bir muayeniyet kabul eder.
Fakat bir taraftan da bunu yıkar. Ona göre hürriyet, kendisi hiçbir şeyden
çıkmıyan fakat herşey kendisinden nebean eden şeydir.
Hegel mektebine
mensup olup dinlerin bir gün olup nihayet bulacağı hakkındaki fikirlere
hiddetlenen İtalyan feylesofu A. Vera’ (1813 - 1885) da şöyle düşünüyor: «Bize,
Allahlar gitti, diyorlar. Fakat, bu ancak bir manaya göre doğrudur. Herkes
hasta ve muztarıptır. Herkesi tehlike ve harabı tehdit ediyor, insaniyetin
hayatı köyledir. Fakat aşk böyle değildir. Bu daima fayda temin eden bir
iktidardır. Aşk lâyemuttur. Hiç olmazsa mütemadiyen yenileşir... Yani hayat
vermek için olum var. O gitmiştir. Fakat geri gelmek için Allahlar da
böyledir. Gitmiştirler. Fakat geri gelmek için!... Bu ancak zahirî bir
gidiştir. Bu ancak Hegel’zn dediği gibi
« aklın bir hilesidir! »
Vera, nihayet,
hayatının son zamanlarında, dinleri tamamen inkâr eden mutlak karışıklığı,
hiçliği müdafaa edecek kadar ileri giden Strauss’a hücum eder. Ve
derki: «Din zarurîdir. Zira, dinin ebedî bir fikri vardır!» Bu fikir nedir?
Onu vazıhan anlatmaz. Yalnız ona göre Hegel de olduğu gibi mütenahî zekâ ile
namütenahi zekâ ayni hadlerdir. Ve din, hem bu hakikati, hem de Allahın ruhda
keşfini mümkün kılar; görülüyor ki bu zat Hegel nevinden ve fakat daha
iskolastik bir taassupla kendi imanını kendisi imal eder; ve gene kendini
tahrip edecek vasıtaları verir.
[1]
Cournot — Materialisme, Vitalisme,
Rationalisme 1875
[2]
Cournot-Kssais sur les fondemant des
connaissences humanies 1851
Felsefesi
bilhassa itikadın iradesine ve dini tecrübelere [1] istinat eden W. James [1840-1910] e
göre de iki nevi din vardır: 1 - müesses din - la religion etablis. \\-şahsi
din - la religion personnalle. Bunlardan birincisi İkincisine nazaran daha
sonra gelmiştir; sadece birinciyi tetkik edersek onun bir takım menseklerden,
kurban, ayin ve ruhanî teşkilâttan ibaret olduğunu görürüz. Bu takdirde din Allahların
lütfünü davet etmek sanatı diye tarif olunur. Şahsî dinde ise, ferdin
batınî hallerine, vicdanına, insanın harabi ve ademi mükemmeliyetine ehemmiyet
verilir. Eğer dinin bu ciheti nazarı itibara alınırsa, din mefhumu daha çok
geniş bir mana iktisap eder. Her hususta emprique olan Jemes, dinde olduğu
kadarda ilimde pluraliste’dir. Ona göre tecrübe bizi, hiçbir zaman
herşeyi muhit olan mutlak ve küllî bir vahdet fikrine götürmez. Netekim ilk
cemiyetler daha ziyade çok Allahlı idiler ve onlar Allahın namütenahiliğini hiç
bir tecrübe ile takdire imkân bulmamışlardı. Yalnız, tecrübe bize kendimize nisbetle
bazı daha büyük şeylerle münasekettar olduğumuzu bildirir. Fakat bunun namütenahi
olduğunu ispat etmek imkânsızdır.
Tekâmül
fikrinde esas olarak, ilâhiyatçı veya nazariyatçı bir vaziyet alamayız.
Binaenaleyh, dinî hâdiseleri de tevlit ettikleri semerelerde muhakeme etmek
lâzımdır. İlâhî bir ayin, ruhlar üzerinde bir tesir icra edemediği gün,
nihayet bulur. Bilhassa kıymetini esaslı bir surette tecrübe edip inkâr
etmemize imkân bulunmıyan diğer bir itikatla mücadele ettiği vakit, tekmil
kudsî evsafını, kaybeder. İnsanların ehemmiyetle muhafaza ettikleri ilâhlar,
kendilerine hizmet edenlerdir. Ve bunlara ait emir - pre- cepts’lerden muhafaza
edilenler, bizzat kendimiz ve başkaları için lâzımge- len icabatı tastik
edenlerdir. Hülâsa her hususta biz beşerî bir mikyasla hareket ederiz.
Binaenaleyh Jemes,
daha çok dinî ibadetlerin hangi esaslar ve mikyaslar
dahilinde beşerî hayatın mefkûrevî bir şekil halinde tezahür ettiğini öğrenmek
ister. Bu husustaki mikyaslar ise akvama, zamana göre mütehavvildir. Hülâsa bu
zata göre din kuvvetini hissiyattan ve bu husustaki tecrübelerden alır. Bu
itibarla cemiyet bir Allahın varlık veya yokluğıle meşğul olmuş değildir.
James’e mensup olan Schilier, nihaî bir
selâmete, küllî bir ahenğe, yegâne ve şahsî bir Allaha inanır. [2]
Amerikan
felsefesinde ehemmiyetli bir mevkii olan Me Taggart Hegel sistemini,
individualiste bir bakıştan izah eder. Bu zatın kabul ettiği yegâne cevher, eneler
- les mois’dir. Enelerin aksami veya zümreleridir.
[1]
W. James — I La volonte de croire Paris:
1920 (Löys Moulin tercemesi )>
-- II Experiences religieux » » » » »
[2]
E. Leroux -- Pragnatisme
Hattâ Allah
bile ona göre, Jemes ve I. MiH’de olduğu gibi
mahdut bir varlık, mahdut bir kudrettir.
I. Ward’da bir nevi Monadologie
yapar. Ve theisme’ı kabul eder. Ona göre hayrın nihaî zaferini ve
monatların münasebetini temin etmek için yegâne vasıta Allahtır. Gerek bahaîlik ve gerek Christian
Science denilen tıbbî bir dinin intişar sahası olan Amerika, itikat
hususunda pek mütenevvi ve biraz da fazla garip ve iskolostik itikatlara yer
vermektedir.
Muhtelif
Üniveriste kürsülerini işgal eden bugünkü mütefekkirler umumiyetle, Allah
meselesinde mütalâa dermeyan etmekten müstenkif görünüyorlar. Daha doğrusu
artık bu mesele bir ilim adamının zihnini işgal edecek bir mahiyet
arzetmemektedir. Nihayet metafiziğin ananevî ve klâsik bir mevzuu olmaktan daha
ileri gidemiyen ülûhiyet meselesi herkesin şahsî vicdan ve imanına
terkedilmiştir. Gustav Le Bon gibi az çok bu mevzula oğraşmış ve
bilhassa cemiyetlerin ruhiyatına ehemmiyet vermiş bir âlimde «Şüphesiz,
Allahları insanlar yarattı. Ve sonra derhal insan onlara ve onlar insanlara
esir oldu, ilâhlar Lucrece’in zannettiği gibi
korku nım değil, ümidin evlâtlarıdır. Bunun içindir ki: İlâhların
hükümleri ebedî olacaktır!..» [1] itikadında bulundu.
Diğer bir
eserinde de [2] bütün zaman ve mekânı işgal eden madde ve hadiseler gibi
mabutlarında kendi muhayyilemizin mahsulü olduğunu ve bilgimizin nihayet
hasselerimizin şuura naklettiği zahirî ve İzafî kıymete malikiyetini müdafaa
etti. Atomları mihaniki ve girdibadî bir surette hareket eden ve bu hareketin
neticesi olarak kazandığı kuvvetle ziya, şada, elektirik hararet ve camit madde
şeklinde tezahür eden bir ş’eniyet gibi kabul etti. Bu zatın madde hakkındaki
telâkkisi klâsik malûmat meyanına girmiştir. Muhakkak olan şudur ki, G. Le Bon, Şüpheci
olmaksızın, her şeyin insana nazaran bir kıymeti olduğunu ve maddeyi harcî
âlemi hasselerimizin nakil kabiliyetine göre kavradığımız gibi itikatlarımızı
da bütün mukaddesatile emir ve kaidelerde muhayyelemizin kabiliyetine göre kendimizin
yarattığını müdafaa etmektedir.
Bugün artık
şahsî hisler ve itikatlar içinde bile tuttuğu yer, fazla sarsılmış olan bu
mefhum, bilhassa büyük mütefekkirleri işgal etmiyecek kadar silinmiştir. Max müller’in dinlerin
menşe’i hakkındaki Naturisme telâkkisine mukabil doktor S. Freudt, Pansecsualisme nazariyesile,
ulûhi- yete ve bir dine hürmet hislerimizde, ta çocukluktanberi işittiğimiz
gayri meş’ur ve mütezat hislerin-ambivalance, bir rol oynadığını isbata
çalıştı. Babasına ve anasına karşı sevgi ve nefretle karışık hisler içinde
bulunan çocuk, İçtimaî sansür tesirile bu hislerini hayvanlara ve eşyaya
atfetmiye başlar.
[1]
G. le bon . Ruhül Akvam. [Abdullah
cevdet tercemesi]
[2]
G. Le Bon— Evoletion de Force 1923.
Böylece bir
taraftan korktuğu hayvanı bir taraftan da sevecektir. [Zoopho- bie, Zoomanie,
Zoolâtri]; Ve zaten bir çocuk herşeyi de canlandırdığı gibi (Animisme)
herşeye kendi menfaat ve kendi görüş zaviyesinden (Egocentrisme) mana verdiği
için, tekmil içe atılmış - refoule olan fikirlerini ve hislerini
nihayet toteme kıymeti atfedilen eşyada tatmine başlar... Maddilikten
manevîliğe, ve nihayet hislere geçişi izaha çalışan bu çocuk ruhiyatı’ hakikati
ifade etmemiş olsa bile asrın büyük bir mütefekkirinin din ve Allah hakkındaki
telâkkisini nihayet ya çocuk veya vahşî ruhiyatına istinat ettirmesi ve
cemiyetlerle izaha çalışması itibarile bir yeniliktir.
Daha evvel I. Mili [1]
hıristiyanlığın fakriliği, dilenciliği, müdafaa ettiğini «kendisi muhakeme
olunmak istemiyenlerin başkalarını muhakeme etmemesini, ; zira muhakemenin bir
günah olduğunu» söyliyen ve diğer buna mümasil menfî ayetleri ileri sürerek,
umumiyetle dinlerin beşerî hürriyeti, tabiî ve tav’î hürriyeti zincirlediğini
iddia eder. Ferdî olduğu kadar da İçtimaî hürriyeti kayıt altına alan bu
emirlerin esas itibarile amelî sahada kilisenin lehine ve cemiyetin aleyhine
tatbik olunduğunu gösterir. Ona göre kilisenin en yüksek hakimiyet ve inkişaf
kadrosunda halk fakir ve perişan, buna mukabil papaslar mesuttular. Ve
kendileri için herşey mübahtı. Bütün bu «Yeni ahtin» emirleri, nihayet
genç nesil üzerinde parlak bir tesir yapıyordu. Fakat bu emirlerin sihrine
kapılanlar, hiçbir zaman bu emirlerde saklı olan manayı ve bunların cemiyette
husule getirdiği neticeleri düşünemi- yorlardı. Esas itibarile, dinin menşeinde
de ahlâka hizmet ettiğini ve böyle bir gayeye malik olduğunu biliyorlar.
Tabiatin kudretli hadiseleri önünde korkmanın veya barbarca, fikir, muhayyele
ve temayüllerin mahsulü olan dinler, tabîî halde bulunan kavimler de tecavüzün
ve bir takım manasız hareketlerin menbaıdır. Mili ve Lange [2] ye ğöre,
medenî dinlerde de ayni vasıflar mevcuttur. Tabiî haldeki insanların Allahları
tabiatin faydalı feyizli veya yıkıcı ve yakıcı kuvvetlerinin birer timsalidir.
Ayin ve merasimleri de bu noktai nazardan tanzim olunmuştur. Ve bunların
ahlâkî bir mana kazanmaları çok sonradır. Dinlerin kazandıkları şöhret ve
yaptıkları tesirde şiir ve sanat faaliyetinin büyük tesirleri vardır. Zira,
asıl ideal bir âlemi yaratan san’at ve şiir muhayyelesi’dir.
Ayni fikri, UhlİCh’de görürüz. [3]
Serbest cemaat dinlerini müdafaa
[3]
I. Mille La liberte
[4]
F - A. Lange Histoire du Materialisme
V 2, 1910
[5]
F - A. Lange Histoire du Materialisme
V 2, 1910
[6]
Lang - Essaisd’un dogmatique
Chretienne
eden bu Alman
mütefekkiri dinî, İlmî hakikatlere istinat ettirmek ister. Ve dine bu itibarla ilimlerin
ilmi-Scence des Sciences ismini verir. Ve dinlerdeki vahiy ve ilhama
dayanan hayalleri bir tarafa atarak, insan ruhunda en parlak bir hakikat olarak
eşyasile, kuvvet ve kanunlarile, hadiselerde şe,nî âlemin teessüs etmesini
ister. Bu zata göre ahlâk noktai nazarından: « Din insaniyetin ebedî bir
nizamla münasebeti veyahut insanın itaate mecbur olduğu mukaddes bir kudretle
münasebetidir» İnsanda kendisini hissettiren en yüksek ihtiyaç, iyi, doğru
ve güzel’dir. Şu halde ahlâkî fiillerin yegâne prensibi: iyi, güzel ve
doğrunun bir nüshasıdır. Doğru yani hakikat prensibile en tam ve asıl bir
insaniyet elde edilir. Hakikatle insaniyetin imtizacindan da « Ulvî
güzelliğ» e ve en saf mübareklik - felisite ve sevince mazhar
olunur. Dinlerin en zarurî arkadaşı da jnr’dir. «Bir çiçekten aldığım nezîh
koku bana Allahın bu güzel kokudâ tecelli ettiği» hissini verir.
Bu insaniyetçi
itikatlara ilâhiyatçı Lang [4] itiraz eder. Ona göre insan,
şuur ve vicdanının sükün ve kemalini çok Allahlı dinlerden ziyade hıristiyanlık
başarmıştır. Acaba ilk devir medeniyetinde insanlar, daha mı az mesuttular?
Onların ruh ve şuurları, yarattıkları itikatlar içinde bugünkünden daha mı az
teselli ve kuvvet buluyordu?
Umumiyetle
insanlar materialisme sahasında ilerlemiye başlayınca Luc- PÖce’in de
gördüğü veçhile, dine de hücum etmiye başladılar. Nitekim muasır temayüllerde
de vaziyet böyledir. Bugün de, her nevi bid’atlerden temizlenmiş bir din, saf
bir ülûhiyet, akaidi olmayan bir mezhep aranmaktadır. Halbuki bütün bunlar
ortadan kalkınca, itikatlardaki tabiatten üstün kıymetli ve hakikî bir âlem
fikri kalkacak ve böylece de din çökmüş olacaktır. Muasır hayatın aradığı bu
dine «insaniyet dini » ismi verilmektedir.
Bu nokta da
Almanyada Dr.LoeWenthal
insaniyetçi ve cemiyetçi bir ayine istinat eden bir din
ister. Ona göre bu itikat etrafında toplananlar öyle bir cemiyet teşkil
edeceklerdi ki, bu itikatlar bir taraftan, bizzat ilim ve müfekkireden çıkacak
bir taraftan da ilim ve müfekkire bizzat bu dinin ayinlerini teşkil edecektir.
Bunun başlıca ideali insan sevmek - philanthropie ve insan şerefine
hürmet etmekten ibaret olacaktır. Bu itibarla bu dinin Allahı da ayni yerleri
acıyan ve ayni yerleri zevk alan ve binaenaleyh esasında tam bir birlik ve
müsavat olan « insaniyet» teşkil edecektir.
Ayni nizamdan
düşüncelere başka bir görüş ilâve eden Dr Edourt ReİCh böyle anlaşılan
bir dinde merasim ve ayinlere fazla yer vermek ister. Bu zat bir taraftan materialiste
bir görüşle âlemi izaha çalışır; diğer, taraftan da «insaniyete bir kilise»
tesisini düşünür. Ve bu dinde ruhî ihtiyaçlarla, insanın şairane hislerini de
ihmal etmemek ister, bu noktada bayramlar, İlâhiler, konser ve Koro heyetleri,
insanların bu hislerini kuv-
vetlendireceği
gibi, insaniyet kilisesinin parlak bir surette süslenmesini ister; ona göre
hiçbir dinde mevcut olmayacak kadar debdebeli, alâyişli merasim yapıldığı
takdirde ruhumuzdaki ebedî zşzğzn-eternelle lumier, sönmiyecektir.
Bilhassa böyle anlaşılmış bir dinin zihinleri daha fazla tenbih ve tahrik edebilmesi
için, çan ve org seslerine bin bir çeşit musikî aletlerinin iştirakini ve
İlâhî, ruhanî konserler yapılmasını talep eder. Bu zat A. Conte gibi bayramlara
ehemmiyet verir. Ve her ne kadar onun gibi senede 84 bayram kabul etmemişse de
halkı idare edecek bir ruhanîler silsilei meratibi kabul eder. Ve bu rahipler
sınıfı derecelerine göre ayrı salâhiyet ve nüfuza malik olacaklardır.
Strauss gibi düşünen, Ueberweg ve arkadaşı Dr Lasson’da bu meyandadır.
Maamafih Ueberweg,
bütün bilgilerimizi tasavvurlara ve tasavvurların mevzuunu
birer buut olan eşyaya irca ederek her şeyin mesaha edilebilen bir kıymette
olduğunu bu itibarla hattâ mutlakın haddi zatında şeylerin ve ruhumuzun bile
maddî olduğunu ileri sürer. Atomisme’i red ve yalnız eşyada bir takım «batini
haller» mevcut olduğunu zan eder.
Aristote gibi
gaiyetçidir ve bu yoldan, şuurla kâinatı idare eden bir Allaha inanır. Tam
manasile materialiste görünmiyen bu zat, antropomor- phique görüşlerin şairane
bir kıymete malik olduğuna ve Allaha ait olan his ve itikatlarımız da bu şiirin
bir tesiri olacağına inanır. Allahsızlığın tamamen aleyhindedir. Maamafih daha
ileri yaşlar da Laîcisme’i müdafaa eden Uebervveg, mekteplerde din
ve ilmihal namına umumî ve tabiî tarihten başka birşey okutulmamasını ve
dinlerdeki iptidaî, dogmotique ve çocukça olan fikirleri bir tarafa atmayı
müdafaa etti (Lange).
Bu düşünüşlere
muasır Fransız feylesoflarından Mauris Blondel’i- de ilâve etmek
lâzımdır. Bedbin bir mütefekkir olan bu zata göre, tekmil faaliyetlerimiz «istemek»
le «muktedir olmak» arasındaki müvazene- sizliğin mahsulüdür; her
faaliyet, gayesine ait olan emri içimizden alır. Fakat bu emir, hiçbir gün
gayesine vasıl olamıyacaktır. Yani istiyeceklerimizi yapmıya muktedir değiliz.
Zira, istemek muktedir olmaktan dah? geniştir. Gerek ilim ve Gerek ferdî ve
İçtimaî faaliyet, hep tatmin edilememiş bir iradenin neticesidir. Zira bunlar,
bizi daima ikmal edilmemiş ve tamamlanmamış bir kader karşısında olduğumuzu
gösterir. Bütün şüphecilerin gevezelikleri, Bediiyatçılar ve hattâ İmmoralisme
bu acizlikten kaçmak için yapılan gayretlerdir. Şu halde irade, ya tecrübenin
mahsulüdür, bu takdirde acizdir. Veyahut kendisini tatmin etmiyen eşyaya
bağlıdır. Bu manada
F : 14
olarak irade,
kendiliğinden, gözleri kapalı olarak beşerî faaliyetlerden azar azar yakayı
kurtarmaya, an’anenin kuvveti ve tecrübelerin toplanmasından husule gelen, bir
büyük fikir, his ve kaide cereyanına kapılmış olacaktır. Yani katolikliğin
nüfuzuna tâbi olacaktır. Şu halde Allah, irademizi tecavüz eden bir
namütenahiliktir. O, ideale nazaran şe’nî, iradeye nazaran müteal bir
varlıktır. [1]
La Berthonnîer’e [2] göre bütün
felsefe meslekleri, Allah noktainazarından iki şekilde görünür: 1
—Agnosticisme ve intellectualisme’in nefret ettiği batıncdık -
intrinsecisme 2 — zahircilik - extrincesisme. Eski Yonan felsefesinin
mücerret idealisme’i ile -ki bu meslek şe’niyette insan tarafından
değiştirilebilmesine imkân olmıyan sabit cevherler görür-Allah, aşk ve ihsan
- charite gibi diğer insanlarla münasebette bulunmaya elverişli mevzulara
malik olan hıristiyanlığın arasında da bu iki meslek arasındaki fark gibi bir
başkalık mevcuttur. Bu zata göre: Agnosticisme, Descartes’in meslekidir ki
Allahı yetişilmesi imkânsız bir hudut, fikir ve akla karşı bir mani ve
bilinemez bir mefhum addeder. Intellectiulisme ise, tabiatle, tabi- atten üstün
arasında bir ikilik kabul eder. Ve zihne tabiati hudut olarak çizer. Bu zat, bu
suretle muhtelif meslekleri mukayese ettikten sonra kitaba müstenit bir imanda
karar kılar. (E. Brehier)
Umumiyetle
yirminci asra doğru devam edegelen bu düşünüşlere, papa X nuncu Pİe (moderniste) felsefe ismini
vermiş ve hepsini dine mugayir görerek mahkûm etmiştir.Bu mahkûmiyetin sebep
ve delilleri şunlardır:A/odernisfe felsefe, insan zihnini Allaha kadar
yükselmskten meneden bir nevi agnosti- cisme’dir. Ayni zamanda, dini
hadiseleri hayati bir ihtiyaca bağlıyan bir nevi imrnanentisme,dir.
Modernisfler, dinin hakikatini, İlâhî hakikatin ifade ettiği kıymetlerde
yani akide-dogm’lerde değil belki dinî hislerin hazırlanmasını gaye edinen
hayatî müessiriyette görür.
Umumiyetle ilimci
- scientiste’ler tabiat kanunlarını Allah yerine ikame ederler. Tenneyson (1809-1892)
bunların aleyhindedir. Zira bu zat ta dinlerin Allahını, gayrişahsî tabiat
kanunları yerine kabul eder.
Bütün bu
görüşler, Allah hakkındaki ruhanî hislerin zeval bulduğuna delâlet eder.
Filhakika daha evvel, hiçbir şeyle mukayese ve teşrik edi- lemiyen Allahın,
nihayet tabiatle ve kendi vazifelerini ifa ettiği zannedilen kanunlarla, yani
kimyevî ve fizikî faaliyetler, hareketler ve muamelelerle izah edildiği
görülüyor. Allah hakkında bü neviden, düşünüş, artık Allahı düşünmek demek
değil, belki hadisatı izah için, eski iman itiyatlarile yeni nizamdan bir illet
aramak demektir.
[1]
M. Blondel — L’action, essai d’une
çritigue de la vie et d’une Science de la pratique. 1893
[2]
La Berthonniere — le Realisme
chretieti est l’idealisme ğrec. 1904
Görülüyor kî,
âlemin başlangıcı ve kâinatın yaratılışı hakkındaki umumî telâkkiler, ya Materialiste
veya Spiritualiste [1] olmak üzre iki mezheple izah edilmiştir. Maneviyetçilik
- Spirifualisme daha ziyade itikadı yani az çok dinî bir mezheptir.
Bunların delilleri yalnız iman ve hissiyattır. Ve aklın aczidir. Bunlar
sebepsiz kir hadise ve gayesiz bir fiil görmek istemedikleri için bilhassa,
ahlâkla, yani beşerî menfaatlerle âlemin nizamı için bir Allahın vücudünü zarurî
addetmişlerdir. Ve bu Allah, hakikatte fikir ve iz’anın tanımış olduğu bir
Kibriya - İmmenence değil, hissiyatın, ■ölüm endişesinin, istikbal
korkusunun vücude getirdiği muhayyel ve hâkim bir Allahtır. [2]
Bu mabut,
iptidaî kavimlere ait telâkkilerin ve bilhassa esatiri zihniyetler ve esatirin
bir istitalesi ve nihayet dinlerle tebellür edip Antrop- morphisme’den
kurtulamamış olan bir fikir ve his bozukluğunun evlâdıdır. Zira, insan, Schopenhauer’in dediği gibi «Cinleri,
allahları ve azizleri kendi hayaline göre imal eder..» [3] Hepsi Allahçı
- Theiste olan bu meslekler Cenabıhakkı şimdiye kadar, bir nakarat gibi
mütemadiyen tekrar edilegelmiş bulunan fikir ve nazar haricinde, daha kuvvetli
ve yeni
[1]
Bu tabirden maddecilerin haricinde
kalıp ulûhiyeti semavî dinler veya akıl vasıtasile kabul etmiş olan tekmil
felsefe mesleklerini kastediyoruz.
[2]
Goblot, felsefe kamusunda «Allah»
kelimesi için şu izahları vermektedir:.. «Allah, vücudü bari - fitre Supreme,
muhtelif felsefe sistemlerinde başka başka tarzlarda telâkki olunmuştur. Allah
ya mütealdir, yani âlemden, maddeten farklı ve maddeye faiktir veyahut maddeten
âlemin aynidir. Ve binaenaleyh âlemde mündemiçtir. «Pentheisme» . Bu son
takdirde Allah âlemden, şöyle tefrik olunabilir: Âlem müteaddit unsurların mecmuası
iken, Allah birdir. Spinoza meslekinde, Allah âmil, tabiat - Nature naturante
ve âlem ise mamul tabiat - N. naturee’dir. Revakçı - Sto- icienne’lara nazaran:
Allah âlemin ruhudur. Tabiati canlandıran ve hareket ettiren akıl ve hisse
malik bir yaratıcıdır. Maamafih bütün bu mesleklere nazaran Allah : Hilkatin
vahdet prensibi olan bir varlıktır. Yalnız Allahsızlık - Atheisme meslekine
göre : Hiçbir vahdet prensibi mevcut değildir. Eğer böyle bir prensip varsa o,
bir varlık değil belki mücerret bir mefhumdur. »
[3]
Schopenhauer-Pensees et fragments.
1920
delillerle
isbat edemediler. Zira bunlar Allahı arıyoruz derken âlemin ha- likini ve
hilkatin sebebini aramışlar ve ahlâkiyetimizin menbaına yükselmeye
çalışmışlardır. Ve böyle bir mabudu bulmak ve isbat etmek için, Allaha
atfettikleri sıfatlar: ihtiram, ihtiyat ve ihtirazla dolu olan lafizlara rağmen
bize mahlûkattan üstün ve manevî nizamdan bir mahlûku yaratmaktan başka birşey
yapamadı. [1] Bu isbat tarzında, hattâ ruhun hakikî bir itminan kazanmasına bile
imkân yoktur. Kendi şahsî temayüllerimizden ve hislerimizden, bilhassa
asırlardanken toplanan tefekkür tarzlarındaki itiyatlardan vazgeçilmedikçe tam
bir hakikate erişmenin imkânı olamaz. Ulû- hiyet gibi müteal bir mefhum değil,
hatta şe’niyette cereyan eden basit ve müşahhas hakikatleri bile bitaraf ve her
nevi irsî ve itiyadî fikirlerden uzaklaşmadıkça halle imkân yoktur. Ruhaniler
ise umumiyetle bir Peygamber mizacına maliktirler ve hemen ayni kudsî
şahsiyetlerin bir temadisi gibi görünmektedirler. Bu sebeptendir ki, Maneviyetçiler,
bir taraftan da myatigue’dirier; yani, insanın, Allahla münasebete
girişebileceklerini de ümit ederler.
Materialiste meslekler ise,
ya tamamen inkâr suretile Allahsızlığa [2]
[1]
Pierre Janet’nin dediği gibi bazı
zatlar geliyor Allahı insanlaştırıyor; İsa ve İsevıyet gibi, bazıları da insanı
Allahlaştırıyoı. Mş. Eddie gibi «Amerikada münteşir tıbbî bir dinin vazii » P.
Janet-Les medications Psychologique : V : 3 1925]
[2]
Allahsızlık bazan doğrudan doğruya
Allahı ve bazan da dini inkâr suretinde tecelli etmektedir. Bunlar umumiyetle
Allahlı bir âlemle Allahsız bir âlemin ayniyetine kanidirler. İngiliz
şairlerinden Robert Brooning bunu şu kıta ile ifade eder :
«Âlem ister
asil ister rezil olsun, ister az ister çok olsun.. Neme lâzım? O gene, takdis
ettiğim zamanda aynı, tezyif ettiğim zamanda aynı olan âlemdir. ». Tekâmül— cü
- evolutioniste’lerden Balfour âlemin Allahsızlığını, hilkatin akibetıni tasvir
ederek ispata kalkar ve der ki: « Kendi manzumei şemsiyemizin kuvvetleri inhitat
edeceklerdir. Güneşimizin şa’şaası sönecektir. Arz atil ve kısır bir hale
gelecek ve artık mevsimler kalmıyacak ve bu toprak, muvakkaten yalnızlığını
ihlâl etmiş olan insanların mevcudiyetine tahammül edemiyecek... Ve insanlar
kendi ayaklan altında açılan çukurlarda gaip olacak... Bütün düşünceleri de
kendilerde birlikte mahvolacaktır. Ve bu. karanlık köşede bir kaç zaman için
kâinatın mesut sükûnunu ihlâl etmiş olan şuur, endişe ve izdiraplan tahrik
etmeğe nihayet verecektir. Bundan sonra madde tanınmıyacaktır. Helâkine imkân
bulunmıyan abideler ve ebediyen tahattura şayan olan fiiller, hiçbir zaman
mevcut olmamışlar gibi yok olacaklardır. Ve hattâ ölüm bile aynı surette
kaybolacak... Ölümden daha kuvvetli olan aşkta aynı yolu tutacaktır.,. v. s. »
. . Balfour .:
Les fondements de la croyance
Mamafih hiçte
Allahsız görünmiyen bazı kimselerin fikirlerinde Allahsızlığı Okşayan sözlere
tesadüf olunur : Allahın herşeyi ahenktar ve mükemmel yarattığına emin olan
Leibipitz’de, arzımızdan milyonlarca daha büyük kürelerin mevcudiyeti
dçlayısile onların bizden daha akil sekeneye malik olmalarının zaruretini
müdafaa ederek itikadımızın zaaflarını mazur göstermeğe çalışır.
Lagrange —
Oeuvres philosophique de Leibnitz 1866 < .
■düştüler
veyahut Allahla meşgul olmamayı esas ittihaz ettiler, hususî ve müteazzî
şeklini DemocNte’den
alan ve son asra kadar temadi eden materialisme’in
felsefî mesleği, atomisme’in haricine çıkamadı. Usullerinin tamamen
müsbet ve müşahhas oluşu dolayısile diğer nazarî, yani ruhanî mesleklerden
fazla ilme, felsefeye, hayata hizmet eden materialisteler, bazı bazı müfrit
iddialarda bulunmuşlarsa da elde ettikleri tecrübî hakikatler tekzibine imkân
bulunmıyacak kadar metin ve sahih mutaları ihtiva eder, materialisme, nihayet
ruhanî mesleklerden daha çok kuvvetli ve esaslı bir vahdet ve tevhit fikrine
yükselmektedir. Bu dinî ve İlâhî vahdete benze- miyen talâkkiler, belki
tazılarınca ülûhiyetin de ispatı demek ise de kendileri de böyle bir iddiadan
uzaktırlar bununla beraber meselâ daha evvel gördüğümüz Haeckel, âlemi tekvin
eden esirin, âlemi Allahlı bir imanla uzlaştırmaya elverişli bir cevher
olduğunu ima ve kabul eder (Monisme) maamafih insanların ilk tasavvur ettikleri
Allah da bir değildi. İnsan Allahı değil Allahları tasavvur etmiştir.
Zira MaX0
Muller’in de söylediği veçhile « müfrit olarak Allah mefhumuna akıl
erdirmek, insan dimağına nazaran imkânsızdır ve bu tenakuzu mucip olur.»
Kesretten vahdete yükselmek için beşeriyet pek çok asırlar beklemiştir. Halâ
bile ikicilik - dualisme .ta/zmz-didactique bir noktai nazardan
tutunmaktadır. Biz eşya ve hâdiseleri tasnif ve tamim için buna müracaat
etmekteyiz, yoksa bu gün pek iyi anlaşılmıştır ki bu alemde çokluktan ziyade
bir tek vardır, du BoİS Raymon der ki: «Kuvvet, hareketin bir sebebi
gibi nazarı itibara alındığı müddetçe, bize nazaran, gene mukavemeti imkânsız
bir şahıslandırma ',
Bununla
beraber Allahsız olan bir çok feylesoflarda din ve itikadın lüzumuna
inanmışlardır. Bu kanaat Allahın vücudunu ne dereceye kadar meşru ve makul bir
surette tasdik etmektedirler, bilemeyiz ; meselâ gene Schopenhauer : « Barbar
ruh- , lan inkiyat ettirmek, haksızlık ve gattarlıktan vazeçgirmek için
hakikatin faidesi yoktur. Zira onlar bunu idrak edemezler; onlara hata, masal
ve söz lâzımdır; işte talimi ve müsbet imanın meşruiyeti buradan çıkar. » dar.
Ve «din, halk için zarurîdir; din, halk için fevkalâda bir iyiliktir. Fakat
dinleri, hakikati öğrenmek için yapılan çalışmalarda, insanın terakkisine mani
olmak'istediği anda, mümkün olan vasıtalarla derhal ortadan kaldırmaya
çalışmalıdır.» Tavsiyesinde bulunur. (Biraz evvelki eser) Allaha istinat
etmiyen bir din tanımadığımız cihetle bu zat mütecaviz bir dinin. Allahını da
bertaraf ediyor demektir. Fikirlerine daha evvel de temas ettiğimiz ve dinî
imanın meşruiyetini müdafaa eden W. James’de mutlak vahdetin bizden daima kaçtığını
ve onun bizim için mefhumî bir hudut-Limite conceptielle’den ibaret kaldığını
düşünür. Ve Allahı itikatlarımızın tabiî bir mevzuu addeder. Ona nazaran :
Allahı tecavüz eden herşey imkânsız ve Allahı ihtiva etmiyen herşey aklîdir. Ve
Allahın esaslı vasfı, kâinatın en büyük kudreti ve zihnî bir şahsiyet oluşudur.
Yani Allah böyle telâkki olunabilir. W. James Allah hakkında gerek zat ve gerek
sıfatı noktai nazarından zuhur eden mesleklerin hep aynişeyi söylediklerini ve
binaenaleyh en müfit ve Pragmatisme’e mutabık olan hareketin itikat olduğunu
müdafaa eder.
W. James. La
valonte de eroire : Paris: 1920
personnification
temayülünün gizli eseri mahiyetinde kalır. Daima mecazî bir lisana müracaat
etmek, dimağımızın hatibane bir istidadıdır. Madde ve kuvvet gibi iki ayrı
düşünce - bizi ne vakittenberi uzayıp giden - bir ikiliğe götürür. Yani madde
kuvvet, Allah ve âlem, ruh ve ceset gibi fikirleri husule getirir... ikilik
iptidaî beşeriyetin, hilkati insanlaştırmasından husle gelir. Ve hâlâ devam
eden hakikatcilik-Reaiisme bu temayülün eseridir... v. s.» [1] diyerek bircilliği
- Moneisme’i müdafaa eder.
