T.C.
İSTANBUL
ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM
DALI
DOKTORA TEZİ
İSTANBUL’DA RUM, ERMENİ VE YAHUDİ CEMAATLERİNİN SOSYO-MEKANSAL İNŞASI
ÖZGÜR KAYMAK
2502110179
TEZ DANIŞMANI
Prof. Dr. HATİCE KURTULUŞ
İstanbul-2016
ÖZ
İSTANBUL’DA
RUM, ERMENİ VE YAHUDİ CEMAATLERİNİN SOSYO-MEKANSAL
İNŞASI
ÖZGÜR KAYMAK
Bu çalışmada İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermenilerinin
Lozan Antlaşması’ndan sonra azınlık olarak kendi kimliklerini ve gündelik
hayatlarını yeniden inşa etme süreçleri, tarihsel arka planı dikkate alarak,
kolektif belleğin oluşumu ve kamusal/politik/özel alanın inşası çerçevesinde
analiz edilmektedir. Bu bağlamda özetle, Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar
gayrimüslim azınlıkların çoğunluktan farklı olan dini-etnik kimliklerinin
kentteki inşa süreçleri, pratikleri ve bu inşa sürecini etkileyen dinamikler;
eşit vatandaş ve azınlık olma arasında yaşadıkları siyasi ve sosyal çelişkiler;
bu çelişkili durumlar karşısında ürettikleri kimlik stratejileri; hem devletle
hem de geniş toplumla kurdukları ilişkiler gündelik hayat pratikleri üzerinden
çözümlenmeye çalışılmıştır. İstanbul kentindeki “gayrimüslim- azınlık”
kimliklerinin bu inşa süreci farklı kuşak, sosyal sınıf ve cinsiyet
değişkenleriyle incelenmiştir. Tez çalışmasında İstanbul’un gayrimüslimlerinin
yaşantılarını, deneyimlerini, azınlık olmaktan kaynaklı sorunlarını kendi
seslerinden görünür hale getirebilmek amacıyla niteliksel araştırma
tekniklerinden derinlemesine mülakat, odak grup ve sözlü tarih kullanılmıştır.
Çalışmada İstanbul’un üç azınlık cemaatinin azınlık kimliklerinin oluşumunda
kolektif belleklerindeki travmalar ve bu travmaların çeşitli stratejilerle
kuşaklararası aktarımı; mekansal aidiyetlerini ve kimliklerini oluşturan
tarihsel, kültürel ve iktisadi dinamikler; gayrimüslim azınlık kimliği ile
uğranılan dışlanma ve ayrımcılıkların vatandaşlık ve ulusal aidiyetin oluşumu
üzerindeki etkileri; kamusal, politik ve özel alanda gayrimüslim azınlık
olmanın anlamı ve giderek azalan nüfusları ile İstanbul’da mekanda büzüşme ve
dağılma halleri analiz edilmektedir. Tez çalışması, yukarıda açıklanan çerçevede
üç cemaati, sınıf, cinsiyet ve kuşak kriterleri ile karşılaştırmalı olarak
analiz etmeye olanak veren, niteliksel araştırma tekniklerinin kullanıldığı
geniş ölçekli bir araştırmaya dayanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Rum, Yahudi,
Ermeni, gayrimüslim, azınlık,
sosyo-mekansal, kimlik, bellek
ABSTRACT
THE SOCIO-SPATIAL CONSTRUCTION OF RUM, ARMENIAN AND JEWISH COMMUNITIES IN ISTANBUL
ÖZGÜR KAYMAK
In this study, after the Treaty of Lausanne,
İstanbul’s Rum, Jewish and Armenians rebuilding their own identity and everyday
life processes as a minority, taking into account the historical background, are analyzed within the framework of
the formation of the collective memory and public, political and private
spheres. In this context as a summary, from the establishment of the Republic
so far non-Muslims ethno-religious identity, apart from the majority, building processes and practices in the city;
dynamics that are affecting this identity construction process;
political and social contradictions that they experience between being an equal
citizenship and minority; identity strategies they produce in the face of this
dilemma; relationships they build both with the state and the society has been
tried to be solved. “Non-Muslim, minority” identity construction process have
been investigated taking into account different generation, social class and
gender parameters in the city of İstanbul. In this thesis work, the techniques
of in-depth interview, focus group and oral history as qualitative research
methods has been used in order to make visible the İstanbul’s non- Muslim’s
life, experiences and the problems that they face as being a minority in their
own voices. In this work, traumas in the collective memory of the three
minority community in the formation of their minority identity;
intergenerational transfer of these traumas with various strategies;
historical, cultural and economic dynamics that make up their identity and spatial
sense of belonging; the impact
of exclusion and discrimination on the formation of citizenship and
national identity as of having a non-Muslim identity; the meaning of being a
non-Muslim minority in the public, political and private spheres; shrinking and
disintegration in the space of the city with their
declining population is analyzed. This thesis work,
within the framework described above, depends on a
large-scale use of qualitative techniques that allows to analyze three
communities comparatively with class, gender and generational criteria.
Key words: Rum, Jewish, Armenian, non-Muslim, minority, socio-spatial, identity, memory
ÖNSÖZ
Bu çalışmada, İstanbul’un tarihsel kentsel kimliğinde
gömülü olan etkin varlıklarına rağmen, Cumhuriyet’in inşasıyla birlikte
kimliklerini ait oldukları kentin “azınlığı, ötekisi, yabancısı” olarak sancılı
süreçler boyunca yeniden kurmak zorunda kalan Rum Yahudi ve Ermenilerin kendi
kimlik-benlik algıları kamusal, politik ve özel alan düzlemlerinde
incelenmektedir. Kentteki bu gayrimüslim-azınlık kimliğinin inşa süreci ve
pratikleri farklı kuşaklar, sosyoekonomik sınıflar ve cinsiyetler bazında ele
alınmış; hem cemaatlerin kendi içlerindeki hem de birbirleriyle olan
süreklilikleri ve kırılma alanları analiz edilmeye çalışılmıştır.
Teşekkürler
Doktora eğitimime başladığım ilk günden itibaren
bilgi birikimleri, dünya görüşleri, bana açtıkları farklı pencereler ve tezimin
ilk gününden itibaren ikinci birer danışman gibi bana olan inançları ve
gösterdikleri sabır, destek için çok kıymetli hocalarım Doç. Dr. Sevgi Uçan
Çubukçu’ya ve Prof. Dr. Adalet Alada’ya;
Tezin başlığının oluştuğu ilk günden itibaren 3.5 sene
boyunca tezimin heyecanını benimle birlikte paylaşan; her başım sıkıştığında
desteği, inancı, sabrı ve ilgisiyle yanımda olan; derin bilgi birikimi, zengin
ve yaratıcı bakış açısıyla saha araştırması gibi zorlu bir tekniği bu denli
hassas ve kırılgan bir konuda işlemem sırasında hep yanımda olan ve bana yol gösteren; benim kadar bu tezi
sahiplenen sevgili danışmanım ve kıymetli hocam Prof. Dr. Hatice Kurtuluş’a;
Çekinerek çıktığım saha yolculuğumda ilk görüşmelerim
için kurduğum ilişkileri sağlayan, çalışmama çok kıymet veren ve bu çalışmanın
ortaya çıkmasında gayrimüslim eş, dost ve komşularıyla beni tanıştırarak,
görüşme yapmamı sağlayarak omuzlarımdaki yükü hafifleten ve yolumun açılmasını
sağlayan Sezai Temelli hocama; Sevim Budak hocama; Manuk abime; sevgili kuzenim
Ediz Ertürk’e; dostlarım Gülru Atak, Selin
Zalma, Besi Arditi, Damla Demir, Bengü Hun ve Çağ
Erçağ’a; sevgili Begüm teyzeme;
Tezimin özellikle bitme aşamasında hem dostlukları hem de akademik
katkılarıyla bana destek olan sevgili Anna Maria Beylunioğlu ve Alev
Aslan’a;
Cemaatlerin içinde gerek vakıf, dernek yöneticileri
ile gerek kendi anne, babaları ile gerekse de çevrelerindeki eş ve dostlarıyla
beni tanıştırarak görüşmeci ağımı zenginleştiren, en umutsuz olduğum ve tıkandığım zamanlarda yardımıma yetişen,
bana içten bir şekilde güvenerek, yaptığım çalışmanın onlar için de ne kadar
önemli olduğunu vurgulayarak hem beni onore eden hem de yolumda yürüme inancımı
yükselten sevgili Şuşan’a, Kevork abime, Nirva’ya, Ralfi’ye, Ani ve Sevan’a, Natalie’ye, Arpine’ye; hem Rum cemaati içine
girmem ve insanlarla tanışmam
konusunda büyük destek sağlayan hem de Atina’da bana evlerini açan ve çalışmama
sonsuz destek veren Büyükadalı eski komşularım sevgili Francis ailesine; Niko
amcama; güleryüzüyle 2 sene boyunca sorduğum soruları bıkıp usanmadan cevaplandıran,
Zoğrafyon Lisesi’nde beni evimde gibi hisettiren, tanıştırdığı yeni insanlarla, cemaat
hakkında verdiği güncel bilgilerle çalışmam konusunda bana çok destek
olan ve inanan Andon hocama; desteğini hiç esirgemeyen sevgili İoli’ye; İvi’ye;
Lili’ye; Büyükada’nın değerli Agni hocası’na; Büyükada’dan çocukluk arkadaşım
Kostas’a; evlerini, gönüllerini bana açan, ilk günden itibaren çalışmamı hep
destekleyen, yazın Ada’da yaptığımız görüşmelerle ve bitmeyen balkon
sohbetlerimizle çalışmamı zenginleştiren 30 yıllık Büyükadalı komşularım
sevgili Kohen ailesine; Elyo abime; Arlette ablama; Jojo abiye; sevgili
dostlarım Selin ve Selim’e; sevgili Serra’ya;
Özel sektördeki kariyerimi bırakıp hayallerimin
peşinden gidip okula geri dönmem ve akademik kariyer yapmam konusunda bana
maddi manevi sonsuz destek veren, 3.5 senelik çok zevkli bir o kadar da
meşakkatli doktora tez sürecim boyunca destekleri, sevgileri, sabırları ile yanımda olan sevgili anneme,
babama; çokça ihmal
ettiğim ve kahve
borcum olan bütün dostlarıma;
Teşekkür
ederim.
Hayatımda tanıdığım en ince, güzel, sevgi dolu
insanlardan biri olan; güleryüzü ile en başından itibaren çalışmama büyük
destek veren, bilgi
birikimiyle yanımda olan ve çalışmamı güçlendiren sevgili Sami
Herman’a… Tezimin bitmesine çok az bir zaman kala aramızdan ayrıldın. Herşey
için çok teşekkürler. Hep ışıklar içinde olman dileğiyle…
Son olarak,
Tek tek bütün görüşmecilerim kendilerine sakladıkları
hayatlarını, anılarını benimle paylaştılar. Anılarını benimle paylaşmak zorunda
değillerdi. Evlerine, hayatlarına, en mahrem alanlarına girmeme izin verdiler.
O anılar yeri geldi güldürdü, yeri geldi ağlattı, sinirlendirdi. Unutmak,
örtmek istedikleri acıları dışarı çıkarttılar. Belleklerini benimle
paylaştılar. O yüzden hepsine sonsuz teşekkürlerimi burdan sunmak istiyorum.
Hatırlamak acı verir... Belleklerini, kalplerini bana açan, hayatımın en değerli
ürününe sahip olmamı sağlayan görüşmecilerim olmasaydı bu tez hiçbir şekilde
gerçekleşemezdi.
Bu tez, İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermenilerine ithaf edilmiştir.
İÇİNDEKİLER
ÖZ.................................................................................................................................... iii
ABSTRACT................................................................................................................... iv
ÖNSÖZ............................................................................................................................ v
KISALTMALAR LİSTESİ....................................................................................................................... xiii
GİRİŞ.............................................................................................................................. 1
1.
BÖLÜM
Osmanlı’dan
Cumhuriyete Gayrimüslimleri Azınlığa Dönüştüren Süreçler ve İstanbul’un Rum Yahudi ve Ermeni Cemaatleri: Tarihsel Politik Hukuksal
Arka Planı
1.1.
Osmanlı Millet Sistemi ve Gayrimüslimlerin Hukuki
Statüsü................................................................................................................ 26
1.1.1. Millet Sisteminde Gayrimüslimler............................................................................................... 26
1.1.2. Millet Sisteminde Gayrimüslimlere Tanınan Özerklik ve Kısıtlamalar..................................................................................................... 31
1.2.
Osmanlı Modernleşmesi,
Tanzimat ve Cumhuriyete geçiş ile oluşan Gayrimüslimlerin Yeni Statüsü: Gayrimüslim Azınlıklar................................................................................................................ 37
1.2.1.
Tebaadan Vatandaşlığa Gayrimüslimler............................................................................................... 37
1.2.2.
Tebaadan Vatandaşlığa
Geçerken Gayrimüslimlerin Eşit Vatandaşlığının Önündeki Engeller................................................................................................................... 42
1.2.3.
Gayrimüslimleri Niceliksel
Azınlık Konumuna Düşüren Dinamikler: Savaş, Milliyetçilik ve Tehcir
Politikaları............................................................................................................... 45
1.2.4.
Lozan Barış Antlaşması,
Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ve Gayrimüslimlerin Hukuki Statüsü ve Haklarının Azınlık Olarak Biçimlenmesi.......................................................................................................... 50
1.2.5.
Lozan ve Türk-Yunan Nüfus
Mübadelesi...................................................................................................... 53
1.3. Ulus Devletin İnşası
ve Türkleştirme Politikaları Kapsamında Gayrimüslüm Azınlıklar
.................................................................................................................................. 56
1.3.1.
Milli İktisat
Politikaları, Varlık Vergisi ve Gayrimüslim Azınlıkların Birikim Alanından Dışlanması.............................................................................................................. 57
1.3.2.
Ulusun İnşasında Toplumsal
Hayatı Türkleştirme Siyaseti ve Gayrimüslim Azınlıkların Dil ve Eğitim
Haklarındaki Kısıtlamalar............................................................................................................. 63
1.3.3.
Ulusun İnşasında
Gayrimüslim Azınlıkların Mekansal ve Siyasi Haklarında Kısıtlamalar............................................................................................................. 67
1.3.3.1. 1927-İmroz ve Bozcaada’ya Yönelik Yasal Düzenleme................................................................................................... 67
1.3.3.2. 1934-Trakya Olayları ve Yahudilerin Trakya’dan İstanbul’a Göçü............................................................................................................. 68
1.3.3.3.
İkinci Dünya
Savaşında “Güvenilmez Unsurlar’’ ve 20 Kur’a
Askerlik Uygulaması
.................................................................................................................................. 71
1.4.
II. Dünya Savaşı Sonrası
Uluslararası Belgelerde Azınlık Hakları ve Türkiye’de Çok Partili Döneme
Geçişte Gayrimüslim Azınlıklar................................................................................................................ 72
1.4.1.
Demokrat Parti
Dönemi Gayrimüslim Azınlıklar: Kıbrıs Sorunu ve 6-7 Eylül
ile
İstanbullu Rumların “koz-rehine” olması........................................................................................................................ 73
1.4.2.
(1960-1980) Askeri
Darbeleri Arasında Gayrimüslim Azınlıklar........................................................................................................ 77
1.4.2.1. 1964 Kararnamesi ile Yunan Uyrukluların Sınırdışı Edilmesi....................................................................................................... 78
1.4.2.2.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı
ve Sonrasında Gayrimüslimlere Yönelik Uygulanan Politikalar................................................................................................................ 80
1.4.3.
Dünyada Yeni Liberal Politikalar ve Uluslararası Hukukta
Azınlık Tartışması....................................................................................................... 81
1.4.4.
Türkiye’de Yeni Liberal Dönemde
Gayrimüslim Azınlıklar: İç ve Dış Düşman Özdeşleştirmesi ve “Yerli Yabancı”.................................................................................................................. 83
1.4.5.
Türkiye-AB Müzakereleri ve
Gayrimüslim Azınlıkların Vatandaşlık Statüsünde Meydana Gelen Değişmeler.............................................................................................................. 86
1.5.
İstanbul’da Rum Yahudi ve Ermeni Cemaatlerin Tarihi.................................................................................................................. 92
1.5.1.
İstanbul’da Rumların
Tarihsel Kökleri.......................................................................................................... 106
1.5.2.
İstanbul’da Yahudilerin Tarihsel Kökleri.......................................................................................................... 112
1.5.3.
İstanbul’da Ermenilerin Tarihsel Kökleri.......................................................................................................... 117
2.
BÖLÜM
İstanbul’un Rum, Yahudi
ve Ermenilerinde Kolektif Bellek, Travmalar ve Stratejik
Kuşaklararası Aktarım
2.1.
Kolektif Bellek
ve Travma............................................................................................................. 124
2.1.1.
Bellek-Kimlik İlişkisi........................................................................................................... 127
2.1.2.
Travma ile Beslenen Kolektif Bellek ve ve Unutmamanın Dili................................................................................................................ 128
2.1.3.
Ulusal Belleğin
inşasında Gayrimüslimler: “Kolektif mağduriyet”.................................................................................................. 131
2.1.4.
Seçilmiş Travma
ve Kolektif Bellek............................................................................................................ 134
2.2.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve
Ermeni Cemaatlerinin Ortak Travmaları ve Kolektif Azınlık Belleği................................................................................................................... 135
2.2.1.
“Korku dolu yıllar.. ”: Azınlıkların Kolektif Beleğinde 20 Kur’a Askerlik ve Varlık
Vergisi Travmaları............................................................................................................... 138
2.2.2.
“Türkiye tekin bir yer olmaktan
çıkmıştır”: Azınlıkların Kolektif
Belleğinde 6-7
Eylül Travması................................................................................................................. 146
Taksim.................................................................................................................... 148
Gümüşsuyu............................................................................................................. 148
Kuledibi.................................................................................................................. 149
Beyoğlu................................................................................................................... 150
Galatasaray............................................................................................................. 151
Feriköy.................................................................................................................... 152
Eminönü-Sirkeci..................................................................................................................... 153
Gedikpaşa................................................................................................................ 154
Yedikule.................................................................................................................. 155
Haydarpaşa.............................................................................................................. 155
Çengelköy............................................................................................................... 156
Adalar / Büyükada................................................................................................................ 157
Adalar / Heybeliada.............................................................................................................. 159
2.2.3.
Üç Cemaatin
Kolektif Belleğinde Kozmopolit İstanbul: “Şimdi fenerle arıyorsun!”
................................................................................................................................ 161
2.3. Rum, Yahudi ve Ermenilerde Cemaat-içi Kolektif Bellek ve Seçilmiş
Travmaların
Kuşaklararası Stratejik Aktarım: “Dili Sessizleştirmek”...................................................................................................... 167
2.3.1.
Rumların Kolektif
Belleğinde 1964 Sürgünü:
“Sınıfın yarısı
gitmişti nerdeyse, içimde ukdedir hala...”.................................................................................................................. 168
2.3.2.
Rumların Kolektif
Belleğindeki Travmaların Kuşaklararası Stratejik Aktarımı: “Sanki
Şehir Efsanesi!”.............................................................................................................. 171
2.3.3.
Ermenilerin
Kolektif Belleğinde “İç
bilgi” olarak 1915 ve “utanç ve kirlenmişlik duygusu”
olarak ASALA.................................................................................................................. 175
2.3.4.
Ermenilerin
Kolektif Belleğindeki Travmaların Kuşaklararası Stratejik Aktarımı: “Pıs pıs pıs… kimse duymasın!”............................................................................................................ 186
2.3.5.
Yahudilerin Kolektif
Belleğinde 1934 Trakya
Olayları ve Sinagog
Bombalamaları:
“Bende hep tetikte
durmalıyım duygusu var”......................................................................................................................... 197
2.3.6.
Yahudilerin Kolektif Belleğindeki Travmaların Kuşaklararası Stratejik Aktarımı :
“Dışarıda konuşulmaz!”.......................................................................................................... 205
3.
BÖLÜM
İstanbul’da Rum,
Yahudi ve Ermenilerin Mekanda Sınıfsal ve Kültürel
Ayrışması/Kümelenmesi
3.1
Göçler ve Gayrimüslimlerin İstanbul’da Etno-Dinsel Mekansal Yerseçimi.......................................................................................................... 217
3.1.1.
Rum Cemaatinin İstanbul’da Mekansal Yer Seçiminde Göçlerin Etkisi
................................................................................................................................ 218
3.1.2. Sefarad ve Aşkenaz
Yahudilerinin İstanbul’a Göçü ve Mekansal Yerseçimi...................................................................................................... 228
3.1.3. Anadolu Ermenilerinin İstanbul’a Göçü ve Mekansal
Yerseçimi...................................................................................................... 232
3.1.4. Göçler ve Gayrimüslimlerin Meslek-Mekan İlişkisi........................................................................................................... 239
3.2.
Ulus Devletin Kuruluşundan
1950’lere Kadar İstanbul’un Azınlık Coğrafyasını Biçimlendiren Dinamikler............................................................................................................ 252
3.2.1.
Mekanda Yer Seçiminde Azınlık
Psikolojisi..................................................................................................... 252
3.2.2.
İstanbul’da
Rumların Mekansal Dağılımı: “Kurtuluş’lu
olmak Rumların DNA’larına yerleşti...”.............................................................................................................. 254
3.2.3.
İstanbul’da
Yahudilerin Mekansal Dağılımı: “Balat’dan Şişhane’ye, sonra Taksim sonra Şişli-Nişantaşı”............................................................................................................. 260
3.2.4.
İstanbul’da Ermenilerin Mekansal Dağılımı: “Her Gittiğimiz Yerde
İlk Yaptığımız
Şey: Okul-Kilise”..................................................................................................................... 262
3.3.
Hızlı Kentleşme Döneminde
İstanbul’da Azınlıkların Mekansal Hareketliliği: Rum,Yahudi ve Ermenilerin Sınıfsal Coğrafyası............................................................................................................. 266
3.3.1.
Mekanda Gayrimüslim “ötekiler” ve Göçmen
“ötekiler” Hiyerarşisi..................................................................................................... 267
3.3.2.
Hızlı Kentleşme Döneminde
İstanbul’da Rumların Mekansal
Hareketliliği: Ayrışma ve Kümelenmeler....................................................................................................... 272
3.3.3.
Hızlı Kentleşme Döneminde
İstanbul’da Yahudilerin Mekansal Hareketliliği: Ayrışma ve Kümelenmeler....................................................................................................... 277
3.3.4.
Hızlı Kentleşme Döneminde
İstanbul’da Ermenilerin Mekansal
Hareketliliği: Ayrışma ve Kümelenmeler....................................................................................................... 283
3.3.5.
Hızlı Kentleşme Dönemi ve
Anadolu Ermenilerinin Mekansal Hareketliliği: Ayrışma ve Kümelenmeler....................................................................................................... 287
3.4.
Yeni Liberal Dönem,
Kentsel Dönüşüm ve Azınlıkların Mekanda Büzüşme ve Dağılması.............................................................................................................. 292
3.4.1.
Rum, Yahudi ve Ermenilerin
Yurt Dışına Kitlesel Göçlerinin Azınlık Semtlerinde Yarattığı Mekansal
Büzüşme ve Dağılmalar............................................................................................................ 294
3.4.2.
İstanbul’un En Küçük
Azınlığı Haline Gelen Rum Cemaatinin Mekansal Büzüşmesi ve Dağılması.............................................................................................................. 303
3.4.3.
Semt Aidiyeti En Zayıf
Azınlık Grubu Olarak Yahudilerin Yeni Kentsel Politikalarla Uyumlu Sınıfsal
Hareketliliği.......................................................................................................... 309
3.4.4.
Ermenilerin 1980 Sonrasında Mekanda
Sınıfsal Hareketliliği.................................................................................................. 317
3.4.5.
İstanbul ve Anadolu
Ermenileri Arasında Kültürel Sermaye Hiyerarşisi ve Mekansal Yansıması............................................................................................................. 321
3.5. Rum, Yahudi ve Ermenilerde Sayfiye Kültürü ve Sınıfsal Temsil Mekanı Olarak Adalar: “Nerde Rumlar, Museviler? Nerde O Hanımlar?” 336
3.5.1.
Erken Cumhuriyet’ten
1980’lere Azınlıkların Sayfiye Kültürünün Temsil Mekanı Olarak Adalar.................................................................................................................... 338
3.5.2.
1980’lerden Sonra
Adaların Değişen Sosyal
ve Kültürel Dokusu.......................................................................................................... 341
3.5.3.
Rumların İstanbul’a
Yerleşim Tarihi ve Sayfiye Kültürünün Yapı Taşları Olarak Adalar.................................................................................................................... 344
3.5.4.
Yahudilerin Sayfiye
Kültüründe Adalar ve Büyükada’nın Yükselişi ve Düşüşü........................................................................................................... 352
3.5.5.
Ermenilerde Sayfiye
Kültürü ve Bir Ermeni Adası
olarak Kınalıada....................................................................................................... 361
3.5.6.
Adalarda Cemaatler Arası Sosyalizasyon, Rekabet
ve Kültürel Çatışma......................................................................................................... 363
3.6. Rum, Yahudi ve Ermenilerde Ortak Bir Mekansal
Aidiyet ve Kimlik:
“Adalı Olmak”
................................................................................................................................ 368
3.6.1.
Rumlar İçin Adalar: “Her şeye rağmen
azınlık olmadığın tek yer!’’............................................................................................................. 369
3.6.2.
Yahudiler için Adalar: “Ada En Özel Yer!”.............................................................................................................. 373
3.6.3.
Ermeniler için Adalar: “Bütün Etnisitelerden Soyutlandığın Yer!’’............................................................................................................. 377
3.6.4.
Rum, Yahudi
ve Ermenilerde İstanbul’a Aidiyet.......................................................................................................... 383
4.
BÖLÜM
Rum, Yahudi ve Ermenilerin Vatandaşlık/Kimlik Algıları ve Politik
Alanda Azınlık Olmak
4.1.
Gayrimüslim Azınlıkların Vatandaş Olma Deneyimi.......................................................................................................... 391
4.1.1.
Siyaset ve Sosyoloji
Yazınında Bir Kesişme Alanı: Çokkültürlülük ve Milliyetçilik Tartışması............................................................................................................. 392
4.1.2.
Türk Milliyetçiliğinde “Öteki” ve Cumhuriyet’in “Sadık” Olmayan Vatandaşları. 395
4.1.2.1. Türk Ulusal Kimliğinin “Yabancılar”ı............................................................................................. 401
4.1.2.2. Türk Ulusal Kimliğinin Birleştirici Harcı İslam Dini ve Dışında Kalanlar...................................................................................................... 411
4.1.3.
Azınlık kimliği-Vatandaşlık ilişkisi............................................................................................................ 415
4.1.3.1. Rum, Yahudi ve Ermenilerde Azınlık
Kimliğinin Temel Göstereni: İsim............................................................................................................ 416
4.1.3.2. Azınlık Kimliğinin Avantaja Dönüştüğü Haller......................................................................................................... 419
4.1.4.
Rumların Azınlık
Kimliği-Vatandaşlık İlişkisi........................................................................................................... 420
4.1.5.
İstanbul Rum Cemaatinde Arap Ortodoksların Kimlik-Vatandaşlık İlişkisi........................................................................................................... 424
4.1.6.
Yahudilerin Azınlık
Kimliği-Vatandaşlık İlişkisi........................................................................................................... 427
4.1.7. Ermenilerin Azınlık Kimliği-Vatandaşlık İlişkisi........................................................................................................... 435
4.2.
Rum, Yahudi
ve Ermeniler’de Vatan Algısı ve Aidiyeti............................................................................................................ 440
4.2.1.
İstanbul’un Rum,
Yahudi ve Ermenilerinin Yabancı Bir Ülkeyle
Özdeşleştirilmesi
................................................................................................................................ 442
4.2.2.
Vatandaşlık, Kimlik
ve Aidiyetin Oluşumunda Bellekteki Travmaların Rolü............................................................................................................... 448
4.2.3.
Rumlar’da Vatan Algısı/Aidiyeti.............................................................................................. 451
4.2.4.
Yahudiler’de Vatan
Algısı/Aidiyeti.............................................................................................. 456
4.2.5.
Ermeniler’de Vatan Algısı/Aidiyeti.............................................................................................. 467
4.2.6.
Vatandaşlık Aidiyetini
Sarsan Bir Siyasi Pratik: Kendi Ülkende “Koz-Rehine” Olmak.................................................................................................................... 470
4.3.
Politik Alanda
Gayrimüslim Azınlık Olmak............................................................................................................... 477
4.3.1.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve
Ermenilerinin Türkiye’nin Azınlık Politikasına Bakışlarında Kuşaklararası
Sabitlikler ve Değişmeler............................................................................................................ 478
4.3.1.1.
Birinci ve İkinci Kuşaklarda Türkiye’nin Azınlık Politikalarına Bakış.......................................................................................................... 479
4.3.1.2.
Üçüncü ve Dördüncü Kuşaklarda Türkiye’nin Azınlık Politikalarına Bakış.......................................................................................................... 484
4.3.2.
Gayrimüslim Azınlıklarda Politik Katılım ve Sınırlar.......................................................................................................... 490
4.3.3.
Azınlıkların Politik Alana
Katılımında Sınırın Aşıldığı Bir İstisna Olarak Gezi Parkı Direnişi................................................................................................................. 495
4.3.4.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve
Ermenilerinin Siyasi Parti Tercihleri ve Oy Verme Davranışları........................................................................................................... 504
4.3.4.1. 2014 Yerel Seçimi
ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi........................................................................................................ 510
4.3.4.2.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermenilerinin AKP Üzerinden Devletle
Diyalogları
................................................................................................................................ 521
4.3.5.
Rum, Yahudi ve Ermenilere
Göre Türkiye’nin ve Azınlık Cemaatlerinin Temel Sorunları............................................................................................................... 528
4.3.5.1.
Rum, Yahudi
ve Ermenilerin Kürt
Sorununa Yaklaşımları............................................................................................... 532
4.3.5.2.
Rum, Yahudi ve Ermenilerde
Modern-Seküler Hayat Tarzının Aşınması Tedirginliği........................................................................................................... 535
4.3.5.3.
Yahudilerin Toplumda Yükselen Antisemitizm Tedirginliği................................................................................................ 539
4.3.5.4.
İstanbul Ermenilerinde Artan Kimliksel Farkındalık: 1915’in 100. Yılı, Diaspora ve Hrant Dink 545
5.
BÖLÜM
Kamusal ve Özel Alanda
Gayrimüslim Azınlık Olmak
5.1.
Kamusal Alanda Dışlayıcı
ve Ayrımcı Pratikler: Gündelik Yaşamda Dil ve Din Üzerinden Damgalanma ve Dışlanma............................................................................................................... 557
5.2.
Rum, Yahudi ve Ermenilerin
Kamusal Alanda Ürettikleri Güvenlik Stratejileri: Kimliğ Az Görünür
Kılmak ! 565
5.3. Dışlanma ve Ayrımcılığa Karşı Kamusal Alanda
Gizlenen Rum, Yahudi
ve Ermeni
İsimleri.................................................................................................................... 572
5.4.
Kamusal Alan ve Gündelik
Yaşamda Rum, Yahudi ve Ermeni Kimliğinin Bazı Avantajları............................................................................................................ 575
5.5.
Azınlık Olmanın
Cinsiyeti: Rum, Yahudi
ve Ermenilerde Özel
Alan.................................................................................................................. 577
5.5.1.
Rum, Yahudi ve Ermeni
Kadın ve Erkeklerde Eğitim, Meslek Seçimi ve Çalışma Hayatı: Kuşaklararası Bir
Karşılaştırma........................................................................................................ 578
5.5.2.
Rum, Yahudi
ve Ermeni Cemaatlerinde Kapalı Aile Yapısı
ve Evlilikler....................................................................................................... 588
5.5.3.
Rum, Yahudi
ve Ermenilerde Evliliklerin Gerçekleşmesinde Kuşaklar Arası
Değişim
................................................................................................................................ 597
5.5.4.
Rum, Yahudi
ve Ermenilerde Boşanmalarda Kuşaklar Arası Değişim......................................................................................................... 607
5.5.5.
Azınlıkların Eriyen
Nüfusları Karşısında Karma
Evliliklerin Kaçınılmazlığı............................................................................................... 610
5.5.6.
Rum, Yahudi
ve Ermeni Genç Kuşaklarda Bir Dilemma Olarak
Karma Evlilik........................................................................................................... 616
SONUÇ....................................................................................................................... 627
KAYNAKÇA.............................................................................................................. 658
ÖZGEÇMİŞ................................................................................................................ 695
KISALTMALAR LİSTESİ
AB Avrupa Birliği
AGİT Avrupa Güvenlik
ve İşbirliği Teşkilatı
AGİK Avrupa Güvenlik
ve İşbirliği Konferansı
AIU Alliance İsrae´lite Universelle
AK Avrupa Konseyi
AP Adalet Partisi
AP Anavatan Partisi
AKP Adalet ve Kalkınma Partisi
BDP Barış ve Demokrasi Partisi
BM Birleşmiş Milletler
CHP Cumhuriyet Halk Partisi
DP Demokrat Parti
İTC İttihat ve Terakki Cemiyeti
MC Milletler Cemiyeti
MHP Milliyetçi Hareket
Partisi
MİT Milli İstihbarat Teşkilatı
MTTB Milli Türk Talebe Birliği
NSDAP Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi
TBMM Türkiye Büyük Millet Meclisi
VGM Vakıflar Genel Müdürlüğü
GİRİŞ
Rum Yahudi ve Ermeniler İstanbul’un tarihinde kent
kültürünün, kentli gündelik yaşamın ve kentin sınıfsal yapısının çok önemli bir
parçasını oluşturmaktadır. Bu nedenle sayıları giderek azalmasına rağmen kentin
iktisadi, politik, mekansal, sosyal ve kültürel tarihinin yapı taşları arasında
bulunmaktadırlar. Kentler sosyal tarihlerini mekana ve gündelik yaşam kültürüne
gömülü olarak sonraki dönemlere taşımaktadırlar. İstanbul’da gayrimüslüm
cemaatlerin kentte bugün bulundukları konumu bir toplumsal ve mekansal inşa
süreci olarak analiz edebilmek için Onların kentin katmanlarında gömülü olarak
bulunan sosyal ve mekansal tarihlerinden kesitleri görebilmek gerekmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus devlet olarak inşası
ile birlikte ekonominin ve toplumsal yaşamın Türkleştirilmesi siyasetinin
yanında mekansal ve siyasi düzenlemeler yoluyla da gayrimüslimlerin bir takım
hakları kısıtlanmıştır. Lozan Antlaşması ile hukuki olarak azınlık
statüsü elde eden,
yeni kurulan Cumhuriyetin eşit vatandaşları gayrimüslimlerin azınlık statüsüne bağlı
haklarının kullanımı, ulus devletin inşası sürecinde çoğu kez kesintiye uğramış
ya da kullanılamamıştır. Gayrimüslim azınlıklar hak ve özgürlüklerini kullanma
konusunda günümüzde de halen devam eden engellerle karşılaşmaktadırlar. Eşit
vatandaş olma ile azınlık olma arasında sıkışan gayrimüslimler bu durumun
yarattığı kırılganlığı, hem toplumsal alanda pratik ettikleri yeni deneyimlerle
hem de travma ile oluşan kolektif bellek aracılığı ile yeniden ve sürekli
üretmektedirler. Bu bağlamda, İstanbul’un üç gayrimüslim cemaati eşit
vatandaş-azınlık olma dilemasını bir arada deneyimlerken, varlıklarını
sürdürebilmek ve kente kendilerini yerleştirebilmek için çeşitli yollar ve
stratejiler izlemişlerdir.
Bu çalışmada, İstanbul’un tarihsel kentsel kimliğinin
oluşumundaki etkin rollerine karşın, Cumhuriyet’in başlangıcından itibaren kimliklerini kendi kentlerinin “azınlığı, ötekisi” olarak sancılı süreçler boyunca yeniden kurmak zorunda
kalan Rum Yahudi ve Ermenilerin kendi kimlik algıları kamusal, politik ve özel
alan düzlemlerinde incelenirken, azınlık kimliklerinin kentteki inşa süreçleri
ve pratikleri, kente aidiyetlerini kuran dinamikler ve mekansal bağlar, eşit
vatandaş ve azınlık olma arasında yaşadıkları siyasi ve sosyal çelişkiler,
devletle ve geniş toplumla kurdukları ilişkiler anlaşılmaya; kentteki
bu azınlık kimliğinin inşa
süreci ve biçimlerinin farklı kuşaklar, sosyoekonomik sınıflar ve cinsiyetler arasındaki süreklilikleri ve dönüşümleri analiz edilmeye
çalışılmıştır.
Tezin başlığında “gayrimüslim cemaatler” yerine tek
tek “Rum, Yahudi ve Ermeni” olarak belirtilmesi kişisel bir tercihtir.1
Gayrimüslim kavramı, Rum Yahudi ve Ermenileri hakim unsurun (Müslüman Türk)
karşısında ve hiyerarşik olarak aşağısında gören, ayrılıkçı, ötekileştirici,
dışlayıcı bir dilin ifadesidir. Kavram kendi içinde Rum, Yahudi ve Ermenileri
toplumun çoğunluğunu oluşturan Müslümanlara göre tanımlayan, ona göre
karşıtlayan, hakim unsuru öne çıkaran, aşağılayıcı bir dışlayıcılık
içermektedir. Küreselleşmede bugün gelinen noktada tarihsel olarak
kullanılagelen bu ayrımcı dilin artık kullanılmaması gerektiğini düşünüyorum.2
Gayrimüslimler ile ilgili çalışmalar akademik yazında
daha çok Türk ulus devletinin kuruluşu ile birlikte üretilen eşitsizliklere,
vatandaşlık-devlet ilişkisine hukuksal, tarihsel ve siyasi çerçeveden
eğilmiştir. Özellikle bir kente ve Onların bu kentte kimliklerini nasıl inşa
ettiklerine, gündelik hayatlarına yönelik çalışmalar henüz çok mikro
ölçektedir. Mekan üzerinden o şehirde kendi
kimliklerini inşa etme
süreçleri ve bunu anlamaya dönük
çalışmalar son derece sınırlıdır. Bu tezin iddiası İstanbullu Rumların,
Yahudilerin ve Ermenilerin kentte kendilerini var etme süreçlerinde benlik
algılarını anlamaya dönük olması ve bunu karşılaştırmalı yapıyor olmasıdır.
Akademik ve politik yazında gayrimüslim azınlıklarla
ilgili çalışmalar 1990’lı yılların sonu, özellikle 2000’lerin ortalarından
itibaren yoğunluk kazanmıştır. Bu alandaki çalışmaların hız kazandığı dönem
aynı zamanda Türk ekonomisinin küresel sermaye akışına eklemlenmesini de içeren
küreselleşme, Batı Avrupa’daki diaspora cemaatlerinin çoğalması, kültürel
alanın genişlemesi, yeni medyanın ortaya çıkışı ve “yeni” özne/yurttaşın ortaya
çıkması ile kesişmektedir (Neyzi, 2013:23).
Çok-kültürlü bir coğrafyada
tek bir ulusal kimlik
1 Bu
tezde kullanılan "gayrimüslim azınlıklar" deyimi Lozan Antlaşması
(1923) gereğince kabul edilen Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerini kapsamaktadır.
Tezde dönüşümlü olarak “Rum, Yahudi, Ermeni”, “azınlık” ve “gayrimüslim”
kelimeleri aynı anlama gelecek şekilde kullanılmıştır.
2 Literatürde yerleşik
bir dil olduğundan dolayı ve ağırlıklı olarak bu biçimiyle kullanıldığından ötürü,
görüşmeciler
de çoğu zaman kendi kimliklerini ifade ederken artık içselleştirdikleri bir
ağızla bu dili kullandıkları için,
metin içinde ve ara başlıklarda “gayrimüslim, azınlık” kavramları kaçınılmaz
olarak yer almıştır; metin içinde dönüşümlü olarak kullanılmıştır. Fakat
görüşmeler sırasında her ne kadar içselleştirmiş olsalar da toplumda
aşağılayıcı ve ötekileştirici bir anlam ifade eden bu kavramın kendilerini
rahatsız ettiğini vurguladılar. Bu sebeple kişisel bir tercih olarak
“gayrimüslim” kavramının kendi içinde eşitsiz bir ilişki içermesinden dolayı
kavramı başlığa taşımamaya karar verdim.
(Sünni Müslüman Türk) yaratmak amacıyla yola çıkan Türk modernleşme
projesinde “sıradan” insanların gündelik hayat deneyimlerine önem verilmemiştir
(Bozdoğan, Kasaba, 1997). Türkiye’de son 20 yılda, askeri darbenin etkilerinin
azalmaya başlamasıyla birlikte bu etkinin kırılmaya başladığını, pek çok
tabunun aynı anda sorgulandığı kapsamlı bir sorgulama sürecinden geçildiği
görülmektedir.3 Bu dönemde artık “kişisel olan politiktir”.
Kimlik politikalarının yükselmesiyle birlikte
kültürel alandaki tüm bu gelişmelere paralel olarak, son yıllarda, daha önce
resmi tarih anlatılarında yer almayan 1915 Tehciri, 1923 Türk-Yunan Nüfus
Mübadelesi, 20 Kur’a ihtiyatlar, Varlık Vergisi, 1934 Trakya Olayları, 6-7
Eylül Olayları, 1964 Sürgünü gibi travmatik tarihsel olaylara olan ilgi sonucu
hem akademi hem de akademi dışı alanda gayrimüslimlere yönelik çalışmaların da
arttığı gözlenmektedir. Gayrimüslimlere ilişkin sosyal bilimsel yazın özellikle
iki dünya savaşı arası dönemde, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında
gayrimüslimlere yönelik uygulanan ayrımcı ve dışlayıcı politikalara,
etno-dinsel temelli milliyetçilik süreçlerine, azınlıklara yönelik
gerçekleştirilen göç ve iskan politikalarına ve mübadeleyle giden Anadolu’nun
yerli halklarına odaklanmış; bu süreçte
bir çok etnik azınlığın yaşadığı bir coğrafyada yaratılmaya çalışılan homojen
ulusal kimliği tartışmaya açan ve resmi tarih tezini sorgulayan yoğun
çalışmalar yapılmıştır.4 Gayrimüslimlerin toplumsal inşa süreçlerini
gündelik hayatları içinde karşılaştırmalı bir bakış açısıyla inceleyen
çalışmalar akademik alanda henüz çok azdır. Bu çalışma, bu boşluğun
giderilmesine yönelik çabanın adımlarından biri sayılabilir.
Türkiye’de 80’lerden itibaren kamusal alanda
yapılmaya başlanan bu kimlik tartışmalarına paralel olarak sosyal bilimlerde
yirminci yüzyılın gelişmekte olan alanlarının başında sözlü tarih gelmektedir
(Neyzi, 2005:167-189). Sözlü tarih çalışmaları ve öznesi olan bellek son
yıllarda tarihçilerden siyaset bilimcilere, tıp, psikoloji, psikanaliz, kadın çalışmaları, kültür antropolojisi ve edebiyat gibi alanlara uzanan
disiplinlerarası bir paradigma haline gelmiştir (Sancar, 2014:21;
Neyzi, 2010:443). Geçmişi
hatırlamanın biçimleri ve
3 “Başka Bir Aile Anlayışı Mümkün
mü?”, Heinrich Böll Stiftung Derneği
Türkiye Temsilciliği, 9-10 Kasım
2013, (Çevrimiçi) https://tr.boell.org/sites/default/files/baska_bir_aile_anlayisi_mumkun_mu.pdf,
6 Mayıs 2016.
4 Bkz.: Akgönül,
2007; Akar, Demir, 1994; Aktar,
1996a, 1996b, 2006, 2007,
2012, 2015; Akçam, 2001,
2014a,
2014b, 2010; Arı, 2012; Soner Alpan 2015; Bali,
1997, 1998a, 1998b, 2005, 2009c, 2012, 2013a, 2013b, 2014a,
2014b, 2016a, 2016b; Balta, 1990, 1998, 2014, 2015; Benlisoy,
Benlisoy: 2000, 2010; Benlisoy, 2000, 2015;
Copeaux, 2013; Dündar,
2010, 2011, 2013; Güven, 2012; Suny, Göçek, 2012; İçduygu
v.d., 2008; Hirschon,
2005; Kurt, 2014; Küçük Asya Araştırmaları Merkezi,
2014; Karabatak, 1996; Kechriotis, 2015; Macar, 2012a,
2012b, 2014; Öztan,
Turan, 2015; Yeğen,
2014; Yumul, 2006;
Yıldız, 2013.
içeriği gibi meseleler akademik çalışmalarda daha fazla yer işgal etmeye
başlamıştır. Tarihçiler belleğin toplumsal ve siyasi yönüne gittikçe artan bir
ilgi göstermektedirler (Özyürek, 2007, 2012:8). Yaklaşık son 15 senedir
yükselerek artan sözlü tarih ve bellek çalışmaları içerisinde ise Türkiye’de
yaşayan gayrimüslim azınlıklarla ilişkilendirilebilecek bellek anlatımlarının
birçoğunun akademik alanda henüz yeni olduğu görülmektedir.5
Literatürde gayrimüslimleri sözlü tarih-derinlemesine mülakat teknikleri
kullanarak gündelik yaşamları içinde inceleyen, azınlıkların kimlik inşasını
kurgulayan Leyla Neyzi’nin çalışmaları bu anlamda ufuk açıcıdır. Neyzi,
özellikle Yahudi ve Ermenileri konu alan sözlü tarih çalışmaları yürütmüş,
azınlık bireylerinin benlik ve aidiyet sorunlarını irdelemiştir.6
Brick-Danan’ın İstanbul Yahudi cemaatini ele alan Yirmi Birinci Yüzyılda Türkiye’de Yahudiler, Hoşgörünün Öteki Yüzü (2014)
adlı çalışması yazarın Yahudi cemaati içinde yaptığı etnografik bir araştırmanın
ürünüdür. Salzman & Salzman, Travels
in Search of Turkey’s Jews (2011) adlı çalışmalarında Türkiye topraklarında
gömülü olan Yahudi tarihinin izini fotoğraflarla belgelemişlerdir. Mills de Hafızanın Sokakları İstanbul’da Peyzaj
Hoşgörü ve Ulusal Kimlik (2014) adlı etnografik çalışmasında İstanbul’un
Kuzguncuk semtinde zamanında nüfusun büyük kısmını oluşturan, sonrasında
yerlerinden edilen gayrimüslimlerin izine düşerek kültürel
hafızada yer etmiş hoşgörü söylemini
eleştirel bir açıdan ele almaktadır. Türker’in doktora tezini
kitaplaştırdığı İstanbul’un Rumlarına dair Vatanım
Yok Memleketim Var (2015) adlı çalışması İstanbullu Rumlar için şehrin
önemini, Rum-Ortodoks kimliğinin inşasındaki yerini, yarattığı aidiyet hissini,
mekanla, zamanla, hafıza ile kurduğu ilişkiyi irdelemektedir. Kolektif bir
emeğin ürünü olan Türkiye Ermenileri
Cemaat Birey Yurttaş adlı çalışma (2009) ise Türkiye Ermenilerinin kimlik
inşa etme süreçlerinde, etken olan tüm unsurların ele alınarak, çok boyutlu ve
karmaşık bir gelişim içinde cemaat üyesi ve yurttaş olarak kimliklerini nasıl
kurguladıkları sorusuna cevap aramaktadır. Kentel’in Türkiye ve Ermenistan Toplumları: Türklük, Ermenilik ve Önyargılar (2011)
adlı çalışması da Türkiye’de ve
Ermenistan’da yapılan bir saha araştırmasının sonuçlarını ve analizlerini içermektedir.
Akademik yazın dışında farklı kültürel alanlarda
Türkiye’nin gayrimüslimleriyle ilgili gene son yıllarda çapıcı bir biçimde
artışa geçen gelişmelere tanık olmaktayız. 1993 yılında kurulan Aras Yayıncılık Ermeni yazarların edebiyat,
tarih ve kültürel
alanlarda hem Türkçe
5 Türkiye’de yapılan bellek ve sözlü tarih çalışmaları ile ilgili genel bir bilgilendirme için Bkz.: Neyzi, 2014, Neyzi 2010:443-459, Özyürek, 2012.
6 Bkz.: Neyzi, 1999,
2005, 2013, Erişim
2015.
hem Ermenice çalışmalarını yayınlamaktadır. Belge Yayınları tarafından
1993’de yayınlanan Andreadis’in Tamama:
Pontus’un Yitik Kızı adlı kitap, 1916 yılında Giresun Espiye’den sürgüne
yollanan bir Rum ailesinin hüzünlü hikayesini anlatmaktadır; kitap, henüz 90’lı
yılların başında resmi tarih tezini sorgulatan araştırmaların başında
gelmektedir. Rumların ve İstanbul’un tarihi, kültürü ve hayatına ve bu
coğrafyanın hafızasına dair Rumca ve Türkçe yayınlar yapan en genç yayınevi ise
2012 yılında kurulan İSTOS’tur.
Diğer taraftan, gayrimüslimlerle ilgili son yıllarda
ilgi çeken diğer bir alanı da 1915 Tehcir’i, Tehcir sonrası topraklarından
edilen Ermeniler, Müslümanlaştırılan Ermeniler, evlatlık verilen Ermeni
çocuklar ve yetimler oluşturmaktadır. Bu konularda hem anı ve roman tarzında
çalışmalara hem de akademik alanda üretimlere rastlamaktayız. Özellikle 2015 yılının 1915’in 100. Yılı olması nedeniyle
akademik alanda ve dışında 1915’e farklı disiplinlerden bakan hem de Türkiye ve
Diasporadaki Ermenilerle ilgili çokça üretim yapılmıştır.7 Çetin’in Anneannem (2012), Çetin ve Altınay’ın
ortaklaşa çalışması Torunlar (2010),
Surmelian’ın Soruyorum Size Hanımlar ve
Beyler (2013), bir Kürt beyi tarafından kaçırılan Ermeni kızın gerçek
hikayesini anlatan Kevonian’ın Gülizar’ın
Kara Düğünü (2015), 1934 tarihli
İskan kanunu ile sürgün edilen bir Ermeni ailesinin hikayesini anlatan
Toroslar’ın Sürgün”ü (2013), bu
ilginin örneklerindendir. Tovmasyan Sofranız
Şen Olsun (2004) adlı kitabında geçmişin hafızasını ninesinin mutfağında,
yemeklerinde aramaktadır. Bağdat’ın 2014 yılında yayınlanan Türkiye’de Ermeni
olmayı anlattığı Salyangoz adlı
kitabı da oldukça ses getiren bir diğer çalışmadır. 1923 Mübaledesi ile
Yunanistan’a gidenlerin hayat
hikayelerine dair anılar da son yıllarda ilgi çeken diğer bir başlıktır.
Yalçın’ın Emanet Çeyiz (2011) adlı
kitabı 1923 Mübadelesi’nde Yunanistan’a gönderilen Denizli’li bir Rum ailenin
giderken Müslüman komşularına bıraktığı kızlarının çeyizinin hikayesini
anlatmaktadır. Diğer taraftan, genç kuşak akademisyen ve araştırmacılardan
Sucuyan, Ekmekçioğlu, Bilal, Kılıçdağı, Maksudyan, Osmanlı Ermenileri, Birinci
Dünya Savaşı döneminde İstanbul Ermenileri, Osmanlı Ermeni feministler,
soykırım sonrası azınlık olarak kimliklerini yeniden üretme sürecine giren
Türkiye Ermenilerinin kimliklerinin yeniden inşasına ve soykırım sonrası oluşan
travma belleklerine dair farklı alanlarda çalışmalar yürütmektedirler.
7 Bu çalışmalara 1. Bölümde yer verilmiştir.
Bu gelişmelerin dışında son yıllarda STK ve
üniversiteler aracılığı ile de gayrimüslim nüfusla ilgili, özellikle de 1915 ve
Türkiye Ermenileri hakkında, paneller ve konferanslar düzenlenmektedir.
Bunların ilkini 2005 yılında Boğaziçi-Bilgi ve Sabancı Üniversitesi’nin
ortaklaşa düzenlediği İmparatorluğun
Çöküş Döneminde İstanbul Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları
başlıklı konferans oluşturmaktadır. 20 Kasım 2015’de, 1915’in 100. Yılı
nedeniyle Hrant Dink Vakfı, Sabancı, Boğaziçi ve Bilgi Üniversitesi tarafından,
Yok Edilen Medeniyet: Geç Osmanlı ve
Erken Cumhuriyet Dönemlerinde Gayrımüslim Varlığı başlıklı ortaklaşa bir
konferans gerçekleştirilmiştir. 2007 yılında Hrant Dink’in öldürülmesinin
ardından kurulan, amacı “diyalog, barış ve empati kültürünün geliştirilmesi”
olan Hrant Dink Vakfı tarafından sene boyunca Osmanlı-Türkiye Ermenileri ile ilgili farklı disiplinlerde paneller,
atölye çalışmaları düzenlenmiş; İzmitli
Ermeniler Konuşuyor, Ermeni ve Rum
Kültür Varlıklarıyla Kayseri, Müslümanlaş(tırıl)mış
Ermeniler, Ermeni Soykırımı’nda
Vicdan ve Sorumluluk, Kılıç Artıkları
gibi başlıklarda yayınlar yapılmıştır.8 Tarih Vakfı tarafından
1915’in 100. Yılı nedeniyle neredeyse her hafta konunun uzmanlarının katıldığı
söyleşiler düzenlenmiştir.9 Bir kültür merkezi ve tartışma platformu
olarak kurulan DEPO, gene 2015 yılı boyunca 1915 ile ilgili çeşitli sergilere
ev sahipliği yapmıştır.10 İz TV’de yayınlanan 1915 Tehcir Yolu, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından yılın en
iyi belgesel ödülüne layık görülmüştür. 2015 yılı içerisinde Nora Şeni’nin
bilimsel sorumluluğunda, İstanbul Fransız Enstitüsü, Mémorial de la Shoah
(Paris), Université Paris 8 ve Anadolu Kültür’ün katılımıyla yürütülen Hafıza Politikaları ve Türkiye başlıklı
konferans serileri düzenlenmiştir.11 Bir diğer taraftan, Bilgi
Üniversitesi’nde, 2014’ün 1964-Yunan uyrukluların zorunlu göçünün 40. Yılı
olması nedeniyle bir panel12 ve Depo’da 20 Dolar 20 Kilo13 başlıklı büyük ilgi toplayan bir
sergi düzenlenmiştir. Öğrenci sayısının azlığından dolayı eğitime kapalı olan
ve artık sadece kültürel faaliyetlere ev sahipliği yapan Galata Rum
İlkokulu’nda, 2016 yılının başlarında, 1964 Sürgünü ile Yunanistan’a gönderilen
İstanbullu Yunanlılar ile yapılan röportajların yer aldığı Kayıp Vatan isimli bir belgesel gösterimi yapılmıştır.14 Yunanistan Başkonsolosluğu’nun içinde bulunan
ve zengin bir kütüphaneye
8 http://www.hrantdink.org adresinden Vakfın tüm faaliyetlerine ulaşılabilir.
9 http://tarihvakfi.org.tr adresinden 2015 yılı faaliyetlerine ulaşılabilir.
10 “Depo’da yıl boyunca 1915’e yolculuk”, Agos, 20.01.2015, (Çevrimiçi) http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10308/depoda-yil-boyunca-1915e-yolculuk,
Erişim 07.04.2016.
11 Konferans serilerinin detayı için Bkz.: http://www.holokostlayuzlesmek.com/tr/hafiza-politikalari-ve-turkiye/.
12 http://www.bilgi.edu.tr/en/news-and-events/news/4192/1964-expulsions-and-the-istanbul-rum/.
13 http://www.babilder.org/tr/20dolar20kilo.
14 http://www.rumvader.org/Page/1638/76/“kayip_vatan”_belgesel_filminin_ilk_gosterimine_.html.
sahip olan Sismaneglo Megaro’da modern ve eski Yunanca dil kursları,
kitap tanıtımları, resim ve müzik sergileri, tarih konferansları düzenlenmektedir.
2016 yılının başında Kuledibi’ndeki sinagogun içinde yeni yerine taşınan 500.
Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi sosyal medya aracılığıyla aktif bir biçimde
tanıtımlarda bulunmakta, Osmanlı-Türk Yahudileri
ile ilgili çeşitli sergilere ev sahipliği yapmaktadır.15 Son 2-3 yıl
içinde “azınlık turizm”i oluşmaya başlamış; “Yahudi Kültürü Avrupa
Günü”, “6-7 Eylül’ün
izinde Beyoğlu”, “Çokkültürlü
Beşiktaş” temalı kültür turları düzenlenmeye başlanmıştır.16
Bir diğer taraftan, gayrimüslim cemaat vakıfları AB
ile ortaklaşa projeler yürütmektedir. “Sosyal medya ve azınlıklar projesi” buna
bir örnek olarak gösterilebilir. Yeniköy Panayia Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı
başkanlığında yürütülen proje ile sosyal medyanın eşit vatandaşlığın
oluşturulmasındaki rolü ve ifade özgürlüğü önündeki (yasal) engeller
araştırılmıştır. Bu bağlamda iki panel gerçekleştirilmiş ve projenin sonuçları kamuoyu ile paylaşılmıştır.17
Türkiye’deki üniversitelerin yüksek lisans ve doktora
bölümlerinde hazırlanan Türkçe ve İngilizce tezlerde resmi tarih
tezine karşılık geliştirilen çalışmaların 2000’li yılların ortalarından
itibaren, çok sık olmasa da, yükselişe geçtiği izlenmektedir. Yaklaşık son 10
senedir gayrimüslim azınlıkları gündelik hayatlarında inceleyen, onların
gündelik yaşam deneyimlerine ses veren az sayıda sözlü tarih ve derinlemesine
mülakat çalışmalarına rastlanmaktadır.18
15https://www.facebook.com/500-Yıl-Vakfı-Türk-Musevileri-Müzesi-The-Jewish-Museum-of-Turkey-
213188575681481/?fref=ts.
16 Sinemada da
Türkiye’nin gayrimüslimleri özellikle son 1-2 senede ilgi çeken başlıklar
arasına girmiştir. 2015 yılında vizyona giren Fatih Akın’ın 1915’i konu alan
“The Cut” (Kesik) filmi o günlerde medyada ve sosyal çevrelerde çokça
tartışılan bir gündem yaratmıştı. Gene 1915 ile ilgili yapılan filmler arasında
“Yüz Yıllık Acı”, “Rüzgarın Hatıraları”, ve en son 2016 Nisan ayında gösterime
giren “Yitik Kuşlar”
ve Mısır yapımı “Who Killed the Armenians?”, gelmektedir.
17 Projenin detayları için Bkz.: http://www.sosyalmedyaveazinliklar.com.
18 Gayrimüslim
cemaatler hakkında çalışılan tez konularının dağılımına baktığımızda özetle
şöyle bir tablo ile karşılaşmaktayız: YÖK’ün tez tarama sitesinde “Musevi-Yahudi” anahtar kelimeleri ile arandığında karşımıza en fazla müzik, mimarlık, din, tarih, felsefe, kamu yönetimi,
uluslararası ilişkiler, İngiliz ve Amerikan dili ve edebiyatı bölümlerinde
yapılan tezler çıkmaktadır. Sosyoloji, antropoloji ve uluslararası ilişkiler
bölümlerinde yazılan, daha çok Yahudi-Musevi’lik kimlik algısını ve
vatandaşlık-azınlık kimliği ilişkisini İsrail’e göçler üzerinden irdeleyen saha
çalışmaları 2000’li yılların sonlarından itibaren yapılmaya başlanmıştır. “Rum”
anahtar kelimesi ile aradığımızda “Musevi-Yahudi” kelimelerine oranla daha
fazla tez yapılmış olmasına rağmen niteliksel yöntemle yapılan tezler çok daha
az karşımıza çıkmaktadır. “Rum” anahtar kelimesi ile taradığımızda tarih, mimarlık, din, uluslarararası ilişkiler (Patrikhane, Güney Kıbrıs
Rum kesimi, AB üyeliğinde Rum
Son yıllarda kültürel kimlik çalışmalarına olan
ilginin artması ve popülerleşmesinin arkasında temel olarak küresel alandaki
liberalleşme ortamı ile birlikte farkındalığın artmasının geldiğini
söyleyebiliriz. Küreselleşme dünyada hızlı iletişim aracılığı ile farklı
kültürlerin etkileşimini arttırdığı için kültür çalışmalarına büyük ilgi
duyulmaya başlanmıştır. Farklı kimliklerin kültürel anlamda tanınması ile
birlikte onlara yönelik farkındalıkta artmaktadır. Bütün dünyada artan kültürel
çalışmalar ve kültürler arası diyaloglarla farklı kimliklere yönelik
önyargılar, eşitsizlikler eleştirilebilmeye, tartışılmaya başlanmıştır. Bu
liberal ortamla birlikte tüm bu gelişmeler içinde, akademik yazında mekana
odaklanan çalışmaların sayısı sınırlı olduğu gibi İstanbul gibi çok dinli, çok
kültürlü bir şehirde azınlıkların kentin bu kültürel inşa sürecindeki rolünü
analiz eden çalışmalar da yok denecek kadar azdır.
Sosyal bilimler yazınında gayrimüslim azınlıklara
yönelik ilgi son 15 yılda artmış olmasına rağmen niteliksel yöntem
tekniklerinden sözlü tarih-derinlemesine mülakat-odak grup ile yapılmış
çalışmalar son derece sınırlıdır. Gayrimüslim azınlıklarla ilgili 1990’ların
ortasından itibaren artan ilgi özellikle Cumhuriyet dönemi politikalarına,
Lozan ile birlikte azınlık statüsü elde eden gayrimüslimlerin karşılaştıkları
ayrımcı yurttaşlık uygulamalarına hukuki, tarihsel ve siyasi perspektiflerden
odaklanmıştır. Bu akademik birikim sayesinde resmi tarih tezinde yer almayan birçok
başlık, 1915 Tehcir’i, 1964 Sürgünü, 1934 Trakya Olayları gibi, ilk defa bu
dönemde tarih yazımında eleştirel bir yaklaşımla dillendirilmeye başlanmıştır.
Bu tür çalışmalar daha çok vatandaşlık-milliyetçilik-ulusal kimlik-ulusçuluk
ekseninde yoğunlaşmıştır. Gayrimüslimleri gündelik hayatları içerisinde ele alan, Onların
azınlıklar
ve basında milliyetçiliği konu alan tezler), sanat tarihi, müzik, hukuk, Türk
İnkılap Tarihi, gazetecilik ve ekonomi alanlarında yapılan tezlere rastlıyoruz.
Nurdan Türker’in geçen sene kitaplaştırdığı doktora tezi niteliksel yöntemle
yapılan “Rum” başlığı altındaki tek çalışma olarak karşımıza çıkmaktadır
(Türker, 2015). “Azınlık” anahtar kelimesi ile yapılan çalışmalara bakıldığında
ise en fazla tarih, uluslarası ilişkiler (AB azınlık politikaları, Türk-Yunan
ilişkilerinde azınlık sorunları, azınlık hakları gibi başlıklar), hukuk, din,
eğitim ve öğretim (azınlık okulları) ve gazetecilik dallarında tezlerin
yazıldığını görmekteyiz. Son olarak YÖK’ün tez tarama veritabanına “Ermeni”
anahtar kelimesi ile bakıldığında, “Yahudi-Musevi”’ cemaati hakkında yapılan
tezlerin üç katı, “Rum” cemaati hakkında yapılan tezlerin ise iki katı
yoğunlukta bir tablo ile karşılaşıyoruz. Tezlerin üretildiği ana bilim dalları
çoğunlukla mimarlık, Türk dili ve edebiyatı, kamu yönetimi (Türk-Ermeni
ilişkileri, Ermeni olayları), biyografi, uluslararası ilişkiler (Ermeni
milliyetçiliği, Ermeni isyanları, Karabağ sorunu, sözde Ermeni soykırımı, sözde
soykırım bağlamında diaspora, baskı grubu ve lobi faaliyetlerinin önemi,
ABD’nin Ermeni politikası, ASALA, Ermeni Diasporası’nın AB üyelik sürecine
etkisi gibi başlıklar), sosyoloji, tarih, hukuk, antropoloji, sanat tarihi,
müzik, Türk İnkılap Tarihi ve karşılaştırmalı edebiyat olarak sıralanmaktadır.
Ermenilerle ilgili niteliksel araştırma metodlarını kullanan tezlere 2000’lerin
sonundan itibaren rastlamaktayız. “Ermeni” başlığıyla tarandığında karşımıza
üçyüze yakın tez çalışması çıkmasına rağmen, madunların sesine kulak veren,
onları gündelik hayatları içinde ele alan niteliksel araştırma metodları
kullanılan alternatif çalışmaların sayısı fazla olmasa da, özellikle
son 3-4 yıl içerisinde senede 1-2 sözlü tarih-derinlemesine
mülakat teknikleriyle yapılmış çalışmalara rastlanmaktadır.
kentteki
toplumsal ve mekansal inşa süreçlerini inceleyen çalışmalar akademik alanda
henüz hak ettiği yeri kaplamamaktadır.
Bu çalışma ile İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni
azınlık cemaatleri hakkında eleştirel bir yaklaşım izleyerek, sosyal bilimlerde
bu alanda yapılan çalışmalara birkaç açıdan katkı sunmayı hedefliyorum.
Çalışmamın odağını farklı kuşaklardan, sosyoekonomik sınıflardan ve cinsiyetten
İstanbullu Rum, Yahudi ve Ermeniler oluşturmaktadır. Yapılan literatür taraması
sonucunda Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin üçünü bir arada, bu üç farklı
değişken ile inceleyen karşılaştırmalı akademik çalışmalara fazla
rastlanmamıştır. Tarih yazımında gayrimüslimler genel olarak kendi içlerinde
önemli bir farklılık ve çeşitlilik barındırmayan, dış dünyaya kapalı, homojen
sosyal bütünler olarak ele alınmışlardır (Benlisoy, 2015; Ozil, 2016:9). Bu
çalışma ile İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermenilerini gayrimüslim olarak hakim
ulus karşısında homojenleştiren yaklaşımların ötesine geçilerek hem cemaatler
arası farklılıklar hem de cemaat içi sınıfsal, kültürel, yaş ve cinsiyete bağlı
farklılıklar karşılaştırmalı olarak
analiz edilmeye kalkışılmaktadır. Benimsenen karşılaştırmalı
bakış açısı ile gene bu üç cemaatin kolektif azınlık bellekleri ve her bir
cemaatin kendi cemaat-içi belleklerinin birbirlerinden nasıl ve hangi alanlarda
farklılıklar gösterdiği, hepsinin kimliğin inşa süreçlerindeki farklı rolleri
analiz edilebilmektedir. Farklı sosyal sınıflardan gayrimüslim bireylerle
yapılan görüşmeler sonucunda cemaatlerin kendi içlerinde ve gene birbirleriyle
sosyokültürel açıdan ne tür farklılıklar gösterdiği özellikle mekan üzerinden
analiz edilmeye çalışılmaktadır.
Bu çalışmada Rum Yahudi ve Ermenilere, kentin
coğrafyasında çok boyutlu ve karmaşık yapıları içinde, üç farklı pencereden
bakılmıştır. İstanbullu gayrimüslimlerin, kamusal, politik ve özel alanlardaki
kimlik inşa süreçleri anlaşılmaya çalışılmıştır. Yaptığım sözlü tarih
görüşmeleri ve derinlemesine mülakatlar aracılığı ile Onların kendi
dillerinden, kendi benlik algılarını anlamaya çalışarak, devlet ve geniş
toplumla olan ilişkilerinin somut gündelik hayatta nasıl şekillendiğini ve bu
ilişkileri üreten ve etkileyen parametreleri, İstanbul’da “gayrimüslim-azınlık” olmanın
ne anlam ifade
ettiğini, vatandaşlık-azınlık kimliği arasında toplumsal alanda
yaşadıkları siyasi ve sosyal çatışmaları, dini-etnik kimliklerinden dolayı
ayrımcılık ve dışlanmaya uğrama ihtimallerinin doğduğu durumlarda ürettikleri
kimlik stratejilerini, kimliğin inşasında kolektif belleğin ve cemaat-içi
belleklerin rolünü, mekanla kurdukları ve geliştirdikleri bağları, cemaat içi
sosyokültürel farklılıkların doğurduğu rekabet ve çatışma ortamlarını analitik
olarak çözümlemeye çalışıyorum. Son olarak da özel alanın
cinsiyetine değinerek özellikle azınlık cemaatleri için günümüzde en
büyük sosyal problem olarak ifade edilen karma evliliklere bakıyorum. Bu
bağlamda bu çalışma interdisipliner bir yaklaşıma sahiptir. Kamusal, politik ve
özel alanda “azınlık olma”nın ne anlama geldiğini üç gayrimüslim cemaat için ve
üç farklı değişken ekseninde çalışmak cemaatlerin kendi içlerindeki ve
birbirleriyle olan farklılıkları ortaya çıkarabilmek için gerekliydi. Böylece,
her başlık altında belli temalara odaklanarak bölümlerin çerçeveleri çizilmiş;
literatürde bu alandaki boşlukların doldurulması hedeflenmiştir.
Yöntem Üzerine
Bellek sözlü tarih çalışmalarının kalbini
oluşturmaktadır (Ritchie, 2015:1). Bu çalışmada da gayrimüslimlerin gündelik
hayatta kentteki toplumsal ve mekansal inşa süreçlerini bellek aracılığı analiz
etmeye çalıştım. Belleğe referansla sözlü tarihin öznel, güncel ve anlatıya
bağlı yapısı tarihin bireyler tarafından günümüzde nasıl anlaşıldığını ve
yaşandığını anlamayı sağlamakta ve tarihin yeniden gözden geçirilmesine olanak
vermektedir (Neyzi, 2013:7; 2014:1-4). Çalışmamda bellek aracılığı ile her üç
gayrimüslim cemaatten “sıradan” bireylerin kentteki kimlik inşa süreçlerine
bakarak, bu süreçte büyük rol oynayan cemaat-içi kolektif belleklerin kuşaklar
arasındaki aktarımını ve bu aktarım süreçlerinde uygulanan açık-kapalı
stratejileri ele aldım. Kolektif belleğin aktarımı ve bunun ne şekillerde
yapıldığı azınlık kimliğinin inşasında çok kritik bir öneme sahiptir. Bellek
aracılığı ile yapılan aktarımlar aynı zamanda da politiktir. Popular Memory
Group sözlü tarih çalışmalarındaki ifadelerin ve tanıklıkların siyasi içeriğine
dikkatleri çekmektedir: “geçmiş günümüzde varlığını canlı bir biçimde
sürdürmektedir, ve bu politik olarak çok büyük bir önem içermektedir”
(2006:46). Tez kapsamında yapılan görüşmelerde gayrimüslim azınlıkların
kolektif bellekleri ve kuşaklar arası aktarımın, vatandaşlık aidiyetinden
mekanla bütünleşmeye, kamusal alandaki kimlik stratejilerinden özel alanın
şekillenmesine kadar gündelik yaşamın tüm alanlarında etkili olduğu ortaya
çıkmıştır.
Sosyal bilimlerde son 10-20 yıllık süreçte nitel
araştırmanın giderek daha elverişli bir araştırma çerçevesi olarak
yaygınlaştığı görülmektedir. Bunlar arasında ayrıntılandırılmış yaşam öyküsü çözümlemeleri daha zengin bilgiler içermesi açısından öne çıkmaktadır
(Mayring, 2011:15-7).19 Mayring’e göre araştırmanın güçlü bir
şekilde “özneye-ilişkinlik” ilkesine oturtulması (özne daima kendi oluşu
içerisinde görülmeli); araştırma öznesinin “betimlenmesi” ve “yorumlanmasına”
verilen önem; öznenin kendi doğal “günlük” ortamında araştırılması; ve sonuç
çıkarılmasından bir “genelleştirme sürecinin” anlaşılması nitel araştırmada öne
çıkan unsurlardır (A.e., s.26).
Nitel araştırma tekniklerini kullanan araştırmacının özneden ayrı bir duruşu
olamaz; tam tersine öznesi ile aktif bir iletişim içinde bir paylaşım
gerçekleştirmektedir. Nitel araştırmada bilgi kaynağı insandır. Nitel
araştırmacı araştırılanı bir obje, bir şey olarak değerlendirmez; insan
bilincine, bu bilincin oluştuğu sosyal/kültürel çerçeveye önem verir.
Bireylerin sosyal dünyayı nasıl gördükleri, onların kendi bakış açılarından bu dünyayı nasıl değerlendirdikleri önem
kazanmaktadır (Kümbetoğlu, 2015:47).
Yaklaşık son 20 yılda niteliksel araştırma
tekniklerinden sözlü tarih ve derinlemesine mülakat ile yapılan çalışmaların
giderek çoğalması ve sosyal bilimlerin farklı dallarında uygulanmaya
başlanmasıyla birlikte, toplumda sesleri duyulmamış olan dinsel-etnik-dilsel
azınlıklar, kadınlar, gay-lesbienler, çocuklar, engelliler, vd... görünürlük
kazanmaya başlamıştır. Kümbetoğlu’nun da belirttiği gibi, sözlü tarih
tekniğinin sıklıkla kullanılmaya başlandığı feminist yöntemle uygulanmış
çalışmalar “içeriden bakış”, “içeriden bilgi”nin önemine dikkat çekmektedirler
(A.e., s.53).
Nitel araştırma tekniklerinin uygulandığı akademik
çalışmalarda yüzeyde görünen gerçekliğin altında yatan özü anlama, her günkü
pratiklerin eşitsiz, çatışmacı, ayrımcı yanlarını ortaya koyma hedefi vardır.
Bu da eşitsiz güç ilişkilerinin ve hiyerarşik düzenin hakim olduğu gündelik
hayat pratiklerini yapıbozuma uğratmaktadır. Niteliksel yöntem aracılığı ile
madunlar o güne kadar görünmez
kılınmış yaşam deneyimlerini kendi ifadeleri ile aktarma olanağına sahip olmaktadırlar. Tam da bu noktada
araştırılan ve araştırmacı arasında hiyerarşik olmayan bir insan ilişkisi
kurulmaktadır (Kümbetoğlu, A.g.e.,
s.61). Tez çalışmamda gayrimüslim azınlıkların yaşantılarının, deneyimlerinin,
azınlık olmaktan kaynaklı sorunlarının kendi seslerinden görünür hale
getirilmesi, kendi kimlik algılarının, kurgularının gündelik hayat pratikleri
üzerinden okunabilmesi, onların hayatlarına dokunabilme şansı ancak niteliksel
bir araştırma tasarımıyla mümkün olabilmektedir.
19 Nitel ve
Nicel Araştırma Teknikleri için ayrıca Bkz.: Neuman, 2006; Caunce, 2011. Sosyal
bilimlerde yazım kuramları için Bkz.: Becker, 2013. Bilimsel Araştırma
Yöntemleri hakkında kapsayıcı bir çalışma için Bkz.: Karasar, 2010. Feminist
Metodoloji için ayrıca Bkz.: Razamanoğlu, Holland, 2008; Sprague, 2005;
Hesse-Biber, Leavy, 2007; Reinherz, 1992.
Sözlü tarih geçmişi anlamaya çalışırken içinde
bulunulan zamanı da hayat hikayeleriyle yorumlamaya çalışan bir yaklaşımdır
(Öztürkmen, 2011:53). Belki de en önemlisi, yukarıda da bahsedildiği gibi, bu
tartışmalara “sıradan” insanların seslerini ve yorumlarını katmaktadır. Sözlü
tarih, (yazılı) tarihte tartışmalara yol açmış ve/veya göz ardı edilmiş
olayların incelenmesine önemli katkılarda bulunabilme potansiyeline sahiptir.
Neyzi’nin de belirttiği gibi “Sözlü tarihle, belgelere dayalı tarih arasındaki
en önemli farklardan biri, sözlü tarihi bu tarihi olayların yaşandığı dönemde
değil, daha sonra ve belleğe referansla yapmasıdır.” (2013:7).20
Sözlü tarih geleneksel resmi tarih yazımını
yapıbozuma uğratarak, tarihsel olayların eleştirel olarak ele alınmaya
başlanmasına ve daha da önemlisi ortodoks tarih yöntemlerinin sessiz kaldığı
grupları gün yüzüne çıkmasına denen olur. Bazı tarihçilere göre bellek subjektif, yanlış ve eksiktir. Bu
eleştiriye cevap veren Portelli sözlü tarihin, “sessiz bıraktırılmış”,
“sıradan” bireylerin yazılı tarihsel belgelerde bulunmayan ya da çarpıtılmış
gündelik hayatları hakkında bize bilgi verdiğini söylemektedir. Portelli’ye
göre, anlatıların üstünü çizdiği gerçek olan ve belirleyici olan tarihsel
veriler belleğin tam kendisidir. Geleneksel tarihyazımından dışlanan insanların
deneyimleri ve bakış açıları yazılı kaynaklara sözlü tarih aracılığı ile dahil olabilmektedir. Bu “saklanmış” bireyler
tarihi kendi yorumlarıyla aktarmaktadırlar (1991:viii,
1-26). Portelli, sözlü tarihin objektif olmadığının da altını çizmektedir.
Fakat burada esas sorulması gereken, yazılı kaynaklar tarihçilerin elinden
çıktığından dolayı objektif olamayacağına göre sözlü tarihin gerçekten objektif
olması gerektiği midir? (2006:25-32). Thompson, yazılı kaynaklardaki bilgilerin
de kolaylıkla insan eli ile değiştirilebileceğini ve tek bir gerçekliğin
olmadığını, gerçekliğin karmaşık ve çok boyutlu olduğunu belirtir (2006:24).
Thompson, sözlü tarihin sosyal bilimler alanındaki katkısını “duvarları yıkmak”
olarak tanımlamakta ve şöyle demektedir: “(sözlü tarih) öğrencilerle
öğretmenler, kuşaklar arası, eğitim kurumları ve dışardaki dünya arasındaki
engelleri ortadan kaldırma potansiyeline sahiptir. Ve tarihin yazılması
sürecinde tarihi deneyimleyen ve yapan insanlara kendi kelimeleriyle merkezi
bir yer atfetmektedir” (A.e., s.14-25).
20 Sözlü tarih çalışmalarının tarihsel arka planına ve Türk
tarihyazımındaki süreklilik ve kopuşlara dair ayrıca Bkz.: Soner Alpan, 2010:21-47.
Nitel yöntemlerle yapılan araştırma dört basamaktan
oluşur. Birinci ve en temel aşamada sorunun belirlenmesi gelmektedir (Mayring,
2011:72). Tezimin ana sorunsalını keşfetmeye çalışırken kendime şu soruları
sordum: Temel olarak neyi bilmek istiyorum? Ben bu çalışmada neyi soruyorum?
Neyin cevabına ulaşmak istiyorum? Araştırma sorunsalının ne kadarının kapsanmak
istendiğine, yani araştırmanın evreninin oluşturulması, ana sorunuzu
oluştururken karar vermeniz gerekmektedir. Ancak buna göre sorunuzun içinde yer
alacak olan değişkenler belirginlik kazanacaktır.
Bu çerçevede niteliksel bir araştırmayı kapsayan
tezin ana sorunsalını oluştururken çalışmamın evrenini mekan ve cemaat
sayısıyla sınırlandırdım. Rum Yahudi ve Ermeni cemaatleri Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucu anlaşmasına göre azınlık sayılmaktadırlar. Hukuki olarak azınlık statüsüne sahip olan
sadece bu üç gayrimüslim cemaattir. Bu üç cemaat ile çalışmaya karar verdikten
sonra bu üç cemaatin yoğun olarak yaşadığı bir sosyo-mekansal ölçek olarak
İstanbul kentini tercih ettim. Bu tercihin bir diğer nedeni ise araştırma
sırasında “extensive” tarama için “intensive” bilgi sahibi olunması gerektiği
ve kendi teori yükümle veri
arasındaki ilişkinin sağlamlığı açısından doğduğum, büyüdüğüm, en iyi bildiğim
kentin İstanbul olmasıydı. Bu üç cemaatin kendi içlerinde de sosyoekonomik
açıdan farklı semtlerde kümelenmeleri, örneklem seçimimde bana kolaylık
sağladı. Dolayısıyla İstanbul’da yaşayan Rum Yahudi ve Ermeniler çalışmamın
evrenini oluşturdu. Araştırma sorumu ve bu soruya hangi değişkenler
çerçevesinde cevap arayacağımı belli alt sorularla ortaya çıkarmaya çalıştım.
Öne çıkan alt sorular şunlardı: Gayrimüslim azınlıkların kendilerini nasıl
algıladıkları; azınlık olmanın ne demek olduğu; azınlık olmanın onlara bir
bariyer mi yoksa bir üstünlük mü
sağladığı; hangi alanlarda hakim gruptan farklılaştıkları; kendi içlerindeki
sosyal hiyerarşiler, katmanlaşmalar ve ayrışmaların neler olduğu; kamusal,
politik ve özel alanda gayrimüslim azınlık olmanın hakim toplumdan
farklılıklarının neler olduğu. İstanbul’un gayrimüslim azınlıkları üzerine
yapılan çalışmalarda bu üç cemaat genel olarak yekpare sosyal bütünler olarak
ele alınmaktadır. Bu nedenle, yaşadığım kentte ve sosyal çevredeki gündelik
hayatın teori yükü ile araştırma sorum birleştiğinde İstanbul’un gayrimüslim
azınlıklarına, azınlıklar arası karşılaştırma ve azınlık içi
sosyal/kültürel/sınıfsal farklılaşmalar yoluyla yaklaşmanın daha açıklayıcı
olacağına karar verdim. Bu kapsamda her üç cemaatle niteliksel teknikler
kullanarak yapılacak görüşmelerde üç temel değişkeni belirledim: yaş/sosyal
sınıf/cinsiyet.
Ana soru ve değişkenler netleştikten sonra sırada
soruların hangi düzende sorulacağının belirlenmesi gelmektedir. Bilmek
istediğimizi ortaya çıkaracak doğru soruların sorulması gerekmektedir. Üç
farklı cemaat için ortak sorular oluşturmam gerektiği gibi aynı zamanda her bir
cemaate spesifik, kendi sosyal tarihinde iz bırakmış olaylarla, travmalarla
ilgili de ayrı sorular hazırlamam gerekiyordu. Bilginin bağlam bağımlı,
tarihsel ve zaman/mekandan arındırılamayacak olması nedeniyle İstanbul’daki Rum
Yahudi ve Ermeni tarihiyle ilgili literatür taraması yaparak ortak ve farklı
soru çerçeveleri çıkardım. Görüşmelerim ve okumalarım tez süresince birbirine
paralel olarak devam etti. Soruları oluştururken en önemli nokta, soruların
belirli temalar altında toplanmasıdır. Bu bağlamda üç başlık altında
oluşturdum: kamusal, politik ve özel alan.
Hazırlanan sorular ve yapılacak görüşmelerde azınlık
cemaatlerini gücendirecek kelimeler kullanmamaya, “azınlık kimlik”lerini ve bu
durumdan kaynaklı hassasiyetlerini de göz önünde bulundurmaya özellikle özen
gösterdim. Örneğin, görüşmeler sırasında Musevi- Yahudi kelimelerinden
hangisini kullanacağım konusunda tereddüt yaşadım. Musevi sözcüğü Türkçeye özgü
olan, Musevilik dinine mensup olmayı ve bu dine inanan kişiyi ifade etmektedir.
Yazın literatüründe ve popüler gündemde her ikisi birden kullanılmakta ve dilde
bir karmaşa yaratmaktadır. Ben görüşmeler sırasında hangisini kullanmamın doğru
olacağını, hangisini duymaktan-okumaktan rahatsız olmayacaklarını görüşmecilerime
en başında sordum. Yahudi görüşmeciler, toplum içinde Yahudi kelimesinin
“ayrıştırıcı, ötekileştirici, kötü, çirkin” bir anlam ifade etmesinden dolayı
Musevi kelimesini toplum olarak kullanmaya alıştıklarını fakat doğru olanın
tarihsel ve politik olarak, dini-etnik içeriği kavramasından dolayı, “Yahudi”
kelimesi olduğunu ve bunu kullanabileceğimi belirttiler. Bundan dolayı tezin devamında hem dinsel hem etnik
aidiyeti belirtmek amaçlı Yahudi sözcüğü kullanılacaktır. Kavramsal açıdan
diğer bir karmaşayı da Rum-Yunan-Helen kelimelerinin seçimlerinde yaşadım.
Rumlar, Helen-Yunan ırkından olmalarına rağmen Doğu Roma/Bizans kökeninden
gelen İstanbullu olduklarını belirtip bunu işaret eden “Rum” kelimesinin doğru bir kimlik ifadesi olduğunu belirttiler.
Böylece kendi araştırma deneyimim saha araştırmam sırasında kendiliğinden
yöntemsel bir bilgi de üretmekteydi.
Kelimelerin hassasiyetine dair diğer bir örnek ise
Ermenilerle yaptığımız görüşmelerde
ortaya çıktı. Ermeniler 1915’de yaşadıkları ülkenin dışına çıkarılma sürecini
nasıl yorumladıkları, hangi kelime ile ifade ettiklerine dair çok farklı
kavramlar kullanmaktaydılar. Görüşmelerim boyunca
bu kavramların hangisini
kullanacağım konusunda
duygusal bir gerilim yaşadım. Çünkü Ermeniler şu farklı kavramları
kullanmaktaydılar: birinci kuşak,
“kıyım, kesim, ondan önce, ondan sonra, göç” gibi kavramlarla 1915’i
anıyorlardı. İkinci ve üçüncü kuşaklar Soykırım kelimesini kullandılar.
Dolayısıyla bu tez boyunca kullanılan Tehcir sözcüğü bütün bu kavramları da
içeren bir biçimde kullanılmıştır.
Azınlık cemaatlerin halen
kendi içlerinde kapalı
toplumlar olduğunu dikkate
alarak tez araştırması
sırasında kullanılan kartopu örneklem yönteminin başarıya ulaşması için
görüşmeler sırasında kullanılan dilin hassasiyetine önem verilmesi
gerekmektedir. Görüşmecilerinize kartopu örneklemi yoluyla ulaşmak
istediğinizde size referans olarak verecekleri kişiler kendi yakın
çevrelerinden olucaktır. Gayrimüslim azınlıkları sosyal olarak dışlayıcı kelime
ve söylemlerin kullanılması bu örneklemi gerçekleştirebilme imkanını
zayıflatacaktır. Bu nedenle mümkün olan en özenli dil kullanılmaya dikkat edilmiştir.
Sözlü tarih görüşmeleri ve derinlemesine mülakatlarda
görüşülen kişiyle kurulacak iletişim dili ve davranış tarzı önem arz eder.
Görüşmeci herhangi bir çıkarı olmadan bir akademik çalışmaya destek
vermektedir. O nedenle araştırmacının onun kişisel konumunu ve bu akademik
çalışma için fedakarlık yaptığının bilincinde olması gerekir. Görüşmecilere
çalışılan akademik konuda kendi tarihsel hikayelerinin ve konuyla ilgili
bilgilerinin öneminin anlatılması gerekir.
Sözlü tarih ve derinlemesine mülakat teknikleriyle
yapılan çalışmalar büyük ölçüde güvene dayalıdır. Çoğu zaman araştırmacı ile
görüşmeci ilk defa karşılaşmışlardır; ve ilk karşılaşmada kendi hayat
hikayelerini, travmalarını, özel alanlarını araştırmacı ile paylaşmaktadırlar.
Bu paylaşımın söz konusu güven ilişkisi olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir.
Tez çalışmamda bunu açık bir biçimde yaşadım ve bu güven ilişkisi sayesinde
geniş bir kitle ile, her yaştan/kuşaktan/cinsiyetten, görüşme şansını elde
ettim. Diğer yandan kurulan bu
kişisel güven ilişkileri dışında ülkenin siyasi ve toplumsal atmosferinin de bu
tip çalışmaların gerçekleşmesinde önemli rolü vardır. 60’lı yaşlarında bir
Ermeni erkek görüşmecimin “eğer 10 sene önce tanışsaydık en fazla bir kahve
içerdik. Bunları anlatamazdım sana” demesi bunun göstergelerinden biridir.
Türkiye’de son yıllarda artan bu tür kültürel çalışmalar benim bu tezi yapmamda
politik ortamı mümkün hale getirmiştir.
Konunun hassasiyeti gereği görüşmecilerin isimlerini
açık bir biçimde kullanmadım. Niteliksel çalışmalarda sıkça kullanılan kodlama yöntemini kullandım. Bu kodlama
yöntemine göre, dini-etnik/yaş/cinsiyetten oluşan bir kodlama kullandım.
“Adımı yazabilirsin hiç sorun olmaz” diyenler olduğu gibi, “anneme vasiyetim
var bu konularda konuşmamaya dair, adımı kullanma” diyerek “azınlık meseleleri
hakkında” konuşmaktan hissettikleri kaygıyı
dışa vuranlar da oldu. Metin içinde anlatıların yanına parantez içinde
görüşmecinin hangi cemaatten olduğunu, cinsiyetini ve yaşını belirten bir
kategorizasyon şeması kullandım (Rum:R, Kadın:K, Yaş:36). Yukarıda sözü edilen
güven ilişkisinin güçlü bir biçimde kurulması
nedeniyle hiçbir görüşmecim benim kimliğimi ispat
etmemi benden istemediler. Bu güven ilişkisinin oluşmasında benim ailemin köklerinin de
Girit ve Selanik’ten olmasını onlara aktardığımda bir güven oluşturucu unsur
yarattığı söylenebilir.
Tez araştırmasının örneklemini oluşturmak için
kullandığım kartopu yöntemi belirli riskler taşımaktaydı. Bu risklerin en
önemlisi ilk görüşmelerin yapıldığı kişilerin kendi yakın çevrelerinden
kartopunun oluşması idi. Onu aşabilmek için farklı sınıfsal, mekansal ve yaş
gruplarından kartopuyu oluşturucak farklı kartenelerine ulaşmaya çalıştım. Bu
nedenle kartopu örneklemim farklı kanallardan oluştu.
Tez kapsamında yapılan görüşmelerde
sınıfsal/kültürel/yaş/cinsiyet değişkenlerinde ortalama bir denge sağlanmıştır.
İstanbul’un Rum Yahudi ve Ermeni cemaati mensuplarından bu değişkenler
kapsamında 120 kişi ile sözlü tarih, derinlemesine mülakat ve bir odak grup
gerçekleştirdim. Cinsiyet açısından da görüşmeciler arasında denge kurmaya
çalıştım. Yaş değişkeni çerçevesin de üç cemaatten görüşmecilerin dağılımı
Yahudi ve Ermenilerde 50 yaş ve üstü benzerlik göstermesine karşın Rum
cemaatinde bu oran tersine dönmektedir. Rumlarda en fazla görüşmeci altmış yaş
ve üstündeki grupta yer almaktadır. Bunun sebeplerini Rum cemaatindeki
yöneticilerle görüştüğümde, İstanbul Rum cemaatinin yaş gruplarına göre
dağılımı göz önüne alındığında bu datanın doğruyu yansıttığını belirttiler.
İstanbul Rum cemaati yaşlı bir cemaattir; her sene ölüm sayısı doğum sayısını
aşmaktadır. Cemaat gençlerinin büyük bir bölümü 80’li ve 90’lı yıllarda
aileleriyle Atina’ya göç etmişlerdi. Geri dönenler olmasına rağmen cemaatin yaş
skalasının düşmesine pek fazla etki etmemektedir. Cemaatin en kalabalık grubunu
elli yaş ve üstü oluşturmaktadır.
Çalışmamın üçüncü basamağını veri toplaması
oluşturmaktadır. Araştırmanın verisini sözlü tarih görüşmesi, derinlemesine
mülakat ve odak grup kullanarak topladım. Sözlü tarih görüşmelerinde her üç
cemaatin 70 yaş üstü mensuplarıyla kendi hayat hikayelerini çocukluklarından itibaren
sosyal, kültürel, mekansal
unsurlarıyla birlikte dinledim.
Sözlü tarih
görüşmelerini belirli sorulardan oluşan bir takip yönergesi eşliğinde
gerçekleştirdim. Derinlemesine mülakat görüşmeleri de yarı yapılandırılmış soru
yönergesiyle gerçekleştirilen ve konu odaklı görüşmelerdir. Derinlemesine
görüşmelerde sözlü tarih görüşmelerine göre göreceli olarak araştırmacı olarak
daha fazla kontrole sahiptim ve görüşmeleri soru başlıkları çerçevesinde
toparlamaya, konudan fazla uzaklaşılmamasına gayret ettim. Odak grup
çalışmasını ise artık çok sınırlı sayıda bir nüfusa sahip oldukları için Rum
cemaati gençlerini bir arada bulabileceğim Zoğrafyon Lisesi’nde lise son sınıf
öğrencileriyle gerçekleştirdim. Ayrıca odak grubun gençler için daha uygun bir
teknik olması da bu görüşmenin verimli geçmesine sebep oldu.
Tez çalışmamın veri toplama aşamasındaki zorluklardan
bir tanesi her üç cemaatin sınıfsal olarak en yoksul olanlarına ulaşmaktaki
zorluk oldu. Bu engeli aşabilmek için özellikle cemaat derneklerinde,
vakıflarında yöneticilik yapan görüşmecilerimden daha alt sosyal tabakaya nasıl
ulaşabileceğim konusunda yardım istedim. Rum cemaatinin yöneticileri ile
birlikte Feriköy’deki Rum Kilisesi’nin içinde bulunan Fukara derneğine gittik.
Yöneticilerle derneğe girdiğimizde benim bekleme odasında oturmamı, gelenleri
bana yönlendireceklerini söylediler. Benim dernekte görüşme yapmak için
gözlemim derneğe yardım isteği ile gelenlerin %90’nının kadın olduğuydu.
Yaptığım tüm görüşmeler boyunca kendimi ve çalışmamı ifade etmekte en
zorlandığım kısım bu oldu. Derneğe gelenler orta yaş ve üstü, eğitim seviyeleri
çok düşük, yoksulluk sınırında yaşayan Rumlardı. Azınlık olmak yoksulluk ve
eğitimsizlikle birleştiğinde çok daha katmerli bir hal almaktaydı; yoksul
gayrimüslimler etnik, dinsel ve sınıfsal dışlanmayı bir arada
yaşamaktadaydılar. Bu sebepten dolayı yoksul azınlıklar cemaat nüfusunun geri
kalanına göre çok daha blokajlı kimlik üretmektedirler. Görüştüğüm kişilere
yalın bir biçimde, kelimelerimi çok özenle seçerek onları strese sokmayacak bir biçimde konuyu anlatmaya çalıştım.
“Akademi, tez, görüşme, azınlık olmanın ne demek olduğu” gibi kelimeleri,
cümleleri duyduklarında birçoğu korktuklarını ve gerildiklerini vücud
dilleriyle belli ettiler. Konuştuğum kişilerin yarısı daha ben cümlemi
bitirmeden yardımcı olamayacaklarını söyleyip gittiler. En son sadece iki kadın
görüşmeci ile yaklaşık bir saatlik bir görüşme gerçekleştirdim. Kadın
görüşmeciler kentin yoksul mekanlarından sayılabilecek olan Samatya ve
Topkapı’da yaşamakta idiler. Azınlık, yoksul ve kadın olmak sosyal, ekonomik,
politik ve kültürel süreçlerden dışlanmayı getirmekte ve bu dışlanma kendisini
mekanda açığa çıkarmaktadır. Yoksul, cahil ve azınlık olma durumu toplumla
aralarında inşa ettikleri bariyerleri yükseltmekte, gerginliği
kuvvetlendirmektedir. Yahudi cemaatinden de bir cemaat
yöneticisi ile Yahudilerin yaşlılar
yurdunu ziyaret ettim. Maddi imkansızlıklardan dolayı yaşlılar yurdunda
kalan biri erkek biri kadın 80 yaş üstü iki görüşmeciyle görüşmeler yaptım. Bu
iki görüşmecimde dikkat çekici olan özellikle Varlık Vergisi’nden ve 1934
Trakya Olayları’ndan sonra yoksullaşmış olmalarıydı. Ermenilerde ise nüfusun
daha kalabalık olmasından dolayı, kartopu örneklemi ile alt-orta sınıftan daha fazla görüşme yapma şansım oldu.
Hem sözlü tarih görüşmelerinde, derinlemesine
mülakatlarda hem de odak grup görüşmesinde yarı yapılandırılmış soru
yönergesiyle “sorun-merkezli görüşme” gerçekleştirdim. Bu görüşmelerin tamamını
ses cihazıyla kaydettim. Görüşme konusu ve soru başlıklarını önceden çalıştım;
görüşme boyunca hangi evrelerin izleneceğini, nelerden söz edileceğini, “sorun”
çerçevesinde bir cetvele bağladım. Görüşmelerimde açıklık ilkesine dikkat
ederek herhangi bir verilmiş şık olmadan sorulara özgürce yanıt vermelerine
olanak sağladım. Çalışmam sırasında niteliksel görüşme tekniklerinin
risklerinden biri olan görüşmecilerimin konudan uzaklaştığı durum sıkça karşıma
çıktı. Bazen sadece o kişinin hayatına özgü, daha önceki görüşmelerde
karşılaşmadığınız, sizin soru yönergenizin dışında olan bir gündem dikkatinizi
çekebilir. Bir görüşmecinin hayat hikayesindeki spesifik bir anı, detay, tek
başına bir alt başlık oluşturma potansiyeline sahip olabilir. Örneğin, birinci
kuşak Ermenilerle görüşmelerimi yaparken
soru yönergemde olmayan,
hakkında daha önce herhangi
bir fikir sahibi olmadığım Anadolu-İstanbul Ermenileri arasındaki cemaat içi
sosyal tabakalaşma konusu gündeme getirildi. Bunun üzerine ben hem bu alanda
yapılmış bir çalışma var mı diye
araştırırken bir yandan da soru yönergeme bu konu hakkında çıkardığım soruları
ekledim. Çalışmamın sonunda en başında cemaatin iç işleyişine dair hiç
bilmediğim bu tema hakkında uzun bir alt bölüm yazdım. Nitel araştırmaya
başladığınız zaman soru yönergenizden bağımsız olarak görüştüğünüz kişinin
yaşına, cinsiyetine, sosyal sınıfına bağlı olarak kendi hayat deneyimleriyle
ilgili bambaşka konular ortaya çıkabilmektedir. Görüşmecilerimin konudan
uzaklaştığı her durumda konuyu ana eksenine oturtmayıp konuya yeni penceriler
açmasına izin verdim. Bu örnekte de görüldüğü gibi izin vermemin olumlu izlerini
gördüm.
Diğer yandan, niteliksel görüşme tekniğinde
yaşlılarla yapılan sözlü tarih görüşmelerinde görüşme randevusu alınan
yaşlıların önceden hazırladıkları bir hikayeleri olduğu dikkatimi çekmiştir. Bu
çoğu zaman hayatlarının sonuna doğru, onlara dokunmuş üzücü bir anı, travma, ya da benim aracılığımla dış dünyaya iletmek istedikleri bir mesaj da
olabilmektedir. Bu durumda görüşmecilerimi kendi sorularıma yönlendirmeye çalıştım. Bazen de
tamamen akışına bırakıp, onun hikayesinin izinden gittim.
Özellikle yaşlılarla yapılan sözlü tarih
görüşmelerinin araştırmacı açısından bir başka zorluğu travmaların aktarılması
sürecinde kurulan empatidir. Bu empati görüşmenin duygusal bir boyut almasına
neden olduğu için bu durumlarda susup bekleyip daha uzun saat süren görüşmeler
yapmayı tercih ettim. Görüşmeci konuyu değiştirirse ve bir daha geri dönmezse
üstüne gitmedim. Eğer araştırmam için çok önemli bir başlıksa ve alacağım yorum
analizlerimi derinden etkileyecekse bir süre sonra tekrar çok ısrar etmeden
soruya geri döndüm. Çok yaşlı bir görüşmecim kendi cemaatinden görüştüğüm
kimsenin tanık olmadığı, cemaatin ise kolektif
belleğinde baskın bir yer tutan
tarihsel travmatik bir olayı görüşmenin en sonunda, yaklaşık 3 saat sonra anlattı.
Her görüşmenin sonunda o görüşmeye özel şahsi
notlarımı mutlaka 1-2 sayfa olarak dikkatlice not aldım. Görüşmecinin sustuğu,
sessiz kaldığı, duraksadığı, sinirlendiği, üzüldüğü, gözlerinin dolduğu anları
mutlaka not aldım. Yazıya dökerken sözcük kaydının içerdiği önemli bilgileri
betimsel çeviriyle aktardım. Duygusal olarak verdiği tepkileri yaptığım
alıntının içinde parantez içinde mutlaka belirttim.
Görüşmelerimin kayıt cihazı ile gerçekleşeceğini, ve
bunun için izin verip vermediklerini ön görüşmemde sordum. Görüşmelerin
deşifrasyon süreci çok disiplinli bir çalışmayı gerektirmektedir. Deşifre etme
süreci görüşmenin uzunluğuna göre değişmektedir. Ayrıca gizlilik prensibi de
dikkate alınması gereken bir unsur olduğu için bütün görüşmeleri kendim deşifre
ettim. Görüşmecilerin anlatı
ve ifadeleri sadece
görüşmeciyi yansıtmaz, sosyal dünyanın ilişkiler ağı içinde,
onun bir parçası olarak yaratılırlar. Kendi yaşam deneyimlerinin yanısıra, o
tarihsel dönemde olup bitenleri ve dönemin genel atmosferini de
aktarmaktadırlar. Dolayısıyla, görüşmeleri deşifre ederken ve ifadeleri
anlamlandırırken anlatılan döneme dair genel bir bilgi sahibi olunması
gerekmektedir. Bu nedenle de eğer görüşmecinin bahsettigi spesifik bir tarihsel
olayı analizimde mutlaka kullanmam gerekiyorsa ve dönemin sosyal olayları,
tarihsel bağlamı hakkında bilgi sahibi değilsem literatür taraması yaparak bu
eksikliğimi gidermeye ve bana aktarılan nitel veriyi doğrulamaya çalıştım. Eğer yeterli
bilgiye ulaşamadıysam ve bilginin doğruluğundan emin olamadıysam veriyi
analizlerimde kullanmadım.
Tezi yazma aşamasında deşifre ettiğim metni temalar
ve oluşturduğum konu başlıkları dahilinde ayrıştırdım. Konu başlıklarına göre
ayrıştırılmış deşifre metinleri ikincil veri kaynakları ile metnin tarihsel,
politik ve hukuksal arka planını oluşturdum. Saha verilerinin analizi ve bu
analizlerden doğan argümanlarımı desteklemek için, ilgili literatürden
yararlanacağım kavramsal çerçeveleri tespit ettim. Her bir kavramsal çerçevenin
altına argümanımı destekleyecek görüşmelerdeki alıntı ve ifadeleri
yerleştirdim. Saha çalışması sırasında görüşmecilerle ister istemez
geliştirdiğim duygusal bağdan ve konuyu içselleştirmemden dolayı alıntılar
arasında seçim yapmak ve elemek konusunda zorlandığım oldu. Kimi bölümlerde
ilgili temanın altına kesemediğim, sayfalarca sürecek anlatılar koydum.
Ancak bunların tezin
tamamı içinde dengeli
olmasına yine de dikkat ettim.
Niteliksel araştırma ilkelerine göre niteliksel teknikle toplanan
verilerin toplanmasında ve tezde sunulmasında etik kurallara uyarak içerikleri
kısaltsam bile anlatım ifadesini bozmadan objektif ve doğru bir biçimde sunmaya
çalıştım.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermenileri üstüne yaptığım
araştırma aynı zamanda yarı etnografik bir çalışma özelliği göstermektedir.
Birçok kereler araştırmacı olarak araştırmamın özneleriyle doğrudan aynı sosyal
ortamlarda yer aldım. Görüşmecilerle kurduğum ilişkiler sonrasında Onları ve
cemaat ile ilişkilerini daha yakından tanıyabilmem için dernek
organizasyonlarına, düzenledikleri panellere, tiyatro-dans gösterilerine
katıldım; Noel, Paskalya, Hamursuz bayramı, Roş Aşana, Bar-Mitsva21,
faşadura22 gibi dini-kültürel ritüellerini, düğünler, vaftizler gibi
kutlama şölenlerini hem ibadethanelerinde hem de davetli olduğum evlerinde, her
birinin mutfak kültürüne de tanık olarak, katılımcı gözlemler yaptım.
Tezin birinci bölümünde, İstanbul’da gayrimüslim
azınlık cemaatlerinin kentte bugün bulundukları konumu bir toplumsal ve
mekansal inşa süreci olarak analiz edebilmek için öncelikle geniş bir tarihsel
çerçeve kurulmuştur. Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatleri İstanbul’un tarihsel
kentsel kimliğinin oluşumundaki etkin rollerine karşın, Cumhuriyet’in
inşasından itibaren kimliklerini kendi kentlerinin “azınlığı, ötekisi” olarak
yeniden kurmak zorunda kalmışlardır. Bu bölümde bu yeniden inşa mecburiyetinin
politik tarihi belli boyutlarıyla analiz edilmeye çalışılacaktır. Bu bölümde bir taraftan Osmanlı’da
gayrimüslim
21 "Bar
Mitzva" ‘buyruğun oğlu', "Bat Mitzva" da ‘buyruğun kızı'
demektir. Bu terim Yahudi bir çocuğun yetişkin yaşa gelmesi anlamındadır, ancak
genelde bu geçiş dönemi törenini anlatmak için kullanılır, (Çevrimiçi: http://www.turkyahudileri.com/content/view/262/223/lang,tr/,
Erişim 12.05.2016).
22 Türkiye’deki
Sefarad Yahudilerine ait bir gelenek. Bebek doğmadan önce gelişini kutlamak
amaçlı aileye ve yakın dostlara bir yemek, kokteyl düzenleniyor. Faşadura’dan
önce bebeğe isim konmuyor ve hediye alınmıyor.
cemaatlerin toplumsal, ekonomik ve hukuksal konumlarının tarihsel
gelişimi, Osmanlı millet sisteminden,
modernleşmeyle birlikte vatandaşlık tartışmalarına ve oradan da azınlık statüsüne geçiş süreçleri analiz edilecek;
diğer taraftan da Lozan Barış Antlaşması’ndan günümüze yaşadıkları azınlık
olmak ile eşit vatandaş olma arasındaki siyasi ve sosyal çelişkiler Türkiye
Cumhuriyetinin farklı siyasi periyodları altında analiz edilecektir. Bu bölümün
son kısmında İstanbul’da Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin kentteki
köklerinin tarihsel, politik ve mekansal arka planı betimlenecektir.
Tezin ikinci bölümünde, Cumhuriyet
dönemiyle birlikte başlayan bu yeni kimliksel inşa sürecinde travma ile oluşan
kolektif bellek ve bu belleğin kuşaklar arası aktarımındaki açık ve örtülü
stratejiler analiz konusu olacaktır. İstanbul’un Rum Yahudi ve Ermenilerinin,
azınlık olarak varlıklarını devam ettirebilmek ve kente yeniden kendilerini
yerleştirebilmek için izledikleri yollar ve stratejiler ortaya konulmaya
çalışılacaktır. Bu çerçevede, İstanbul’da yaşayan Rum Yahudi ve Ermenilerin
azınlık olarak bireysel ve kolektif belleklerini biçimlendiren olaylar ve
deneyimler üzerinden, kimliğin inşasında, algılanmasında ve ifade edilmesinde
her bir cemaate ait kolektif belleğin rolü analiz edilmeye çalışılacaktır. Bu
kapsamda Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin kolektif belleğinin benzer mi
farklı mı işlediği, her bir cemaatin kendi kolektif belleğinde ve üç cemaatin
ortak bellek havuzunda hangi deneyimlerin ve tarihsel
travmaların ön plana çıktığı, nelerin-nasıl hatırlandığı, nelerin unutulduğu;
bellek aktarımında uyguladıkları stratejilerin neler olduğu, bu stratejilerin
üç cemaat için nerelerde benzeştiği, nerelerde ayrıldığı, ve tarihsel
travmaların azınlıkların benlik algılarını nasıl etkilediği incelenecektir.
Birinci bölümde tarihsel ve politik arka planla aktarılacak olan 1915 Ermeni
Tehciri, 1934 Trakya Olayları, Varlık Vergisi, 20 Kur’a Askerlik, 6-7 Eylül
Olayları, 1964 Sürgünü, 1980’ler ASALA dönemi, sinagog bombalamaları gibi Türkiye’nin resmi tarihinde yer almayan
travmatik deneyimlerin gayrimüslimlerin kimliklerinin şekillenmesinde ne kadar
kuvvetli bir etkiye sahip olduğu gösterilecektir.
Tezin üçüncü bölümünde, ulus devletin inşasıyla
birlikte kendi kentlerinin azınlığı haline dönüşen Rum Yahudi ve Ermenilerin bu
sancılı süreçte mekansal yer seçimleri ve mekanda kendilerini yeniden
kurmaları, bu süreçte rol oynayan genel faktörler (iç-dış göçler, azınlık
psikolojisi, karma evlilikler, sosyal statü ve hayat tarzı gibi), mekana
aidiyet, ve tarihsel travmatik olaylar sonucu gerçekleşen kitlesel göçlerle
mekanın parçalanması sonucunda gayrimüslim nüfusun mekanda büzüşmesi ve dağılması analiz edilmeye
çalışılacaktır. Öncelikle Cumhuriyetin inşasıyla birlikte İstanbul’a
yerleşimin ana belirleyici unsuru olan ve çoğu zaman zorla yerinden edilmelerle
gerçekleşen göç olgusu, her bir cemaat için göçün dinamikleri ve bu farklı
dinamiklerin gayrimüslim grupların yerleşim davranışlarını
nasıl etkilediği incelenecektir. Ardından, 1950’lerden 1980’li yıllara ve
1980’lerden günümüze kentin dini-etnik bir haritası çıkarılmaya çalışılacaktır.
Gayrimüslimlerin kent düzleminde hem sürekli yerleşim hem de sayfiye olarak yer
seçimleri, her bir cemaatin mekanda kendilerini nasıl ayrıştırdıkları ile bu
ayrışmayı ve kümelenmeleri etkileyen parametreler ortaya konulmaya
çalışılacaktır. Böylece gayrimüslimlerin mekan üzerinden sosyal, kültürel,
sınıfsal davranış pratikleri hakkında bilgi sahibi olunması hedeflenmekte,
azınlıkların kente aidiyetini kuran dinamikler ve mekanla kurdukları ilişki
ortaya konulmaya çalışılmaktadır. İstanbul’daki gayrimüslimlerin yerleşim
yapısının gerek sınıfsal gerekse mekansal açıdan tarihsel olarak nasıl
farklılaştığının tespit edilmeye çalışılması dini-etnik farklılıkla örtülü olan
sınıfsal ayrışmanın açığa çıkmasına yardımcı olacaktır. Ayrıca, kimliğin
inşasında ve algılanmasında mekanın rolü ve öneminin de ortaya çıkarılması ve
yorumlanması bu bölümün diğer bir temel yaklaşımını ortaya koymaktadır.
Tezin dördüncü bölümü iki başlık altında
düzenlenmiştir. Bu bölümün ilk kısmında Rumluk, Yahudilik ve Ermenilik kimlik
olguları vatandaşlık, ulus-devlet, milliyetçilik kavramları çerçevesinde
tartışılacaktır. Gayrimüslim azınlıkların vatandaşlık tanımının içini nasıl
doldurdukları, Türk/Türklük/Türkiyelilik kavramlarına nasıl baktıkları ve kendi
dini- etnik kimliklerini bu kavramlarla nasıl ilişkilendirdikleri, kendilerini
toplumun hakim unsuru karşısında eşit vatandaş olarak görüp görmedikleri, hakim
unsurun ve devletin onlara eşit vatandaşlık bağlamında nasıl yaklaştığı; dinin,
ulusal kimliğin içine kabul edilmedeki rolü, kolektif belleklerinin vatandaşlık
algısı ve bunun ifadesinde nasıl bir rol oynadığı, ulusal bellekte yer etmiş ve
siyasi konjüktüre bağlı olarak siyasi ve toplumsal alanda yeniden üretilen “koz-rehine”, “yabancı”, “yerli”
olmayan, “misafir” yaklaşımlarının vatana aidiyet ve kimlik algılarında nasıl
bir değişim ve dönüşüm yarattığı, İsrail, Ermenistan ve Yunanistan’a karşı olan
duygusal bağları ve bu bağlamda vatan-anavatan kavramlarının onlar için ne
ifade ettiği analiz edilecektir.
Dördüncü bölümün ikinci kısmında politik alanda
gayrimüslim azınlık olmak üzerine belli başlı başlıklar tartışılacaktır.
Türkiye’nin Cumhuriyet’in inşasından itibaren azınlıklara yönelik bir
politikası olup olmadığı, var ise bunun ne olduğu; gayrimüslimlerin oy verme
davranışları, AB’ne giriş
reformları çerçevesinde gayrimüslim azınlık cemaatlerin lehine
çıkartılan kanunlar ve cemaatler ve hükümet arasında artan olumlu diyalog
ortamı hakkında “sıradan” vatandaşın ne düşündüğü, bu gelişmelerin ortalama bir
gayrimüslim vatandaşın hayatında ne tür değişimler yarattığı, siyasi otoritenin
gayrimüslim toplumlara yönelik zaman zaman yoğunlaşan ayrıştırıcı ve
ötekileştirici söyleminin ve bu söylemlerin toplumsal tabanda yarattığı
yankının gayrimüslimlerin vatandaşlık algısında yarattığı kırılmalar, Kürtlerin
hak talepleri hakkında gayrimüslimlerin neler düşündükleri, 1915’in 100.
Yılında yaşanan “özür krizi”; artan antisemitizm; Hrant Dink’in ve ölümünün hem
Ermeni cemaatinde hem de geniş toplumda yarattığı dönüşümler; Gezi Direnişi’ne katılıp
katılmadıkları ve düşünceleri, ülkenin çözülmeyi bekleyen toplumsal meselelerinin neler
olduğu, ülkenin şu an içinde bulunduğu ekonomik ve politik konjüktürde güvenlik
ve gelecek kaygısı hissedip hissetmedikleri ortaya konulmaya çalışılacaktır.
Her üç cemaat için bu sorulara farklı kuşaklar, sosyal sınıflar ve cinsiyet
değişkenleriyle bakılıp, gayrimüslimlerin vatandaşlık algısındaki ve politik
alanda sergiledikleri davranış kalıplarındaki farklılıklar, süreklilikler,
dönüşümler ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır.
Tezin beşinci ve son bölümünde kamusal ve özel alanda
azınlık olma hali ele alınmaktadır. Kamusal alan bölümünde gayrimüslimlerin
gündelik hayatlarının içerisinde vakit geçirdikleri kamusal mekanlarda azınlık
kimliklerini çoğunluktan ayırt eden unsurların başında gelen din ve dil
üstünden uğradıkları dışlanma, ayrımcılık ve damgalanmalar; özellikle ülkenin
dış siyasetinde İsrail-Yunanistan-Ermenistan/diaspora ile kırılganlık yaşanan durumlarda kimliklerini gizlemek
adına ürettikleri kimlik stratejileri; ve azınlık olmanın sadece dezavantaj
değil gündelik hayatta avantaj yarattığı durumlar da ele alınacaktır.
Beşinci bölümün ikinci kısmında azınlık olmanın
cinsiyeti belli başlı soru çerçeveleri altında analiz edilmeye çalışılacaktır.
Sayıları giderek azalan ve mekanda büzüşen İstanbullu Rumların, Yahudilerin ve
Ermenilerin özel alanındaki sorunların bir kısmı mekandaki bu büzüşmesiyle de
alakalıdır. Ev içi alan geleneksel cinsiyetçi iş bölümü ile ilişkilendirilen,
kadın-anne ile örtüştürülen bir alan olmasının dışında ve buna ek olarak
azınlıklar için ayrı bir
öneme de sahiptir. Özel alan azınlık kimliğinin üretildiği, korunduğu ve aktarıldığı alandır.
Bu bölümde özetle, Rumların, Yahudilerin ve Ermenilerin evlilik
süreçleri, evliliklerini aşk veya mantık üzerinden mi yaptıkları, kadın ve
erkeklerin eğitimleri, çalışma hayatları ve meslek seçimleri, ailede evlilikler
konusunda kız-erkek çocuğa yaklaşımın aynı olup olmadığı, farklılaşıyorsa arkasındaki dinamiklerin neler olduğu,
karma evliliklere nasıl yaklaşıldığı,
boşanmaların cemaat toplumlarında nasıl karşılandığı analiz edilmeye
çalışılacaktır. Tüm bu bahsedilen noktalara tezin diğer bölümlerinde de
uygulandığı gibi kuşak ve sınıf değişkenleriyle bakılacak, eğitimin, sınıfsal
konumun, yaşın azınlıklarda kadınlık-erkeklik rollerini nasıl ürettiği ve
dönüştürdüğü incelenecektir. Bu bölümün temel kaygısı, modernist perspektifin
taşıyıcıları olan ve kendilerini toplumun büyük kesiminden “modern, Batılı”
olarak ayrıştıran gayrimüslimlerin özel alan kapsamında geleneksel kapalı Türk
aile yapısıyla gösterdikleri benzerlikleri, farklılıkları ortaya koyabilmektir.
1. BÖLÜM
Osmanlı’dan
Cumhuriyete Gayrimüslimleri Azınlığa Dönüştüren Süreçler ve İstanbul’un Rum Yahudi23 ve Ermeni
Cemaatleri: Tarihsel Politik Hukuksal
Arka Planı
İstanbul’un Rum Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin bugün
kentin nüfusu içinde kapladıkları alanın darlığına karşın kentin gerek yapılı
çevre olarak kentsel tarihi mirasında gerekse
iktisadi, politik ve gündelik yaşam kültüründe kapladığı alanın genişliği bir paradoksu
değil, kentlerin sosyal tarihlerinin mekana ve gündelik yaşam kültürüne gömülü
olarak sonraki dönemlere taşındığını
gösterir. İstanbul’da gayrimüslüm cemaatlerin kentte bugün bulundukları konumu
bir toplumsal ve mekansal inşa süreci olarak analiz edebilmek için Onların
kentin katmanlarında gömülü olarak bulunan sosyal ve mekansal tarihlerinden
kesitleri görebilmek gerekir. Aksi durumda bir analizden çok yüzeysel bir
betimlemeden öteye gitmek zordur. Bu
analizi yapabilmek için İstanbul’da Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerin
varlığını, daha geniş bir tarihsel çerçeve içinde ele almak gerekir. Bu bölümde
bir yandan Osmanlı’da gayrimüslim cemaatlerin toplumsal, ekonomik ve hukuksal
konumlarının tarihsel gelişimi, Osmanlı millet
sisteminden, modernleşmeyle birlikte vatandaşlık tartışmalarına ve oradan
da azınlık statüsüne geçiş süreçleri analiz edilecek; diğer yandan da Lozan
Barış Antlaşması’ndan günümüze yaşadıkları azınlık olmak ile eşit vatandaş olma
arasındaki siyasi ve sosyal çelişkiler Türkiye Cumhuriyetinin farklı siyasi
dönemleri altında analiz edilecektir. Bu bölümün son kısmında İstanbul’da Rum,
Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin kentteki köklerinin tarihsel, politik ve
mekansal arka planı betimlenecektir.
Osmanlı Devleti’nin etno-dinsel millet esasına dayalı bir siyasi yapıya sahip olmasına karşın,
Hilafetin taşıyıcısı olan Padişahın Müslüman olması, Osmanlı toplumunda
Müslümanlar ve Müslüman
olmayanlar olarak temel
bir ayrıma neden
olmaktadır. Bu nedenle Müslüman olmayanların kendi
aralarındaki etno-dinsel farklılıklara rağmen Müslüman halkın karşısında ortak
bir kimlik olan gayrimüslimlikle konumlandırılmışlardır. Barkey'e göre,
İmparatorluğun çoğulcu bir toplum yapısını yüzyıllar boyunca başarıyla idare
edebilmesinin ve siyasi gücünün arkasında bu dinsel cemaatler arasında uyumu
sağlayan “anlaşmalı kurum”
23 Musevi sözcüğü
Musevilik dinine mensub
olmayı ve bu dine inanan
kişiyi ifade etmektedir. Bundan dolayı bu bölümde ve tezin devamında hem dinsel
hem etnik aidiyeti belirtmek amaçlı Yahudi sözcüğü kullanılacaktır. Ancak,
atıfta bulunulan kaynaklarda ve görüşmeciler tarafından “Yahudi” sözcüğü yerine
“Musevi” sözcüğü kullanıldığı zaman ifade orijinal haliyle bırakılmıştır.
(negotiated enterprise) olmasından ileri gelmektedir (2009:68)24.
İmparatorluk, devlet ve cemaat toplumları arasında anlaşılarak oluşturulmuş bir
yapı göstermektedir (A.e.). Osmanlı
Devleti kurulurken ve ülkesine yeni topraklar katarken, “Osmanlı” olup
olmamanın ölçütü o kişinin hangi milletten olması değil, toplumun yönetici ve
egemen kesiminde olması idi. Bu anlamda “Osmanlı” olup olmamanın ölçütü
siyasaldır (Yetkin, 1996:32-33:). Ancak bu siyasallık farklı hukuksal statüleri
içermektedir. Osmanlı Devleti içinde gayrimüslimlerin hukuksal statüleri ve bu
statülerin Osmanlı’nın son yüzyılından Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna kadar
geçirdiği dönüşümler, İstanbul'da gayrimüslim cemaatlerin toplumsal ve politik
konumlarının analizinde önemli ipuçları içermektedir. Özellikle 19. Yüzyılın
ikinci yarısından itibaren Müslümanlarla gayrimüslimlerin hukuki statülerinde
eşitlik yaratmak amaçlı yapılan reformlar ve bu reformların imparatorluğun son
yıllarında gayrimüslimler açısından doğurduğu toplumsal sonuçlar İstanbul'da
Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerin toplumsal inşasını kavramak açısından
önemlidir.
1.1. Osmanlı Millet Sistemi ve Gayrimüslimlerin Hukuki
Statüsü
1.1.1. Millet Sisteminde Gayrimüslimler
Osmanlı toplum yapısı yatay ve dikey olarak ikili bir
örgütlenme modeline sahiptir. Yatay örgütlenme olarak Osmanlı toplumu iki büyük
bölümden oluşmaktadır. Birincisi yöneticiler veya vergi ödemeyen askeri
sınıftır25. Yönetici sınıfın içinde yargıçlar, noterler, denetçilik
işlerini yürüten kadılar, öğretim elemanları, idari memurlar ve savaş erleri
bulunmaktadır. Toplumun ikinci bölümünü ise vergi ödeyen sınıf anlamına gelen re’aya26 oluşturmaktadır. Bu sınıfta
kendi içinde iktisadi ya da mesleki işlevine göre tüccar, esnaf, zanaatkar ve
tarım çalışanları olarak ayrılır. Dikey örgütlenmenin temelini ise millet27 adı verilen dini-mezhebi
cemaatler oluşturur (Akarlı, 2000:19-20). Osmanlı Devleti’nin, egemenliği altındaki
toplulukları, din ya da mezhep esasına göre örgütleyerek yönetmesine,
24 Barkey’e
göre, imparatorluğun bu ana damarını kaybetmesi, özellikle 19. Yüzyıldaki
reformlarla, sonunun gelmesine sebep olmuştur (2009:68).
25 Akarlı’ya
göre burada askeri sınıfı doğrudan devlete çalışanlar, “devlet-sınıfı” olarak
düşünmek gerekmektedir (2002:20).
26
Re’aya, başlangıçta, Müslüman
olsun olmasın bütün
tebaayı ifade ettiği
halde, sonraları yalnız
gayrimüslimler için kullanılan bir kavram haline gelmiştir (Eryılmaz,
1990:19).
27 Arapça milla kelimesinin
Türkçeleşmiş hali olan millet, Kur’anda söz
anlamına gelmektedir. Osmanlıca’da “Tanrı
tarafından indirilen bir kitabı veya sözü
kabul eden insanlar gurubu” anlamını alarak dini temeller üzerine kurulu olan ve imparatorluk
yönetimi tarafından bu şekilde tanınan bir cemaati ifade etmek için
kullanılmıştır (Akgönül, 2007:38).
millet sistemi denilmektedir
(Eryılmaz, 1990:17). Bu sisteme göre, gayrimüslim tebaa kendi dini
başkanlarının dini otoritesine tabi olurlar ve bu suretle bu halk zümreleri
kendi cemaat idareleri çerçevesinde kendi kendilerine yeter bir ortamda idare
olunurlar (Küçük, 2014:543). Osmanlı’da gayrimüslim tebaanın hukuki satüsü
temelde beş farklı kaynağa dayanmakta ve imparatorluğun farklı dönemlerinde
farklı uygulamalarla bu hukuki statüler değişme göstermektedir. Bu hukuki
statülerin temel kaynakları, İslam Hukuku, İslam Hukukunun tanıdığı kadarıyla
Kilise hukuku, Kapitülasyonlar28,
Barış Anlaşmaları, ve Tanzimat’la gündeme gelen reformlardır (Barkey, 2009).
Gibb ve Bowen' a göre Osmanlı Devleti’nde millet dini inançla tarif edilen ulusun
(nation) karşılığı olarak
düşünülmüştür ve devletin iç işlerini, eğitim, din ve adalet işlerini
düzenlemek için öngörülmüştür (1957)29.
Goffman'a göre ise 19. Yüzyıl öncesinde millet
sistemi, Osmanlı Devleti’ne yönetimi altındakileri tasnif ve organize etme,
onlar üzerinde bir meşru otorite gibi davranma imkanı veren bir stratejidir
(1994:138).30 Bozkurt ise millet terimini, 19. Yüzyıla
kadar daha çok dini aidiyetin
tanımlanması için kullanılırken, bu tarihten sonra
etnik özelliklerin de işin içine girmesinden söz etmektedir (1989:89-108).31
Ortaylı'ya göre Osmanlı’da millet,
bugünkü anlamda bir ulusu değil, dine dayalı olan, dilsel veya etnik olmayan,
bir sosyal organizasyonu ifade etmek için kullanılırdı. Millet oluşumu etnik
(kavmi) ve lisan aidiyetine göre değil, din ve mezhep aidiyeti esasına
dayanırdı. Örneğin, Ermenilerin hepsi Ermeni milleti olarak değil, Gregoryen (Ermeni),
Katolik (Ermeni) ve 19. Yüzyılda da
28 Kapitülasyonlar “bir devletin ülkesinde yabancı devlet
tebaasına tanınan bir takım imtiyaz ve kolaylıklardır”. Terim olarak teslim
anlamına gelmektedir (Karaosmanoğlu, 2012:108). Batılı devletler
kapitülasyonlarla elde ettikleri imtiyazlarla gayrimüslim tebaa üstünde bir
himaye hakkı elde etmişlerdi (Küçük, 2014:546). İlk kapitülasyon anlaşması, 1535 tarihinde Fransa
ile yapılmıştı. 1740 Anlaşmasıyla Osmanlı
tebaası gayrimüslimler de, Fransız
vatandaşlarına tanınan ayrıcalıklardan yararlanmaya başlamışlardı. 1774 Küçük Kaynarca
Anlaşması, Rusya tarafından, Osmanlı toprakları üzerindeki Hıristiyan
ahalinin koruyucusu olduğu, müdahale hakkının hukuken garanti altına alındığı
biçimde yorumlanmıştı. Kapitülasyonların ve barış anlaşmalarının yabancı
devletler tarafından, gayrimüslimlerin araçsallaştırılarak, Osmanlı Devleti’nin
içişlerine karışmak için nasıl kullanıldığına dair bir analiz için Bkz.:
Bozkurt, 1989:33-39.
29
Klasik dönemde, nation aynı kentte veya bölgede doğanlar
için kullanılırdı. Ortaçağda veya modern dönemlerde, nation, doğum yeri köken veya soy ile bu klasik, coğrafi
bağlantısını korudu. Yeniçağ başlarında nation
(millet) sözcüğünün anlamı, kökenleri ortak bir yerden gelen bir insan
topluluğu için kullanılan klasik nation (millet)
kavramına bağlı idi. Bölgesel köken, “milli” kimliğin en önemli unsurlarından
biriydi, bu hem dil yoluyla hem de kılık kıyafet, ortak adetler ile ifade
edilirdi. 19. Yüzyılda milli devlet, kültürel hatta biyolojik bir volk’un (halkın) siyasi ifadesi olarak
görülürken, Yeniçağ öncesinde milletin zorunlu olarak bir siyasi varlığın
karşılığı olması gerekmezdi, onun yerine genellikle raslantısal görünen bir
kültürel coğrafya birliği vardı (Dursteler, 2012:19, 21, 25).
30Kimileri
bu sistemin bütün kurum ve uygulamalarıyla 15. Yüzyılda oluşturulup hayata
geçirildiğini iddia ederken, kimileri de millet sistemi uygulamalarının zaman
içinde oluştuğunu, bizim anladığımız anlamda millet sisteminin 18. Yüzyılın bir
ürünü olduğunu öne sürerler. Millet sistemiyle
ilgili ayrıntılı çalışmalar için Bkz.: Ortaylı, 2012; Davison,1982; Karpat,
1982; Braude, 1982; Küçük, 2014; İnalcık, 2014a-b.
31Örnek olarak;
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan
Bulgarlar, kiliseleri Rum Patrikhanesi’nden ayrılana
kadar, “Rum Milleti”nden sayılıyorlardı.
Protestan olarak üç millet halinde teşkilâtlanmıştı (2012:18). Tanzimat
öncesinde bir toplum modeli olarak millet
sistemi genellikle bireylerden ziyade bir toplum mensubu olan
gayrimüslimleri ifade etmektedir.
Osmanlı Devletindeki millet üyeleri, ülkede uygulanmakta olan İslam hukukuna uygun olarak, etnik kökenleri dikkate
alınmadan, sadece mensup oldukları din veya mezhep esasına göre
gruplandırılmışlardır (Baer, 1999)32.
Bu nedenle Osmanlı halkı Türk, Rum, Bulgar, Arap değil, Müslüman, Ortodoks,
Katolik ve Yahudi olarak adlandırılmıştır. Hanedanın ve tebaadan birçoğunun
etnik açıdan Türk olmalarına karşılık, Millet-i
Hakime denildiğinde kastedilen Türkler değil bütün Müslüman tebaadır. Bu
gurupların her birine Fatih'den itibaren Arapça din veya mezhep anlamına gelen Millet adı verilmişti (Bozkurt,
1992:50). Millet sisteminin tarihi
II. Mehmed’e kadar gitmekle birlikte, Anadolu ve Balkanlar’da Müslüman olmayan
topluluklara karşı düzenli bir politika Fatih döneminde kesinlik kazanmıştır
(Ercan, 2008). Eryılmaz’ın belirttiği gibi, Fatih, İstanbul’un fethinden sonra
Rum kilisesine din ve özel hukuk işlerinde özerklik vermiş ve Rum milletine seçtirdiği Patriği tüm
Ortodoksların başına getirmiştir. Aynı imtiyazlar Ermeni ve Yahudi topluluklara
da tanınmıştır. Fatih’i takip eden padişahların fermanları da Fatih’in
zamanındaki uygulamalara ve İslam hukukuna dayandığı için dönemler arasında
önemli bir farklılık gözlenmemektedir. Gayrimüslimlere, cemaat olarak devlet
yapısı içinde özerk bir statü verilmesi yine Fatih döneminde gerçekleşmiştir
(1990:36).
Ortaylı özellikle Osmanlı'daki millet biçiminde
teşkilâtlanma ve ferdin bu kesiminin aidiyetinin modern dünyadaki azınlık
statüsü ve psikolojisinden hem objektif hem de
sübjektif esasları itibarıyla farklı olduğu üzerinde durur (2014).33
Fert, doğduğu millet kompartımanının içinde o cemaatin ruhani, mali, idari
otoritesine bağlı olarak yaşardı. Ancak İslam dinine geçerse (ihtida) bu
kompartımanı değiştirirdi. Osmanlı bir İslam devleti olarak gayrimüslimlerin
ihtida (sadece İslâm'a geçmesi) dışında bir dinden öbürüne geçmesini hoş
görmezdi. Pratikte gayrimüslimlerin birbirlerinin dinine geçmesine pek rastlanmamakla
32Osmanlılar’ın
17. yüzyılda kullandıkları Ermeni, Rum ve Yahudi kategorileri etnik ya da
ulusal değil dinsel kategoriler olarak değerlendirilmelidir (Baer, 1999:203).
33 “Millet kompartımanına mensup olan kimse; modern toplumdaki
azınlığın aksine belli davranış ve tutumlar sergiler. Bu aidiyet fertlere,
aile-sülale ve cemaat içinde bir güvenlik verir. Kendi toplumsal grubu içinde
kendi ananesi ve babadan sözlü kültürü içinde yaşar. Kompartımanlar arasında
ilişki azdır, çatışma azdır. Modern toplumdaki azınlık ferdi gibi çevre ile
didişme, kimlik ispatı, asimile olma veya asimilasyona karşı direnme
dolayısıyla çatışmacı davranışlara girme gibi durumlar söz konusu değildir.
Açık toplum denen asrî sınaî cemiyetteki gruplaşmalar, rekabet söz konusu
değildir. Bu gibi rekabet ve cemiyet hayatında kozmopolit elitin içine girmek için rekabet
ve çekişme gibi tutumlar, Osmanlı
cemiyetinde son asırdaki
uluslaşma ve modernleşme ile başlamıştır” (İlber
Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda
Millet Sistemi,
(Çevrimiçi) http://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=381989, Erişim 5 Kasım 2014).
birlikte, Hıristiyanların kendi içinde mezhep değiştirme olayları
görülmüştür (A.e.). Bayır, Osmanlı millet sistemi hakkındaki bu hakim
görüşlerin eksik bir tarafı olduğunu, Osmanlı’daki çoğulcu toplum yapısını
sadece Müslüman/Müslüman olmayan dikotomisi üstünden okumanın yanlış olacağını
belirtmektedir (2013:20). Bayır’a göre, devletin tebaasıyla ilişkisinde, din dışında,
etkin olan kültürel, etnik, dilsel, ekonomik, bölgesel gibi başka faktörler de
bulunmaktadır (A.e). Bayır ayrıca, millet sistemi düzeni altında,
imparatorluğun çoğulcu yönetim yapısından başka bir vasfına dikkati
çekmektedir. Bu vasıf imparatorluğun esnek ve pragmatik bir yönetim yapısına
ve siyasi sisteme
sahip olmasıdır. Bu sistem içinde, çemberde olan bölgeler,
merkezin kontrolü ve yönetimi dışında belli bir dereceye kadar özerkliğe
sahiptiler (A.e., s.28-32).34
Akçam da benzer bir görüş dile getirerek kanunların her bölgenin değişik
ihtiyaçlarına göre, gerek görüldükçe çıkartıldığını vurgulamaktadır. Bu yönetim
tarzında, işgal edilen topraklardaki hukuk yapısına dokunulmaması gibi bir
yöntemin benimsenmesinden dolayı, her yerin kendine hususi kanunlar kümesi
oluşturulmaktadır (2014a:66).
M. Macit Kenanoğlu Osmanlı
Millet Sistemi:Mit ve Gerçek adlı doktora çalışmasına dayanan, detaylı ve
titiz bir çalışmayı içeren kitabında, gayrimüslimlerin dini liderliklerinin bazı
idari ve hukuki yetkilerinin olduğunu kabul etmekte, fakat bu yetkilerin
kullanımının çoğunlukla Osmanlı Devleti’nin sıkı kontrolüne bağlı olduğunu
göstermektedir. Akademik yazında Millet
Sistemi modelinde sıklıkla savunulanın aksine dini liderliklerin yargı
yetkilerinin bulunmadığını, anlaşmazlıkların devletin genel yargı sistemi
içinde halledildiğini göstermektedir. Yazar, belgelere dayalı örneklerde,
“cemaat mahkemeleri” denilen devletten bağımsız, otonom yargı kurumlarının
bulunmadığını göstermektedir. Kenanoğlu, evlenme, boşanma ve benzeri davalarda gayrimüslimlerin dini otoritelerinin daha fazla yetkili
olduğunu vurgulamaktadır. Miras hukuku alanında ise yetkinin şer’iyye
mahkemelerinde olduğunu, ruhani liderlerin sınırlı
yetkiye sahip olduğunu
belirtmektedir. Kenanoğlu’na göre,
otonom bir sistem yerine,
dinden kaynaklanan hususlara saygı gösteren, gayrimüslimleri Osmanlı tebaasının
bütünlüğü içinde değerlendiren, mali ve idari yönetimi kolaylaştıracak din
esaslı bir “iltizam sistemi”
mevcuttur.35
Millet guruplarına
ait olan gayrimüslimler ve İslam topraklarında Halife’nin güvencesinde dinlerini
muhafaza ederek yaşamlarını sürdürebilen ehl-i kitap kişilere Zımmi
34Osmanlı’daki çoğulculuğun sadece birörnek bir
Müslüman/Müslüman olmayan ayrımına dayanmadığına dair bir diğer tartışma için
Bkz.: İçduygu, Soner, 2006:447-468.
35 Mustafa Şentop, “M. Macit Kenanoğlu, Osmanlı Millet Sistemi:Mit ve Gerçek”, (Çevrimiçi) https://www.academia.edu/4450113/M._Macit_Kenanoğlu_Osmanlı_Millet_Sistemi_Mit_ve_Gerçek_-
_Mustafa_ŞENTOP, Erişim 10.08.2016.
adı verilirdi.36 Zımmiler, İslam devleti tarafından zimmet adı verilen bir anlaşmaya
dayanarak korunan toplulukları oluştururlardı (Bozkurt, 1987:115-6, Yumul,
2006: 103, Bayır, 2013:23).
Ancak, her gayrimüslim Zımmi olamazdı;
bu statü yalnızca, tektanrılı dinlerin –Musevilik ve Hıristiyanlık- mensuplarına tanınırdı. Zimmet anlaşması
ile bağlanan Zımmiler,
tebaa37 olarak
kabul edilirdi. Zımmilerin can ve mallarına dokunulmaz, inançları, vicdan ve
ibadet hürriyetleri İslam devleti tarafından teminat altına alınırdı (Yumul,
2006:103). İslam Devleti, gayrimüslim tebaasını, düşmanlara karşı korumakla da
yükümlüydü. Zımmiler de bunun karşılığında Müslüman idareye bağlılık, sadakat
göstermek ve cizye adı verilen bir vergi ödemekle yükümlüydüler.38 Bir Zımminin
zimmet anlaşmasından kaynaklanan sorumlulukları şahsi idi, yani mensup olduğu cemaatin bütününü
bağlamazdı (Akarlı, 2000: 31).39
Ortodoks Rum, Yahudi, Ermeni nüfusun yönetim ve
denetimi ruhani önderler aracılığıyla yapılmaktaydı. Her milletin başında kendi
cemaatlerince seçilen, devletçe onaylanan birer dini şef bulunurdu.40
Fatih, Rum Ortodoks Patrikhanesi, Ermeni Gregoryan Kilisesi ve
Yahudi Hahamlığını tanıyarak cemaatler arasında bir denge kurmaya çalışmıştı
(Küçük, 2000: 250).41 Osmanlı yönetimince onaylanan Patrikler ve Hahambaşılar ruhani
36 Ehl-i Kitap, kendilerine semavi bir kitap gönderilmiş bulunan
dinlerdir. Osmanlı devletinde yaşayan Zımmiler
dinleri bakımından Hıristiyanlar, Museviler ve Sabiiler olmak üzere üç ana
guruba ayrılırlardı. Katolik Hıristiyanlar Latinler, Gürcüler, Ermeniler,
Süryaniler, Keldaniler, Maruniler (Lübnan Katolikleri), Kıptiler ve Katolik
Rumlar; Katolik olmayan Hıristiyanlar ise Ortodokslar, Gregoryenler,
Nasturiler, Yakubi Süryaniler, Melkitler ve Mandeilerdi. Museviler ise
Rabbaniler, Karaitler ve Samirilerdi (Ercan, 1983) Dinsel ve mezhepsel temelde
ayrıştırılan milletler sistematiği, Ermeniler özelinde büyük ölçüde etnik bir
temsiliyeti de içermekteydi. Gerek Apostolik mezhebe mensup olanlar gerekse
İstanbul Apostolik Ermeni Patrikliği nezdinde, Ermenilik dinsel ve etnik
kimliğin örtüştüğü bir kimlikti (Ortaylı, 2005). Yahudi milleti içlerinde
birden fazla dile sahip olan tek milletti. İspanya’dan gelen ve Sefarad olanlar
Ladino (Judeo-Spanish) konuşurken, 18. ve 19. Yüzyıllarda Orta ve Kuzey
Avrupa’dan gelen Aşkenazlar Yiddish adı verilen bir dil konuşurdu. Ayrıca,
Mezapotamya’da yerleşik olan Yahudiler de Aramic adı verilen bir dil
konuşurlardı. Yahudilikte de İslâmiyet gibi ruhban sınıfı ve kilise yoktur.
Zamanla Osmanlı politikasının da teşvikiyle 19. yüzyılda (bilhassa II.
Abdülhamid devrinde hahambaşı kaymakamı Moshe Halevy
ve II. Meşrutiyet de hahambaşı Haim Nahum devri) İstanbul'daki hahambaşının öbür
cemaatler üzerindeki üstünlüğünün resmîleşmesi sağlandı (Ortaylı, 2012:20).
3719. ve 20.
Yüzyıllar Osmanlı tebaası için “Osmanlı vatandaşı” kavramının kullanılıp
kullanılmayacagına ilişkin olarak
Bkz.: Osmanağaoğlu, 2009.
38 Gayrimüslimler, cizye dışında,
başka birçok vergiye de tabiydiler. Mesela Yahudiler, bir hahama sahip olma
hakkı için, düzenlenen özel bir verginin (rav akçesi ya da cizye-i rav)
ödenmesi gerekiyordu. Buhran yıllarında donanmanın bakımı, askerlerin ve
süvarinin beslenmesi, sarayların bakımı, esirlerin beslenmesi gibi angaryalar
için de vergiler toplanabiliyordu (Benbassa ve Rodrigue, 2010:117).
39
Milletler ayrımında dinsel/mezhepsel farklılık kadar vergi toplamada
kolaylık sağlama amacının da önemli olduğu vurgulanmaktadır. Karpat’a göre
“sadece Müslüman olmamakla Zımmi statüsüne sahip olunabileceğini söylemek çok
zordur. Osmanlı tebaasının statüsü din faktöründen önce devlete hizmetle
ölçülüyordu.” (1982:150). Devlet ve millet grupları arasındaki ilişkinin sadece
klasik millet sistemi ve İslam
hukukuna dayanmadığına dair diğer bir bir tartışma için Bkz.: Bayır,
2013:26-27.
40 Ortodoks Ermeni ve Yahudilerin dini
ve idari merkezleri İstanbul’da idi. Cemaatlerin millet başları Devletin memuru
sıfatını taşırlardı (Eryılmaz, 1990:64).
41 Balta’ya göre Patrikhanenin ikamesi fetih stratejilerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Bu, Padişahın
yetkilerine ek olarak millet idaresinin
içişlerinde geniş kapsamlı bir sivil otoriteye sahipti. Ruhani liderler siyasi
açıdan milletbaşı olarak kabul edilirlerdi. Dinî şefler ömürboyu kaydıyla makamlarında otururlar, vatana ihanet
etmedikçe veya kendi topluluklarının kurallarına aykırı davranmadıkça
görevlerinden alınmazlardı. Topluluğun mallarını, eğitim işlerini yönetir,
cemaatin evlilik, boşanma, miras gibi özel hukuk işlerini çözümlerlerdi
(Aktoprak, 2010:7). Patrikler ve Hahambaşı cemaatlerinin dini, hukuki ve mali
giderlerini karşılamak için cemaatlerinden vergi toplarlardı. Bu vergilerden
doğabilecek suistimalleri önlemek adına vergiler devlet denetimine tabiydi. Din
adamları vergiden muaf tutulurlardı, ayrıca kilise mallarından da gümrük
vergisi alınmazdı. Azınlıkların özel hukuka ilişkin meselelerinden doğan
davaları patrikhanelerde kurulan cemaat mahkemeleri görür ve gereği Osmanlı
Devleti’nin icra memurlarınca yerine getirilirdi. Aynı cemaatin şeriat
mahkemesine gitme hakkı da vardı (Akarlı, 2000:31-33).
Osmanlı Devleti, millet
sistemi yapısında, toplum üzerindeki yetkilerini yönetim, maliye ve askerlik konularıyla sınırlandırmıştı. Gayrimüslim tebaaya
dini, adli, idari ve eğitim alanlarında, kendi liderleri
başkanlığında, kurumlarını ve yasalarını düzenleme ve kullanma hakkını ve her
cemaate reisini seçme yetkisini tanımıştı (Eryılmaz, 1990:38). Ortodoksların
cemaat işlerini Fener Patrikhanesi, Musevilerinkini Hahambaşılık, Ermeni
cemaatinin işlerini de Ermeni Patrikhanesi yürütüyordu. Bu durum
gayrimüslimlere cemaat işlerini yarı bağımsız bir statü içinde yürütme olanağı
vermektedir. Her bir millet grubu
kendi içinde hiyerarşik olarak ve mensup oldukları dinin hükümlerine bağlı
kalınarak düzenlenmiş ve devlete bağlı olarak yaşamaları sağlanmıştı (Bozkurt,
1989:8; Akarlı, 2002:20). Halk, millet liderleri aracılığı ile devlet
yönetimiyle ilişki kurmakta; millet liderleri de Padişah’a ve memurlarına karşı
sorumlu olmaktaydılar. Birey ait olduğu millet’ini,
İslam’a dönmedikçe, terk edemezdi (Ortaylı, 2012:18); bu durum 19. Yüzyıldan
sonra değişmiştir.
1.1.2.
Millet Sisteminde Gayrimüslimlere Tanınan Özerklik ve Kısıtlamalar
hakimiyetini
Hıristiyan unsurlara kabul ettirmeye ve Batılı Hıristiyan güçlerin toprak
iddialarını çürütmeye yönelik siyasi bir manevra olarak da yorumlanabilir
(2000:234). Ercan’a göre de İstanbul’da Patrikhaneler açtırmak ve bunların bir
kısmını birbirinden sorumlu tutmak suretiyle, özellikle dağınık bulunan
gayrimüslim topluluklar ve küçük kiliseler merkezileştirilmiş ve böylece
kontrolü kolaylaşmıştır (Ercan, 2008:4).
Osmanlı Devleti’nde teokratik temellerde ve Şeriata
bağlı olarak Müslüman tebaa ile gayrimüslim tebaa arasında, vatandaşlık hak ve
yükümlülükleri bakımından farklılıklar tesis edilmiştir.42 Devlet
belli kısıtlamalar karşılığında gayrimüslimlere bir iç özerklik tanıyor,
iktidarını tanıdıkları sürece onları koruması altına alıyordu. Bu
kısıtlamaların uygulamaya ne sertlikte yansıyacağı dönemsel olarak değişiklik
gösterebiliyordu. Örneğin, kaybedilen bir savaştan sonra gerilen siyasi ortam
bu kısıtlamaların daha sert bir biçimde uygulanmasına yol açabiliyordu. Bu
farklılıklar kamu ve özel hukuk alanı, gündelik yaşam ve mekan boyutlarında ortaya çıkmaktadır.
Müslümanlara İslam hukuku ve örfi hukuk kuralları
uygulanırken, azınlıklar özel hukuk alanında (kişi, aile, miras, borçlar,
ticaret hukuku alanlarında) mensup oldukları toplulukların din ve sosyal yaşama
ilişkin kurallarına bağlıydılar. Patrik ya da Hahambaşı tarafından kurulan
cemaat mahkemelerince yargılanırlardı. Bu milletlerin kiliselerinde kurulan
mahkemelerde verilen kararlar,
onlar adına Osmanlı
Devleti tarafından infaz olunurdu
(Küçük, 2014:544). Eğer davalar hakemlik yoluyla çözülemezse şeriat
mahkemelerine de başvurulabilirdi (Bozkurt, 1989:23). Gayrimüslimler adli ve
mali alanda da özerk bir statüye sahiptiler. Ayrıca, cemaatler, okul açabilme
ve okullarının programlarını serbestçe oluşturma yetkisine de sahiptiler
(Eryılmaz, 1990:41).
Kamu hukuku alanında ise İslam Hukukunun Müslüman
olmayanlar için koyduğu kurallara tabi tutuluyorlardı. Gayrimüslimlere hukuki
alanda uygulanan en önemli kısıtlama ise üst düzey kamu görevlerinde yer
alamamalarıydı (Bozkurt, 1989:2-5-22). Bu sistemde Ümmet-i Muhammed yani Müslüman cemaati hakim millet konumunda idi.
Dolayısıyla Hanefi Müslüman olmak devletin önemli makamlarına gelmekte büyük
kolaylıklar sağlıyordu.
Gayrimüslimlerin idari sisteme dahil olması İslamlaşmayı (ihtida)
gerektiriyordu (Balta, 2000:234). Birçok araştırmacının belirttiği gibi, bazı
gayrimüslim cemaatler 19. Yüzyıldan itibaren, devlet protokolü içinde üst
düzeyde temsil edilmişler, yerel yönetim süreçlerine katılmışlar, merkezi
yönetimde belli görevler üstlenmişler ve kendilerine, Müslüman memurların maaşları gibi ücret ödenmişti (Akarlı,
2000:29-31; Bozkurt, 1989:153-
42 Bir İslam devleti olarak Osmanlı
esas itibariyle Şeriat üstünlüğü ilkesini benimsemiştir. Bir Hristiyan devlete
kapitülasyon verirken veya bir madde değiştirililirken mutlaka Şeyhülislamın
fetvası alınırdı (İnalcık, 2005:39). Diğer yandan Osmanlı devlet anlayışına yol
gösteren şeriattan başka töreler ve kültür birikimleri de vardı. Tasavvuf
bunların başlıcalarıdır. Örfi-sultaniden kaynaklanan hukuki düzenlemeler kamu
düzenini sağlamaya yönelik katı yasaklar ve sert cezalardı (Akarlı, 2000:
32-33). Ortaylı’ya göre de, Osmanlı idaresi, toplum ve devlet hayatının temel
kurum ve ilişkilerini, şer’i mevzuattan çok, örfi kanunlarla, hatta mahalli
gelenek ve teamüllere göre düzenlemeyi tercih etmiştir (2009:201).
157; Güleryüz, 2012b:117; Besalel, 2004:33-49, Eryılmaz, 1990:20).43
Ancak gayrimüslimler ordu komutanlığı gibi görevlerde yer
alamamaktaydı ve devlet yönetiminde otorite sahibi olamıyorlardı.
Osmanlı Devletinde usül hukuku bakımından da
gayrimüslimlere uygulanan kısıtlamalar bulunmaktadır. Gayrimüslimler
mahkemelerde Müslümanlar aleyhine tanıklık yapamazdı.44 Aile
hukuku açısından da Zımmi erkeklerin Müslüman kadınlarla evlenmeleri yasak iken
Müslüman erkeklerin Zımmi kadınlarla evlenmelerinde bir yasak yoktu.45
Miras hukuku alanında da farklı dinden olanlar birbirlerine
mirasçı olamıyorlardı, fakat Müslümanlarla gayrimüslimlerin birbirleri lehine
yaptıkları vasiyetler geçerli sayılıyordu (Bozkurt, 1989:15).
Ceza Hukuku alanında
ise, Zımmilere İslam ceza hukuku uygulanırdı, fakat İslam ceza hukukunun tamamının aynen uygulanması
da mümkün değildi. Mesela, gayrimüslimlerin İslam dininin haram saydığı fakat
kendi dinlerince helal sayılmış hususlardan (domuz eti yemek, şarap içmek vb.)
vazgeçmek gibi bir yükümlülükleri yoktu. Diğer bir farklılık da Zımmiyi öldüren
Müslümana ölüm cezası verilmemesi idi (Bozkurt, 1989:8).46
Osmanlı toplum düzeni içinde gayrimüslimler için
gündelik yaşam ve mekansal/yerleşimsel açılardan da belirli kısıtlamalar söz konusuydu. Örneğin
gayrimüslimler etnik/dini bazda ayrışmış mahallelerde yaşamakta
oldukları İstanbul’da, Galata, Pera, Fener, Balat, Hasköy, Samatya, Kumkapı,
Sirkeci, Makriköy (Bakırköy), Ayestefanos (Yeşilköy), Kadıköy, Haydarpaşa,
Kuzguncuk, Beşiktaş, Ortaköy, Boğaz yakası gibi semtlerde oturmaktaydılar
(Molho, 2011:86). Genellikle kendi mahallelerinde yanyana guruplar halinde
yaşayan gayrimüslimler, Müslümanlarca kutsal sayılan bazı bölgelerde (Eyüp
Sultan Türbesi civarında veya camilere bitişik binalarda)
oturmaları, evlerini Müslümanlarınkiyle aynı renk
43 Gayrimüslim Osmanlı toplumları içinde en önemli unsur,
1830’lara kadar, Rum Ortodoks Kilisesi etrafında toplanan Hıristiyanlardı.
Ortodoks Patrikliğine bütün Ortodoks kavimler üzerinde ruhani egemenlik hakları
verilmişti. Eflak-Boğdan bölgelerine Fenerli soylu Rum ailelerden prensler
tayin edilmişti. Ayrıca Avrupa ile ilişkiler artınca tercümanlık görevlerine de
Rumlar atanmaya başlanmıştı (Küçük, 2014:544).
44 Kadı sicilleri üzerine yapılan son çalışmalar bu alanda
istisnalar olduğunu göstermiştir. Örneğin, bir devlet memurunun vazifeyi
suistimal etmesi halinde, mahkemeler bir gayrimüslimin Müslim aleyhine tanıklık
etmesini kabul etmişti (Bayır, 2013: 24).
45 Gayrimüslim kadınlarla Müslüman erkeklerin evliliklerinin
toplum içinde yarattığı gerilimi seyyahlar notlarında açık bir şekilde
yansıtmışlardır (Çetin, 2012:197-198).
46 Bir Müslüman’ın kasıtla bir Zımmiyi öldürmesi durumunda ise,
ölüm cezasının verildiğine ilişkin örneklere rastlanmaktadır (Akçam, 2014a:70).
ve yükseklikte yapmaları yasaklanmıştı. Fakat tarihçiler bu kuralın çok
sert uygulanmadığını bildirmektedirler (Bozkurt, 1989:19, Bayır, 2013:24). Bazı
fermanlarda ise Rum ve Yahudi evlerine kaç basamakla çıkılacağı, basamakların
kaldırıma ne kadar taşabilecekleri belirlenmiştir. İmparatorluğun Avrupa ve
Asya (Yemen hariç) bölümlerinde Yahudi mahalleleri, Avrupa’da bilinen gettolar
gibi tecrit edilmiş alanlar değildi (Besalel, 2004: 47). Ortaylı’nın ifade
ettiği üzere, farklı semtlerde yaşamaları, onların Müslüman cemaatle kaynaşmasını
engellemiş, dolayısıyla kendi din ve kültür alışkanlıklarını devam
ettirmelerini sağlamıştı (2012:17).
Gayrimüslimler sosyal alanda ve gündelik yaşamda da
bazı kısıtlamalara tabii idiler. Gayrimüslimlerin giyimleri konusunda
fermanlarla kısıtlamalar getirilmişti. Dönemlere göre farklılıklar gösterse de,
genel olarak, Müslümanlardan farklı renkte ve kumaştan elbise giyip, başlık
takmaları gerekiyordu (Suraiya, 1997:277, Levy, 1991:282). Kıyafetler
konusundaki düzenlemelerde asıl amaç, Müslüman ve gayrimüslimlerin günlük
yaşamda kıyafetlerinden kolayca ayırt edilmesinin yanı sıra, Müslümanların üstün konumunun muhafaza
edilmesi idi.
III.
Selim döneminde, Kıyafet Nizamnamesine göre, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları
kırmızı, Rumlarınki siyah, Yahudilerinki ise mavi renkte olmalıydı. Ancak 19.
Yüzyıla gelindiğinde reaya’nın büyük
çoğunluğu siyahtan başka bir renk giyemez olmuştu47. Şeni’nin vurguladığı gibi, kimin ne giyeceği ve şehir mekanında nasıl var olacağı,
nasıl davranacağının doğrudan
merkez otorite tarafından düzenlendiği gereken iki kategori kadınlar ve
azınlıklar idi (2011:20-21-37). Fermanlardan şehirdeki kadın varlığının
iki açıdan, hem cins hem de etnik/dinsel açılardan kontrol edildiği
anlaşılmaktadır. Kadınlar, mensup oldukları cemaate göre başlarını ve yüzlerini
farklı şekillerde örtmek zorundalardı. Şeni'ye göre, “Osmanlı devleti tüm modernleşme çabalarına rağmen kendi yarattığı
sosyal kontrol mekanizmalarından başka herhangi bir denetim mekanizmasına
meşruiyet tanımadığından, bireyler ve bedenlerinin temsili, bedenlere ne
giydirileceği meselesi daima devlet otoritesi altına giren bir mesele olarak
kalmıştır” (A.e). Ancak bu
düzenlemeler çoğu kez sınırlamalar şeklinde ortaya çıksa da toplum üzerinde 16.
Yüzyıldan modernleşme sürecine değin olan dönem incelendiğinde her dönem aynı
yoğunlukta etkisini göstermemiştir 48.
47 Thevenot’un gözlemlerine göre: “...ne
hıristiyanlar, ne türkler,
ne yahudiler, Almanlar
veya Fransızlar tarzında uzun pantalon giyebilirlerdi,
onlar geniş şalvar giyerlerdi”. Grelot’un notlarına göre de: “….padişahın
topraklarında yaşayan hiçbir ulus yeşil pabuç giyme özgürlüğüne sahip değildir.”
(Çetin, 2012: 171-174).
48 Söz konusu tarihsel sürecin kırılma noktalarını ele alan bir
makale için Bkz.: Turan, s.240-65. Benbassa ve Rodrigue de, gayrimüslimlerin
giyim kuşamını düzenleyen kanunlara çok sıkı bir şekilde uyulmadığını
belirtiyorlar (2010:125).
Azınlıkların ata binmeleri ve silah taşımaları da
yasaklanmıştı. Ancak seyyahların notlarından, şehirde yapılan güvenlik
denetlemelerinde, Müslüman veya gayrimüslimlere karşı büyük bir ayrım yapılmadığı anlaşılmaktadır (Çetin, 2012:169).
Azınlıkların silah taşımadıkları için askere alınmalarına da izin verilmezdi. Bunun karşılığında Zımmiler
devlete cizye49 adı verilen bir baş vergisi
verirlerdi (Yumul, 2006:103-4). Müslümanlar, tarım ürünlerinden 1/10 oranında
öşür öderken, Zımmiler de haraç adı
altında bir arazi vergisi vermekle yükümlüydüler.
İslam devletinde gayrimüslim tebaanın sahip olduğu en önemli haklar, inanç, ibadet ve eğitim hürriyetleriyle ilgiliydi
(Eryılmaz, 1990:20). İbadet hürriyetlerine Müslümanları rahatsız etmemeleri
için çan çalma yasağı gibi kısıtlamalar konmuştu. Ayrıca, yeni ibadet yerleri
yapılmasına sınırlı sayıda müsade edilmişti. Besalel ve Bayır, bu yasaklara çok
sıkı uyulmadığını, bu dönemde Osmanlı yönetiminin hoşgörüsü sayesinde birçok
ibadethane inşa edildiğini belirtmektedirler (2004:48, 2013:24).50
Özellikle 18. Yüzyıldan sonra iç ve dış etkilerin sonucunda yeni kiliselerin
yapılmasına izin verilmiştir. Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla Rusya’nın
Beyoğlu’nda hacılar için kilise yaptırmasına izin verilmişti. 1885 yılı itibari ile İstanbul’da bulunan
kilise ve havraların sayısı 148 idi. Bu dönemde Rumların 60, Ermenilerin 38,
Yahudilerin 36 ibadethanesi vardır (Eryılmaz, 1990:40). Fermanlarla tespit
edilen ibadet yerlerinin, bütünüyle dokunulmazlığı bulunmaktaydı (A.e., s. 39). Ayrıca, gayrimüslim tebaa
hiçbir şekilde Müslümanlığı kabul etmeye zorlanmamaktaydı. Eğitim, ibadet ve
aile hukuku gibi alanlarda özerk bir statüye sahip oldukları için
gayrimüslimler kendi kimliklerini koruyabilmişler ve zorla asimilasyon
durumuyla karşılaşmamışlardır. Karpat’ın belirttiği üzere Devlet, millet’lerin kültürel ve dini hayat
tarzlarına karışmazken, sosyal ve ekonomik
hayatlarını düzenlemeye devam etmişti. Gayrimüslimler medeni hukuku
49 Cizye, yalnız gayrimüslim tebaadan kişi başına alınan yıllık
bir vergidir. Bu verginin mükellefleri reşit olmuş erkeklerdir. Cizye aylık
taksitlerle de ödenebiliyordu. (Eryılmaz, 1990:22-45-47). Müslüman olmayan
nüfusun sadece 1/3’ü cizye
ödüyordu; gayrimüslim kadınlar,
çocuklar, sağlıksız erkekler, yaşlılar ve köleler,
ayrıca devlet hizmetlerinde
çalışan nüfuz sahibi aileler de vergiden muaftılar (Bayır, 2013:24). Bununla
birlikte tıp adamları veya Kapitülasyonlar’a göre özel hakları olan istisnai
kişilere fermanlarla vergi muafiyeti, ata binme hakkı ve normal giyim özgürlüğü
sağlandığına dair örneklere rastlanmaktadır (Besalel, 2004:48). Bu şekilde
vergiden muaf tutulan gayrimüslimler, devletin yönetici elit sınıfına İslam
dinine dönmeden dahil olabiliyorlardı (Bayır, 2013:27). Kanuni Sultan Süleyman
(1520-1566), sürü hayvanları ve Yeniçerilere üniforma yapımında kullanılacak
çuha karşılığında Yahudileri cizyeden muaf tutmuştu (Benbassa ve Rodrigue,
2010:116).
50 David Baer ise Osmanlı’da uygulanan hoşgörünün temelinde eşitsizlik durumu olduğunu söylemektedir.
Hoşgörü
temelinde farklılıkların ne dereceye kadar ifade edileceğine en güçlü taraf
karar veriyordu. Osmanlı yönetiminde de toplumsal cinsiyet, din ve sınıf
farklılıkları bu şekilde işliyordu (2016:11).
ilgilendiren bütün konularda ise kendi cemaat kurallarını uygulama
hakkına sahiplerdi (1982:145).
Osmanlı düzeninde gayrimüslimlerin devlete koşulsuz
sadakat göstermeleri kaydıyla Hıristiyan Devletlerindeki azınlıklara kıyasla
daha hoşgörülü ve çok kültürlü yaşam pratiğine yatkın bir yönetime tabi
oldukları ve bunun ana sebebi olarak “İslam dünyasında toleransın rolü” olduğu
yaklaşımına (Mann, 2004:114) karşın, Barkey'e göre, Osmanlıdaki tolerans,
eşitlik veya çokkültürlülük’ün modern haline karşılık gelmemektedir (2009:10).51
Bu tolerans daha çok, genişlemek, birleşmek ve devletin gücünü arttırmak için
kullanılan bir yönetim aracıdır. Bu sistemde tolerans, devlet ve cemaatler
arasında anlaşmaya varılmış, pragmatik işleyişin bir sonucudur (A.e., s.10). Akçam’a göre ise,
gayrimüslimlere gösterilen hoşgörü eşitsiz bir ilişki durumuna karşılık
geliyordu; “hoşgörülen cemaatlerin ayrı ve aşağı olduğu varsayımına”
dayanıyordu (2014a:102). Yakın dönem Osmanlı Tarihi çalışmaları, dinsel
cemaatlerin birbirinden ayrı kompartmanlar halinde yaşamadığını, tam tersine
Osmanlı kentlerinin günlük yaşamında cemaatler arası ilişkilerin güçlü olduğuna
işaret etmekte ve İmparatorluk bünyesinde, farklı millet guruplarının birbirleriyle yakın ilişkiler kurduklarına,
ticaret yaptıklarına, ortaklık kurduklarına, sosyal hayatlarında ilişkiler
paylaştılarına işaret edilmektedir (Özdoğan, v.d., 2009:117; Avigdor, 1991:16
). Osmanlı Devlet düzeninde millet sistemi
modern anlamda bir azınlıkları koruma sistemi değildi; bu sistem, çok etnili ve
çok dinli bir toplumda Müslüman olmayanlarla, İmparatorluğun refahını
arttıracak ve bekasını sağlayacak şekilde, birarada yaşayabilmek için
tasarlanmış bir organizasyon yapısıydı (Bayır, 2013: 27; Ortaylı, 2012: 17-21).
Millet sistemi bir yandan devlete
karşı farklı milletlerin farklı ve ortak hukuksal statülerini belirlerken, bir
yandan da belli kısıtlamalarla birbirinden ayrıştırılmış özerk alanlar
yaratarak, devletin çok kültürlü ve çok dinli bir yapı olarak devamlılığını
sağlamaktadır.
51 Galeotti
(2005), liberal teorilerin esas çözüme ulaştıramadığı meselenin farklı sosyal
gruplara eşit statü tanınmaması olduğunu söylemektedir. Galeotti alternatif
olarak “tanıma adına tolerans”ı (toleration as recognition) önerir. Bu yöntem
aracılığı ile gruplara eşit derecede saygı ve bireylere eşit özgürlük
tanınabilmektedir. Tolerans, adalet teorisinin önemli bir parçasını
oluşturmakla kalmaz aynı zamanda kimlik politikalarının da merkezinde yer
kaplamaktadır.
1.2.
Osmanlı Modernleşmesi,
Tanzimat ve Cumhuriyete geçiş ile oluşan Gayrimüslimlerin Yeni Statüsü: Gayrimüslim Azınlıklar
1.2.1.
Tebaadan Vatandaşlığa Gayrimüslimler
Osmanlı Devleti 18. Yüzyıla kadar klasik millet sistemine dayandığı için
gayrimüslimlerin statüleri de niceliksel açıdan azınlık olarak değil, millet üzerinden kurulmuştu. Osmanlı'nın
genişleme döneminde Müslüman nüfus oranı gayrimüslim nüfusu aşmışsa da sayısal
çoğunluk değil, millet esası temel
alındığından, gayrimüslimlerin Osmanlı devleti içindeki statülerini belirleyen
unsur millet olarak Müslüman toplum karşısındaki konumlarıdır. Bu nedenle millet sisteminde azınlık kavramı siyasi ve hukuksal olarak bir anlam ifade
etmemektedir. Gayrimüslimlerin azınlık kavramı çerçevesinde ele alınmaya
başlanması Osmanlı İmparatorluğunun 18. yüzyıldan itibaren girdiği modernleşme
süreci ile doğrudan ilişkili olacaktır.
18. Yüzyıldan itibaren askeri, idari, ve iktisadi gücü gittikçe
zayıflayan Osmanlı Devleti, bir taraftan iç olayların diğer taraftan da dış
baskıların etkisiyle, geleneksel yönetim sistemini yeniden gözden geçirme
ihtiyacı duymuştu.52 Bu ihtiyaçlar doğrultusunda 19. Yüzyıl Osmanlı Devleti’nin geniş çaplı
reformlar yaptığı bir yüzyıl olmuştur (Ercan, 2008:6).
19.
Yüzyıl boyunca, Osmanlı
devlet adamlarının ana hedefi, devletin dağılmasına engel olmak amacıyla, millet sisteminin yerine bütün
yurttaşların kanunlar önünde eşit olabileceği, batılı, laik hukuk modeline
geçmek, modern ve merkezileşmiş bir devlet yaratmaktı (Shaw, Kural, 1997:132).
Eşitlik ideali ile, devlet, imparatorluğun bütün dini-etnik nüfusunu, sözde
olarak, ulus çerçevesi içine yerleştirecek bir dönüşüme gitmektedir. Böylece, millet sisteminin
biricikliği azalmakta, yerine, hukuk sisteminde hak ve sorumluluk sahibi “birey
vatandaşlar” yaratılmak üzere reformlar yapılmaktadır. Bunun sonucu olarak da Osmanlıcılık53 ideali altında
devlet-toplum ilişkisi bağlamında yeni bağlantılar, meşruluk ve sadakat
konumları ortaya çıkmaya başlamıştır (Bayır, 2013:33). Karpat’a göre de benzer
şekilde, 19. Yüzyıl reformları, devletin yönetimsel yapısının modernleşmesiyle
birlikte merkezileşmeyi getirdiği için, geleneksel düzenin
sonu anlamına geliyordu. Bu aynı zamanda,
özerk, kendi kendini
52 Dönemin siyasi-iktisadi konjonktürü hakkında detaylı bilgi için Bkz.:Eryılmaz, 1990:91-95; Bozkurt, 1989;
İnalcık, 2014a;
Ortaylı, 2009; Yıldız,
2013; Tunaya, 1988; Tanör, 2014;
Shaw, Kural, 1997; Akçam, 2014a.
53 Karpat “Osmanlıcılık”’ı şu şekilde tarif ediyor: “Osmanlı
devleti tarafından, tüm Osmanlı tebaaları arasında eşitlik ve birlik yaratmak,
ortak bir politik kimlik yaratmak için tek bir vatandaşlık kavramı kullanarak,
inanç, etnisite ve dil farklılıklarını ilga etmek için gösterilen çaba”
(2000:12).
yöneten, kozmopolit millet yapısından,
Batı tarzında, modern, merkezileşmiş, toprak bütünlüğünü tek tip hukuk
ve eğitim alanında
reformlarla sağlayacak olan bir devlet
sistemine geçiş anlamına geliyordu (Karpat, 2000:5-26).
Gayrimüslimler bu yeni sistemde millet değil birey olarak ele alınacak ancak dini ve mezhepsel
farklılıklarından dolayı sahip oldukları özerkliklerin de, göreceli olarak
homojen çoğunluğu oluşturan Müslümanlar karşısında korunması gerekecektir. İşte
bu sorun gayrimüslimler için yeni bir statüyü gündeme getirecektir. Millet sisteminden modern, eşit
vatandaşlık sistemine geçiş gayrimüslimler için bir azınlık statüsünü ortaya çıkaracaktır.
Osmanlı Devleti’nin modernleşme sürecinde en önemli
reform olarak kabul edilen 1839 Tanzimat Fermanı54 ile,
İnalcık’ın belirttiği gibi, millet sisteminde
hakim millet esasına göre düzenlenmiş
olan hukuki statü farklılıklarına son verilerek, Müslüman olmayanlara
uygulanmakta olan tüm sosyal ve hukuki kısıtlamaların kaldırılması, böylelikle
bütün kanunlarda, her sınıf tebaanın
eşitliği’nin değişmez bir esas sayılması amaçlanmıştır (2014b:49). Bu aynı
zamanda sekülerleşmenin de temelini oluşturuyordu (A.e., s.104).55
Bu ferman ile Müslüman olan ve olmayanların, yani her
sınıf halkın, can, mal, ırz ve konut dokunulmazlıklarının sağlanacağı
belirtiliyordu; din ve mezhep farkı gözetmeksizin istisnasız tüm tebaanın kanun önünde eşitliği açıklanıyordu.56.
54 Deringil Tanzimat Fermanı’nı “icat edilmiş bir gelenek”
olarak tanımlamaktadır. Tarihsel motifler, geçmişte denenmiş, kabul görmüş
ideolojik kalıplar kullanılarak oldukça radikal bir düzenin belgesi olan
ferman, Ortaylı’nın da belirttiği üzere bir Osmanlı Adaletnamesi üslubunda
yazılmıştır (2013:20-27). “Geleneğin icadı” Hobsbawm’a ait bir kavramdır: “...
Hızlı toplumsal değişim sonucunda toplumda “eski” geleneklerin içine oturduğu
sosyal örüntünün zayıflaması veya yok edilmesi... (durumunda)... tarihsel
malzemenin tümüyle yeni dürtülere cevap veren icadı için kullanılması”
(Hobsbawm, Ranger:2006).
55 Bu dönem yapılan
yönetimsel reformlar ile, ilk kez,
Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki
topraklarda, bugünkü
anlamda
yerel yönetimlerin oluşması için bir zemin de hazırlanmış oluyordu (Ortaylı,
2012:46). Rusya ve Avusturya dinsel ve etnik azınlıklar için özerklik
taleplerini arttırdığı sırada Lübnan’da çıkan kriz karşısında, Tanzimat
elitleri bu tehdide karşı merkezileşmiş bir yerel yönetim modeli oluşturmaya
başladılar. Ahmed Cevdet, Fuat ve
Midhat Paşa’nın 1864’de ortaya koyduğu yerel yönetim taslağı ile Fransız
department sisteminden etkilenerek ülke, vilayet, sancak, kaza, köy şeklinde
idari bölümlere ayrıldı. İstanbul’daki ilk Avrupai tarzda Belediyenin oluşumu
da Kırım savaşı sonrası, hızla büyüyen İstanbul’da, hijyeni sağlamak ve refahı
arttırmak amacıyla, Pera’da Altıncı Daire-i Belediyye adıyla kurulmuştu. Büyük
ticaret şehirlerindeki yerel yönetim
sisteminin gelişimi için Bkz.: Ortaylı, 2012:47-8-9-50-51-52.
56 Eşitliği sağlama anlamında atılan adımlardan biri de
gayrimüslimlerin Müslümanlardan farklı giyinme kuralının kaldırılmasıydı (Shaw,
Kural: 1997, 49). Bu kanun devleti modernleştirmek ve kamusal alanda
gayrimüslimlere uygulanan ayrımcılığı ortadan kaldırmak için görsel
farklılıkların ortadan kaldırılması amacıyla çıkartılmıştı (Bayır, 2013:36).
Osmanlı Devleti’nde yaşayan gayrimüslim topluluklar için 19. Yüzyıl, dini
mitlerin yerini seküler mitlere, milliyetçilik, sosyalizm gibi modern
ideolojilere bıraktığı bir yüzyıl olarak da tanımlanabilir. Ermeni, Yahudi ve
Rum cemaatlerinde Tanzimat döneminde gelişen siyasal düşünce akımları için Bkz.: Yumul, Bali, 2011:362-366;
Benlisoy, Benlisoy, 2011:367-376.
Tanzimat Fermanı ile millet esasına bağlı eşitsizliklerden biri olan gayrimüslimlerin
kamu hizmetine girme yasağı da kaldırıldı.57 1865
yılında, ilk laik mahkemeler olan, Nizamiye
Mahkemeleri’nin kurulması ile gayrimüslimlere yargıç olabilmenin yolu açıldı.
Ülkede uygulanacak kanun ve tüzük tasarılarını hazırlayacak Şuray-ı Devlet'e de
gayrimüslim temsilcileri alınarak, yasama işlerine katılmaları sağlandı
(Bozkurt, 1989:55-56).58 Tanzimat ile birlikte
gayrimüslimler artık askeri okullar dahil, tüm okullara kabul ediliyorlardı. Bu
durum ayrıca devlet okullarındaki mevcut müfredatın ve mevcut öğretim eleman
kadrosunun değişmesi anlamına geliyordu (Akşin Somel, 2013:18).
Gayrimüslimlerden farklı isim altında vergi alınmasını öngören şer'i kurallar
da kaldırılıyordu. Bu yeni statü ile gayrimüslimler, Müslümanlarla eşit haklara
sahip olurken, aynı zamanda askerlikten muaf olmaya devam ettiler (Eryılmaz,
1990:97).59
19. Yüzyıl boyunca hukuktaki modernleşme çabalarının
bir diğer adımı da 1856 Islahat Fermanıdır. Üstel’e göre, Islahat Fermanı
tebaanın vatandaşa dönüştürülmesi sürecinde
atılan bir diğer önemli adımdır (2011a:25). Islahat, modern vatandaşlığın iki
temel prensibini güvence altına almış oluyordu: din, ırk ve dil temelinde
ayrımcılık yasağı ve eşitliğin sağlanması ilkesi. Islahat Fermanı’yla birlikte
gayrimüslimler hangi mezhepten olursa
olsun inançlarının gereklerini ve ibadetlerini serbestçe yerine
getirebileceklerdi. Kimse din veya mezhep değiştirmeye zorlanmayacaktı.
Zımmilerin ibadethaneleri tamir için padişahtan izin alma zorunluluğu
kaldırılıyor; kamu hizmetinde çalışma ve askeri okullar dahil tüm okullara kabul edilme hakkı tanınıyordu. Her cemaatin
kendi kültür ve diline uygun okul açabileceği, ama tüm okulların ders
programları ile öğretmenlerinin Meclis-i Maarif’in denetiminde tutulacağı belirtiliyordu.60 Müslüman ve Zımmiler arasındaki ticaret ve ceza
57 Klasik İslam hukuk anlayışına göre,
Devlet hizmeti ve askerlik görevi,
hakim millet olarak Müslümanlara aitti.
Fakat, bu kural çok sıkı bir şekilde uygulanmıyordu. Mesela, diplomasi alanında
Fenerli Rumlar, -Divan-ı Hümayun’un tercümanlığında, Yahudiler, gümrük
memuriyetinde, Ermeniler de Hariciye ve Maliye Bakanlıklarında yer alıyorlardı.
1821 Yunan isyanından sonra, Sarayda ve Babıali’de çalışan tüm Rum
tercümanların görevine son verilmişti ve yerlerini Ermeniler almıştı (Eryılmaz,
1990:104).
58 Akçam’a göre, Hıristiyan üyelerin
seçiminde hiçbir özen gösterilmemişti ve Hıristiyanlara tanınan haklar kısa bir
zaman sonra geri alınmıştı (2014a:78).
59Gayrimüslimlerin askere alınması meselesi Tanzimat dönemi
boyunca sorun teşkil etmiştir. Karpat’ın belirttiği üzere gayrimüslimlerin
askerlik yapmakta isteksiz oluşu ve askerliği Müslümanlarla birlikte mi yoksa
ayrı alaylar halinde mi yapacakları
tartışılan bir konuydu. Osmanlı tarihinde ilk olarak 1847 yılında Rumlar deniz
kuvvetlerinde hizmete çağrıldılar ama Hıristiyan tebaa askerlik yapmakta
isteksiz olunca bu uygulama terk edildi.
1857 yılında cizye vergisi kaldırılarak, askerlik yapmak istemeyen tebaa için
“askeri bedel” mecburiyeti getirildi (2000:40).
60 Osmanlı Devleti’nin 19. Yüzyılda hız kazanan modernleşme ve
merkezileşme girişimleri ve farklı okul ağlarını
imparatorluk çapında tek bir hukuki çerçeveye oturtma sürecinde azınlık
okullarının Maarif Nezareti ile ilişkileri ve nihayet
özerkliklerini kaybederek azınlık
statüsüne indirgenmelerini tarihi
zeminde inceleyen bir
davaları karma mahkemelerde açık olarak görülebilecekti” (Bozkurt,
1989:57; Besalel, 2004:49). Islahat Fermanı
özetle Osmanlı Devleti’nde teorik olarak zimmet kurumunu ortadan kaldırmaktadır. Bu fermanla Zımmilere
Gülhane Hatt-ı Hümayun’u
ile Müslümanlarla birlikte tanınan hak ve yetkiler teyit
edilirken, aynı zamanda haklarını arttırmak ve korumak amacı da güdülmüştür.
Böylece Zımmiler Osmanlı vatandaşı olarak kabul edilmeye başlanmışlardır.
Tüm bu idari ve hukuki yenilikler hayata geçirilmeye
çalışılırken, bir yandan da, Padişah’ın Islahat Fermanında belirttiği üzere,
gayrimüslimlerin iç yönetimlerini düzenleyecek
Nizamnameler çıkartılıyordu. Rum Patrikliği Nizamnamesi 1862'de, Ermeni
Gregoryan Nizamnamesi61
1863'te, Yahudi Nizamnamesi 1865'te kabul edildi.
Nizamnameler, o zamana kadar patrikler ile hahambaşının elinde bulunan
yetkilerin önemli bir kısmını, yeni oluşturulan cismani meclislere
devrediyordu.62 Böylece millet liderlerinin
yetkilerinin önemli bir bölümü, yeni kurulan meclislere devrediliyordu63
(Bozkurt, 1989:60-61). Tanzimattan önce, gayrimüslim milletlerin
iç yönetimini düzenleyen bir nizamnameleri yoktu, her millet, fermanlarla
belirlenmiş şekilde kendi cemaatinin işlerini yürütüyordu. Nizamnameler ile
birlikte, Hıristiyan cemaatler birer ulus olma yoluna girmişlerdi.64
Diğer taraftan da bu millet’lerin
meclislerine ruhban olmayan laik üyelerin alınmasıyla gayrimüslim topluluklarda
millileşme ile laikleşme birlikte başlamış oluyordu (Berkes, 2014 :228; Küçük,
2014:550-2; Bozkurt, 1989:56).65
çalışma için Bkz.: Akşin
Somel, 2013.
61 Yumul’a göre Ermeni milleti Nizamnamesi bir nevi anayasa
niteliğinde idi. Bu anayasa, Ermenilere Osmanlı egemenliği altında kendine
yeten bir ulus statüsü veriyordu. Kuruluş ve seçim yöntemleri nedeniyle parlamentoyu
andıran bir Millet Meclisleri vardı. 140 üyeli Ermeni milleti meclisi,
topluluğun bütün idari, hukuki, mali ve eğitim işleriyle meşgul olmakta idi.
Berkes’e göre, yasal açıdan Tanzimat reformlarından en fazla yararlanan Ermeni
“millet”i olmuştu (2014: 228). Bu anayasanın ve onun getirdiği sürecin ele
alındığı bir çalışma için Bkz.:Artinian, 2004. Nizamnameler hakkında detaylı
bilgi için Bkz.: Bozkurt, 1989: 170-190; Eryılmaz, 1990:114,124.
62 Millet meclisleri giderek kilise ve din adamlarının gayrimüslim
cemaatler arasında zayıflamasını sağlayan kurumlar oldu; böylelikle laik
unsurlar cemaat yönetimini ele geçirmeye başladı (Ortaylı, 2005: 209).
63 İzmir’de, Ferman’ın, okunduktan
sonra, Yunan metropolitinin, “İnşallah o torbadan bir daha çıkmaz”, dediği
rivayet edilir (Akçam, 2014a:81).
64 “Musevi milleti içerisinde, Rum ve Ermeni
milletlerinden farklı olarak,
19. Yüzyıla gelinceye kadar modernleşmeye yönelik eğilimler çok göze çarpmamaktadır.
Musevi tebaa arasında geleneksel cemaat yapısını sorgulayacak güçlü bir orta
sınıfın çıkmamasının da bunda etkisi vardır. Öte yandan Musevi cemaatinin kendi içine kapanık bir halde yaşaması ve Türkçeyi
yaygın olarak kullanmaması (çoğunluk Ladino adı verilen antik İspanyolca, Osmanlıca, İbranice karışık
bir dil konuşuyorlardı) marjinal bir toplumsal ve ekonomik konumda kalmalarına sebep olmuştu. Osmanlı
Musevileri Rum ve Ermeni milletlerinden farklı olarak tüm Osmanlı
Musevilerini kontrol eden bir ruhban sınıfından da yoksundular. Bab-ı Ali
nezdinde tüm Musevi milletini temsil edecek bir Hahambaşılık kurumu mevcut değildi.
Onun yerine yerel, dağınık ve nispeten özerk Musevi topluluklar Osmanlı Devleti ile ilişkiye geçecek
temsilciler göndermekteydiler” (Akşin
Somel, 2013:72-75). İstanbul
Musevilerinin Hahambaşısı “eşitler arasında birinci” konumundaydı (Braude ve
Lewis, 1982:12-15). 65Berkes’e göre, 1856 Fermanı genel olarak gayrimüslim “milletlerin” anayasal gelişmelerinin başlangıcı ve milli
bağımsızlık isteklerinin bir manifestosu olmuştu (2014).
Getirilen reformlardan bir diğeri de yerel
yönetimlerin işleyişi ile ilgiliydi. 1864, 1867 Vilayet Nizamnamesi ve 1878
tarihli Dersaadet ve Vilayet Belediye Kanunu ile yeni coğrafi- idari yapılanma
aynı zamanda gayrimüslimlerin mülki idareye katılımını sağlayacak düzenlemeler
getirmiş ve vilayet, sancak ve kazalarda kurulacak olan yerel idari meclislerde
Müslümanlarla birlikte görev almaları öngörülmüştü (Eryılmaz, 1990:137).
Nizamname Fransız departman sisteminden etkilenerek hazırlanmıştı; ülke,
vilayet, sancak, kaza, ve karya (köy) şeklinde idari bölümlere ayrılmıştı.
Önceleri seçilen pilot bölgelerde uygulanan sistem, daha sonrasında tüm ülke
çapına yayıldı. Bütün eksikliklerine rağmen, Tanzimat elitleri tarafından ilk
kez oluşturulmaya çalışılan yerel yönetim organizasyonu, aşağıda bahsedilecek
olan ilk Osmanlı parlamentosunun oluşumunda çok önemli bir vazife görmüştü
(Ortaylı, 2012:52-3).
Osmanlı hukukunun modernleşme dönemi yeniliklerinden
bir diğeri de, 1869 tarihli Tabiiyyet-i Osmaniyye Kanunnamesi’dir. Bu yasa,
Osmanlı Devleti’nin ilk ve son, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk vatandaşlık
yasasıdır. Bu kanunun temel özelliği, Müslüman ve Hristiyan ayrımı yapmadan tüm
tebaayı kapsamasıdır. Kanuna göre, anne ve babası veya yalnız babası Osmanlı
tabiyetinde bulunduğu halde doğan kişiler, Osmanlı tebası sayılmaktaydı.
Kanunnamenin arka planına bakıldığında Osmanlı tebaasının bir kısmının, özellikle
gayrimüslim esnaf ve tacirlerin, yabancı bir devletin tebaası (vatandaşı)
oldukları iddiası yatmaktadır.66 Yabancı bir devletin tebaasına
geçenler, hükümetçe bir mükellefiyete tabi tutulmadıkları gibi, geçtikleri
devletlerin de, askerlik ve vergi gibi yükümlülüklerinden muaf tutuluyorlardı
(Eryılmaz, 1990).67 Üstel’e göre, bir ulusa ya da halka
ait oluşla ilgili bir yön taşımayan bu kanun, vatandaşlığın formülasyonuna
ilişkin de önemli ipuçları vermez. Müslüman ve Zımmi ayrımını bir kez daha
ortadan kaldırarak hukuki statülerini eşitleyen bu Kanunname, kadın ve erkek
Osmanlı uyruklarını eşitleyen bir görev görmemiştir (2011a:166).68
Kanun önünde herkesin Osmanlı vatandaşı sayılması ve kanun önünde
din, dil, mezhep farkı olmadan eşit kabul edilmesi Müslümanlara hiyerarşideki üstünlüklerini
66Bkz: Karahasanoğlu, 2012: 105-126.
67Bu yerli yabancılar sınıfı, elçilik tercümanları, yabancı
tüccarların ticari işlerini yerine getiren ajanlar, konsolos hizmetkarlarından
oluşuyordu (Eryılmaz, 1990:146).
68Söz
konusu kanun uyarınca, bir yabancı ile evlenen kadının Osmanlı uyrukluğunu
yitirmesine karşılık, bir Osmanlı ile evlenen yabancı kadın Osmanlı uyrukluğuna
kabul edilmektedir. Bu uygulama 1929’a kadar sürmüştür (Üstel, 2011a:166).
Gayrimüslim bir anne ile Müslüman bir babadan doğan çocuk Müslüman kabul
ediliyordu. Gayrimüslim anne veya babadan biri ihtida ederse küçük çocukları da
Müslüman olmuş sayılıyordu. Müslümanlar gayrimüslim cariyeye sahip
olabiliyorlardı (Baer, 2016:33).
kaybettiriyordu. Öte yandan bu yeni düzenleme gayrimüslimler tarafından
da hoş karşılanmamıştı. Besalel’e göre gayrimüslim cemaatlerin ruhani
liderleriyle, din adamları da, fermanda kendileriyle ilgili hükümlerden dolayı
otoritelerini kaybetmiş olmaktan memnun değillerdi. Gayrimüslim halk ise,
verilen haklardan genelde memnun olmakla birlikte askerlik hizmetinin
kendilerine uygulanmasından hoşnut değillerdi (2004:229-230). Bozkurt’un altını
çizdiği gibi, Avrupa devletlerinin, gayrimüslim Osmanlı tebaayı kendi vatandaşları
haline getirmeye ilişkin uygulamaları ve bunun sonucunda bu kişileri Osmanlı
topraklarında koruma iddiasında bulunmaları Lozan Antlaşması’na kadar Osmanlı
Devleti için sorun yaratmaya devam etmiştir (1989:144).
1.2.2. Tebaadan Vatandaşlığa Geçerken Gayrimüslimlerin Eşit
Vatandaşlığının Önündeki Engeller
Modernleşme sürecinde millet sisteminden uluslaşmaya giden yolda, modern ve batılı bir
hukuk sistemi oluşturmanın en önemli adımı 1876’da kabul edilen Kanun-i
Esasi’dir. Bu temel yasa ile eşitlik temel
prensip olarak anayasal güvence altına alınmış, Osmanlıcılık devletin temel
ideolojisi haline gelmiştir (Bayır, 2013:37).69 93 Anayasası olarak da anılan bu
Anayasa’nın 1.maddesine göre “Osmanlı Devleti çok yapılı ve çok uluslu olup
ayrım kabul etmez” (Tunaya, 1988:29); 17.maddesine göre “tüm Osmanlıların yasa önünde hak ve ödevler bakımından eşit olduğu”
tanınmaktadır (Tanör, 2014:145); 8.maddesinde de “uyrukluğu din kavramından
soyutlama” ilkesi yer almıştır.70 Bu anayasa ile Osmanlı tarihinde
ilk defa, 18. madde ile, Türkçe resmi dil olarak ilan edilmiştir. 11.maddeye
göre de, İmparatorluğun resmi dini İslamdır. Kanunlar hiçbir şekilde İslami
kurallara ters düşmemelidir. İmparatorluktaki dini topluluklara “dini
imtiyazlar” konusunda garantiler verilirken, devletin dininin İslam olduğu
tekrar ediliyordu. 1876 Anayasası bir İslam ülkesinde laik devlet olmanın
temellerini hazırlayan bir belge olma özelliğini taşımasına rağmen, Ortaylı’nın
ifade ettiği gibi, yarı islamcı yarı batıcı, düalist bir yapının içinde
kalmıştır (2009:210).
Öte yandan, Tanzimat reformlarıyla gelen (de jure) bu
eşitlik Müslüman halk tarafından pek hoş karşılanmamıştı (İnalcık, 2014b:50,
Küçük:2014:551). Kanun önünde herkesin Osmanlı vatandaşı sayılması ve kanun önünde din, dil, mezhep
farkı olmadan eşit
69Osmanlılık ideolojisi altında, gayrimüslimler de Kanun-i Esasi’yi
hazırlayan komite olan, Cemiyet-i
Mahsusa’ya katılmak için davet edilmişlerdi (Tanör, 2014:111).
70“Osmanlı
tabiiyetinde bulunan herkes hangi din ve mezhepten olursa olsun istisnasız
Osmanlı tabir olunur” (Bayır,
2013:37).
kabul edilmesi Müslümanlara hiyerarşideki üstünlüklerini kaybettiriyordu.
Öte yandan bu yeni düzenleme
gayrimüslimler tarafından da hoş karşılanmamıştı.71 Besalel’e göre
gayrimüslim cemaatlerin ruhani liderleriyle, din adamları da, fermanda
kendileriyle ilgili hükümlerden dolayı otoritelerini kaybetmiş olmaktan memnun
değillerdi. Gayrimüslim halk ise, verilen haklardan genelde memnun olmakla
birlikte askerlik hizmetinin kendilerine uygulanmasından hoşnut değillerdi
(2004:229-230).
Mart 1877’de açılan ilk Meclis’te Osmanlı tebaası
yerine Umumi millet-i Osmaniyye72 deyimi kullanılmıştır. İlk
meclisde 180 Müslim ve 60 gayrimüslim vekil yer almaktadır.73
Heyet-i Ayan’ın 38 üyesinin dörtte biri, Heyet-i Mebusan’ın 115
(bazı kaynaklarda 116) üyesinin 46’sı gayrimüslim idi. İkinci devre Heyet-i
Mebusan’da da 56’sı Müslüman 40’ı gayrimüslim toplam 96 üye bulunmaktaydı
(Eryılmaz, 1990: 158-9).
II. Abdülhamid74 Osmanlı-Rus savaşı gerekçesiyle
1878 yılında meclisi kapatmış ve Kanun-i Esasi’yi de fesh etmiştir. 1908’de
ilan edilen İkinci Meşrutiyet’in Meclis-i Mebusan’ının üyeleri arasında ise
Türk, Kürt, Arap, Rum, Ermeni, Yahudi, Bulgar ve Arnavut vekiller bulunuyordu. Gayrimüslimler parlamentodaki
sandalyelerin yine üçte birini oluşturuyorlardı.75 İttihat
ve Terakki Cemiyeti döneminde ilk kez 1913’te yapılan bir düzenleme ile, dini
mahkemelerde yargıçlık yapacak kişilerin, kendi cemaatlerinin koyduğu
ölçütlerin yanısıra, hükümetin genel ve mesleki eğitim standartlarına uymaları
zorunluluğu getirildi. Ayrıca verdikleri kararlar, Osmanlı Yüksek Mahkemesi
tarafından gözden geçirilebilecekti. İki yıl içinde dini mahkemeler doğrudan
Adalet Nezaretinin denetimi ve kontrolü altına alındı.
Yargıçlar, maaşlı sivil
memurlar olarak hükümetin denetimine girerken,
dini mahkemeler üzerinde millet liderlerinin
kontrolü kaldırılmış oldu. Dini vakıflar, Maliye Nezaretine bağlandı. Millet okulları da Maarif Nezaretinin denetimine girerek öğretim
71Bu
durumda eskiden Osmanlı İmparatorluğu’nda bir sıralamaya tabi olan azınlık
cemaatleri de eşitlenmişti. Bazı Rumların şöyle dedikleri iddia edilir:
“Hükümet, bizleri Yahudi’lerle eşit konuma soktu. Biz İslam’ın hükümranlığından
memnunduk.” (Besalel, 2004:229).
72 Bu anayasada da “millet” deyimi
“din” yerine kullanılmaktadır (Bayır, 2013:37).
73 “Rumlar ve özellikle de Ermeniler bu dönemde, özellikle
demografik açıdan en iyi zamanlarını yaşamışlar, sistemdeki ikilik sayesinde
devlet mekanizmasında nüfus oranına nazaran daha fazla temsil edilir hale
gelmişlerdir” (Akgönül, 2007:42).
74 II.Abdülhamit döneminde, Osmanlı devleti etno-dinsel açıdan
homojen, Müslüman ve Türk, hale getirilmeye başlanmıştı. Özellikle basın ve
eğitim mecralarında Türkçülük kültürel alanda görünür hale gelmeye başlamıştı.
Ortaylı, İmparatorluğun idari ve kültürel hayatında etnik olarak Türklüğün, 17.
Yüzyılda “devşirme” sisteminin kaldırılmasından sonra baskın hale geldiğini
belirtmektedir (Ortaylı, 2005:72-3).
75 Parlamentodaki gayrimüslim vekillerin detaylı bir dağılımı
hakkında Bkz.: Kansu,
2011:337-446.
müfredatları aynılaştırıldı. Böylece millet özerkliğinin mali temelleri büyük oranda kısıtlanmış
oldu (Shaw, 2008:365).
Reformlarla oluşturulmaya çalışılan modern devlette
hukuk sistemindeki dini referanslar kaldırılarak, “evrensel hukuk normlarıyla
oluşturulmuş modern devlet-toplum” yaratılmaya çalışılmıştı. Bu oluşumda,
toplumun yeni aktörleri birey-vatandaş olacaktı. Osmanlıcılık ideolojisini yaymaya çalışarak devlet imparatorlukla
olan mesafesini arttırıyor ve sivil
vatandaşlık ideolojisi ile modern devlete yaklaşmaya çalışıyordu (Ortaylı,
2012:177- 8).
Osmanlı Devleti’nin Reformlarla sağlamaya çalıştığı
eşit bir toplum yaratma, Kanun-i Esasi ile “Osmanlıcılık” kavramı etrafında
oluşturmaya çalıştığı bu ortak temsil ve eşit haklar esasına dayanan toplum
ideali, tüm çabalara rağmen gerçekleşememiştir.76 Bunun
sebepleri arasında Tanzimat döneminde uygulanan Osmanlıcılık siyasetinin
imparatorluk bütünlüğünü muhafazasında yetersiz kalması, Kapitülasyonlar ve
anlaşmalarla Osmanlı Hıristiyanlarının ekonomik açıdan durumlarını
güçlendirmeleri ve Müslüman Türk tüccar sınıfından daha iyi konuma geçmeleri,
bu durumun Müslümanların toplum içindeki egemen konumlarını kaybetmelerine
sebep olması,77 Hıristiyan nüfus içinde
Konsoloslardan aldıkları koruma beratları ile Osmanlı mahkemelerinde
yargılanmayan, evleri aranmayan, vergi ödemeyen yeni bir sosyal tabakanın
oluşması sayılabilir. Diğer yandan Batı ekonomisine açılan kapılarla başlayan
ticari gelişmelerden ayrıcalıklı bir biçimde faydalanan özellikle Rum ve Ermeni
cemaatlerinden bir ticari burjuva sınıfı oluşurken, Türk milleti içinde böyle
bir sınıfın gelişmemesi de (Berkes,
2014:246)78 ekonomik üsünlüğün gayrimüslimlere geçmesine
karşı
76 Tanzimat döneminin detaylı analizi için Bkz.: Berkes,
2014:244-248, Tanör, 2014:113-117, Akçam, 2014a: 75-7, İnalcık, 2014b.
77 Lewis’e göre, Hıristiyanlarla eşitlik, İslam geleneğinden en
köklü ayrılışı temsil eden bu yüzden Müslüman ilkelerini ve duygusunu en çok
inciten konuydu (1984:107). Akçam’a göre ise, toplum nezdinde bu eşitliğin
sağlanamamasının nedeni, eşitliğin fikri temellerinin ne toplumda ne de
yönetici ekipte mevcut olmasıydı; ve ilerde Ermenilere yönelik katliamların
gündeme gelmesinde, Ermeniler karşısında egemen konumun kaybedilmeye başlanması
önemli bir rol oynamıştı (2014a:79-84).
78Keyder’in vurguladığı gibi, “gayrimüslim burjuvazinin
ekonomik gücünün artmasının bir başka nedeni, liman şehirlerinin giderek
gelişmesi ve bu gelişen şehirlerde canlı bir burjuva yaşam tarzının ortaya
çıkmasıydı. Buralardaki “Batılı yaşam tarzı”, özelde gayrimüslim burjuva
sınıfını ve genelde gayrimüslim cemaatleri İmparatorluğun Müslüman nüfusundan
ayrıştırmıştır. Etnik gruplar hızlı bir ekonomik değişim ve kentleşme sonucu
birbiriyle temasa geçtikçe, kozmopolitlikten ziyade sosyal bölünme ve çatışma
potansiyeli gündeme geliyordu” (2013b). Özellikle 19. Yüzyılın ikinci
yarısından itibaren saray ve Osmanlı devlet ricalinin, çeşitli iç ve dış
etkenlerin sonucunda, önayak oldukları bir dizi reformların izdüşümü, somut
olarak kentin yeni dokusunu ve insan ilişkilerini belirlemeye başlamıştı.
İstanbul kenti çeşitli açılardan, Osmanlı modernleşme hareketinin kendi
yansımasını bulduğu bir ayna işlevi görmüştü (Aktar, 1998:105).
tepkilere neden olmuştur79. Aynı zamanda Devlet merkezileşmiş bir bürokrasi ve devlet misyonunu
gerçekleştirecek uzman kadrosundan yoksundu. Devlette hukuk birliğinin sağlanamaması da amaçlanan hukuki
eşitliğin gerçekleştirilmesini imkansız kılmaktaydı. Bu durum 19. Yüzyıla
damgasını vuran “Tanzimat ikiliği” olarak adlandırılacaktır. Tanzimat ve
Islahat fermanlarında azınlıkların ayrıcalıklarının yinelenmesi ve kişi, aile, miras hukuku alanlarında gayrimüslimlerin ve Müslümanların dinî hukuklarının uygulanmaya devam edişi,
kapitülasyonlar gereği çalışan
konsolosluk mahkemeleri, cemaat mahkemeleri, şer'î mahkemeler ve Batı'dan alınan kanunları uygulayan
nizamiye mahkemeleri yanyana çalışarak, hukuk birliğini sağlamayı tamamen
imkansız hale getirmiştir (Ortaylı, 2012).
1.2.3.
Gayrimüslimleri Niceliksel Azınlık Konumuna Düşüren Dinamikler: Savaş, Milliyetçilik ve Tehcir Politikaları
Sultan II. Abdülhamit'in 93 harbinden sonra Büyük
Britanya Krallığını Rusya ile yeni bir anlaşmaya ikna etmesiyle 1878'de
imzalanan Berlin Antlaşması’yla80 Rumeli sınırları yeniden çizilmiş,
Osmanlı nüfus kompozisyonunda gayrimüslim oranı %40’tan %20’ye düşmüştür. Bu
durum Avrupalı Devletlerin azınlık pozisyonuna düşmüş gayrimüslim nüfusun
korunması amacıyla Osmanlı Devletine ekonomik ve politik müdahalelerine
meşruiyet kazandırmıştır.
Esas itibariyle Avrupa’da azınlık sorununun doğuşu,
devletlerin kendilerini etnik ve dinsel sınırlarla tanımlamaya başladıktan
sonra, öteki’nin resmiyet kazandığı
bir tarihsel düzleme denk düşer. Azınlıkların korunmasına ve ayrımcılığın
önlenmesine ilişkin ilk devletlerarası antlaşmalar dinsel haklarla ilgili olup
Katolik-Protestan çatışmasından kaynaklanmıştır. Bu, Katolik kilisesinin
egemenliğinin kırılmasına ve modern devletlerin oluşmasına yol açacak biçimde
teritoryal devletlerin kurulmasına, ve o topraklarda yaşayan insanların yurttaş statüsüne doğru gelişmesine
karşılık gelen bir tarihsel dönemdir. Bu bağlamda tanınan ilk hak da
imparatorların kendi mülkü olan topraklarda yaşayan insanlara kendi dinlerini belirleme hakkı (ius reformandi) tanımalarıdır (Aydın, 2006:190). 1598 yılında
Fransa’nın çıkardığı Nant Fermanı ve 1648 yılında Westfalya Antlaşması, Protestan uyruklar
79 Bu
durumdan “İmtiyaz Fermanı” diye söz eden Jön Türklerin çeşitli yazılarında
belirtildiği üzere Müslüman nüfus içinde ciddi tepkilere neden olmuştu
(Kadıoğlu, 2012a:38).
80 Osmanlı İmparatorluğu, Rusya, Büyük Britanya,
Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, İtalya krallığı ve Fransa arasında 13 Temmuz 1878 Tarihinde
Berlin'de imzalanan barış antlaşması.
için içerdiği hükümlerle azınlık haklarına yer veren antlaşmalardır.
Dinsel azınlık kavramının kapsamını genişleten ulusal azınlık kavramının temeli
ise 1789 Fransız Devrimi ile atılmıştır. Bu dönemde azınlık tanımına ırk ve soy
öğeleri de eklenmiş, ayrıca vatandaşlık ve siyasal haklarla ilgili ilk
gelişmeler de ortaya çıkmıştır (Oran, 2010:18-19).81 Ardından
Viyana Kongresi süreciyle (1814-1815) ve Polonya
Sorunu ile birlikte ise ulusal
azınlıklar ve onların insan hakları sorunu
birlikte ele alınmaya başlayacaktır.82
Bu tarihsel süreçte Avrupa'da azınlıklar ulusal bağımsızlık
isteyen gruplar halinde birbiri ardı sıra, önce Sırbistan, arkasından
Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve diğer Balkan
devletlerinin kendi bağımsız devletlerini kurmaya başlamaları Osmanlı
İmparatorluğu için bir tehdit oluşturmaktaydı. Bu nedenle, Arnavut, Arap, Kürt
ayrılıkçı eğilimlerini önlemek üzere
Osmanlı Devleti bu dönemde İslamcılık siyaseti geliştirmeye başlamıştır. Bütün
bu süreç, Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceği konusundaki endişelerin artması ve
II. Abdülhamit’in desteklediği polis rejimi ile başta Ermeniler olmak üzere
genel olarak gayrimüslimlerin birer potansiyel düşman olarak algılanması ile
sonuçlanacaktır (Akşin Somel, 2013: 23-24). Kadıoğlu’nun belirttiği gibi, Osmanlı
siyasi eliti İmparatorluğu modern, Batılı, merkeziyetçi bir devlete
dönüştürmeye çalışırken, karşılaştığı bu olumsuz tablo karşısında
“Osmanlıcılık” yerine Türk ulusal kimliğini öne çıkarmıştır. Zamanla Türk
kimliği baskın bir dini karaktere sahip olmuş, “milliyet Müslümanlıkla tanımlanmış, ve böylece kendi öteki’lerini
yaratmıştır. Bu dönemde gayrimüslimlerin ayrılıkçı hareketler içinde olmaları
ve işgal güçleriyle işbirliğine gitmesi, gayrimüslimlere yönelik reformların
sürekli dış güçlerin teşvikiyle gündeme gelmesi de gayrimüslimlerin dış
güçlerin maşası olarak kodlanmasını beraberinde getirmişti” (2012a:36-39).
Gayrimüslimlerin azınlık statüsü ile ilgili olarak uzun sürecek bir tartışma bu
tarihsel süreçte başlamaktadır.
Genel olarak azınlıklar ve azınlık haklarıyla ilgili
tartışmalar, tarihsel olarak 17. Yüzyıldan itibaren çeşitli antlaşmaların Avrupa’daki dini azınlıklar lehine maddeler
81 Azınlık haklarının tarihsel gelişimiyle ilgili olarak Bkz.:
Kurubaş, 2004:32-58, Oran, 2009:119-137 ve Arsava,
1993.
82 Burada söz konusu olan, bir ulus-devletin içinde varolan
farklı gruplara ilişkin bir “azınlık” yaklaşımı değil, daha önce “ulus” olarak
tanınmış bir topluluğun siyaseten bölünmüşlüğü sonucunda ortaya çıkan soruna
çözüm bulmaktır (Aydın, 2006: 191). “Küçük Versay Antlaşması” olarak da
adlandırılan Polonya Azınlıklar Antlaşması,
28 Haziran 1919’da yeni kurulan Polonya ile Müttefik devletler arasında
imzalandı. Bu antlaşmayla Polonya; “ırksal, dinsel ya da dilsel azınlığa mensup
Polonya yurttaşları”nın (fiiliyatta Yahudiler, Almanlar ve Ukranyalılar)
ayrımcılığa maruz kalmayacaklarını ve kültürlerinin korunacağını taahhüt
ediyordu. Saba Mahmood da “ulusal azınlık” (national minority) kavramının ve
iki dünya savaşı arası dönemde Milletler Cemiyeti şemsiyesi altında oluşturulan
azınlık hakları rejiminin Avrupalı Yahudilere yönelik uygulanan milliyetçi
politikaları tanımaya ve önlemeye yönelik olarak düzenlendiğini söyler
(2016:13).
içermesiyle başlatılmaktadır. Bu maddelerle koruma sağlanan bireylerin
değil, dini grupların hakları olmuştur. Aşağıda üzerinde daha ayrıntılı
durulacağı gibi I. Dünya Savaşı’nın ardından
Lozan Antlaşması’nın bir parçasını oluşturduğu Milletler Cemiyeti’nin
himayesinde azınlık haklarını kurumsallaştırmaya yönelik ilk uluslararası
girişim de esas olarak grup haklarını içeriyordu (Yumul, 2006:105). Azınlık mensubu kişilerin kültürel
kimliğinin korunması amacıyla tanınan haklar, grubun varlığının korunması sonucunu doğurmaktadır ve azınlık
haklarına ilişkin bütün uluslararası belgelerde özne birey olsa da, haklar
kolektif boyut taşımaktadır (Çavuşoğlu, 2006:241).83 Azınlık hakları
uluslararası belgelerde azınlığa mensup kişilerin bireysel hakları olarak
ifadelendirilmiştir. Burada özellikle amaçlanan kolektif bir hak olan kendi
kaderini tayin (self-determinasyon)84 hakkı ile azınlık hakları
arasında kesin bir ayrım çizgisinin
oluşturulmasıdır (Çavuşoğlu, 2001:25).85 Bu çerçevede Avrupa
Devletlerinin Berlin Antlaşması’ndan sonra sayısal azınlık konumuna düşmüş olan
gayrimüslimlerin bireysel haklarının korunması talebi ile kendi kaderlerini
tayin hakkı talebi arasındaki ince çizgi I. Dünya Savaşı’ndan Lozan
Antlaşması’na kadar gerginliğini korumuştur. 19. Yüzyılın son çeyreğinde, çok
dinli ve farklı etnik grupları egemenlik altında tutan millet sistemindeki çözülmenin gayrimüslimlere eşit vatandaşlık
yerine azınlık statüsü getirmesinin sonuçları ise günümüze kadar bir sorun
alanı olarak varlığını koruyacaktır.
Gayrimüslimlerin azınlık statüsüyle ilgili ayrıcalık
ve hakları konusunda Osmanlı ile Avrupa Devletleri arasındaki müzakere I. Dünya
Savaşı ile birlikte başka bir mecraya evrilecektir. 19. Yüzyıl boyunca Osmanlı
İmparatorluğu’nun siyasi, iktisadi ve kültürel olarak hızlı ve büyük ölçüde
edilgen bir şekilde Batı merkezli kapitalist dünyaya eklemlenmesi sürecinde gayrimüslim nüfus etkin bir konuma geçmişti. Osmanlı modernleşme ve batılılaşma
sürecinin bir tür taşıyıcısı ve temsilcisi haline gelen gayrimüslimler,
İstanbul başta olmak üzere, İmparatorluğun önemli kentlerinde belirgin bir
şekilde ayrışan bir zenginliğin, farklı ve yeni yaşam tarzlarının, yeni kültürel ve siyasi eğilimlerin odak merkezi haline
gelmiştir.
83 Bireysel hak/kolektif hak ikileminin analizi bu tez
çalışmasının kapsamı dışında kalmaktadır. Bu konuda detaylı bilgi için Bkz.:
Çavuşoğlu, 2006.
84 “Self-determinasyon” iki anlama gelmektedir. İç
self-determinasyon, bir ülkedeki yurttaşların kendilerini yönetecek ekonomik,
sosyal, siyasal vb. düzeni seçebilmesidir. Dış self-determinasyon ise ayrılarak
kendi bağımsız devletini kurmak anlamına gelmektedir (Oran, 2010).
85 Kymlicka’ya göre kapsayıcı bir adalet kuramı, hem grup aidiyetlerine bakılmadan
bireylere tanınacak olan
evrensel hakları,
hem de azınlık kültürlerine verilecek olan bazı grup haklarını onlara tanınacak olan özel statüyü içermelidir. Marion Young’da bu
hakları içeren “farklılaştırılmış vatandaşlık” (differentiated citizenship)
kavramını kullanmaktadır (1995).
Gayrimüslimlerin bu yeni konumu Müslüman
nüfus arasındaki milliyetçilik eğilimlerinin I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla hızlanan bir biçimde yükselmesine
neden olacaktır.
(1912-1922) arasında Osmanlı İmparatorluğu Avrupa
topraklarının %80’ini ve nüfusunun %16’sını yitirmiş, Yunanistan ise
topraklarını iki katına çıkarmıştır (Dündar, 2013:192). Dağılmış olan
İmparatorluğun son kalan toprağı Anadolu’yu kurtarmak için İttihat ve Terakki
Cemiyeti (İTC) etrafında örgütlenen Jön Türklerin milliyetçi görüşleri, artan
Müslüman göçü ile birleşerek sertleşmektedir. Türk/Müslüman milliyetçiliğinin
yükselişinin yarattığı tehdit ile Anadolu Rumları Türkiye’nin Batı
sahillerinden Ege adalarına doğru göç etmeye başlamışlardır (Kadıoğlu,
2012a:38). Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce de, Trakya’dan Yunanistan’a göç
etmiş olan Osmanlı Rumlarının da Trakya’daki Müslüman köylülere yaptıkları
baskılar Türk-Yunan nüfus mübadelesine ilişkin ilk fikirlerin 1914’te, Balkan
Savaşları sonunda gündeme gelmesine sebep olmuştu (Aktar, 2006:111-126).
Akademik yazında sıkça vurgulandığı gibi, Milli
Mücadele dönemi, ulusal kimliğin inşasından önce ulus devletin kurulmasına
öncelik veren bir dönemdi. Hedef, saltanatı kurtarmak, batıda Hıristiyan
yabancı işgaline karşı direnmek, doğuda ise bir Ermeni devletinin kurulmasını önlemekti. Benimsenen bu pragmatik görüş
ile, Tanzimat ile başlayan laikleşme eğilimi tersine çevrilmiş, Osmanlı
döneminde Müslüman tebaayı unsur-u asli olarak değerlendiren görüş, Jön
Türkler tarafından da benimsenmişti. Milli Mücadele dönemindeki İslami-milli
kamusal söylem Osmanlı ulusu idealinden (Osmanlıcılık) de açık bir kopuşu temsil etmektedir (Aktoprak,
2010:13, Yıldız, 2013:128). Bu kapsamda, I. Dünya Savaşı’ndan hemen önce ve
savaş sırasında, imparatorluk içinde gayrimüslimlere yönelik en önemli politika
1915’de Ermenilerin Anadolu
topraklarından sürgün edilmesidir.86 Birinci
86 1915 Ermeni
sürgünü literal ve politik olarak tehcir, soykırım, kıyım ve kırım
kavramlarıyla ele alınmaktadır. Tarih literatürü 1915’i ekseriyetle Tehcir
olarak betimlemektedir. Sürgünün yapılma koşulları dikkate alındığında soykırım niteliği de
taşıyabiliyor. Ben bu çalışmada bilimsel literatürde hakim kavram olan Tehcir’i
kullanmayı tercih ettim; bu bir tarih tezi olmadığı için kavramlar arası
gerilimi buraya taşımak istemedim. Tüm bunları rezerve ederek, metinde
anlatıcıların 1915’i tanımlamada kullandıkları kavramlar etik açıdan orijinal
haliyle bırakılmıştır. 2015 yılının 1915’in 100. Yılı olması nedeniyle çok
sayıda özgün yayın ve çalışma yapılmaktadır. Literatürdeki belli başlı
çalışmalar için Bkz.: Adak, 2016; Kevorkian, 2015; Der. Dadrian, Akçam,
2010; Özdoğan v.d., 2009; Dündar,
2013; Akçam, 2001; Akçam, 2014a; Akçam, 2010; Suny v.d.,
2012;
Göçek, 2012; Marchand ve Perrier,
2014; Kurt, 2014: 84-88; Neumann, 2010:18-21; Geçici, 2007:47-50; Kurt,
2010:79-88;
Maksudyan, 2015; Sunny, 2011; Lewy, 2005; Diez, 2015. Repairfuture.net
Ermenistan-Türkiye ve Diaspora’yı buluşturan bir sosyal medya mekanıdır. 1915’in
100. Yılı nedeniyle
konunun uzmanları ve akademisyenler tarafından düzenli
olarak yazılar kaleme alınmaktadır. Cengiz Aktar’ın “Ermeni
soykırımı kurbanlarının torunları için nasıl bir adalet?” başlıklı
yazısı için Bkz.; http://repairfuture.net/index.php/tr/ermeni- soykirimi-tanima-ve-tazminatlar-turkiye-den-bakis/ermeni-soykirimi-kurbanlarinin-torunlari-icin-nasil-bir-
adalet,(Erişim) 5.03.2015. Polatel,
2015; Evrensel Kültür,
Nisan 2015, s.280; Birikim, “1915/100. Yıl”, Nisan
Dünya Savaşı sırasında ve özellikle
Kurtuluş Savaşı’nın hemen bitiminde pek çok Rum da, Anadolu’nun Türkleştirilmesi planı dahilinde, topraklarını terk
etmek zorunda kalmışlardır.87
Savaşın ertesinde, 23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum
Kongresi gayrimüslim nüfusun hukuki durumunu değerlendirmişti. 5. maddeye göre,
Doğu vilayetleri ve Trabzon vilayetinde yaşayan nüfus ve idari yönetim, tüm
Hıristiyan unsurların hak ve özgürlüklerine “Osmanlı Devleti’nin hukuk
sistemi”nden devr alındığı üzere, saygı göstereceklerdi. Bu madde ile Osmanlı
yönetimi altındaki gayrimüslim nüfusun hukuki durumu teyit edilip,
güçlendiriliyordu. 4 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi kararları sonucunda
da, herhangi bir Yunan ya da Ermeni oluşumuna karşı çıkılmış, fakat
“uzun yıllar boyunca beraber yaşanılan gayrimüslim nüfusun hukuki tüm haklarına
saygılı olunacaktır” denilerek, gayrimüslimlerin hakları tekrar teyit
edilmişti. 17 Eylül 1920’de Meclis-i Mebusan’da Misak- ı Milli Anlaşması kabul
edilene kadar İmparatorluğun gayrimüslim unsurları hakkında hiçbir resmi
belgede azınlık olarak
bahsedilmemiştir (Bayır, 2013:68-69). Misak-ı Milli’nin 5. maddesi ile
gayrimüslimlerden, ilk kez, azınlık olarak
bahsedilmektedir. Belge ayrıca, imparatorluktaki gayrimüslim nüfusun haklarını
mütekabiliyet ilkesine, aynı hakların komşu ülkelerdeki Müslüman nüfusa da
sağlanması karşılığında, bağlamıştır (A.e.).
Misak-ı Milli Anlaşması ile, Osmanlı tarihinde ilk
defa, azınlıkların hakları uluslararası anlaşmalarla tanımlanmış ve meşrulaştırılmıştır. Böylece
gayrimüslimlerin 19.
2015,
s.312; Toplum ve Bilim, “1915-2015:Soykırım/ Yüzleşme/ Hesaplaşma”, s.132,
2015. (1915-1923) yılları arasında Ermenilere uygulanan şiddetin arka
planındaki maddi kazanım ve ganimet rekabeti dürtüsünü
inceleyen bir çalışma için Bkz.: Gerlach, 2015:151-195. Ayrıca, Agos
gazetesinde 100.yıl nedeniyle bir çok köşe yazısı ve yazı dizisi
yayınlanmıştır.
87 Türk Kurtuluş
Savaşı’nın hemen bitiminde
Türkiyeli Rumlar, önce Batı Anadolu ve Marmara kentlerinden,
sonra
da Doğu Trakya ve Karadeniz kentlerinden Yunanistan’a deniz, kara ve demir
yolları ile göç etmişlerdi (Arı, 2012:12). Bazı tarihçiler Birinci Dünya
Savaşı’ndan Kurtuluş Mücadelesi’nin sonuna kadar aralıklarla devam eden Rum
tehcirinden 200 bin ile 1 milyon arasında bir nüfusun etkilendiğini ileri sürmektedir
(A.e., s.13). Yunan Başbakanı
Venizelos, Paris Barış Konferansı’nda tehcir sırasında 300 bin Rumun yok
edildiğini, 450 bin Rum’un da Yunanistan’a sığındığını iddia etmiştir. Celal
Bayar; “sadece İzmir ve civarından 130 bin dolayında Rum’un zorla Yunanistan’a
göç ettirilmiş olduğunu” aktarır. Bayar, tüm bu eylemleri “milli bir hareket”
olarak adlandırmaktadır (Aktaran Akçam, 2014a:181-182). Geride bırakılan evler,
topraklar kısmen harap edilmiş kısmen de el konulmuştu. İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin yürüttüğü plan dahilinde bu mallar, Müslüman-Türk burjuvazisi
yaratmak amaçlı, mülkiyetin Türkleştirilmesi olarak programlanmıştır. Onaran’a
göre, Türk sermaye birikimi, kapitalizm öncesi egemen feodal ekonomik gücün
yani toprak ağalarının tasfiyesiyle değil, esas olarak Müslüman-Türk sermayedar
ve toprak ağalarının ittifakı temelinde Hıristiyanların ekonomik gücünün
tasfiyesiyle sağlanmıştır, Bkz.: Onaran, 2013. Ermenilere mallarının iade
edilmesini ele alan bir çalışma için Bkz.: Kurt, 2014:50-57. Türkiye’deki
tarihyazımına göre söz konusu sürecin başlıca aktörü devlet ve bürokratik
elittir. Çetinkaya’nın titiz çalışmasında da gösterdiği üzere, devlet ve
bürokratik elitin dışında, Osmanlı Boykot Hareketi de gayrimüslim cemaatlerin
tasfiye edilmesi sürecinin önemli bir bileşenidir, Bkz.: Çetinkaya, 2015. Rum
tehciri ile ilgili ayrıca Bkz.: Dündar, 2013:191-246; Erol, 2014:58-66; Dündar,
2010:82-87.
Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Modernleşmesi sürecinde sahip
olmaya başladıkları eşit vatandaşlık statüleri radikal bir biçimde değişmiş ve
23 Nisan 1920’de Ankara’da kurulan ilk ulusal parlamentoda, Osmanlı
parlamentolarının aksine, hiçbir gayrimüslim vekil yer almamıştır. Bir sonraki
dönemin Adalet Bakanı olan İzmir vekili Mahmut Esat Bozkurt’un 1921 Anayasa
hazırlıkları sırasında yaptığı konuşma, gayrimüslimlerin, ulusal siyasi
seçkinler tarafından nasıl algılandığının açık bir göstergesidir:
“... Hıristiyan
ahalinin bu ülkede hiçbir hakkı olduğuna inanmadığımı burada belirtmek istiyorum....
Onlar, Osmanlı tarihinin nankör çocuklarıdır ve bu ülkede sahip oldukları
hiçbir hak kalmamıştır...” (Bayır, 2013:70, Yıldız, 2013:127-128).
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda gayrimüslimlere
yönelik bu politika, 1923 Lozan Antlaşması’nda gayrimüslim azınlıklar sorununu
en önemli başlıklardan biri haline getirecek ve gayrimüslimlerin hukuki
statüleri azınlık olarak kesinleşecektir. Böylece gayrimüslimler için yeni bir
ulusa ait olandan dışlanma dönemi başlayacaktır.
1.2.4.
Lozan Barış Antlaşması,
Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ve Gayrimüslimlerin Hukuki Statüsü ve Haklarının
Azınlık Olarak Biçimlenmesi
Türkiye’nin ulus devlet olarak teritoryal, ulusal ve
siyasal sınırları 29 Ekim 1923’ten önce, 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşmasıyla
belirlenmiştir. Antlaşma ile aynı zamanda, gayrimüslimlerin yeni kurulacak
devletteki statüsü de belirlenmiş oluyordu.88 Antlaşmanın
Azınlıkların Korunması başlıklı 3. Kesim’inde sadece gayrimüslimler azınlık
olarak tanımlanmıştı. Yani azınlıklar din üzerinden tanımlanmış, etnik-ulusal
kimlik meselesine değinilmekten kaçınılmıştı. Lozan Antlaşması hala gücünü
korumaktadır ve Türk- Yunan azınlık ilişkilerinde bir referans noktasıdır
(Alexandris, 2007:206).89 Lozan Antlaşması’nın 3. kesiminde gayrimüslimlere
Azınlık olarak tanınan haklar şunlardır:
88 “Cumhuriyet başarıyla kurulmuş olmasına rağmen Sevr
Antlaşması Türk milliyetçileri için bir referans noktası olmaya devam etmiştir.
Sevr’de Ermenistan’a verilen bağımsızlık, gayrimüslimlerin Lozan’la yeniden
kurulan devletin vatandaşı olsalar da “makbul vatandaş” sayılmalarını
güçleştirmiştir” (İçduygu, Kaygusuz, 2004:37).
89 Ekmekçioğlu’na göre Lozan Anlaşması’nın azınlık maddeleri, gayrimüslim Türkiye vatandaşlarına yönelik
çelişkili tutumlara yol açmıştır. Azınlıklar, büyük ölçüde dışlandıkları Türklüğe zaman zaman zorla dahil
· Müslüman-olmayan azınlıklar, bütün uyruklarına uygulanan ve
Türk hükümetince, ulusal savunma amacıyla ya da kamu düzeninin korunması için,
ülkenin tümü ya da bir parçası üzerinde alınabilecek tedbirler saklı kalmak
şartıyla, dolaşım ve göç etme özgürlüklerinden tam anlamıyla
yararlanabileceklerdir (Md.38);
·
Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, Müslümanların
yararlandıkları aynı yurttaşlık (medeni) haklarıyla siyasi haklardan
yararlanacaklardır. Türkiye’de oturan herkes din ayrımı gözetilmeksizin kanun
önünde eşit olacaktır. Din, inanç ya da mezhep ayrılığı, hiç bir Türk
uyruğunun, yurttaşlık haklarıyla siyasi haklardan yararlanmasına, özellikle
kamu hizmet ve görevlerine kabul edilme, yükseltilme, onurlanma ya da çeşitli
mesleklerde ve iş kollarında çalışma bakımından, bir engel sayılmayacaktır.
Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk
uyruklarına, mahkemelerde resmi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri
bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır (Md.39);
·
Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk
bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve
aynı güvencelerden (garantilerden) yararlanacaklardır. Giderlerini ödeyerek her türlü kurum (vakıf,
okul, vb.) kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini
kullanmak ve ayinlerini yapmak konularında eşit haklara sahip olacaklardır
(Md.40);
·
Genel (kamusal) eğitim konusunda, Türk hükümeti,
Müslüman-olmayan
uyrukların önemli bir oranda oturmakta oldukları il ve ilçelerde, bu Türk
uyruklarının çocuklarına ilk okullarda
ana dilleriyle öğretimde
bulunulmasını sağlamak bakımından, uygun düşen kolaylıkları gösterecektir. Müslüman-olmayan
azınlıklara mensup Türk uyruklarının önemli bir oranda bulundukları il ve
ilçelerde, söz konusu azınlıklar, Devlet bütçesi, belediye bütçesi ya da öteki
bütçelerce, eğitim, din ya da hayır işlerine
genel gelirlerden sağlanabilecek paralardan yararlanmaya ve
pay ayrılmasına hak gözetirliğe uygun ölçülerde katılacaklardır (Md.41);
·
Türk hükümeti, müslüman-olmayan azınlıkların aile durumlarıyla kişisel
durumları konusunda, bu durumların, söz konusu azınlıkların gelenek ve
görenekleri uyarınca çözümlenmesine elverecek bütün tedbirleri almağı kabul eder.
Bu tedbirler, Türk hükümetiyle
ilgili azınlıklardan her birinin eşit sayıda temsilcilerinden kurulu özel
Komisyonlarca düzenlenecektir. Türk hükümeti, söz konusu azınlıklara ait
kiliselere, havralara, mezarlıklara ve öteki din kurumlarına tam bir koruma
sağlamayı yükümlenir. (Md.42);
edilmişlerdir (2015:50-78).
· Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları,
inançlarına ya da dinsel ayinlerine
aykırı herhangi bir davranışta bulunmağa zorlanamayacakları gibi, hafta tatili günlerinde mahkemelerde hazır
bulunmamaları ya da kanunun öngürdüğü herhangi bir işlemi yerine getirmemeleri
yüzünden haklarını yitirmeyeceklerdir (Md.43):90
Lozan Barış Antlaşması 340 sayılı yasayla hem iç
hukukun bir parçası hem de uluslararası bir siyasal sorumluluk konusudur (Oran,
2010:68).91 Bu haklar Müslüman olmayan Türkiye vatandaşlarına
tanınan haklardır. Bu haklar sadece üç büyük gayrimüslim cemaat olan Rumlara,
Yahudilere ve Ermenilere değil, aynı zamanda Süryaniler, Keldaniler vb. diğer
gayrimüslim Türkiye vatandaşlarına da tanınmıştır. Fakat uygulamada bu
haklardan sadece Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler yararlanmışlardır.92
Buna rağmen, Lozan’dan günümüze Türkiye’deki Rum Ortodoks cemaatinin neredeyse
tamamen yok olmasının gösterdiği gibi, bu anlaşma azınlıkların haklarını
güvence altına almayı başaramamıştır. Üç büyük azınlık grubu haklarını
kullanmada, özellikle ülkenin siyasi açıdan istikrarsız olduğu dönemlerde, hak
ihlallerine maruz kalmışlardır: Md.40’a rağmen okullara yasadışı müdahaleler
yapılmıştır; ruhban okulu kapatılarak gayrimüslim din adamı yetiştirmek
önlenmiştir; Md.41/2’de sözü edilen maddi katkılar sadece bir süre verilmiş
sonra kaldırılmıştır; Md.42/2’deki özel komisyonlar uygulama görmemiştir;
Md.42/3’de gayrimüslim vakıflarına getirilmiş olan haklar Ocak 2003’te çıkarılan
AB uyum paketine kadar uygulanmamıştır (A.e.,
s.72).93
90 “Lozan
Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler”, Çev. Seha L. Meray, Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Takım II, Cilt 2, No.348, Sayı 8,
(Çevrimiçi) http://www.politics.ankara.edu.tr/dergi/kitap/1973/sehameraycilt2-73.pdf,
10.08.2016. Oran’ın belirttiği üzere Lozan’da sadece gayrimüslimlere tanınan
haklar uluslararası güvence altına alınmıştır. Fakat Lozan sadece
gayrimüslimlere değil, Türkçe’den başka dil konuşan Türkiye vatandaşlarına, tüm
Türkiye vatandaşlarına ve Türkiye’de oturan herkese belirli haklar
tanımaktadır. Oran’a göre, bu niteliğiyle Lozan bir insan hakları metni olarak
da okunabilir. Bu hakların da uluslararası güvence altına konmaması ihlalini
meşrulaştırmaz. Lozan 340 sayılı yasa ile iç hukuka aktarıldığı için Türkiye
bunu uygulamakla yükümlüdür (Oran, 2010:22-24).
91 Lozan Barış Antlaşması 340 sayılı yasayla
iç hukukta yürürlüğe
konulduğu için iç hukukun bir parçasıdır.
1982
Anayasası’nın 90/5. Maddesi: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası
antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile
Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz”. Bu bakımdan, Lozan anayasayla en azından eş
değerdedir.
92 Bu
üç gayrimüslim cemaatin dışında ilk kez Süryani toplumuna tanınan bir hak olarak 1928’den sonra okul
açma
izni verilmiştir. Süryanilerin anadilde eğitim için açtıkları davanın Ekim 2013
tarihinde sonuçlanması ve eğitim hakkının kabul edilmesiyle beraber okul açma
çalışmaları başlamıştır. Süryanilerin yoğun olması sebebiyle Süryani Kadim
Meryemana Kilisesi Vakfı tarafından Yeşilköy’de anasınıfı olarak açılan okul,
resmi olarak eğitim öğretim hayatında devam edebilmek için Milli Eğitim
Bakanlığı'ndan müfredat için onay beklemektedir. Lozan’ın 40. Maddesinin açık
hükmüne rağmen okul açmalarına izin verilmeyen Süryanilerin çocuklarının da Rum
okullarına kaydı 2000’lere kadar yasaklanmıştı (Ayça Örer, “Süryanilerin ilk
okulu açılıyor”, 04.10.2013, Taraf, (Çevrimiçi) http://www.radikal.com.tr/turkiye/suryanilerin_ilk_okulu_aciliyor-
1153878, 11.10.2014).
93İsviçre’den alınan
Medeni Kanun 17 Şubat 1926’da
TBMM’de kabul edilmişti. Lozan Antlaşması’nın 42.
Lozan’da kimlerin yeni kurulan Cumhuriyette azınlık
sayılacağı belirtilirken, 1924 Anayasası’nın 88. maddesi ile de kimlerin Türk
vatandaşı sayılacağı anayasada kendine yer bulmuştu. Cumhuriyet kurulduktan
sonra modernist-laik milliyetçilik, teritoryal bir milliyetçilik anlayışı
dahilinde vatandaşlarını belirlemiştir (Aktoprak, 2010:16). 1924 Anayasasının
88.maddesiyle, din ve ırk farkı gözetilmeksizin tüm Türkiye ahalisinin Türk
olduğu söylenerek vatandaşlığın hukuki tanımı yapılmıştır. Ancak bu vatandaşlık
Parla’ya göre şartlı, kısıtlı, kenarda kalmış, ne de olsa
bizden olmayan bir vatandaşlık (1992:209), gayrimüslimlere göre de yarım vatandaşlık, misafirliktir (Aktar, 2012:132). Macar’a göre ise, Cumhuriyet’in
ilk yıllarında öngörülen modele rağmen hiçbir zaman ulus kimliği, dinsel
kimliğin yerini tam olarak alamamış, farklı dinden olanlar Türklüğün, yerliliğin, yurttaşlığın içinde yer alamamışlardır
(2012:151).
1.2.5.
Lozan ve Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi
Anadolu Ermenilerinin 1915’deki sürgününün ardından
Anadolu topraklarından gayrimüslimlerin tasfiyesine yönelik atılan ikinci büyük
adım, 30 Ocak 1923’de Lozan’da Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan “Yunan
ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme” oldu94. Atina ve Ankara için hedef, azınlıklarından arınmış, birbirine dini,
etnik
Maddesi
ile belli bir koruma altına alındıklarını zanneden azınlık temsilcileri,
hükümetin baskısı sonucunda bu haklardan vazgeçtiklerini açıkladılar. Uzun
tartışmalar ve yoğun baskılar sonucunda, 10 Eylül 1925 tarihinde Yahudi
üyelerin bulunduğu komisyon, Yahudi cemaatinin Lozan Antlaşması’nın
42.maddesinin verdiği haklardan vazgeçildiğine dair kararını açıklar. Bunu
Ermeni cemaatinin 17 Ekim 1925 tarihinde aynı yönde aldığı karar takip eder. Son olarak da, 27 Kasım 1925 günü
Rumlar da aynı haklardan vazgeçtiklerine dair belgeyi imzalar. Böylece
gayrimüslim vatandaşlar, uluslararası antlaşmalarla güvence altına alınmış tüm
ayrıcalıklardan arındırılarak; “hukuki açıdan” Türkleşmişlerdir (Aktar,
2012:112-113, Alexandris, 1992:135- 138, Bali, 2005:54-67-91-102, Yıldız,
2013:279-280). Bali’nin altını çizdiği gibi, azınlık hakları yasal olmaktan
çok, idari uygulamalarla kısıtlanmıştır. Bu yüzden, Tek Parti dönemindeki “de jure”
hukuka bakmak yeterli değil,
belirleyici olan, çoğu defa, “de facto” durumlar olmuştur (2005:100). Aktar’ın
da belirttiği gibi, daha sonraki yıllarda, ekonomik ve toplumsal alanı
Türkleştirme politikaları/gayrimüslimlere uygulanan ayrımcı politikalar,
zorunlu göçler hiçbir hukuki dayanağı olmayan fiili idari tasarruflar olmaktan
çıkarak “de jure” düzenlemeler haline getirilmiş, milliyetçi ideolojinin
yansıdığı hukuksal metinlere dönüşmüştür (2012:59-60).
94 Mübadele
Antlaşması’ndan önce de göçler tüm hızıyla devam
ediyordu. Sonradan Türkiye devletini oluşturan
coğrafyada
19. Yüzyılın son çeyreğinde yaşanan olaylarla, etnik homojenleşme süreci zaten
başlamıştı. Osmanlı Rusya, Avusturya ve Yunanistan’a toprak kaybettikçe, bu
topraklardan imparatorluğun merkezine iki milyon kadar Müslüman göç etti (Keyder, 2007:58). 1913’teki Osmanlı-Bulgar mübadelesi ve 1914’teki Osmanlı-Yunan mübadele denemesi de
(Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı arasında iki taraflı göç
gerçekleşmişti. İlk olarak Nisan 1914’de
Osmanlı Devleti, Ege bölgesindeki Rumlar
ile Makedonya’daki Müslümanların değişimini önerdi fakat savaşın çıkması bunu engelledi) büyük
mübadelenin provaları sayılır. 1922 yılının Eylül ayında Anadolu ve Doğu
Trakya’daki Yunan işgali sona ererken, kitlesel göç hareketlerine tanık olundu.
1922 yılının sonuna dek Yunanistan’a göç eden Rum sayısı 1.000.000’u aşmıştı.
Bu nüfusun dörtte üçü kent kökenliydi (Arı, 2012:8). Türk-Yunan nüfus mübalesi
sürecindeki diplomasi trafiği hakkında Bkz.: Aktar, 2006:99-157.
bakımdan benzer olduğu düşünülen bir nüfus üzerinde yükselen birer milli
devlet kurmaktı (Aktar, 2006:116; Kadıoğlu, 2012a:39). Keyder’e göre de, 1923
yılında yapılan nüfus mübadelesinin, Ermeni Tehciri ile birlikte, yeni Türk
kimliğinin oluşmasındaki en önemli girdiyi oluşturduğu söylenebilir (2007:53).95
Sözleşmeye göre İstanbul Rumları ile Batı Trakya
Müslümanları oturdukları devletin vatandaşlığını almak suretiyle etabli96 olarak yaşadıkları
yerde kalacaklardı. Türkler için müzakerelerin hareket noktası, Batı Trakya
Müslümanlarını mübadele dışında tutmak, ancak İstanbul Rumlarını ve özellikle
Fener Patrikhanesi’ni97 mübadeleye dahil etmekti (Arı, 2012:31-43).
Sonuç olarak, iki cemaat de karşılıklı olarak kaldı. Türk heyeti Patrikhane’nin
burda kalmasını ancak dini bir kurum olması koşuluyla kabul etmişti (Akgönül,
2007:50). Bunun sonucunda da Türkiye’deki kendisine bağlı Rum Ortodokslar
üzerindeki tüm siyasi yetkisinden feragat etti. Böylelikle, Mübadele
sözleşmesinin ardından Türkiye’de iki Rum cemaati kalmış oluyordu (İstanbul,
Bozcaada (İmroz) ve Gökçeada (Tenesos)).98 Orta Anadolu’daki
Türkofon Ortodoks cemaati (Türkçe konuşan ve ibadetlerini Türkçe yapan Ortodoks
Hıristiyanlar) ve Yunanca bilen Giritli Müslümanlar da mübadeleye dahil
edilmişti.99 Antakya’daki Arapça konuşan Ortodoks cemaati henüz o
zaman Türkiye sınırları içinde değildi. Çukurova’da Arapça konuşan Ortodokslar
önce Yunanistan’a gönderildi; fakat daha sonra bunları Antlaşma’dan istisna
tuttu. Keyder’e göre, hem Yunanistan hem de Türkiye’deki yasa koyucuların
gözünde etnik homojenlik, halkların kendi kendisini yönetme ilkesinden daha
ağır basıyordu (2007:57).
95 1923
Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ile ilgili ayrıca Bkz.: Aytek Soner Alpan, “Silence
is not golden”: Refugees and Policies of Resettelment in early Turkish
Republic”, (Çevrimiçi), https://ucsd.academia.edu/AytekAlpan, 21.06.2015.
961912 kanunuyla sınırlandırıldığı biçimde, İstanbul Şehremaneti daireleri içinde, 30 Ekim 1918 tarihinden önce
yerleşmiş
(etabli) bulunan bütün Rumlar, İstanbul’da oturan Rumlar (İstanbul’un Rum
ahalisi) sayılacaklardır (Akgönül, 2007:54). İstanbul’da ikamet eden Yunan uyrukluların sayısı 1927 yılında
26.431, 1935’de 17.762,
1945’de
13.598 ve 1955 yılında 11.879 idi (Alexandris, 1992:281). 1964 yılında
Kıbrıs’ta çatışmaların yoğunlaşması ile birlikte etablis statüsündeki İstanbul Rumları ve onlarla evli olan Türk
vatandaşı Rumlar uluslararası pazarlıklarda koz/rehine olarak kullanılmışlardı
(Aktar, 2012:18). Lozan Antlaşması’nın 14.maddesi ile Gökçeada ve Bozcaada’da
yaşayan Rum cemaati de İstanbul Rumları ile aynı sıfatta, Türkiye’de Rum
cemaatine dahil edilmişti.
97 Cumhuriyet döneminde
Rum Patrikhanesi’nin durumu için Bkz.: Macar, 2012:151.
98 Millas’a göre, İstanbul Rumlarının mübadele dışında
bırakılmalarının iki nedeni olabilir: Patrikhane geleneğini devam ettirebilmek
için bir “cemaat” e ihtiyaç duyulması diğeri de İstanbul Rumlarının mallarının
yüksek değeri yüzünden tazmin edilmesinin zorluğu. Patrikhanenin İstanbul’da
bırakılmasının nedeni açıkça belirtilmemiştir (2014:223-4).
99 Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabı (2014),
Rumların Anadolu’ya olan
özlemlerini
güçlü bir şekilde yansıtmaktadır. Mübadele sonucunda topraklarını terk etmek
zorunda kalan insanların hikayeleri için ayrıca Bkz.: Özsoy, 2007; Hirschon,
2005. Mübadeleyi karikatür aracılığı ile anlatan ödüllü bir çalışma için ise
Bkz.: Erdi, Nomikos, 2015.
Sözleşmeye göre, Yunan ya da Türk uyruklu İstanbul
Rumları ve Batı Trakya Müslümanları hariç Türk topraklarında yerleşmiş Rum
Ortodoks dinine mensup Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş
Müslüman dinine mensup Yunan uyrukluların 1 Mayıs 1923’den itibaren zorunlu
mübadelesine karar verilerek anlaşma imzalandı. Aktar bu durumu, ulus-devletlerin kendi aralarında anlaşarak
kendi azınlıklarından değiş-tokuş yöntemi ile kurtulmaları olarak
değerlendirmekte ve devletler hukukuna emsal
olarak yerleştiğini belirtmektedir (2012:18). Keyder’in yaklaşımına göre de
Lozan’da alınan nüfus mübadelesi kararının amacı o dönem için tipiktir ve bu
antlaşma ile müzakere edilmiş ve hukuki açıdan kabul edilebilir (medeni) bir
etnik temizlik sağlanmıştır (2013a:99).100
Balkan Savaşlarından beri Balkanlardaki topraklarının
büyük çoğunluğunu yitirmiş olan Osmanlının Rum nüfusunun önemli bir kısmı da
genişleyen Yunanistan sınırları içerisinde kalmıştı. Dolayısıyla, 1923 Nüfus
Mübadelesinden önce, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gayrimüslim nüfus gruplarından
en büyüğü olan Rum nüfusunda ciddi bir azalma söz konusuydu (Akşin Somel,
2013:31). Nüfus Mübadelesi de eklendiğinde yaklaşık 1.200.000 Rum gitmiş,
yerine 450 ile 500 bin arasındaki bir
Müslüman nüfus Anadoluya gelmişti (Arı, 2012:53).101 Mübadele
kapsamında Dönmeler de İslam dinine ait oldukları gerekçesiyle Türkiye’ye
gönderildiler.102 1927’de yapılan Türkiye Cumhuriyetinin ilk nüfus sayımına göre Lozan sonrasında
Türkiye’de, Rum Ortodoks
azınlığa sahip yaklaşık
110.000 kişi olduğu ve bunların 100.000’nin İstanbul’da, 5-6 bin
kadarının Gökçeada ve Bozcaada’da, geri kalanların
da İzmir ile orta ve güneydoğu Anadolu’da yaşadıkları
100Keyder’e
göre, sosyal sınıflar ve bunların devletle ilişkileri açısından mübadelenin
Osmanlı Hıristiyan nüfusu açısından temel sonucu, Osmanlı İmparatorluğu’nun
oluşum halindeki burjuvazisi olarak tanımlanabilecek bir grubun yok edilişi ve
Cumhuriyet kurulduğunda bürokrasinin karşısında hiçbir rakip kalmaması olmuştur
(2013a:117). Bu durumun tam tersi istikamette gelişmeler ise Yunanistan’da
yaşanmıştı. Milletler Cemiyeti tarafından 1926 yılında yapılmış bir anlaşmanın
sonuçlarına göre, “Atina Ticaret Odası’nın 7000 üyesinden 1000’i mübadele ile
gelenlerden oluşuyordu. 1961 yılında ise, Yunanlı sanayicilerin %20’si Anadolu
ve Trakya doğumluydu (Aktar, 2007:119).
101 Hem doğrudan hem de dolaylı çok sayıda insanın
dahil olduğu nüfus mübadelesi iki tarafta da , mevcut
toplumsal,
ekonomik ve siyasi yapıları yıkmıştır. Lozan’ın sonuçlarını demografik,
ekonomik, toplumsal ve siyasi açıdan inceleyen bir makale için Bkz.: Hirschon,
2007:17-31. 1906 yılında, bugünkü Türkiye sınırları içindeki nüfus 15 milyon
civarındaydı. Cumhuriyet’in kurulması ve Lozan Mübadelesi’nin ardından 1927’de
yapılan ilk nüfus sayımında ise aynı sınırlar içindeki nüfus 13.6 milyondur. Bu
dramatik farka, savaşta ölen Müslüman nüfusa Ermeni Tehciri ve mübadele ile
giden Rumlar ilave edildiğinde yaklaşık olarak ulaşılabiliyor (Aktar,
2007:117).
102 Türkçe’de “dönme” ya da “Selanikli” olarak da bilinen Sabetaycılık, kendisini
17. Yüzyılda mesih ilan edip
Yahudi
cemaatini bölen İzmirli bir Yahudi haham olan Sabetay Sevi’nin müritlerini
işaret etmektedir. Sevi’nin Osmanlı yönetimi baskısı altında zorla İslamiyet’i
kabul etmesi sonucunda gizliliğe dayanan çifte bir kimlik ortaya çıkmış,
Sevi’nin Yahudi kökenli müritleri kamusal alanda Müslüman kimliklerini, kendi
aralarında ise Sabetaycı kimliklerini sürdürmüşlerdir (Baer, 2010).
belirtilmektedir (Akgönül, 2007:66-67). İstanbul’daki mübadeleden muaf
tutulan 100.000 Rum Ortodoks’un üçte ikisi, kendilerine Türk vatandaşlığı
verilmiş olan Osmanlı vatandaşlarıydı. Diğer üçte bir ise Ekim 1918’den önce
İstanbul’a yerleşmiş olan Yunan vatandaşlarıydı (Alexandris, 2007:186). Yunan
vatandaşları Osmanlı döneminde kapitülasyon nedeniyle, iş nedeniyle Yunan
adalarından İstanbul’a gelen ve babadan dolayı vatandaşlık alanlardı. Keyder,
Türkiye’nin nüfus kompozisyonundaki bu dönüşümü şöyle özetlemektedir: “1913’te, bugün Türkiye’yi oluşturan
topraklar üzerindeki her beş kişiden biri gayrimüslimdi, 1923 sonunda ise bu
oran kırk kişide bire inmişti” (2013a:105). 1927 nüfus sayımında Ermeniler
77 bin ve Yahudiler ise 82 bin nüfusa sahipti (İçduygu v.d., 2008:368-9).
Dolayısıyla on yıllık savaş, tehcir ve mübadele sonunda, Anadolu nüfusu dini
açıdan homojenleştirilmiş, “Türkiye’de yaşayan tüm Müslümanların aslen Türk
olduğu ilan edilerek biz’in kapsamı
genişletilmişti” (Aktar, 2012:65). Diğer taraftan da gayrimüslimler kaçınılmaz
olarak diğer veya öteki kategorisi içine dahil
edilmişlerdi. İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada Rumları (de facto dini kurum
olarak Patrikhane) bu mübadeleye dahil edilmediği için, sıra onları
koruyabilecek bir azınlık rejimi kurmaya gelmişti (Akgönül, 2007:52).
1.3.
Ulus Devletin İnşası ve Türkleştirme Politikaları Kapsamında Gayrimüslüm Azınlıklar
Milli mücadele dönemiyle birlikte kurulan yeni Türk
ulus devleti, kendisinden önceki siyasal birikimden ve düşünce hareketlerinden
esinlenerek Cumhuriyet döneminde özellikle ekonomi alanında İttihat ve Terakki
birikimini değerlendirme düşüncesi içerisinde olmuştur.103 Devlet
merkezli modernleşme projesinin cumhuriyetin sivil ve askeri bürokrasisi
tarafından aynen devam ettirilmesi neticesinde homojen/türdeş bir ulus
yaratabilmenin ön koşulu olarak, iktisadi alanda bir Osmanlı kalıntısı gibi
görülen azınlıklara yönelik olarak farklı ekonomik ve siyasi projeler
devreye sokulmuştur.104 Bali’ye
göre, Kurtuluş Savaşı’ndan
103Gültekin
Genç, “53. Yılında 6/7 Eylül Olayları”, (Çevrimiçi) http://www.birikimdergisi.com/guncel/53-
yilinda-6-7-eylul-olaylari, 14.08.2008.
10419.Yüzyılın sonlarında yaklaşık
1 milyon nüfusu olan İstanbul’da, bu nüfusun %44’nü Müslümanlar, %41’ni
gayrimüslimler,
%15’ini de “yabancılar” oluşturuyordu. Kamu görevlilerinin %95’i Müslümandı.
Toptan ticaretle uğraşan ve perakendecilerin oranı sadece %24 idi. 1915 yılı
sanayi istatistiklerine bakıldığında, emeğin sadece %15’nin Türklerin elinde
olduğu ortaya çıkıyor. 1928 yılında 9 Türk sigorta şirketine karşılık 44
yabancı sigorta şirketi mevcuttu. Liman işlerinin tamamı azınlıkların
elindeydi. Müslüman-Türk unsurun elinde bulunan banka yoktu. Kentsel hizmetler,
demiryolları, madenler, tütün tekeli gibi işler imtiyazlı yabancı şirketlerin
ellerindeydi (Bali, 2005:196-197, Aktar, 2012:56). Batı Anadolu’da Rumlar,
gerek sinai gerekse ticari işleri tekellerine almışlar; Doğu vilayetlerinde ve
Çukurova’da ise Ermeniler, en zengin tarım arazilerine sahip olmakla birlikte ticaretle de
uğraşıyorlardı (Keyder, 2013a:68).
çıkan
“genç Türkiye savaşın acı izleri ve
geçmişteki deneyimler nedeniyle, azınlıkları, “yabancı” ve “Batılıların
işbirlikçisi” olarak görüyordu” (2005). Yıldız’a göre de, “cumhuriyetle birlikte iki topluluk hukuk
önünde eşit olmakla birlikte, gayrimüslimler geniş toplumdan kendilerini izole
etmiş, cemaat hayatına dayalı bir örgütlenme tarzını devam ettirmeleri de
Türkleştirme politikalarının sebeplerinden birini teşkil etmiştir” (2013:277).
Bu nedenle genç Cumhuriyet’in kurucuları, ticaret ve sanayiyi millileştirip bir
milli burjuvazi yaratmak istedi. Aslında 1908’de kurulan rejimle “milli
iktisat” kurma döneminin temelleri atılmıştı. Keyder’in vuguladığı gibi, doğuş
halindeki Rum ve Ermeni burjuvazisine, yabancı çıkarlara fazla bağlı olduğu
için, güvenmediklerinden Yahudi ve Müslüman kökenli daha az komprador bir
burjuvaziyi teşvik etmeye başlamışlardı (2013a:65).
1.3.1.
Milli İktisat Politikaları, Varlık Vergisi ve Gayrimüslim Azınlıkların Birikim Alanından Dışlanması
Ulus devletin kuruluşunda siyasi elitin özellikle
ekonomiye yönelik aldığı siyasi önlemler, Türk etnik kimliğinin cumhuriyetin
taşıyıcı unsuru olduğunu belirgin biçimde ortaya
koymaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında arda arda kabul edilen, iktisadi ve
toplumsal hayatı düzenleyen kanunların hepsinde yer alan asgari şartlardan biri
Türk olmak’tı.105
Cumhuriyet’in ilanından sekiz ay önce toplanan İzmir İktisat Kongresi, düzenin
artık değişeceğinin bir işareti idi (Bali, 2005: 206). 1923’te gayrimüslim
tüccarlar İstanbul Ticaret Odası’ndan tasfiye edilmişti. İstanbul’daki yabancı
firmalar, yabancı sermayeli bankalar ve müesseseler gayrimüslim çalışanlarının yerine
Müslüman eleman almaları
için Türk hükümeti tarafından sıkıştırılmaya
başlanmıştı (Güven, 2012:110).
Bali’nin belirttiği gibi, sadece Kasım 1922-Mart 1923
arasında, İstanbul’un ekonomisinde önemli yer tutan 110 Rum ve 21 Ermeni
firması kapanmıştı. Ekonominin Türkleştirilmesine yönelik bu uygulamaların bir
diğeri de Türk mallarının tüketilmesine dönük kampanyalardı. Aralık 1925’te tüm firmalarda çalışan
memurlara yerli malı kıyafet
105Kadıoğlu’na
göre, Türkiye’de vatandaşlık meselesinin temelinde Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlığına sahip, gayrimüslim ve Türk kimliği dışındakilerin dillendirdiği
eşitsizler yatmaktadır. Bu eşitsizliğin esas nedeni de, vatandaşlığın son
kertede ulusal kimlik/milliyet kavramı ile ilişkilendirilmesinde yatmaktadır.
Kadıoğlu, Türk ulusal kimliğinin “ötekileri”ni sıralarken, ilk sırada
gayrimüslim toplumları, yani Hıristiyan ve Musevi grupları, sayıyor
(2012a:32-39). Yıldız ve Aktar, dini ve tarihi nitelikteki yapısal sebeplerden
dolayı özellikle Ermeni ve Rum azınlığa dönük Türkleştirme politikalarının
dışlayıcı bir nitelik kazandığını ve bu grupları Kemalizmin “ötekileri” içine
taşıdığının altını çiziyorlar (2013:273; 1996a:4).
giyme zorunluluğu getirilmişti. Yerli malı kullanmaya yönelik devlet propagandasının izlerine gazete ilanlarında da rastlamak mümkündü: “Her işte ve
heryerde Türk malı kullan! Türk mağazalarından alışveriş et! Türkçe konuşmayana
cevap verme! Türkiye’de herkesten fazla hakkın olduğunu unutma” (2005:224). Tüm
bu kanunlarda yer alan “Türk” olmak şartı, dar
bir çerçevede, “Müslüman olmak” şeklinde anlaşıldı ve uygulandı.
Ekonomide açıkça izlenen bu milliyetçi çizgi, sanayi ve bürokrasinin
Türkleştirilmesini öngörüyordu (Aktar, 2012:58).106
1926’da çıkartılan ve 1 Ocak 1927’de yürürlüğe giren,
805 sayılı kanun ile iktisadi müesseselerde mecburi Türkçe kullanımı şart
kılındı107 (Aktar, 2012:117). Bu yaptırım bir yerde, Türkçeye vakıf
olmayan gayrimüslimlerin işlerine son verilmesi anlamını taşıyordu.108
Gayrimüslimlerin işlerine son verilmesi kitlesel bir hal arz etti (Bali,
2005:209). Yine 1926 yılında, sözlü talimat ile, yabancı şirketler,
personellerinin %75’nin Müslüman-Türk olması için baskıya uğradı (Aktar,
2012:114). Devlet Demir Yolları İşletmesi’nin tüm gayrimüslim personeli işten
çıkartıldı. “Avukatlık Kanunu” uyarınca, 1924 yılında 460 avukatın “iyi
ahlaklı” olmadığı için çalışma izni iptal edildi. “İyi ahlak”tan kasıt İstanbul
işgal altında iken işgal kuvvetleriyle işbirliğinde bulunmamış olmaktı (Güven,
2012:111).109 Türk bandıralı gemilerde artık sadece Müslüman Türkler
çalıştıralacağı bildirildi. Mahkemeler sadece Türkleri istihdam edip,
gayrimüslimleri kabul etmemeye başladı. Belediye yetkilileri işlerin sadece Türklere
verilmesine gayret ettiler. Bütün bunlara hiçbir yasal dayanak olmamasına
rağmen, fiiliyatta Türk ve yabancı uyruklu gayrimüslimler yerine Türklerin
ikame edilmeleri kararı uygulandı (Bali, 2005:214-216).
106 İleriki
bölümde üzerinde durulacağı gibi, 1964 yılında Yunan uyrukluların Türkiye’den
sınırdışı edilme sürecini hızlandıran faktörlerden biri de 2007 sayılı ve 1932 tarihli
“Türkiye’de Türk vatandaşlarına tahsis edilen sanat
ve hizmetler hakkında kanun”dur. 1932’de emek piyasasını Türkleştirmek amacıyla
çıkartılmış 2007 sayılı kanuna göre yaklaşık 20 meslek yabancılara men
edilmişti. Bali’ye göre, bu uygulama cumhuriyetin kuruluş yıllarında topluma ve
siyasi elite hakim olan ksenofobyanın bir tezahürüydü. Maksat, ticaret
hayatından yabancı uyrukluları tasfiye edip onları Türk (tercihen Müslüman)
uyruklular ile ikame etmekti. Dolayısıyla Bali bu uygulamayı, Türk uyruklu
gayrimüslimleri Türkleştirme siyasetinin bir merhalesi olarak kabul etmenin
doğru olmadığını belirtiyor (2014b:144). Macar ise bu kanunun Yunan uyruklu
Rumlardan kurtulmak amacıyla kabul edilen bir uygulama
olduğunu ve “Türkleştirme politikalarının önemli bir parçası olduğunu” belirtiyor (2014:24).
Bu kanunla kapıcılıktan şoförlüğe pek çok meslek yasa üzerinde vatandaş olarak
Türklere, ancak pratikte soyu sadece Türk olanlara tahsis edilmekteydi. İşsiz
kalan çoğu meslek sahibi, esnaf ve zanaatkar olan Rum İstanbul’dan göç etmek
zorunda kalmıştı (Aktar, 2012:120, Çağaptay, 2003:604-608).
107 Bu kanunun
gayrimüslim vatandaşlara uygulanmasıyla, Lozan Antlaşması’nın 39.maddesi ihlal
edilmiş oluyordu.
108 Türk tüccarlara ait müesseselerde çalışan
azınlıkların işine son verilmedi. Sadece
gayrimüslim tüccarlara,
yabancı sermayeli şirketlere veya yabancı uyruklu
tüccarlara ait firmalarda çalışan azınlıkların işine son verildi (Bali,
2005:216).
109 Bu
sayı, Yahudi avukatların %57’sine, Rum avukatların ise üçte birine
tekabül etmekteydi (A.e.).
1924 Anayasa’sının 92. Maddesi olan devlet memuru olma
hakkını “siyasi hakları olan her
Türk” kullanabilecekti. 1926 yılında, 788 sayılı Memurin kanunu ile memuriyete giriş koşullarına vatandaşlıktan hiç söz
etmeyip, Türk olmak şartı konuldu. Bu
kanun 1965’te çıkartılan 657 sayılı kanunla yürürlükten kalkacak, devlet memuru
olmak için Türk vatandaşı olma şartı aranmaya başlanacaktı (Aktar, 1996a:11,
Çağaptay, 2003:603, Yıldız, 2013:282). Ticaret bakanlığı İstatistik Şubesi’nin
tüm sigorta şirketi temsilciliklerine yolladığı anket formunun ikinci
bölümünde, şirketlerde çalışan işçi ve memurların maaş kategorilerine göre
ayrıntılı dökümleri Müslüman Türkler, gayrimüslim Türkler, yabancılar
başlıkları altında istendi (Aktar, 2012:116, Çağaptay, 2003:603-4). 1927
tarihinde kabul edilen 1149 sayılı Sigortacılığın ve Sigorta Şirketlerinin
Teftiş ve Murakebesi Hakkında Kanun’unun 23. Maddesinde, yabancı sigorta
şirketlerinde görev yapan müdür ve genel vekiller hariç “bilumum memurin ve
müstahdenin Türklerden olması şartı” koşuldu (Bali, 2005: 228). 24 Ocak 1927
tarihinde Eczaneler ve Eczacılar Hakkında Kanun kabul edildi. Azınlıkların eczane açamamaları, muhtemelen kanunun 1.
Maddesinde yer alan ve eczane açabilmenin asgari şartları içinde yer alan “Tıp
Fakültesi Eczacı Mektebinden diplomalı olmak ve Türk bulunmak” şartından ileri
geliyordu (A.e., s.219).
16.05.1929’da çıkartılan 1447 s. Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları
Kanunu’na göre ise borsa acentası kurucusu çalışanlarının Türk vatandaşı değil,
Türk olması gerekmekteydi (Oran,
2010:148). 1936 Haziran’ında kabul edilen Cemiyetler Kanunu ile de etnik ve
dini azınlıkları temsil eden cemiyet ve dernek kurulması yasaklandı (Çağaptay,
2003:604).
Bali’nin de altını çizdiği gibi, ulus devletin inşasında
ekonomi ve çalışma yaşamını Türkleştirme sürecinde toplumdaki hakim beklenti,
Ermeni’lerin 1915 tehciri ile yaşanan büyük nüfus kaybı ve Rum’ların mübadele
ile Türkiye’den ayrılmalarından sonra ticaret alanında doğan bu boşluğun
Türkler tarafından doldurulacağı idi. Bali, beklenenin aksine, doğan bu boşluğu Yahudilerin doldurmasıyla, toplumda büyük bir öfkeye
dönüşecek bir hayal kırıklığı yaşandığını belirtmektedir
(2005:205). Levi’ye göre de, halk tarafından Yahudiler, savaşlarda hiç zarar
görmemiş, Ermenilerin ve Rumların iktisadi miraslarına konmuş bir grup olarak
görülüyordu (2010:32). Cumhuriyetin erken yıllarında gayrimüslim cemaatler
arasında Yahudiler lehine işleyen
bu el değiştirme, Varlık Vergisi
uygulamasıyla birlikte Yahudileri de içine alacak biçimde genişleyerek ekonominin
Türkleştirilmesi süreci devam edecektir.
Varlık Vergisi, Lozan sonrası gayrimüslimlerin
iktisadi alandaki etkinliklerini azaltan Türkleştirme politikalarının sonuncusu
olarak kabul edilir (Bali, 2005: 424). 11 Kasım 1942’de TBMM’de görüşülerek
kabul edilen 4305 sayılı Varlık Vergisi Kanunu Türk tüccarların azınlık
tüccarların yerlerini almalarını tercih ve teşvik eden bir yasadır (A.e.).110 Yumul’a göre,
verginin amacı, gayrimilli olarak algılanan gayrimüslimleri ekonomik hayattan
silmekti (2006:102). Aktar’a göre ise, Varlık Vergisi sadece iktisadi değil;
siyasi ve kültürel açılardan da önemli bir uygulamadır (2012:135-215). 1931’de
CHP artık ekonomiyi devlet politikacılığı olarak benimsediğini ilan etmişti; ve
Savaş, ekonomik hayatın her alanına devlet müdahalesini getirmekteydi. Bu
müdahaleler 27 Ocak 1940 tarihli Milli Korunma Kanunu ile meşru kılınmıştı.
Hükümet önceleri fiyatları kontrol altında tutarak enflasyonla mücadele etmeye
çalışmışsa da, karaborsayı önleyememişti. Fiyat denetimden vazgeçilmiş olsa da
1930’ların ikinci yarısına dek yükselen GSMH düşüşe geçmişti. Karaborsa
ortamından istifade eden büyük
çiftçiler, tüccarlar ve devlet ihaleleri ile ruhsat işlerini yürüten memurlar
önemli karlar sağlıyorlardı. 30’lu yıllarda hala ithalat ağırlıklı olarak
gayrimüslimlerin elinde olduğu için onlar da büyük getiriler elde etmişlerdi
(Ökte, 1951:34, Aktoprak, 2010:31). Savaş
yıllarında yaşanan mal kıtlığı karaborsadan elde edilen spekülatif kazançlar,
bir kısmı gayrimüslim olan tüccarların hızla zenginleşmesine neden olmaktaydı
(Bali, 2005:427-439) Karaborsa işinde olan tüccarların daha çok gayrimüslümler olduğuna dair yaygın
bir karalama kampanyası 1942
yaz ayları boyunca devam etmiş ve özellikle azınlık karşıtı karikatürlerde
Yahudiler karaborsacı olarak gösterilmişti (Aktar, 2012:145-150, Bali,
2005:436).111
110 Bali’ye
göre, iktisadi Türkleştirme süreci Tek Parti döneminde geçerliydi. Bali, bu
siyasetin, 1946 sonrası aynen devam ettiğini ileri sürmenin mümkün olmadığını,
azınlıkları Türkleştirmek isteyen bir siyasi iradenin mevcut olmadığını
belirtiyor (2014b:165).
111 1941’de
Türkiye ve Almanya arasında imzalanan Dostluk
ve Saldırmazlık Anlaşması’nın ardından Almanya
ile
ilişkiler gelişmişti. Bu dönemde Türkiye’yi siyasi etkisi altına almaya çalışan
faşist propaganda aygıtının metodlarını incelediğimizde, ilk gözümüze çarpan
kitle iletişim araçları, özellikle basındır. Türkiye’de Fransızca yayımlanan
“Beyoğlu” ve “İstanbul”, Türkçe yayımlanan “Yeni Dünya”, Goebbels bakanlığınca
Fransızca, İngilizce, Almanca ve Türkçe yayımlanan “Signal” ve Almanca
yayımlanan “Turkische Post” gazeteleri dolaysız kontrol altında idiler. Altı Alman haber bürosu (Deutsches Nachrichtenburo (DNB) ve Transcontinent Press gibi)
Türkiye’ye çalışıyordu. Her gün çıkardıkları 4 adet günlük bülteni İstanbul ve
Ankara gazetelerine gönderiyorlardı (1950’li yıllarda bile Türkiye’deki okuma
yazma bilmeyenlerin oranı %80 civarında idi ve iletişim kanalları yaygın
değildi). Taşra gazetelerine ise bültenler telefon ve telegraf kanalıyla
iletiliyordu. Naziler Türkiye’de mevcut Alman yanlısı basın organlarını
güçlendirmek için yoğun propaganda faaliyetlerine girişmişlerdi (Glasneck,
1966, Erişim:2015). Alman propagandası Türkiye’deki Ermenileri de Yahudiler aleyhine tahrik etmeye çalışmıştı (Bali,
2005:430-431). Naziler, Türkiye üzerinde Alman nüfuzu oluşturabilmek için ciddi
politikalar oluşturarak bir takım
faaliyetler yürütmüşlerdi. Bu yöntemlerden biri, bilgilendirme gezisi adı
altında Türk gazetecileri Almanya’ya davet etmekti. 1935 yılında bir grup Türk
gazetecinin Almanya’ya davet edilerek Hitler tarafından kabul edilmesi,
Türkiye’ye yönelik Alman propaganda faaliyetinin başlangıcıydı (http://www.kenandabirkuyu.com/2014/03/ii-dunya-savasinda-savasan-ulkelerin.html).
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türk basınının kağıt ihtiyacı büyük ölçüde
Almanlar tarafından karşılanıyordu, bu kağıtlar da Türk basınının Batılı
devletlerin siyasetini eleştiren kesimine aktarılıyorlardı (Bali, 2005:432).
Alman radyo sanayi, Türkiye’deki pazarda tekel konumunda olduğundan, Türkiye’ye gönderilen radyo cihazları propagandanın
Basındaki gayrimüslimlere karşı karalama kampanyaları
devam ederken, 12 Eylül 1942’de defterdarlıklara gönderilen bir genelgeyle
savaş zamanında olağanüstü kazanç sağlayanların belgelenmesi ve azınlıkların
ayrı bir cetvelde gösterilmesi talep edilmiş ve dört kategori hazırlanmıştır.
Buna göre, M Müslümanları, G Gayrimüslimler kategorisi Yahudi, Ermeni, Rumları,
D dönmeleri, E ise ecnebileri temsil etmekteydi (Ökte, 1951:47, Aktar, 2012:
144).
Gayrimüslimlerin cemaat temsilcileri Başbakan Saraçoğlu’nu Ankara’da ziyaret
ederek, vergiden vazgeçilmesini, kendi aralarında devletin ihtiyacı olan
miktarı toplayabileceklerini iletmelerine karşın, Saraçoğlu, devletin modern
bir devlet olduğunu belirterek, Osmanlı millet
sistemi’nin işleyişini anımsatan bu öneriyi reddetmiştir (Aktar, 2012:146).