Allah, âlem,
hayır ve şer nevinden fikirlerin, birçokları gibi insan ruhu ve cemiyetlerin kanun
ve tekâmüllerine göre değiştiğini iddia eden F. A. Lange (1828- 1875)
«Tahlillerimizin anlaması ve anlaşılması imkânsız olan tortusu, ne kadar
yaklaşırsak o kadar bizden uzaklaşan maddedir. Bir cismin zatından -
Essence anladığımız şeylere daima «Hassalar» ismini veririz. Bu
hassaları da kuvvete irca ederiz. Bundan, kuvvet halinde tahlilini arzu
ettiğimiz veya halledemediğimiz şeyin madde olması neticesi çıkar. Hulâsa
kuvvetsiz madde, maddesiz kuvvet yoktur, kuvvet - maddenin bir mecmuundan
ibaret olduğuna nazaran - mahmulsuz mevzu ve mevzusuz mahmul yok demektir.
Binaenaleyh «Şey» , tevhit edilerek nazarı itibara alınan yekdiğerine
bağlı hâdiseler zümresinin adıdır. «Kuvvet» ise birşeyin hassalarıdır ki
başka şeyler üzerindeki muayyen tesirlerinden anlarız. «Madde» ye
gelince: Birşey dahilinde kuvvete tahlil edemediğimiz veya etmek istemediğimiz
ve malûm olan kuvvetin âmil ve esası farzetti- ğimiz şeydir. Halbuki bunların
üçü de birbirinden ayrı değildir. Üçü de yekdiğerinin aynidir. Ve bunların ayniyetinden
hiçbir batıl devir - Çerde- vicieux’e düşülmez. » [2] Bu suretle herşey
kuvvet ve kudrete irca edildikten sonra: Materialisme’in başlıca
iddialarını şöyle hulâsa edebiliriz:
1
— En evvel vücude gelen maddedir.
Madde kendi kendine muayyen olmıyan atıl bir cevherdir. Fakat madde bizzat
kendini kımıldatan ve hattâ kendini vücude getiren bir « Carî knvvet - Force
cireulaire» e maliktir. Bu kuvvet yalnız başına maddeye bazı muayeniyetler
bahşetmiye kâfidir. Ve bu kuvvet bir neticeyi husule getirmeye ve başka bir
kuvvetle- müsabakaya mecbur değildir.
2
— Basit cisiimlerden ayrılmıyan seçme
alâkası - Affinites electives,. carî olan nizamın kuvvetleri değildir. Carî
nizam, silsilevî nizamın - Ord- re seriel ilk neticesidir. îhtimalki
carî nizamda pek büyük bir rol oynıyan küllî cazibe silsilevî nizama ait olan
seçme alâkasını vücude getirir. Carî kuvvetlerin yaptığı şey, hareket
vasıtasile hareketsizliği ve ölümü intaç, etmektir. Silsilevî kuvvetlerin
tesiri ise, tamamen aksidir.
[1]
Du Bois Raymond — Recherches sur
l’electiricite animal.
[2]
A. F. Lang Histoire du materialisme V
2
3
— Silsilevî kuvvetler, bugünkü
tezahürüne nazaran, âlemin teşekkülünden daha mukaddem mevcut olan bir müterakkî
manzumeyle - Sisteme de progressions bağlanmış hassaların mecmuunu arzeder.
Silsilevî kuvvetler, bugün malik olduğu « Feyz - Fecondite » e
mütavaliyen yükselmiştir. Geologique teşekküllere dikkat edilirse bu silsilevî
kuvvetlerin her devrede ayni olmadığı görülür.
4
— Bu gün ki varlıklar, kendilerine
hususiyet veren kuvvetlerin derecesini değil, kendilerinden evvel mevcut olan
iktidar derecelerini bildirir.
5
— Şu halde muhtelif cinsler
mevcuttır. Onlar umumiyetle iki sisteme ayrılabilirler: Bunlardan birinci
kısım, mevcut olduklarındanberi malik olmak mecbvriyetinde bulundukları, bütün
hassaları haizdirler. Bu hassalar teşekküle başladıkları zaman tezahür eden
hassalardan başka birşey değildir. Diğer kısım ise mütevaliyen ve tedricen
kazanılmıştır. Birinciler sabittir; diğerleri, çoğalmak istidadındadırlar.
Birinciler uzvî olmayan şeylerin tohumlarıdır; yahut kimyevî basit cisimlerin
atomlarıdır. İkinciler, uzvî âlemin ve canlı mahlûkların tohumlarıdır.
6
— Ham nizamın tohumları yalnız
imtizaçlara müsaittir. Canlı mahlûklarda ise, her mevcut veya her nevi
mevcudatın mertebeler derecesinde kendilerinden daha evvel vukua gelen
teşekküller silsilesine benzeyen bir teşekkül silsilesi geçirirler.
7
■— Bir şekil veya bir halden diğerine
geçişten silsilevî kuvvetlerin cari nizam kuvvetleri istikametine doğru icra
ettiği bir muayyen tetavvur Modification determinee ve tam bir
ffinejne—Foeutus vücude gelir .
8
-— Bu tetavvurları takip eden hususî
silsilevî kuvvetler, cari kuvvetlerin bazı meşrut hallerine nazaran faal
olabilir.
9
— Bütün müstakil taazuvlar yani maddî
vücudün tekmil plânı, tohumda, yani atomda, silsilevî cürsümede bilkuvve
mevcuttur. Nev’î hayvanlarda veya nebatlarda muhafaza eden cürsümevî
kuvvettir.
10
— Fert başlangıçta içinde mahpus
bulunduğu yumurtadan çıktığı zaman silsilevî kuvvetler harakete nihayet vermez,
o, gene muhtelif istihaleler vücude getirirler.
11
— Silsilevî kuvvetlerin tesirleri
bazı hususlar dahilinde cari kuvvetlerin irsî tesirlere maruz kalmasına
müsaade eder.
12
— Silsilevî kuvvetler, canlı
mahlûklarda istihale husule getirmeye nihayet verdiği anda, carî kuvvetlere
tefevvuk eder ve bu tefevvuk ve galibiyetin son haddi, nesiçlerin katılığını
temin eder, yani ihtiyarlık ve bunaklık gibi neticeleri husule getirir.
Hücrelerde ise silsilevî kuvvetler, tabiî cereyanına devam eder, her inhilal
bir terkibi ve her terkip bir inhilalı [takip eder. Şu halde carî kuvvetler
nedir? Eserleri görünen, kendisi görünmeyen bir sebeptir. CllVİer «hayat ve
hilkat, istikameti sabit molecule
lerin ayni
suretle sürüklediği az çok süratli ve az çok karışık olan girdi badi bir
harakettir»[l] diyor. Fizikçilere nazaran haraket, bir cismin bir mahalden
diğerine naklolunmasıdır. Kuvvet ise hareketin sebebidir. Harakete sebep olan
kuvvet ise anilmerkez - centrifuge haraketten doğan bir def’î
harekettir. Cazibe veya sıklet ilelmerkez - centripete haraketten
doğmuştır. İnsanî ve hayvani, elektrikî ve mıknatisî indafalar, hep bu ilelmerkez
harekâtin mahsuludur. Descartes mektebine göre:
Allah bir az haraket halk etmişti ve her cisim bizzat bir mukavemete malikti.
Âlem bu mukavemetin kırılmasından husule gelmişti. Lagrange ise hilkatin vücude
gelmesine sebep olan haraket ve sürat ılazariyelerine karşı bir mu- vazenet
nazariyesi kabul etti. Bu zata nazaran, tekmil cisimler bir an için sükûnet
halipde idiler. Bu sükûnet yekdiğerine zıt bir surette tesir icra eden
müteaddit kuvvetlerin tesirinden mütevellitti. Bu kuvvetlerin muhtelif istikametlerinden
birine ilâve edilecek bir küçük kuvvet fazlası, cismi «kuvvei cerriye»
istikametinde haraket ettirir. Müvazenet bir defa böyle bozulunca haraket ve
hareketin imtizaçlarından husule gelen hadiseler meydana çıkar. [2] Tahlilî
mihanikin Mecanique analitique kabul ettiği bu müvazenet nazariyesi, bu
kuvvet fazlasının nasıl ilâve edildiğini izah etmez. Lelbnitz monad’lardaki
süratin başka başka olduğunu, muhtelif istikametlerde husule gelen
hareketlerin bazan yekdiğerini takviye ve müteakiben imha ettiğini, binaenaleyh
ölü sür’afler - Vitesses morts kadar da diri süratlerin - V.
Vives mevcudiyetini iddia etmişti. Netice itibarile: Bütün nazariyeler başlangıçta
bir sükûn ve atalet kabul etmiş ve her hangi bir hareketle bozulan bu sükûn
bütün bir hâdiseler âlemini vücude getirmiştir.
Atomlara gelince:
Bunları 18 inci asırda bir takım fizikî noktalardan ibaret ve mütenevvi kütle
- masse ve sur’ate malik; bilhassa ş’eni bir genişlik - extention
den mahrum addediyorlardı. Yalnız bunlar kendilerinden hiç bir şeyi
kaybetmeksizin bilkuvve genişleme kuvvetine maliktir diye iddia olunuyordu.
Bugün ise madde atom, kuvvet veya kudret ayni şeyin muhtelif tecellilerinden
ibarettir. Bütün maddiyat ve hareketler, esirin kudretin bir tekâsüf ve
inbisatının mahsulüdür deniliyor.
* *
Zamanın (BergSOn) ve mekânın
ş’eniyetini ispat eylemiye çalışan âlimlerden Binişten, hareket ve
sür’atin fizikî kıymetlerine ait, amelî tatbikatı olmıyan muhtelif nazariyeleri
ileri sürmüşlerdir. Bu itibarla:
Meselâ:
saniyede bir ziya sür’atile hareket eden cismler, kendi ağırlıklarını
sür’atleri nisbetinde kaybedeceklerdir. Ve buna mukabil hacimleri
[1]
Cuvier: Regime animale.
. [2] Lagrange
— Mecanique analytipue. . . , .
aynî sür’at nisbetinde büyüyecektir; Bu takdirde madde demek, atomları
arasındaki hareket en az olan ve binaenaleyh kütle ve ağırlığını muhafaza eden
şeydir. Ve bizim «cazibe» dediğimiz fiziki tesir, hareketin bu azlığı yüzünden
atomların birbirlerine yaklaşması ve binaenaleyh cismin hacmini madde şeklinde
teksif etmesinden husule gelen bir neticedir. Böylece tabiat namütenahi
sür’atlerle hareket ettiği vakit, ağırlığını kaybeden ve aralarında sıkışma ve
birleşme kabiliyeti kaybolan miinfasıil - discontinu atomlardan mürekkep
olacaktır. Ve âlemin sonu da tabiatile bu hareketlerin namütenahi bir çabukluk
kazanması yüzünden olacak ve yeni âlemlerin vücude gelmesi bu hareketlerin
yavaş yavaş sür’atlerini azaltmalarile mümkün olacaktır. Bu mihaniki
hareketleri kim yarattı ? Acaba hakikaten Cartesiene lerin dediği gibi Allahın
fiskesi mi ?!..
Yine on
sekizinci asırda hayatı, canlı olmıyandan çıkarmıya. teşebbüs ettiler. Yani
ruhu maddeden çıkarmak istediler. Filhakika haşaratın müte- fessih maddelerden
neşet ettiğini ve ölmüş sineklerin tüz tesirde dirildiğini ve kafası
koparılmış kuşların bir takım tav’î hareketlerini !.. Müşahade ederek, materialisme,
kendikendine tenasül - generation spontanee’ü müda- faya koyuldu. Şüphe yok
ki böyle bir muvaffakiyet, ülûhiyete ihtiyaç ar- zetmiyen bir âlem farziyesini
takviye edecekti. Zira : Vak’aların en karışığı hayat tır. Her şey kendi
kendine olabilir farzedilse bile, hayatın kendiliğinden husulüne imkân
verilmiyordu. Bugünde bütün ruhî hâdiseleri uzviyetin bir kudret şeraresi
tesirde husule gelen maddî bir tetavvuruna irca edenler vardır. Bertelot gibi aldeite
ve coZZoû/e’lerle,Albumin lerin canlı cezirlerinden bazılarını kimya usulde
imale muvaffak olan âlimlere rağmen henüz canlı bir Huveyne yaratılamadı. Henüz
muvaffakiyet sahasından uzak bulunan bu gayretlerin bir gün gayesine
erişmeyeceği iddia olunamaz; dünün hakikat zannettiği ne kadar efsaneler
vardırdır ki, onlar bugün tamamen yıkılmıştır. „ Yarın hiç şüphe yok bugünü de
ayni suretle devirecektir. Ve nitekim İlâhî fikirler her gün biraz daha iflâs
etmektedir. Daha doğrusu asıl iflâs eden şey İlâhî fikirler ve bizzat ülûhiyet
değildir. Dinin ve telkinin mabutları, yerlerini aklın ve tecrübenin hakikî
Allahına terk etmektedirler. Artık bundan sonraki asrın evlâdı, bir sofu
gibi ibadet ve riyazâtle allah- laşmıyacaktır. Belki İlâhî eserlerin kemaline
bizzat yardım ederek tekemmül edecekler ve kendilerinde saklı olan kudreti,
ortaya çıkarmak suretile nasıl ulvî ve İlâhî bir eser olduklarını ispat
eyliyeceklerdir. Dinî ve lâdeni olmıyarak, nasıl düşünülürse düşünülsün,
insanın halketmesi, hiçbir zaman ülûhiyetin tasavvur edilen kudretine mugayir
olmadığı gibi, İlâhî kudreti de ihlâl edici değildir. Zira, mahlûkun
yaratıcılığını da - dindarane düşünmek lâzımsa- İlâhî arzu ve iradenin neticesi
addetmek müşkül değildir. Şimdiye kadar bu küçücük varlığımızın tasavvur ettiği
küfür ihtimalleri, ancak müte-
assıp ve cahil
insanların tefekkür mahfazasında bir yer tutabilir. Yoksa Cenabıhak, her nevi
istirkaptan ve her nevi zulüm ve kinin imkân ve ihtimallerinden uzaktır. Ve
ilmin bulacağı Allah, kulunun her nevi çalışmasını, hoş gören bihakkin cömert
ve cıvanımert bir Allahtır. Zira biz ilâhı rahmeti okadr bereket ve feyezan
halinde biliriz ki, ondan hisse kapan en hakir mahlûk, bizzat İlâhî kudretin en
gizli sırlarına nüfuz edebilir. İlâhî kutsiyet ve muamma yoktur. Gizli olan
şeyler cehaletimizin yüz karasını kapamıya yarayan bir perdeden başka bir şey
değildir. Kutsiyete gelince: Kendisini taktis ettiğimiz ülviyetler, bizim hiç
bir suretle tebcil ve takdisimizle alâkadar değildirler. Kutsiyet, kendimizi
kutsileştirmek arzusundan mütevellit bir desise ve ihtiras sıfatıdır. Eğer
biraz İnsanî düşünürsek - ve tabir caizse - diyebiliriz ki:
Allah talebelerini
kendi irfan ve iz’anı derecesine çıkaran fedakâr bir mürebbiye benzer, nasıl ki
en yüksek eserlerimizin karşısında şahsiyetimizin daha yükseklerini
yaratabileceğine emin olur ve kendimizde bir büyüklük hissedersek, öylece
âlemin yaratıcısı da, insan gibi muhteşem bir esere vücut verdiği halde
kendisini daima eserinin, fevkinde ve bipayan kudretinin ümmanını müdrik bir
yükseklikte hür ve iradeli bulur. Kulunun kendisine ilmen yükselmesi İlâhî
iradeyi memnun ve mesrur eder. Kendi eserlerimiz karşısındaki sevinçlerimiz
nasıl ki eserlerimizin kıymet ve ulviyetile mütenasip ise, öylece Allah ta
yüksek eserlerini bihakkin anlamak kudretini ispat ve izhar eden mahlûklarını
görmekle kendi kudretinin azamet ve ulviyetini hisseder. Binaenaleyh hayatta
küfür ve günah ancak beşerî münasebetlerdeki fenalıklara aittir. Hilkatin
cevherini ve ulûhi- yetin zatını anlamak için yaptığımız cehitler, samedanî
iradenin icabından doğmaktadır, küfür değildir. Eğer böyle bir Allaha ve böyle
manevî bir büyüklük ve kuvvetin varlığına mutlaka inanmak iktiza ediyorsa....
Şu mütalâaları
ne bir fatalisme ve ne de ruhanî hurafelere ve ne de hattâ
materialisme’in henüz tahakkuk etmiş bulunmıyan vahimelerine iman ettiğimiz
için söylemiyoruz. Maksat, esaslı bir hedefe vasıl olmak için huzurumuza
dikili bulunan maniaların kıymetsiz olduğunu anlatmak, ve hattâ buna Allahın
bile bir mani teşkil etmediğini bildirmektir.
Laik fikir ve iman kahramanlara...
Allah fikrinin
esaslı bir münakaşasına ne orta zaman rahiplerinde ve- ne de medreselerde
rasthyamayız. Zira bunların zamanı, herşeyden evvel böyle bir mevzuu akılla
tetkik edecek kadar taassupsuzluğa müsait olmadığı gibi, bizzat itikat
ettikleri dinlerin emirleri de onları böyle yüksek teşebbüslerden menediyordu.
Zira, dogmatik olan ve bünyesinde İlâhî ve kudsî kıymetler saklıyan emirleri,
insanın değiştirmesi ve hattâ zamana göre olsun izahına çalışması küfürdü.
Günahtı. Bütün bu devirlerde bu neviden teşebbüslerde bulunanlar yok değildir.
Fakat bu kahramanlar nihayet kara kuvvet tarafından bin bir işkence ile
öldürüldü. Her ne kadar orta zamanda ruhanilik ve cismanîlik meselesi ortaya
atılmışsa da bunu devlet işlerde din işlerinin ayrılması gibi lâik bir
zihniyetin ve gayenin mahsulü olduğu zannedilmemelidir.
Littre
lâzım geldiği
kadar
İslâm ve hıristiyan
âlimlerinin münakaşa edebildikleri mevzu, dinin usulüne ait olan
mevzular değil fürüuna ait olan meselelerdir. Zaten her dinin en esaslı
şartı, evvelâ Allaha körkörüne itaat etmektir. Bu sebepten ilim bile son
zamanlara kadar Allahın mevcudiyeti hakkındaki fikirlere zıt olmamak şartile
ilerilemek zaruretinde kalmıştı. Ancak lâicisme’in inkişafından
sonradır ki, insaniyet her tarafta daha müsbet terakkilere, ve daha kuvvetli
bir ahlâk seviyesine yükselebildi. Lâikliğin inkişafı her yerde
kolay da
olmamıştır. Avrupada senelerce ve çok defa kanlı savaşlara bile meydan veren bu
cereyan, ilk defa Almanyada Reforme hareketlerinden sonra kendisini
gösterdi. Siyasî hayatta, on dokuzuncu asrın son nısfına kadar Papa’nın
ruhanî hâkimiyeti az çok tesirini kaybetmedi. Fransa hükümeti, 1859 a kadar
Papalığa bağlı ve lâikliğe de düşmandı. Ancak bu tarihten sonradır ki,
hükümetin ve rahiplerin takiplerinden yılmıyan âlimler, fasılasız bir surette
serbest fikirler neşrine koyul-
«fular. Esasen
bu devirde bir taraftan Philologie, diğer taraftan tabiiî ilimler de
muntazaman tarakkî ediyordu . Almanyada evvelce bahsettiğimiz Straus [1] eski ve
yeni imanı mukayese etti ve Hegel’in fikirlerini Isa’nın hayatına tatbik
eden bir eser neşretti. Daha sonra Bauer isminde bir zat, yeni ve eski
ahtilerin mühim bir kısmını tenkide koyuldular. Straus’ un eserini
Fransada Littre
tercüme etti. Ve bu eser serbest düşüncelilerin- libre
pensen dikkatini kazandı. Diğer bir takım mütefekkirler, bilhassa Almanyada
fışkıran lâik düşüncelere karşı alâkalandılar. Maamafih bu devirde bir ilim
aşkından ziyade münakaşa ve tenkit zevki hakimdi. Yalnız .Strazburg
üniversite sinden Edouard Reuss talebelerini,
bitaraf bir zihniyetle dinî meseleleri münakaşaya alıştırdı. Ve talebelerinden
Coiani’nin
1850 de çıkardığı bir mecmua [2] içtihat kapısını
açmış ve hırıstiyanlığı, esasları bozulmamak şartile akıl yolda izah
etmek imkânını elde etmişti. Bu mecmua daha ziyade din tarihi üzerinde
çalışıyordu. Maamafih bu mecmua pek mahalli kaldı.
Daha sonraları
Ortodokuslukla alâkasını keserek dinî felsefe tetkiklerine koyulan CH. DolIftlS ve Au. Nefftzer gibi bazi
düşünücüler, İsa’nın faziletlerini taklit etmekten ibaret olan bir tabiî
dinin [3] meşruiyetini müdafaa ettiler. Ve her ikisi de müşterek olarak,
bu maksata hizmet eden bir mecmua çıkardılar. [4]
[|1 S trans : l’Ancienne et la nouvelle foi, 1873 [2J Revue de Theologie
et de philosophie chretienne [3] Revue gremaniquc
[4]
.Fenelon, bilhassa Deisme’den
bahsederken, derki «asrımızın serbest fikirlileri, katiyen Spinoza sistemini
takip etmiyorlar. Onlar sadece yaratıcı olan bir Allaha inanmakla mestturlar.
Bunlara göre Allah, ne iyi ve ne de hakimdir. Her ne kadar insana, iradeyi yani
günah işlemek kuvvetini, son gayeden uzaklaşmak, nizamı bozmak ve ebediyen
kendini yok .etmek gibi kudretler vermişse de .gene hakim değildir. Bu sisteme
göre : İnsan, kendinden her nevi hürriyeti kaldırmak suretile maruz kalınacak
mesuliyetlerden kurtulabilir. Ve Allah, kendisinden hiç korkmaksızın hayran
olunur ve tapılır. Ve kendi ihtiraslarımızın ceryânına göre vicdan azabı
çekmeksizin yaşatır. » Fenelon - Lettres sur divers sujet de metaphisiqııe et
de religion .
.Bu itikada
nazaran: Allah tarihte değil, tabiattedir. Allah, Naturaliste ve
Biologmte’k'rin tahlil ettikleri, harikalardadır. Yoksa, ruhumuzda,
günahlarımızın yüklendiği acı ve korkulu hislerde ve dinî itikatların
cehennemlerinde... Değil... Hülâsa: Deisme, ahireti, vahyi, mukadderat ve
saireyi düşünmeksizin sadece umumun menfaatine hizmet etmek dinîdir. Buna tabiî
din diyebiliriz ki bütün kuvvet ve: delillerini akıldan alır. Mamafih tabiî din
ceryanının tekmil delilleri, ortodoxe’luğa ciddî olarak inanmış olan rahiplere
İncilin meşruiyeti için hizmet etmiş oldu. Ve onlar, hıristiyanlığı bu suretle,
manevî ve tabiî bir din addettiler. Daha çok evvelleri, Fontenelle (1657-1757
) tarihin hiç bir zaman Allahı ispat edemiyeceğini fakat tabiatın bu işi
yaptığını, binaenaleyh hakikî ilâhiyatı fizik vâsıtâsile elde ede-
Bunlar gerek
Alman ve gerek Fransız alimlerinin din hususundaki serbest düşüncelerini
yekdiğerine tanıştırmak istiyorlardı. Bunsen isminde diğer bir zat ta, daha
ziyade Isa'ya on dördüncü asır fikirlerini vaiz ettiriyordu. Halbuki din
mucizeye, felsefe ise akla istinat ettiğinden din ile felsefenin heı hangi bir
şekilde olursa olsun uzlaştırılmasına imkân yoktu. Bu sebepten Revue
germainçue Sahipleri ancak hırıstiyanlığı insaniyet fik- rile uzlaştırmanın
mümkün olacağına inandılar.
Bu devirde
Almanyada daha serbest düşünceler neşrolunabilir; ve neşriyatı takip edenlerde
büyük mukavemetler ve isyanlara tesadüf etmiyorlardı. Halbuki Fransa,
hırıstiyanlığı sabit ve değişmez bir hakikat olarak kabul ettiğinden orada İlmî
taassupsuzluğa bile imkân yoktu. Revus ger- mainqu, daha ziyade din
tarihile oğraşıyor. Katolik olsun proteston olsun taassubun ve
mütaassıpların aleyhinde bulunuyordu. Bilhassa, DollfuS kilise ile
devletin ayrılmasını müdafaa ediyordu.
Yavaş yavaş
şöhret ve nüfuzları Fransada ehemmiyetli bir mevki tutan Renan ve H. Taine de, bunun fikirlerine
iştirak ettiler. Patrice Lar- roque İsminde başka bir zat ta bir taraftan
din tarihile oğraşıyor. Bir taraftan da hırıstiyanlığı inceden inceye tetkik ve
tenkit ederek yerine aklî bir din getirmiye çalışıyordu. Bu zat 1850 de çıkan La
Revue de Paris ismindeki bir mecmua da kendi tezlerini neşretti; ve bir çok
delillerle İncilin, papalarla papasların, hiçbir zaman esareti menfur
görmediklerini, hürriyet için çalışmadıklarını ve hatta Amerikadaki asri
esaret işlerine de mani olmadıklarını ispat etti. Bilâhare neşrettiği bir
eserde [1] Bu fikirleri daha vazih ve usulü dairesinde müdafaa etti:
Bu eserin
birinci kısmında hırısitiyanhğa ait olan esaslı akidelerin akla uyğun
gelmediğini izaha tahsis etti. Eserin ikinci kısmındada metinlerini tahlile
koyuldu. Bizzat İbranice öğrenmek suretile İncildeki yanlışlıkları gösterdi.
Sonra para mukabilinde zevcesini Firavn’a veren İbrahim ve Lut hikâyeleri gibi
ahlâka sığmayan meselelerin İlâhî olduğu iddia edilen
bileceğimizi
iddia etmiş ve tarihin Allahını taassubun ve ahlâkî olmıyan tarikatlerin Allahı
addetmişti. Filhakika, tarihlerde tanıdığımız Allah, fikir ve itikatlarında
katiyen taassübsüzluk - tolerence yoktur. Bu noktaya başka bir yoldan temas
eden MONTESQUİEU (1689-1755) da, tabiat ve cemiyet kanunlarını Allah yapmışsa
da insanın mütemadiyen bunları bozmakta olduğunu söylemişti. Fatalisme’den
kaçan bu zat, insanın hürriyetinden ancak İçtimaî kuvvetlerle muvazene halinde
yaşadığı müddetçe emin olunabileceğini ileri sürmüş, fakat İçtimaî kuvvetin,
kudreti ilâhiyeye muarız olduğunu farketmişti. Bununla beraber, hiçbir şeyin,
kör bir zaruret mahsulü olmıyacağını, zira, varlıkta kör tesadüflerin
yaratacağı bir intizamsızlık ve gayri makuliyetin bulunamadığını söyler
[Esprit des Lois].
[1]
Patrice Larroque — L’examene crıtique
des doctrines de la religion. chretienne, 1859
bir din
eserinde nasıl olupta yer tuttuğunu tenkit etti. Ve dört İncilin bir birini
tutmayan zıt fikirlerini göstererek, « Eğer papalarla papasların talim ve
terbiye an’anesi mevcut olmasaydı böyle bir dinin ne yaşamasına ve ne de
yayılmasına imkân bulunamıyacağını » iddia etti. Bu fikirlerini ihtiva eden
eser üç defa basıldı. Ve diğer bir eseri [1] dolayısile daha evvel Vacherot ve Proudhon’un ayni neviden
fikirleri dolayısile başlarına geldiği gibi, hükümetin taaruzuna oğrayacaktı.
Bereket versin ki İtalyan harpleri hem buna mani oldu. Hem de o, fikirlerini
serbestçe müdafaa için daha muvafık bir muhit buldu. Bu eserlerin arkasından
nihayet dini P. Larroque gibi bir ahlâk addeden Renan’ın eseri çıktı [2]
ve bunun fikirlerini pek muvafık bulan La bOUİaye neşrettiği bir
eserle, milyonlarca insanın inandığı mukaddes bir kitaba ait tenkitlerin
açıktan açığa değil biraz gizli tutulmasını muvafık gördü.
Bu esnada Renan bir vazifeyle Suriye’ye
gitti ve orada İbraniceyi öğrendi. Paris’e döndüğü zaman kendisine College
de France da İbranî kürsüsü verildi. Fakat oradaki tenkitleri tahammül
edilemiyecek bir hale geldi. Bilhassa bu esnada Isa’nın hayatına dair
neşrettiği eser [3] bütün papazları harekete getirdi ve kendisine
birçok
reddiyeler yazıldı. Maamafih birçok kimseler de muntazam eserlerle onu müdafaya
koyuldular. P.
Larroque [4] ve Reville [5] bunların ileri gelenlerindendir.
Arkadan Renan’hm
havariler hakkındaki bir eseri çıktı. [6] Kendisi bunda da
ayni hararetle mucizenin ve metafizik iddiaların aleyhinde bulundu. Hatta
bunlarla alay etti. Ve insanların safdilliğiden bu kadar haince istifade etmek
nezaketsizlik ve ahlâksızlığına hücum etti.
Laikliğin
inkişafında, yalnız din tarihlerinin tetkiki değil, ayni zamanda eski Yonan
fikirlerinin tarihini tetkik etmek te çok faydalı oldu. Bu suret-
[2]
Patrice Larroque — Religion et
Politique, 1878.
[3]
Renan — Essais de morale et de
Critique.
[4]
Renan — Lavie de Jesus. [Bu eser
Hayatı Yesu ismile lisanımıza nakledilmiştir].
[5]
P. Larroque — Opinion des deistes
nationalistes sur la vie de jesus selon İRenan, 1864.
[6]
Reville — La vie de jesus selon de M.
Renân, 1864.
[7]
Renan — Apotres.
le halkın
yalnız İncile mahsus zannettiği büyük ahlâk prensiplerinin putperest devirlerde
de mevcut olduğu ispat edildi. Daha 1853 de JaC(|ue DenİS isminde bir
profesör eserinde [1] «insaniyet, durup dinlenmeden değişip dursa bile esas
itibarile birdir; insaniyetin ahlâkî hayatı, ebedî bir hareket içinde olsada
yine birdir» iddiasında bulunuyordu. Bir taraftan da feylesofların
neşrettikleri eserler, ahlâkî hayatın sadece İncilde değil, tekmil beşeriyette
mevcut olduğunu gösteriyordu. Wundt her türlü ahlâkî emirlerde dini bir
karakter görmekle beraber Eu dinin mutlaka kitabî olmadığını iptidaî akidelerin
de ahlâkın esaslı tohumlarına malik olduğunu iddia etmişti. Esasen ahlâkî
emirlerin Allahlara isnadı da pek geç olmuştur. Zira, birçok kabilelerin dini
itikatları insanların birbirile olan alâ
kalarından
ziyade tabiatten üstün ve hattâ çok defa hiçbir mana ve kıymeti olmıyan
vaziyetlerle alâkadar olduğu görülmektedir. [2] Bougle’nin bahsettiği
veçhile, [3] Irving Klng’de hattâ ahlâki âdetlerde dinin tâli bir
rolü olduğnnu göstermiş, Leon Ma- rililer iptidaîlerdr
ahlâkın hiçte dine istinat etmediğini iddia etti. Durkheim’de [4] ahlâki
hislerin dini itikatlarda ancak bir hayal halinde ve karmakarışık bir surette
mevcut olduğunu ve ancak ahlâkla hukukun mensekî ameliyelerden çıktığını muhtelif
müşahadelerine istinaden müdafa etti. Esasen Belot’nun gösterdiği
veçhile, birçok faydalı hareketler, iptidaî ve hattâ yüksek dinlerde de
menedilmiştir.
Hülâsa ahlâki
mutlaka dine istinat ettirmenin ilmen imkânı olmadığı muhakkaktır. Bu sebepten
din ile ahlâk arasında sıkı bir münasebet ariyan ve ahlâki mutlakı
ilâhileştiamek istiyenler, bütün bu neşriyat ve müşahade- lere karşı gerilemek
ve mağlûp olmak vaziyetine girmişlerdir.
Müspet
ilimlerin mütemadi yükselmesi, bilhassa bu esnalarda çıkan tabiat âlimleri,
ortaye mucize fikrini, kökünden yıkacak birtakım keşifler ve
[1]
Jacque Deniş—L’histoire des Theories
et des moral dans l’antiquite 1853.
[2]
Westermarck — Origines et le
developpenent des ideis morales V 2. 1928.
[3]
G. Bougle -- Leçones de sociologie
sur levolution des valeures, 1922.,
[4]
E. Durkheime - Le systeme totemiqua
en Australie, 1912.
nazariyeleri
attılar. Boucher
de Perthes[l]sadece rahiplerin dini emirlere
karışmalarını hoş görmemekle kalmaz; ayni zamanda kâinatın ne şeklini, ne de
cisimleri yaratmamış olan bir Allaha inanır; ve dini sadece vicdan için bir
hayir addeder, dinî münakaşalardan da vaz geçilmesini ister. îşte bu devirdedir
ki, Lamarck’ın
Transfrmisme’i CuVİer’ye karşı Geoffroy Saint Hilair tarafından
şiddetle müdafa edildi. Böylece Darvvin mesleki yeniden intişara başladı.Ve
Fransada Clemence
Royer isminde bir kadın, Darwln’nin L’origine
des especes atlı kitabını tercüme etti. Kendisi müteassıp ve kıralcı bir
aileden olan bu kadın tekmil hırısti- yanhğı hırpalıyordu. Filhakika bu kadına
nazaran Ansiclopedie’nin neşrinden sonra ortada iki iddia kalmıştı. Ya
bütün canlılar, kendi cinslerinden doğarlar. Veyahut, tekmil hayati şekiller
Allahın bir eseridir. Birinci fikir Eflâtun ve incilin Realisme’ne aittir,
ikinci fikir ise Darvvin’e ve Nomi- nalisme’e aittir. Bu
ikinci fikir sistemi, Ferdiyetçiliğe - Individualisme ve insanın
hürriyet ve terakkisine inanır; Halbuki birinci fikir sistemi, her şeyi yüksek
ve İlâhî bir kudrete bağlar. Bu sebepten Ortodoks’lar Dar- Wİn’cilere
isyan ettiler. Her şeye rağmen bu müsbet düşünüş bir takım yeni ve kuvvetli
ahlâkî neticeler de verdi. Zira bu sistem, bir taraftan mutlak adaleti
reddediyor, diğer taraftan fo/’lan mahkûm ediyordu. Hülâsa bu kadın, terakkiye
inanıyordu. Darwin
mesleki Ingiliz ve Almanya, hattâ protestanlar tarafından
bile hücuma oğradı.
Bu devrin
felsefesi de Victor Cousln’in Ecleciticisme’inden ibarettir. Bu zat
bütün felsefesinde olduğu gibi itikat işlerinde de dini felsefe ile
uzlaştırmaya çalışıyordu. Ayni yolda Bartehelmie Saint Hilair[2] ve diğer bir
takım profesörler, akıl ile imanın birleşmesini müdafaa ettiler. Ve bu sistem, Restauration
devrinin resmî felsefesi oldu. Zira bu felsefe, devrin zihniyetine daha uygun
geliyordu.