Yumul’a göre ise Saraçoğlu’nun tepkisi, Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlı’nın
yönetim anlayışından kesin çizgilerle ayırmak çabası olarak yorumlansa da,
verginin uygulanışı Osmanlı yöntemlerini andırmakta, Müslüman/gayrimüslim
arasındaki hiyerarşinin modern Türkiye Cumhuriyeti’nde geçerli olduğunu
göstermektedir (2006:103).
Kanun çıktıktan hemen sonra İstanbul ili dahilinde üç
ayrı komisyon kurulmuştur. Vergi miktarını belirleyecek bu komisyon üyeleri
çoğunluk olarak CHP üyesi Müslüman-
gelişmesine
katkı sağlıyordu. O dönemler Fransızca “La Republique” adlı gazeteyi de çıkaran
Cumhuriyet ve “Tasviri Efkar” gazeteleri Alman dostu olarak anılıyordu. Türk
basınının verdiği haberler 1942’den itibaren Başbakanlık Basın Dairesine
bağlanmış olan “Anadolu Ajansı” kaynaklıydı. Bu ajansın haber kaynaklarına ise
Alman Haber Ajansı %20–25 ile katılırken, Reuter Ajansı haberlerin %50’den
fazlasını sağlıyordu. ABD’nin savaşa katıldığını açıklamasından hemen sonra ise
“United Press” ajansının etkileri artmaya başlamıştı. Türkiye Başbakanı Saydam,
4 Mayıs 1942 tarihinde yayınladığı genelge ile, Anadolu Ajansı’nda çalışan
Yahudi kökenlilerin –toplam 26 kişi– hemen ertesi gün işlerine son verildi
(Glasneck, 1966). Bu dönemde Nazilerin yürüttüğü propagandaya yönelik diğer bir
dikkat çekici olay Türkiye'deki Alman kuruluşlarında çalışan Yahudileri
işlerinden uzaklaştırarak yerine Türklerin veya Hitler sempatizanlarının
yerleştirileceğine ilişkin 20.02.1934 tarihli Dahiliye Vekaletinden İstanbul ve
Ankara valiliğine gönderilen yazıdır. Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gönderilen
diğer bir yazı da Alman mektebinde okuyan Yahudi çocuklarının bu okullarda
okutulmaması doğrultusunda okul ücretlerinin bir misli artırılarak parayı
veremeyenlerin ayrı bir dershanede okutulması ve yine Yahudi mallarının boykot
edilerek Yahudi iş yerlerine girilmemesi yönünde idi. Bu bağlamda İzmir'de Alman Nazi teşkilatı mensuplarının
Yahudilerden hiçbir surette alışveriş yapmaması konusunda aldıkları bir karara
ilişkin olarak Temmuz 1939'da Hariciye Vekaletine bilgi veriliyordu. Konuyla
ilgili son yazışma ise Türkiye'de bulunan Alman vatandaşı kişilere verilecek
evraklarda Yahudi olanların Yahudiliklerini tayini için isimlerinin yanına
erkeklerde "İzrail veya Yakup" kadınlarda ise "Sara-Rebeka"
kelimesinin ekleneceği haberi uzerine Alman Yahudilerinin toplu halde Türk
vatandaşlığına kabul için Ankara'ya
müracaat edeceklerine ilişkindi (Yılmaz, 2007:693-705). Bunların yanı sıra,
Alman hükümeti kendileri açısından
gelecek vaad eden Türk öğrencilere Almanya’da yüksek öğrenim görmeleri için
burs vermeye başlamışlardı. Bu
gelişmede Alman malî sermayesin
önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle Deutsche Bank çok yoğun bir şekilde
Türkiye’deki Alman profesörlerin durumu ile ilgilenmişti. Türkiye’deki Nazi
propaganda faaliyetlerine destek amaçlı Nazi yandaşları antisemit eserleri
Türkçe’ye çevirip yayımlıyorlardı (Glasneck, 1966). “Kavgam” 1940,
“Protokoller” 1943, “Beynelmilel Yahudi” 1943 yıllarında yayınlanmıştır (Rıfat
N. Bali, “2. Dünya Savaşı Yıllarında Nazilerin Türk Basınını Etkileme
Çabaları”, (Çevrimiçi) http://www.rifatbali.com/images/stories/dokumanlar/naziler_ve_turk_basini.pdf,
01.03.2016). Cumhuriyet dönemindeki anti-Semitizm hakkında detaylı bilgi için
Bkz. Bali, 2014b: 305-387).
Türklerden oluşuyordu. Vergi
oranlarının belirlenmesinde belli
bir ölçek konulmamıştı. Mülki memurlar kendi kanaatlerine göre mükelleflere vergi
takdir ediyorlardı (Levi, 2010:142). Kanunun 12. Maddesi verginin 15 gün içinde
ödenmesini hükme bağlıyordu. Kanunda belirtilen süreler içinde vergisini
ödeyemeyen mükelleflerin önce malları hacz ediliyor, daha sonra da vergileri
tahsilatlandırmak için eşyaların satışına başlanıyordu. Vergisini bir ay içinde ödeyemeyen mükelleflerin bedenen
çalışmaları ve vergilerini çalışarak ödemeleri amacıyla çalışma yerlerine
yollanmalarına başlanmıştı. 27 Ocak 1943’de 32 kişilik ilk kafile Aşkale’ye
doğru yola çıkarılmıştır. İstanbul defterdarı Faik Ökte’nin anılarına göre, tüm
ülke çapında kamplara alınan 2507 kişiden, hepsi İstanbullu olan 1229 kişi
Aşkale ve Sivrihisar’a yollanmış, diğerleri ise Sirkeci’de bekleme süresince
vergilerini ödedikleri için serbest bırakılmışlardır (1951:158)112.
Türkiye’de ticaret burjuvazisinin en yoğun olduğu kent
olması nedeniyle Varlık Vegisi esasen
İstanbul merkezlidir.113 II. Dünya Savaşı’nın olağanüstü
koşullarında elde edilmiş spekülatif kazançları vergilendirmek ve piyasada
tedavülde olan para miktarını azaltmak hedeflenmektedir (Aktar, 2012:141).
Varlık Vergisinin %70’i İstanbullu mükelleflerden tahsil edilmiştir.
Gayrimüslim mükelleflerin toplam
mükellefler içindeki oranı ise %87 dir (A.e.,
s.154)114. Varlık vergisini ödemek için gayrimenkul satanların
%39’nu Yahudiler, %29’nu Ermeniler, %12’ni Rumlar oluşturmaktaydı (Levi,
2010:143). Bu dönemde en fazla vergi
ödeyen iki kişiden biri Yahudi diğeriyse Sabetaycı kökenli idi (Baer, 2010).
Gayrimüslimlerin satışa çıkan mallarının %67’si Müslüman Türkler, %15,3’ü Kamu
İktisadi Teşekkülleri, Milli bankalar, Milli Sigorta Şirketleri, İstanbul Belediyesi
ve %14,7 oranında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından alınmıştır (Aktar,
2012:154). Bu rakamlar birikimin, Müslüman Türklerin lehine zora dayanarak el
değiştirdiğinin bir göstergesidir.
Varlık Vergisi uygulaması, cumhuriyetin ilk
yıllarından itibaren uygulanan Türkleştirme politikalarına uyum sağlamaya çalışan
gayrimüslimler açısından umutların
ve
112 Gönderilenler,
İran-Trabzon transit yolunda kar temizlemiş, Erzurum-Sivas yolunda toprak kazıp
taş kırmışlardır. Aşkale’de 21 kişi olumsuz koşullara dayanamayarak yaşamını
yitirmiştir (Aktar, 2012:150-151, Güven, 2012:144).
113 Aktar’ın belirttiği gibi, şehrin etnik ve dini yapısındaki Osmanlı döneminden kalma çeşitlilik ve Cumhuriyet
yönetiminin ilk yıllarından itibaren
ülkenin diğer yörelerinde bulunan
gayrimüslim azınlıkların İstanbul’a göç etmeye zorlanması kenti azınlık karşıtı politikalar
açısından hassas bir noktaya taşımıştı (1996a:11).
114 Varlık Vergisi uygulaması sırasında
Müslüman kökenli olan emekçilere yönelik vergi matrahları
hükümetin
kararıyla bu parayı ödeyemeyecekleri gerekçesiyle kaldırılırken, gayrimüslim emekçilerden, sayıları 2300
civarındadır, bu para alınmıştır (Akar, 2015).
güvenlerin yıkıldığı bir dönüm noktası olmuştur. Dolayısıyla, topluma
entegrasyonlarını olumsuz yönde etkilemiştir. Varlık Vergisi 15 Mayıs 1944’te
4530 sayılı kanunla hukuken ortadan kaldırılmıştır. Verginin kaldırılmasına
kadar geçen sürede 315 milyon TL tahsil edilmiş, bu tutarın 280 milyon TL’si
gayrimüslimler tarafından ödenmiştir (Ökte, 1951:88- 196). (1943-1944) arasında Türkiye’den Filistin’e 4.000 Yahudi vatandaşın göç etmesi ve
5.000 kadarının da hükümete göç
talebiyle başvuruda bulunması Varlık Vergisi’nin yarattığı travmanın etkisini
göstermektedir (Benbassa, Rodrigue, 2010:383). Varlık Vergisi’nden sonra Tek
Parti döneminin gayrimüslim büyük iş adamları artık piyadan silinmişti115.
Gayrimüslim azınlıklar ne yaparlarsa yapsınlar yarım vatandaşlık, misafirlik, yabancılık’tan kurtulamayacaklarını
anlamışlardı (Aktar, 1996a).116 Gayrimüslimler Varlık Vergisi’nden
sonra ev satın almak yerine kirada oturmayı tercih etmeye başlamışlar,
ticaretten imalat alanına kaymayı tercih etmişlerdir. 1948 yılında İsrail’in
kurulmasıyla 30.000 kişilik Yahudi grubu iki yıl içinde İsrail’e göç etmiştir.
(1927-1955) yılları arasındaki nüfus sayımları dini gruplar açısından
karşılaştırılmalı olarak incelendiğinde (DİE, 1959 İstatistik Yıllığı) 1955 yılı itibariyle Türkiye, nüfusun %99’u
Türk ve Müslüman bir ülke haline gelmişti ve gayrimüslim azınlıklar sahneden fiili olarak silinmişlerdi.
1.3.2.
Ulusun İnşasında
Toplumsal Hayatı Türkleştirme Siyaseti ve Gayrimüslim Azınlıkların Dil ve Eğitim Haklarındaki Kısıtlamalar
Türkiye’nin bir ulus devlet olarak inşasında ulusu temsil
edecek kimliğin Türk olması, çok dinli ve çok etnili bir toplumsal yapıda
radikal bir dönüşümü beraberinde getirmektedir. Bu kapsamda gayrimüslim
azınlıkları Türkleştirme siyaseti, uluslaşma ve ulus-devlet yaratma sürecinin
bir parçasıydı. Bali’ye göre Türkleştirme siyaseti, “azınlıkların ana dillerini, ülkülerini117 ve kültürlerini
Türk dili, Türk ülküsü ve Türk kültürü ile ikame etmelerini, Türk kültürü
içinde erimelerini, kamusal alanda sadece Türk kimliğiyle temsil edilmelerini,
Musa veya İsa dininden birer Türk yurttaşı olarak yeniden doğmalarını talep
eden, karşılığında da İslam dinine mensup yurttaşlarla her alanda eşit kabul edileceklerini taahhüt eden, böylece
o
115Bali’ye
göre, azınlıklar, Cumhuriyet rejimi altında Osmanlı İmparatorluğu yıllarında
faydalandıkları ticari imtiyazların tazminatını da ödemek zorunda kaldılar. Bu
tazminat da, Cumhuriyet döneminde gayrimüslimlerin, gayri resmi olarak,
Türkiye’nin siyasi hayatında ve kamu yönetiminde aktif bir şekilde yer
alamamalarıydı (2005:478).
116 Varlık Vergisi’ni yaşayanların dilinden anlatan
bir sözlü tarih
derlemesi için Bkz.: Bali, 2012.
117 Yahudiler için Siyonizm, Rumlar
için Helenizm ve Ermeniler için Ermeni ülkücülüğü.
ana kadar “Zımmi” konumunda olan
azınlıkları yurttaş konumuna terfi ettiren bir toplumsal sözleşmeydi”
(2014b:30). Aktar’a göre de Türkleştirme politikalarından kasıt, “sokakta konuşulan dilden okullarda
öğretilecek tarihe, eğitimden sanayi hayatına, ticaretten devlet personel
rejimine, özel hukuktan vatandaşların belli yörelerde iskan edilmelerine kadar
toplumsal hayatın her boyutunda, Türk etnik kimliğinin her düzeyde ve tavizsiz
bir biçimde egemenliğini ve ağırlığını koymasıdır” (2012:111). Aktar, bu
politikalarla, Türk ulusal topluluğuna bağlılığın kriterini Türk etnik grubuna
dahiliyet şeklinde belirlendiğini, tüm milliyetçi düşünce sistemlerinde var
olan “biz “ ve “onlar” ayrımının işin sonunda Müslüman olan herkesi Türklük
kategorisi altında toplandığını, bunun dışında kalan gayrimüslimlerin de
“diğer” kategorisine dahil olduğunu yazmaktadır (2006:279). Koraltürk’e göre
ise, “Türkleştirme politikalarının
temeli, kültürel plandaki farklılıkların da bir grubun tasfiyesi ile birlikte
ortadan kaldırılması ve Müslüman Türk unsurun egemenliği altında yeknesak,
homojen ve etnik-dini bakımdan birbirine benzer bireylerden oluşan bir toplum
yaratılmasıdır” (2011:15).
Toplumsal hayatın Türkleştirilmesi sadece gayrimüslim azınlıkları değil Türk olmayan Müslümanları da doğrudan
etkilemektedir. Gündelik hayatın Türkleştirilmesi için dil önemli bir araç
olarak görülmekte ve 1932 yılında Türk Dil Kurumu kurulmaktadır. Arap alfabesi
Latin alfabesi ile değiştirilmiş, tüm Arapça ve Farsça kelimeler dilden çıkarılmış ve ezan dahil bütün ibadet metinleri ve dualar
Türkçe okunmaya başlanmıştır (Güven, 2012:113). 1928 yılında, Hukuk Fakültesi
öğrencilerinin başını çektiği Vatandaş,
Türkçe Konuş! kampanyası118
gündelik hayatı Türkleştirme siyasetinin bir parçası idi (Bali, 2014b: 143).
Kampanyanın hedefi gayrimüslimlerin ve Türk olmayan Müslümanların dillerini
dışlamaktı.119 Valilere iletilen gizli bir talimat vasıtasıyla, ‘Türkçe’ye sahip çıkarak, yabancı bir lehçe
konuşan Türklerin Türk toplumuna dahil edilmesi’ görevi verilmişti (A.e., s.114). Yahudilerin Türkçe
konuşmamaları konusunda basında sürekli eleştiri yazıları yer alıyordu (Bali,
2005:270). 1935’de Başbakan İnönü, “Bundan
sonra susmayacağız. Bizimle beraber yaşayan bütün vatandaşlar artık Türkçe
konuşacaklar” diyerek vatandaş Türkçe
konuş! kampanyasını yeniden canlandıracaktır.120 Bu cümledeki ‘biz’ ile azınlıkların misafir olarak
118 Bkz.: Aslan 2007:243-72.
119
Türkçe’yi Yahudi cemaatinde yaymak için Yahudi aydınları büyük çaba harcamış
ve bu amaçla çeşitli
dernekler kurmuşlardır; Bkz.: Bali, 2005:269, 292.
120 1937 yılında bu kampanya
tekrar canlanmıştır. Musevi
cemaati başkanı Marsel
Franko’nun bu konu
hakkında yaptığı açıklamada, Türk Yahudi topluluğu
olarak ulusal topluluğa
katılmaya hazır olduklarını belirtmiş fakat “yarım
vatandaşlık, misafirlik ve Medeni Kanun Türklüğü” olarak isimlendirdiği ayrımcı
görüldüğü açıktı ve ulusal kimliğin dil üzerinden birliği yapılıyor iken
bile bu dilsel birlik çağrısının özünde ayrımcı bir zihniyet olduğu uygulamada
ortaya çıkıyordu. Çünkü Türkçe konuşmayan gayrimüslimler dilsel birlik
çağrısına uysalar bile, din farklılığından dolayı dışlanmaya devam ediyorlardı
(Aktoprak, 2010:18).121
Diğer yandan gayrimüslim azınlıkların yaşadığı
mahallelerde ve diğer alanlarda Türkçe olmayan sokak adlarının
Türkçeleştirilmesi Valilikler eliyle gerçekleşirken, mağaza tabelaları gibi
kamusal alanda görünür olan yabancı isimler de bu baskı altında bir otokontrol
sistemi olarak sahipleri tarafından Türkçe isimlerle değiştirilmekteydi. Bu
dönemde gayrimüslim azınlıklara ait spor klüplerinin adları da
Türkleştirilmiştir. Bu uygulamalar aynı zamanda, isimlerin Türkçeleştirilmesine
yönelik yasalarla da ivme kazanmıştı. 1934 yılında çıkarılan Soyadı Kanunu ile,
başka ırklar ya da uluslar ile bağlantılı olan soyadlarının alınması yasaklanmıştı.
Milletvekillerinden birinin kanuna karşı çıkması üzerine dönemin İçişleri
Bakanı Şükrü Kaya, bu kanunlarla alınan önlemlerin milli bütünlüğün sağlanmasındaki önemine vurgu yapmış ve
asimilasyonun önemini vurgulamıştı (Yıldız, 2013:237).
Ulus devletin inşasının, modern seküler ve homojen bir
toplum ile mümkün olacağına inanan Cumhuriyetin siyasi eliti için toplumunun
sekülerleşmesi ve homojenleşmesinde eğitimin büyük bir önemi vardı. Birinci
Türk Tarih kongresinde tartışılan Türk
Tarih Tezi’ne göre, Anadolu’nun ilk sakinleri olan Türkler, yüksek Orta
Asya uygarlığını tüm kıtalara yaymışlardı. “Anadolu ezelden beri Türk yurdudur”
savı merkezi iktidarın azınlıklara bakışını temellendiren köşe taşlarından bir
diğeriydi (Aktoprak, 2010:25, Çağaptay, 2003:601). Bu tezin toplum nezdinde
etkili biçimde yaygınlaşması için, önemli olan şey tebaayı iyi birer Türk
vatandaşına dönüştürmekti (Üstel, 2011b).122 Bu bağlamda azınlık
okullarının da yetki alanını daraltmak gerekiyordu.
politikalardan şikayet
etmiştir (Aktar, 2012:130-131).
121Azınlıklara karşı Türkleştirme politikalarının uygulandığı günlerde İstanbul’da işlenen “Elza Niyego cinayeti”
Türk-Yahudi ilişkilerinde büyük bir gerginlik yaratmıştı. Konu hakkında detaylı
bilgi için Bkz.: Bali, 2005:109, Levi, 2010:75.
122 30’lardan itibaren
dönemin tarih kitaplarında yeni kuşaklar özellikle
Kurtuluş Savaşı döneminde
düşmanla
işbirliğine
giden gayrimüslimlere karşı uyarılırken, dönemin asimilasyoncu politikasına
uygun bir şekilde Kürtlerden veya Alevilerden bahsedilmemektedir (Copeaux,
2013:32).
3 Mart 1924’te
çıkartılan Tevhid-i Tedrisat
kanunu ile tüm yabancıların ve azınlıkların
okulları Milli Eğitim Bakanlığı denetimine alındı. Bakanlık, 20 Mayıs 1923’te,
azınlık okullarındaki tarih, coğrafya ve Türkçe derslerine Türk kökenli
öğretmenlerin girmesini zorunlu kıldı (Kaplan,
1999:54-60). Yabancı vatandaş
olan müdür ve öğretmenler azledildi.123 Başbakan İsmet
İnönü’nün, 5 Mayıs 1925 tarihinde Muallimler Birliği’nde yaptığı konuşma, bu
eğitim politikasını açık bir şekilde ortaya koyuyordu: “….. bu yekpare milliyet içinde yabancı harslar hep erimelidir. Bu
milliyet kütlesi içinde ayrı medeniyetler olamaz…. Bu vatan işte tek olan bu
milletin ve bu milliyetindir...’’ (Bali, 2005:187). 1927 yılında getirilen
diğer bir düzenlemeyle, yabancı ve azınlık okullarındaki öğretmenlerin
anadilinin Türkçe olması şartı getiriliyor, dil sınavında başarılı olmayan
öğretmenlerin işine son veriliyordu.124 1935’te Türkçenin tek eğitim dili olmasına karar
verildi (Güven, 2012:116). Bu durum azınlık okullarında okuyan öğrenci
sayısının düşmesine sebep oldu. 1914 yılında sadece Rum okullarında yaklaşık
300.000 öğrenci varken, 1928 yılında tüm azınlık okullarındaki öğrenci sayısı
17.329’a düşmüştü (Bali, 2005:193).125 I. Dünya Savaşı’ndan Lozan Antlaşması’na
kadar olan sürede Ermeni ve Rumların zorunlu
göçü ve savaş yıllarındaki kayıplar
bu düşüşün temel nedenini
oluşturmakla birlikte Türkleştirme politiklarının da etkisi ile sayı daha da
düşmüştür. Öğrencisini kaybeden birçok okul, maddi imkansızlıkların da
eklenmesiyle kapanmak zorunda kalmıştır.126 Türk devleti, bu
okullara Lozan Antlaşması gereği vermesi gereken finans desteğini sağlamadığı
için, bu durum cemaatlerin üzerinde ağır bir maddi yük yaratmıştı (Bali,
2005:187).
Cumhuriyetin erken yıllarında ulus devletin
inşasındaki eğitim politikalarında gayrimüslim azınlıklara yönelik kısıtlamalar
daha sonraki yıllarda da çeşitli politik ataklar şeklinde devam etmiştir. 1961
Anayasasının taşıdığı pek çok demokratik unsura karşın gayrimüslim azınlıkların
hakları açısından aynı iddiada bulunmak zordur. 1962 yılında, (1963-64)
eğitim yılında, azınlık okullarının müdür yardımcılarının Türk olması kararı alındı
123 Levi, bu
durumun en çok Yahudi okullarını sarstığını çünkü Alliance okullarında birden çok
Fransız vatandaşının görevlendirildiğini belirtiyor (2010:38).
124 1926 yılında Maarif
Vekaleti tarafından, Türk öğretmenlerin Maarif
Vekaleti tarafından atanacağı,
Türklerden
ve milli duygulara haiz kişiler arasından seçileceği, kayıt işlemlerinin Türkçe
yapılacağı belirtildi (Bali, 2005:191).
125 Bali’nin sunduğu
verilere göre: 1927 yılında 82.000
nüfuslu Yahudi cemaatinde 5.949 çocuk cemaat
ilkokullarına
gidiyordu ve 23 okul mevcuttu; 1945 yılında 77.000 kişilik nüfusta 2.623 çocuk
cemaat okullarına gidiyordu ve ilkokul sayısı üçe inmişti. 1945 yılında Ermeni
cemaatine ait okulların sayısı 19 idi (2005:402).
126 Bu politika
kapsamında ayrıca Azınlık
okulları çeşitli cezalara
da çarptırılmışlardır. Örneğin
Zapyon Lise
binasında,
okulun kurucusunun ulusal Helen kostümüyle heykelinin bulunmasından dolayı,
teftiş memurlarının durumu Ankaraya
bildirmesi sonucunda okul, (1925-1926) eğitim döneminde kapatılma cezası
almıştır (Alexandris, 1992:134).
ve Rum okulları müfettişler tarafından sıkı denetime alındı. Ayrıca aynı
dönemde Rum Vakıflarının merkezi heyetlerinin lav edilmesine karar
verilmiş, Kurtuluş’ta Rum okulunun ve Rum Yetimhanesinin tamiratına izin
verilmemişti.127
1.3.3.
Ulusun İnşasında
Gayrimüslim Azınlıkların Mekansal ve Siyasi Haklarında
Kısıtlamalar
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus devlet olarak
inşasında ekonominin ve toplumsal yaşamın Türkleştirilmesi siyaseti,
gayrimüslim azınlıkların iktisadi ve toplumsal yaşamdan dışlanmaları ile
sınırlı kalmamıştır. Lozan’da kabul edilen bazı hak ve özgürlükleri kullanma
konusunda da engellerle karşılaşmışlardır. Bu engeller mekansal ve siyasal
düzenlemeler yoluyla dolaylı olarak gerçekleşmiştir.
1.3.3.1.
1927-İmroz ve Bozcaada’ya Yönelik
Yasal Düzenleme
Gayrimüslimlerin mekansal tasfiyesine yönelik olarak
1927’de çıkartılan 1151 Sayılı Yasa ile İmroz ve Bozcaada’nın millileştirilmesi
kampanyası ile adaların büyük çoğunluğunu oluşturan Rumlar dolaylı yoldan göçe
zorlanmıştır (Aktoprak, 2010:18). Lozan’ın 14.
maddesi ile nüfuslarının neredeyse tamamını Rumların oluşturduğu İmroz
ve Bozcaada’ya teritoryal bir özerklik verilmekteydi. Ayrıca bu iki ada halkı
da “etabli” kabul edilerek mübadele dışında tutulmuşlardı. 1927’de yapılan
Türkiye nüfus sayımına göre, İmroz’un (Bozcaada) nüfusu yalnızca Rum
Ortodokslardan oluşuyordu ve 6.762 idi. Çok daha küçük olan Tenedos’un
(Gökçeada) ise, büyük çoğunluğu etabli statüsünde, 1.631 sakini vardı
(Alexandris, 2007:190). Ancak 1927’den itibaren uygulanan politikalar ve çıkartılan
yasalarla doğrudan olmasa da dolaylı olarak adaların halkı göçe zorlanmıştır.
1927’de İmroz ve Bozcaada kazalarının mahalli idareleri hakkında yayınlanan
kanunun 14. maddesi ile 1923’den itibaren fiilen uygulanmakta olan Türkçe
tedrisat da resmileştirilmiştir.128
12730-31 Ekim
2014 tarihlerinde Bilgi Üniversitesi’nde “1964
Sürgünü: Türk toplumunun homojenleşmesinde dönüm noktası” başlıklı
uluslararası konferansta Yorgos Katsanos tarafından sunulan “Yasaklı meslekler
hakkındaki kanun ve 1964 yılında bu kanunun Türkiye’de uygulama biçimleri”
başlıklı yayınlanmamış tebliğ.
128Kıbrıs krizinin tekrar Türkiye kamuoyunu
meşgul etmeye başladığı
1964 yılında İmroz ve Bozcaada
Milli
Güvenlik
Kurulu’nun (MGK) gündemine alındı. 1964’de Jandarma er eğitim taburu için
istimlak gerçekleşti, bu alan 1965’de genişletildi. Bu süreçte basın yine
devreye girmişti. İmroz’da BM’in Kıbrısla ilgili bir kararından sonra Rumların
“yaşasın Makarios” diye sevinç gösterisi yaptıkları iddia edilmekteydi. Sık sık
Batı Trakya’daki baskıya değiniliyor, Türkiye’nin kozları hatırlatılıyordu. 6
Rum ilkokulu ve merkez ortaokulu kapatıldı, Rum ortaokulu 1966 yılında Gökçeada
yetiştirme yurduna çevrildi. 1964’den itibaren diğer Rum vatandaşlar gibi İmroz ve Bozcaada’daki Rumlar da Türk-Yunan ilişkilerinin seyrine göre şekillenen bir azınlık söyleminin
1.3.3.2. 1934-Trakya Olayları129 ve Yahudilerin Trakya’dan İstanbul’a Göçü
1934’de Trakya’da Yahudilere yönelik olarak
gerçekleşen olaylar, iç ve dış dinamiklerin kesişmesi sonucunda Türkiye
Cumhuriyeti tarihinde Yahudi vatandaşlara yönelik gerçekleşmiş ilk antisemit
saldırıdır. 1930’lar dışarda Almanya’nın etkisiyle antisemitizmin130
Avrupa’da yayıldığı, içeride de, Türk ulus devletinin ve vatandaşlık kimliğinin
ırka dayalı bir şekilde şekillendiği yıllardır. Ayrıca bu dönemde, Türkiye’nin
İtalya’dan aldığı tehdit de Trakya olaylarının şekillendiricisi olarak öne
çıkmaktadır.
Levi, Cevat Rıfat Atilhan’ın ve Milli İnkılap Dergisi’nin Yahudi düşmanlığını beslediğini
düşünerek, Atilhan’ın 1934 olayları öncesinde halkı tahrik ettiğini
vurgulamaktadır. Atilhan, yazılarında özellikle Trakya bölgesindeki Yahudilerin
ekonomik hayattaki etkinliğinden bahsedip, finans entrikalarıyla gayrimeşru
kazançlar sağladıklarını, Türk işçilerin ekmekleriyle oynandığını ve Türk zanaatkarların önünün
kesildiğine dair
öznesi
olacaklardı. Bu politika günümüzde sadece Gökçeada’da 200 kadar yaşlı bir
nüfusun kalmasına yol açmıştır. Adanın İmroz olan ismi 1970’te resmen Gökçeada
olarak değiştirildi (Yasa No.5442 ve karar 8479/29.7.1970) (Elçin, Maçar,
Yorgos Katsanos, “1964 Sürgünü: Türk
toplumunun homojenleşmesinde dönüm noktası” başlıklı uluslararası
konferansda sunulan “İmroz’dan Gökçeada’ya Giderken: 1964’de Ne Oldu?” başlıklı
yayınlanmamaış tebliğ, İstanbul Bilgi Üniversitesi, 30-31 Ekim 2014.) 1964’de
kapatılan Özel Gökçeada Rum ilkokulu Eylül 2013 tarihinde 4 öğrencisiyle tekrar
açılmıştır. Radikal, “Gökçeada Rum ilkokulunda ilk zil sesi”, http://www.radikal.com.tr/turkiye/gokceada_rum_okulunda_ilk_zil_sesi-1150912,
Radikal, 15.09.2013, (Çevrimiçi) 22.11.2014.
129Kimi akademik çalışmalarda 1934 Trakya’da gerçekleşen
hadiseleri tanımlamak için “olay” sözcüğü yerine “pogrom” tabiri
kullanılmaktadır. Örnek olarak Benlisoy, “Ellili Yıllar Türkiye’sinin Tarihi:
Azınlıkların Tarihi” adlı makalesinde “pogrom” tabirini neden kullandığını şu
şekilde açıklamıştır: “Pogrom, Rusya’da 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın
başlarında Yahudilere karşı devlet destekli kitle isyanlarıydı. Zamanla terim,
Yahudi karşıtlığından daha genel bağlamda belli bir gruba yönelik bu tür
saldırıları, kitlesel “linç” vakalarını tanımlar oldu. Literatürdeki genel
eğilimin aksine bu yazıda, 6-7 Eylül için, hiçbir siyasal iması olmayan, fail
ya da mağdura referans vermeyen olaylar ya da hadiseler gibi nötr bir tabir
değil, yukarıdaki anlamıyla pogrom demek tercih edildi.” (2015:360). Bu metinde
görüşmecilerin kolektif ve bireysel belleklerindeki olayları, tecrübeleri nasıl algıladıkları ve anlamlandırdıkları ön
planda tutulduğu için görüşmecilerin 1934 Trakya’yı tanımlamak için kullandığı “olaylar” tabiri kullanılmıştır.
130Antisemitizm
kelimesini ilk defa 1879'da Alman gazeteci Wilhelm Marr Yahudilere ve
Yahudilerle özdeşleştirilen liberal, Avrupalı ve uluslararası siyasi
düşüncelere yönelik nefreti tanımlamak için kullanır. Bu kelime modern ve
milliyetçilikle ittifak halinde olan Yahudi karşıtlığını tanımlar. Ancak özel
olarak Yahudilere yöneltilen nefret modern çağlardan çok eskiye dayanır.
Antisemitizmin en yaygın örnekleri arasında pogromlar (yöneticiler tarafından
cesaretlendirilen ve Yahudileri hedef alan yerel halk ayaklanmaları) gelir.
Pogramlar çoğunlukla Yahudilere yönelik suçlayıcı efsaneler bahane ederek
organize edilirdi. 19. Yüzyılda yabancı düşmanı
"völkisch" akımı Yahudiliği Almanlığa yabancı bir durum olarak
tanımladı. 1919'da kurulan ve Adolf Hitler tarafından yönetilen Nazi partisi
ırkçı teorilere siyasi bir ifade alanı verdi. Almanya'dan Yahudilerin sürülmesi
çağrısında bulunan Hitler'in Kavgam kitabı
milyonlarca sattı. 1933'te Naziler iktidara geldiğinde Yahudi karşıtı boykotlar
ve kitap yakmalar düzenledi, antisemit kanunları yürürlüğe koydu. 1938'de
"Kristal Gecesi"nde Naziler Almanya
ve Avusturya'da sinagogları ve Yahudilere ait mağazaları yıkıp
yağmaladı. Bu olay bir yıkım dönemine geçildiğinin
habercisiydi. İkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde soykırım Nazi antisemitizminin tek amacı haline geldi, Antisemtizim, (Çevrimiçi) http://www.holokostlayuzlesmek.com/tr/glossary-index/12.05.2016).
antisemit yayınlar yapıyordu131 (Levi, 2010:105-114). Levi’nin
ayrıca belirttiği üzere, Balkan Savaşları, Edirne’nin işgali, Birinci Dünya
Savaşı sonrasında bölgedeki Yunan hakimiyeti bölgedeki Trakya halkını huzursuz
edecek, yabancılara ve azınlıklara karşı düşmanlık duygularının oluşmasına yol
açacaktı (1996:10-17).132 Bali, bölgede yükselen Yahudi
karşıtlığında Nihal Atsız’ın önemli bir etkisi olduğunu, Orhun dergisindeki yazılarıyla olayları
hızlandırdığını, halkı tahrik ve teşvik ettiğini düşünmektedir (2013b:421).
Bali, olayları meydana getiren diğer ana faktörlerin de altını şu şekilde çizmektedir:
Genelkurmay Başkanlığı’nın Güvenilmez
Unsurlar’ı Trakya’dan uzaklaştırma kararı133; Milli Türk Talebe
Birliği (MTTB) ve Halk Evleri’nin Rolü134; Muhacirleri Trakya’da
iskan etme siyaseti135; Trakya Umumi Müfettişi İbrahim Tali’nin Rolü136;
Yahudilerin Türkleşmeleri meselesi. Yahudilerin güvenlik kaygısıyla bölgeden uzaklaştırılmalarıyla hem Genelkurmay
131 30 Ocak
1923’de imzalanan Mübadele Sözleşmesi’nin ardından Trakya’daki Türk uyruklu Rum
Ortodoksların varlığı sıfırlanacaktı. 1915 yılındaki Ermeni tehcirinden sonra
da bölgede nerdeyse hiç Ermeni kalmamıştı. Böylece ticaret hayatında Rum ve
Ermenilerden boşalan yerler Yahudiler tarafından doldurulacaktı. Bu beklenmedik
gelişme ve Yahudilerin tefecilik işini de ellerine almaları bölge halkında
derin bir hoşnutsuzluk yaratmıştı (Bali, 2013b:64). Cumhuriyet’in kurucu
elitleri tarafından Lozan Antlaşması’nda 42.Maddeden ilk feragat eden, Milli
Mücadeleyi benimseyen Türk Yahudi Cemaati, Rum ve Ermeni cemaatlerine emsal
teşkil edecekti. Cumhuriyet’in ilk on yılında
gayrimüslimlere uygulanan Türkleştirme politikalarından diğer iki cemaat
kadar Yahudi cemaati de etkilenmişti. Özellikle dil konusunda Yahudi cemaatinin
özel bir durumu vardı. Sefarad kökenliler için Ladino ana dildi. Buna ilaveten AIU’de
Fransızca öğretiliyordu. Cumhuriyetin kurucu kadrosu içinse Yahudilerin ana
dili İbranice idi. Bu nedenle Türk Yahudileri “1492 yılında kovuldukları
İspanya’nın dilini konuşarak “büyük nankörlük” yaptıklarına dair sürekli eleştirileceklerdi.
Yahudi esnafın iktisadi alandaki üstünlüğü ve Yahudilerin kamusal alanda Türkçe
konuşmamaları, Türkler ile Yahudiler arasındaki gerginliği “alttan alta”
besliyordu (Bali, 2013b:41).
132Aktar, Toplum
ve Tarih’teki “Trakya
Yahudi Olaylarını “Doğru”
Yorumlamak” başlıklı makalesinde, Levi’ye meseleyi sadece Almanya’daki gelişmeler bağlamında ele
aldığı yönünde eleştiri yöneltmektedir. Aktar ayrıca, Milli İnkılap Dergisi’nin bütün bu olayların ortaya çıkmasında
hızlandırıcı etkisinin olduğunu varsaymanın çok zor olduğunu da dile
getirmektedir (1996b: 303-305).
133Olayların başlamasına sebep olan bir diğer önemli sebepte Türkiye ile Bulgaristan ve İtalya arasında
savaş
çıkma
ihtimali üzerine Trakya’nın askeri öneminin artmasıydı. 1935 yılının Temmuz
ayında hükümet Kırklareli ve çevresini askeri mıntıka ilan etti; bu bölgede
sadece Müslümanlar ikamet edebilecek, Türk uyruklu gayrimüslimler ve yabancı
uyruklular özel izin ve jandarma refaketinde bölgeye girebileceklerdi. Tek
Parti döneminde gayrimüslimlerin Türkiye Cumhuriyeti’ne sadakatlerine kuşku ile
bakıldığı göz önünde bulundurulursa, Trakya’nın askeri açıdan öneminin
artmasının bölgede yaşayan gayrimüslim Türkler ile yabancı uyrukluların Türk
Silahlı Kuvvetleri ve hükümet tarafından “düşman hesabına casusluk yapmaya
meyilli unsurlar” olarak görüldükleri de kolaylıkla anlaşılabilir (Bali,
2013b:422-23).
134Olaylardan dört ay önce Yahudilere karşı eylemlerde bulunan
NSDAP’nın paramiliter örgütü
Hitler Jugend’in
(Hitler
Gençliği) ikinci başkanı M. Karl Nabesberg İstanbul’u ziyaret etmişti. Halk
Evleri gençliğinin nasıl kışkırtılıp olaylara iştirak etmelerinin sağlandığı
meçhuldur (Bali, 2013b: 428).
135Dahiliye Vekaleti’nin talimatnamesine göre, “Türk ırkına mensup olupta Müslüman
olanlar muhacir kabul
edilirler”.
Bu iskan siyaseti çerçevesinde 1934 yılında Bulgaristan ve Romanya’dan gelen
muhacirlerin bir kısmı Çorlu, Hayrabolu ve Trakya’da yeni kurulan köylere
yerleştirileceklerdi (Bali, 2013b:429).
136 Bali’ye göre Trakya’da bir “Yahudi meselesi”
mevcuttu: Yahudiler Trakya’nın iktisadi hayatına hakimdiler;
Türkçe
konuşmaya, Türk kültürünü benimsemeye niyetleri yoktu; Bulgaristan hesabına
casusluk yapmaya meyilliydiler (2013b:432). Trakya olayları üzerine bir
çalışması olan Karabatak’ göre: “...Buna göre, İbrahim Tali Bey, Trakya’daki
iskan düzenlemelerinden birinci derecede sorumluydu. Rastlantıya bakınız ki,
İskan Kanunu’nun çıkmasından sadece iki ay önce Trakya’da
bir Umumi Müfettişlik kuruluyor, sonra da Kanun’un
47.Maddesi ile nakil işleri
Umumi müfettişlerin sorumluluğuna bırakılıyor” demektedir (1996:70).
Başkanlığı’nın arzusu yerine getirilecek, hem de Trakya’daki Yahudi meselesi Müslüman Türk halkı lehine çözümlenecekti. Bu da,
Yahudilere ait gayrimenkullerin ve ticarethanelerin değerlerinin çok altında
meblağlara el değiştirmesi ve bölge ekonomisinde Müslüman Türk unsurun hakim
duruma gelmesi demekti (A.e.,
s.437).137
Aktar da, Levi ve Toprak (1996:10-17, 1996: 19-25)
gibi, olayların hayat bulmasında, ortamın elverişliliğinin altını çiziyor. İki
savaş arası Avrupa siyasetinde esen faşist Nazi rüzgarları Türk siyasetini etkilemiş
ve böylece bölgede
Yahudi düşmanlığı ile sonuçlanan bazı siyasal hareketler ortaya çıkmıştı
(2012:72). Aktar’ın özellikle altını çizdiği nokta, 1934 Trakya olaylarını
ancak Türk-İtalyan ilişkilerindeki gerginlik kapsamında ele alındığında doğru
bir değerlendirme yapılabileceğidir. 1934 yılı itibariyle Türkiye’nin dış
ilişkileri bakımından en gergin olduğu ülke İtalya’ydı. Bulgar sınırından bir
saldırı bekleyen hükümet açısından Trakya en stratejik bölgeydi. Trakya’nın
Yahudi’lerden temizlenmesi işte bu
konjüktürde gündeme gelmişti (A.e.,
s.86-87). Aktar ayrıca, Toprak’ın hükümetin bu işten sorumlu tutulamayacağını,
Ankara yönetiminin herşeyden habersiz olduğunu, olayların sanki mahalli ve
münferit olaylar olduğunu belirtmesini, olayların kronolojik dizilişine
bakıldığında bile pek mümkün olmadığını belirtmektedir. Aktar’a göre, Tek Parti iktidarında parti yönetimi ile
devlet yönetimi arasında bu kadar büyük mesafelerin bulunacağını varsaymak çok
zordur (A.e., s.304).
1934’ün Haziran ayında Yahudiler önce Türkçe
konuşmaları için zorlanmış, ardından mallarına ambargo konulmuş, sonunda
korkutma, sindirme, dövme ve ırza tecavüz yoluyla göçe zorlama hareketi
başlamıştır. Yahudilerin diliyle La Vaka (olay,
vak’a), Barunda (gürültü, karışıklık,
kıyamet) veya La Furtuna (fırtına)
yaklaşık bir hafta sürmüştür. 28 Haziran-4 Temmuz 1934 tarihleri arasında,
Çanakkale, Kırklareli, Babaeski, Lüleburgaz, Edirne ve Uzunköprü’de gerçekleşen
saldırılarda güvenlik güçleri gerekli önlemleri almamıştır (Bali,
2013b). Olaylar bittikten sonra, İçişleri Bakanı
Şükrü Kaya, Jandarma
Genel Kumandanı ve İçişleri Bakanlığı Genel Müdürü ile Trakya’ya gitmiş
ve örfi idare ilan edilmiştir. Soruşturma sonunda,
Kırklareli Emniyet Müdürü
görevden alınmıştır.138 Olayların
137 Bali’ye göre, 1934 Trakya Olayları’nı, sadece bir “Türkleştirme harekatı” olarak izah edilmeycek kadar karmaşık ve çok sebeplidir. Bu konu
hakkındaki detaylı analizi için Bkz.: Bali, 2014b:144-145.
138 Olayların ardından yaşanan gelişmeler, resmi makamların beyanatları, Yahudi cemaat liderlerinin tavrı,
olayların Yahudi toplumu
üzerindeki etkisi, Trakya
ekonomisindeki değişim hakkında
detaylı bilgi için Bkz.:
Bali, 2013b:323-393.
ardından Cumhuriyet Halk Fırkası’nın
hazırladığı bir rapora göre Trakya’da yaşayan 13 bin Yahudi’den üç bini İstanbul’a göçmüş, pek çok kişi mal ve
mülklerini kaybetmiştir.139
1.3.3.3. İkinci Dünya Savaşında “Güvenilmez Unsurlar’’ ve 20 Kur’a
Askerlik Uygulaması
II. Dünya Savaşı yıllarında, gayrimüslim azınlıklara
yönelik uygulanan bir diğer politika da Kasım 1939’da yapılan bir düzenlemeyle,
Hıristiyan ve Yahudi azınlıkların askerlik hizmetleri sırasında silah eğitimi
almalarının yasaklanmasıydı. Almanya’nın Balkanlar’a saldırması ve 1941
Nisan’ın sonunda Bulgaristan, Yugoslavya ve Yunanistan’ın işgal edilmiş olması,
Türkiye’nin de İkinci Dünya Savaşı’na girmesi olasılığını doğurmuştu (Güven,
2012:133-4). 1941 yılı Mayıs ayının ilk iki haftasında, İstanbul ve Trakya’daki
25-45 yaş arası gayrimüslim erkeklerin tümü, önceden haber verilmeksizin
caddelerde, işyerlerinde, okullarda yapılan kimlik kontrollerinin ardından
Davutpaşa Kışlası’na sevk edilmişlerdi. Anadolu’daki gayrimüslim erkekler, 1941
yazında kamplarda toplandılar (Bali, 1998a:11-17). Toplanan gayrimüslimler
çoğunlukla yol, bina ve havaalanı yapımı gibi işlerde çalıştırıldılar.
Hükümetin ve ordunun niyeti, Yunanistan Nazi Kuvvetlerince işgal edilmiş ve
savaş giderek Türkiye topraklarına yakınlaşmışken, toplumun güvenilmez
öğelerini kamplarda izole ederek güvenliği sağlamaktı. Türkiye
Yahudileri, Yirmi Kur’a gayrimüslimin silah altına alınıp terhis
edilmelerinden ve akabinde Varlık Vergisi Kanunu’nun uygulanmasından sonra
kitlesel imha veya tehcir gibi daha büyük felaketlerin olabileceğini düşünmeye
başlamışlardı. Bu dönemde, İstanbul’da Balat ve Sütlüce’de fırınlar kurulduğuna
dair söylentiler Yahudiler arasında yayılmıştı (Bali, 1999:3). Gayrimüslim
askerler yaklaşık bir yıl yedek güç olarak orduya hizmet ettikten sonra 1942
yılında terhis edilmiştir (Bali, 1998a:4-18). Yahudilerin arka arkaya gelen
Trakya Olayları, 20 Kur’a Askerlik ve Varlık Vergisi uygulamalarının ardından
1942’den itibaren yurtdışına göçü artacaktır.140
139 Tez
çalışması kapsamında 2008 yılında yaptığı saha çalışmasında Çanakkale’li
Yahudilerin ağzından Trakya Olayları’nı anlatan yazı dizisi için Bkz. Işıl
Demirel, “Tanıklarının Ağzından Çanakkale’de Trakya Olayları”, Avlaremoz, 20 Haziran 2016, (Çevrimiçi)
http://www.avlaremoz.com/2016/06/20/taniklarinin-agzindan-
canakkalede-trakya-olaylari-isil-demirel/, 09.08.2016.
140(1948-1951)
arası göç eden 34.547 kişiye ek olarak 1951’den 2001’e kadar yaklaşık 27.473
Yahudi, Türkiye’den İsrail’e göç etmiş ve İsrail’in kuruluşundan günümüze
2000’lere kadar toplam göçmen sayısını 62.020’e çıkarmıştır. Büyük dalgadan
sonra gelişen göç sayısal olarak daha azdır, fakat belli dönemsel artışlardan söz etmek mümkündür.
1952-1960’ta 6.871, 1961-1964’te 4.793, 1965-1971’de 9.280, 1972-1979’da 3.118,
1980-1989’da 2.088, 1990-2000’de 1.215 ve 2001’de 108 göçmen İsrail’e
yerleşmiştir. Göç rakamlarında gözlemlenen dönemsel artışlar
Toktaş’a göre Türkiye’deki politik ve ekonomik
krizlerle ilgilidir (Göç Etmeniyle
Etnik ve Dini Kimliklerde Yaşanan
Etkileşimler Türkiye’den İsrail’e
Yahudilerin Göçü”, (Çevrimiçi)
1.4.
II. Dünya Savaşı Sonrası
Uluslararası Belgelerde Azınlık Hakları ve Türkiye’de Çok Partili Döneme Geçişte Gayrimüslim Azınlıklar
Gayrimüslimlerin I. Dünya Savaşı’nın ardından Lozan
Barış Antlaşması ile Uluslarası hukuk çerçevesinde kabul edilen azınlık
statüsüne bağlı azınlık haklarının kullanımı, ulus devletin inşası sürecinde çoğu kez kesintiye uğramış ya da kullanılamamıştır. Ulus devletin II. Dünya Savaşı yıllarında Avrupa’da
yükselen ırkçı eğilimlerle de beslenen, etnik olarak homojen bir millet/toplum
yaratma hedefi azınlıklara yönelik bir dizi hak ihlali ve baskıyı birlikte
getirmişti. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin tek parti rejimi ve savaş
yıllarının sıkı maliye politikaları altında giderek otoriterleşmiş, köylünün
desteğini iyice kaybetmiş, işçi ve işverenin hükümete güveni zedelenmişti. 1945
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile büyük toprak sahipleri de hükümetten iyice
uzaklaşmıştı. Toplumsal desteği kaybettiği bu dönemde, Batı’nın da Türkiye’nin
demokratikleşmesi yönünde baskısı artıyordu (Aktoprak, 2010:36). Türkiye
Cumhuriyeti II. Dünya Savaşı sonrasında şekillenen iki kutuplu (Sosyalist Doğu
Bloku ve Kapitalist/Liberal Batı) dünyada Liberal blokta yer almak istiyordu.
Bu nedenle CHP çok partili
demokrasiye izin vermiş, Birleşmiş Milletler (BM)’e üye olunmuş ve İnsan
Hakları Beyannamesi’i imzalanmıştır (Bali, 2013a:235).
Diğer yandan azınlıklara ilişkin uluslararası insan
hakları hukuku içinde evrensel nitelikte ve hukuki bağlayıcılığa sahip ilk
düzenleme de ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında
yapılabilmiştir. Azınlıklar ilk olarak Milletler Cemiyeti (MC) döneminde
uluslararası örgüt denetiminin ve güvencesinin altına alınmışlardır.141
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan MC, aralarında birçok Orta ve Doğu
Avrupa ülkesi ile Türkiye’nin de bulunduğu devletlerle imzalanan ikili
antlaşmalara dayalı bir azınlık hakları rejimi kurmuştu (Kurban, 2006:288).
Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalanan bu barış antlaşmaları, MC güvencesi
ile azınlık sorunlarına uluslararası hukuk boyutu sağlamıştır. Birinci Dünya
Savaşı sonunda azınlıkların korunması, sınırların yeniden çizilmesine bağlı
olarak, Avrupa’da genel bir sorun olarak benimsenmiştir (Çavuşoğlu, 2001:21).
Bu dönemde yapılan barış antlaşmaları ve özel azınlık
antlaşmalarının, azınlıkların çoğunluktan farklı
https://www.academia.edu/5028536/Göç_Etmeniyle_Etnik_ve_Dini_Kimliklerde_Yaşanan_Etkileşimler_Türkiy
e_den_İsrail_e_Yahudilerin_Göçü_The_Interaction_between_Ethnic_and_Religious_Identities_in_a_Migration
_Situation_The_Jewish_Migration_from_Turkey_to_Israel_, 29.08.2015a).
141 Bu konudaki güncel
bir tartışma için Bkz.: Akgönül,
2015b:358-375.
kimlik özelliklerini sürdürmelerine yönelik kuralları
kapsadığı görülmektedir (Arsava, 1993:1-17).
Bu şartlar altında Türkiye’de Temmuz 1945’te çok
partili dönem başlamış ve 1946’da Demokrat Parti (DP) kurulmuştur. II. Dünya
Savaşı sonrasında uluslararası hukukta azınlıklara yönelik yapılan düzenlemeler
ve Türkiye’de çok partili sisteme geçişle birlikte Türk hükümetinin azınlık
politikalarının da liberalleşeceği bekleniyordu. Bu yeni siyasi dönemde,
azınlıklara yönelik belirli ayrımcı uygulamalar önemli ölçüde azaltılmış
(Güven, 2012:147),142 CHP, 1954’te Rum cemaatinden iki, Ermeni ve
Yahudi cemaatlerinden de birer kişiyi, bağımsız milletvekili olarak meclise
taşımıştır.143 Meclis toplantılarında gayrimüslim vekiller
tarafından Varlık Vergisi gibi azınlık karşıtı uygulamalar meclis kürsüsünde
açık bir şekilde eleştirilmekteydi (Benlisoy, 2015:373). Yeni politik rejimin
açtığı demokratikleşme yolları, geçmişte yaşanan olumsuzlukların eleştiri
konusu yapılabilmesini mümkün kılmıştı. Ancak diğer taraftan, dışarıya karşı
azınlık politikasında daha liberal bir tutum izlenmekle beraber, bu gruplara
yönelik ayrımcılıklar resmi olmayan talimatlar üzerinden sürdürülmeye devam
etmiştir.144
1.4.1. Demokrat Parti Dönemi Gayrimüslim Azınlıklar: Kıbrıs Sorunu ve 6-7 Eylül ile İstanbullu Rumların “koz-rehine” olması
CHP’nin II. Dünya Savaşı boyunca sürdürdüğü otoriter
ve baskıcı rejimine, gayrimüslim azınlıklara karşı yürüttüğü ayrımcılık
politikalarına karşı yükselen tek muhalif ses olması nedeniyle, gayrimüslimler
çok partili dönemin ilk seçiminde DP’yi desteklemişlerdir. DP’nin vaat ettiği
hürriyet, insan haklarına saygı ve liberal ekonomi politikasının, ülkedeki
azınlıklara karşı tutunulan tavrı da olumlu yönde etkileyeceğini umuyorlardı.
Ayrımcı siyasetin yerini hürriyet ve eşitlik ortamına bırakması bekleniyordu
(Bali, 2013a:235). DP’nin 1950 yılındaki seçim zaferine kadar, Celal Bayar,
Varlık Vergisi’yle ilgili eleştirilerini ve verginin geri ödenmesiyle ilgili
tartışmaları sürdürmüştü.145
142 Örneğin, 1946’dan itibaren,
üniversite mezunu olan gayrimüslimler askerlik hizmetlerini yedek subay olarak
yapabileceklerdi. Hahambaşılık, İçişleri Bakanlığı tarafından resmi bir kurum
olarak tanındı. 1948’de Yahudi okullarında, Yahudi din ve tarihi eğitimi
verilebiliyordu (A.e.).
143 Cumhuriyet döneminde azınlık
milletvekilleri hakkında Bkz.: Bali, 2013a:275-285; 2009c:60-4.
144 Türk Hava Yolları’nın verdiği bir iş ilanında, başvuru için
gerekli koşullardan biri de, Müslüman olmaktı (Bali, 2009b:59).
145 Vakit gazetesi yazarlarından birinin söylediği üzere,
DP’nin kurucu üyeleri
olan Adnan Menderes,
Emin
DP’nin iktidara geldiği ilk yıllarda gayrimüslimlerle
arasında ılımlı bir hava hüküm sürüyordu.146 Bu nedenle 1950 ve 1954
seçimlerinde neredeyse tüm gayrimüslimler DP’ye
oy vermişlerdi. 1950 ve 1954 seçimlerinde dört gayrimüslim DP milletvekili
olarak Meclis’e girmişti. DP iktidarının başlangıç yıllarında, basında
gayrimüslimlere yönelik neredeyse hiçbir
karalama kampanyası yer almıyordu.147 1950 seçimlerinde
İstanbul’daki gayrimüslimlerin kitlesel olarak DP’yi desteklemesi seçimlerde
DP’yi iktidara taşıyan etkenlerin başında gelmektedir.
Bu ılımlı havaya rağmen, DP’nin özellikle gayrimüslim
cemaatlerin faaliyetlerine yönelik tutumunun, CHP çizgisinden pek
farklılaşmadığı zamanla ortaya çıkmıştır (Güven, 2012:159). 1953 yazından itibaren
DP hükümeti gayrimüslimlerle işbirliğine son verdi.148 DP, Varlık Vergisi’ni
“geri ödeyeceğine” dair sözünü de tutmadı. Aktoprak’ın vurguladığı gibi,
1950’li yıllar aynı zamanda, artan bir dini toleransa sahne olmuştu. Dinsel
muhafazakarlık CHP döneminin baskıcı ve devletçi rejimine karşı bir muhalefet
biçimi olarak yükselmişti. Artık cumhuriyetin modern ve laik çevresine karşı,
İslam ve geleneğin temsil ettiği çevre DP iktidarıyla birlikte siyasi yükselişe
geçmişti. Bir süre sonra, kentlerde işsizlik ve sınıflar arasındaki uçurum
artarken gayrimüslimler tekrar hedef haline geleceklerdi. Cumhuriyetin
ekonomiyi millileştirme hedefinin ötekisi olan gayrimüslimler, bu seferde
muhafazakâr “milliyetçiliğin ötekisi” olacaklardı (2010:36).
Demokrat Parti iktidarının ikinci döneminde giderek
artan bu yeni muhafazakarlık, gayrimüslimlerin liberal ekonomi politikaları ile
yeniden ekonomik birikim alanına girmeleri ve Tek Parti iktidarında
kaybettikleri ekonomik güçlerini yeniden tesis etmeleri karşısında Kıbrıs Sorununu
öne sürerek bu ekonomik gücü kırmak istemektedir. Bu nedenle bu dönemde
Sazak,
Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Yusuf Kemal Tengirşenk, 1942 yılında verginin
konması yönünde olumlu oy kullanmışlardı (Bali, 1997:47-69)
146 Dilek Güven’e göre 1950’li yılların başında Türkiye ve
Yunanistan’ın NATO ve Balkan Paktı’ndaki işbirliği, Türk hükümetinin Rum
azınlığa verdiği tavizlerin nedeni olarak görülebilir (2012:156).
147 Benlisoy gayrimüslim azınlıkların, özellikle İstanbullu
Rumların siyasi konjonktür karşısındaki hassas konumlarını 1947 yılından
itibaren Türk-Yunan ilişkilerinin SSCB karşısında aynı ittifak grubu içinde yer
almasına bağlanarak açıklanabileceğini belirtir. İki ülke arasındaki bu
yakınlaşma iki ülkedeki Rum ve Müslüman/Türk nüfusuna olumlu olarak yansımıştır
(2015:361). Bu olumlu tablo 1955 Kıbrıs krizinden itibaren tersine dönmüştür.
148 Hükümetin ayrımcı politikalarının devamı olarak şunlar örnek
gösterilebilir: gönüllü olarak Türk ordusuna katılmak isteyenlerin Türk ırkına
mensup olması gerektiği gazete ilanı aracılığıyla duyuruluyordu. Gayrimüslim
yedek subaylar stratejik öneme sahip pozisyonlardan uzak tutuluyordu.
Subayların yabancılar ve gayrimüslimlerle evlenmesi yasaktı (Güven,
2012:160-161).
azınlıklara
yönelik olumsuz politikalardan en çok etkilenen azınlık grubu İstanbul’daki Rum
cemaati olacaktır.
İstanbullu Rumların 1950’lerden itibaren kaderini
Türk-Yunan ilişkileri, özellikle de Kıbrıs meselesi belirleyecektir. Bu
tarihsel bağlamı dikkate almadan DP dönemi ve
sonrasında azınlık karşıtı uygulamaları anlamak mümkün değildir. 1950’li
yıllardan itibaren İstanbullu Rumlar Türk-Yunan ilişkilerinde bir “koz” olarak
kullanılacak, Yunanistan ile yaşanan her bir gerginlikte İstanbullu Rumlar
“rehine” olarak ortaya konulacaklardır. Atatürk ile Venizelos’un inşa etmeyi
başardıkları Türk Yunan barışı 1950’lerin başında Kıbrıs Sorunu ile birlikte
tersine dönmeye başlayacaktır. Kıbrıs Adasında Kıbrıslı Rumların başlattıkları
Britanya’dan bağımsızlaşma ve Yunanistan ile bütünleşme ideali Kıbrıslı Türkler
ve Türkiye için bir tehdit olarak ortaya çıktığında, İstanbullu Rumlar iki ülke
arasında bir “muhasebe” aracı haline getirilecektir. Bu durum, aynı zamanda,
azınlık-devlet ilişkilerinin uluslararası siyasal iklimle ne denli bağlantılı
olarak biçimlendiğini ortaya koymaktadır. Bu
bağlamda 1946 sonrası dönemi niteleyen önemli özelliklerden biri Türkiye'de
yaşayan azınlıkların Türkiye'nin komşularıyla olan ilişkilerindeki
ihtilaflardan (Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde Kıbrıs ihtilafı gibi) veya
Ortadoğu bölgesinde meydana gelen savaş veya siyasi krizlerden
(İsrail-Filistin-Arap ülkeleri sorunu) etkilenmeleri olacaktır.
Bu “koz-rehine” konumunun önemli örneklerinden biri
6-7 Eylül tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşen azınlıklara yönelik saldırıdır.
1955 yılında, özellikle Hürriyet gazetesinde,
azınlıklara karşı bir kışkırtma kampanyası başlatılacaktır. Yunanistan ve
Kıbrıs Cumhuriyeti arasındaki olası bir birleşme nedeniyle özellikle Rumlar ve
Patrikhane hedef tahtası haline gelmişlerdi. 1955’ten itibaren, Hürriyet, Yeni Sabah ve Tercüman gazetelerinin
başını çektiği bir kampanya başlatılmıştır. Amaç, Patrik’i Kıbrıs sorununa
dahil etmektir (Güven, 2010:164).149 Patrikliğe yüklenen gazeteler,
Fener Rum Patriğinin tüm Ortodoks dünyasını temsil ettiğini
ve onun ekümeniklik (evrensel) sıfatıyla Kıbrıs’ta Makarios’a
149 Bali’nin, Güven’in doktora tezinin Türkçe çevrilmiş halinin
kitap olarak yayınlandığı “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve
Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları” kitabına getirdiği önemli bir
eleştirinin burada altını çizmek, araştırmacılar ve akademisyenler tarafından
“Türkleştirme” kavramının farklı tarihsel zeminler üzerine oturtulmasına dikkat
çekmesi bakımından önem arz etmektedir. Güven kitabında, 6-7 Eylül 1955
Olayları’nı “ekonomik hayatın millileştirilmesi ve etnik homojenleştirme bağlamında”
incelemektedir (2012:207-211).
Bali’nin burada getirdiği eleştiri özetle şöyledir: “6-7 Eylül 1955 olaylarını
izah eden ve yorumlayan kişilerin dikkate
almadıkları en önemli
olgu çok partili
dönemde Türkiye’nin sınır komşuları ile olan
ilişkilerde doğabilecek ihtilaflar ve uluslararası konjonktürdeki olumsuz
gelişmelerin Türk toplumunda ve müesses nizamda yarattığı tepkilerden
azınlıkların çok fazla etkilenmeleridir.” Yani Bali’ye göre, Tek Parti
döneminde geçerli olan siyasetin, 6-7 Eylül’ü örnek göstererek, 1964’den
sonrada aynen devam ettiğini ileri sürmek mümkün değildir (2014b: 164-165).
müdahale edebileceğini, aksi halde sessiz kalmanın Makarios’u onaylamak anlamına geldiğini vurgulamaktadır. Benlisoy’un
çalışmasında belirttiği gibi, Türk gazetelerinin hedeflerinden bir diğeri de İstanbul’daki Rum basınıdır.
Azınlığın “iç düşman” ile eşleştirileceği bir iklimin oluşturulmasında basın
merkezi bir rol üstlenecektir (2000:29).
Basın, öğrenci dernekleri ve sendikalar Kıbrıs
meselesini gündemde tutan ana dinamiklerdir. Bütün bu gelişmeler İstanbul’da,
daha önce 1934 Trakya olaylarında olduğu gibi, gayrimüslim azınlıklara yönelik
bir kışkırtma ile gerçekleşen 6-7 Eylül olayları ile sonuçlanacaktır. Güven’in
doktora tezinde detaylıca incelediği 6-7 Eylül’de, Selanik’te Atatürk’ün evine
yapılan bir saldırı bahane edilerek İstanbul’da iki gün boyunca
gayrimüslimlerin ev ve iş yerlerine saldırılarda bulunulacak ve yağmalama
olayları gerçekleşecektir. 6/7 Eylül 1955 günlerinde yaşanan bu saldırılardan
önce Kıbrıs Türk’tür Derneği kurulmuştu. Türklük bilinci üzerinden halk, yavaş
yavaş Kıbrıs sorununun tarafı haline getirilmeye başlanmıştı. Saldırılar
Beyoğlu’ndan Beykoz, Kadıköy ve Adalar’a kadar uzanmıştır. Olaylar İstanbul
başta olmak üzere İzmir ve Ankara’da organize ve sistematik bir biçimde
gerçekleşmiştir. Pek çok gayrimüslim vatandaş evlerine astıkları Türk
bayrakları sayesinde saldırılardan kurtulurlar. Ancak gece yarısından sonra İstanbul
ve İzmir’de sıkıyönetim ilan edilir. Olayların ardından 87 kişi tutuklanmıştır.
Atatürk’ün evine yerleştirilen ses bombasının Milli İstihbarat Teşkilatı
(MİT)’te görevli olduğu söylenen Batı Trakyalı bir öğrenci tarafından Türk
konsolosluğundaki bir görevliye verildiği ortaya çıkmıştır. Menderes ve Zorlu,
Yassıada Mahkemesi’nde 6/7 Eylül olaylarını planlamaktan suçlu bulunmuşlardır
(2012:103-192).150
DP döneminde yaşanan bu olumsuz olaylar, yarattığı
hayal kırıklığına rağmen gayrimüslim azınlıkların başka bir siyasi partiye
yönelmelerine yol açmayacak, azınlıklar 1980 Askeri darbesine kadar DP ve onun
halefi AP’ye oy vermeye devam edeceklerdir (Bali, 2013a:236).151
Gayrimüslimlerin bu seçmen davranışının arkasındaki sebeplerin başında Tek
Parti döneminde yaşadıkları ayrımcılıkların belleklerde henüz çok taze olması
ve CHP’ye karşı takınılan net bir karşı duruş ve duyulan büyük güvensizlik ile DP’nin “Olay”dan
150 1960 ihtilalinde de DP
milletvekilleri olan Yahudi cemaati mensubu Yusuf Salman ve İsak Altabev bütün
DP siyasi kadrosu gibi tutuklandılar ve Yassıada'ya gönderildiler ve daha sonra
vefat ettiler. 1961 Kurucu Meclis'teki
azınlık temsilcileri azınlıklar ile siyasi iktidar arasında 1946 yılında
başlayan balayının sonu oldu. TBMM'nde azınlıklara mensup milletvekili görmek
için 1995 yılını beklemek gerekti. 24 Aralık 1995 milletvekili seçimlerinde
Yahudi asıllı Cefi Kamhi DYP İstanbul milletvekili seçildi (Bali, 2015a).
151Akgönül’ün Rum seçmenlerin bu davranışıyla ilgili yorumları için Bkz.: 2007:211.
kaynaklanan
zararın bir kısmının ödeneceğine dair teminat vermesi sayılabilir. Fakat
ileride görüleceği üzere tazminatlar
kısmen yapılmış ve zararları telafi etmeye yetmemiştir.
Yaygın inancın tersine, 6/7 Eylül 1955’in ardından
Rumlar Türkiye’yi terk etmemişlerdir. Türkiye’deki Rum azınlığın nerdeyse yok
olma seviyesine gelmesi tek bir olaya bağlı değil, uzun vadeye yayılmış bir
sonuçtur. 6/7 Eylül 1955 sonrasında kitlesel bir göçün yaşanmamasında
Patrikhane, Rum basını ve Yunan Büyükelçiliği’nin önemli bir rolü vardır.
Bununla birlikte, Türk hükümeti de göç etmek isteyenlere uzun süre pasaport vermeyerek
işlemleri uzatmış ve sıkıntıya sokmuştur (Sezer-Şanlı, 2015:391). Benlisoy’un
da dile getirdiği gibi “6/7 Eylül Türkiye’deki linç girişim ve hadiselerinin
bir “arketipi” niteliğindedir” (2015:360). 6/7 Eylül’ün en önemli sonucu ise
hafızalardan silinmeyecek bir travma yaratması ve gayrimüslim toplumlar
nezdinde içinde yaşadıkları topluma ve devlete karşı oluşan büyük güven kaybı
ve kırılganlıkdır. İstanbullu Rumların siyasi iktidarlardan bağımsız olarak
eşit Türk yurttaşları olmadıklarını görmeleri ve kitlesel bir göçün yaşanarak
Rum nüfusunun alt üst olması için 1964’ü beklemek gerekecekti.
1.4.2.
(1960-1980) Askeri
Darbeleri Arasında Gayrimüslim Azınlıklar
Türk siyasal hayatında çok partili döneme geçiş,
liberal demokrasiye yönelik bir adım olarak ele alınmakla birlikte DP’nin
özellikle ikinci döneminde hem muhaliflerine hem de gayrimüslim azınlıklara
yönelik kışkırtıcı politikaları ve ardından gelen askeri darbe bu geçişin kolay
olmayacağının önemli işaretleridir. 1960 Askeri Darbesi
ve 1961 yılında yapılan
Anayasa ile Türkiye’de ticari sermeye birikimine dayalı liberal ekonomi yerini
devlet eliyle ikinci milli sanayileşme hamlesine bırakmıştır.
1961 Anayasasından sonra yapılan 1961 genel seçiminde CHP ve 1965’de AP
iktidara gelmiştir. CHP’nin yeniden iktidara gelişinde azınlıklara yönelik
milliyetçi uygulamaların, nüfus olarak sayılarının iyice azalmış olması ve
siyasi ve ekonomik alandaki görünürlüklerini azalmasına rağmen belli oranda
sürdüğü görülmektedir. Ancak Kıbrıs Sorununun varlığı bu defa da dış politikaya
bağlı olarak azınlıkların haklarında bazı kısıtlamalara neden olacaktır.
Bu kısıtlamalar esasen
1960 Askeri Darbesinden itibaren özellikle Rum azınlığa yönelik başlamıştır. 60’dan
63 Aralık ayına kadar Rum azınlık aleyhine çeşitli düzenlemeler yapılmıştır. Akgönül’ün kitabında detaylıca belirttiği gibi, 1962 yılında,
(1963-64) eğitim
yılında azınlık okullarının müdür yardımcılarının Türk olması kararı
alınmış ve Rum okulları müfettişler tarafından sıkı denetime alınmıştır.
(1962-63) eğitim döneminin bittiği günlerde ikinci Kıbrıs krizi başlamadan
evvel İstanbul’daki Rum okullarında çalışan dokuz Yunan uyruklu öğretmen işten
çıkartılmıştır. Ayrıca aynı dönemde Rum Vakıflarının merkezi heyetlerinin
lağvedilmesine karar verilmiş, Kurtuluş’taki Rum okulunun ve Rum Yetimhanesinin
tamiratına izin verilmemiştir. Azınlık okullarına yapılan tüm bu müdahaleler,
1961 yılında onaylanan ve azınlık okullarını “cemaat okulu” değil; “özel okul”
sayan 222 numaralı Kanun sayesinde mümkün olmuştur (2007:297). İçişleri
sayıları 412’yi bulan Rum öğretmenlerin Türkçe sınavına tabi tutulması kararını
almıştır. Bu sınavları başaramayanlar Rum okullarında öğretmenlik
yapamayacaklardı. Rum öğrenciler yıl sonunda Türk okullarında sınavlara girerek
sınıflarını geçebileceklerdi. O sıralarda İstanbul’da toplam 40 Rum ilkokulu,
10 ortaokul ve 6 lise vardı. Bu okullarda 6.898 öğrenci eğitim görüyordu
(Katsanos, 2014; Akar, Demir, 1994:114-116). Azınlık okullarına son darbe de
1971 yılında, dönemin hükümeti tarafından bütün özel üniversitelerin
kapatılmasıyla vurulmuştur. Böylece Patrikhane’ye bağlı olan ve Ortodoks
Rumların din adamı yetiştiren ana kurumu olan Heybeliada Ruhban okulu
kapatılmıştır. 1963’te Kıbrıslı Türk ve Rumlar arasında yaşanan çatışmaların 1964’de
Türkiye ile Yunanistan arasında bir krize
dönüşmesi, İnönü hükümetinin Yunanistan ile bozulan
ilişkilerin acısını yine Rum azınlık cemaatinden çıkarmasına neden olacaktır.
1.4.2.1.
1964 Kararnamesi ile Yunan Uyrukluların Sınırdışı Edilmesi
1950’li yıllarda Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasında
yaşanan çatışmalar 1963’ün sonuna doğru tekrar alevlenmiştir. EOKA isimli
sağcı-milliyetçi paramiliter örgütün Türk azınlığına yönelik tehditleri ve
saldırılarıyla Kıbrıs’ta askeri çözüm arayışları gündeme gelmişti. Siyasi
alanda çözüm arayışları sonuçsuz kalan İnönü hükümetine Mart 1964’de TBMM,
gerektiğinde Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunma yetkisi vermişti. Atatürk ve
Venizelios arasında 1930’da imzalanan, “İkamet, Ticaret ve Seyrisefain
Antlaşması” Türkiye tarafından tek taraflı olarak 16 Mart 1964’de
feshedilmiştir. Antlaşmaya göre, fesihin, fesih tarihinden altı ay sonra
uygulamaya geçmesi gerekirken, Türkiye, Antlaşmanın 16. maddesini,
“fesihin ülke savunması ve güvenliğini ilgilendirdiği gerekçesini” kullanarak uygulamayı
hemen başlatmıştır ve İstanbul’un Yunan uyruklu Rumlarını
sınır dışı etmiştir
(Aktoprak, 2010:40).152
Katsanos’un çalışmasına göre, 1964 yılında
12.387 Yunan uyruklu
Rum153 üç kategori
içinde İstanbul’dan sınır dışı edilmiştir. Birinci kategoriyi 1964 Mart-Eylül
ayları arasında İkamet, Ticaret ve Seyrüsefain anlaşması fes edilme süreci ile
birlikte ulusal güvenlik gerekçesi
ile sınırdışı edilenler, ikinci kategoriyi 6 Nisan 1964 tarihinde vize
anlaşmasının iptal edilmesinden dolayı yurtdışından Türkiye’ye geri
dönemeyenler, üçüncü kategoriyi ise Eylül 1964 tarihinden itibaren oturma izni
yenilenmeyenler oluşturmaktadır.154 1964 yılında Yunan uyrukluların
Türkiye’den sınırdışı edilme sürecini hızlandıran faktörlerden biri de 2007 sayılı ve 1932 tarihli “Türkiye’de
Türk vatandaşlarına tahsis edilen sanat ve hizmetler hakkında kanun”dur.
1930’lu yıllarda emek piyasasını Türkleştirmek amacıyla çıkartılmış bu kanuna
göre yaklaşık 20 meslek yabancılara men edilmiştir. 1920’lerden 30’lara kadar
çeşitli kanunlarla gayrimüslimler, özellikle Rumlar ve Yunan uyruklular, ticari
anlamda bir takım haklarından mahrum olmuşlardır. Emniyet Genel Müdürlüğü 1961
Anayasasının yürürlüğe girmesinden 2 ay sonra Eylül 1961 tarihinde 1930’ların
sonuna kadar uygulanmış olan 2007 sayılı kanunu yeniden işleyişe sokarak yasa
dışı çalışan yabancı uyrukluların bulunmasını ve mahkeme yoluyla
cezalandırılmasının da yolunu açmış oldu.155 Ayrıca bu kanunu ihlal
edenlerin oturma izni yenilenmeyecek ve bu kişiler sınırdışı edileceklerdir.
İkamet ve Ticaret anlaşmasının da fesh edilmesiyle birlikte daha sıkı bir
şekilde uygulanmaya başlanan bu kanun
uygulanan diğer politikalarla birlikte Yunan uyrukluluların liberal dönemde
ekonomik alanda yeniden canlanan varlıklarının ortadan kaldırılmasına hizmet
etmiş oluyordu.
Sınırdışı edilenlerin çoğu 50-60 yaş grubundan ve
hemen hepsi işadamı idi. Sınır dışı edilenlerin bankadaki mevduatları bloke
edilmişti. Akar’ın belirttiği üzere, o yıllarda İstanbul Ticaret Odası’na
kayıtlı 36 bin kayıtlı üyeden bini Yunan uyruklu Rumlardı.
Oda’ya kayıtlı
152 Kıbrıs olaylarının başlamasıyla Rumlar, etnik kökenleri öne
çıkarılarak, medyada yargılanmaya başlanmıştı. Örnek gazete haberleri için
Bkz.: Akar, Demir, 1994:54-55.
153 1912 kanunuyla sınırlandırıldığı biçimde, İstanbul
Şehremenati daireleri içinde, 30 Ekim 1918 tarihinden önce yerleşmiş (etabli) bulunan bütün Rumlar, İstanbul’da ikamet
eden Yunan nüfusu da buna dahil, İstanbul’da oturan Rumlar sayılacaklardır.
154 Yorgos Katsanos’un, 30-31 Ekim 2014 tarihlerinde Bilgi
Üniversitesi’nde “1964 Sürgünü: Türk
toplumunun homojenleşmesinde dönüm noktası” konulu panelde sunduğu “Yasaklı
meslekler hakkındaki kanun ve 1964 yılında bu kanunun Türkiye’de uygulama
biçimleri” başlıklı yayınlanmamış tebliği.
155 Örneğin, polis 2007 sayılı kanundan muaf tutulan 35
terzihane ve 64 ayakkabıcı dükkanı sahibine İçişleri Bakanlığı’nın tebliğ
ettiği metni okuyarak mesleklerinin 2007 sayılı kanuna aykırı olduğunu ve
dükkanlarının kapatılması gerektiğini bildirdi. Bu kanun kapsamında işyeri
mülkiyetlerinin bir sene içerisinde bir Türk vatandaşına devr edilmesi
gerekiyordu (Katsanos, 2014).
tüm üyelerin yarıdan fazlası ise Türk pasaportlu Rumlardı (1994:60).
Böylece bir taraftan ekonominin gayrimüslimlerden tasfiyesi de sağlanmış
oluyordu. Ancak Akar ve Bali’ye göre Rumların sınırdışı edilme kararında asıl
saik, Türkiye’nin Türkleştirilmesinden çok, Kıbrıs’daki gelişmelere müdahale
edebilecek önemli bir koza sahip olmaktı (1994:17, 2014b:147).156
Kıbrıs meselesinin anahtarının Yunanistan’da olduğu düşünülüyordu. Kıbrıslı
Türklere karşı Türkiye’de yaşayan Rumlar karşı
bir misilleme, figüran, olarak
kullanılması bu bakış
açısından hareketle gündeme gelmişti. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel,
“Türkiye’deki Rum topluluğun kaderi Kıbrıs ve Türk-Yunan ilişkilerinin seyriyle
doğrudan alakalıdır” diyerek bu bağı açıkça ifade etmişti (Aktar, 2012:173).
Bunun için kamuoyu da yeterince hazırlanmıştı. Basında sürekli Türkiye’de
yaşayan Rumların aynı kökenden geldiği hatırlatılıyor ve bu insanların Makarios
ve EOKA’ya destek sağladıkları ileri sürülüyordu (Akar, Demir, 1994:23).
1964’e kadar uğradıkları ayrımcılıkları sineye çeken
ve gelecek umudu besleyen, Varlık Vergisi ve akabinde 6/7 Eylül 1955’den sonra
bükülen bellerini doğrultmaya çalışan İstanbullu Rumlar için, 1964 artık sonun
başlangıcı gibiydi. (1964-1974) yılları arasında Rum toplumu her sene en genç
ve en dinamik üyelerini kaybedecekti (Akgönül, 2007:311). Akar’a göre, tahmin
edilenin aksine Rumlar 6/7 Eylül olaylarında göç etmemişti. Rum toplumunda
nüfus erimesi, 1964’de Yunan uyruklu vatandaşların ve onlarla birlikte gitmek
zorunda kalan ailelerinin, ki çoğunluğu İstanbullu Rum’du (Türk vatandaşı
Ortodoks dinine mensup olan Rumlar), yanlarında yalnızca “20 kilo ve 20
dolarla” sınır dışı edilmesi ile gerçekleşmişti.157 Aileleriyle
birlikte gitmek zorunda kalanların toplamı 40.000 kişiyi buluyordu. Yapılan
tahminlere göre, devletin el koyduğu Rum mallarının tutarı 200-500 milyon
dolardı (Akar, Demir, 1994:15). 1965 nüfus sayım sonuçlarına göre Türkiye’nin
nüfusu 31.391.421 kişi idi. Ortodoksların sayısı 1960 yılında 106.612 iken 1965
yılında 73.625’e düşmüştü (Akgönül, 2007:293).
1.4.2.2.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı
ve Sonrasında Gayrimüslimlere Yönelik Uygulanan Politikalar
156 DSİP Genel Başkanı Meltem Oral da, Yunan uyruklu Rumların
“diplomatik bir koz” olarak kullanıldıklarını teyit edecektir, Bkz.: Oral,
2014:30.
157 Babil
Derneği tarafından düzenlenen “20 Dolar 20 Kilo, Cumhuriyet Tarihinin En Büyük
Sürgün Hikayelerinden Biri” başlıklı konferansın metni için Bkz.: https://www.academia.edu/11185462/20_DOLAR_20_KİLO_Cumhuriyet_Tarihinin_En_Büyük_Sürgün_Hikây elerinden_Biri, 10.09.2015.
1964’de Yunan uyrukluların sınır dışı edilmesinden
1974’de Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik askeri müdahalesine kadar Rum azınlıklar Kıbrıs Sorununda “koz-rehine” konumunda kalmaya devam etmişlerdir. Türkiye’nin Kıbrıs’a
müdahalesinden sonra ise Rumların ülkeyi terk edişi hızlanmıştır. Türk
ordusunun Kıbrıs’a müdahalesinin hemen ardından, Rum azınlıklar
gayrimenkullerini satarken yapılacak her satış için hükümetten izin almaları
gerekmiştir (Akgönül, 2007:318). Bu kısıtlamaya bir de vakıflara ait olan
mallara getirilen kısıtlamalar eklenecektir.158 Yargıtay Hukuk Genel
Kurulu 1971’de başlayan içtihadi birleştiren bir karar alır, bu kararda azınlık tüzel
kişilikleri “yabancı” olarak nitelendirilmekte, gayrimenkul
edinmeleri “tehlikeli” olarak görülmektedir.159 Oran gayrimüslim
vakıflarının taşınmazlarına el konulmaya başlanmasını Türkiye’de ekonominin
gayrimüslimlerden tasfiyesinin son halkası olarak yorumlamaktadır (2010:146).
1.4.3.
Dünyada Yeni Liberal Politikalar ve Uluslararası Hukukta
Azınlık Tartışması
Azınlıklar ve azınlık hakları üzerinde yapılan
tartışmalar her geçen gün artmaktadır. Aynı zamanda, azınlıklarla ilgili
uluslararası düzenlemelerin sayısı da çoğalmaktadır. Özellikle 1990’lı yıllar
insan hakları ekseninde azınlık haklarına ilişkin ortak standartların
şekillendiği yıllar olmuştur. Teoride ve pratikte yaşanan bu gelişmelere rağmen
“Azınlık” kavramı üstünde tüm devletlerin kabul ettiği hukuksal bir tanımının
olduğunu söyleyebilmek zordur. Azınlık tanımında sürmekte olan bu belirsizlik,
azınlık sorununun siyasi yönü de gözönüne alındığında, devletlere kendi
yorumlarıyla bağlı kalma imkanı tanımaktadır (Çavuşoğlu, 1998:94; Aydın, 2011).
Öte yandan bir ülkede azınlıkların varlığı meselesi, devletlerin öznel
politikalarına bağlı olmayan nesnel bir durumdur. AGİT Ulusal Azınlıklar Eski
Yüksek Komiseri tarafından ifade edildiği üzere, “bir azınlığın varlığı, tanım
meselesi değil, olgu meselesidir”. Benzer biçimde, BM İnsan Hakları Komitesi de, “belirli bir ülkede
1581935’te çıkarılan Vakıflar Kanunu, 1936’da tüm vakıflardan
bir mal beyannamesi talep etmiştir. Bu talebin
asıl hedefi rejim karşıtı oldukları varsayılan İslamcı vakıflardı. Ancak
Atatürk vefat ettikten sonra beyannameler kullanılamamış ve unutulmuştur. 1970’lerde
Kıbrıs sorunu tekrar gündeme geldiğinde ve Türkiye vatandaşı Rumlar tekrar
“koz” olarak kullanılmaya başlanınca Beyannameler de gayrimüslim vakıflarına
karşı tekrar gündeme gelmiştir (Akgönül, 2007:319). Padişah fermanıyla kurulan
vakıfların vakıfnameleri bulunmamaktadır. Bunun üzerine VGM, 1936’da alınan
beyannameleri bu vakıfların vakıfnamesi sayacağını bildirir ve bu vakıfların
1936’dan sonra herhangi bir yolla edindikleri taşınmazlara el koymaya başlar.
1936’dan itibaren edinilmiş bütün mallara, 2002’de 3. AB Uyum Paketi
çıkartılana kadar el konulacaktır (Oran, 2010:104; Akgönül, 2007:113).
159 Hukuk Genel Kurulu’nun 1971/2-820 Esas, 1974/505
Karar sayılı ve 08.05.1974 tarihli
kararı.
etnik, dini veya dilsel azınlığın
bulunup bulunmadığı[nın] o taraf devletin
kararına değil, nesnel
ölçütlere bağlı [olduğunu]” vurgulamıştır.160
Azınlık kavramı üzerinde ülkeler arasında tam bir
görüş birliğinin olmamasına karşın azınlığın
hukuksal olarak nitelendirilmesinde, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Komisyonu’nun Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu161
raportörü Francesco Capotorti’nin 1978’de etnik, dinsel ve dilsel azınlıklara
mensup kişilerin haklarına ilişkin çalışmada önerdiği azınlık tanımı temel
çerçeveyi oluşturmuştur (Çavuşoğlu, 2001:33).
Capotorti’ye göre azınlık, “Bir devletin nüfusunun
geri kalanına göre sayıca az olan, egemen konumda bulunmayan, -o devletin
vatandaşı olan- üyeleri nüfusun geri kalanından farklı etnik, dinsel ya da dilsel
özelliklere sahip olan ve kültürlerini, dinlerini, geleneklerini ya da dillerini korumaya yönelik, üstü
örtülü de olsa, bir dayanışma duygusu gösteren bir grup” olarak tanımlanmıştır
(1991). Alt Komisyon üyelerinden Jules Déschenes’in tanımı da Capotorti’ninki
ile benzerlik taşımakla birlikte, bu tanımda azınlık grubunun amacının çoğunluk
ile fiili ve hukuki eşitlik elde etmek olduğu açıkça belirtilmiştir: “bir
devletin sayıca azınlık oluşturan ve o devlette egemen konumda bulunmayan,
nüfusun çoğunluğundan farklı etnik, dinsel ya da dilsel özelliklere sahip,
birbirleriyle dayanışma duygusu içinde, üstü örtülü de olsa, varlığını sürdürme
ortak iradesiyle yönlenmiş ve amacı çoğunluk ile fiili ve hukuki eşitlik elde
etmek olan bir grup vatandaş” (Çavuşoğlu, 1998:95). Bu tanımlar çerçevesinde
Oran azınlık olmak için gerekli nitelikler şöyle sıralamaktadır (2010:26-28):
·
Çeşitli bakımlardan
çoğunlukla aynı olmayıp farklı özelliklere sahip olmak. Bu farklar günümüzde etnik, dinsel, dilsel olarak ifade
edilmektedir.
·
Sayısal olarak ülke genelinde üstünlük sağlamamak. Ülkenin belli bir bölgesinde bu
azınlığın, çoğunluk olması bir şeyi değiştirmez.
·
Başat (dominant) olmamak. Yani azınlık grubunun
nüfusun geri kalanı karşısındaki egemen olmayan
konumudur.
· Ülkenin vatandaşı olmak. Çünkü o ülkenin vatandaşı
değilse farklı bir kategori
160 (Çevrimiçi), http://www.minorityrights.org/download.php@id=427, Erişim: 23.01.2014.
161 Bu komisyonun adı 1999’da İnsan Haklarının Korunması Alt-Komisyonu olarak değiştirilmiştir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 10 Aralık
1948’de kabul ettiği 217 C (3) sayılı kararla İnsan Hakları Komisyonu ile
1947’de kurulan Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu’nu,
azınlık sorununun araştırılması ve çözümü için görevlendirmiştir. Bkz.: Arsava,
1993.
olan “yabancı” statüsündedir.
Akgönül, başatlığın, siyasi-iktisadi alanda, azınlıkta
olma halinin en önemli kritelerinden birini teşkil ettiğini belirtmektedir
(2011: 19).
Capotorti bir azınlık grubunu tanımlamada başvurulacak
ölçütleri objektif ve subjektif olarak ikiye ayırmaktadır. Yukarıdaki dört
unsur azınlık olmanın objektif koşullarını oluşturur.
Bir de subjektif koşul vardır: Azınlık bilincinin varlığı. Capotorti’ye göre
nasıl ki sınıf bilinci olmadan sınıf olmaz, farklı olduğunun bilincine varmayan
ve bu farklılığı kimliğinin vazgeçilmez koşulu saymayan birey veya grup da
azınlık oluşturamaz. Bu, azınlık kavramının öznel koşuludur (A.e., s.27).
1.4.4.
Türkiye’de Yeni Liberal
Dönemde Gayrimüslim Azınlıklar: İç ve
Dış Düşman Özdeşleştirmesi ve “Yerli Yabancı”
Bu süreçte gayrimüslim azınlıklar milliyetçiliği ön
plana çıkarmayan, korumacı politikalardan uzaklaşan Anavatan Partisi’ni
desteklemişlerdir. Ancak 1980’li yılların ikinci yarısında ilk eylemlerini
yapmaya başlayan PKK’nın varlığı özellikle Ermeni cemaati açısından
azınlıklarla devletin arasında yeni bir güven sorunu yaratacaktır. Buna bağlı
olarak 1988’de çıkartılan ve 1991’e kadar uygulanan Sabotajlara Karşı Koruma Yönetmeliği’nin 5/j maddesinde hangi
kategorilerin sabotaj yapabilecekleri sıralanırken, “Memleket içindeki yerli
yabancılar (Türk tebaalı)
ve yabancı ırktan
olanlar” diyerek gayrimüslim Türk vatandaşlarının
yerli yabancı olarak sayılması
gayrimüslimlere karşı duyulan/yaratılan güvensizlik söyleminin resmi söyleme yansımasının en iyi örneklerinden biri
olacaktır.
Bu güvensizlik ve 1990’larla birlikte Türkiye’nin
terörle mücadele kapsamında sertleşen güvenlik politikalarından gayrimüslim
azınlıklar da payını alacaktır. Bu bağlamda “siyasi seçkinlerin milliyetçi
amaçları nasıl formüle ettikleri, bu amaçlara ulaşmak için kimleri engel, düşman, tehlike olarak
algıladıkları, beşinci kol gibi tasvir ettikleri önemlidir” (Özdoğan v.d.,
2009).162 Karakaşlı’nın altını çizdiği gibi, Türkiye’de 90’lı
yıllarda siyasi iktidar kendini dışarıdan dayatan düşmana karşı refleksif
tepkiler veriyordu. İçeride kendini dayatan
düşman da (PKK),
dış düşmanla tepkisel
olarak özdeşleştiriliyordu. Ancak,
bu
162 İlgili literatürde, “beşinci
kol aktiviteleri” ulusal sınırlar içinde düşmanla özdeşleştirilen, ilişki kurulan,
sabotaj veya espinoj gibi çatışmaya katılan bir grup insana referans
verilmektedir (İçduygu v.d., 2008:382).
tepkisellik, sağ siyaset ve medyada giderek daha yüksek sesle dile
getirilen bir Ermeni düşmanlığı şeklinde kendini göstermesiyle dışarıdaki
Ermenilerle içerideki Ermeniler arasındaki fark büyük ölçüde ortadan kalkmaya
başlamıştı (A.e., s.464). 1997
yılında dönemin İçişleri Bakanı Meral
Akşener’in PKK lideri Abdullah Öcalan için “Ermeni dölü” demesi Ermeni olmayı
düşman olmakla eş tutan bir söylemdir. Türkiye’de gayrimüslimler aleyhine
üretilen önyargılar ve dışlayıcı tutumlar bazı dönemlerde daha bariz hale gelmiştir.
Örneğin, ASALA’nın Türk diplomatlara yönelik terörist eylemleri, Kıbrıs
krizleri, dünya parlementolarında “soykırım tasarıları”, İsrail’in Gazze
operasyonu, Davos’da yaşanan “one minute” gerginliği ile birlikte, siyasetin,
yazılı ve görsel basının katkısıyla bu önyargılar daha da artmış;
“Ermeni-Rum-Yahudi” kelimeleri başlı başına hakaret içeren bir “öteki”ne
dönüşmüş, antisemitizm kuvvetlenerek artmıştır. 2004’te Adalet Bakanı Cemil
Çiçek’in, 2005’te “İmparatorluğun Son Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel
Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” başlıklı konferansa, “Milleti arkadan
hançerliyorlar” (Erdal, 2010) suçlamasıyla yaklaşması, Milli Savunma Bakanı
Vecdi Gönül’ün 10 Kasım 2008’de “Rumlar ve Ermeniler devam etseydi, bugün acaba
böyle bir milli devlet olabilir miydik?” demesi bu çerçevede
değerlendirilebilir.
Yakın geçmişe bakıldığında da da bu örnekleri
çoğaltmamız mümkün. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın
“Benim için neler söylediler. Çıktılar 'Gürcü’dür' diyen oldu. Çıktı bir tanesi
afedersin çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyen oldu”163 şeklindeki
sözleri Ermeni olmayı çirkin, kötü, olmakla eş tutarken “bizden” olmayan,
“öteki” olmakla eşleştirmektedir. 2
Temmuz 2013 tarihinde Beşir Atalay “Gezi parkı olaylarının arkasında Yahudi
diasporası olduğunu” belirtti. 30 Ekim 2013 tarihinde AK Parti sözcüsü Hüseyin
Çelik öğrenci yurtları ve evleri konusunda demeç verirken “Ben Hıristiyanlığı
da Yahudiliği de tasvip etmiyorum. Ama bu Hıristiyan’a ya da Musevi’ye müdahale
edeceğimiz anlamına gelmez” diyerek görüşlerini belirtti.164 Edirne
Valisi Dursun Şahin’in Filistin-İsrail gerginliğinin tırmandığı 2014 yazında “Mescid- i Aksa’nın içinde savaş rüzgarları estiren o
eşkıya kılıklı insanlar Müslümanları katlederken, biz de onların sinagoglarını
yapıyoruz. İçimde büyük bir kinle söylüyorum bunu. Biz de onların mezarlıkların
etrafını temizliyor, projelerini kurula gönderiyoruz. Buradaki tadilatı sona eren sinagog
sadece müze olarak tescil edilecek.
İçinde
163Bianet,
“Erdoğan: Afedersin Ermeni diyen oldu”, (Çevrimiçi) http://www.bianet.org/bianet/toplum/157616-
erdogan-afedersin-ermeni-diyen-oldu, 06.08.2014; Garo Paylan’ın bu konudaki bir
açıklaması için Bkz.: (Çevrimiçi) http://bianet.org/bianet/toplum/173613-garo-paylan-cumhurbaskani-ve-basbakanin-ifadeleri-
ermenileri-hedef-haline-getiriyor, Erişim 04 Nisan 2016.
164 Şalom, “Türkiye’de Yahudi
Olmak”, 5.02.2014, s.4.
bir sergileme vitrinleme yapılmayacak”165
dedi. Edirne Valisi hemen akabinde özür diledi fakat hakkında nefret suçu
kapsamında herhangi bir suç duyurusunda bulunulmadı. 2015’in Eylül ayında
Cizre’de yaşanan çatışmalarda güvenlik güçlerince yapılan anonslarda “Ermeniler
sizleri seviyor, hepiniz Ermenisiniz” sözleri duyuldu.166 Cizre’deki
görüntülerin medyada ve sosyal medyada paylaşılmasının ardından hiçbir resmi
makamdan açıklama yapılmadı. Ocak 2016’da Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi Başkanı Hasan Celal Güzel
1128 akademisyenin Güneydoğu operasyonlarına yönelik olarak imzaladıkları ‘Bu
suça ortak olmayacağız’ başlıklı bildiriye tepkisini “Türkiye’nin birlik ve
beraberliği için yapılan bu terör
operasyonlarını sonuna kadar destekliyoruz. Bunu katliam olarak görenlerinde
Ermeni diasporasının ve PKK’nın
doyurduğu hainler olduğunu
buradan ilan ediyorum” sözleriyle dile
getirdi.167 Bu gelişmeler gayrimüslim vatandaşların dış siyasetteki
gerginliklere bağlı olarak birer “koz, rehine” olarak halen kullanıldıklarına,
düşman olarak görülen “Ermeni diaspora”sı ile içerideki Ermenilerin bir
tutulduğuna, halen “içimizdeki düşman”, “beşinci kol”, “güvenilmeyen unsur”
olarak görüldüklerine örnektir.168 Ayrıca Ekim 2006’da
işlenen Rahip Santoro cinayeti, 2007’de gerçekleşen Hrant Dink cinayeti169
ve Zirve Yayınevi katliamı da günümüzde gayrimüslim azınlıklara yönelik
dışlayıcı tutumun halen devam ettiğinin göstergesidir.
Diğer yandan 1996’da İstanbul’da 2 Numaralı İdare Mahkemesi’nin
bir Rum vatandaş hakkında “yabancı uyruklu T.C. vatandaşı” terimini kullanması
(Aktoprak, 2010:44), annesi Ermeni olmayanların Ermeni okullarına alınmaması,
bütün azınlık okullarına “Türk asıllı ve Türkiye Cumhuriyeti” uyruklu müdür
başyardımcıları atanması170, kimliğinde Rum, Ermeni, Yahudi gibi nitelikler yazılmamış çocukların azınlık okullarına kaydedilmemesi, 1993 yılında
165Engin Özmen, “Vali İsrail’e kızdı sinagogu Müzeye çevirdi”,
Hürriyet, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27627790.asp,
22.11.2014. Şalom, “Önce nefret söylemi sonra özür geldi”, 26.11.2014, s.1;
Rita Ender, “Kiduş”mu okuyacağız, “Kadiş” mi”, Agos, 28.11.2014, s.6.
166 Agos, “Yine Ermeni’siz yapamadılar”, 18.09.2015, s.1.
167 Sabah, “Güzel: Bin 128 Akademisyen
Ermeni Diasporası'nın ve PKK'nın Doyurduğu Hainler”, 14 Ocak 2016, (Çevrimiçi) http://www.haberler.com/guzel-bin-128-akademisyen-ermeni-diasporasi-nin-ve-8061982- haberi/, 26 Ocak
2016. Nefret söylemi ile ilgili yapılan bir çalışma için Bkz.: Nefret
Söyleminin Başlıca Hedefi Ermeniler ve Kürtler, “Nefret Suçları ve Nefret Söylemi”, Hrant Dink Vakfı, Eylül, 2010.
168 PEW araştırma şirketinin yaptığı
bir araştırmaya göre, İsrail %86 ile Türkiye’de en sevilmeyen ülke konumunda,
(Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-92842-Israil_turkiyede_en_az_sevilen_ulke_.html,
03.11.2014. Devletin üst düzey bürokratlarının, siyasetçilerinin bu şekilde
kullandığı dil halktaki kalıplaşmış önyargıları ve antisemitizmi kuvvetlendirmektedir.
169 Hrant Dink Vakfı:Nefret Suçları ve Nefret
Söylemi, Eylül, 2010.
170 2007 yılında kabul edilen Özel
Öğretim Kurumları kanununda “Türk asıllı” ibaresi çıkarılmıştır ancak pozisyon
ilgili kanunda hala “Türk müdür başyardımcısı” olarak kullanılmıştır. 2008
yılından itibaren pozisyona atanan kişiler “müdür başyardımcısı” olarak
anılmakla birlikte, uygulamada hala “Türk asıllı” olma koşulu aranmaktadır.
Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu’nun Ermeni okullarında
Ermenice dışındaki tüm derslerin
Türkçe okutulmasını kararlaştırması (Oran, 2010:146; Yumul, 2006:107), bu
dönemde de gayrimüslimlerin biz’den
sayılmama öteki olma halinin devam
ettiğinin göstergesidir. Günümüzde hala üniversiteler dışında, özellikle
Emniyet, TSK ve Dışişleri Bakanlığı gibi kurumlarda gayrimüslim devlet
memurlarının bulunmaması da bu tabloya eklenebilir.
1.4.5.
Türkiye-AB Müzakereleri ve Gayrimüslim Azınlıkların Vatandaşlık Statüsünde Meydana
Gelen Değişmeler
Yumul’un vurguladığı gibi,
vatandaşlık statüsü uygulama
kadar söylemle de belirlenir.
“Bu söylemler kolektif kimliğin içeriğini
tanımlayarak toplumsal bilinçte kimin ulus tanımına dahil edilip kimin
dışlanacağını belirler. Seçkinlerin söylemi ile toplum arasında diyalektik bir ilişki vardır;
bu söylem toplumda
zaten var olan önyargıları harekete
geçiren bir katalizör işlevi görmektedir”
(2006:110-113). “Kim olduğumuzu/olmadığımızı”, “bizi neyin birarada tuttuğunu”,
“ortak özelliklerimizin ne olduğunu/olmadığını” tanımlayan “kelimeler,
kavramlar, deyimler, karşılaştırmalar, kısaca söylemler, sosyal anlamlandırma
düzeni ve inşa edilen yapılar hakkında önemli ipuçları sunar. Bu “söylem
oluşumlar”ı171 kurumsal, idari, hukuki, ve siyasi
partileri destekleyerek, ayrımcı uygulamaları olanaklı, hiç olmazsa anlaşılır
kılmıştır (A.e.). Söylem ile söylem-dışı
ilişkiler ve eylemler, kurumlar, toplumsal ve ekonomik süreçler, siyasi olaylar
ve davranış örüntüleri arasında karşılıklı etkileşim mevcuttur (Foucault, 2014:45-55). Türkiye’de gayrimüslimlerin
eşit vatandaşlığı önünde bir türlü aşılamayan engelleri de bu etkileşimler
üzerinden kavramak gerekir. Bu engellerin aşılmasında yasal ve hukuki
düzenlemelerin her zaman yeterli olmadığı Türkiye-AB müzakere süreçlerinde görülmektedir. Türkiye’nin AB uyum
paketleriyle ortaya koyduğu reformların gayrimüslümlerin eşit vatandaşlığını
sağlamakta yetersiz kalması bir ölçüde bu etkileşimlerin yetersizliğine
bağlıdır.
1999 Avrupa Birliği (AB) Helsinki Zirvesi’nde AB
Devlet ve Hükümet Başkanları Türkiye’nin, diğer aday ülkelere uygulanan
kıstasları yerine getirmesi şartıyla AB’ye “tam üyelik adayı” olduğunu kabul ve ilan etmişlerdir. Helsinki
Zirvesini takip eden süreç içinde,
171 Foucault (2014) çeşitli söylemlerin birleşerek bir nesne/konu
hakkında farklı olası tanımlamaları dışlayacak
şekilde onları belirli
düşünme ve konuşma
nesnesi haline getirmesi sürecini “söylem oluşumu”
olarak adlandırır.
Türkiye AB’ne tam üyelik müzakerelerine başlanmasının önkoşulu olan
Kopenhag Siyasi Kriterlerinin yerine getirilmesi amacıyla kapsamlı bir reform
süreci başlatmıştır. AKP hükümetinin 2004’den itibaren AB uyum süreci
çerçevesinde attığı yasal adımların Türkiye genelinde tüm azınlıkların
haklarının gelişmesine yönelik etkisi göz ardı edilemeyecek önemdedir.172
AB’ne üyelik sürecinde konunun daha fazla gündeme gelmesi ile
birlikte gerek insan haklarına gerek azınlık haklarına ilişkin uluslararası
standartlar, Kürt hareketinin bir süredir ortaya koyduğu siyasal ve kültürel
talepler çerçevesinde yeni bir tartışma odağı yaratmıştır.
Bu süreçte Türkiye, AB’ye Uyum Paketleri adı altında
demokratikleşme yolunda reformlar gerçekleştirmiştir. Türkiye (2001-2006) yılları
arasında dokuz adet uyum paketi çıkarmıştır. Azınlıklar ile ilgili olan belli
başlı değişiklikler özetle şunlardır173:
·
03.01.2001’de anayasanın 34. Maddesini kapsayan reform paketi ile
düşüncenin sınırları genişletilmiş, temel hak ve özgürlüklerin
kısıtlanmalarıyla ilgili sınırlar daraltılmış, düşünce ve anlatım özgürlüğünün
sınırları genişletilmiş, farklı dil, lehçe ve ağızlarda yayım yapılabilmesinin
önü açılmış, dernek kurması kolaylaştırılmıştır.
· 16.10.2002’de Türkiye, BM Her Türlü Irk Ayrımcılığının
Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşmesi’ni onaylamıştır.
· 03.08.2002’de kabul edilen üçüncü uyum paketi ile, Vakıflar
Kanunu değiştirilerek, gayrimüslim vakıfların Bakanlar Kurulu kararıyla
gayrimenkul mal edinmeleri ve tasarrufları altında bulunmakla birlikte tapuda
üzerlerinde gözükmeyen gayrimenkullerin tapuya tescil ettirilmeleri imkanı
sağlanmıştır.
· 02.01.2003’de kabul edilen dördüncü uyum paketi ile
gayrimüslim vakıflarının gayrimenkul edinmeleri, Bakanlar Kurulu yerine
Vakıflar Genel Müdürlüğü (VGM) iznine bağlanmıştır.
· 23.01.2003’de kabul edilen beşinci uyum paketi ile, imar
yasasında değişiklik yapılarak her din ve inanıştan ibadet yerlerinin
yapılmasına olanak tanınmıştır.
172Tez
kapsamında yapılan görüşmelerde, ileride üzerinde durulacağı gibi, AKP
döneminde gerçekleşen bu yasal
açılımların gayrimüslimler nezdinde sandıkta desteğe ne şekilde dönüştüğü,
gayrimüslim vatandaşların AKP’nin azınlıklara yönelik siyasetine nasıl baktıkları
Bölüm 4, Politik Alan’da incelenmiştir.
173 AB Uyum
Paketleri ile ilgili Baskın Oran’ın çalışmasından faydalanılmıştır. Detaylı
bilgi için Bkz.: Oran, 2010: 109-142, TESEV, “Vakıflar Kanunu Tasarısı”, http://www.tesev.org.tr/assets/publications/file/VAKIFLAR%20KANUNU%20TASARISI%20-
%20TESEV%20Gorusu.pdf, 07.09.2014.
· 19.07. 2003 tarihinde yürürlüğe giren altıncı uyum paketi ile
tüm bireylerin ayırım yapılmaksızın temel hak ve özgürlüklerden
yararlandırılması alanında Vakıflar Kanununda yapılan degişiklikle, cemaat
vakıflarının tasarrufları altında bulunduğu belirlenen taşınmaz malların vakıf
adına tescili için yapılacak başvurular bakımından öngörülen “altı aylık” süre
“onsekiz ay”a çıkarılmıştır. Ayrıca, İmar Kanununda yapılan değişiklikle,
farklı din ve inançlara sahip bireylerin ibadet yerlerine ilişkin özgürlükleri
genişletilmiştir. Nüfus Kanununda yapılan değişiklikle, isim koyma konusundaki
kriterler daraltılarak, farklı kültürlere ve örf-adetlere sahip bireylerin özel
hayatlarına ve aile hayatlarına ilişkin özgürlükler genişletilmiştir.
· 07.08. 2003 tarihinde yürürlüğe giren yedinci uyum paketiyle
düşünce ve ifade özgürlüğünün genişletilmesi bağlamında ilgili kanunlarda
değişiklik yapılmıştır.
· 20.02.2008’de yeni bir Vakıflar Yasası 5737 sayıyla yürürlüğe
girmiştir. 5737 sayılı yeni Vakıflar Kanunu’nun 12. maddesiyle yapılan
düzenlemeyle ise önceki hükümlerden farklı olarak, cemaat vakıflarına herhangi
bir makamdan izin almaksızın ve vakıf
amacıyla öngörülen hizmetleri gerçekleştirme koşulu aramaksızın mal edinme
olanağı sağlanmıştır.
Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik,
Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmeleri 24 Aralık 2003 tarihinde yürürlüğe
girmiştir.174 Gayrimüslim cemaatlere ait vakıf arazilerinin iadesi ile ilgili
olarak da Ocak 2015 itibari ile, 1014 adet vakıf arazisi cemaatlere iade
edilirken; 30 Eylül 2013’te açıklanan Demokratikleşme Paketi kapsamında, Mor
Gabriel Vakfına ait 244 dönümlük arazi Süryani cemaatine iade edilmiştir.
Büyükada Yetimhanesi de bu süreçte Fener Rum Patrikhanesi’ne iade edilmiştir.
Öte yandan, farklı inanç gruplarına
mensup cemaatler tarafından kullanılan ibadethanelerin restorasyonu işlemlerine
hız verilmiş; Trabzon Sümela Manastırı ile Van Akdamar Kilisesi uzun yıllar
sonra ayine açılmıştır.175 Hükümet yetkilileri ve kamu
kurumlarının cemaat liderleri ve önde gelenleriyle biraraya gelmesi ve “Gayrimüslimlerin bu ülkenin misafiri
değil asıl sahipleri
174“Ekonomik, Sosyal ve Kültürel
Haklar Sözleşmesi”, (Çevrimiçi) http://www.abgs.gov.tr/files/pub/tsr.pdf , 13.01.2015.
175“Türkiye’deki farklı inanç gruplarına yönelik reformlar”, (Çevrimiçi) (http://kdk.gov.tr/haber/turkiyedeki- farkli-inanc-gruplarina-yonelik-reformlar/523), 22.01.2015. Gayrimüslim azınlıkların temsili
ve tüzel kişilik eksikliği halen devam etmekte olan
bir sorundur. Bu konu hakkındaki bir tartışma için Bkz.: “Gayrimüslimlerin
tüzel kişilikleri, sorunlar
ve haklar konferansı”, (Çevrimiçi) http://www.21yyte.org/tr/arastirma/teostrateji- arastirmalari-merkezi/2014/02/05/7412/gayrimuslimlerin-tuzel-kisiliklerisorunlar-ve-haklar-2-konferansi, 09.01.2015.
oldukları” mesajının topluma verilmesi,176 Başbakan
Davutoğlu ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın gayrimüslimlerin sivil toplum
kuruluşları temsilcileri ve kanaat önderleri ile “süregelen kemikleşmiş
sorunları elbirliği ile çözmek” amacıyla biraraya gelmesi177, Cumhuriyet tarihinde ilk
kez yeni bir kilise yapımına onay verilmesi,178 Vakıflar
Genel Müdürlüğü’nün 2010 yılında restarasyonuna başladığı Büyük Edirne
Sinagogu’nun 26 Mart 2015’de kapılarını tekrar ibadete açması179, Struma faciasının ilk kez
devlet nezdinde anılması180,
Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü’nün ilk kez Ankara’da düzenlenmesi181, Gayrimüslimlerin dini
bayramlarında gazetelere tebrik mesajlarının verilmesi182, azınlık vakıflarının mallarının iade
edilmesinin bir “hak” olduğunun söylenmesi183, üniversitelerde Ermeni ve Süryani araştırma
merkezlerinin açılması184,
(2015- 2016) öğretim yılında Gökçeada’da Rum okulunda ilk kez ilkokul, orta ve
liseyle Rum çocuklarına eğitim hizmeti verilmeye başlanması185, Özel Öğretim Kurumları
Genel Müdürlüğü’nün 28 Haziran 2015 tarihli genelgesinde 5580 sayılı Özel
Öğretim Kurumları Kanunu’na göre artık devlet kayıtlarındaki “soy kodu”
uygulamasının sona eriyor olması ve öğrenci kayıtlarına okul müdürlerinin karar
verecek olması186, 13 Aralık 2015 tarihinde ilk kez bir kamusal
alanda, İstanbul Ortaköy
meydanında, Yahudilerin Hanuka187 bayramının
176 “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türk Musevi
Cemaati Başkanı İbrahimzadeh ile Görüştü”, 27.01.2015, (Çevrimiçi) http://www.haberler.com/cumhurbaskani-erdogan-turk-musevi-cemaati-baskani-6970170-haberi/,
15.02.2015; Radikal, “Gül: Ben Hıristiyanların da Cumhurbaşkanıyım”,
19.10.2010, (Çevrimiçi) http://www.radikal.com.tr/turkiye/gul_ben_hiristiyanlarin_da_cumhurbaskaniyim-1024460,
27.01.2015.
177 Paros, Mart 2015,
Sayı:42, s.26-29.
178Cumhuriyet, “Cumhuriyet tarihinde bir ilk”, 02.01.2015, (Çevrimiçi) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/177579/Cumhuriyet_tarihinde_bir_ilk.html,
02.01.2015.
179Şalom,
“Yahudilerin tarihi yeniden canlanıyor”, 11.03.2015, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-
94379-edirnede_yahudilerin_tarihi_yeniden_canlaniyor.html, 11.03.2015.
180Taraf,
“Struma kurbanları anıldı”, (Çevrimiçi) http://www.taraf.com.tr/guncel/struma-kurbanlari-anildi/,
24.02.2015. Struma faciasını anlatan romanlar için Bkz.: Kakınç, 2012;
Livaneli, 2011; Feyzan, 2015.
181Hürriyet,
“Holokost anma günü töreni ilk kez Ankara’da yapılıyor”, 27.01.2015,
(Çevrimiçi) http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28060915.asp, 28.01.2015. Kelime
anlamı olarak Holokost yakılarak bir hayvanın kurban edilmesi ritueline verilen
isimdir. 19. yüzyıldan itibaren Fransızca ve İngilizce'de sosyal ya da etnik
bir grubun büyük ölçekte katledilmesi anlamında kullanılmaya başlanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Yahudilerin Nazi Almanyası tarafından sistematik
bir şekilde katledilmesini tanımlayan terimlerden biri olmuştur (http://www.holokostlayuzlesmek.com/tr/glossary-index/).
182Agos,
“Egemen Bağış’tan Paskalya Tebriği”, 10.04.2012, s.1.; Şalom, “Cumhurbaşkanı
Erdoğan Hanuka bayramını kutladı”, 17.12.2014, s.1.
183Agos, “Arınç:
Azınlık Vakıflarına Mallarını İade Etmek Hukukumuzun Gereğidir”, 12.12.2012, s.1.
184Paros, Mart 2015, Sayı 42, s.28.
185Burak Gezen, “Gökçeada Özel Rum
Ortaokul ilk kez, lisesi ise 40 yıl sonra tekrar açıldı”, Hürriyet, 28.09.2015,
(Çevrimiçi): http://www.hurriyet.com.tr/gokceada-ozel-rum-ortaokul-ilk-kez-lisesi-ise-40-yil-sonra-
tekrar-acildi-30181799, 29.11.2015.
186 Agos, “Okullara
kayıt için vaftiz şartı aranacak”, 14.08.2015, s.8.
187 Hanuka sözcüğü İbranice
"adanma, ithaf etmek" anlamlarına gelir. Ayrıca "Işık Bayramı" ya da "Yeniden
kutlanması, 8 Ocak 2016’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Yahudi
cemaat yöneticilerinin yeniyıl buluşmasında biraraya gelmesi188, son yıllarda gayrimüslim
cemaatler ve hükümet arasında artan diyaloğun işaretleri olarak gösterilebilir.
Gayrimüslim cemaatler nezdinde birçok farklı platformda bu olumlu ortamın
yarattığı umut ifade edilmiştir.189
Günümüzde hem yasal zeminde hayata geçirilen reform
paketleri hem de hükümet ile gayrimüslim cemaatler arasındaki artan diyalog
ortamına rağmen bir takım alanlarda hukuki kısıtlamalar devam etmektedir. Bugün
itibariyle, gayrimüslim cemaat yapılarının tüzel kişiliğinin olmaması ve
Vakıfların yönetim kurulu seçim yönetmeliğinin düzenlenmemiş olması190
acil çözüm bekleyen sorunların başında yer almaktadır.191
Bunların yanı sıra, azınlık okullarında yaşanan yönetimsel ve
eğitimsel sorunlar,192 Ruhban okulunun henüz açılmamış
olması, iade edien vakıf mallarının toplamın ancak %10-12’sini oluşturması,193
nefret söylemlerindeki ve antisemitizmdeki büyük artış194, 2007 yılında Hıristiyan vatandaşların
Adanma
Bayramı" olarak da anılıyor. İbrani
takvimine göre Hanuka Bayramı, Kislev ayının 25'inde yakılacak ilk mumla başlayıp sekiz gün ve sekiz gece
boyunca devam eder.
188 Şalom, “Cumhurbaşkanı ile yeni yıl buluşması”, 13.01.2016, s.1.
189 Vingas, 2014, 112-9.
190 Azınlık
Vakıfları eski temsilcisi Laki Vingas’da yeni oluşturulacak anayasada
azınlıklara yönelik nefret söyleminin önlenmesi, kamu sektöründe azınlık
mensublarının istihdamının teşvik edilmesi, ibadethane ve azınlık okullarının
devlet bütçesinden pay alması, Halki Rum Ortodoks Ruhban okulunun açılması,
dini topluluk ve kurumlarının tüzel kişiliğinin tanınması konusunda yapılacak
düzenlemelerin Türkiye’de çokkültürlülüğün sağlanması, insan haklarına saygı ve
gayrimüslim cemaat bireylerinin eşit vatandaşlığının sağlanması açısından önemine
vurgu yapmaktadır, Vingas, 2014:111-119. Bu konu hakkındaki haber için ayrıca
Bkz.: Baruyr Kuyumcuyan, “Seçim
yönetmeliği en büyük hayalkırıklığım”, Agos, 31.10.2014, (Çevrimiçi) http://www.agos.com.tr/tr/yazi/8338/secim-yonetmeligi-en-buyuk-hayal-kirikligim,
31.10.2014.
191İleride
üzerinde durulacağı üzere Cemaat Vakıf üyeleri ile yapılan saha görüşmelerinde
bu sıkıntılar dile getirilmiştir. Müslüman olmayan cemaatlerin tüzel kişilik ve
temsil sorunu hakkında yapılan güncel bir çalışma için Bkz. Koptaş, Usta:2016.
192Türkiye’de
eğitim sisteminde azınlıklara yönelik ayrımcılıkla ilgili yayınlanan en güncel
rapor için Bkz.: Kaya, 2015. Öğrenci azlığı Rum okullarındaki sorunların en
başında yer almaktadır. Yurtdışından gelen ailelerin çocukları verilen özel bir
izinle “misafir” olark kaydediliyor ancak bu öğrenciler normal diploma değil,
eğitim belgesi alabiliyorlar. Bu durum da sayının yükselmesini engelliyor.
Sorunların birçoğu, Lozan’daki mütekabiliyet
esasına dayanıyor. Rum okullarındaki eğitim sistemiyle ilgili yapılan güncel
bir çalışma için Bkz.:Markou, 2012; Gültekin, Agos, 15.01.2016, s.8.
Mütekabiliyet konusu ile de ilgili olarak ayrıca Bkz.: Akgönül, 2008.
193 ABD Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu’nun 2016 raporuna göre: 2003-2014 yılları arasında Hükümet
2,5
milyar TL’yi aşan 1000’den fazla mülkü iade etmiştir veya tazminatını
ödemiştir; fakat AİHM’de Süryani toplumunun talep ettiği Mor Gabriel ile ilgili
dava devam etmektedir. 2015 yılında ilave olarak 333 mülk iade edilmiş ve 21
mülk için tazminat ödenmiştir. İade edilenler arasında Kamp Armen de
sayılmaktadır. Öte yandan, rapora göre Hükümet 2011’den bu yana yaklaşık 1000
başvuruyu geri çevirmiştir. Raporda ayrıca öneriler arasında, mikroçipli kimlik
kartında din hanesini kaldırmak, Ruhban okulu ve diğer dini toplulukların kendi
ruhban okullarını açmasına izin vermek, dini toplulukların liderlerini
kendilerinin seçmesine izin vermek, ve hükümetin antisemitizmi açıkça kınaması
yer almaktadır (Gözde Kazaz, “Hükümet Patriklik seçimine müdahale ediyor”, Agos,
6 Mayıs 2016, s.3).
194 TCK’nın nefret suçlarını kapsayan
bir maddesi olmadığı için nefret söylemine yönelik en işlevsel madde olan TCK’nin 216. Maddesi
kullanılmaktadır. Fakat bu madde kamu odaklı olduğu için kişisel hakları
kullanamaz durum yaratıyor. 2014 yılında açılan 55 davadan
sadece 3 mahkumiyet çıkmıştır; fakat Adalet
öldürülmesiyle sonuçlanan saldırıların uzun süre aydınlatılmamış olması,
Türkiye’deki din- düşünce ve vicdan özgürlüğüne yönelik kısıtlayıcı tutumlar
arasında sayılabilir.195 Dini özgürlükler adı altında önemli
adımlar atılmış olması Türkiye’nin gayrimüslimlerine tam anlamıyla dini
özgürlükler sağlandığı anlamına gelmemektedir. Gayrimüslimler hali hazırda
resmi alanda tanınmalarını sağlayacak hukuki bir çerçeveye, dini özgürlüklerini
sağlayacak anayasal bir korumaya ihtiyaç duymaktadırlar (Beylunioğlu,
2015:146).
AB Müzakereleri ve Uyum Politikaları çerçevesinde, AB
ve BM nezdinde özellikle 1970’lerin sonlarından itibaren tanımlanan azınlık ve
azınlık haklarına dair iyileştirmeler konusunda Türkiye adımlar atmaktadır.
Fakat bu adımlar henüz gayrimüslimlerin “ötekiliği”ni
yıkmaktan ve kendilerini birinci sınıf/eşit vatandaş olarak görmelerini
sağlamaktan uzaktır.
Bakanlığı
tarafından veri toplanmadığı için bu davaların ne kadarının nefret söylemi ile
ilgili olduğu bilinmemektedir. Yahudi cemaatinin önde gelenlerinden bir
görüşmeci bu sene cemaat içinden bireysel olarak açtıkları beş davanın hepsinin
refüze edildiğini bildirdi.
195 Avrupa Komisyonu tarafından Kasım
2015 yılında yayınlanan “2015 Türkiye İlerleme Raporu”’na göre: Ayrımcılık yapmama
ilkesi, yasal zeminde
ve uygulamada yeterince
uygulanamamakta ve korunmaya
en muhtaç kesimler ile azınlık
mensublarının hakları yeterince korunmamaktadır. Ayrımcılık ve azınlıklara
yönelik nefret söylemi, toplumsal cinsiyet temelli şiddet, LGBI bireylerin
haklarına saygı başlıca endişe verici alanlardır. Zorunlu din kültürü ve ahlak
bilgisi derslerine ilişkin mahkeme kararları, düşünce, vicdan ve din
özgürlüğüne saygı için elverişli bir ortamın yaratılmasına katkıda bulunmuştur,
fakat zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinden muafiyet, kimlik
kartlarında din hanesinin bulunması, dini topluluk ve kurumların tüzel kişiliği,
din adamı seçimlerine katılım kuralları, ibadet yerleri ile yabancı din
adamlarına oturma ve çalışma izni verilmesi konularına ilişkin kararların uygulanmasına özel önem verilmelidir. Patrikhane, resmi makamlardan “Ekümenik” ünvanını serbestçe kullanabileceğine dair bir işaret almamıştır. Din adamlarının eğitimi
konusundaki kısıtlamalar devam
etmiştir. 1971’den bu yana kapalı olan Heybeliada Rum Ortodoks Ruhban Okulu’nun
açılması konusunda adım atılmamıştır.
Ermeni Patrikhanesi’nin, üniversitede Ermeni diline ve Ermeni din adamlarına
yönelik bir bölüm açılması önerisi henüz sonuçlanmamıştır. Hıristiyanlara ve
Musevilere yönelik nefret söylemi ve nefret suçları bildirilmeye devam
etmiştir. Ayrımcılıkla mücadeleye ilişkin hukuki çerçeve, etnik köken, cinsel yönelim, ve/veya toplumsal cinsiyet
kimliğine dayalı ayrımcılık yapılmasını açık bir biçimde yasaklamamaktadır.
Türk Ceza Kanunu, etnik kökene dayalı nefret suçlarını kapsamamaktadır. Nefret
suçlarına ilişkin veri tabanı bulunmamaktadır. Irkçılık, yabancı düşmanlığı,
anti-Semitizm ve hoşgörüsüzlük ile mücadele etmek ve ayrımcılık mağdurlarının
şikayetlerini ele almak üzere uzmanlaşmış bir birim oluşturulmamıştır. Etnik ve
dini gruplar ile toplumsal cinsiyet çeşitliliğini destekleyen gruplar
tarafından sosyal hayat ve istihdam konusunda ayrımcılık vakaları rapor
edilmeye devam etmiştir. Özellikle Gayrimüslim cemaatlere yönelik davalarda
olmak üzere, nefretin teşvik edilmesine ilişkin kısıtlayıcı yorumlar
mahkemelerde devam etmiştir. Azınlıklara yönelik nefret söylemi ciddi endişeler
yaratmaya devam etmektedir. Ayrımcı söylemlerin silinmesi için ders
kitaplarının gözden geçirilmesi ihtiyacı devam etmektedir. Türk vatandaşı
olmayan ve azınlık okullarına misafir
öğrenci statüsüyle devam eden çocukların, resmi mezuniyet belgesi alabilmeleri
yönünde herhangi bir tedbir alınmamıştır. Gayrimüslim cemaat vakıflarının seçim
usüllerine ilişkin düzenleme halen yayımlanmamıştır; azınlık vakıfları kurul
üyeleri için seçim yapamamaktadır. Raporun tam metni için Bkz.: (Çevrimiçi) http://www.ab.gov.tr/files/000files/2015/11/2015_turkiye_raporu.pdf,
15.11.2015. 2014 İlerleme Raporunun tam metni için Bkz.: http://www.ab.gov.tr/files/ilerlemeRaporlariTR/2014_ilerleme_raporu_tr.pdf,
15.11.2015. Ayrıca bu alanda yayınlanmış diğer bir rapor için Bkz.: Amnesty International Report 2014/2015, London, UK.
1.5. İstanbul’da Rum Yahudi
ve Ermeni Cemaatlerin Tarihi
Rum Yahudi ve Ermeniler İstanbul’un tarihinde kent
kültürünün, kentli gündelik yaşamın ve kentin sınıfsal yapısının çok önemli bir
parçasını oluşturmaktadır. Bu nedenle sayıları giderek azalmasına rağmen kentin
iktisadi, politik, mekansal, sosyal ve kültürel tarihinin yapı taşları arasında
bulunmaktadırlar. Rum Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin İstanbul’da kendilerini
sosyal ve mekansal inşa süreçlerinde bu tarihsel arka plan belirleyici rol
oynamaktadır. İstanbul’da Rum, Yahudi ve Ermeniler tarihsel olarak, şehrin
küçük bir balıkçı köyü üzerinde Byzantion tarafından kuruluşundan itibaren
farklı zamanlarda şehre yerleşmişlerdir. İstanbul’a Müslüman nüfusunun
yerleşmesi ise Fatih’in şehri fethetmesinden sonra göçler ve zorunlu iskanlarla
Anadolu’nun farklı bölgelerinden getirilip İstanbul’a yerleştirilen nüfus ile
başlayacaktır. Şehrin Fetihten önceki yerli halkları arasında bulunan Rum
Yahudi ve Ermeni nüfusun bir bölümü Fatih’in Şehri kuşatma altında tuttuğu
yıllar içinde şehri terketmişti. Şehir bu kuşatma sırasında büyük ölçüde
sarsılmış sosyal ve ekonomik yapısı çöküntüye uğramıştı. Şehrin yeniden imarı
için öncelikle kentin kaybettiği nüfusu yerine getirmek ve şehrin çökmüş
iktisadi ve sosyal hayatını yeniden canlandırmak gerekiyordu.
15. yüzyılın başlarında Konstantinopolis’in196
nüfusunun 50.000-80.000 arasında bulunduğu kabul gören bir görüştür. Şehrin
nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Rum Ortodoksların yanısıra, Latinler, Venedik
ve Cenevizliler’den oluşan İtalyan ticaret kolonileri temsilcileri, Anadolu kökenli
Ermeniler, Germen ve Balkan kavimleri, Yahudiler, Suriyeli Araplar ve az sayıda
ticaretle uğraşan Türkün yaşadığı Konstantiopolis kozmopolit bir sosyal yapıya
sahipti (Işın, 2014:20). Bizans döneminde Yahudiler ve Araplar şehrin en büyük
azınlık grubunu oluşturmaktaydılar. 7. Yüzyılda Yahudilerin kent sınırları
içinde yaşamaları yasaklanmış, Galata’da bir mahalleye yerleşmeye mecbur tutulmuşlardı. Ancak,
Eminönü’nde bugünkü Yeni Cami’nin bulunduğu bölgede, deniz surları
dışında yaşayan Yahudiler de vardı (Çelik, 2015:26). Karaköy, daha Bizans
döneminde, Karayim Yahudilerinin yerleştiği bölgeydi (Svatics, 2011:86). 197
19620. Yüzyıl’a kadar resmi evraklarda İstanbul adıyla birlikte
Konstantiniyye de kullanılıyordu. “İstanbul” adı, kentin Bizanslı sakinleri
tarafından 10. Yüzyıldan beri kullanılan ve Yunanca’da “kentte” anlamındaki
“eis tin polin” kelimesinden gelmektedir (Çelik, 2015:27).
197 Hatta buraya Karai
köyü dendiği ve semtin adının zamanla Karayköyü
ve Karaköy’e dönüştüğü düşünülmektedir (Svatics, 2011:86).
Fatih şehrin imarı için öncelikle şehri terkeden yerli
halkın geri dönmelerini teşvik amacıyla, kentteki yaşam koşullarına ilişkin
bazı kolaylıklar sağladı ve Osmanlı topraklarında yaşayan Müslüman ve
gayrimüslim farklı etnik ve dinsel grupları İstanbul’a zorunlu iskanlarla yerleştirmeye başladı.198
Şehrin imarında öncelik belli zanaatkar ve meslek gruplarını İstanbul’a
yerleştirerek nüfus sorunu ile birlikte iktisadi ve sosyal çöküntüyü de sona
erdirmekteydi. Bu nedenle gelenler arasında, özellikle zanaatkarlar ve meslek
sahibi olanlar tercih ediliyor; bu tür becerileri olanlar şehrin merkezine,
diğerleri çevre semtlere yerleştiriliyordu. Sanatçı, marangoz ve gemiciler,
doğrudan 2. Mehmed’in emrine alınırken, genelde denizcilikle uğraşan Rumlar,
Haliç çevresinde iskan
edildi (Özdem, 2009:170). Suriçi bölgesi Müslüman halka açıldı ve Anadoludan zorunlu
iskanlarla getirilen nüfus suriçi bölgesine yerleştirildi. Bilhassa Eminönü ve
Suriçi’ne Müslümanları yerleştirirken Rumlar için şehrin dış kısımlarına yeni
yerleşim yerleri açılmıştır. Böylece bu dönemde Rum nüfusu, şehrin o günkü
banliyöleri sayılabilecek Fener, Edirnekapı, Balat ve Galata civarlarıyla
bugünkü Samatya ve çevresine yerleştirmiştir. Daha sonraki yıllarda Fatih
Sultan Mehmed, fethettiği Mora, Ege Adaları ve Trabzon ile bazı orta Anadolu
kentlerinin Rum nüfuslarını İstanbul’a yerleştirmeyi sürdürmüştür (A.e.).
Fatih Sultan Mehmed’in şehre getirttiği ilk büyük
Ermeni kafilesi ise 1461’de Bursa Başpiskoposu Hovagim’in önderliğinde şehre
gelen Bursa Ermenileri oldu. Ardından (1459- 1475) yılları arasında Orta
Anadolu ile Eski ve Yeni Foça’dan ve Kefe’den Ermeniler İstanbul’a iskan
edildi. Kefe’den getirilen ve daha çok ticaretle uğraşan Cenevizliler ve
Ermeniler başlıca iki semte, Galata’ya ve Karagümrük’e yerleştirildiler.
Şehirdeki Ermeni nüfusu içinde en varlıklı ve en kültürlü zümreyi oluşturan
Galata Ermenileri, genellikle Kırım kökenlidir. 1. Selim ise Tebriz’den 200,
Kahire’den 500 kadar zanaatkar aileyi beraberinde İstanbul’a getirmiştir
(İnalcık, 2000:69). 1470’ten sonra Karaman’ın fethiyle birlikte İç Anadolu’daki
Ermeniler de İstanbul’a getirilerek yine bu semtte iskan edildiler. Bu nedenle
semtteki Ermeni nüfusu genellikle Anadolu kökenliydi.199 Üçüncü
Murad’ın saltanat yıllarında da Tebriz,
Gürcistan ve Nahcivan’dan Ermeni asıllı bir çok sanatkar, çiftçi, işçi,
198 “Fatih” Sultan Mehmed için İstanbul’un fethinin simgesel bir
anlamı vardı. Fatih, İstanbul’u Osmanlılar tarafından yönetilen bir Müslüman
İmparatorluğun başkenti yapmıştı. Öncelikli hedeflerinin başında
bu boş şehri yeniden inşaa etmek geliyordu. Bu amaçla, Osmanlı
egemenliği altındaki başka topraklardan insanları İstanbul’a sürmeye başladı.
Bu nakil politikası “sürgün” olarak adlandırıldı. Tüm dinlerden ve sosyal
sınıflardan gelen “sürgün”ler aynı zamanda
başkenti yeniden canlandırmaları için gerekli ekonomik
vasıflara da sahiptiler (Rozen, 2013:45).
199Saro Dadyan, “Osmanlı Döneminde İstanbul’da Ermeni
İskanları”, Çevrimiçi: http://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/osmanli-doneminde-istanbulda-ermeni-iskanlari/,
28.06.2015.
kalfa ve mimar İstanbul’a getirilerek sarayın hizmetine alındılar ve
İstanbul’daki imar faaliyetlerinde çalıştırıldılar (İnalcık, 2000:69).
İstanbul’daki Ermeni varlığı İstanbul’un fethinden önceye dayanmaktadır. Bizans
döneminde önemli bir kısmını Kırımlı tüccarların oluşturduğu Ermeniler,
Galata’da, Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi çevresinde toplanmışlardı. Ermeniler,
Edirne ve Bursa’dan, Kırım’ın fethinden sonra (1475) Kefe’den, Bayburt ve
Trabzon bölgelerinden, Kayseri’den, Amasya’dan ve son olarak da Karaman, Ankara
ve Konya’dan dalgalar halinde göç ettirildiler. Fetih sırasında İstanbul’un
nüfusu 60.000 olarak tahmin edilirken, yüzyıl sonraki nüfusun, yaklaşık yarım
milyona ulaştığı, bunun üçte birinden
fazlasının da Hıristiyan olduğu ifade edilmektedir (Çelik, 2015:29-30).
15.
Yüzyıl’da İmparatorluk
topraklarına gelen Sefarad Yahudilerinin ise ilk yerleştikleri mekanlar
Fatih’in gösterdiği Hasköy200 ve 2. Beyazıt tarafından yerleşme izni
aldıkları Balat olmuştur. Balat, 20. Yüzyıl ortasına kadar da bir Yahudi
mahallesi olarak kalmıştır. Galata Kulesi civarı, özellikle Büyük Hendek
sokağı, 19. Yüzyılda Yahudilerin çoğunlukta olduğu başka bir yerleşim alanıydı
(Svatics, 2011:144). Bu semtlerin dışında, 1618
Büyük Bedesten yangınında, ve 1715 yangınında mahalleleri yanan Yahudiler
Ortaköy’e, Galata ve Üsküdar’a yerleştirildiler.201 Ortaköy
Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanların birarada yaşadığı Boğaziçi yerleşkesiydi.
Ortaköy’deki Yahudi yerleşimleri Taşmerdiven, Karakaş ve Dere
mahallelerindeydi. 17. Yüzyıl’da, Ortaköy ile Arnavutköy arasında bulunan
Kuruçeşme semtinin 11 mahallesinde Yahudi’lerin yaşadığı bilinmektedir (A.e.,
144-6). Bebek ve Yeniköy ise, tıpkı Adalar gibi, 19. Yüzyılın ikinci
yarısından itibaren gayrimüslim cemaatlerin sayfiye yeri olacaktır.
16.
Yüzyıl ortalarında 400.000’e
ulaşan nüfusun %58’ni Müslümanlar, %32’ni Hıristiyanlar ve %10’nu Yahudiler
oluşturuyordu. Bu tahmin vakıf esasına dayalı tahrirlerden çıkartılmıştır (Işın, 2014:36). Bu oranlar sonraki
yüzyıllarda çok az oynadı. Örneğin
19.
200 Hasköy’ün 16. Yüzyıl’daki halini Evliya Çelebi: “Bilhassa
Küpelioğulları, Mordahay, Nesim, Kemal adlı Yahudiler’in evlerinin bağ ve
bahçeleri öyle limon ve narlar verir ki, hiçbir bağda benzeri bulunmaz…” diye
anlatır (Svatics, 2011).
201İstanbul’da sivil mimarinin ahşap olması ve özellikle yaz
mevsiminde çok sık yangın çıkması, Yahudi yerleşim
alanlarının zaman içindeki değişimini etkilemiştir. Böylece, İstanbul’daki
Yahudi yaşamının temelini oluşturan köken-sinagog yerini oturma yeri-sinagog
sistemine bırakmıştır (Güleryüz, 2012b:112). 1633 büyük İstanbul yangınında
Yahudi mahallerinin çoğu yanmıştır; Romanyot ve Sefaradlar karışmaya ve
sinagoglarını birleştirmeye mecbur kalmışlardır. 1660’daki Ayazmakapı
yangınında sonra birçok Yahudi Balat’a yerleşmiş, 1715’deki yangının
ardından da birçok
Yahudi Hasköy’e taşınmıştır. Evliya Çelebi, Hasköy’de
Yahudilerin
11.000
kişilik 20 cemaat oluşturduklarını anlatır. Çelebi, Ortaköy’de de “Yahudilerin
güzel evlere sahip olduğunu” yazar. 1756’da Cibali yangınından sonra, Galata,
Ortaköy ve Kuzguncuk semtleri, Yahudilerin yeni yerleşim alanları olmuştur
(Svatics, 2011:24-25).
Yüzyılın sonlarında Müslümanlar nüfusun %55’ni oluşturuyordu (Çelik,
2015:30). Fatih’in zorunlu iskanlarıyla İstanbul’a yeni gelenlerle birlikte
1478’deki şehir nüfusu 14.803 haneye, yani yaklaşık 70.000 üzerinde bir nüfusa
ulaşmıştı. Bu dönemin nüfus sayımı bilgileri çok kesin olmamakla birlikte (1478-1489) arasında Hıristiyan ve Yahudi hanelerindeki artış, iskan
politikasının başarılı olduğunu göstermektedir. 1478 yılında 5162 olan
Hıristiyan hane sayısı 1489’a gelindiğinde 5462’ye, aynı zaman diliminde Yahudi
hane sayısı ise 1647’den 2491’e ulaşmıştır (Çelik, 2015:29).
İstanbul’a göç edenler, geldikleri yerdeki sosyal
yaşam biçimlerine göre, deniz kenarında ya da iç kısımlarda yaşamayı tercih
ediyorlardı. Deniz kenarını seçenlerin Haliç’te yoğunlaşmasının nedeni bu
bölgenin İstanbul’un “Ana Limanı” olmasıydı. Göçler sırasında genellikle
Müslümanların merkezde, külliyeler çevresinde, Hıristiyan ve Yahudilerin
çevrede yerleşmesi sonucunda, farklı kökendeki toplumlar kendi mahallelerini
oluşturmuştu. Ortaylı’nın belirttiği gibi, geleneksel kentte konut bölgesindeki
farklılaşma, gelir ve statüden ileri gelmeyip, etnik ve dini farklılıklara
dayanmaktaydı. Semtlerde sınıfsal nitelik pek görünmezdi. Fetihten sonra şehir,
eski Konstantinopolis örneğinde olduğu gibi, 13 nahiyeye ayrılmıştı ve toplamda
219 mahalle yer alıyordu. Mahalleler eski kiliselerin etrafında gelişti.
Sürgünle gelen her grup, cemaatler halinde yerleştirilmekteydi. Her cemaat bir
mahalle teşkil ediyordu (2015:280-1). İnalcık,
İstanbul’daki cemaat gruplarını
1)Rum, 2)Ermeni, 3)Yahudi,
4)Galata Frenkleri, 5)Karaimler (Karay Yahudileri), 6)Galata Rumları
olarak sınıflandırmaktadır (İnalcık, 1991:240’dan aktaran Ortaylı, 2015:283).
İstanbul’un Fetih’ten sonraki etno-dinsel ayrışmaya
bağlı yerleşim örüntüsü içinde, Müslüman halk Fatih, Aksaray, Tophane, Cibali,
Ayasofya, Çarşamba, Eyüp, Salıpazarı- Kabataş, Kuruçeşme, Rumelihisarı,
Baltalimanı ve Üsküdar’da; gayrimüslim cemaatler ise; Rumlar Haliç’in güney
sahili boyunca Fener, Cibali ve Ayakapısı’nda, Marmara sahilinde Yedikule’de,
Balat, Hasköy, Ortaköy ve Topkapı’da Ermeni ve Yahudilerle birlikte bulunurlardı.
Arnavutköy Rumların Boğaziçi’nde en çok yoğunlaştıkları yerdi. Yahudi
cemaatinin iskan edildiği semtler, Bahçekapı ve Yıldız Hamamı çevresi, Balat,
Ayvansaray, Hasköy, Ortaköy ve Kuruçeşme’dir. Ermeni nüfus başta Sulumanastır,
Kumkapı, Topkapı, Langa, Yenikapı ve Balat’ta yerleşmiştir (Işın, 2014:21-2).
İstanbul’da 18. Yüzyıl’a kadar, mahalle aynı gelir
kesimlerinden ailelerin oluşturduğu, her dinden insanın yaşadığı yerleşim
biriminden ziyade, aynı mezhepçe ibadet eden ve aynı dili konuşan (Türkçe,
Ermenice, Rumca ve Yahudi İspanyolcası) fertlerin birlikteliğine dayanan bir
yerleşim birimiydi. Şeni’nin vurguladığı gibi, aynı dili konuşan dindaşların
komşuluğuna dayanan bu tür yerleşim birimleri zengin ile yoksulu yanyana
barındırabilen bir kentsel düzen oluşturuyordu. Varlıklı gayrimüslimlerin
cemaatsel mahallelerden çıkıp zengin mahallelerine yerleşmesi ise 19.
Yüzyıl’dan önce gerçekleşmemiştir. Pera, 18. Yüzyıl’ın sonundan itibaren sosyal
başarının Batılılık ile eşanlamlı olmaya başlamasıyla cemaatsel mahalle
halkının üst tabakalarını kendine çekmeye başlayacaktır (2011: 22-23).
17.
Yüzyılda Mantran,
İstanbul-Galata-Eyüp kısımındaki kentin nüfusunu 740 bin olarak hesaplar;
İstanbul’un Avrupa ve Yakındoğu’nın en büyük kenti olduğunu öne sürer. Boğaz
köylerindeki dağılıma bakıldığında Müslüman olmayan toplumların çoğunlukta oldukları
görülür. Gayrimüslim nüfusun çoğunluğunu oluşturan Rumların yoğun bulunduğu
İstinye, Yeniköy, Tarabya, Sarıyer, Çengelköy, Üsküdar ve Kadıköy, cemaatin
asıl yerleşme yerleri olarak ayırt edilmektedir. Ermeniler ağırlıklı olarak
Yenikapı, Langa, Kumkapı, Samatya, Topkapı, Balat ve Galata’da oturuyorlardı202.
18.
Yüzyıla kadar bağlar ve
meyve bahçeleriyle kaplı olan Pera, “Pera Bağları” (vignes de Pera) olarak
bilinirdi. 17. Yüzyıl’da başta İngiliz, Fransız,
Venedikli, Hollandalı ve Cenovalı sefirler olmak üzere Avrupalı
zenginler, ayrıca Osmanlı tebaası Hıristiyanlar, Pera’da (sözlük anlamıyla
“karşı”ya) bahçeler içinde geniş konaklar inşaa ettiler. Ticari bir merkez olan
Galata’nın203 tersine Pera bir üst sınıf ikametgah bölgesi olarak
gelişti. 18. Yüzyıl’da Pera’ya bitişik Aya Dimitri adlı Rum köyünün (Tatavla)
ve Taksim’deki Ermeni mahallelerinin gelişmesi, bu zengin sınıf bölgesini
iktisadi açıdan daha heterojen hale getirmiştir (Çelik, 2015:38). Bölgenin en
kalabalık cemaati ise Rumlardı. Rumların ticaret ofisleri, bölgenin maddi
zenginliğini arttırmış; bunun sonucunda zenginleşen Rum aristokrasisi,
ofislerini Galata’da bırakarak konaklarını Pera’ya taşımışlardı (Işın,
2014:42).
202 İstanbul Ansiklopedisi, Cilt. 4, s.190-191.
203Yahudi kökenli Camondo
Ailesi 19. Yüzyıl
İstanbul’unda modern bankacılığın önderi olan, Galata’nın önemli bir bölümünü Avrupalılığı ve lüksü temsil eden bir
mahalle haline getirmiştir. Şehrin ilk atlı tramvay ulaşımını sağlayan,
Şirket-i Hayriye’nin kuruluşuna katılan, havagazı dağıtımı ağını kuranlar da
Camondo’lardır (Şeni, 2011:93-102). Camondo ailesi hakkında ayrıca Bkz.: Şeni,
1995:24-30.
18. Yüzyılın sonu ve 19. Yüzyılın başında,
İstanbul üç ana bölümden oluşmaktaydı: en önemli bölümü kuzey, doğu ve güneydoğu yönünde Marmara Denizi
kıyılarıyla Altın Boynuz’du. Haliç’in diğer tarafındaki eski Ceneviz mahallesi
Galata ile Asya yakasındaki Üsküdar da kentin diğer iki önemli bölgesiydi. 18.
Yüzyılda yaşanan değişimin en önemli sonuçlarından biri de şehir olarak
İstanbul’un, Boğaz’ın iki yakasını ve Üsküdar’ı kapsayacak hale gelmesidir.
Üsküdar, Müslüman kesimin yaşadığı bir semt olmasının yanında (Özdem,
2009:220), 16. Yüzyıldan beri varlığını sürdüren, kilise, manastır, okul ve
ruhban okulu gibi köklü kurumlarıyla gayrimüslimlerin de önemli bir merkeziydi
(Dadyan, 2011: 71).
18. Yüzyılın sonu ve 19. Yüzyılın başında Rumlar daha
çok Fener, Samatya, Langa, Cibali, Boğaz kıyısındaki köylerde oturuyorlardı.
Ermeniler Kumkapı, Samatya, Balat, Langa ve Galata’da204, Yahudiler
ise Balat205, Hasköy (daha çok Karay Yahudileri), Ortaköy206,
Eminönü, Bahçekapı ve Kasımpaşa’da yerleşiklerdi. Galata, o dönemde Rumların,
Ermenilerin, Yahudilerin ve az sayıda Avrupalı ve Müslümanın yaşadığı bir yer
iken, Pera ya da Beyoğlu, Avrupalı büyükelçilerin yerleşim yeriydi. Oysa
Kasımpaşa, Tophane ve Fındıklı’da sadece Müslümanlar iskan ediyordu (Çelik,
2015:8).
18. Yüzyılın sonuna doğru, daha sonra Altıncı Belediye
idaresinin kurulacağı Beyoğlu,
Galata, Tophane bölgesinde %47 yabancı uyruklu, %32 gayrimüslim ve %21 Müslüman
yaşıyordu (Shaw, 2008:329). Bu semtlerin dışında Kuzguncuk da bu üç cemaati
birleştiren bir mekandı. 207
Beşiktaş ve Boğaz’da Rumelihisarına kadar bazı köyleri kapsayan Dördüncü
Daire-i Belediye barındırdığı yabancı nüfus açısından ikinci geliyordu.
İstanbul yarımadasının yabancı nüfusu ise sadece %1,5 civarındaydı. Tüm
yarımadada Müslümanlar, toplam nüfusun yaklaşık %55’ni oluşturuyorlardı (Çelik,
2015:48).
19. Yüzyıl’da İstanbul Avrupa’daki liberal siyasal
düşüncelerin ve büyümekte olan kapitalizmin etkisi altına girmiş ve yeni bir
göçmen akımını da içeren büyük bir
dönüşüme uğramıştır (Karpat, 2010:165-167). Tekeli’nin vurguladığı gibi,
“İstanbul, bu yüzyılda, Osmanlı devletinin başkenti olmasının yanı sıra bir iletişim merkezi, sürgündeki seçkinlerin
204 Galata’nın 15. ve 16. Yüzyıllardaki nüfus yapısı ve gündelik hayat
dokusuna dair Bkz.:
Bulunur, 2014.
205 Bir Yahudi ailesinin 1916’lı yıllarda Balat’daki yaşamı için Bkz.: Şaul, 2000.
206 Şekerci
Yahudi ve İshak Yahudi Boğaziçi’ndeki sivil mimarinin 17. Yüzyıl örneklerini
taşıyan fakat hiçbiri günümüze ulaşamamış Ortaköy yalılarına örnektir (Işın,
2014:49).
207 Kuzguncuk
Yahudi Cemaati üstüne hazırlanmış bir yayınlanan doktora tezi çalışması için
Bkz.: Güven, 2011. Kuzguncuk semtinde yaşayan
gayrimüslimlerle yapılan sözlü tarih çalışmasına bir örnek için Bkz.: Bektaş,
2003.
buluşma yeri ve hızla değişen bir toplum ekonomisinin merkezi konumuna
gelmişti”. Kent mekanının etnik farklılaşmasının yanısıra toplumsal sınıf
katmanları bakımından da farklılaşması değişiyordu. Bu yüzyılda Kasımpaşa en
kalabalık nüfuslu mahalleydi. Boğaziçi’nde Tophane ve Fındıklı belli başlı
yerleşme alanlarını oluşturuyordu. Tarihi yarımada ve Haliç kıyıları prestij
kaybına uğrarken, Boğaziçi, Dolmabahçe çevresi, Nişantaşı, Pera ve Kadıköy’den
Bostancı’ya kadar yerleşmeler ile Bakırköy ve Yeşilköy prestij kazanmıştı. Daha
18. Yüzyılda Fener beyleri Fener’i terk ederek Boğaz köyleri Tarabya ve Yeniköy’e
yerleşmişlerdi. Zenginleşen Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler 19. Yüzyılda Fener,
Balat, ve Samatya’yı terk ederek Pera’ya, daha kuzeyindeki yerleşimlere ve
Boğaziçi’ne geçiyordu (2014:538-539).208
19. Yüzyıldaki nüfus artışı ve küçük yerleşim
birimlerinin iktisadi yetersizlikleri sonucu mahalle ölçeği parçalanmaya
başlamıştı. İstanbul’un Müslüman halkı gayrimüslimlerin yerleştiği Galata-Pera
bölgesine doğru yaşam alanlarını genişletmeye başlamışlar; “bunun sonucunda da
gündelik hayatın kültürel dokusu çokmerkezli bir görüntü kazanmıştı” (Işın,
2014:85). Özdem’in detaylıca aktardığı gibi, Tanzimat’ın ilanıyla (1839)
birlikte hızlanan Batılılaşma hareketi, varlıklı gayrimüslim Osmanlıların
dışında, Levantenlerin, yabancı ülke diplomatlarının ve elçilik personelinin
yerleştiği Pera’nın (Beyoğlu) atardamarı Cadde-i Kebir (İstiklal Caddesi) ve
çevresini etkisi altına alacaktı. Gayrimüslim zengin armatörler, bankerler ve
gümrük komisyoncularının yaşadığı Galata’yı Beyoğlu’ndan ayıran tarihi surların
yıkılmasıyla birleşen bölge Avrupai tarzda açılan kafeler, restoranlar,
birahaneler, oteller, bistrolarla kısa sürede önemli bir eğlence merkezine
dönüşmüştü; Cafe Rich, Tortini, Valaury, Cafe Flamme, Degustasyon, Hotel
d’Angleterre, Hotel de France, Hotel Bristol ve Pera Palas bu eğlence mekanları
ve otellerin sadece belli başlı olanlarındandır. Diğer taraftan ise, kentin
Tarihi Yarımada’sında yaşayan muhafazakar aileler, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir kitabında betimlediği öteki
İstanbul’da, geleneklerine bağlı bir şekilde yaşamayı sürdürüyorlardı.
Galatasaray’daki Hristaki Pasajı ve Cite de Pera (Çiçek Pasajı) daha çok orta
sınıflara sesleniyordu. Galata ve Beyoğlu’nda açılan bu yeni mekanların
sahipleri Rum, Ermeni, Musevi ya da Levanten Osmanlılar, ayrıca Macar, Alman,
Avusturyalı veya Fransız yabancı uyruklulardı (2009:108-9).209
208 Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı kentlerinde gayrimüslim nüfusun
toplumsallaşması üzerine bir çalışma
için Bkz.: Georgeon, Dumont, 2011.
209 Beyoğlu ilçesi hakkında
detaylı bir çalışma
için Bkz.: Tuna, 2015; Scognamillo, 2008; Freely, Freely:
2015.
Osmanlı şehirlerindeki mekansal örgütlenme din/mezhep
ve meslek esasına göre olduğundan mahalle sakinlerinin evleri, cami, kilise ya
da sinagog gibi kendi dini ibadethanelerinin etrafında kümeleniyordu. Bu
bağlamda mekansal gruplaşmayla dini gruplaşmanın yarattığı sonuç birdi (Rozen,
2103:396).210 Ancak İstanbul’da, farklı dini cemaatler her zaman
ayrı mahallelerde oturmuyordu. Nüfusun karışık olduğu yerlerde, Osmanlılar
coğrafi etmeni görmezlikten gelmekle yetinmişler; mahallenin gayrimüslim
sakinlerine, kendi dini ve seküler liderleri tarafından idare edilen ve kendi
sinagog ya da kilisesi civarında toplumlarının hayatını sürdüren ayrı bir
mahalle muamelesi gösteriyordu. Yerleşmelerde gelir veya sosyo-politik statüye
göre ayrım gözetilmediğinden farklı tip konutlar yanyana bulunabiliyordu. Bu
durumun istisnası bekar odalarıydı211; bunlar mahallenin dışında
tutulurdu. Kadınların –dolayısıyla ailenin- mahremiyeti mahalle dokusunun
oluşmasında diğer bir önemli etkendi (Çelik, 2015:6). Mesleki gruplaşmalar ise,
esnaf ve zanaatkar loncaları etrafında
oluyordu. Lonca esasen bir Müslüman
kurum olsa da,
17. Yüzyılda, en azından İstanbul loncalarının gayrimüslim üyeleri olduğu
bilinmektedir. Yahudi ve Hıristiyanların üye olduğu loncalar, Osmanlı kent
örgütlenmesinin bir parçasıydı (Rozen, 2013: 63-64). Diğer yandan 18. ve 19.
Yüzyıllarda Rum milletinin kendilerine özgü “yerel cemaatlerini” oluşturdukları
bilinmektedir. Bu cemaatler vergi toplayan, yaşlılarına yoksullarına bakan,
cemaat içindeki davalara bakıp halleden demokratik eğilimler sergileyen bir tür
küçük özerk toplumsal birimler gibi çalışmaktaydılar (Millas, 2014:211).
Diğer yandan İstanbul’da Rum Yahudi ve Ermeni
nüfuslarının tarihsel gelişimi de İstanbul’un demografik yapısını ve bu yapıda
gayrimüslim nüfusun genişleme ve büzüşmelerle bu demografik yapıyı nasıl
belirlediğini göstermektedir. İnalcık’ın da belirttiği gibi, 15. Yüzyılda
nüfusla ilgili en güvenilir bilgi kaynağı, vergi tahrirleri ile gayrimüslim baş
vergisi cizye için tutulmuş defterlerdir. Ne var ki, bu dönemin gayrimüslim
nüfusu hakkında yaklaşık bir tahminde bulunmak imkansızdır. Cizyeye tabi
gayrimüslimler, ekonomik faaliyetleriyle kendi geçimlerini sağlayabilecek olan,
oniki ya da onbeş yaşın üzerindeki yetişkin erkeklerdi. Kırsal alanlarda, köylü
hanesi’nin reisi, bütün ev halkı için tek bir cizye ödüyordu. Ayrıca, bu vergiden muaf olan gayrimüslimler, yani din adamları, köleler,
210 Rozen’in vurguladığı gibi, Osmanlıların aynı coğrafi
alandaki farklı dinsel gruplara birbirinden ayrı mahalleler muamelesi yaptığı, Yahudilerin oturduğu kent
birimlerini hem “mahalle” hem de “cemaat” diye adlandıran Osmanlı belgelerinden
de anlaşılmaktadır. Yahudiler bir Yahudi gruptan “mahalle” diye söz ettiğinde, aynı yerden gelmiş olan, aynı
sinagogda dua eden ve aynı liderleri benimseyen bir grup insanı
kastetmekteydiler (2013:396-7).
211 Odalar genellikle vakıf malı olup İstanbul’a çalışmaya gelen
bekar erkeklere kiralanırdı. Ayrı ayrı veya bir avlu etrafında sıra sıra
yapılmış olurlardı.
yoksullar, askeri personelin maiyet mensupları ve bazen Hıristiyan
milisler de cizye defterlerine kaydedilmiyordu. Mantran ise 1691’de gayrimüslim
nüfusun oranını %42 olarak hesaplamıştı. Osmanlı genel nüfus sayımına göre,
(1830-1840) yılları arasında şehrin nüfusunun %47.9’u Müslümandı. Vutiras
“Tarih ve Coğrafya Sözlüğü”ndeki “İstanbul” maddesinde, 1881’de İstanbul’da
yaşayan 750.000 nüfusun üçte birinin Rum, üçte birinin Müslüman ve geri
kalanının Ermeni, Yahudi ve diğer milletlerden oluştuğunu yazmaktadır (aktaran
Bozis, 2011:20). 1884’de İstanbul’da yapılmış olan resmi nüfus sayımına göre
ise toplam 873.000 olan nüfusun 385.000’i yani %44’ü Müslüman, gerisi
gayrimüslimlerden oluşuyordu. Bu %18 Rum Ortodoks, %17 Gregoryan Ermeni, ve %5
Yahudilerdi. Diğer gruplar çok daha azdı buna rağmen geride yaklaşık %15’lik
“yabancı ve bilinmeyen” nüfusu bırakmaktadır (Çelik, 2015:48).212
1885 yılında Müslüman nüfus %54’ün üstüne çıkarken, 1900’lerde bu oran %70’lere
varıyordu (Karpat, 2010:166). Shaw’a göre 19. Yüzyıla geldiğimizde, İstanbul’un
nüfusu neredeyse üç katına çıkmıştı.213
1906 sayımında, 1896 ile 1906 arasındaki yirmi yıllık
dönemde, kent nüfusunun sadece 13.049 kişi arttığı gözlenmiştir (Çelik,
2015:47). 1922’ye kadar İstanbul’un nüfusu ile ilgili resmi sayımlar tartışmaya
açıktır. En büyük nedenlerden biri, resmi nüfus sayımlarında yalnız sağlıklı,
reşit erkeklerin, yani vergi ödeyen aile reislerinin kaydedilmesiydi. Birçok
kişi vergi ödememek için İstanbul’da geçici bir süre kaldıklarını bildirirdi. Bir
diğer neden de, Islahat Fermanı’ndan 19. Yüzyıl sonlarına kadar, ticari ve
kültürel açıdan çekim merkezi olan İstanbul’a Ege adalarından ve Yunanistan’dan
gelen Yunanlıların çokluğuydu. Kurtuluş Savaşı’nın ardından Türkiye’nin toplam
nüfusu 1922 yılında 12 milyondur. Kesin olmamakla birlikte bu nüfusun yaklaşık
250.000’nin Rum, 100.000’nin Ermeni ve 100.000’inin Yahudi olduğu tahmin
edilmektedir (A.e.).214 Dündar,
Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığı
ilk sayım olan
212 Yabancı nüfusun yüksek çıkmasının nedeni kısmen Osmanlı
vatandaşı gayrimüslimlerin yabancı devlet tebaasına geçerek sefaretlerin
koruması altına girmeye çalışmalarıdır (Çelik, 2015:48).
2131844’de 331,647 olan nüfus, 1865’de 378,069’a, 1883’de
873,565’e çıkmıştı (2008:328). İstanbul’un (1794- 1916) nüfusu hakkında çeşitli
tahminler için Bkz.: Karpat, 2010:214. Çeşitli kaynaklarda İstanbul’daki nüfus
artışının ana nedeni olarak çok sayıda Müslüman’ın 1862 tarihinden itibaren
Kafkaslar ve Balkanlar’dan göç etmesi gösterilmektedir. (1877-1878) Osmanlı-Rus
savaşı sırasında ve sonrasında Kuzeydoğu Balkanlar, Makedonya ve Dobruca’daki Müslüman
halklar buralardan sürüldüğünde pek çok mülteci
İstanbul’a yerleşmişti.
Böylece Müslümanlar, 19. Yüzyıl’a kadar şehirde mutlak bir üstünlük sağlamış
oldular (Karpat, 2010:214-219). Bundan başka, kente gelen yabancı
gayrimüslimlerin sayısında da önemli artışlar olmuştu. (1840-1900) yılları
arasında İstanbul’a yerleşen 100.000 gayrimüslim, çoğunlukla kapitülasyonlar ve
Avrupalı tüccar ve yatırımcılara
tanınan diğer haklardan yararlanmak için gelmişti (Çelik, 2015:47).
214 Savaş öncesi yaklaşık 360.000 Yahudi mevcut olup bunun
150.000’i Avrupa Türkiye’sinde 210.000’ı Asya Türkiye’sinde yaşamaktaydı. Bu
büyük nüfus azalması, barış anlaşmalarının imzalanmasından sonra Avrupa ve
Asya’daki topraklarının büyük bir kısmının Türklerin elinden çıkmasıyla
açıklanabilir (Bali, 2014a).
1927 yılındaki sayıma
kadar Osmanlı sayımlarını birer nüfus sayımı olarak değil,
nüfus yazımı
olarak değerlendirmektedir (2000:18).
(1911-1912) Osmanlı sayımları Anadolu’nun toplam
nüfusunun %17’sinin gayrimüslim olduğunu ileri sürmektedir (17.5 milyonluk
toplam nüfus içerisinde bu oran 3 milyon gibi bir sayıya denk gelmektedir)
(Canefe, 2007:90). 1927 nüfus sayımı Osmanlı’daki sayım geleneği gibi daha çok
erkek nüfus üzerine yoğunlaşmıştır. Bu sayımda “doğum yeri” ve “anadil”
kategorileri eklenmiştir. 1927 sayımında elde edilen sonuçlarda İslam, Musevi,
tüm mezhepleri ile Hıristiyanlık, Ateistler, meçhul ve diğer dinler diye tasnif
edilmiştir. 1965 yılındaki sayımlara kadar, 1950 yılındaki sayım hariç, “dinler
itibariyle nüfus” tespit edilmiştir
(Dündar, 2000:58). 1927 yılında yapılan Türkiye’nin ilk nüfus sayımına göre
ülkenin toplam nüfusu 13.5 milyon civarındaydı. Bunun 110 bini Rum, 77 bini
Ermeni ve 82 bini Yahudi’ydi (İçduygu v.d., 2008:368-9).215 1927
yılına gelindiğinde gayrimüslimlerin genel nüfus içindeki oranı 2%’ye
gerilemişti. Bugün itibariyle ise ülke geneli ve İstanbul’da çoğunluğu İslam
dinine mensup olanlar oluşturmaktadır.
1935’de düzenlenen Cumhuriyet’in ikinci resmi nüfus sayımına
göre ülkede yaklaşık
125.000 Rum, 61.000 Ermeni ve 79.000 Yahudi216 yaşıyordu. Bu
da 16.100.000’lik toplam nüfusun %1.6’sına tekabül etmektedir (Toktaş, 2015b).
1935 yılında İslam dinine mensup olanların oranı %98,03 iken bu oran 1965
yılında %99,12’ye çıkmıştır. İstanbul’da ise toplam nüfusun 1935’de %75,23’ü
Müslüman iken, Hıristiyanların oranı %19,18 ve Musevilerin oranı da %5,37 idi. Fakat 1965 yılında bu
oranlar değişmiş ve Müslümanların oranı %92,98’e yükselmişken, Hıristiyanların
oranı %5,55’e, Musevilerin oranı da %1,34’e düşmüştür (İstanbul Araştırmaları
Merkezi, 1990:17).217 1927 yılındaki sayıma göre İstanbul’da yaşayan
Gregoryan Ermenilerin oranı %69 iken, 1965 yılında bu oran %88’e çıkıyor.
Musevilerin oranına bakıldığında ise 1927’de nüfusun %60’ı İstanbul’da iken,
1965 yılında bu oran %80 olmuştur (Dündar, 2000:62).
215 Nüfus sayım rakamlarının tam anlamıyla güvenilir olmadığını,
soruların nasıl formüle edildiğinin, hangi kategorilerin sunulduğunun ve
benzeri faktörlerin sonuçları belirleyebileceğini akılda tutmak gerekmektedir.
Bu konuda daha fazla bilgi için Bkz.: Dündar, 2000.
216 Bali 1935 yılı nüfusu 74.000
olarak belirtmektedir (2014a:174).
217 Ana diller itibariyle baktığımızda da şu tablo önümüze
çıkıyor: Türkiye genelinde toplam nüfus içinde Türkçe’nin oranı 1935 yılında
%86,02’den 1960 yılında
%90,70’e yükselmiştir. İstanbul
nüfusundaki Rumca’nın oranı 1935’de
%9,04’den 1960’da %2,61’e,
Ermenice’nin oranı %4,51’den
%1,98’e, Yahudice’nin oranı ise
%2,99’dan
%0,89’a düşmüştür (İstanbul Araştırmaları Merkezi, 1990:15). İlk sayım
sonuçlarına göre Türkiye'nin 4. büyük
dili olan Rumca İstanbul nüfusunun %12.3'ü iken 1965'te %1.5'e geriler (Dündar,
2000:153).
Osmanlı Devleti’nin resmi sayımlarına göre de 1912’de
İstanbul’daki Rum cemaati 330.906 olarak belirlenir, oysa Patrikhaneye göre
Osmanlı vatandaşı Rumlar 309.657, Yunanlılar ise 65.000’dir (Bozis, 2011:20).
İçişleri bakanlığı kayıtlarına göre ise 1914 yılında 905.882 kişilik
İstanbul nüfusunun 205.375’ni Rumlar oluşturuyordu. Toplam İstanbul nüfusu içinde bu yaklaşık %23’lük bir
orana denk gelmektedir (Karpat, 2010: 399).218 Cumhuriyet tarihinin
ilk nüfus sayımı 1927’de yapılmıştır. Nüfus mübadelesi sona erdiğinde Rumca
konuşan nüfus (119.822) toplam nüfusun (13.629.548) %1’ni oluşturuyordu.219
Lozan sonrasında Türkiye’de, Rum Ortodoks azınlığa mensup yaklaşık 110.000 kişi
olduğu söylenebilir (Akgönül, 2007:65, İçduygu v.d., 2008:368-9).
1965 yılından itibaren nüfus sayımlarında etnik yapıya
ilişkin sorular sorulmadığından dolayı, günümüzde İstanbul’da yaşayan Rum
sayısını kesin olarak ortaya koymak mümkün değildir. Arap kökenli (etnik
kökenleri Arap olan)/Arapça konuşan (anadili Arapça olan) Ortodoks Hıristiyanlar Lozan Antlaşması kapsamına
girmekte ve Türk devleti tarafından Rum Ortodoks cemaati içinde sayılmaktadır. Bu durum nüfus
verilerine etki etmektedir. Akgönül, 2007 yılı
itibariyle, sadece İstanbul’da yaşayan
ve Rumca konuşan Rum Ortodoks cemaatinin
3.000 civarında olduğunu, bununla birlikte Arap kökenli ve Arapça konuşan
Ortodoksları da eklediğimizde bu sayının 4.000 ile 5.000 bin arasında
değiştiğini bildirmektedir (2007:346- 347).220 Bu konuda “İstanbul
Rumları: Bugün ve Yarın” adlı kitapta “İstanbul’daki Rumların sayısına dair
sıkça zikredilen 2 bin rakamının geçerli olmadığı, kaynaklardan elde edilen
verilerle birlikte bu rakamın 5 bin civarında olduğu” ifade edilmektedir
(Markou, 2012: 249).221
218 Fuat Dündar, Karpat ve McCarthy’nin de öne sürdüğü gibi
Osmanlı nüfus verilerinin mutlak güvenilirlikte olmadığını söylüyor. Dündar,
1913 yılında İTC iktidara geldiğinde Osmanlı topraklarındaki Rum nüfusunun
yaklaşık 1.950.000, Patriklik verilerine en yakın rakam, olduğunu belirtiyor
(Dündar, 2013:109).
219Akgönül’ün bu sonuçların gerçeği
yansıtmadığına dair bir tartışması için Bkz.: 2007:64-65.
220Günümüz İstanbul Rumlarının tarihsel geçmişine, sosyal,
kültürel hayatlarına dair Atlas dergisinin özel sayısı için Bkz.: Atlas,
2014:50-70.
2212006 yılında yapılan “İstanbul’da Buluşma: Bugün ve Yarın”
başlıklı konferansta “İstanbul Rumlarının Demografik Durumu” oturumda Teselya
Üniversitesi'nden Viron Kotzamanis’in çalışmalarından aktardığı bilgilere göre: 2006 yılı itibariyle İstanbul'da 4 bin 721 Rum yaşıyor.
Bu nüfusun %42'si
erkek, %58'i kadın.
%99'u
İstanbul doğumlu Rumların yanı sıra 585 kişi Antakya'dan son yıllarda
İstanbul'a göçmüş Arap Ortodokslar. Araplar nüfusun %11'ini oluşturuyor.
Rumların ikâmet ettiği toplam hane sayısı 2 bin 800. Bu hanelerin %54'ünde
bir kişi yaşıyor.
0-14 yaş grubunu
oluşturan çocuk sayısı toplam nüfusun
%6'sı. Bunların
%21'i
Antakya kökenli. Nüfusun %12'si ev hanımı, %12'si öğrenci, %30'u meslek
bildirmemiş. İstanbul’da Rumlar Şişli, Beyoğlu ve Kadıköy'de, Antakya
kökenlilerse Fatih'te yaşıyor. Kotzamanis, Yunan Başkonsolosluğu, Fener Rum
Patrikhanesi, cemaat okulları ve derneklerin de katkısıyla yaptığı araştırmada,
emeklilerin yılın önemli bir bölümünü Yunanistan'da geçirdiğini, yerli Rum
nüfusundaki azalmanın durması gerektiğini anlattı. Kotzamanis, Antakya'dan göçen Arap Ortodoksların genç nüfusunun fazla olduğunu
(2013-2016) döneminde tez çalışması kapsamında yapılan
mülakatlarda Rum Vakıf yöneticileri tarafından bugün İstanbul’da yaklaşık 3.000
kadar Rum’un222, yaklaşık 1.000 kişisi Antakyalı Arap Ortodoks,
yaşadığı belirtilmiştir.223
İstanbul’un Yahudi nüfusunun tarihsel gelişimine
bakıldığında ise özellikle Balkanlar ve Anadolu kökenli sürgünler sonucunda,
bazı bölgelerdeki cemaatlerin varlığı son bulurken, daha önceden Yahudilerin
hiç bulunmadığı bölgelerde de Yahudilerin yerleşmiş olduğu görülür. 1477
sayımına göre Osmanlı başkentinde 1.647 Yahudi hanesi bulunmaktaydı. Başkent
olan şehrin o zaman ki nüfusu da 50.000-60.000 dolaylarındaydı. Bu dönemde,
Yahudi nüfusunu etkileyen Sefarad224 göç dalgalarından iki tanesi ön
plana çıkmaktadır (Güleryüz, 2015). İlki, 1492’de İspanya’dan sürülenler,
ikincisi de 1497’de Portekiz’in baskısıyla toplu halde din değiştirme
zorlamasından kaçabilenlerden oluşmaktadır. (1492- 1540) geniş çaplı göçlerin
yapıldığı yıllardır. Sonraki kuşaklarda İstanbullu Yahudi cemaatinin Sefardileşmesi, şehirdeki
Aşkenazi225 grubun varlığını gizlemiştir (Güleryüz, 2012a, 2015).
Aşkenaz Yahudilerinin Osmanlı İmparatorluğu’nda görülmesi 14. yüzyılın ikinci
yarısından sonra başlamıştır. 1376 yılında Macaristan’dan, 1394 yılında Kral 6.
Charles tarafından Fransa’dan kovulan Aşkenaz’ların bir kısmı Osmanlı ülkesine
sığınmışlardır. Edirne Hahambaşısı İsak Sarfati’nin Almanya’daki muhtelif
Yahudi cemaatlerine gönderdiği ve onları “zulüm altında yaşamaktansa Osmanlı
İmparatorluğu’nda huzur ve rahatlık içinde yaşamaya davet” eden 1454 tarihli
ünlü mektubundan sonra birçok Avrupa cemaati ve Kral 9. Ludwig’in Bavyera’dan
kovduğu Yahudiler Osmanlı’nın Rumeli ve Balkanlar’daki değişik yörelerine
yerleşmişlerdir (Özdem, 2009:312). Sultan 2. Beyazıd, 40.000 kadarı İstanbul’a
olmak üzere 100-150.000 Yahudiyi Osmanlı şehirlerine kabul etmişti (Svatics,
2011:20).226
belirtmiştir,
Bkz.: İsmail Saymaz, “4.721 Rum kendi içinde bölündü”, Radikal, 01.07.2006,
(Çevrimiçi) http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=191702, 5.03.2015.
222Tez çalışması kapsamında yapılan görüşmelerde kendilerini
“İstanbullu Rum” olarak tanımlayanlar, İstanbul’da doğup büyümüş, en az üç
kuşak İstanbullu olan, Rumca konuşan, Ortodoks Hıristiyanlardır. Rum cemaati bünyesinde yapılmış kamuya açıklanan
demografik bir çalışma
olmadığı için bu rakam vakıf yöneticileri
tarafından doğruya en yakın tahmin olarak verilmiştir.
223 Güncel bir rapora göre Türkiye’deki Rum Ortodoks nüfusu
2.500’dür (Human Rights and Labor Bureau of Democracy, International Religious
Freedom Report for 2013). Bu sayının içine Arap kökenli/Arapça konuşan
Ortodoksların dahil olup olmadığı belirtilmemiştir.
224 Sefarad, İspanya ve Portekiz çıkışlı
İberik Yarımadasındaki Yahudilerin genel tanımıdır.
225 Aşkenaz, Orta ve Kuzey Avrupa ile Kuzey Asya’da yerleşmiş
veya Amerika’ya göç etmiş, Sefarad olmayan Yahudilere verilen genel ad. Aşkenaz
Yahudilerinin bir kısmı Sultan 2. Murad döneminde Osmanlı ülkesine sığındılar
(Güleryüz, 2012a: 25-183).
226 Osmanlı yetkililerinin gözünde, Yahudi cemaati iki ana
birimden oluşuyordu: Romaniot olarak gördükleri “sürgünler” ve Frenk
diyarından, Katolik Avrupa’dan gelmiş Yahudiler olan “kendi gelenler” (Rozen,
2013:79).
Kimi kaynaklar 16. Yüzyılın ilk çeyreğindeki Yahudi
nüfusunu 50.000’le sınırlı tutarken kimileri de 150.000 olarak göstererek
Osmanlı Yahudi cemaatini Avrupa’nın en büyük cemaati olarak nitelemektedir
(Benbassa, Rodrigue, 2010:91, Shaw, Kural, 1997:40, Besalel, 2004:267).227
İçişleri bakanlığı kayıtlarına göre 1914 yılında 905.882 olan İstanbul
nüfusunun 52.126’sını Yahudiler oluşturuyordu (Karpat, 2010: 399). Osmanlı
Devleti’ndeki Yahudilerin temel özelliği kentsel bir nüfus oluşturmalarıdır.
Osmanlı’nın son döneminde Yahudilerin yalnızca %1’i kent ve kasabalar dışında
yaşıyordu (McCharty 1983:104’den aktaran aktaran Yetkin, 1996:54).
1927 yılında yapılan Türkiye’nin ilk nüfus sayımına
göre toplam nüfusu 13.5 milyon olan ülke nüfusunun 82 bini Yahudi’ydi. İkinci
Dünya Savaşı ve İsrail Devletinin kurulması arasındaki süre içinde Türkiye’deki
Yahudi nüfusunun %40’ı İsrail’e göç etmiştir (Benbassa, Rodrigue, 2010:386).
1945 yılındaki resmi nüfus sayımına göre 76,965 olan Yahudi nüfusu 1955 yılına
gelindiğinde 45.995 idi (Dündar, 1999:168-9).228 1965 nüfus
sayımından günümüze Türkiye’deki Yahudi nüfusa ilişkin kamuya açıklanmış resmi
bir bilgi olmamasına karşın günümüzde Türkiyeli Yahudilerin nüfusunun
15.000-17.000 arasında olduğu tahmin edilmektedir (Bali, 2013a:305).229
Güleryüz’e göre ise, Türkiye’deki Yahudi toplumunun yaklaşık %96-97’sini
Sefaradlar, geri kalan oranını da Aşkenazlar oluşturmaktadır (2012b). Günümüzde
Yahudi nüfusun yaklaşık %99’u İstanbul’da ve geri kalanı da İzmir’de yaşamaktadır.230
2271478’den 1688’e kadar çeşitli yıllara ait nüfus verilerinde
çeşitli kaynaklarda farklı rakamlara rastlanmaktadır. Osmanlı nüfus
hesaplamaları vergi kayıtlarına geçen her erkeğin
bir haneyi temsil
ettiği ve her hanenin beş üyesi
olduğu varsayımına dayanır. Hesaplamalarda kaynak olarak ergenliğe erişmiş ve
geçimini sağlayabilen erkekleri kayıt altına alan, baş vergisi sicilleri (cizye
defterleri) alınıyordu. Bu hesaplamadaki hata payına ve nüfus analizine dair
bir çalışma için Bkz.: Rozen, 2013:51-57.
228 Bali, göçmenlerin sayısını
34.647 olarak veriyor
(Bali, 2009b:258).
229Güncel bir rapora göre ise Türkiye’deki Yahudi nüfus
22.000’dir (Human Rights and Labor Bureau of Democracy, International Religious
Freedom Report for 2013). Gayrimüslim toplumların nüfus artışı veya azalışı konusunda karşılaştırmalı bir
nüfus analizi yapan bilimsel bir çalışma mevcut değildir. Ancak tez çalışması
kapsamında yapılan saha görüşmelerinden elde edilen bilgilerle nüfusun
azalmasında, doğum oranlarının azalması, özellikle son 10-15 yılda artan karma
evlilikler, çocuk sayısının genelde bir olması ve göçün etkili olduğu
belirtilmiştir. Görüşmeler sırasında nüfus azalması ve karma evlilikler
cemaatin en büyük sosyal problemleri olarak görüşmeciler tarafından dile
getirilmiştir. Bu konuya “Azınlık Olmanın Cinsiyeti” başlıklı son bölümde
detaylı olarak değinilecektir.
230Sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da Yahudi nüfusu çeşitli
nedenlerle hızlı bir düşüş göstermektedir. PEW’in 2010 yılında yayınladığı
“Küresel Çapta Dinler” raporu sonuçlarına göre, 1960’da 3.2 milyon, 1991’de 2 milyon olan Yahudi nüfusu bugün yaklaşık
1.4 milyondur. Küresel Yahudi nüfusu ise 2010 tarihi itibari ile 14 milyona
ulaşmıştır. 1948’de bağımsızlığını ilan eden İsrail’e göç, savaş sonrasında
nüfusun erimesindeki en büyük sebep olarak ortaya çıkıyor. Dinler arası evlilik
ve asimilasyon da nüfusun azalmasında etkin rol oynuyor (Şalom, 18 Şubat 2015,
s.1). Yahudi Toplumu Politika Enstitüsü adlı bir düşünce kuruluşunun yeni
yayınladığı bir rapora göre de, dünyadaki Yahudi nüfusu Holokost öncesindeki
seviyesine yeni ulaştı. Bir ebeveyni Yahudi
İstanbulun Ermeni nüfusunun tarihsel gelişimine dair
kesin bir yaklaşım geliştirmek Rum ve Yahudi nüfusa göre daha zordur. Kevorkian
ve Paboudjian’a göre Osmanlı Devleti “Ermeni sorunu” olmadığı fikrini hakim
kılmak için sayımları sistematik olarak tahrif ediyor, Ermeni vilayetlerinin
idari örgütlenmesini devamlı değiştiriyorlardı (2012:56-64).231
Ubicini 1840 yılında İstanbul’da 222.000 kişilik bir Ermeni nüfustan bahsederken,
Marcel Leart’a göre 1878’de başkentte 135.000 Ermeni yaşıyordu. Öte yandan o
dönemin üç Ermeni gazetesinde 19. Yüzyılın üçüncü çeyreğinde başkentteki Ermeni
nüfusu 250-300.000 olarak tahmin ediliyordu. Değişen bu tahminlerin yanısıra
Gülhane Hatt-ı Şerifi’nin ilan edildiği 1839 yılında İstanbul’da 125-150.000
arasında Ermeni yaşadığı ifade edilmektedir (Artinian, 2004:19).
Dündar, İttihat Terakki döneminde, 1913’de iktidara
geldiğinde mevcut olan Ermeni nüfusunu tespit edebilmek için Ermeni Patrikliği
ile Osmanlı verilerini karşılaştırmıştır. Dündar, “Talat Paşa’nın Kara Kaplı
Defteri” ile Fransa ve Britanya kaynaklı tahminleri de göz önünde bulundurarak, 1913 için İmparatorluktaki Ermeni
nüfusunun en az 1.5 milyon olduğunu öne sürüyor (2013:109-112). Ermeni
Patrikhanesi’nin nüfus sayımına göre ise (Şubat 1913-Ağustos 1915)
İstanbul’daki Ermeni nüfusu 163.670, İmparatorluktaki Ermeni nüfusu 1.914.620
idi (Kevorkian, Paboudjian, 2012:61). Osmanlı nüfus sayımına göre ise, 1914
yılında mevcut olan Ermeni nüfusu 1.161.169 iken İstanbul şehrinde nüfus 72.162
idi (Karpat, 2010:398). Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da Ermeni
nüfusun çoğunluğunun eyaletlerde yaşamasına karşın, toplam sayının ancak
%20,4’nün kentlerde yerleşik olmasıydı (Artinian, 2004:20).
Nüfus oranlarındaki farklılıklara rağmen şu
belirtilebilir ki, 1914 verilerine göre Osmanlı Devleti’nin toplam nüfusunun
yaklaşık %7’sini oluşturan Ermenilerin Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra
1927’de yapılan ilk nüfus sayımında toplam nüfusa oranı binde 5 oranındadır (77 bin).232 Bu azalışa yol açan başlıca olay, Ermenilerin Orta ve Doğu
olan
veya kendini kültürel olarak kısmen Yahudi olarak tanımlayanlar da eklenince bu
sayı 16.5 milyonu buluyor (Şalom,
“Yahudi Nüfusu Holokost öncesi seviyesine ulaştı”, 1 Temmuz 2015, s.9).
231Nüfus meselesi 1880 yılından
itibaren Ermeniler, Kürtler
ve Osmanlı arasında
açık bir çekişme
alanıdır. Bkz.: Kieser,
2005:321.
232 Son zamanlarda görünür hale gelen ve sayılarının bir hayli
fazla olduğu anlaşılan, kimi zaman güvenlik sebebiyle kimi zamanda kendi
istekleriyle, kimi zamansa zorla “Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler”in varlığını
da unutmamak gerek. Müslümanlaş(tırıl)an Ermeniler hakkında Bkz.: Taraf,
“Müslümanlaştırılmış Ermeniler arafta yaşıyor,
(Çevrimiçi) http://www.taraf.com.tr/muslumanlastirilmis-ermeniler-arafta-yasiyor/, 20.07.2015. Bu
Anadolu’nun çoğunluğunu kapsayan stratejik bölgelerden
uzaklaştırıldıkları 1915 Tehciri oldu. 1965 yılı sayımına göre ise Ermeni
nüfusunun toplam nüfus içindeki oranı binde 1.8 olmuştur. Bu dönem itibariyle
Ermeni nüfusun giderek İstanbul’da yoğunlaştığı görülmektedir.233
Özellikle 1966 Varto-Muş depreminden sonra Doğu Anadolu’dan bir çok Ermeni aile
İstanbul’a göç etmiştir. Türkiye’nin yaşadığı kentleşme olgusunun iç göçün
temel nedeni olmasının yanısıra Anadolu’lu Ermenilerin İstanbul’a göç etmesinde
öznel faktörler de etkili olmuştur. Gerek Anadolu’da faal Ermeni okulunun
kalmaması nedeniyle İstanbul’daki Ermeni okullarına gidebilme olanakları,
gerekse İstanbul Ermeni Patrikliği’nin cemaati ve kiliseleri üzerindeki
koruyucu rolü nedeniyle İstanbul çekim merkezi olmuştur (Özdoğan v.d.
2009:156-8). Bugün Hatay-Samandağ’ın Vakıflı köyü, yaklaşık 250-300 kadar
Ermeninin toplu olarak yaşadığı tek Anadolu köyüdür. 1965 nüfus sayımından
günümüze Türkiye’deki Ermeni nüfusa ilişkin kamuya açıklanmış resmi bir bilgi
olmamasına karşın, Ermeni toplumu nüfusunun 60.000-70.000 arasında olduğu
tahmin edilmektedir.234
Osmanlı’nın resmi sayımına göre, bugünkü Türkiye
Cumhuriyeti sınırları içinde 1914’te %20’ye yaklaşan Hıristiyan ve Musevi nüfus
payı235 bugün itibariyle gayrimüslim üç cemaatin nüfusu ülke
nüfusunun binde ikisinden daha azdır. Cumhuriyet’in ilk nüfus sayımına göre %2.8 olan gayrimüslim nüfus
oranı, 1935’de %2’ye, 1945’de 1.6’ya, 1955’de 1.1.’e, 1960’da %1’e ve 1965’de
%0.8’e düşmüştür. 1990’larda bu oran %0.2’ye gerilemiştir (Dündar, 2000).
Günümüzde, cemaat kaynakları çoğunluğu İstanbul’da olmak üzere Türkiye’de
yaklaşık 60.000 Ermeni, 15.000-17.000 Yahudi ve 2.500-3.000 Rum (Arap
Ortodokslar dahil) nüfusundan bahsetmektedir.
1.5.1.
İstanbul’da Rumların
Tarihsel Kökleri
Türkçe’de Rum sözcüğü, genel olarak Hıristiyan
Ortodoks mezhebine bağlı olan ve çağdaş Yunanca konuşan
kimse anlamına gelmektedir. “Romalı” (Romeos) sözcüğünden
konudaki güncel
bir çalışma için ise Bkz.: Akçam, 2014b.
233 Türkiye Cumhuriyeti Ermeni, Yahudi ve Rum toplumunun
nüfusuna ilişkin resmi istatiksel veriler ancak (1927-1965) yılları arasında
Türkiye’de yapılan nüfus sayımlarından elde edilen bilgilerle kısıtlıdır.
Ermeni nüfusun 1927’de %69, 1965’de %89’u şehirlerde yaşamaktadır (Artinian,
2014).
234
Güncel bir rapora göre Türkiye’deki Ermeni nüfusu 60.000 kişidir (Human Rights
and Labor Bureau of Democracy, 2013). Nüfus artışı veya azalışı konusunda
karşılaştırmalı bir nüfus analizi yapan bilimsel bir çalışma mevcut değildir.
Ancak yapılan saha görüşmelerinden elde edilen bilgilerden, nüfusun
azalmasında, göçün yanısıra, çocuk sayısının genelde iki veya altında
olmasının, ve çok yaygın olmasa da karma evliliklerin etkili olduğu görüşüne
rastlanmaktadır.
235 Karpat, 2003:208-227.
türemiş olan Rum sözcüğü, tarih içinde kültürel, toplumsal, politik ve
ideolojik gelişmelere paralel olarak farklı anlamlar almıştır. M.Ö. 658’de
İstanbul yöresine ilk yerleşenlerden olan Megaralılar, kentlerine komutanları
Byzantin’den dolayı Byzantion demişlerdi ve M.Ö. 674’de Kalkedon’da (Kadıköy)
bir koloni kurmuşlardı. 236
Kuşatma ve Fetihle birlikte şehrin yağmalanması ve
halkın köle olarak satılmasından dolayı şehirde yaklaşık elli bin kişilik bir
Rum nüfus kalmıştı. Kentin yeni sakinleri Müslüman
Türkler ile Hıristiyan topluluklardan oluşuyordu (Millas, 2014:209). Fatih
Sultan Mehmed, şehri baştan inşaa ederken özellikli nitelikli insanların şehre
göç ettirilmesini teşvik etmişti.237 Fatih, uyguladığı iskan politikasıyla
tüccar, zanaatkar ve varlıklı gayrimüslimleri şehre yerleştirmişti. Fatih,
İstanbul’u dünya imparatorluğu merkezi yapmak amacıyla Gennadios’u 1454’de Rum
Ortodoks Partikliği’ne atadı (Türker, 2015:82). Rumlar, 17. Yüzyıl başlarında yeni Patrikhane238
yeri olarak Fener semtini seçmişlerdir. Bu semte Bizans’tan ve Trabzon Rum
İmparatorluğu’ndan kalan soylu aileler yerleştirilmiştir. Buradan ilerleyerek
Cibali ve Ermenilerle Yahudilerin yoğunlukta yaşadığı yer olan Balat
taraflarına da Rumlar yerleştirilmiştir.
Bununla birlikte Rum cemaati, Marmara sahili boyunca Ermeni cemaatinin yaşadığı
yerlerde de iskan
olmuşlardır. 16. Yüzyıldan sonra oluşmaya başlayan
bir diger Rum semti ise tersanede çalışmaları icin getirtilen Rumların
oluşturduğu, bugünkü Kurtuluş olarak bilinen
Tatavla semtidir (Hristotodulu, 2013). Bu dönemden
sonra artan nüfus ve gelir seviyesiyle birlikte Rum
nüfusunun İstanbul’un o günkü şehrin çeperlerine doğru kaydığı
gözlemlenmektedir. Bu dönemde Rumlar, Beşiktaş ve Ortaköy’de nispeten az;
Sarıyer, İstinye, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere ve Kuzguncuk’ta daha
kalabalıktır. Güneyde Bakırköy ve Yeşilköy, Çengelköy, Üsküdar ve Kadıköy
semtleri ile bugünkü Kurtuluş, Şişli civarlarında ikamet etmeye başlamışlardır
(Özdem, 2009:181).
19. Yüzyıl’a doğru Osmanlı’nın Balkanlarda,
Kafkaslarda ve Rusya’da toprak kaybıyla
İstanbul’daki Rum Ortodoks nüfus artmıştır. Bu durum, etnik köken olarak Rum
olmayıp kilise olarak Rum Ortodoks kilisesine bağlı, Romen, Bulgar vb.
cemaatlerin göçünden kaynaklanmaktadır. Ortaylı’nın “İstanbul’dan Sayfalar” da detaylıca anlattığı
gibi,
19. Yüzyılda
artan gayrimüslim nüfusla
birlikte İstanbul’daki Müslüman
semtlerin içerlerinde
236 Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi,
1994:60. Ayrıca İstanbul’un fethine kadar olan süreçte Bizans ve Doğu Roma
İmparatorluğu hakkında Bkz.: Cameron, 2015.
237 İstanbul’a göçlerle yerleşen
Rum cemaati hakkında
Bkz. :Bölüm 3.1.1.1.
238 Patrikhane hakkında detaylı
bir çalışma için Bkz.: Macar,
2012a, 2012b.
de gayrimüslimlerle Müslümanların birlikte yaşadıkları görülmekteydi.
Fatih, Beyazıt, Üsküdar ve Cerrahpaşa gibi semtler bu semtlerden bazılarını
oluşturmaktaydı. 20. Yüzyılın başlarındaki Balkanlardaki ve Kafkaslardaki
toprak kayıplarından dolayı buradaki Müslüman nüfusun İstanbul’a göçüyle
birlikte, bu dönemde, İstanbul’un nüfusunda hızlı bir artış meydana gelmiştir.
Nüfusun artmasıyla birlikte, İstanbul çevresine doğru genişlemeye başlamış ve
özellikle eskiden yazlık olarak kullanılan, bugünkü Bakırköy ve Yeşilköy, Boğaz
boyunca Beşiktaş, Bebek, İstinye ve Sarıyer gibi sayfiye yerleri sürekli
yerleşim alanı haline gelmiştir. Bakırköy ve Yeşilköy taraflarına daha çok Rum
ve Ermeni nüfusu yerleşmeye başlamış, daha önceleri Beyoğlu ve Galata civarında
oturan Rum ve Ermeniler önceden tarla ve bağ-bahçe olan bugünkü Şişli,
Kurtuluş ve Feriköy
taraflarına taşınmışlardır. Bu taşınmada
yaşanan salgın hastalıkların ve yangınların da rolü olmuştur. Kadıköy-Moda ve Üsküdar- Kuzguncuk çevresi ise
İstanbul’un ilk kuruluşundan bu yana Rum ve Ermeni cemaatlerine ev sahipliği
yapmıştır (2015).
İstanbul Rum cemaati içinde Pera semtinin ve Pera Rum
cemaatinin ayrı bir yeri bulunmaktadır. Pera239 adıyla tanımlanan
bölge, Haliç’in doğu yakasında, şehir
ötesi anlamını
içeren “Peran” veya “Perea” adıyla Bizans’ın 13. Rejyonunu (bölgesini)
oluşturuyordu. Bizans zamanında kentin sakinleri genelde Cenevizliler,
Venedikliler, Pizalı ve Amalfili
tüccarlardan oluşuyordu. 17. Yüzyılda, Osmanlı vatandaşı Hıristiyan ailelerin yanı sıra, varlıklı Avrupalıların,
Venedik, Fransız, Hollanda ve İngiliz elçiliklerinin çevresinde büyük bahçeli konaklar inşaa ettirmesiyle, Pera,
zengin kentli ailelerin yaşadığı bir semte dönüşür. 17. ve 18. Yüzyılda Avrupa
ülkeleri ile ticari ilişkileri olan Rum tücccarlar aileleri ile eski
İstanbul’dan Pera’ya gelip yerleşmeye başladılar. Pera süreç içinde varlıklı
Rumların, Levanten ve Ermenilerin yaşadığı, Avrupai bir semte dönüşür (Bozis,
2011:3-5).240 1855’de İstanbul’da kurulan ilk belediye teşkilatı
olan, Galata-Beyoğlu’nu içeren Altıncı Belediye Dairesi şehrin örnek yönetim
merkezi olarak çağdaş girişimlere sahne olur (A.e., s.12). 19. Yüzyılın ortalarında Pera İstanbul’un en zengin
semtiydi. Nüfusu, Galatalı Rum bankerler, büyük tüccarlar, yüksek rütbeli devlet memurları, sarayın başhekimlerinden
239 Gösterdikleri ticari faaliyetlerle, İstanbul ekonomisinde
önemli bir yer tutan ve benimsedikleri kentsoylu hayat biçimiyle şehrin sosyal yaşamı üzerinde etki eden Rumların
ticari yaşamı ve gündelik hayatlarıyla ilgili yazmalara, foroğraf albümlerine,
sözlü görüşmelere dayanan detaylı bir çalışma için Bkz.: Bozis, 2011.
240 Ingiliz James Dallaway (1797), Pera’daki kozmopolit hayattan
şöyle bahseder: “Pera, değişik dillerin konuşulduğu Babil Kulesi’ni
anımsatıyor. Burada yedi veya sekiz yabancı dil konuşanlara sıkça rastlamak
mümkündür”. Ermeni tarihçi Y. İnciciyan (1758-1833), “18. Yüzyılda İstanbul”
adlı kitabında, Pera hakkında şunları kaydeder:” “Taksim’e doğru ilerlerken,
sol tarafta mezarlıkların bulunduğu yerde, 1802’de Rumeli ve Bursa’dan gelen
Ermenilerin evleri bulunmaktadır” (Dünden
Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 2, 1994, s.25)
oluşurdu. Bu zengin Rumlar yazlarını, Boğaziçi’nin Avrupa ve Asya
yakasında veya Büyükada’daki konaklarında geçirirdi. Tepebaşı mahallesinin
ahşap evlerinde yoksul Rumlar, Bulgarlar otururdu. Pera’nın güneyinde Cihangir semti
bulunur. 1930’larda özellikle Kumkapı, Cibali ve Fener’den gelen varlıklı
Kapadokyalı Rumlar buraya yerleşir.241 1885’de Beyoğlu’nda yaşayan
nüfusun %47’si yabancı uyruklu, %32’si Osmanlı vatandaşı Hıristiyan ve %21’i
Müslümandı (Bozis, 2011:21; Shaw, 2008:329). Yunanlılar yoğun olarak yaşadıkları Pera ve Galata’da kendi cemaat
ve derneklerini oluşturuyorlardı.
Bozis’in aktardığı üzere, Rum aile yapısı katı
hiyararşisiyle ataerkil bir cemaatti. Bu hiyerarşide aile reisinin yeri çok
önemliydi, mal varlığını yöneten oydu. Osmanlı İmparatorluğu’nun son
dönemlerinde, özellikle Tanzimat’tan itibaren, Rum okulları sayısında ve
eğitimin seviyesinde büyük bir artış görüldü. Kadın eğitimi için “İstanbul
Cemiyeti” kızların okullaşma oranlarını arttırmak için kurulmuş bir dernekti.
Kız-erkek öğrenciler için okul sayısının artmasıyla birlikte öğretmenlik
kadınlar için en makbul kabul edilen mesleklerin başında gelmeye başlamıştı
(2011). Kadınların kamusal alanda faaliyette bulundukları diğer bir alanda
hayırseverlik alanıydı; Beyoğlu Kadınlar Fukaraperver Cemiyeti, Heybeliada
Fukaraperver Kadınlar Cemiyeti (1862), Kadıköy Cemiyeti bu alanda başı çeken
oluşumlardı (Eksertzoglou, 2015:185). 19. Yüzyılın ortalarından itibaren erkeklerin askere alınması ile kadın istihdamı
devlet tarafından da teşvik ediliyordu (A.e.,
s.186). Bu bağlamda her dini-etnik cemaatten kadınların bu dönemde özellikle
sanayi ve hizmet sektöründe istihdam edildikleri görülmektedir. Kadınların
istihdam sektöründe görünür oldukları
diğer bir alanda dikişçilikti. 19. Yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı’nın
pek çok bölgesinde pazar için dikiş dikiyorlardı; bu üretimin büyük bir kısmı
evlerdeki dokuma tezgahlarında yapılıyordu (A.e., s.187).
İstanbul’daki orta sınıf ve emekçi kesimden gelen Rum
kadınları Cumhuriyet’in ilk yıllarından 1960’lara kadar geleneklere bağlı
kalarak eş, anne ve evkadını rolünü üstlenmişlerdi. Ekonomik zorunluluklar
nedeniyle çalışması gerektiğinde evlerinde terzilik, nakışçılık gibi işler
yaparlardı. Orta sınıftan gelen ev kadınları da genellikle yardımsever
derneklerde çalışmalarda bulunurlardı. Rum kadınların adlarını duyurdukları en
önemli iş kolları terzilik ve şapkacılıktı. 19. Yüzyılın sonlarından 1960’lara kadar İstiklal Caddesi’nin
241Rum ailelerin Cihangir’e yerleşmesinin iki ana sebebinden biri, Zapyon Kız Lisesi, Merkez Rum Kız Lisesi ve Zoğrafyon Erkek Lisesi’nin burada
bulunması; bir diğeri de aile reislerinin işyerlerine ulaşımındaki kolaylıktır
(Bozis, 2011:14).
tanınmış kadın şapkacıları arasında
Madam Trophe, Marinet,
Pier, Margrit, Mod Kristin
bulunmaktadır (Bozis, 2011:135-145).
Rum milletinin ekonomik alanda başarılı
olması, diğer gayrimüslim toplumlar gibi,
18. Yüzyıldan itibaren özellikle 19. Yüzyılda Osmanlı ekonomisi ve
toplumunun temel direklerinin değişmesine bağlıydı (Çetinkaya, 2015:30).
Bunlardan biri, imparatorluğun genişlemekte olan dünya ekonomisiyle
bütünleşmesi, diğeri de modernleşme yanlısı Osmanlı yönetici elitinin reform
çabalarıydı. Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 19. Yüzyıl boyunca
gittikçe artan ticaret, dünya piyasaları ile küçük çiftçilerin arasında
aracılık yapan gayrimüslim burjuvazinin zenginleşmesini hızlandırmıştı. Gayrimüslim
burjuvazi kendilerine Osmanlı kanunları karşısında üstün bir konum sağlayan,
beratlar almayı başarmışlardı. Kapitülasyonlar ve beratlar, Düvel-i
Muazzama’nın (Fransa ve İngiltere) resmi temsilcileri olarak Rum ve Ermeni
tüccarlara yasal dokunulmazlık sağlıyordu.242 Bazı tarihçilere göre
Rum burjuvazisinin 19. Yüzyıldaki yükselişi, ekonomik organizasyonlarından ve
ticaret ağlarından kaynaklanıyordu. Frangakis-Syrett’e göre Rumların başarısı,
Rum tüccar sınıfı arasındaki “sıkı örülmüş akrabalık bağlarından” ve
Anadolu’nun içlerindeki pazarı, vergileri ve beğenileri vs., iyi bilmelerinden
kaynaklanıyordu (A.e., s.33).
Rumlar lokal gayrimüslimler olarak, Avrupalı tüccarların Osmanlı devleti ve tüccarları
ile olan ilişkilerinde aracılık, finans, tercüme vb. işlerde yardımcı
olmuşlardı. 18. Yüzyıldan itibaren finans sektöründe Yahudiler ve Ermenilerle
rekabete girmişler, yüzyılın ikinci yarısından itibaren de ticarete nüfuz
etmişler, ticarette ve para ticaretinde aracı konuma geçmişlerdi. Banker ve
tüccar olan Rumlar sadece ekonomik olarak gelişmemiş, sosyal ve siyasi olarak
da statüleri yükselmişti (Balta, 2000:242). Zengin ve kalburüstü Rumlar
Galata’da sarraf ve banker olarak çalışmaktaydılar. Paris ve Londra’da büroları
da bulunan Rum bankerler, Avrupa’dan kredi ile satın aldıkları malları peşin
parayla satıp, ellerindeki nakit parayla sarayın ve devletin tüketim
masraflarını finanse etmekteydiler (Bozis, 2011:96). 1847’de Rum ve Levanten
bankerlerin girişimiyle İstanbul’un ilk bankası olan Banque de Constantinople kuruldu. 1854’de Kırım Savaşı’nın Osmanlı
maliyesine getirdiği çöküntü ile ilk dış borçlanma
başlamıştı. Galata bankerleri, borç veren Batı ülkeleriyle Osmanlı
devleti
2421830’dan sonra özellikle Yunanistan’dan ekonomik nedenlerle
Osmanlı başkentine doğru bir göç akımı başlamıştı. Prof. Vasilis Filias’a göre,
bunun nedenleri: Başkent’in ekonomik alanda büyük gelişmelere açık olması ve
özerk Yunanistan’da yoksul köylülerin yaşam standardının Osmanlı dönemine
oranla çok daha kötü olmasıydı (Bozis, 2011).
arasında aracı rolü üstlendiler. Osmanlı Bankası kurulduktan sonra ünlü
Rum bankerlerden Hristaki Zoğrafos, Baltacı,
Ralli, Zarifi ile Ermeni banker
Boğos Mısırlıyan ve Musevi banker
J. Kamondo’nun aralarında bulunduğu bir grup banker tarafından Societe Generale de L’Empire Ottomane (Şirket-i
Umumiye-i Osmaniye) kurulur. 1882’de İstanbul’da kurulan Ticaret Odası’nın
yönetim kurulu sekiz Ermeni, altı Rum, beş Müslüman ve iki Yahudi’den oluşuyordu.243
Balta’nın çalışmasında detaylıca belirttiği gibi,
Rumlar, Ermenilerden ve Yahudilerden
farklı olarak, deniz ticaretinde hakim bir konum elde etmişlerdi. Başlangıçta
Rumlar da diğer gayrimüslimler gibi Avrupalılarla ticarete yöneldiler. Bu ticarette
kendi gemilerini kullanıyorlardı ve kendilerinin oluşturduğu sistemle, yani
tercüman ya da toptan temsilcisi gibi çalışıyorlardı. Rum tüccarlar aynı
zamanda Avrupa’dan mal ithal ederek nakliyesini de sağlıyorlardı. Rum
tüccarların, diğer gayrimüslim toplumlara da genellenebilir, yabancı
yatırımcılarla kültürel ve dilsel bir yakınlık sağlayan kültürel sermayesi,
imparatorluğun ekonomik ve toplumsal yapısı içerisinde ekonomik ve siyasi
güçlerini arttırmıştı (2000:240-8). Gemi taşımacılığında Rumlar’ın, değerli
madenleri işletmede ise Ermeni ve Yahudiler’in belirli bir üstünlükleri vardı
(Işın, 2014:27).
19. Yüzyıl ayrıca Rumların çok geniş ve etkili bir
kültür ve eğitim gelişmesi sergiledikleri dönemdi. 1870’lerde İstanbul’da 26
dernek kurulmuştu. Bu yıllarda 105 okulda yaklaşık 15.000 öğrenci öğrenim
görüyordu. 1844 yılında Heybeliada Ruhban Mektebi kuruldu, 1875’te
Zappion Kız Lisesi,
1890’da Zoğrafyon Rum Erkek Lisesi inşaa edildi.
Gene cemaat yardımlarıyla inşaa edilen hayır kurumları vardı. Balıklı
Rum Hastanesi 1753’de hizmete girdi; 1853’de Büyükada’da yetimevi hizmete
girdi.244 Rumlar, özellikle bu dönemden başlayarak İstanbul’a Batı
yaşam biçimini getirmişlerdir. Batı tipi giyim, daha serbest kadın-erkek
ilişkileri, “modern” eğlence biçimi, yabancı dillere ve eğitime verilen önemle,
İstanbul’un Levantenleri ve yabancı uyruklu kimseleriyle birlikte kente
kozmopolit bir hava vermekte idiler.
2431923 yılından sonra Rum işadamları özellikle çikolata,
bisküvi ve şekerleme imalatı, makarna üretimi, peynir ticareti, zeytinyağı,
bakliyat, sebze-meyve, dericilik, konserve fabrikası alanlarında başarı kaydettiler.
Çikolata, bisküvi, şekerleme dalındaki en ünlü firmalar şunlardır: Melba
çikolata, Zambikos kardeşler, Lion çikolata, Elit çikolata, Royal çikolata,
Mabel çikolata, Golden çikolata, İmren-Baylan çikolata, Lady ve High Life
bisküvi fabrikaları. 1930 İstanbul
Ticaret Odası kayıtlarına göre Rumlara ait işyerleri için Bkz.: Bozis,
2011:103-104. 19. Yüzyılda
İstanbul’daki Rum işçi ve zanaatkarları ele alan, Ortodoks “göçmen” işçilerin
zor çalışma ve hayat koşullarını anlatan bir çalışma için Bkz.: Paspatis, 2014.
244 Dünden Bugüne
İstanbul Ansiklopesidi, Cilt 6, 1994, s. 365-6.
1.5.2.
İstanbul’da Yahudilerin Tarihsel Kökleri
1492 öncesi Osmanlı
topraklarında yerleşik Yahudilerin çoğunluğu soyadları Yunanca kökenli olan, Rumcaya yakın,
Yevanik adı verilen dili konuşan Romaniotlar245 ve Karayitlerdir246.
Romaniotlar arasında, daha önceki dönemlerde Yakındoğu, İtalya ve başka
bölgelerden Bizans topraklarına göç etmiş Yahudilerin torunları da bulunuyordu
(Rozen, 2013:46).247 4. Yüzyılda ve 5. Yüzyılın ortalarına kadar
Yahudilerin İstanbul’daki yaşam alanı, Sirkeci’de Bakırcılar (Halkoprateia)
bölgesi ve şimdiki Beyazıt meydanı civarıydı. İstanbul Yahudileri, 11. Yüzyıla
kadar, Haliç’in güney kıyılarında, Bahçekapı ile Ayasofya arasında, Sirkeci’yi
de kapsayan bölgede yaşadılar. Semtin Haliç ağzına açılan kapısına “Porte Hebraica” ya da “Porte Judeca”
(Yahudi kapısı) denildiği konusunda pek çok tarihçi birleşiyor (Svatics,
2011:16-17). 11. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Yahudiler, resmi
makamlarca Galata-Pera’ya
nakledilirler. 1261’den itibaren Kasımpaşa semti ve Langa’da oturan ve
dericilikle uğraşan bir cemaat bulunmaktaydı. Bizans döneminde bakır eşya
işçiliği, marangozluk, cam eşya üretimi ve deri işleme, Yahudilerin
uğraştıkları meslekler arasındaydı (Güleryüz, 2012a:16-18).
Yüzyıllarca bir Yahudi semti olarak bilinen Balat’a
ilk kez yerleşen Yahudiler, Makedonya’nın Kasturiya kentinden göç eden yüz
kadar fakir aileydi. 1492’yi izleyen yıllarda
İspanya’dan ve daha sonra Portekiz’den gelen gelen Sefarad göçmenler de bu
yöreye yerleşmiş, 1599 yılında
da Rodos’tan göç edenler burada
misafir edilmiştir. Bizans
Yahudileri olan Romaniotlar ile İspanya göçmenleri Sefaradlar
başlangıçta ayrı ayrı yaşamışlar, kendi sinagoglarını ve geleneklerini
sürdürmüşlerdir. Özellikle 1894 depremi ve onu izleyen birkaç önemli yangından
sonra nispeten varlıklı ailelerin kentin daha modern semtlerine, genelde
ekonomik zorlukta olanların ise 1948 yılında kurulan İsrail devletine göç
etmeleri sonucu Balat ve Hasköy Yahudi nüfusu önemli bir oranda azalmıştır
(Özdem, 2009:294).
245Tevrat tefsirlerini kabul eden ve bunlara uyup, uygulayan
Yahudilerin oluşturduğu mezhep. İsimlerini, Bizanslıların kendilerini Roma’ya
ait hissetmeleri ve Bizans’ın Türkçedeki adının Rum olmasından dolayı,
kökenlerinden almışlardır. Romaniotları göçlerle gelen diğer Yahudi
topluluklardan ayıran başlıca etken dinsel ritüeller ve dildi. İyonya Romanyot
cemaati hakkında bir çalışma için Bkz.: Dalven, 2011.
246Sözlü Yahudi hukukunu kabul
etmeyen, Tevrat’ta yazanı aynen ve olduğu gibi kabul eden, tefsirlere inanmayan
mezhep. İstanbul’da 40 kişilik bir nüfusu olan Karay Yahudilerinden İlya
Avramoğlu ile yapılan röportaj için Bkz.: Artanç, Savaş: “Türküz Museviyiz yok
olmak üzereyiz”, 30 Saniye, 13.01.2012, (Çevrimiçi)
https://otuzsaniye.wordpress.com/2012/01/13/turkuz-museviyiz-yok-olmak-uzereyiz/,
08.05.2015.
247 Milattan önce Anadolu’daki ve Bizans’taki Yahudi tarihi
hakkında detaylı bilgi için Bkz.: Besalel, 2004; Güleryüz, 2012a.
Sinagogların şehirdeki dağılımı bize Yahudilerin
Bizans’tan itibaren bugüne kadar yoğun olarak yaşadıkları semtler hakkında
bilgi vermektedir: Balat (3 adet), Sirkeci, Bakırköy, Adalar
(Büyükada, Heybeliada, Burgazada), Haydarpaşa, Caddebostan, Kuzguncuk (2 adet), Yeniköy, Ortaköy,
Şişli, Beyoğlu, Galata, Hasköy ve Kemerburgaz (A.e.).
Fatih’in fetih sonrasında Yunanlıların terk ettiği
şehri nüfuslandırmak ve eskiden Venedikliler ve Cenovalıların elinde olan
ticareti canlandırmak için uyguladığı ve 16. Yüzyılda da devam eden zorunlu
iskan politikaları ile Yahudiler bazen tüm bir cemaat olarak, Edirne, Selanik
gibi kentlerden İstanbul’a, eskiden Venediklilerin oturduğu mahallelere
yerleştirilmişlerdir (Benbassa, Rodrigue, 2010:82). Zimmilik, gayrimüslimlerin camiler
çevresinde ve Müslüman mahallelerinde ikamet etmesini yasaklayan bazı
kısıtlamalar getirmekteydi. Fakat, Osmanlı’da kelimenin gerçek anlamıyla bir
getto248 yoktu. Yahudiler çeşitli yerlerde, Müslüman mahallelerine
komşu mahallelerde yaşarlardı.
İspanya ve Portekiz’den Osmanlı İmparatorluğu’na gelen
göçmenlerin yerleştikleri yerlerde oluşturdukları topluluklar (Kehila), çoğunlukla köklerine veya terk
ettikleri bölge ve şehir adlarına göre isimlendirilmiş cemaatlere (Kahal) ayrılmıştı (Güleryüz, 2012:92).
İber kökenli şehir ve bölge isimleri, ülke isimleri, ailelerin soyadları, zaten
kullanımda olan Romanyotların, Aşkenazların, Karayların ya da İtalyanların249
isimlerine eklenirdi.250 Köklere göre oluşan bu gruplaşmalar ananelerin,
dilin ya da özel diyalektlerin muhafaza edilmesi ve Yahudilik içinde
bölgesel-etnik kimliğin korunması amaçlıydı. Bu Kahal’ların her biri
özerkti ve kendi sinagoglarına, Hahamlarına, Talmud Tora251 gibi
dini kurumlarına, hayır kurumlarına
sahipti. (A.e., s.121). Kahal adı verilen bu organizasyondaki
Yahudiler, temsilciler aracılığı ile Osmanlı hükümeti ile irtibat sağlardı.
Kahalların birleşmesi Kehalimi oluşturmakta, bir kentteki tüm Kehalimi de Kehila organizasyonu temsil etmekteydi. Kehila
248Getto kelimesi, İtalyanca’da madeni kalıba dökmek anlamına
gelen “gettare” kelimesinden türemiştir. Venedik
gettosu belediye bakır dökümhanesinin bitişiğindeydi. Sonradan getto
kelimesinin Venedik’teki özel topografik kökeni genişledi ve zorunlu Yahudi yerleşim
alanlarına atıfla kullanılmaya başlandı (Ravid, 1999,:237).
249 İtalyan kökenli Yahudiler 1864 yılına kadar Sefarad
sinagoglarına devam ettikten sonra, yavaş yavaş Sefarad gruba tamamen asimile
olmuşlardır (Benbassa, Rodrigue:2010).
250 Yer isimleri, yerleri yalnızca sınırlandıran, imleyen,
sosyal etkileşimde konumları belirlemek ve müzakere etmek için kullanılan
göstergeler değildir. Yer isimleri, örnek niteliğindeki davranışları
çağrıştıran, bu yüzden de ahlaki bir yönü olan coğrafyaların anımsatıcıları olarak etkin bir işlev görür (Connerton, 2009:20). Bu bağlamda, Yahudilerin terk ettikleri bölge ve şehir
isimlerini yeni yerleştikleri coğrafyada devam ettirmeleri tarihsel bir
birlikteliği olan grup belleğinin korunması amaçlıdır.
251 Tevrat bilgisinin verildiği
kurum.
lideri haham, Kehila Organizasyonu’nun başı ise cemaatbaşı idi. Her
kahal, bünyesindekilerin adli, mali ve dinsel ihtiyaçlarını karşıladığı için
birliği temsil edecek Osmanlı tarafından tanınmış bir hahambaşıya ihtiyaç
duyulmamıştır (Bileydi Koç, 2006:80).
Bizans döneminde dinde İbranice, konuşma dilinde Rumca
geçerliydi. Sefarad’ların konuştuğu 15. Yüzyıl İspanyolcası, Judeo İspanyol ya
da Ladino (Yahudi İspanyolcası) denilen dil, Osmanlıca Türkçesi, İbranice,
Fransızca ve Rumca ile karışarak Osmanlı Yahudi cemaati mensuplarının yaşayan
dili haline geldi ve 1950’lere kadar İstanbul’da yaygın bir dil olarak
kullanıldı. İbranice, İstanbul’da Yahudiler tarafından sadece dini konularda
kullanıldı. Aşkenazlar’ın konuştuğu dil ise Ortaçağ Almancası, İbranice ve Slav
dillerinin bir karışımı olan Yiddish’dir.252
Evlilik, Yahudi halkı için dünyanın devamlılığını
garantilemeyi amaçlayan, sosyal bir kurumdu. Bu düzende kadının rolü, “erkeğin
temiz bir hayat yaşamasına yardımcı olarak onu tamamlamaktı”. Aile soyu
denildiğinde daima baba tarafı kastedilirdi (Rozen, 2013:111- 112).253
Kendilerine ayrılan mahallede, sinagogların çatısı altında toplanan Yahudi
toplulukların dini ve toplumsal hayatlarının çekirdeğini ataerkil aile yapısı
oluşturuyordu. Kızlar sekiz ila oniki, erkekler de on üç ile on altı yaşları
arasında evleniyorlardı. Aile yeni evlileri ekonomik olarak aile içinde
tutuyordu. Oğul babasıyla ya da damat kayınpederiyle çalışıyordu (Benbassa ve
Rodrigue, 2010:127). İslam dinini seçip karma evlilikler yapanlara ender de olsa rastlanıyordu. Yahudi kadınları evlendikten sonra genellikle çalışmazlardı. Genç kızlar da evde dikiş öğrenir, çeyizlerini düzerlerdi.
Fakir ailelerin kızları, zengin Rum ve Müslüman ailelerin evlerinde çocuk
bakımı, temizlik gibi (mosa) işlere giderlerdi. Bir de diğer bir meslek dalı olarak fahişeliklikten bahsedilebilir. 254
252Tez çalışması kapsamında yapılan saha çalışmasında görüldüğü üzere, bugün
Türkiye’deki Yahudiler arasında Ladino 50 yaş ve üstü grupta
sadece belli bir kesim tarafından kullanılmaktadır. Aşkenazların zaman içinde
Sefardileşmesi nedeni ile Yiddish kullanılan bir dil olma özelliğini kaybetmiştir. İbranice
dili kendilerine ait özel okulda öğretiliyorsa da (Ulus Özel
Musevi Lisesi), bu dil gündelik hayatta kullanılmamaktadır. İbraniceyi daha çok
İsrail’e göç etmeyi düşünenler öğrenmektedir. Özellikle son bir yılda
İspanya’nın Sefarad kökenlilere pasaport uygulamasından dolayı cemaat içinde
İspanyolca’ya olan ilgi artsa da, genç nesil günlük yaşamda sadece Türkçe
kullanmaktadır.
253Erkek soyunun önceliği
Yahudi aile kültürünü
hatta tüm Osmanlı
ailesini (Rozen, 2013), antropolog Germaine Tillion’ın “kuzenler cumhuriyeti”
diye adlandırdığı kategoriye koyar. Tillion’ın kuramına göre, “kuzenler
cumhuriyeti”nin ayrılmaz unsurlarından biri, kadının erkeğe itaati ve sonuç
olarak erkeğin baskı altında tutulmasıydı (2006).
254 Bu konuda yapılmış
orijinal bir çalışma
için Bkz.: Bali, 2008.
Geleneksel Yahudi toplumunda sinagog sadece bir
ibadethane olmanın dışında, iç hiyerarşisi ile bir toplumsallaşma merkezi ve
vergi mükelleflerinin katılımı ile yapılan oylamalarda oy çoğunluğuna göre
kararlar alan bir meclisti.255 Bu mini-toplum içinde cemaat hayatını
destekleyen ve kuvvetlendiren sosyal bağlar çok kuvvetliydi. Cemaat yönetimi,
yaşlılara ve yoksullara yardım eder, defin işlemleriyle ilgilenir, öksüz ve
yetimlerle yoksulları eğitir ve giydirir, evlenme çağındakilere ve dullara
yardım ederdi (A.e.).256
Sefaradların gelmesinden çok önce İstanbul’da bulunan
Romanyotlar esas olarak ticaretle meşguldüler ve toprak vergilerinin, gümrük
paylarının ve hazineye ait olan paraların toplanmasında önemli görevleri vardı.
(1470-1480) yılları arasında birçok toprak vergisinin toplanması onların
denetimindeydi (Benbassa, Rodrigue, 2010:84). Özellikle 16. Yüzyılda, Osmanlı,
Avrupa ve Asya arasındaki önemli ticaret yollarını elinde tutuyordu. Osmanlı
bünyesindeki dini-etnik grupların da Osmanlı toplumu hiyerarşisinde önemli
ekonomik etkileri vardı. Yahudi
nüfusun büyük çoğunluğu küçük ölçekli ticaretle ve esnaflıkla uğraşıyor ve yerel ekonominin içine dahil
oluyordu. Ticari faaliyetlerinden dolayı Yahudiler, içe kapalı değil, geniş
topluma açık yaşıyorlardı (A.e.,
s.100-115; Güleryüz, 2012a:93). Bunun yanında, daha az kalabalık olan, finans,
uluslaraarası ticaret ve simsarlık, tekstil üreticiliği ve satıcılığı gibi
işlerle uğraşan bir seçkinler sınıfı da belirmişti.257 Romanyotlar
gibi Sefaradlar da, vergi toplama işiyle uğraşırlardı. İberya Yahudileri silah
yapımı, matbaacılık258, ipekçilik, tekstil dokuma ve boyama, dericilik,
bakırcılık gibi konulardaki bilgilerini Osmanlı topraklarına taşımışlardı
(Svatics, 2011:20). 17. Yüzyıl’da İmparatorluk’un İtalya ile yaptığı ticarette,
Yahudilerin belirleyici etkileri olmuştu.259 Ticaret konuları
arasında; tekstil ve giyim eşyası, deri ihracatı; tekstil boya maddeleri
ithalatı; Doğu’dan ipek, inci, mücevherat ve baharat ithalatı ve Batı’ya
ihracatı; maden, hırdavat, gıda maddeleri, yün ticareti bulunmaktaydı (Besalel,
2004:33, Güleryüz, 2012a:94). İstanbul’da, bu yüzyılda, Yahudiler özellikle
maliye ve para işlerinde çalışıyorlardı.260 Yine, çeşitli dönemlerde, yüksek dereceli Osmanlı
255 Hahambaşılık kurumu ve İstanbul sinagogları hakkında Bkz.: Besalel,
2004:268-282,
256 Günümüzde İstanbul’daki Yahudi cemaatinin devam ettiği hayır
kuruluşları ve sosyal dernekleri için Bkz.: Besalel, 2004:292-307.
257 17. Yüzyıl İstanbul Yahudi cemaati, %15 oranında
yoksullardan, %15 oranında zenginlerden ve orta üstü sınıf üyelerinden, geri kalan bölümde küçük ticarethane
sahiplerinin yanı sıra orta ve düşük şartlarda yaşayanlardan oluşuyordu
(Benbassa, Rodrigue, 2010:125).
258 Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk matbaa 1493 yılında, Sefarad
Yahudileri David ve Samuel İbn Nahmias tarafından kurulmuştu (Svastics,
2011:150). İlk Ermeni basımevi 1567’de, ilk Rum matbaa 1627’de, Türkçe ilk
basımevi de 1727’de kurulmuştu (Güleryüz, 2012a:91).
2592. Beyazıt, Ferdinand hakkında şunları söylemiştir: “Nasıl
böylesi bir hükümdar (İspanya hükümdarı) için bilge denir? O hükümdar ki kendi
ülkesini yoksullaştırırken benimkini zenginleştiriyor” (Besalel, 2014:26).
260Yahudilerin dünyayala
ve parayla ilişkisinin tarihi tartışmalara çokça konu olmuş bir alandır. Yahudileri ve
memurlarının finans işlerini yürütmüşlerdi. 18. Yüzyıl boyunca da, diğer
gayrimüslimlerle beraber, Avrupalı tüccarlarla yerli piyasa arasında ve yine bu
tüccarlarla Osmanlı bürokrasisi arasında aracılık görevini üstlenmişlerdi (A.e.). Yahudilerin Osmanlı
bürokrasisiyle girdikleri sıkı ilişkiler de göze çarpmaktaydı. Birçok Yahudi
saray hekimi bulunmaktaydı. Edebiyatta, müzik dünyasında, tıp alanında, hukuk
alanında, parlamentoda, dışişlerinde, devlet bürokrasisinde, Yahudiler görev almışlardı.261
Bazı Yahudi kadınlar da Padişah’ın haremiyle dış dünya arasında bağ
oluşturmuşlardı.262
Osmanlı İmparatorluğu’nun en geniş sınırlarına
ulaştığı 16. Yüzyıl çeşitli kaynaklarda “Türk Yahudilerinin altın dönemi”
olarak tanımlanmaktadır. Ne var ki 16. Yüzyılın sonundaki, yangınlar, salgın
hastalıklar, Sabetaycılık263 gibi dini krizler, ekonomideki
istikrarsızlıklar, savaş ortamından dolayı aşırıya kaçan vergi yükümlülükleri,
İmparatorluğun çöküşüne giden süreçte Yahudi nüfusunun sosyal ve kültürel
açıdan çöküşünü hızlandırmıştı
(Benbassa ve Rodrigue, 2010:152, Güleryüz, 2012:98).264
İmparatorluğa alınan göçlerin 17. Yüzyılda durması nedeni ile, Batı’daki
yenilikleri Osmanlı topraklarına taşıyamayan Yahudi cemaati içine kapalı ve
tutucu bir hal almış ve cemaatin yönetimle ilişkileri oldukça zayıflamıştı
(Lewis, 1984:397). Yahudilerin Avrupa ile temasını sağlayan İspanyolca’nın
Judeo-Espanyolca’ya dönüşmesi (Latin alfabesi yerine İbranice harflerin
kullanımının artması) (Güleryüz, 2012a:99), Yahudi ünlülerinin kalıcı sosyal
atılımlar gerçekleştirememeleri de cemaatin sosyal ve kültürel anlamda
düşüşündeki etkenlerinden sayılabilir (Besalel, 2004:40).265 Osmanlı
İmparatorluğundaki Yahudi katkısının yerini 17.
onların kültürlerinin ekonomiye bakışını inceleyen
önemli bir çalışma
için Bkz.: Attali,
2009.
261 Bkz. Güleryüz, 2004; Güleryüz, 2012b.
262 Yunanca Kyra (hanım) ismiyle tanınan, Ester Handeli ve
Esperenza Malki, 16. Yüzyıl’da hareme mücevher
ve giysi temin eden kişiler olmuşlar, bu sayede Sultanların eşleri ve
anneleri ile sıkı arkadaşlık bağları kurmuşlardı (Benbassa, Rodrigue,
2010:131-146).
263 Sabetay Sevi Olayı hakkında Bkz.: Bauer, 2010; Besalel,
2004:41-42, Freely, 2001. Türkiye Sabetaycıları hakkında bir makale için Bkz.:
Zorlu, 1995: 71-72.
264 Gerileme yıllarında, toplumun diğer mensuplarıyla birlikte
Yahudiler de çeşitli sıkıntılar yaşadı. 1702’de Sadrazam, Yahudilerin ve
Hıristiyanların sarı başlıklar giymesini yasaklayarak; siyah renk zorunluluğu
getirdi. 1726’da Sultan 3. Ahmed, Yahudilerin evlerinin duvar boyunun Müslüman
evlerinden daha alçak olmasını şart koşan düzenlemeyi geri getirdi. 1758’de 3.
Mustafa, Yahudilerin ve Hıristiyanların, Müslümanların kıyafetlerinin benzerlerini giymesini yasakladı. Bu yasaklamalar
fazla uzun sürmedi (Shaw, 2008:198).
265 Cemaat içinde düşüşe geçen eğitim seviyesinin yükselmesi ve
Doğulu Yahudi gençlerin meslek sahibi olup Batı kültürüyle ilişki kurmalarını
sağlayacak yabancı dil bilgisi edinmelerini sağlamak amaçlı kurulan, merkezi
Fransa’da bulunan, Alliance Israelite Universille (AIU) okulları İstanbul’da
(1874-1908) arası altısı erkekler ve beşi kızlar için olmak üzere
11 okulda hizmet
verdi. AIU’nin ana hedefi Batılılaşmayı her düzeyde destekleyerek düşüşe geçen cemaatin
sosyal ve kültürel yaşamına ivme kazandırmaktı. Gelenekler gereği Sefarad
kızları her türlü eğitim ve öğretimden yoksun bırakılırdı. AIU ile birlikte
Sefarad Yahudi tarihinde ilk olarak kızların da büyük bölümü okula devam etti.
Alyans’ın eğitimleri sayesinde Doğu’nun yerlisi Yahudiler arasında ilk
entelektüel zümre oluştu. Bu zümre orta ve üst sınıfa aitti. Bu sınıfla
birlikte Fransızca günlük hayata girmiş ve kültürel hayatlarının bir parçası olmuştu. Birinci Dünya Savaşı’nın
sonuna kadar, Sefarad Yahudi
Yüzyılda Osmanlı Hıristiyanlarının almasıyla Yahudi’lerin tekelinde
bulunan bazı meslekler, doktorluk, ticaret gibi, Hıristiyanların eline
geçmişti. Fransız tarihçi Ubicini, Avrupa dilleri öğrenen Rumlar’ın saray ve
elçiliklerdeki çevirmenlik işlerini, Ermeni’lerin de gümrüklerde ve maliyedeki
makamları ele geçirdiği tespitlerini yapmaktadırlar (A.e.).266 17. Yüzyılda Yahudiler geleneksel mesleklerini
sürdürdüler. İmparatorluğun, Batı Avrupa denetimindeki kapitalist dünya
düzeniyle iyiden iyiye kaynaştığı 19. Yüzyılda, Yahudilerin faaliyet alanları
toptancılık, temsilcilik, gümrük memurluğu, vergi toplama memurluğu ve
tefecilik ile sınırlı idi. “Sözde Mesih” Sabetay Sevi olayının yarattığı
hayalkırıklığı ve umutsuzluk, Saray’da sahip oldukları eski prestijlerini
kaybetmeleri, kültürel açıdan yaşadıkları düşüş ve yoksulluk, Yahudi halkının
19. Yüzyıla kadar içe kapalı bir şekilde yaşamasına neden oldu (A.e.).
1.5.3.
İstanbul’da Ermenilerin Tarihsel Kökleri
Anadolunun en eski halklarından biri olan Ermeniler
için Osmanlı’nın Batı Anadolu’da ve Balkanlar’da hakimiyet kurmasının ardından
İstanbul’un fethi ile yeni bir dönem başlamıştır.267 Osmanlı
Devleti, 1461 yılında kurulan İstanbul Ermeni Patrikliği’nin ruhani ve idari önderliği altında Ermeni tebaasını
üç gayrimüslim milletten biri olarak
cemaatindekiler
genellikle Alyans okullarında ve Alyans tarafından yönetilen Talmud Tora
okullarında eğitim görmüşlerdi. AIU hakkında detaylı bilgi için Bkz.: Benbassa
ve Rodrigue, 2010; Alliance Israelite Universille, 2011:220-221.
266Yahudiler, bu dönemde, dış ticarette kendilerinin yerini alan
Rumlar ve Ermenilerin suçlama ve saldırılarına uğramışlar, olayların
durdurulması Padişah fermanlarıyla mümkün olmuştur (Besalel, 2004).
267 Anadolu’da Ermeni tarihinin evrelerine bakıldığında, İÖ 6.
Yüzyıl ile 15. Yüzyıl arasında çeşitli aralıklarla birkaç Ermeni hanedan ve
devletinin hüküm sürdüğünü görmekteyiz. Urartu Krallığı’nın dağılmasının
ardından ortaya çıkan ilk Ermeni siyasal varlığı Yervantyan (Yervanduni) olmuştur. Ermeniler önce Med
egemenliğini kabul etmiş, ardından da Pers Akamenid hakimiyetine tabi olmuştur.
İÖ 331’de İskender’in Pers hakimiyetini sona erdirmesiyle Ermeniler Helen
İmparatorluğu içinde özerk birimler olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. İÖ 190
civarında Artaşes önderliğinde bağımsızlıklarını kazanarak Ardaşesyan
hanedanını kurarlar. Başkentlerini günümüz Erivan yakınlarında kuran
hanedanlığın kralı İÖ 95-55 yılları arasında yaşamış olan Büyük 2. Tigran’dır
(Dikran). 2. Tigran başkenti daha sonra günümüz Diyarbakır yöresinde bugünkü
Silvan yakınlarına taşır. Bu dönemde Ermenilerin güçlerinin doruğa ulaştığı
belirtilmektedir. İS 1’de Ardaşesyan hanedanının dağılmasının ardından, 428
yılına kadar hüküm süren Arşakuni (Arsacid) hanedanı kurulur. Kral 3.Drtad
(287- 331) Aziz (Surp) Krikor Lusaroviç önderliğinde 301’de Hıristiyanlığı
kabul etmiştir. Bu gelişme Ermenilerin devlet
olarak Hristiyanlığı ilk kabul eden devlet olduğunun kanıtı sayılmaktadır (Özdoğan
v.d., 2009:40-42). 387 yılında ikiye bölünen Ermeni
toprakları kültürel ve dinsel anlamda Erzurum’un batısında Bizans, doğusunda
ise Sasani baskısına maruz kalır. Bu dönemin diğer bir önemli gelişmesi ise,
Hristiyan dünyasında Ermenilik kimliğine damgasını vuran bu özgün alfabenin,
404-406 yıllarında Mesrob Maştotz tarafından geliştirilmesi olmuştur. İran
Sasani devletiyle sonu yenilgiyle biten Avarayr Savaşı (451) Ermenilerin
Hristiyanlık adına verdiği bir mücadele olarak tarihe geçmiştir. 642 yılında
başlayan ve yaklaşık 200 yıl kadar süren Arap akınları ve Bizans ordularının da
tehdidiyle Ermeniler ciddi bir duraklama dönemine girmişlerdir. Van Gölü’nün
güneydoğusunda hakimiyet kuran Artzruniler, (908-1021) yıllarında aralarında
Akhtamar kilisesinin de bulunduğu mimari yapılar inşa ederek Ermeni sanat
tarihinde seçkin bir rol oynamışlardır. Ani’yi başkent yapan Bagradit krallığı
döneminde, 11. Yüzyılın ortalarına kadar, Ermenilerin, mimari, edebiyat ve
sanat alanında güçlü bir varlık gösterdiği bilinmektedir. Selçuklu-Bizans çekişmesinin 1071’de Selçuklular lehine
neticelenmesi sonucunda, bu bölgede Ermeniler bir daha siyasal birlik
tesis edememişlerdir (A.e.,
s.42-43).
yönetmeye başlamıştır. Ermeni nüfusu için bir çekim merkezi haline gelen
İstanbul dışında, Anadolu’nun bazı yörelerinde uzun yıllar özerkliğini kısmen
koruyabilmiş Ermeni yerleşimleri arasında,
Muş civarında Sasun, Karadeniz’de Hemşin, Kilikya yöresinde Zeytun,
Hacin ve Tomazra gelmektedir.268
(1913-1914) yılları arasında Patrikhane’nin
gerçekleştirdiği nüfus sayımında, Ermenilerin yaklaşık %80’i kırsal kesimde
yaşıyordu. Bu nedenle Anadolu’daki Ermenilerin toplumsal yaşamlarına kısaca değinmek
faydalı olacaktır.269
Yüksek Ermeni Platosu’nda, yani
Erzurum, Van, Bitlis, Harput ve Diyarbakır vilayetlerinde, yaşayan halkın %90’ı
köylüydü. Ermeni toplumu katı bir toplumsal örgütlenme modeline sahipti. Ermeni
aile, Hint-Avrupa mirasının izlerini taşıyan katı hiyararşisiyle ataerkil bir
cemaatti (Kévorkian, Paboudjian, 2012:63). Bu hiyerarşide aile reisinin yeri
çok önemliydi; topluluğa ait toprakları ya da mal varlığını yöneten oydu.
Kadınlar cephesinde de aynı derecede belirgin bir hiyerarşi vardı. Onlar da
efendinin eşi olan ev hanımının etrafında toplanırlardı. Kışlık erzakı
hazırlamak ya da örgü gibi zanaat işlerinden de kadınlar sorumluydu. Erkekler
ise marangozluk, kuyumculuk, kundaracılık yapar, binaların iç kısımlarını
onarırlardı. Hane başına çocuk sayısı dörtten, Doğu’ya gidildikçe sekize kadar
çıkıyordu. İzmir ve İstanbul gibi büyük şehirlerde ise hane halkı; anne, baba ve çocuklardan ibaretti, evin büyük
oğlu evlendikten sonra anne- babasının yanında kalmayı sürdürürdü. Hristiyan
inancına son derece bağlı olan köy toplumu, dini bayramların ritmine göre
yaşardı; mevsimler, tarımsal faaliyeti belirleyen de bu bayramlardı (A.e., s.66).
Büyük Osmanlı kentlerinin hemen hepsinde önemli Ermeni
toplulukları olmasına karşın, kentsel Ermeni nüfusun çoğunluğu Bitlis, Sivas,
Van, Erzurum, Harput, Tokat, Amasya, Malatya, Diyarbakır, Arapkir, Bayezid,
Hınıs, Adana, Hacın (Adana’da), Maraş, Kayseri, Bursa, İzmir ve İstanbul’da
yoğunlaşmıştı (Artinian, 2004:18). 20. Yüzyılın başlarında halen, yerel ve
bölgelerarası ticaretin nerdeyse tamamı ve zanaat loncalarının tümü Ermenilerin
elinde bulunuyordu. İmparatorluğun resmi kuyumculuk ve mücevherat işleri de
yüzyıllarca İstanbul’un güçlü Ermeni ailelerinin elinde kalmıştı (Tuğlacı, 1981).270 Çoğu
268Anadolu’daki Ermeni
tarihi hakkında Bkz.:
Groussat, 2005; Kerovpyan, 2000, Köker, 2005.
269 “İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti”’de 19.Yüzyıl’ın ikinci
yarısının İstanbul’unda 34 mahallenin toplum yaşantısı, mahalle hayatı, zengin
fakir ayrımının yarattığı çelişkiler, kadın erkek ilişkileri, kilisenin mahalle
hayatı üzerindeki hegemonyası oldukça kuvvetli bir mizahi dille
anlatılmaktadır. Bkz.: Baronyan, 2014.
270 Kütahya seramiklerini yaratan ustalar, sürgünlere maruz
kalarak Anadolu’ya yerleşen doğu kökenli Ermenilerdi (Tuğlacı, 1981).
ticaret ve zanaat dalında hem Müslümanlar hem gayrimüslimler çalıştığı
halde, kimi meslekler bazı grupların neredeyse
tekelindeydi. Örneğin, eczacılar ve badanacılar çoğunlukla Müslümandı ama marangozluk ve
kunduracılık esas olarak Rum mesleğiydi. Fatih zamanında Galata ve Hasköy’de,
satış yaptıkları kendilerine mahsus mahalleleri olan çok sayıda Ermeni
fırıncıdan söz edilir. 16. ve 17. Yüzyıllarda Ermeni taş ustaları Osmanlı
başkentinde pek çok saray ve cami inşaa etmişlerdir. Dolmabahçe Sarayı, Çadır
Köşkü, Malta Köşkü, Şale Köşkü, Çırağan Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Maçka
Silahhanesi (bugün İstanbul Teknik
Üniversitesi Maden Fakültesi), Gümüşsuyu
Kışlası, Beyazıt Kulesi bunlardan bazılarıdır (Atlas, 2015:68).
19. Yüzyıllarda hemen tümüyle Ermenilerin tekelinde olan en önemli meslek
ise kuyumculuktu (Artinian, 2004:20).
20. Yüzyıl başlarında ticaret ve sanayi büyük oranda
gayrimüslimlerin hakimiyetindeydi.271 16. ve 17. Yüzyılda, İstanbul
Ermenileri Doğu ve Akdeniz ticaretinde önemli bir rol oynarken
İstanbul-Anadolu, İran-Asya hattındaki ticaret köprüsünde çok etkiliydiler.
Sivas ve Tokat’ta tarım ürünleri, Ankara’da koyun yünü ve tiftik, Bursa’da ipek
ve tütün ticaretini ellerinde tutmaktaydılar (Mantran, 1982:133-134). Doğu
vilayetlerinde Ermeni varlığı kendini yerel ve bölgelerarası ticarette
gösterirken, İstanbul ve İzmir’de de İmparatorluğun uluslararası ticaretinde
Ermeni seçkinleri egemendi. 19. Yüzyıl’da Avrupa ülkeleri ile yapılan ticarette
Osmanlı Ermenilerinin 1820’lerde batıda açmaya başladıkları acentalıklar önemli rol oynamaktaydı (A.e., s.116).
Galata bankerlerinin önemli bir kısmını
da Ermeni sarraflar oluşturmaktaydı. 20. Yüzyıl başında,
İstanbul’daki toplam 5.000 dükkanın ve 35.979 çalışanının bulunduğu Kapalı
Çarşı, Vezir Han, Çuhacı Han, Kürkçü Han ve Çarşamba
Pazarı’nda, Ermenilere ait 1850 küçük dükkanda yaklaşık 1.500 usta zanaatkar,
kalfa ve çırak çalışıyordu. 19. Yüzyılın ilk çeyreğinde, başkent ve
çevresindeki beş binden fazla küçük dükkanın hemen tümü Ermeni, Yahudi ve Rum
zanaatkar ve tacirlere aitti (Artinian, 2004:21). Zengin kesimin haricinde daha
orta ve orta alt sınıftaki Ermenilerin uğraştıkları meslekler arasında ise
fırıncı, kumaşçı, terzi, kunduracı, çizmeci, duvarcı, marangoz, çömlekçi, doğramacı gelmekteydi. Yunan
isyanının yarattığı güvensizlik nedeniyle çoğunlukla Ortodoks Rum milletine mensup tercüman
(dragoman) grubunun lağvedilmesi sonrasında
1821’de kurulan Babıa-li
Tercüme Odası ve Tahrirat-ı Hariciye
Kalemi’nde
271 Osmanlı İmparatorluğu üzerine olan tarihyazımı, Müslüman
tüccardan, gayrimüslim burjuvazinin yükselişinden dolayı, ticaretteki konumunu
tamamen kaybetmiş olarak bahseder. 19. Yüzyıl sonu 20. Yüzyıl başında, Müslüman
tüccar sınıfın, gayrimüslimlere karşı mücadele eden etkin bir toplumsal grup
olduğuna; taşrada ekonomik kaynaklara ve örgütlü bir sivil topluma sahip
Müslüman bir burjuvazinin mevcudiyetine dair bir tartışma için Bkz.: Çetinkaya,
2015:28-62.
(1850-1908) arasında
çalışan gayrimüslimler arasında
Ermeniler ağırlıktaydı (Kévorkian, Paboudjian, 2012).
Ticaretin yanında sanayide de Ermeniler ağırlıklı bir
yere sahiptiler. Ermeni milletinin önde gelen sanayicilerinin başında Dadyan
ailesi gelmektedir. Dadyanlar Hereke’de ipek ve pamuk, Beykoz’da deri,
Zeytinburnu’nda demir işleme fabrikalarının kuruluş ve yönetimini
gerçekleştirmişti. Dadyan ve Düzyan ailesi mensupları ayrıca Meclis-i Ahkam-ı
Adliye ve Şura-yı Devlet gibi devletin en yüksek adli mercilerinde görev
yapmışlardır (Davison, 1982:328). 1750’den 19. Yüzyıl’ın son çeyreğine kadar
mimarbaşılık görevini yapan ve çok sayıda saray, cami, kamu binası, fabrika ve
kilise yapımında imzası bulunan Balyan ailesi en tanınmış amiralar (Ermeni
soylu sınıf) arasında yer almıştır.272 19. Yüzyıl’ın Batılılaşmış
entelijansiya gruplarını oluşturan Dadyan, Balyan, Düzyan’lar saraya
kuyumcubaşılık, mimarbaşılık, barutçubaşlık, darphane müdürlüğü gibi görevlerle
hizmet eden amira ailelerinin
Avrupa’da eğitilmiş genç nesilleriydi. Bu aileler bir yandan saraya hizmet
ederken öbür yandan okullar açıp, kültürel projeleri destekleyerek Ermeni
milletine de faydalı oluyorlardı (Yumul, Bali, 2011:364).
İstanbul ve İzmir’de yaşayan, Avrupa’da yüksek tahsil
yapan Ermeni burjuvazisi, kentli veya köylü Yüksek Ermeni Platosu’nda yaşayan
halka oranla büyük farklılıklar gösteriyordu. Aynı kültüre ve aynı dini inanca
sahip olmakla birlikte, İmparatorluktaki Ermeni
toplulukları, ikamet ettikleri yere göre, birbirine aykırı gündelik kültürel
formlar içeren çok farklı ortamlarda çok farklı haklara sahip olarak
yaşıyorlardı (Kévorkian, Paboudjian, 2012:72).273 Özellikle 19.
Yüzyıl içerisinde gayrimüslimlerin ekonomik gücünün artmasıyla, özellikle liman
şehirlerinde yaşayan ticaret burjuvazisi, “Batılı yaşam tarzı” denilen olguya
uygun bir yaşam tarzını, yeni tüketim kalıplarını ve yeni adetleri
benimsemişti.274 Bu farklılık, özelde gayrimüslim burjuva sınıfını
ve genelde gayrimüslim cemaatleri Müslüman sınıfından ayrıştırmıştır (Keyder,
2013b:61).
İstanbul’un Avrupa ve Asya yakalarına dağılmış 47
kilise etrafında toplanmış olan Ermeni cemaati, Birinci Dünya Savaşı öncesinde, 25.000 öğrenciye eğitim veren 42 mahalle
272 Osmanlı
yönetiminde amiralar, sivil bürokratlar ve siyasi seçkinler, merkezi ve yerel
yönetimdeki Ermeniler için Bkz.: Özdoğan v.d., 2004:118-125.
273 Edmon De Amicis’in
1870’ler İstanbul’undaki gayrimüslimlerin hayatlarıyla ilgili gözlemleri için Bkz.: 2013:129-133.
274 Burada bahsedilen gayrimüslim gruplar ağırlıklı olarak
Rumlar ve Ermenilerdir.
ilkokulu, 10 kadar orta eğitim kurumu ile bir düzine Katolik ve Protestan
kolej ve lisesine sahipti (Kévorkian, Paboudjian, 2012:92).275
1641’e kadar Samatya’daki Surp Kevork Manastırı’nın içinde yer alan Patrikhane,
o tarihten sonra Kumkapı’ya taşınmıştır. Patrikhane cemaatin dini ve siyasi
hayatının tam ortasında yer alıyordu.
Türkiye’de
Ermeniler (2009) adlı çalışmada detaylıca incelendiği üzere, Avrupa ile
yakın ilişki içerisinde olan Osmanlı başkentinde, varlıklı ve seçkin Ermeni
aileleri ve entellektüel çevreler Batılı modaların etkisi altındaydı. Hemen
hemen herkes Fransızca konuşuyor, Fransız kültürünü takip ediyor, Avrupai
giyiniyordu. Daha mütevazi çevreler ise, geleneksel hayat tarzını aile
yapısında, Ermeni kilisesi dolayısıyla Hristiyanlığa bağlılıklarında sürdürüyorlardı. Ermeni toplumu içinde amira olarak adlandırılan varlıklı ve
nüfuzlu kesim gerek cemaat içi ilişkiler gerekse Osmanlı yönetimiyle
bağlantılar açısından önemli bir rol oynamıştı. Amiralar Ermeni milleti içinde
de ayrıcalıklı bir statüye sahipti. Çoğunlukla sarraflık, kuyumculuk ve ticaret
yoluyla birikmiş sermaye sahibi olan bu sınıf, Osmanlı yönetimince çok üst
görevlere getirilmişti. (1750-1800) arasında amiralar; Darphane’nin
yöneticileri, mültezimler, vezir-i azamın ve paşaların bankacıları olarak
Osmanlı maliyesine yön vermişlerdi.276 İstanbul Ermenilerinin zengin
ve muhafazakar kesimini temsil eden amiralar 19. Yüzyıl başlarında Ermeni
milleti içinde patriklerden daha güçlü bir konuma sahip bir oligarşi
oluşturmuşlardı (Özdoğan v.d., 2009:118).
Amira sınıfının artan gücü ve İstanbullu Ermenilerle
Anadolulu Ermeniler arasındaki kültürel ve ekonomik farklılık, Kilise, amira
zümresi ve esnaf kesimi arasında cemaat-içi huzursuzlukların baş göstermesine
sebep olmuştu. Bu durum 1863’te Nizamname-i
Millet-i Ermeniyan (veya Ermeni Ulusal
Anayasası)’ın277 tasdik edilmesiyle önemli
ölçüde azalmıştır. Bu
Nizamname millet yönetiminde söz sahibi olmak isteyen burjuvazinin ve daha
demokratik bir ortamda yaşamak isteyen liberal
aydınların çabaları ile
şekillenmişti. Anayasa/Nizamname ile, şehirli zengin amira sınıfının yetkilerini kısıtlayan ve milletin yönetimini
demokratikleştirip, laikleştiren bir metin idi. Artinian, bu modernleşme
hareketleriyle birlikte bir yandan Ermeni
cemaat yönetiminde dünyevi
elitin artan gücü görülürken diğer yandan
275Osmanlı’dan günümüze
Ermeni kültürel kurumları, eğitim ve yardımlaşma dernekleri, spor kulüpleri için Bkz.: Özdoğan v.d., 2009:165-273.
276 Kırım
Savaşı’ndan sonra, Batı’nın
istilası ve Avrupa
modeli bir bankacılık sisteminin gelişmesiyle, Ermeniler ilgi alanlarını uluslararası
ticarete çevirdiler (Kevorkian, Paboudjian, 2012:72).
277 Bu konu hakkında
Bkz.: Artinian, 2004.
geleneksel İstanbul
Ermeniliği hegemonyasının taşra cemaati üzerinde
eskiden olduğu gibi devam ettiği tespitini yapmaktadır
(2004:93-100).
İstanbul 18. ve 19. Yüzyıllarda yaşanan Batı
Rönesansının merkezi idi. Hem İstanbul’da hem Anadolu’da modern ve laik eğitim
veren çeşitli okullar açılmış, yazı dilinde klasik Ermenice’den (krapar), halkın kullandığı gündelik dile
(aşharapar) geçilmiş, çeşitli eserler
Ermenice’ye çevrilmişti. 19. yüzyılda Ermeniler arasında yaygınlaşan siyasal
düşünceler, liberalizm, milliyetçilik, sosyalizm ve feminizm278
olarak tanımlanabilir. Bu dönemde okullardaki kız çocuklarının sayısı artmış,
özellikle büyük şehirlerde kadınlar iş hayatına girmişler, Ermeni Kadınları
Terakki Derneği gibi dernekler de çalışmaya başlamışlardı (Yumul, Bali,
2011:362-365). Ancak tüm Osmanlı Ermenileri üzerinde İstanbul Ermenilerinin
kültürel ve toplumsal egemenliği olgusuna karşı bir popülist-taşra etkisi zuhur
etmiştir. İstanbul Ermeniliği’nin görece refahına karşın Doğu Anadolu’daki
Ermeni nüfus içinden özellikle Tanzimat reformlarının yarattığı toplumsal
istikrarsızlık, asayişsizlik ve can ve mal güvenliği yokluğu dolayısıyla
İstanbul’a karşı bir tepki hareketi ortaya çıkmıştır. Bu tepki, gerek bölgede
yerleşik nüfusa yönelik aşiret saldırılarına karşı fiziksel güvenlik temin
edemeyen Bab-ı Ali’ye, gerekse taşra Ermenilerinin sorunlarına sahip çıkmayan
İstanbul Ermeniliği’ne yönelikti (Akşin Somel, 2013: 59-60).
İstanbul’da Ermenilerin mekansal tarihine bakıldığında
hem Suriçi hem de Sur dışı mahallelerde yerleştikleri görülür. Suriçi
İstanbul’unda yaşayan Ermeniler şu bölgelerde toplanmışlardı: Gedikpaşa,
Kumkapı, Yenimahalle, Samatya, Narlıkapı, Topkapı, Fatih, ve Balat. Sur dışında
yaşayanlar ise; Eyüp, Balıklı, Yedikule, Makriköy (Bakırköy), San Stefano
(Yeşilköy), ve Silivri. Haliç’in öbür kıyısında Hasköy, Kasımpaşa, Galata, Pera
(Beyoğlu), Pangaltı, kuzeyde Şişli-Dolapdere, Feriköy, Beşiktaş, Ortaköy,
Kuruçeşme, Bebek, Rumelihisarı, Boyacıköy, Stenia (İstinye), Yeniköy, Tarabya,
Büyükdere Ermenilerin başlıca yerleşim yerleriydi. Asya yakasında ise Beykoz,
Kandilli, Kuzguncuk, Üsküdar’ın Selimiye, İcadiye, Yenimahalle semtlerinde ve
Kadıköy’de toplanmışlardı (A.e.,
s.93). İhtişamlı evlerin bulunduğu Kınalıada (Proti) ve Büyükada (Prinkipo),
İstanbul’un Ermeni ve Rum yüksek tabakalarının gözde mekanıydı. Ulaşımın
buharlı gemilerle sağlandığı bu adalar, 1860’dan itibaren yaz-kış oturulan
daimi yerleşim yerleri haline geldi. Ermeniler Kınalıada’nın, bugünde olduğu gibi, yarısından fazlasını
teşkil ediyordu.
278 Osmanlı Ermenilerinde feminist
yazını inceleyen bir çalışma için Bkz.: Ekmekçioğlu, Bilal, 2006.
2. BÖLÜM
İstanbul’un Rum,
Yahudi ve Ermenilerinde Kolektif Bellek, Travmalar
ve Stratejik Kuşaklararası Aktarım
Bu bizim
hayatımız, bu anlattıklarımız, anılarımız... hayatımız bu. Yaşadıklarımızı
silemezsin ki, bu biziz. Biz neyiz? Anılarımızız… (R, 65, K)
Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatleri İstanbul’un tarihsel
kentsel kimliğinin oluşumundaki etkin rollerine karşın, 100 yıldan fazla bir
süredir kimliklerini kendi kentlerinin azınlığı, ötekisi, “yerli yabancısı”
olarak yeniden kurmak zorunda kalmışlardır. Önceki bölümde bu yeniden inşa
mecburiyetinin politik tarihi belli boyutlarıyla analiz edilmeye çalışılmıştır.
Bu bölümde ise bu yeni kimliksel inşa sürecinde travma ile oluşan kolektif bellek ve bu belleğin kuşaklararası
aktarımındaki açık ve örtülü stratejiler analiz konusu olacaktır. İstanbul’un
üç gayrimüslim cemaatinin, azınlık olarak varlıklarını sürdürebilmek ve kente
yeniden kendilerini yerleştirebilmek için izledikleri yollar ve stratejiler
ortaya koyulmaya çalışılacaktır. Bu çerçevede, İstanbul’da yaşayan Rum Yahudi
ve Ermenilerin azınlık olarak bireysel
ve kollektif belleklerini biçimlendiren olaylar ve deneyimler üzerinden, kimliğin inşasında,
algılanmasında ve ifade edilmesinde her bir cemaate ait kollektif belleğin279
rolü analiz edilmeye çalışılacaktır.
Semantik (anlamsal) bellek, kişilerin belleğinde
sakladığı anılara, hatıralara ne anlamlar yüklediğiyle, nasıl ifade ettiğiyle
ilgilenir. Bu bölümde belleklerde yer almış bu yaşanmışlıkların bir kimliğin
yeniden şekillenişine nasıl tanıklık ettiği ortaya konulacaktır. Neyzi’nin
ifade ettiği gibi, “özyaşamöyküsel anlatılar (narrative), yakın tarihin bastırılmış veya gözardı edilmiş
olaylarına ve kimliklerine işaret ettikleri kadar, tarihin bellek yoluyla nasıl
anlamlandırıldığını, nasıl hatırlandığını-veya hatırlanmadığının anlaşılmasını
sağlar” (2013). Bu bölümde
hedeflenen de “sıradan” bireylerin anlattıkları öz
yaşam öyküleri yoluyla
279Halbwachs’a göre
(1992) kişinin ya da öznenin belleği ancak toplumsal bir yapının içerisinde
oluşur; bireyin yalnız başına bir bellek oluşturması mümkün değildir. Halbwachs
bu belleği kolektif bellek olarak tanımlayarak bellek çalışmalarının sosyolojik
yönünü açığa çıkarmıştır.
onların tarihi nasıl deneyimlediklerini, hatırladıklarını, aktardıklarını
ve yorumladıklarını çözümlemektir. Her bir cemaat için farklı yaş gruplarından,
farklı cinsiyetlerden ve farklı sosyoekonomik sınıflardan kişilerle yapılan
sözlü tarih ve derinlemesine mülakat görüşmelerinde, görüşmecilerin azınlık
olarak yaşadıkları olumsuz deneyimlerin nasıl hatırlandığı ya da aktarıldığı;
travma belleğiyle beslenen kimliklerini nasıl kurdukları; kendilerini nasıl
ifade ettikleri; travmayla nasıl mücadele ettikleri; bu mücadele sırasında ne
tür stratejiler ürettikleri ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır. Görüşmeler
sırasında nelerin hatırlandığı ve nasıl hatırlandığı kadar nelerin
anlatılmadığı, diğer bir ifade ile unutulduğu (ya da bastırıldığı) yani
hatırlama ve unutma biçimleri tespit edilmeye çalışılırken, bellek aktarımında
uygulanan stratejiler de çözümlenmeye çalışılmıştır.
Strateji kimlik çalışmalarında anahtar bir kavramdır.
Strateji, kişinin iradesi dışında trajik olaylarla baş edebilmek için
tutturduğu yolu ifade eder. Zamanla, strateji öğrenilmiş bir şey haline gelir
ve bir sonraki kuşaklara devredilir. Bu bağlamda, Rum, Yahudi ve Ermenilerin
belleklerinde yer eden travmaların aile içinde kuşaklar arası aktarımında nasıl
bir yol izledikleri de ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu kapsamda bu bölümde
şu sorulara cevap aranmaktadır: Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin kolektif
belleği benzer mi farklı mı işliyor? Her bir cemaatin kendi kolektif belleğinde
ve üç cemaatin ortak bellek havuzunda hangi deneyimler ve tarihsel travmalar
öne çıkıyor? Neler-nasıl hatırlanıyor, neler
unutuluyor? Bellek aktarımında uyguladıkları stratejiler var mı? Bu
stratejiler nerelerde benzeşiyor, nerelerde ayrılıyor? Tarihsel travmalar
azınlıkların benlik algılarını nasıl etkiliyor?
Bu bölümde, bu sorularla ortaya çıkan niteliksel veri ilgili literatürdeki
kuramsal tartışmalar çerçevesinde analiz edilecektir.
2.1. Kolektif Bellek ve Travma
Bellek, özellikle son yimi yıldır üzerinde
yoğunlaşılan multidisipliner ve interdisipliner
bir çalışma alanı haline gelmiştir. “Kolektif bellek” veya “toplumsal bellek”
kavramlarıyla karşılaşmadığımız bir gün neredeyse yok gibidir. Buna rağmen,
kolektif bellek üzerinde anlaşılmış, tanımlaması olan bir kavram değildir.
Üzerinde görüş birliğine varılmasının zorluğu kısmen konuyla ilgili çalışan
bilim dallarının çokluğundan kaynaklanmaktadır. Boyer ve Wertsch’in belirttiği
gibi, bu terimin genel özelliği, kolektif belleğin bireyleri aşan ve grupça paylaşılan bir bellek formu olmasıdır. Bireyler
hatırlarlar
ama bunu toplumsal ve kültürel araçların yardımıyla
gerçekleştirebilirler. Bireysel bellekle ilgili psikolojik araştırmalar
laboratuvar yöntemlerine dayanırken bu durum belleğe ayrı bir zihinsel süreç
olarak odaklanılmasını ve doğruluk ölçütüne öncelik verilmesini gerektirir.
Kolektif hatırlamayla ilgili çalışmalar ise, belleğin grup kimliğinin
sorgulanması süreçlerine odaklanmaktadır (2012:157-8, 179).
Her insanın bir belleği olduğu gibi, toplumların da
belleği vardır. Toplum belleği, topluluk üyeleri ile grup kimliği arasındaki
bağı kuran en önemli araçtır; ana tezi belleğin toplumsal-sosyal şartlara bağlı
olduğudur (Elam, 1996; Sancar, 2014:41). Toplumlar üyelerinin belleğini
belirler; en kişisel anılar bile sosyal grupların iletişimi üzerinden oluşur
(Assman, 2015:44). Bu noktada hatırlanması gereken nokta birey ve grup
arasındaki ilişkinin sürekli evrimleştiğidir. Bireyler grubun kolektif
belleğini etkilerken; grup da bireyin “grubun
ve grubun geçmişinin bir üyesi olma anlayışını” değiştirebilir (Boyer,
Wertsch, 2012:177). Kolektif bellek kavramını ilk kez 1920 yılında ortaya atan
Halbwachs, toplumsal bellekten ayrı bir bireysel belleğin bulunamayacağını
savunmaktadır. Halbwachs’ın ana tezi şudur: Hatırlamamız için başkalarına
gereksinimimiz vardır. Başka bir deyişle tek başımıza hatırlayamayız (Ricoeur,
2006: 120). Tarihsel belleğin oluşması için kişilerin tarihsel olayları bizzat
yaşamaları gerekmez, ancak olayların hatırlanabilmesi ya da unutulmaması,
unutturulmaması için insanların bir araya gelmeleri gerekmektedir (Halbwachs,
1992:22).
Bellek her zaman bir bireye “ait”tir, ama bu bellek
toplumsal olarak belirlenir. Bellek ve hatırlamanın öznesi bireylerdir (Assman,
2015:45). Kısacası, bireyler hatırlarlar ama bunu toplumsal ve kültürel
araçların yardımlarıyla yapabilirler. Kişisel tecrübelerden doğan bireysel belleğin tersine, toplumsal
(kolektif) bellek ise toplumun geçmişi hakkındaki kolektif anlayışını temsil
eder. Toplumsal bellek bir toplumun/cemaatin günümüzde geçmişi nasıl
hatırladığını/hatırlamak istediğini anlatmaya ve açıklamaya yardımcı olan
sembolleri ve hikayeleri içerir. Bunlar genellikle savaş veya trajik bir olay
sonrası uzlaşmayı ve iyileşmeyi simgeleyen yürüyüşler, anma mekanları ve
kutlamalar şeklinde meydana gelen formlardır (Ritchie, 2015:21). Toplumsal
bellek aynı zamanda kişisel belleği de etkiler. Bu nedenle derinlemesine
mülakat görüşmelerini yapanlar toplumun/cemaatin kolektif inançları hakkında
bilgi sahibi olmalı ve kolektif bellek açmazına düşmeden görüşmecilerin kişisel
belleğine odaklanmalıdırlar (Boyer, Wertsch, 2012:169).
Belleğin en mahrem alanları bile ancak toplumun
geçmişi, sembolleri, dili ve coğrafyasıyla ilişkilendirildiği zaman
anlam kazanmaktadır; bellek
birey ve toplum
arasındaki kesişme noktasında durmaktadır (Özyürek, 2012:9). Kişinin
bireysel varlığının gruptan bağımsız olarak gerçekleşemeyeceğini vurgulayan
Halbwachs, bireye ait olan belleğin ancak toplumsal düzeyde
belirlenebileceğini, toplumsal düzeyde var olabileceğini belirtir. Yani
toplumda yaşayan insanların anılarını yerleştirebilecekleri ve dilediklerinde
yeniden bulabilecekleri tek bellek
toplumsal bellektir (1992:17-22). Bu nedenle bir toplumdaki gruplar ve kurumların sayısı kadar toplumsal/kolektif bellek vardır. Aileler,
sosyal sınıflar, kuruluşlar, ordu, sendikalar hepsinin
farklı belleği vardır. Ancak bu kolektif belleklerin hiçbiri verili degildir.
Her biri üyeleri tarafından oluşturulmuştur. Özellikle akrabalık, dinsel ve
sınıfsal bağlantılar yoluyla edinilen anılar bellekte daha iyi yer edinmektedir
(Connerton, 2014:65). Grubun büyüklüğü ne olursa olsun grubun her bir üyesi
diğer üyelerle pek çok ortak anıya sahip olacaktır. Özellikle 1970’lerden
itibaren tartışılmaya başlayan kolektif bellek, “folk tarihi”, “popüler tarih”,
hatta “mitler” gibi alanları inceleyen bir kategori haline dönüşmüştür. Aynı
grup içindeki bireylerin paylaştığı hikayeleri içermektedir. Sözlü tarihçiler
kolektif bellek kategorisindeki akademik çalışmaların değerinin farkına
varmakla birlikte, bireysel anıların her zaman kolektif yapıya uyum
sağlamadığını da fark etmişlerdir (Ritchie, 2015:22). Kolektif bellek,
topluluğun bütün üyelerinin tek bir örnek bilgi ve inanç sistemine sahip olduğu
anlamına gelmemektedir (Boyer, Wertsch, 2012:169).
Bugün kolektif bellek kavramı, sadece küçük
topluluklara değil; etnik gruplar, uluslar ve devletler gibi büyük topluluklara
da uyarlanmaktadır. İstanbul’daki Rum, Yahudi ve Ermenilerle yapılan
derinlemesine mülakat ve sözlü tarihlerde kolektif belleğin inşası ve
aktarımını kavramada bu bellek türleri kullanılmıştır. Tüm bu bellek türleri
kimlik inşaasının anlaşılmasında önemli araçlar sunmaktadır. Tez kapsamında üç
cemaatin mensuplarıyla yapılan görüşmelerde özellikle Halbwachs tarafından
geliştirilen, küçük veya büyük bir gruba ait üyelerin ortak geçmişlerinde
biriktirdikleri ve sahip oldukları anıları betimleyen “kolektif bellek” kavramı
kullanılmıştır. Bu çalışmada “kolektif bellek” kavramı ile birer dini-etnik
grup olarak grup üyeleri tarafından ortak bir geçmişe ve belleğe sahip olan
Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin “cemaat belleği”ne referans verilmektedir.
Sözlü tarih ve derinlemesine mülakat çalışmaları soru sormakla ilgilidir. Daha
önce sorulmamış soruları sormak ve kaybolmadan önce belleklerdeki anıları
toplamak ve saklamaktır. Derinlemesine mülakatlardaki ucu açık sorularla
bireylerin kendi şahsi tecrübeleri ve geçmişe yükledikleri anlamlar analiz edilirken, kolektif
belleğin örüntüsüne uymayan
bireysel anılar da tespit
edilmeye çalışılmaktadır. Kolektif belleğin bireysel bellek süreçlerine
indirgenebileceğini kabul eden aşırı “indirgemeci” görüş burada geçerli olmasa
da, deneysel psikoloji literatüründe “bireysel” anılarla ilgili elde edilen
bulguların çoğunun kolektif anılar içinde geçerli olduğu kabul görmektedir
(Ritchie, 2015:22).
2.1.1.
Bellek-Kimlik İlişkisi
Kimlik, 1950’lerin sonlarında Ericson tarafından
popülerleştirilen bir kavramdır. Genellikle yapısalcı bir biçimde göreceli
sabit-fakat özcü olmayan- benlik bilinci, bireyin veya grubun belli bir zaman boyunca koruduğu duygu-bilinç olarak
tanımlanmaktadır.280 Kimlik kavramı bellek fikrine dayanmaktadır,
aynı şekilde tam tersi. Kimlikler ve anılar belli bir dereceye kadar değişken,
aktarılabilir, müzakare edilebilir ve değişime açık olan, sabit olmayan
kategorilerdir. Bellek, kimliğin kavranmasında ve anlaşılmasında çok temel bir
öneme sahiptir. Geçmişin anlamlandırılması değerler ve inanışlarla iç içe
geçmiştir. Bellek ve kimlik olguları gerçekliğin inşası ve tasviridir, objektif
değil subjektif fenomenlerdir (Gillis, 1996: 1).