August Conte; kiliseden
ayrılmakla beraber CızıuHerle kiliseyi birleştirmeye çalıştı. Ve yeni bir din
icadına kalkıştı. Bunun ilmihalini de yazdı. Littre; dini meseleleri
aklın ötesinde kalan bir mevzu addederek Çonte’un dinine de
yanaşmadı. Bu zat üstadından daha fazla İlmî ve Positiviste’dir ve devrine
fazla tesir etmiştir.
Asıl lâikliğin
yerleşmesi lâzım gelen saha, talim ve terbiye sahasıydı; Bu hususta nazır Jule Ferry’nin kanunlarile F. BuiSSOn’un [3] ve F. Pecaut’nun gerek
parlâmentoda ve gerek matbuatta yaptıkları mücadelede dikkat edilecek kadar
ehemmiyetlidirler. Bunlar on dokuzuncu asrın ehemmiyetli bir zümresini teşkil
eden müterakkî hıristiyanlık-Christiemısme
[1]
Boucher de Perthes - Sous des roix,
[2]
Bartheleuıie Saint Hilarie - Mahommet
et le Coaran ;
[3]
F. Buisson - La foi Laipue 1918
Progressif taraftandırlar
ki aralarında Steeg de vardır. Bu zümrenin asıl müessisi, yokarda ismi
geçen Neftzer
ve Dolffus’dür. Bunlar her nevi
merasimden azade, mutedil ve lâik Hıristiyanlığı müdafaa ederler; ve mekteplerden
Allah fikrini çıkararak, yerine medenî ve İnsanî ahlâkın esaslarını verirler.
Maamafih bu zümre, an’anevî Allah felsefesini reddetmezler; ve en mükemmel bir
insan saydıkları Isa’ya ibadeti muvafık görürler. Bilhassa Allahsızlığa
- Atheisme tamamen muhaliftirler. Bununla beraber, bugün bunu müdafaa edenleri
de eksik değildir. Meselâ Wiifred Monod, şuurlu bir
Allahsızlığın kör bir Ortodoksluktan daha kıymetli olduğunu iddia eder. Ve
insanlar : «Allahı, kendi aradıkları ve olmasını istedikleri müstakbel
terakkilerin bir sembolü addetmelidir» der. Ona göre, herşeyin başlangıcına
bir Allah koymaktansa sonuna koymak daha muvafıktır. Zira, bir Allah vardır
ki olacaktır; bir Allah vardır ki gelmektedir. [1]
E. Bouîroux da müterakkî
Hıristiyanların reislerindendir. Kendisi, felsefenin, din ile ilim arasında
birleştirme hizmetini yapacağına inanır [2]. Hülâsa müterakkî hıristiyanlar,
Allahı inkâr eden her akideyi reddederler; onlar, yalnız devletin istiklâli
için fedakâr görünürler. Serbest Israilci - İsraelite Liberale’ler de
ayni fikirdedirler. Bunlardan Haham LouİS G6r- main Lâvy de ma’kul bir
itikat sistemini, semavî olduğu zannedilen ve akla sığmıyan itikatlara tercih
eder [3]. Bununla beraber, bizzat yahudi dininde de her din gibi bir
teassupsuzluk mevcut değildir [4].
[1]
Wilfred Monod. L’einquietude
religicux du temps presant
[2]
E. Boutroux - La Science et la
religion
( Bu eser ilim
ve din ünvanile Türkçeye çevrilmiştir. )
[3]
Louis germaine Levy - Une religion
rationnelle et laique
[4]
Bir küçük fikir vermek için TEVRAT’ın
Decalogue bahsinden şu parçaları alıyoruz :
« Ben senin
Allahın olan ( Yahovah ) İAHVEH’im. Seni Mısır toprağından, uşaklık evinden
kurtaran Allahınım. Benim, karşımda başka Allahın olmiyacaktır. Ne semada, ne
denizde, ne toprak üstünde ve ne de yerin dibinde bulunan eşyadan putlar
yapmiyacaksın; ne onlar önünde secde edecek, nede ibadete koyulacaksın! Zira, ben
senin Allahın ( Yahovah ) İAHVEH’im. Babaların evlâdına yaptığı hataları
üçüncü dördüncü batna kadar cezalandıran kıskanç bir Allahım ! Fakat beni
sevene, benim emirlerime riayet edenleıc sonuna kadar merhamet ve şefkatimi
esirgemiyeceğim. Benim ismimi rastgele ağzına almiyacaksın! Zira, İAHVEH’ in
kulakları, boş yere ismini çağıranlara karşı sağırdır! Altı gün çalışacak ve
bir gününü bana tahsis edeceksin, çoluk, çocuğunu, hayvanlarını,
hizmetçilerini, eşyanı, her şeyini yuvanı ihmal edeceksin ! Zira, İAHVEH, altı
günde bütün bu kâinatı yarattı ve yedinci günü istirahat etti. »
[5]
Başka bir ifadeyle bu fikir Kuranda
da vardır. ) «Bu sebeptendir ki, yedinci günü SABBAT gününü takdis etti.
Annene, babana hörmet et ! Tâki Allahın olan İAHVEH, sana verdiği günleri
uzatsın. Kimseyi öldürmiyeceksin ! Kimsenin malını yağma etmiyeceksin !
Çalmiyacaksın ! Komşun aleyhine yalanci şahitlik yapmiya-
Daha on
sekizini asırdan itibaren başhyan Deistes lere gelince: Bunlar Tabiî
din taraftarıdırlar. Yani bir Allaha ve ruhun ebediyetine inanırlar. Fakat
bu Allah münhasıran hiç bir dinin Allahı değildir. Voltaire ve Rousseau bunlar üzerinde
müessirdir. Bilhassa Rousseau’nun dikkate şayan
bir eseri, [1] bunların İncili mesabesindedir. Bu deistler, umumiyetle
kilise düşmanıdırlar. Lâik mektebin müessisi Jean Mace ve feylesof Renouvier, papalığın da
aleyhindedirler. Bunların en büyük tesiri Üniversite de olmuştur. Yine
Deiste olan, yani mutlak bir Allahı kendi kendimize teemmülle bulabileceğimizi
iddia eden Paul
Jeanet, 1882 de ilk mekteplerin ahlâk programını yaptı. Bunlar
Allahsızhk-a/Âetsme ve kilisecilik- Clericalisme le de mücadele ettiler.
Zira, deisme sistemi, kaynağını hislerden, vicdan ve akıldan alan bir
dindir. Ve her din gibi bunun da kendine mahsus teassupları vardır. Bu
sebepten umumiyetle Allahı inkâr etmek istemedikleri gibi semavî olduğu iddia
edilen dinleri de istemezler. Allahsızlıktan korkmaları, içlerinden pek çoğunu
an’anevî dine sapladı. Bir çok neşriyatı olan VessİOİ [2] mekteplerde
lâik fakat dinsiz olmayan bir terbiyeyi müdafaa ettiler. Maamafih VİCtor Hugo [3] ve George Sand gibi bazi
şairler, tamamile teassup ve kilisenin aleyhindedirler.
Lâikliğin
getirlmesinde amil olanlardan serbest düşünceliler - Libre pen- seurs
açıkça kiliseyi ve Allahı reddeden bir tabiî dini müdafaa ederler. Bunlardan Goblot, verdiği bir
hitabede, ilk mekteplerin ahlâk derslerinden Allah hakkındaki vazifeler
silindiği takdirde hiç bir şey kaybedilemiyece- ğini iddia ederken V. Belot [4] Hattâ Allah
fikrinin felsefeden bile çıkarılmasını ister. Daha yanilerden «J. M. Guyeau da [5] «
Allahı bertaraf etmekle Kâinattan bir şey eksilmiyeceğine » inanır.
çaksın !
Komşunun evinde gözün kalmiyacak, ne zevcesi ve ne de hizmetçilerinde gözün
kalmiyacak; ne öküzünde, ne eşeğinde... Ve ne de ona ait olan şeylerin hiç
birinde gözün kalmiyacaktır ! »
Görülüyor ki,
bu bir taraftan kıskanç, rakip istemiyen, mukayese kabul etmiyen zalim Allah,
bir taraftan da Fücuru, sihirbazlığı, kehaneti istemez, ve bu on emrinde de
görüldüğü veçhile ahlâki bir mabuttur. Bu itikatları muhtelif dinlere karışmış
görürüz. MANİE ( 215-273 ) bunu 'hıristiyanlık, Boudisme ve mazdeizme’le
karıştırmış; ve MANİHEİSME’i vücıide getirmiştir. ( Bu mezhebe SAİNT - AU-
GUSTAİN talebelik yapmış ve bû rifezhep bilhassa Afrikaya 12 inci asırda
muhtelif şekillerde1 yayılmıştır. ) ;
[11]
J. J. Röüsseau — La profession de foi
de Vicaire Savoyard .
[2]
Vessiol I — de l’Education a lecote;
II — Chemen faisant; III — L’enstituteür [ Halâ çıkmakta olan bir mecmuadır.] .
[3]
Victor
Hugo — Dieu ( Riza tevfik' Abdülhak Hâmit ve felsefesi isimli eserinde bu
kitabı tahlil etmiştir ).. ;
[4]
V. Belot — L’idee de diek d’Atheisme
.1913. . ,
[5]
J. M. Guyeau —. Vers d’un
philoeophe'1881 ■ (; Bu eser Abdullah . Cevdet tarafından Türkçeye
çevrilmiştir.). ; .
Hülâsa bütün bu
lâik düşünenler, her kes tarafından malik olunabilmesinde hiç bir zorluk
olmayan tebiî bir ahlâka inanırlar. Zira bunlar, insanın akıllı olduğunu ve
aklın ise tabiî olarak kendi seviyesine uygun bir inanış yaratabileceğini
müdafaa ederler. Ve böylece bir taraftan da însaniyetçi - Hümanist
olurlar ve milliyetçilikle vatanperveliğe, insaniyetçilikten giderler ki biz de
Hilmi
Ziya [1] ayni yolu hiç bir itikada bağlanmaksızın, yalnız ahlâk
yolundan daha felsefî, cezrî ve lâik olamak şartile ileri götürmüştür. Hülâsa
lâik imanın an’aneci imanla alâkası yoktur [2]
*
Şimdi
mevzuumuzu bir de sadece ahlâk ve lâikliğe karşı hücum noktasından tetkik
edelim :
Fransada dine
karşı başlıyan şüpheci - Sceptique cereyanın başında rahip LamennaİS vardır. [3]
Yazdığı esere vaki olan hücumlar içinde ayrıca bir müdafaa yazmıştı. LamennaİS bu eserinde
İncili itikatların kendisini tatmin edemediğini ve eserin akılla tenakuz
halinbe bulunan noktalarını gösterdi. Esasen bu devirde akılla imanı
birleştirmek istiyen bazı papaslar da çıkmıştı. LamennaİS evvelâ
felsefeden şüphe ediyordu. O felsefenin, Allah da dahil olduğu halde yakınî
hakikatlerin prensiplerini ■elde edemiyeceğini ileri sürüyor; gerek umumî aklın
yani küllî tasvibin ve gerek ferdî aklın aczinden ve tenakuzlarından bahsetti.
Aklın bu inkârı felsefeyi inkâra ve nihayet şüpheciliğe varıyordu. Ona göre, «Putperestlik
Allahın birliğine zıt değildir. Zira putperestlik içinde bile mücerret, âlemin
halikı tek ve ebedî ve namütenahi bir Allah fikri mevcuttur. Ve bu her zaman ve
her millette mevkiini muhafaza etmiştir.» Bu fikirler bir taraftan vahyi,
mucizeyi yani hıristiyanlığı reddetmek diğer taraftan da akla kıymet vermemek
demekti. Fiotte
isminde bir rahip, bu iddialara cevep verdi.
Dinsiz bir
felsefeyi ve akılsız bir imanı kabul etmek istemiyen leveque d’Avranches [4] arzusuna
rağmen akılla imanı birleştirmenin imkânından şüphe eder; ve aklın aczine emin
olarak imanını da kaybeder. Fransada dinden şüphe edenlerin başlarında evvelce
de isminden bahsettiğimiz Huet gelir. Lâikliği ve teassupşuzluğu
hazırlıyan bu devrin dinden şüphe eden ve dinî safdilliğe isyan, eden
şahsiyetleri, hariçteki vatandaşlardan ziyade rahipler ve ilâhiyatçılar
arasınıza daha büyük bir
[1]
Hilmi Ziya — I — İnsanî
vatanperverlik 1933 II — Aşk ahlâkı. 1932
[2]
Geoıges Weill’in « Histoir de l’İdee
İaique en France an XIX e sieile 1'929» ■eserine müracaat etmelidir. " ‘
[3]
Lamcnnaiş - Essais sur
l’indifferancen matier de religıöh V 4 1811
[4]
L’eveque d’ Avranche - Traite
plilossphîque de la foblessc de lesprit hufılain, 1723
yer tutar. Bartholmes’in kitabı bunların
her çeşidinden bahsede? ve fikirlerini tahlil eder. [1]
Almanyada da
dinî hürriyet için harekete geçen Baron Bunsan isminde bir
ilâhiyatçı ve devlet adamı, ister protestan, ister katolik tekmil
mutaasslpların aleyhinde bulunur. Kendisi bizzat hıristiyanlıkta teassu- bun
bulunduğunu isbata çalıştıysa da, Jules Sthai, bizzat
hıristiyanlığın ve umumiyetle dinlerin bir taassuptan ibaret olduğunu muhtelif
delillerle gösterdi.
Bilhassa XIX
inci asır Almanyasında anarşist Max Stirner, Allahsızlığın
amelî faydalarını anlatıl. Evvelce de tahlil ettiğimiz, Reimarus [2] ve Lessing [3] ve bütün
diğer ilâhiyatçılar, tekmil dinlerin insan kalbinden çıktığlnı ve bunların
namütenahîliğe karşı duyduğumuz ihtirasın bir ifadesinden başka birşey
olmadığını iddia ettiler. Tabiatile din, böyle en- fusî bir eser olunca, bunun
prensiplerini koymak ta insan iradesine tâbi olacaktı. Böylece Isa esatirle
karıştırılacak, insanın fikirlerde İlâhî fikirler karışacak ve «insaniyet
âyini» yaratıcıya ibadet yerine kaim olacaktı. Esasen Hegel’de her felsefeyi
diğer bir felsefeyle alâkadar görmüş nihayet «Felsefenin biribirile
alâkadar olan böyle yeni ve eskileri olduğu gibi dinlerin de, Allahların da
yeni ve eskileri vardır» demişti, insaniyet dininin esaslarını hazırhyan
bu fikirler, Strauss’un haleflerine şu sözleri söyletiyordu
: «Siz cidden safsınız 1 Kendi kendinize tapıyorsunvz ! Önünde bütün insanların
ve insaniyetin iğildiği bu Allahlar, bizzat insanlıkta mevcut olan en iyi.
şeyler, en iyi fikirler ve en saf telâkkilerdir, insaniyet bu kendinin olan
şeylere kendinden farkll bir mevcudiyet atfetmiş ve bunları afakî gibi görmüş
ve zaman zaman buna Brahma, Bouddha, Ju- piter, yehovah, Jesus
Christ... isimlerini vermiştir. Kendi mevcudiyetinizi böyle
ikiye ayırmaktan vazgeçiniz; ve kendi iyiliklerinizi alınız ve kendinize
«Allah deyiniz! insaniyet! işte hakikî din budur.» [4]
Edgar quinet de bitmez
tükenmez tetkiklerinin neticesinde şu fikre vasıl olmuştu : « Tarih
başlangıçda olduğu kadar da nihayetinde insanın kendisini zincirliyen âleme
karşı bir protestosu, bir hürriyet manzarası,, ve namütenahinin mütenahiye bir
zaferidir. Bu zekânın kurtuluşu ve ruhun hakimiyetidir. Hürriyetin bittiği
yerde tarih te bitecektir ! insan, görünmiyen bir elle inliyerek, sadece bu
büyük kâinat safhasını parçalamış değil belki insan kendi kendine de muzaffer
olmuş... Kendi kendini bul-
[1]
C H. Bartholm.es - Huet,
eveqi'c d’ Avranchos, ou le scepticisme theolo- gique. Paris : 1850
[2]
Reimarus - Fragment d’un inconnu.
[3]
Lessing - Education du genre humain.
[4]
Saint - Rene Taillaudier — Histoire
et philosophi > religiuuse, Paris 1860-
muş, bitmez
tükenmez suretler ve putlar halinde değişerek ilerlemiş ve nihayet kâinatın,
kendini sıkmasından, zincirlemesinden nefret etmiştir!... » işte bu
haraket, bu ihtiras ve bu ülkü... Yolunda din ve Allah da insanın kendine
hörmetine, ve kendi kendini gayeye götürmek için kullandığı vasıtalardan başka
bir şey değildir.
Bütün bu
fikirler, Isa
efsanesini insaniyetin dinci muhayyelesinin mahsulü addeden,
ve nihayet Hegel’in
İsa’sını yani insaniyeti müdafaa eden Strauss’la hemen bütün
Avrupa itikat âlemine yayıldı.
Meselâ İsveç
kralı Oscar
1856 da kendi sarayında topladığı din meclisine verdiği bir
nutukta münevver ve fakat inanan bir meshep hürriyetinin protestan kilisesinin
esaslı akideleri arasına girdiğini ve ta 1687 de on birinci charles’in vazettiği zalim
ve mütaassıp kanunların artık utandırıcı bir hal aldığını söyledikten sorra,
yeni bir meshep hürriyeti kanununu teklif etti. Bu kanuna göre dinini
değiştiren ebeveyin 18 yaşına gelmeyen çocuğun itikatlarina müdahale
edemiyecek, ayni zamanda 18 yaşından sonra da her vatandaş istediği itikadı
kabul edebilecekti. Ve din propagandası memnudu. Diyet meclisinde
hayrete şayan bir teassupla bu kanuna hücum edildi. Ve nihayet meclis bunu
ekseriyetle reddetti. Aleyhte söyleyenler içinde âlimler, kumandanlar, zadegan
ve rahipler vardı.. Fakat nihayet, muhtelif tarihçiler, romancılar, ve serbest
fikirliler orada da lâikliği ilâna muvaffak oldular.
«s
*
* *
Bahsettiğimiz
faaliyetler, mücadeleler, nihayet Fransada 28 Mart 1882 de ilân edilen ilk
mekteplerde tahsilin cismanî ve ahlâkî, yani lâik olması hak- kındaki kanun,
yeniden teassupsuzluğa karşı bir haçlılar seferi açılmasını mucip oldu. Teassup
evvelâ, humanistes lere, sonra libertines lere, nihayet
feylesoflara saldırdı.
Allaha karşı
vazifeler okutulmadan insan yetiştirmek imkânsızmış. Lâik ahlâk, her türlü
cinayetlerin menbaı imiş.. Bilhassa papalık, ve umumiyetle Fransız rahipleri,
dinsiz bir lâik ahlâkın cemiyeti bozacağını iddia ediyorlardı. ilâhiyatçılar,
vaızlar, ve münekkitler, lâik ahlâkın boş formüllerden teşekkül ettiğini iddia
ettiler. Hattâ siyasî dindarlar, lâik ahlâkın bir alkoliği yolundan ayıracak
hiç bir emir vermediğini ileri sürdüler; bunlar, Allah korkusu olmayanlarda
ahlâkî kıymetin teşekkül edemiyeceğini zannediyorlardı. Hattâ papa XIII ncü Leon, muhtelif
memleketlerin Arche- veques lerine gönderdiği tamimlerde de ayni fikri
müdafaa etmişti. Papanın 1909 da, gönderdiği bir emirle, bütün Fransız rahib
ve Cardinalları
bilhassa Caperan’in naklettiği
İncil ayetleri, mümin olmayanlarını hareketleri, bu alem için faydalı olsa bile
ahret için hiç bir faydası olmayacağından,bunların muhakkak mahkûm olacakları
ilân edilmişti.Nihayet, Isa’sız tekmil çalışmaların boş olduğu ve put
perestlerin bütün iyiliklerinin heder olduğu iddia olundu. Daha evvel de Saint - Ogusfin « iman,,
haricinde adalet yoktur! » demiş ve hattâ daha ileri giderek hıristiyan olmayanların
tekmil hareketlerini günah addetmişti.
Bu kadar
insafsız ve merhametsiz olan itikatlarla temiz bir ahlakın ne suretle tesis
edilebileceğini düşünmek bile fazladır. Ve bir ahlâk, böyle gayri ahlâki
itikatlarla tesis edilemez. Esasen o, teessüs etmiş bir haldedir. Dinî ahlâkın
müeyyidesi azap ve cehennemdir; Lâik ahlâkın müeyyidesi ise vicdan, kanun ve
akıldır. Ve bu ahlâkın, kıymetini ne dine ve ne de Allaha olan alâkasile değil,
insaria ve cemiyete olan alâkasile ölçebiliriz. Lâik ahlâk, hareketlerimizin
vicdan ve cemiyete karşı olan iyi fena alâkalarına nazaran muhakeme eder.
Dinlerin ise bünyesinde adalet ve Allahların da fazilet yoktur. Zira dinler,
Lâik olduğu için afif ve halûk bir insanın ebediyen cehenneme gireceğini kabul
eder [1], Lâik ahlâk ise,, bu itikatta bulunanlara da acır ve onlara akıl ve
vicdan temnenni etmekle iktifa eder.
Dinî ahlâk
vatanperveranede değildir. Meselâ incilin şu ayetlerine bakınız :
((Sulhu
hazır Uyanlar bahtiyardırlar, zira bunlar Allahın oğulları ismini
alacaklardır.» (Mathieu) teline kılıç
alacak olanlar, kılıcıyle mahv olacaklardır.» (M. 26,52) bu
iddialara mukabil kilise haçlı seferlerini yapabilmiştir. Şu ayetlere bakınız:
«Devenin bir
iğne deliğinden girebilmesi mümkündür. Fakat zenginlerin, Allahın tahtına
irişebilmesi imkânsızdır.» (M. XIX,24) buna mukabil papelar
zengindir.. Ve bazı kilise papazları da incilin aksine olarak zenginliği meth
etmiştir. Bunların içinde «kadına malik olanlar, sanki ona hiç malik
değillermiş gibi olmalıdır.» (Ayni eser) Diğer taraftan kadının İşa yavrularını
çoğaltacağını iddia eden rahipler mevcuttur. Ebediyet iştiyen müminlere İsa : ((Elinde ne
varsa sat, fakirlere ver!» (M. XIX,21) emrini verdi. Halbuki
diğer papazlar «lâzım olandan fazlasını ver ! » tavsiyesinde bulunurlar.
Ya şu emirlerdeki mantığa bakınız :
((Bir kadına
şöhvetle bakan her adam, zaten yüreğinde onunla zina etmiştir. Ve eğer buna sağ
gözün sebep olmuşsa onu çıkar! Ve kendinden at ! Zira bütün bedeninin cehenneme
atılmasından ise, azandan birinin mahvolması senin için daha hayırlıdır!
«Komşunu sevecek, düşmanına . kinleneceksin » denildiğini işittiniz! Fakat ben
size derim ki, düşmanını-
[1]
Dictiondire apologetique de la foi
Catholique in [Enfer[ kelimesine bakınız»
zı sevilen,
ve size eza edenler için dua edin!.. Canınız için ne yiyeceksiniz diye,
bedeniniz için ne giyeceksiniz diye kaygı çekmeyin. Can gıdadan ve beden
elbiseden daha üstün değil midir ? Göğün kuşlarına bakın- ki, onlar ne ekerler,
ne biçerler, ne de ambarlara toplarlar!
ve aıger
Frnnsız Archevegues
leri lâikliği reddettiler. Hepsi müttefikan Allahsız iyilikle kötülüğün
birbirine karışacağını iddia ediyorlardı. İnsan için mutlak bir mecburiyet
olmadıkça ve bu mecburiyeti tahmil eden bir Allaha itikad yaşamadıkça, başlanılan
her işin boş ve faidesiz olacağını da ayrıca neşrediyorlardı. [1] Laik ahlâkta
hayır şerre tabi kılınmış deniliyordu. Bir takım eserlerde [2] solidarisme,
utilitarisme, altruisme gibi prensiplerin dinî prensipler yanında nekadar
âciz olduğunu ispata çalışıyor rı da yegâne ahlâhın dine istinat etmesi lâzım
geldiğini [3] müdafaa ediyordu. Laiklik aleyhinde olan bir çok müellifler [4]
Allahsız mektep ve Allahsız ahlâkın nihayet cemiyeti mahvedeceğini zannettiler.
P. Janet «J. Ferry projesinin
münakaşası esnasınde bir çok meb’uslar, İsveçde olduğu gabi, «Bir Allah
olmadıktan sonra kendimi ahlaklı yapmiya hiç bir mecburiyet hisssdemem ! »
Diye bağırmış ve alkışlanmıştı. 1910 da L’ Eclair gazetesi, mektep
ahlâkının laik olup olmaması hakkında bir anket açtı. Cevapların ekserisi
laikliğin aleyhinde oldu. Ve bizzat gazete müdürü, laik ahlâkın, mecburî
müeyyededen mahrumiyeti dolayısile manasız ve boş olduğuna inanmıştı.
Diğer bir kısım
müteassıplar, laik mekteplerin cinayet mektepleri olduğunu iddia ettiler. Bunlara
laik ahlâkın İçtimaî menfaatlere ve ürfe mugayir olduğunu, nihayet bu ahlâhın
apaş yetiştirdiğini hatta vatansız bir ; takım canilerin bu ahlâktan kuvvet
alacağını propaganda ettiler. Ve niha’ yet kiliselerde rahipler, vaizler, laik
mekteplere devam edenlere karşı çirkin ve sefil bir lisanla tearruza
başladılar. Bunlar mücrimlerin istatistiğini de tetkik ederek, mücrim
çocukların yüzde 98 inin laik mektep çocukları olduğunu ispata kalkıştılar. Ve
böylece Fransada zuhur eden her nevi fena hadiseleri laikliğin ve dinsiz
terbiyenin bir neticesi addettiler. Hülâsa laikliği aileye olduğu kadar da
yatana bir ihanet gibi gösterdiler. Halbuki son harpte yalnız Fransada seferber
edilen laik muallimlerden 36817 kişiden 8,119 zu öldü ve 10369 zu yaralandı. - Rühban
sınıfına men
fi] Vacant et A. deLigoriç -
Dictionnaire de Theologie catholique 1899
[2]
L’abbe Blanc - Foi et la morale
chretienne.
[3]
P. Janvier - Expositiön de la. morale
catholique 1912 . .
[4]
De Broglie I - La morale sans DieuII-
Forges - Laliberte et le dcvoire 1902
sup olanların
ise kendi adetlerine nazaran nispeti, yukardaki rakkamların dörttebiri bile
değildir.
*
* *
Halbuki
umumiyetle her hangi bir ilâhiyat kitabı, Allahı ispat için malik olduğumuz
fitrî ahlâk duygusunu delil olarak getirirler. Yani Allahı ispat için ahlâka ve
ahlâkı ispat için Allaha müracaat ederler- Hatta Saint - Thomas ve Saint -
Jerome gibi büyük rahiplerde putperestlerin bile bir ahlâki
olduğuna inanırlar.
Gene bir rahip
olan Caperan
[1] da mü’min olmiyanların da ahlâklı olabileceğini yalnız
bunların « kokusuz bir yağ» mesabesinde olacaklarını iddia ederek
insanda tabiî bir eylik temayülünün mevcut olduğunu gösterir. Halbuki, her din
ahlâk namına hareket etmesine rağmen, çok defa da ona muhalif düşünceleri tamim
ettiği malûmdur; mesalâ şu satırlara bakınız:
«Ve semavî
babanız onları besler; Siz onlardan daha değerli değil misiniz? Ve sizden kim
kaygu çekmekle boyunun ölçüsüne bir arşın katabilir? Ve ne için esvap hakkında
kaygu çekersiniz? Kır zanbaklarının nasıl büyüdüklerine dikkat edin! Ne
çalışırlar ve ne de iplik eğirirler; size derim, Süleyman bile bütün
saltanatında bunlardan biri gibi geyinmiş değildir. Fakat eğer Allah, bugün
mevcut olup yarın kırılıp atılan, bir kır otunu böyle geydirirse sizi daha
ziyade geydiremez mi?...» (İsa’nın dağdaki va’zından V-III Matta).
Görülüyor ki
dinî ahlâk insanı çalışmaktan soğutan, hayattan nefret ettiren, ve nihayet hiç
olmazsa biribirine zıt emirlerle dolu olan bir ahlâktır. Ve bu sadece
hıristiyanlığa mahsus değildir. Hemen münhasıran mucize ve vahiye istinat eden
tekmil dinlerde bu teassup, bu zıt mantıksızlık, ve nihayet tevil ve tefsirle
mantıkî bir kıymet alabilen basiretsiz ve iptidaî kanaatler doludur.
* • * *
Asrı hazır
kilisesi Ssint
- Alfons’un ahlâkına tâbidir. Bu ahlâk da maalesef vahiy ve
keramete ve papas mantıkına istinat eder. Maamafih Alfonsiste’let yeni
ihtiyaçları kabule mütemayildir. 1909 da tekmil kardi- nalların imzasile
neşredileli bir Lettre Pastorale’da birçok ahlâk kitapları tekfir edildi.
Meselâ bunlardan biri, bu bendi yazarken bize me’haz ' hizmetini görmüş
eserlerden olan Bayet’nin bir kitabidir. [2] Bu
[1]
L. Caperan - Probleme du salut des
infideles: 1912
[2]
. A • Bayet — Morale et
l’instructiöin Civique, Cours moyen, 1902
kitabın
prensiplerile Theolog-ie de Clermond’un ahlâkını bizzat Bayet’ye istinat ederek
mukayese edersek teassup mantıki hakkında bir fikir edinilebilir;
Lâik ahlâk şu
prensipleri müdafaa ediyor:
7
— Hakikî saadete malik olmak,
başkaları için yaşamakla mümkündür.
2
— Ulvi insan, başkalarına kardeş
nazarile bakan insandır.
3
■— Birbirinizi seviniz.
Halbuki papas
ahlakının prensibi ise şudur :
7 •— iyi
tanzim edilmiş bir rahim ve şefkat evvelâ kendi nefsimizden başlar !
Laik ahlakın
diğer mahkûm edilen prensipleri şunlardır :
7 — Fedakârlık
İnsanî faziletlerin en parlaklarındandır. Ve tarih insanlar için kendini feda
eden bir çok kahramanları gurur ile kaydeder,.
Dini ahlak buna
mukabil şunu kabul eder :
7 — Yakınlarınızın
hayatını kendi hayatınıza tercih etmeyiniz.
Lâik ahlâk :
7 — Başkalarının
hayatına hürmet etmeyi emreder ve cinayetleri, cürümlerin en müthişi olarak
gösterir. Ve ilk vazifemizin, başkalarının hayatına hürmet olduğunu söyler.
Halbuki papas
ilmihali :
Düşman
tarafından takip edilen adamın kendini kurtarmak için vaftiz edilmiş çocukları
mahvetmesini haklı görür !
Nihayet lâik
ahlâk:
Hırsızlığı
en fena bir hareket olarak gösterir. Bir yumurta çalan bir öküz çalmış
demektir! der.
Halbuki dinî
ahlâk:
Bir
zenginden (5) frank, orta, halli bir adamdan (3) frank çalmak büyük bir kabahat
değildir! diye düşünür.
Lâik ahlâk :
Ailede
çocuğun ebeveyne karşı itaatini ve onların emrini hürmetle dinleyip istihza
etmemesini emreder.
Theologie de
Clermond ise :
Mücrim veya
fena geyinmiş bir babayı evlâdın tanımamasını mazur görür.
Ve ebeveyni
arkadan çekiştirmeye müsaade eden..
Lâik ahlâk:
Askerliği,
vatanı müdafaa maksadile en faziletli bir vazife olarak gösterir.
Dinî ahlâk ise:
Hattâ asker kaçakçılığını bile bir faziletsizlik addetmemiştir. Ve sen firar
etmekle bir günah işlemiş olmazsın ! der. [1]
Umumiyetle
lâikliğin Garp te muzaffer olmasını temin eden ve bu zafer için yapılan
mücadeleleri ye bu mücadelelere hizmet eden İlmî ve felsefî cesareti ifade
etmesi itibarile dikkate şayan olan bu mevzu, daha fazla tafsil edilebilirdi.
Maamafih ana hat'annı hülâsa ettiğimiz bu cereyanın ne büyük bir emek mahsulü
olduğu açıkça anlaşılmıştır ümidindeyiz. Bu işleri hazırlamakta Allah ve din
meselesinin oynadığı rol, Allah ve din hakkındaki telâkkilerin geçirdiği
safhalar, ve bunların tesirleri de gösterilmiştir kanaatindeyiz.
Verdiğimiz şu
izahatla Allah fikrinin bugünkü telakkilere mazhariyeti nekadar geniş bir saha
üzerinde ve bitmez tükenmez mücadelelerin bir neticesi olduğu anlaşılır. Bir
müessesenin yıkılabilmesi, onun bir cemiyetteki kökleşme derecesine tabidir.
Yani bir müessese nekadar teazzuv etmişse o kadar güç devrilir. Garpte kilise
dini, cemiyetlerin bütün bünyesini, hücrelerini sarmış olduğu için, bunlara
dokunmak tehlikeli olmuştur. Halâ, Avrupa devletçiliğinde bile, zaman zaman
dinlerin fırkalar ve devlet adamları üzerinde bir rol ifa ettiği görülür. Hemen
diyebiliriz ki, biz Türkler kadar bu işi kökünden yıkmış olan muasır bir
cemiyet yoktur.
Zira, bizde,
dinî teassup, bir maişet vasıtasıdır; yani müteassıp olanlar, bu sayede
geçinenlerdi. Yoksa dine samimî olarak inanmış, ve hiç olmazsa dinî işlerde
kâfi derecede bilgi sahibi olan kalabalık bir hoca sınıfı olsaydi,
cemiyetimizin laik fikirlere karşı mukavemeti daha fazla olur; ve belki de bazı
acı hadiseler çıkabilirdi. Türk tarihinin her safhasında halkın teassupsuzluğu;
ve hatta bir dine bağlı görünen fakat umumiyetle softa mantıkına hücum eden
tarikat zihniyeti, zaten inhilâle başlamış olan dogmatik fikirlerin
gerek devletten, gerek mektep ve âileden kolayca atılmasına yardım etti. Esasen
kanunların ve kanun vazılarının her husustaki büyük iradeleri, milletlerinin
bu müşterek duygu ve isteklerinden gelir.
[1] B. Bayet:
La morale laique et ses adversaires, Paris 1925
Allah ve din hakkında içllmaiyatçı görüşler
Karl Marx
En kuvvetli
noktai nazar, hiç şüphe yok Durkheim (1858 - 1917) ,
L.
Burhl, Silven Levi, Westermarck, Frazer, Spencer... V. S... gibi
içtimaiyatçıların fikirlerinde saklıdır. Başlıbaşına ayrı bir müd- dea olan bu
noktai nazarlar, son asrın bu husustaki İlmî meyil ve kanaatlerini ibda ettiği
kadar da telhis etmiştir. Bu zatlar, insanın halkettiği bir Allah ile İçtimaî
münasebetlerin zaruretinden doğmuş olan bir dinde karar kılmışlardır.