Bellek, bilgilerin sabit bir şekilde bir yerde
depolanması değildir; bellek kimliği şekillendiren, anlamlandıran aktif bir
süreçtir (Portelli, 1991). Bir yeniden kurma işlemine dayanan bellek geçmişi
olduğu gibi koruyamaz. Şimdiki zamanın değişen dinamikleri ve amaçları
nedeniyle sürekli olarak yeniden kurulması gerekir (Assman, 2015:50; Radstone,
Schwarz, 2010:3). Sözlü tarih çalışması da bu bağlamda görüşmecilerin
kimliklerini belirleyen çeşitli
olaylara, tecrübelere yükledikleri anlamları anlamak açısından çok faydalı bir olanak sağlamaktadır. Özyaşamsal
öyküler, Neyzi’nin belirttiği gibi, güncel kimlik ve benlik arayışlarını
çözümleyebilmek açısından önemlidir (1999:2). Bu bağlamda görüşmecilerin neyi,
nasıl söyledikleri, kullandıkları kelimeler, duraksamalar, eminsizlikler, dil
sürçmeleri ve ani konu değişiklikleri hayat hikayelerinin işaret ettiği çeşitli
anlamları yakalamada büyük bir fırsat sağlamaktadır.
280Karakterdeki
sabit ve kalıcı özellikleriyle kimliğin toplumsal olarak inşa edildiği
varsayılmaktadır. George Herbert Mead’e göre kimlik, başkalarının tanınmasına
bağlıdır. Modern devlet kimliklerin düzenlenmesini ve izlenmesini
hapishanelerden mahkemelere, okullardan sınır kontrollerine kadar bir dizi
kurum aracılığıyla yapmaktadır. Kimliğin bu özellikleri 20. Yüzyıl boyunca
kimlik siyasetinin yükselişi ile de ilgilidir. Bu hareketlerin en belirgini
feminizm olmuştur. Modern bireyler değişen çeşitli sosyal kategoriler ve
teşhislerin bir dizi ürünüdür. İnternetin yükselişi ve yeni iletişim biçimleri
artık ulus-devlet tarafından içerilmeyen yeni kimlik çatışma ve çekişme
biçimleri için yeni fırsatlar sunmuştur (The
Cambridge Dictionary of Sociology, 2011).
Gruplar günümüz doğal yaşamında birbirlerine bağlı
objeler değillerdir. Asli ve temel kimliklere sahip değillerdir, hatta “şeyler”
olarak bile tanımlanmamaktadırlar. Herhangi bir hayali sosyal grup için
-uluslar, sınıflar, toplumsal cinsiyet, dini-etnik gruplar- “kim olduğumuzu”
kesin olarak açıklayacak bir yol bulunmamaktadır. Dolayısıyla kimlik hakkında
konuşmak onu değiştirmek veya inşa etmek demektir.
Kolektif belleğin kurulmasıyla bireyler, geçmişe dair ortak bilgi, inanç, duygu ve moral
yargılara sahip olurlar. Olick ve Robbins de belleği kimliklerin
oluşturulmasında bir araç olarak nitelemiştir. Kolektif bellek aracılığı ile
grup üyeleri ortak bir temsile sahip olurlar ve ortak bir dil geliştirirler.
Olick ve Robbins’in belirttiği gibi, travmalarla beslenen kolektif bellekler
aracılığı ile cemaatler, kendi içlerinde ortak
bir dil geliştirmektedirler (1998:105-140). Sahip
olunan bu ortak
dil ve bilgi cemaatlerin
içinde kuşaklar boyu süren bir dayanışma sağlayabilmektedir (Olick, 2014:175-211).
Diğer bir deyişle kolektif bellek
sürece katılanların grup üyeliğinin ispatıdır (Assman, 2015:48). Bu ortak
belleğe sahip olup olmama, grup üyelerini üye olmayanlardan ayırmaya yarar.
2.1.2.
Travma ile Beslenen Kolektif
Bellek ve ve Unutmamanın Dili
Büyük travmatik olaylardan kurtulanların yakınları
kadar failleri ve o sırada ordan geçerek olaylara tanıklık edenlerden sonraki
kuşaklar bir önceki kuşağın hatıralarına o kadar kuvvetli bağlanmışlardır ki bu
bağlantıyı bir çeşit “bellek” olarak dillendirmektedirler. Hirsch’ün
“postmemory” olarak adlandırdığı kavrama göre, travma belleği olayın
gerçekleştiği zamanda ve mekanda bulunmayan kişilere de transfer edilebilmekte
ve o kişinin ve/veya o grubun kolektif kimliğinin bir parçası haline
gelebilmektedir (2012:3-5). İstanbul’da
yaşayan üç gayrimüslim cemaate ait kişilerle yapılan sözlü tarih ve
derinlemesine mülakatlarda ortaya çıktığı gibi, birey kendini ait hissettiği
grubun anılarını belleyerek, aslında
hiç tanık olmadığı olayların belleğine sahip olabilmektedir. Schuman ve
Scott’un (1989:359-81) niteliksel ve niceliksel araştırma
teknikleri kullanarak yaptıkları geniş kapsamlı bir
saha çalışmasında, farklı kuşakların farklı politik/sosyal olayları ve dönemsel
değişikleri hatırladıklarını ve bu hatırlama hafızasının özellikle geç ergenlik
ve erken olgunluk dönemlerinde oluştuğunu (17-25 yaş) tespit etmişlerdir. Yaş
burada en belirleyici parametre olarak kabul görmüştür. Schuman ve Scott’un
kabul gören tezlerine göre, olayın gerçekleştiği zaman hayatta olmasalar da,
kişiler geçmişte yaşanan belirli bir olayı sonrasında yaygın olarak
paylaşılan görüntüler ve aktarılan hikayeler
aracılığı ile “hatırlamak”tadırlar. Kısaca,
kişilerin olayı “hatırlamak” için birebir parçası olmaları
gerekmemektedir. Schuman ve Scott’a göre bu da bir çeşit kolektif bellektir.
Schuman ve Scott’un yaklaşımı bu tez kapsamında Rum, Yahudi ve Ermeni
cemaatleri mensuplarıyla yapılan mülakatlarda çalışmıştır. Ait oldukları
cemaatin kolektif belleğinde yer eden travmatik olayları ve deneyimleri gerçekleştikleri tarihlerde henüz hayatta
olmadıkları için birebir
deneyimlememiş olan görüşmeciler, belirli bir dini-etnik cemaate ait
olmalarından (kendilerini öyle kabul etmelerinden) ötürü ve aile içinde
paylaşılan hikayeler, fotoğraflar, sonrasında izledikleri filmler, ve medya
aracılığı ile o kolektif belleğe sahip çıkmakta ve travmayı281 kimliğinin
bir bileşeni olarak geleceğe taşımaktadırlar. Böylece kolektif bellek, cemaat
ile birey arasında bir aidiyet oluşturmaktadır.
Üç cemaatin mensupları ortak olarak belirli tarihsel
deneyimleri paylaşmamış olsalar bile üst kuşaklar tarafından kendilerine
aktarılan anılarla, sosyal çevrelerinden duyduklarıyla, iletişim kanallarının
çoğalması sonucu bilgiye ulaşmadaki kolaylıklar ile ait oldukları cemaatin
tarihsel travmaları hakkında bilgi sahibi olmakta ve bu travmaları
sahiplenmektedirler. Kendilerini “ateist”, “deist”, “cemaat dışında-atipik”
olarak niteleyen görüşmeciler bile kendileri ile aynı dini-etnik kimliğe sahip
kişilerin sadece bu kimlik özelliklerinden dolayı yaşadıkları acılar,
felaketler, travmalardan dolayı, bu durumun kendilerinde cemaatlerine karşı bir
bağlılık, sadakat yarattığını ifade etmişlerdir. Travmalarla beslenen bu
kolektif bellekler aracılığı ile cemaatler, Olick ve Robbins’in (1998)
belirttiği gibi, kendi içlerinde ortak bir dil geliştirmektedirler. Sahip
olunan bu ortak dil ve bilgi cemaatlerin içinde kuşaklar boyu süren bir
dayanışma sağlayabilmektedir.
Bellek günümüzde kültürel hayatın temel bir noktası
haline gelmiştir. Değişim ve dönüşüm noktası 1970’lerde gerçekleşmiştir.
Batı’nın yüzlerce yıl süren zengin etkisinin ardından, iletişim teknolojisinin
geldiği son noktayla birlikte farklı birçok grubun geçmişleri hakkındaki
hikayeleri korumak ve yaygınlaştırmak mümkün olmuştur. Bu gelişmeler günümüzde
kimlik politikaları olarak da adlandırılmaktadır (Winter, 2010: 72). Rum,
Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin kuşaktan kuşağa aktarılan kolektif belleği,
oluşturulan “mazlum” kimliğini sabitleştirip bunun
üzerinden bir varoluşun da temellerini atmaktadır. Önceki
281
Terim birden fazla yoruma açıktır. Patalojide, “genel olarak yara ya da dış
bedensel yaralanma”yı belirtmek için kullanılmaktadır. Psikolojide, travma,
duygusal ya da fiziksel yaralanma olarak anlaşılmaktadır. Psikoanalizde ise, bu
tür iyileşmeyen, üstü kapanmayan yaralanmaların sıklıkla depresyona neden
olduğu iddia edilmektedir (The Cambridge
Dictionary of Sociology, 2011:637-8).
bölümde yer verilen, 1915 Ermeni Tehciri/Soykırımı, 1934 Trakya Olayları,
Varlık Vergisi, 20 Kur’a Askerlik, 6-7 Eylül Olayları, 1964 Sürgünü, 1980’ler
ASALA dönemi, sinagog bombalamaları Türkiye’nin resmi tarihinde yer almayan,
insanların hayatında derin yaralar açmış ve kimliklerinin şekillenmesinde çok
kuvvetli bir etkiye sahip olan travmatik deneyimlerdir.
İletişimsel-Kültürel Bellek
Bellek iletişimsel süreçler yoluyla oluşur. Aynı
anının katılımcılar arasındaki iletişimin
devam etmesi belleği de canlı tutar (Assman, 2015). Unutulmaması için
iletişimsel süreçlere dahil edilerek anlatılması, paylaşılması gerekir; “geçmiş
kendi içinde bütünlüğü olan, tamamlanmış olaylar toplamı değildir; ancak
kendisiyle birebir ilişki içinde olunması halinde ortaya çıkar” (Sancar,
2014:40-41-53). Bellek, bir iletişim ürünüdür ve bireyler, sadece toplumsal
çerçevede yer aldıkları ölçüde hatırlayabiliyorsa, bu iletişim durursa ya da
iletişime geçilen kişi ya da gruplarla olan bağ koparsa unutma ortaya
çıkacaktır. Bu da bizi unutmanın toplumsallığına götürür. Assman’a göre
iletişimsel bellek, yakın geçmişe ilişkin anıları kapsar. Bunun en tipik örneği
kuşağa özgü bellektir. Bu bellek, tarihsel açıdan grupla bağlantılıdır, yani
taşıyıcılarıyla sınırlıdır. Burada söz konusu olan bilgi gündelik iletişim
sayesinde edinilir. Assman, bu belleğin en belirleyici özelliğinin, 80, azami
100 yıl ile sınırlı bir zamansal ufku bulunması olduğunu belirtmiştir
(2015:45-58).
Assman, toplumsal belleğin diğer bir işleyiş unsuru
olarak da kültürel belleği tanımlar (2015). Kültürel bellek sadece kurumsal ve
yapay olarak oluşturulabilir. Kültürel bellek için gerçek değil hatırlanan
tarih önemlidir. Hatta kültürel bellekte gerçek tarihin hatırlanan tarihe ve
ardından efsaneye dönüştüğü söylenebilir. Kültürel belleğin iletişimsel
bellekten ayrıldığı en önemli noktalardan biri, biçimlendirilmiş olması ve
törenselliğidir. Diğer bir ayrıldığı nokta
da, kültürel bellek kendiliğinden yayılmaz. Her zaman özel taşıyıcıları
olmuştur (A.e., s.54-62).282
Assmann’a göre, Halbwachs tarafından geliştirilen teori hatırlama ile birlikte
unutmayı da açıklayabilmektedir. Bir toplum, geçmişi sadece bağlantı kurduğu
ilişki çerçevesinde inşa edebiliyorsa, bu ilişki çerçevesinin dışında kalan
herşeyi unutacaktır (A.e., s.40).
Halbwachs’tan farklı olarak Connerton, bu görüşleri kabul etmekle birlikte
eksik bulur. Toplumsal belleğin en önemli iki taşıyıcısının törenler ve bedenler olduğunu
düşünen
282 Ayrıca Bkz.: Feuchtwang, 2010:281-299.
Connerton’ın tezine göre geçmişin imgeleri ve geçmişin anımsanan
bilgileri (törensel denebilecek) performanslarla taşınıp sürdürülmektedir
(2014:12). Bütün bu yaklaşımların ortak yanı toplumsal belleğin, hatırlanacak,
unutulacak ve gizlenecek tarihsel ve kültürel
anlatı ve deneyimlerin kesişme alanında oluştuğudur.
2.1.3.
Ulusal Belleğin inşasında Gayrimüslimler: “Kolektif
mağduriyet”
Kuzey-Güney
savaşları bizi hiç ilgilendirmedi. Okyanusun öbür tarafındaydı ama okuduk bunları biz. Peki Varlık
Vergisi neden bilinmiyor? (Y, 55, E)
Ulusal, etnik ve dini toplulukların uğradığı şiddet
sonrası oluşan travma, “kolektif mağduriyet” olarak bellek çalışmalarında
önemli bir yer tutmaktadır (Novak & Rodseth 2006:3). Türkiye Cumhuriyeti bağlamında bu durum geçmişin
şiddetle bastırılması ve yeni bir ulusal bellek oluşturulması yoluyla
biçim bulmuştur. Bu da Walter Benjamin’in “epic faculty par excellence” olarak
ifade ettiği bellek tanımını hatırlatmaktadır. Ulusal bellek söz konusu
olduğunda her ulus-devletin ana söylemi olan “kolektif bellek” bu mükemmel epik
hikayeyi oluşturmaktadır.
Milliyetçilik hatırlama ve unutma ilkelerine dayandığı
için bellek yitimi zorunludur (Göçek, 2012:51). Renan’ın283 da ileri
sürdüğü gibi, “unutkanlık, hatta ileri
gidecek olursam, tarihsel yanılgı bir ulusun ortaya çıkabilmesi için elzemdir”
(Aktar. Connerton, 2009:56). Yeğen’in de ifade ettiği gibi bu durumun
kaçınılmaz bir sonucu olarak geçmiş ve gelecek arasında sosyal bir çarpışma
oluşmaktadır (2011:69). Resmi tarih anlatıları, azınlıklara dair bir bellek oluşumuna da katkı koyarlar.
Azınlıklara ilişkin bellek onları
hedef alan ulusal politika tarafından şekillendirilir. Azınlıkların bir tehlike
unsuru olarak algılanması, onların ulus devlet
içinde asıl unsur olmamaları hatta ulusal devlete karşı bir anlamda kendi
bağımsızlık projeleri ya da başka bir ulus devletle
bağlantıları anlamında tehdit oluşturabilecekleri için
283
Renan milleti nesnel öğelerle (din, dil, ırk) tanımlayan açıklamalara karşı
çıkmıştı. Renan’a göre milletleri millet yapan “kahramanlıklarla dolu ortak bir
geçmiş, büyük liderler ve gerçek zaferlerdi. “Toplu unutuşlar” da bir milletin
oluşumu için elzem önemde bir unsurdu. Millet bir ruh ve her gün tekrarlanan
bir halk oylamasıydı (daily plebiscite) (Özkırımlı, 2009).
olumsuz unsurlar içerebilecektir. Bazı önemli olayların nasıl
hatırlanacağıyla ilgili bu çelişkiler, müzeler ve anıtlar yapılırken, okul
kitapları yazılırken, ulusal bayramlar icat edilirken ortaya çıkar. Farklı
çıkar grupları arasında görülen, geçmişin nasıl hatırlanması gerektiğine dair
bu tür uyuşmazlıklar “bellek politikaları” (politics of memory) olarak
tanımlanmaktadır (Boyer, Werstch, 2012:178) .
Mahalle, sokak, cadde gibi mekan isimlerinin
sosyo-politik ve sosyo-kültürel bir temeli bulunmaktadır. Ulusal bilincin
şekillenmesi, bir ulusal geçmişin icat edilmesi ve bellek manipulasyonu bu tür
bellek mekanlarının iktidarın eliyle düzenlenmesi neticesinde olmaktadır (Nora, 2006). Pierre Nora’nın “lieux
de mémoire” dediği bellek mekanları, bir gel- gitten sonra
sahilde kalan deniz kabuklarına benzemektedir. Henüz ölmemişlerdir, ancak suya
kavuşana kadar canlı da sayılmazlar (A.e.).
Bu bellek mekanlarına örnek olarak İstanbul özelinde çokça rastlanan sokak
isimleri (Kurtuluş, Türkgücü, Ergenekon, İstiklal cad. vs.) gösterilebilir.
Sokakların adlandırılması sürecinde isim verme işlemini gerçekleştiren kişiler
hatırlanmasını istedikleri anılar konusunda özellikle seçici davranmaktadırlar
çünkü Connerton’ın da belirttiği gibi, yer isimleri dilsel sembollerle dolu bir
anımsatıcıdır ve dönemin siyasi ideolojisini belleklere yerleştirmek amaçlıdır
(2009:22). Değişen mahalle ve sokak isimleri kentin hafızasında kırılmalara
neden olabilmektedir (Alver, 2013:44). Bu durumda ulusal azınlıkların
bellekleri sadece hatırlamak üzerine değil “seçici bir şekilde unutmak”,
“hatırlamayı unutmak” şeklinde de işlev görmektedir.
Bir de
herkes doğruları bilmiyor ki. Herkes kendi çıkarına, kendi tarafına çekiyor. En
fazla diyelim son on yıldır konuşuluyor bu olaylar. Az çok kulaktan kulağa
gelen şeylerdi. En çok Kıbrıs olaylarından sonra, kaybolan insanların
arayışlarından sonra konuşulmaya başlandı. Avrupa’nın da insan hakları şunlar
bunlar ortaya çıktı. Bilinmeyen şeyler değildi yoksa bunlar. Ailesinde yaşanan,
komşusunda yaşanan, okuyan eden insanlar biliyordu ama bunun dışındakiler
bilinmiyordu. Tarih kitaplarında üstü kapatılıyor bu konuların. Sokakların
isimlerine bak: Türkgücü, Türkbey, Kurtuluş… bütün isimleri değiştirdi devlet.
Silinmeye çalışılıyor hafızadan. Ama bu her devlette olan şeyler. Bu mekanizma
böyle dönüyor. Her ülkenin kendini yaşatma
stratejisi var, formül bu. Çok şeyler değiştirilmeliydi,
değiştirildi. 20. Yüzyıl ekonomik çıkarlar üzerine kuruldu, bütün savaşlar
filan. Eskiden de öyleydi ama çok belirgin olmaya başladı artık. Ben öyle
görüyorum, çıkar meselesi, ekonomik siyasal. İnsanları artık o kadar önemsemiyorlar.
B2-28 (R, 64, K)
Gellner (1981:770) ulus-devlet kurmanın en önemli
araçlarından birinin eğitim
sistemi olduğunu belirtmektedir “…çünkü
içinde bulunduğumuz modern hayatta, [...] dil daha sonra gelmektedir, okul
kitaplarıyla”. İktidarın insan üzerinde en iddialı olduğu alanların başında
gelen eğitim, ulus-devletlerin kendini tesis etme, sürdürme ve var etme
projelerinin en yoğun alanını oluşturmuştur. Tekçi bir eğitim anlayışı
ulus-devletlerin eşitlik idealini gerçekleştirebilecek en önemli strateji
olarak benimsenmiştir (Aktay, 2010:474). Görüşmeler sırasında görüşmeciler
tarafından okul kitaplarında tek tipçi, gayrimüslimleri dışlayan ve düşman
olarak gösteren ötekileştirici bir anlatım olduğu sinirli bir biçimde
vurgulanmıştır. Bunun sonucunda da bu topraklarda binlerce yıldır varolan
farklı etnisite, ırk, dinden gelen kültürleri yok sayan bir resmi tarih tezinin
empoze edilmesi sonucu toplumda önyargılar oluştuğu, dini-etnik kimliklerinden
dolayı baskı ve ayrımcılığa uğradıklarını eleştirel bir dille dile
getirmişlerdir.
Özellikle Rumlar 1980 ve 90’lı yıllarda Kıbrıs
krizinden dolayı İstanbul’daki Rum Liseleri üzerinde ekstra bir baskı
uygulandığını, oulusal ideolojinin özellikle azınlık okullarında daha baskıcı
bir biçimde yerleştirilmeye çalışıldığını ifade etmiş ve Türk müdür
uygulamasının yarattığı sıkıntı sıklıkla dile getirilmiştir.
Çocuk
yoğrulmaya o kadar müsait ki. “Türküm Doğruyum Çalışkanım” dıdıdııdı söylerdik.
Neyi neden söylediğinin farkında bile değildik. Sonrasında “bu böyle değilmiş”
demeye başladık. 19 Mayıs destan gibi anlatılırdı ama 19 Mayıs aynı zamanda
Pontus’un katledildiği gündür ve Yunanistan’da yastır o gün. B2-12 (R, 41, K)
Okulda bir
gün tarih hocası “İstanbul’u Fatih fethetmiştir” dedi, kalktım “hocam bilerek
mi söylüyorsunuz yoksa bilmeden mi söylüyorsunuz” dedim. İddia ediyorum deyince
kadın,“cahilsiniz hocam, ilk defa Latinler 1204 yılında erkek nüfusunu kılıçtan
geçiriyorlar, ilk defa Latinler ele geçirmiştir” dedim. Ben Dolmabahçe
Sarayı’nda bile kavga ettim; kokartlı tur rehberi gezerken Sarayı “burayı
İtalyan Balyani ailesi” yaptı deyince “sizin hocanız kasap mıydı” dedim! Böyle
bütün tarihi beyinlerden silmeye çalışıyorlar işte. Devlet politikası bu. B2-1
(R, 35, E)
Barış Ünlü’nün, Cumhuriyet’in kurucu sözleşmesi olarak
adlandırdığı “Türklük Sözleşmesi”’nin tedrisatından geçenler yüzyıl önce
yaşadıkları coğrafyanın farklı kültürel bileşenlere sahip olduğunu bilmemekte,
buna dair bir merak duygusu beslememektedirler. Ünlü’nün sözleşmesi uyarınca
gayrimüslimlere yapılanlardan bahsetmek yasaktı.284
Enteresan
ama bu hiç konuşulmadı. Utandıkları için mi konuşulmadı? hem 6-7 Eylül’de hem
Varlık Vergisi’nde yani paranın el değiştirmesiydi. Hiç de adil olmayacak bir
yoldan böyle bir şeye gitmişler. “Salkım Hanım’ın Taneleri”’ni izleyip “ya
bunlar olmuş” diyip bana gelen arkadaşlarım oldu. Bilmiyormusun diyip ben daha
çok şaşırdım. Ben o kadar iyi
biliyordum ki... peki ama Kuzey-Güney savaşları bizi hiç ilgilendirmedi
okyanusun öbür tarafındaydı ama okuduk bunları biz?? Fransız İhtilali hadi dünyaya mal oldu. Ama genel bütün
savaşları biliyoruz. Üstelik bunlar kendi ülkende yaşandı, ilginç...
Müslümanlar da konuşmadı bunu. Bu bir tez konusu olabilir. Varlık Vergisi neden
bilinmiyor? C1-10 (Y, 55, E)
2.1.4.
Seçilmiş Travma
ve Kolektif Bellek
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermenilerinin gayrimüslim azınlık olarak ortak kimlikleri ile uğradıkları kolektif
mağduriyetlerle oluşan kolektif bir azınlık belleğinin yanısıra her bir
cemaatin kendilerinin seçilmiş
travmalarıyla oluşmuş bir kolektif cemaat bellekleri de vardır. Volkan'a
göre, bir grubun atalarının diğer bir grup tarafından mağduriyete uğratılmış olduğunu düşündüğünde, bunu seçilmiş travma olarak algılayıp söz
konusu olguyu, kimliğinin bir
bileşkeni olarak geleceğe taşımasını ifade eder (1993). İstanbul’un üç
gayrimüslim azınlık cemaatinin geçmişlerinde kendileri için özel olan seçilmiş travmaları cemaat içi kolektif
belleğin oluşumunda ve aktarımında belirleyici olmaktadır. Dolayısıyla kimliğin
oluşumunda din ve etnisite kadar belirleyici bir unsur olarak işlev görür. Bu
nedenle kuşaklararası travma aktarımında sansür ya da belli bölümlerin bilinçli
olarak atlanması kimliğin oluşum sürecinde güvenlik kaygısından kaynaklanır.
İstanbul’da üç azınlık cemaatin seçilmiş travmaları
farklıdır ve aktarım stratejileri de cemaatin
kendini ne kadar
güvende hissettiğine bağlı olarak belirlenir. Örneğin araştırma
284 Ünlü’nün “Türklük
sözleşmesi” kavramsallaştırması ve 1915’e dair seçici hafızanın
inşasını anlamaya yönelik
Bkz.: Öztan, Turan: 2015.
kapsamında görüşme yapılan farklı sosyoekonomik sınftan ve cinsiyetten üç
kuşak Ermeni, cemaatlerinin kolektif belleğinde ve kendi bireysel belleklerinde
yer eden travmaların kuşaklar arası
aktarımını ve bu aktarım sürecinde uygulanan stratejileri tarif ederken 1915’i
referans vermişlerdir. İstanbul Ermenileri için 1915 hem kolektif hem de
bireysel belleklerdeki en baskın travma olarak kolektif bellekteki seçilmiş travmadır.285
İstanbul’un Rumlarının seçilmiş
travmaları ise 6-7 Eylül 1955 Olayları, 1964 Sürgünü ve 1974’de Kıbrıs
Barış Harekatından sonra yaşadıkları dışlanma ve korkudur. İstanbul’un
Yahudileri ise, Rumlar ve Ermeniler kadar doğrudan kendilerine yönelik bir
olaya seçilmiş travma kavramı
çerçevesinde refrans vermemelerine rağmen, kendilerini derinden etkileyen 1934
Trakya Olayları, Varlık Vergisi, 20 Kur’a askerlik, 6-7 Eylül Olayları, Sinagog
bombalamalarını bir azınlık cemaati olarak azınlıkların kolektif belleğini
oluşturan travmalar olarak taşımaktadırlar.
2.2.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni Cemaatlerinin Ortak Travmaları ve Kolektif Azınlık Belleği
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatleri I.Dünya
Savaşı’ndan sonra hukuksal statü olarak azınlık
olmalarına karşın, azınlık
olmanın yaşamlarında meydana
getirdiği sosyal, ekonomik ve kimliksel değişimler ard arda gelen
travmalarla gerçekleşmiştir. Azınlık
olmanın sadece hukuki bir statü değil
aynı zamanda madunlaştırıcı (subaltern) bir politiko-sosyal süreç olduğunu bu travmalarla deneyimlediler. Bu nedenle bu
travmaların ne kadarının aktarılacağı ve ne kadarının kolektif bellekte
muhafaza edileceğine dair cemaat içi ve aile içi bellek aktarım stratejileri
geliştirmişlerdir.
Geniş anlamda toplumların, dar anlamda da cemaatlerin
kolektif belleği oluşurken hatırlanacak, unutulacak ve saklanacak anılar ve
deneyimler arasında travmalar önemli yer tutmaktadır. Geçmişe vurgu yapmak,
anmak geçmişin korunması anlamına gelmemektedir. Hooks’un ifade ettiği gibi,
görevimiz “geçmişi unutmak değil etkisini yıkmak olmalıdır” (1989:55). Caruth’a
göre de (1995) travmayı tam anlamıyla temsil etmek mümkün olmamakla
birlikte bulaşıcı bir hastalık gibi toplum içinde aktarılabilmektedir.286 Bu
285 Altounian ailesinin soykırımı hatırlama/unutma ve
sonraki kuşaklara aktarma deneyimleriyle ilgili etkileyici bir kitap çalışması
için Bkz.: Altounian, 2015.
286 Travmanın temsiliyeti üzerine yapılan bir çalışma için Bkz.: Gürpınar, 2016.
kavramsallaştırmalardan yola çıkarak, İstanbul’un Rum,Yahudi ve Ermeni
azınlıkları hem ait oldukları cemaatin kolektif belleklerinde yer alan hem de
kendi aile belleklerinde yer alan, aynı zamanda Türkiye tarihinin de en büyük
travmaları arasında yer etmiş olayların bir sonraki
kuşaklara aktarımının nasıl işleyeceğine dair ikili bir yaklaşım içindedirler.
Birinci yaklaşımda her üç cemaatin üç kuşak mensupları, geçmişte yaşanan travmalarla ilgili bellek aktarımının
yüzleşmenin sağlanması ve toplumlar arasında güven oluşması, objektif bir tarih
anlatımının halklar arasında önyargıları kırması açısından çok gerekli olduğunu;
yaşanmış tecrübelerin üst kuşaklar tarafından aile içinde aktarılmadığında veya
sansürlenerek çok azı aktarıldığında geçmişte yaşanmışlıklar hakkında doğru
bilgi edinilmediğini ve tarihlerinin unutulmaya yüz tuttuğunu, sonuç olarak da
cemaatlerinin kolektif belleğinde yer alan travma ve acıların
içselleştirilmediğini düşünmektedirler. Bu bağlamda bellek aktarımının alt
kuşaklara kin ve öfke aşılanmadan, ailede çocuğun olumsuz anlamda
etkilenmeyeceği bir yaşa geldiğinde
(lise çağlarında) yapılması gerektiğine inanmaktadırlar. Her üç cemaatin
mensupları bir azınlık stratejisi olarak kimi durumlarda sessizliği/unutmayı,
kimi durumlarda da anlatıyı/hatırlamayı seçmektedirler.287
Son dönemde bellek-sonrası (postmemory) üzerine
yapılan calışmalar288, belleğin hatırlamakla olduğu kadar unutmakla ve sessizlikte gizli olan şiddetle
de ilintili olduğunu
ileri sürmektedir (Neyzi, 2013:20). Geçmişle ilgili olarak üzerinde
konuşulması yasak tabuların yarattığı şiddet kendisini bireyin iç dünyasındaki
gizlilik ve korku yoluyla göstermektedir. Anlatının ve sessizliğin
kullanımındaki seçicilik, gündelik yaşam mücadelesini de kolaylaştırmaktadır.
Bu bağlamda, sessizlik (ve unutma) aynen anlatı (ve hatırlama) gibi bilinçli
yapılmış bireysel bir eylem ve politik bir tercih olarak görülmelidir (A.e., s.52).
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermenileri şahsen
deneyimlememiş olsalar bile, ait oldukları dini-etnik cemaatin kolektif
belleğinde yer alan tarihsel travmaların dışında kalamamakta ve bu yükü taşımaktadırlar. Buna bağlı olarak cemaat mensupları
çocuklarına,
287
Jenny Adkins’in belirttiği üzere milleti temsil eden siyasi otoritenin formu,
anıları, neleri nasıl hatırladığının hangi yollarla çağrıldığı ile yakından
ilgilidir. Adkins’e göre bellek, modern dünyayı oluşturan siyasi otoritenin
üretimi ve yeniden üretiminde çok merkezi bir öneme sahiptir (2010).
288
“Bellek-sonrası” kavramı (Postmemory) “kuşak sonrası”nın (generation after)
kişisel, kolektif ve kültürel travmaları hikayeler, görüntüler ve büyüdükleri
ortamdaki davranış kalıpları aracılığı ile sahip çıkması, içselleştirmesidir.
Bellek-sonrası’nın geçmişle ilişkisi “hatırlamak” aracılığı yerine yaratıcı
yatırımlar, projeler aracılığı ile gerçekleşmektedir (Hirsch, 2012:3-5). Eileen
Claveloux’a göre Soykırımı yaşayanların soyundan gelenler “sağ kalanların
ardından kalanlar” (remains of the survivors) dır ve “kalanların” fotoğrafları
da birer “soykırım anısı” (memorial) dır (Claveloux, Eileen: Hrant Dink Anısına
Atölye Çalışmaları 2015, “Sanat, Tiyatro
ve Edebiyatta Osmanlı Ermenileri Soykırımı”, 6-8 Kasım 2015).
yaşadıkları topraklarda düşmanlık beslemeden ve kin gütmeden yaşamaya,
Neyzi’nin de belirttiği gibi, daha kolayca devam edebilmeleri ve aile
bireylerini korumak amaçlı geçmişte yaşanmış
olumsuz olayları çok sınırlı aktararak, veya hiç aktarmayıp susmayı (unutmak değil) tercih ederek, ‘dili
sessizleştirmek’ tedirler. Çeşitli korku ve çekinceler, aile içinde bile
geçmişle ilgili deneyimlerin sessizleştirilmesi, aktarılmamasıyla
sonuçlanabilmektedir. Neyzi’ye göre bütün bunlar toplumun geçmişle ilişkisini
bozmakta ve yaşam deneyimlerini yorumlama ve aktarma süreçlerini etkilerken
içten bölünmüş, yoğun iç çatışmalar yaşayan özneler oluşturabilmektedir (2014).
İstanbul’un üç azınlık cemaatinde de korku, ailelerin çocuklarına tecrübelerini
aktarmamalarında önemli bir faktör olarak ortaya çıkmaktadır. “Konular” can
acıttığı ya da kafa karıştıracağı için özellikle bir kenara itilmekte ya da
ağzı sıkı sıkı kapatılmaktadır
(Canefe, 2007:8).
Adkins’e göre travmatik olaylardan sonra, bellek
üzerinde bir mücadele yaşanır; bazı hatırlama yöntemleri unutma yolları olarak
da görülebilir (2003:16). Bugün İstanbul’daki Rum, Yahudi ve Ermenilerin birinci ve ikinci kuşakları geçmişin acı
deneyimleriyle, travmayla ilişkilerini “unutma”, daha doğrusu “bastırma”
üzerine kurmuşlardır. Bastırma289 kavramı burada travmatik olayların
uzun süreli unutulmasını ifade etmektedir (Draaisma, 2012b: 159). Her üç
cemaatin mensuplarıyla araştırma kapsamında yapılan görüşmelerde ortaya çıkan
anlatılarda, mutlu bir bugünün, ancak şiddeti hatırlamamakla, dolayısıyla da
geçmişi unutmakla/bastırmakla mümkün olduğu yaklaşımının hakim olduğu
görülmüştür. Görüşmeler sırasında aktarılan anılarda, şiddetin hatırlanışı hem
geçmişi hem de geleceği parçalamakta ve ikisinin arasındaki uyumu imkansız hale
getirmektedir (Özyürek, 2012). Bu bağlamda her bir cemaatin ayrı ayrı kendi
kolektif belleğini oluşturan ve aynı zamanda üç cemaatin de ortak belleklerinin
merkezinde yer alan tarihsel travmatik olayların kuşaklar arası aktarımında en
çok dilin sessizleştirilerek “olaylar”ın üstünün kapatılması ve konuşulmaması,
sansürlenerek aktarılması olmak üzere, çocukların anlamaması için yanlarında
ebeveynlerin yabancı bir dil kullanması şeklinde benzer stratejiler
izlenmektedir. Bu baş etme yöntemleri her bir cemaatte, “dilin sessizleştirilmesi”,
“gizli dil kullanımı” ve “sansür” yöntemleri ile belleğin aktarımında güvenlik
stratejileri olarak işlev görmektedir.
289 “Bastırma” yerine bellekle
ilgili çalışmalarda güdülenmiş unutma, seçici unutma,
bloke etmek, bölmek, kovmak, gömmek, gizlemek gibi
kavramlar da eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin hukuki
statülerinde Osmanlının millet sisteminin
çözülmesi ile başlayan değişme Lozan’da azınlık statüsü ile sonuçlandığında üç
cemaati ortaklaştıran tek unsur bu azınlık statüsü olmayacaktır. Türkiye
Cumhuriyeti’nin etnik ve dinsel homojen bir ulus devlet olarak inşasında
gayrimüslim azınlıkların yaşayacakları ortak travmalar, üç cemaatin kolektif
belleği üzerinde de belirleyici olacaktır. Birinci bölümde üzerinde durulan
politik ve iktisadi süreçlerde yaşanan travmalar, her bir cemaatin seçilmiş
travmalarının yanısıra üç cemaat için bir azınlık kolektif belleği
oluşturacaktır. Bu ortak travmaların kolektif bellekteki yeri sözlü tarih
görüşmeleri ve derinlemesine mülakatlarda ortaya çıkmaktadır. Her üç cemaatin
ortak travmaları olan Varlık Vergisi, 20 Kur’a Askerlik ve 6-7 Eylül Olayları
ile biçimlenen bir azınlık kolektif belleğinin varlığı görüşmelerde açıkça
ortaya çıkmıştır.
2.2.1. Korku dolu yıllar...: Azınlıkların Kolektif Beleğinde 20 Kur’a Askerlik ve Varlık
Vergisi Travmaları
Birdenbire
yerde yattık. Bütün mobilyaları odaya koyup kitlediler odayı. Bütün şilteleri
yere koyduk öyle yatardık. Bu çok zor... (Y, 83, K)
Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin, azınlık statüsüne geçiş ve ulus devletin kuruluş sürecindeki Türkleştirme
politikaları nedeniyle yaşadıkları travmalar arasında en çok bilinen ve
literatüre girmiş olan ortak travma 6-7 Eylül Olayları olmasına karşın, en az
onun kadar güçlü iki ayrı travmayı daha öncesinde yaşamışlardır. 20 Kur’a
Askerlik Uygulaması ve Varlık Vergisi bu nedenle azınlık kolektif belleğini
oluşturan ilk travmalar olarak düşünülebilir.
Birinci bölümde ayrıntıları verilen 20 Kur’a Askerlik
Uygulaması ile II. Dünya Savaşının sürdüğü 1939 yılında gayrimüslimler ellerine
silah verilmeden ve askerlik forması giydirilmeden ama asker olarak çalışma
kamplarında yol yapımı ve hizmet işlerinde çalıştırılmışlardır. 20 Kur’a
Askerlik Uygulaması azınlık kolektif belleğinde, 1942’de uygulamaya konulacak
olan Varlık Vergisi’nden daha “onur kırıcı” olarak yer alacaktır. Varlık Vergisi’nin çok sert yöntemlerle uygulanmış olması ile birlikte, bu askere alma
biçiminin Nazilerin toplama kamplarını çağrıştıran “azınlık kampları”
şeklinde uygulanması özellikle Yahudilerde ciddi bir travma yaratmış ve genel
olarak azınlıkların kolektif belleğine burada ‘güvenlikte olmadıkları’ algısını
yerleştirmiştir. 20 Kur’a Askerliğin gerekçesi olarak gayrimüslimlerin ülkenin
‘güvenilmez unsurları’ olarak görülmesinin yarattığı bu sosyal ve siyasi
dışlanma, 20 Kura askerlik sırasında yaşanan fiziksel zorluklardan daha çok
güven duygusunun kaybı ile ilgili daha ağır bir travma olarak belleklere
yerleşmiştir.
23-45 arası
çok büyük eziyet çektik. Benim rahmetli dedem on iki ay askerlik yaptı geri
döndü, 20 Kura’da sekiz ay daha yaptı, Konya’da. Askeri üniforma yok. Silahsız
filan çöpçü uniformalarıyla rezil bir askerlik. Bugüne kadar yapmış yapmamış
herkes aynı kefeye kondu ama bak bütün azınlıklar aynı muameleyi gördü,
haksızlık etmeyelim. General Motors ne demek biliyormusun? Gayrimüslim: GM (gülerek), kötü de olsa bir adalet vardı. C2-1 (Y,
43, E)
Babam bize
anlatırdı. Çünkü kendisi gitmişti, Aşkale’ye değil Afyonkarahisar’a gitmişti. 4
sene askerlik yapmış babam. “Eger Stalingrad düşseydi ordan hiçbirimiz canlı
çıkmayacaktık” derdi. Çünkü amele taburlarına götürmüşler. Sonra Almanlar
kaybedince dağıttılar askerleri. Babanem 2 sene, babanemin gözleri görmezdi,
ağladım diyordu. Babam 1914 doğumluydu. Ve babamın babası Birinci Dünya
Harbi’nde, Diyarbakır’da vefat etmiş. Babamı da askere oraya yolluyorlar. İki
sene gözlerim kurumadı derdi babanem. B2-27 (R, 63, K)
Babam üç
defa askerliğe gitti. 1932 senesinde gitti, sonrasında gene askerliğe aldılar.
Son defa da Varlık vergisinde aldılar asker.
Askerlik kıyafeti vermemişler. Rumları öldürecekler diye bir haber
çıkmış. Fevzi Çakmak galiba bir akşam içinde her gayrimüslime askerlik kıyafeti
verdirmiş de bizimkiler kurtulmuş. B1-10 (R, 64, K)
Aynı şekilde 20 Kur’a Askerlik uygulamasını kaldırtan
Fevzi Çakmak gayrimüslimlerin belleklerinde olumlu bir yer bırakırken, vergiyi
koyan ve uygulayan İsmet İnönü ve Rüştü Saraçoğlu ise olumsuz bir yere sahip
olmuştur.
17 Kasım
1942, babam Aşkale’de. Aşağı yukarı bir buçuk sene kaldı orda. Mareşal Fevzi
Çakmak kurtardı. A1-8 (E, 84, K)
Fevzi
Çakmak engelledi bir takım şeyleri. Saraçoğlu, bir tane biri vardı Şükrü Kaya,
resmen esir muamelesi yapmışlar. Fevzi Çakmak gittikten sonra elbise
dağıtılmış, bayrak verilmiş. B1-19 (R, 61, E)
İstanbul’un gayrimüslim azınlıklarının kolektif
belleklerinde yer eden ve kuşaklar arasında taşınacak olan bir diğer travma ise
Varlık Vergisidir. Vergi’nin uygulanmasında yaşanan maddi, duygusal ve bedensel
zorluklar, endişe ve güvensizlik kadar II. Dünya Savaşı yıllarında ülkenin
içinde bulunduğu ekonomik ve toplumsal dramatik durum da azınlıkların kolektif
belleğinin ortak travmaları halinde günümüze yansımaktadır.
Varlık Vergisi’nin uygulanmasında vergisini
ödeyemeyenlerin çalışma kamplarına gönderilmeleriyle yaşadıkları fiziksel
zorluklar ve onur kırıcı uygulamalar kadar, geride kalan ailelerin çektikleri
yoksulluk ve endişe de İstanbul’un gayrimüslim cemaatlerinin kolektif
belleğinde yer eden deneyim ve aktarımlarıdır. 1942 yılında uygulamaya konan Varlık Vergisi gayrimüslimlerin kolektif
belleğine babaları çalışma kampına gönderilen çocukların okul masraflarının
karşılanamaması nedeniyle okulu bırakmak zorunda kaldıkları, annelerin evin
geçimini sağlamak için hizmetçilik, bakıcılık işlerinde çalışmak zorunda
kaldıkları acı anılar olarak yerleşmektedir. Ancak, vergisini ödeyerek çalışma
kampına gitmekten kurtulanlar için de bu kolektif bellek azınlık olmak ile
özdeşleşen ama aynı zamanda unutulması gerektiğine inanılan bir ‘haksızlığa
uğrama’yı kodlamaktadır.
Babam
tekstilciydi ben de tekstilciyim. Dedem 45.000 lira para ödedi ve çok büyük bir
paraydı. Vehbi Koç 30.000 lira ödemişti. Büyük paraydı nakit 45.000 lira.
50.000’e bir daire alıyordun, 42 senesi. Aşkale’ye gitmekten kurtuldu. Çok kişi
gitti Aşkale’ye. Biri anlatıyordu, içtima verdiği zaman çavuş “şu kadar at, şu
kadar kürek, şu kadar kazma, şu kadar gayrimüslim teslim edilmiştir” diyormuş (acı ile
gülerek). Hadi iyi şeylerden bahsedelim,
bunlar unutulması gereken şeyler.... insan tarihiyle yüzleşmeli ama çok da
üstüne gitmenin anlamı yok. B1-19 (R, 61, E)
Bir çok gayrimüslimin iflas etmesine, hayat
standartlarının alt üst olmasına, hatta ölümlerine sebep olan Varlık Vergisi
uygulaması, adil olmayan, gayrimüslimler aleyhine ayrımcılık içeren, kendilerini kendi ülkelerinde “yabancı”
gibi hissetmelerine sebep olan bir
uygulama olarak azınlık kolektif belleğinde yerleşmiştir. Diğer yandan
Varlık Vergisi’ni birebir yaşamış olanların belleğinde vatandaşı oldukları
ülkede uğradıkları ayrımcılığın ve eşitsiz muamelenin yarattığı güvensizlik ve
kırgınlık hala tazeliğini korumaktadır. İleride üzerinde durulacağı gibi,
yaşanan acı olayların aile içinde aktarılmaması ve konuşulmamasına rağmen vergi
makbuzları, ellerinden alınan evlerine asılan mühürler halen saklanmakta ve
bunlar yaşanan ağır travmanın simgesi olarak tutularak kolektif hafızada
tamamen silinmeleri engellenmek istenmektedir:
Benim ailem
ve eşimin ailesi Varlık Vergisi’nde çok kayba uğramışlar. Bende dökümanlar var, gösteririm sana.
Benim babam ticaret
yapıyordu. Eşimin ailesi
terzi idi, eşim elektronikle uğraşıyordu,
fabrikaları vardı. Terzi olan kayınpederim çok büyük paralar ödedi. Terzi
derken o dönemler terzilik kumaş ithal etme durumu da vardı. Kayıkçılara şimdiki
fabrikasyon kıyafetleri dikerlerdi. Eşim kardeşiyle beraber Türkiye’deki ilk
radyoyu imal ettiler. O zamanlar kalsaydı Arçelik’ten daha büyük firma olurdu.
Sonra iflas. B2-28 (R, 65, K)
Bizim
Varlık Vergisi… babam damat gelmişti Üsküdar’daki eve, o evi mühürlediler
çıkarttılar dışarı bizimkileri. Eşyalar filan kapının önüne. Yabancıya gitmesin
diye babamın babasına aldırttılar evi. Bilmiyorum kaç para ödediler. Sökülen mühür de duruyor bende. Demek istediğim
kendi evini tekrar satın alıyorsun, komik yani. B1-2 (R, 67, E)
Varlık
Vergisi’nde halamın oğluna çok büyük bir fatura kesmişler. Oturdukları
Moda’daki köşkü satmak zorunda kalmışlar Aşkale’ye gitmemek için. Baya
fakirleşiyorlar o olaydan sonra. Düşünsene 50.000 geliri olan birine 250.000
vergi geliyor? Şairler, yazarlar, sanatçılar da öyle çok gidiyor buralardan.
Gider mi kızım bunlar bellekten? A1-6 (E, 68, K)
Babam
tarafındaysa vergiler... geçenlerde sormuştum, amcamın gözü yaşardı ve
anlatamadı o yüzden soramadım daha fazla. Hala makbuzlar varmış elinde. C1-10
(Y, 55, E)
Varlık Vergisi sadece varlıklı olan gayrimüslim
ailelerden değil, her ailenin maddi gelirine göre bir vergi çıkartılarak
alınmıştır. Bu nedenle gayrimüslimlerin kolektif belleğinde vergi, maddi bir
travma olduğu kadar bir güven travması olarak da yer etmiştir. Diğer yandan
Varlık
Vergisi sonrasında bir anda kaybettikleri hayat standartları yüzünden eğitim
hayatlarına son vermek zorunda kalan çocukların bellekleri ve bu dönemde
üzüntüden öldüğüne inanılan ebeveynler de bu travma ile oluşan kolektif
belleğin unsurlarından olacaktır.290
1.750 lira
gelmişti babama! 1.750 liraya İstanbul’u satın alırsın! Ben o yüzden
üniversiteye gidemedim. Ben bir defada geçtim sınavda. Tıp Fakültesine gidicem
anatomi kitabi 40 lira! Annem hüngür hüngür ağladı. Babam gidince Aşkale’ye
annem bakıcılık yapmaya başladı, evimiz kira. Annem ağlamaya başladı “yavrum
alamam” dedi. A1-8 (E, 84, K)
Varlık
Vergisi’nin bizim aileye fazla bir etkisi olmadı. Babama 150 lira bir vergi
gelmişti çünkü babam çalışan işçiydi.291 Parasını galiba patronu
ödemişti. Faik Öktem’in kitabından ben de öğrendim bir çok şeyi. Babamın Ermeni
çok zengin bir arkadaşı vardı. İkinci Harpten evvel yedi sekiz milyonluk bir
insanmış bu aile. Hanlar hamamları varmış adamın. Ben o adamı tanıdım.
Feriköy’de otururlardı. O zaman 55-56 seneleriydi. Bu adam kürk ticareti
yapıyordu. Yeri de Kürkçü Hanındaymış. Çok alçakgönüllü bir aileymiş. Yanında çalışan insanlarla beraber oturur
yermiş. Bu vergiyle bir iki daireleri kalmış sadece. Ondan sonra Rusya’dan kürk
ithal etmiş. Yalnız Türkiye’nin Rusya ile ticaret anlaşması olmadığı için İtalya üstünden transit gelmiş. O iş
de çok maliyetli olunca iyicene batmış. Hiç bir zaman asaletini bozmamış.
Varlık vergisini bu şekilde hatırlıyorum. B1-4 (R, 72, E)
Benim babam ustaydı biliyorsun, Koca Kalfa. Bize ufak geldi, fukara insanlardık biz.
Mangalı aldılar evden.
B1-18 (R, 65, K)
Varlık
Vergisi’nde Sakız’lı dedem bir şekilde çok yüksek vergi ödemedi. Belki de hata
oldu. O bir yere gitmedi biliyorum. Esas Kapadokya’lı olan dedeme baya yüksek
bir vergi gelmiş. Bir kısmı ödendi ya da hiç ödenmedi dükkanı
açık arttırma usulüyle
satılmış. Dedemin tanıdığı bir
Türk satın almış, sanırım bir bölümünü dedem vermiş. O dükkana da annem başına geçmiş en azından
maaşlı bir adamları
varmış, annem kasada durmuş her gün. Dedem
290 Rumların
Evrensel Federasyonu Başkanı Prof. Nikolaos Uzunoğlu’na göre, (1945-46)
döneminde Varlık Vergisi’nin bir sonucu olarak gayrimüslim okulların öğrenci
sayısında %20-30 azalma olmuştur (burda sadece Rum okulları kast edilmektedir)
(Atina’da 09.11.2014 yapılan görüşme).
291 İstanbul şehri özelinde Varlık Vergisi’ne tabi tutulan
gayrimüslimlerin mesleksel dağılımı için Bkz.: Aktar, 2015.
Aşkale’ye de gitti, bir süre kalmış
sonra bırakmışlar bizimkileri. Sonra nasıl yaptılar bilmiyorum bir şekilde
dedem dükkanı geri almış. Anlaşılan Aşkale’de çok kötü bir zaman geçirmemiş.
Kosta diye bir adam vardı, Kurtuluş’ta oturuyordu. Ona da bir vergi gelmiş.
Adam kanser hastasıymış. Ödeyememiş tabi vergiyi. Evini de mal varlığını da göstermemiş.
Artık gözden mi kaçmış ne evini kurtarmış. Aşkale’ye gidince orda kanserden
ölmüş. B1-13 (R, 63, E)
Şu Varlık
Vergisi geldi ve babam bundan mahvoldu. Hepsini kaybetti. 56 yaşında... parası
vardı fakat hepsi maldaydı. Çok zordu. Birdenbire yerde yattık. Bütün
mobilyaları odaya koyup kitlediler odayı. Bütün şilteleri yere koyduk öyle
yatardık. Bu çok zor... 16 yaşlarındaydım ben. Ve lisemi okumadım. Babam çok
çok üzüldü ve kanser oldu. 3 sene çekti. “baban senin yüzünden değil, ama
işleri bitti ve sizi yerde yatarken görmek onu çok üzdü ve hasta oldu” dediler
bana. Annem piyanonun başına geçerdi harika sesi vardı, abim de piyano çalardı,
biz de öğrendik. Ama bunlar Varlık’tan sonra hepsi kalktı. 20 Kur’a askere
aldılar, yalnız azınlıkları. Kocam da gitti, o zaman evli değildik ama gitti.
Çok zor günlerdi kızım... C1-17 (Y, 83, K)
Trajedi...
benim dedemin ölümüne sebep oldu. Benim dedem çok varlıklı birisiymiş, anne
tarafım. Tanıyamadım gerçi, anlatırlardı. Dedem antikacıymış. Öyle bir vergi
gelmiş ki evler, dükkanlar hepsini satmak zorunda kalmış. Aşkale’ye gitmemek
için herşeyi satmış. Üzüntüden bir hafta içerisinde kalp krizinden ölüyor...
annanemler kalıyor burda, gitmemişler. Benim büyük
babamın ölümü Varlık
Vergisindendir. Babam o zaman ortaokulda. Babama da Varlık Vergisi
geliyor! Vergi dairesine gidiyor “bakın ben talebeyim” diye, siliyorlar borcu.
İsimden dolayı, gayrimüslim olunca koymuşlar vergiyi (sessizlik
ve ardından gülüşmeler). O kağıtları
saklamamışlar, yakıp atmışlar kurtulmak için. Keşke saklasalardı tabi... C1-13
(Y, 55, E)
Varlık Vergisi’nin uygulanma sürecinde herhangi bir
standart uygulanmadığı, Devletin
elinde vergiyi belirleyecek kazanç ve servet verilerinin olmadığı ve özellikle
gayrimüslimlere yönelik uygulandığı yine bu kolektif bellek üzerinden günümüze
taşınmaktadır. Bu bellek Varlık Vergisi sırasında bazı semtlerdeki vergi
memurlarının o semtin yerlisine, komşuluk ve dostluk ilişkilerinden dolayı daha
iyi niyetli davranıp daha az vergi yazdıklarına dair örnekleri de günümüze
taşımaktadır.
Varlık
Vergisi’nde birşeyler vermelerini istediler, halk verecek durumda değildi ki,
yemeği zar zor buluyorduk. Babam kışın balığa gidiyordu ailesini ayakta
tutabilsin diye. Verdikleri mecbur ettikleri meblağ yüksek değildi. Bize göre
büyüktü ama çok zarar görmedik. Bütün
azınlıklar zarar gördü. Öyle bir vergi istediler ki veremeyenler Aşkale’ye
gitti, ölenler oldu. Büyükada’da vergileri tespit edenler durumumuzu biliyordu,
daha hakkaniyetli davrandılar. B1-1 (R, 84, E)
Evlerini, eşyalarını Vergi’yi ödeyebilmek için satışa
çıkaran insanların belleğinde elden çıkartmak zorunda kaldıkları porselen yemek
takımından, büyük bir aidiyetle bağlı oldukları ve terk etmek zorunda
kaldıkları evleri ve semtleri halen çıkmamaktadır. Vergi uygulaması, devletin
İstanbul’daki birçok azınlık mülküne el koymasına neden oldu. Bunun sonucunda
da, sadece şehrin ekonomisi değil, aynı zamanda peyzajı da Türkleştirildi
(Mills, 2014:103).
Varlık
Vergisi konulduğunda dedemlerin üstüne ödeyemeyeceği tutar konmuş. Benim dedem
de muhasebeciymiş, bir kısmını denkleştirmiş bir miktarda açığı kalmış. Evde
çok güzel bir porselen takımları
varmış. Alt katlarında da gene Musevi ama varlıklı bir aile oturuyormuş. O
kadına satmışlar ve yatırmışlar vergiyi. Sabah yatırmışlar akşam Varlık Vergisi
affı çıkmış, ve acaip üzülmüşler. Ondan sonra gel zaman git zaman ananem
rahmetli, aşağı komşuya inip almak istemiş, parasını verip, kadın vermemiş
artık benim oldu demiş! Ne zaman yemeğe çağırsa ananem gitmezmiş, ben niye
gidicem kendi takımımda yemek mi yiycem
dermiş. Bu evde konuşulan bir konu değildi, kendi aramızda sohbet ettiğimiz bir
konuydu. Evde böyle bir olayın konuşulması başka birşey. Evde konuşulmazdı bu
olaylar. C1- 8 (Y, 50, K)
Vergi sonrasında ekonomik durumları bozulduğu için
bazı Yahudi ailelerin İsrail’e göç
etmesi de azınlıkların kolektif hafızalarında taşınan bir diğer travma
bilgisidir.
Annem yirmi
yaşındayken komple İsrail’e göç etmişler. Annem de dahil. Annem 1950 doğumlu,
70’de gitmişler. Hem ekonomik biraz da benim dedem baya dindar, ikisinin
birleşimi. Bir de çok ticaret
yapıyorlarmış, Varlık Vergisi’nden etkilenmişler. Türkiye’yi
kapatmak istemişler. Daha sonra babam dönmek zorunda
kalınca annem de onunla beraber gelmiş. C2-7 (Y, 35, K)
Varlık Vergisini ödeyemeyenlerin çalışma kamplarına
gönderilmeleri İstanbul’un gayrimüslim azınlıklarının kolektif belleklerinde bu
vergi ile ilgili en güçlü anıları oluşturmaktadır.
Varlık
Vergisinde askere gidenler oldu bizden. Bizim müstakil evdi en altta mutfak
vardı. Yokuşun aşağısındaydı. Pandeli’nin karısı, ananemin annesi, mutfakta
yemek yapıyor, dört sene sonra bir asker geliyor eğiliyor bakıyor ve ananem
oğlunu tanımıyor. Sandviç yapmış torunlarından birine vermiş, “git şu askere
ver aç galba” diyor. Kendi oğlunu tanımamış. 4 sene... ananem bunu anlatmıştı.
B2-6 (R, 35, E)
Benim babam
gitmedi Aşkale’ye, 5.000 lirayı ödedi kurtuldu. Ama bir hüzün vardı memlekette.
Hüzün vardı... ekmek yoktu, karneyle alıyorduk. Fakat maalesef unutuldu hepsi.
Ne kadar da olsa yeni nesil bilmez bunları. Biz evde konuşmazdık böyle şeyleri.
Biz biliriz, hadiseleri gördüm. Okula zar zor giderdik, geceleri sokağa çıkmaya
korkardık o dönemler. Korkuyla yaşıyorduk. Siyah perdeler koymuştuk, karartma
yapıyorduk. Harp zamanıydı. Yağ yoktu, şeker yoktu, karneyle 250 gr. alıyorduk.
Bugünkü gençler bunları yaşamadılar, bilmiyorlar. Kim oturup anlatacak yavrum?
C1-11 (Y, 89, K)
Biz
Aşkale’yi yaşamadık, babamlar yaşamış. Dedem gitmiş. Hala belgeleri durur.
Benim babam öksüz kaldı on üç yaşında. Çünkü benim babanem onun ikinci
karısıydı. Ve adam zengindi. Bursa’da ipekböceği fabrikası filan varmış. Bütün
fabrika gitmiş. Eve gelmişler, babanem “beşiği zor kaçırdım” derdi. “Birkaç
tane halıyla sakladık” derdi beşiği. Tamamen sıfırlanmışlar. Baktığın zaman bir
anda sıfıra iniyorsun iyiyim derken. Hitler zamanı ne olucağın belli değil!
1943’de mi 42’de düşün, orda toplama kampları var seni de Aşkale’ye
yolluyorlar, şakası yok! O travmayı atlatamayan
bir sürü insan var. C2-3 (Y, 43, E)
Masallar, travmaların ve acıların hafifletilmiş bir
şekilde ailenin yaşlıları tarafından alt kuşaklara aktarılmasında sıklıkla
kullanılan bir bellek aktarım aracı olarak burda da karşımıza çıkmaktadır.
Yaşanmış
olaylar... ben Aşkale anılarını dedemden masal gibi dinlerdim. Ben çook
sonraları bu olayların trajik boyutunun farkına vardım. Annemin babası, o da
Arnavutluk göçmeni. O üç defa askerlik yaptı. Dedem şekerciydi. Vergi gelince
Aşkale’ye gidiyor, bir de 20 Kura’ya gitmiş. Varlık Vergisi’nde Kuzguncuk’taki
evi gitmiş. Karadenizin dağlarında, Aşkale’de yaptığı askerliği masal gibi
anlatırdı. Anı olarak, yani işte “çok üşümüştük ayaklarımıza da çaputlar
sarmıştık böyle yürüdük de hahahaha” diye anlatırdı. Ben sanki Aşkale’yi
gözümle görmüş gibi olurdum. Karavanların içinde sütlaç yapılması, dedem aşçı
olduğu için ona mutfağı vermişler. Karadeniz taraflarında Zigana, Kop
geçitlerini ben 3-4 yaşında dedemden öğrenmiştim. Bir kuşak telef oldu... Ben
çok sonra anladım ne olduğunu. Ananem anlatmazdı. Onlar daha öfkeliydi. Bunlar
onbeşinde nişanlanmış insanlar. Bütün bu rezillikleri çocukluktan itibaren
beraber yaşadılar. Bu olaylardan dolayı onbeşinde tanıştılar, otuzunda filan
evlenebildiler. Evler gitti, paralar gitti... ananem anlatmazdı. Varlıkla zaten bir vurmuşlar, en büyük yarasıydı, evini
kaybetmiş. Sıfırlandılar. Gene Moda’da yaşadı ama o Boğaz çocuğuydu, 90 küsur yaşında öldüğünde Kuzguncuk için
“benim köyüm” derdi. Bahçesi, tavukları falan filan... “evimizi de aldılar”
diye öldü kadın. B2-12 (R, 43, K)
Dedemin
marketini aldılar elinden Varlık Vergisi’nde... Yirmi gün Aşkale’de askerlik
yaptı. Hem kendisi hemde büyük oğlu
Aşkale’ye gönderildi çünkü vergiyi ödeyemedi. Herşeyi kaybettiler. Dönünce
sıfırdan başladılar. Parası olmayan giderdi Aşkale’ye. İstanbul’da
Tarlabaşı’nda eşyaları açık arttırmaya çıkartıp satıyorlardı. B1-10 (R, 64, K)
2.2.2. Türkiye tekin bir yer olmaktan
çıkmıştır: Azınlıkların Kolektif Belleğinde
6-7 Eylül Travması
Güz Sancısı’nı izlemedim ne izliycem! Ben
yaşadım zaten... (R, 69, K)
Birey, üzerinde etkisi
çok yüksek olan bir olayı
düşünürken, o olayla
arasındaki zaman farkı
önemsizleşir. Travmatik olaylar anlık geri dönüşlerle (flashback) tekrar
edilir. Draaisma’ya göre derin travmalar daima şimdiki zamandan bir taş atımı
mesafedeymiş gibi görünür (2012a:60-65, 191). 6-7 Eylül 1955’de yaşanan olaylar
Draaisma’nın söz ettiği türden, Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin kolektif
belleğinin en baskın travmalarından biridir.
Ancak üç cemaatin
de belleğinde ortak yer eden bir travma olmasına rağmen,
Kıbrıs
meselesinden dolayı özellikle İstanbul’daki Rumların hedef alınması
sonucu maddi ve manevi
açıdan diğer iki cemaate göre daha fazla zarar gören Rumların belleğinde daha
güçlü yer etmiştir. Görüşmecilerin “çok
çekingendik, çok buruktuk, çok konserveydik... herşeyimize çok dikkat etmeye
başladık; konuşmalarımız, ilişkilerimiz...”, “ben 68 yaşındayım ve ben bunu
beklemezdim, ben kırgınım”, “ben teyzeme sordum, bunları yaşayıpta nasıl nefret etmediniz?” sözleri Rum cemaati
üyelerinin uğradıkları haksızlık karşısında ihanete uğramış hissettiklerinin,
büyük bir güven kaybına uğradıklarının, bu beklenmedik ve ağır travmadan ötürü
iyice içine kapandıklarının ve kimliklerini uzun yıllar cemaat dışı alanlarda
gizlemek zorunda kaldıklarının bir ifadesidir.
Rumların kollektif belleğinde 6-7 Eylül’ün nasıl yer
ettiği yapılan sözlü tarih görüşmeleri ve derinlemesine mülakatlara
yansımaktadır. Görüşmelerde, olaylar sırasında özellikle Rum evlerinin,
dükkanlarının, ibadet yerlerinin ve mezarlıklarının hedef alındığını
vurgulamışlardır. Mezarlıklara yapılan saldırı görüşmecilerde en çok kızgınlık
ve kırgınlık yaratan saldırı türü olmuştur. Türker’in ifade ettiği gibi,
mezalıklar, geçmişi, geçmiştekileri ve geçmişle ilgili duyguları çağrıştıran yerlerdir. Mezarlıklar bu çağrışımsal yönü nedeniyle Rum cemaatinin kolektif kimliğine dair
bir bellektir; bu bağlamda yapılan saldırılar da mezar taşları gibi maddi unsurlara değil, mezarlan kurulan belleğe
yöneliktir (2015:243). Birçok görüşmeci olaylar gerçekleşmeden bir iki gün
öncesinden özellikle Rum evlerinin tebeşirle işaretlenmiş olduğunun altını
çizerek 6-7 Eylül’ün planlı organize bir eylem olduğunu vurgulamışlardır.
“Anı tümseği” kavramını doğuran
araştırmalar, ileri yaştaki erişkinlerin genç erişkinlik yıllarında olan
olayları, bu gelişme yıllarından önce veya sonra olan olaylara göre daha
ayrıntılı bir şekilde hatırladıklarını ortaya koymuştur (Boyer, Wertsch,
2012:170). 6-7 Eylül Olayları’na ergenlik yıllarında tanıklık etmiş veya
birebir olayların bir parçası olan kişiler sanki dün yaşamışlarcasına bir
netlikte ve detayla zihinsel haritalarında sakladıkları, saldırıların sürdüğü
iki günü, İstanbul’un farklı semtlerine referansla görüşmelerde aktarmışlardır.
6-7 Eylül’ün görsel belleği genelde İstiklal Caddesi üzerindeki yağmanın,
yerlere saçılmış malların ya da caddede park etmiş tankların görüntüleriyle
belirlenmiştir. Görüşmeciler anlatılarında sadece İstiklal Caddesi’nde değil,
Rum, Yahudi ve Ermenilerin yaşadığı diğer semtlerde de 6-7 Eylül’ün nasıl
yaşandığını ve ortak belleğe nasıl yerleştiğini yansıtmaktadır. Bu semtlerin her birinde benzer saldırıların yarattığı
ortak korku azınlıkların
kolektif belleklerinde mekansal ayrıntıları ile yerleşmiştir. Gayrimüslim
azınlıkların yaşadığı İstanbul semtleri olan Taksim, Gümüşsuyu, Beyoğlu,
Galatasaray, Kuledibi, Kurtuluş, Feriköy, Eminönü-Sirkeci, Gedikpaşa, Samatya,
Çengelköy, Haydarpaşa, Kalamış ve Adalar’da bu şiddetin nasıl farklı türlerde
yaşandığı bu kolektif bellek sayesinde günümüze aktarılmaktadır. Bu nedenle bu
semtlerde 6-7 Eylül’de yaşanan travmadan biriken anılar kollektif bellekle
aktarılmaktadır.
Taksim
İlk olarak
resimleri karıştırmaya başladım albümlerde, 6-7 Eylül’le ilgili albümün
arkasından çıkartılmış sıkıştırılmış fotoğraflar buldum albümde. Ananeme
sorardım ne olmuş diye, hiçbir şekilde bana birşey anlatılmadı. Eskisi gibi
değil artık hiçbir şey gizli kalmıyor. Bu konularla ilgili kitaplar çıkmaya
başladı, bizimkilerde yüzleşmeye başladı. 6-7 Eylül’le ilgili bir kitap okurken
bir baktık dedemin dükkanının fotoğrafını koymuşlar (Taksim’de). Teyzem “aaa
bizim dükkan” dedi, bir anda ağzından çıktı, o ana kadar ben bilmiyordum!!
“Bizim dükkanın yanında oyuncakçı
vardı, biliyormusun... dedenin köpeği talaşın içine saklandı deden onu
bulamayınca mahvoldu...” gibi hikayelerle puzzle parçaları birleşmeye başladı.
Duygu yüklü anılarla anlatıldı yaşananlar. Ne diyim... Cevahir’in orda evlerin
camlarından ışık tutmuşlar mezarlıkları yağmalamak için, şimdi Starbucks var.
Ben o Starbucks’a hayatta giremem mesela, içim çok fena olur... Ben teyzeme
sordum, bunları yaşayıpta nasıl nefret etmediniz? diye. Hiçbirşey demedi. Ya av
tüfeğinle kapının arkasında saklanıp evinin yağmalanmasını beklemek nasıl
birşey acaba düşünsene?? Dedem bu. Yani… Bunları kurguluyorsun ve
hissedebiliyorsun. Olmaması gereken şeyler maalesef olmuş işte... B2-5 (R, 38,
K)
Gümüşsuyu
6-7
Eylül’de on yaşındaydım. Büyükada’da annemin dayısı vardı ona gittik, onun da
fırını vardı. Karısı da çok misafirsever bir kadındı. O akşam da Ada’dan
iniyoruz, Express vapuru vardı, öbür vapurlar bir buçuk saatte gidiyor bu bir saatte gidiyor. Neyse...
Karaköy’e yanaşıyor vapur, bam bum bam bum... hiç unutmayacağım, “galiba
Ruslar geldi” dedi babam. Savaş hali gibiydi. Baklavacı mı vardı neydi, onu
paramparça ettiler. O kadar geniş değildi yollar o zaman. Vapurun içinde
tanıdık sende gel sende gel, peşimizde hanımları yaşlıları kaptık. Bindik
tramvaya Dolmabahçe’de indik. O zamanda bir tane çatlak vardı “Kıbrıs Türk” diye elinde bayrakla dolanıyordu. Hiçbirşey anlamadık tabi. O
Dolmabahçe’nin merdivenlerini şaşkınlıkla tınk tınk tınk çıkıyorduk. Alman Konsolosluğu’nun
önüne geldik, “yasak meydana çıkamazsınız” dediler. E dedik ne yapacağız?
Babamın bir müteahhit arkadaşı vardı Aleko, nur içinde yatsın o da. Alman
Konsolosluğu’nun yokuşunda otururdu. Camlar çerçeveler aşağı indiriliyordu.
Karşıda muhtelif yerlerde yangınlar, kiliseler yanıyordu. Ama bilmiyoruz ki.
Neyse. Sabahladık orda, sabahleyin açıldı yol eve geldik. Benim babamın
Taksim’de dükkanı olduğu için Vahide hanım bize geldi, “Al çocuklarını bana gel
dedi, galiba bu akşam Rumlarla ilgili kötü şeyler olucak” dedi. Birçok eve
girdiler ama bütün evlere gireceklerdi istisnasız. Babam dedi ki “yok Vahide hanımcım çok teşekkür ederim ama
evimde kalacağım”. O gece örf-i idare ilan edildi. Bu arada dükkana gitti babam. Avcıydı. Dükkan büyük
zarar gördü. Şu anda belgeleri göstermiyim. Dükkana bakacağına köpeğin peşine
düştü. Köpekte fırının içine girmiş. Ve epilepsi oldu o olaydan sonra, vermek
zorunda kaldı babam. Yanımızda da oyuncakçı Ferdidand vardı. O zamanda
oyuncaklar hep Avrupa’dan gelirdi. “Güz Sancısı”’nı izlemedim ne izliycem, ben
yaşadım zaten. B1-7 (R, 69, K)
Kuledibi
1955
yılında ben 10 yaşındaydım. Korkunç bir olaydı. Bildiğin gibi değil. Bizim
aşağıdaki kapımız demirdi. Bizde de tesadüfen sekiz bayrak vardı. Aşağıda cadde
tarafındaki dükkanlarda Yahudiler vardı, bir tanesi de babamın kuzeniydi,
peynirciydi. Devamlı ona bayrak indirdiler, ama ufak ama büyük. Bayrağı gören
fısst kaçıyordu. Bayrağı olmayan bir kolonyacıyı mahvettiler. Sabah sokağa
çıktığımızda, mezeci Anastas, şahane makinaları vardı salam kesme
peynir kesme makinaları, hepsi sokaklarda bam bum. Salam sosisler sokaklarda, sonra adam bir daha açtı.
Demek ki çok varlıklı bir adamdı. Garibim bir Rum berber vardı, adamı
mahvettiler. Ne kadar usturası fırçası varsa yerle bir ettiler. Bir daha da adam
iflah olmadı. Aşağıda meyhaneci vardı o da tekrar kurdu. Büyük Hendek
caddesinde baya olaylar oldu. Tünel’e çıkarken
solda piyanocu vardı.
Rumdu. Beyoğlu komple
duman. Biz de çocuğuz,
ne buluruz diye sokaklardaydık. Bir pudra kutusuyla
eve gelince annemden bir sopa yedik...
10 yaşındaydım. Hiç korkmadım,
bıçkındık kızım be, feleğin çemberinden çocukluktan geçmişiz. Balat’da Rumlara
büyük zaiyatlar verdiler, tecavüzler filan... buzdolap ithalatçısı vardı
Bankalar caddesinde, Frangoli, sonra bütün parasını aldı gitti burdan zaten.
Benim babam işportacıydı ya akşamları dükkanın önündeki tezgahları içeri
koyarlardı, kılına bile dokunmadılar. Ordaki esnaf çok sahiplenmiş. Ama bak ben
annemin diş tıkırtılarını hala hatırlıyorum
o geceden... Bizim
de evimiz balkonluydu. En sonunda baktık
cipler başladı
geçmeye. Arkasından da toplar. Daha
sonra bir baktık şırakkk süngülü askerler. Hepsinde de ateş emri vardı ama atı
alan Üsküdar’ı geçti. Duman ettiler İstanbul’u, Türkiye’ye de büyük leke sürdüler.
Zaten 6-7 Eylül’den sonra iş bitti. Tamamen mozaik bir şehirdi, ondan sonra
işin çivisi çıktı. 64’de Yunan tebaalıların gitmesi işi bitirdi, o mozaik
dağıldı. Bu bize çok pahalıya patladı. Ne sanayisel kalkınması gerçekleşti uzun
seneler... fakirleşti Türkiye. Ticaretin kilidini tutanlar başladılar burayı
terk etmeye. Yahudinin, Rumun, Ermeninin elindeki sanayi ilerlemesi durdu.
Türkiye başladı fakirleşmeye. C1-2 (Y, 53, E)
Beyoğlu
Biz mesela
Mayıs’ta indik adaya, Eylül’de de 6-7 Eylül olayları oldu. Babam benim Edebiyat
Fakültesi mezunuydu ve yedek subaylık yaptı. Bizim gardropta babamın subay
elbisesi duruyordu. Niye söylüyorum bunu çünkü başladılar kırmaya indirmeye,
evdeydik akşam yedi civarıydı. Bazı evlere girdiler. Balkonlardan çamaşır
makinaları, buzdolapları neyse mutfaktaki eşyalar... O zaman millet stokluyordu
zeytinyağları, tenekelerle aşağı atıyorlardı. Mağazalardan çıkardıkları top
kumaşları itfaiye araçlarının arkasında sürüklüyorlardı. Babam da diyor ki
anneme “balkonda niye oturuyorsun zaten siyah giyiyorsun siyahla da belli
oluyor gayrimüslim olduğun”, matem zamanı siyah giyilir ya kırk gün ya da bir
sene, tam kardeşimi kaybettiğimiz seneydı. Annem “ne oluyor” dedi, “geliyorlar”
dedi babam. Hiç kimse ne olduğunun farkında değildi. Kimse haber vermedi bize.
Ondan sonra, ben korkudan dokuz yaşındayım tuvalete gidiyordum devamlı. Epey
kırdılar. Babam bari aşağı giriyim dedi, eski evler bunlar evin girişinde
portmanto vardı. Oraya yedek subay kıyafetini astı anlasınlar diye. Buna rağmen
camı kırıp kasap bıçağı attılar
içeri. O gece sabahladık tabi hiç uyuma yok. Ertesi gün sıkıyönetim ilan
edildi. Babamın müdür olduğu ilkokula gittik, baktık hiçbirşey kalmamış.
Kitaplar filan hepsi yakılmış. Ordan kiliseye gidelim dedik, girilecek gibi
değildi. Rahip öldürmeleri Samatya, Edirnekapı’da oldu bazısı iki bazısı üç
diyor. Bunu bilemiyoruz. Geçti bu olay. Ben dokuz yaşındaydım çok net
hatırlamıyorum. Birbirimize soruyoruz o zaman telefon da yok. Gördükçe konuşuyorduk. Büyükada kurtardı
yine, bazı Türk komşular korudu. Zapyon Lisesi’ne girdiler, kurucusu vardı
Zaas, onun büstlerini kırdılar. Herşey harap. Buna rağmen cemaat olarak
kolay toparlandık. Kırgınlık ve korku. Başladık
düşünmeye, yurtdışına çıkmaya o zaman Yunanistan’ın durumuda
pek iyi değildi, harptan çıktı fılan. Sonra kaldık. B1-2 (R, 67, E)
1955’de büyük
teyzemin enişteyle birlikte
6 Eylül’de daha bir haftalık
olan dükkanları yerle bir
olmuş, Beyoğlu’nda. Top top kumaşlar... sonrasında bak geçenlerde annem
anlattı, dikiş makinası yamuktu ben hatırlıyorum meğer kırılan makinayı
yerlerden toplamışlar. Sonra sıfırdan
başladılar. O hafta teyzem bir hafta uyumuş sadece. Büyük şok. Kafesteki
kuşlarını öldürmüşler, büyük travma. Bu aşamadan sonra kinlenmenin ne yararı
var ki... öfke var tabi, kızıyorsun, çok üzülüyorsun, senin yanındaki komşun
seni nasıl kırabilir? Kuzguncuk’ta fıstık ağacından aşağı inerken... komşusu
kurtarmış ananemi “Madam Eleni bayrak as” diye. ama çok saldıran da olmuş.
Kilise perişan olmuş. B2-12 (R, 40, K)
Galatasaray
Asıl ben
olayın içindeydim çünkü Galatasaray’da çalışıyordum. Bizim hiçbirşeyden
haberimiz yok. Benim duvarım Lise’nin
duvarına bakardı. Saat 17.30 gibi biri geldi, patronun
bir arkadaşı, “ne oturuyorsunuz burda evlerinize gidin İstanbul birbirine
girdi” dedi. Galatasaray Hamamı’ndan biraz daha ilerde Konsolosluk vardı, asker
yolu kapatmıştı. Atatürk’ün evine bomba filan... anlatmaya başladı. Ben bu
olaylardan bir 15 gün evvel Ortaköy’deyim, görümcemlere gidip geliyorum gezmek
için. Biz Rumların balosuna gittik Yeniköy’de. Ertesi sabah Adapazarı’na
gittik, orda giderken olaylar, büyük patırtı çıkacak dediler. Onbeş gün sonra
6-7 Eylül çıktı. Sabuncakis’in önünde durak var ordan tramvaya binicem eve
gidicem, saat sekiz buçuk filan. Tam anlamıyoruz da ne olduğunu. Eve gidince
babam kızdı geç geldim diye. Tramvayın içinde Rumca konuşan vardı, arkadan bir
adam “hala aklınız başınıza gelmedi, hala Rumca konuşuyorsunuz” dedi. Beyoğlu’nda
olağanüstü bir kalabalık vardı. Akşam patlak verdi olaylar. Dolapdere kısmından
patırtılar. Sabah bir dışarı çıktık taşı göremedik yerde, yerde taş yoktu.
Nasıl hazırlanmışlar... bir hazırlık vardı kesin, demir kepengi nasıl kesersin?
Arabalar ters dönmüş, buzdolaplar sokaklarda paramparça... Lion mağazası olduğu
gibi Avrupa, hepsi sokaklarda... çalınanlar çalınmış. Ama bak Beyoğlu’nda çok
büyük kuyumcular vardı bir tane altın
göremedik sokaklarda! Onlar ceplere girdi, alabildiklerini aldılar. Asfalt
yoktu kızım taş yoktu sokaklarda... Ama Ortaköy’de gayrimüslim kalmadı hepsi
kaçtı. A1-9 (E, 82, K)
Yani, 6-7
Eylül hadiseleri olana kadar bizi
böyle menfi tarzda düşündüren bir durum olmadı. Sıkıntılar 1955’den sonra
başladı. Ben 1955’de İstanbul’da değildim. İzmir’deydim. Fakat 6-7 Eylül feci
bir geceydi. Duyduğum ve edindiğim intiba St. Barthelemos gecesine benzeyen bir geceydi. Unutulmayacak bir durum. Ben burda değildim
yaşamadım. 6-7 Eylül
gecesinden sonra Rum cemaati
Türkiye’den ayrılmaya kalktı bilhassa zenginler fakat benim elimde
istatistikler var, öğrenci. Öğrenci sayısı azalmadı bilakis yükseldi. Çünkü bu
sefer şey vardı lise mezunları yedek subay oluyordu. Böyle izah ediyorum. Nedir
esas mesele Eylül’den sonra ayrılmaya karar verenler çok oldu halbuki bu gidiş
durduruldu, nasıl? Bir, Türkiye’nin tazminat yoluna gidişi ve sonuç itibariyle
edindiğim bilgilere dayanarak söylüyorum %otuz kadar bir tazminat verildi
bilhassa okullara. Okullara, kiliselere büyük ziyan oldu. Ve bizim hükümete
karşı olan itimadımızı arttıran bu yapılan tazminat ve tespit ettikleri
heyetlerde de Rumlar vardı. Çok mühimdir. Yalnız hükümet değil aynı zamanda
Yunan hükümeti bilhassa Patrikhane rol oynadı. Bu üç kuvvetin desteği ile o
gidiş önlendi. Esas Rum cemaatinin “yıpranmasına” sebep olan 64’teki hudut
harici edilen Yunan uyruklulardı. B1-1 (R, 82, E)
İstatistiklerden
göreceğimiz gibi 1955’li yıllarda Rum okullarında 5.200’e yakın öğrenci vardı.
Bu maalesef Atatürk’ün evi bombaladılar sahte iddiasıyla, kimin bombaladığı
sonra belli oldu ve maalesef bu kişide vali oldu ve ödüllendirildi, bu gelişme
bütün azınlıkları etkilediği gibi özellikle Ermeni ve Rum... bütün evler ve
dükkanlar yıkıldı. Rumların ekonomisine darbe vurulmak istendi fakat fazla
başarılı olamadılar. Akabinde mesela Zoğrafyon Lisesi öğrencilerinin sayısında
artış oldu. 720’ye vardı (1961-62) yılında. Okul ihtiyaca cevap vermediği için
3 ay içinde bir kat çıkılıyor, (1963-64)’de Yunan uyruklu vatandaşların
sınırdışı geri gönderilmesi nedeniyle tüm okullardaki öğrenci sayısı 1.400
kadar azaldı. Bunu çok romantik bir şekilde “Bir Tutam Baharat” filminde
anlatır. B2-26 (R, 54, E)
Feriköy
6-7 Eylül’ü
gayet iyi hatırlıyorum. Feriköy’de oturuyorduk. Bizim oturduğumuz evin ev sahibi bir Ermeni, o da Cihan eczanesi
vardı. O sokağın sağ köşesi, sol köşede de Agos gazetesinin yeri. Sivaslı bir
Ermeniydi ev sahibi. Sanırım salı günüydü. Babam akşam eve geldi, hava daha
kararmamıştı. Gel dedi kirayı verelim. Babamla Feriköy’de yayan olarak gittik.
Dönerken Şişli’de özel arabalar bağırarak slogan atarak bayraklarla Taksim’e
doğru gidiyor. Anlayamadık. Babam dedi hemen evimize gidelim. Saat sekiz
civarında, o zamanda evimizin arka tarafında oldukça geniş bir teras vardı,
yazın orda yemek yerdik. O evin içinde mesela ceviz ağacı vardı. Kırılan
camların sesi geldi. Tam arkamızda Ermeni ortaokulu vardı. Okulun camlarını kırıyorlardı. O çocukluğumda heralde
kaçmak için yatağa gittim. Gerisini hatırlamıyorum. Sonra anlattılar, Kurtuluş
tarafında kiliseyi yakmışlar, heryerde
alevler... ertesi gün dışarı
çıkmadık. Evde ne konuşulduğunu hatırlamıyorum çok. Babam galiba çıktı dışarı.
Feriköy pastacısı vardı orda da tahribat olmuştu. Babamın çalıştığı dükkan Tünel’deydi. Santa Maria kilisesi
vardı babamın dükkanı onun sırasındaydı. O dükkana pek hatırlayamıyorum ne
olduğunu. Bütün yollar bakkallardan alınan patates çuvalları yerlere
serilmişti. Keskin bir rakı kokusu vardı. Zeytinyağlar hep yolları kaygan
yapmıştı. Tramvaya bindik Pangaltı’dan. Galatasaray’a kadar yürüdük.
Buzdolapları, çamaşır makinaları hep sokaklardaydı. Bir de kumaşlar açılmış
böyle... Sergiadis’in kitapevi vardı Tünel’de. Bizim okul kitapları orda
satılırdı. Onun önünde de otobüs durağı vardı ve kapalıydı üstü. Sağanak yağmur
yağıyor. O camın üstünde ufak bir kitap. Babam onu aldı bana. Fransızca-Almanca
bir lügat. Hala saklıyorum.
Sırılsıklamdı, aldım ve sakladım. Ondan sonra otobüse binip eve döndük. Benim halam
Kurtuluş’ta yaşamış. Onlara yakın kiliseyi yakmışlardı. Benim duyduklarım
bunlar. Mezarlıklar tahrip edilmişti. Bir rahip vardı o adam yok oldu, ne
olduğu belli değil. Çok çekingendik, çok buruktuk, çok konserveydik...
herşeyimize çok dikkat etmeye başladık; konuşmalarımız, ilişkilerimiz. B1-4 (R,
72, E)
Eminönü-Sirkeci
Anlatılmazdı
dedim ya sormaya başlayınca biraz anlattılar. 55 olayları çok iyi tertiplenmiş,
bir gün öncesinden bütün listeler verilmiş, yapanların hepsi İstanbul dışından
gelmişler. Pandeli dedem yaşamışlar 55’i. İstanbul lokantasıymış ismi sonra Pandeli olmuş.
55 senesinde dedem 68 yaşındaydı.
İstanbul lokantası, Zindan kapı dediğimiz Galata köprüsünün sağ tarafında,
otobüslerin hareket ettiği bölgeydi. O zaman dükkanı kırdıklarında, mahvettiler dükkanı, ama evi değil. Bir subay
korumuş bizim evi. Ama dükkan yerle bir. Dede herkese küstü. O zaman zaranın
neresinden dönsek diye bakıyorlar. Pandeli’nin fotoğrafları filan çekilmiş
zarar tespit için. Ne olduysa bu devlet büyüklerinden bir tanesi Pandeli’ye
gidiyor. Eve geliyor, “olan oldu tamam bir yanlışlıktı” diyor, dedem “ben 68
yaşındayım ve ben bunu beklemezdim, ben kırgınım” diyor. O zaman ki İstanbul
Valisi’ne (Fahrettin Kerim Gökay) anlatıyorlar
olayı. Olayı korkutmak amacıyla başladı sonra kontrolden çıktı. Menderes
“Pandeli tekrar açılacak, bütün masraflarını karşılayacağız” demiş. Dedem kabul
etmemiş. Dedem “ancak oğlum başında durursa kabul ederim” demiş. B2-6 (R, 35,
K)
Gedikpaşa
Nasıl
hatırlıyorum... o gün annemle babam gezmeye gideceklerdi. Biz de abla kardeş, 3
yaş büyük bir ablam var, evde oturuyorduk. Eski tarihi bir evdi bizimki. O
zaman ki tuvaletimiz de dışardaydı. O gün annemle babam evdeydi, işe
gitmediler. Bir müddet sonra karşı köşemizde Rum bir Niko bakkal vardı çok net
hatırlıyorum sokaklar o zaman arnavut kaldırımıydı. Protestan kilisenin bir alt
sokağında oturuyoruz, bizim sokağın paralelinde de Ermeni okulu vardı, Surp
Mesropyan derler. Bir uğultu duyuldu, bir müddet sonra, ondan evvel, bazı
şeyleri annemin anlatmasından sonra hayalen canlandırabiliyorum. Bizim evde
bayrak vardı şöförün biri geçerken
abla ne olur bayrağı bana ver arabaya
saldıracaklar dedi, annem de
verdi. Bizim ev korumalıydı dışında demir parmaklıklar vardı. Bizim
mahallemizde de Siemens’in miydi tam hatırlamıyorum, bayisi olan bir Rum aile
vardı. Miçha, Niko, Despina isimlerini bile hiç unutmuyorum. Mahalleye bir grup
geldi saldırgan babam da o kadar soğukkanlı bir adam ki (babamın adı Soloman, Türkçe
karşılığı Süleyman). Annem babamı uyandırdı “uyan uyan Solomon sokakta çok
bağrış çığrış var dedi. Babam, camlar böyle sürgülü camlardı açtı, “ne
istiyorsunuz”? dedi, o da dedi ki “bize Rum evi gösterirmisin” diye bize
bağırdı. Babam da “hayır biz Rum değiliz Ermeniyiz dedi, Ermenilere de bir
zarar verecekseniz kapıyı açayım hiç uğraşmayın burdan girebilirsiniz” dedi.
Babamın çok güzel bir hitap tarzı vardı. O zaman dedi bize Rum evlerini
gösterin dedi, “ben gammaz değilim” dedi. Ordan biri bir ses yükseltti, “bunlar
Ermeni” dedi. O arada Despina abla, cumbalı evler vardı Gedikpaşa’da kunduracı
oldu oralar, camı açtı bir bayrak çıkarttı “Ne Mutlu Türk’üm” diyene dedi. O
akşam ki hatırladığım o zamanın en yüksek evlerindendi, Gedikpaşa’da,
Yedikule’de ve Samatya’da yanan kiliseleri gördük. Böyle yer yer yanan yangınlar gördük. Olayın
büyüklüğünün farkında değiliz o zaman. Ortalık
sakinleşti sabaha karşıydı hiç unutmuyorum amcam cebinden bir yığın şey
çıkarttı, eski sigortalar vardı böyle tel sararlardı, sigortaları çıkarttı. Biz
ona hacı derdik, “hacı nedir bunlar” dedi babam,
o da dedi ki “her girdiğim kumaşçı
dükkanının sigortasını söndürdüm ki yağmalanmasın”. Ve o sabah ki manzara, Niko bakkalın
buzdolabı vardı eski altında ve üstünde kapısı olan dışarıya atılmış, bütün
yiyecekler sokaklara atılmış onlar kaldırım taşlarıyla taşlanmış. Sokakta
misket buldu ablam misketi alayım derken ayağının topuğu takıldı ve topuğu
çıktı. Annem “bak haram aldın da ondan çıktı” dedi. Hatırladığım bunlar Eylül
olayında. A1-1 (E, 64, K)
Yedikule
Aya
Konstantin kilisesine girdiler, bizim evin tam karşısında, Yedikule’de. Bir
bidon benzin aldılar ve döktüler. Yedikule’de korkunç bir şeydi. Roma yanıyor.
Kiliseleri yaktılar. Despotların mezarlarını açtılar... mermerleri açtılar... afedersin ne arıyorsun mezarda?
Neler yaptılar... benim bunları gözüm gördüğü zaman 17 yaşında
delikanlıydım ondan sonra askere gittim. Bir gün evvelde Rumların evini
tebeşirle işaretlemişlerdi. İkinci gün tabi patladı bu iş. Dememe kalmadı 20
dak. sonra jeeplerle, kamyonetlerle çapulcular çarıklarla, Bulgarlar geldi.
valla diken diken oluyor vücudum hala... dilim korkudan yapışmıştı,
tüküremiyordum. İndikleri zaman Aya Constantin kilisesine girdiler, bizim evin
tam karşısında. Bir bidon benzin
aldılar ve döktüler. Biz de gençtik o kalabalığın içinde girdik içeri.
Hüviyette soruyorlardı. Pedro Burci yazdığı için ismi çıkartamıyorlardı. Başladı yanmaya, çatı düşecek,
nasıl kurtulucaz? Kızkardeşim de aynı zamanda sezaryenle evde yatıyor, doğum
yaptı, evde yatıyordu. Bizi Süleyman beyler kurtardı. Onikiden sonra örf-i
idare ama duman ettiler zaten. Menderes’in kabahati. Menderes sebep oldu,
engelleyebilirdi. İstanbul bitti, yandı. Ne ararsan
var yerlerde. Ondan sonra her taraf yandı, bitti. Çapulcular abimin evine
girdiler, evinde ne varsa ne yoksa hepsini kırdılar. Antika şeyler...
ayakkabıları çıkardılar yeni ayakkabı giydiler. Derken kızım, yanıyor... şimdi
ne yapıcaz dedik? Babanem 85 yaşında, kızkardeşim yatakta. Kıvılcım sıçrasa
evde yanıcak. Allahtan Mehmet hemen geldi, üst teğmendi, herkesi toparladık ve
kalas koyduk kapılara. Harp gibiydi, bak diken diken oluyor vücudum. Kalasları
koyuyoruz, bunlar 10 kişi filan. Biz şalteri indirdik, simsiyah oldu içerisi.
Büyük kardeşim, benden 2 yaş büyüktü Niko, o zaman lakerda keserdik bıçaklar
vardı. Dediler ablalarınıza kötülük yapacaklar. Ama nasıl
çapulcuuu... fazla uzatırsam romandır bu. Yukarda
da ikonalar vardı, 8 odalı evlerdi. Eski ikonalar vardı. Kandili de yakardı
annem. Bir kapıdan giriyorlar,
bahçeden dönüp arka kapıdan çıkıyorlardı. Daha evvelinde, ablam çıkıyor
eniştemle, bunlar kamyonla iniyorlar. Bulgar muhacirleri vardı “şerefsizler
bize neler yaptınız gavurlar hepinizi
kesicez” diyorlardı. Ablam Türk bayrağını
aldı koydu “gel ulan vur delikanlıysan” dedi. Kapıştık, birer
yumruk biz de yedik. Ucuz kurtulduk. Ablam “Türkler bu hareketleri yapmaz”
dedi. Eniştemi de perişan ettiler, 20 kişi saldırdı bize. B1-18 (R, 67, E)
Haydarpaşa
Ananemi
hatırlıyorum tabi. Sessiz bir kadındı. Anlat anane derdim, “ben bilmiyorum
kızım, ben buraya geldim kapandım” derdi. Dayılarım mesela 6-7 Eylül’ü
anlatırlardı. Burla fabrikasında iyi ustalardandılar. Onlar anlatırdı. Mesela
annem Kadıköy’de Misak-ı
Milli
sokağı var, orda oturuyorlardı, 3
katlı bir bina idi. Hatta ben bir kaç sene evvel gittim buldum. Ben orda doğmuşum. Küçük kardeşim Haydarpaşa’daki evde doğmuş. O zaman evler sefertası gibiydi. Alt kattada Rum
bir kadın oturuyordu, eşi Türk polisti. Gece tabiki oldu olay, annem ne oluyor derken yukarı çıkmış saldırganlar, kadın
da Türk bayrağını çıkarmış ve korumuş
annemleri. Yoksa bizimkiler kesin kurtulamazdı. Sabah bakmışlar pencereden
bütün kumaşlar bütün bakkal malzemeleri sokaklardaymış. Annem anlatırdı
detaylı, babam istemiyordu anlatmıyordu “olmuş geçmiş” derdi. Sonra ananem,
eski evlerde şeyler vardı... çeyiz konulan sandıklar vardı, ananemler
sandıkların içinde saklanmış. Ananemlerin evi meydandaymış ve hep Rumlar
otururmuş. Çok Müslümanlar korumuşlar Rumları. Ananem anlatırdı “komşular bizi
çok korudu” diye. Onu dayılarım da söylüyordu. Dayılarım ertesi sabah olaylar
durulunca karşıya geçmek için vapura binmişler. Hali hazırda öbür günde devam
ediyormuş olay. Dayılarım çok güzel Türkçe konuşuyorlardı. İki kişi gelmiş
yanlarına, “abi hadi karşıya geçiyoruz orayı yıkıcaz şimdi demişler”.
Anlamamışlar Rum olduğunu dayımın. Dayılarım da “Beyoğlu’na gidicez biz de”
deyip numara yapmış. Annem bayağı korkmuş. Annemlerin evinin yanında Yahudi
sinagogu varmış oraya da saldırmışlar. B1-8 (R, 59, K)
Çengelköy
6-7
Eylül’de bizi bir aile kurtarmıştı. Kiliseden çanı indirip denize atmışlardı.
Bizim evin bahçesine gelinceye kadar iki büyük oğlan evin bahçesinin kapısında
duruyorlar, bir tanesinde silah da vardı. Kimsenin
girmesine bahçenin müsade etmemişler. Bizim ev kiliseye
15 dk. yürüyüş mesafesindeydi.
Hangi ev Rum olduğu hepsi biliniyordu, teker teker adresleriyle. “Biz girelim
sadece eşyalarını kırıcaz demişler”, büyük abi silahla korkutup kaçırtmış
bunları. Bizim eve böylece girmediler. Biz evin içinde beş buçuk atıyorduk.
Ertesi günü ortaya çıkınca olaylar, babamın bir arkadaşının, Yorgo bey, evine girmişler
kayınvalideyi darp etmişler, 80 yaşında kadın, daha bir çok tanıdığın evlerine
girmişler, evleri darma duman
etmişler. Hangi evlere girileceği belliydi. O zamanlar söylenene göre Kuleli
Askeri Lise’nin subayları da bu olaylara katılmış. Gece yarısı örfi idare ilan
edilince okullarına dönüp üniformalarını giyip bu sefer olayları durdurmaya
çalışmışlar. Bu olaylar iki gün sürdü. 7’sinde de askeri yönetime rağmen
olaylar olmuş. İkinci geceyi de biz Beylerbeyi’nde yaşayan babamın arkadaşı
Necip beyin evinde geçirdik. Salonda bize yer yatağı hazırlandı. Annem ben
babam yanyana yattık. Necip bey babamı uyarmış önceden. Fakat 2-3 gün sonra babamın dükkana gittik, mahallede
kaç tane dükkanı varsa hepsi pertti.
Hükümet tanzim edeceğine dair şey
yaptı o yüzden de çok fazla giden olmadı. Göçü geciktirdi bu hareket. Ama pek
çok kişi güvenini kaybetti Türkiye’ye. Fırsatını bulunca göç etmek için planlar
kurmaya başladı. O devirde Amerika’ya gidenler de oldu, bir iki sene içinde.
Burada hiçbir şeyimiz kalmadı filan tamam bir tazminat alalım gidelim diyen çok
oldu. O tarihten sonra pek çok kişinin kafasında burası tekin yer olmaktan
çıktı. B1-13 (R, 63, E)
Adalar / Büyükada
6-7 Eylül
mesela Ada’da baya olaylar oldu. Adamlar Karamürsel’den gelmişti. İstanbul’daki
gibi işaretler yoktu, meşhur Façyo lokantası vardı ,“onu kırın, kiliseyi kırın”
diye bağırıyorlardı. Gelenler hep dışardandı. Haa Adalıların katkısı yok muydu,
vardı tabi. Ben yukardaydım ama gene de bizi kurtaran,
Bolu’lu vardı, onun lokantası vardı arabacıların
orda, o kurtarmıştı bizi. Rahmetli babam pencereyi açıp bayrak takmıştı. Bolulu
gelmişti beyaz fanilası ve donuyla hatırlıyorum “burası Türk mahallesi, gidin”
demişti. Ben 7 yaşındaydım. Hatta bağırıyorlardı, sesler filan hepsi geliyordu.
Ben hatta hatırlıyorum “ben Atatürk çocuğu diye” bağırmışım. Ama İstanbul kadar
zaiyat olmadı tabi. O kadar vahşet olmadı ama oldu. B1, 16 (R, 68, E)
Bir Ali
vardı o koşa koşa bize geldi “çocukları topla usta geliyorlar” dedi, babam da
“benim evime kimse giremez” dedi. “Ben dört sene askerlik yaptım ben Türklerden
Türküm” dedi. Geldikleri gibi, Salı akşamı oldu bu, he Salı akşamı bir Yunan
tiyatrosu geliyordu, şimdiki Yıldızlar Belediye
Gazinosu’nda. Köşede dükkanlar vardı ya onların
hepsi içeri doğru büyük bir salondu. Her Salı akşamı
babam bizi alırdı tiyatro seyretmeye götürürdü. Salı hazırlandık erkenden ne
giyecez diye. Geldi Olga (arkadaşı), “Barba Koço (barba Rumca dede demek)
inmeyin aşağıya büyük bir patırtı var” dedi. Ormanın önünde Expres gazete
koydular bütün Rumlara küfrediyorlar dedi. Babam “ne olucak ya” dedi. Neyse biz
giyindik, Niko (kardeşi) olsa olsa 8-9 yaşındaydı. Çirozdu, beyaz bir don
simsiyah yanmış, annem giydirdi şortları, gidiyoruz ama yol uzadı sanki.
Sopalarla çıkan adamları görüyoruz.
Eşi: B1-19
(65-R-E): karşıdan geliyorlardı motorlarla. Milli serveti yıktılar. O zaman
buzdolabı yoktu Türkiye’de.
Tam saat
kulesine geldik bir Mustafa vardı onun fırını vardı geldi babamın yanına,
“kalfa yıkıyorlar tiyatroyu, bu akşam çok kötü, al çocukları eve git” dedi. Babam ilerledi
baktı hakikaten felaket durum var,
arabaya bindik ama araba ilerlemiyor. Eve geldik, babanem de halamla evdeydi.
Halam 102 yaşında öldü. Babam “Angelici yıkıyorlar” dedi. Telli radyomuz vardı
ordan dinlerdik, Pier marka. Mimarımızın evini yapınca babama hediye etmişti.
Babam da “üç sene çalıştım bu radyoyu aldım, ölürsem de atmayacaksınız” derdi.
Halam ordan işitmiş haberleri. Bu odada iki divan vardı,
ben kardeşimle yatıyorum, babanem tek kişilikte yatıyor. Burda (işaret ediyor) annem
babam, küçük odada da halam yatıyor. Bir patırtı bir gürültü... hava o kadar
açıktı ki İstanbul’daki yangını görüyorsun. “Ben gidiyorum Vasi beylere baba”
dedim. Vasi bey Ankara’daydı, bir evlatlıkları vardı Fatma hanım. Ve tembih
ederdi Fatma hanıma 12’den sonra kimseye kapı açmayacaksın derdi. Ve açmadı
kadın kapıyı ben de geri döndüm. Çok iyi bir kadın ama haberi yoktu heralde
olaylardan. Bu sefer geliyor Ali, “al çocukları git” dedi. Ali Niko’yu sırtına
aldı sonra babanemi aldı sırtına, babanem de 86 yaşında, Salih beylerin
hizmetçi odasına koydu hepimizi. Ne para ne birşey evi kapattık çıktık canımızı kurtarmak için. Hepimiz sırayla
tuvalete girip çıkıyoruz. Salih bey nur içinde yatsın elinde de iki silah.
Babam “gidecez gidecez” diye söylenmeye başladı. Babam alırdı kömürünü
sıralardı kış için, iki tane büyük bidonda gaz. O tahraların kömürlerin üstüne
gazı döktüler ve cam pencereler kapıları taşlarla yıktılar evi. Biz olsak
ölmüştük. Tam yangın koyacaklar Salih bey balkona çıktı “yangın çıkartırsanız
vururum sizi” dedi ve o sırada örf-i idare... bütün bu yollar beyaz askerlerle
doldu. Arıyoruz heyecandan bayrakları bulamıyoruz bu sefer zavallı halam...
Musevi bir eczane vardı, İş Bankası’nın yanında iskelede, ayakkabıdan tut çorap
don külot kumaş herşey vardı; hemen halam kırmızı beyaz keten aldı, ama bayrağı
da dikkatli dikmek lazım. Halamla ikimiz eller titreye titreye diktik. Bir de
kusursuz olması lazım. Adanın halkı gösteriyordu evleri. Façyo restaurant ve
bizim ev zarar gördü. Başka Rum evi zarar görmedi. B1-18 (R, 65, K)
Sabah
inzibatlar geçti. Bütün kiliseler yağma oldu. Bütün mukaddes şeyler bahçede
yakıldı. Ben hatırlıyorum. Korkmadım. Yani korktum tabi ama büyükler daha
sıkıntılıydı. Babam hiç konusmadı yalnız “ben evi yaparım” dedi. Boşver diyordu
annesine, yaparım diyordu. Bu olaylarda bir gerginlik oluyordu. Sanki biz
yapıyoruz gibi. Kıbrıs’taki Rum yapıyor, Türkiye’deki Rumun ne kabahati var?
Bir kere Türkiye Rumu senin vatandaşın. Kıbrıs’taki Rum Yunan Rumu,
Türkiye’deki bu camlarını kırdığın Rum senin vatandaşın, Türk tebaalıdır. Aynı
pasaportu taşıyorsun ve beraber askerlik yapıyorsunuz. Orduda hiçbir ayrım
olmadan Mehmet neyse Niko da odur. Mehmet’e
ne silah teslim ediliyorsa Niko’da
öyle. Buna rağmen sen
koruyacağına oturdun ayrı dinden diye kırdın yıktın... düşün Kiliseye inzibat
kontrolünün altında gidiyorduk. Fakat tabi kiliselerin tamiratı için devlet çok büyük para
harcadı ve Menderes’in 6-7 Eylül
davası ile ilgili idam kararı çıktı. Kiliselerin o mukaddes ikonalar o Çınar
meydanında... mezarlarda ölüleri çıkardılar sürüklediler, altın dişlerini
aldılar... ama babam buna rağmen gitmedi. Halam okumuş olduğu için, Matmazel
Angeliki, Fransızca-İngilizce öğretmeniydi, halam da Türkiye’yi çok seviyor,
Yunanistan’a hiç gitmek istemiyordu. Babam hiç unutmuyorum “bu gibi şeyler
bütün memleketlerde olur” demişti. Babam 6-7 Eylül’den sonra yaptı yeni evi.
B1-3 (R, 67, E)
Adalar / Heybeliada
6-7
Eylül’de ben 11-12 yaşındaydım. Uuuu... evde olmadı, biz yazlıktaydık, Adadaydık (Heybeliada). Büyükada’ya girdiler, Burgaz’a gelmediler.
Kendi karakolları mani oldu, sokmadılar. Oturduğumuz evden deniz gözükürdü,
karşıdan gece yarısı motorlar gelmeye başladı. Hiç görülmüş birşey değildi.
Çünkü o zamanlar son vapur saat ondaydı. O motorlar yaklaştığı sırada Bahriye
asker çıkardı. Daha örf-i idare başlamamıştı. Sokaklar asker dolmaya başladı.
Akşam benim babam belli saatte gidip dönen çok prensipli bir insandı. Her zamankinden iki vapur evvel
geldi. Annem çok büyük bir merakla sorunca babam, “valla İstanbul’da işler çok
karışık ben de geldim” dedi. Bizim ilk ev Heybeli’deydi, ahşap bir evdi. Biz
orta katta otururduk, devasa bir ahşap evdi, teyzemlerle beraber yaşardık.
Caddenin köşe başındaydık. Yolun karşısında da büyük bir arsa vardı. Bir sürü
inşaat işçisi güruh oldu patırtı gürültü var. 10 gibi akşam ordan çıktılar
ellerinde şöyle sopalar bir üst yoldan bağıra çağıra yola indiler, camlara
taşlar fırlatıyorlar. Bütün dertleri “Kıbrıs Türk olucak”. Tabi bizimkiler de korku binbeşyüz. Evde çalışan bir hanım var köylü, genç bir kızdı, “abla bizi saklayın bunlar evlere
girip tecavüz eder” diye feryat figan bağırmaya başladı kız. Öylesine korkmuş.
Bizde aptal bir cesaret... ama toplanmışız, yatmak filan yok. Karşıdan gelen
motorları görüyoruz. Bir iki saat sonra askeriye çıktı. Sabah babam ilk motorla
gitti şehre. Dört beş saat sonra döndü Ada’ya. Taksimden yola çıktı bu
insanlar, hazırlıklı çıktılar, sopalar filan ellerinde... İstiklal caddesi,
Bankalar Caddesi, köprüyü geçtiler, Karaköy Eminönü Kapalıçarşı Mahmutpaşa
filan... dükkanları kovuk şekline sokarcasına, ne mal varsa, kumaş topunu tuta
tuta gittiler. Mücevherleri doldurup gittiler. Beyaz eşyaları sokağa çıkarıp
yaktılar. İstanbul’u tahrip ettiler ya. O örf-i idareyi ilan edince olayın bir
katliama dönüşmesine mani oldular. Onlar teşvik etti ve iş kontrolden çıktı.
İnsanlar arası şeyin nasıl kaybolmadığını... benim babamın Yüksekkaldırım’da
bir gözlükçü dükkanı vardı. İnerken İstiklal’den bir miktar insan Bankalar
caddesine, bir miktarda Karaköy’e indi. Benim babamın dükkanına kimse girmedi,
çünkü mahallede çok sevilen bir insandı. Bir tarafında bir
bakkal diğer tarafta Müslüman bir
fırın vardı. Onu bile yıktılar! Bakkal Rumdu, onu paramparça ettiler. Babamın
dükkanına kimse el sürmedi. Çünkü babamı çok severlerdi. Çok yardımsever bir
insandı. Kepenklere bir taş bile atılmamış. C1-18 (Y, 64, K)
Kişisel deneyim ve kolektif bellek ile biriktirilen
anıların aktarıldığı yukarıdaki anlatılarda bazı ortak noktalar özellikle
dikkati çekmektedir. Birincisi, birçok gayrimüslim evlerine Türk bayrağı
asarak, evde bayrak bulamadıkları zaman ise kırmızı-beyaz kumaşları birleştirip
bayrak dikerek saldırılardan zarar görmeden kurtulmaya çalışmışlardır. Bayrak
burada “yapışkan gösterge”dir. Bizden yani
öteki değilin göstergesi konumundadır
(Ahmed, 2004:97). Bayrak göstergesi “birliktelik” anlayışını sergilemektedir.
Evlere Türk bayrağı asılması yoluyla evler ulusun sembolik alanı haline
getirilerek öteki olmaktan kurtulmaya
çalışılmaktadır. 6-7 Eylül’de üç
cemaatin kolektif belleğine yerleşen bir diğer ortak hissediş ise
saldırganların önüne siper olan, apartmanın önüne Türk bayrağı asan veya
komşularını evlerinde saklayan “kurtarıcı
Türk komşu” ile ilgilidir. Ancak bu kurtarıcı komşuların tanıdıkları gayrimüslüm komşusunu korurken, tanımadıklarını öteki olarak düşmanlaştırmaları da aynı kolektif hafızada yer etmiştir.
Adornu’nun belirttiği gibi, önyargılı öznenin zihniyetinin, iç grupla dış grup
arasındaki katı karşıtlık çerçevesinde düşünmeyle belirlendiği saptanmıştır. Bu
klişede, bu ikilik dış grupların kendilerine ya da en azından belli bir dış gruba yansıtılır. “İki tür” klişesi,
önyargılı kişinin kendi içindeki karşıt eğilimler arasında kurulan bir uzlaşma
olarak görülmelidir (2011:28, 51). Bu durumda, “iyi” dış grup üyeleri öznenin
kişisel olarak tanıdığı insanlar, “kötü”lerse daha büyük bir toplumsal mesafede
bulunan insanlardır. 6-7 Eylül’ün kolektif hafızada yerleştirdiği bir diğer
olgu ise Türkiye’nin dış politikasında gayrimüslim azınlıkların rehine gibi
araçsallaştırabileceğidir. Bir görüşmeci “Kıbrıs’taki
Rum yapıyor, Türkiye’deki Rumun ne kabahati var?” sözleri ile Türkiye’nin
dış politikasını iç politikada araçsallaştırması sonucu gayrimüslimlerin kendi
ülkelerinde kendilerini “rehine” gibi hissettiklerine işaret etmektedir.
Yukarıdaki anlatılan anılarda görüldüğü gibi Rum
Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin kolektif belleğinde 6-7 Eylül Olayları ile
ilgili olarak öne çıkan yerleşik duygu da ortaktır. Olaylar üç cemaat içinde
kırgınlık, güvensizlik, korku ve dış politikada koz olarak kullanılabilme
ihtimalini kolektif belleğe yerleştirmiştir. 1955’den sonra özellikle Rum
cemaati daha kendi içine kapalı, çekingen ve buruk bir toplum haline gelmiştir.
Bu yağmalama ve saldırılarla sanki sadece
gayrimüslimler ve onların evleri, işyerleri değil, gayrimüslimlerin kent
mekanındaki izleri, geçmişleri, kutsalları da silinmek istenmiştir. Olayların
akabinde güvenlik sebebiyle kent mekanında parçalanma yaşanmıştır. Şehrin
Ortaköy, Yeşilköy, Kadıköy, Çengelköy, Beykoz, Samatya gibi belli semtlerinden
gayrimüslimlerin toplu halde yaşadığı şehir içine doğru, Kurtuluş, Şişli,
Feriköy gibi, göçler yoğunlaşmıştır.292 Buna karşın, 6-7 Eylül
1955’den sonra yurtdışına, 1964 zorunlu göçünde olduğu gibi, toplu bir göç
gerçekleşmemiştir. Rum Liselerinde uzun yıllar müdürlük yapmış iki erkek
görüşmeci de nüfus sayısında bir azalma yaşanmadığını tam tersine sonraki
yıllarda öğrenci sayısında artış yaşandığını belirtmişlerdir. Yoğun bir göç
akımının olmamasın da Türk
Devleti’nin olaylardan dolayı maddi zarara uğrayanlara bir kısım tazminat
ödemesi, o sırada Yunanistan’ın siyasi ve ekonomik kriz içinde bulunmasından
dolayı cazip bir ülke olmaması ve doğdukları topraklara olan aidiyetleri ve
bağlılıkları etkili olmuştur. Rum cemaati nüfusuna esas darbeyi 1964 zorunlu
göçü vurmuştur. Buna rağmen 63 yaşındaki Y.’nin (R, 63, E) ifadesiyle 6-7
Eylül’den sonra “Türkiye tekin yer
olmaktan çıkmıştır”.
2.2.3. Üç Cemaatin Kolektif Belleğinde Kozmopolit İstanbul: Şimdi fenerle arıyorsun!
Belirli bir
görüntünün hatırası, belirli bir anın özleminden ibarettir; ve evler, yollar,
caddeler de, heyhat, seneler gibi uçup giderler. (Marcel Proust, 2009 )
Kolektif bellekte travmalar kadar geçmiş mutlu günlere
duyulan özlem, nostalji de güçlü bir yer tutar. Bellek çalışmalarında, kişinin
terkettiği yerin anısının çoğu zaman kaybedilen ilişkilerin, bolluğun anısı
olduğu, tüm bunların da nostalji kavramıyla açıklanan keder verici ve hayali
bellek tarafından kurulduğu tespit edilmiştir (Özyürek, 2011:133). Svetlana
Boym (2009:15-6) nostaljiyi şöyle tanımlamaktadır:
Nostalji,
nostos (eve dönüş) ve algia (özlem), nostalgia, artık var olmayan veya hiç var olmamış bir eve duyulan özlemdir.
Parçalanmış bir dünyada sürekliliğe duyulan bir özlem vardır. İlk bakışta
nostalji bir mekan özlemidir, ama aslında farklı bir zamana (çocukluk zamanımıza) duyulan hasrettir; geçmişin gerçekleşmemiş düşlerine duyulan
292 Bu konuya
detaylı olarak Bölüm 3.4.2.’de değinilmektedir.
özlem.... Daha geniş anlamda, nostalji,
modern zaman fikrine,
tarih ve ilerlemenin zamanına
karşı bir isyandır.
Neden İstanbul hep “nerede o eski İstanbul, Beyoğlu,
Adalar” parantezinde anılmaktadır? Birinci ve ikinci kuşak Rum, Yahudi
Ermenilerin belleğinde İstanbul’un eski günlerine duyulan nostaljik özlem
hakimdir. Bu eskinin içinde gayrimüslim nüfusun daha kalabalık olduğu,
Anadolu’dan göçlerle henüz dolmamış, daha batılı, modern, daha nezih günler yer almaktadır. Anlatılarda
geçmişe, kaybedilmiş zamana, erişilemiyecek bir uygarlık simgesi olarak idealize
edilen Pera’ya (Bali, 2015b:135) duyulan nostalji halkimdir. İstanbul’un
gayrimüslimleri 60’lardan itibaren “varoşlar”ın İstanbul’u kuşatması ve
gayrimüslimlerin kenti terk etmek zorunda kalması karşısında artık mazi olmuş
daha “medeni ve batılı” bir hayat tarzının temsilcileri olan gayrimüslimleri ve
dönemin İstanbul’unu satır aralarında sürekli tekrarladıkları “değişti... çok değişti” sözleriyle
özlemle ve hüzünle anmakta, köyden gelenlerin şehri taşrallaştırdığını ima
etmektedirler.
Bu söylem günümüzde eski İstanbul kavramının özellikle bu cemaatlerle
özdeşleştirildiğini göstermektedir. Gayrimüslimler için eski İstanbul bir kültür ve yaşam tarzını işaret etmektedir.
İstanbullu olmak bir ayrıcalık olarak ifade edilmektedir. Görüşmeciler
İstanbul’un eski sakinlerini, gayrimüslimler ve Cumhuriyet’in ortasınıf
Müslüman burjuvazisi, seçkinci kentliler olarak tarif etmektedirler. Toplumun
bu iki kesimini birleştiren ise kültürel-sınıfsal birlikteliktir.
Gayrimüslimler, Cumhuriyet’in yeni elitleri ile kendilerini sınıfsal ve
kültürel açılardan yakın hissetmektedirler. 19. Yüzyılın sonlarından itibaren
Yahudi, Ermeni ve Rum kültürleriyle harmanlanmış, kozmopolit Beyoğlu’nu,
Taksim’i, Büyükada’yı, Burgazada’yı sanki dün yaşanmaşçasına bir netlikte
belleklerindeki zengin ayrıntılarla aktarmaktadırlar. Bu hatıralar aynı zamanda
gayrimüslim cemaatlerin kentteki sınıf dinamikleri ve cemaatlerin kendi
aralarındaki sosyal ilişkileri hakkında da ipuçları barındırmaktadır.
Mills’in de belirttiği gibi, diğer taraftan
İstanbul’daki azınlık kültürlerine duyulan bu nostaljik vurgu, genelde şehrin
ağırlıklı olarak Türk olan imgelemini belirtmeye çalışan bir ötekileştirme
biçimidir. Nostalji, anılardan aktarıldığı gibi, mahalledeki etnik gruplar
arasındaki toplumsal hayatın uyumlu birlikteliğini, paylaşılan bayramları, ev
ziyaretlerini, sokak arkadaşlıklarını öne çıkartarak, ayrımları, dışlanmaları ortadan kaldırmaktadır.
Kozmopolitizme duyulan nostalji,
farklılığın ortadan kaldırılmasını destekleyerek, azınlıkları eksiksiz bir
kolektife dönüştürmektedir (2014:299).
Hayatım
burada Gezi’de geçti. Ama Gezi o kadar güzel bir Gezi ki, kolalı elbiseler,
dadılar, böyle gravatlı... o zaman zaten Fransa’nın modaevi gibiydi, Beyoğlu da
öyleydi, Gezi’de öyleydi (1950’ler). Giyime, görüntüye, saygıya çok önem
verilirdi. Ceylan’ın orası çok güzel gazinoydu. Öğleden sonra bir saatte bir
orkestra gelir klasik müzik çalardı. Ön tarafta da belediyenin bahçesi vardı.
Aşağıda da belediyenin binası vardı, balolar düzenlenirdi. Arkada da Celal
Şahin vardı “tralalalallaaa”, trapez vardı, akerdeon vardı. Orda otururduk
babamla. Birtanem, babam eski İstanbul’u çok güzel anlatır. Pazartesi günleri
babamın ödeme günüydü. Sirkeci’de şimdi sanayi odası var, oralarda ödemelerini
yapardı ve derdi ki “Eminönü’ne indiğim vakit hiçbir zaman dolmuşa binmeyi hissetmiyorum” derdi. “Yaniii gel” bir Rum
arkadaşı, bir noktaya kadar
gidiyordum ödeme mi yapıyordum, “Yaniiii gel” heryerde vardı ve dolmuşa nadiren
binerdim derdi. Şimdi fenerle arıyorsun. Mesela bir mahallede yaşıyorsun ve o
mahallede 15-20 aile ile sıkı fıkısın. Zamanla o ailelerin onu başka bir yere
taşınıyor. Onun yerine başkası geliyor dersin “ahhh Özgür’’ün yerini kimse
dolduramaz” dersin, olay bu işte, basit. Nasıldı o zaman? Bir defa bir Pazar günü kilise olayı
vardı. Bizim için önemliydi çok. Adadan
başlayayım. Adaya gidiceğin vakit gardrobunu hazırlardın.
10-12 elbiseden aşağı olmazdı, şık şık. Çünkü altıdan sonra Mösyö’ler gelicek
İstanbul’dan, ben çok yaşamadım çalıştığım için ama görüyordum, restoranta
gitsinler... günün önemi hissedilerek yaşanıyordu o zaman. Sevgili gelecek veya
baba gelecek, anneyle çocuklar şık şık sahilde gazino var ya kahve ve çay
içilirdi. Anne orda oturur çocuklar babayı bekler veya nişanlıyı bekler ama
herkes tiril tiril giyinmiş kuşanmış. Sonra herkes evine gider. Sabahleyin
denizine gidecek evinin temizliğini yapacak şudur budur... bütün evler bu
tempoda yürürdü. 15 Ağustos Meryem Ana’nın günü bütün evler temizlenilecek
edilecek, kiliseye gidilecek onu görürsün bunu görürsün. Kilise bir buluşma
yeriydi. Yani bir kültür merkezi gibi. Ama bugün kalmadı ayrı fasıl. Pazar günü
20 kişi bile olmuyoruz. Her Pazar gitmem ama gittiğim vakit eskiden gittiğim
gibi giderim. O Beyoğlu’na çıkmanı isterdim o zaman. St. Antuan, Meryem Ana
kilisesi, Santa Maria, ayin biter herkes tiril tiril İstiklal’de. Atlantik diye
sandwich yeri vardı, bira ve sandwich. Lale sinemasının yanı meşrubatçı vardı, Pınar. Balyan vardı, profiterol vardı
İnci. Vardı da vardı... O sinemalar Pazar günü oooo... sevgililer vardı aşıklar
vardı. Bütün aileler kilisede buluşurdu. Şık bir kültür merkeziydi. Beyoğlu
gıcır gıcırdı. Fransa’da bile bu düzeni göremezdin. Olayımız buydu. B1-7 (R,
69, K)
Yazın
öğlenden sonra bütün kadınlar süslenip çocuklarını da süsleyip kocalarını
karşılamaya vapura iniyorlardı (Büyükada, 1960’lar). Museviler de vardı. Pastanede oturup
tatlılarını yiyip evlerine dönüyorlardı. Her gün ayrı bir elbise giyilirdi.
Sabah başka akşamüstü başka, gece başka giyinilirdi. Üst sınıfa ait Rumlar
dışarı çıkmazlardı. Nizam’da ve
Maden’deki köşklerde otururlardı. Bankacılar, fabrikatörler vardı. Bunlar
1930’lardan itibaren yavaş yavaş terk etmeye başladı ülkeyi. Bir de Eylül
ayında Anadolu Kulübü’nde balo
yapıyorlardı. Bizde küçük çocuklar beklerdik önünde, parfüm kokan kabarık balo
entarileri giymiş kadınları seyrederdik. Karnaval gibi bir balo oluyordu.
Sadece Kulübe azalar katılabiliyordu. B1-10 (R, 64, K)
Yazın çok
güzel geçerdi. Yazın Kınalı’nın tepesinde manastır var. 1942 senesinden 52
senesine kadar o adaya gittik. Çok güzel bir çocukluğum geçti orada. Orası
Patrikhaneye aitti. Cüzi bir miktar Rum ailelerine kiralardı. Sanırım 30-40
aileydi. Hep çocuklar vardı benim yaşlarımda. Tam bir ada, köy havası vardı.
Medeniyetten uzak ama çok mutluyduk. Elektrik yoktu, terkos yoktu, orda sarnıç
vardı. Her aileye günde bir teneke iki teneke su verilirdi. İçme suyunda
damacanayla aşağıda bakkaldan alınırdı. Gaz lambaları vardı. Gaz ocakları
vardı. Sabah kahvaltısını yaptık mı pırrr kaçardık oynamaya giderdik. Kendi
icat ettiğimiz oyunları mesela saklambaç, kovalamaca, yüksek kovalamaca, tape,
dokuz taş, beş taş, ortada sıçan vardı... bu gibi top oynardık. O zamanda harp
yılları top filan nerden bulucaksınız? Kağıtları gazeteleri toparlardık onları
iple bağlardık, portakaldan biraz daha büyük bir top olurdu. Öğle vakti
evimizde yemek yer istirahat ederdik. 1-4 arası çıkmak diye bir şey yoktu. Baş
rahip bize yasak etmişti. Ben uyumazdım. Canım sıkılırdı ama dört oldu mu
elimizde bir dilim ekmek tereyağ reçel dışarı çıkar oynamaya devam ederdik.
Akşam gelince babalarımız gelicek. Manastırdan aşağı bir yol ayrımı vardı orda
beklerdik babalarımızı. Şimdi Adayı tanıyamıyorum. Herkes babasının kolundan
tutup yukarı çıkardı. Yorgun argın yemek yerdik. Leğen içine annem sıcak su
kordu, omzumuzdan tutup “kaldır ayağını” diyip yıkardı bizi. Ondan sonra
yatardık. Agustos böceklerinin sesini hiç unutmam. Yüzmeyi o adada öğrendim
arka tarafında. Ufacık ayaklarımızla koşa koşa denize atlardık. 6-7
yaşındaydım. İlk Ada’ya gittiğimizde her mevsim, okullar kapandığı zaman,
çirozlar vardı o zamanlar. O büyük plaj çiroz kokardı. B1-4 (R, 72, E)
O zaman
(1940-50’lerde) Beyoğlu’na
inmek de bir başkaydı Beyoğlu’nun kendine has
müşterisi vardı. Saat beş çayları
Tokatlıyan, Markizler, Rejans... ben Degastusyon Pasajı’nda çalışırdım biçki dikiş
yaptığım zaman. O pasaj ne kadar güzeldi tarif edemem sana! Aşağıdan buram
buram kokular yukarıya gelirdi, insanlar birasını içerdi. Biz de erik yiyip tak
aşağı atardık (gülerek). Ordan biz yiyemezdik tabi ama karideslerin midyelerin
kokusu doyururdu zaten. Başka türlü bir hayat vardı orda. Park Otel vardı
yanında koskocaman, kilisenin malıdır o. Tokatlıyan harika bir oteldi. Çay
saatinde pastalarını yiyenler kelli felli şapkalı bastonlu adamlardı. Giyim kuşam
vardı, başka bir hava vardı. İstanbul’da çapulcu yoktu o zaman. Vakko dedi ki
pasajı o eski haline getiricem! Nerde o eski insanlar var mı ki? Her taraf bar
değildi. İlk Disco 33 açıldı Elmadağ’ında, daha yetişkin aklı başında insanlar
giderdi. Parizien vardı, böyle abuk subuk yerler yoktu ki! A1-9 (E, 82, K)
Bir ailenin
evinin içine girdigin zaman bir buzdolabı varsa, çamaşır makinası yoktu,
sucular su getirirdi (Büyükada, 1950’ler).
Zeytinyağı getiriyorlardı şişelerle “Madam geldim”
derdi bakkal, yani bakkala gitmek yoktu. Bir güzellik yani.... bambaşkaydı.
Adamız böyle değildi.... eskiden bütün dükkanlar Rum. Herkes tanıyordu seni “aa
Kalfanın kızı geliyor” derlerdi hemen. Vapurdan çıktığın annn başlardı
dedikodu. Hanımlar iskelede kocalarını beklerlerdi. Bütün iskele parfüm
kokardı... Ada’nın en güzel kızı seçilirdi, araba süslenirdi. Çok güzel kızlar
vardı, çiçek festivali yapılırdı. Muhacir arabayı süslerdi çiçekleriyle. Kız da
ortada kraliçe gibi dururdu. Güzellikler vardı. Çok değişti, herşey değişti...
B1-18 (R, 75, K)
Mesela
ananemin en büyük olayı İstiklal’e gitmekti şapkasını takıp. O zaman (1950’ler) Vakko bir tek İstiklal’de vardı. O
kumaşçılar ve düğmeciler... eve terzi gelirdi dikiş için ve gidip İstiklal’den
kumaş seçilirdi. Dolmuşa binip gidiyorduk Nişantaşı’ndan. Bazen taksiyle
dönüyorduk. Arada İnci’ye uğra, Markiz filan... Vakko’ya gidilirdi kesinlikle.
Ha şey vardı o dönem, sinema abonmanları vardı. Herkesin uygun olduğu ya Pazar
ya Çarşamba, Konak sineması çok revaçtaydı, bütün Nişantaşı ordaydı. Aileler
sezonluk alırdı ve belirli bir koltuğun olurdu. Hilton beş çayları, bu tabi
biraz üst sınıf... çok sık giderdik, Tarabya Oteli’nin beş çayı. Yemek
yediğimiz, dedemle birlikte, Yeşilköy dönemi hariç kıştan bahsediyorum... Ömür
Lokantası vardı, duruyor hala. Fidan, Filiz Tarabya’daki balıkçılar oralara
gidilirdi. Bir de Cumartesi akşamları Divan Oteli’nin restaurant bölümünde
trompet çalarlardı. Şık gidilirdi
oralara şapkalar takılırdı. Bizim cemaatin baloları
olurdu, elbise
diktirilirdi o balolar için. Ben
biraz öyle yaşadım açıkçası. Şimdiki kadar seçenek de yoktu. C1-5 (Y, 65, K)
Burgaz çok
güzeldi, nasıl anlatsam... 50’lerın sonu 60’ların başı. Cennet bahçesini
biliyor musun, Paradisos? Manastırın başladığı yer. Orası benim hala hayatımda
en çok özlediğim yer, nostaljisini çektiğim. Bak bunu pek kimse bilmez, oraya
kim çıktı şarkı söylemeye? Cem Karaca. 60’ların başında Beatles’ın
şarkılarıyla. Orası akşamları müzik olurdu, bir akerdeoncu olurdu. Sahibinin
adı Stelyo’ydu, karısı Eleni, kızı da Lukia. Oranın girişi bilirmisin? O dar
yokuşun başlangıcında bir koku gelirdi, kimyon anason ve rakının, patatesle
karışık manyak bir koku yakılırdı. Hala burnumda... o kadar güzeldi ki... Orman
restaurant vardı Büyükada’da. O kokunun çok büyük hafızası vardır.293
Paradisos’da çıkardı Karaca. Mesela Kınalı-Burgaz basket maçları olurdu, sopalı
kavgalı geçerdi hep. Burgaz Rum ağırlıklıydı, Museviler de vardı. Kınalı
o zaman da Ermeniydi. Burgaz’dan 1973 yazında
Büyükada’ya geldim. İnci pastanesi ve taverna vardı. Sana anlatmadılar mı?
Aaaa. Capri varya onun yanında
İnci pastanesi vardı,
en üst katıda teras katı,
tavernaydı. Cuma cumartesi şahane müzik yaparlardı. Nefis
bir pastaneydi, Luca vardı, sahibi.
Cumartesi-Pazar sabahları
bütün gençlik orda toplanırdık, hep dışarda masalar vardı. Çok güzel bir yerdi.
Bizim bütün gençliğimiz orda geçti. 80’e kadar vardı. Henri Vasilaki vardı,
Grek müzik yapardı. Kalıpcı Vasil vardı, sirtakiyi bir yapardı Yunanistan’da
yoktu öyle sirtaki yapan. Meşhur kalıpçı Vasil.
3-4 sene evvel öldü, buzikiyle gömdüler hatta. Oynadığı zaman herkes otururdu,
parmak uçlarında oynardı. B-1 19 (R, 64, E)
Annem çok
sıcak memleketten geldiği için Boğaz’ı çok severdi, o yüzden sayfiye olarak
Büyükdere’ye gidiyorduk. Fakat sonra akşamüstü ve sabahleyin boğaz havası bir
parça rutubetlidir onun için bronşit geçirdi. Doktor “Mösyö Fresco adalara
giderseniz daha iyi olur, en iyisi de Heybelidir” dedi. Senatoryum vardı orda.
Ben Adalıyım çünkü orda büyüdüm, evimiz vardı. Elektrik yoktu, tenekelerde odun
kömürüyle ısınırdık, sütçü gelirdi alırdı sütü ve onu kaynatırdı (1940’lar).
Su yoktu, sarnıçlardan veya kuyulardan
çıkartırdık yahut saka gelirdi.
İçme suyu Yakacık’tan gelirdi, bambaşka bir hayattı. Çünkü medeniyet
293Bellek psikolojisinde “Proust
Fenomeni” kokuların ilk anıları çağırma yetenekleri için kullanılmaya
başlanmıştır. Bazı çağrışımlar varlıklarını bellekte bir ömür boyu
sürdürebilirler. Kokular yalnızca olay ve sahneleri değil, aynı zamanda o
sırada onlarla bağlantılı olan ruh hallerini de harekete geçirir (Draaisma,
2012a:44-55). Görüntü, kokular, ses ve tatlar duyusal bir bağlam oluşturur;
“geçmiş”teki bir zamana ve mekana özgü duyumsamalar hatırlamada önem taşır
(Türker, 2015:267). Burada görüşmecinin “hala
burnumda...” diyerek kokuyu sanki dün koklamışcasına bir ruh haliyle
hatırlaması ve aktarması kokunun mekansal bir
hafızaya ait olduğuna işaret etmektedir.
daha gelmemişti. Ada cook güzeldi.
Araba yoktu orda, ama merkep vardı. Bir de Rumlar. Hepsi işçiydi. Annem...
İskenderiye’de Rumca konuşurlarmış. Annem de çok güzel Rumca konuşurdu. Ben bu
hayatı unutamam çünkü zengin olduğumuz zamandı onlar, iki hizmetçimiz vardı,
iki tane çamaşırcımız vardı. O zaman anne ve kız Rum gelirdi, akşamdan büyük
bir sandık ama tahta sandığa doldururlardı üstüne deterjan yerine... nasıl
desem... kül koyarlardı, sonra
deterjan filan çıktı. Ben dedim ki bir gün bunu niçin koyuyorsunuz, çünkü ocaktan
çıkardı kül ve tertemiz yapardı; odun alınırdı uzun kurumuş odun, “ama
göreceksin ne beyaz olcak çamaşırlar” derdi Rum kadın. İşte ben size anlatıyorum cok iptidai bir hayattı.