Cemiyetler, geçirdikleri tekâmül safhalarına ve mensup oldukları tipe nazaran
ulviyeti, mahiyeti değişen bir Allah ve dine maliktirler. Umumiyetle din «Potlaç»
ı yani az çok umumî manasile, «Milletin haklar» ını çalanların
elinde, bir vasıta olmuş, ve Allah bu ihtirasların tatmininde kudsî ve sırrî
bir kuvvet, bir vasıta olarak şekilden şekle girmiştir. İntikam ve tehdide
âlet olan bu yaratıcı, seviyesini kullarının seviyesinden almış, hayır ve
adaletini kullarının iz’anından iktibas eylemiştir. İçtimaiyatçı düşünceleri
izah edebilmek için totemisme’i ve ona bağlı itikatlarla bu itikatlara
bağlı görüşleri toplu olarak görmek faydasız değildir.
İçinde
yaşadığımız cemiyetin, kitabî dinler haricinde kalan, fakat halâ inandığımız
bir çok bid’atleri vardır ki: Bunlar pek eski bir beşeriyette olduğu kadar da
bugün yaşamakta olan [iptidaî/ 1er arasında
hakikî bir
kanun, inzibat, ahlâk kıymetini muhafaza etmektedirler. Bıîgünkü içtimaiyat
bize beşeriyetin geçirdiği muhtelif tekâmül ve istihale merhalelerini çizerken
her merhalenin tabiî olarak malik olduğu evsafı tesbit etmeğe muvaf-
fak olmuştur.
Evvelce Kari
Marx mektebi zannetmişti ki, insaniyeti idare eden ve insanları
bir araya getiren amil, İktisadî zaruretlerdir. Ve bu zat Allahı, ■
sermayedarlık rejiminin yarattığı manevî bir sembol addetmişti. Yani ona göre
sermayenin kazandığı kudret ve nüfuz, yaratıcılık hassa ve kabiliyeti, ve
nihayet sermayenin manevî ve mücerret vasfı: Basit, yaratıcı ve muktedir bir
ülûhiyet fikrini doğurmuştur. Halbuki Auguste Conte saydığı
devirlerin başına İktisadî hayatla alâkası olmıyan İlâhî safhayı koymuş ve Durkheîm bunu başka gaye
ve manada olarak teyit etmiştir. Bu devirlerden bilhassa bizi alâkadar eden
birinci merhale beşerî müessesatın itikatlara istinat ettiğini ve itikatların
bir kemali değil en iptidai bir zihniyeti ifade ettiğini göstermektedir.
Filhakika, gerek Durkheim gerek Frazer ve bunlara mensup olan Fransız ve
İngiliz mektebi az çok dinî, cemiyetlerin en iptidaî bir müessisesi ve yahut
tekmil İçtimaî müessise- leri kendi sinesinde saklıyan ilk ana müessise olarak
görmüşlerdir. Yani insanları itikatların idare ettiğine vasıl olmuşlardır. İşte
bu noktai nazardan bizim tetkikine cesaret ettiğimiz mevzu, bu itikatların en
iptidai safhasını ve ona merbut olan hareket ve kıymetlerin mahiyetini tetkik
etmekten ibaret olacaktır. Biz burada bazan hududumuzu aşarak totmisme’in bazi
umumî evsafını ve hususî itikatlarını göstermiş olacağız. Bu iptidaî zihniyetten,
hem tabiatten üstün kuvvetlerin mahiyetini ve hem de dinî emir ve hislerin
nevilerini anlamak mümkün olur.
Totomisme’le 18
inci asırdan itibaren etnografya âlimleri, misyonerler ve nihayet din
tarihçileri meşgul olmuştur. Daha sonra Mac lenan^ Morgan, Grey, Frazer, Roberthson
smit, Dalie, Kravzer^ Boas, Dorsey; Mîndelef, Kuring, Wundt, Schitrelow,
Spencer, Ciln, Tylor, Freud, L. Bruhl, Durcheim^ Hubert, Holms, Mosse, Lubookj
M. Muller, Baldwin, Haddov, Burcke, Wes- termarek... gibi bir çok
zevat muhtelif tarihlerde bu meseleyle meşgul olmuşlardır. Bunlardan bir kısmı
akrabalık esaslarını, bir kısmı muhtelif iptidailerde tötemisme’in aldığı
şekilleri tetkik etmişler, bazılari da totemis- me’i bir din ve hukuk meselesi
addetmişlerdir.
Bunlardan bir
kısmı da totemciliğin ifade ettiği ruhu tahlile koyuldular. Hülâsa: Bazen bir
sebep ve bazen bir netice olarak bugün din hayatının en iptidai şekli olarak
tesbit edilmiş olan totemisme, iptidailerin nev’i şahsına münhasır olan mantık
ve itikatlarını keşfetmemize medar olmuştur. Biz burada meselenin sadece
topografik bir tavsifini yapmakla iktifa edeceğiz. [1]
[1]
Bu meselelere dair fazla mulumat şu
eserlerdedir :
A:
Morgan - Ancienne sosyete;
B:
Frazer - totemisme et exogamie;
C:
Freud - Toteme et tabou;
D:
L. Bruhl - L’ame primitîve; Le
fonetion mentales dans les societesinferi- eures ve diğer eserleri.
E:
Durkheime - din hayatının iptidaî
şekilleri; [Hüseyin Cahit tercümesi] cilt 2 ve kitabımızda ismi geçen muhtelif
içtimaiyatçıların ve bu zevatın diğer eserleri [bunları Bibliyografya de
bulacaksınız].
Totem,
iptidainin kendisile kendisini ihate eden Klan halkı ve eşyası arasında
bir kardeşlik ve akrabalık bağı olarak kabul ettiği canlı ve cansız herhangi
bir madde veya hadisedir. Bunlar iptidainin zihniyetine göre bizzat kendisidir,
iptidaî, kendisini toteminden ve totemin resmini taşıyan eşyayı kendisinden
ayıramıyacak kadar ferdiyet his ve şuurundan mahrumdur. Hakikatte aralarında
hiçbir kan alâkası mevcut olmadığı halde iptidaî kendisini ve Klan
halkını bu totemin soyundan gelmiş addeder veyahut bizzat bu totemin ayni gibi
görür; böylece ayni toteme mensup olan insan ve eşyaye tearruz edilmesi pek
büyük felâketleri mucip olur. Binaenleyh totem, bazı içtimaiyatçıların
zannettiği gibi ne sancak nevinden cemiyetin birliğini temsil eden bir sembol,
ne de bir aile esaletini ifade eden bir arma ve ünvandır. Belki Klan
efradının bir nevi büyük atası, yani Klan’ın varlığında zarurî bir şarttır, bu
itibarla eski kahramanların hatıradan silinmiş ve efsanevî bir mana almış
şekillerinde de olduğu gibi; ecdat perestliğin bir hatırası, mabutlara takdim
edilen bir kurban; veya sadece İktisadî bir kıymetin maddî ifadesi de değildir.
Belki totem sadece klan efradının mevcudiyetinde yegâne sebep ve
şart olan mukaddes bir menba ve mukaddes bir kuvvettir. Bu itibarla her klan
kendi toteminin ismile yadolunur ve başka klanlardan ancak totemlerile
tefrik edilirler. Totem olabilecek maddelere gelince: Bunlar ya tamamile canlı
bir hayvandır: Kertenkele, kurbağa, karga, sincap, tilki... gibi yahut canlı
bir hayvanın lâalettayin kanat, kuyruk, pençe, baş vesaire gibi bir uzvudur.
Camit maddelerde totem olabilir: Ateş, başak, duman, maden, su, yaprak,
çiçek... gibi; bunların behemahal işe yarayan mevaddan mürekkep olmasıda şart
değildir. Tabiî hadiselerin de totem kıymetini kazanmış olduğu görülmektedir:
Rüzgâr, bulut, şimşek, yağmur gibi... Maamafih en esaslı totemleri hayvanlar
teşkil eder diğerleri ikinci derecede sayılır.
Totemin
insanlara olan münasebetine gelince :
Totem
mukaddestir, binaenaleyh tearruz edilemez; ayni totem dahilinde bulunan
birşeyde kardeş olduğu cihetle ayni suretle tecavuzdan masundur. Bir klanın
kuvvet ve şerefi, totemin kıymetile mütenasiptir, bu sebep-
tendir ki ancak
totemin manevî kuvvetini kendine nakletmek veya kendisini ona daha fazla
benzetmek ve onun miktarını arttırmak için totem yenebilir. Bu suretle iptidaî
totemle kendi arasındaki ayniyetin çoğalacağını zanneder. Bazı iptidailerde
ölmüş ana ve babalarını ayni his ve mantıkla yerler. Bu insan yeyiciliğine Canibalisme
denir. Totemin bu sarf olunması,, ancak cemiyet halinde müştereken yapılan [
Communion ] ayinlerde1 yapılabilir.
Bir Totem
ismi nasıl iktisap olunur ? Aile içtimaiyatına teal- lûk eden bu
meselede totemin ne gibi şerait altında intikal ettiğini bilmek
iktiza eder.
Biz’burada bunun tafsilâtina girişecek değiliz. Her totem, ken
di mensuplarını
kutsîleştirdiği için klanlarda izdivaç ancak başka bir klandan kız almak
suretile vaki olur. Buna Exogamie derler. Zadrouga farla Polyandrique
aileler müstesna olmak şartile fücur - inceste un önüne geçmiş bulunan
bir kaideye nazaran maderşahi - matriarcal aileler de çocuklar ana
totemini pederşahi - patriarcal ailelerde ise baba totemini alır
lar. Bu
itibarla totem irsen intikal eder ve mefruz akrabalığın bir vasıtası
olmuş olur. Bunlardan başka bir de doğum totemi vardır ki, ekseriya bir
kadın doğururken etrafında toplanan kadınlar, sıra ile bir isim söylerler:
Çocuğun doğduğu anda söylenen isim, onun doğum totemi olmuş olur. Fakat asıl
mesele çocuğun klana mal edilmesi keyfiyetidir. Çocuk reşit olmadan evvel,
henüz klanın totemini almamıştır. Bu hususta bir takım merasim vardır ki,
umumiyetle pek gaddaranedir. Gencin dişi çekilir, sünnet edilir, aç bırakılır,
döğülür, uykudan mahrum edilir. Zira iptidaî zanneder ki, mahrumiyet ve ıstırap
şahsiyeti değiştirir, ve ıstırap
gören uzuvlar bilhassa
Durkheim
kuvvetlenir ve
totemin manevî kudretini temsil etmeğe daha kabiliyetli olur. Bu ayinlere Wundt gaddar
ayinler - \es rites cruele ismini verir ki, Durkheim’in İntichiomajayini dediği
merasimle bunu karıştırma- malıdır. Bu gencin, dinî ve İçtimaî hayata girmesini
temin eden bir merasimdir. Bazı kitabî dinlerde halâ iptidaîlikten kalan
fikirlerin devam ettiği görülmektedir. Bu merasimde akan kan ve salyanın aldığı
şekle nazaran da genç başka bir totem daha almış olur. Ferdî hayatta cesaret ve
kuvvetin, klan hayatında ^birlik ve kardeşliğin vasıtası olan totem,
birçok İçtimaî
müessiselerin de anasıdır. Filhakika iptidaînin tekmil ahlâki, hukukî, bediî ve
İktisadî müessiseleri totemisden neş’et etmiştir. Ehli hayvanları çoğaltmak,
ziraat yapmak Totemi çoğaltmak esasından
doğmuştur. Totemin resmini yapmak, eşya üzerine kabartma veya oyma olarak
şekillerini tespit etmek onu, sihrî vaziyetlerle çoğaltmak esasına istinat
eder. Ayinler esnasında takılan maskelerde ekseriya totem şeklindedir. Şu halde
temaşada da totemisme’in bir rolü vardır. Hülâsa tekmil akrabalık esaslarını,
mihaniki tesanüdü millî mefkûreyi, millete muhabbet ve hürmet dolayısiyle
totemisme’e borçluyuz. Mamafi iptidaî hayatta, bir menfaat ve istikkbal
endişesi, hattâ ihtiyat fikri bile mevcut değildir. Zira bunlar ancak şahsiyet
hislerile millî ve ailevî şuurun bir neticesidir, iptidaîler ölüm kadarda
doğumun ve çoğalmanın sırrı hakkında hiç bir fikre malik değildirler.
Binaenaleyh bütün bu itikatları şuurlu ve istikbali müdrik bir zihin
fâaliyetinin mahsulü addetmemek iktiza eder.
Totemisme’e
ehemmiyet atfını icabettiren esaslı mesele, onun tevlit ettiği itikatlarda
saklıdır. Bu itikatlar umumiyetle [Tabu ve Mana] etrafında toplanır, tabu
dimek, umumiyetle [masuniyet, mahremiyet, memnuiyet ve yasak] demektir.
Bu itibarle ayni toteme mensup olan şeylere taarruz tabu dır. Totemin ve
toteme mensup olan eşya ve mevcudatın haiz olduğu tasavvur edilen kuvvetede [
Mana ] derler. Bu itibarla bütün hilkat mana ile doludur. Bu iki telakki,
İçtimaî hayatta çok mühim bir rol ifa etmiştir. Biz burada kısaca bu memnuatla
bu esrarlı kuvvetin cemiyet hayatındaki tesirlerini hülâsa etmiş olacağız:
Umumiyetle
Totem ayinlerinde kullanılan bir takım mukaddes aletler vardırki bunlara « Şuringa
» veya « Curunga » derler. Bu hem bir isimdir ve hem de mukaddes
demektir.
Bunların
yabancılarla reşit olmayanlar tarafından görülmesi memnudur. Bunları gören ve
gösterenler idam edilirler. Bunların bulunduğu mukaddes yerlere iltica edenler
kudsileşirler, düşman dahi olsa affolunurlar. Bu aletlerin kaybolması fert ve
cemiyet için pek büyük felaketleri mucip olur. Zira bu aletlerde şifa ve
kuvveti veren bir hassa mevcuttur ki cemiyetin bundan mahrumiyeti tehlikelidir.
Şuringa ların kuvveti, ona intikal ettiği zannedilen ecdat kuvvetinden
neşet eder.
Nortonya denilen diğer
bir takım âletler vardırki, bunların etrafında âyinler yapılır., ve bunda saklı
olan kuvvet, gençlerin kanı akıtılmak suretile kendilerine aşılanır. Bu
totemin maddî bir timsalini teşkil eder. Bu âyinlere de iştirak edenler
umumiyetle kardeş olurlar, ve hepsi aynı ismi taşırlar; bu itibarla
kudsileşirler. Fakat insanın her yeri ayni derecede mukaddes değildir. Saç kan,
diş ve gulüfe fazla mukaddestir. Ekseriya Communion âyinlerinde akıtılan
insan kanlarına kadınların bakması /âiu’dur.
Arunta’lat, yani kâhinler
bunları toplıyarak bir yere defnederler ve üzerine bazı işaretler korlar ki bu
sahaya tecavüzde memnudur. Zaman geçtikçe Şuringa ’ların çoğaldığı,
bunlardan bazılarıni Klan efradından birisinin temellük ettiği görülür.
Bu suretle husule gelen mülkiyetten, bilâ- hara, tarikatler, loncalar,‘ocağa
istinat eden ve üfürükçülük nevinden bir takım aile san’atları doğar. Bir tâbu’yu
ihlâl etmek, iptidaî için büyük bir
' F : 16
felâkettir. Bu
felâket ya ferden tâbu’yu ihlâl edene veyahut aile ve Klan’a ariz
olabilir. Şayet Klan’da bir salgın veya felâket zuhur edecek olursa,
iptidaî derhal bir tâbu’nun ihlâl edildiğini zanneder ve hemen kâhine
müracaat ederek yalnız cürüm ve mücrimleri değil, hangi neviden bir tâ- bu’nıın
ihlâl edildiğini de anlamıya çalışır.
Esasen her Klan’da
iki nevi memnuat tesbit edilmiştir. Birisi Totemique memnuattır ki
bunların cezasını mihaniki olarak cemiyet verir, zira bu, doğrudan doğruya
mukaddesata taarruzu ifade eder; diğeri sihrî - Magique memnuattır.
Bunların cezaları ise daha çok tesadüfidir. Bunlar sıhhî ve intifaî işlerde
olduğu ğibi umumiyetle müeyyideleri tabiî ve fiziyolojiktir; İptidaiye nazaran
cürüm; rnücrim, şüpheli ile mücrimin tevabiî, canlı veya cansız diğer masum
eşyada mücazata düçar edilebilir. Zira, cürüm saridir.
Cürmün sirayeti
korkusu, tabiatile Klan da müşterek ve ahenktar bir asayiş, emniyet ve
karşılıklı hürmet hislerini uyandırır. Bu itibarla, tâbu itikadı,
iptidaînin yalnız hukukî kıymetlerine değil, tekmil ahlâkına ve amelî hayatına
tesir etmiştir. Bunun içindir ki iptidaî, bazı günlerini uğur-* lu bazı
günlerini uğursuz addetmiştir. Halâ (Uğurla saatler ve uğursuz zamanlar)
itikadı, medenîler arasında bile mevcuttur. Bugünlerde hiçbir taarruz Veya
cürüm irtikâp edilmez. Bilhassa Amerika iptidaîlerinde, her hangi bir fert
bilezik ve silâh gibi ince birşey imal edeceği zaman ona kendi şahsiyet
veruhundan birŞey ilâve etmek lâzım geldiğine inanır ve bu ilâvede muvaffak
olmak için bazı lâiu’larla, rejimlere hürmet ve riayet zaruretinde kalır. -
Asrî, güzel san’tlerde san’atkârın şahsiyeti meselesi iptidaîde gayri meşur bir
halde yaşıyor demek! - umumiyetle zevce zevcin totem ve fâia’larını tamamen
benimser. Fakat erkek Zevcesinin tâbu’- larına ehemmiyet vermez.
Bir cocuk
doğunca dedesine veya baba tarafından en yaşlısına götürülür. SekizinÇi günde
bu adam çocuğun ağzına tükürür. Bu suretle Ntoro denilen ecdat ruhu,
çocuğa intikal etmiş olur. Bir başkasının bu işi yapması fâiu’dur. iptidaî
aziz bir ölüsünün matemine .tahammül için o ölünün kemiğini, saçını ve dişini
hülâsa bir cüzünü muhafaza eder ve buna dokunmak tâbu’dur. Eskimo'larla,
Berayla’larda doğum ismi fâbu’dur . Telâffuz edilmez, gündelik isim
ayrı verilir ve doğum ismi telâffuz edilirse hem çocuğâ, hem telâffuz edene
fenalık âriz olabilir. Aynı şekilde gece yarısı bir mezarlıktan geçilirken
ölülerden bahsedilemez, aksi halde ölü, hayvan şeklinde tenasühe oğrar.
iptidaîlere nazaran zinada memnudur. Bilhassa gebe bir kadınla zina edilirse
neticeye intizar olunur. Doğacak çocuk ölmediği takdirde mücrim takip olunmaz.
Zira bu takdirde baba ve zaninin Ntoro’su ayni addolunur. Aksi halde
idam olunur. Cürüm sarı olduğu için hiç kimse bir diğerinin elbisesini
giyemez. Bilhassa
çocuklar bundan
kat’iyen menedilir. Bir yalancının elbise veya şapkası giyilirse derhal
yalancılık giyene sirayet etmiş olur. Sahibinin müsaadesi olmadan giyilen
şeylerle derhal atılır. Bu sebeptendir ki hiç bir kimse mücrime dokunamaz
saklıyamaz. Yine bu sebeptendir ki mücrim de bizzat ölümü bekler. Onunla ya
kimse temasta bulunmadığı için açlık içinde ölür ve yahut öldürülür (Aforoz).
Bir adamın öldüğü yer mukaddes addolunur. Böyle bir yerden bütün cemaat göç
eder, ancak muayyen bir zaman sonra avdet edilir. Can çekişenin yanında bulunmakta
tâbudur. Bazi gıdaların kadınlar tarafından yenmesi de menedilmiştir. Kadınlar,
ibadet aletlerini ancak uzaktan görebilirler. Bazi dinî merasimde onların
yerlerini uzaktan bile gör- mekten menolunurlar. Bazi din şarkıları vardır ki
onları kadınlar işitirse idam edilirler. Gayri mukaddes kimselerin mukaddes
kimselere hitap etmesi de memnudur. Mukaddes olan şahsiyetlerin isimleri de
mukaddestir.
Binaenaley
alenen telâffuz olunamazlar. Yavaş telâffuz edilirse mutlaka bir ihtiram
sıfatını ilâve etmek iktiza eder; dinî hayata yeni giren gençte konuşamaz.
Konuşmak için ayrı merasim vardır. Bir ölünün ismini taşıyan kimseler derhal
isimlerini değiştirirler ve ölünün sık sık kullandığı kelimeler yerine başka
lisandan istiare edilmiş kelimeler kullanırlar. Bu kutsi lisanın menşeini
teşkil eder. Her fert dinî merasimden evvel soyunmağa,* yıkanmağa ve merasimden
evvelki tezyinatını imhaya mecburdur. Her zaman yapılmakta olan şeyler gayri
kutsidir.
Bu itibarla
yemek, konuşmak, çalışmak gayri mukaddestir. Ayin esnasında bunlar yapılamaz.
Bir iptidaînin hayatı, av, harp ve ayinlerle geçer. Bu itibarla sade yortu
günleri çalışamaz. Klan’a. yeni gelmiş ve henüz anne olmamış kadınların
maruz kaldığı tâbu 1ar daha kuvvetlidir. Hele onlar bilhassa erkek
işlerine hiç karışamazlar. Iş bölümünün ilk menşei bu noktai nazardan
itikadîdir. iptidai, kan ve idrarda şahsiyetinden birşey var zanneder. Silâh
veya eşyasını bırakıp yanına işemekle onları taaruzdan masun bir hale getirir.
Kapısına elbisenin bir parçasını asmak, bahçesine meselâ serpuşunu bir korkuluk
gibi her hangi bir sırık üstüne koyarak çekilip gitmek, oraya başkasının
taaruzunu meneder. Zira, bu vaziyetteki, yerlere taaruz tâbu dur. Dinî
hayatın inkişafı için kutsî bir yer lâzımdır. Mihrap ve mabedin menşei,
mukaddes eşyanın saklandığı yerlerdir; buralara yabancılarla gayri mukaddesler
giremez. Toteme müteallik memnuatın hepisini saymıya imkân yoktur. Bu memnuat
tekmil iptidaî insanlarda mevcut olmakla beraber hepisi burada saydıklarımızın
ayni değildir. Bunun içindir ki memnuat namütenahidir, iptidaî, bunlarla
kendisini terbiye etmiş bu itikatlar sayesinde yaşamıya ve birbirlerine itimat
etmiye muvaffak olmuştur; yani kendisini esir eden bu itikatlar içinde garip
bir hürriyet kazanılmıştır. Hülâsa bütün bu tâbu\ar, diğer itikatlar
gibi İçtimaî muvazeneyi tesise hizmet etmişlerdir.
Evvelce HolıTICS bazi iptidaîler
arasında Imünü denilen ve her yerde bulunan gayrı şahsî ve ancak
fertlerde şahsi gibi varlığı farz olunan bir kuvvet müşahede etmişti. Bilâhare
başka yerlerde az çok ayni şeye yakın bir manade olmak üzere Vakkan
ismini alan bu kuvvet içtimaiyatçılar tarafından Mana ismi altında
umumîleştirilmiştir. Yani hemen tekmil iptidaîler bunu her şeyde mevcut bir mekni
kudret - energie potentiel gibi tasavvur ederler.
Bunsuz hiç bir
şeyin vücude gelmeyeceğine inanırlar. Esasen tekmil tabular, bilhassa totemin
ve diğer canlı ve cansız tekmil mevcudatın hamil olduğu Manaya karşı duyulan
hürmet ve korkunun mahsulüdir. Mana iptidaiye nazaran, kemiyet ve
keyfiyet itibarile bazi, hususiyetler arzeder. Bir defa, kemiyet itibarile;
mevcudatın haiz olduğu Mana kuvveti muhtelif derecelere ayrılmıştır.
Binaenaleyh bir şeyin kıymeti haiz olduğu Mananın kemiyetile mütenasiptir.
Bundan insanlar arasında ve eşyade hususî bir silsilei meratip baş gösterir.
Rahipler, kâhin doktorlar, siherbazlar, gibi ki bunlar, muhtelif kıymet ve
kemiyette birer Mana hamilidirler. Bittabi totemden başlayarak
gayrımukaddes eşyaya kadar cansız ve canlr maddelerin haiz olduğu Mana
miktar itibarile ayni değildir. Keyfiyet itibarile Mana, tekmil eşyanın
evsaf ve hassalarını teşkil eder. Sertlik, yumuşaklık, metanet, faideli veya
zararlı oluş hep Mana dan doğar. Bilhassa Mana eyilik ve fenalık
yapmak hassalarını da haizdir; mevcudiyetini nefes, hava, rüzgâr ve ruh gibi
hissettiren Mana nın eyilik ve fenalık derecesi eşyanın hamil olduğu bu
kudretin miktar ve keyfiyetine tabidir .
Bir ok, ancak
manası nisbetinde isabet eder ve müessir olur . Bir çomak ve kılıç de ayni
suretle manası kadar müessir olabilir. Mananın diğer bir vasfıda istihale ve
tenasüh iktidarında oluşudur. Yani o her şekilde tezahür eder, ve her şekilde
kendisini hissettirir. Umumiyetle dağlar ve taşlar ğibi fazla devam*eden ve
bize bir ebediyet hissini veren maddeler daha fazla Manayı ihtiva
ederler. Bunun içindir ki bilhassa dağlar arzın iskleti addolunur, bunlara
hürmet edilir. Bakla, patates, fasulye.. Gibi muayyen şekilde olanlar kemali
ihtimamla ayrı bir tarafa konur, fal taşları, tılısımlı taşlar bu kıymetten müstefit
olan mukaddesatı teşkil ederler. (Ha-
çeri
esvet?!). İnsanın kemikleri, dişleri ve saçlarıda fazla Manaya
maliktir. (Mumya, bir taraftandaMana kuvvetini çoğaltmak ve muhafaza etmek
içindir) Mana yı haiz olan mevadı, ancak mukaddes insanlar keşfedebilir.
Zira Mana, onlara zahir olabilir ve ihtiyarlar gençlerden fazla Manaye
maliktir. Çocuk umumiyetle erkek Mana sının ve eşyadaki Mana nın
tesirile husule gelir. ( Meryeme üfürülen ruh?!) umumiyetle reislerin
kafa taslan Mana ile meşbudır. Onlarla şarap ve kan içmek, reis
başlarına ehemmiyet vermek bundan husule gelir. Klan ca yüksek bir
İçtimaî mevkie malik olanların baş, el, ayak gibi kemikli uzuvları saklanır.
Bunlar rüzgârın istikametini değiştirmek, mahsulatın bereketini tezyit etmek,
yağmur getirmek ve nihayet düşmana galebe için teşhir edilir. Mana’mn
bilhassa tekâsüf noktaları: Güneş, yıldız, rüzgâr ve kâhinlerle fazla
ihtiyarlardır. Bunların defnolunduğu yerlerde mana ile meşbudurlar. Oralara
hürmet edilir.Ve onlar vasıtasile gizli kuvvetlere tasarruf olunurlar/ Evliya
türbeleri, mukaddes makamlar!) İptidaî mukaddes mahallerin ruhanî
tesirlerini, ve oradaki müessiriyeti bu mahallerde teraküm eden manaya
hamleder. Mukaddes eşya huzurundaki heyecan ve hu- şuu da aynı suretle onlarda
saklı olan manadan husule gelir kanaatinde bulunurlar. Klan kendisini
zayıf bulduğu, aralarındaki bağlılık azaldığı zaman mananın mütekabilen tekmil
efrada geçmesi için bir âyin yapılır. Buna Intişiyom’a âyini derler. Bu
âyinlerin verdiği heyecanla Klan halkı yekpa- releşir. Kendinde yeni bir
heyecan ve kuvvet hisseder. Mana bu suretle birinden diğerine intikal ederek
hem tenasülî hem de tesanüdî kudretler artar. Umumiyetle kesilen yerlere de
mana girer. Bunun içindir ki kuvvetlendirmek istenilen uzuvlar kanatılır, kesilir.
Kendilerini, eşyalarını, tarlalarını fena manalardan kurtarmak için totemin
bir parçası kesilerek asılır. (Nazarlık ?!)
*
* *
Hülâsa
görülüyor ki, iptidaiye göre eşyanın bir görünen bir de görün- miyen cephesi
vardıı. Görünmiyen cepheyi idare eden kuvvet mana’dır. Saniyen iptidaîye göre mana’nın
tesirinden korunmak için onu istediğimiz kadar çoğaltmak mümkün olduğu gibi,
zararsız bir hale getirmek için de ef’al ve harekâtın mubah ve haram
olmak üzre iki safha arzetmesi iktiza etmektedir. Kâinatı böyle mukaddes ve
lâmukaddes veya gayri mukaddes olmak üzre ğerek fiil ve gerek tasavvur
itibarile uzlaşması imkânsız bir ikilik içinde gören bir iptidaînin şu
itikatları bir din midir? Filhakika bir dinin esaslı unsurlarını tahlil edecek
olursak totemisme’in hakikî manası daha kuvvetle anlaşılır: Evvelâ her dinde
totemisme’de olduğu gibi ef’al ve harekâtımızı mukaddes ve gayrimukaddes
olerak ikiye ayırır. Saniyen
her dinde
kendisini kabule mecbur olduğumuz bir takım tesawur’\ar\a ifaya mecbur
olduğumuz ameller mevcuttur. Fakat bunların dinlerdeki kıymeti husuşî
bir takım dereceler arzeder. Yani itikat edeceğimiz şeylerin bir kısmı vardır
ki: Onları bilâ münakaşa ve körükörüne kabul etmek zarureti vardır. Bir kısmını
da düşünerek ve içtihatlara hürmet ederek kabul edebiliriz. Amellerinde
ifasına tamamen mecbur olunanlarla, bazı şartlara bağlı olanlar ve nihayet ifa
edilmesi veya edilmemesi mübah olanları mevcuttur. Dünyevî âmaldan kudsî ve
gayri kudsî olanlarda daima aynı şekilde tefrik olunamamıştır. Görülüyor ki totemisme’in
tasavvur ve fiillerde din arasında büyük bir münasebet vardır.
Bu izahattan
evvelce totemisme’i tamamen bir din addetmiş olan içtimaiyatçılar zuhur
etmişti. Yani onlar, totem ve mana mefhumunda bir ulû- hiyet rüşeymini
görmek istemişlerdi. Halbuki Durkheim ve bu mektebe
mensup içtmaiyatçılara göre : Evuelâ her dinin Allahı yoktur. Saniyen aynı din
içindeki Allah cemiyetin her safhasında daima aynı evsafa malik olmamıştır.
Bundan başka dinde bir müsavatsızlık mevcuttur. Totem ise, bir nevi kardeşlik
ve sevgi mukavelesidir. Yani totemisme dinlerden daha ziyade Demokrat’tır.
Bunun içindir ki totemisme’in reisi ruhanîsi ve umumiyetle reisi yoktur. Totem
istihlâk olunabilir; din ibadet edilen şeyin faikiyetini, azametini kabul eder.
Halbuki totemisme’de sihirbaz ye kâhin vardır. Kâhin dinlerin aksine olarak
tabiat kuvvetlerine yani Mana’ya tahakküm edebileceğini ve sihri bir
takım işaretler, hareketler ve desiselerle elde, edilebileceğini zanneden bir
mağrur ve hodbindir. O, manevî kuvvetleri kendisine ram etmeğe çalışır ve
emreder. Dinde ise rahip vardır. Bu yalvaran gizli kuvvete tapan bir zavallı,
bir âcizdir. Hülâsa kâhin ve sihirbaz birer âmirken rahip bir memurdur.
Totemisme’in diğer bir esası da metafizik mefhumlardan uzak oluşudur. Onun ne
ahiret telâkkisi ne perisi ne huri ve meleği mevcut değildir. Dinlerde ise bu
âlemin haricinde ayrı metafizik ve müteal bir âlem vardır. Şu halde totemisme
bugünkü anladığımız manada bir din değildir. Belki dinlerin tekâmülünde ona
ilk esasları vermiş olan İçtimaî ve manevî nizamdan bir kıymetler humulesidir.
Bunun içindir ki Durkheim, bilhassa Mana’ya ait âyinleri
tahlil ederek bu âyinler esnasınba insanların geçirdiği vecit ve heyecanı,
tekmil Klan halkı- nın< duyduğu müşterek heyecanı, İçtimaî vahdetin
yegâne âmili görmüş ve binaenaleyh totemisme’i bütün evsafile bir din değil
dinlerin evsaf ve hususiyetlerini toplıyan ruhanî bir kuvvet ve bir kıymet
gibi görmüştür. Bu naza- riyelerin tenkidi mevzuumvz haricinde olduğu için
onları ayrı ayrı müna- şa edecek değiliz. ,
Yalnız muhakkak
olan şey şudur ki: Allah mefhumu beşeriyete pek çok sonraları girmiş daha
doğrusu icat olunmuştur.
Totemisme’e ait olan bu
fikirleri bir de-umumî'telâkkileri dahilinde tetkik etmek faydasız
olmıyacaktır.
Allahların,
dolayısile dinlerin mahiyetini izah etmek itibarile H. Spencer içtimaiyatçı ve
tekâmülcü bir görüşle [1] şu iddialarda bulunmaktadır : Canlı mahlûklar, evvelâ
hiç bir gayeyi taşımayan ve sadece canlılığın ve uzvîliğin vasfı olan
hareketlerle kımıldanır, sonra tav’i hareketler başlar; bu intibak
hareketlerine bir hazırlıktır. Ve nihayet bu hareketler, muhitin tesirleri ve
uzviyetin inkişafı nispetinde kendisini göstermiye başlıyan zihnî hareketler
haline gelir. Zihnî hareketler, tekâmül silsilesine nazaran hayvanlarda
insandan evvel bir tecrübe geçirir. Yani hayvanlarda da az çok zihnî olan
hareketler vardır. Meselâ kedi bir fareyi harekete sevkede- bilmek için,
silkeler; zira silkelenen, rahatsız edilen mahlûkun hiç olmazsa kaçmak için
hareket ettiğini bilir. Esasen iptidaî insanların zekâsı tetkik edilecek olursa
Spencer’e
göre, bunların, sefil hayvanlardan kuşlardan ve sürünen
mahlûkattan, hattâ haşarattan bile daha az zeki olduğu görülür. [ Bu iddia Espinas ve Fabre’da da vardır.]
iptidaî insanin gösterdiği ilk zekâ faikiyetini, ölüyü diriden tefrik
edebilmeleri de yani « bizim insanı hayvandan daha zeki addedişimiz insanın,
hayvandan daha' fazla ölüyü diriden ayırdedebilmesinden » dir; bu hareket
noktası SpenCer’i
dinlerin menşei hakkında ve Tylor’un da [2] müdafaa
ettiği animisme nazariyesi- ne sevkeder. Yani iptidaî uyku esnasında ve Catelepsi
halinde muvakkaten uzviyetten ayrıldığını zannettiği « Eş - double » in
ölümde birazdaha uzun bir seyahata çıktığını zanneder. Böylece yeniden
dirilme-re animation itikadı ve ahrette yeniden yaşamak fikrini doğurur.
İptidaî, bütün « Eş » lerin dağ tepelerinde ve nihayet semada toplandığı
fikrine intikal eder. Ruhların bu semavî ikametlerinden, kendilerine hem
benziyen ve hem ben- zemiyen bambaşka bir ırk zuhur eder bu ırk, san’atkâr,
yeniliği seven, galip, istilâcı ve kendilerinin bilmediği şeyleri bilen bir ırk
addedilir. Bunların mekânı tepelerdir. Ve bulutlara yakın yerlerde ikamet
ederler ve nihayet semavî ülûhiyetleri teşkil ederler. ■
' Mabutların
menşeini izah etmek isteyen bu nazariye, diğer dinî hâdiseleri de izah eder. Fetiche
ayini bunlarda ikamet eden ruhlara karşı yapılan bir ayindir. Yahut fetiche
haline gelmiş tabiatten üstün bir varlığa karşı yapılan ayindir. Ölüler için ve
bilhassa onların gada- bundan korunmak için yerilen kurbanlar, başlangıçta bir
takım ayinlerden ibaret iken bilâhara bu şekli almıştır. Ayni kurbanlar,
bilâhara umumî ayinlere ve müşterek bir surette dinî emirlere itaat içindir.
Nihayet Put-
[1]
H. Spencer — Principe de socîologie T
3.
[2]
Tylor — La Civilisation primitif
Paris, 1876.
perestliğe - idolâtrie ve fetichisme’e
inkilâp etmiş olur. Hayvan mabutlar ve bunlara, ibadetin menşeine gelince :
Spencer’e göre bu,
iptidaî zihniyette insan ve hayvanın karışmış olmasındandır. Çocuklara ve
insanlara hayvan isimlerinin verilmesi âdeti insan ve hayvanın benzerliği
fikrini hazırlamıştır. Ve bir defa akraba gibi telâkki edilen hayvan, artık
hürmet görmeğe başlar; bu sebeptendir ki, bazi Afrika iptidailerinde meselâ,
ölen reislerin ruhu Arslanlara girmiş farzolunarak, bu hayvanlar mukaddes
addedilir. Hattâ Congo’lular, eğer yolda ve kırda raslanan bir Arslan, hürmetle
selâmlanacak olursa, insanı yemeden geçer diye inanırlar. Zira’ ondaki ruh
esasen kendi kabilelerinin ruhudur. İşte, bu ruha yalvarmak ve takdimeler
vermek, hayvanlara ibadet etmenin ve ayin yapmanın menşeini teşkil eder.
Tekmil antropo Zoomorphique mabutlarla bunlara istinat eden dinlerin
menşei, bu tabiî hâdisede saklıdır. [Spencer nebatı olan
mabutları da ayni mantıkla izah eder.] Bu itibarla ona göre tekâmül eden
itikatlar da, iptidaînin ayin ve merasimi fazla iken, bunlar tedricen azalıyor
ve yerlerini ahlâkî duygulara ve emirlere terkediyorlar. Ve iptidai de fazla
olan antropomorphisme, tekâmülün yüksek mertebelerinde azalıyor ve
kaybolamağa temayül ediyor.
Spencer, dinin
dolayısile Allahların menşeini anlatırken, âdetâ iptidaileri yalnız mantıkları
bizimkine uymayan mükemmel insanlar gibi tasavvur etmektedir. Onlara bu
mantıkla, bizim ilmimiz nevinden bir takım itikatlar buldurmuş oluyor. Ve
cesette ruhun daima ikamet edeceğini, binaenaley kadavranın her cüz’ünde ruhun
bulunabileceğini zannettiklerini iddia ederek, mukaddes hatıraların-reliqus’da
bu itikattan çıktığını iddia eder. Hal- bu ki bunlar gagrî mantıkî non -
Logique fiillerin neticesidirler.
Bu nazariyenin
istinat ettiği mantık, birçok usulciler tarafından [1] ve ihtiva ettiği
hakikatte din tarihçileri ve içtimaiyatçılar tarafından tenkit edilmiştir.
Bunlar mevzuumuz haricinde olduğu cihetle burada tafsil edilmemiştir. Muhakkak
olan şey şudur ki, ne Max Miller’in Naturisme’i hattâ ne de Durkheim sistemi, dinin
hakiki menşeini izah edecek vaziyette değildir. Esasen hiçbir ilim
hadiselerinin en iptidaî kaynaklarını araştırmaya lüzum görmez.
Muhakkak olan
şey şudur ki: İptidaî itikatların birbirine benzeyenleri kadar da
benzemiyenleri, ve bunların içinde bugünkü itikatlarımızın köklerini teşkil
eder gibi görünenlerile görünmiyenleri pek çoktur. [2] Birçok yerlerde Cinler,
ve Şeytanlar bile mabut ittihaz edilmiştir. Bilhassa bunlar her türlü gayri
ahlâki hareketleri adet edinmiş olan mukaddesleri teşkil
[1]
Vilîredo Pareto — Traite de
sociologie general Vol 2 1928 (Lausann).
[2]
Reville — I. Histoire des religions,
1883.
H. Des
religions des peuples non - cevilises.
«derler. [1] Ve
insanlar da bunlara hoş görünmek ve bunların fenalıklarından korunmak için,
onların adetlerini taklit etmek zaruretinde kalmışlardır. Umumiyetle kehanet
usulleri, mabudu, cinleri insan iradesine tabi kılmak için beşeriyetin sadece
imanından gelen delice hareketler merasim ve ayini (2) yalnız iptidaîlerde
değil Saint-THoma,
Saint - Ogustain gibi münevver rahiplerin
itikatlarında da görülür. Bunlar fırtınaların lâtif ve havaî bir cisme malik
olan bir (Cin) tarafından vücude getirildiğini ve bu Cinlerin şerrinden,
birtakım yemeklerle değil belki ayin ve merasimle kurtulmak mümkün olduğunu
iddia ederler. İslâm din ve ulemasında da Cinlerin, perilerin, meleklerin evsaf
ve tesirleri hakkındaki itikatlar cümlece malûmdur [3]; insan hiçbir mantıkla
izahına imkân bulunmıyan herşeyi ilâhileştirmiştir; İçtimaî hayatın en basit
safhalarında bulunan hattı üstüva civarındaki iptidaîler, Fetiche olarak
hiçbir şeye yaramıyan, ve hiçbir kıymeti olmıyan maddeleri
kutsîleştirmişlerdir. Hattâ bunlara, bilmedikleri bir madde veya hadise
gösterilecek olursa dehşetli bir hayret ve korkuya düşmektedirler. Ve bu nevi
eşyada harikulâde ve hususî bir kudretin saklı olduğunu zannetmektedirler. Bu
iptidailer hattâ gayri maddî varlıklara inanmıyacak kadar mücerret düşünecek halde
oldukları gibi tasavvur ve temsil kabiliyetine de malik değildirler. Bunlar
henüz animisme’e doğru yeni terakki etmektedirler. [4] Hal böyle iken,
yine bir kudsiyet fikrine maliktirler.
İnsanlar,
adetlerde, harflerde, muayyen sedalarda, muayyen miktar ve vaziyette tekrar
edilen hareketlerde, ve tavırlarda bile bir, kudsiyet ve ülûhiyet
hissetmişlerdir, Arlstote’da, Pytagor’da, PhİİOn ve Kabalisme ile İncilde,
buna dair birçok tafsilât vardır. Romalıların ayin ve ibadetlerinde de bunlar
hakkında garip ve mühim itikatlar mevcuttur. [5]
Y,C.Frazer muhtelif
eserlerinde [6] iptidaî insanların itikatlarındaki bu tenevvu ve garabet
hakkında binlerce misal vermektedir. Ve insanları hin bir gayri ahlâki
bit’atlerin idare ettiğini gösterir. Ona göre artık Allahlar can
çekiştirmektedirler.
*
L6vy Bruhl, iptidaîde
bizimkine benzemiyen ve fakat kendileri için
[1]
Bodin — De la Demonomanie des
sorciers (1580).
[2]
Bouche Leclereaue — Histoire de la
divination dansl’antitiuuite T. III. 1879-821.
[3]
Mehmet Naim - Sahihi Buharı C : 2
[4]
Hoveloque — Les negres de l’Afrique
sud - Equatoriale Paris 1889.
[5]
W. Marquardt — Manuelle des
antiquites Romaines.
[6]
Y.G. Frazer — I. Le Rameau d’or.
II.
Tache de psyche
III.
Le totemisme, 1898.
gene mantıki
olan bir ayniyet kanununa njalik olduğunu, ve bu suretle garip birtakım
tezatların ayniyetini kabul edecek bir zihniyetin teşekkül ettiğini iddia eder.
İptidaînin kendini toteminden ayırmamasını, Teşarük kanunu- Loi de
participation ile izah eden L. Brilhl, bu kanun
sayesinde tabiat- ten üstün olan varlıklara itikat edildiğini kabul eder.
Böylece insan, eşyada kendisini mes’ut veya betbaht eden hassaların bir anda
mevcüt olması ğibi birtakım zıt fikirlere inanıyor. Ve dinî his ve itikatları
yaratıyor. Bizimkine nazaran bu devre, bir mantıktan evvelki -
prelogique devir ismini veriyor. [1]
5.
Reinach [2] da Totem ve Tdbu’yu
din ve Allahların ilk kaynağı
addeder. Bu zat
dinî, pek çok münakaşaları mucip olan şu cümlelerle ta
rif eder: «Din,
melekelerimizin serbestçe fa
aliyette
bulunmasına mani olan bir takım kuruntuların - scrupules heyeti mecmuasıdır.» Bu kuruntular,
bir takım hususî mahiyete maliktirler verdin her şeydenlevvel bu zata
nazaran başka
mahiyette bir takım haraket-
lerle-actes
ifade olunan bir Tus tir. Ve bu haraketler âyin ve dinî merasimi teşkil ederler.
Filhakika
umumiyetle’jptidailer, yukarda tafsilen görüldüğü veçhile kendilerini hayvan
olan bir Totem’in evlâtları zannederler. Fakat Totem olan
hayvanla, Allah olan hayvani birbirine karıştırmamak iktiza eder : İptidaîler,
hayvan Totem’in neslidirler. Fakat
S. Reinack
mesela Mısırda
yalınız Firavinier, hayvan
mubudun halefi
ve oğludur. Ayni hayvan mabut olan atmaca tahtının varisi, mabedinin rahibi
ancak onun oğlu addidileri Firavin dir. Diğer Mısırlılar
ise hiç bir
zaman atmaca olmak iddaasında değildirler. [ Hiç şüphesiz
Firavinier şahsî
nufuzlarile mabudu kendi mülkiyetlerine dahil etmişlerdir].
Foucart’a göre [3] pek
esaslı bir surette kökleşmiş olan hayvan mabutlara ibadet esası, Mısır
dininden çok eskidir. Bnnun başlangıcını tayin etmek imkânsızdır. Hayvanlara
tapma’nın - Zoolâtrife esaslı vasfı hayvanı Allah görmekten ibarettir. Ve
reisleri . bunların ahfadı addetmektir.
[1]
L. Bruhl — Evvelce ismi geçen diğer
eserlerden mada - Les sur natural et la nature dans la pensee primitive 1931. /
.
[2]
S, Reinach — Cultes, mythes et
religion., Paris 1905-12.
[3]
G, Poucart — La methode Compartive,
dans 1’histo.ir des religion. Parisl900>
Acaba bu itikat
ne suretle doğmuştur? İçinde yaşadıkları mahsus âlem; hakkında edinilen
fikirlerden. Filhakika Foucart’a göre bunlar,
mahsus âlem hakkında bir nazariye vaz etmişler, sonrade Allahlarını
yaratmışlardır. İptidaîlere göre, tabiatte herşey yaşıyor. Hattâ tizim camit
sandığımız şeylerde... Ve iptidaîler âlemin iki unsurdan teşekkül ettiğini
zannederler, birisi zarfı teşkil eden beden; diğeri ise gene maddî bir unsur
olup pek fazla rakik ve görülmez bir varlık olan eş, ruh... Mahlûkun
yaşayabilmesi için, bu iki unsurun birleşmesi zarurîdir... Hülâsa Foucart bu hadiseleri
medenî bir insan mantıkile izah etmek hatasına düşmüş olsa bile, muhakkak olan
şey şudur ki, insanlar bir dine malik olmadan evvel, belki dine kaynaklık
yapmış olan bazi şeylere inanıyorlardı. Ve bu inandıkları şeyler, bir Allah
olmaktan ziyade ülûhiyet sıfatını hiçte haiz olmayan kasit maddeler ve
hayvanlardı.
*
* *
Nihayet
insanlar, pek az zamanda Allahlarını münakaşa edecek, onlar hakkında serbest
düşünceleri yaratacak bir tekâmülede mazhar oldurlar. Arlstate’ya ait olduğu
zannedilen ve içinde Xenophon’a söylettirilen de
Melisso ismindeki eserde: «Allah her taraftan kendisine müşabih olduğuna
görekürevî olmadır!» iddiası münakaşa edilir. Ve «Madamki, o mutlak surette
kendi kendine benzer, bir tek ve her taraftan görür ve işitir öyle ise mutlaka
küreyî olmalıdır!» diye düşünür. Kendisini tatmin edemeyen müddeiler tatmin
edecek bir neticeye de vasıl olamıyorlar, Allah hakkındaki itikatlarımız ve
bilğimiz bu günde bundan daha ileri değildir. M. Revon Ja- ponların
[eski şeyler kitabı] manasına gelen [Kojiki] sini terceme etmiş, ve Yahudi,
Yunan ve Japon esatiri arasındaki benzerliklere nazarı dikkati celbetmiştir. Ve
bütün bunlardan, mabutların umumî, müşterek ve müşabih mücadelelerile
cemiyetlerin yekdiğerile olan münasebet ve mücadeleri arasında bir münaset
olduğu anlaşılmaktadır. [1]
Umumiyetle
bütün esatir ve dinler pek derin maziden kalmış olan tarihî hadiselerin şekli
değiştirilmiş hatîralarını ihtiva ederler. Mabutlara isnat edilen vasıflar ve
onlar arasında cereyan ettirilen hâdiseler, cemiyetlerin biribirile olan iyi
ve fena münasebetlerinin aynıdır. Her dinin Allahına ve mukaddeslerine ait
âyinler ve merasimde de bu vaziyet açık bir surette görülür. Meselâ eski Yonan
dininde iyiliği temsil eden Ouranien mabutlarla fenalığı temsil eden Chtönien
mabutlara yapılan âyinler birine yaklaşmak ve birşey istemek gayesini taşırken
diğerinden kaçmayı uzaklaştırmayı icap eden şekillerdedir. Bu iki sınıf
mabutlar daima yekdiğerile- mücadele halindedirler Mabutların bu hali, Pelask’larla Şimalden gelen
[1]
Michel .Revon — Anthologie Japonaise,
des origineş au. XX sciecle.
müstevliler
arasındaki harplere tekabül eder. Romalıların itikat ve âyinlerinde de
yekdiğerinden farklı ve zıt iki dine bağlı oldukları görülür. Sema ve güneş
mabutlarile toprak altındaki kuvvetler ve toprak âyinleri şeklinde tecelli
eder. Toprak âyinleri Ligure, Sabin, Pelask’lar gibi Akdeniz
kavimi erine aittir. Sema âyinleri ise daha ziyade müstevlilere aittir. Bu
mabutlar arasındaki barışıklık yerli çiftçilerle Şimalden gelen çobanların
mücadelelerinden sonraki ittifaka tekabül eder. Filhakika bu birleşmeden sonra
insanlar gibi mabutların da biribirile evlendikleri, uzlaştıkları görülür. [1]
Plepe’lerle
Patrici’lerın Allahları da böyledir. Patrici’ler Şimalden gelen
fatihlerdir. Plepe’ler ise yerlilerdir. Mabutlar arasında ve esatir içinde
bu mücadelenin ve uzlaşmanın tekmil hatıratı yaşar. Mezopotamia'da^i samı
galiplerle Anadolu ve Avrupaya gelen Hindo Avrupai galipler, kendilerde
birlikte galip birer Allah da getirmişlerdir. [2]
Muhtelif
istilâlar, başka başka milletlere olan itikatları tamim etmekte mühim bir
âmildir. Galiplerle mağlûplar manen ve maddeten, çok defa karşılıklı olarak
biri biri üzerine bir tesir icra ederler.
Mabutların,
içtimai teşkilâta uygun bir kıymet ve evsafa malik oluşunu göstermesi itibarile
Hittite’lerin
Allahları da dikkate şayandır: Türklerde kadın hukuku, hiç
olmazsa erkeklerinkine müsavidir. Bu itibarla kadın mabutların da bu cemiyette
erkek mabuda müsavi ve çok defa daha yüksek bir şahsiyete malik olduğu
görülür. Bu sebepten mabude, sadece, doğurucu tabiatin mümessilidir. Ve zevci
yoktur. Yalnız, recüliyetini mabudeye feda etmiş olan bir eşi vardır. Bu genç
te ilkbaharın mümessilidir. Ve her sene doğup ölüşü hususî merasimle tesit
edilir veya matemi tutulur. Bu mabutlar ancak kendi rahibelerile
evlenebilirler. Hittite mabutları milletin teşkil ettiği devlet gibi federal
bir teşkilâta maliktirler. Bütün bu mabutlar, kavmin Mısır ve Asur ile
geçirdiği siyasî mücadelelerin mütekabil tesirde ahlâkî ve gayri ahlâkî bir
takım evsaf arzederler. Bu sebepten rahipler ve rahibeler, umumiyetle Amazon
efsanelerinde görülen müthiş bir fücur içinde yaşarlar. Filhakika Mısır ve
Asur ile yaptıkları tekmil mücadele ve musalâhalar, itikatların intikalinde ve
tenevvüünde mühim bir tesir yaptığı için, bütün bu kavimlerin dinleri, İçtimaî
hayatın seyrini takip etmiş görülür. [3] Tarihî hatıralar mazide kaldıkça, dinî
efsaneler halini
[2]
Piganiol — Essais sur les origines de
Rome 1917
[3]
M. Halbwachs — Les cadres sociux de
la memoire 1925 [ Bu eserde dinî ve maşerî hatıralar hakkında geniş malûmat
vardır ]
[4]
Eugene Cavaignac — Le Monde
Mediterraneen, jusque au IV sciecle avant J. C. Paris, 1929.
[5]
Kariler bu eserde lisaniyat noktai
nazarından da itikatların intikalini ve bilhassa Türklerin vücuda getirdiği
muhtelif medeniyet ve hâdiselerini bulabilirler.]
alıyor ve
yenilerde eskilerden intikal eden hususî ve manevî bir hava içinde şekil ve
mahiyetini değiştiriyor. [1]
Hülâsa din ve
Allah hakkındaki esaslı fikirleri cemiyetlerin tekâmülünde ve hayatında aramak
zarureti vardır.
Şu verdiğimiz kuşbakışı
izahat ve misallerden de anlaşılıyor ki içtimaiyatçılar için, Allah mevzuu
beşeriyetin çok mütekâmil zamanlarında zuhur etmiş olan bir itikadın mevzuudur.
Cemiyetlerin Klan’dan başlıyarak geçirdiği safhalar içinde, hisler ve
itikatlarda değişikliklere maruz kalmış ve insanların biribirlerile olan
münasebet ve İçtimaî imtizaçları nispetinde dinî hisler ve Allaha ait
itikatlarda bir hususiyet arzetmiştir. Bu itibarla umumiyetle Allahlara vazıh
bir surette Şile’lerde rasgeliyoruz. Aıfe’de, hâkim kabilenin mabudu, en büyük
ve diğer kabilelerin şerefleri nispetinde küçülen tâli mabutlardan mürekkep
bir çok Allahlı - Polyteiste itikat şebekesi teşekkül eder. Bu
mabutların şekil ve kıymetleri, Şile'yi teşkil eden kabilelerdeki
itikatların tekâmülüne tâbidir. Kabileler, henüz hayvan mabutlar veya yarı
hayvan, yarı insan mabutlara... inandıklarına nazaran: Polythe- isme’in
hududuna giren mabutlarda hususî bir takım şekiller ve bu şekillere göre ayrı
ayrı vazifeler almış olurlar. Bütün bu mabutların methalde
11] Hemen
bütün ilk zaman dinlerine ve .Akdeniz medeniyetine büyük bir tesir yapmış olan
eski Summer itikatları, bu İçtimaî münasebet ve hulûlun bir mihrakı olmak
itibarile ehemmiyetlidir. Bir küçük fikir vermesi itibariln şu noktaları kayıt
«'diyoruz :
Evvelâ
Hammurabis kanunlarında, aile mukaddesatına taarruz edenlere şedit cezalar
verilir. Ve zanilerin her ikisi de öldürülür. Ebeveyn çocuklarını satabilir;
rehin olarak verilebilir. Zevcelerini de ayni suretle üç sene için başkasına
terhin edebilirler. Mabutlarda mukaddes fuhuş vardır. Ve her mabut da, mabuda
hizmet eden kadınlar bulunur. Bu kadınların reisi, mabudun zevcesidir. Buna
«Entu» derler. Ve mabutlarda İnsanî ihtiyaçlara maliktirler. Diğerleri
mabutların müstefreşesidir- ler. Bu vazife pek şereflidir. Babalaı, kızlarını
husus; merasimle verir. Ve kız Allaha cehizle gelirdi. Ve umumiyetle kadınlar
mabutlarda — Allaha vekâlet eden rahiplerle — fuhuş yaparlardı. Summerler de
din, çok Allahlı ve sayısızdı. Bunlar, her şehir tarafından tanınmış ve fakat
her Sitenin ayrı bir hami mabudu vardır: «Marduk, Shamash, Nannar, Enlil,
İnnini veya Ishtar...» gibi. Antropomorfik olan bu mabutlar, yüksek derecede
birtakım insanlardan ibarettir ve kurbanlarla geçinirler. Normal bir hayatları
vardır, Bunlara ait merasim, hep mevsimlerin avdetini, hasat vesaireyi temsil
eder. Bu mabutlar insanlarla alâkadar olur ve harbe giderler. Summerler Cennet
ve Cehennem bilmezlerdi, Allahların avdet edilmeyen bir âlimdi hiçbir rol ifa
etmeden yaşadıklarına inanırlar. Sadece «Etana» semayi kuşatır; «Adapa» cenup
rüzgârlarının kanadını kırar. «Temmuz» arzın altından zuhur eder... «Gilgamesh»
dsstanında, tekvin hakkında her din ve millete intikal eden efsaneler mevcut
olduğu gibi Nuh Peygamberin kahramanlığını gösteren, tufan efsanesi de
Summerlere aittir. Bu efsanenin hakikî tafsilâtını : «Delaporte’in La
Mesopotanıie» isimli eserinde bulabilirsiniz. Summerlere ait umumiyetle tarihî
ve İçtimaî malûmat ta C. Leonard Woolley’in (Les Summeriens, Paris 1930) isimli
eserinde bulunur.
bahsettiğimiz
veçhile, kıskanç, asabi, haşin ve korkunç olmaları 5ite”deki kabilelerin
karakterindendir. Kabile arasındaki içtimıî hulûl ve imtizaç ne kadar sıkı ve Site
ne kadar yekpare bir kuvvet halini almıya doğru temayül ederse büyük kabilenin
mabudu artık başka başka şekil ve vazifelerde tecelli etmeğe başlarlar. Bu
suretle tedricen diğer mabutların vücuduna ihtiyaç kalmaz. Buna Henotheisme
veya Katherenothisme ismi verilir. Brahma dini ve hattâ kısmen hıristiyanlık bu
nevidendir. Cemiyetlerin İçtimaî hulûl ve inkişafı ilerledikçe bu müteaddit
manzaralı tek Allah fikri, dost düşman, hayır ve şer işlerine âlet olmak üzere
aydınlıkla karanlığın, gece ile gündüzün mümessili gibi görünen ikici -
dualist bir şekil alır. Bu sanki hâkim Site ile Site’nin
düşmanlarını temsil eden iki zıt ve rakip içtimai heyetin hissiyatını gösterdn
bir semboldür. Mazdeisme ve Manihe- isme bu nevidendirler.
Nihayet bütün bu nevi itikatlardan tek Allahlı dinlere intikal eden Allah ve
şeytan telâkkileri bu devrin ve bu devre ait İçtimaî vaziyet ve zihniyetin
mahsulüdür. Bu ikici dinde vazifeleri başka başka olan iki İlâhî kuvvet, bazan
biribirini tamamlar ve bazan daima yekdiğerinin rakibi olur. Aralarındaki
mücadeleden zaman zaman galibiyet ve mağlûbiyet her iki tarafa da intikal
edebilir. Cemiyetler, İçtimaî birliklerini tamamile elde ettikten sonra
veyahut bu temayülü şuurlu bir surette kavradıktan sonra tek Allahlı -
monotheiste bir itikada yükselirler. Nasıl ki SzVe’lerin mücadelesi, biraz da
mabutların mücadelesi demek ise, tek Allahlı bir dinde zuhur ettiği vakit, bir
imperator gibi bütün imparatorluk dahilinde bulunanlara kendisini kabul
ettirmeye çalışır. Maamafih bu gayret, siyasî ihtiraslar ve zaruretlerle husule
gelir. Yoksa hiçbir din başlangıcında bütün insaniyete intişar etmek azim ve
ihtirasında değildir. Ümmetçilik sistemi, bu ihtirasın gittikçe inkişafını
gösterir. Fakat gene hiçbir zaman ümmetçilik tam bir İçtimaî birliği, kalpleri
ayni gaye için çarpan bir şuur ve iman birliğini yaratmamıştır. Bütün haçlı
seferlerini ve umumiyetle din harplerini, yalnız bu neviden ruhanî bir birliğin
mahsulü addetmek safdillik olur. Bu da gösterir ki, her cemiyet kendi
şahsiyetinden, bünyesinden, ırkiyetinden gelen kıymetleri galip kuvvetlerin
aşıladığı ârızî itikat ve kıymetler içinde muhafaza ediyor ve kendi ideallerini
bu ârizî itikatlardan değil, kendi millî dehasından alıyor.
*
* *
Burada kısaca
peygamberlerin de rollerinden bahsetmek iktiza ederse "diyebilirizki,
bunları iki nev’e ayırmak mümkündür. Bir kısmi Sangl6[l] ninde gördüğü
veçhile bir takım malûl insanlardır. Bu zata göre meselâ
[1] Binet
Sangle - Les prophetes juifs
■eski Beni
İsrail peygamberlerinin krşri dimağileri tarh olarak inkişaf etmemiştir.
Bu vaziyetteki insanlar uhıumiyetle değenere’dirier. Bunu daha ziyade bu
peygamberlerin1-vücuda getirdiği eserlerden anlamak mümkündür:
Filhakika bu eserlerden onların hayal ve fikirlerinin hep aynı kılişelerden ve
tekrarlardan ibaret olduğu görülmektedir. Bu tefekkür sahalarının mâhdudi-
yetinde taharrüş hususundaki müfrit kabiliyetleri dolayısile Aeurones’larıti
inkişaf edememesi başlıca amildir. Bu hal umumiyetle yoktan hissetmeleri Hellusinotions vücude getirir.
Pİerre
Janet’de evsafını dinî hezeyanlar teşkil eden muhtelif ruh
hastalıklarına işaret ederek, zımnen bu neticeyi ■çıkarmaktadır. [1] Netekim, Plepenbring’de [2]
Peygamberlikte bazı marazî hallerin bulunduğunu bilhassa eski peygamberlerin
hezeyan veya deli muamelesi gören bir takım zavallılar olduğunu anlatmaktadır.
Zira, bu peygamberle[3]» ancak delilere
mahsus olan bir takım garip hallere malik- diler. Yalnız bunların şöhretleri,
ve bazılarının muvaffakiyetindeki sebep, daha ziyade düşündüklerini her manaya
çekilebilecek olan plastik bir takım sembollarla ifade etmeleridir. Lombrozo’da hemen aynı
neticeye vasıl olmaktadır. Gerek iptidaîlerde ve gerek tarihin ilk
zamanlarındaki kâhinler, sihirbazlar ve rahiplerde de bu marazî evsaf
görülmektedir.’
Bunların ikinci
bir nevi vardır ki, birleşmiye temayül eden müşterek hisli cemiyetlere, o
cemiyetlerin umumî seviyesine ve devirlerinin ihtiyacına nazaran lâzım gelen
tedbirlerle hitap eden büyükleri teşkil eder. Bunlar samî kavimlerde
ruhanî vasıtalara müracaat ederlerken arî kavim- lerde felsefî ve siyasî
vasıtalara müracaat etmektedirler. Bunlardan gayeleri temamile dünyevî olduğu
halde kendilerine ruhanî sıfatlar verilmiş ve gayeleri tamamile tahrif edilmiş
olan bir üçüncü nevi daha çıkarmak mümkündür.
Şüphesiz ki şu
mutalaat ilâhiyatçılarla bazı din tarihçilerinin itikadına uygun gelmez. Fakat
bir peygamberin mevcudiyeti ve bunun yanında bir dini kabulden çekinen, veya
doğrudan doğruya Allahı inkâr eden bir insanın varlıği bile din tarihçilerinin külli
tasvip - Consentiment üniversel delili ile Allahı ispata çalışmalarını
tekzibe kâfidir. Külli tasvip, eğer bir İlâhî takdir idise, onu icabında cebren
ve icabında eski itikatlarından soğutmak suretile tamime çalışan vasıtalı bir
kuvvete ihtiyaç olabilir miydi? Bir dini reddedenlere nazaran diğer bir dini
kabul edenler, veyahut hiç birisine inanmiyanlarla, İçtimaî hayatın
derinliklerinde rastladığımız ve ülûhiyet hislerinden temamen mahrum olanlar
veya temamen gayri makul ve gayri ahlakî bir takım inanışlarını dinî bir
fazilet yerine ikame eden insanların varlığı da bu küllî tasvibin vaki
olmadığını ispat etmez mi ?
Mevzuun
haricinde olan bu meseleleri burada uzatacak değiliz. Muhakkak ki her millet
kendi Allahına güvenir; bütün din harpleri, bir nevi Allahların harpleridir.
Her millet bir diğerini kendi Allahile tehdit etmektedir.
Görülüyor ki,
her din ve her Allah, ait olduğu milletin, cemaatın halde aradığı ideal
büyüklüklerin, kuvvetlerin iyi ve fenalıkların timsalinden başka bir şey
değildir. Her dindeki özcülük, ve kendisinden evvelki dinleri inkâr hususunda
neşrettiği iman ve teassup, bu his ve itikatların da birer İçtimaî mahsul ve
insan ruhuyla muhayyilesinin bir hususî eseri olduğunu göstermektedir. Ve
muhayyilenin böyle ruhani ibdaları da az ehemmiyetsiz değildir. [1]
[1] Th. Ribot
— Essais de l’imagination creatricc.
Allahını
hürriyet ve dinini terakkile teassupsuzluk teşkil eden bu medenî asırda,
insanlar tarafından yaratılıp bin bir şekil verilmiş olan her hangi bir
mabuttan bahsetmek, belki pek te hoş görülmeyecektir. Fakat hepimiz ruhumuzda
yaşayan hakikî mabudu pek geç bulmuş, ancak telkin edilmiş olan bir mabuda
senelerce ve körü körüne inanmış fanilerdeniz. Halbuki cemiyetlerde bir vakia
olarak yaşamakta olan dinlerin Allahile [1] sadece ruhun kemal ve faziletinden
akan itikatların mabudu hiç bir zaman yekdiğerinin ayni olmamıştır ve
olmıyacaktır. Binaenaleyh, Allahın bir dinamik bir de Statik
cephesi vardır.
1
1] Burada Lalande’m felsefe kamusunda
: « Allah » tabiri etrafındaki izahatı nakletmek, toplu bir fikir vermesi
itibarile faydalıdır :
«Allah,
Ontologique bir noktadan 1 — Mevcudatın mündemiç bir cevheri. (Spinoza) 2 —
Mevcudatı kendi haricinde yaratan müteal illet; 3 — Kâinatın gayesi yani
Aristote.nun hareket etmiyen muharriki diye tarif edebiliriz: Vacherot, Allahı
varlıkların varlığı, illetlerin illeti, gayelerin gayesidir. İşte Allah böyle
bir mutlak hakikattir, der (Le nouveau spiritualisme). Mantıkî bir noktadan:
âlemin nizamına ait yüce prensip; insanda akıl, müfekkire ile eşya arasında bir
münasebettir. Bossuet bu manada olmak üzere «Connaissence de Dieu et de
soi-meme» isimli eserinde derki « Hakikati ebediyen baki kalan ve her zaman
işitilen, bir mevcudu kabul ve itirafa mecburum. Bu ebedî mevzu, bu ebedî
olarak bakî olan Âllah, ebediyen hakikîdir. Ve ebediyen bizzat hakikattir.
Allahı bir de faal biı mevcut olarak nazarıitibara alalım: Bu takdirde madde
noktai nazarından: Müşahhas, insaniyetten yüksek emirler veren ve vaitlerde
bulunan ve kendisine dua edilen, önünde heyecan duyulan bir varlıktır. Bu
takdirde umumiyetle bir İçtimaî zümrenin müşfik ve hâmisi görünür ve kendisine
âyinler yapılır. (Ecdat, reîs, şari, hâkim... v. s.). Birinci devirde bu zümre
ırkîdir. Yonan, İsparta ve Beni İsrail Allahı gibi. Asrıhazırda bu zümre
seçilmiştir, ve bir mabede maliktir. Bossuet, « Pensees chretiennes » isimli
eserinde «Kilise nedir? Bu Allah çocnklarının meclisidir. Yaşayan Allahın
silâhı, tahtı, Site’si, türbesidir» der. Manevî noktai nazardan ise, kendi
kendinin ayni olan bir ulvî şahıs, zekâ ve iradesile bir ulvî prensip ve
ahlâkiyetin kefilidir. Allahın bu ahlâkî prensip noktai nazarından izahı: İlâhî
pederlik ve insanlığın kardeşliğinden ibarettir.»
Vocalulir
thechnique et critique de la philosophie T. 2, 1928.
F : 17
Dinamik cephede Allah,
cemiyetlerin geçirdiği muhtelif tekâmül merhaleleri içinde şekil ve kıymetini
değiştirerek gittikçe kendi hakikî kutsiyetine yükselen yani tehakkuka doğru
giden bir iktidar gibi tecelli ettiği halde Statique cephede, Allah, daima
müşterek ve ayni evsafla beşeriyeti sihir- lemiş, atalardan kalma itikatlar
içinde saklı, binaenaleyh, tekâmülden mahrum bir şeniyet gibi tezahür eder.
Birinci cephe içtimaiyat ikinci ise felsefe, ilâhiyat ve dinin hududu
dahilindedir.
Bu itibarla
Allah fikrinin menşeini tahlil eden Belot, [1] Allahı üç men- badan tetkik eder;
ayni Allah için üç kaynak görür:
2
— İçtimaî muhittir: Bu anana ve
terbiyeyi teşkil eder. Ve feylesoflardan daha çok evvel Allahı beşeriyete
telkin etmiştir.
Bu menbadan
gelen Allah, daha ziyade İçtimaî vahdetin bir merkezi ve manevî birliğin ve
iştirakin bir amil ve esasidir.
3
— Feylesofların fikirleridir: Bunlar
mevcut olandan ziyade olması lâzımgelen bir Allahla meşgul olurlar. Ve onu hiç
olmazsa kendilerince halli imkânsız olan, yani fikirlerin mutlak amili olmak
üzere kabul ederler. Bu meyanda meselâ, Descartes, bilgilerimizi,
ilmimizi, daha sahih esaslara vaz etmek ister. Bunu da aklın yapacağına kani
olur. Ona göre İnsanî akıl ise, İlâhî akıldan sadır olmuştur. Aklımızın
fikirlerini, hakikatlerini sahih yapan şey ise İlâhî sidik -V er acile
divine’dir. Bu itibarla Allah dini bir kıymette değil, belki sahih
bilgilerimizin . esas temeli, makuliyet ve mevcudiyetin menşeidir.