Evvela ki evler ahşaptı. Konaktı bizim Heybelideki ev, yukarda çamlar vardı.
Bahçıvanımız vardı, bahçemiz bir sokaktan öbürüne giderdi, güllerle kaplıydı
hep. Heybeli’de Musevi çok yoktu, Museviler daha çok Büyükada’daydı. Büyükada
seviyesi daha yüksekti. Ama annem “ben bu çocukları nasıl yıkamaya götürüp
getiricem, araba lazım” derdi. Çünkü o zaman Yörükali Plajı yoktu, Kulüp yoktu.
Fakat Heybeli’de mesafeler daha yakındı. Ve açık plajlar vardı. O zaman gidip
orda yıkanırdık. Ama ne güzeldi o merkepler o kadar eğlenirdik ki... (yüksek
sesle gülüyor). O zaman çok Türk yoktu
adalarda. Rum çok vardı. Ermeniler Kınalıada’daydı. Heybeli’de Türk vardı çünkü
senatoryum vardı. Birisi tedavi görmek için hep
gelirdi, önce erkekler vardı sonra kadınlar bölümü de yapıldı. Rumlarla çok
arkadaştık. Ayrımcılık hiç yaşamadık biz. Fakat Ermenilerle çok... yani samimi
değildik. Evvela daha az vardı... sonra biliyormusunuz onlar kiliseye
giderlerdi fakat biz derdik hayırlı seneler diye, Rumca, ama Ermenilerle yakın
değildik. C1-17 (Y, 83, K)
2.3.
Rum, Yahudi ve Ermenilerde
Cemaat-içi Kolektif Bellek ve Seçilmiş Travmaların Kuşaklararası Stratejik Aktarım:
“Dili Sessizleştirmek”
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin, ulus
devletin inşasında azınlık olarak paylaştıkları ortak travmaların yanında, her
bir cemaatin sahip oldukları iktisadi, sosyal,
kültürel ve politik konumlarına bağlı olarak yaşadıkları seçilmiş travmaları vardır. Bu nedenle her üç cemaatin kolektif
belleğinin biçimlenişinin özgün koşulları ve bu belleğin sonraki kuşaklara
aktarım farklılıkları vardır. Her bir cemaatin travmaları yaşadıklara kente
duydukları aidiyete, kültürel/dinsel kimliklerine ve sınıfsal konumlarına
yönelik tehditler, yaşadıkları kayıplar, korkular ve güven bunalımlarıyla
doğrudan ilişkilidir. Bu nedenle her bir cemaatin azınlık olarak toplumsal
inşa süreci, ulus devletin inşa sürecinde devletin
onlara
bakış açısına göre değişecektir. Devletin üç cemaate karşı aldığı ortak
ve farklı tutumlar her bir cemaatin yaşayacağı travmaları ve dolayısıyla
kolektif belleğin yüklerini farklılaştıracaktır.
Tez kapsamında Rum, Yahudi ve Ermeni cemaat mensupları ile üç kuşağı kapsayan
görüşmelerde her bir cemaatin seçilmiş
travmaları ve bu travmalarla oluşan kolektif bellekteki yükler ortaya
çıkarılmıştır. Seçilmiş travmaların cemaatin kolektif beleğinden cemaat
mensuplarının bireysel belleklerine aktarım mekanizmaları da bu nedenle
farklılıklar içermektedir.
2.3.1. Rumların Kolektif Belleğinde 1964 Sürgünü: Sınıfın yarısı gitmişti nerdeyse, içimde ukdedir hala...
Misket
çevirdiğim, topaç çevirdiğim, kuş tuttuğum, top oynadığım arkadaşlarımı
arıyordum... sabah akşam nefesimizi kokladığımız arkadaşlarımı arıyordum...
(R, 67, E)
1964 yılında İstanbul’da yaşayan Yunan uyruklu nüfusun
Kıbrıs politikasında koz olarak kullanılması sonucu sınır dışı edilmesiyle
İstanbul Rum cemaatinin nüfusunda radikal bir düşüş yaşanmıştır. Yunan
uyruklularla evli olan T.C. tabiiyetinde bulunan İstanbullu Rum Ortodokslar da
aile birliklerinin devamını sağlayabilmek için 1964 sürgün kararından kısa bir
süre sonra Yunanistan’a göç etmek zorunda kalmışlardır. 1964’den sonra da
çeşitli sebeplerden dolayı (Kıbrıs gerginliğinin kızıştığı dönemlerde yaşanan
baskılar, güvensizlik, kısmen de ekonomik sebepler) bu göç devam etmiştir.
Özellikle 1964’den 1990’lı yıllara kadar devam eden göçler sonucu şu anda
İstanbul’da yaklaşık 2.500-3.000 kişilik bir Rum nüfus kalmıştır. 1964 Sürgünü
Rum cemaatinin kolektif belleğinde, çok baskın bir travmadır. Bunun en önemli
sebebi bu göçün kendi devletleri tarafından uygulanan bir “zorunlu göç” olması
ve uygulanış şeklinin insanların onurunu kıracak bir şekilde gerçekleşmesiydi.
Her hafta gazetede isimleri çıktı mı diye kontrol ederek, kendi isimlerini
gördüklerinde de bir gecede yanlarına sadece bir valiz ve belli bir miktar para
alarak evlerini, komşularını, topraklarını terk etmek zorunda bırakılan
insanlar uzun yıllar bu kırgınlık yüzünden tekrar bu topraklara adım
atmamışlardır.
Bir kere
hudut harici ediliş tarzı akla sığmayacak kadar çirkindi. İnsanlığa sığmayan hareketlerdi.
Eline bir çanta alacaksın 20 kilodan fazla olamaz. Bütün mal mülküne el
konuldu. Bizden (aileden) giden olmadı. Sonradan normal durumda giden oldu. Eş
dost oldu tabi fakat bu gidişe birazda nedenlerini ararsak bir kere gidiyor
fakat mecbur olan gidiyor, Yunan uyruklu olan akrabası gidiyor ailesi gidiyor
evvela kendisi tabi. Gittiği yerde toparlanıyor, müsait durumu olmayan yardım
görüyor orda, fakat aile reisi gidince Türk uyruklu olan ailesi o da gitmek
mecburiyetinde kalıyor. Gidenler burda kalan arkadaşlarıyla telefonlaşıyor, mektuplaşıyor. Ada (Büyükada) boşaldı. Neden? çünkü bir yandan burdaki
feci durum sıkıntılı durum sabahtan akşama kadar küfürden başka birşey
duymuyordun, Ada ve İstanbul’da da, bir yandan itiyor seni git diye. Bir yandan
da ordaki davet gel diye. Ve sende hangisini seçicen? Mecburen kalkıp
gidiyorsun. B1-1 (R, 83, E)
Benim annemin
kuzeninin kocası Yunan
tebalıydı. Annesi ve babası da vaftiz annem
ve babamdı. Kuzenime listeyi getirirlerdi, 24 saat içinde terk edilecek
diye, her gün listeye bakarlardı babası listede mi diye. Bir sene bu sıkıntıyı
yaşadılar. Vaftiz babam yaşlı olduğu için çıkarılmadı. Bir sene bununla
yaşadılar ama. Annem mesela sorardı vaftiz anneme, telefonda şifreli
konuşurlardı “ne oldu paketten birşey çıktı mı?” diye… huzursuzluğu düşünsene! Ben 1953 doğumluyum. Ben hissediyordum
bunları ve anneme soruyordum anne ne oluyor diye... B2-28 (R, 65, K)
64’de benim
halamın kocası gönderildi. O da Yunan tebaalıydı, tabi ki halam ve çocukları da
gitti. Her aileden gidenler oldu çünkü evlilikler vardı. Meşhur bir adam vardı
şapkacı Yorgo. Aynı zamanda tiyatro ile de uğraşırdı. Karaköy’de Necati bey
caddesinde şapkacı dükkanı varmış. Adam şapkasını almış ve gitmiş... geliyor
polis bir gecede gideceksin diyor... Bizim yaşadıklarımız bellekte kaldı tabi
unutulmuyor. B1-4 (R, 72, E)
Özellikle
1964’den sonra, %50 nüfus eksilmesi oldu. Bizden annemin kızkardeşi gitti çünkü
kocası Yunan tebaalıydı. 24 saat içinde valizini aldılar gittiler. 1964’de tabi
tamamen bu demografi değişmeye başladı ve 1974’de tamamen değişti. Bugün artık
böyle bir konudan bahsedemeyiz. En iyi tahminle 3000 diyelim nüfus. 1964’de
İstanbul’da sürgünleri yaşadım. Burda insanlar Tepebaşı’ndan ellerinde bir
çanta bir gecede evlerini, bütün varlıklarını bırakıp, gitmek zorunda kaldılar.
Benim akrabalarım da vardı. B1-5 (R, 65, E)
Son on yılda kamusal alanda konuşulmaya, tartışılmaya
başlanan 1964 Sürgünü genellikle gidenler üzerinden yürütülmektedir. Görüşmeler
sırasında tespit edilen en dikkat çekici noktalarından biri de gidenler kadar
geride kalanların da bu travmayı nasıl yaşadıkları olmuştur. 1964 Sürgünü
sırasında çocuk olanların çok küçük yaşta olmalarına rağmen, mahalle
arkadaşlarını, sınıf arkadaşlarını, kız arkadaşlarını bir gecede kaybetmeleri
ileriki yıllarda ortaya çıkacak şekilde bu durumu bir travma olarak
yaşamalarına sebep olmuştur. 1964 Sürgünü Rumlar özelinde gerçekleşmiş olsa
bile Yahudiler ve Ermeniler üzerinde de derin duygusal etkiler bırakmıştır.
Yahudiler ve Ermeniler de dostlarını, komşularını bir gece de kaybetmişlerdi. Rumların kitlesel göçüyle
gidenler kadar kalanlar
açısında da sorunsallaşan bir kimlik söz konusudur.
64 bomba
gibi bir geceydi. Akşama arkadaşımla beraber Yeni sinemadayım. Sadri Alışık’ın
fılmi vardı, bisikletle Büyükada Kumsal’da geziyorduk. Ben o zaman çıraktım.
Ben sabah çok erken işe giderken sinemanın önüne gelmeden çok yakın bir arkadaşım
vardı, dedim “ne arıyorsun sen 7.30 vapuruyla gitmen lazım” dedim, “sorma bir
kağıt geldi akşam babam Yunan uyrukluymuş” dedi, kendisi de bilmiyor ne
uyruklu, akşama kadar Türkiye’yi terk etmesi lazım” dedi. Benim patron sağa
sola koşuyor, ben de çocuğum anlamaya çalışıyorum. Tabi sonra benim bu
arkadaşım burda kalıp üç sene bahriye askeri oldu. Sonra gittiler. Ada boşaldı,
Türk tebaalılar da gitiler. Yeni jenerasyon yok ki kuruyup gittik. Misket
çevirdiğim, topaç çevirdiğim, kuş tuttuğum, top oynadığım arkadaşlarımı
arıyordum... sabah akşam nefesimizi kokladığımız arkadaşlarımı arıyordum. B1-3
(R, 67, E)
Eylül’de (6-7 Eylül
1955) giden olmadı ama esas kıyım 64’de.
Doksan küsur binden otuz bine indi. Ben ilkokuldaydım, Zapyon’da. Martha diye
bir kız arkadaşım vardı, Yunan uyrukluydu. O ertesi sene gitmişti, yoktu.
İçimde uktedir hala. Sınıfın yarısı gitmişti nerdeyse. Bir sene sonra yarısı
yoktu arkadaşlarımın. B1-19 (R, 65, E)
Fenerbahçe'de yan bahçeye yazlığa
gelen fakir bir marangoz, bir günde meşhur
20 kg. ile gitmeye
zorlanmıştı! Karısı ve kızı, arkadaşm Frederika, geride kalmıştı.
Fenerbahçe'deki komşuların yardımıyla bir yıl yaşadılar, sonra Yunanistan'a
babalarının yanına gittiler, bir daha da onlardan haber almadık. Annemin en
samimi arkadaşı da baskılara dayanamayıp 78’de gitti. C1-6 (Y, 67, K)
1964’deki göçün bir zorunlu göç olması, bir şekilde
İstanbul’da kalıp hayatlarına devam eden Rumların da bilinçaltına “tekrar bir
siyasi kriz olursa bizi her an gönderirler” şüphesini ve güvensizliğini
bırakmıştır. Bu şüphe ve güvensizlik 1964’den sonra Rumların kolektif belleğine
yerleşmiş bir duygusal miras olarak kalmıştır.294
2.3.2. Rumların Kolektif
Belleğindeki Travmaların Kuşaklararası Stratejik Aktarımı: Sanki
Şehir Efsanesi!
İstanbul’un Rum cemaatinin Cumhuriyeti’in inşasıyla birlikte
kentteki azınlık konumu ve yaşadığı travmalar cemaati
içi kolektif belleğin
oluşumunda önemli rol oynamaktadır. Rum cemaati içinden üç kuşak görüşmeci
ile yapılan sözlü tarih ve derinlemesine mülakatlarda belleğin aile içinde
aktarımında belli stratejiler izlendiği ortaya çıkmıştır. Birinci ve ikinci
kuşak Rumların büyük bir kısmı genç kuşaklara kin ve öfke aşılamadan nesnel
gerçekliklerin aktarılması gerektiğinin, daha sağlıklı bir gelecek yaratmak ve
kimliklerine sahip çıkmak için geçmişi bilmenin öneminin altını çizmişlerdir.
Ayrıca, son yıllarda kültürel kimliklerin kamusal alanda açıkça konuşulabiliyor
olmasından dolayı bilgiye ulaşmadaki kolaylıklardan bahsettikten sonra,
toplumdaki önyargıları kırması ve toplumların birbirini daha yakından
tanıyabilmesi için her toplumsal grubun bu topraklarda yaşananlar ile, geçmiş
ile ilgili objektif bilgiye sahip
olmasının öneminin altını çizmişlerdir.
Bence
geçmişteki olayların bilinmesinde yarar var ama kin tutulmaması gerekiyor tabi.
Bilip ileriye bakmak lazım. Unutmamak gerekir… B1-14 (R, 60, K)
Bunların
aktarılması gerekiyor ama yaşı belirlemek lazım. Çok küçük yaşta verilmesi
çocuğa bence tehlikeli. Böyle yetiştirilen Yunanlı arkadaşlarım var, çok fanatik
oluyorlar. Bu tehlikeli. Ben merakımı gidermeye çalışıyordum ve giderilmediği
zamanda sinirleniyorsun. Sonra Türk toplumununda da açılımlar oldu, sergiler,
filmler, kitaplar… daha rahat bilgilenmeye başlıyorsun. E hadi öğrendim
diyelim, kimle paylaşıcam?? Bunları bilmeyen ve Rumlara karşı önyargısı olan
insanlara da bunları anlatmakta fayda var. Türk insanının bunları bilmesi
lazım. B2-5 (R, 38, K)
294
1964 Sürgünü sonucu Rumlara miras kalan güvensizlik-koz/rehine konusuna
“Vatandaşlık ve Politik Alan” kısmında, 6-7 Eylül ve 1964’den sonra Rumların
ekonomik alanda bu güvensizlikten dolayı yatırım yapmaya çekinmeleri ve
ekonomik açıdan zayıf kalmalarına ayrıca değinilecektir.
İstanbullu Rumların bir kısmı ise geçmişte yaşanan
olumsuz olaylar ile ilgili bilgi sahibi olmanın kendilerini daha çok
üzeceğinden bahsederek, yaşananları değiştirmenin artık mümkün olmadığını,
geçmişin üstünü bastırdıklarını, hayatlarını zorlaştırmamak için bilinçli bir
şekilde öğrenmemeyi tercih ettiklerini belirtmişlerdir.
Sergiler
filan yapılıyor artık Eylül olayları, 64 ile ilgili. Halamın kızı gitmiş bu “20
Kilo” sergisine, ben gitmedim. Ne gerek var? bakınca, okuyunca üzülücem iyice,
gerek yok bence... B1-8 (R, 59, K)
Bizim evde
anlatılmazdı. Tabu değildi ama gündeme gelmezdi. O orda bırakılmıştı. Ben hiç
ilgilenmedim. Hiç okumadım. Çünkü okursam eşim gibi olma eğilimim var. “Güz
Sancısı”nı izledim baktım ki iyi olmuyor... gerek yok, Ermenilerle ilgili olanı
da izleyemem. “Piyanist”’i izledim onda da kötü oldum. O duyguları taşımak bana
gerekli gelmiyor. Girdikçe çıkamıyorsun. Gerek yok. Çünkü bugün o günle ilgili
birşeyi değiştiremezsin hayatını
zorlaştırmaktan başka... B2-15 (R, 35, K)
Ama her
zaman ‘olaylar’ diye bahsedilirdi, hiç bir zaman spesifik anlatılmazdı. Bir
utançtı, kabahatliymiş gibi. Bunu özellikle çocuklara anlatmak, hayalet
hikayesi gibi. Öğrenmek istiyorsun “boşver” diyorlar, hemen kapatılır, sanki
şehir efsanesi. (R, 41, K)
İstanbul Rum cemaatine mensup birinci ve ikinci
kuşaktan görüşmeciler, kendi cemaatlerinin kolektif belleğinde ve/veya kendi
bireysel aile belleklerinde yer eden, tecrübe ettikleri veya etraftan
duydukları “olaylara” dair hikayelerin bir alt kuşaklara düşmanlık ve kin aşılamamak amaçlı, yaşamaya devam
ettikleri topraklarda geçmişin travmalarına bağlı kalmadan daha huzurlu
yaşayabilmek amaçlı, hikayelerin aile içinde çoğunlukla üstü kapatılarak
geçiştirildiğini, saklandığını, kimi ailelerde de çocuklar ancak belli bir yaşa gelince (lise çağları) yaşananların
tarihsel gerçeklikler olarak aktarıldığını belirtmişlerdir. Birinci ve ikinci
kuşağın belleğin aktarımında sansür uygulaması, hiç konuşulmayıp dilin tamamen
sessizleştirilmesi bu kuşakların kolektif bellekte yer alan olayları zamanında
birebir yaşamış ve tecrübe etmiş olmalarından dolayı ciddi bir baskı ve korku
altında yetişmiş olmalarına bağlanabilir.
Benim
zamanım, kendi gençliğim ve şimdi çocuklarımın gençliğini görüyorum. 1970’den
sonra doğanlar bunları yaşamadı, bizim bir anlatıma ihtiyacımız yoktu. Akşam
Yunan radyosunu açıyordum, annem hemen “aman kapa, duymasınlar” dıyordu. Sesi
indir, komşu duymasın! Böyle bir ortamda büyüdüm, 6-7 Eylül’ü yaşadım. Benim
büyükannemin evinde çaydanlıgı bile ezdiler, dört duvar kaldı. Büyükannemi de
ölümden komşusu Zehra hanım kurtardı. Evinde saklamış. Büyükannem evini
yıktıklarını seyrediyordu. Annemlerin anlatmasına gerek yoktu, çocuklarım benim
74’den sonra doğdu. “Biz Rumuz şöyle böyle” demedik, kendi fikirlerini
oluşturdular. Tabi tarihsel olarak anlattık ama eskileri kimse anlatmadı. 6-7
Eylül popüler bir malzeme oldu herkes biliyor. Ben tabi öğrencilerime de
söylüyorum, eskiye esir kalmak doğru değil. Eğer burda gelecek görüyorsan bunun
için mücadele edeceksin. Ben çocuklarımla yaşananları anlatırdım ama her ailede
değil. Bilenler anlatırdı. Ben “şu oldu bu oldu, Balat’ta evimiz vardı” diye anlattım.
Tarihsel olarak aktarılmalı, bir kin aşılamak şeklinde olmamalı. B1-5 (R, 65,
E)
6-7
Eylüller dedik, Varlık vergisi vs... bunlar hiç konuşulmazdı evde. Fotoğraflar
bile çıkarılmış albümlerden. Annemler yaşadı, çocuk olmasına rağmen annem
hatırlıyordu ama hiçbir zaman bize anlatmadılar. Saklandı. Sorduğumuzda da
“neden karıştırıyorsun” diye fırça yerdik. Mesela dedemin pastanesinde ne kadar
zarar var filan hiç bilmedik. Ta ki büyümeye başladığımız zaman niye gittiler,
niye yan komşu yok diye sorgulayana kadar. Aileden aileye değişiyor, şöyle yapıldı böyle yapıldı diye anlatan aileler
de vardı. B2-5 (R, 38, K)
Evde
konuşmazdık, ben de sormazdım. Babam benle beraber daha politikleşmeye başladı. Babam hep hayata yetişme telaşındaydı. Hem muhasebecilik yapardı
hem düğünlerde şarkı
söylerdi. Bunları düşünecek vakti yoktu. Annem daha rahattır, o da fazla
ilgilenmez bu konularla. Ama arada laf sokuyorum “mama kümese saklandığın günleri
çabuk unuttun” diyorum... B2,1 (R, 35, E)
Kimi zamanda aile büyükleri çocukların anlamaması için
“konular” açıldığında evin içinde “gizli bir dil olarak Türkçe’yi”
kullanmışlardır. İstanbul Rum cemaatine mensup görüşme yapılan kişiler
anadillerinin Rumca olduğunu vurgulayarak çocukları ile okula başlayana kadar evin içinde
sadece Rumca konuşulduğunu, Türkçeyi dışarıda yani sokakta
daha sonra da
okulda öğrendiklerini belirtmişlerdir. Bu bağlamda Türkçe, çocukların yanında
“olaylar” hakkında konuşmak için kullandıkları “gizli dil” idi.
Benim
ailemde bu olaylar hiç konuşulmazdı. Sonradan öğrendim. Ailenin içinde
kesinlikle konuşulmazdı. Çocukların yanında Türkçe konuşuyorlardı ki biz
anlamayalım diye. Okulda da hiç konuşulmazdı. Burda kimse, kimse konuşmazdı.
B1-10 (R, 64, K)
Bir görüşmeci Rum cemaatinin kolektif belleğinde
önemli bir yer tutan 6-7 Eylül olayları hakkında sanki utanılacak bir şey
yaşanmış gibi konu açıldığında hep üstünün kapatıldığını aktarmıştır. 6-7 Eylül’ü diğer
travmalardan ayıran temel
nokta o iki gün
boyunca Rumların evlerinin içine, özel alanlarına kadar girilip tahrip
edilmesi, yıkılması ve darp edilmeleriydi. Özel alanlarına yapılan bu
saldırıları bedenlerine, en mahrem alanlarına yapılmış bir saldırı olarak
yaşamışlardır. Sartre’ın dile getirdiği gibi: “Olduğum şeyden utanırım. Böylece utanç kendimin kendimle yakın bir
ilişkisini gerçekleştirir”. Fakat aynı zamanda şunu da ifade eder: “Ötekilere göründüğüm halimle kendimden utanırım”
(Sartre 1996:221’den Aktaran Ahmed, 2004:133).
Ama her
zaman “olaylar” diye bahsedilirdi, hiç bir zaman spesifik anlatılmazdı. Bir
utançtı, kabahatliymiş gibi. Bunu özellikle çocuklara anlatmak, hayalet
hikayesi gibi. Öğrenmek istiyorsun “boşver” diyorlar, hemen kapatılır, sanki
şehir efsanesi. Çok çok sonra öğrendik, okumaya başlayınca, çevreden filan.
Eylül ayında panayırların kapanma günü Meryem Ananın yortusu, Göksu’da kilise vardı
o kilise yanmış ve dört duvar kalmış, ben çocukken hatırlıyorum o halde ayin
yapılırdı. Anlatılmazdı ama... B2-12
(R, 41, K)
İkinci kuşaktan bazı görüşmeciler ise zamanında evin
içine yaşanan baskıların ve sıkıntıların hiç yansıtılmadığını, sanki yaşanmamış
gibi davranıldığını belirtmiş; kamusal alanda son 10-15 senede 6-7 Eylül gibi
gayrimüslim azınlıkların tarihinde travma yaratmış olayların tartışılır hale
gelmesinin suskunluğun aşılmasında çok önemli bir faktör olduğunu belirtmiştir.
İlkokulda
hatırlarım “Vatandaş Türkçe Konuş” vardı ama aile bize bunları hiç
yansıtmıyordu. Evde de hiç konuşulmazdı. Ya da kestirilip atılırdı hep. 6-7
Eylül filan hiiiiç konuşulmazdı. Sonra sağdan
soldan edindim bu bilgileri. Dünyadan
haberim yoktu benim.
Enteresan yani hiç konuşulmadı.
Geçiştirdik hep. O zaman bende sormuyordum. Artık zaten herşey önünde. O
konuları konuşmak yasaktı bir yerde. Son 5-6 senedir konuşuluyor. Dilek
Güven’in kitabı çıktı, fotoğraflar yayınlandı sonra konuşulmaya başlandı,
filmler sergiler... B1-14 (R, 60, K)
2.3.3. Ermenilerin Kolektif Belleğinde “İç bilgi” olarak 1915 ve “utanç ve kirlenmişlik duygusu” olarak
ASALA
Biz
Ermeniler de aramızda hiç konuşmayız bunu. Hiçbir aile çocuğuna bu konuda bir
şey anlatmaz. Ama bu bir ‘iç bilgi’dir.
Bütün Ermeniler bu ‘iç bilgi’ ile doğarlar. (Hrant Dink)
Havaalanı
baskını olduğunda ben alnımda “Ermeni” yazıyor zannettim eve gidene kadar
utançtan... (E, 61, E)
İstanbullu Ermenilerin kolektif bellekleri iki farklı
Ermeni cemaatinin toplumsal belleklerinin birleşimiyle oluşmaktadır. Bu nedenle
köken olarak İstanbullu olan Ermenilerle Anadoludan göç ederek İstanbul’a
yerleşmiş olan Ermenilerin belleklerindeki seçilmiş travmaların anısal yükleri
farklı ağırlıktadır. Her iki kökten Ermenilerin ortak seçilmiş travması 1915 Ermeni Tehcir’i
olsa da ailedeki iç bilgi olarak Anadolu
Ermenilerinin kolektif
belleklerindeki ağırlığının farklı olduğu yapılan sözlü tarih görüşmeleri ve
derinlemesine mülakatlarda da ortaya çıkmaktadır.
Ermeniler arasında kendilerini İstanbul Ermenileri olarak
tanımlayanlar en az üç kuşak doğma büyüme, İstanbullu, orta
sınıf kent kökenli Ermenilerdir. İstanbul Ermenilerinin
büyük bir çoğunluğu aile içinde “1915” ile ilgili konuşulmadığını, konunun
sessizleştirildiğini, üstünün kapatıldığını veya sansürlenerek aktarıldığını
belirtmişlerdir. Anadolu Ermenileri ise en az iki kuşak önce, İstanbul dışında,
Anadolunun farklı bölgelerinde doğmuş ve İstanbul’a göçmüş, ağırlıkla kırsal
kökenli Ermenilerdir. Onların kolektif hafızasında ise 1915’in bilgisi çok daha
güçlü olarak ortaya çıkmaktadır.
Görüşmeler boyunca Anadolu Ermenileri ile İstanbul
Ermenileri arasında 1915’in belleklerde kurgulanmasında önemli farklılıklar
oraya çıkmıştır. Bunun temelinde 1915 ile ilgili belleğin aktarım
stratejilerinin İstanbul ve Anadolu Ermenilerinde farklı gerçekleşmesi
yatmaktadır. Anadolu’da 1915 ile ilgili kolektif/bireysel bellek,
masallaştırılmış hikayeler, ağıtlar ve türküler gibi çeşitli sözlü aktarım
araçlarıyla; akşam evlerde mum ışığında sobanın etrafında toplanarak sessizce
“kesim, kesik” hikayeleri çocuklara, “olaylar”ın birer parçası olmuş ilk kuşak
tarafından iletilmiştir ve bu bağlamda geçmişle maddi bir bağ niteliği
taşımaktadır.295 1915 belleği, Tehcir’e birebir uğramamış olsalar
bile olaylar sırasında olayın gerçekleştiği mekanda bulunan, saklanarak
kurtulmuş, veya olaylar sırasında-hemen öncesinde kaçmayı becermiş aile
fertleri veya köydeki yaşlılar tarafından kulaktan kulağa, yeri geldiğinde hikaye, masal şeklinde
yeri geldiğinde de türkü ve ağıtlarla aktarılmıştır. Anadolu Ermenilerinin
hikayelerinde Tehcir sırasında/sonrasında Müslümanlaş(tırıl)an aile büyükleri
baskın bir yer tutmaktadır.
Ninelerimizin
anlattığı ufak tefek hikayeler vardı. Beni en çok çocukken bile üzen ve
ağladığımız bir hikayemiz vardı annemin kendi hikayesinin. Biz onu dinlerken
hep bir aşk hikayesi olarak dinledik. Aşkın da ne olduğunu bilmiyoruz ama bir
kadınla erkeğin ilişkisinin güzelliği bize çok güzel gelmişti. Köyde tabi bu 1915 olaylarından sonra benim dedemin adını Ahmet koymuşlar ve sünnet etmişler.
Dedemin sesi güzel olduğu için ona dokunmamışlar. Köyde ezan okuturmuşlar. Çoğu
insan aynı yerde kaldı çoğu insan gitti. Benim annemin annesinin adı Meryem
miş, çok güzel bir kadınmış. Zaman ilerleyince köyde demişler ki Meryem çok
güzel, Müslüman’a yakışır. Meryem’in de sevdiği var, Zeron. Ama tabi dedem
Müslüman olarak geziyor, ya Ahmet alacak ya da bizden biriyle evlenecek. Bunlar
ağlaya ağlaya evleniyorlar ama gerdeğe girmiyorlar. Zaman içinde yine köyde bir
şaia dolaşıyor. “Ahmet yapamadı Meryem bize yakışır” diye. Neyse zaman içinde
gerdeğe giriyorlar ve anneme hamile kalıyor. Anneme hamile kalınca, biz yaya
deriz, yayam hamile kalınca Zeron gidiyor köyün yaşça kendinden büyük fizik
olarak daha az güzel olan biriyle evleniyor. O
devir için derler
ki ikinci Mübadele. Atatürk Anadolu’ya tekrar
Balkanlardan Müslüman halkı gelip yerleştireceği için, bir şaia
çıkıyor bir gecede boşaltın köyü götürücekler. Benim dedem demirciymiş, o
yüzden nakit parası varmış. Yastığa dikmişler. Bir gece içinde trenlere
biniyorlar ve İstanbul’a geliyorlar. Yıl 1936 diyim. Tarihleri ben hep esnek koyuyorum.
295 Ondokuzuncu yüzyıl sonu Yirminci yüzyıl başı
Ermeni folklor/etnografya hareketinin tarihini Ermeni kadın hareketi tarihi
bağlamında inceleyen etkileyici bir makale için Bkz.: Bilal, 2004.
Meryem dizanteriye yakalanıyor. O
zaman saçlarını kesiyorlar ve hastaneye yatırıyorlar. Zeron duyuyor ki bu
hastalandı diye sevdiği kadını gidiyor buluyor. Yayam onu koğuşun girişinde
görünce kafasını çarşafı çekiyor beni kel görmesin diye. Ve yanına geliyor
diyor ki “bana git kızılcık bul”. Geliyor bakıyor ki yayam ölmüş. Diyor ki
dirisi bana nasip olmadı ölüsünü kendi başına kaldırıyor kimseye haber
vermiyor, dedem de askerden gelmiyor. Zaten Anadolu parçalanmış. Annemi de onun
üstüne gömdük. 24 yaşında ölüyor yayam. Bazen kayınvaldem 1915’i anlatır. Bizim
evimizde çok yaşlı kalmamıştı, kesim sonrasında... Bir kısım kaybolmuş. Bir tek dedem, yayam gelmiş. A1-1 (E, 62, K)
Sarkis
dedem soykırımda 5-6 yaşlarındaydı sanırım, bir Kürt ağa kurtarmış onu. Babam
bize herşeyi anlattı, benim de ilgim vardı. Ben sürekli dikkate alıp
dinliyordum. Bizim ailede bir tek ben meraklıydım bunlara. Dedeyi Kürt ağa
kurtarıyor, yanında çobanlık yapıyor, yanaşma gibi. Orda kimsesiz bir Süryani
kızı buluyor ağa, onları evlendiriyor. Babanemin hayatta hiç kimsesi yoktu,
suskun içine kapanık bir kadındı. Hiç kimsesi yoktu. Hiç konuşmazdı. Çok da güzel bir kadındı. Zümrüt yeşili gözleri,
kemikleri kocaman. tek bildiğim annem şeyi anlatmıştı ... O şey sıralarında...
1915 sıralarında veya sonrası, üç tane genç kız varmış. Bir adam bunları takip
etmiş, bunlar anlıyorlar ve kaçıyorlar. Başakların içine saklanıyorlar. Adam
bunları buluyor. Bunlar üç tane kız o adamı öldürüyorlar. Babanem kendini korumak için mi, ne oldu
ne yaşadılar artık bilmiyoruz. Kendilerini korumak
için, bıçakla mı bilmiyoruz ama kendilerini korumak adına öldürüyorlar. Çünkü
çok güzel bir kızmış. Sarkis dedemin adını Süleyman yapmışlar. Koyu Müslüman
olmuş. Babam da yirmi yaşına gelene
kadar Müslümanmış. Oruç tutuyor, namaz kılıyor. Sonra kendi köylerine
gidiyorlar. Baba o zamana kadar bilmiyor Ermeni olduğunu. Bunları bana bir
kabus anlatır gibi anlattı doğrusu annem. Ben 13 yaşındayım. Annem bir gün bizi
aldı karşısına anlattı, “bizim dedeleri kestiler sürdüler, dedem dağa kaçtı,
nenem çıkın içinde ekmek su götürüyordu. “Kestiler” diyor annem ama detayını
bilmiyordum. Bir tane halamız vardı üç gün ölülerin arasında kalmış, diye
anlatırdı. Ben de annem heralde gece kabus gördü
derdim. Kapıyı pencereyi kapatıp pıs pıs anlatırdı. Çocuksun zaten, idrak edemiyorsun
gerçek olduğunu. Sonra, o evde elektriğimiz suyumuz yoktu. Akşamları gaz
lambasıyla oturduğumuzda babam hikayeler anlatırdı “köyde ava giderdik şöyle
yaşardık” diye Mardin’i, Adıyaman’ı,
ordaki toplumu anlatırdı. A2-14 (E, 37, K)
1930-40’lı yıllarda Anadolu coğrafyasındaki iptidai
şartlar göz önüne alındığında bu kadar şiddetli bir travma yaşamış bir toplumda
yaşananların unutulmaması ve belleğin kuşaktan kuşağa aktarılması bu sözlü
aktarım araçları sayesinde mümkün olmuştur. Büyük ve trajik şiddet edimi
yardımlaşma faaliyetlerini unutturamamıştır. Anadolu Ermenilerinin
belleklerinde de “koruma” söylemi, Ermeni aileleri şiddetten korumaya çalışan,
evlerine alarak saklayan Türk, Kürt, Alevi komşular, topluluklar arası
ilişkiler açısından önemli bir referans olmuştur. Anlatılar sırasında ayrıca
Tehcir sırasında/sonrasında Müslümanlaş(tırıl)an aile büyüklerinin hikayelerine
de, çok detaya sahip olmamakla birlikte, değinilmiştir. 1915’ten sonra yaşanan büyük travma, korku ve güvensizlik Ermeni
toplumunu kendi içlerine kapalı bir hayat yaşamaya itmiştir. Kamusal alanlarda
Müslüman komşularıyla saygı sınırında görüşmeye, ibadetlerini özel alanda
sürdürmeye çabalamışlar; Müslüman biriyle evlen(diril)memesi, kaçırılmaması
için mümkün olduğunca çocuklarını genç yaşta cemaat içinde evlendirmeye
çalışmışlardır. O dönemlerde özellikle kız çocukların kaçırılması korkusundan
dolayı okula gönderilmemesi ve eğitim hayatlarına devam edememeleri,
görüşmeciler tarafından hüzünlü ve kırgın bir şekilde aktarılmıştır. Bu
bağlamda en fazla baskı, geleneksel kapalı aile özelliği gösteren Anadolu
Ermenilerinde yaşanan travma ve korkunun etkisiyle kadınlar üzerinden
gözlenmektedir.
Dedem
Kastamonu’da yaşıyor, Taşköprü diye bir ilçesi var. Bizim yaşamamıza sebep olan
bir olay var. 1914 yılları, köye bir baskın oluyor askerler geliyor, evler hep
yanyana, bunu bana dedem ona da dedesi anlatmış, Müslüman Hırıstiyan içiçe
yaşayan insanlar. Böyle bir baskın olduğunu duyuyorlar ve
bizim dede yandaki Müslüman eve sığınıyor. Mahzene inip saklanıyorlar. Kapı
çalıyor evin beyi açıyor kapıyı, askeri içeri sokmuyor “evde mahrem var, karım kızım evde, burda hepimiz Müslümanız, Hırıstiyan yok” diyerek
askerleri uzaklaştırıyor
evden. Bir Müslüman aileye borçluyuz şu an yaşıyorsak. Bu hınçla ya da öfkeyle
anlatılmadı, hikaye gibi anlatıldı. Bana birşey empoze edilmedi. Korktuğumuz
dönemler oldu tabi ama kendini ve çevreni bildikten sonra insanların birlikte
yaşayabileceğini düşünüyorum. A2-10 (E, 39, E)
Kayseri
doğumluyum. Bizim aileden otuz, otuz beş kişiyi almışlar. Bunlar kulak
dolgunlugu, bir şekilde konuşulurdu ailede. Saklı değildi. Benim amcamları
Aleviler kurtarmış. Alevilere çok şey borçluyuz. Annem 1938’de öldü, babam
hayat kavgası işte bizi büyütmeye çalıştı. O yüzden ilkokul dört terkim. Biz
çok acılar çektik ... A2-16 (E, 85, E)
Kayseri doğumlu 85 yaşındaki A. Yaya296,
son yıllarda akademik alanda üzerinde çokça çalışılan bir konu olan, Tehcir
sırasında ve/veya sonrasında aşiret reislerine eş, cariye veya ücretsiz ve
sömürülebilir işgücü olarak ev hizmetlisi olarak seçilen ve zorla
Müslümanlaştırılan Ermeni genç kızlar ve zorla evlat verilen çocuklar özelinde
1915’ten sonra Anadolu’da yaşamaya
devam eden/etmek zorunda kalan Ermenilerin özellikle kız çocukları üzerinden
yaşadıkları baskıyı ve korkuyu, çarpıcı bir biçimde aktarmaktadır.297
Genç
kızlardan işlerine yarayanları almışlar karı yapmışlar kendilerine. Çocukları
almışlar büyütmüşler kızları, oğlanlarına karı yapmışlar. Ben anamın
anlattıklarını anlatırım çocuklarıma. Benim babam Türkler kötülük yapıyor diye
kaçırır diye kızların hiçbirini göndermedi. İki oğlan okudu, dört kız okumadı.
Benim okumam yazmam yok. Yokluk yokluk kötü… A1-2 (E, 82, K)
Anadolulu Ermeniler aslında bütün Ermenilerin, az ya
da çok, bu hikayelerle büyüdüklerini fakat Anadolulu Ermenilerin İstanbul
Ermenilerinden çok daha yoğun bir şekilde bu travmayı yaşadıklarını ve belleğin
mutlaka, gizli bir şekilde de olsa, aktarıldığını ifade etmişlerdir.
Görüşmeciler Anadolu’nun muhafazakar ve dindar Müslüman ortamında yetişip
büyüyen ve travmaya birebir tanıklık etmiş veya edenlerden dinlemiş bir
Ermeninin, İstanbul’da yaşayan ortalama bir Ermeniye göre daha fazla baskı ve
korku içinde yetiştiğini vurgulamışlardır. Ekmekçioğlu’nun belirttiği gibi,
“savaş yıllarında İstanbul Avrupalıların çok
gözü önünde olması nedeniyle hükümet buradaki Ermenileri kitleler halinde
tehcire, katliama, kaçırılma ya da zorunlu asimilasyona uğratmamıştır.
Anadolulu Ermenilerin, İstanbul’dakilerle karşılaşması ve temasını önlemek için
de sürgünlerin kente girmesi yasaklanmıştır. Aynı şekilde Dahiliye Nezareti
devlet memurları ve subaylarının tutsak aldıkları Ermenileri, muhtemelen İstanbul’da
yaşayan Avrupalıların duruma tanık olmasını engellemek için, İstanbul’a
getirmelerini yasaklamıştır” (2014:223-255). İstanbul’da yaşayan Ermenilerle
Anadolu Ermenilerin travma bellekleri de bu nedenle farklılaşmaktadır.
296 Ermenice anneanne demek.
297
Geç Osmanlı döneminde anne babalarını kaybetmiş üç farklı kuşak Ermeni
yetimleri konu alan bir çalışma için Bkz.: Maksudyan, 2015:33-50. Savaş sırasında Ermeni kadın ve çocukların Müslüman
ailelere entegrasyonu ile Ermenilerin savaş sonrasında onları kurtarma ve
yeniden entegre etme çalışmalarına birlikte bakan ve bu iki süreç arasındaki
bağlantının derinlemesine analiz edildiği bir çalışma için Bkz.: Ekmekçioğlu,
2014: 223-255.
Bir görüşmecinin, “onlarlan
(Müslümanlar) dost olmak imkansızdı
ama biz dost görünmek mecburiyetindeydik çünkü onlarla (Müslümanlarla) aynı mekanda yaşıyoruz” sözleri 1915
travması belleklerde henüz daha çok tazeyken Anadolu’da bir Ermeni olarak
yaşamanın zorluğunu, yaşanılan baskıyı, korkuyu ve ötekileştirmeyi çok net bir
şekilde anlatmaktadır. Bu sebepten Ermeniler kendi iç kamusal alanlarını
oluşturarak Müslüman toplumla aralarına bir sınır çekmişlerdir. 1960’lardan
itibaren bu baskı ve korku ortamına, eğitim görecek okullarının, ibadet edecek
kiliselerinin kalmaması da eklenince İstanbul’a yapılan göçlerle şu anda
Anadolu’da yaklaşık sadece 500 Ermeni’nin yaşadığı tahmin edilmektedir.298
O dediğim
senelerde, 1915 ile benim bulunduğum sene arasında çok bir zaman dilimi yoktu.
Onların çoğunu biz gerçek kişilerden dinledik (Sivas’ta). Anlatırlardı, ulu orta değil tabi.
“Kerme” derler, bir nevi kömür yerine kullanılan bir sobanın etrafına toplanırdık,
kermeyi kurutup yakarlardı ve onun etrafında toplandığımızda büyüklerimiz
anlatırdı, bu işi yaşayanlar. Bunları çok gizli, yavaş sesle anlatırlardı. Tabi
o zaman camlar olmadığı için yüksek bina değildi, gelip geçenler olurdu. O
zaman derlerdi ki “saat 7’den sonra sokağa çıkmayın”. “O saatten sonra sokağa
çıkılmaz günahtır” gibi batıl inançlarla ikna etmeye çalışırlardı bizi. Bu
olayları anlatırdı, birisi kurtulmuş bir sağduyulu Müslüman sayesinde.
Samanlıkta saklamış, sonra bir tanıdık vasıtasıyla el altından İstanbul’a
yollamış, ya da başka bir vilayete,
hep bu hikayeler anlatırdı. Biz öyle bir zorluğu görmedik. Aile içinde de
konuşulurdu. Benim yaşımdaki insanlar o mevzuları... okula gitmeden bu
hikayelerlen yoğruluyorsun. Anlatılıyor çünkü, ister istemez öğreniyorsun.
Taşrada doğup büyüyen bir insan İstanbul’da doğup büyüyen bir insan gibi medeni
olamaz. Bir açık zihinli olamaz. Eğitim görmemiş, %99,9’u dindardı o çevrenin.
Camiye gitmeyen olmazdı. Benim babam rençberlikle uğraşırdı. Anneler çalışmazdı
bizim orda. O çevrede yetiştiğin için hep korku ve baskı içinde büyüdün mahalle
degil ama köy baskısı. Azınlığın üstünde bir baskı vardı belki de biz abarttık. Belki de bizim
yetiştirilme tarzımız öyleydi. Bize öyle “öcü” gösterdiler. Bize de pek yakın
değillerdi. Küçük çocuklara davrandıkları gibi bize davranmazlardı. Mesafe
vardı hep. Onlarlan dost olmak imkansızdı ama biz dost görünmek
mecburiyetindeydik çünkü onlarla aynı mekanda yaşıyoruz. A1-12 (E, 64, E)
298 Bu sayıya Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler
dahil değildir.
Hafiy’e
bağlı bir kilise köyü varmış ben babama sorardım ne oldu o kiliseye diye “kesim
zamanı varmış, sonra kalmamış” derdi. “kesim kesim” diye aralarında
konuşurlardı. Kesik kesik konuşurlardı. Kötülük olmuş diye düşünürdük çocuk
aklımızla. Sonra araştırdıkça öğrendik o köyde hep Hırıstiyanlar yaşarmış o
yüzden kilise köyü derlermiş. Çook sonraları toplayıp bize anlatırlardı
“kesim”i. Kitaplarda da okumazdık çünkü. Ne Ermeni lafı geçerdi ne sürgün lafı.
Varsa niye anlatmıyorlar? Başka iletişim de yoktu, bir tane siyah beyaz TRT
vardı bizim köyde. A2-15 (E, 60, E)
1915, evet
yapıldı birşeyler. İstanbul bilmez onu, nasıl bilmez? Enver ve Talat Paşa
zamanında, ki bunu Agos’da yazdı ama hangi sene hatırlamıyorum, sürgün sonrası
ki İstanbul bilmez sürgünü. Çünkü
İstanbul’un yönetimi ayrıydı. İkiyüz elli kişi hepsi okumuş tahsilli büyük
adamlar.299 Gomidas diye bir adam vardı, bir ruhban papazının daha üstündedir
ve müzik adamı dünya çapında. Hatta bizim kilisede iki ayin vardır, biri
Gomidas’dır. 125. doğumgünü de kutlandı galiba. O da o grubun içindeydi ve
yapılanları gördüğü için ve kendisine yapılan
işkencelerden delirmiştir. Fransa’ya
kaçırmışlardır, mezarı da
ordadır. Ermenistan’da da var mezarı. İkiyüz elli kişiyi öyle bir gecede
toplayıp götürmüşlerdir ve kimse
dönmemiştir. Yani İstanbul
bunu bu şekilde
yaşamıştır. Uzun bir süre
de işin ciddiyeti anlaşılmadı. Büyük aydınlar gitti böyle.... hiç güzel şeyler
değil tabi... A1-9 (E, 82, K)
Anadolu coğrafyası ve o coğrafyada kendi içine kapalı
bir topluluk şeklinde yaşayan Ermeniler 1915 sonrasında tecrübeleri ve
duyguları aktarmak için farklı sözlü aktarım yolları geliştirmişlerdir. Bu anlamda,
ağıt/türküler300 en kuvvetli iletişim araçlarından biri olmuştur. Bu
coğrafyada diğer sözlü aktarım araçlarının yanında sözlü geleneğin ağıt ve
türkülere dayandığı söylenebilmektedir. Anadolu’da
kamusal belleği oluşturmada sözlü kültür önemli bir yere sahiptir. 1930-40’lı
yıllarda Anadolu coğrafyasındaki iptidai şartlar göz önüne alındığında bu kadar
şiddetli bir travma yaşamış olan bir toplumda yaşananların unutulmaması bu sözlü aktarım araçları
sayesinde mümkün olabilmiştir. Okuma ve yazması olanların oranının
neredeyse çok az olduğu bir coğrafyada, yaşanan
travmanın yarattığı şok ve
299
24 Nisan 1915, sayıları değişik kaynaklarda 200 ila 600 arasında değişen
İstanbullu önde gelen Osmanlı Ermenilerinin, çoğunun bir daha dönmemek üzere
şafak vakti tutuklanmasının tarihidir; Ortadoğu, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika
Ermenileri tarafından ulusal yas günü olarak anılır (Akgönül, 2015a:127).
300
Bu konuda yayınlanmış bir tez için Bkz.: Yıldız Yıldırım, Cultural Memory in Post 1937-1938 Dersim Laments: Reflections on Trauma
and Violance, İstanbul Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2013.
korku sonucu sözlü aktarım araçları belleğin aktarımında en güvenceli
araçlar olarak gözükmektedir. Bu tür araçlarla, sözlü aktarım gelenekleri
kamusal bellekte uzun süre yer edinebilmektedir. 20. Yüzyıl başında kırsal bir
hayat süren Anadolu Ermenilerinin belleği yazılı kaynaklar haricinde sözlü
kültüre dayanmaktaydı. Sözlü
iletişim araçlarıyla kimliklerini uzun süre
koruyabilmişlerdir. Böylelikle, bu tip sözlü iletişim araçları ile yapılan
aktarımlar belli bir zamanla limitli kalmamış, tarihsel ve kültürel bağlara
sahip olabilmişlerdir (Novak & Rodseth, 2006: 4)
‘Koptu kıyamet
Bu kadar Ermeni kime emanet Ermeni Ermeni şaşkın
ermeni Gururuna giden Ermeni Ermeninin
kanı sel gibi akar Dostlarım ağlaşır düşmanım
bakar Ermeni Ermeni şaşkın Ermeni Dini
gururuna giden Ermeni
Der-Zor çöllerinde zincirli
kuyu Ermeniler içti zehirli suyu Ermeni Ermeni şaşkın Ermeni
Dini gururuna
giden Ermeni’301 A1-2, (E, 82, K)
Bilgin’in de belirttiği gibi, eşyalar, kimlik
duygusuna bir derinlik ve meşruiyet kazandırırlar. Böylece kişisel veya
kolektif kimliğin inşasının önemli bir ayağını oluştururlar. Eşyalar aynı zamanda birer hafıza mekanlarıdır. Eşyaların bellek işlevi özellikle bir yerden bir yere taşınma olaylarında açıkça
görülür. Eşyalar ailenin kolektif belleğini taşıma ve kuşaklar arası bağı tesis
etme görevini üstlenirler (2013:101-4). Eşyaların bellek işlevi özellikle göç
hikayelerinde sıkça rastlanan bir unsurdur. Aşağıdaki anlatıda da görüldüğü
üzere, kimi zaman yaşanan büyük acılar sonrası kişinin terk etmek zorunda kaldığı topraklara, ait olduğu
301
A. yaya ile görüşmeyi yaşından ve rahatsızlığından dolayı aralıklarla yaptık.
Görüşmeden sonra, görüşmeyi ayarlayan torununa, başta belirtilmesine rağmen
rahatsızlığından dolayı unutmuş olma ihtimali var, beni Ermeni zannettiğini söylemesi
ve Ermeni olmadığım
söylenince “eyvah! Ya polisler gelip alırlarsa bizi” diyerek yaşadığı panik ve üzüntü 1915 travmasının
ne kadar derinlerde yer ettiğini ve geniş topluma karşı halen duyduğu
güvensizliği ve üzerindeki baskıyı net bir şekilde anlatmaktadır. Yaya görüşme
sırasında Tehcir olmadan önce çekilen aile fotoğraflarını da benimle paylaştı.
Görüşmelerde izini sürdüğüm ve anlamaya çalıştığım anıların yazılı belgelerle
desteklenmesinin ve görselliğinin bende yarattığı heyecanı özellikle vurgulamak
istiyorum.
yerdeki mutlu
zamanlarına dair akılda kalan, mekanla ve geçmişiyle olan bağlantısını kuran çeyizdeki danteller gibi eşyalar kuşaklar
boyunca aktarıla gelmektedir.
Sonra sonra
ben şeyi fark ettim evde gizli saklı birşeyler konuşulurdu hep. Küçük dayımın
eşi çok tutucu bir aileydi. Çok eski İstanbullular, onun babası Erzurumluydu.
Gedikpaşalılarmış, sürekli Ermenice konuşurlar. Kuzenim sürekli Ermenilerle
beraber, bizim evde Türkçe konuşmazlardı. O ailede konuşulurdu “azınlık
sorunları”. Ama bizde konuşulmazdı. Büyükannenin ailesi Tehcir’i yaşamış,
İstanbul’da yaşıyorlar, çok malları mülkleri var. Kuzenimin ananesinin annesi
çeyizleriyle birlikte Der-Zor çölüne sürükleniyor. Orda hep şey anlatılır,
ananem bütün dantellerini götürmüş, kurtaramamışlar onları. Nedense hep el işleri kalmış aklında.
Onların albümleri var, Erzurum’dan da resimler var. Fransa sanırsın, inanılmaz
bir komuniti, çok şıklar, acayip Avrupai. Erzurum’da nasıl olur dersin! A2-4
(E, 36, K)
1915 Tehciri’nin bir diğer travmatik yanı da
Ermenilerin toplumsal belleğinde yarattığı
radikal kesintidir. 1915 tarihinde Ermenilerin aile soyağaçları kesintiye
uğradığı için ailenin soy tarihini
sözlü aktarım yoluyla
sonraki kuşaklara iletilmesinde kesinti olmuştur. Bu aynı zamanda kolektif belleğin de belli
boşluklarla oluşması anlamına gelmektedir.
İstanbul’un Ermeni cemaatinin kolektif belleğinde 1915
en güçlü travmayı oluşturmasına karşın bu travmanın bellekteki izlerinin ve
ağırlığının İstanbul kökenli ve Anadolu kökenli Ermenilerde farklı olduğu
görüşmelerde ortaya çıkmaktadır. Ancak Ermeniler için travma olarak farklı bir
ağırlığa sahip olsa da İstanbul Ermenileri ile Anadolu Ermenilerini sosyal
dışlanma, nefret söylemi ile karşı karşıya kalmak konusunda eşitleyecek bir
diğer travma ise ASALA ile özdeşleştirilemek olacaktır. Bu, İstanbul’un Ermeni
cemaatinin kolektif belleğinde ASALA’nın302 1970’li yıllarda T.C.
Büyükelçilerine yönelik suikastları sonrasında (ilk eylem 1973’de
yapıldı) doğrudan deneyimleme yoluyla yerleşen bir travmadır. Ancak ASALA, 1915’in
aksine, İstanbul Ermenilerinin üçüncü kuşağında etkisini kaybetmiş bir travma
olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle kolektif bellekteki yeri, deneyimlenmemiş
sadece bellek aktarımı yoluyla öğrenilmiş 1915’e göre trajedi ile değil utanç ile konumlandığı için daha zayıftır. Örneğin Ermeni Cematinin genç üçüncü
302 Türkiye dahil 16 farklı
ülkede Türk ve diğer mülki ve diplomatik hedeflere karşı terör eylemlerinde bulunmuş solcu ve aşırı milliyetçi örgüt.
Bazı kaynaklarda “terör örgütü” olarak nitelendirilmektedir. (1980-1990)
yıllarında ABD’nin terör örgütü listesinde yer almaktaydı (https://tr.wikipedia.org/wiki/ASALA).
kuşaklarıyla yapılan görüşmelerde görüşmeciler ASALA’dan hiç
bahsetmemişlerdir. ASALA’nın eylemleri döneminde yaşamış ve onu deneyimlemiş
görüşmeciler ise bunun belleklerinde bir “utanç” ve “kirlenmişlik” duygusu
olarak yer aldığını ifade etmişlerdir.
Görüşmecilerin ortak olarak ifade ettikleri durum
Türkiye’deki Ermenilerle hiçbir bağlantısı olmayan, yurtdışı kaynaklı bir terör
örgütünün katliamları karşısında “Ermenilik” ortak paydasından dolayı
teröristlerle bir tutulmalarından duyulan utanç ve bu ortak paydadan dolayı
“terörist” olarak damgalanmaktan duyulan kirlenmişlik duygusu idi.303
Burada “Ermenilik” özelinde bir özdeşlik kurulmaktadır. ASALA, Türkiye
kamuoyunda tüm Ermenilerin potansiyel terörist ya da terörizmin destekçisi
olarak algılanmasına yol açmıştır.
Annem her
akşam haberleri seyrettiğinde ağlardı. Her akşam... şuraya otururdu (ağlamaya
başlıyor), lanet okurdu “niye böyle
yapıyorlar, bizim ismimizi niye kirletiyorlar” diye. A2-1 (E, 42, K)
80
döneminde sokağa çıktığımızda o dönemlerde ASALA diye bir terör örgütü vardı,
masum insanları öldürüyordu. O dönemde sokakta oynarken bir çocuk yanıma geldi
“sizinkilerden biri bizimkileri öldürmüş” dedi, ben de “ben çocuğum ulan ben
nerden biliyim” demiştim. Eve gidip söyledim, “boşver oğlum uğraşma” demişlerdi.
Bedelini hep halklar ödüyor. A2-10 (E, 39, E)
ASALA çıktı
ortaya, tam yemek yiycez masada TV’de bir haber, zehir oldu... Pazartesi işe
gideceğim en sevdiğim insana… neden ben üzüleyim, bana ne ASALA’dan? Öyle bir terslik yaşamadım ama üzülüyorsun çok. Hiç
bilmeyen insan “sen gavursun” diyor çıkıyor. A1-9 (E, K, 82)
Hepimizi
çok zorlayan bir dönem yaşadık, ASALA dönemi. Komşularım vardı Konya’lı. Günler
vardı eskiden, evlere
giderdin. TV’de yazı geçerdi (ASALA ile ilgili
3032015’in Eylül ayında Cizre’de yaşanan çatışmalarda güvenlik
güçlerince teröristlere yapılan anonslarda “Ermeniler sizleri seviyor, hepiniz
Ermenisiniz” sözleri duyuldu (“Yine Ermeni’siz yapamadılar”, Agos, 18.09.2015,
s.1.). Sıradan vatandaş genel olarak Ermenileri, Rumları, Yahudileri güvenlik sorunu temelinde ele almakta ve
tehdit olarak kabul edebilmektedir. Çeşitli siyaset ve medya aktörleri
tarafından gayrimüslim vatandaşların ihanet veya küfürle özdeşleştirilmeleri,
bu önyargılar toplum tarafından tekrar ve tekrar tüketilmektedir (Özdoğan v.d.,
2009).
haberler). Komşularım çok iyiydi, beni hiç rahatsız
etmediler. Ama ben suçlana suçlana giderdim. A1-1 (E, 62, K)
Ben Mebrure
hanımdan (komşuları) çekiniyordum,
ismim Ermeni, utanç duyuyordum. Çok çekiniyorduk... annem “ah Mebrure hanım biz
yapmadık ki” diyordu, Mebrure hanım da “Madam Siranuşcum üzülmeyin hiç” derdi.
A1-14 (E, 57, K)
İkinci kuşağa mensup olan, 80’li yıllarda henüz
çocukluk çağında olan görüşmeciler o dönemlerde evin içindeki huzursuzluk havasını “panik, korku” kelimeleri ile ifade etmişlerdir. Bu “korku ve panik” havasının
arkasında, anne ve babalarının, çevrelerindeki Türk komşularına, müşterilerine,
iş ortaklarına karşı sanki kendileri bir suç işlemişçesine hissettikleri
“utanç” duygusu ve yaşayabilecekleri olası dışlanmalardan, tersliklerden
duydukları korku vardır.
ASALA
olayları konuşuluyordu ama ben 6. sınıftaydım, küçüktüm. Ama TV evde açık
izleniyordu. Ama ben içinde olucak yaşta değildim o yüzden çok iyi
hatırlamıyorum. Huzursuzluk hissediyordum, evdeki o panik havasını anlıyordum
tabi. Rahatsız oluyorlardı babamlar tabi. Babamın annemin çalıştığı insanlar da
Türktü. A1-11 (E, 50, K)
O dönem 10’lu yaşlarında olan bir kadın görüşmecinin,
evdeki korku ve huzursuzluktan dolayı annesine “mama” dediği için dayak
yediğini ve Ermeni olduğu anlaşılmasın diye okulda Türk ismi kullandığını
aktarması, hem ev içinde hem de ev dışında okulda, sokakta yaşadıkları baskı
ortamını, duydukları korkudan ve utançtan dolayı kimliklerini gizlemek,
saklamak zorunda kalmalarını ve toplum tarafından dışlanmaktan,
ötekileştirmekten duydukları stresi göstermektedir.
TV’de
çıktığı zaman Asala zamanı hep kendi aralarında fısır fısır “çimana” (aman
duymasın) derlerdi, bu tarz şeyler
oldugunda annemin de çok korkuları olduğundan dolayı “mama” dediğimde dayak
yerdim. O dönem o kadar korku olmaya başlamıştı ki kursta ismimi sorduklarında “Seval” diyordum “Sevan” demiyordum. Sonra
ikinci hafta mı ne öğrendiler Ermeni
olduğumu, başladılar serviste “sen Ermeniymişsin, sen pis Ermenisin, sen
şöylesin sen böylesin” ... neticede
birşey konuştuğu zaman neden konuşur? evde konuşulduğu
için. TV de
“bilmem ne başkonsolosluğu vuruldu ASALA tarafından filan”, çocuklar görüyor
bunu. Annem çok ağlardı o kadar üzülürdüm ki anlatamam ... A2-1 (E, 42, K)
2.3.4. Ermenilerin Kolektif
Belleğindeki Travmaların Kuşaklararası Stratejik Aktarımı: Pıs
pıs pıs… kimse duymasın!
Unutmak istiyorsun, unutuyorsun. İnsanın karşılığı unutmakmış. (E, 59, E)
Kolektif bellekteki ortak deneyimler ve geçmişte
yaşanmışlıklar travma ya da nostalji olarak aktarılırken, bellekteki kayıtlar
belli bir süzgeçten geçirilerek aktarılmaktadır. Bu bir kuşaklararası kolektif
bellek aktarımı stratejisi olarak işlemektedir. Bu strateji sonraki kuşakları
travmanın etkisinden korumak amacıyla olduğu kadar nostaljide olduğu gibi geçmişi bugünden daha mutlu/güzel günler
olarak gelecek kuşakların belleğine yerleştirmek amacıyla da olabilmektedir.
İstanbul’un Ermeni cemaati için en güçlü seçilmiş travma olan 1915 Tehcir’i bu
nedenle bu stratejik aktarımın en iyi ortaya çıktığı örnek olmaktadır. Ermeni
cemaati mensuplarıyla yapılan sözlü tarih ve derinlemesine mülakatlarda
görüşmecilerin büyük bir kısmı Ermeni cemaatinin kolektif belleğinde en derin
izi oluşturan 1915 hakkında genç kuşakların mutlaka bilgilendirilmesi konusunda
uzlaşmaktadırlar. Ancak bu bilgilendirmenin nasıl bir stratejiyle olacağına
dair de çok çeşitli yaklaşımlar geliştirmektedirler. Bir yandan zamanında
kendilerine yeterli bilgi aktarılmadığı için üzüntülerini ve pişmanlıklarını
dile getirirken, yaşanan gerçekliklerin paylaşılmadıkça ve genç kuşaklar bu konuda
bilinçlendirilmedikçe yaranın kapanmayacağını dile getirirlerken, dğer yandan
da genç kuşakların yaşadıkları toplumda nefret ve acı duymaması için de aktarım
mekanizmalarını tartışmaktadırlar.
Ermeni görüşmecilerin bir kısmı, geçmişin şu anda
yaşamakta olduğunu ve üstü kapanmamış olan yaraların kendilerinde yaşamaya
devam ettiklerini düşünmektedirler. Bu nedenle geçmişte yaşanmış travmatik
tecrübelerin, olayların objektif bir biçimde aile büyükleri tarafından alt
kuşaklara, özellikle çocuklara onları korkutmadan anlayabilecekleri bir dilden,
iletilmesi gerektiğini belirtmektedirler. Görüşmecilerin bazıları ise
cemaatlerinin kolektif belleğinde ve/veya ailelerinin bireysel belleğinde yer
alan tarihsel travmalarla ilgili olumsuz olarak etkilenmekten korktukları için ve daha huzurlu yaşamak için, geçmiş
hakkında bilinçli olarak fazla bilgi sahibi olmayı tercih etmediklerini
belirtmektedirler. Detaylı bir
şekilde araştırmanın ve öğrenmenin kendilerini olumsuz olarak etkileyeceğini,
bu durumun kendi içlerinde bir iç çatışma yaratabileceğini, oluşabilecek
nefret-öfke-kırgınlık hislerinin bulundukları ülkede
yaşamayı zorlaştırabileceğini, çevrelerinde sevdikleri insanlarla
ilişkilerini zedeleyeceğini ifade etmişlerdir. Dolayısıyla geçmişteki
travmalardan kaçmakta ve psikolojik olarak yok saymaya, üstünü kapatmaya
çalışmaktadırlar. Bu şekilde bulundukları topraklarda daha huzurlu, mutlu
yaşayabilmek ve devam edebilmek amaçlı kendilerini koruma stratejisi geliştirmektedirler.
Bence
öğrenilsin, bu olmuş yaşanmış, hala büyüklerimiz var hayatta olan ve anlatan
ağlayarak hala (1915). Şey kötü
ya, hani böyle birşey yaşanmamış gibi inkar edilmesi. E peki bu insanlar ne oldu?
Buharlaştı mı o kadar insan? Koskoca bir kültürü, sanatı, hafızayı yok
ediyorsun. Malı mülkü, varlığı gasp ediyorsun. Cismen insan varlığı zaten çok
büyük bir kayıp ama onun yanındaki
kayıplar da çok büyük. Mutlaka bilinmesi lazım olduğunu düşünüyorum. A2-14 (E,
57, K)
Bunlar üstü
örtülmesi gereken, ortalıkta konuşulması yasak şeyler olarak bilirdik. O yüzden
fazla kurcalamazdık. Keşke o zaman daha bilinçli olsaydım da sorsaydım, şimdi
sorucak adam da kalmadı hayatta... A2-15 (E, 59, E)
Evde bizim çok konuşulmazdı yaşanan olaylar, hikayeler vs... çok hafızası
olan bir aile değil bu konuda bir de fanatik bir
aile değiliz biz. Hatalı ama konuşulması lazım, başka türlü cerahati
temizleyemezsin. Benim bir arkadaşım vardı bana derdi ki sürekli bizim evde 1915
konusunu filan konuşulur. Sürekli konuşulması da doğru değil ama gerçekler
anlatılmalı ve aktarılmalı… A2-4 (E, 37, K)
Ben yaşım
ilerledikçe okumaya başladım Ermenilik hakkında. Çok da merakla okuyorum.
Kütüphanemde öyle bir bölüm var. Ben kötü etkilenirim diye düşünmedim. Bence
insan kendi tarihini bilmeli ve aktarılmalı. A. sordu (oğlu, 8
yaşında) mesela geçen Nisan ayında tam bu
konular konuşulurken, denk gelmiş görmüş demek ki, “ne oldu ya Ermenilerle
Türkler arasında” dedi, biz de 100 yıl önce bir savaş olduğunu ve iki taraftan
da ölenler olduğunu söyledik ve öyle bir giriş oldu. Daha şimdiden sormaya
başladıysa 15 yaşında neler neler sorucak. Ben kişisel olanı değil de kitap
okumasını tercih ederim. A2-15 (E, 39, K)
Bizim ailede
Tehcir hikayesi yok. Bizim evde hiiç konuşulmazdı bu konular. Ananemin annesini de biliyorum, o da hiç
konuşmazdı. İki yaşındayken ben öldü, hepsi 14 yaşında doğurmuş. Evlenmişler
genç, kocaları sürgüne mi gitmiş bak bilmiyorum, bunlar ikinci kocalar. “Askere
gitti gelmedi” denir ve konu kapanır. Hiiç konuşulmaz. Asker diyince de biz o
yaşta ne askeri dememişiz. Şimdi sorucak kimse de kalmadı. Yalnız eşim hep
söyler “benim ne teyzem var ne amcam var, bunun bir sebebi olmalı” der.
Erzincanlıymış eşimin ailesi, tam o zamanlara denk geliyor. Hiç araştırmaz.
İstemez. Bir kaç kere geldiler röportaja “bilmiyorum” der. Anlayan anlıyor
işte. “gökten mi düştüm ben” diyor. Araştırmayı istemiyor. Ben de. Amerika’ya
gitse otursa belki araştıracak, buraya dönmemek üzere. A1-6 (E, 68, K)
Ermeni cemaati mensuplarından ikinci kuşak
görüşmecilerin 1915 ile ilgili fazla bilgi sahibi olmamalarının, olmamayı
tercih etmelerinin arkasında yatan bir sebep olarak kendi aile büyükleri
tarafından “konulara” tabu şeklinde yaklaşılıp, konu her açıldığında üstünün
kapatılması, konuşulmaması, bastırılması, “unutturulmaya çalışılması”, ve bunun
yarattığı korku ve tedirginlik sonucu ileriki yıllarda öğrenmeye cesaret
edememeleri de gösterilebilir. Kendi aileleri tarafından bu konuda fazla bir
aktarım yapılmadığı, fazla bilinçli olmadıkları, tarihlerini araştırmaya da
bireysel olarak fazla yanaşmadıkları ve kendilerini frenledikleri için
çocuklarına da aktarım yapmamayı tercih etmektedirler.
Ama şunu
iyi hatırlıyorum bize “bizim büyüklerimizi Türkler kesmiş”, bunu duymuşumdur,
bu denirdi ama detayı anlatılmazdı daha fazla. Birebir yaşayan aileler de bu
galiba daha fazla anlatılıyor. Bunları duyunca etraftan daha fazla sorgulamaya
başlıyorsun ama ben mesela daha fazla araştırmadım. O da benim eksikliğim heralde...
acaba yanaşmak mı istemedim konuya? Belki de çok ürküttü. Hep “başka konu açın”
derlerdi, bastırıldık. A2- 14 (E, 57, K)
Ben hiçbir
zaman çok da fazla ilgilenmedim. Biz bunu “Ermeni-Türk sorunu” diye bir masanın
etrafında oturup konuşmadık. Ben de kızıma anlatmıyorum çünkü aktarabilecek
doğru bilgim yok. Adı herneyse bir şey yapılmış mı? Yapılmış. Karşı taraf mı
yaptı biz mi yaptık bunu tartışacak pozisyonda ben değilim. Bunu çok fazla
hıssetmiyorum. Ananemin bölük pörçük anlattıkları var, anneme anlatırdı o da bize anlatırdı biraz.
Dedeyi ben hiç
tanımadım. Babane, dedeler hepsi
ben doğmadan önce ölmüş. Tam belki bunları anlatabilecek
olgun yaşta ben zaten burda değildim, yurtdışındaydım. Babam da ölünce ondan aktarılacak birsey kalmadı. Öğrenmek
istemedim. A1-11 (E, 50, K)
Konuşulmayan
yara her zaman büyür. Kin öyle birşey ki kansere çevirir kendisini... 1915’in
konuşulması lazım. Ama bazı şeyleri bilmemek mi bilerek yaşamak mı daha mutlu
ediyor... bilemiyorsun. A1-1 (E, 62, K)
“Fazla
bilmek iyi değil, rahatsız oluyorsun. Bilsende hep onları yaşayarak
yaşayamazsın. Unutmak istiyorsun, unutuyorsun. İnsanın karşılığı unutmakmış.”
A1-5 (E, 59, E)
Konuşacak
şey var ama... bilerek yaşamak daha zor, yutkunmak ve unutmak zorunda
kalıyoruz. A1-4 (E, 53, E)
Ben
arkadaşlarımla hiç konuşmadım bu soykırım işlerini. Ben bilmeden yaşamayı
tercih ediyorum, bilsem hayat çok daha zor olacaktı benim için. Bunu çok ayıp
olarak görebilirler kendi kültürümün peşinden gitmiyorum diye. Çocuklara da
anlatmıyorum. Ben kendimi doldururum sevdiğim arkadaşlarımı da silerim. O
yapmamıştır ama ataları yapmıştır.
Geçmişle yaşadığın sürece o seni üzüyor maalesef. A2-1 (E, 42, K)
Bak şimdi
sende bu kadar kitap var ama ben bunları okursam kötü etkilenicem. Biz bu
hikayeleri zaten biliyoruz, okumak daha hınçlandırıyor beni. Bu kitapları daha
çok Türklerin okuması lazım. Bakma bu kitaplar da 10 senedir çıkıyor. Annemi
getirmek istemedim sergiye (20 Dolar 20 Kilo)304,
çok üzüleceklerini biliyorum çünkü. A2-17 (E, 37, E)
Bu durumun diğer bir ucunda ise, her ne kadar aileleri
tarafından kendilerine geçmiş hakkında konuşulmasa, hikayeler aktarılmasa,
“konular”a tabu şeklinde yasaklı gibi yaklaşılsa,
ailelerine sorduklarında “başını belaya
sokarsın, bilmiyorum” gibi cevaplar alsalar da siyasi ve etnik bilinci daha
yüksek olanların kendi bireysel çabalarıyla aile geçmişleri ve cemaatlerinin tarihi
hakkında detaylı araştırma
yaptıkları ve bu alanda daha aktif oldukları
304 Ayşegül Özbek, “kent belleğinin göçü”, (Çevrimiçi) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kultur- sanat/50977/Kent_belleginin_gocu.html,
14.08.2015.
tespit edilmiştir. Üçüncü kuşaktan bir Ermeni kadın görüşmeci özellikle
1990’lı yıllarda Ermeni okulları ile ilgili sıkıntılar yaşanmaya başlandığı305
zaman kendisinin ilk defa toplum içinde “Ermeni olmakla” ilgili yüzleştiğini,
azınlık kimliğinin kendisindeki siyasi bilinci arttırdığını ve o tarihten
itibaren sürekli olarak Ermeni tarihiyle ilgili kitaplar okumaya başladığını,
araştırmalar yaptığını belirtmektedir.
Anne
kitapta “Ermeni meselesi” diye bir sayfa var ama hoca bize bunu okutmuyor”
derdim. “Ermeni meselesi bizim lehimize olmadığı için okutulmuyordur büyüyünce
öğrenirsin” derdi. Annem hiçbir zaman bana bunları anlatmadı, ben kendim
araştırmaya başladıkça öğrendim. Bir dönem Ermeniler 1990 zamanı mülklerle
ilgili sıkıntı yaşadıkça duymaya başlıyorsun ve kendi kendine sorguluyorsun,
“aa demek ki Ermeni olmakla ilgili bir sıkıntı var burda” diyorsun. Anneme
sordukça seneler sonra bana detaylı anlatmıştır. Benim kuzenim “Ermeni
meselesi” kitabını alırdı ve gazete kağıdına sarıp gezerdi. Annemler hep
“başımızı belaya sokucaksınız anlattığımızla kalın” derlerdi. Bana hep derler
“biz bu ülkede yaşıyoruz, ülkeyi paylaştığın insanlara düşman olmaya gerek yok”. Ben 12 yaşındayım düşün, “ya okullar kapanırsa ne yapıcam
devlet okuluna mı gidicem, niye kapanıyor, ne farkı var gittiğim okulun” diye
sorgulamaya ve araştırmaya başladım. Anneme sorduğumda “bilmiyorum kızım,
olmuştur birşey, daha önce de olmuştu” demişti. O zaman bir de televizyonda
konuşulan konular değil ki bunlar. O sene çok hatırlamıyorum ama bu konu kenara
itildi bir şekilde. A2-7 (E, 30, K)
Bazı görüşmeciler cemaat içinde daha aktif yer alıp
(derneklerde vs..) sosyal çevrelerinde, işte, okulda bu “konuları” tartışırken
ve kendi çocuklarına açık bir şekilde aktarırken; bazıları ise sadece
kendilerini geliştirmek açısından bilmenin yeterli olduğunu, toplum içinde bir
dışlanma/ayrımcılık yaşamamak için bu tip konularda toplumun geniş kesimiyle
tartışmalara girmekten kaçındıklarını belirtmişlerdir.
İçine
gömülüp kendimi kapatmak istemedim o yüzden sormadım da. Her şeyden etkilenme
ihtimalin var. Senin kanından birilerinin zarar gördüğü aşikar bir şekilde
ortada. Bir yerde kırılıyorsun. Gereksiz bir sinirlenme, birden bire ne
oluyoruz, farkındalığa vardığın anda bitmişsindir. Anne babama sormadım ama ne
olmuş ne bitmiş, takip ederim. Bireysel tartışmalara girmem ama. A2-9 (E, 29,
K)
305 1993 yılında Ermeni
okullarında Ermenice’nin yasaklanması kararı alınmış ve sonrasında kaldırılmıştır.
Ermeni cemaati içinde anıların sonraki kuşaklara
anlatıp anlatılmaması, 1915 hakkında daha fazla bilgi
edinip araştırma yapma
veya konuyu sessizce
bir kenara koymayı
ve hakkında konuşmamayı tercih etme daha çok bireysel bir tercih olarak
karşımıza çıkmaktadır. Fakat Ermeni cemaati içinde 60’lı yaşlarında olan ikinci
kuşağın ergenlik ve gençlik dönemlerinde 1915’in üstünden henüz 40-50 yıl kadar
geçmişti. Olay bütün canlılığıyla hafızalarda idi. Onların çocukluklarında
1915’i yaşamış olan canlı tanıklar hayatta idi. Bu nedenle İstanbul’un Ermeni
cematinde bu yaş grubu, 1915’i yaşamış, içinde bulunmuş aile ve akrabalarından,
çevrelerindeki ahbap, eş veya dosttan hikayeleri canlı olarak dinlemişlerdir.
Bireysel olarak daha fazla çaba sarf edenler 1915’i yaşamış olan nesil
hayattayken sormuş, bilgi almaya çalışmış, o dönem için yazılan kitapları gizli
saklı da olsa alıp okumuş; kendi çocuklarına da kötü etkileneceklerini düşünmeden
sahip oldukları bilgileri aktarmışlardır.
Ne yaparsan
yap, 1915 ne kadar tabu olursa olsun eninde sonunda hadi annen baban büyük annen baban konuşmuyorsa bile, dışarda senden daha büyük birileri konuşuyor. Sen de dürttüğünde
eninde sonunda 16-17 yaşına gelince ve bu soruyu sorduğunda ya adam gibi bir
cevap geliyor ya da sen kurcalamaya başlıyorsun. Konuyla ilgili bizim
zamanımızda bazı kitaplar yayınlandı. 75-76 gibiydi. Onlardan biri Sadi
Kocaş’ın kitabıydı. Hala da var bulabilirsin sahaflarda. Ondan sonra 4-5 kitap
daha yayınlandı. İki tanesi tam anlamıyla “1.5
milyon yoktur canım” diyen kitaplardı. Ben hepsini meraklı olduğum için okudum.
Şu anda bütün vilayetlerin kayıtları ortada, ne kadar insan vardı sonra ne
kadar kaldı nüfus kayıtlarında ortada. Bazı şeyleri dürtüp sorguluyordum ben.
Anneannem Adanalıydı, 1906- 7’yi yaşamış ananem... Ordan çok sonra gelmiş. O
zaman Amerikan Hastanesi’nde hastabakıcıydı. Adana Haçin gerçek Ermeni
bölgesidir. “Haçin” diye kitap yazıldı son dönemlerde. Ben ananeme hep sorardım. Ananemin
anlattığı bir hikayeyi sana aktarayım. Bir gece kapı çalınıyor, bir takım
insanlar geliyor, “evin beyi evde mi” diyorlar. Evin beyi geliyor, “bizimle
beraber geliceksın” diyorlar ve alıyorlar gidiyorlar. Adamdan bir daha haber
yok. Yer Trabzon. Kadın, çaresi kalmayınca, çocuklarını alıyor ve İstanbul’a
doğru yola çıkıyor. Çocuklarından iki tanesini yolda kaybediyor. Kayseri’de bir
duvarın dibine gömüyor. İstanbul’a geliyor. Neyse, ikinci kez evleniyor. O
evliliğinden bir çocuğu daha oluyor. O evliliğinden iki tane erkek
evladı oluyor. Büyüğünün adına babasının adını
koyuyor, çocuğun adı ne? Kevork Şimkeşyan (kendi adı)... (acı acı gülerek) o ikinci evlilikteki eşin adı Prof. Kevork
Büyük Şimkeşyan. Bahsettiğim kadın babamın annesi.
Prof. Kevork Büyük
Şimkeşyan Osmanlı dili ve edebiyatı
profesörüdür. Türk Dil Kurumu’nun kuruluşuna imza atan iki kişiden biridir.
Bunu anlattığımda R. (oğlu) lisede,
L.’da (kızı) ortaokuldaydı.
Anlatılmasa bile eninde sonunda bir yerden, ki artık önüne geçemezsin, bir
şekilde öğreniyorlar. Ben 100 yıllık bir hikayenin 60 yılını yaşayarak
biliyorum ve benim 10 yaşında olduğum dönemde o dönemi birebir yaşamışlar vardı
hayatımda. Bir tanesi annemdi. Ben anlamaya başladığımda daha 50 sene geçmişti.
Herşey canlıydı. Ben çocuklar kinle nefretle dolarlar diye hiç düşünmedim.
A1-16 (E, 60, E)
İstanbul’da yaşayan Ermeni cemaatine mensup birinci ve
ikinci kuşaktan görüşmecilerin büyük bir çoğunluğu hem bireysel aile
belleklerinde yer tutan yaşanmışlıkları ve tecrübeleri hem de kolektif anlamda
Ermeni cemaatinin “1915 belleği”ni topluma tutunma ve dışlanmama stratejisi
olarak, çocuklarının yaşadıkları topraklarda kin ve düşmanlık beslemeden daha
rahat ve güven içinde büyüyebilmeleri için belli bir yaşa gelene kadar (genelde
lise çağları, fakat bireysel olarak her ailede bu dönem değişebilmektedir;
aşağıdaki anlatıda görüşmeci, 45 yaşına geldiğinde ailede yaşanan trajediyi
şans eseri öğrendiğini vurgulamaktadır) anlatılmaması gerektiğini çok keskin
bir şekilde ifade etmişlerdir. Görüşmeciler aile içinde Tehcir hikayesinin,
birebir yaşanmamış olsa bile, travmanın büyüklüğü ve yaşattığı şok nedeniyle
çok can acıttığı ve korkulduğu için konuşulmadığını belirtmiştir. Kimi
görüşmeci “konu” açıldığında aile büyükleri tarafından hep üstü kapatılarak
geçiştirildiğini ya da sansürlenerek aktarıldığının altını çizmiştir.306
Ben annemle
dayımın üvey olduklarını 45 yaşında öğrendim. Amerika’dan kuzenim geldi,
ablamın evinde yemeğe oturduk akşam, mevzular açıldı falan konuşuyoruz.
Hikayeden küçük pasajlar anlatmaya başlayınca kuzenim, ablam arkasından geçip
dürtmeye başladı. Kuzenim de “ee bilmiyor muydu?” dedi, ablamda “bilmiyordu
tabi, iyi halt ettin” dedi. Ben 45 yaşındayım. Ananem
kocası ve kızlarıyla Tehcire gidiyor. Dedem
de karısı ve bir kaç erkek
çocukla Tehcire gidiyor. Aynı kafiledeler, ananemin kocası ve kızları ölüyor
yolda; annemin babasının ise karısı ve bir kaç oğlu ölüyor, bir tek dayım
kalıyor o da dizanteri. Kervan yolunda bunları laf ola beri gele
evlendiriyorlar kurda kuşa yem olmasın diye. Bir de H. dayı var. Neyse, bunlar
yolda evlendiriliyor kervan tarafından. Yolda bir de bir ayağı sakat çocuk
bulup evlat ediniyorlar. O da H. dayım!
Dayım ananemin evinde
hayat buluyor, dizanteri.
306 Benzer sonuçlara Leyla Neyzi’nin Türkiye genelinde
gerçekleştirdiği sözlü tarih çalışmasında da
rastlanmıştır, “Keşke
gitmeselerdi”: Türkiye’de Ermenileri Hatırlamanın Ağırlığı, (Çevrimiçi) http://research.sabanciuniv.edu/16025/1/neyzi2010.TR.pdf,
14.08.2015.
Bunlar taa Mısır’a kadar giden
kafile, sonra geri dönüyorlar. Tekrar evleniyorlar ve annem doğuyor. Böyle
hikayelerden bir sürü var. Ben ilk duyduğumda ilk başta aşağıdan yukarıya alev
çıktı sonra dedim ki “çok haklılarmış”. Bu tarz travmalarla büyüyen çocuklar
genelde “ben Mustafa’dan uzak durmalıyım” diye bir altyapıyla büyüyorlar. Ben o
alev aşağı indiğinde “iyi ki” dedim. Çünkü art niyetsiz arkadaşlıklar bugüne
kadar kurabildim. Ben de çocuklarımla bu Ermeni kimliği meselesini ve ailemin Tehcir hikayesini aile geleneği olarak
45 yaşına kadar aktarmayı
düşünmüyorum, aynı sebepten. Onlar çok daha kolay ulaşabiliyorlar biligiye
artık. Ben özellikle anlatmadım ama onlar konuşulanların arasında
yakalamışlardır. Biz yaşanan olumsuz şeylerı ailede hiç konuşmayız. Eşim de ben
de. 45 yaşına gelince çocuklar ben hala hayatta olursam anlatıcam. A1-10 (E,
61, E)
Anadolu’nun Ermeni nüfusunu ortadan kaldıran olayları
tarif etmek için kullanılan ifadeler, görüşmecilerin bu dönemi nasıl
anlamlandırdıklarını incelemek açısından önemlidir. Kullanılan terimler
arasında “1915, 1915 olayları, tehcir, kıyım, kesim, soykırım, “çart” (kesik),
“ondan evvel”, “ondan sonra”” sayılabilmektedir.
Bir gün
babam anlatırdı bir beyaz atları varmış, babamın babasını ve iki amcasını o ata
koymuşlar ve bir daha getirmemişler. Annemin tarafında ise durum söyleymiş:
“1914 faslı” başlıyor, çevre köyler ki Aslanbey denilen bir köy var şimdi,
İzmit’in köylerindendir benim kayınvalidem de oralıdır. Aslanbey iki kere
yakılıyor, birini yakan Almanlar. Ve göç başlıyor. Annemin köyü çok geç
çıkıyor. İzmit boşalıyor ondan sonra sıra bizimkine geliyor. Annem 13 yaşında,
göç başlıyor. Annem 1900 doğumlu sanırım. Nereye gidiyorlar, sürülüyorlar daha
doğrusu? Kendi köylerinin çevresinde Çerkez köyleri var oraya sürülüyorlar.
Daha ilerisini bilmez annem. Annem gidiyor dört sene Çerkezköy’de kalıyor.
Babam genç 19 yaşında, çerkez ağasının kızı aşık oluyor babama. Dört sene
Maşukiye’de kalıyorlar, “herşey bitti, “kesim” bitti” diyorlar ve köye
geliyorlar. Kayınvalidem yürüyerek Eskişehir’e gitmiştir, ordan Arabistan’a
gitmişlerdir. Onlar çok şey görmüşlerdir, bizimkiler bilmezler. Bizim evlerde
konuşulmadı bunlar. Bilhassa babam “geçmişe gerek yok” derdi. Tabi ki olaylar
büyük olaylar, bizim evde fazla konuşulmazdı. Kök ağacını yap dersen yapamam
çünkü bir yerde tıkanıyor. Konuşulmuyordu. Babam da 3 yaşında kaybetmiş
babasını. Annesini de kaybetmiş... A1-9 (E, 81, K)
Benim
annemin bir arkadaşı vardı, Aslanbey’de yaşardı, adı Hacılı Berjin. Bütün
kollarında küçük küçük haç dövmeleri
vardı. Sürgünde, o zaman sürülmüşler Suriye’ye kadar,
Arapların elinde kalmış kadın. Arap çadırında bir Ermeni çocuk, o da sürgünde,
nasıl kaçmışsa kaçmış bu kızı almış kaçırmış Arabın elinden boynuna kadar
toğrağa gömmüş, ölü zannedilsin diye. Ordan kaçırmış İstanbul’a getirmişti
kızı. Öyle kurtarılanlar oldu. Aslında çok büyük hikayeler var. A1-9 (E, 82, K)
Bizde
ailede çok konuşulmazdı sevkiyat, anlatılıyor ama detaylı iç yüzünü ne oldu ne
bitti bilmiyoruz. Tarihte birşeyler olmuş. Çocukları Müslüman aileler almış
filan, kıyıma gitmesin diye olmuş. Kimisi evlenmiş dinini değiştirmiş.
Trabzonlulara Rum derler mesela. Hepsi de Rumca bilir. Yozgat’da kalmadı
Ermeni. Bizim annelerimiz babalarımız bunun daha yoğun haliyle büyümüşler. Bize
daha az aktarma oldu. Sansürlenerek aktarıldı hep. Ama onlar 1915 olaylarını o kadar duydular ki, biz onların
duyduklarının yüzde onunlan büyüdük. Tarihi saklayabilirmisin? A1-12 (E, 59, E)
Birinci ve ikinci kuşaktan görüşmeciler 1915’in
yarattığı travma nedeniyle kendi kuşaklarının toplum içinde baskı ve çekince
ile nasıl yaşadıklarını okuldaki Türkçe derslerinde
(Türk öğretmenler tarafından verilen tarih, coğrafya, Türk dili ve edebiyatı)
yaşadıkları/hissettikleri dışlanmayı referans vererek, halen bu güven
eksikliğinin kendi kuşaklarından çoğu kişi için devam ettiğini ifade
etmektedirler. Ailelerinde yaşanmamış olsa ve kendilerine aktarılan net bir
hikayenin olmadığı durumlarda bile Ermenilerin kolektif- cemaat belleğinde
1915’in açtığı derin yarık nesiller boyunca kesintisiz bir şekilde sürdürülmektedir.
1915 asla
konuşulmazdı bizim evde. Ailede fazla konuşulmazdı bizim. Konu dahi
edilmiyordu. Tehcir en travmatiktir çünkü. Diğerleri yok 6-7 Eylül filan zaten
konuşulmazdı. Bana kendi annem de anlatmadığı için benim de öyle bir içgüdüm
oluşmadı. Bu anlatılacak, diyelim sen okula
gidicen Türkçe öğretmeninin yanında bir laf etsen başını
belaya sokucaksın. Herşey
olabilir. Bak bir Türkçe hocamız vardı bize kinle baktığını hissediyordum,
hepimiz çekinirdik. Bir baskı vardı hep ve hala da var. Bizim evde üst katta
bir yayamız vardı, 97 yaşında öldü. O gelir aşağıya anlatırdı bak: “ah çocuğum
ben bir kovuğun altında kaldım, geldiler beni aldılar”. Anneyi babayı hepsini
götürmüşler ve kendi hizmetçilik yaparak büyümüş. A2-14 (E, 58, K)
Son yıllarda kültürel kimlik hareketlerinin çoğalması
ve kimlik sorunlarının kamuoyunda açıkça tartışılmaya başlanması, daha önce hiç
konuşulamayan, tabu olan “Ermeni
Sorunu” gibi konularda suskunluğun aşılmasında önemli bir faktör olmuştur. Bu
sayede kısmen de olsa korku eşiği aşılmış olan toplum içinde konuşma cesareti
artmaya başlamıştır. Resmi tarih tezi ile yetişmiş olan toplumun geniş
kesiminde azınlıklar ve onların yaşadıkları travmalara dair farkındalığın
artması orta ve genç yaşlardaki Ermenilerde kendi geçmişlerine dair bir bilinç
yükselmesi yaratmıştır.
Korkarlardı
konuşmaya. O korku vardı. Ben de konuşmuyorum ama öyle bir korku taşımıyorum.
Öyle bir korku kızıma da aktarmıyorum. Bu gençlik artık herşeye çok hakim.
Artık heryerde konuşuluyor, okullarda mesela. Artık bilgiye de ulaşıyor çok
rahat. Bugün sabahtan akşama kadar bir kanal bulursan eninde sonunda “Ermeni”,
“Soykırım” mutlaka konuşuluyor. Eskiden bunun hiçbirisi yoktu. Bize net
anlatılmasa bile anlatılanlar var. Ben biliyorum ki ananemler dedemler bir
öncesi yani onun annesi köylerinden sürülmüş, kayıplar var, akrabalardan
ölenler var. Bunları biliyoruz tabi. Ama bunu ananem birebir anlatmazdı. Ananem
Suriye’ye gitmiş, ordan geri gelmiş. Bir kısmı Bulgaristan’a, bir kısmı
Amerika’ya gitmiş. Dedemin kardeşi öldürülmüş. Bunları biliyoruz ama keşke daha
net aktarılsaydı. A1- 11 (E, 50, K)
Ermeni cemaati mensubu genç kuşaklarla yapılan
görüşmelerde, çocukken aile büyüklerinin ev içinde 1915 ile ilgili kesinlikle
konuşmadıklarını, konu açıldığında üstünün kapatıldığını ve ev dışında okulda,
iş yerinde, arkadaş çevresinde vs. başkalarıyla konu hakkında konuşmamaları
için hep “uyarı aldıklarını” belirtmektedirler. Bu uyarıların arkasında korku sonucu sessiz bıraktırılma
ve toplumun geniş kesimine karşı düşmanlık beslememek önemli bir faktör olarak
karşımıza çıkmaktadır. Üçüncü kuşak görüşmeciler ancak ilerleyen yaşlarında
belleklerinde kalan hikayelerin bölük pörçük parçalarından, çevrelerinde
duyduklarından ve kendi çabalarıyla yaptıkları araştırmalardan anlamlı bir
bütün oluşturmaya çalıştıklarını aktarmaktadırlar.
Annemin anne tarafı Sivas’da
Katolik Ermenilerin olduğu bir köyden gelmişler. Şimdi köyün ismi değişti ama eski ismi
Pırkinik. Hatta Şişli’deki Katolik mezarlığında o köy için ayrı bir yer vardır. Bu 1915 olayları
sırasında erkekler gidince
bizim büyük nine orda kalıyor,
bir sürü çocukla ve bir de köpekle.
Kadın ne yapacağını bilemiyor, burda amcaları var, ordaki evi, mal mülk para herşeyi bırakıyor, annem der ki ev
baştan aşağı ipek halılarla çevriliymiş. Herşeyi bırakıp çocukları ve köpeği
alıp yola çıkıyorlar. Köpek yolda vefat etmiş. Sonra buraya gelip amcanın
yanına yerleşiyor. Çocuklar burda Fransız okuluna gidiyor, hepsi burda
yaşıyorlar. Babamın ailesi tamamen
İstanbullu, hep burda yaşamışlar. 1915 olayları hiç konuşulmamış. Büyüknine hiç
konuşmazmış, galiba onun kardeşi anlatmış bizimkilere. Benim büyükannem de
konuşmaktan çok korkarmış. Hep engel olurlarmış evde çocuklar varken
konuşulmasına. Düşmanlık doğmasın diye anlatılmazmış. Ninenin kardeşinden
duyduklarıyla biliyor annemler. Orda büyük zenginlik bırakıp gelmişler. Erkek
yok o tarafta zaten hiç. O tarafta o olayları çok yaşamamışlar. Belki de
hafızada geriye atma olabilir. O köpek bile ama annanemlerde hep gündeme gelir,
yolda gelirken ölen köpek. Yeşilköy’de oturan teyzeminde kurt köpeği vardı, o
köpeği gördükçe hep “bunun gibi miydi” diye sorardım. Bende hiç unutulmayan bir
mevzudur bu. Annem bir de hep anlatırdı nasıl zenginlik olduğunu orda,
aktarılanlar tabi bu. Biz baya köyün zenginiymişiz. Dedemler ağaymış orda.
Köyün tamamı da aile gibiymiş. Mesela cenaze oldu mu gazetede (Agos) yazar o köyden olduğunu. O köy kaybolmuş
sonra zaten. Nerden gidip bulacaksın … dediğim gibi bize de çocukken hiç
anlatılmazlardı bunları karşılarına alıp. A2-7 (E, 30, K)
Babane
Tehcir zamanı Kayseri’den gelmiş. Babane aktarmış ama her zaman bizim aile de bızdık bızdık aktarıldı. Büyük
amcam da, o da Tehciri yaşamış. Babanem yolda doğuruyor, galiba amcam dereden
düşüyor burnu kırılıyor filan ve bunu (amcasını) hep el üstünde tutuyorlar. Parça parça anlatıldığı için ben puzzle ı
hiçbir zaman tam birleştiremedim. Tam detayları hiç öğrenemedim. Hep biz
soruyorduk, 13-14 yaşında sormaya
başlıyorduk. Ama onlar da hep geçiştiriyorlardı. “evet böyle olmuş ama biz
konuşmayı istemiyoruz” diyorlardı. Ağızlarından cımbızla alırdım. 80’ler bu
tabi, çok tabu konulardı. Babam hep “bak kızım bu konuyu başkalarıyla sakın
konuşma” diye uyarırdı. Çok korkardı. Bir
de ASALA dönemiydi. Bir de 6-7 Eylül’ü de yaşamışlar. Sanırım askerden dönüyor
o zaman, babam İstanbul’a ayak basıyor ve 6-7 Eylül oluyor. Çok büyük travmalar
yaşamışlar ama hep üstü örtülü herşeyin. Biz sormasak anlatılmıyor. Belki benim
aileme has birşeydi ama ben bunun genel olduğunu düşünüyorum. A2-15 (E, 39, K)
Belli bir yaşa gelince
anlatılıyor: Ben belli bir yaşıma gelince bilincine
vardım. Ufacık çocuğa ne anlatıcan? “Türkler
bunu kesti, Ermeniler
bunu yaptı” dersen milliyetçi kafatasçı
bir çocuk yetiştirirsin. Köyde
olanları anlatırdı dedem, yarım yamalak hatırlıyorum. Çanakkale savaşına
gidiyor, dedemlerden biri galiba, geliyor bakıyor ki köyde herkes kesime
uğruyor. O da dağa çıkıp eşkiya olmuş. Mesela “boynu kesik” diye bir hikaye
vardır. Adamın boynunu kesmişler ve adam yaşamış, kaynamış kendi kendine. Böyle
bir hikaye var, anlatılıyormuş bu köyde. Ama evlerde konuşulmazdı. Büyükdedemi
kadın kılığına sokmuşlar götürmesinler diye. Böyle çok hikaye var... A2-12 (E, 29,
E)
2.3.5.
Yahudilerin Kolektif Belleğinde 1934 Trakya Olayları ve Sinagog
Bombalamaları: Bende hep tetikte
durmalıyım duygusu var
... sonra
Trakya Olayları, hatırlıyorum... çünkü zavallılar çırılçıplak buraya (İstanbul’a)
geldiler. Bütün cemaat yardım etti. (Y,
91, K)
Dediğim
gibi kimse bu olaylardan (sinagog bombalanması) dolayı bırakın düşünmeyi hissedilmedi bile Türklerin yaptığına dair.
Her ülkenin faşisti vardır. (Y, 64, E)
Yahudilerin kolektif belleğinde cemaat-içi seçilmiş
travma olarak yer alan iki önemli travma 1934’de doğrudan Yahudileri hedef alan
Trakya Olayları ile İstanbul’daki Sinagog saldırılarıdır. 1934 Trakya Olayları
İstanbul Yahudileri ile doğrudan ilişkili olmasa da tanık olunan travma olarak
kollektif bellekte yer almaktadır. Hatırlanan şeyin içeriğini değiştirmek ve
unutmak bellek ve kimlik arasındaki sıkı ilişkinin vazgeçilmez parçalarını
oluşturur (Özyürek, 2012:9). İstanbul’un Yahudi Cemaati için 1934 Trakya
Olayları, kolektif bellekte bastırılmış ve sonraki kuşaklara aktarılmayarak
unutulmaya terk edilmiştir. Gayrimüslimlere yapılan etnik-dinsel ayrımcılık
uygulamaları içinde belki de kamuoyunda en az bilineni, hem Yahudi cemaatinin
kendi içinde hem de dışında en az konuşulanı 1934 Trakya Olayları’dır. Bali’nin
1934 Trakya Olayları kitabı dışında
akademik alanda bu konuda yapılmış çalışmalar son derecede sınırlıdır.307
307
1934 Trakya Olayları’nı da içine alan tez çalışması için Bkz.:Aysun Akan, 1934
Trakya Olayları’nın 1942 Varlık Vergisi’nin ve 6/7 Eylül Olayları’nın basında
yansımasının eleştirel söylem analizi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi Siyaset
Bilimi ve Kamu Yönetimi, 2009, yayınlanmamış Doktora Tezi.
Birinci bölümde üzerinde durulduğu gibi Trakya
Olayları’ndan sonra Trakyalı Yahudilerin İstanbul’a kitelesel bir göçü
gerçekleşmiştir. görüşmeciler arasında bulunan iki Trakyalı Yahudiden birisi
1934 yılının Haziran ayında Trakya’da gerçekleştirilen olayları birebir
yaşamıştır. Diğeri ise ise 1934 yılında henüz bir yaşında olduğu için,
kendisine aile fertleri tarafından aktarıldığı biçimde Olayları belleğine
yerleştirmiştir. Olayların tanığı olan erkek görüşmeci, Yahudilerin Trakya’dan
göçünden sonra el değiştiren ve Müslüman- Türklere geçen sermayeden bahsederek, Trakya Olayları’nın amaçlarından birinin sermayenin
Türkleştirilmesi308 olduğunu ifade etmiştir. Görüşmelerde İsmet
İnönü’nün erkek görüşmecinin belleğinde olumsuz bir yer tutarken kadın
görüşmeci de olumlu bir yer tuttuğu tespit edilmiştir. İnönü’yü
“bizi Hitlerden, Almanlar’dan kurtardı” diyerek olumlu anan kadın
görüşmecinin söylemine benzer söylemler Varlık Vergisi dönemi için de
tekrarlanmıştır.
Bütün
zenginler 1934 olaylarından sonra değişti, hatırlarım hepsini... Geçinmek için
mecbur olduk buraya (İstanbul’a)
gelmeye. Neler geçti 34’de hepsini hatırlarım... Bizde Musevilerin çalıştığı
şeyler hepsi Anadolu’dan gelen Müslümanlara geçti. Tekirdağ’da hiç kalmadı.
Kimisi manifaturacı, çoğu hırdavat, sarraf... herşey vardı. Çok zengin aileler
de vardı. Yüzde altmışı bizi severdi. Musevileri severlerdi. “Biz burda
yaşıyorsak sizin sayenizde yaşıyoruz, sizin yollarınızdan gidiyoruz ve
öğreniyoruz” derlerdi. Hepsi köylüydü sonradan bizim gibi tüccar oldular.
1934’de bir yağma oldu. Kavga filan yoktu. Alıp götürüyorlardı dükkanlardan.
Hatta bir ihtiyar yatakta yatıyor, hasta, onu alıp yere koydular yatağını aldılar. Gözümden çıkmaz bu. Bunlara
köyden gelen çapulculardı. Kimse bizi korumadı. Sanki mal kaçırıyorlardı. Koruma da olmadı. Ancak bu 6-7 Eylül
zamanında korudu Türkler. Ben de başkasının malını kurtarmıştım. Gittim
dükkanın kapısında durdum, kırmaya gelmişlerdi, “burası Müslüman yeridir”
dedim. Ve o dükkanı kurtardım. Ama çok üzüldüğüm bir nokta vardı, Tekirdağ’da
ceza reisi dediğimiz adam Musevi karısı vardı, o bile karışmadı olaylara. Olur
mu ya? Senin kardeşlerin çekiyor sende karşıdan bakıyorsun? Neyse bunları
atlayacağız... Orda epey zahmet çektik... biz buraya geldiğimizde 1938’di. Bir
kısım İsrail’e, çoğu İstanbul’a gitti,
ve hayat böyle
geçti... Her on senede, on sene bile değil, birşey
oldu
308
30 Ocak 1923’de imzalanan Mübadele Sözleşmesi’nin ardından Trakya’daki Türk
uyruklu Rum Ortodoksların mübadele edilince Ortodoks nüfus kalmamıştı. 1915
yılındaki Ermeni tehcirinden sonra da bölgede
nerdeyse hiç Ermeni kalmamıştı. Böylece ticaret hayatında Rum ve Ermenilerden
boşalan yerler Yahudiler tarafından doldurulacaktı. Bu beklenmedik gelişme
bölge halkında büyük bir hoşnutsuzluk yaratmıştı. Yahudilerin Trakya ve çevre
bölgelerden göçünün ardından, Yahudilere ait gayrimenkuller ve ticarethaneler
değerlerinin çok altında meblağlara el değiştirmiş ve bölge ekonomisinde
Müslüman-Türk unsur hakim duruma gelmiştir (Bali, 2013a:64).
bize. 1934 senesi çok fenaydı. Bizi
toplayıp denize mi atacaklardı onu bilmiyoruz.
Tekirdağ’ını biliyormusun? Orası dağdır. Bizim evimiz deniz
kıyısındaydı, bütün Musevi mahalle aşağıda otururdu. O taşları yuvarlayıp bizi
içerde ezeceklerdi. Böyle hazırlanmışlar. Nerden biliyorsun diyeceksin? Bir
arkadaş vardı Türk, o anlattı bana böyle bir hazırlık var diye. Anlatsam çok
fazla zaman alır. Orda kimse müdahale etmedi, kimse korumadı bizi. 1934’de olan
İnönü’nin marifeti. Sen bilmezsin bunları. Biz yaşlılar bunları biliyoruz.
Yavaş yavaş oldu bunlar, sonra birden bire çıkıyor. On senede bir parlıyor.
C1-16 (Y, 93, E) 309
Azınlık
olarak güvende hissetmiyoruz tabi. Allah o günleri göstermesin, ben bir
yaşındayken annem babam gördü o günleri, ben 32 doğumluyum. Tekirdağ’da bizim
bir İ. diye kuzenimiz vardı. Sancıları tutuyor annesinin, biz ortağımızla
yanyana evlerde otururuz. Meğerse bizi denizde batıracaklarmış. İsmet İnönü
bunu duyduğu zaman ve ordakiler “ben şunun kızını ben bunun kızını alcam”...
buna bile hazırlanmışlar. İsmet İnönü’den bir emir geldi, kalsınlar
gitmeyecekler. Allah razı olsun ondan, yoksa büyük bir kıyım olucaktı. Tecavüz
olmadı. Belki olduysa gizli, söylenmedi çünkü bir genç kızın ismi lekelenecek.
Ve kaldık. Babam da İsmet İnönü’nün haber gelince, “Nez” mucize demek bizde,
öyle birşey yaptı ki Allah, kadın doğurdu
ve kızın adını da “Nez” koydular. İsmet İnönü çok iyilik yaptı ve
harbe sokmadı bizi. Trakya’daki Yahudileri dağıtacaklardı yoksa. Maunalar, yük
taşıyacak gemiler, hepimizi içine bindirip bizi orda batıracaklardı, plan
buydu. Ve Almanlar gelecekti buraya. Almanların gelmesini İsmet İnönü önledi.
İsmet İnönü kötü biri mi şimdi? Memleketi harpten kurtardı. Biz 42’de
İstanbul’a geldik. Gene bir harp şeyi çıkmıştı. O zaman muhacirler, Bulgarlar!
en yakın yer diye Tekirdağ’ına gönderildiler. Biz çocuklar pencerelerden, yemek
verirdik esirlere. Ve kurtardılar onları. Kimi İsrail’e gitti, kimi geri gitti,
kimi dağıldı Türkiye’ye. Savaş sırasında Bulgaristan’dan, Yunanistan’dan,
Balkan milletlerinden kaçanlar geldi. Hitler’den kaçanlar. Çocuktum ben o zaman
... C1-7 (Y, 83, K)
Trakya Yahudilerinin İstanbul’a gelişinde tanıklık
eden İstanbul Yahudilerinin belleğinde bu göçmenler, bütün mal varlıklarını
kayberek “çırılçıplak” İstanbul’a
sığınan mağdurlar olarak yerleşmiştir. İstanbullu Yahudilerin tanıklık
ettikleri bu travma
Lozan’da
309Yahudi
cemaatine ait huzur evinde yaptığımız görüşmede Ç. bey konu 1934’e gelince
sürekli konuyu değiştirmeye çalıştı. Konu açıldığında tavırlarına yansıyan
huzursuzluğu konu hakkında konuşmak istemediğini, çekindiğini, konuşulmasından rahatsız
olduğunu belli ediyordu. Yaklaşık 2 saat süren görüşmenin ancak sonlarına doğru
anlattı hikayesini.
kabul edilen azınlık statüsünden sonra Yahudilere yönelik ilk
olumsuzluktur.310 O nedenle İstanbul Yahudileri yaşadıkları bu ilk
travmayı o sırada sürmekte olan II. Dünya Savaşı ile ilişkilendirerek
belleklerinde bastırmayı tercih edeceklerdir. Yahudiler II. Dünya Savaşında
Almanya’da gerçekleşen Yahudi Soykırımı ile bir kıyaslama yapmakta ve orada
yaşanan katliam karşısında, bu ülkede yaşadıkları haksızlıkları, dışlanmaları,
ayrımcılıkları “çok büyütmeyerek” belleklerinin derinliklerine gömüp
sessizleştirmektedirler.
Sonra Trakya
olayları, hatırlıyorum.. çünkü zavallılar çırılçıplak buraya geldiler.
Bütün cemaat yardım
etti. C1-17 (Y, 91, K)
Görüşmeler sırasında tespit
edilen bir diğer
önemli nokta, ailelerinde Edirne-Kırklareli göçmeni olmasına rağmen, ikinci ve üçüncü
kuşaklara 1934 Olayları’ndan aile içinde bahsedilmemekte, bu konuda bir bellek
aktarımı yapılmamaktadır. Sadece üçüncü kuşaktan bir erkek görüşmeci lise
dönemlerinde siyasi bilincinin artmasıyla birlikte o zaman hayatta olan
Trakyalı anneannesiyle konuştuğunu ve konu hakkında araştırmalar yaptığını aktarmaktadır.
Edirne
olaylarından sonra mı gelmişler (dedesi) bilmiyorum. Hatta Çanakkale’ye gitmiştim iş için annem tarif etmişti
bölgeyi gidip bakmıştım. Hepsini tanıdım, şu anda ananem hayatta diğerleri
vefat etti. Hiç konuşulmazdı Edirne’de, Çanakkale’de hayat nasıldı. Büyükbabam,
rahmetli, burda ecza deposu sahibiydi. C2-6 (Y, 32, K)
1934 Trakya olayları bilinmez
hiç mesela benim dedem Trakya’dan geldi ama… C2-7 (Y, 34, K)
Anne
tarafım Edirneli, K. ailesi, oranın en ünlü Yahudi ailelerinden biri. Biz
Şalomla Edirne’ye gitmiştik gençler olarak 1934 Olayları’yla ilgili kimler
kalmış diye, o sırada araştırmalarımızda bizim ailenin oranın en önemli
hahamlarından olduğunu öğrendim. Öyle kıymetli insanlarmış. 34 Olayları çıkınca
anne tarafı kaçmak zorunda kalmışlar. Uzunköprülülermiş. Ermeni bir uşakları
varmış çiftlikte, Ermeni uşak bunları at arabasının arkasına atıp kaçırmış. Hiçbirşeylerini satamadan ceplerinde metelik
olmadan İstanbul’a
310 Yahudi görüşmecilerin anlatılarında 1934’den önce gerçekleşen “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasına
fazla vurgu yapılmamıştı.
gelip sıfırdan hayat kurmaya
başlamışlar. Ananem çok anlatmazdı ama rahmetli olmadan evvel ben son
dönemlerinde hep yanındaydım o zamanlar anlattı Edirne hikayesini. Ben de o zamanlar
büyüktüm ve incelemeye başlamıştım. Daha küçükken öyle bir bilincin olmuyor
çünkü. C2-11 (Y, 34, E)
Travma, güven ve korunma duygusunu yok eden,
beklenmedik biçimde karşılaşılan ağır bir durumda yaşanan duygudur. Birey ya da
bir cemaat, kendisini bir parçası olarak gördüğü toplumun üyelerinin kendisine
sırt döndüğü ya da dışlandığı durumlarda kendisini tehlikede hisseder. Bu çok
yıkıcı olabilir çünkü kimlik ve aidiyet içinde yaşanan toplumla doğrudan
bağlantılıdır. Burada güveni kıran ve ihanete uğramış hissettiren Devlet ve
sahip olunan sosyal çevre, arkadaşlar, mahalle komşularıdır. Bütün bu örnekler güç
ilişkilerini içermektedir (Adkins, 2003: 4). 1934 Olayları ile ilgili anılarını
paylaşan görüşmeciler de olaylar sırasında komşuları, eşleri dostları
tarafından hiç korunmadıklarını belirtmekte ve bundan dolayı içlerinde hep bir
kırgınlık ve güvensizlik taşıdıklarını ifade etmektedirler.
...
sonradan öğrendiklerimle bağdaştırdığım bir açıklama yapabilirim tabi,
dedemlerin gelme sebepleri Edirne olaylarıymış. Ben yıllar sonra nerdeyse bir
yıl önce öğrendim. Hiçbir şey anlatılmadı ve konuşulmadı. Bunu konuşmak
gereksiz zaten yaşadığımız yere adapte olmamızdan öte başka seçeceneğimiz yok
da olabilir bence sebebi. Abim, kuzenlerim kimse bilmiyordu. Bunlar Rıfat
Bali’nin kitabını okuduktan sonra ortaya çıktı. Dile getirilmiş olması beni çok heyecanlandırdı. Edirne’de
Müslümanlarla Yahudiler içiçeymiş. Yakın çevresi yapınca bunu kendisine.... 6-7
Eylül’de de vardı. Ekmeğini paylaştığın bir kişiyle bu denli kötü olmak
öldürmeye varıncaya dek... mümkün değil ... C1-3 (Y, 64, E)
1934
olaylarını yaşamışlar Çanakkale’de. Benim dedem anlatırdı. Küfür ederdi
anlatırdı. O yüzden geldiler “mallarımı aldılar körolasıcalar tarlalarımı
aldılar beş para bırakmadılar”. Babam daha yeni doğmuştu, kundağın içine
paraları koymuş babanesi ve annesi. Hep küfür ede ede anlatırdı “bir şey
kalmadı paramız kalmadı” diye kötü bir şekilde anlatırdı. C1-15 (Y, 64, K)
Babamın
hammalları, bizim için canlarını feda edicek insanlar bile hazırlanmış “bu evi
ben alcam bu evi sen alcan” diye. Artık genç kızları ne yapacaklarını konuşuyorlardı.
C1- 7 (Y, 83, K)
Bazı görüşmeciler 1934 Olayları ile ilgili bu
“sessizlik” durumunu Osmanlı’nın topraklarına Yahudileri kabul etmesinden
dolayı gelişen “hoşgörü” söylemine, Yahudilerin dünyanın diğer ülkelerindeki
dindaşlarının yaşadığı sıkıntıların yanında Türkiye’de çok daha rahat bir hayat
yaşadıkları için olayları büyütmemek adına sessizleştirilmesine, Yahudi
cemaatinin genelde apolitik bir cemaat olmasına ve bu bağlamda yaşanan
tatsızlıkların üstünü kapattıklarına, fazla dillendirmediklerine
bağlamaktadırlar. Aynı zamanda yaşanan travmadan dolayı “dışarıda” yani Yahudi
cemaatinin dışında, geniş toplum içinde konuşulmasından “korkulduğuna”,
olaylara tanıklık etmiş ve birebir yaşamış olanların kaybıyla birlikte
aktaracak canlı tanık kalmayınca bu olayın Yahudi cemaatinin kolektif
belleğinden silinmesinden duydukları endişeyi de dile getirmektedirler.
Dolayısıyla 1934 Trakya Olayları Yahudi cemaati için kollektif belleğin
derinliklerine gömülen bir travma olarak kalmıştır.
Bizimkiler
Osmanlı’yı kendilerine “borçlu hissettiler” hep, kapıları açanları kötülemek
ters geliyor. O yüzden geçmişi konuşmayı istemezler. Korku da var tabi,
özellikle yaşamış olanlar o olayları. Rıfat Bali “Elrom Olayı”’nı311
yazmak istedi? Mahir Çayanlar zamanı burdaki İsrail konsolosluğunda yaşanan öldürme
olayı. Yazamadı. Tıkandı ve rafa kaldırdı. 1934 Edirne Olayları da bak
yazılmıyor konuşulmuyor. Çok az şey biliniyor. 1955 olayları da son senelerde
popüler oldu. Jewishler (Yahudiler)
tamam Trakya olayları birşeyler oldu, sen de görüyorsun araştırmanda herkes
susuyor! Çünkü yüzde yüzde iyi yaşandı ve yüzde beşi yutuyorlar. Hatta Varlık
Vergisi olaylarını bile yutuyorlar. Ki o daha önemli bir potansiyel, hakkaten
sıfırlanan insanlar oldu. Aşkale’ye gidenler oldu, neler olmadı. O Varlık
dönemi, bana göre daha fenadır. Rıfat Bali çok iyi bilir o dönemleri, kitapları
var. 6-7 Eylül’e baktığımız zaman direk Yahudilere dönük değildi. Ama bak
Trakya olayları hakkında bir kitap bulamazsın piyasada. Rıfat Bali bile
konuşacak kimse bulamadı, sen düşün. Hafıza kayboluyor resmen. Bu özellikle
Trakya olayları için geçerli. C1-5 (Y, 65, K)
3111971
yılının Mayıs ayında İstanbul’un İsrail Başkonsolosu Ephraim Elrom, Marksist
THKO militanları tarafından kaçırılarak öldürülmüştü (Bali, 2013a:129).
Elrom’un öldürülmesi hakkında yapılan güncel bir yazı dizisi için Bkz.: Şalom,
“Ephraim Elmon’un öldürülmesi ve hafızalardaki yeri”, 28.10.2015, s.11.
Tercih
olarak apolitik bir community olduğumuz için biz Türkiye’de sıkıntı verecek bir
olayla karşılaşmadık. Enteresan olarak son 15 seneye kadar konuşulmadı da bu
olaylar. Bunun bir sürü sebebi var. Bir, halimiz vaktimiz yerinde kapanmış
yaraları açmayalım. İki, o kadar da önemli değildi ya... Üçüncüsü, dünyada
herkesin canı çıkmış bizimde minnacık bir olayımız olmuş ne olucak ki. Ölmedik
yaşıyoruz işte en fazla malımız gitti o kadar… 1943’de bayağı bir hırpalandık.
Resmen servet transferine uğradık. O zamanlardaki insanların, mesela Türkiye’nin İsrail’e en büyük Yahudi göçü 1943’den sonra oldu. 1951’de durdu hatta
%10’u geri geldi. Sıfırı
tükettiler. Memnun kalmadı hayatından geri geldi. Adanan Menderes seçildi, bir
daha böyle şeyler olmaz dendi geri gelindi. C2-1 (Y, 43, E)
İstanbul Yahudilerinin kolektif belleğinde Sinagoglara
yönelik yapılan saldırlar yeni bir travmadır. Ancak bu travmanın niteliği o
güne kadar Yahudi ve diğer gayrimüslim azınlıkların yaşadığı iç travmalardan
farklıdır. İsrail’in sürdürdüğü Filistin politikaları ve dünyadaki İslami
terörün yükselişi ile ortaya çıkan dışsal kaynakları olan bu saldırılar
Yahudiler için dünyada hiç bir yerin güvenli olmayacağı algısını yaratmaya
yöneliktir. Bu çerçevede 15 Kasım 2003’de İstanbul’daki Neve Şalom ve Beth
İsrael Sinagoglarına karşı gerçekleştirilen intihar saldırılarında altısı
Musevi olmak üzere 24 kişi hayatını kaybetmiştir.312
Yahudi cemaati mensuplarıyla yapılan görüşmeler
sırasında patlamanın gerçekleştiği zaman çocuk yaşta olan şimdi 30’lu
yaşlarındaki bir kadın, iki erkek görüşmeci, birinci kuşaktan ise bir görüşmeci
patlamalardan bahsetmiştir. Kadın görüşmecinin ailesinde patlamalar sonucunda
kayıplar yaşanmış; bir erkek görüşmecinin babası her Cumartesi rutin olarak
gittiği Sinagog’a tesadüf eseri o hafta gitmediği için kurtulurken diğer erkek
görüşmecinin de ailesi
dua töreni 15 dk. uzayınca
olayı şans eseri
ufak yaralarla atlatmışlardır. Üçüncü kuşağa mensup
kadın görüşmeci sinagog saldırılarından sonra hissettiği güvensizlik duygusunu
“hep tetikte kalmalıyım” sözleri ile vurgulamıştır. Birinci kuşağa mensup erkek
görüşmeci patlamalar sonrasında Türk Musevi Cemaati olarak olayları kesinlikle
Türklerle/Türkiye ile bağdaştırmadığını, bunun uluslararası bir terör saldırısı
olduğunu belirtmektedir.
312 Bu konuda
ayrıntılı bilgi için Bkz.: Bali, 2009a:470-490.
Sinagog patlamaları ile, yukarıda bahsettiğimiz Varlık
Vergisi, 20 Kur’a Askerlik, 1934 Trakya Olayları ve 6-7 Eylül Olayları’nın
Yahudi görüşmecilerin belleklerinde tuttuğu yer ve bu belleği aktarım şekli
arasında önemli bir fark bulunmaktadır. Sinagog patlamaları dışında bahsedilen
diğer bütün travmalar görüşmecilerin belleklerinde, vatandaşı oldukları
devletin bilgisi ve yetkisi dahilinde “kendi vatandaşlarına” karşı
gerçekleştirmiş olduğu olaylar şeklinde yer tutmaktadır. Bu olaylardan sonra
içlerinde hep bir “kırgınlık, güvensizlik, dışlanmışlık” duygusu ile
yaşadıklarını belirtmeleri tam da bu sebepten dolayıdır. Sinagog bombalamaları
ise yabancı bir terör örgütü tarafından gerçekleştirildiği için cemaat içinde
büyük bir travma yaratmasına rağmen kendi devletlerine karşı bir güvensizlik
hissetmelerine sebep olmamıştır. Bu dört görüşmeci dışında diğer Yahudi
görüşmecilerin patlamalara değinmemesinin bu nedenle olduğu düşünülmektedir.
Bu
memlekette 86’da Neva Şalom sinagogu herkese açıktı, bir adam girip herkesi
tarayınca arama sistemi kuruldu. Benim kuzenim ikinci patlamada bombanın
üstünden atlamış. Babanemin abisi ilk taramada öldü içerde, zannediyorum.
Galiba… bilmiyorum. Ben beş yaşındaydım çok anlatmamaya çalıştılar. Ben hayal
meyal şunu hatırlıyorum, odamda ranza vardı, birşeyler oluyor televizyonda
belki de senesiydi, 88 sanırım, ama çocuğum ben, daha korkucak kadar çocuğum.
Ranzadan eğilip bakıyordum “noluyor” dediğimde hemen değiştirdiklerini
hatırlıyorum. Zannediyorum babanemin abisiydi. 2003 patlamasında kuzenimin
eşini kaybettik Şişli’de. Kadın her zamanki rutinle çocuğu basketten alıyor
babasıyla Kal’a313 götürüyor, kız birazcık geç kalmış o gün almak
için öyle çocuk kurtulmuş. Bende hep tetikte durmalıyım duygusu var. C2-12 (Y,
33, K)
Şakayla
karışık o sinagoga yapılan terörde babam, o hafta abim geldiği için Kanada’dan,
onu görmek için kaldı evde. Ben kızımı da onlara bırakmıştım o haftasonu. Öyle
kurtuldu hayatı. Yoksa yüzde yüz ölmüştü. Babam o sinagogun mümini gibiydi.
Diğer 25 kişi öldü... Ama olan olay Türklerin yaptığı mantığıyla değildi.
Filistinlilerdi, ikinci bombalama da öyleydi. Hiçbir Musevi bu işi Türkler
yaptı diye düşünmedi. Tam tersine çok büyük destekler aldık. Arjantin’de de
oldu, orda koca bir binayı aşağı
indirdiler. Birinci olayda hiç güvenlik yoktu sinagogda. İkinciden sonra
güvenlik arttırıldı. Şimdi 60 cm. duvarlar var. Şişli’de ölenlerden de bir
tanesi benim can dostumun kuzenidir. Cam düştü kesti içeride. Diğerleri kapının girişinde öldü. Bir tane de kalp krizinden öldü. Çıktı iyiyim dedi sonra yere
313 Sinagog’a İbranice
de verilen ad.
yığıldı. Ölenlerden biri de 19
yaşında güvenlikçiydi. Üzücü, acı şeyler bunlar... bir anne baba için bundan
daha kötü birşey
olamaz. Neva Şalom’da
anane ile torun öldü ya! O anane
benim çocukluğumda kızı ile (ölen çocuğun
annesi) Tepebaşı’na gelir kuşlara
yem atardı parkta,
çok iyi hatırlıyorum. Kız da Müslüman bir koca ile evli. Dediğim gibi
kimse bu olaylardan dolayı bırakın düşünmeyi hissedilmedi bile Türklerin
yaptığına dair. Her ülkenin faşisti vardır. C1-3 (Y, 64, E)
86’da Neva
Şalom’u taradılar. Ben dokuz yaşındaydım. 2003’deki sinagog patlamasında benim
annem Şişli’deki Sinagogdaydı. İçerden çıktı. Ciddi stresler yaşandı o
dönemler. Kardeşim de kek yemeye çıkmış geri gelecekmiş. Patlama oluyor annem
bir şekil kendini hemen dışarı atıyor. Deli gibi sokaklarda kardeşimi arıyor
tabi. Film gibi… çok stresli, sıkıntılı dönemlerdi. Baya sevimsizdi. C2-17 (Y,
31, E)
2003’de
Sinagogdaydı benim bütün ailem. Dedem babam annem... dayım ve çocukları Neva
Şalom’daydı; dedem ananem babam annem hepsi Şişli’deydi. Hiçbirine birşey olmadı,
basit yaralanmalarla atlattılar. Planlanmış, hangi saatte duanın bittiğini
hesaplamışlar hep. O gün tesadüfen bir adam konuşma yapmış ve 15 dk. uzamış tören. Bunun sayesinde kurtuldular. Yani
bu evet travmatikti.... ama garip bir sekilde çok da travmatik yaşanmadı cemaat içinde,
insanlar çok büyük
bir travma olarak
görmedi. Daha önce olmuş birşey,
86’da olmuştu. Şiddet olarak daha büyük değildi bir kere 86
patlamasından. Kimse Türkiyeyle bağdaştırmadı bunu, zaten bütün dünyada oluıor
bu tip olaylar. Beklediğimiz oldu aslında. Ucuz atlattık sayılır hatta.
Babam da, dedem
de ananem de “hadi gidiyoruz” demediler. Öbür
haftaya gitmeye devam ettiler Sinagog’a. Ben bunun ne kadar büyük birşey
olduğunu yurtdışında anlattığım zaman anlıyorum C2-19, (Y, 29, E)
2.3.6. Yahudilerin Kolektif Belleğindeki Travmaların Kuşaklararası Stratejik Aktarımı : Dışarıda konuşulmaz!
Rum ve Ermeni cemaatlerinde olduğu gibi Yahudi
cemaatinde de kolektif bellekteki travmalar sonraki kuşaklara belli
stratejilerle süzülerek aktarılmaktadır. Bu süzülmenin ve sansürün en yoğun
yaşandığı azınlık cemaatinin Yahudiler olmasının iki nedeni olduğu
düşünülebilir. Birincisi İstanbul Yahudilerinin seçilmiş travmalarının dünyada
Yahudilerin yaşadığı büyük sürgün
ve Soykırımın yanında
hafif kalması ve Türkiye’nin “ayrıcalıklı
azınlık” konumlarını korumaları; ikincisi ise Rum ve Ermenilerin İstanbul
ve Anadolu’nun yerli halkları olarak
uğradıkları demografik yıkıma
kıyasla daha az kayıp yaşamış
olmalarıdır. Bu nedenle kendilerini Rum ve Ermenilere göre devlet
karşısında daha güvende hissetmektedirler. Kolektif belleklerindeki travmaların
aktarımında Yahudilerin yeni kuşaklarının devletle olumlu ilişkilerini bozacak
bir karşıtlık oluşmaması stratejisi ile belleğin kuşaklararası aktarımında
sesizlik ya da önemsizleştirerek aktarmanın hakim olduğu görülmektedir. Bunun
en iyi örneklerinden biri 15 Kasım 2003 sinagog saldırılarından hemen önce iki
İslamcı eylemci tarafından bir nefret cinayetine kurban giden diş hekimi Yasef
Yahya’dan hiçbir görüşmecinin bahsetmemiş olmasıdır.314 Bu bağlamda
Yahudilerin kolektif belleğinde bu cinayetin yer almadığı söylenebilir.
Yahudilerin büyük bir kısmı, sonraki kuşaklara
tarihsel gerçeklikleri, cemaatlerinin kolektif belleğinde ve bireysel
belleklerde yer eden travmaları, öfke ve kin aşılamadan aktarılması
gerektiğinin altını çizmişlerdir. Ancak geçmişle yüzleşmenin geleceği daha sağlam ve gerçekçi temeller üzerine inşa
etmedeki önemini de vurgulamışlardır. Üçüncü kuşaktan bir kadın görüşmeci
özellikle Soykırımın (Holokost) bir daha tekrarlanmaması için alt kuşaklara
anlatılmasının, öğretilmesinin önemi üstünde durmuştur.
Biz şimdi
bunu duygusal olarak o kadar bağlamıyoruz kendimizi, yaşamadık ki. “detachment” (kopma) oluyor durumdan, olaydan. Çok büyük
travmalar yaşamışlar. Beyin psikolojik olarak unutuyor. Hatırlamak istemiyor
ya. Ben Holokost’la ilgili bilgilerin aktarılması gerektiğini düşünüyorum
nesilden nesile. Yarı cahil cahilden daha kötü o yüzden anlatılması lazım. Varlık Vergisi’ni yaşanmışlıklarla duymak ben de isterdim.
Ama anlatılmak istenmedi, çok
travmatikti. C2-7 (Y, 35, K)
Aynı
şekilde hikayelerin ve acıların da aktarılması gerektiğini düşünüyorum. İnsan
tarihini öğrendiği zaman ancak dünyaya başka türlü bakmaya başlar. Objektif
olarak aktarmak çok önemli, kin tutup yaşamak imkansız çünkü. C2-12 (Y, 33, K)
Yahudiler de, Ermeni ve Rumlara benzer biçimde, kendi
cemaatlerinin kolektif belleğinde ve/veya kendi bireysel aile belleklerinde yer eden travmatik
olaylara aile içinde bir
314 Rıfat Bali bu konuya “Türkiye’de Antisemitizm ve Komplo Kültürü” adlı kitabının 24. sayfasında
değinmektedir (2013c:24).
tabu gibi yaklaşıldığını, yaşanan olumsuzlukları tekrar bellekte
canlandırmamak ve bir alt kuşaklara düşmanlık aşılamamak için aile içinde
“olaylar” hakkında konuşulmadığını (dilin sessizleştirildiğini), hikayelerin
sansürlenerek çok kısıtlı bir biçimde aktarıldığını ve özellikle aile büyükleri
tarafından “dışarıda konuşulmaması için tembihlendiklerini” belirtmektedirler.
Görüşmeler sırasında ortaya çıkan en önemli noktalardan biri, geçmişte yaşanan
olaylara bir “yasak” gibi yaklaşıldığıdır. Bu her üç gayrimüslim cemaatin
özellikle birinci ve ikinci kuşağına mensup üyeleri için geçerlidir. Aileler
tarafından çocuklarına “dışarıda” tehlikeli bir durumla karşılaşmamaları için
koruma stratejisi olarak sokakta, okulda, arkadaş çevresinde geçmiş hakkında
konuşulmaması öğütlenmektedir. Geçmişte yaşadıklarından dolayı haksızlığa
uğramış olma ve güvensizlik hissi bu kuşaklar için halen geçerliliğini
korumakta, koruma amaçlı yaratılan stratejiler üretilen bir şey haline
dönüştürülerek bir sonraki kuşaklara aktarılmaktadır. Bir görüşmeci de
çocukların yanında anlaşılmaması için aile büyüklerinin “konular” açıldığında
bir strateji olarak Ladino konuştuklarını aktarmıştır.
Azınlık
hafızası olayı bu bence, ben okudum bu konuları bir de, babamlar anlatmamayı
seçiyor. Konuşulmuyor. Kötü birşey yaşandı unutuldu gitsin. Bence kendilerini
de kötü hissediyorlar. Bunlar yaşandığı halde burdaysak çocukları çok da gaza
getirmeyelim mantığı var. C2-7 (Y, 35, K)
Bu arada
bunlar evde konuşulmaz. Çok tabusaldır. Aktarılmaz. Muhtemelen anlatırken tekrar yaşamak istemiyor, bir
de kin aşılamak istemiyor. Düşünsene ben seni öldürmüşüm, o mekana bir daha
gelirmisin? Buraya her geldiğinde hatırlayacaksın. Ama burda kaldılar. Ben
sadece fikir yürütüyorum, belki de cesaret edemedi mekanı değiştirmeye. Gidip
gidemeyeceğin belli değil, burda kinle yaşamak çok zor. Sorduğun zaman
anlatırlar mutlaka ama bende çok sormak istemedim. “Güz Sancısı” filmi vardı,
bir sürü insan ona sıradan bir film diye gitti. Ben filmi seyrettim, tabi ki
hüzünleniyorsun ama ben filmin sonundaki fotoğraflarda çok ağladım…. “Güz
Sancısı” bir filmdi ama o fotoğraflar onu gerçek yaptı. O zaman benim için
gerçek oldu. Orada tecavüze uğrayan kadınları düşün? Benim en fazla
yapabileceğim bunları yaşayanlarla iletişime geçmek. Okumayan bilmeyen de çok
insan var, bizim cemaaatten konuşuyorum. Arkadaşlar arasında da kimse kimseye
anlatmazdı hikayesini, çok ilginç. O kadar senelik Adalıyım (Büyükada) kimsenin konuştuğunu duymadım. Herkes çok
tembihleniyor: dışarda konuşulmaz! C2-12 (Y, 33, K)
Bu bölümde, İstanbul’un üç gayrimüslim cemaatinin
Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Rum ve Ermeni Tehciri ve Lozan
Antlaşması ile biçimlenen azınlık konumlarının sadece hukuksal bir statü
olmadığı, aynı zamanda bir toplumsal yeniden inşa süreci olduğu
vurgulanmaktadır. İstanbul’da azınlık olmak, travmalarla biçimlenecek bir
kolektif belleğin oluşmasını da birlikte getirecektir. Bu kolektif belleğin,
İstanbul’un gayrimüslim azınlıkları olarak ortak ve fakat Rumlar, Yahudiler ve
Ermenilerin yeni kurulan ulus devlet karşısındaki konumlarına bağlı olarak da
farklı travmalarla nasıl şekillendiği bu bölümde ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda İstanbul’un Rum, Yahudi ve
Ermeni cemaatlerinde ortak travmalarla biçimlenen azınlık bellekleri ve ait
oldukları cemaatin kolektif belleğinde yer etmiş (kendileri olayların315 birebir
parçası/mağduru olmamış olsalar da stratejik bellek aktarımı ile aktarılan)
travmalarla oluşan cemaatsal kolektif bellekleri analiz edilmeye çalışılmıştır.