4
— Mütesavvıfların itikadıdır. Bunlara
göre Allah tarif edilmez, his olunur. O ifade ve imha edilmeyen bir kuvvettir,
işte Pascal’ın
kalp tarafından hissolunan Allahı budur. Şu halde Allah
batınî tecrübenin bir mevzuu olmuş olur. Şu üç menba bize Allah telâkkisinin
geçirdiği merhaleleri de ifade edebilecek bir vaziyettedir. Maamafih gene
dikkat edilirse görülür ki, tekmil mütefekkirlerin Allahı çok kuvvetli bir
mantık ve tefekkürün mahsulüdür.
Baldwin san’atın
tekâmülünden bahsederken bize üç devir gösterir :
1
— Mantıktan evvelki
devzr-prelogique; 2 —Mantıktan üstün devir Supralogique; 3 — Lâ
mantıki devir, Alogique.
San’atın
mahiyet ve tekâmülüne teallük eden şu üç merhalede gösteriyor ki: İçtimaî
kıymetlerin ya ayrı bir mantıki vardır, yahut bunlar hiçbir zaman mantıki
olmamışlardır. Filhakika pisikoloji ve sosyoloji bize, his ve itikatlarımızda
sebep ve netice rabıtasile yekdiğerine bağlı ve müdrikenin esas prensiplerine
müstenit bir mantıkin mevcut olduğunu göstermektedir. Bu itibarla Allah
fikrinin tekâmülünde ve Allah fikrinin anlayış tarzında,
[1]
Belot — La triple origine de dieu,
1912.
metin ve emin
bir mantık aramak iktiza eder; yani Allah fikri gayri mantıkî -
illogique’dir.
Bununla
beraber, ilmin hududuna giren her mevzuu biz kendi makul ve mantıkî
usullerimizle tetkike mecburuz. Bunun içindir ki pek çok mütefekkirleri meşgul
etmiş ve hemen her büyük mütefekkir de mevcut olan Allah telâkkisini, biz de şu
hudut içinde tetkik edebiliriz. 1 — ilâhiyatçıların Allahı: 2 — Metafizikçilerin
Allahı: 3 — içtimaiyatçıların Allahı.
1
— İlâhiyatçıların Allahı: — Bunlar daha
ziyade kâinatın ilk sebebi ve müebbeden husule gelmiş ve gelecek olan hadiselerin
yegâne amili olarak mutlak ve dogmatik bir Allah tasavvur ederler. Bunların Allahı
her dinin kabul ettiği itikatlara nazaran ayrı ayrı kıymetler arz eder. Yani
her din için ayrı bir ilâhiyat vardır. Bunlar daha ziyade [Doğme} lara
bağlı olduklarından tekâmül fikrinden mahrumdurlar. Bunlara göre Allah birtakım
hususî vasıflarla muttasıftır, ve Allah «Rabbulâlemin» olmakla beraber,
merhameti sonsuz olduğu için ahlak ve fazilet haricindeki hareketleri de
affedecek kadar merhametli veya sadece iman edenlere karşı af ve şefkat ibraz
eden ve binaenaleyh icabında zulüm yapan ve intikam alan yani istediği ve
dilediği gibi yapan bir kuvvettir.
Her iki
vaziyette de ahlâki bir kıymet almaktan uzak bulunan bu mabut, bütün
insaniyetin bir dine malikiyetile ispat olunur. Ve bu Allah ya tarih veya
tabiatte saklıdır. Bazan tabiatten ayrı, hariç veya onda saklı bir
kuvvettir. İlâhiyatçıların Allahı ancak bilvasıta kendisini tanıtır. Bu vasıta,
tarikatlerde şeyhler, mürşitler ve dinlerde Peygamber ve azizlerden mürekkeptir.
Ve tabiatile ilâhiyata istinat eden bir din, İlâhî adaleti izah edemez. Ve
bunlar ancak « külli tasvip » ile ispata çalışırlar. Milyonlarca
insanın asırlardanberi peygamberden ve kitaptan mahrum olarak hatta Allaha da
benzeyen bir takım iptidaî kuvvetlere inandığını biraz evvel gördük.
İlâhiyatçılar, bunlara ait olan uhrevî mes’uliyeti de ancak tevillerle ve
muhayyelelerinin ilham ettiği bir adalet hissile halletmiye çalışır 1ar. Bu
sistemde ne Allah, ne ahret, ve ne de dine ait müspet ve menfi itikatlar, akla
hitap edebilecek bir halde değildir.
Böyle
anlaşılmış bir Allah telâkkisi, tenakuzlarla doludur. Zira doğma- tik olan her
telâkki, ancak vazedildikleri günün ihtiyacına tekabül ederler. Yani, bunlar
cemiyetle tehavvul etseler de tekâmül geçirmezler. Saniyen bütün beşeriyetin
inandığı Allahların mahiyetini yokarıdanberi gördüğümüz için akla hitap etmiyen
bir Allah telakkisinin kıymeti olamaz. Maamafih biz burada tamamen ayrı bir
mevzu teşkil eden bu mühim davayı tahlil edecek değiliz.
2
— Metafizikçilerin Allahı: — Sistemlerinin
boş kalan akşamını doldurmak için feylesoflar tarafından müracaat edilen
Allah; umumiyetle klâsik şeklinde, iki büyük cepheden tetkik olunabilir.
A —- Spiritüalizme
cephesi. B — Pantheisme cephesi.
A — Spiritualism’i
bilhassa iskolâstik feylesoflarla Descartes ve Carfeslen’ierden Spinoza, Pascal ve Malebranch teşkil ederler.
Bunlar hemen hemen bu âlemden ayrı bir Allah tasavvur ederler; ve Allahı, ruhla
beden münasebeti ve hilkatin mütemadi yaratılışı için bir prensip telâkki
ederler. Bunlara göre Allah, hilkati şuurumuzla müterafik ve müvazi bir
surette ve daimî olarak vücude getiren bir ajandır. Bu suretle Allah, gemisini
idare eden bir kaptan, eserinin haricinde kâinatın zembereklerini mütemadiyen
kurup işleten bir makinist mahiyetinde kalır. Sipiritualiste’ier bu
ikilikle de iktifa etmiyerek Allaha bir takım sıfatlar verirler. Zira birşey
mevcut olmak için behemehal bir takım sıfatları haiz olmak zaruretindedir. Bu
itibarla Cenabıhak (Tarif olunmaz, şahsiyet - personne, Ruhulkudüs, hâkim,
ebediyet, hikmet) gibi antropomorfik bir takım evsafa malik olmuş olur. [1]
Filhakika bunlara göre , insan yakın sebepleri ve yakın varlıkları görür;
Allah ise meçhulları ve uzakları görür, insan bazı şeylere muktedirdir; Allah
ise herşeye muktedirdir. Ve insan cüz’iyata Allah ise külliyata karşı âlimdir.
Demek ki Allah, insandan daha yüksek vasıflara ve idrak kabiliyetine maliktir.
Hülâsa böylece az çok iskölastikten ve doğmatismeden kurtulmamış olan bu
telakkide de bir tarafta tasdik ettiklerini diğer taraftan nakz ve inkâr
ederler.
B — Pantheisme’e
gelince: Bu meslekte bir taraftan mystisisme, diğer taraftan monisme
sıantifique veya naturalisme şeklinde tezahür eder. Maamafih umumî
karakteri itibarile Pantheisme, illetle malûlü ve hadise ile muhdisi
aynı telâkki eder. Bunlar bir muayyen cevherin muhtelif şekildeki tezahüründen
başka birşey değildir. Bu mesleğin Mystisisme’de aldığı şekil,
tesavvufun muhtelif anlayış tarzlarına tevafuk eder. İskenderiye mektebinden
başlıyarak Türk, Arap, ve hıristiyan sofularına kadar muhtelif tarikatler
şeklinde tezahür eder. Mystisisme insanı bir büyük âlem - mac- rocosme
olan kâinat içinde bir küçük âlem - microcosme olarak telâkki eder. Bu
itibarla âlemin içinde olan insan, âlemi ve Allahı kendinden ak-
[1]
Allahın metafizik vasıfları:
Basitlik, namütenahilik, vahdet, değişmemez- lik, ebediyet, genişliktir.
Ahlâkî
sıfatlar ise :
1
— Namütenahi hikmet ve alim olmak -
omniscienace
2
— Mükemmel aşk ki bunda : mutlak
kudsiyet, mutlak adalet,, mutlaksaadet vardii.
3
— Tam faaliyet: Namütenahi hürriyet,
her şeye iktidar mevcuttur.
işettiren bîr
billûr gibi telâkki olunur. Yani mabutla abdin bir halitası veya memzucesinden
ibaret olan hilkat, baştan başa Allah olmuş olur. Herşeyi ve herkesi hürmete
şayan gören bu telakki, ulvî bir mefkûreyi ifade etmiş olsa da amelî hayatta
aynı kuvvet ve ahlâkiyeti temsil edememiştir. Schopenhauer, bunları en
büyük dinsizlerden addeder. «Zira, der, bunlar Allah ile tabiat ikiliğini
kaldırır. Adeta Allahı tabiatin içinde ve tabiate terkeder. Ve bizzat tabiat
olan bir vahdete inkılâp ettirirler. »
Bizde Mystisisme’in
en büyük mümessili, Mevlâna Celâleddini Ramidir: Ona göre Allah
bir tek olduğu halde denizlerdeki aksi namütenahi olan bir güneş
mesabesindedir. Binaenaleyh hepimizde İlâhî cemalin bir leması vardır, Hepimiz
ondan ve o da bizdendir. Şu beyti tekmil Mystisisme iddiasının bir
hülasası gibidir:
Ni men,
menemü ni tu tuvi, ni tümeni yar 1
Hem men
menemü hem tutuvi, hem tü meni yar! [1 ]
Pantheisme
moniste veya materialist noktai nazarına gelince:
Bunlar şuur ve
hakikati kör bir faaliyetin mahsulü addederler. HaeC- kel ve Heracllt, Stoiclenler le Buchner bunlardandır:
Bunlardan, maddeyi, mütefekkir ve şuurlu bir cevherin haricî manzaresi gibi
telakki eden idealiste Allahcılar mevcut olduğu gibi Parmenit, Elea mektebi, He- gel gibi kâinatı
temamile kendi kendinin haliki addedup ondan esaslı bir ülûhiyet fikri
çıkarmağa lüzum görmeyen ilimci ve positiviste mütefekkirler de mevcuttur.
Birinci bakıma
göre: Allah, kendi kendinin ayni olan bir âlemin batinî fikridir; yahut ta âlem
her gün biraz daha tehakkuk edebilen bir ideale doğru hareket etmektedir. Her
ne şekilde olursa olsun, Allahın mevcudiyetini kabul eden mütefekkirler,
olması lazım gelen, yani kendi mefkûre ve muhayyilelerinin halk ettiği bir
takım vasıflarla süslü bir Allahtan bahsederler. Materialiste ve Positiviste
olanlar için ise tabiat kanunları vardır, Allah mefhumu mevcut değildir.
Felsefe
sahasında hemen Kant a kadar devam etmiş olan bu düşünceler de Allahın
mevcudiyetini isbat eden deliller ayni değildir. Kant bu devirleri
üçe ayırarak tenkit etmiş ve kendisi dördüncü bir delil ile Allahı isbata
çalışmıştır. Ona göre: Allah amelî aklımızın bir zaruretidir. Binaenaleyh
mevcut olmasa bile ahlâkiyetimizin bir müeyidesi olmak üzere yaratmak,
icadetmek lazimdır. Şu halde Kant a göre Allah ahlâkiyetimizin bir
müeyidesi, saadetle fazileti birbirine bağlayan birer ezelî rabıtadır.
[1]
Tercümesi : Ne ben benim, ne sen
sensin, ne de sen bensin ! Hem ben benim, hem sen sensin ! Hem sen bensin ey
yar 1.
Kendinden
evvelkilerin isbat vasitaları daha yukarıdada gördüğümüz: veçhile: Cosmologique,
Theleologique, Ontologique delillerdir. Bu delillere göre bende kemal fikri
vardır, bu kemal fikri bana nereden geliyor? Dimek ki benim haricimde bir
mükemmel mevcut vardır. O da olsa olsa Allah olabilir. Saniyen: Âlemde
makul bir ahenk ve nizam vardır. Bu makuliyet âlemin âkil ve nazım’ bir
yaratıcıya mazhariyetine delâlet eder, binaenaleyh Allah vardır. Salisenjbu
âlemde muesirsiz hiçbir eser vücude gelmmektedir. Binaenaleyh, hilkate vücut
veren müessir, bir Allah
ebedi, her yerde hazır
vardır. Bu gün umumiyetle Allahsız hiç bir mütefekkiryok gibidir, yalnız
ilim ve devlet lâyik olduğu cihetle Allah fikri herkesin kendi: vicdan ve
imanına ait bir meVzu olarak kalmıştır. Biz bu gün asıl Allah fikrinin hakiki
tekâmülünü içtimaiyatçıların tetkikatından istihraç ediyoruz:
3 — İçtimaiyatçıların Allahı:
Filhakika cemiyetler, kendi bünyeleri dahilinde geçirdikleri
bir takım istihale merhalelerine göre- insanın ülûhiyet hakkındaki şuuru da
birtakım dereceler katetmiştir. iptidaî cemiyetlerin totemlerinde sihirbazın
tekmil eşyada mevcut olup tasarruf etmeğe çalıştığı mana fikrinde gayri
meş’ur bir ülûhiyet fikrine yaklaştığı görülmektedir. Filhakika totemin mana’sı
ve nazır, ayni
zamanda da kadirdir, ikinci merha-
lede totemin
ferdileştiği ve gittikçe, fetişist ve sihri bir mabut hallini aldığını
görürüz. Natürisme merhalesinde totemin yerini külli ve mücerret bir takım
mefhumlar zaptetmiş olur.
Bu suretle güneş,
rüzgâr ve timsah gibi mabutlara tesadüf ederiz.
Dördüncü
merhaleyi, «Plutheisme» devri teşkil eder. Tekmil efsaneler ve esatir
bu devrin mahsulüdür. Bu devirden itibaren ülûhiyet fikrinde vazih bir antropomorfisme
vardır, insanlar kendi yapacakları şeyleri yapanı bir takım kuvvetler tevehhüm
etmişlerdir. Bunların müteaddit oluşlarındaki: sebepler muhteliftir. Umumiyetle
« Site » dinleri bu karakteri haizdir ki Siteyi teşkil eden kabilelerden
her biri oraya kendi totem veya mabudile- gelir, ve hakim kabilenin mabudunu
büyük telakki ederek onun etrafında kendi Allahlarının da teşkil ettiği bir
Allahlar mahfili vücuda getirirler « Pantheon » ve « Beytullah »
budur. Nihayet bunlar bir arada yaşamak zaruretile, evelce,-birbirlerine düşman
olan bu kabilelerin, şimdi dost olmaları ve binaenaleyh mütekabilen birbirinin
mabutlarını hoş görmeleri şek-
linde tecelli
eder ve her bir kabilenin mabudu kendi evsaf ve hususiyet- lerile başka bir iş
veya şeyin hakimi olur. Beşinci merhalede rehmenlik’ de olduğu gibi Site’nin
hakim mabudu, diğer tali mabutları temsil eder buna da görüldüğü veçhile Henotheisme
denir. Ve nihayet yavaş yavaş tek ve çift Allah fikri tezahür eder Mazdeisme
ve Maniheismde, hürmûz ve Ehrimen gîbi-
Gayet vazih bir
ikilik arzeden ülûhiyet fikri nihayet alem şumul ve kitabi dinlerde Monotheisme’e
intikal etmiş olur. Artık alem şumul dinlerin Allahı yalnız bir kavmin değil
âlemin Rabbidir. Fakat bu Rap, kâfirlerini affetmeyin ve müminlerine cennetler
hazırlayan bir taraflı ve Toleranstan mahrum bir mabuttur.
Şu merhalelerde
kronolojik bir teselsül aramamak iktiza etmez. Bu, sadece meselenin
topografik bir manzarasını arzeder.
Her milletin de
behemehal ayni merhalelerden geçmesi iktiza etmez.
Burada muasıJ
zihniyeti göstermesi itibarile intuition sisteminin dikkate değen fikirlerini
de hatırlamak lâzımdı. Bergson’cu bir feylesof olan Edouard Le Roy’nın Le
probleme de Dieu ismindeki eseri, bu fikirlerin bir hulâsasını teşkil eder:
Le
Roy’nın bu eseri iki kısımdır: Birincide Allah meselesinin
felsefî ve nazarî bir bakımdan ne suretle vazedilmiş olduğunu tetkik eder.
İkinci de ise, bu mevzu etrafında verilmiş muhtelif konferanslar görülür. Bu
kısım, un ehemin vers Dieu unvanını alır; ve burada Allahı aramak
hususundaki beşerî iztırabı ve yesi, ve İlâhî hamlenin bir araştırılmasını
görürüz. Birinci kısım Le Roy’nın Theodice’sidir. İkinci kısım ise
müdafaa - Apologetigue’sidir. Maamafih kitabın böyle yekdiğerinden ayrı
kısımlara tefrik edilmiş olması, Le Roy’ya göre : Bir nazarî ve bir de
müdafaa safhası, bir zekâ ve zihnin hakimiyeti bir de tamamen bundan ayrı bir
kalp ve hissiyat hakimiyetinin mevcut olduğuna delâlet etmez. Zira, Le Rey bu mevzuda
zihin ve hissiyatın birbirinden ayrılmadan çalıştığına ve esasen hiçbir
nazariyenin bu mevzuu tamamile kavrıya- mıyacağına kanidir. Bu mesele
hakkındaki noktai nazarı: Şu satırlarda saklıdır.: « Allahı bir talil ile,
isbata çalışmak onu inkâr etmekte nihayet bulur; ona bu usulle vasıl olmayı
iddia etmek, Allahsızların usulile Allahı isbata çalışmak demektir.» Le Roy’da Malebranch gibi Allah
meselesine Arisfote
ve Saint -Thomas sistemindeki
düşünceleri tenkit etmek suretile temas eder. Umumiyetle bu sistemler,
vaizlerle Descartes-
in Spiritualisme’i namına Materialisme, terkederler; Le Roy ise, Materi-
alisme’i Bergson’un
Spiritüalisme’i namına terkeder; Allahın isbatı için fizigî
âlemden çıkarılmış delillerin tenkidine, manevî âlemden çıkarılmış olan
delillerin tenkidini ilâve eder. Ona göre klâsik delillerdeki noktai hareketi
değiştirmek ve bu noktai hareketi tazelemek, yenilendirmek, ve
nihayet onların
hakikî kıymetini vermek iktiza eder. Zira Le Roy için Allah, herhangi bir delilin
neticesi değildir. Onu, feylesofların Allahı alâkadar etmez; belki o bizzat
dinî ve ahlâkî, hayatın Allahına temas etmek azmindedir. Temas etmek
istiyor, çünkü ona göre Allah bir vakıa’- dır. Ve bir vakıanın isbatına
da lüzum yoktur. «Allahı bir istidlâl tariki- le aramak demek hiç olmazsa bir
şeniyet olarak mevcudiyetini kabul etmek demek değil midir?. Bu istidlâlle
elde edilen hakikî Allah değildir. Bu ancak hayat için zarurî olan bir Allah,
sevilen, kendisine yalvarılan, kendisine isnat edilen ve kendimizi teselli için
bulduğumuz Allahtır. Yani kendisine bir şahısmış gibi müracaat ettiğimiz
Allahtır. » Allahın varlığını tasdik meselesi, daha doğrusu Allah fikri,
tarihte olduğu kadar da ruhumuzda, ve insanı idare eden ahlâkî hamle de
saklıdır. Allah vardır demek sadece, mutlak surette hür olan ilk ve hiçbir şeye
irca edilemiyen bir ahlâki şeniyeti kabul etmek demektir. Bu şart dahilinde
Allahın mevcudiyeti meselesi basit bir hal alır: Asıl müşkül olan Allahın
mahiyeti meselesidir. Le Roy bu müşkülü kaldırmak ihtiyacındadır:
Bu itibarla ona göre de Allah bir şahıstır. Şu mana ile ki: Allah bizim
tarafımızdan kendisine şa- hış muamelesi yapılan ve fakat hakikatte mutlak
şahsiyetini tayin etmek imkânı olmıyan bir varlıktır. Yani, Allah vazifelerin
merkezi ve hakların mevzuudur.
Bütün bu
düşüncelerde Le Roy da Bergson gibi düşünür. Bir farkla ki, Bergson daha ziyade Musevî
olduğu halde Le Roy, Zsew’dir. Birincisi doğrudan doğruya Allahla temas
etmiye çalıştığı halde İkincisi yanından geçes.. Yani Le Roy için bir Allah
meselesi vardır. Bergson için ise böyle birşey ancak dolayısile mevcut
olabilir.
Bugün, ülûhiyet
fikri iki esaslı şekil arzetmektedir. 1 - Atheisme buna ilhat veya Allahsızlık
denirki, Allahın mevcudiyetini inkâr etmekten ibarettir. Bunun ne İlmî, ne de
ahlâkî hiç bir kiymeti yoktur. 2 - Deisme buna tabii din diyebiliriz.
Pek muhtelif feylosofların fikirlerde az çok Boudisme’de gördüğümüz
vaziyet budurki, mucize ve kitap dinin meşruiyetini ifade edemez bunlara göre İçtimaî
nizam ülûhiyet ve din yerine kaim olmuştur.
Esas itibarile,
laik olan yirminci asırda, Allah ve din meselesi, fertlerin kendi
vicdanlarına terkedilmiştir; artık ferdî mes’uliyet ve şahsî haysiyete hörmet
edildiğinden cemiyetler, kanunlar baştanbaşa laik bir zihniyete maliktirler.
Fakat müeyyidesiz ve sahipsiz bir hilkat ve ahlâkın mevcudiyeti nekadar müdafaa
edilirse edilsin bütün bunların leh ve aleyhinde bulunanlar büyük bir
teassupla ve cahilâne münakaşalarla birbirini tekfir etmekten daha ileri
gidememişlerdir. Bugün din ve ülûhiyet fikri kemalini herkesin kendi vicdanında
bulmaktadır. Yalnız izah itibarile değil belki tahakkuk
ettirmek
itibarile de bugünkü insaniyetin dinî, doğmatisme’den kaçan sadece vicdan ve
izana müracaat eden hayır ve faziletin tam hâkimiyeti üzerine müesses bir
dindir. Lâikliğin Allahı hürriyet, dini iyilik ve teassupsuzluktur. Teassubu
hangi manada olursa olsun meş’um ve gayri ahlâkî addeden lâikliğin insana
hürmet, insana yardım esasını kabul ettiği için her insanda ayrıca İlâhî ve
şayanı ihtiram bir nokta bulunduğuna kaildir. Hülâsa bu güne kadar tamamen
mantıktan mahrum bir hissiyata istinat eden itikatlar lâik akıl ve mantıkla en
hakikî bir ulviyete yükselmişlerdir.
iptidaî
cemiyetler âcizdirler. Bunlar kendi âcizlikleri dolayısile etraftaki
kuvvetleri ve hâdiseleri Allahlaştırırlar. Kitabî dinler Allaha insan şekil ve
evsafını aşlarlar. Muasır ahlâk, demokratik ahlâk ise, insanı Allah- laştırdı.
insanın Allahlaşması demek, mutlak müsavatla hürriyetin, mutlak hayır ve
faziletin, insanın vicdanında imtizaç etmesi dekmektir.
Hülâsa Allah
fikri insanın kendi seviyesi ve seciyesi yükseldikçe yükselmiş ve insan
kendisine hürmet etmeyi ve kendisini şayanı ihtiram görmeyi öğrendiği andan
itibaren de Allah artık, aczin, intikamın cehennemlerin, cennetlerin sahibi
olmaktan çıkarak hayrın ve saadetin mümessili •olmuş şahsî ve ahlâkî
büyüklüklerimizin bir timsalini ve yüksek bir ülküsünü teşkil etmiştir.
Netice
Bütün bu
mütefekkirlerin Allah hakkında bazan mülhittce, kâfirce^ ve bazan da bir mürşit
ve mümin gibi serdettikleri mütalâaları gördükten sonra, hakikaten Allah
nedir? Ve bu hususta en bitaraf, en açık itikat: ve kanaatin neden ibaret
olduğunu sormak kariin hakkıdır.
itikat diyoruz, çünkü
fikir deseydik, vermek istediğimiz son hükümde bir fikrin ihtiva etmesi
lâzım gelen salabeti bulmak imkânsız olacaktı. Buraya kadar tetkik ettiğimiz
âlimler, bize Cenabıhak hususunda bir fikir değil ancak bir kanaat ve iman
telkinine çalışmış oldular. Biz de o cereyandan harice çıkmıyalım. Zira, Allah
düşünceden ziyade duyguya hitap eden bir mefhumdur. Ülûhiyet karşısında insan,
kaybettiği bir arkadaşı aramak için yüksek dağların tepesine çıkarak dünyanın
dört bucağına dağılan yolları gözliyen bir yolcu gibidir. Biz bu âlemlerin
yaratıcısını, kendisine yetişebileceğimiz kadar yakın bir yolda bütün açıklık
ve parlaklı- ğile görürüz. Ve bazan vadileri örten sisler arasında gittikçe
alçalan ve kararan şahikamızda kendimizi de kaybederiz. Allah, ruhumuzun pek
ezelî' bir yoldaşı ve fikrimizin en ateşin bir ihtiyacıdır. Bir kulun
ihtiyacına tekabül eden namütenahi, mukaddes ve İlâhî olabilir mi? ve birşey
namütenahi olursa mı mukaddes, büyük ve Allah olur? Böyle düşünmek
istemiyoruz. Vasıflarını aradığımız şeyi mutlaka kendisine bir kıymet atfetmek
istediğimiz şeydir. Kıymet mefhumuna dahil olan ise, ne Allahtır; ne de
beşerden üstün bir ulviyettir. Namütenahi sıfati bile zihinde hududu muayyen
bir genişlik, bir büyüklük fakat ucu bucağı bulunmıyan bir genişlik, ve
büyüklük suretinde tecelli eder. Namütenahi, içinde şuurumuzun kaybolduğu bir
keyfiyet veya bir kıymettir. Allah ise kendisinde şuurumuzu kaybettiğimiz
değil, bilâkis kendisile şuurlanmak istediğimiz ve kendisini şuurumuza
sığdırmıya çalıştığımız müteal bir tasavvurdur. Var mıdır? Bunu bilmek
istememelidir. Zira, var dediğimiz dakikada ona atfedilmesi lâzım gelen bir
takım ulvî sıfatları aramıya mecburuz; zira var olan şeyi, mutlaka muayyen,
mahdut ve hasselerin değilse bile şuurun kavraması iktiza eden bir kuvvet gibi
tecelliye mecburdur. Varlık, bir takım mümkün vasıflarla örtülüdür ve
binaenaleyh muayyendir. Saniyen eğer varsa
o benim
kendisini bilmmem ihtiyacında olmadığı gibi böyle bir maksat: için de âleme
vücut vermiş değildir. Yok mudur? Bilmiyoruz. Belki de yoktur. Fakat yokluğuna
zaman zaman inansak bile öyle zamanlarımız oluyor ki, kendisile gizli gizli
konuşmak, dertleşmek ihtiyacını duyuyoruz. Fakat bu kendisile konuşmak
istediğimiz ve konuştuğumuz meçhul muhatap kimdir? Bizde kendisini aratan
âmiller ise tamamen harici- mizdedir. Şu halde kendisini biz mi icat ediyoruz ?
Bu muhtemel olmakla beraber eğer onu biz icat ediyorsak, kendisini aratmaktan
bizi kurtaran diğer bir mabutta icat edebilirdik. Vakıa bir elem veya
meserret, kendilerini tevlit eden âmilden bam başka birşeyidir. Fakat bir elem
veya meserretin kaldırılması için kendini tevlit eden âmili ortadan kaldırmak
kâfidir. Allah hakikati ise ruhî tatminden ziyade muztarıp eden, baş döndüren
bir hastalık gibidir; nefsimiz, hiçbir zaman bu ebedî ıztırabı, kudsiyeti var
diye yalancı bir teselli ve ümitle uzatmak istemez. Şu halde bize en mahrem ve
en samimî zamanlarımızda muhatap olan, bize en yüksek ve ulvî vecitler ve
istiğraklar getiren bir muhatap varsa, bu hayalden ve beşeriyetten üstün bir
mevcudiyet değil, belki bizzat kendi- miziz. Böyle olmasaydı Allah bizim için
bir azamet, bir korku, sükûn ve teselli kudreti değil, kendisile hasbihal
ettiğimiz ve hattâ çok defa kendisini muatep tuttuğumuz bir Kibriya olmazdı.
En ulvî zamanlarda, en çok kendisine tapmak ihtiyacını duyduğumuz zamanlarda,
bir taraftan büyüklüğünü, ve genişliğini ve ulviyetini tebcil eder bir
taraftan da kendisine darılır, sitem ederiz. Onunla aramızda bir gaye ve irade
farkı varmış gibi, aramızda yekdiğerimizi hatalı bulmadıkça, takdir etmiye
imkân bu- lunmıyan bir gizli mukavele akdolunmuş gibi, onu tenkit eder ve
kendisini daha makul hareketlere sevketmek istiyen bir âmir tavrı takınırız.
Düşüncemizin böyle isyan eden bir eda ile tekdir, tevbih ve tenkit etmek
küstahlığında bulunduğu şey Allah olabilir mi? Halbuki esasen kendisine bu
suretle seslendiğimiz ve darıldığımız takdirde bir Allah var olabiliyor. Aksi
halde kendisini şuurumuzun mahfazasına koyacak başka hiçbir vesile mevcut değil
gibidir. Şu halde bazı bazı andığımız ve vücudunü hissettiğimiz bu Allah
nedir? itiyatların, asırlardanberi toplanagelen telkinlerin ve irsiyettin bize
yüklettiği bir fikir itiyadıdir ki bu bizzat «Hakikî Allaha» ait olmaktan
ziyade bizim vehmimize ait olan Allaha aittir. Zira bu bizim ister istemez
hazırladığımız müteal mevcut, ancak azametli, kibirli, cebir ve kahreden bir
varlıktır. Ve biz ise Allahı en yüksek bir ahlâkî his ile meşbu, kemal ve
ulviyet mertebelerinin üstünde ve ötesinde tanımak isteriz. Ve bunu hilkatte
ve kendimizde göremezsek, eğer varsa, Allaha hata isnat eder, yoksa meçhul
değil, fakat muayyen kuvvetlerin kör bir tesadüfile vukua gelen bu hadiseler
âlemi, ancak böyle bir kema-
le mazhar
olabilir diye kendimizi teselli ederiz. Eski hakimler bu sırrı pek iyi
kavradıkları içindir ki: Umumiyetle Allahı [Hayır, cemal, aşk, ihsan ve
ahlâkiyetle] müdafaa ettiler. Mamafih birinde hata ve diğerinde teselli
bulmak ayni şeydir. Bir zihnin en ülvî tesellisi ise böyle mukaddes bir
kudretin varlık ve yokluğile meşgul olmamıya bağlıdır. Zira, o vakit fikir
duruyor, meçhullere karşı serdettiğimiz, bitmez tükenmez niçinier, nedirler,
nasıldırlar ? Ve ne olacaklar ? Bitiyor, ve öte tarafta bir şey olmayınca,
mevcudatın ebediyeti içindeki bu daimî akışta yine kendisine dönüp gideceğimizi
anlıyoruz. Ve şüphe yok ki bu mahzı adem, bu yokluk, meserret ve saadetin
yegâne kaynağıdır. Her anı bir didinme olan hayat, mevcudiyetinden ne kadar
memnun olunursa olunsun, ıztırarı olarak yaşar. Dinlenmek yaşayan mevcudün en
büyük hakkıdır.
Şu halde bize
iztırap veren manevî bir varlık, Allah olarak mevcut olabilir mi ? Hayır,
iztırap hayatın bu seyrinde insaniyetten ayrılmayan bir yoldaşa benziyor.
Binaenaleyh acılarımızı taliimize hamlettiğimiz zaman, bizi bu tal’ide yaratan
bir kuvvet vardır zannediyoruz. İşte asıl bu zannımızın doğurduğu Allah bizi
kendisile meşgül ediyor. Hayatımıza tesir, istikbalimize müdahale eyliyor.
Demek biz iki türlü Allaha tapıyoruz.
Biri, elemlerimizin
kendisini arattığı mabut;
Diğeri, hiç
bir şeyle alâkası olmıyan ve yahut alâkısı olsa bile bizim müdahaleye ve
hattâ düşünmiye bile hakkımız olmıyan mabut. Peygamberleri temas etmek
istediği Allah birincisidir. Onlar mefkûrelerile karşı karşıya geldikleri zaman
ıztırabın mabudunu, mücrim mabudu temaşa etmişlerdir. Onların gözlerini bazan
aczile, bazan korku ve dehşetle kamaştıran, muazzam mefkûrelerinin şaşaasıydı.
Onlar ilk maruz kaldıkları sıkıntıda ona müracaat etmişler ve kendi
büyüklüklerini ölçmek için ancak süphanî bir muhataba ihtiyaç arzetmişlerdir.
Bütün Mystique\erin sakin vıkarında bu mabudane eza ve vasıl olamamaktan
doğan şeytanî iman vardır, işte hilkatin en ülvî ve aynı zanda zararlı
muhtarısları bunlardır. Ve bize bu yalancı, kabahatli ve kendisini tekdir
edebildiğimiz Allahı ilham ve telkin eden kendileridir.
Eğer haz ve
meserret huzurunda bu ülûhiyet fikri erimeseydi, en mesut zamanlarımızda
allahı hatırlamağa bir vesile olsun bulurduk. Keder ve elemler, muvaffakıyetsiz
insanın dünyaya geliş hususunda duyduğu nedamet ve yeside taşırlarlar. Bu
nedametin hatırlattığı mabut ise tesirsiz bir panzehir mesabesindedir ki
zehirlenen ruha şifa verecek yerde büsbütün ölüm verir, acılarımızın üzamasına
sebep olur. Bunun içindir ki Allah, yorgun ruhumuzun kendisile hasbihal ve
kendisini zaman zaman imtihan ettiği yaratılmış ve yaşanmış bir
ülviyettir.
İşte korkunun
ilham ettiği Allah budur. Halbuki kendisine bir isim vermekten bile
çekindiğimiz hakikî mabut ise, yaratılmış değildir. Ve şimdiye kadar insaniyet
onu hatırlamıya bile lüzum görmemiştir. Zira insan ve canlının tekmil hareket
ve düşüncesi tabiî ve İçtimaî bir action ve bir intibak içindir;
yani menîaat içindir. Nihayet böyle bir Allah, eğer varsa,, o, hatır
lanmaktan bile uzak bir kibriyadır. Hakikî Allahımız olan bu isimsiz Allaha,
halikıyet sıfatını bile fazla buluruz. Dinin ve ıztırabın Allahı değil, hakiki
Allah, eğer mevcut ise, ne yaratmış ve ne de yaratılmıştlr. O her şeyden
azadedir. Halikiyet sıfatını Allahtan niçin kaldırıyoruz ? Zira Ce- nabıhak
halik olur olmaz insanların diline düşecek, kendisine küfür, isyan ve tenkit
fırtınalaril hücum edilecektir. Halbuki bu hücum ettiğimiz mabut bizim
eserimizdir, Onu biz yaratırız. Kendisine atfedebildiğimiz bin türlü vasıflarla
onu ülvî olmaktan daha ziyade gülünç ve zavallı bir hale getiririz. Çünkü o
muhayyilemizin mabududur. Hakikî Allah ise, bir kav- min hücum ve tenkidine
uğramaktan ve hattâ kendisi için hatıra gelebilecek olan her şeyden beri ve
münezzehtir. Yalnız hakkında söylenilen şeylerden [Taalâ şanuhu amma
yakalan] değil, hattâ tasavvur, tahayyül edebileceğimiz ve aklımıza
gelecek olan şeylerden de münezzehtir. Öyle ise o, bir mahzı vahdettir ki
kendisini düşündüğümüz ande ülûhiyet sıfatı eksilir. Çünkü beşerî hayal ve
ifadeye sığan mutlaka nakıs ve mahtuttur. Şu halde bu alem nereden geldi? O
vakit, eğer o yaptıysa kendisi nerededir? Kendisi nereden geldi, .diye sormak
hakkımızdır. Ve bizim süali- mize maruz kalmak demek inkâr olunmak tehlikesine
maruz kalmak demektir. Hakikî Allah ise, inkâr ve tastika muhtaç değildir.
Zira beşerî bir suale maruz kalan derhal mahlûk olur. Bu sebeptendir ki Allah
korkulduğu için ve maveranın meçhuliyeti için sevilen, hürmet edilen bir
kutsiyet değildir. İlâhî muhabbet, hissî bir muhabbettir. Ne mükevvenatın
intizam ve ahengi, ne de bizleri halketmiş olmasının şükranı için kendisini
sevmeyiz; hattâ ne de alem kendisine inanmıştır diye inanmayız. Bu itibarla biz
eserden müessire kıymet vermediğimiz gibi — zira eser zaten serapa yanlış ve
noksandır — Eserde müessir göstermeğe de lüzum görmeyiz — Zira ortada bir eser
değil bir vakıâ vardır — Acıktığımız zaman önümüze gelen sofranın kimler
tarafından hazırlandığını, yemekleri kimlerin pişirdiğini nasıl sorup süal
etmeden yersek öylece yalnız önümüzdeki mevcutla fikrimizin açlığını, ruhümuzun
susuzluğunu teskin eder ve yediğimiz üzümün bağını sormağa lüzum görmeyiz.
Zira var olmayanla, görünmeyen ile eser denilen beşerî bir takım hesap ve
mikyaslarla ölçülüp, ölçümüzün hâricinde addettiğimiz bir namütenahiyetle
meşgul olmak faidesizdir.
Biz kendi
eserlarimizin halikiyiz, öyle ise bizim de bir halikimiz olmalıdır, diye
düşünüyoruz. Gönül isterki bu böyle olsun! Vücude getir-
■diğimiz esere
imzamızı koymasak ta o bizimdir. Halk arasındaki dedikodu -onu bizden
kaldıramaz. Zira, onu biz biliyoruz ve nasıl vücude getirdiğimiz hakkında
sahih, salim ve şuurlu malûmata malikiz. Bunu biz bildiğimiz halde eserle
karşılaşanlar bizi bilmiyorlar, ve bin türlü fikir der- meyan ediyorlar; işte
hilkat olsa olsa böyle bir eserdir. Üzerinde müessirinin tamgası yok. Bunun
içindir ki âlemde bir ülûhiyet alâmeti ararız. Bu intizam ve âhengi ve bu
akıllara hayret veren genişliği görüpte hâlâ ulûhiyetin bir işaretini aramak
garip grünüyor. Fakat bazan içimizde öyle bir genişleme kudreti buluruz ki,
arzın yüksek bir noktasından âleme baktığımız vakit bütün hilkat emrimizle
hareket ediyor ve âlemin dizginleri bizde imiş gibi zannediyoruz. Kendi ruh ve
irademizde duyduğumuz, bu genişliği zaman, mekân, iktidar... ne varsa hepsini
yine kendi muhayyelemizin daha yüksek, daha ulvî ve mübalağalı düşünülmüş bir
mahlûkuna atfetmek, faniliğin zavallı bir itiyadıdır. Şu mütalâalarla Allah, (Yoktur
veya bilinemez) demek istemiyoruz. Belki ulûhiyetin sırrına vakıf olduğunu
vehmeden “ Kutbul aktap» mürşitler ve müritler «Arifi billûh»
olanlar vardır! Fakat biz bunlardan her birinin ayrı ayrı bin bir gaflet ve
cehalet içinde yuvarlandığını, «Sofu » ların geçmek istediği ulvî
menzileler ve merhalelerin, tabiî ve sıhhatli bir insan için bir ruh bozukluğundan
neş‘et eden yoktan hissetmeler - hallusinationden başka birşey olmadığını
söyliyebiliriz. Bunlar, herşeyde, her yerde kendilerini bulan ve kendilerini de
halkın nazarında yükseltmek için Allaha yaklaştıklarını iddia ■eden
zavallılardır. Nefsin İlâhî nimetlerden mahrum kalışı ve masivadan alâkasını
kesmesi, yani Cenabı hakkın eserlerini terkederek ulûhiyetin zatını anlamıya
çalışmak ve ona intizar demek olan istiğraktaki vehimeler, muhay- yelenin ve
sinirlerin marazî bir oynudur ki, neticesi: Fertle birlikte ulûhiyetin •de
zevalinden ibarettir. «Allahta fani olmak» demek nefis ve ülûhiyeti «Rahmeti
İlâhiye » nin eserlerini terk ile Bouddha’nın tasviye ettiği
mutlak hiçliğe düşmekten başka birşey değildir. Halbuki hakikî mürşidin hedefi
bu değildir; hilkatin cehdi «Baka binnefis» gayesini istihdaf ediyor
gibi görünür. Binaenaleyh « Fena fillâh » ın hakikî manası; ülûhiyete
inkılâp, yani nefsin ebedî bakasım temindir. Madde âleminde imkânı görünmiyen
bu im- tidadı, şuur âleminde elde etmiye çalışıyoruz. [1] Şahsan kendimizi
böyle bir
[1]
Maspero’ye göre eski Mısırlılarda Eş
- Le double lâyemut değildir. Bu da ikinci bir ölüme mahkûmdur. Yani ebedî
mahva mahkûmdur. Bu son ölüm de ilk ölümü vücude getiren amillerle olur.
Mısırlılar isimlerini gelece nesiller fazla anarsa, müstakbel hayatlarının
uzayacağını zannederler. Ve cenaze ruhunun tasallû- tundan korktukları takdirde
cesedi parçalarlar.. Asuıîiler de, ahrette hiç bir saadet beklemez; her şeyin
bu âlemde olup biteceğini sanırlar. Hint dinlerinde de bu vaziyet vardır.
İptidaî muhayyele inkişafa başlayınca, cennet, cehennem, ahret ve ■ebediyet
fikirleri de inkişafa başlıyor. N. İvanitzky, Veddas da da ölümden sonra
.•sermediyete
inkılâp etmiş hissettiğimiz zaman, bizde bu his ve bu vehmi yaratan kuvvetin
gene kendimiz olduğuna şahit oluruz. Zira içimizde ebediyet arayan asi ve fani
bir çocuk vardır ki ebediyetin imkânsız olduğunu bildiği halde böyle bir
muhalin tasavvurundan bile mahzuz oluyor. Halbuki ruhlarının sesini biraz daha
yakından dinleyebilenler pek alâ bilirler ki bizi asıl me’yus eden, korkutan,
tazip eden ve Allahı bütün ulvî ve mukaddes samadaniyeti ile tanımaklığımıza
manî olan bu ebediyet hissidir. Kenarı olmayan bir bahri muhitin ruha ilka
ettiği hiss, mehabet ve haşyettir. Ve nazarlardaki tecellisi ise mühteşim bir
karanlığın ika ettiği körlüktür. Sahilini gördüğümüz bir umman ise, istediği
kadar dalgalı olsun, ruhumuzu emniyet ve selâmet hislerile doludur.
Gözlerimizde vuzuh, renk ve nur ile şaşaalanir. insan kendisini, kendi
selametini böyle bir kenarda arayacağı yerde, kendi kendimizde, kendi mukaddes,
uzletimizde ebediyet sayıklarız. İşte dervişliğin, Mystikliğin,
pentheıste’liğin, hülâsa ruhanî esasların en ince noktası budur. Mesele
ulûhiyete inkılâp etmek ve Allahı görmek değildir. Mesele kendi şuurumuzla yan
yana kalmak, şu hayatın maddî alâkalarından yanî maaş ve maişet derdinden bir
an fariğ olup kendi şahsî mevcudiyetimize dair samimî bir kanaat edinmekten
yani kendi kendimizi görebilmekten ibarettir. Fielhakike ancak bu suretle maddeden
kurtulan bir şuur olduğumuzu anlarız. Yoksa ne bu beden gözü, nede basiret
gözü, mevcudiyetine iman ettiğimiz «zatı kiberya» ya vasıl olamaz ve olduğu
taktirde ülûhiyetin kıymet ve haysiyetini indirmeğe sebebiyet vermiş yani
kendimizi ülûhiyet mertebesine çıkarmış oluruz. Zira, nefis ya tamamen
vukufunun dairesi dahilinde veya tamamen haricinde olan bir «Zatı zulcelâl»
ister ve bizi bu ihtiyaç, bu endişe ve bu arzudan ancak maddî ve müsbet ilimler
kurtarabilir. İlmin vasıl olacağı noktayı ise henüz kestiremeyiz. Fakat Allah
için meçhuliyet öyle bir istiğnaye delâlet eder ki bu istiğna ne bizi görmeğe
ve nede kendisini göstermeğe ihtiyaç arz etmez. Eski Feylesofların mütemadiyen
Allahı iradeye atfettikleri ve bin türlü tevillerle nihayet selp ettikleri veya
insanınkine benzettikleri mutlak muhtariyet bir kavmın idraki sahasına dahil
olur olmaz kudsiyeti ve «istediğini ya- pıci» oluşundaki sır ve hikmeti
kaybeder.
ne olacağına
dair, Hintlilerin sarih bir fikri olmadığını gösterir. Ve hattâ Veddas- larda
ne din ve ne de ayin mevcut olmayıp sadece içtimai hayatın tabiî bir temadisi
görülür der. [ Mısır itikatlarının bu ahretsizliği hakkında : Revüde l’hstoire
•des religions’un 6 inci senesine ait nüshasında: Maspero nun- La religione
Egyptien- ne d’apres - les pyramides de la V, VI dynastie ]
İsimli
makalesine diğer kavimlerin ahret telâkkisi hakkındada « institu de socio-
iogie > nin neşrettiği, Bulletin mensuel in Mai - 1911 - No 15 nüshasında R.
Krıglin- ger in makalesine bakınız.
Burada tekrar
bir noktayı hatırlatmak icabediyor: Şu ifadelerle Allah var ve yahut yok demiş
olmayoruz. Şunu demek istiyoruz ki: İki çocuk yekdi- ğerile tekmi, çiftmi
oynarlar; bunlardanbiri, ellerinden birinin içine hiç bir şey koymadığı halde
muhatabı daima, içinde bir şey var ümüdindedir. Binaenaleyh ya tek veya çift
der. El açılınca boşluğu görülür: ve yahut tek. derde çift çıkar, ve yahut bir
şey yok derde var olur, yahut ta tesadüfen doğrusunu söyleyiverir. Ulûhiyetin
sırrına karşı vaziyetimiz bu çocukların vaziyeti gibidir.
Allahı biz arar
ve isteriz, kendisini istemediğimiz zamanlarda çoktur. Zaten mevcudiyetlerini
yalnız Allaha hasretmiş bulunanlar ya meczup ve ya mecnundurlar. Onlar bir
sınıf halkın sevgilisi olsalar bile «aklı selim» va Allah tarafından
hoşa gitmezler. Zira Cenabıhak hiç bir kulunun süp- hani nimetlerinden mahrum
kalarak Îlahî nefsine vücudünü vakfetmesini isteyeck kadar Özcü olamaz. Ona şu
veya bu vasfı veren biziz. Var veya yok diye dedikodu yapan da biziz. Bu
itibarla, eserimiz olan bu mabut, her hanği bir ferde kendini sevdirmek için
aşk, ve muhabbetini vereceği gün, ulûhiyetini kaybeder. Ve insan Allahın vüsat
ve mücerrediyeti huzurunda nasıl bir et ve kemik parçası, nasıl tefesühe mahkûm
bir sefil madde olduğunu idrak ederek ulûhiyeti hatır ve hayaline getirmekten
utanmalıdır. Biz ufuklara kadar sallanan bir bahri muhiti gözlerimizle
kucaklıyabiliriz. Halbuki onu tahrik eden rüzgârı görmekten âciziz. Ve bütün bu
ummanı sallayan rüzgâr ise çok defa salladığı bu azim genişliğe rağmen bizi
yerimizden kımilda- tamaz. Bütün bu müthiş hadiseler, bütün hilkat meyilli bir
satihta kaymaktan ibarettir. Biz bu cereyanın üzerinde bir saman çöpü gibiyiz
ki,, bizi götüren umumî satihte bütün diğer mevcutlar gibi hiç batmadan yalnız
şekil ve vaziyetimizi değiştire değiştire akar gideriz. Saman kendisini götüren
sudan, su üzerinde kaydığı meyilli satıhten, bu satıh sırtında akup gidenlerden
haberdar değildir. İlk illete karşı olan bu âlemşümul cehalet içinde her şeye
vukufu olan bir Allah mevcut ise, onuda anbak kendisi bilir.
Binaenaleyh,
her şey kendi âleminin haliki ve her kes kendi kâinatının Rabbi olmalıdır.
Miskin ve kendini beğenmiş bir softa, bir papas, bir şeyh, bir mürit
zihniyetile düşünüyorsak hata eder, heder oluruz. En büyük ibadet ulûhiyetten
istiğnadır. Bizim istiğnamız, İlâhî kemali tamamlar. Ve her şeyden müstağani
olan mutlak bir ulûhiyetin vücudünü isbat eder. Mesele bu noktaya gelince: Alem
hadistir veya değildir. Allah halâ mahlûklarile meşguldür veya değildir,
nevinden mütalaaların kıymeti kalmaz. Biz ne lâkayit bir Allah, nede mağrur ve
mütekebbir bir mabut, nede âtil ve sakin bir halik düşünmiyoruz. Bunların hiç
birisini, bunların akis-
lerinide
düşünmiyoruz. Kendisini düşünmediğimiz için de vardır, dimek istemiyoruz;
mevcuttur veya değildir, mevcut olabilir veya olamaz, filân şeyleri yapar veya
yapamaz... Bunlardan bize ne ? Bu içinde yaşadığımız ve kendimizi terkip
ettiğini bildiğimiz şu çamur âleminde ruh ve ahlâkımızı tasfiye ihtiyacında
iken bizi bu âleme kim gönderdi diye düşünmekte bir faide olamaz.
Bir gün Botlddhaya bir rahip
gelerek: «Alem Ebedimidir? Zamanla mahdutmudur? Alem namütenahimidir,
değilmidir, sonu varmı yokmu ? Bauddha öldükten sonra yaşayacakmı, yaşamıyacakmı?»
nevinden Nir-
vana’nın mahiyetini anlamak istiyen geyet açık bir kaç süal sormuş Bouddha rahibe:
« Şu
dakikadan evvel sana ne söyledim rahip? Gel benim talebam ol; âlem ebedî mi
değil mi, hayat cismin ayni mi gayri mi, öldükten sonra hayat var mı yok mu...
Bütün bu meseleleri sana öğreteyim dedim mi ? » Diye sorar.
Rahip, «hayır demedin» der. Bouddha: «Ve yahut bu
senin bana, sorduğun süalleri sen bana öğret dedim mi?» diye tekrar
sorar. Rahip gene: «Hayır» der. Bunun üzerine Bouddha sözüne şöyle devam
eder:
« Zehirli
oklarla yaralanmış bir yaralının akraba ve taallükatı hazık bir tabip çağirmak
istediği vakit, hasta: Ben beni vuranın dört sınıf ahalimin hanğisinden
olduğunu öğrenmeden, yaralarımı düşünmek istemem, ve yahut ben beni vuranın
ismini, ailesini, boyunu bosunu ve beni hanği silâhla vurduğunu öğrenmedikçe
yaralarımı düşünmek istemem! Dese idi ne olurdu. Tabiatile mecruh yaraları
içinde ölür giderdi, degilmi ? Şimdi niçin Bouddha sorduğun
süallere cevap vermiyor anlayormusun? Çünkü bu meseleleri bilmek, kudsiyet
yolunda hiç bir terakkiye medar olmaz. Ne ruhun sükûnuna, ne de Rabbani ilhama
ve nede ebedî hayata yardım eder. Bu işlere yaramıyan şey, ıztırabin hakikati,
ıztırabın menşei, ıztı- rabm inkıtaı ve bunun için icabeden tariki bilmekten
ibarettir. Benim tarafımdan izhar ve ilham edilmemiş ve edilmiyecek ve
edilebilmiş olan ve edilmesi lazım gelen hakikatler bunlardır» [1] Bouddha nın müritlerin-
[2]
Arkadius’un saltanatı esnasında
İstanbul papaslarından «Theologale Logo- macus» Kafkasya taraflarında mahsuldar
bir kıtaya gider. Orade beş oğlu ve beş kızila akraba ve uşaklarile fakirane
bir yemekten sonra Allaha hamdusena eden [Dondindac] isminde saf bir ihtiyara
rasgelir. Ve aralarında şöyle bir mükâleme cereyan edert
Logomacos — Ey
putperest! Orada ne yapıyorsun? Yonanlı olmadığına nazaran muhakkak putperest
olacaksın değilmi!?! Bu manasız barbar lisanile ne mırıldanıp duruyorsun söyle
bana !
Dondtndac —
Allahın kulakları için her lisan müsavidir. Biz Allaha hamdet- mekteyiz, dua etmekteyiz
.
F: 18
den kör bir
kanaat beklediği bu meseleler, bu gün de ayni suretle hiç bir şeye yaramaz.
Asd mesele
iztirabmımızı kaldırmak çaresini bulmaktır. Ve daima şuna inanmalıdır ki biz
istesekte, istemesek te, o bize zaman zaman sanih olacaktır. Eğer bu kendi
kendine akla gelen « yaratılmış mabudu » kâti bir mükâfat telâkki edersek
susmak icabeder. Halbuki ondan kaçmak, onu kendimizden uzaklaştırmak ona
yaklaşmaktan daha hayırlıdır. Zira bu aciz dakikalarımız olmasaydı bu hakikate
daha kudretle iman ederdik, ulûhiyetin ummanını dolduran acizlik ve
zaifliğimizin ğoz yaşlarıdır, teselli ve ümitleridir. Şu halde Allah ne dir?
Allah uçsuz, bucaksız bir sevgidir. Bir eyiliktir. Aklın emrettiği ve bulduğu
yegâne fazilet semboludır. İşte bunun içindir ki Her din ve Her devlet bizden
eyi bir vatandaşın haiz olması lazım gelen meziyetleri ister, Bu meziyetler
iyi olmak, eyilik yapmak- vazifeyi ve başkalarını sevmek ve bir kahraman gibi
başkalarının ve bir mil-
L — [Kendi
kendine] tarafımızdan tenvir edilmiyen bir vahşi ailesinin Allaha dua edişi
hakikaten harikülâde bir şey.. [Dondindaca dönerek]; Demek sen ilmi halini
biliyorsun, Allaha niçin ibadet ediyorsun ?
D — Mülkümüzün
sahibi olan Allaha ibadet vaciptir de onun için.,.
L — [ Kendi
kendine ]; Bir barbar için bu cevap fena değil. [ Cehren ] peki ondan ne
istiyorsun ?
D — Beni
mahzuz eden İlâhî nimetlerine ve hattâ beni muztarip eden fenalıklarına şükran
ediyorum. Ve kendisinden hiç bir şey istemiyorum, Zira, o bize ne lâzıım
olduğunu pek eyi bilir. Esasen komşum yağmur isterken ben eyi bir hava
istemekten hâzer ederim.
L — ... Pek alâ ey barbar! Sana bir Allahın mevcut olduğunu kim
söyledi?.. D — Tekmil tabiat.
L — Bu kâfi değildir. Allah hakkında nasıl bir fikre sahipsin ?
D — Benim
halik ve sahibim var. Eyilik yaparsam beni taltif eder, ve fenalık yaparsam
beni tecziye edecektir.
L — Bunlar
saçma sapan şeyler!. Esasa gelelim. Allah namütenahi midir ?
D — Dediğini
anlamıyorum...
L — Vahşî
hayvan ! Allahın bir mekânı var mıdır? Yoksa mekândan münezzeh midir, yeyahut
her yerde midir?
D — Birşeyler
bilmiyorum, nasıl istersen öyle olsun.
L — Cahil!
Hiçbir zaman mevcut olmamış olan birşeye vücut verebilir mi? Bir bastonun iki
ucu yok mudur? Geleceği, hal gibi görebilir mi? Vücudü ademden halk için ne
yapar? ! Ve mevcudu madum etmek için ne yapar?
D — Ben
bunları düşünmedim bile...
D — Ne
budalalık!.. Öyle ise biraz daha aşağı inelim. Madde ebedî olabilir mi? Bari
bunu olsun söyle dostum...
D — Maddenin
bütün bir ebediyette mevcut olup olmıyacağı neme lâzım. Ben ebediyen mevcut
olacak değilim... Allah, daima benim efendimdir. O bana adalet fikrini
vermiştir, ben daima onu takip edeceğim, ben hiçbir vakit feylesof olmak
istemem... İnsan olmak isterim...
letin saadeti
için kendini vermekten ibarettir. İşte bu vasıflarla süslenen her asrın mabudu
olmuş ve insanlara ülûhiyet fikrini ilham etmiştir. Zira beşeriyet içinde bu
kadar büyük bu kadar yabancı ve bu kadar fedakâr bir kuvvet nadir görülür.
Ve insan bu
büyük adamın kuvvetlerini ve bu kuvvetin menbalarını vüzuhla anlıyamaz I
*
* *
Bu itibarla ne
bir üluhîyetin imkânını düşünmeliyiz. Ne de ona bir imkânsızlık izafe
etmeliyiz. Yalnz şu muhakkaktır ki, herkes bir çeşit Allah tasavvur eder.
Herkesin Allahı kendi seviye ve iz’anına nispeten mevcuttur. Aiaine nin dediği gibi
«insanların Vücudu Allahların türbesidir». [1] Vaktile bir tatbikat
dersinde hepsi on yaşında olan bir küçük sınıf tale-
L — Bu taş
kafalile oğraşmak ama zor şey!.. Haydi onunla bir seviyede gidelim. Allah
nedir ?..
D — Benim
hükümdarım, hâkimim, pederim...
L — Benim
sorduğum şey o değildir. Onun mahiyeti nedir diyorum?.
D — Kadir ve
hayırkâr bir varlık...
L — Fakat
ruhanî midir, Cismanî midir ?
D — Ben onu ne
bileyim?...
L — Sen daha
bir ruhun ne olduğunu bilmiyor musun?...
D — Hattâ en
ufak bir kelimesini bile bilmiyorum. Hem benim ne işime yarar. Onu bilmekle
daha adil mi olacağım?...
L — Bir ruhun
ne olduğunu mutlak surette sana öğretmek lâzım... Dinle: Ruh, ruh, ruh... Yok
yok bunu sana başka bir gün söyliyeceğim..
D — Korkarım
ki sen bana bunun olmadığını söyliyeceksin.. Fakat size benim bir sual
sormaklığıma müsaade ediniz. Ben vaktile sizin mabetlerinizden birini
görmüştüm. Siz niçin Allahı büyük bir sakalla tasvir ediyorsunuz?
L — Bu pek
müşkül bir meseledir. Bunun için daha evvel bilinmesi lâzım gelen meseleler
var.
D — Senin
vereceğin malûmatı almadan evvel, bir gün başıma gelmiş olan bir şeyi sana
anlatmaklığım lâzımdır: « Bahçemin bir köşesinde bir kulübe yapmaktan
geliyordum. Bir Mayıs böceği ile birlikte terennüm eden bir Köstebek sesi
işittim. Köstebek diyordu ki : « İşte güzel bir fabrika... Böyle eseri vücude
getiren muhakkak pek kudretli bir Köstebek olacaktır ! » Diğeri cevap veriyordn
: « Alay ediyorsun... Bu binanın sahip ve mimarı deha sahibi bir Mayıs
böceğidir! » O va- kittan beri ben münakaşa etmemeğe kat’iyyen karar
verdim....»
Voltaire Dictionnaire Philosophique
Voltairîn
İstanbul kütüphanesinden birinde mahfuz dediği bu mükâleme bu mevzua dair
söylenmiş ve söylenecek sözlerin hepisîni hülâsa eden müstehzi ve fatin bir
ruhu taşıyor. Ve Allahın İçtimaî ve ruhî menşe’ini ve din adamlarile za- vaili
insaniyetin vehimlerini ne güzel ifade ediyor.
[1]
Alain; Les system es des Beaux - arts
besinden
Allahın resmini istedim. Bana bilâ tereddüt, kimisi örümcek gibi bir şey,
kimisi bir mustatil, kimisi bir kule ve kimisi bir daire veyahut büyük bir göz
resmettiler. Bugünde muhtelif kavimlerin Allahı bu çocukların resimlerinden
daha farklı şeyler değildir. Ta küçükten beri zihnimizi, kabiliyetlerimizi,
karmakarışık eden bu telâkkilerle insaniyet hasta ve perişan bir hale
gelmiştir. Bırakalım, herkes kendi aleminin Allahına tapsın, zira herkesin
maksadı ayni şeydir. Ruhlar arasında yalnız kendi beka ve tahakkuku için
cehteden bir gizli müsabaka vardır. Bunu, kimi madde aleminde, kimi maneviyyat
sahasında arar ve kimide yalnız kendi nefsinin ilham ve hislerile iktifa eder.
Biz, bize karışmayan bir Allaha karışmıyahm. Ve mümkün olursa onu işimize de
karıştırmıyahm. Ancak bu suretle İlâhî kudretin azamet ve Ulviyetini ispat
eden bir meziyet ve liyakat kazanırız, müsbet ilim, maneviyatla oğraşmaz ve
demokratik bir idarenin yegâne vasfı lâdinî oluşudur. Bütün bunlar, ne
Allahsızlık ne de dinsizlik demektir. Belki dünyevî işlere, uhrevî kuvvetleri
karıştırmaktan çekinmek maneviyatile rahatsız olan müfekkiremiz gibi bizzat
maneviyatı ve Allahı da rahatsız etmemektir. Eğer bir Allah mevcut ise o bizden
kendisini düşünmemizi, kendisine minnet etmemizi değil, bizzat kendimizi
düşünerek kendimize hizmet etmemizi ister. Binaenaleyh Her insan görünmeyenden
ziyade görünene koşmalı. Müsbet bir ilim ve medeniyetin ahlâk ve faziletlerini
en İlâhî bir din gibi benimsemelidir. Her cemiyet mazinin derinliklerinde kalan
büyüklerini İçtimaî hafıza te’lih etmiş olduğuna göre bugünün cemiyeti de
kendi büyüklerini daha ş’eni olarak te’lih etmiye mecburdurlar. Binaen aleyh
bugünün mabutları, ibadet istemiyen, mabet istemiyen, bizim olan ve bizden olan
büyüklerdir. İşte bu itibarladır ki büyüklerimizi lâik mabutlar, diye tavsif
edebiliriz ve etmeliyiz.
Adapa — 353
Adem — 163, 166
Adam [eh] — 113
Adrastee — 33
Aedne — 52
Agni — 15, 20, 21
A hur a Mazda — 21
Alain — 274
Alcibiat — 34
Alcmeon ( de croton )
— 53
Alain ( de lille) —
89
Alexandere
[d’Aphrodisias] — 83
Alexandere (S) — 177
Althusius —102
Ati — 113
Amazoulu — 22
Ambrais Pare — 196
Amida — 202
Anang ke — 33
Anatol de France — 37
Anaxagore — 38, 39, 49,64,
67,79,97
Angra Mainyu — 23
Anaximandre — 36, 37
Anaximene — 36
Andler (C. H)— 166
Anlhisthenes — 60
Appollon — 30, 86
Appollonius — 77
Archimet — Tl
Ardigo (Robert)
171,172
Aristippe — 6o
Aristobulos — 83
Aristodeme — 59
Aristote — 32, 33,36,
46,50,54,62,67,
70,72,74,75,77,83,89,109, 117,122,138,186,194,197, 204,209,251,263
Arnold (M) — 176.