Tez kapsamında yapılan mülakatlarda, her üç cemaatin mensuplarının bireysel
belleklerinin kendi deneyimleri kadar, cemaatlerinin kolektif belleği ve
azınlık olmanın kolektif belleğinden aktarılan bilgilerle de oluştuğu görülmüştür.
Bu bölümde tez araştırması kapsamında toplanan
niteliksel veri, farklı kuşaklardan, sosyoekonomik sınıflardan ve
cinsiyetlerden Rum Yahudi ve Ermeniler için bağlı oldukları cemaatin kolektif
belleğini/aile belleklerini oluşturan tarihsel travmaların, her üç cemaatin
mensuplarının kimliklerinde çok belirleyici bir rol oynadığını ortaya
koymaktadır.
Her üç cemaatin üç kuşağı ile yapılan görüşmelerde
gayrimüslim azınlık kimliğinin inşasında temel dinamiği, özellikle birinci ve
ikinci kuşaklarda, yaşadıkları travmaların oluşturduğu görülmüştür. Cemaat
üyeleri ait oldukları cemaatin belleğini sahiplenerek, aslında hiç tanık olmadıkları olayların belleğine de sahip
olabilmektedir. İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin mensupları,
1915 Ermeni Tehciri, 20 Kur’a Askerlik, Varlık Vergisi, 1934 Trakya Olayları,
6-7 Eylül Olayları, 1964 Sürgünü, 1980 Asala dönemi ve 2000’li yıllardaki
sinagog bombalamalarının birebir tanığı olmasalar da, bu travmalar azınlık-
cemaat kolektif belleğinden çeşitli stratejilerle onlara aktarılmaktadır. Bu
bellek aktarımı ile, daha önce yaşanmış bir travmanın yeniden yaşanabileceğine
dair bir korkuda kimliklerinde yer etmektedir. Görüşmelerde Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin kendi özelinde seçilmiş
315
“Olaylar” diye kast edilen Ermeni,Yahudi, Rum cemaatlerinin kolektif belleğinde
yer eden ve bu bölümde incelenen tarihsel travmalardır: 1915 Ermeni
Tehciri/Soykırımı, 20 Kur’a Askerlik, Varlık Vergisi, 1934 Trakya Olayları, 6-7
Eylül Olayları, 1964 sürgünü, 1980 ASALA dönemi, 2000’lerdeki İstanbul Sinagog bombalamaları.
travmalarının sürekli yeniden
kurulan kollektif bellekte nasıl belirleyici bir yere sahip oldukları ortaya
çıkmıştır. Bu kapsamda Rumların seçilmiş
travmaları 6-7 Eylül Olayları, 1964 Sürgünü ve 1974 Kıbrıs Krizi iken,
Yahudilerin seçilmiş travmasının 1934 Trakya Olayları (bastırılmış travma)
olduğu ve belki de en ağır olan seçilmiş
travmanın Ermenilerin kolektif belleğindeki 1915 olduğu görüşmelerde ortaya
çıkmıştır. Diğer yandan her üç cemaatin ortak travmaları olan 20 Kur’a
askerlik, 1942’de Varlık Vergisi ve 1955’de 6-7 Eylül Olayları’nın üç cemaatin,
cemaat kolektif belleklerinin üstünde bir azınlık kolektif belleğini
oluşturduğu da ortaya çıkmıştır. Bu kollektif bellek aynı zamanda Rum, Yahudi
ve Ermeniler arasında kendi tercihleri ve seçimleri olmayan bir ortak azınlık
toplumsal kimliğinin oluşmasına neden
olmuştur.
Bellek hatırlamakla olduğu kadar unutmakla da
ilintilidir. Bu bağlamda, sessizlik (ve unutma) aynen anlatı (ve hatırlama)
gibi bilinçli yapılmış bireysel bir eylem ve politik bir tercih olarak
görülmelidir (Neyzi, 2013:52). Birinci ve ikinci kuşak Rumlar, Yahudiler ve
Ermeniler, geçmişin acı deneyimleriyle, travmalarıyla ilişkisini, “unutma”, daha
doğrusu “bastırma” üzerine kurmuşlardır. Bu bağlamda, her bir cemaatin ayrı
ayrı kendi kolektif belleğini oluşturan ve aynı zamanda üç cemaatin de ortak
belleklerinde önemli yer tutan tarihsel travmatik olayların kuşaklar arası
aktarımında benzer stratejiler izlemişlerdir. Bu stratejilerin en yaygın
olanları, belleğin sessizleştirilmesi, sansürlenerek aktarılması ve çocukların
yanında “gizli” bir dil kullanılmasıdır. Her üç cemaatin birinci ve ikinci
kuşakları, çocuklarına, yaşadıkları topraklarda düşmanlık beslemeden ve kin gütmeden
yaşamaya devam edebilmeleri
amaçlı tarihte yaşanmış olumsuz olayları sansürleyerek çok sınırlı aktarmayı
veya hiç aktarmayıp susmayı (unutmak değil) tercih etmişlerdir. Bu durumda
geçmişle ilgili deneyimler sessizleştirilmektedir. Korku ve utanç duygusu
ailelerin çocuklarına tecrübelerini aktarmamalarında önemli faktörleden
biridir.
Erikson’un da ifade ettiği gibi, kolektif travma “sosyal hayatın temel dokularından birine
yapılan ve insanları birbirine bağlayan bağları koparan bir darbedir. Oluşan
hasar, toplumu oluşturan her bir bedenin teninde hissedilir” (1995:187). 20
Kur’a Askerlik ve Varlık Vergisi’nin
adil olmayan, gayrimüslimler aleyhine ayrımcılık içeren, birçok ailenin
varlıklarını kayberedek büyük travmalar yaşadığı, göçlere, ölümlere sebebiyet
veren, gayrimüslimlerin kendilerini kendi ülkelerinde yabancı gibi hissetmelerine sebep olan bir uygulama olduğu üç cemaattin kollektif belleklerinden görüşmeler sırasında benzer
sözcüklerle aktarılmıştır. 6-7 Eylül Olayları üç cemaatin de kolektif
belleklerinde ortak yer eden diğer bir travmadır. Ancak görüşmeler sırasında,
Kıbrıs meselesinden dolayı özellikle İstanbul’daki Rumların hedef alınması
sonucu maddi ve manevi açıdan
diğer iki cemaate
göre daha fazla zarar gören Rum cemaati üyelerinde bu travmanın daha
baskın olduğu gözlenmiştir. 1964
Sürgününden sonra Rum cemaatinin nüfusunun hızla azalması üzüntüyle vurgulanan
bir diğer nokta olarak görüşmelerde ön plana çıkmıştır. Rum cemaatine mensup
birinci ve ikinci kuşak görüşmeciler özellikle 1970’li ve 80’li yıllarda hem
ülkede hüküm süren siyasi ve toplumsal gerginlik havası, hem de Kıbrıs
meselesinden dolayı İstanbullu Rumların “koz/rehine” olarak kullanılmalarının
Rum toplumunda büyük bir korku ve güvensizlik yarattığını, 80’lerden sonra Rum
cemaatinin çok daha içine kapandığını, pasifleştiğini ve göçlerle artık bitme
noktasına geldiğini hüzünle vurgulamışlardır.
Yahudilerin kolektif belleğinde 1934 Trakya Olayları
önemli bir yer tutmasına ve özellikle birinci kuşak için büyük bir travma
yaratmış olmasına rağmen cemaat içinde bu konunun sessizleştirildiği,
konuşulmadığı, bastırıldığı, belleklerde derinlere gömüldüğü tespit edilmiştir.
Anlatılara yağmalar ve saldırılar sırasında “çapulcularla” işbirliği yapan,
yıllardır tanıdıkları mahalle komşuları, aile dostları tarafından uğranılan
ihanet duygusu damgasını vurmuştur. Bir görüşmeci Yahudilerin Trakya’dan
göçünden sonra el değiştiren ve Müslüman-Türklere
geçen sermayeden bahsederek, Trakya Olayları’nın amaçlarından birinin
sermayenin Türkleştirilmesi olduğunun altını çizmiştir. 1934 Trakya Olayları
nedeniyle Edirne ve Çanakkale’den
İstanbul’a göçmek zorunda kalmış Yahudiler, sonraki kuşaklara 1934 Olayları ile
bir bellek aktarımı yapmamış, bu travmayı bastırmış ve unutmak istemişlerdir.
Osmanlı’nın topraklarına Yahudileri kabul etmesinden dolayı gelişen “hoşgörü”
söylemine, özellikle birinci kuşak Yahudilerin Atatürk’e karşı olan sevgi ve
hayranlıklarına, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya ile Türkiye’nin savaşa
girebilme ihtimalinin o dönemi yaşamış birinci kuşak Yahudi toplumunda
yarattığı korkuya316 ve yıllardır birarada yaşadıkları komşuları ve
tanıdıkları tarafından yerel yöneticilerin de desteğiyle saldırıya uğramanın
verdiği utanç, ihanet duygusu ve hayal kırıklığına bağlanabilir. 1492 yılında
Osmanlı’ya İspanyol Engizisyonu’ndan kaçarak “kabul edilmelerinin” bir sonucu
olarak Yahudiler Türkiye’yi “hoşgören ülke”, kendilerini de “hoşgörülen Öteki”
ve “iyi azınlık” olarak resmetmişlerdir. Bu durum, Brink-Danan’a göre (2014:13), Osmanlı
topraklarına kabul
316
İki savaş arası dönem tüm dünyada demokrasinin kriz içinde olduğu ve Faşist
rejimlerin Avrupa kıtasında arka arkaya inşa edildiği yıllardı. İkinci Dünya
Savaşı öncesinde ve sırasında güçlenen Almanya-Türkiye ilişkileri ve bu
bağlamda Türkiye’de Nazilerin gerçekleştirdiği antisemit propagandalar için
Bkz.: 1. Bölüm.
edilişin 500. Yılı olan 1992’den itibaren –Cumhuriyet döneminin aksine-
farklılıklarını gizlemek yerine kamusal alanda daha fazla görünür olmalarıyla
değişmeye başlamıştır. Bali’nin ise belirttiği üzere, Yahudi toplumunun
liderleri 1950 DP parti liderleri ile girdikleri olumlu dönemin sonrasında
uluslararası arenada Türkiye’nin “müttefikleri”nden biri olarak önemli bir rol
oynamıştır. Bali’ye göre Yahudi toplumu, 1992 yılı hariç, toplumsal mecrada
görünmezlik üzerine inşa ettiği yaşamına aynen devam etmektedir
(2014b:307-310). Bazı görüşmeciler de 1934 Olayları’na tanıklık etmiş ve
birebir yaşamış olanların kaybıyla birlikte aktaracak canlı tanık kalmayınca bu
olayın Yahudi cemaatinin kolektif belleğinden silinmesinden duydukları endişeyi
dile getirmişlerdir.
Görüşmecilerin, Yahudi cemaatinin toplumsal belleği
ile ilgili konuşurken sinagog saldırılarından bahsetmemeleri, olayların bir
uluslararası terör saldırısı olması sonucu kesinlikle Türkiye/Türklerle
bağdaştırmamaları ve bu olayların Türkler tarafından Yahudilere yönelik
yapılmış antisemitik bir saldırı olarak kabul etmemeleri olarak tespit
edilmiştir. Sinagog patlamaları ile yukarıda bahsedilen diğer tarihsel
travmatik olayların Yahudi görüşmecilerin belleklerinde nasıl bir yer tuttuğu
ve bu belleği aktarım şekli arasında önemli bir fark bulunmaktadır. Sinagog
patlamaları dışında bahsedilen diğer bütün travmalar görüşmecilerin belleğinde,
vatandaşı oldukları devletin bilgisi ve yetkisi dahilinde “kendi
vatandaşlarına” karşı gerçekleştirmiş olduğu olaylar şeklinde yer tutmaktadır.
Sinagog patlamaları ise yabancı bir terör örgütü tarafından gerçekleştirildiği
için, bu olaylar cemaat içinde travma yaratmış olmasına rağmen, kendi
devletlerine karşı bir güvensizlik hissetmelerine sebep olmamıştır.
Ermeni cemaatinin kolektif belleğinde 1915 en büyük
travma olarak yer etmektedir. Çalışma kapsamında yapılan görüşmelere dayanarak
İstanbul’da yaşayan Ermenilerde ve İstanbul dışında/Anadolu’da doğup büyümüş
Ermeniler arasında 1915 ile ilgili belleğin aktarımında önemli farklılıklar
tespit edilmiştir. İkincisinde 1915 belleği mutlaka aile içinde paylaşılmakta, bir alt kuşaklara
iletilmektedir. Diğer farklılık
ise bellek aktarımında kullanılan araçlardadır. Anadolu ve diğer bölgelerde
doğup/büyümüş Ermenilerde 1915 ile ilgili kolektif bellek masal, hikaye, ağıt,
türkü gibi sözlü aktarım araçlarıyla aile fertleri veya köydeki yaşlılar
tarafından birinci kuşaktan diğer kuşaklara aktarılmıştır. Tehcir sırasında ve
sonrasında aşiret reislerine eş olarak seçilen ve zorla Müslümanlaştırılan
Ermeni genç kızlar, zorla evlat verilen
ve Müslümanlaştırılan çocuklar
anlatılarda ortaya çıkan diğer önemli
başlıklar arasındadır. Ancak İstanbullu Ermeniler arasında genel olarak
1915 ile ilgili bellek ailelerde çoğunlukla sessizleştirilmektedir. Bellek bir
sonraki kuşaklara aktarılmamakta ya da sansürlenerek aktarılmaktadır.
Görüşmecilerden birinci ve ikinci kuşağa mensup olanların çoğunluğu kolektif
bellekte yer eden bu travmatik deneyim sonucu, ailede tanıklık edilmemiş olsa
bile, Ermeni cemaatinin belleğinde çok travmatik bir yer tuttuğu için baskı ve
korku ile yetiştiklerini ve o güvensizliği içlerinde halen taşıdıklarını
belirtmişlerdir. Ebeveynler 1915 ile
ilgili belleğin, toplumdan dışlanmama ve çocuklara acı ve kin aşılamamak amaçlı
çocuk belli bir olgunluğa erişene kadar (genel görüş lise çağına geldiğinde)
aktarılmaması gerektiğini
düşünmektedirler. Anadolu’nun Ermeni nüfusunu ortadan kaldıran olayları
betimlemek için kullanılan ifadeler, görüşülen kişilerin bu dönemi nasıl
anlamlandırdıklarını incelemek açısından önemlidir. Kullanılan çok sayıda terim
arasında “seferberlik, savaş, çatışma, 1915, 1915 olayları, tehcir, kafile, gitmek,
kıyım, kırım, kesim, soykırım” sayılabilir. Ermenilerin kolektif belleğinde bir
diğer travma ise ASALA adlı Ermeni terör örgütünün Türk Diplomatlara yönelik suikastlarıdır. Ermeni görüşmeciler
anlatılarında ASALA döneminde bir terör örgütünün eylemlerinden dolayı bütün
Ermeni toplumda suçlu durumuna düşürüldüğünü ve bu durumda hissettikleri
duygunun “utanç” olduğunu aktarmışlardır.
Farklı yaş gruplarından, sosyoekonomik sınıflardan ve
cinsiyetlerden görüşmecilerin çoğunluğu cemaatlerinin kolektif belleğini
oluşturan olayların, toplumlar arasında güvenin geliştirilmesi, toplumdaki önyargıların kırılması, yüzleşmenin sağlanıp bu tip acıların bir daha
tekrarlanmaması için bir sonraki kuşaklara aktarılması gerektğini dile
getirmişlerdir. Burada kolektif belleğin bir sonraki kuşaklara aktarımı aynı
zamanda kimliğe sahip çıkma, bugünün amaçlarıyla ve bugünün gözünden geçmişi ve
kimliği tekrar inşa etme işlevi görmektedir. Yukarıda da belirtildiği üzere
bellek, kimliğin kurucu unsurlarından biridir. Birinci ve ikinci kuşağa mensup
bazı görüşmeciler geçmişte yaşananların, fanatikliğe varılmadan, bilinmesi
gerektiğini ama bilerek acılarla devam etmenin zorluğu konusunda korktuklarını
ve ürktüklerini de belirterek, bilmemenin bazen daha iyi bir seçim olabileceğini
söyleyerek yaşadıkları ikilemi aktarmışlardır. Birinci ve ikinci kuşaktan
görüşmecilerin tanıklık ettikleri, mağduru oldukları olayları aile içinde bir
alt kuşaklara, bu topraklarda yaşayacaklarsa
geçmişe esir kalmadan, düşmanlıkla büyümemeleri için mümkün olduğunca
sansürleyerek aktardıkları ama bunun aileden aileye de değiştiği görülmüştür.
Kimi ailelerde travmaların daha detaylı bir şekilde konuşulmasına karşı bazı
ailelerde, özellikle birinci kuşakların çocuklarının yanında anlaşılmaması için
gizli bir dil olarak “Türkçe” veya şifreli kelimelerle konuşulmaktadır.
İstanbul’un azınlık kolektif belleği ve her üç
cemaatin kolektif belleklerinin ve azınlık kimliklerinin toplumsal inşasında
travmalar her ne kadar yapısal/kurucu unsur olarak yer alsa da, bu travmayı
daha da dramatik hale getiren nostaljik bir kolektif bellekten de söz etmek
gerekir. Genel olarak gayrimüslim azınlıkların özel olarak da her bir cemaatin
kolektif belleklerinde eski İstanbul nostaljisi çok belirgindir. Eski İstanbul
onlar için bütün bu yaşadıkları travmalardan önceki mutlu ve güvenli
hayatlarının bir temsilidir. Bu nedenle eski İstanbul aynı zamanda “kaybedilmiş
bir cennet olarak kutsanan bir hüzün, kayıp bir ütopya”317 gibidir. Bu “eski”nin içinde gayrimüslim
nüfusun daha kalabalık olduğu, güven içinde yaşadığı, Anadolu’dan göçlerle
henüz dolmamış, daha Batılı, modern ve daha “nezih” olduğu günler yer
almaktadır.
Esra Özyürek’den ödünç alınmıştır (2011).
3. BÖLÜM
İstanbul’da Rum,
Yahudi ve Ermenilerin Mekanda Sınıfsal ve Kültürel
Ayrışması/Kümelenmesi
Bu bölümde İstanbul’un üç gayrimüslim cemaatinin,
azınlık olarak mekanda yeniden inşa süreçleri tarihsel, kültürel, ekonomik ve
politik boyutlarıyla analiz edilmektedir. Rum, Yahudi ve Ermenilerin varlığı ve
mekandaki yerleşmelerinin tarihi, kentin sadece mekansal ve kültürel tarihini değil, aynı zamanda politik ve iktisadi
tarihini de belirleyen yapısal unsurlardan biridir. Birinci bölümde üzerinde
durulduğu gibi üç cemaatin kentteki varlığı iki tarihsel süreç olarak analiz
edilmektedir. Fetih öncesinde kentin yerleşik cemaatleri ile Fetihten sonra
zorunlu iskanlar ve göçlerle yerleştirilen gayrimüslimler. Fatih Sultan
Mehmed’in İstanbul’a zorunlu iskan ettiği Müslüman ve gayrimüslimlerin
yerleştirildikleri bölgeler İstanbul’un bugünkü etnik mekansal hafızasını
oluşturmaktadır. Zorunlu iskanların dışında İstanbul’da gayrimüslim nüfusun
mekanda yerleşme tarihinde etkili olan diğer iki tarihsel olay ise 500 yıl önce
İspanya ve Portekiz’den sürgün edilen Sefarad Yahudilerinin İstanbul’a kabul
edilmesi ve 19. Yüzyılın sonlarından itibaren Ege Adalarından Anadolu’ya ve İstanbul’a olan Rum göçleridir.
İstanbul’da Rum Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin Lozan’dan sonra azınlık olarak
kentte kendilerini yeniden kurma süreçleri, Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus
devlet olarak inşa sürecinin dinamikleri ile doğrudan bağlantılı olacaktır. Bu nedenle gayrimüslüm azınlıkların İstanbul’un kentsel
coğrafyasındaki konumları da
bu dinamiklere bağlı olarak farklı mekansal sabitlikler ve hareketliliklerle
oluşmaktadır.
İstanbul’un Fethinden itibaren İstanbul’da
gayrimüslimlerin ve Müslümanların mekandaki yerleşimlerini belirleyen ana
dinamik iskan politikası olmuştur. Göçle gelenler şehrin ekonomisini
kalkındırmak amaçlı meslek ve zanaatlerine göre kentin belli semtlerine
yerleştirilmişlerdir. İkamet edilen semt, genel olarak meşgul olunan mesleği de
belirliyordu. Örneğin Hasköy Ermenileri genellikle sarraf, Beyoğlu Ermenileri
değirmenci yahut fırıncı, Galata Ermenileri tüccar, Kasımpaşa Ermenileri ise
daha çok tersane işçisi yahut denizci idi. Genelde denizcilikle uğraşan Rumlar,
Haliç çevresinde iskan edilmişti. Şehrin nüfusu din temelinde mahallelere
ayrılmıştı. Göçler sırasında genellikle Müslümanlar merkezde, Hıristiyan ve Yahudiler çevrede yerleşmişlerdi. Her cemaat bir mahalle oluşturuyordu
(Ortaylı, 2005:280). Özellikle Eminönü ve Suriçi’ne Müslümanlar
yerleşirken, Rumlar ve Ermeniler için şehrin dış kısımlarına yeni yerleşim
yerleri açılmıştı. İstanbul’da 18. Yüzyıla kadar mahalle, aynı mezhepçe ibadet
eden ve aynı dili konuşan (Türkçe, Ermenice, Rumca ve Yahudi İspanyolcası)
fertlerin birlikteliğine dayanan bir yerleşim birimiydi. İstanbul’un fethinden
sonra, Osmanlıların yerleşim ve iskan politikalarının bir sonucu olarak,
Türkler şehrin denizden uzak, yüksek ve düz iç bölgelerine (Cağaloğlu,
Çemberlitaş, Beyazıt, Fatih, vs.) yerleşirken, tıpkı Haliç sahillerinde olduğu
gibi (Fener, Balat, Hasköy, vs.) Marmara denizine dönük surlar boyunca da
(Kumkapı, Langa, Samatya, Yedikule) gayrimüslim nüfus yerleştirilmiş ve şehrin
bu yapısı 1960’lara kadar korunmuştur (Türker, 2010:11).
19. Yüzyılla birlikte kapitalizmin dönüştürücü etkisi
altına giren İstanbul’da kent mekanı etnik farklılaşmanın yanısıra toplumsal
katmanlar bakımından da farklılaşmaya başlamıştı. Bu yüzyılda tarihi yarımada
ve Haliç kıyıları prestij kaybına uğrarken, Boğaziçi, Dolmabahçe çevresi,
Nişantaşı, Pera ve Kadıköy’den Bostancı’ya kadar yerleşmeler ile Makriköy
(Bakırköy) ve Ayestefanos (Yeşilköy) prestij kazanmıştı. Bu süreçte zenginler
moda semtlere taşınmaya ve Müslüman ile gayrimüslim aynı apartmanda yaşamaya başlamışlardı
(Alver, 2013:40). Zenginleşen Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler 19. Yüzyılda bu üç
cemaatin yoğun olarak yerleşim gösterdiği Fener, Balat ve Samatya’yı terk
ederek Pera’ya ve Boğaz kıyılarına geçiyordu (Tekeli, 2014:538-539). 19.
Yüzyılda Rumlar daha çok Fener, Samatya318, Yedikule, Langa, Cibali,
Boğaz kıyısındaki köylerde oturuyorlardı. Ermeniler Kumkapı, Samatya, Balat,
Langa ve Galata’da, Yahudiler ise Balat, Hasköy (daha çok Karay Yahudileri), Ortaköy,
Eminönü, Bahçekapı ve Kasımpaşa’da yerleşiklerdi. Galata, o dönemde Rumların, Ermenilerin,
Yahudilerin ve az sayıda Avrupalı ve Müslümanın yaşadığı bir yer iken, Pera ya
da Beyoğlu, Avrupalı büyükelçilerin yerleşim yeriydi (Çelik, 2015:8).319
20. Yüzyılın başlarına kadar İstanbul’da mekansal işbölümü iki dinamiğe
dayanmaktaydı. Birincisi coğrafi konum ve mensup olunan dinsel cemaat, ikincisi
ise mesleklerdir. Mahalle sakinlerinin evleri, cami, kilise ya da sinagog gibi
kendi dini ibadethanelerinin etrafında kümeleniyordu, yani coğrafi gruplaşmayla
dini gruplaşmanın yarattığı sonuç birdi.
318Samatya’da Rumların
ve Ermenilerin gündelik
yaşamları hakkında Bkz.: Türker, 2010.
31919. Yüzyıl
sonu 20. Yüzyıl başındaki gayrimüslimlerin demografik gelişimi ve nüfus
verileri için Bkz. 1.5. Bölüm.
Gayrimüslim toplumların nüfusuyla ilgili güncel bir haber için ayrıca Bkz.:
Agos, “Doğan 'soy kodu'nu sordu: Ermenilerin, Musevilerin, Rumların, Süryanilerin nüfusu kaç?”, (Çevrimiçi) http://www.agos.com.tr/tr/yazi/14416/dogan-soy-kodu-nu-sordu-ermenilerin-musevilerin-rumlarin-nufusu-kac,
19.02.2016.
Bu bölümde, 20. Yüzyılın başlarına kadar
gayrimüslimlerin İstanbul’daki mekansal dağılımlarına kısaca değindikten sonra
İstanbul’da yaşayan Rum, Yahudi ve Ermenilerin ulus devletin inşasıyla birlikte
İstanbul’da mekansal yerseçimlerinde rol
oynayan genel faktörler, göçlerin etkisi, eğitim, gelir düzeyi, meslek grupları,
karma evlilikler, sosyal/sınıfsal statü, hayat tarzı ve mekansal aidiyetleri
analiz edilmeye çalışılacaktır. Bu bölümdeki analizler her bir cemaate ilişkin
genel bazı saptamalarda bulunmayı amaçlamaktadır. Öncelikle Cumhuriyetin
inşasıyla birlikte İstanbul’a yerleşimin ana belirleyici unsuru olan göç
olgusu, her bir cemaat için göçün dinamikleri, bu farklı dinamiklerin farklı
gayrimüslim grupların yerleşim davranışlarını nasıl etkilediği incelenecektir.
Ardından, 1950’lerden 1980’li yıllara ve
1980’lerden günümüze gayrimüslimlerin hem yazlık hem kışlık mekanlardaki
dağılımları, her bir cemaatin mekanda kendilerini nasıl ayrıştırdıkları ile bu
ayrışmaları ve kümelenmeleri etkileyen dinamikler analiz edilecektir.
Farklı kuşaklardan, cinsiyetlerden ve farklı sosyal
sınıftan cemaat mensuplarıyla yapılan görüşmeler sonucunda İstanbul’da Rum,
Yahudi ve Ermenilerin mekanda yerseçimlerinin gerek sınıfsal gerekse mekansal
açıdan tarihsel olarak nasıl farklılaştığının tespit edilmeye çalışılması,
kimliğin inşasında ve algılanmasında mekanın rolü ve öneminin anlaşılmaya
çalışılması ve yorumlanması bu bölümün temel yaklaşımını ortaya koymaktadır.
Bu bölümde üç gayrimüslim cemaat açısından kentteki
sosyo-mekansal ayrışma ve kümelenme örüntüleri farklı tarihsel dönemler ve
kuşaklar bağlamında incelenecektir. Sosyo- mekansal ayrışma ve kümelenme
kavramları hem bu bölümde yapılacak olan tartışmaya bir arka plan sağlaması
açısından hem de azınlıkların şehirdeki yerleşim dinamiklerinin anlaşılmasında
faydalı ve kullanışlı kavramlardır. Toplumun mekan üzerine yansıyan
hareketleri, yapısı ve yerleşme kalıpları mekansal farklılaşma kavramını
üretmiştir (Yüceşahin, Tüysüz, 2011:159-188). Toplumsal ilişkilerin mekandaki
etkisi, sosyal farklılaşmalar şeklinde kendini
göstermekte ve bu tür farklılaşmaların mekandaki görünürlüğü
kentsel mekanda belirginleşmektedir. Sosyal farklılaşmaların mekandaki
görünürlüğü, toplumsal sınıfların sahip oldukları sosyal ve ekonomik sermayenin
yaşam tarzı yoluyla ifade edilmesine dayalıdır (Kurtuluş, 2005:737-742). Diğer
bir ifade ile, mekansal ayrışma sosyal statülerin ayrışması ile kentte kendini
görünür kılmaktadır. Sosyal statü yeme, içme ve giyinme gibi gündelik hayatla
ilgili pratiklerden okunmasının yanı sıra, zaman geçirilen mekan, oturulan yer, gidilen okul gibi mekansal ayrışmalarda da gözlemlenmektedir.
Dolayısıyla sosyo-mekansal ayrışma, toplumsal yapıdaki sınırların, farklılıkların, tabakalaşmanın, sınıflaşmanın, bölünmenin açık
bir göstergesidir.
Andersen’a göre sosyal
ayrışma, “gruplar arasında
artan sosyal ve kültürel farklılıklara yol açan, etnik ya da
sosyal olarak farklı grupların mekansal ayrımlaşmalarıdır” (Andersen 2004’den aktaran
Özgür, 2006:79-95). Mekandaki sosyal ayrışma, gelire
yani sınıfsal konuma göre ortaya çıkabildiği gibi,
farklı dini ve etnik gruplar arasında da gözlemlenebilmektedir. Sosyokültürel
özelliklerin eritildiği bir pota olarak düşünülen kentlerde, sosyoekonomik
farklılıklar kenti meydana getiren faktörleri ayrışmaya ve kümelenmeye götürmekte,
bu da sosyo-mekansal farklılıkların oluşmasına neden olmaktadır (Wirth,
2002:771-06).
Sosyo-mekansal ayrışmalar kent uzamında sosyal
kümelenmeler aracılığı ile de gözlenmektedir. Sosyal kümelenme, gelire, statüye
dolayısıyla sınıfsal konuma göre ve farklı etnik, dini gruplar/kimlikler ve farklı yaşam tarzlarına dayalı
olarak ortaya çıkarken; mekansal kümelenme, bu farklılaşmaların somut ifadesi olarak
karşımıza çıkmaktadır. Sosyal ve mekansal kümelenmeler kentlerin önemli bir
niteliğidir (Ünal, 2012:49-77). Kümelenme mekansal farklılaşma yaratırken,
mekansal farklılaşma da kümelenmeye yol açarak
birbirlerini dönüştürürler. Her ne kadar İstanbul’un fethinden itibaren
gayrimüslimlerin bir arada ve belirli
bölgelerde yerleşmiş olmaları
ilk başta bir zorunluluk olarak gerçekleşmiş olsa da (Osmanlı’nın sürgün ve iskan
politikaları sonucu) sonradan bu bir kümelenme haline gelmiştir. Dolayısıyla,
özellikle birinci ve ikinci kuşaktan İstanbullu gayrimüslimlerin günümüzde
halen belirli bölgelerde kümelenmeye devam ediyor olmasının nedenleri de bu
bağlamsal çerçevede, bu bölümde analiz edilecektir. Rum, Yahudi ve Ermeni
cemaatlerinin mekanla olan sosyal ilişkileri ve buna bağlı olarak gelişen
azınlık coğrafyası, mekanda belli alanlarda kümelenmeleri etnisite, din,
hemşerilik ağları, gelir durumu, eğitim durumu, sosyal statü ve yaşam biçimi,
aidiyet, kültür gibi değişkenler açısından ele alınacaktır.
3.1. Göçler ve Gayrimüslimlerin İstanbul’da Etno-Dinsel Mekansal Yerseçimi
Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin İstanbul’da
mekansal dağılımlarını belirleyen dinamiklerin başında, farklı tarihsel
dönemler ve farklı nedenlerle İstanbul’a gelen üç cemaatin kentte
yerleşimlerini kolaylaştıran, kendi cemaatlerinin yaşadığı
yerleşimlerin/mahallelerin varlığı gelmektedir. Bu mahallelerin varlığı yeni göçenler
için bir
tutunma ağı oluşturmakta ve bu ağ genişleyerek kentin etno/dinsel
coğrafyasını şekillendirmektedir. İstanbul’un gayrimüslim azınlıklarının
İstanbul’a göç hikayeleri ve mekanda tutunma biçimleri de onları ya şehrin asli
unsurları haline getirecek ya da hep gitme ihtimalinin kapıda beklediği bir
konumda kalmalarına neden olacaktır.
Fetihten önce kentin yerlileri olan, fetihten sonra da
zorunlu iskanlarla göç dalgaları halinde kente yerleştirilen gayrimüslim
cemaatler 19. Yüzyılın sonlarına kadar mesleklerine bağlı olarak din ve mezhep
esasıyla kümelenerek kentin asli unsurları olarak mekanda
yerleş(tiril)mişlerdi. 19. Yüzyılın ortalarından itibaren ise sınıfsal
farklılaşmalar ve sosyal tabakalaşmalar mekanda yansımaya başlamış ve dinsel
esasa değil sınıfsal konuma bağlı olarak yerleşimlerde bir hareketlilik
gelişmiştir. 19. Yüzyıl boyunca ve 20. Yüzyılın ilk yarısında gayrimüslimlerin
İstanbul’a yerleşiminin ana dinamiğini göç olgusu oluşturmaktadır. Farklı tarihsel dönemlerde, farklı
zorunluluklarla her bir cemaatin İstanbul’a göç dalgaları, gayrimüslim nüfusu
İstanbul’a taşımıştır. Fatih’in zorunlu iskanları ve 19.Yüzyıldan 20. Yüzyılın
ortalarına kadar yaşanan nüfus hareketliliği İstanbul’un gayrimüslimlerinin
kent coğrafyasındaki dağılımlarını biçimlendirmiştir. İstanbul’un mekansal
tarihinde bu dağılım
semtlerin etnik/dinsel/kültürel kimliklerini oluştururken kentsel
aidiyetler de bu kimlikler üzerinden inşa olmuştur. Bu nedenle gayrimüslim
azınlıkların kente yerleşim tarihlerinde göçlerin etkisi ve mekanda yansıması
üç cemaat için farklı dinamiklerle gerçekleşen göçlere bağlı olarak farklı
yerleşme dinamikleri ortaya çıkarmıştır.
3.1.1.
Rum Cemaatinin İstanbul’da Mekansal
Yer Seçiminde Göçlerin
Etkisi
Girit’ten
Türkiye’ye gelen Müslüman/Türkler anadilleri olan Yunanca yerine Türkçe, İç
Anadolu Bölgesi’nden giden Karamanlılar ise anadilleri Türkçe iken Rumca
öğrenmek zorunda kalmıştır. Çoğu kez, yerleştikleri yeni memleketlerinde
bilmeleri gereken anadilleri öğrenemeden hayata veda etmişlerdir. (Göç, 2014:20).
İç ya da dış göç bugün Türkiye'de yaşayan kişilerin
azımsanmayacak bir bölümünün aile öyküsünde belirleyici bir öneme sahiptir.
Birinci bölümde Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra şehrin 50-60
bine düşen nüfusunu, taşradan getirdiği Müslüman, Rum ve Ermenilerle yeniden
inşa ettiği belirtilmişti. Diğer yandan 17. Yüzyılın sonlarından beri
Anadolu’nun Batı kıyıları, savaş, doğal felaket ya da daha iyi yaşam olanakları
nedenleriyle Ege Adaları ve Mora Yarımadası’ndan Rum Ortodoks göçmenleri
İstanbul’a getirmiştir. Göç, 18. Yüzyılın sonunda Osmanlı ve Rus
imparatorlukları arasında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’nın (1774)
padişahın Rum Ortodoks tebaası için sağladığı olumlu koşullar nedeniyle
hızlanmıştır. Yeni kurulan Yunan Devleti ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki
ilişkilerin eski gerilimini kaybedip normalleşmeye başladığı 1840’larda Ege’nin
batısından gelen göç daha sistemli bir karaktere bürünmüştür (Vangelis, 2015).
İstanbul’un Rum cemaati mensuplarının İstanbul’a ilk
yerleşimleriyle ilgili hikayelerinde de bu tezleri destekler
nitelikte göç hikayeleri ön plana çıkmaktadır. Anlatılarda
19. Yüzyıl sonu, 20. Yüzyıl başı olarak nitelendirebileceğimiz zaman
diliminde İstanbul’a, Makedonya, Yanya, Arnavutluk, Sakız Adası, Santorini,
Korfu, Midilli, Kastorya ve Selanik’ten Rum göçmenler gelmektedir. 19. Yüzyılın
sonlarında Yunan adalarından İstanbul’a ve Prens Adalarına yoğun göçün sebebi
olarak Yunanistan’ın o dönemler içinde bulunduğu siyasi karışıklık, isyanlar ve
ekonomik darboğaz, diğer taraftan Tanzimatla birlikte kapitalist Avrupa’ya
eklemlenen İstanbul’un ekonomik açıdan daha cazip fırsatlar sunması
gelmektedir. Gayrimüslimlerin anlatılarında Birinci Dünya Savaşı sırasında
Trabzon’dan ve Sinop’tan da sürgüne uğrayan Rumların yerleştikleri mekanlardan
biri olarak Adalar öne çıkmaktadır. Lee’nin “itici-çekici faktör”
terminolojisinde tanımladığı gibi düşük yaşam standartları, ekonomik fırsat
eksikliği ve politik baskılar genellikle menşedeki itici faktörler arasında
sayılmaktadır (Ihlamur-Öner v.d., 2002:33).
19. Yüzyılda Osmanlı’nın içinde bulunduğu uzun savaş
yıllarında ve salgın hastalıklarda önemli nüfus kayıpları yaşandığı gibi, Ege
Adaları ve Balkanlardan gelen göç dalgalarıyla da belli dönemlerde nüfus
artışları yaşanmıştır. Anadolu’daki Müslüman nüfusun azalmasının yarattığı
işgücü eksikliğinin giderilmesi için Ege ve Akdeniz adalarında her zaman fazla
olan işgücü Anadolunun sahil şeridindeki kasaba ve şehirlere
yerleştirilmişlerdir. Büyük sayıda Rum nüfus böylece
küçük tüccarlar olarak
Anadolu’ya göç etmiştir
(Karpat,
2002’den aktaran Kurtuluş, 2011:45). 1830’dan sonra özellikle
Yunanistan’dan ekonomik nedenlerle Osmanlı başkentine doğru bir göç akımı
başlamıştı. Filias’a göre de, bu durumun başlıca nedenleri: “başkent’in
ekonomik alanda büyük gelişmelere açık olması ve özerk Yunanistan’da yoksul
köylülerin yaşam standardının Osmanlı dönemine oranla çok daha kötü olmasıydı”
(Aktaran Bozis, 2011). 19. Yüyılın sonlarına doğru, Osmanlı’nın değişik
vilayetlerinden ve özellikle Adalar’dan gelen göç dalgasıyla kadınlar için yeni
bir istihdam alanı açılmıştı. Kiklad olarak anılan Siroz, Nakşa, Folegandros,
gibi adalardan göçlerle gelen Rum kadınlar İstanbul’un varlıklı Rum Ortodoks
ailelerinde hizmetçi olarak çalışmışlardı (Eksertzoglou, 2015:190).
Sanat tarihçisi Karaca, 1453’ten sonra İstanbul
kentinde yerleşimin dini yapılar çevresinde oluştuğunu vurgular
ve İstanbul’un yeniden
iskan sürecinde, şehirde
bulunan ya da göçlerle gelen Rum Ortodoks toplumunun
kendi dini yapıları çevresine yerleştiklerini belirtir (2008: 31-32). 19.
Yüzyıl sonu 20. Yüzyıl başlarında Yunanistan ve adalarından İstanbul’a göç
dalgalarıyla gelen Rumlar da cemaatin geleneksel yaşam alanını oluşturan okul
ve kiliselerin bulunduğu semtlerde yerleşmişlerdir. Böylece kent mekanında
dini-kültürel yapılanmaya bağlı bir sosyal kümelenme yaratmışlardır.
Baba
tarafım Kastorya’dan gelme, Yunanistan; anne tarafım Kayseri, Talas köyü,
Usulcuoğlu mahallesinden. Alt mahallede Onasis mahallesiymiş, meşhur armatör
var ya. Dedem 13-14 yaşlarında İstanbul’a gelmiş. Kapadokya’da dedemlerin
evinde gümüş çatal bıçakla yerlermiş. Babamın baba tarafı Yunanistan
Kesriye’den. Makedonya’yla bir savaşlar oluyormuş, dedem ordan kaçmış ve
Kadıköy’e yerleşmişler. Babam altı erkek kardeş. Dört tanesi Yunanistan’da
gerisi burda doğdu. B1-14 (R, 60,
K)
Baba tarafı
Sakız’ın küçücük dağ köyündendir. Dedem annesini çok küçük yaştayken kaybetmiş,
4-5 yaşlarında. Babası bir sürü veletle köyde kalınca... ben gittim gördüm orda
yaşam şartları çok güçtür. Dedemi babası İstanbul’da yaşayan kızkardeşinin
yanına göndermiş, hem baksın hem de çocuğu okula göndersin diye. 1880’ler bu
bahsettiğimiz, 1885’de her taraf Osmanlı toprakları olduğu için, ilkokulu
İstanbul’da okumuş. Kızkardeşi, bir bahaneyle savaş çıkar filan diye çocuğun
köye gitmemesini sağlamışlar. Böylelikle dedem lise eğitimini İstanbul’da
tamamlamış. B1-13 (R, 60, E)
Annemlerin
ailesi Makedonya’nın Kilisura köyündendi. Osmanlı zamanında. Batı Bizans
oluyor. Anne baba İstanbullu. Karagümrük stadyumunun ordan. Ve her zaman bizim
mahallelere girdiğin vakit kiliseyi ve okulu görürsün. Yani konsept bu. Okulla
kilise bir koordinasyon içindeydi. B1-7 (R, 69, K)
Trabzonlu
babam. Bunlar sürgün edilir Büyükada’ya, ordan dedeler bizim. Hala taşları
duruyor Ada’da, Hristos yokuşunda. Yetimhaneye giderken yolda duruyor taşlar.
B1- 18 (R, 75, K)
Benim dedem
çocukken Sakız adasından geliyorlar ve Tahtakale’ye gidiyorlar. Sonra Kınalıya
(Kınalıada) geldiler. Sonra babanem geldi kayıkla Armutlu’dan, 92 yaşında öldü
babanem, yanakları elma gibiydi. Burda öyle diyorlar bana “tarihi eser”(gülerek),
bütün sülalem Kınalılı. Buranın
köklüsüyüz biz. Annemin babası desem, Heybeliliydi. Çok Sakızlı vardı adalarda.
Çoğu gitti (1964 Sürgününde). B1-15
(R, 83, E)
Ben 22
Aralık 1939’da Kurtuluş’ta doğdum. Bizim Kurtuluş’ta olmamız 1885 yıllarından
başlıyor. Şimdiii ananem şeyden geldi... Kefalonya, Korfu adasının güneyinde
bir ada. Orda büyük bir deprem olmuştu. Dedem ise Midilli’den. Orda ufak bir ev
yapmışlar, Kurtuluş’un hamamın arkasında Kasımpaşa’ya doğru giderken, orda
büyüdük 20 yaşına kadar. Baba tarafı eeee Sinop’tan, Karadenizli baba tarafı.
Onlardan fazla haberimiz yok. Anane beraber oturduğumuz için anlatırdı bize
ufakken hikayelerini. O 3-4 yaşındayken orada
İyonya denizinin batısında büyük bir deprem olmuş. Evler yıkılmış filan, bu
vaziyette o zaman işte mişte yoktu, ananemin babası 5 çocuğunu alıp İstanbul’a
getirmiş. B1-20 (R, 76, E)
Annemin
tarafından büyükbabam Gökçeadalıydı. Ama anne ve babası İstanbulluydu. Annemin
babasının annesi Midilli’den Gökçeada’ya geçmişler sonra annem Gökçeada’dan
Büyükada’ya gelmiş. Babamın tarafından ise babası burda doğdu, Büyükdere’de,
babamın dedesi Yanya’ya yakın bir köyden o zaman Osmanlı İmparatorluğundaydı
Yanya, oradan buraya geçmek ülkenin içinde dolaşmakmış. Dedemin o zamana göre
bir marketi varmış. Yunanistan acaip fakir bir ülkeydi o zamanlar (yaklaşık
1830-40’lar). Köylerde adalarda hiçbirşey
üretilmiyordu. O yüzden herkes İstanbul’a geliyordu. Bütün sahillere Yunan
adalarından geçmişler. Atina-2 (R, 64, K)
Baba tarafı
kuzey Epir denilen bölgeden buraya gelmiş, İstanbul’da yaşamaya başlayınca
mübadeleden kurtulmuşlar. Ananem dedemle çalışmış. Lise öğrenimini bitirmiş
ananem, 1930’lu senelerde istisana tabi, yaklaşık 10 sene bir şarküteride
çalışmış. Kastaryo’dan olan dedem... o bölge süt ve süt ürünleriyle tanındığı
için o işi burda da devam ettiriyor. Kağıthane’de süt temin ederek kaymağı
İstanbul piyasasına ilk sunan insan olmuş. İlk evlendiklerinde dedemler
Galatasaray caddesinde Yeşilçam sokağın bir paralelinde yaşamışlar. Baba tarafı
da Arnavut dediğimiz bir kesim, onlar da şekerleme üzerine çalışmışlar.
1930-40’lı yılların yeni yerleşim yeri olan Dolapdere bölgesine yerleşmişler. 3
kardeş beraber yaşamışlar, altta da dükkan varmış. Bir süre sonra da Taksim’de
Feridiye caddesinde Gül Pastanesi olarak dükkanları var. İnci’nin sahibiyle de
ortaklıkları olmuş bir dönem babamın. B2-9 (R, 43, E)
1947’de
Büyükada’da doğdum. Orada yaşadığım yer tam saat kulesinin meydanıdır. Bizim Büyükada’da ailemizden 1900’lerden kalan kagir bir evimiz vardı orda yaşadık. O evde
büyükbabamdan gelmeydi. Santorini adasından 1880’de gelmiş büyükdedem. Çünkü Santorini o zamanlar çok fakirdi. Bugün de
ürün filan çıkartmıyor. Volkanlı bir kayadır. Sadece çıkardıkları volkanlı
toprağın içinden bir çeşit şarap çıkar. En iyi şaraplar bu yüzden
Yunanistan’dan çıkar. Büyükada’da Nizam’da oturmaya başlamışlar, Değirmen
Plajı’na gitmeden. Annem aslında Arnavutköylü, tam Polonezköy’ün yanında bir
Arnavut köyü vardı eskiden. Ordan annem Kuzguncuk’a geldiler ve aslında annem ve
ailesi Kuzguncuk’lu. Evlenince Ada’ya geliyor. Atina-1 (R, 66, K)
Ananemden
başlarsak, Bulgaristan’dan gelme. Annemin babası, o zaman harp dolayısıylen,
Bulgaristan’a gidiyor, 1. Dünya Savaşı. Aradan 10 sene mi ne geçiyor halamlar
mevlut yapıyorlar öldü diye. 30 sene sonra dedem ananemle geri dönüyor. Dedem
orda askerlikte bir iki kişi tanıyor, o kişiler dedemin kimsesi olmadığı için
evde misafir etmişler. O zaman orda bir kaide varmış,
“sen bizim ablamızı
gördün onunla evlenmek
mecburiyetindesin diyorlar” ve dedem ananemle evleniyor. Bir de
çocukları oluyor. Sonra dedem ananemle geri dönüyorlar Çengelköy’e, dedem
Çengelköylü’ymüş. Halamlar dedemi karşılarında görünce şoka giriyorlar,
düşünsene mevlut okutmuşlar öldü diye! Kim bu yanındaki diyorlar dedem de karım diyor.
Halamlar ananemi istememişler başta, ananem Bulgaristan’dan gelmiş tabi
halamlar kılık kıyafetini hiç beğenmemişler,
aşağılamışlar başta. Dedem de bu benim karım kabul edeceksiniz demiş ve o eve
yerleşmişler. B1-8 (R, 59, K)
Bizimkiler
Osmanlının içinden gelmiş. Anne tarafı Selanik’in bir köyünden göç etmiş
İstanbul’a, baba tarafımın bir tarafı Sakız’dan gelmiş bir tarafı da
Karadeniz’den Karaköy’e gelmiş. Bu dediğim 3-4 nesil önce. Dede tarafı da
annemden, Şehir Pastanesinin sahibiydi Taksim’de, Fransız konsolosluğunun
karşısında. Ananemin de Büyükada’da iskelede köşede pastanesi varmış, ananemin
akrabalarınınmış hepsi. B2-5 (R, 38, K)
19.
Yüzyılda göçlerle İstanbul’a
gelip yerleşen Rumlar geldikleri yerin/memleketlerinin ismini göç ettikleri
şehirdeki mekanlarına vermektedirler. Göçlerle şehre gelen Rumlar yerleştikleri
semtlerde apartmanlara geldikleri bölgenin isimlerini vermişlerdir. Benzer bir
şekilde Sinasos (Mustafapaşa)’dan Yunanistan’a gönderilen mübadiller,
yerleştikleri Eğriboz adasındaki yeni beldelerine koparıldıkları toprakların
adının unutulmaması için “Nea Sinasos” adını vermişler, Selanik’teki aileler de
Yeni Suvermez’i (Nea Flotia) adıyla
kurmuşlardır (Özsoy, 2014:36). Böylece tarihlerini, dillerini
ve hatıralarını vardıkları
yerlerde yeniden inşa ederek “hafıza tablolarını” yeniden yazmakta (Chambers,
1994:21) ve sembolik bir hafıza coğrafyası oluşturmaktadırlar.
19.
Yüzyıl’da gelenler, geldikleri mekanın ismini şehirde tekrar kuruyorlar.
Büyük bir kısmı Yana olan, Makedonya’nın bir köyünden İstanbul’a gelenlerdi ve
burda fırın işletirlerdi, şimdi lazlar yapar
o işi. Apartmanın ismi de Yana Palas’dı, Taksim’de. Palas ismi de çok kullanılırdı. B1-7 (R, 69, K)
Anlatılarda ortaya çıkan başka bir nokta da, Lozan
Mübadelesi’nde İstanbul-İmroz Rumlarının mübadeleden hariç tutulmalarına
rağmen, o zaman İstanbul belediye sınırları dışında kalan
Kartal-Pendik-Maltepe-Silivri’de yaşayan Rumların mübadeleye tabi tutulduğu
olmuştur. İstanbul’dan büyük bir nüfus, yaklaşık 150.000 kişi, mübadele
sonucunda Yunanistan’a göç etmek zorunda kalmıştı.320
Babamın
babası çocukken Niğde Aksaray’dan geldi ve İstanbul’un ilk gayrimüslim tüccarlarındandı. Boya vardı tek o getiriyordu, devlete, askeriyeye veriyordu. Anne tarafımda
320 Rumvader başkanı A.P. ile 19.08.2015 tarihinde
yapılan görüşme notları.
Arnavutluk’tan. Babanemin tarafı
Pendikliydi. 4-5 kızkardeştiler. Pendik Anadolu’da olduğu için mübadeleye tabi
tutuldu, kimisi Yunanistan kimisi Fransa’ya gitti. Babanem evlendi ve karşıya
geçtiği (Avrupa) için mübadeleye tabi olmadı. Pendik’te oturdukları taraf kendi
yerleri Padişahın hediyesiymiş. Babanemin sülalesi sarayda terziymiş. Pendik’te
büyük bir arsayı evlilik hediyesi olarak vermiş Padişah, şimdi madalyon
bahçeleri diye geçer. Bizim soyadı da “Madalen” ordan geliyor. B1-19 (R, 61, E)
Batı Yunanistan ve Adalar dışında Rumların İstanbul’a
göçünün diğer bir ayağını 1923
Mübadelesinde Kapadokya ve civarı bölgesinden gerçekleşen göç dalgası
oluşturmaktadır. Lozan Mübadelesi imzalanmadan bir süre önce ciddi bir oranda
Rum nüfusu Kapadokya’dan İstanbul’a göç etmiştir. Kapadokya’da kalan nüfus ise
Mübadeleye tabi tutulmuştur. Kapadokya’da erkekler kış aylarında iş ve gelir
kaynağı olan İstanbul’a iş bulmak, ticaret yapmak için gidiyorlar, yaz
aylarında da ailelerini görmek ve kazançlarını köyde hayır işlerine bağışlamak
için geri dönüyorlardı. 1840’ların başlarında yerleşim nüfusunun %20-25’ni
temsil eden, 12 yaş ve üzerindeki 400 erkek İstanbul’da çalışıyordu (Balta,
2015:93). İstanbul'daki Sinasos’luların321
en eski geleneksel meslekleri havyarcılıktı. Sardalye, uskumru, çiroz, palamut
tuzluyor (lakerda) ve Rusya'dan getirttikleri siyah havyarın ticaretini yapıp
Osmanlı İmparatorluğu'nun taşrasına dağıtıyorlardı (A.e.). İstanbul'daki Rumlarla ticari ilişkiye giren Sinasos’lu
bakkalların bir kısmı, ayrı bir meslek dalını, "boyacılar" esnafını
meydana getirdiler.
Bizim bütün
aile Kapadokya’lı. O zamanlar Kapadokya’dan zaten çoğu kişi çırak olarak
geliyorlar İstanbul’a iş bulmak için. Dayılarının yanına gidip çalışıyorlar.
Bir dedem tarafı Göztepe’de bakkaldı. Öbür tarafı 13 yaşında geldi,
Gelveriliyiz322 biz, yeni ismi Güzelyurt. Bir yayam Kayserilidir, o
boyacı dükkanı işindeydi yani kumaş boyası, İngiliz konsolosluğu’nun karşısında
İzandora mağazasının sahibiydi. Önce çırak olarak geldi sonra satın aldı. Bir
aile Göztepe’de büyüdü, diğer taraf Samatya’dan Yeldeğirmeni ve Moda’ya geçti.
Babam Kapadokya’da doğdu, 3 yaşında buraya gelmişler. Atina-6 (R, 63, E)
321Nevşehir’in Ürgüp ilçesine bağlı Mustafapaşa
beldesi. “Sinasos (güneşin şehri): Mübadeleden önce bir Kapadokya
Kasabası”, (Çevrimiçi) http://pontosworld.com/index.php/books/other/794-sinasos-muebadeleden- oence-bir-kapadokya-kasabas,
19.10.2015. Sinasos, Mübadele sırasında iadeleri sistematik olarak örgütlenen
ve göçmen vatandaşlarını yardım için seferber ederek Yunanistan’da
yerleşimlerin önceden organize edildiği benzersiz bir örnek teşkil etmektedir
(Balta, 2015:89).
322Gelveri’nin 1924’teki nüfusu Rumlar ve
Türklerden meydana geliyordu. Gelveri’de 556 Rum aile vardı (Yaklaşık 2.000
kişi), Türk nüfusu ise hemen hemen 250 kişi kadardı. Gelveri Rumlarının
anadilleri Türkçe idi (Küçük Asya Araştırmaları Merkezi, Göç, 2014:250).
Ben dahil
üç kuşak İstanbulluyuz. Dördüncü kuşağa gelirsek bu sefer köklere gidiş
başlıyor. Baba tarafı Yunanistan’ın kuzeyi ve Arnavutluk’un batısı olan
bölgeden; annenin baba tarafı bugün siyasi olarak Yunanistan sınırları içinde
olan ama doğduğu 1911 tarihinde Bulgar işgalinde olan bir bölge, Kastorya
şehri. Anane de Nevşehirli Mustafapaşa ya da Sinasos denilen bölge. Yani
Karamanlı.323 İstanbul o zamanlar Osmanlının iş, aş kaynağı olduğu
için ailelerle birlikte kalkıp İstanbul’a geliyorlar. Nevşehir’deki dede
tüccar, İstanbulla ilişkisi olan ve gidip gelen bir insan. Çogunlukla kışları
İstanbul’da geçirip yazları köye dönerlermiş. Yeni hayata başlamış bir insan
olarak tüccar olarak belli bir seviyeden başlıyor ve para kazandıkça ilerliyor,
iki ev tutuyor. Sirkeci’ye yerleşiyor. Hem Musevilerin hem de Anadoluyla
ilişkisi olan Rumların yoğun yaşadığı bir mekanmış. Bu dönemde ananem üç
kızkardeş. Ablası köyde doğuyor. Ananem Sirkeci’de doğuyor, kızkardeşi 1921’de
Nevşehir’de doğuyor. Sürekli gidip gelme varmış, hem mevsimsel hem de Dünya
Savaşı sırasında köye gittiklerine dair kabul var diyelim. 1909 doğumlu olan
abla köyde, 1911 ananem Sirkeci’de, 1920 doğumlu olan köyde doğuyor. Dedemin
İstanbul’da evi olduğu için mübadeleye tabi tutulmadan İstanbul’da
kalabiliyorlar. B2-9 (R, 43, K)
Mübadele zamanı Kapadokya’dan İstanbul’a çalışmak için gidenlerin geride
kalan aile fertlerine
Mübadeleye dahil olup olmak istemedikleri sorulmuş ve İstanbul’da ikamet
edecekleri bir yeri olanlar 1922’de İstanbul’daki akrabaların, tanıdıklarının
yanına giderek mübadeleden muaf tutulmuşlardır.
Gerçekte
mübadele Kapadokyalılar ve İstanbul civarındaki toplumlar için vardır. Öbürleri
ya yok oldu ya da bir kaç saat içinde gitmeye mecbur kaldılar. Karadeniz’de
durum daha feciydi ama Batı Anadolu’da gitmeye mecbur oluyorlar. Mübadeleyi
imzaladığı zaman batı-güney Anadolu bütün kıyılar Rumlardan boşaltılmıştı.
Sadece Kapadokya’da kalmıştı. Kapadokya’da nüfusun yarısı arada İstanbul’a
gitmişti. Kapadokya’nın Rum nüfusu 120.000’den fazlaydı, Atina’ya gelen Rum
nüfusu 60.000. İstanbul Rum toplumunun nüfusu bir Epir’den kuzeybatı Yunanistan
ve Kapadokya’dan, 1851’den sonra, oluşur. Yüzde 30-30 bu. Anadolu’nun her yerinden ama bilhassa Kapadokya’dan geldiler. Adalardan da çok nüfus
3231924 yılına kadar Kapadokya’da yaşamış olan
“Karamanlides”-Karamanlılar, ana dili Türkçe olan, Türkçe’yi Yunan
harfleriyle-Rumca yazan, gelenek ve görenekleri de yaşadıkları bölgelerdeki
Türklerle aynı olan bir Rum Ortodoks topluluğudur. Anadolu’da özellikle Karaman, Konya,
Kayseri, Niğde, Nevşehir
ve Isparta gibi yerlerde
yaşamıştır.
var, Mora’dan
var Kefalonya’dan var Sakız’dan var. En güçlü toplum Sakızlı
Rumlardı. 1822’de katliamdan sonra çok azaldı ve İstanbul’a sürgüne
gönderildiler. Atina-6 (R, 63, E)
Babam
Kayseri’nin Dereköy köyünde doğdu. Babam öğrenimini tamamladıktan sonra
İstanbul’da Cihangir’de bir akrabasının yanında bakkal dükkanında çırak olarak
başlamış. İlkokuldan sonra iki kardeş gelmişler. Şartlar sertti o zaman.
Babamın doğum tarihini çok hatırlamıyorum. İstanbul’a 14-15 yaşında geldi
sanırsam. Babamın annesi Kayseri’de kaldı, babasının da Kabataş’ta lokantası
vardı. Ne zaman ki Anadolu’daki Rum halkı ile mübadele oldu o zaman sormuşlardı
İstanbul’da akrabası olan isterse gidebilir Yunanistan’a diye. Orada kalanların
çoğu İstanbul’a geldiler. 1922’de ninem de gelmiş. Atina-4 (R, 68, E)
Kapadokya, 1923 Mübadelesinin sosyal, kültürel ve
ekonomik etkilerini en fazla hisseden bölgelerin başında gelmektedir. Mübadele
din temelinde yapıldığı için, saf Türkçe konuşan, dini ayinlerini bile Türkçe
yapan Rum Ortodokslar –Karamanlılar- da mübadeleye tabi tutulmuşlardı. Kimi
anlatılarda mübadele sırasında parçalanmış aile hikayelerine tanık
olunmaktadır. Mübadele sırasında İstanbul’a çalışmak için giden ailenin erkek
fertleri mübadeleden ayrı tutulurken, Kapadokya’da kalan ailenin kadınları ve
çocukları ise Yunanistan’a mübadil olarak göçe zorlanmışlardır.
Bizimkiler
Anadolu’dan göç ettiler, iki dedem de Kapadokya’lı. Kayseri ve Nevşehir
doğumlu. Küçük yaşlarda
İstanbul’a geldiler. Annemin
babası yani ailesi
şeyde... mübadelede bölündü
aile. Annesi ve kardeşleri orda kaldıkları için onlar mübadeleyle buraya
geldiler (Atina). Dedem tabi İstanbul’da yaşamaya devam etti. Ben ikinci nesil
doğma İstanbulluyum. Epey seneler bağlantıları yoktu, 50’li yıllarda
görüşebildiler. Buraya geldikten sonra yaşama şartları çok zormuş, yoksulluk
filan. Sonra iç savaş oldu burda
dedem annesini 50’li yıllarda görebildi ancak. Annemle beraber gelmişlerdi,
annem genç kızdı tabi. Atina-7 (R,
53, E)
Görüşmelerde dile getirildiği üzere genellikle
erkekler ticaret ile uğraşmak üzere kış aylarında Kapadokya’dan İstanbul’a
geliyor ve yaz aylarında da ailelerini görmek için geri dönüyorlardı. Aile
hikayelerinde varlıklı Rumların köylerine fayda sağlayabilmek için köylerde
okullar, köprüler yaptırdıkları aktarılmaktadır. Kapadokyalı Rumların eğitime
verdikleri önem görüşmelerde altı çizilen bir husustur. Köyün varlıklı, ileri
gelen aileleri köydeki okullarda eğitim seviyesini yükseltmek için Yunanistan’dan öğretmen
getirtiyor,
başarılı olan çocukları İstanbul’daki Fener Lisesi veya Yunanistan’a
burslu olarak gönderiyorlardı. Rumca (Yunanca) konuşan Sinasos’a “Doğu’nun
Atinası” lakabı verilmiştir. Balta’nın belirttiği gibi, Sinasos’un büyük kent
merkezlerindeki göçmenler, ekonomik değerleri eğitime kanalize ederek Yunan
milli kültürünün yayıcı unsurları haline gelmişlerdir (2015:94). Atina
da özellikle 19. Yüzyılın ikinci
yarısından itibaren keşfettiği Türkçe konuşan
Anadolu Ortodokslarını da Helenleştirme siyasetine dahil etmiş; Türkçe konuşan
Rumlar modern Yunan ulusunun ortak eğitim programına dahil edilerek Yunanca
öğrenmeye teşvik edilmişlerdir (Balta, 2014:127-140).
Sinasos'u324 diğer Rum yerleşimlerinden
farklı kılan olgu, Kapadokya Rumlarının anadilinin genellikle Türkçe –Karamanlıca-
olmasına karşın, Sinasos Rumlarının ana dillerinin
Rumca (Grekofon) olmasıydı. Mübadele öncesinde Mustafapaşa’nın (Sinasos) nüfusu
5 bindi. Bunun 4 bin 500'ü Rum, 500'ü Türk’tü (A.e.). Aşağıdaki anlatı Ürgüp’ün Grekofon köyü olan Sinasos’dan İstanbul’a
çalışmak için yapılan göçleri ve Ürgüp’teki toplumsal hayatı kısaca da olsa
betimleyen bir aktarımdır.
Bu arada Ürgüp’e bağlı Sinasos köyünde
şimdiki adıyla Mustafapaşa, başka bir çocuk da küçük yaşta annesini kaybediyor (dedesi). Büyük ablası büyütüyor, ilkokulu orda
bitiriyor ve adet olduğu üzere İstanbul’a gelip babasının ortak olduğu dükkana
çırak olarak giriyor. Bir de şunu söyliyim Sinasos’daki gelenek köyün erkekleri
ilkokulu bitirince, orda zaten kimin okuyacağı belli oluyor, çalışacak olanlar
İstanbul’a bazıları Sinop, Adana’ya filan gidip ordaki ailenin hisse sahibi
oldukları dükkanlarda çıraklıktan başlayıp yetişiyorlar. Köye para biriktirince
gidip evleniyorlar. Bu süre tabi gidiş geliş bir sene sürüyor. Bir noktaya kadar
trenle, sonra at sırtında gidiyorlar, baya meşakketli yollar var o zaman. Bir
defa köye gittin mi Pazartesi sabahı dönüyorum demek mümkün değil. Evlilik,
çocukların vaftizi vs. o devreye denk getiriliyor o şekilde oluyor. Herkesin
kendi taş evleri var, aşağıda hayvanların barındığı küçük bir oda, su yok, su
1953’de gitmiş köye. Ondan evvel katır sırtında bidonlarla filan su taşınırmış.
Su çok kıymetli bir meta. Neyse, bir de diğer bir özellik erkekler köye bir kaç
kere gidip geliyorlar fakat emeklilik yaşı gelince kendileri işletmeyi
akrabalara devredip köye dönüyorlar, İstanbul’da kalmıyorlar. Ve köydeki
evlerini, mahallelerini ihya etmeye çalışıyorlar. 40-50 sene çalışmış servet
sahibi olmuş. İşletmeyi çocuklarına bırakıp bir kaç katlı düzgün camlı ev yapıyor. Sinasos’da Maraşoğlu adında bir adam yaşıyormuş, köprüsü
3241924’de göç eden Sinasos’daki Rumların günlük yaşam
davranışlarını fotoğraflarla yansıtan
etkileyici bir çalışma için
Bkz.: Balta, 2009.
hala duruyormuş. 2-3 tane heybetli
kiliseleri var; 2 tane okulları var, biri kızlar biri erkekler için. Ve bunlar
pek çok köyün aksine Grekofondur. Ana dilleri Yunancadır. Köyde ancak jandarma
filan Türk, diğerleri silme Rum. Türkçe konuşmak için bir ihtiyaç ta yok.
Dolayısıyla herkesin hayalinde İstanbul’a gidiyim çalışıyım para kazanıyım
sonra köye döneyim var. En tecrübeli olanlar ihtiyar heyeti üyesi oluyor. Ve
zengin bir köy burası. Okulda çocuklara düzgün
Yunanca öğretsin diye Yunanistan’dan akademili öğretmen geliyor. Veya köyün gelecek vaad eden çocuklarını
Yunanistan’a veya Fener Lisesi’ne burslu gönderiyorlar ve sonra öğretmen olarak
işe alıyorlar. Yani eğitime önem veriyorlar neticede. Neticede dedem İstanbul’a
dönüyor, heralde 1915-1916 yıllarında oluyor bunlar ama savaş henüz bitmemiş.
Annem doğuyor köyde. Bu arada cepheden iyi haberler gelmiyor, köye para
gönderiyor ve ananemleri köyden şehre
getiriyor. O zaman
ailenin erkekleri hep köye dönmek istermiş. Ama büyük bir savaş ne
olucağı belli değil, İstanbul kozmopolit büyük şehir, daha güvenli gözüküyor ve
İstanbul’a gelmeye başlıyorlar. Ve ananem küçük çocuklarıyla geliyor şehre.
Sene 1917 başları filan olması lazım. B1-13 (R, 63, K)
3.1.2.
Sefarad ve Aşkenaz Yahudilerinin İstanbul’a Göçü ve Mekansal Yerseçimi
Yahudiler, Selçuklular ve Osmanlı İmparatorluğu
öncesinde Anadolu’ya gelmişler ve bazı bölgelerde antik çağdan itibaren
yerleşmeye başlamışlardır. Ege bölgesinde yapılmış
olan kazılarda M.Ö. 4. Yüzyılda Yahudi yerleşim yerlerinin izlerine rastlanmıştır (Koç, 2006:72).
14. ve 15. Yüzyıllarda Avrupa Hıristiyan ülkelerindeki baskı ve zulümden
kaçan Yahudiler Osmanlı topraklarına göç etmişlerdir. Ülkeye önce İspanya’da
yaşayan Marronlar (Dönmeler) gelmişler, ardından Almanya’da yaşayanlar, 1394’de
de Fransa’dan çıkarılan Yahudiler Osmanlı topraklarına yerleşmeye
başlamışlardır. Türkiye’ye kitlesel Yahudi göçlerinin en önemlisi, gelenlerin
sayısının 90.000 civarında olduğu tahmin edilen, 15. Yüzyılın sonunda
İspanya’dan gelen Sefarad göçüdür. İspanya’dan göç eden Yahudiler, konuştukları
Judeo- Espanyol (Ladino) lehçesini İstanbul’da oluşturmuşlardır (Güleryüz, 2015). 16. Yüzyıldan 18. Yüzyıla kadar Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden Osmanlı
topraklarına Yahudi göçü devam etmiştir. İstanbul’a bir diğer Yahudi göçü ise,
1917 Bolşevik Devrimi sonucunda Rusya topraklarını terk etmek zorunda kalan
Yahudilerin bir kısmının İstanbul’a gelişi ile gerçekleşmiştir (Shaw,
1992’den aktaran Güleryüz, 2015:63). İstanbul Yahudi
cemaati,
öncelikle Sirkeci-Eminönü-Tahtakale-Mahmutpaşa bölgesine ve Balat ile
Hasköy325’e yerleşen (Rozen, 2013:58-60), Sefaradların da eklenmesi
ile 30.000’i aşan nüfusuyla tüm Avrupa’nın en önemli Yahudi merkezi olmuştur
(Güleryüz, 2015:65).326
Göçlerle İstanbul’a gelen Yahudilerin ilk yerleşim
bölgeleri Balat, Hasköy ve Fener olmuştur. İstanbul tarihinde Balat’ın özel
önemi, İspanya’dan gelen Yahudilerin burada yerleştirilmesi ve yakın zamanlara
kadar buranın başlıca Yahudi mahallesi olarak varlığını sürdürmesiydi. Yoğun
Yahudi nüfusu İç Balat’daydı. 19. Yüzyılda genelde Yahudi olmakla birlikte,
Balat’ın Fener’e yakın olan tahta minare ve Kariye Camii’nin altındaki İstipol
Mahallelerinde Rumların, sahilde surların hemen arkasındaki Surp Hreşdagabet
Kilisesi çevresinde Ermenilerin odaklaştıkları bilinmektedir. Balat,
İstanbul’un diğer Musevi semtleri Hasköy, Kuzguncuk, Ortaköy gibi
Yudeo-Espanyolcanın konuşulduğu bir semtti (Ortaylı, 2015:148). Balat
Yahudileri içinden kalabalık gruplar 1950’lerden başlayarak İsrail’e göç etmişlerdir.
Şu anda Balat’da alt-orta sınıf bir kaç Yahudi aile kalmıştır. İstanbul’un en
büyük ve en eski Yahudi mezarlıklarından biri de Hasköy’dedir. 19. Yüzyıl
sonlarında yangınlar ve salgın hastalıklar sonucu Hasköy’de bulunan Rabanit ve
Karayim Yahudilerinin327 büyük bir kısmı göç etmiştir. 1913
yılındaki veba ve kolera salgını Hasköy’deki Yahudi nüfusun Galata (Kuledibi),
Şişhane ve Taksim semtlerine doğru göçünü hızlandırmıştır. İsrail devletinin
kurulması ve bölgenin cazibesini kaybetmesiyle 1940’lı yıllardan itibaren
başlayan göçler sonucunda bugün semtte sadece birkaç Yahudi yaşamaktadır.
Tez çalışması kapsamında görüşülen Yahudi Cemaati
mensuplarının aile büyüklerinin Türkiye topraklarına geliş hikayelerinde,
İspanya’dan, Orta-Batı-Kuzey Avrupa’dan ve Osmanlı topraklarından (Romanya,
Mısır) başkent İstanbul başta olmak üzere Bursa, Edirne, Eskişehir gibi
zamanında Yahudi cemaatinin yoğunlukla bulunduğu Batı Anadolu’ya gerçekleşen göçler ön plana çıkmaktadır. İstanbul’da buluşan Sefarad ve Aşkenaz Yahudileri
32518.Yüzyılda Hasköy bölgesi hakkında Evliya Çelebi bölgeyi
şöyle tarif eder: “bir hamamı, bir Müslüman mahallesi vardır. Geri kalan 11
mahalle Yahudi mahallesidir. Yahudiler Hasköy’de 20’den fazla cemaat teşkil
eder. 12 sinagogları vardır. Bundan başka 2 mahalle Rumdur ve bunlara ait 3
kilise vardır. Bir mahalle de Ermeni
vardır (“İstanbul’un Semtleri”, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Hasköy, 2003).
326 Selanik’te cemaatin en yoğun olduğu
ikinci büyük şehirdi.
327Bizans zamanında Karaim (Orta Asya kökenli bir Türk boyu olan
Karayim Yahudileri (Karay, Karayit) 6. Yüzyılda Kafkasya’ya oradan Ukrayna’ya
göç etmişlerdir. Hazarlarla kaynaşmışlar ve onların Museviliği resmi din kabul
etmelerinden sonra Museviliğin Talmud’u reddeden bir mezhebini oluşturmuşlardı.
Bizans’ın Hazar Devletiyle olan münasebetleri sonucu 626 tarihinde
Karayim nüfusu Bizans başkentinde görülmeye
başlanmıştır. Günümüzde İstanbul’da 30-40 kadar Karay ailesi
yaşamaktadır (Dünden Bugüne İstanbul
Ansiklopedisi, Cilt.3, 1994, s.178).
ilk başlarda mahalle bazında kendi cemaatlerini kurmuşlarsa da zamanla
artan karma evlilikler sonucu
Aşkenazlar Sefardileşmişdir. Şu anda İstanbul nüfusunun %90’ından fazlasını
Sefarad Yahudileri oluşturmaktadır.
Dedemin
anne babasından başlıyım. O zamanlar Osmanlı devleti olduğu için, bunların kökleri bir şekilde Romanya’da,
Fransızca şey derler “Le Juif errant”, yani “devamlı dolaşan Yahudi”. Altı
çocukları oldu ama hiçbiri aynı ülkede doğmadı. Dedemle ikizi Mısır’da
doğdular. Biri Bulgaristan’da doğdu, İtalya’da doğan oldu. Geçim için gezmişler
hep. Mısır’dan sonra Romanya’da takıldılar sonra İstanbul’a geldiler. Babanem
kendisi de yatılı olarak Bükreş’de okudu, babanemin annesi hanım ağaymış. Köy
sahipleriymişler, “mama Toni” derlermiş. Mezarları burdadır, Aşkenaz
mezarlığında. Beni annem hafif aristokrat takılırdı (gülerek,) o Finzi köklü, İspanya’dan çıkarken
İtalya’ya uğradılar. Zengin oldukları için, biliyorsun İtalya’da parayla
prensilikler satın alınırdı. Bir şekilde bir dönem bir prenslik alıp buraya
geldiler ve hep ticarette kaldılar. C1-5
(Y, 57, K)
19. Yüzyıl
sonlarından Cumhuriyet’e... Refik
Saydam Caddesinde Haliç
Apartmanında doğdum. Ben Atatürk
çocuğuyum. Ne zaman
Atatürk şapka koydu,
babam fes çıkardı ve şapka
taktı, o zaman ben doğmuşum (gülerek). Babam yaptırtmıştı orayı, ben dünyaya gelmeden evvel. Mürebbiyem
vardı çünkü annem buralı değildi. Annem Mısır’da İskenderiye’de doğmuş. Annem
de geldiğinde buraya Kuzguncuk’ta kalıyorlarmış. C1-17 (Y, 91, K)
Baba tarafı
çok enteresan herkesden farklı, Bursalı. Bursa’nın çok varlıklı bir ailenin
çocuklarıymış dedemler. Dedemin babası kuyumcuymuş, büyük konaklarda filan
yaşamışlar. Benim dedemin gazete bayisi varmıs, motorsikletiyle gazete
dağıtırmış. O dönemde ne yaparsan oluyormuş ama. Bursadakiler buraya (İstanbul’a)
babanem vefat edince geliyorlar. C2-17
(Y, 31, E)
Baba
tarafım dört kuşak İstanbullu. Ondan öncesi İspanya. Babanem terzilikle üç
çocuğu yetiştirmiş bir kadın. O kadar iyi yaparmış ki geceleri uyumazmış bile.
Sosyete terzisi olmuş. Anne tarafım Edirneli, oranın en ünlü Yahudi
ailelerinden biri. İstanbul’a gelip sıfırdan hayat kurmaya başlamışlar.
Kapalıçarşı’da çalışmaya başlamışlar. İki dükkanları olmuş, sonra dükkanları
yanmış. Çarşı’da takım elbise dükkanı varmış, yanlış hatırlamıyorsam. C2-11 (Y,
33, K)
Dedeler
İspanya’dan gelmişler. Ananem Rusya’dan, babanem de Almanya’dan göç etmişler.
Hangi tarihlerde gelmişler hiç bilmiyorum, ben de merak ettim şimdi sorucam.
Ananem altı dil bilirdi, Yidişçe328, Almanca, Fransızca, İngilizce…
Babamın babası jinekologdu, onu hiç tanımadım ben doğmadan önce vefat etmiş.
Annemin babası tarak işindeymiş, fabrikaları varmış. Burda bir handa
çalıştığını biliyorum, sonra işler iyi gitmemiş kapanmış, zor zamanları da
olmuş. C2-15 (Y, 33, K)
Bizim aile
İstanbullu. Geriye gittiğim kadarıyla hem babamın tarafı hem anne tarafı
sosyoekonomik olarak alt-orta arası yerlerden geliyor. İki tarafta İspanya’dan
gelmişler. Babam Kasımpaşa’da büyümüş. Babamın babasıyla babamın amcası altı
üstlü oturuyorlarmış. Annem tarafımda ananem Ortaköylü, dedem de Şişhaneli.
Standart Yahudi ailelerin oldukları yerler. Babamın babası pazarcıydı, kapı
kapı dolaşırmış. Annemin babası hahamdı. Babanem ev hanımı, ananem de. İki
tarafın da dedeler düşük fakir hayatlardan geliyor. Ananemler ölmeden önce
babanem de Gayrettepe’de oturuyorlardı. C2-19 (Y, 25, E)
Baba tarafı
İspanyol Musevisi olduğu için klasik olarak 1492’de kovulmuş ve gelip
İstanbul’a yerleşmişler. Orda pek bir karışım olmamış. Fakat anne tarafı
oldukça karışık. Dedemden başlarsak, annemin babası Macaristan’da doğuyor.
1917’de Bolşevik İhtilalinden kaçıp Rostof’dan, İstanbul’a gelmiş bir çöp
kamyonunun içinde. Kendisi orda diş hekimiyken ve iyi para kazanırken buraya
gelmek zorunda kalmış, bütün mal varlığına el konmuş filan, baya trajik
olaylar. Geliyor İstanbul’a 1917’de ve ananemle tanışıyor. Evleniyorlar
1920’lerin başında. 1926’da annem doğuyor. Bu arada dedem tekrar muayahanesini
açıyor. Çalışma izni için başvuruyor. O zaman Beyaz Ruslar yerleşmiş durumda
İstanbul’a. Grup halinde geldikleri için birbirlerini de tutuyorlar ve dedem
yeniden işe başlayıp para kazanmaya başlıyor. İyi bir noktaya geliyor ancak
1926’nın Eylül’ünde annem doğduktan 2 ay
sonra vefat ediyor. Mide hastalığı filan deniyor ama anlaşılan pek de iyi bir
teşhis konulamıyor. Çok da acı bir olay. Çocukken de fazla soramadım dinlerken
de bana acı veriyordu. Geçiştirildi... C1-10 (Y, 55, E)
328Aşkenaz Yahudilerin konuştuğu dil.
İstanbul’a göçle yerleşen Yahudilerin bir bölümünü de
yakın tarihte 1934 Trakya Olayları329 sonrasında İstanbul’a
sığınarak burada yeni bir hayata başlayan aileler oluşturmaktadır. Trakya
Olaylarında yaklaşık 3.000 Yahudi evlerini terk edip İstanbul’a göç etmek
zorunda kalmıştır.330 Trakya’dan İstanbul’a göç eden orta ve
orta-alt tabaka Yahudilerin ilk
yerleştikleri semtler Kuledibi ve Sirkecidir.
1934
olaylarından sonra göç edenler Kuledibi’ne yerleşti. İstanbul’a gelince
Kuledibi’ne yerleştik. Bütün
Kuledibi Trakyalıydı. Kırklareliler filan çoğu ordaydı,
teker teker herkes buraya göç
etmeye başladı. Bugün Tekirdağ’da bir aile bile yok. C1-16 (Y, 93, E)
Anne baba
Edirne doğumlu. Her ikisi de genç yaşında İstanbul’a göç etmiş. Ben yıllar
sonra kendim kurcalayarak öğrendim. Genelde ekonomik sebepler, daha büyük
cemaat toplumuna göç diye düşündüm ama değilmiş. Trakya olaylarıymış sebep. İlk
önce Sirkeci’ye yerleşiyor. Orda geniş bir Musevi cemaati olduğu söylenir.
Sinagogu hala vardır. Çok da güzel ve hala kullanılan bir sinagogdur. C1-3 (Y, 64, E)
Babam
zahireciydi. Zahireci hububat alım satımı. Köylüden alır gelecek seneki
rekolteyi bu seneden satardı. Tekirdağ’da Olaylardan sonra Yüksekkaldırım’a
geliyorlar. 1942’de ortam durulunca tekrar dönüyorlar. 42’de babam Tekirdağ’da
kaldı, bizi buraya getirdi. Yalnız erkekler kaldı para kazanmak için. Annemle
kaldık biz burda. C1-7 (Y, 83,
K)
3.1.3.
Anadolu Ermenilerinin İstanbul’a Göçü ve Mekansal Yerseçimi
Ortaköy’de
o zaman büyük bir göç evi var, Ermenice “kahtagayan” derler, “kahta” göç etmek
“gayan”’da son durak demek. Orda birçok Ermeni bir odada kalırmış. (E, 81, K)
3291934 Trakya
Olayları için Bkz. Bölüm 2.3.5.
330 Şule
Toktaş, “1950’ler İstanbul’unda Gayrimüslim Azınlıklar ve Nüfus Hareketi:
Türkiye Yahudi Cemaati”, (Çevrimiçi)
https://www.academia.edu/5028256/1950_ler_Istanbul_unda_Gayrimüslim_Azınlıklar_ve_Nüfus_Hareketleri_T
ürkiye_Yahudi_Cemaati_Non-
Muslim_Minorities_and_Population_Movements_in_Istanbul_of_the_1950s_Turkey_s_Jewish_Community,_
28.05.2015b.
Göçerlik ve sürgün, Edward Said’in işaret ettiği gibi, “kesintili bir var olma durumu”dur ve geride
bırakılan yerle bir kavgaya tutuşma biçimidir. Sürgün asli bir evinin olduğunu
ve en sonunda dönüp oraya varacağını hesap etse de asli bir ev ve eve dönüş
varsayımlarını devam ettirme
olasılığı giderek zayıflar
ve sonunda kaybolur”
(Said, 1990’dan aktaran
Chambers, 1994:13-4). Ermenilerin “eve dönme umuduyla” yola çıktıkları
Anadolu’dan İstanbul’a hikayelerinde ön plana çıkan temaların en başında 1915
yılında gerçekleşen zorunlu göç/Tehcir gelmektedir. 1915 Tehcir’i sırasında ve
sonrasındaki yıllarda yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalan Ermeniler
İstanbul’a ve çevresine göç etmek zorunda kalmış, geride bıraktıkları evlerine
dönme umutlarını bir kenara koyup kendilerine İstanbul’da yeni bir hayat
kurmaya çalışmışlardır. Kimi görüşmecinin ailesi Trabzon’dan, İzmit’ten,
Trakya’dan, Edirne’den kiminin ailesi ise Yozgat’tan, Sivas’tan, Kayseri’den,
Erzincan’dan, Adana’dan, nihai geri dönüş umutları kalmaksızın İstanbul’a göç
etmek zorunda bırakılmışlardı.
Benim
babamın kökü Trabzon’dur. Babamın babası 3 kardeş. Heralde korkmuşlar ve İzmit’e gelmişler, eski Armaş şimdi
Akmeşe’ye. Oraya gelmişler ve yerleşmişler. Benim büyükannem iki kız ve iki
oğlan doğurmuş. Varlıklılarmış. Bir gün babam anlatırdı bir beyaz atları
varmış, babamın babasını ve iki amcasını o ata koymuşlar ve bir daha getirmemişler....
Bu kadın da, babanem, elinde ne mal varsa satmış. Annemin ailesi ise Armaş’lı,
çok geniş bir aileymiş. Annemin babası çok genç yaşta ölüyor, hatta kitabı var
bende dur getiriyim (Ermenice kırmızı kaplı bir kitap getiriyor). Bu annemin köyünün kitabıdır. Bu okul
ruhban yetiştirirdi.331 Armaş denilen yer bir köydü. Eskiden çok
büyük bir yangın çıkmış ve bu okul ahşap binaydı yanmış. Dedem de o yangında su
taşımaktan zatürre oluyor ve ölüyor. Ve ananem bir daha evlenmiyor. Annemin
köyünde hükümetten başka Türk yok! 350 hanenin hepsi Ermeniymiş. Zaten bu okul
var (ruhban okulu), okuldan sadece senede iki kere dışarı çıkarlardı,
törenlerde çıkarlardı. El etek öpülürdü diyor, annem o zaman. O bina da kalmamış ve taş binadır biliyormusun. Öyle
biryermiş ki kendi ekmeği, kendi sebzesi, kendi bağı herşeyi kendi içinde.
Dışardan hiçbirşey almazlarmış. Ruhban okuluna kadın giremezdi tabi. Bizim
bundan önceki 3. Patriğimiz ordan yetişme. Dayıları varmış annemin, onlar da
tüccarlık yaparlarmış. İşte İstanbul’dan mal alıp götürüp
köyde satarlarmış. Ordan göç
3311915’e kadar Anadolu’da varlığını sürdüren 40 kadar
manastırın bir bölümü Apostolik Ermeni Kilisesi’nin önde gelen ruhban okulları
olmuştur. Bunların içinde 1922’ye kadar varlığını sürdüren İzmit’teki Armaş
Manastırı’nın özellikli bir yeri vardır (Özdoğan v.d., 2009:320).
23’den bu tarafa... nerdeyse 100’e yaklaştık. Onca
senelik İstanbulludur annem babam. A1-9 (E, 81, K)
Sosyal sermaye ağlarının göç kararlarındaki önemi
literatürde çokça üzerinde durulan bir konudur. “Zincirleme göç terimi” yeni
göçmenlerin uyumlarını kolaylaştıracak kaynakları sağlayan arkadaşların ya da
akrabaların olduğu yerde bir yer arama eğilimlerini tanımlama için kullanılmaktadır (Field, 2008:158-9).
Görüşmelerde Kayseri, Sivas, Malatya, Erzurum gibi bölgelerden İstanbul’a göç
eden Ermeniler arasında çok sıkı hemşehrilik bağlarının bulunduğu, göçle
gelenlerin büyük şehre adaptasyonunda bu bağın büyük bir kolaylık sağladığı
göze çarpmaktadır.
Baba tarafı
Trakya’dan, anne tarafı da Edirne’den. Anneannemin dayısı Edirne’de avukatmış,
varlıklı bir aileymiş. Dayı ... (sessizlik) çağrılmış ve bir daha dönmemiş. İkinci halama gelince, onlar da İzmitliler. İzmit
gezimizde tesadüfen öğrendik. Doğalgaz kazılarında
çıkan mezar taşlarına rastladık. Mezarlıklar ve ölüler tesadüfen bulunmuş. Bazı
yakın Müslüman dostlar “gidin mezarlıklarınız bulundu” demiş. Annem 1914
İstanbul doğumlu. Anneannemin annesinin İstanbul’da evi varmış. Baba tarafı
Silivrili. Büyük dedem çocukken geliyorlar buraya. Dedem yedi kardeşmiş. Gedikpaşa332’da otururlarmış. O dönemler Kayseri ve Malatya’dan gelen Ermeniler
çokmuş. Çoğu da Müslüman olmuş oralarda. 1965’lerde az da olsa gelenler var.
Burdakiler gelenlere çok destek olmuşlar. Sivas’tan çok gelen var, Erzurum’dan
çok gelen var. Birbirlerini çok tutarlar. A1, 6 (E, 68, K)
O devir
için derler ki İkinci Mübadele. Atatürk Anadolu’ya tekrar Balkanlardan Müslüman
halkı gelip yerleştireceği için, bir şaia çıkıyor bir gecede boşaltın köyü
götürücekler diyorlar. Benim dedem demirciymiş, o yüzden nakit parası varmış.
Yastığa dikmişler. Bir gece içinde trenlere biniyorlar ve Sivas’tan İstanbul’a
geliyorlar. Yıl 1936 diyim. Tarihleri ben hep esnek koyuyorum. Annem diyor ki
bizim paramız vardı ama ne yiyeceğimizi bilmezdik diyor.
Ya ciğerle ekmek yerdik ya ayvayla ekmek
yerdik. Kendini
33215.-16. Yüzyılda semtin ahalisinin çoğunu Ermeniler ve Rumlar
oluşturmaktaydı. Bizans kaynaklarına göre Fatih fetihten sonra Bursa’dan
getirttiği Rumları şehrin değişik yerlerine yerleştirmişti. Gedikpaşa da
bunlardan biriydi. Bazı tarihçiler ise 17.Yüzyılın başında Anadolu’da meydana
gelen Celali isyanlarından kaçarak İstanbul’a göç eden Ermenilerin bu semtlere
yerleştiğini ileri sürer. Araştırmacı Pamukciyan’a göre Ermenilerin Gedikpaşa
yöresinde toplanmaları 19.Yüzyıla denk gelmektedir. Bu semtte (1844-1921) arası
faaliyet gösteren 17 Ermeni kurumu tespit edilmiştir. 1. Dünya Savaşı sırasında
iyice artan Ermeni nüfusu 1922’den sonra giderek azalmaya başladı; bir bölümü
Beyoğlu’na, bir bölümü de Fransa’ya giden Ermeni cemaatinden 1970’lere
gelindiğinde ancak 300 hane kalmıştı (İstanbul’un Semtleri, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi, Gedikpaşa, 2003).
sorguluyor annem.
Bu kadar mı bilmiyorduk? Annem
dedi ki ilk geldiğimizde biz bitlendik
dedi, sınıfta bizi dışladılar bitlendiğimiz için. A1-1 (E, 64, K)
Ailenin
soyağacında en iyi bildiğim yerden başlıyim. Annemin anne tarafı Sivas’da
Katolik Ermenilerin olduğu bir köyden gelmişler. Şimdi köyün ismi değişti ama
eski ismi Pırkinik. Hatta Şişli’deki Katolik mezarlığında o köy için ayrı bir yer vardır.
Bu 1915 olayları sırasında erkekler gidince bizim
büyük nine orda kalıyor, bir sürü çocukla ve bir de köpekle. Kadın ne
yapacağını bilemiyor, burda amcaları var, orda evi mal mülk para herşeyi
bırakıyor, annem der ki ev baştan aşağı ipek halılarla çevriliymiş. Çocuklar
burda Fransız okuluna gidiyor, hepsi burda yaşıyorlar. Babamın ailesi tamamen İstanbullu, hep burda
yaşamışlar. Buraya geldiklerinde Kurtuluş’a gelmişler. Benim “yayam” ve
teyzeleri burda kalmış. Annemler sekiz kuzen. Genel olarak hepsi Kurtuluş’ta.
Bir teyze gömlekçiymiş Beyoğlu’nda. Babanem hep işinde gücünde olmuş. Kürkcüymüş
babanem, hep yurtdışına gidermiş. Bayada bilinen bir kürkçüymüş. Belli ki iyi
bir yaşamdan geliyor. A2-7 (E, 31,
K)
Anne ve
babanın ailesine gidersek Samandağ Vakıflı köyü, Hatay. Köyün iki büyük
ailesinin çocukları, Silahlı ve Kartun. %90’ı köyün bu iki aileden oluşuyor.
Babanem hala köyde. Babamın babası Mısır doğumlu, 1915 olaylarından sonra
“Musalar” diye efsane bir olayı vardır, 40 gün dağda mahsur kalıp bir Fransız
gemiyle Mısır’a taşınıyorlar. Daha sonra
tekrar Vakıflı köyüne taşınıyorlar. Mal varlıklarını aynen sahip oluyorlar ama
artık Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş. 1915 olaylarında dağa çıkıyorlar, Mısır’a
Suriye’ye Lübnan’a dağılıyorlar. Bir
kısmı Ermenistan’a, bir çoğu Avrupa ve Amerika’ya dağılıyor. Ama Mısır ve
Suriyedekiler bir süre sonra tekrar köye geri dönüyor. Dedemin annesi
hamileymiş Mısır’a giderken, orda doğmuş dedem, ailenin birçok ferdi dağılıyor.
Dediğim gibi babanem köydeydi. Biz de 2-3 aile İskenderundaydık. Köye en yakın
şehir merkezi Antakya. Belen geçidine bağlı Soğukoluk diye bir yer var.
Antakya’da hiç yaşamamışlar. Yer işe göre belirlenmiş aslında. Bizde doğduktan
sonra babam şehirlerarası yolculuk yapıyor. Ailenin geri kalanı Kurtuluş’taydı
herkes. Direk geldikleri bölge burası zaten. İskenderun’da amcam muhasebeciydi, halam ev hanımı diğer eniştem
öğretmen. Annem de ev hanımıydı. A2- 9 (E, 29, K)
Özellikle 1915’den sonra Anadolu’da yok olma
seviyesine gelen Ermeni nüfusundan geride kalanlar bir şekilde mesleklerine sahip çıkarak doğdukları
topraklarda var olmaya ve
hayatlarına devam etmeye çabaladılar. Anlatılarda Anadolu’daki
Ermenilerin icra ettikleri mesleklerde “sanatçı” olduklarına, halıcılık, terzi,
ayakkabıcılık, demircilik gibi mesleklerde çok başarılı olduklarına gururla
vurgu yapılmaktadır. Fakat zamanla gerek 1915 travmasının halen belleklerde çok
taze olmasından, gerekse de giderek azalan nüfuslarıyla geçmişte sürdürdükleri
cemaat yaşamının kaybedilmeye başlanmasıyla Ermeniler muhafazakar Anadolu toplumunun içinde gittikçe kendi
içlerine kapanarak ve kimliklerini bastırarak yaşamaya başlamışlardır. 1915
sonrasında kiliselerinin ve okullarının kapatılmasıyla birlikte kendi içlerine
kapalı bir cemaat yaşamına mecbur olmaları, dinlerini, kimliklerini gizlemek
zorunda kalmalarının zorluğundan dolayı Ermeni nüfusu Anadolu’dan belirli
aralıklarla İstanbul’a göç etmeye başlamıştır. Anadolu’dan İstanbul’a
Ermenilerin göçünde eğitim araçlarına ulaşmadaki imkansızlık, göçün en önemli
sebeplerinden biri olarak anlatılarda öne çıkmaktadır. 1915’in ardından nüfusun
şiddetle azalması, yaşanan travmanın belleklerde o tarihlerde çok canlı bir yer
tutuyor olması, korku ve toplumsal baskı gibi sebeplerle birlikte333
Ermeni okullarının kapanması 60’lı yıllara kadar İstanbul’a göçü tetikleyen bir
faktördür. Anlatılarda, Anadolu’da kalan Ermeni toplumuyla Müslüman Türk
toplumun sosyal alanlarda birbirlerinden ayrıştıkları, çok fazla bir
sosyalizasyonlarının olmadığı tespit edilmiştir.
Orda (Anadolu’da)
1915’den sonra okul kalmamıştı. Ermeni
okulu yoktu. Birçoğu devlet okuluna gidiyordu. Okulda da ayrı oturtuyorlardı.
Hıristiyan ayrı Müslüman ayrı. Sınıfın içinde ayırıyorlardı. A1-12 (E, 64, E)
“barınamıyoruz” derdi babam... A1-15
(E, 59, E)
Özellikle 50’li yıllarda ve 60’larda İstanbul Ermeni
Patrikliği’nin Anadolu’da bulunan kiliselere elini uzatacak güçten yoksun
olması ve Anadolu’da faal Ermeni okulunun kalmaması İstanbul’a göçleri
tetiklemiştir. 1966’da Varto’da meydana gelen deprem, bölgeden 8000’i aşkın kişinin İstanbul’a göç etmesine yol
açmıştır (Özdoğan v.d., 2009:338). Birçok Ermeni aile Anadolu toplumu içinde
gördükleri baskıdan kurtulmak, kimliklerini İstanbul’daki geniş cemaatin içine
entegre olarak özgürce yaşayabilmek, hem de çocuklarının Ermeni okullarında
Ermeni dilini ve kültürünü öğrenmeleri için zaman içinde İstanbul’a göç etmeyi
tercih etmiştirler.
333Bu konu hakkında detaylı
bilgi için Bkz. Bölüm 2.3.3.
Aslen
babalarım dedelerim Sivas Zaralı’yız. Cihan Harbi’nden sonra babam Bünyan’a yerleşmiş. Bizim Kayserililik
hayatımız 1919-20’den sonra başlıyor. 1920’den
sonra Atatürk Cumhuriyeti ilan ettikten sonra babam Bünyan’a yerleşiyor.
1936 doğumluyum. Babamın esas mesleği
ayakkabıcı, kunduracı. Kunduracı Maraş Ustanın altı çocuğundan dört oğlundan en
küçüğüyüm ben. Bünyan, biliyorsunuz Kayseri yöresinin o zaman en güzel halı
dokutan yeri. Bünyan’ın Ekrek köyünde de arazilerimiz vardı. Köylüyüz ya...
yazın da babamın arazi işlerine bakardık. Okul yoktu bizim köyde. Ekrek olduğu
gibi “sevkiyattan” evvel, 1914, 500 haneli bir Ermeni köyü. Ama “sevkiyattan”
sonra 4 hane Ermeni kaldı. Biz yazın köye giderdik, kışın da Bünyan’a gelir
okurduk. Biz Kayseri’de fakirdik, Ermeniler de fakirdi. Sanatkarlardı, halıcı
tek bizdik. Ermenilerin sanatı terzi, ayakkabıcı, dişçi... Şu an Ermeni halı
imalatçısı bir tek biz kaldık Kapalı Çarşı’da. Biz sonra Kayseri’de kendimize
iş yapmaya başladık. Sonra İstanbul’a göçelim dedik. Abim 1953’de gönderdi beni
İstanbul’a, o zamanlar bir İstanbul özentisi vardı herkesde. Mahmutpaşa’da
işportacılık yapmaya başladım. 1960’larda Kapalı Çarşı’dan bir dükkan aldık. O
dükkanı alınca halı alıp satmaya başladık. Yeğenlerim büyüdüler, okul çağına gelenler
İstanbul’da okumak için buraya gelmeye başladılar. Okul yoktu bizim orda dedim
ya kadeşlerimiz, yeğenlerimin İstanbul’a göç etmesinin sebebi
burda Ermeni okullarına gidebilmek için. Sonra Kayseri’yi tamamen kapattık, kimse
kalmadı orda artık. Bir evimiz vardı, onu da sattık geldik. A1-3 (78, E, E)
Sivas’ın
şirin kasabalarından bir tanesi. O bizim Kangal denilen kasabanın etrafında bir
Mancılık, bir Hekimhan, Çetinkaya, bunlar hep Ermeni köyleriydi, “miş” daha
doğrusu. 55’lerde bile oranın Ermeni nüfusu bir hayli fazlaydı. Göç başladı,
İstanbul’a geldiler bir kısmı yurtdışına gitti, git gide nüfus azaldı. O zaman
benim doğdugum yerde modern binalar yoktu, hep kerpiçten bir katlı evler vardı.
Çok basit, ilkel köy evleriydi. Bizim
cemaatin çoğu sanaatkardı, demircisi bizdendi değirmencisi bizdendi, veteriner
diyorsunuz o zaman baytar vardı... bir berber diş çekiyordu, terzi Agop vardı,
doktorun çırağına ne diyorlardı? Eskiler ne
diyordu... yani bu doktor işlerinden anlayan da Ermeniydi. Bunun bilgiçliği
kendinden evvel ki büyüklerin reçetelerle sağa sola şifa dağıtan adamlar vardı,
bunlar da bizdendi. Aa sizinkilere334 gelince, bak Melek anne vardı
o da sırf okuyup üflerdi. A1-2 (E, 64, E)
334Görüşmeci mülakat
sırasında “bizimkiler” diyerek
Ermenileri “sizinkiler” diyerek
de Müslüman Türkleri kastetmektedir.
Tehcir’den sonra iki dünya savaşı arası İstanbul
göçlerle dolan ve şekillenen bir şehirdi. Ermenice Kahtagayan diye anılan Ortaköy’deki göçmen evi, 1915 sonrası
Anadolu’dan göç etmek zorunda kalan orta-alt tabakaya mensup Ermeniler’e
İstanbul’a geldiklerinde ev sahipliği
yapmıştır. Ermenice kahta göç
etmek, gayan da son durak demektir. 1915 Tehciri ve sonrasında
Anadolu’da artık barınamayıp büyük şehre göç etmek zorunda kalanların yeni
kentte ilk durak olarak yerleştikleri Ortaköy semtinin, 1930-40’lı yıllarda bir
göçmen semti olduğunun altı birçok görüşmeci tarafından çizilmiştir. Ortaköy
eskiden beri İstanbul’un belli başlı etnik topluluklarının yakın ilişkiler
içinde yaşadığı bir yerdi. Ortaköy’de
bir Rum Ortodoks, bir Ermeni Gregoryan kilisesi, bir de sinagog bulunmaktadır.
Evliya Çelebi Seyahatname’de Ortaköy
kıyılarındaki büyük yalılar arasında Şekerci Yahudi ve İshak Yahudi yalılarından bahsetmektedir. 1618 tarihli Bedesten
yangını ve 1891’de Beşiktaş’taki yangın felaketini yaşıyan Yahudiler topluca
Ortaköy’e yerleşmişlerdir. 1936’da nüfusu 16.000 olan Ortaköy’de 700 Yahudi
ailesinin yaşadığı bilinmektedir. Türklerin Ortaköy’e yerleşmesi 1. Süleyman
(1520-1566) döneminde olmuştur. İnciciyan “Dünya Coğrafyası” adlı kitabında
Ermenilerin Ortaköy bahçelerinde, vadi yamaçlarında ve sahildeki yerleşimlerde
evleri olduğunu belirtir. Ortaköy’de Balyan, Bezciyan ve Dadyan gibi ünlü
Ermeniler yaşamıştır335. Ortaköy gibi göçmen mekanı olan İstanbul’un
diğer bir semti de Samatya’dır. 1918’den sonra Samatya’daki kiliseye
Anadolu’dan göç edenler yerleştirilmiş, Gayan
adı verilen bu göçmen konaklama merkezinde yüzlerce insan yıllarca
kalmıştır. Samatya’daki kamp, şehrin
diğer yerlerindeki benzerlerinden farklı olarak, yaklaşık
20 yıl faal kalmış ve Anadolu’dan hâlâ gelmekte olan Ermeni
göçmenlerin pek çoğunun ilk durağı olmuştur.336
Babam
Erzincan’lı, annem Adana’lı Kilikyalı. Birinci Cihan Harbi zamanında babam
Adana’daymış. Orda gazinolar, restoranlar, ..., ondan sonra hepsi İstanbul’a
göç ediyorlar. Cumhuriyet ilan olunca babam çok usta bir ahçıydı. Ve Atatürk
Dolmabahçe sarayına geldiği zaman “A. usta gelsin benim baklavamı yapsın”
derdi. İstanbul’a Ortaköy’e geliyorlar. Anadolu’da savaş zamanı İngilizler,
Fransızlar... bir çok göç eden İstanbul’a geliyor, herkes orada kalıyor.
Malum harp zamanı.
Ortaköy’de o zaman büyük bir göç evi var, Ermenice
335 Dünden bugüne
İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 6, Kültür
Bakanlığı ve Tarih
Vakfı, 1994, s.141.
336Rober Koptaş,
“Göç, sürgün, ölüm vız geldi… Samatya’da umut hep yeniden
doğdu”, Agos, 01 Şubat
2013, (Çevrimiçi) http://www.agos.com.tr/tr/yazi/4118/goc-surgun-olum-viz-geldi-samatyada-umut-hep-
yeniden-dogdu, 30.10.2015.
“kahtagayan” derler, “kahta” göç etmek “gayan”’da son
durak demek. Orda birçok Ermeni bir odada kalırmış. A1-8 (E, 81, K)
Bizimkiler (kocasının
ailesi) Ortaköy’de oturuyorlar, Feriköy337’e
taşınıyor onlar bizde evlenince
Feriköy’e taşınıyoruz. Ortaköy’de muhacirlerin toplandığı bir ev varmış.
Galatasaray Üniversitesi’nden aşağı in, parmaklıklı bir bina vardır, oraya
yerleşmişler. Annem o köy kömürcüdür derdi, kömürcülük yaparmış bütün köy. A1-9
(E, 81, K)
Ortaköy’de
göçmen evi gibi bir yerde kalmışlar. Banyo yok su yok bu yoksulluğun içinde
verem de olur insan! Çoğu insanlar çeşitli hastalıklara yakalanmış. Benim
amcalarım orda (göçmen evi) otururdu,
Vank binası. Yahudilere ait bir yerdi. Manastırımsı bir şeydi. Kilise değildi.
Göçmen gelenler oraya yerleşiyordu. Samatya’ya gidenler de oldu. C2-19 (E, 64,
K)
Tehcir sonrası, 1960-70’li yıllara kadar Anadolu’dan İstanbul’a aralıklarla Ermenilerin göçü devam etmiştir. Bu
göçler İstanbul semtlerinin sınıfsal hiyerarşisinde bir değişime sebep
olmuştur. 1950’lere kadar orta ve orta-üst tabaka Ermenilerin yaşadığı Ortaköy,
Kumkapı, Samatya, Gedikpaşa gibi semtler Anadolu’dan gerçekleşen hem Ermeni hem
de Müslüman- Türk işçi sınıfının göçleri ve azınlık karşıtı uygulamalar sonucu
(Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül) varlıklı kesimin terk etmesiyle daha alt sosyal
tabakanın ikamet ettiği semtler haline dönüşmüştür. Bu semtlerden ayrılan daha
varlıklı Ermeniler şehrin orta ve orta-üst sınıfına hitap eden Yeşilköy,
Kurtuluş, Şişli, Boğaz tarafındaki semtlere yerleşirken, Anadolulu Ermeniler kuvvetli
hemşehrilik bağlarıyla Osmanlı’dan beri Ermeni semti özelliği gösteren
bu semtlerde bir arada yeni yaşam alanlarını oluşturmuşlardır.
3.1.4.
Göçler ve Gayrimüslimlerin Meslek-Mekan İlişkisi
20. Yüzyılın başlarına kadar İstanbul kentinin sosyal
organizasyonunu belirleyen iki unsur dinsel ve mesleki ayrışmadır. 19. Yüzyıl
sonlarında Yunanistan’dan gelip Adalara yerleşen Rumlar da geldikleri bölgelere
göre belli adalarda yoğunlaşmışlardır. Örnek olarak Sakız Adalı Rumlar yoğunlukla Büyükada’da kümelenmişlerdir. Yunanistan’dan yanlarında
337Feriköy semti hakkında Bkz.:Talin Büyükkürkçüyan, Feriköy anılarda … şimdi, İstanbul
2010 Avrupa Kültür Başkenti,
İstanbul, Heyamola Yayınları, 2009.
sahip oldukları sanatlarını da getiren Rumlar kümelendikleri Adalarda bu
mesleklerini icra etmeye devam etmişlerdir. Görüşmelerde Sakız’dan gelip
Büyükada’ya yerleşen Rumların ayakkabıcı, fırıncı-ekmekçi, terzi oldukları
ortaya çıkmıştır. Bu mesleklerin dışında yaz-kış Ada’da yaşayan Rumların
balıkçılık, bahçıvanlık, arabacılık, marangozluk, döşemecilik, duvarcılıkla
hayatlarını geçindirdikleri vurgulanmıştır. Kınalıada’daki Rumlar yine
balıkçılığın yanı sıra sütçülük ve yoğurtçulukla uğraşıyorlardı. Bu kesim
yaz-kış Adalarda yaşayan Rum nüfustu.
Orta üst ve üst tabaka Rumlar ise yazlıkçı olarak Adalardaki köşklerine geliyorlardı. Andros adasından
gelen kadınlar da daha çok varlıklı yazlıkçı ailelerin yanında hizmetçilik ve
ebelik yapıyorlardı. Bu bağlamda ikamet edilen semt, genel olarak meşgul olunan
mesleği de belirliyordu.
19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyılın başında Yunanistan ve Ege
adalarından göçlerle İstanbul’a gelen ilk kuşak Rumlar daha çok pastanecilik,
hamur işi ve büskivi imalatı, lokantacı, kasap, tüccar
(kürkçülük), ayakkabıcı, müteahhit, doktor, eczacı, dişçi,
muhasebeci, manav, bakkal, balıkçı, tuhafiyeci, fırıncı, marangoz,
sıvacı ve sıva müteahhitliği işlerinde uzmanlaşmış alt-orta ve orta
sınıflardır. Tez kapsamında yapılan görüşmelerde bu dönemde orta ve orta alt
sınıfa mensub kadınların genelde çalışmadıkları ya da büyük şehirdeki hayat
şartlarının ve iki dünya savaşı arası dönemin zorluğu karşısında aile bütçesine
katkıda bulunmak amaçlı cinsiyetçi iş bölümüne uygun olarak dikiş-nakış,
terzilik, çamaşırcılık, gündelikçilik yaptıkları tespit edilmiştir. Kimi ailelerde
babanın hayatını genç yaşta kaybetmesi durumunda geride kalan anne ve
çocukların geçimlerini sağlayabilmek amaçlı baba işini devam ettirdikleri
tespit edilmiştir (pastanecilik, şarkütericilik gibi). Yaz-kış Adalarda yaşayan
Rum kadınlar da pastanede ve kuru temizleme işinde çalışmaktadırlar.
Baba Şehir
Pastanesinin sahipleri idi Taksim’de, anne çalışmıyordu. B1-7 (R, 69, K)
Babamın
kıraathanesi vardı Yedikule’de. Annem o devirde gömlek dikerdi ve yelek
yaparlardı. Ablam Eminönü’ne götürüp teslim eder parayı alıp gelirdi. B1-17 (R, 78, E)
1914’de
babam doğuyor ama maalesef babasını göremiyor. Babanem tek başına büyütüyor.
Çalışmış babanem, Adadaki (Büyükada) Princess
Otelde pastanede çalışmış, o zaman ki adını unuttum şimdi... Babamın ilk
mesleği marangozluktu. Sonra da Osmanlı Bankasının, Fransızların döneminde, teknik
servisine girdi. Osmanbey
şubesine girdi. Rumca, Türkçe, Fransızcası vardı böylece
etraftan müşteri kazandırdı. O zaman döviz
satıyordu
banka, o zaman ki müdür babamı
muhaberat bölümünde memur statüsüne aldı. Ordan da emekli oldu. Annem katkıda
bulunma babında dikiş dikiyordu. Yazlıkçı gelen hali vakti yerinde olanlara dikiş dikiyordu. Ben de
Büyükada’da doğdum. B1-16 (R, 68, E)
Ananemin
babası marangozdu. Benim babamın babası Yenimahalle’de balıkçıydı.
Yenimahalle’den buralara gelmişler ve kunduracıda çıraklık
yapmış ondan sonra
sıva işlerine başladı
inşaatta. Babamın mesleği sıva müteahhitiydi. B1-20 (R, 76, E)
Annem 1925’de
Samatya’da doğdu. Babam Kadıköy’de toptancı bakkaldı. Annem çalışmıyordu. Çok
az kadın çalışıyordu o zamanlar. Atina-6 (R, 65, E)
Kumkapılı
ve Kapalı Çarşı’da tuhafiye dükkanı varmış büyükannemin. Annemin babası
Sirkeci’de lokantası vardı. Dedem genç yaşta ölünce büyükannem ve annem
çalışmak zorunda kaldılar. Kapalıçarşı’daki dükkanda çalışmışlar. Babasını
Çanakkale’de kaybetmiş. Sonra kendi işini yaptı, zahireciydi. Atina-5 (R, 68,
E)
Bir sürü
işler yapmış, son olarak bir çivi fabrikası ve inşaat malzemeleri satan bir
dükkanı olduğunu biliyorum. Dedem Kurtuluş’ta iki apartman, Rumeli Caddesinde
bir apartman yapmış. Ve Ada’daki iki köşkü yaptırmış. Biri gariban sütçü, sütçü
dükkanında çalışmış büyük abisini okutmak için. O büyük abi ortopedist oldu.
Biri dişçi teknisyeni, biri muhasebeci, biri ürolog, babam eczacı. B1-14 (R,
60, K)
Annem
St.Pulcherie’den sonra çalıştı emekli olana kadar. Yanılmıyorsam 90’ların
sonuna kadar da çalıştı, muhasebeciydi. Babam çeşitli işlerde bulundu, en son
İstanbul’da babasından devr aldığı yumurta dükkanı vardı. B2-6 (R, 36, E)
Yunanistan’dan
gelenler sanatkardı. Yani kasap, ayakkabıcı, fırıncı, ekmekçi filan. Osmanlı o
zaman sahip çıkmış bu insanlara. Yunan çok fakirdi o zaman, İstanbul’a gelmek
ve mesleğini icra etmek çok popülerdi. Büyükada’ya en çok gelenler Sakız
adasındandır. Büyükada’nın Rumlarının çoğu Sakız adasındandır. Bir de Atina’ya
çok yakın olan Andros adasından evlerde çalışmak için hizmetçi getiriliyordu. Ebelik
yapmaya geliyorlardı özellikle. Neyse, geldi bizimkiler Büyükada’ya. Atina-1
(R, 66, K)
Büyükada’da
Rumlar daha çok inşaat üzerine çalışırlardı, balıkçılıkla, marangozlar vardı. Arabacılık
yaparlardı ama o zaman beyaz gömlek, sakal tıraşı, takım elbise giyerlerdi.
Pırıl pırıldılar. Şimdi binmiyoruz
biz artık paytona. İstanbul’da çoğu ticaret yapıyordu, ihracat yapıyorlardı.
Kürkçüler vardı. Bir ara ben de kürk getiriyordum. En iyi vizonlar dişi
vizondu, kızıma da, Amelia’ya da, yaptırmıştım. O zaman 3-4 milyondu.
Galatasaray’da meşhur Oslo vardı, sonra İzmir Kürk yeri vardı, Şişli’deydi. Bir
de Mahmutpaşa’da vardı. B1-17 (R, 78,
E)
Annem
terziydi. Babam şeydi... döşemeciydi. Büyükada bir terzi adasıydı o zamanlar.
Çok yakın arkadaşlarım babası duvarcıydı, onlar da Sakız Adasından gelmişlerdi.
Bu adada orta sınıf yoktu eski senelerde. Çok zenginler vardı, bankacılar,
tüccarlar ve balıkçılar, bahçıvanlar, arabacılar vardı. Yoksul da diyemezsin
ama. Orta sınıf sonradan çıktı. Kışın burda hareketlilik yoktu. Balıkçılar
vardı, büyük köşklerin bahçelerinde bekçilik yapıyorlardı. Kışın kimse
gelmediğinde köşklerde kalıyorlardı. 30’larla birlikte bakkallar gibi orta
sınıf çıktı. İlk gelen Türk bakkal dükkanı açtı, tabi o zamanlarda Rumlar Türkçe
konuşmuyordu. Atina-2 (R, 64, K)
Büyükbabam
da çocukları da kunduracıydı. O zamanlarda İstanbul’da hazır ayakkabıcı yoktu.
Ismarlama ayakkabı vardı, Büyükada bunun için çok iyi bir yerdi çünkü yazın
bütün zenginler, bankacılar filan geliyordu. Atatürk Anadolu Kulübü’nü kurmuş
oraya milletvekilleri filan geliyordu. O zamanlarda çıkardıkları para gayet
iyiydi. Bahçıvanlardan filan çok daha iyi para çıkartıyorlardı. Annem de yazları dükkanın yarısını elbise
temizleme şubesi olarak kullanıyordu. O zamanlar kuru temizleme fabrikaları
yoktu. Bütün elbiseler Anadolu Kulübü, Splendid’den toplanıp sabah vapuruyla
İstanbul’a gidip akşam toplanıyordu. Makine yoktu o zamanlar Ada’da. Yılda üç
ay çalışıyordu annem. Kışında Ada’da kalıyorduk. Atina-1 (R, 66, K)
Görüşmeler sırasında özellikle 1940-50’lere kadar
Büyükada’nın yerli halkının tamamının Rumlardan oluştuğu, yazlıkçı olarak gelen
Türklerin ve Yahudilerin de Rumca konuştukları sıklıkla dile getirilmiştir.
Özellikle kadınların büyük bir kısmı eğitim görmedikleri ve çalışmadıkları için
kamusal alanda yer almadıklarından dolayı günlerinin büyük bir bölümünü ev içinde geçiriyorlardı. Esnafın da büyük
birçoğunluğu Rum olduğu
için Türkçeyi öğrenmeleri bir zorunluluk teşkil etmiyordu. Büyükada’da
hayatında hiç Türkçe öğrenmeden hayata veda eden Rumlar hikayelerde
anılmaktadır.
Annem bilmiyordu benim Türkçe hiç. Kömürcü kömür
getirirdi annem çıkardı
bahçeye Rumca aksanıyla “ustaaa” diye bağırırdı, herkes çok gülerdi
anneme (gülerek). Biz okula
gittik de öğrendik. Çok eskiye gitme, annelerimiz Türkçe konuşmuyordu Ada’da.
Erkekler gene ticaretle uğraştıkları için konuşuyorlardı. (Atina-2’nin sohbete katılan 65 yaşlarında
bir Rum arkadaşı, erkek)
Benim
babanem ilkokula dahi gitmemiş, okuma yazması yok, Türkçesi dahi yok. Hatta
şöyle bir anekdot anlatılırdı ki o zaman
içme suyu sakalar
vasıtasıyla dağıtılıyor ve pencereye
çıkarsın bir bez parçası bağlarsın ve saka onu görünce anlıyor damanacayla
küplere boşaltıyor. Bir akşam dedem gelmiş eve bakmış su yok, babanem anlatıyor
“ne biliyim işte bezi asmaya gittim o sırada saka geçmişti bağırdım ve “var
var” dedim, o da döndü baktı bana eliyle selam verip geçti gitti” dedi. Bu
kadar iyi Türkçe biliyormuş (gülerek). Hayatını İstanbul’da geçirmiş ama sokağa çok çıkmamış, okuma yazması
yok çevresi de nispeten dardı, netice
de .... çıksa bile çoğu dükkanlarda Rumdu, zaten istese de Türkçe
konuşamayacaktı. B1-13 (R, 63, E)
Kız çocuklarının eğitim hayatının kısıtlı olmasının
arkasında yatan önemli faktörlerden
biri de 1920-30’ların İstanbul’unda ulaşımın yetersizliği idi. Üsküdar’da veya
Adalarda oturan bir Rum ailenin liseyi okuması için çocuğunu Beyoğlu’na (Rum
liseleri Beyoğlu’nda toplanmıştır) göndermesindeki ulaşımsal zorluklar o dönem için kız çocuklarının okumasını imkansızlaştıran
bir unsur olmuştur.
Anne tarafı
Ürgüp’lü. Ama annem İstanbul’da doğdu. Üsküdar’da yaşamışlar. Annemin babası
bir lastik fabrikasında işçiydi. Patronları Museviydi. Annem
okumak istiyordu fakat babası mesafeler uzak olduğu için Üsküdar’da yalnız Rum
ilkokulu vardı, orta ve lise yoktu hepsi Beyoğlu civarındaydı. Bu şartlar
altında okuyamamış. Ada’lardan da o dönemler İstanbul’a inmek, gidip gelmek
saatler alırdı. Bir Fransız komşuları vardı, kadının dikiş atölyesi vardı, onun
yanına girmiş. Bağlarbaşı, Kısıklı civarında Osmanlı aileleri oturuyordu
köşklerde, en iyi müşterileri bunlardı. Atina-4 (R, 68, E)
Dönemin İstanbul Rum cemaati kendi içinde sınıfsal
açıdan homojen ve yekpare bir bütün teşkil etmiyordu. İstanbul’daki zengin banker
ve tüccarların yanısıra Adalarda yaz-kış orta-alt sınıfa mensub Rumların
yaşadığından yukarıda bahsedildi. Özellikle iki savaş arası
dönemin zor şartları ve yaşadıkları yoksulluk günleri, orta-alt sınıftan
Rum görüşmecilerin belleklerinde yamalı pantolonlarından yenilen soğan-ekmeğe,
en ince ayrıntılarına kadar yer etmişti. Yaşanılan yoksulluk, çocukluk
günlerinin dilinden duydukları utançla ifade edilirken bugünden bakıldığında ise çalışarak, kimseye
muhtaç olmadan ayakta
durabilmenin gururuyla aktarılıyordu.
Kınalı’da
130 tane ev vardı o zamanlar (1930’lar). Sütçülük ve yoğurt yapıyorlardı. Onun nasıl yapıldığını da
hatırlıyorum: sütü koyuyordu biraz da maya koyuyordu, çamaşır sepetinin içinde
üzerine bir çuval bir ufak kömür, pişiyordu. Benim babam balıkçıydı, annem ise
evhanımı. Ben de perdecilik yaptım.
Annem bizi büyütmek için neler yapmadı. Şimdiki analar palavra valla. Annem
benim tavuk besledi yumurta sattı. Keçi aldık hem süt içtik hem de süt sattık.
O vakitler okulda paralıydı. Yol parası 6 liraydı. Çok zor günlerdi. Ekmek
yoktu, ekmek karneyle. Çeyrek alıyorduk, 1.5 ekmek, babam ağır işçi olduğu
için. Karaborsa alıyorduk ekmek. Annem ne yapıyordu? Yarım çuval bulgur, un,
patates, soğan... okuldan geldik mi soğan ekmek yerdik, başka yok. O da öldü
bir ev sahibi olamadı, ben de olamadım. O vakit 5-10 tane Rum zengini vardı. O
zengin Rumlar daima yoksullara yardımcı olurlardı. Biz fakirdik, bir portakalı
iki kişi yerdik. Fakat hiçbir gün başkasının yediğinde gözümüz olmazdı. Yorgo
diye bir arkadaşım vardı, öğleden sonraları ananesi bunu çağırırdı “Yorgaki gel
portakalın hazır” diye; ben bunu duymamak için kaçardım ordan. Vermezse
gücenicem diye, istemeye de utanırdım... Çantamı yan tutardım ki yamalı
pantalonum gözükmesin diye... Annem çalışıyordu benim, tavuktan süt yapıyordu.
Haftada 40 kuruş yarım kilo kıyma alırdı, tava yapınca annem mutfakta beklerdik, kadıncağız daha tabağa
koymadan kapardık köfteleri havada. Haftada bir kere yerdik köfteyi. B1-15 (R,
83, E)
Büyükada’da
1928 yılında doğdum, Güzeller sokakta 19 numarada. 2 yaşında annemi kaybettim.
Bir rüya gibi geliyor inan… çok üzüyor beni bu durum annemin eksikliği..
neyse.. (gözleri yaşarıyor).
Aile şartları babam pek zengin biri değildi, babam burda manavdı. Kışın balığa
gidiyordu babam. Babamın ismi
Mihal’di. Niye mahalle hayatı yaşamadım biliyormusun? İlkokulda dahi orta ve
liseyi bitirene kadar okulun tatlı zamanlarında pazar olsun, bayram olsun
babamın manav dükkanında geçirdim. Sırtımda küfe taşıdım, çuval taşıdım. İlk
mektepte yorgunluktan heralde çok zayıfladım. Sonra yavaş yavaş kendime gelmeye
başladım. Niye söylüyorum bunları? Abilerim ve ben dükkandaydık. Bir manav
dükkanı bizi yaşatamazdı. Çünkü ablam
evde. Bir okuyan
bendim. Diğerleri ilk mektebi
bitirdi. Fakat gençlik hayatımı da
pek yaşamadım diğerleri gibi. Üç tekerlekli araba itiyoruz getiricem otellere
mal. İskelenin içinden geçiyorum. O zaman iskele dolu idi. Rumlar ile dolu idi
burası. Geçerken aynı yaşta olan tanıdıklarımı görüyordum ve başımı eğiyordum
beni görmesinler diye. Aptallığımdan. B1-1 (R, 87, E)
Birinci kuşaktan görüşmecilerin anlatılarında farklı
dönemlerde göçle İstanbul’a gelen ve yerleşen Yahudilerin dar bir üst tabaka
dışında çoğunlukla orta ve orta-alt tabakaya ait oldukları tespit edilmiştir.
Weiker’in bilgilerine göre 1935 yılında Türk Yahudilerinin çalıştıkları sektörlere göre dağılımları şöyledir: %24’ü ticaret, %20,5’i
endüstri ve zanaat,
%4,4’ü hizmet sektörü, %45,9’u tanımlanamayan işlerdir (Weiker’dan
aktaran Benbassa ve Rodrigue 2010:246). Görüşmelerde 20. Yüzyıl başında
İstanbullu Yahudi erkeklerin mali müşavirlik, muhasebe, nakliyecilik,
manifaturacılık, kumaşçılık, gümrükçü, züccaciyeci, gazete bayisi, pansiyon
işletmeciliği, işportacılık, pazarcılık, kunduracılık, kasap, doktorluk,
eczacılık, din adamlığı, dokumacılık-tekstil ve ticaret gibi farklı meslek
dallarıyla uğraştıkları tespit edilmiştir.
Görüşmeler sırasında ortaya çıkan bir önemli nokta
Sefarad ve Aşkenaz cemaatleri arasındaki sosyal ilişkiler üzerinedir. Mesleki
dağılım olarak iki cemaat arasında çok bir fark gözlenmese de görüşmeciler
tarafından Aşkenazların gurup olarak Sefaradlara oranla birbirlerini daha çok
destekledikleri, kendi içlerinde kapalı bir cemaat hayatı yaşadıkları, daha
entellektüel oldukları ve kültürlerinin devamını sağlayabilmek amaçlı kendi
aralarında evlendikleri dile getirilmiştir. Grup içi evlilikler aynı zamanda
ekonomik sermayenin de devamlılığını sağlama görevi üstleniyordu. Günümüzde
Aşkenaz nüfusunun azlığından dolayı (göçler ve karma evlilikler sonucu) böyle
bir ayrımdan söz edilemese de 1950’lere kadar olan dönemde Yahudi cemaatinin
içinde iki ayrı grup arasında böyle bir sosyal tabakalaşmadan bahsetmek mümkün
gözükmektedir.
Görüşmeciler tarafından Yahudi kadınların, dönemin Rum
ve Ermeni cemaatlerinde de gözlendiği
üzere, genelde çalışmadıkları, yoksul ailelerin ise aileyi geçindirebilmek
amaçlı dikiş-nakış, terzilik ve çamaşırcılık, gündelikçilik gibi işlerde bulundukları aktarılmıştır.
Bu noktada üç cemaat arasında gözlemlenen en büyük farklılık, Ermeni ve Rum
kadınları gibi fabrika işçiliğinde faaliyette bulunan Yahudi kadınlara sık
rastlanmamasıdır. Yahudi kadınların özellikle Birinci
Dünya Savaşı döneminde en fazla istihdam
edildikleri sektör
mağaza işçiliği olarak hizmet sektörüydü (Moore, 1985:166). Dönemin üst
orta ve üst sınıf ailelerinde kadınlar genelde dönemin prestijli Fransız
Liselerinden mezun olup öğretmenlik veya yönetici sekreterliği, muhasebecilik
yapmaktaydılar.
Babam
sokakta işportacıydı! Annem anlatıyordu o dönemki şartları. Annem rahmetli,
hizmetçilik yapmış. Koca zaten kötü durumda. Alman bir kadının evinde hem
hizmetçilik yaptı hem çocukları büyüttü. Büyük sıkıntıyla büyüttüler bizi.
Süpürgelerin tohumu vardır bilirmisin, onlar yenmez ama onlardan yiyorlardı
insanlar. Uyuz yapıyordu. Gayrimüslimlerin
yemiş olduğu sopalar vardı o zamanlar, ama İstanbul’da da ekmek yoktu şeker
yoktu. C1-2 (Y, 69, E)
Babam
buradayken dokuma atölyeleri vardı, ilaveten de bir dönem sonra 60’lara doğru
Tanca ayakkabı atölyesinde hisse almıştı. Türkiye’deki ilk sendikal
hareketlerden biri bizim atölyede başlamıştı. Yahudiler en fazla bir zamanlar tekstil sektöründeydi, Aşkenazlar da
vardı Sefaradlar da vardı. Derby bıçak tıraşları Sefaraddı, Teks iplik
Aşkenazdı, Profilo Sefaraddı, Alarko Sefarad, Ralf Kauçuk Aşkenazdı…. Meslek
guruplarına göre bir ayrım yok. Ama Aşkenazlarda hiç fakir yoktu Sefaradlarda
fakir varken. Onlar daha koruyucuydular ve daha azdılar. Onlar kendi içlerinde
evlenirdi mesela dolayısıyla onlarda hiç fakir olmadı. C1-4 (Y, 56, E)
Büyükbabam
on iki kardeş. Babanemle evlendikten sonra dört tane çocuğu oluyor. Bir tanesi
döneminde çok tanınmış bir tane
nörolog oluyor. Doktor Ben Banaste. Sonra babam ve amcam geliyor, onlar
büyükbabamın işini devam ettiriyorlar. Bir de halam var. O da Mısır kökenli bir
İsrailli ile evlenip İsrail’e yerleşiyor. Hala orda, üç çocuğu var. Büyük babam
Olivetti yazılı ve hesap makinelerini, 1926’dan 2008’e kadar mümessilliğini
yürütüyor, Karaköy’deki dükkanda. Olivetti hemen Selanik Pasajının yanındaki
dükkandı. C1-10 (Y, 55, E)
Ben 9
yaşında İstanbul’a geldim, Kuzguncuk’tan Pangaltıya geçtik. Çok az hatırlıyorum
Kuzguncuk’u. Biz deniz kıyısında bir yalıda kiradaydık. Çok severim orayı.
Dalgalar vururdu hep kıyıya. Fransızca öğrenmem için “İstanbul’a geçmek zorunda
kaldık”. Benim babam gümrükçüydü. Annem de evhanımıydı. Ben de çalışmadım hiç. O zaman
kadınlar çok çalışmazdı kızım. (C1-11’in görüşme
sırasında sohbete katılan
90’lı yaşların başındaki kadın
arkadaşı)
Babam
tüccardı, çok Avrupa’ya gitti çünkü züccaciyeciydi. Karako varya Beyoğlu’nda,
iki tane mağazaları vardı biri perakende diğeri toptancı. Annem çalışmadı. C1- 17 (Y, 91, K)
Sirkeci’de
oturmuşlar anane tarafı. Otelleri varmış burda. Sirkeci o zamanın en lüks
konumu ve şimdi bizim bildiğimiz pansiyon tarzı oteller. Birinci Dünya Savaşı
tahmin ediyorum Rusya’dan büyük bir göç var, orada misafir kalıyorlar. Pansiyon
dedigim gibi. Amerika’ya göç edecek olanaklar orda kalmışlar. Yemekler filan
hep bir arada yenirmiş. Ananemin yedi çocuğu ile birlikte 3-4 çalışan varmış
evde. C1-12 (Y, 74, K)
Annemin
babası dericiydi, eldiven yapardı. Çok orta hallilerdi. Fakat annemin babasının
babası Hahambaşıydı. Moşe Allevi. Çok çok büyük Hahamdı. Maalesef kalan birşey olmadı ondan, annem hiç
ilgilenmemiş. Daha da fazlası, annemin dedesinin dedesi Atatürk’ün doktoruydu.
Haim Naim… İlk defa kuduz aşısını Türkiye’ye getirendir. Atatürk’ün bir köpeği
vardı onu ısırdı ve o kendisi gitti aldı aşıyı getirdi “ben seni kurtarıcam
Paşam dedi”. Bir kese altın aldı Atatürk’ten. Bir de ondan sonra Atatürk’ü
ziyaret etmiş her hafta. Onun karısı da Atatürk’e piyano çalardı. Hepsi
Ortaköy’de oturuyorlarmış. Annem çocukluğunda Ortaköy sinagogunu evi bilirmiş;
iner çıkarmış, bahçede oynarmış. Annem diyor ki “burası benim mekanımdı”. Büyük
büyük dede bu. Dışardan geliyor. Ama çok büyük bir dini mektebi bitirmiş. Ve
orada da zaten büyük bir Haham olarak kabul edilirdi. Doktor olan dedem de
İspanya’da tıp okuyup geliyor buraya. C1-15 (Y, 64, K)
Babam
nakliye işi yapıyormuş. Genç yaşında çok müteşebbismiş. Pek Musevilerde adet olunan bir iş tarzı değildir
nakliyecilik, idi daha doğrusu. Kendi yapmış bu işi. Toptan gıda işine ortak ve
bunun nakliyesini yapıyormuş. O zaman yol yok İstanbul-Edirne arası zaten. Anne tarafı daha çok kasap mesleğine ilgi
duyan bir aile. Kasapta oralarda en iyi esnaflardan, “gıymatlı”(gülerek),
terziden bile daha kıymetli. Giyinmesen bile olur ama her hafta et yiyeceksin.
Bir de bizim kültürde Cuma akşamları etsiz bir sofra mümkün değil. Zengin
gösterir. Pişmiş, haşlanmış et yenir; kuşbaşı, rosto. Hem tavuk hem et hem
balık mutlaka olur. Şimdi biraz daha gevşedi tabi. O zamanlar
Cuma akşamı zengin
sofrasıydı.