Arnauld (A) — 110
Arounta — 241
Aryus — 195
Atharva — 10 ‘
Atman — 14, 43, 68
Autolyeos — 31
Avranches (1 evequed’) —
227
Bacon [F] — 111,
112, 113
Baldzuin — 258
Balfour — 215
Balme — 196
Bagavatçita
— 86
Bahamanades
— 14
Bakilanî— 97
Bauchimans — 15, 18
Barth [A] — 24
Bartholmes — 228
Bauer — 220
Bay et — 232, 233
Bayie (P) — 143
Bazaillas [A] — 122
Bechet (TH) — 89
Belot (V) — 223,
226, 258
Beneke [ F - E] — 164
Berg [Conrad] — 131
Bergaine — 20
Bergson — 9,43,192,193,194,195,216, 263,264
BerKeley — 132,133
Bernard (claud) —
197-198
Bagavata
Purana — 16, 26
Bertelot — 217
Berthonnier (La) — 209-210
Bertulus — 197
Bider (Y) — 52
Binet Sangle
— 254
Blanc (L’abbe) — 231
Blondel (Charles) —
119
Blondel (Maurice)— 209
- 210
Boas — 237
Bodin (J) — 104, 249
Boehme (Jacob) —
106-108,109,159
Bolîngbroke
—135
Bossuet — 119,120,257
Bougle — 223
Bouddha —
28,29,40,41,42,43,56,63, 64,72, 202,203, 228,270, 272
Boutroux (Emil) —
118,191,192,225
Brahma —16,28,68,83,228,254
Brehier (E) —
6,33,61,75,76,78,82
Brochard — 55,70
Broglie [De] — 231
Brooning (Robert) — 212
Brown (THomas)— 196
Bruno (Giordano)—
109,111,124
Brunschwigg
— 119,124
Bruys (Pieyre de) —
89
Buchner (L) — 155,261
Buchez — 87
Buisson (F) — 224
Bünsen (Baron) —
221,228
Burcke — 237
Butler — 131,136
Calvin (î) — 104
Campanella — 111
Caperan [L] — 230, 232
Carneade— 75
Cariyle — 165
Carrau [L] — 136
Cavaignac [Eug-ene] —
252
Cebrail — 26
Cehemî— 97
Cehim bin Sofvan — 99
CelalettinîRumî(M.ev\âna)—5,161,261
Cerece — 179
Cesar — 19
Chambre ( François
dela) — 136
Charles - (I inci) — 226
Chaos — 32
Chartier (A) — 119
Charbonner [Dr.] — 26
Chauffart (C) — 196
Chaignet — 53
Cherbury (Herbert de) —
105
Chkai — 14, 15, 16
Chronos — 32, 33
Chubb (THomas) — 136
Ciceron — 11, 78
Clarke — 137
Clifford (W - K) — 176
Cohez — 85
Cochery — 143
Cohin (D) — 196
Cohin (H) — 170
Colani — 220
Collins — 131
Comte (Au) — 179,
180, 181, 209, 224, 236
Condillac — 136
Condorcet — 142
Confucius — 27
Corneille ■— 179
Cournot (A) — 203
Cousin (V) — 6, 65,
178, 224
Criton — 34, 60
Crusius (G-A) — 145
Cuzner — 215-216, 224
Czolbe (K.) — 154
Dalle — 237
Darwin — 54,173,
174,198,199, 224
David (veya Davut) —
35, 89, 120
Dastre — 197
Delaporte — 253
Delvolve — 143
Demiurg — 61, 74, 75
Democrite — 49, 50, 54, 71
Demon — 26
Deniş (y) — 223
Descartes — 14, 84, 102, 114- 118, 138, 140,
145, 149, 210, 258, 260, 263
Diane — 30
Didrot — 132, 138, 141
Dionysos — 74
Dollfus — 220, 221, 225
Dondindac — 274
Dorsey — 237
Douwerney — 120
Dreiche — 198
Dubois [ İ-A ] — 21
Dühring — 147
Dumas (g) — 151
Duns Set — 89
Durkheim — 22, 235, 236, 237, 239, 246, 248
Ebu Bekir
Razî — 97
Ebu Hezil — 97
Eddy (Mys) — 212
Edeimann (y. ch.) — 144
Eflatun (Platon) — 20, 33, 34, 49,
50, 54, 60, 61-64, 65,
■ 66, 67,
69,70,74,
75,77, 85,86,89, 103,118,120 121, 131,224
Ehrimen — 22, 28
Einstein — 216
Elme’mun — 93
Empe’docle — 49, 51, 54, 79
139
Enesideme — 73
Enlil — 253
Ennius — 77
Entu — 253
Epicure — 70 - 73, 77,
78, 79,124,139
Epictete — 77, 78
Erebe — 32
Erigene — 89
Eros — 32
Erusius [C.A] — 145
Esculab — 58
Eskimo — 20, 22
Espinas — 247
Etana — 253
Elhere — 32
Eucken [R] — 201 -
203
Euclite — 60
Eucriugena (I) — 89
Eudeme — 33
Euripide — 35
Euthyphron — 34
Eymieu (A) — 176, 197
Fabre — 247
Fahrettini Razî — 91
Farabî (Ebu Nasrı) —
97, 99
Fechner — 155, 156, 170
Fenelon — 119, 120, 220
Ferit B. — 96
Ferry (Jule) — 224,
231
Feuerbach — 151 -154, 155
Fichte — 135, 156, 158
Fidjie — 18, 23, 24
Fiske (Jhon) — 176
Flammarion (Camii) — 182
Flotte — 227
Flourens — 199
Fongart (P) — 21
Fontenelle — 220
Forge (dela) — 131
Foucart — 250, 251
Fouillee^—6,38,60,161,186,187,204
Fraser [y.g]-
22,24,235,236, 237,249
Franck — 104
Dr S. Freaud — 27, 206, 237
Gaia — 32
Galien — 80
Galilee — 70, 111
Ganesha — 25
Gaul — 19
Gassendi (P) —124, 139
Gazali — 96, 97
Giguet [P] — 31
Gilgamesh — 253
Gilson [ET] —124
Gillen — 237
Ginet (Emil) — 202
Goblot — 211, 226
Gorgias — 55
Gouhier (H) — 122
Gourbeyre (Y) — 197
Gowen (gr. H) — 28
Green (TH. H) — 176
Grey — 237
Grin (E) — 186
Girouet (A) — 168
Grotius (H) — 103, 131
Guyau (J. M.) — 55,
64, 65, 188-189, 190,226
Hackel — 154, 168, 261
Haddov — 237
Hafız ( Şirazlı ) — 7
HalbWachs — 128, 252
Halvey — 119
Hamelin (O) — 117, 188
Hamilton — 112, 135, 175,
176
Hamit ( Abdulhak ) —
129
Hamefis — 27
Hammurabis — 253
Haureau (B) — 90
Hartmann (E) — 146, 170
Hayagriva — 10
Hegel — 43, 68, 151,
159 -162, 204,
205,
220,228, 229, 261
Hellanicos — 33
Helmont (Von) — 196
Hemmigsen — 102
Hemeras — 32
Hera — 33, 52
Heracles — 33
Heraclite — 34, 38, 40 -
44,46, 47, 73,
79,160, 174,
261
Herbart — 164
Hermes — 32
Herder — 145-146
Hertz (H) —201
Hesiode — 32, 45, 71
Hilmi Zıya — 96, 227
Hittite — 252
Hobbes (TH) — 113,
114, 132
Höffing (H) — 6, 103,
115,117, 147,
159, 187
Holbach (d) — 138,
139, 140
Holmes — 237, 244
Homere — 30, 45
Hovelogue — 249
Hotento — 12,18
Huet (D) — 118, 227
Hubret (M) — 136, 237
Hugo (Victor) —
86,182,226
Hume (D) — 133 -135
Hürmüz — 28, 63
Hutcheson — 131-132
Hyppocrate — 80
İahveh ( Yahovah ) — 17, 28, 176, 225, 228
Ibni kilâp — 96
İbniRRüşt — 89, 97, 109
İbniSine — 97, 99
İbrahim — 221
İndra — 20
înnini — 253
İrving King — 223
/roguois — 23
İsa — 85, 88, 89, 104, 109, 143, 144, 146,
148, 170, 178, 179, 194, 220, 221, 222, 225, 228, 229, 230, 232
İsmail Fenni B — 96, 155
İsmail Hakkı B — 96
İshtar — 253
İvanitzky — 270
İsthar — 253
İzis — 27
İzzet B. (M)— 46
Jobe — 35
Jacobi (F. H) — 146
Janvier [P] — 231
James ( W) — 10,86, 92,
181, 205, 206, 213
Janet (Pierre )— 6,
26, 212, 255
Janet (Paul ) — 196,
226
Jaussain ( A) — 133
Junon — 30
Jüpiter — 30,31,86,228
Kant — 54, 112, 137, 146, 149-151, 167, 261
Kansas — 20
Keebet — 25
Kelimi Hemedamî— 69
Kepler — 111
Krause — 781
Kravzer — 236
Kreglinger — 270
Krousse — 163
Kuring — 237
Laboulay — 222
Ldchelier — 119,192 195,
204
Laffitte ( Pierre ) 181
Lagneau —192, 195
Lagrange — 137,212,216
Laland —119, 257
Lamarck — 54, 199, 224
Lamennais — 227
La Mettrie — 138
Lang — 207 - 208
Lange[F.A.]— 6, 50, 207, 208,
209, 214
Lonson [g] — 141,183
Lao-Tse— 27, 28
Laplace — 137
Larrogue ( Patrice ) —
221, 222
Lary (Andrew )— 176
Lasson (Dr.) — 209
Lavoisier — 49
Laulanier — 199
Le Dantec —
197
Le Bon (Gustave) —
209
Leclerc - (Bouche ) —
249
Leibnitz — 134, 126,137,
212, 216
Leon [ XIII üncü ]
— 229
Leonard de Vinci— 111
Leguer (Jules)— 181 -
182
Leroux (P) — 181, 205
LeRoy [A] — 119, 135
Le Roy [ Edvard ] —
263 - 264
Lessing— 145, 146, 228
Le tourneau — 19
Le vegae (ch) — 196
Levi ( Silven ) —
235
Levy - (L. g-ermain )
— 225
Levy - Bruhl — 235, 237, 249,
250
Ligorie — 231
Ligure — 252
Linus — 86
Littre — 181,182, 220,
224
Locke — 186
Logomacos — 273
Lombroso — 255
Lourie (Osip) —
199-200
Lotze (R. H)— 155,
156, 170
Lubbock — 25
Lucrece — 50, 77, 79,
80, 81, 82,139, 206, 208
Lussauld — 196
Lut — 221
Luthere — 166, 176
MabediilCehemî — 99
Mace [ Jean ] 226
Mach [ E ] — 201
Machiavel — 102
Maclenan — 236
Maimonide — 100
Mainede Biran — 178, 186
Malebranche— 85,120 -122,
260, 263
Malesherbes — 143
Malvy [A] — 118
Mansel (Henry) — 175
Mani — 161
Maoris — 18, 24
Marc-Aurele — 77, 79
Marduk — 253
Marquardt [W] — 249
Marillier [Leon] 223
Martin [ Aime ] — 2
Mars — 30
Marx [Kari] — 235,
236, 248
Maspero — 20, 270
Max Muller — 12, 15, 206
213
M. Maurg — 27
May er (R) — 154
Max Well (l.c) —201
Melissos — 47
Mehmet Ali Ayni — 96
Mehmet ( Şehristanî)
— 95
Mehmet Emin — 151
Mehmet Naim — 249
Melanchton — 102, 105
Mercure — 31
Meryem — 23
Milton — 87
Mili ( J ) —
173,174,175,181, 198, 206, 207
Mindelez — 237
Minerve — 30
Monod (Wilfred ) —
225
Monfalcon — 196
Morgan (TH) — 23,
131, 136, 237
Mordvin — 14, 15
Montaigne — 101, 104
Montesquieu — 221
Muhammet — 26, 91, 99,
119
Munk [S] — 100
Musa — 26, 110, 113,
136, 178
Nahvagga — 30
Nannar — 253
Nastur — 195
Nausiaca — 30
Nefftzer (Au) — 220,
225
Neptün — 30
Nestis — 52
Newmann (Y. H ) — 176
Newton —
136,137,179,182,199
Nicola ( Aug-uste) —
197
Nietzsche — 92, 147,
195.196
Nuh — 253
Ocean — 33
Ogereau — 75
Oldenberg— 29, 41
Olle-Laprune — 121
Ollion (H) — 131
Ömer Rıza— 96
Origene — 89
Orphe — 86
Ost wald— 201
Ounkoulu-Koulu — 12
Ouranus — 32
Ovide — 19, 78, 81
Oziris — 27
Pareto (Vilfredo ) —
203, 248
Parmenide — 33, 34, 46,
261
Parvatî — 24-25
Pascal — 118, 119, 258,
260
Pasteur — 199
Pecaut (F) — 224
Pelask — 251, 252
Pericles — 38
Perthes (Boucher de) —
224
Phidias — 88
Philon — 82, 86. 249
Phylolaus — 52
Picavet (F ) — 87
Piat (g) — 61
Pie (Xuncu) — 210
Piepenbring — 255
Pierret (P) — 24
Piganiol — 252
Pindar — 33
Platon (Eflatun a
Bak)
Plotin — 83, 84, 85,
87, 121,156
Plutargue — 78
Poincare (H) — 63
Polyclete — 59, 80
Polymele — 31
Pommier (J) — 184
Pontos — 32
Porphyros — 85
Prajapati — 57, 62
Proclus — 85
Prodicus — 55
protagoras — 54, 55, 152
proudhon — 222
pyrrhon — 70, 73
pythagore-[ Fisagor ] —
50-53, 78, 249
Q -
Quinet ( Edgart ) —
228
Ra — 19
Rauh [F]— 119
Ravaisson — 67,
186,187,188,226
Raymond (DuBois)—
213-214
Reîche [Dr Ed]— 208
Reimarus (H. S) — 144,
228
Reinke — 198
Reinach [S] — 250
Renan — 183, 184, 221,
222
Renouvier 176, 182
Reuss [ Ed ] — 220
Reville [A] — 23, 222,
248
Revon (Michel) — 251
Rhea — 32, 33
Ribert(Y)— 26
Ribot (TH) — 250
Richet (Ch) — 199
Riza Tevfîk — 96
Robinson (TH) — 19, 29
Robertson Smith — 17, 237
Robin ( Leon) — 52,
60, 62, 68
Roussesu (J-J) —
135,142-143, 226
Roy (Edouard ) —
263-264
Royer (Clemence) —
224
Rudra — 19
— s —
Sabin — 252
Sadî — 128
Saint'Alfons — 232
Saint-Augustın
— 87, 88,118,120, 230, 249
Saınt-Anselem — 88, 90
Saint-Barthelemi — 224
Saint-Hilair (Geoffroy) —
224
Saint-Hilair (Barthelemie)
—224
Saint-Jean — 87, 144
Saint-Jerome — 232
Saint-Mathieu — 88, 230
Saint-paul — 184
Sanit-Rene Tailhudier — 228
Saint-Sebastien — 104
Saınt-Simon — 178, 179
Saint - 7homasd’
Aquin —■ 88, 232, 249, 263
Salisbury (Jean de) — 89
Salovin (M) — 71
Sama — 10
Samoyede — 22
Sand (George) — 226
Santhals — 18
Scheler (Max ) —
170-171
Schelling — 158, 159, 185,
186
Sebiller — 205
Schitrelow — 237
Schleirmacher — 152, 162
Schmid ( P ) — 176
Schmolders — 99
Schopenhauer
— 147, 167-168, 180, 211, 261
Seavola [ C ] — 77
Secretan — 181, 185, 186
Senaî [ Hakimi ] — 6
Seneque — 75, 77, 78
Sextus Empricus — 73
Saftesbury — 131 - 132
Shamash — 253
Shiva — 24, 25
Socrate ■— 34, 57 60,
61, 62, 67, 89, . 178, 194
Soma — 21
Sozzini (F) — 132
Spencer (H)— 173-174, 176,235, 237, 248
Spinoza — 47, 122, 124, 125, 141, 144, 146,
147, 148, 159, 185, 220, 257, 260
Steeg — 225
Stephen ( L ) — 131
Sthal (Jules) — 228
Stingel — 196
Stirner (Max) — 228
Strauss — 184, 204, 209,220,228,229
Summer — 253
Taggart (M) — 205
Tahiti — 18
Taine [H] — 184-185,
221
Tannery [ P ] — 37
Tao — 27, 28
Tarde (G) — 256
Taylor — Tl, 237, 247
Tchouangtse
— 28
Telessio (B) — 108, 113
Temmuz — 253
THetys — 30, 31
Tenneyson — 21
THales — 30
THeodoros ■—
60
THemis — 33
Taindal — 131, 135
Tland ( Y ) — 131,
137
THulie (Dr.) — 26
Turot — 142
Tsui-goa — 12
Typie — 22
Uberweg — 209
Uhlich — 207
Ulisse — 30
Vacant — 231
Vacherot — 183, 222, 257
Varigny — 199
Vasıl ibni Ata — 96
Vsavadatta — 26
Venüs — 79, 161
Vera (A) — 204
Veron [E] — 25
Veruıorn — 198
Vessiol — 226
Vico ( J. B. ) —
143
Vogt (Kari) — 154
Voltaire — 137,140-141,
149, 163, 226, 276
Vorlander — 6,46,69,74,85
Wagner [R.] — 154
Waldes [ R ] — 89
Wakanda — 20
Ward [w. g] ■— 176
Ward [ î ] — 206
Weill [ Georges ] —
227
Weigel — 166
Weisse — 159, 163
Wellhauser — 17
Wenthal ( Dr Loe) —
208
Westermark — 17, 223,
235, 237
Willian ıvorburton — 136
Wollaston (THomas)—135
Woljf — 129
Woolley [C.Leonard]
—253
Wundt — 147, 148, 237,
239
— X —
Zenophane ■— 45, 46
Xenophon— 34, 59, 60,
75, 251
Yadjour — 10
Yahovah —(İAHveh’e bak)
Yağma Valkya — 14
Yama — 203
Yodl [F] — 170
Yoacgim — 89
Zenon — 73, 74, 75, 76
Zerdüşt - [ Zarathoutra]
— 21, 22, 28
Zeus — 32, 33 52, 59,
72, 179
Zır mana Kern — 28
Ziegler [F] — 170
Zoulou — 12
A
Adam [ch] — Philosophie de Fr . Bacon. Paris:
1890
Aime - Martin — Oeuvers de Platon. T: 2. Paris:
1845
[ Bu eser Eflâtunun tekmil eserlerini ihtiva
eder. Her diyalogun başında ayrıca bir hülâsa ile mukadde- mede Eflâtunun
geniş bir tahlili vardır.]
Alaine — Les systhemes de Beaux- Arts. 1928
Ambrois - Pare — Oeuvres. Altıncı tabi, 1907.
Andler [ch] — La derniere philosophie de
Nietzche, 1930
B
Bacon [F] — Essais.
Balfour — Les fondemehts de la croyance.
Balme — Reclamation en faveur des medecines accuses
d’irreligion—1824 Barth [A] — Les religions de l’Inde. Paris: 1880
Bartholmes — Histoire Critique des doctrines
religieuse de la philosophie moderne, Strasbourg, 1855 Bayie [P] —
Dictionnaire historique et critique.
Bayet [A] - I - Morale et l’instruc- tion
civique, cours moyen, 1902; II - La morale Iaique et ses adversaire Paris: 1925
Bazaillas [A] — La erişe de la croyance,
Paris. 1926
Belot [V] — I.
L’idee de dieu d’at- heisme, 1913 II. La triple originede Dieu 1912
Beneke [ F. E ]
— La philosophie dans ses rapports avec l’experience Bergaine — La Religion
vedique d’apre les rig - vedas. Vol: 3 Paris 1883
[ Bu eserle
Barth’ın eseri ve ilerde geçecek olan Oldenbergin Bouddha isimli kitabı,
eserimizdeki metinler arasında ismi geçen müte- adid Hind asarının [1]
tahlillerini ve bunlardan iktibas ettiğimiz parçaları ihtiya ederler.]
Bergson [H] - I
- Evolution creatri- ce, Paris 1924
II — Les daux
sources de la morale et de la riligion: Paris: 1932
[Bu eser Mehmet
Emin Bey ta- rafımdan Türkçeye tercüme edilmektedir.]
Berkley —
Origine des connaissan- ce humaine.
Bernard [CL]
Leçons sur les phe- nomenes de la vie. 1878
Berthonnier
[La] — Le realisme chretien et I’idealisme grec, 1904 Berthulus — L’atheisme au
dix neu- vieme sciecle.
Bider [Y] — La
Biographie d’Em- pedocle: Paris 1894
[1]
Brahmana des sens sentiers, Upa-
nîsechtad, Rig-Veda, Bagavatçita, Ve- denta, Pale - Avidja, Nahavaâga. Bha- 1
gavata purana, Bhamanades...V.S gibi.-.
Blanc [ L’abbe
] — foi et la morale chretienne.
Blondel [M] —
L’action, Essai d’une critique de la vie et d’une Science de la pratique.
Boling brOoke [
Lord ] — Lettre sur l’esprit de patriotisme. 1750 Bossuet - I - de la
Connaissance de Dieu et de soi - meme
II — Lettre au
pape Innocen XI Bougle [G] — Leçones de sociolo- gie sur l’evolution des
valeures 1922 Boutroux [E] — de la Contingenee des lois de la nature Paris:
1924
II — Science et
religion dans İs philosophie Contemporain, 1900
[Bu eser
Hüseyie Cahit tarafından Türkçeye çevrilmiştir].
111 -— Pascal
Paris, 1900 Brehier [E] -1 - Hisoire de la philosophie T 2. Paris 1926 - 34
II — Les idees
philosophique et religieuses de Philon d’Alexandrie Paris. 1924
Brochard — Les
sceptiques grec- ques. Paris 1923
Broglie [de]—La
morale sans dieu . Brunschwiğg — Spinoza et ses con- temporains Paris: 1923
Buchez — Traite
Complet de philosophie et progree.
Buhner [L] —
Madde ve kuvvet (3) cilt — [Baha tevfik tercemesi] Burnet — Aurore de la
philosophie Grecque [Reymond tercemesi]
c
Caperen [L] —
Probleme de salut des infideles. 1912
Carrau [L] — La
philosophie reli-
gieuse en
Engleter depuis Locke jusque a non joures, 1888
Cauffard [C] —
LaVie, 1878 Cavaignac [E] — La monde medi terraneen jusque au IV em sciecle avant
j. c. Paris. 1929
Cemil sena —
Estetik. 1932 Chaignet [Dr] — Pythagore et le Pythagorien ne Paris: 1873
Chambre [F. de
la] — Traite de la veritable religion. 1737.
Char bonnier
[Dr] — Maladie des Mystique. Paris, 1900
Cochery [M] -—
Les grandes lignes de la philosophie historique et juri- dique: Paris: 1923
Cochez — Les
religion de l’empire dans la philosophie de Platon, 1913 Cohin — L’e volution
de la vie,1882 Conte [August] I — Catechisme po- sitiviste ou sommair
exposition de la religion üniverselle. Paris: 1852 II — Coures de la
philosophie positive vol: 6
ı Cournot -1 -
Materialisme, Vitalisme, Rationalisme, 1875 II — Essais sur les fondement des
connaissences hu- maines, 1851
Cousin [V] — I:
Du Vrai, du beau et du Bien. Paris: 1890 II: Histoire de la philosophie modern.
Cuvier — Regime
animal.
Dastre — La Vie
et la Mort, 1924 Delvolve [y] — Essais sur pierre Baylet, 1906
Deniş —
Histoire des idees et des theories morales dans l’antiquite Paris : 1850
Descartes — I.
Discours sur la
Methode. [ Türkçeye
terceme edilmiştir.] II. Traite de l’homme.
Dreische —
Theorie analytique du developpement organique.
Dubois ( I.A )
— Moers, institutions et ceremonis des peuples de l’İnde, Pondichisy, 1899
Dühring- [E] —
I. La religion rem- placee en plu parfait, 1883 II. His- toire critique de la
philosophie, 1869 Durkheim — I. Le systeme totemique en Australie, 1912 II. Din
hayatının iptidaî şekilleri, Cilt : 2 - H. Cahit tercümesi.
Dumas ( g ) —
Psychologie de deux Messie, 1905
Epicurre —
Doctrines et Maximes, Paris 1925 ( M. Salovin tercümesi) Eucken — Le Conte en
vue d’une contenu vital Spirituel, 1895
Eymieu — I. La
part des Croyants dans les progres de lascience II. Le Naturalisme devants la
science, 1911
Fabre —
Philosophie et Medecine. Fenelon —■ I. Lettres sur divers siyetem de
Metaphysique et de religion II. Traite de Iexictence de Dieu Feuerbasch [
Louis ] — I. Principes de la philosophie 11. Pensees sur la mort et sur
l’immortalite, 1830 III. Theogonie, 1857 IV. Dieu, la liberte, et l’immortalite,
1860
Fischte — I. La
querelle de l’at- heisme 1799 II. Sur la principe de nötre croyance a une
providence Flamarion III — Dieu dans la nature Vol 2
Fongar [P] —
Des associations reli gieuses chez les greces. Paris 1873 Foucart [g] — La
Methode compa- rative dans l’histoire des religions, Paris: 1900
Fouillee [A] ■—
I. Histoir de la philosophie Paris: 1924 II. Philosophie de Socrate Vol 2.
Paris 1874 Frazer [Y.g] I. Les origin magique de la royote Paris: 1926 II. Totemisme
et exogamie III. Le Rameau d’or IV. Tache de Psyche V. Le totemisme, 1898
Freud [S] — Totem et tabou Frusius
[C.A] — Esqisse des verites necessaires de la raison, 1745
Giquet [ P ] —
Oeuvre Complete d’Hommer Paris: 1913
Gilson [ Et ] —
Le doctrin Carte- sienne de la liberte et la theologie Gouhier [ H ] -— La
philosophie de Malebranche et son experience reli- gieuse Paris 1926
Gour beyre [Y]
—■ Les origines de la medecine.
Gowen [ Dr
Herbert. H ] — Histoire de l’Asie. Paris: 1929
Grin [E]— Les
origines et levolution de la pensee de Ch. Secretan 1930 Guiraud [A] —
Philosophie Catho- lique de l’histoire
Guyeau [ J. M ]
— I. Esquisse d’une morale sens obligation ni cenction: Paris : 1910 II.
L’irreligion de l’a- venir. Paris 1924 III. Poeme d’un Philosophe.
[ Bu üçüncü
eser Dr Abdullah Cevdet tarafından türkçeye çevrilmiştir.]
Hackel — I.
Morphoiogie generale: 1866 II. Enigme du monde : 1899 III, Merveille de la vie:
1904 Halbwachs — I. Les cadres socieaux de la memoire 1925 II. Leibnitz. Paris:
1929
Hamelin [O] I.
Le systeme de Re- nouvier 1927 II. Le systeme de Descartes 1921
Hartmann —
Philosophie de l’incon- scient,
Haureau [B] —
Histoire de la philosophie Scolastique, 1885
Haveloque — Les
negres de l’Af- rique sud - Equatoriale, 1889 Hegel — Esthetique Vol 2 Hellmont
[Von] — Principes de medecine ( Lizbon ve Venedik basımı 1530)
Herder — De la
religon, des dogmes, et des usages, Paris: 1793
Hesiode — Les
traveaux et les joures.
Hilmi Ziya — I.
İnsanî vatanperverlik. 933 II. Aşk ahlâkı. 931 III. Türk tefekkür tarihi Cilt:
2; 1933
Hobbes [TH] —
Traite de la nature humaine
Holbach [D] —
Systeme de la nature, 1774
Huant — Le dieu
de Spinoza, Ar- ras 1913
Huet [ D ] —
Traite philosophique de l’esprit humain, Amesterdam,1623 Hugo [V] — Dieu.
Hume [D] — Essais
Ismait Hakkı (İzmirli) I - Yeni ilmi
kelâm
II — Kura’ni Kerim Tercernesi İsmail
Fennî — İhlali mezhebi mad- diyyun.
Jocobi (F. H).
Des choses divines James (W) - I - La volonte de croire Paris 1920
II.
Experience religieuse
III.
întroduction a la philesopbie
[Bu eserleri
Fransızcaya Löys Mou- lin terceme etmiştir].
Janet ( Pierre
). I — Medîcations Psychologiques. Vol 3. Paris 1925 [Bu eser tarafımdan
terceme edilmiştir ilk fırsattta basılacaktır]
II—De l’extace a l’engoisse. Paris
1927 Jaussain (A). Expose critique de la philosophi de Berkley Paris, 1920
Janet (P). Les
causes finales 1876
Kant. I -
Critique de la raison püre II — Critique de la raison pratique [I. Barmi
tercernesi]
Krouse.
Originals de l’humanite 1811
- L —
Laffite
(Pierre). Les grandes types de l’humanite. 1875
Lagneau. Lexistence de Dieu 1923
Lagrang. I - Oeuvres philosophiques de Leibnitz. 1866
II. Mechanıque
analytique
Laland (An).
Vocabulaire techenique et critiqe de la philosophis T. 2 Lamark. Histoire des
animeaux sans vertebres. 1845
Lamennais. Essais
sur l’indifferance en matier de religion Vol : 4, 1817 La Mettrie — Histoire
naturelle de l’ame.
F: 19
Lang —- Essais
d’un dogmatique chretienne.
Lange [ F.A ] —
Histoire du materialisme vol 2, 1911
Lanson ( gustav
) — I. Histoire litte- rature Francaise. 1925
II. Voltaire.
Paris : 1906
Larroque ( P )
I. L’examene critique des doctrines de la religion chretienne 1859
II. Opinions
des deists naturalistes, III.Surla vie de jesus celon Renan 1864 Laulanier —
Element de physiologie Le Dantec—I-l’unite chez l’etre vivant II. atheisme 1924
Le Bon (g). I -
Ruhul akvam (Abdullah Cevdet tercemesi)
II. Evolution
de force 1922
Leibnitz. I -
Monadologie. II - Essais de theodicee
Le Roux (E).
Pragmatisme
Le Roy (Andre).
La critique et la religion chey David Hume, Parisl930 Le Roy (Edouard) Le
problem de Dieu 1930
Lessinğ (G.E)
-1 - Entretîens a l’u- sagedes Frances - Maçons
II. Education
de genre humain
Le tourneau.
L’evolution de la morale Paris. 1910 .
Leveque (H).
Les harmonies Pro- videntielles. 1873
Levy-Bruhl.
I-L’ame Primitive.
II - Les
fonctions mentales dans les societe inferieurs
Levy (L.
germen). Une religion ra- tionnelle et laîque
Lotze (R. H).
Precis de la philosö- phie de la religion
Lussauld —
Apolegie pour les me-
dicines, Contre
ceux que les kc- cuses d’atheisme
Lyon (g). La
philosophie de Hobbes. Paris 1898
MaxMuIler—I.
Nouvelles etudes de mythologie Paris 1898
II. Histoire litteruture des anciennes Senscrites.
Mach [E] —
Analyse des sensa- tions 1930
Machiavel —
Prince. [ Türkçeye çevrilmişinin adı Hükümdardır ] Maimonide —- Les gides des
egares T : III. [ S. Munk tercemesi ] Malebranche — Meditation chretien- nes
Paris 1928.
Malvy ( A ) —
Pascale et le probleme de la croyance Paris 1923.
Marillier ( L )
— La survivence de l’ame et l’idee dejustice chez les pe- uples non -
Civilises. Paris. 1894 Marquardt — Manuelle des antiquites Romaines.
Maspero —
Etudes de Mythologie et d’archeologie egiptiennes Vol 2 Paris: 1893
Maurg (Alferd)
— Le someil et les reves.
Mendelsohn (M)
— Jeruselem ou de la puissance religieuse et de ju- daisme, 1783.
Mehmet Emin —
Kant ve Felsefesi. Me hmetŞehristanî—Elmilelüvennihal. Mili (1) — La liberte,
Moleschcotte •— Circulation de la vie. Paris 1860
Montaigne •— Essais. ,
Montesquieu — Esprit des lois
Morgan — Conservatiom
des plan de symetrie de l’oeuf et de l’embri- yon. 1908
Morgan (A) —
Ancienne societe.
Murat — Traite
de physiologie 1904
Nicola (Au) — Oeuvres. 1907 Nietzsche
(F) — I. Le gaie savoire 1928 II. Par de la le bien et le mal 1928
III. La Volonte de Puişsence Vol 2 :
1928: IV. Ainsi Parlai Zarathoustra 1927 ( H. A Albert tercemeleri).
Ogereau —
Essais sur I e systeme philosophique des stoiciennes. Paris 1885
Oldenberg — Le
Bouddha Paris 1903 Olle - Laprune — Philosophie Malebranche.
Ollion (H) — La
philosophi generale de Y. Locke. Paris: 1908
Pareto
(Vilfredo) — Traite de socio- logie general Vol : 2 Lauzan: 1927 Pascal (R) —
Penses et opuscules. Paris 1914
Pavelesco —
Physiologie philoso- phique 1905
Piat — Platon’
Paris: 1907
Picavet (F) —
Esquisse d’une his- toire generale et Compares des phi- losophies medivales.
1907 Piepenbring — Theologie de l’anci- enne testement
Pierret (P) —
Le livres des morts Paris (bu eser eski Mısırlılarındır) Piganio! — Essais sur
les origines de Rom 1917
Poincare — La
Valeure de la sei- ence (Salih Zeki türkçeye çevirmiştir) Pommier (j) — La
pensee religi- euse de Renan 1925
Ravaisson —
Essai sur la Metaphy- sque d'Aristote Paris 1920 Raymond ( Du Boi) — Recherches
sur l’electricite animal
Reinck —
Introduction â la biolo- gie theorique
Reimarus — I.
Fragment d’un in- connu. II. — Apologie des adora- teures senses de dieu
Reinach (S) —
Cultes, Mythes et religion Paris 1905 - 12
Renan — I.
Examain de conscience philosophique 1889
II. Dialoges et Fragments philoso- phique 1871
Renouvier (V) —
I. Essai de critique generale
II. Esquisse d’un Classification sys- tematique des doctrines philo-
sophique
Reville
(Albert) — Les religions des peuples non - civilisees V 2. Paris 1883
Ribert (Y) — La Mystique divine Ribot
— (T H.) — Essai de I’ima- gination creatrice (Ordinaryüs Mustafa Şekip
türkçeye çevirmiştir) Robin (L) — I. La theorie Plaloni- enne de l’amour Paris,
1908 II. La Pensee grecque 1923 III. Les memorables de Xenop- hone et nötre
connaissences de la philosophie de Socrat
(Bu Annee Philosophique’de çıkmış
büyük bir makaledir.)
Robinson (TH.)
Introduction â l’his- toire des religions, Paris 1929 Rousseau (J.J) — La
profession de Foi de Vicaire Soyard. (Din adamları hakkındaki müşahedelerini,
Les Confessions isimli eserinde buluruz)
— s —
Saint - Hilaire
( Barthelemi) — Ma- hommet et le Coran
Sangle (Binet)
— Les prophetes juifs Secretan (Ch) — Philosophi de la liberte
Schelling — I.
Recherches philoso- Phique
II. Philosophie
et religion 1804
III. Sur l’Essance de la liberte hu- main et sur les objets qui s’y
rattachent 1809
Schleirmacher —
I. Discoures sur la religion aux gens cultives, parmis ses contempteurs. 1799
II. La foi
chretienne (1821)
Schmolders —,
Essais sur les ecoles philosophique des Arabes Paris 1843 Schopenhauer — I.
Penses et Frag- ment Paris 1920
II. Le monde
consideree Comme Vol- onte et representation Paris. Vol 3 Seneque — Lettres a
Lucillius Spencer — Principes de sociologie V 3.
Spinoza —
Ethîque
Stingel — Les medecins vengees des
jujements iniques q’on port contre eux. (1730)
Straus — I. Lâncienne et la nou-
velle foi. 1873
II. Vie de jesus (Renan tercernesi.)
Taine (H) —
Intelligence
Taylore — La
Civilisation primitive Tennery (P) — Pour I’histoir de la Science Hellen de
Thales a Em- pedocle Paris 1877
Thulie (Dr. H)
— La Mystique divine, diabolique et naturelle de theologiennes Paris 1912
Vacan et A. de
ligorie — Dicti- onnaire de theologie catholique 1899 Varigny —ViedeCH. Darwin
1888 Veron — Histoire naturelle des religions Paris 1920
Verworn —
Physiologigenerale 1900 Voltaire — I. Traite de Meta- physique Paris 1818
II. Dictionnaire philosophique Vol: 3 [ve 143 üncü savladaki mektupları]
Westermarck —
L’origine et le developpement des idee morales T: 2. Paris 1928
Worlander ( K )
— Felsefe tarihi cilt 2 (Mehmet İzzet ve Orhan Sadettin tercernesi )
Wundt — I.
Leçons sur l’ame des hommes et des animeaux 1897 II. Systeme de philosophie.
1897
Xenophon —
Entretien memorable de Socrate Paris 1890
Journal des
savants. Paris—1885—86 Revue philosophique 1934: N: 1—2
Revue de theologie et de philosophie
cretienne
Revue germanique
Revue de l’histoire des religions
IVe anne
Dictionnaire apologetique de la
foi catholique
Ahdi Atik (Tevrat)
Ahdi Cedit (İncil)
Bulletin mensuel de Tinstitu de soci-
ologie Mai- 1911 - N 15
Bir nokta :
Eserin bazı
akşamı evvelce makale olarak neşredilmiş ve bazı kısım- larıda konferans olarak
verilmişti. Bunlara yapılmış olan mühim ilâvelerle kitabın heyeti mecmuası,
muayen bir mevzu etrafında dönen fikirlerin hepisini bir bahiste toplamaya mani
oldu. Bunun için bir bahiste geçen her hangi bir feylesofun noktai nazarı,
Kitabın diğer bir bahsinde tamamlandı ve mukaddemede de söylediğimiz veçhile,
ne tarihî silsileye ve ne de sistem ve milliyet esasına pek sıkı bir surette
bağlanmak imkânı olmadı. Bu birazda kasten ihtiyar edilmiştir. Eserde geçen
âlimlerin hakikî isimleri Endeks ve Bibliografyadaki imlâ ile yazılmış
olacaklardır. Bazı imlâ yanlışlan ile bilhassa on yedinci formada menfi olarak
bitmesi lâzım gelen bir iki cümle, müsbet olarak dizilmiş isede, bunlar okurken
tashih edilebilecek bir halde olduğundan ayrı bir yanlış doğru cetveli
yapılmamıştır.
C. S.
Sahile Sahile
İlk söz 3 İngiliz felsefesinde Allah 130
Giriş 8 Onuncu kısım:
Birinci kişim: Fransız felsefesinde Allah fikri 138
I
— İlk Allah fikirleri 14 On birinci kısım:
11 — Yonan şairlerinin Allahı 30 Alman felsefesinde Allah ve dînin
İkinci kısım: yeni görünüşleri 144
I
— İlk Yonan F ey 1 e sof arında Allah 36 On ikinci kısım:
II
— Heraclite’in Allahı 40 I — Kant ve devrinin Allah
III — Elea mekbinde Allah telakkisi 149
telâkisi 45 II — Tekâmül felsefesinde Allah 173
IV
— Atomiste’lerde ve Fisag ar On üçüncü kısım:
mektebinde Allah fikri 49 On dokuzuncu asır Fransız felse-
Üçüncü kısım: Klasik Yonan fel- sinde Allah 178
sinde
Allah fikri: On dördüncü kısım :
I — Sophisme den Eflatuna kadar 54 I — Finalistelerîn Allahı 196
II — Eflatunda Allah fikri ■61 11 — Diğer telakkiler 201
III
— Aristote ve ardından gelen- On beşinci
kısım:
lerin Allahı 66 Materialiste düşünceler 211
Dördüncü
kısım: On altıncı kısım:
I — Roma mektebinde allah fikri 77 Laik fikir ve iman kahramanları 219
II
— İskenderiye mektebinde On yedinci kısım:
Allah fikri 82 Allah ve din hakkıhda içtimaiyatçı
Beşinci kısım: görüşler: totemisme 235
Hiristiyan felsefesinde Allah 86 A — Tarihçe 237
Altıncı kısım: B — Totem nedir? 238
İslam felsefesinde Allah fikri 91 C — Tabu 241
Yedinci kısım: D — Mana 244
I
— Allah hakkında hür düşünce- On sekizinci
kısım:
1er ve tabiî dine doğru 101 Umumî icmal 257
11
— Iskolastıge karşı ve Des On dokuzuncu kısım:
cartes mektebi 109 Netice 267
Sekizinci kısım: İsimlerin endeksi 277
Leibnitzin Allahı : 125 Bibliografya 284
Dokuzuncu kısım : Fihrist 294
(2) Pierre Jeanet
— De L’extacc a l’engoise.. Paris 1927
(3) Dr. H. Thulie—
LaMystique divine, diaboliquc et natıırelle de Theologiens, Paris Paris 1912
(4) Y. Ribert — La
Mystique divine
[2] Picpcnbrîng —
Theologie dfe 1’ancienne testament. ' ;
[1] Dr Charbonnier — Maladie des Mystiqııes - Paris 1900
[2] Danvin ve Lamark’ın «zürriyet nazariyesi-Theorie de la
dessendance» ise terakki ve tekâmülü basit şekillerin mütevalî ve. müteakip
tchaluilerine atletler.
|2J Bu zat,
«İnsan aklının ilâhları idi aktan âciz olduğunu, varlıklarını ve yokluklarını
bilmediğini» söylediğinden eserleri yakılmış ve memleketten tardolunmuştıır. Bu
zat Democrit’in Abderde gezerken rastgeldiği bir odun hamalıdır ki, zekâ ve
çalâkisi nazarı dikkati celbetmiş olduğundan kendisine talebe olarak kabul
etmiştir. Bu zat KANThn «Nazarî felsefesi» nin miibeşşiri addedilir.
[3] Pier Janet — De l’angoisse a lextase. 1926.