Olabildiğince kendini aşarak her
aile Cuma sofrasını yapar. Ben bir kere anneme mercimek yaparmısın demiştim,
“Cuma akşamı olmaz” demişti. Kurufasulye asla, haftaiçi yemeğiydi onlar. C1-3
(Y, 63, E)
Görüşmelerde 6-7 Eylül 1955 Olayları’nın, Varlık
Vergisi ile ekonomik açıdan sarsılan, ticaretle uğraşan ve orta ölçek dükkan
sahibi gayrimüslimlerin durumunu iyice kötüleştirdiği, ekonomik sermayenin
gayrimüslimlerden Müslüman-Türklere transferi ile Müslüman-Türk burjuvazisinin
oluşumuna yol açtığı da aktarılan diğer bir başlık olmuştur.
O zamanlar
Museviler ticaret yapardı daha çok. Ermeniler el işinde ustaydılar, Rumlar
mobilyada ustaydı. Museviler daha çok ticaretti hep. 6-7 Eylül’den sonra herkes
geri gitti. Müslümler ortaya çıktı. Eskiden Türklerde böyle Sabancı holding
filan yoktu. Orda başladı herşey. C1-11 (Y, 89, K)
Tez kapsamında 1934 Trakya Olayları’ndan sonra
İstanbul’a göçmüş Yahudi cemaati mensuplarıyla yapılan görüşmelerde, Trakya’da
varlıklı ve yoksul Yahudi ailelerin bir arada, Yahudi mahallelerinde toplu
halde yaşadıkları aktarılmıştır. Trakya’da üst tabaka Yahudilerin ticaret ile
uğraşırken orta, orta-alt tabakanın manifaturacılık, kunduracılık ve
sarraflıkla hayatlarını geçirdikleri, geniş ataerkil aile yapısının hüküm
sürdüğü belirtilmektedir.
Babam
kunduracıydı. Yoksulluktan dolayı okuyamadım. Dedemin ne iş yaptıgı muamma!
Çöplüklerde baston elinde basa basa (göstererek) o zaman kuşaklar vardı, topladıklarını kuşağına doldurur ve
eskicilere satardı. O çöplüklerde öyle altınlar, paralar bulmuş ki! ben gördüm
bir torba altın dolu! Öyle geçimini sağladı ailenin. Altı tane çocuk ve kız
büyüttü. Büyükbabamın ailesi böyle. Ve eli sopalı büyükbabam. Ooo çok sertti.
Altı gelin aynı evde yaşadılar. Kimisi manifaturacı, çoğu, hurdavat, sarraf...
herşey vardı. Çok zengin aileler de vardı. Öğretmenim tutturdu 7. sınıfta kitap
alacaksın diye. “Muallim bey, bizim paramız yok yeni kitap almaya” dedim. Ben
abimin kitaplarıyla idare ediyordum, biz fakirdik ama öncesinde çok zengindik.
18 yaşında baktık olmuyor İstanbul’a göç ettik (1939 yılında). Tekirdağı’nda bu. C1-16 (Y, 93, E)
Trakya’daki Yahudi ailelerin geniş aile olarak aynı
evde bir arada oturan, ataerkil bir aile yapısına sahip oldukları, ailedeki
en büyük erkeğin
hiyerarşik olarak son söz sahibi
olduğu, kız çocuklarının ne kadar yoksul olsalar da, “o zaman fabrikada
çalışan kızlara kötü diye bakılırdı. Kandıranlar filan olurdu” sözünde
görüldüğü üzere “namus” kavramına referansla çalıştırılmadığı anlaşılmaktadır.
Evden
çıkamazdı kimse onun izni olmadan. Kızlar çalışmıyordu, evdeydi. Erkekler
çalısırdı. “oooo” dedi mi (dedesi) herkes
sus pus olurdu. İstanbul’da da kunduracılık yapmaya devam ettim, dükkan
Kuledibi’ndeydi. O işi hiç sevmeyince iplikçilik öğrendim. Bu darlık geçindiğimiz günlerde ben gene kunduracılık yapıyordum. Babam sıkıntılı, para istiyor.
Ne yapayım derken, babamın bir arkadaşı fabrikada çalışıyordu. O zaman
fabrikada çalışan kızlara kötü diye bakılırdı. Kandıranlar filan olurdu. Ben de
geri kafalı. Ablam işe gidecek diye (fotoğrafını gösterdi ablasının) “ablam fabrikaya gidemez” dedim. İş
bulamıyordu o zaman. E nolucak? Ablam ne getirecekse eve onu ben kazanıcam
dedim. Sabah inan üçte kalkardım, Kuledibi’nden taa Beyazıt’a kadar giderdim.
İki vardiya çalışırdım bir de. Böyle vaktimiz geçti bizim. Ablam çalışmasın
diye. Ben mecburdum böyle çalışmaya. Bugün hali hazırda bende uyku yoktur.
C1-16 (Y, 93, E)
Kadınlar
hergün böyle puflar sokak aralarında üç basamak iki basamak, herkes pufunu alır
gelir örgüsünü örer. Şimdi tamamıylen değişti Tekirdağ. Aşağı yukarı 15 senedir
gitmiyorum. En son Ç. (oğlu) ile
babamın mezarına gittim. 10 sene olmuştur. C1-7 (Y, 83, K)
Trakyalı görüşmecilerinden anlatılarından Yahudilerin
yoksul veya zengin kent merkezinde belirli mahallelerde yoğunlaştıkları ve bir
arada yaşadıkları, 1915 sonrasında bölgeyi terk eden/etmek zorunda kalan
Ermenilerin ve Kurtuluş Savaşı zamanında giden/gitmek zorunda kalan Rumların
aksine kırsal bölgelerde yaşamadıkları görülmüştür. Trakya, zamanında
sinagoguyla, okuluyla kalabalık bir Yahudi nüfusuna sahip bir kentti.
Trakya
köylerinde yaşamadık biz ekalliyet daima şehirde yaşadı. Mesela Rum yoktu,
Rumların hepsi gitmişti. Onlar daha evvelden gönderilmişti (1923 öncesi). Bir
kaç tane Ermeni vardı. Onlar bulama yapardı, bilirmisin nedir? Büyük bir
tencere şekerlen yaparsın, Ermeniler gitti o da bitti. Ekmek üzerine bulamaç,
bilemezsin ne kadar lezzetli bir şey. Tekirdağ’da konak ne gezer... eski tahta
evlerdendi. Bizim ev 42 oda! 42 oda ama kapalıydı bazı odalar. Kapıdan
giriyorsun, bir hol. Babamın ortağı da ortak otururdu. Ayrı mutfaklar, ayrı banyolar. Başka kapıdan giriyorsun, büyük bir hol yine, bir büyük bahçe vardı,
merdivenler vardı. O merdivenlerden
çıkınca tamamen haremlik seramlik gibi bir evdi. Korkardık ama kullanamazdık
hepsini evin. 3 kızdık biz. Senin anlayacağın çok güzeldi, burası bizim evimiz bahçede (karşı evi
göstererek) onun bahçesine kadar uzanırdı. Babam 7 liraya sattı galba orayı
İstanbul’a gelmeden. Bir yangın... o ev bitti kül oldu. Soğancı aldı sonra
orayı, bir bahçe inan aşağı mahalleye kadardı. Kullandığımız bir annemin yatak
odası, ortada bir hol yukarda, ve 4 yatak. Hepimiz sırada yatardık. Büyük ama
biçimsiz evdi. Büyük kapılar sürekli odalara açılıyor. Küçük merdivenler vardı.
Su kovaylan, öyle su yoktu ki. Bizim
bahçede hayradan gelen bir çeşme vardı. Biz içerden alırdık, millet kovaylan
dışarda sıra beklerdi. Hammallar gelirdi su taşırdı yukarda tuvaletlere. Ondan
sonra benim annem çok becerikliydi. Kimsede duş yoktu bizde vardı. Ama tahmin
et kapkaranlık, bir mahsenden banyoya giriyorsun. İşte böyle bir evde oturduk. O zamanlar bizim orda 2-3 mahalleydik. Üst
mahalle, aşağı mahalle ve orta mahellede toplanmıştık. 1000 kişi ya vardı ya
yoktu. Bizden evvel çok Ermeni vardı. Ermenileri yollamışlar ordan ben de tam
bilmiyorum neden. Çiftlik önünden postaneye kadar bir yokuş inerdi hamam vardı
orda, o sokak bir de aşağı mahalle vardı, getto gibiydi. Okuldan Müslüman
arkadaşlarım vardı tabi. Annemlerin çocukluğunda Musevi okulu varmış ama bizim
zamanımızda yoktu. Annem 83 yaşında öldü, 30 sene oldu öleli. 1900’li yılların
başı Tekirdağ çok güzeldi, Havra (sinagog) da vardı giderdik cumartesileri. Şimdi yok ama o sinagog, yıkmışlar.
Denizin üstünde dört kolon üstünde bir sinagogdu, kocaman kocaman... gittin mi
hiç Tekirdağ’a? İsteselerdi yıkmazlardı, denizin ortasında yükseliyordu.
Dünyada yoktur böylesi. Birisi imza vermiş belediyeden yıkılacak diye, yol
geçicekmiş. Geçsin yol nolucak? cami olsa bırakmıyacakmısın? Ben çok
küçüktüm... hatırlıyorum yıkıldığını ama hayal meyal, ilkokul zamanı heralde.
Benim ablam orda evlendi. Bayramda seyranda giderdik. İlk baltayı vurdular
sinagog inecek diye imzayı atan o gün öldü!
İlahi adalet! Ama şimdi hiç kalmadı, kimse yok. İstanbul, İzmir, Bursa’da biraz
var (Yahudi). C1-7 (Y, 83, K)
80’li yılların sonuna kadar Yahudilerin ağırlıklı
olarak uğraştıkları meslekler arasında tekstil, dış ticaret ve finansman
gelmektedir. Orta sınıf daha çok manifaturacılık ve işportacılık ile uğraşıyordu. Yahudi ailelerin çocuklarının
yabancı dil eğitimine verdikleri önemden, özellikle orta ve üst tabaka için
Fransızca ve İngilizce, dolayı kendi dönemlerinde en azından bir yabancı dil
bilmeleri dış ticarette etkin olmalarında etkili olmuştur. 1960 yılındaki nüfus
sayımlarına göre, %80’ler ile, okuma-yazma oranı en yüksek grubu Museviler
oluşturmakta idi (Dündar, 2000:64). Kadınlar ise 80’li yıllarda halen çok fazla
iş hayatına atılmayıp, genç yaşta evlenip çocuk sahibi oluyorlardı. Bu anlamda dönemin Yahudi
ailelerinde ataerkil
aile kodlarının ve buna bağlı
cinsiyetçi iş bölümünün hakim olduğu bir aile
yapısından bahsetmek mümkündür.
Bütün
dünyayı baz alırsan bundan 20 yıl öncesine kadar Yahudiler finansman sektöründe
uzmandı. Türkiye Batılı ülkelere göre daha geri kalmış olduğu ve Yahudiler
eğitime daha fazla önem verdikleri için 1950’lerden itibaren dış ticaret hep
Yahudilerın elindeydi çünkü yabancı dil bilen Yahudilerdi. Koç bile ortağını
Yahudiden seçmiştir. Dış ticaret, finansman ve 70’lerden itibaren de tekstil.
Ama bugün artık öyle bir ayrım yok. C1-4 (Y, 56, E)
Kadınlarda o zamanlar meslek
yoktu. Erkekler genelde
ticaret, manifatura, biraz
daha fazla okumuşları vardı. Sınıfsal ayrım yavaş yavaş oluştu. Avukat,
doktor, eczacı vardı. Muhasebeci. Ama muhasebeciler genelde okullu değil
alaylıydı. Kadınlar çok çok enderdi çalışan. Benim çevremde çalışan çok azdı,
kadın. Ben yeni evliyken bütün arkadaşlarım evde çocuk büyütürdü. 1-2 tane veya
ne biliyim bütün bir okuldan hatırlarsam... iki elin parmağını zor tutar
çalıştığını bildiğim hanımlar. C1-12 (Y, 74, K)
1915 Tehciri ve sonrasında Cumhuriyet’in kuruluş
döneminde göçlerle İstanbul’a gelen Ermeniler daha çok cemaatin orta, orta-alt
sınıflarını oluşturmuşlardır. Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden topraklarını
terk edip İstanbul’a gelen Ermenileri iki dünya savaşı arası dönemin getirdiği
zor şartlar ve yoksulluk karşılamıştır. Doğdukları ve büyüdükleri topraklarda
sanatlarıyla hayatlarını geçindiren Ermeni erkekler büyük şehre göç ettikten
sonra hayatlarını idame ettirebilmek için mesleklerinin, sanatlarının
uzantıları niteliğindeki marangozluk, ahçılık, terzilik, kunduracılık,
kuyumculuk, daha orta-alt sınıf ise araba tamirciliği, dülgerlik, bahçıvanlık
gibi işlerde çalışmışlardır. Göç edilen yerlerde sahip olunan ve kimi bölgelere
has olan mesleklerin (Kayseri’de halıcılık gibi) gelinen yerde sürdürüldüğü de görülmektedir.
3.2.
Ulus Devletin Kuruluşundan 1950’lere Kadar İstanbul’un Azınlık Coğrafyasını Biçimlendiren Dinamikler
Rum, Yahudi ve Ermenilerin İstanbul’da yerleşim
tarihleri Fetihten çok erken yüzyıllara dayanır. Bu nedenle Fetihle birlikte
İstanbul’a zorunlu iskanlarla getirilen Müslüman ve gayrimüslim nüfus, bir
yandan bu eski yerleşim yerlerine, bir yandan da kentin yeniden imarına uygun
olarak yeni yerleşim yerlerine yerleştirilmişlerdir. Millet sisteminde belirleyici unsur olan din ve mezhebe bağlı
olarak da her bir etno-dinsel grubun yaşadıkları mahalleler birbirinden
ayrışmıştır. İstanbul’da 19. Yüzyılın ikinci yarısında artan ticaret ve dünya
kapitalizmi ile eklemlenme sürecine bağlı olarak kentin bu etno-dinsel
coğrafyası içinden sınıfsal ayrışmalar ortaya çıkmıştır. İstanbul’un 19.
Yüzyılın ikinci yarısında girdiği modernleşme süresinin mekansal
yansımalarından biri de zenginleşen gayrimüslim ya da Müslümanların, millet sistemine göre ayrışmış
mahallelerinden yeni yapılan modern apartmanlara ve alt yapının olduğu modern
mahallelere taşınmaya başlamaları olmuştur. Ancak bu durum etno-dinsel temelde
yerleşmiş gayrimüslim mahallelerinin kilise ve okul etrafında şekillenmiş olan
cemaat yapısını bozmamıştır. Lozan Antlaşması ile birlikte gayrimüslimlere
tanınan azınlık statüsü de bu mahalle yapısını koruyan bir dinsel, eğitimsel ve kültürel haklar içermektedir. Bu
nedenle İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin yoğun
olarak yaşadığı mahalleler, Cumhuriyetin bir ulus devlet olarak
inşasında 1920’lerden 1950’lere kadar azınlık mahalleleri olarak varlıklarını sürdüreceklerdir. Ancak bu dönemde ulus devletin kuruluşunda gayrimüslüm azınlıklara yönelik
politikalar, Rum, Yahudi ve Ermenilerin mekansal
yerseçimleri üzerinde de belirleyici olacaktır. Bu dönemde her üç cemaat azınlık olarak kendilerini mekanda
yeniden farklı dinamiklerin etkisi ile kurmaya çalışacaklardır.
3.2.1.
Mekanda Yer Seçiminde Azınlık
Psikolojisi
Bugün gayrimüslimlerin yoğunlaştıkları semtler aynı
zamanda kendilerini “sıkıntıya sokmayacak”, gayrimüslim kimliklerinden dolayı
ayrımcılık veya dışlanma yaşama ihtimallerinin en düşük olduğu, Cumhuriyetin
kentli, modern, batılı Müslüman-Türk kesiminin de yaşadığı semtlerdir. Bu
bağlamda gayrimüslimlerin mekandaki ayrışmalarının ve kümelenmelerinin arkasında
yatan önemli bir faktör olarak, cemaatten fazla uzaklaşmama
ve sosyokültürel açıdan kendi yaşam tarzlarına uygun geniş toplum üyeleriyle bir arada yaşama gibi azınlık psikolojisinin de çok
baskın bir faktör olduğu ortaya çıkmaktadır.
Balat,
Şişhane vs. derken benim anne tarafımın annesi babası ki onlar Şişhane’den
çıkıp Osmanbey tarafına ilk gelen Yahudiler. Babam geldi neyse, annemle evlendikten sonra Şişli’de oturdular. Önce
abim doğdu, ardından ben 6 yıl aradan sonra doğdum. Ben hep kendimi Şişli’de
biliyorum. Samanyolu sokak, Keresteciler Apartmanında büyüdüm. 19 Mayıs
İlkokuluna gittim. Mix bir okuldu. Yahudi her zaman diğer ekalliyetler arasında
en az nüfusu olandı. Rumlar da çok vardı ama 64’den sonra yok oldular. Bizim
yaşadığımız yere gelen Müslüman komşularla zaten problemimiz olmuyordu. Senin
kültürüne alışık zaten. Balat- Hasköy
bütün Yahudilerin yaşadığı yerdi, karışıktı. Birazcık daha fazla vizyonu olan
Şişli, Osmanbey’e kaymaya başladı, yeni bölgelere gelmeye başladılar. Kendin
gibi olanlarla yaşamaya özen gösteriyorsun ister istemez. C1-4 (Y, 56, E)
Görüşmelerde azınlık psikolojisinden kaynaklı bir
arada olma, cemaatin yoğunlaştığı semtlerden ayrıksı yerlerde oturmama
bilincinin özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında gayrimüslimlere dönük
uygulanan ayrımcı yurttaşlık
pratiklerinden338 kaynaklandığı tespit edilmiştir. Belleklerde
derin yer etmiş geçmiş olumsuz tecrübeler ve hatıralar gayrimüslim
vatandaşlarda bir tür kendini koruma refleksi, koruma stratejisi olarak
işlemektedir.
Daha bir
gettolaşıyorsun, daha bir kapalı oluyorsun. O yüzden Yahudiler blok halinde
Şişhane’deydi, Osmanbey, Gayrettepe’deydi. Şimdi yine dağılmış durumda. O
zamanlar daha dar alandaydı. Defans mekanizması bu. Oturduğumuz evlerde mutlaka
Ermeni, Rum komşu olurdu. Karı-koca Müslüman yoktu apartmanda. Tuğrul
Sitesi’nde oturduk, %70 Yahudi, Ermeni, Rum’du oturanlar. C1-4 (Y, 56, E)
Valla şimdi
bölgesel olarak baktığında bugün Feriköy’ün kötü bir apartmanında oturmak mı
daha iyidir yoksa Esenyurt’da güzel modern asansörlü bir sitede oturmak mı daha iyi? Bizimkilerin %99’u o
Feriköy’deki kötü apartmanda oturmayı tercih eder. Birincisi bizim toplumumuz
merkezcidir. Şehrin dışında oturmaz. Oturursa da Kemerburgaz’da oturur. Biri
bir site yapar hoop 40 kişi birden gider. Dikkat et bizde ibadethane olması
şart. Geleneklere baktığında Şabat’a
dikkat eden insanlar
var. Şabat’da araba kullanmak filan
338Kavram Mesut
Yeğen’den ödünç alınmıştır.
yasak. Adamın
evinin yürüme mesafesinde oturması lazım. Kemerburgaz’da da var, en son
açılan o. C2-2 (Y, 43, E)
3.2.2. İstanbul’da Rumların
Mekansal Dağılımı: Kurtuluş’lu olmak Rumların DNA’larına yerleşti...
Rum toplumunun geleneksel örgütlenme biçimi kilise ve
okul çevresinde var olan vakıf ve derneklerdir. Rumlar da Ermeni toplumuna
benzer biçimde, Cumhuriyet’in inşasıyla birlikte yerleşimlerini kültürlerinin
en önemli simgesi olan okul ve kiliselerin bulunduğu semtlerde kurmuşlar, kent
uzamında dini-kültürel değerlere bağlı bir sosyal kümelenme yaratmışlardır. Bu
bağlamda ulus devletin kuruluşundan 1950’li yıllara kadar Rumların İstanbul’da
Pera, Taksim339, Gümüşsuyu, Tarlabaşı, Adalar, Çengelköy, Yedikule,
Cihangir, Moda340, Üsküdar,Yeşilköy, Bakırköy341,
Gedikpaşa, Kocamustafapaşa, Kumkapı, Langa, Balat, Tarabya, Feriköy342,
Şişli-Osmanbey, 1950’lerden itibaren de Kurtuluş343’da yoğun olarak
kümelendikleri gözlenmektedir.
339 Tuna, 2015; Freely- Freely,
2015; İstanbul’un Rumlarını, Yahudilerini ve Ermenilerini anlatan bir roman
için Bkz.: Hiçyılmaz, 1993.
340Moda burnuna yerleşim M.Ö. 685 yılında başlamıştır. Bir
görüşe göre, buraya önce Megaralılar, sonra Fenikeliler yerleşmişti. Osmanlı
döneminde kapitülasyonların verdiği haklardan yararlanan yabancılar, yaz
aylarını bu semtte geçirmeye başlamışlardı. Bunların iş yerleri genellikle
Galata’da bulunuyordu. Moda halkının çoğu Levantendi, bunların hepsi ticaretle
uğraşır, yüksek seviye yaşam sürerlerdi. İthalat ve ihracatla uğraşan büyük
şirketleri ve vapur acentaları vardı. Özellikle ara sokaklarda daha çok orta
halli gayrimüslimlerin (genellikle Rum ve Ermeni) birbirine benzeyen, cumbalı,
üç veya dört katlı evleri vardı (“İstanbul’un Semtleri”, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi, Moda, 2003). Moda hakkında ayrıca Bkz.: Rozental, 2010.
341“Bakırköy” adının kökeni olan Makro Hori (“uzun köy” ya da
“uzak köy”) adını Bizans zamanından aldığı sanılıyor. Bakırköy’ün canlanması
II. Mahmud’un burada bir baruthane yaptırmasıyla başlamıştır. Bu aynı zamanda
Ermenilerin Bakırköy’e yerleşmelerinin başlangıcıdır. II. Mahmud baruthane
işini Hovhannes Dadyan’a vermişti, o
da birçok Ermeni ustayı bu vesileyle buraya getirmişti. Rumlar başından beri
burada bulunmakla birlikte 19. Yüzyıl’ın başlarında İstanbul’dan ve baska
birçok yerden Rum aile gelip Bakırköy’e yerleşti. 2. Abdülhmit döneminde bir
çok bey ve paşa burada sayfiye evleri, köşk ve konaklar yaptırdılar. 1925’te İstanbul’da yer adları
Türkçeleştirilirken “Makriköy” Türkleştirilerek “Bakırköy” adını aldı (Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi,
Cilt 2, 1999, s.10-243).
342 Feriköy adı 18. Yüzyıl'da bölgeye gelen Mösyö Feri adındaki
bir Rum tüccardan gelmektedir. Eski adı Aya Dimitri olan bu küçük Rum köyü
zamanla Mösyü Feri'nin köyü olarak anılmaya başlanmış ve bölgeye yerleşen diğer
Gürcü, Ermeni ve Rum asıllı vatandaşlarla birlikte gelişmeye başlamıştır
((Çevrimiçi) http://www.sislibelediyesi.com/images/dynamicContent/izbirakanlar/izbirakanlar.pdf,
10.07.2015). 6-7 Eylül Olayları İstanbul’da gayrimüslimlerin yaşadığı pek çok
semtte olduğu gibi gayrimüslimlerin Feriköy’deki yoğunluğunu da yıllar içinde
azaltır ve artık günümüzde çok az orta sınıfın altı olarak tanımlanabilecek Rum
ve Ermeni aileler yaşamaktadır.
343Semt adını tavlalar (at ahırları)’ndan almaktadır; at
ahırları yapılınca, semt, ahırları simgeleyen Tatavla adını aldı (Ta Taulon) ve
Cumhuriyet’te isimlerin Türkçeleştirilmesine değin öyle kaldı. Tatavla semti
Sultan Süleyman (1520-1566) zamanında kurulmuştur. Tarihçi Hammer’e göre,
Barbaros Hayreddin Paşa’nın Ege adaları, Akdeniz, İyonya adaları ve
Peleponez’den aldığı 10.000 kadar tutsak, bu bölgeye yerleştirilmişti. Girit,
İyonya Adaları’ndan gelen ve Azapkapı
Tersanesi’nde çalışan Yunanlı
işçilerin çoğu da, bu bölgede
1950’lerin sonlarına kadar Rumların İstanbul’da
sosyo-mekansal açıdan mekansal dağılımlarına bakıldığında orta-üst, üst tabaka
Taksim-Gümüşsuyu-Talimhane, Şişli- Osmanbey, Cihangir, Tarabya, Yeşilköy,
Bakırköy, Moda, Adalar (Adalar kendi içinde de kategorilere ayrılmaktadır.
Orta, orta-üst ve üst sınıf özellikle Büyükada, Burgazada ve Heybeliada’ya
yazlıkçı olarak giderken, esnaflık yaparak geçinen orta ve çoğunlukla orta-alt
sınıf yaz-kış Büyükada, Kınalıada ve Heybeliada’da yaşardı), orta tabaka
Çengelköy, Üsküdar, Yedikule,
Kumkapı, Langa, Bakırköy, Balat (orta ve orta-alt tabakanın ikamet ettiği bir
semt), Feriköy, Kurtuluş iken alt-orta tabaka Dolapdere, Yenişehir, Gedikpaşa,
Topkapı, Kocamustafapaşa, Kurtuluş Son durak, Direkçibaşı, Sefa meydanı, Sinemköy’de yerleşiklerdi.
Rumların mekanda yerleşmeleri kilise-okul çevresinde
kümelenmeler biçiminde olmakta ve sosyoekonomik açıdan farklılaşarak ayrışma
göstermektedirler. Rumların sosyo- mekansal inşalarına dair önemli bir nokta da
eriyen nüfuslarına ve artık üçüncü kuşağın mekanda mobilize olmasına rağmen,
cemaat kurumlarının bulunduğu belirli semtlerde yoğunlaşmaya ve beraber
yaşamaya özen göstermeye devam etmektedirler. Bu bağlamda cemaat varlıklarının
simgesi olan okul ve kilise gibi kurumlar cemaatlerin kent mekanında sosyal
kümelenme yaratmalarının en önemli faktörlerinden biridir. Bir arada beraber
yaşayarak kiliselerini ve okullarını yaşatma bilinci, bir arada olma
psikolojisi, geçmişe ve hatıralara sadakat özellikle birinci ve ikinci kuşak
Rumlar için bu şehirdeki varlıklarının devamının garantisi niteliğindedir.344
toplanmışlardı.
Daha sonrasında İstanbul’la ticaret yapan Sakız Adalılar da Tatavla bölgesine
yerleşmişlerdi. Tatavla’nın ilk halkına, tersane de işçi olarak çalışmaları
nedeniyle “Tersaneliler” denirdi. Tatavlalı ayakkabı yapımcılarının ünü tüm
kente yayılmıştı. Eldeki bilgiler, Tatavla’ nın 17. ve 18. Yüzyıllarda,
İstanbul’un diğer yerleşim yerlerine göre daha fakir bir semt olduğu ve halkın
memuriyet ve esnaflıkla hayatını idame ettirdiği yönündedir. 19. Yüzyıl’da
Alman gezgin Hammer’in aktardıklarına göre Tatavla; dar sokakları, uzun ve dik
yokuşları ile eğlence ve safahat içindeki insanların yaşadığı, türlü
tehlikelerin kol gezdiği ve daha çok alt tabakanın tercih ettiği bir yerdir. Bu
tanımlama biraz abartılı olsa da, bugün Dolapdere bölgesinde bulunan Papazköprü
ve civarı için yazılanların başka kaynaklarda doğrulandığı fark edilir
(Çevrimiçi) http://www.tatavla.org/newpage.php?pid=34,
10.08.2015). Tatavla’da Paskalya Yortusu’ndan önce ilk perhiz haftasının Pazartesi gününde semtin içinde
ünlü Baklahorani panayırı
yapılırdı. Tatavla semtinde
Rumların sayısı
18.
Yüzyıl sonlarına doğru 20 bini bulmuştu. 1884'e gelindiğinde Kurtuluş özel bir
yönetmelik ile yönetilir hale gelir. 1.030 evin 53 temsilcisi seçilerek semt 12
kişilik “ihtiyar heyeti” tarafından yönetilmeye başlanır (Çevrimiçi) http://www.sislibelediyesi.com/images/dynamicContent/izbirakanlar/izbirakanlar.pdf,
10.08.2015). De Amici Dolapdere’nin batısında yer alan Tatavla Rum köyünün meyhaneleriyle ünlü olduğunu yazar (Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi,
Cilt:5, 1999, s.127). Tatavla semti hakkında ayrıca Bkz.: Irmak, 2010.
344Atina’da gerçekleştirdiğim saha görüşmelerinden birinde 90’lı
yıllarda İstanbul’dan Atina’ya göç eden fakat yazları 4 ay Burgazada’da geçiren
İstanbullu bir Rum aile, Atina’da kiliseye çok seyrek gittiklerini fakat
yazları Burgazada’da her Pazar ve özellikle dinsel günlerde mutlaka
gittiklerini vurguladılar (Atina-2, 9.11.2014). “Kiliseye gitmek” dindarlık
düzeyini gösterirken, diğer taraftan belki daha da önemlisi kültürel aidiyet, İstanbul’a ve geçmişlerine bağlılık
açısından sembolik bir önem taşımaktadır. Kilisenin ve Patrikhane’nin varlığı
Firuzağa’da
6 sene oturduk. Uuuuu bütün Rumdu etraf. Okul saati lacivert siyah beyaz şapka, başka birşey görmezdin
talebelerde. Sonra çıktık Anahtar sokağında 28 sene kaldık. Kızım orda okudu.
Yazları geliyorduk Ada’ya. Şimdi o zaman zenginler Cihangir’de otururlardı;
bizim ev 180 metrekareydi, güzellikler bambaşkaydı.... Tarabya taraflarında
otururlardı. Yedikule’de, Yeşilköy’de, Bakırköy’de, Moda’da otururdu Rumlar...
çok güzel yerlerde oturuyorlardı. B1-17
(R, 78, E)
O zaman
zengin Rumlar Tarabya, son zamanlarda (1950’lerden itibaren) Cihangir, ordan
Kurtuluş. Kurtuluş daha orta sınıf. Pera, Galata çok zenginler vardı yine.
Pera, Galata’dan sonra oldu. 19. Yüzyıl’da hele Tanzimat’dan sonra Rumlar çok
paralı olanlar hepsi Karaköy, Galata’da idi. Ticaret orda oluyor idi.
Kiliseleri okulları kuranlar kimlerdi? Oranın zenginleri idi. Onların
yaptıkları bize kaldı. Buna hürmet etmek lazım gelmez mi? O zaman Beyoğlu,
Boğaz’da Yeniköy, Tarabya… çok Rum vardı. Bütün semtlerde bir çok faaliyet
gösteriliyordu. Kurtuluş çok ağırlıklıdır. Kilisenin yanında dikkat et daima
okul var. Birbirine yakın. Ve kilisenin desteğiyle dernekler yapılıyor. Yönetim
kurulu kilisenin, ister ki o cemaatte bir de kültür derneği bulunsun.
Bizde Büyükada Kültür Derneği vardı. B1-1 (R, 87, E)
Yana Palas
diye bir apartmanda otururduk (1940’lar, Taksim), bizim 3. katta çok zengin bir aile otururdu.
O zaman tefrik yoktu, bu zengin bu fakir diye. Yani, 5-6 Rum ailesiydik düşün
her birimizin anahtarı kapıcıda vardı. Ben zenginim diye bir şey yoktu. Çok
güzel bir yeşil arabası vardı o ailenin ve bizi Kilyos’a götürürdü. O zaman
Kilyos bakirdi. O zaman İstanbul 1.5-2 milyondu, düşün. O Marmara yemyeşil...
Adalar sahilinden iskorpıt balığı tutardık, düşünebiliyormusun temizliğini
denizin? B1-7 (R, 69, K)
Bizim
mahallede (Kurtuluş, Direkçibaşı sokak) iki, üç Türk ailesi vardı. Ermeni de Musevi de yoktu. Museviler daha
fazla Kuledibi, Hasköy, Balat’da otururlardı. Ondan sonra zenginleşince bu
taraflara geldiler, Şişli, Levent filan. Rumlarla beraberdik hep. Arkadaşlık
sohbet hep Rumlarlaydı. Kahveye gidince de zaten %99 Rumdu. Bir iki Türk varsa
da onlar da Rumlaşmıştı artık (gülerek), zaten burdaki Türklerin çoğu Rumca
konuşurdu. Kasımpaşa tersanelerine çalışmaya
gelen Rumlar’a Kanuni
Sultan Süleyman zamanında burası verildi. O
İstanbullu Rumlar için hem kutsaldır hem de yaklaşık
3.000 kişilik nüfuslarının İstanbul’daki tarihlerinin,
mevcudiyetlerinin temsiliyeti ve devamlılığına bir referans oluşturmaktadır.
zaman halk fakirdi, işçiydi.
Ticaretle az kişi çalışıyordu. Sakızlılar ticaretle uğraşırdı ve bunlar
zenginleştikçe daha sosyetik hayat var diye Beyoğlu’na taşındılar. Orada mesela
o kadar ahşap ev göremezdin. Daha modern evler vardı. Daha yoksullar Yenişehir,
Dolapdere, yani yamaçlarda otururlardı. Ben de hatırlıyorum 10 yaşındayken buralarda fazla bina yoktu. Bahçeli evler vardı hep. B1-12 (R,
84, E)
Anam Laz,
baba tarafım hep İstanbullu. Annem 1901 babam 1904 doğumlu. Ben Papazköprü
denilen bir yer var Yenişehir’le Kasımpaşa arasında bir yerde dünyaya geldim.
Orası o devirde fakir olan yerlerdi, sene 31’de doğdum. Atatürk zamanı, kıtlık
vardı tabi. 25 kuruşa yemek yerdik, yiyemediğimiz günler de olurdu.
Ayakkabılarımıza sürekli yama yapardık giyebilmek için, Türkiye’nin fakir
zamanları. Afedersin anamız amerikan bezi alırdı çekmesin diye suya koyardı
külot yapardı. Şimdiki gibi şeyler hiç yoktu o zamanlar. Kızım fakirlik kötü
birşey…. Çok zor şartlarda büyüdük. İyi ki annem biraz çalışıyordu da biraz
rahatlanıyorduk. O zaman bu kadar para yoktu. Bak Papazköy, Kurtuluş’un alt
tarafları yoksuldu; Ayaspaşa, Taksim, Şişli, Cihangir, Moda zenginlerin
oturduğu yerdi. Tarlabaşı olduğu gibi zenginlerindi. B1-12 (R, 84, E)
Çok Rum
vardı Yedikule’de. Orta-sınıftı daha
çok. Bir ailenin evinin içine girdigin zaman bir buzdolabı varsa, çamaşır
makinası yoktu, sucular su getirirdi. Zeytinyağı getiriyorlardı şişelerle
“Madam geldim” derdi bakkal, yani bakkala gitmek yoktu. Bir güzellik
yani.
bambaşkaydı. Biz o zaman Yedikule’de kravatsız çıkmazdık. Her Pazar giyinir
süslenir
kiliseye giderdik. Daha evvel
sinemada gazoz satardım, Tuncay sineması vardı Yedikule’de. Ailece 2-3 defa giderdik
haftada. İstanbul şimdi 20 milyon. O zaman 2 milyondu. B1-17
(R,
78, E)
Feriköy,
Kurtuluş daha orta sınıfın oturduğu yerlerdi. Talimhane, İnönü caddesi,
Gümüşsuyu daha elit tabakanın, Cihangir keza öyle, daha kalburüstü insanların
oturduğu yerlerdi. Hilton’a giderken sıradaki evler oraları da çok zengindi. O
zaman Rumların sayısı yaklaşık 130.000 kişiydi. Daha düşük gelir seviyesi
mesela Yedikule, Kocamustafapaşa... Bakırköy’de, Gedikpaşa’da filanda çok zengin Rumlar vardı ama alt ve orta
sınıf ağırlıktaydı. B1-4 (R, 72, E)
Adalar çok
değişti artık. Adaların hepsinde
Rumlar vardı. Neden Burgaz ağırlıklı bilmiyorum. Rum cemaatinde Yahudiler
kadar “haydaa hep beraber” hareket
etme yok.
Onlar kadar değil. Bir ara
muhtemelen Büyükada’da evler pahalı diye Yalova’ya gitmişler. Pahalı diye.
Yahudilere göre biraz daha bireysel bizimkiler ama yine Şişli, Kurtuluş
yoğunluklu yerler. B1-4 (R, 72,
E)
1950’li yıllara kadar Rumların kümelendikleri
semtlerden olan Langa (Vlanga)’nın kelime anlamı Yunanca “dışarı” demektir. Bu
da Langa’nın sur dibinde, Marmara’nın güney surları dışına taşan bir semt
olduğunu anlatmaktadır. 1950’lerde Büyüklanga Rum, Ermeni ve Müslüman-Türk
grupların birarada yaşadığı bir esnaf ve işçi mahallesi özelliği göstermekteydi.345
Baba
tarafım 5 nesil İstanbullu. Daha öncesi Belgrad’a dayanıyor. İlk geldikleri yer
Kilyos’daki Bahçeköy. Yenikapı-Langa bölgesinde hatta babamın dedesi o bölgenin
en yakışıklı fırıncılarından biriymiş,
adı Andon’muş. O Yugoslav kökenlerini taşıdığından dolayı,
açık gözlü ve buğday tenli olurlar, o bölgenin genç kızları onu görebilmek için
o fırından alışveriş yaparmış. Babamlar ilk etapta ordalardı. Babanem vefat
edince Cihangir’e taşınmışlar. Anne tarafım Kapadokya bölgesinden Niğde’den,
şimdiki Hahamlı. Ben bir kere ziyaret ettim, hala o Rum evlerinin yapılış
tarihlerini dışarda görüyorsun. Anne annemin babası 1887 doğumluydu, mübadeleye
girmeden önce orda fakirlik sözkonusuydu. Maalesef aile dağılmış,
kardeşlerinden herhangi bir haber alınamadı, biz de bir araştırma yapmadık ama
1901’li yıllarda İstanbul’a gelmiş. Buraya geliş yaşı ondörtmüş. Şu anda Mısır
Çarşısında bulunan Pandili restaurantının da sahibidir. Ve Mustafa Kemal
Atatürk onun müşterisiydi. Ananemler Kumkapılı. Ananem 16 yaşına geldiğinde
Harbiye’ye taşınmışlar. O eski ev hala duruyor. B2-6 (R, 36, E)
Ananem
dedemle evlenmeden önce Fener-Balat tarafında ve Heybeli’de oturmuş. O zamanlar
Fener’de oturmak bir ayrıcalıkmış. Dedemle evlendikten sonra Büyükada’ya
taşınmışlar. Bir müddet yaz kış yaşamışlar. Annemin burdan okula gittiğini
anlatırdı. Evleri Kurtuluş Tepe üstündeymiş. Dört yol ağzına açılan koskoca
bahçesi olan ahşap bir evmiş. Burdaki köşkü de ananeye düğün hediyesi yapmış.
Ananem o köşkü büyük bulmuş, onun üstüne dedem bir tane daha küçük köşk
yaptırmış hemen yanında. Benim dedemin ölüm ilanı Cumhuriyet gazetesinde
çıkmış, evde var hatta gösteririm, “saygın işadamı vs...” diye. Annem-babam evlenince
ilk başta Kadıköy’de yaşamışlar. Annem istemeyince Kadıköy’ü
345Dünden Bugüne İstanbul
Ansiklopedisi, Cilt 5, 1994, s.195.
kavga dövüş
olmuş. Hatta annem rest çekmiş. Babam da önce Şişli’de sonra Osmanbey’de ev
tutmuş. Ben Osmanbey’de doğdum. B1-14 (R, 60, K)
Gel zaman
git zaman Tatavla346 yangınında herşeyleri yanıyor. Alevleri görünce
bir takım eşyaları kurtarmaya çalışıyorlar, bir üst mahalledeki başka bir eve
götürüyorlar. Kurtuluş’ta sonra bir apartmana kiracı olarak taşınıyorlar. O
zamanlar apartmanlar yükselmeye başlıyor caddelerde. Tepe üstünün orda yaşamaya
başlıyorlar. O evde de babanem sağ, halam kocasından boşanmış, küçük amcam
orda, babam annem ben..! tabi olacak iş değil, babanem de biraz zor bir
kadınmış, neticede babam Çengelköy’de bir yer kiralıyor, 1953-1956 arası orda
oturuyoruz. O zaman Rumlar çok vardı,
Türkler de vardı. Emekli yüzbaşı Arif bey babamın çok yakın arkadaşıydı. B1-13
(R, 60, E)
20. Yüzyılın başında çoğu ahşap 3 bin civarında iki ya da üç
katlı evlerin bulunduğu Tatavla’nın kaderi 21 Ocak 1929 gecesi çıkan yangınla
değişti. Aya Tanaş Sokağı’nda Demirci Aleko ile bakkal Yannis’in oturdukları
evde çıkan yangın hızla ahşap evlerin bulunduğu semte yayılmış, dönemin
gazetelerine göre en az 500 ev yanmıştı. Yanan yerler arasında Rum kilisesi ile
papazların ikamet ettikleri evlerin de bulunduğu belirtiliyordu. Yangından
yaklaşık iki ay sonra semtin ismi “Kurtuluş” olarak değiştirildi.347
1960’lı yıllarda yaklaşık 2 bine ulaşan nüfus 1964 yılında Yunan uyruklu
vatandaşların sınırdışı edilmesi kararı ile hızla azalacaktır. Kararın ardından
Yunan vatandaşları ile evli olan Rumların büyük bölümü başta Yunanistan olmak
üzere Batılı ülkelere göç etti ve semtin sosyal etnik yapısı dönüşüme uğradı.
Bugünse Kurtuluş’ta tahmini 300 civarında Rum yaşamaktadır. 1929 yılında
Kurtuluş’ta meydana gelen büyük yangına görüşmecilerden sadece bir kişi semtle ilgili anılarını anlatırken değinmiştir.
Zaten
1929’da büyük yangın olmuştu. Annem anlatırdı çünkü o zaman bekardı annem.
Annemiz dedi ki, yayam Kurtuluş’un caddeden aşağı gidiyorsun Sefa meydanının
iki sokak sağında bir şey vardı... eskiden
rakıyı sakalar yapardı
Tekel yoktu. Ordan yangın çıkmış.
Rakı yaptıkları kazandan çıkmış. Ve o kadar tipi kar varmış ki evler de
tahtaydı. Savuruyordu bütün yangını
duman. Zaten Kurtuluş’un zemini düz olmadığı
için o karda tipi de kurtarma da zor olmuş. 1955’den sonra 60’dan sonra
başlamış yeni evler yapılmaya. Burası bile ufak bir evdi 60’a kadar ve büyük bir bahçesi vardı.
Burası Değirmen sokak denirdi, Değirmenler
346Tatavla semti hakkında ayrıca
Bkz.: Türker, 2009.
347Serdar Korucu, Agos, 06.11.2013, “Tatavla’nın Kurtuluş’u Nasıl Olur?”, (Çevrimiçi) http://www.agos.com.tr/tr/yazi/5968/tatavlanin-kurtulusu-nasil-olur,
19.10.2015.
vardı burda. 1929’da çıkan yangında
benim ananem annemi alıp orda karşı tarafa açık bir meydana götürmüş, Çırçır
dediğimiz bir mıntıkada, orda beklemişler yangın sönene kadar. Rüzgarda batıdan
doğuya doğru esiyordu. O yüzden bu tarafta fazla ev yanmadı. B1-12 (R, 84, E)
3.2.3.
İstanbul’da Yahudilerin Mekansal Dağılımı: Balat’dan
Şişhane’ye, sonra Taksim sonra Şişli-Nişantaşı
Ulus devletin inşasından 1950’li yıllara kadar olan
dönemde Yahudilerin İstanbul kent uzamındaki sosyo-mekansal ayrışmasına
bakıldığında orta ve orta üst tabakanın gelir seviyesi ve yaşam tarzına uygun
semtlerde bir arada kümelendiği görülmektedir. Sinagog ve okulun (1.ve 2. karma
Musevi Lisesi) bulunduğu Kuledibi, Hasköy ve Balat’da kümelenme ise daha çok
orta alt tabaka için yerleşimin ana unsurlarını belirliyordu. Aile ve arkadaş
çevresi yani Yahudi toplumuyla bir arada olma, cemaatten çok fazla uzak yaşamama
cemaat içinde tüm katmanlardan sınıflar için geçerli bir durumdu. Ermeniler ve
Rumlar için dil kimliğin başat kaynağı olduğundan bu iki cematte okullar
mekansal kümelenmeyi belirleyen faktörlerin başında yer almasına karşın
Yahudiler de dil mekansal ayrışmayı etkileyen önemli bir unsur olarak ortaya
çıkmamaktadır. Yahudilerin lingua
francası yirminci yüzyılın ortalarına değin Yahudi İspanyolcası idi; AIU
okullarının açılmasıyla Fransızca Yahudi seçkinlerinin dili olmuştu. Orta, orta
üst ve üst tabaka birinci ve ikinci kuşak Yahudi ailelerde Fransızca
moderniteyi temsil eden bir sembol olarak görülürken, Ladino düşük statü
göstergesi olarak kabul görüyordu. Bu yüzden 90’lı yıllara kadar Kuledibi’nde
bulunan Musevi okulunun çevresinde yerleşme orta ve orta üst tabakadan
Yahudilerin yerleşim davranışlarını etkileyen bir faktör olmamıştır. Genellikle
orta alt tabakadan, Kuledibi ve çevresinde oturan ailelerin çocukları Musevi
okuluna gidiyordu.
Karşılaştırmalı olarak bakıldığında diğer iki cematten
diğer bir fark olarak Yahudilerde
mekana aidiyet bağının Rumlar ve Ermenilerde görüldüğü kadar kuvvetli olmadığı
ortaya çıkmıştır. Gelir seviyesi yükselen aileler sosyal iletişim ağlarını
kullanarak, genelde bir kaç aile birarada, kentin sosyoekonomik seviyesi daha
yüksek semtlerine yerleşmeyi tercih etmektedirler. Mekanda daha rahat ve
birlikte mobilize olmalarının arkasında yatan unsurlar arasında Yahudilerin
“göçmen karakterleri”, modern semtlerde yaşamaya duydukları ilgi, bir arada
olmanın verdiği güvenlik duygusu, çocuklarının cemaat içinde sosyalleşmesi ve
asimilasyonun önüne geçmeye çalışmak sayılabilir.
Birinci kuşak ile yapılan görüşmeler sonucunda
1950’lerin sonuna kadar Yahudilerin İstanbul’da sosyo-mekansal açıdan nasıl
ayrıştıkları tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu tabloya göre orta üst, üst
tabaka Beyoğlu348, Bankalar Caddesi- özellikle Komando
Merdivenleri’nin olduğu bölge, Şişhane (Aşkenaz cemaati yoğun olarak
bulunuyordu), Taksim, Pangaltı, Şişli, Osmanbey (50’ler’den itibaren), orta ve
orta alt tabaka Balat349, Hasköy (Sefaradlar), Kuledibi, Yedikule,
Ortaköy350- Dereboyu’nda özellikle, Kuzguncuk351; sayfiye
mekanları olarak ise orta üst ve üst sınıf Adalar’ı, özellikle Büyükada, orta
sınıf Büyükdere ve Caddebostan’ı tercih ediyordu. Karma Musevi Lisesi
ve Sinagog Kuledibi’nde bulunduğu için
1920’li yıllardan itibaren özellikle alt tabaka Yahudi nüfusu Kuledibi’nde
yoğunlaşmıştı. Ekonomik seviyesini yükseltenler Kuledibi’nden Tünel, Taksim,
Karaköy Bankalar Caddesi’ne, 50’li yıllardan itibaren de Şişli, Osmanbey,
Nişantaşı semtlerine doğru ilerlemiş ve oralarda sosyal kümelenme
yaratmışlardır. Hasköy ve Balat semtlerindeki Yahudi nüfus özellikle 1948’de
İsrail’in kuruluşundan sonra büyük bir hızla düşüşe geçmiştir. Hasköy- Balat-Fener
semtleri gayrimüslimlerin tarihi açısından hafızanın beşiği olmuşlardır. Balat
bölgesinde 20. Yüzyılın başında varlıklı Rumlar, Yahudiler bir arada
yaşıyorlardı.
Ben
Ortaköy’de doğdum. Ben çok küçük ayrıldım ordan, 4-5 yaşındayken Pangaltı’ya
geldim. Orda büyüdüm, İtalyan okuluna gittim. Ermeni kilisesi vardı Mıhtaryan
diye tam onun karşısında Akasya
Apartmanı diye, hala mevcuttur. Ermeni çok vardı bizim orda. Hiç ayrımcılık
yaşamadık hiç. İtalyan tabiyetineydik biz o yüzden İtalyan okuluna gittim.
Sonra hep Pangaltı’da yaşadık. Bizim Zafer Sokakta hem Ermeni hem Musevi vardı.
Bizim sokakta Vali otururdu. Tan sineması vardı, onun karşısında küçük bir
sokak, biz köşede otururduk. Orada evlendik, çocuklarımı doğurdum. Hep orda
oturduk. Şimdi ben Teşvikiye’de caminin arkasında oturuyorum. Ahmet Ülgari
sokakta oturuyorum, Divan apartmanı. Bizim orası kibar bir yer. Ortaköy,
Balat’da vardı Museviler, Hasköy’de vardı. Şişli, Taksim tarafları sonradan
oldu. Taksim’den sonra dağıldılar. Şimdi Kemerburgaz’da, Ulus’da varlar, bir
ara Bebek vardı. C1-11 (Y, 89, K)
Ben
Yedikule’de doğdum. Genelde Musevi toplumu Müslüman toplumla diğer iki
topluluğa göre daha yakın. Şu anki Yedikulenin o zamanla hiç ilgisi yok. İki katlı tahta
348 Scognamillo, 2008.
349 Bir Yahudi ailesinin 1916’lı yıllarda Balat’daki yaşamı için Bkz.: Şaul, 2000.
350 Yüzyılın başındaki Ortaköy
cemaati hakkında Bkz.: Kohen, 2011.
351Kuzguncuk Yahudi Cemaati üstüne hazırlanmış bir çalışma için Bkz.: Güven, 2011. Kuzguncuk
semtinde yaşayan gayrimüslimlerle yapılan sözlü tarih çalışmasına bir
örnek için Bkz.: Bektaş, 2003.
mahalle yapısında olan yer tamamen
betona bırakmış kendini. Bir tek çeşme kalmış. Ben ilkokul bitirip terk ettim
Yedikuleyi. Abim bile daha büyüktü, o da hiçbir iz bulamadı geçmişten. C1-3 (Y, 64, E)
Annem
Ortaköy, babam Çatalca’dan gelmiş. Dedemin mandrası vardı, süt sağarlardı ve
satarlardı. Ata binen filan bir adamdı. Sonra İstanbul’a geldiler. Onlar da
İstanbul’a geldiklerinde Balat’a yerleştiler. Balat’da o zaman sınıf ayrımı
yoktu. Gelenler oraya yerleştiler. Sonra para yapmaya başladıkları zaman şehrin
değişik yerlerine gitmeye başladılar. Önce Şişhane sonra Taksim sonra
Şişli-Nişantaşı. Annemle babam tanışınca, Şişhane’de bir evde yaşamaya
başlamışlar (30’ların ortası). Ben
o evde dünyaya gelmişim. Ben bir haftalıkken Şişli’ye geçmişiz. Ben Şişli’de
büyüdüm, şehir bu tarafa kaymaya başlamıştı. Bizim karşımızda çok zengin bir
adam otururdu, Beharlar. Ama hiçbir zaman öyle bir farkı görmezdik. C1-15 (Y, 64, K)
3.2.4. İstanbul’da Ermenilerin Mekansal Dağılımı: Her Gittiğimiz Yerde İlk Yaptığımız Şey: Okul-Kilise
Cumhuriyetin inşasından itibaren Ermeniler,
varlıklarının teminatı olan ve kültürlerinin
en önemli simgesi niteliğindeki okulların, kiliselerin ve derneklerinin
bulunduğu semtlerde bir arada oturmaya dikkat etmişler, dini-kültürel değerler
etrafında inşa edilen bir sosyal kümelenme yaratmışlardır. 1950’lere kadar orta
ve orta üst tabaka Ermenilerin kümelendiği Ortaköy, Kumkapı, Samatya, Gedikpaşa
gibi semtler Anadolu’dan ve Karadeniz’den aldığı göçler sonucu (hem Ermenilerin
göçü hem de Müslüman-Türk alt-orta sınıfın göçü) daha alt sosyal tabakanın
ikamet ettiği semtler haline dönüşmüştür. Bu semtlerden ayrılan Ermeniler
şehrin orta ve orta üst sınıfına hitap eden Yeşilköy, Kurtuluş, Şişli, Boğaz
tarafındaki semtlere yerleşerek mekanda mobilize olmuşlardır. Mekansal ayrışma
sosyal statülerin ayrışması ile kentte kendini görünür kılmaktadır. Orta sınıf
kentli görüşmecilerin 50’lerden itibaren semtlerin göçler sonucu değişen sosyal
dokusu ve semtlerin yeni sakinlerinin yaşam tarzıyla ilgili tasvirlerinde
kendilerini toplumun muhafazakar kesiminden daha “batılı, modern, kentli” olarak
farklarını ortaya koyma, vurgulama talepleri dikkat çekmektedir.352 Cemaat kurumlarının etrafında kümelenme faktörünün dışında, azınlık
352 1940’lı yıllar sona ererken İstanbullular gecekondular ve
buralarda ikamet eden yeni bir toplumsal dokuyla karşılaşmışlardı. Gecekondulaşma ile birlikte
aynı zamanda kent mekanında insanların
gündelik davranışları da
psikolojisinin beslediği bir arada olma ve güven duygusunun da yer
seçimlerinde tüm sınıfsal tabakalarda baskın bir unsur olduğu görüşmelerde
tespit edilmiştir. Diğer taraftan üst tabakaya
mensub görüşmecilerin mekanda hareket ederken sınıf kimliklerinin dini-etnik
kimliklerinden daha ağır bastığı tespit edilmiştir.
Cumhuriyet’in kuruluşundan 1950’li yıllara kadar
Ermeniler İstanbul haritasında Harbiye, Gedikpaşa, Beyazıd, Laleli, Feriköy,
Yeşilköy, Samatya, Kumkapı, Yedikule, Ortaköy, Kadıköy, Üsküdar, 1950’lerin
başından itibaren de yeni oluşan kent alanlarından Şişli ve Kurtuluş
semtlerinde yoğun olarak kümelenmektedirler. Tez kapsamında yapılan
görüşmelerde birinci kuşağa mensup görüşmeciler yerleşim alanlarının seçiminde
en çok göz önünde bulundurulan unsur olarak okul-kilise-mezarlık üçlüsünün
altını çizmişlerdir. Bu eğilimi Akgönül şöyle tanımlamaktadır:
Toplum ve
cemaatlerin varlığının teminatı olan, çeşitli kurallar ve bireyler arasında
işbölümü üzerine kurulmuş organizasyonlar, işleyişleri sayesinde toplumsal
hayatı düzene sokan kurumlar olarak görülebilir. Bu bağlamda devletin kendisi
de bir kurum olarak kabul edilebileceği gibi, okullar, hastaneler, kültürel ve
sanatsal kuruluşlar bu kurumlara örnek oluşturabilirler. Bu yapısal ve
davranışsal kurumlar devamlılıklarını garanti altına aldıkça ait oldukları grupların varlığını temsil
ederler. Toplumlar da bahsedilen kurumları koruyarak,
kurumların meşruiyetleri aracılığı ile hem felsefi hem de maddi varlıklarını
sürdürürler. (2015a: 47)
Ermeni Gregoryan Patrikhanesi 1960’lara kadar
Samatya’daydı. Bu yıllarda Kumkapı Nişanca’daki yerine taşındı. Osmanlı’dan
Cumhuriyet dönemine kadar Samatya ve Kumkapı böylece şehirdeki Ermeni nüfusun
özellikle yoğunlaştığı yerler oldular. Samatya Bizans döneminde “psmathos”
(psamathion, psamathia, psamathea) olarak adlandırılıyordu. Bu isim “kum”
anlamına gelir. Bu köy, 1. Theodosius (379-395), batıya doğru büyüyen şehre
yeni yerler kazandırdığı sırada sur içinde, şehir sınırları dahilinde
kalmıştır. Bizans döneminde şehrin az iskan edilmiş bir bölgesiydi ve burada
bazı kiliseler ve manastırlar bulunuyordu. İstanbul’un fethinden sonra yıllar
boyunca bir Rum Ortodoks ve Ermeni semti kimliğini korudu. Samatya’nın bir
Ermeni semti niteliğini kazanması fetihten sonraki iskan siyasetinin
neticesinde olur. Altı cemaatin en önemlisi Samatya Sulu Manastırdaki olduğundan, patriklik
eski kalıpları
aşmaya başlamıştı; böylece
hem mekansal hem de toplumsal
gerilimler yaşanmaya başlanmıştı (Aslan, Erman, 2016:120, 8).
makamı da burada kalmıştı. Ermeni Patrikhanesi 1461’de kuruldu ve
1640’lara kadar Samatya’da kaldıktan sonra 1641’de Kumkapı’ya taşındı. Sultan
III. Murad döneminde (1574-1595)
Nahcivan ve Tebriz’den getirilen Ermeniler Samatya, Yenikapı ve Kumkapı’da
iskan edilmişlerdi. Bu iskanlar neticesinde bazı Rum Ortodoks kiliseleri Ermeni
cemaatine tahsis edildi.353
Kumkapı da yakın zamanlara kadar ahalisi Rum ya da
Ermeni olan bir balıkçı semtiydi. Bizanslılar başkentlerinde kayda değer bir
Ermeni nüfus barınmasına izin vermemişlerdi. Onun için bu dönemde Ermenileri
Galata gibi şehir içi sayılmayan yerlere yerleştirmişlerdi. Fatih İstanbul’u
ele geçirince şehirde nüfusun son derece azaldığını gördü ve İmparatorluğun her bölgesinden
Müslüman-Türk ya da gayrimüslim nüfusu yeni başkentine yerleşmeye teşvik etti.
Böylece yeniden canlanmaya başlayan şehre gelenler arasında birçok Ermeni
vardı.354
Bu bağlamda Ermeniler göçle geldikleri İstanbul’da
varlıklarının teminatı olan ve kültürlerinin en önemli simgesi niteliğindeki
okul ve kiliselerin bulunduğu semtlerde, Samatya
ve Kumkapı bu semtlere en sembolik örneklerdir, bir arada oturmaya dikkat etmişler; dini-kültürel değerler etrafında
inşa edilen bir sosyal kümelenme yaratmışlardır. Böylece dini-etnik açıdan farklı cemaatler mekansal
açıdan da kent düzleminde birbirlerinden ayrışmışlardır.
1920’li yıllardan 1950’li yıllara kadar olan dönem
için Ermenilerin gelir düzeyi yani sınıfsal açıdan da kentte ayrıştıkları
görülmektedir. Görüşmelerde özellikle Harbiye’nin arka sokakları, Kurtuluş ve
Feriköy’ün alt sokakları orta alt tabakanın ikamet ettiği yerler olarak ortaya
çıkmaktadır.
Ben
Harbiye’de doğdum, Çimen sokak’ta büyüdüm. Çimen
sokak baştan aşağı Ermenidir. Ölçek Sokak’ta Ermeniydi. O muhit ağırlıklı
Ermeniydi. Latin kilisesi var ya onun bahçesinin duvarının karşısında Ermeni
okulu vardı. Ben de Ş.’ların alt sokağında Katolik okulunda okumuşumdur. Ermeni
Katolik okuluydu, kapandı o okul. Ben yuvaya da oraya gittim, abim askerdi o
zaman. Ben evlendikten sonra Feriköy’e geldim. Bak daha orta seviye Ermeniler veya altı daha ara sokaklarda otururlardı. Harbiye’nin arka sokaklarında
353Daha detaylı
bilgi için Bkz.: Dünden bugüne İstanbul
Andiklopedisi, Cilt 4, 1994, s.163; İstanbul’un
Semtleri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Samatya, 2003.
354Dünden Bugüne İstanbul
Andiklopedisi, Cilt 4, 1994, s.68-9.
otururlardı. Kurtuluş ve Feriköy
alt sokakları. Her gittiğimiz yerde, göç başlamış ya, ilk yaptıgımız sey:
okul-kilise. Her okulun yanında kilise vardır. Sonra da hemen matbaa. Gazete
çıkarmışızdır. Biz her zaman okuyan insanlar olmuşuzdur. Çünkü memur
olamıyorsun. O zaman ne olucak? Ya okuyacaksın ya küçük yaştan sanata
gireceksin... onun için okul ve kilise
mutlaka olmuştur. Hep biryerlere toplanmışızdır. Kel alaka bir yerde oturanını
bulamazsın. A1-9 (E, 81, K)
1950’lerin sonuna kadar Gedikpaşa, Kumkapı, Beyazıd,
Laleli, Yeşilköy, Taksim, Ortaköy, Kadıköy, Üsküdar, özellikle 50’lerin
başından itibaren Şişli, Nişantaşı, Boğaz kıyıları ve Kurtuluş orta, orta-üst
ve üst tabaka Ermenilerin yerleşim yerleri olmuştur. Eski Rum köyü
Ayestefanos’da355 Rum Ortodoks, Ermeni Gregoryan kiliselerinin ve
okullarının yanı sıra büyük bir Latin Katolik kilisesi de vardır (A.g.e., Cilt 2:10). 1960’lı yıllarda Yeşilköy üst tabakadan hem gayrimüslim hem
Müslüman-Türk ailelerin köşklerinin olduğu yazlık ve kışlık bir semt olma
özelliği göstermekteydi. Bakırköy ve Yedikule daha orta tabakaya hitap eden
semtler iken, yine bir orta tabaka semti olan Yedikule özellikle Ermeni, Rum,
Yahudi, Levanten halkıyla İstanbul’daki en kozmopolit356 semtlerden
biri olma özelliğini gösteriyordu.
Bizimkiler
İstanbul’da Gedikpaşa-Beyazıd-Laleli taraflarında oturmuşlar. Sonra Yeşilköy.
Çok avrupai bir yer, hem yazlık hem kışlık olarak kullanılırdı. Ermenice herkes
konuşurdu. Ermeni okullarına gönderirdi aileler çocuklarını. Hemen herkes okur
yazardı. Anadoludan buraya gelenler Ermenice bilmezler pek, Ermeni okulları
kapatıldığı için. İzmit’te bilhassa
Türk okulu yokmuş, çok büyük bir cemaat varmış orda. Dedemin Müslüman
arkadaşları bile Ermeni okullarında okumuşlar. Yedikule’de mesela Türkler
parmakla gösterilirdi. Yalnız esnaf Türktü. Berber, kasap Rumdu; Ermeni,
Yahudi, İtalyan Bulgar işadamları vardı. “Dönmeler”i biz bilirdik kimin kim
olduğunu. Ben hep Yeşilköy’de yaşadım,
üniversite bitene kadar. Yeşilköy’de çok varlıklı aileler vardı; Nişantaş,
Şişli, Kurtuluş o dönem üst sınıftı.
Ha, Ortaköy’de iyi bir semt. Kadıköy çok üstün bir semtti.
355 1925’te Türkçeleştirilerek “Yeşilköy” olmuştur.
356 Kozmopolitizm, milliyetçilik olarak bilinen, katı bir
şekilde tanımlanmış, hararetle desteklenen ve dışlayıcı aidiyet duygusuna
karşıt şekilde, bir dünya vatandaşlığı anlayışını ifade etmek için kullanılmaya
başlanmıştır (Harvey, 2000:530’dan aktaran Mills, 2014:68). Kozmopolit kişi
öncelikle, kozmopolitan çoğulluğu ve farklılığı kucaklayan kişidir. İkinci
olarak, dünya insanıdır. Immanuel Kant’ın siyaset felsefesine göre (1724-1804),
kozmopolitan demokrasi, ulusların hukukunun yerine ahlaki açıdan birbirini
destekleyen uluslararası bir hukukun
yerleşmesi için geliştirilmelidir. Kant’a göre ticaretin yayılması ve
cumhuriyetçilik ilkeleri kozmopolit duyguların yayılmasında teşvik edici
olabilir. Kant’ın vizyonu, AB ve BM’in 20. Yüzyılda kuruluşuyla meşruiyet kazanmıştır (Turner, 2011:95).
Üsküdar da keza öyle. Bostancı’da filan kimse
oturmazdı. Maçka’da daha çok Türk zenginler otururdu. Şişli en zenginlerin
oturduğu yerdi. A1-6 (E, 65, K)
Şişli,
Feriköy, Kurtuluş, Taksim mesela çok zenginler otururmuş, Ortaköy, Hisar...
Bizde sistem budur: Kilise ve okul. Erdoğan yapmaya uğraşıyor okulun yanında
cami, ne işi var? ama bizde sistem o zaten. Annemler benim mesela 1938’de 2.
Mübadele döneminde357 gelmişler. Ortaköy’e gitmişler. Ordan dağılım
Bakırköy, Yeşilköy... Şişli, Kurtuluş, karşıda Kadıköy, Moda çok kalite
sınıftır. Daha İstanbul’lu! (görüşmecinin vurgusu). A1-1 (E, 64, K)
30-40’lar
Ortaköy’de Ermeni cemaatinin kreması vardı. Büyük bir kısmı şairlerin
Ortaköy’deydi. Kültürü yüksek gençler toplanırlar ve M. abim de giderdi,
kültürel aktiviteler yaparlardı. Tiyatro, konser, çay partileri... A1-8 (E, 84,
K)
3.3.
Hızlı Kentleşme
Döneminde İstanbul’da Azınlıkların Mekansal Hareketliliği: Rum,Yahudi ve Ermenilerin Sınıfsal
Coğrafyası
Türkiye’de 1950’lerden itibaren hızlanan iç göçler ile
kırsal alanlardan başta istanbul olmak üzere büyük kentlere yoğun bir nüfus
akışı yaşanmıştır. 1950’lerden 1980’li yıllara kadar Karadeniz ve İç
Anadolu’dan, 1990’lardan itbaren de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan İstanbul’a kitlesel göç dalgaları gerçekleşmiştir.
1950’lerden itibaren Anadolu’dan ve Karadeniz’den İstanbul’a gelen
Müslüman-Türk göçmenlerin, kent merkezlerindeki çöküntü alanlarına ve kentin
merkez dışı gayrimüslim mahallelerine yerleşmeye başlamasıyla, gayrimüslim
mahallelerdeki sınıfsal-sosyal hiyerarşi değişmeye başlamıştır. Sosyal
hiyerarşi, etnik bölünmelerin, şeylerin sosyal düzeninin yerleri ve konumları
inşa ettiği bir düzen olarak yeniden biçimlenmeye başlamıştır.358
357Görüşmeci, İkinci Mübadele ile 1938 yılında
yaşanan Dersim İsyanı sonrası Dersim
Harekatı sonucunda gerçekleşen
sürgünü kast etmektedir.
358 Sosyal
hiyerarşi cinsiyet ve sınıf ile birlikte etnik bölünmelerin, şeylerin sosyal
düzenin yerleri ve konumları inşa ettiği düzenle ilgilidir (Anthias, 2005:29).
3.3.1.
Mekanda Gayrimüslim “ötekiler” ve Göçmen “ötekiler” Hiyerarşisi
Anadolu’dan göçlerle
gelenlerle birlikte kentin silüetinde belirmeye başlayan ilk gecekondularla
kentin yoksulları da öteki olarak gözükmeye başlamışlardı. Gecekondu
mahallelerinde yaşayan insanlar öteki olarak, “yeterince şehirleşmemiş”
“yeterince medenileşmemiş” olarak görüldüklerinin, yani İstanbul’u bozan
insanlar olarak görüldüklerinin farkındaydılar. O yüzden bunu bir şiddet olarak
yaşıyorlardı.359 Bir kısım da kendi yaşadığı şiddetin bir benzerini
semtlerinde yaşayan gayrimüslimler üstünden yeniden üretiyordu.
1950’lere kadar orta ve orta-üst tabaka Ermenilerin
ikamet ettikleri Ortaköy, Kumkapı,
Samatya, Gedikpaşa gibi semtler kırdan kente göçün yoğunlaştığı 50’li yıllarla
birlikte daha alt sosyal tabakanın ikamet ettiği semtler haline dönüşmüştür. Bu
yıllarda İstanbul’un Anadolu’dan ve Karadeniz bölgesinden giderek artan
ölçülerde göç alması özellikle Samatya’nın kimliğinde derin değişimlere yol
açmıştır. Diğer yandan İstanbul’daki 6-7 Eylül Olayları’nda Rumların semti terk
etmek zorunda kalması ve iç göçlerle bu boşlukları
köylü-kasabalı alt-orta sınıf Müslüman-Türk kesimin doldurmasıyla Samatya ve
Yedikule bir Rum ve Ermeni semti olmaktan biraz daha uzaklaşarak, içinde
Anadolu’dan göç eden Ermenilerin de yaşadığı bir Müslüman semti kimliğine
dönüşmüştür. Orta ve orta üst tabaka Ermeniler, yıllarca yaşadıkları
semtlerinin muhafazakar Müslüman semtine dönüşmesinden duydukları yabancılık
sonucu 50’li yıllarda kentin yeni oluşan alanlarına geçmişlerdir. Ermeniler, göçlerle semtlerin kültürel
profilinin düşmesini, o güne kadar beraber
yaşamaya alışık olmadıkları muhafazakar, alt sosyal tabakadan Müslüman bir
kesimle bir arada yaşamayı “steril, kentli, modernlik” hallerine bir tehdit
olarak algılamışlardır.
Bak
Kurtuluş 50’lere doğru sonradan çıktı. Benim çocukluk dönemim Ortaköy vardı (30’lar). Sonra gittikçe bu tarafa (Feriköy) gelmeye başladılar. Ama artık o Ortaköy
değil, daha çok Karadeniz’den gelenler Ortaköy’e yerleşti
çünkü deniz kıyısı. Kumkapı, Samatya o
359Deniz Yorucu,
“Farklı kimliklerden insanların karşılaşmalarını sağlayacak mekanların çoğaltılması için mücadele edilmeli”, (Çevrimiçi) http://www.arkitera.com/soylesi/670/farkli-siniflardan-etnik-ve-cinsel-
kimliklerden-insanlarin-birbiriyle-karsilasmalarini-saglayacak-mekanlarin-cogaltilmasi-icin-mucadele-etmeli),
25.09.2015.
zamanlar daha iyiydi,
şimdiyle alakası yoktu. Kumkapı’dan eskiden
padişahın bütün sağ kolları orda otururdu. A1-9 (E, 84, K)
Kumkapı ve
Gedikpaşa eskiden varlıklı kişilerin yeri sonra onlar Yeşilköy’e geçince
oralara daha alt gelir seviyesi (Anadolu Ermenileri) geçti. A1-6 (E, 65, K)
Yozgat
doğumluyum ben. Altı aylıkken İstanbul’a göç etmişiz (1955). Gedikpaşa’da oturduk. İlkokulda üçüncü
sınıftan itibaren buralara (Kapalı Çarşı)
gelmeye başladık. Tüm sülale Yozgatlı. Dedemler çiftçiymiş orda, ekip
biçerlermiş. Babam pazarcı olarak tamamladı hayatını göçtü gitti... Gedikpaşa o
zamanlar çok güzeldi. Ermeni toplumu hemen hemen ordaydı. Rum, Yahudi çok
yoktu. Kumkapı-Kadırga-Gedikpaşa ağırlık Ermeniydi; daha orta- alt sınıf
diyelim. Sonra göçlerle daha iyi durumda olanlar mutlu olmadı ve gittiler. Yoksul
olanlar kaldı tabi. A1-5 (E, 59, E)
Görüşmelerde 1950’li yıllarda özellikle İstanbul’un
çeşitli semtlerinde gayrimüslimlerin yoğunlukta olduğu zamanlar nostaljik bir
özlemle anılmaktadır. Görüşmeciler tarafından bugünün toplumunun sosyal yapısı
ve kültürel kumaşı sıklıkla eleştirilmektedir. Muhafazakarlaşan toplumu kendi
modern yaşam biçimlerine bir tehdit olarak
algılamaktadırlar. Özellikle 50’li yıllarda orta ve orta-üst tabaka Ermenilerin
yoğunlukla bulundukları Yeşilköy gibi semtlerde “kendileri gibi” modern, kentli
Müslüman- Türklerin yaşadığı vurgulanmıştır. “Kendileri gibi” söylemi ile aynı
yaşam tarzına, sosyal statüye ve tüketim alışkanlıklarına sahip olan
Müslüman-Türklerle aralarında benzerlik kurarken ve onları da kendileriyle aynı
sosyoekonomik sınıfa dahil ederken, bu kategoriye koymadıkları hem
Müslüman-Türkleri hem de Ermenileri (burada görüşmeciler tarafından Anadolu
Ermenileri kast edilmektedir) dışlamaktadırlar. Bazı görüşmecilerin kendilerini
aynı dini-etnik cemaate ait olmalarına rağmen cemaatin bir bölümünden
sosyoekonomik açıdan farklılaştırdıkları ve hiyerarşik açıdan üst bir konuma
koydukları görülmüştür. Bu sınıfsal statü ayrışması kendisini bariz bir biçimde
yaşanılan semtler üstünden göstermektedir. Orta- üst ve üst sınıfa mensub
Ermeniler, aynı dini-etnik cemaatten olsalar da kendileri gibi kentli, eğitimli
yani “modern” olmayan ve başlıca Samatya-Kumkapı-Gedikpaşa-Ortaköy semtlerinde
oturan Anadolu Ermenilerini dışlamaktadırlar. Ermenilerin özellikle kendilerini
hem geniş toplumun hem de kendi toplumlarının bir bölümünden daha “Batılı,
modern, kentli” olarak farklarını
ortaya koyma, vurgulama talepleri dikkat çekmektedir.
Ben
Yeşilköy’de büyüdüm, 50’lerde ve 60’larda. O zaman %70 gayrimüslimdi bizim
oraları. Orada yaşayan Müslümanların da çok modern yaşam tarzları vardı,
kalburüstü aileler otururdu, Bezmenler, Atalar, Mısırlılar... Esnaf da o zaman
çok terbiyeli ve kültürlüydü. Bisikletli ve şortlu hanımlar rahatça gezerdi
sokaklarda, kimse de kafasını kaldırıp bakmazdı. Şimdikiyle alakası yok. A1-8 (E, 68, K)
1970’lerdeki Kıbrıs kriziyle
birlikte toplumda kutuplaşmanın artması ve Rumlara
karşı hem basın hem de siyasi aktörler tarafından propagandalar
yürütüldüğü dönem için Üsküdar’da yaşayan bir Rum görüşmeci Anadolu’dan gelen
alt-orta sınıfa mensub, muhafazakar, daha önce hiç alışık olmadıkları bir
kültürel profille karşılaştıklarını ve “modernlik hali”ne karşı hissetikleri
tehditin dışında din üzerinden de bir ötekileştirmeye, çeşitli dışlanmalara ve
tehditlere maruz kaldıklarını ifade etmiştir. “Gavur, dinsiz” şeklinde
yaftalanan, “yerli, milli, bizden” kabul edilmeyen ve çeşitli aşağılamalara
maruz kalan Rum görüşmeci 1970’lerdeki bu sıkıntılı ve gergin ortamın ardından
Yunanistan’a göç etmiştir. Bu göçlerden sonra İstanbul’un semtlerindeki Rumlar
da yavaş yavaş silinmeye başlamıştır.
Üsküdar’da
Türkler daha fazlaydı, ondan sonra Ermeniler geliyordu. Ermenilerden de sonra nüfus olarak Rumlar vardı. 3 tane
mahalle vardı Rumların olduğu, Yenimahalle, Bağlarbaşı ve Fıstıkağacı bölümü.
Daha çok Bağlarbaşı bölümünde Rumlar vardı, diğer ikisinde Ermeniler vardı.
Bunlar orta sınıftı. O zaman 100 aile varsa zenginler 5-6 aileydi. Zenginler
daha çok Bağlarbaşı tarafında otururlardı, Amerikan Kolejinin olduğu yerdi. Vapur iskelesi civarında yalnız Rum ve
Ermenilere ait işyerleri vardı. Ondan sonra Kısıklı geliyordu, orda daha çok
köşkler vardı. Mahalle de hep beraber oynardık. Annemlerin Türk komşuları
vardı, karışıktı. Yerli komşularımızdan bir şikayetimiz yoktu. Daha sonra
Anadolu’dan gelmeye başladılar. Bazısı sorunlar yaratıyordu ama geçiciydi, pek
tehlikeli bir ortam olmadı. Tanımıyorlardı bizi,
bazıları herhalde bizim için iyi laflar etmiyorlardı “dinsiz, gavur” diye. Ama ordaki
arkadaşlarımla beraber top oynuyorduk. Fakat 74’de bu Anadoludan gelen
göçmenler, komşular evimizden geçerken bazı hakaretler sarf etmeye
başlamışlardı. Geceleyin evimizin yanındaki bahçede, evimiz ahşaptı alt tarafı
kırmızı tuğla, alt ahşaptı. Tamir edip kagir bina yaptık. Beton olduğu için
akşamları gelip Rumlara karşı “gidin sizi istemiyoruz” “işbirliği yapıyorsunuz Kıbrısla”
diye yazı yazıyorlardı. Buna benzer bazı sıkıntılar oldu. Bizi Kıbrıslı
Rumlarla aynı sepetin
içine koyuyorlardı. Ben Kıbrıs’da
Rum yaşadığını lisede tarih
kitabında öğrendim, ondan önce bilmiyordum bile. İlgimizde yoktu ki. Bir de
politikacıların kışkırtmalarıyla... iyileri de vardı fakat bazıları kışkırtıyordu.
Ayrım, bir soğukluk çoktu. Atina-4 (R, 68, E)
Mesela
dedemle büyükbabam esnaf olmalarına rağmen büyükbabamlar 76’da dedemler 77’de
Atina’ya göç ediyorlar. Bunun başlıca sebebi
anarşi hepimizi etkiliyordu ama ya sağcıydın ya
solcuydun. Bize ne sağcı ne solcu sahip çıkar her iki taraf vururdu.
Dolayısıyla bir esnaf, bir dükkan sahibi olarak hepsi zarar görünce devam
edemeyeceklerine kanaat getirdiler. Baya dışlanma ve sıkıntı yaşadılar
etraftan. Özellikle Anadolu’dan gelenlerden. Büyükbabam dayım evlenip gidince
gittiler Atina’ya, dedemle ananem de teyzemin gitmesinden sonra gittiler. Her
iki tarafında hedefi olmak bizlere daha fazla tedbirli olmaya yöneltiyordu.
Ordaki koşulların daha iyi olması izleniminden dolayı kalkıp gittiler. Aşağı
yukarı 77… 94’e kadar orda kaldılar. 93’e kadar. Yine koşulların
uygunsuzluğundan dolayı geri dönmek durumunda kaldılar. Ekonomik, psikolojik
bir çok şey… büyükbabam ve babanem için daha çok psikolojik etkiler. Rahmetli
babanem psikolojik depresyona girince dönmek durumunda kaldılar. Babam gitmeyi
düşündü ama din adamı olduğu için serbest değildi. 80’li yıllarda, ihitilalden
dolayı, böyle bir aile girişimimiz oldu ama gittik gördük ki olmuyor. Temmuz’da
geldik, 12 Eylül’de de ihtilal oldu. Sürekli yer değiştirmekten dolayı dedemin
değişiyle “süt kaymak tutmuyor”, bir yerde kök salmak gerekiyor. B2-9 (R, 43,
E)
İstanbullu Rumların kentin içinde ya da yurt dışına
doğru hareketliliğinde Anadolu’dan
gelen göç dalgasının taşıdığı muhafazakar Müslümanlardan oluşan kırsal nüfusun
da içinde olduğu 6-7 Eylül Olayları da etkili olmuştur. 1955’de maddi ve manevi
büyük zararların yaşandığı Fener, Samatya, Yedikule, Ortaköy, Çengelköy ve
şehrin merkezinden uzak olan Beykoz, Sarıyer gibi semtleri artık kendilerini
güvende hissetmedikleri için terk
eden/etmek zorunda kalan Rumlar, Kurtuluş, Şişli, Cihangir, Beyoğlu gibi cemaatlerinin daha yoğun
olarak kümelendiği şehrin merkezindeki semtlere taşınmışlar, bazıları da
Atina’ya göç etmişlerdir. Politik coğrafya açısından bakıldığında mekanın
parçalanması son derece dramatik sosyo-mekansal sonuçlara yol açmıştır. Rum
nüfusu şehrin belirli semtlerinde büzüşmüş veya yurtdışına göç ederek
dağılmıştır. Bu durumu bir çeşit
yerinden edilme olarak da ele almak yanlış olmaz. Yerinden edilmeleri doğrudan
veya zorla değil; gördükleri politik-etnik baskı sonucu, uygulanan ayrımcı
politikalar ve pogromlara bağlı olarak gerçekleşmiştir.
Bak mesela
benim abimin karısı kuafördü, Ortaköy’de dükkanı vardı, Alice ablamızın dükkanı
dediler dokunmadılar. Ama onun haricinde ne Ermeni ne Rum ne Musevi tanıdılar
yıktılar geçtiler. Ve benim Ortaköy’de olmamamın sebebidir, yoksa oraya gelin
giderdim, çok da güzel bir yerde oturuyorlardı. Ama Ortaköy’de gayrimüslim
kalmadı hepsi kaçtı. Bak Samatya, Yedikule boşaldı Rumlardan olaylardan sonra.
Anadolu’dan gelenler (Ermeniler) Samatya’ya, Kumkapı’ya taşındılar. A1-9 (E,
81, K)
1955
olaylarından sonra göç yurtdışına değil ancak İstanbul içinde başka semtlere göç yaşandı. Mesela Fener, Samatya gibi
semtlerden Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli gibi olayların daha yumuşak yaşandığı
semtlere doğru bir göç yaşandı. Bir de o günkü değerlendirmelere göre
Yunanistan’ın mali durumu iyi değildi. 1922 mübadelesinden sonra ikinci bir göç dalgası yaşamaya gücü yoktu, ancak bu
demek değil ki göç yaşanmadı ama 64 gibi değil. B1- 5 (R, 65, E)
6-7 Eylül
Olayları’ndan sonra Beykoz’da, Sarıyer’de oturanlar merkeze gelmeye başladılar,
Kurtuluş’a gelmeye başladılar. Beyoğlu’na, Cihangir’e, Şişli’ye taşındılar.
Boğazın her iki yakasındaki cemaatler
daha azdı nispeten.
Beylerbey, Kuzguncuk’takiler daha azdı. B1-4 (R, 72, E)
Annemin
ailesi 6-7 Eylül’den sonra Yunanistan’a gidiyorlar. Esnaftılar zaten öyle çok
bir gelirleri de yoktu. Kuzguncuk’ta bir sokak düşün manav bakkal... bunlardan
birini düşün. Ne kadar kaybedebilir ki zaten? Tasarruf etmeyı bilen bir
aileymiş, sarsılacak ekonomileri yoktu. Gitme nedenleri aşkla bağlı oldukları
şehirde ibadethanelerinin, okullarının yağmalanması, kızlarına tecavüz
edilmesi... ne dayatılırsa yapmışlar sırf şehirlerinde kalabilmek için, yine de
yaşayamamışlar. Giderken de asil bir şekilde bavullarını alıp gittiler,
giderken cami yakmadılar. A2-13 (E, 37, E)
60’lara
kadar özellikle 64’e kadar Rumlar her bölgede tüm gelir sınıflarından insanlar vardı. Beyoğlu en başta, Fener
çok önce, 55’de Fener ölüyor artık ve boşalıyor, Beyoğlu 1914’den beri elit bir
tabaka olan bir yerdi, Kurtuluş biraz, Adalarda da elit tabaka vardı Büyükada
özellikle, diğer yerlerde
karışıktı. Samatya mesela zengin de vardı orta gelir
de vardı. O zaman ticaret
bizim elimizdeydi, çok zengin vardı.
Boğaz kesimi özellikle Arnavutköy, Tarabya, Sarıyer...
ve Büyükdere. Gitti hepsi... B1-5 (R, 65,
E)
3.3.2.
Hızlı Kentleşme
Döneminde İstanbul’da Rumların Mekansal Hareketliliği: Ayrışma ve
Kümelenmeler
Rumlarla birlikte
bereket de gitti…
(R, 69, E)
1950’li yıllardan itibaren Rumların mekansal
hareketliliği ve sosyo-mekansal ayrışmasının dinamikleri arasında gelir
seviyesindeki değişmeler ve modern yaşam tarzına uygun semtler seçmenin
yanısıra kilise, okul ve derneklerin etrafında kümelenme, Rum toplumuyla bir
arada olma isteği öne çıkmaktadır. Bir arada yaşamayı gerekli kılan diğer bir
önemli faktörde özellikle
1980’lere kadar Rumlara
yönelik uygulanan ayrımcı
uygulamalar ve politikalardır. Yukarıda
bahsedilen 6-7 Eylül
Olayları, 1964 zorunlu
göçü ve 70 sonrası Kıbrıs krizi nedeniyle “rehine
tutulmaları”, Rumların içlerine kapanmalarına, geniş topluma karşı daha kapalı
ve pasifize bir hayat yaşamalarına, korunmacı bir içgüdüyle cemaatlerinin birarada olduğu belli başlı semtlerde
kümelenmelerine sebep olmuştur.
1950’li yıllardan 1980’li yıllara kadar üst-orta ve
üst tabaka Rumlar Beyoğlu, Taksim, Talimhane, Tarlabaşı, Arnavutköy, Tarabya,
Büyükdere, Yeşilköy; orta ve orta üst Cihangir, Şişli, Kurtuluş (özellikle Sefa
meydanı), Pangaltı, Bakırköy, Kumkapı, Yedikule, Samatya, Çengelköy, Kuzguncuk,
Moda, Üsküdar (Yenimahalle, Bağlarbaşı, Fıstıkağacı); ortanın altı tabaka ise Feriköy, Kurtuluş, Kadıköy, Kumkapı ve
Samatya’nın arka sokaklarında ve Dolapdere’de kümelenmişlerdi. Bir önceki
bölümde belirtildiği gibi, 6-7 Eylül Olayları ve 1964 yılındaki sınır dışı
edilme ile özellikle Samatya, Yedikule ve Fener semtlerindeki Rum nüfusu
neredeyse sıfırlanmıştır. Rum nüfus ya Yunanistan’a göç etmiş ya da şehrin
içinde Rumların yoğun olarak bulunduğu Beyoğlu, Şişli ve Kurtuluş semtlerine
geçmiştir. Samatya ve Yedikule’ye ise Anadolu’dan, ve Balkanlar’dan gelen orta
alt sınıfa mensub göçmenler yerleşmişlerdir. Böylece semtlerin sosyal
tabakalaşmasında keskin bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştır. Bugüne geldiğimizde
ise yaklaşık 3.000 kişilik Rum nüfusu bu sayılan semtlerin içinde en yoğun
olarak, kilise ve okullarının bulunduğu, Şişli, Kurtuluş, Cihangir, Yeşilköy,
Suadiye-Bağdat Caddesi, Moda ve çok az bir nüfusla Adalar’da
yaşamaya devam etmektedir.
Üçüncü kuşak ise bundan 20-25 sene evvel şehrin dışı sayılan
Çekmeköy, Göktürk gibi kentin
yeni orta sınıflarının yerleştiği kapalı siteleri tercih etmektedir.
Sanıyorum o
dönemde (60-70’ler) en
zenginleri Beyoğlu’nda ve Cihangir’de, belki Boğaz’da oturuyorlardı. Orta sınıf
Şişli, Kurtuluş, Feriköy. En fakirleri de Kurtuluş’ta arka sokaklarda, yangında kurtulan ahşap evlerde, o yıllarda kimse
oturmak istemiyordu ahşap evlerde. Birazcık parası olan böyle bir ortamda
yaşamak istemiyordu. Dolayısıyla daha fakir dediğimiz tabaka, dullar geliri
olmayanlar vs. onlar artık eskiden nerdeyseler orda kalmaya yıkık dökük evlerde
kalmaya devam ediyorlardı. Bakırköy’de de geniş bir cemaat vardı. Marmara
denizi, sur içindeki mahallelerde, Yedikule ile Samatya arasındaki sahil
şeridinde orda da büyük bir cemaat vardı. Fener’den sur içi bölgesinden korkup
kaçtılar (6-7 Eylül), yurtdışına
gitmeyenler bile Kurtuluş, Şişli gibi Rumların daha yoğun olduğu yerlere
geldiler. Fener boşaldı resmen. B1-13
(R, 63, E)
Şu an
Şişli, Kurtuluş toplandı insanlar… eskiden (70’lere kadar olan dönem) Cihangir’de çok vardı. Ben de Cihangir’de
yalnız kaldım, şu anda çok az aile kaldık. Sana şunu da söyliyim bizden 10 sene
daha gençler, 60’ların çocukları, artık bizim gibi şehrin içinde de
yaşamıyorlar. Yeşilköy’de var, Arnavutköy’de var, Bakırköy’de bir kaç aile var…
her zaman kilise, okul ve aşevi gibi bir şey hep civarda, benim çocukluğumda
İstanbul da o kadar büyük değildi. Yeşilköy’den gelen öğrenciye “köyden” geldi
derdik. Ama şimdi artık şehir her taraf. Kurtköy’e bile İstanbul diyoruz.
Genelde bu uzak yerlerden “Kırmızı okula”360, öbür kız okuluna361
gidilirdi. Çok az kişi Zapyon’a ve Merkez Lisesine giderdi. Bizim okula (Zapyon) Tarlabaşı tarafından gelirlerdi. Bir tane
arkadaşımız vardı benden de büyüktü, babasının bahçıvan olduğunu söylediğinde ben
çok şaşırmıştım, nasıl bahçıvan? Belki de bir konsolosluğun bahçesinde
bahçıvanlık yapıyordu. Daha alt kesimden insanlar geliyordu. Samatya’da artık
çok az var. Şu an artık bu çevrenin dışında oturanlar var. Ben ayrılmak
istemedim burdan. Gitsem nerede yaşarım? Hadi Teşvikiye, daha öncede yaşadım
orda. Maçka’da yaşamayı çok isterim. Daha uzağı düşünemem. B1-27 (R, 59, K)
Çok
kültürlü Kuzguncuk’da büyüdüm. Hatta bugün Yenigün sokakta bulunan caminin
yanındaki evde ilk üç yaşımı geçirdim. Cami ile Ermeni kilisesini bir duvar
ayırmaktadır. O kadar yakındı. 1300 metre Üsküdar’a
dogru sinagog, onun yanında Aya Yorgi Rum kilisesi
3601454’de kurulan
Fener’deki Rum Lisesi.
Halk arasında “Kırmızı
mektep” diye anılmaktadır.
361 1988’de öğrenci yetersizliğinden kapanan Fener’deki Yoakimion Rum Kız Lisesi.
onun ilerisinde de Aya Pandeleno
kilisesi var. Kuzguncuk’ta aynı zamanda iki ayazma var, Üsküdar’a yakın Aya
Yani yani Hazreti Yahya’nın ayazması ki her ayın ilk Salı günü oluyor ve yine kilisenin yanındaki Aya Pandaleni
ayazması. O kilisenin de yönetim kurulu başkan yardımcısıyım. Çocukluğum o
avluda geçti. Bisikletli fotoğraflarım var. Kuzguncuk dört kültürü birleştiren,
dört kültürlen birlikte eee... Rumu Musevisi Ermenisi Türküyle birlikte enteresan
İstanbul’un 3-4 semtinden biridir. Diğerleri Ortaköy ve Hasköy’dür. Bu dört
kültürle birlikte büyümek çok özel benim açımdan. B1-26 (R, 54, E)
Babam da
ben de doğma büyüme Cihangirliyiz. 2007’ye kadar Cihangir, yazın da Burgaz ve
Büyükada. 52’de Cihangir’de doğmuşum. Turşucu vardı Asri diye onun üç bina
ötesindeydi bizim ev. Çook Rum vardı. Cihangir Rumların oturdugu nezih
diyebiliriz, öyle bir semt. Ama sırf zenginler değil herkes oturabiliyordu.
Mesela Cihangir caddesi daha zenginlerin oturduğu taraftı. Orta sınıf
ağırlıklıydı. En büyük özelliği eski esnaflarla konuşursan söylerler, hayata
düşkün oldukları için Rumlar iyi para harcarlardı manavından bakkalına kadar,
herkesde işler çoktu. Şimdi muhallebeci Ahmet “eski bereket yok” diyor. Bereket
dediğimiz oydu, insanlar yaşamına düşkündü, yeme içmeyi severdi. Para harcamayı
severdi kazanmaktan daha çok. Bizim arkadaslarımız mahalleden yarısı Türk
Müslümandı. Kandil parası isterdik (gülerek). Yılbaşında ilahi söylerdik Hüseyin’de peşimize takılırdı, biz de
“ulan sen sus sesinden anlayacaklar”
derdik (gülerek), içiçeydik.
Arkadaşlar arasında sıkıntı yoktu. Kurtuluş’un en güzel tarafı ise İstanbul’un
ortasında, ne istiyorsan elinin altında, herşeye ulaşabiliyorsun. Cihangir’den
niye geçtik? Ev satıldı, bir Yunanlı’nındı ev burdan giden. Çok zengindi,
annesi babası ölünce kimseye söylemeden bütün apartmanı sattı. Rumlarda pek
gettolaşma yoktu çünkü Rumlar heryerde oturuyordu. Kuzguncuk’da vardı,
Samatya’da vardı, Gedikpaşa’da, Kumkapı’da, Cihangir’de vardı. Ama sosyetik
semtlerde pek yoktu, Nişantaşı Şişli
mesela. Benim annemin kızlık evi Bankalar caddesindeydi, oraları iyiydi.
Bankalardan çıkarken, sağdan bir yol Tünel’e çıkar pazar vardır hatta, Lüleci
Hendek sokağı. Oralarda Yahudi de çok vardı. Teyzem orda otururdu, eski cumbalı
evler. Hatta alt komşusu teyzemin Mango varya şimdi onun sahibiydi. Sonra
ekonomik durumları bozuldu gitmek zorunda kaldılar. Cihangir’de Musevi hiç
yoktu. Kuledibi’nden para kazanan Yahudiler
Şişhane’ye geçtiler. Fener
Rumdu, Hasköy Yahudiydi. Yahudiler ordan Bankalar’a, ordan Şişhane’ye, Şişli,
Nişantası, Ulus diye gidiyor. Rumlar heryerde vardı. Moda’da çok Rum vardı,
Üsküdar’da, Samatya, Gedikpaşa... çok vardı. Gedikpaşa’da Ermeniler de vardı.
64’de trajik bir düşüş oldu nüfusta, % 75’i gitti nüfusun bir sene içinde.
Sonra da periyodik olarak gittiler. B1-19 (R, 61, K)
Rumlar
Cihangir, Kurtuluş, Osmanbey’de vardı, Nişantaşı’nda yoktu mesela. Bakırköy’de
çok vardı, Yeşilköy. Yeşilköy daha kalburüstü. Daha da zengini Tarabya,
Arnavutköy’de, hatta Kuzguncuk tam bir Rum mahallesiydi. Tatavla (Kurtuluş),
Bakırköy en yoğun yerlerdi. Aaa pardon
Tarlabaşı çook kalburüstüydü. Pera civarı... Eskiden Cihangir, Adalar, Tarabya,
Yeşilköy’de oturulurdu. Eskiden
daha içiçeydi Rumlar.
Şimdi Bahçeşehir’de oturan bile var. Şimdiki
zenginlerde eskinin aristokrasisi, seviyesi yok. O görgü yok, sonradan
görmelik başladı. B1-14 (R, 60, K)
Ermeni nüfusun daha yoğun olarak kümelendiği Kumkapı
ise orta tabaka Rumların 50-60’lı
yıllarda varlıklarını sürdürdükleri bir semtti. Kumkapı’nın dini-etnik
haritasını Ermeniler ve Rumlar oluşturmaktaydı. Mahalledeki sosyal ilişkiler
ağı ekseriyetle her bir cemaatin kendi içinde gerçekleşiyordu. Semtin büyük
çoğunluğunu Ermeniler ve Rumlar oluşturduğundan gündelik hayat içinde bir araya
geldiklerinden dolayı komşuluk ve arkadaşlık
ilişkileri güçlüydü.
1958’e
kadar Kumkapı’da kaldık. Gedikpaşa’dan inerken sol tarafta Ermeni Katolik
kilisesi var biz bir sonraki sokaktaydık, köşeden ikinci ev. O sokakta iki Rum
aile vardı, Ermeniler fazlaydı. Annem gayet iyi Ermenice öğrenmişti. Musevi
yoktu. Bazen akşamları annem babam çıkmak istiyorlardı, benim bir küçük kardeşim
daha var kızkardeşim de 3 sene ufak, evde yalnız kalamayacağımız için Madam
Bercui geliyordu bizimle kalıyordu annemler gelene kadar böyle bir samimiyet
vardı. Mahallede Türk yoktu, arkadaş olarak yazın Heybeli’de vardı. Hayatımız
evden okula okuldan eve geçerdi, annemlerde komşularla vakit geçirirdi.
Pangaltı’da mahalle kavramı yok ki, orada apartman var. Biliyorsunuz Samatya’da
eski evler, zemin katta bir oda mutfak, ikinci katta bir oda mutfak diye
giderdi. Herkes dışarda oynardı.
Pangaltı’da bunlar yoktu. Mahallede kimseyi tanımazdım. Zoğrafyon’a devam ettim
orda. Apartmanda birinci katta Musevi bir aile, sonra biz vardık, 2 tanede Rum
aile vardı. Atina-5 (R, 68, E)
Bizim
zamanımızda zenginler Ayaspaşa’da, Gümüşsuyu, Şişli, Nişantaşı, Cihangir, ortasını
işte Tarlabaşı, Aynalıçeşme’de, Balık pazarında, Samatya’da, Yedikule’de. Bizde
mesela Üsküdar’dan Beyoğlu’na daha iyi bir yere gittik. Evlendikten sonra
Galatasaray’da kilise var şimdi Koska var o binada oturduk. Kilisenin
binasıydı. Hep orda oturduk 89’a kadar. Annem orda kalmak istemiyordu,
başlamıştı bozulmaya ortam. Anadolu’dan göçler filan. Eski komşular yoktu artık, Fatma hanımlar Ayşe hanımlar... beraber
büyümüştük.
İlişkiler komşularla çok iyiydi.
Hatta bir hanımın oğlu Yarbay olmuştu, ananeme takılıyordu “gittik sizi
bombaladık geldik” sinirlendirmek için (gülerek), yayamın kucağında büyüdü. Babamın bütün arkadaşları Türktü. Albaylar,
tapu müdürleri hepsi. Atina-8 (R, 67,
E)
Araştırma kapsamında Rum cemaatinin üç kuşağıyla yapılan
görüşmelerde İstanbul’da Rum
kimliğini belirleyen ana dinamiğin Rumca olduğu ifade edilmiştir. Rumlar
okullarının bulunduğu Cihangir, Taksim, Moda, Üsküdar, Bakırköy, Yeşilköy,
Kuzguncuk, Samatya gibi semtlerde orta ve üst orta sınıf bir arada yaşamıştır.
Yaşadıkları mekana aidiyet Rumlarda ve Ermenilerde sıklıkla dile getirilmiştir.
Üst-orta gelir seviyesine sahip sosyoeokonomik açıdan daha üst semtlerde
yaşayabilecekken doğduğu günden beri Kurtuluş’tan ayrılamadığını, semtle
kuvvetli bir aidiyet ilişkisi geliştirdikleri birçok Rum görüşmecide gözlenen
ortak bir olgudur. İnsanlar kendilerini tanımlarken kendilerini o mekânla
ilişkilendirme, ona karşı bir aidiyet duygusu geliştirmeye meyillidirler.
Nereli oldukları sorulduğunda Rumlar çoğu zaman,
“Kurtuluş’luyum, Feriköy’lüyüm, Şişli’liyim” şeklinde tanımlamalar yaptılar.
Şehir, semtler, mekan kimliğinin bir parçası olur. Lefevebre’e göre mekan,
politik ve ideolojiktir (2009). Kimlik de mekan gibi inşa edilir. Bireyler
yaşadıkları mekanla kendilerini ifade eder ve tanımlar. Benjamin de (1995) “bir
mekanda yaşamak orda izler bırakmaktır” sözüyle toplumun yaşadığı mekana kendi
kimliğini yansıttığını ifade eder. Aynı zamanda mekan da üzerinde barındırdığı
toplumun kimliği üzerinde belirleyici bir etkide bulunur.
Ben Moda’da
doğdum Şifa sokakta 1951’de. Orda doğdum büyüdüm. Biz tek Rum ailesiydik o
zaman. Şifa sokakta yoktu başka Rum. O zamanlar her toplumun kendi içinde
yaşaması sürüyordu, gettolaşma değildi ama paralel yaşanıyordu. Kadıköy’de
2.000 aile vardı, önemli bir toplumdu. 10.000 kadar bir nüfus var. Kadıköy için
bir toplumdu. Türklerle beraberdiler tabi. Babam toptancı dükkanı olarak bütün
bakkalları tanırdı. Tabi okul var, yanında dernek var, derneğin sosyal hayatı
var, kilise var. Ben Kadıköy Rum okuluna gittim. Moda’da çok arkadaş vardı,
Avrupa tarafında da akrabalarımız vardı. Okul Rum okuluydu zaten. Gettolaşma
yoktu ama bir toplum teşkilatı vardı Rumlar arasında. Samatya, eski şehirin içerisi daha fakirdi, Kadıköy
onların arasında, Beyoğlu-Kurtuluş iyiydi ama Feriköy ve Kurtuluş’ta da daha alt sınıf işçi sınıfı vardı; Beyoğlu
daha zenginlerin yeriydi.
Galata eski görkemini
kaybetmişti. Samatyalılar ve Kadıköylüler daha alt sınıf görülürdü. Bu paralel
yaşam devam ediyordu, 64-74 arası kesildi. Atina-6 (R, 63, E)
3.3.3.
Hızlı Kentleşme Döneminde
İstanbul’da Yahudilerin Mekansal Hareketliliği: Ayrışma ve Kümelenmeler
Gettolaşma
cemaatle ilgili değil. Bak bu paraylan ilgili. Eskiden Kuledibi’ndeydik. Yavaş
yavaş Şişli, ne kadar zenginleşiyorsun başlıyorsun Gayrettepe, Ulus, İstinye...
(Y, 83, K)
1950’lerden 1980’lere kadar üst orta ve üst tabaka
Yahudiler Taksim, Tepebaşı-Pera, Nişantaşı-Teşvikiye, Harbiye, Şişli, Moda
(Aşkenazlar); orta tabaka Yedikule, Şişhane’nin Tünel tarafı, Yüksekkaldırım, Ortaköy,
Şişli; alt-tabaka Balat, Hasköy, Şişhane
Kuledibi, Şişli Perihan Sokak,
Sıracevizler; Anadolu yakasında ise ağırlıklı olarak Caddebostan, Bostancı,
Moda’da kümelenmişlerdi. Yeşilköy üst tabaka, Büyükada orta, orta-üst ve üst
tabaka, Burgazada orta-üst ve üst tabakanın yazlık yer seçimi iken Heybeliada
daha orta-sınıf yazlık mekanı, Büyükdere ve Caddebostan ise Yahudilerin
Adalar’a alternatif tercih ettikleri sayfiye mekanlarıydı.
Tekirdağ’dan
gelince Yüksekkaldırım’da oturduk. Yüksekkaldırım çok farklı geldi bana başta. Bambaşka
bir dünya. Orda çok güzel bir sinagog
var, İtalyan. Merdivenler var ve Kuledibi’ne
çıkan merdivenler var, Surp Agop hastanesine çıkar. Oraları hep Yahudiydi.
Taksim zenginlerdi, Yüksekkaldırım orta sınıf ama üstü de vardı. Kurtuluş yine
orta, Nişantaş’ta da baya zenginler vardı. Nişantaş’ta Emlak caddesinde
oturduk. Sokağa çıkarken hep dikkat ederdik giydiklerimize. Cumhuriyet
bahçesine giderdik annemle, şimdi o da kalmadı. Beyoğlu’nda gezmek mühimdi,
şapkasız çıkılmazdı. Bu benden evvel ama. O zaman pantalon, şort yoktu. Şimdi
Beyoğlu’na çık korkarsın. 33 senedir de Suadiye’de oturuyorum. Gettolaşma
cemaatle ilgili değil. Bak bu paraylan ilgili. Eskiden Kuledibindeydik. Yavaş
yavaş Şişli, ne kadar zenginleşiyorsun başlıyorsun Gayrettepe, Ulus, İstinye..
hayat böyledir her zaman. Ekonomiktir bu. C1-7 (Y, 83, K)
Ben 57’de
doğmuşum, İsrail’den 1964’de geldik İstanbul’a, ben 7 yaşındayken. İsrail’de
dedem bir fabrika kurmuştu, babam da orda çalışıyordu. ilk Güzelbahçe’de
oturuyorduk, Nişantaşı’nda. Sonra Harbiye’de Orduevinin karşısında yuvarlak
eski bir apartman var, orda oturduk. Yatak odama bayılıyordum, siyah ve sedef
kakmaydı. 2 oda bir salon ama enfes bir yerdi.
Sonradan Şakayık sokakta
Altılar Apartmanına dedemler
ve biz
beraber geçtik. Ben Şişhane ve
Balat’da o dönemde yaşamış Yahudileri tanımıyordum. Benim mesela ilk diyim
72-73’lerde bir Yahudinin Şişli-Nişantaşı dışında oturabileceğini idrak
etmiyordum. Hatta Şişli’ye bile burun kıvırırdık. Sonradan anladım tabi ki. 78
de evlendiğim için eşimin ailesi aynı ortamdan olmadığı için “daha orta”
ailelerin yapısıyla karşılaştım. C1-5
(Y, 57, K)
Genellikle
Şişli, Nişantaştı mekanlar. Moda tarafında da oturanlar vardı. Daha üst seviye
bunlar. Aşkenazlardı genellikle Moda’da oturanlar; daha deniz manzarasından
anlayanlar. O zaman deniz manzarası olayı yoktu, aksine daha cadde üstünde
olsun filan fıstık vardı. Taksim o
zamanlar bitmişti artık. Yoksul olanlar Şişli ama bodrumda otururlardı. Perihan
sokak, yok efendim Sıracevizler... oralar. C1-15 (Y, 64, K)
1950’li yıllarda hız kazanan kentleşme mekandaki
hareketlenmeye bir ivme kazandırmıştır. İstanbul Yahudileri yoğun olarak
yaşadıkları Balat, Hasköy’den Kuledibi, Galata ve Ortaköy’e, gelir seviyesini
yükselten aileler de zamanla Şişli, Osmanbey, Kurtuluş ve Nişantaşı gibi yeni
gelişmekte olan ve sosyoekonomik açıdan üst bir nüfus karakteri çizen semtlere
taşınmışlardır (Bali, 2009b). Balat ve Hasköy’de daha çok alt sınıf Yahudiler
yaşamaktaydı. Buradaki Yahudi nüfusun erimesinde (1948-1951) arasında İsrail’e gerçekleşen büyük göçün etkisi
bulunmaktadır. Daha iyi hayat koşulları elde etmek için bu semtlerde yaşayan
alt sınıf Yahudiler
çok kısa bir zaman içinde mahallelerini terk edip İsrail’e göç etmişlerdir (Toktaş, 2010).
1950’li yıllarda Hasköy’de Yahudilerden boşalan yerleri Karadeniz ve Doğu’dan
göçlerle gelen orta alt sınıf Müslüman-Türk aileler doldurmuştur.
Ben 1945’de
doğdum, Hasköy’de doğdum. Doğma sebebim şu: 2. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru
çok büyük kıtlık
vardı Türkiye’de savaştan
dolayı. Ekmekler fişlen
dağıtılırdı. Aileye benim doğumumda, 250 gr. ekmek alabilmek için beni
doğurdular, vallahi (gülerek). Babam
çalıntı ekmek fişi satın aldığı için Sultanahmet hapishanesi’nde bir hafta
yatmıştı. Açlığı sen düşün... Şu anda o cezaevi Four Seasons Oteli. Benim
abilerim de, rahmetliler, sokakta işportacılık yaptılar, Mamutpaşa’da çorap
sattılar. Benim büyük abim belki de 16-17 yaşındaydı, 1948 yılında İsrail’e
gitti macera yaşamaya. 1-2 sene kaldıktan sonra Türkiye’ye döndü. Ben 1952
senesine kadar Hasköy’de yaşadım. Hasköy
ondan sonra boşaldı zaten. Anekdot gibi anlatıcam bunu. Büyüdüm ben 12
yaşındayım. Evde top oynuyoruz, tak tak gardropun üstüne çıktı top. Bende çıktım
bir baktım küflü
müflü bir çuval.
“Anneee hazine var burda” dedim (gülerek), annem “in ordan in ordan” diye haşladı beni. Meğer annem kıtlık
olur diye bir çuval şekeri saklamış
oraya. Küflenmiş rutubetten filan. Artık 1960’lara geldiğimizde atıldı o
şekerler. Hasköy çok güzeldi. Deniz kenarında, kahvehaneleriyle, Emirgan çay
bahçesi tipindeki yerleriyle; akşamları anneler
kocalarını beklerken, çocuklarda orda oyun oynarlardı. Havadar,
çok güzel komşuluğumuz oldu. Yahudi ailelerden cok Müslüman aileler de vardı.
Çok büyük komşuluklarına şahit oldum. Bizim bir bahçemiz vardı, domates
yetiştirirdik. Yandaki Hatice hanım da fasulye yetiştirirdi takas yapılırdı.
Tamamen organik bir tarımlan büyüdüm. Hergün bir ağacın üstünde meyva yedim. 6
yaşında kız arkadaşımla ağaca çıkar kiraz yerdim. Tavuğun peşinden gider
yumurtayı yerdim. Tam doğal hayat. 8 yaşında artık “biz burda ekalliyet de
kaldık” diye rahmetli babam Kuledibi’ne taşındı. Tamamen farklı, apartman
hayatı. Bir apartmanın 4. katında yaşamaya başladık. İki oda bir hol.
Hasköy’deki ev bahçeli, incir ağaçlı karşımızda karpuz allahhhhh... şu anda
imrenilecek bir hayatımız vardı. Babam o zamanda sokakta işportacıydı. Biz
ordan ayrılırken babam İrfaniye çarşısında kalıcı pazarcı oldu. Bir
metrekarelik bir tezgah düştü. Orda tabi kazanmaya başladı. Abimlerle imece
usülü evin kumbarasına katkıda bulundular. Mangalla ısınan aile paracıklar
gelince çini sobası alındı. Musevi 2. Karma ilkokuluna gidiyordum. Bizim
zamanımızda 2 tane ilkokulumuz vardı. 1. Karma ve 2. Karma. Bizim dönemin %99’u
orada okudu. Sonra Musevi 2. Karma. Babamın biraz daha parası olunca çini
sobası gitti gaz sobası geldi. Büyük olay! Biz Kuledibinde hepimiz Yahudiydik.
Bütün arkadaşlarım Yahudiydi. İcab
ederse Türklerle de kavga ederdik sapanlarla filan. Komşular çok iyiydi.
Hasköy’de çok Müslüman vardı, Kuledibi getto gibiydi. Ama S.’ın (eşinin)
Kuledibi’nde Müslüman komşuları olmuş çok çok iyi. 15-16 yaşında Müslüman
arkadaşım olmaya başladı. Top oynardık mahallede, santraforumuz yok, derdik
bizim komşunun oğlu Mehmet iyi top oynuyor, onu alırdık; ama 10 kişi “Moris”
idi takımda. C1-2 (Y, 69, E)
Yahudi cemaatinin mekansal hareketliliğinde Rum ve
Ermeni cemaatlerine göre, sınıfsal kimliklerinin dini-etnik kimliklerinin önüne
geçtiği ortaya çıkmaktadır. Bu tamamen cemaatten kopuk, bağımsız yaşadıkları,
doğup büyüdükleri semtlere hiçbir aidiyetleri
olmadığı anlamına gelmemektedir. Doğdukları büyüdükleri semtlere,
özellikle Adalar söz konusu olduğunda, aidiyetlerini, bağlılıklarını çok
kuvvetle dile getirmişlerdir. Fakat bu aidiyet Rum ve Ermeni cemaatlerinde
tespit edildiği kadar kuvvetli değildir. Rum ve Ermenilerde semtlere aidiyet kilise-okul-dernek
gibi cemaat kurumlarının temelinde şekilleniyordu. Yahudilerde bu tip bir
aidiyet gözlenmemiştir. Yahudiler mekanda daha hızlı mobilize olurken mutlaka
birkaç aile bir arada olmaya, cemaatten çok da fazla bağımsız hareket etmemeye
çalışmaktadırlar. Bunun arkasında yatan unsurlar bir arada olmanın
verdiği
güvenlik
duygusu, çocuklarının cemaat içinde sosyalleşmesi, cemaati bir arada tutmak ve asimilasyonu önlemeye çalışmak olarak
sıralanabilmektedir.
Babam
dantel ve manifatura işindeydi. Annem hiçbir zaman çalışmadı. Şişli’de 50-70
arası kaldık. 72’de evlendim. 72’de kayınvalidemle Nişantaş’ta yaşadık. Sonra
ben gene Şişli’ye kiraya çıktık, 75’de. Ondan sonra da Gayrettepe’ye geçtik. Bu
genel mekansal dağılımı gösterir sana zaten. Nasıl olurdu bilmiyorum. Bizim
bütün mahalle Yahudiydi. Esas gettolaşma oydu. Bütün apartmanlar Yahudiydi.
Abide-i Hürriyet caddesindeydik. Çok da Ermeni vardı. Hemen hemen Türklerle
görüşmeme durumu vardı çünkü etrafta Türk yoktu. Evde Ladino hep konuşulurdu.
Ben ananeyle büyüdüm, hep hep Ladino konuşurduk. C1-15 (Y, 64, K)
Ekonomik seviyelerini yükselten Yahudi aileler mekanda
hızlıca mobilize olmaktadırlar. 1950-1980’ler arası dönem için İstanbul içi
hareket hattı genelde Şişhane, Taksim, Şişli, Nişantaşı, Gayrettepe ekseninde
yürümektedir. Gelir seviyelerine göre gittikleri semtlerde cemaat olarak bir
arada olmaya dikkat etmektedirler. Semtlerin kendi içlerinde de dini-etnik
cemaatler sınıfsal olarak ayrışmaktadırlar; bu bağlamda toplumsal sınıfların
mekansal ayrışması Yahudi cemaatinde de gözlenmekteydi. Örneğin, Şişhane’nin
Pera tarafına yakın kesimi, apartmanların içinde kırmızı halıların,
asansörlerin olduğu, orta ve üst sınıf “Fransızca” konuşan Yahudilerin
oturduğu, Kuledibi ise daha alt orta sınıf, “Ladino” konuşan kesimin oturduğu
bölgelerdi.
O dönem
zenginler Taksim’de. En uzak yer orasıydı. Taksim
veya en fazla
Harbiye’de. Yoksullar da Kuledibi
tarafında otururdu. Bizim orda (Şişli) hem cemaat hem karışıklık vardı. Bizim mahallede Musevi aileler vardı tabi. Benim küçük
dayım Taksim’de otururdu, bir fabrikası vardı. Çocuklarını dadılarla filan
büyüttü. Bir süre sonra Nişantaşı revaçta oldu oraya taşındılar. Çok uzaklaşma
olmazdı ama birbirinden. Gettolaşma vardı. Şimdi ki gibi değildi. Şimdi çok çok
dağıldı. Asimilasyon o yönden çoğaldı. Şehir yüzde üçyüz büyüdü o yüzden
dağıldı tabi otomatik. Biraz daha temiz, yeni, modern yerleşimde yaşamak
isteyen kalkıp gidiyor tabi. C1-12 (Y, 74, K)
Hasköy ve
Kuledibi orta ve alt sınıftı. Orta ve üst sınıf Şişli’de oturuyordu.
Kuledibi’nin Tünel tarafı, Taksim ve Pera. Şişli’nin bazı kesimi vardır şu anda
Sarıyer’de otururlar. Şişli o zaman uzaktı, öncü olanlar orada otururdu.
Sonra durumu düzelen yallah
Şişli’ye gitti. Kuledibi’nde
esrarkeşleri görürdük mahallede akşamları hep. Yüksekkaldırımın oraları filan
hep Yahudiydi. 100 ailenin 90’ı Yahudiydi, orta direk ve fakir. Daha fakir olanlar Balat ve Hasköy’den çıkamamıştı. O
dönemin kalburüstü Yahudileri 3-5 aileydi, sanayicilerdi. Rusya’dan gelenlerdi
sanırım. Ordan altın getirmişler yanlarında. Alarko vardı, Kamhi vardı. Kamhi’de Tepebaşı’nda oturuyordu o zaman, Kuledibi’nin orda, Pera
müzesi civarında sanırım.
Sosyeteydi orası. Karşısında Halk bahçesi vardı, Zeki Müren çıkardı, tuvaletten dinlerdik sesini. Yaktılar sonra orayı şerefsizler. hüngür hüngür ağladım
orası yandıktan sonra. Şu anda yok öyle biryer.
Bir tek Ses tiyatrosu sanırım.
Orası Scala gibi tiyatroydu. C1-2 (Y, 69, E)
Bir gün
annem babam büyük şehire göç etmeye karar verdiler: Şişhane’ye. Şişhane o
zamanlar birkaç bölgeye ayrılan bir semtti. İyi ve kötüsü vardı semtin kendi
içinde. Mesela Kuledibi daha düşük sınıf insanların yaşadığı, orada zamanında
oturan daha kalburüstü kişiler zamanla Şişhane’ye ordan Şişli’ye ve
Nişantaşı’na göç etmişler. Kuledibi’nde oturanların lisanı, şivesi, davranışı
bize hiç uymazdı onu fark ederdin hemen. Orda çok alt sınıfa mensup Yahudi
vardı tabi. Babam bizi 6. Daire dediğimiz kaymakamlık vardı, Tünel
merdivenlerine sırtını verirsen sağ basamağın başına götürdü. Sokağın başında
da teyzemler otururdu. Camdan görürdük birbirimizi. Rum bir kadının evinde
oturuyorduk biz Şişhane’de. Evin altında bir berber vardı. Bugün orda o döneme
ait tek kalan o berber, onun kalması bile mucize valla. İkinci apartmanımız
şimdi Miss Pizza’nın olduğu yer. 4. katta oturuyorduk. İlk buzdolabımızda
taşındığımız birinci evde, altında berber olan, almıştık. Salonda olurdu
buzdolabı! Evin en kıymetli parçası. 1958’den bahsediyorum sana. Bizim nesil
telefonu, radyoyu, televizyonu o aşamaları gören tek nesil. Biz radyonun olduğu
bir nesilde yaşadık. Biz çok şaşkın
bir jenerasyonuz o yüzden. İki tane börekçi vardı Kuledibi’nde. Ama kol
böreğinin allahını yapardı, içiçe geçerdi böyle kuğu gibi. İçi patatesli veya
patlıcanlı olabiliyordu. Öbürü pudra şekerli olan uçardım yerken anlatamam sana
müthişti. Arabada satarlardı bunları. Bir tanesi tipik börekçi avam tipliydi,
öbürü daha nazik bir adamdı. İkisi de
Yahudiydi. Bir de şarküteri sahibi bir Yahudi vardı. 1960 başından
bahsediyorum. Şişhane’de bir aristokrat kesim vardı bir de sınfısal olarak daha
düşük olan kesim. Evin merdivenlerinin tamamında kırmızı halı vardı, lamba
vardı girişte. C1-3 (Y, 64, E)
1959’da
Nişantaşı’nda doğdum, Güler apartmanında. 7 yaşında ordan ayrıldık, Poyracık
sokağa taşındık. 28 yaşında evlendim ve Ortaköy’e geçtim. Hala Ortaköylü
olamadım. 2 çocuğum orda doğdu ve hala ordayım. Nişantaş
benim doğduğum, büyüdüğüm
ve okuduğum yer. Sokakları... bu
benim sahip olduğum azınlığa ait birsey değil, ben şahsen çok kök salan bir
insanım. Kiralık evimden bile bir kaç ay çıkamadım. 1980’lerde bir ara baya bozuldu Nişantaş, binaları
kaldırımları sosyal hayatı, bugünkü sempatik görüntüsü ışıltısı yoktu.
80’lerde, 2. yarısında o zaman ki Mudo Vakko Beymen filan bir araya gelip
“Nişantaşı’nı Seviyorum” diye bir dernek açmışlardı ve tekrardan ateş yakıldı
ve bugünkü ışıltısına ulaştı. Beyoğlu da şimdi çok değişti. Ben Nişantaşı’nda
yaşarken benim bütün arkadaşlarım küçük bacaklarımın götürebileceği uzaklıktaydı.
En uzağı Osmanbey’deydi, Maçka’da vardı. Her zenginlikten arkadaşlarım vardı
ama o zamanlar biz o sınıf farklılıklarını anlamazdık ama şimdi ki çocuklar
anlıyor. Bakardık ev daha güzel daha fazla oyuncağı var, kendini ölçerdin. Ama
bunu da bilinçaltı otomatik yapardın. Neden seviyorum? Çünkü Nişantaşı’nda gün
geldi ağladım sevindim gün geldi kız arkadaşımla buluşmaya gittim gün geldi
basamakları saydım gün geldi yokuşları koştum... ben yaşadım orda. Ben
Ortaköy’de hiç yaşamadım. Ortaköy’e arabayla gittim, arabadan indim ve sosyal
bir çevrem oluşmadı. Bugün hala boş bulduğum her dakka Nişantaş’a giderim.
Gidip “vitrinleri yalarız” (fransızcadan),
illa birkaç kişiye denk düşüyorsun. Seni rahatsız eden bir görüntü yok. Başka
bir yerde yaşamak zorunda kalmak istemiyorum. İstanbul’dan başka bir yerde
yaşayamam heralde. C1-10 (Y, 55, E)
Yahudilerin mekandaki hareketliliğini ve kümelenmesini
etkileyen ana dinamikler 1950’lerden itibaren hız kazanan kentleşme ve İsrail’e
gerçekleşen büyük göç dalgası olmasına ek olarak 1950’lerden itibaren hızlanan
iç göçün etkisi de önemlidir. İç göçlerle Anadolu’dan gelen kırsal, eğitimsiz
ve yoksul Müslüman Türk kesim Hasköy, Balat, Fener, Kuledibi gibi semtlerde
buldukları boşluklara yerleşmişlerdir. İsrail’in kuruluşu ile birlikte bu
semtlerden ağırlığını yoksul Yahudilerin oluşturduğu kitlesel bir göç hareketi
olmuştur. Bu göçlerle boşalan yerleri ise 1950’li yıllarda Anadolunun kırsal
bölgelerinden İstanbula göçen yoksul göçmenler doldurmaya başlamıştır. İsrail’e
göç edenlerin dışında bu semtlerde kalan Yahudiler de zamanla semtlerinin bu
değişen kültürel profilini modernlik hallerine ve gayrimüslim kimliklerine
aykırı olarak algılamış, gelir seviyelerine göre mümkün olduğunca bir arada
kentin yeni oluşan modern alanlarına taşınmışlardır.
Şişhane’de
bir aristokrat kesim vardı bir de sınıfsal olarak daha düşük olan kesim. Evin
merdivenlerinin tamamında kırmızı halı vardı, lamba vardı girişte. Komşulardan
ikisi doktordu. 6-7 yıla kalmadan tamamen değişti. Ben evlenince ayrıldım.
Annem babam birkaç sene daha kaldılar. Ama ortam farklılaşmaya başlayınca, gelen komşu değişince... Benim
ayrılmam
74’dür. Burda mesele etrafın Müslümanlaşması değil. Müslüman kitlenin sınıfsal transferiydi bence. C1-3 (Y, 64, E)
Kuledibi
gettoydu. Zaten sırf Yahudiler vardı etrafımda. Belki de Müslüman Türklerin
çoğunlukta olması babamları rahatsız etti de Kuledibi’ne geldik... C1-2 (Y, 69,
K)
3.3.4.
Hızlı Kentleşme Döneminde
İstanbul’da Ermenilerin Mekansal Hareketliliği: Ayrışma ve Kümelenmeler
Şişli’de bir apartman, içinde mobilyalar var… (Lüküs Hayat)
1950’lerden 1980’lere kadar Ermenilerin İstanbul’daki
sosyo-mekansal ayrışması iki temel dinamiğe dayanmaktadır. Birincisi
Ermenilerin tarihsel olarak yerleştikleri semtlerdeki kilise ve okulları
çevresinde oluşmuş cemaat yaşantılarıdır. Bununla yaşam alanlarını, kültürü
korumak ve devam ettirmek, güvenlik, cemaat içi sosyalizasyonu güçlendirmek
amaçlanmaktadır. İkincisi ise değişen maddi ve kültürel sermeyelerin yarattığı
sınıfsal hareketliliktir. Tez kapsamında yapılan araştırmada Ermenilerin
bahsedilen dönemde İstanbul’un sınıfsal coğrafyası içinde orta ve üst orta
sınıflar Feriköy, Kurtuluş, Şişli (Bomonti, Pangaltı), Nişantaşı, Kadıköy,
Üsküdar’da; orta ve alt orta sınıflar Gedikpaşa, Beşiktaş, Samatya, Kumkapı,
Ortaköy, Bakırköy’de; üst sınıfların ise Yeşilköy ve Tarabya’da yerleştiği
görülmektedir. Yeşilköy, Suadiye, Büyükdere, Beykoz, Florya ve Adalar ise
Ermenilerin sıklıkla tercih ettikleri sayfiye merkezleri olarak ön plana
çıkmaktadır. Yeşilköy ve Adalar daha çok zenginlerin sayfiye evlerinin
bulunduğu yerleşmelerdi.
Bu semtlerin hemen hepsi tarihsel açıdan “Ermeni semti
kimliği”ne sahip ve Cumhuriyetle birlikte de bu kimlik özelliğini koruyan semtlerdir.
Bu nedenle 1950’lerden sonra Ermenilerin mekandaki hareketliliğinde gelir
seviyesi ve yaşam tarzına uygun semtler seçmenin tek faktör olmadığı
görülmektedir. Kilise ve okul kurumlarının etrafında kümelenme, aile ve arkadaş
çevresiyle bir arada olma, cemaati bir arada tutmak ve var olanı koruma çabası,
bu dönemde de yerleşimin ana unsurlarını belirlemeye devam etmiştir. Semt
seçiminde özellikle Ermeni okullarına yakın olmanın baskın bir unsur olduğu
yapılan görüşmelerde ortaya çıkmıştır. Üç kuşaktan Ermeni görüşmeciler Ermeni
kimliğini belirleyen ana etkenin Ermenice
olduğunun altını kuvvetle
çizmişlerdir. Dil Ermeniler
için Ermeniliğin
ve Ermeni kültürünün en önemli aktarım aracıdır. Ermenilerin büyük bir
çoğunluğu için dili korumak kimliğini korumak, yetiştiğin toplumu korumak ve
sahip çıkmak demektir. Bu sebeple Taksim, Şişli, Kurtuluş, Feriköy, Samatya,
Kadıköy, Bakırköy gibi okulların bulunduğu semtlerde orta ve üst orta sınıf
Ermenilerin bir arada yaşadığı semtlerdir.
Yaşadıkları mekana aidiyetleri Ermeniler tarafından
sıklıkla dile getirilmiştir. Üst orta gelir seviyesinden, Nişantaşı, Ulus,
Tarabya gibi sosyoeokonomik açıdan daha üst semtlerde yaşayabilecekken doğduğu
günden itibaren Feriköy’den, Şişli’den, Kurtuluş’tan ayrılamadığını belirten,
semtindeki kilisesine, okuluna bağlılığını dile getiren bir çok görüşmeci
olmuştur. Kiliseler ruhani bir mekan olmasının yanısıra dünyevi açıdan da
Ermenilerin cemaat içinde sosyalizasyonlarını sağlayan, ayin sonraları
bahçesinde vakit geçirip sosyalleştikleri, dernek aktivilerinin yer aldığı,
cemaati bir arada tutan, cemaate ve bu sayede semtlerine de aidiyetlerini
kuvvetlendiren ve bağlılıklarını sağlayan bir araçtır; kiliseler bu bağlamda bir nevi manivela rolü görmektedir.
Ermenilerin cemaat olarak bir arada yaşamasını gerekli
kılan diğer bir önemli faktör de
1960’lara kadar gayrimüslimlere yönelik uygulanan ayrımcı yurttaşlık
pratikleridir. “Vatandaş Türkçe Konuş”, gayrimüslimlerin bazı mesleklerden men
edilmeleri, Varlık Vergisi, 20 Kur’a ihtiyat, 6-7 Eylül ve ASALA dönemi gibi
belli başlı ayrımcı ve milliyetçi politikalar, baskılar gayrimüslim azınlık
cemaatlerin içlerine kapanmalarına, geniş topluma karşı daha kapalı bir hayat
yaşamalarına ve belli başlı semtlerde kümelenmelerine sebep olmuş veya bir
arada oturdukları semtlerden ayrılmalarına engel olmuştur.
1956
doğumluyum. Doğduğum yer ile hali hazırda oturduğum yer bir kilometrekare bir
alan, Feriköy. 10 yaşlarında filan yine yer değiştirdiğimizde 600 metre Avukat
caddesi, Çobanoğlu sokak, şimdi de Çobanoğlu’nun devamındayım. 59 sene aşağı
yukarı mekan aynı. 59 yıllık değişimini biliyorum. Ferıköy o bölge zaten
ekalliyetin yoğun olduğu bölge. O dönemlerdeki rakkamlarla, sadece okuduğum
ortaokuldaki çocuk sayısı 1200’ler civarında, 60’larda. O gözle bakıcak olursan
büyük ekalliyet var. Feriköy-Şişli, Bakırköy-Yeşilköy, Kadıköy, Ermeni
azınlığın en çok olduğu bölge. Benim hatırladığım yaşlarımda Florya’ya denize gidilirdi, iki tane plaj
vardı. Şimdi Şişli, Feriköy hem orta hem orta üst. Yeşilköy zaten pahalı bir
semt. Orada oturabilmek için belirli bir gücün olması lazım. Yeşilköy sayfiye
yeriydi, Suadiye, Büyükdere de öyle, sayfiye yeriydi. Burdan Marmara
Ereğlisi’ne pikniğe gidilirdi. Şişli’den
100 km. düşünsene! Kartal-Pendik filan zaten şehir dışıydı. Böyle bir şehir
büyümesi, böyle bir şehir
kalabalığı eklalliyet oranını inanılmaz değiştiriyor. Senin çoğunluk diye
bulunduğun yerler toplam 50.000 nüfus olduğumuzu varsaysak şimdi de aynı desek
dağılımı ona göre düşünmek lazım. Ekalliyet aynı bölgelerde kalıyor. Beylikdüzü
tarafında oturan insanlar da var şimdi, çocuklarını o taraflardaki okullara
gönderecekler. Orada ki 10 aile için orda okul, kilise inşaa edilmesi politik
ve maddi olarak mümkün değil. Temelde var olanı korumaya çalışıyor, tamamen
statükonun peşindeyiz. Onu korumaya gayret ediyorsun başka tarafları
düşünemezsin. Eğer Ermeni okuluna göndermek istiyorsa en yakın yere gelecek. Bu sadece
ekonomik güce bağlı
değil. Sen burdan
çıkınca boş bir alana yerleşmezsin. İhtiyacın nedir? Çocuğunu
okula göndermek, kiliseye yakın olmak, arkadaşlarına, çevrene yakın olmak; sırf
ekonomik değil. Temel ilke yaşam alanı. Orada olacaksın. Tek başına gidip çadır
kuracak halin yok. Bir de şöyle düşüneceksin, ben çocuğumu Ermeni okuluna
göndericem, okul nerde? Feriköy, Taksim, Moda’da, Yeşilköy’de. Ben
Beylikdüzü’nde oturup 5’te mi kaldırıcam çocuğu? O zaman bu yerlerden birinde
oturucaksın. Daha insanları içe dönük yaşatan şartlar vardı, bir dünya yaşanmış
sıkıntılar var hem azınlıklar hem belli bir kesim için. Kapalı bir devre
yaşanıyordu. Bu çizginin dışına çıkmayacaksın. Kendi okuluna göndereceksin. Bir
kere Ermeni olmanın temel ilkesi Ermeniceyi bilecek. İkincisi etnik kimliğini
doğru taşıyacak, okulda aldığı eğitimle de bir Ermeni Hıristiyan olarak kalıp kiliseye gitmeyi öğrenecek, kendinden
sonraki nesli de iyi yetiştirebilecek kadar kendi toplumunun sosyali olucak. Amaç
bu kanalın içinde bunu yetiştirmeye gayret etmek. Dünyanın her yanındaki etnik yapılar için kimliğini bununla
koruyacaksın. Dil-eğitim ve yetiştiğin topluma geri verdiklerinle. O diyalek
yürüyecek. A1-16 (E, 60, E)
1962’de
Ortaköy’de çok Ermeni vardı. Beşiktaş, Yıldız Ermenistan gibiydi. Sonra
Kuruçeşme, Arnavutköy’de Rum çok vardı, Hisar’da vardı, Sarıyer, Bakırköy,
Samatya- Kumkapı bir nevi küçük Ermenistan. Kumkapı-Samatya oralar daha
yoksuldu. Ekalliyetin zengin olan yer Kurtuluş, Nişantaşı, Şişli, Yeşilköy. Bir
zamanlar burası çok popülerdi hatta şarkısı bile var “Şişli’de bir apartman,
içinde mobilyalar var” diye... Şişli’de Museviler çok vardı. Karşıda da
Kadıköy, Üsküdar. A1-12 (E, 64, E)
İstanbul’un Ermeni cemaati içinde özellikle birinci ve
ikinci kuşak, okul ve kiliselerin çevresindeki semtlerde yoğunlaşarak kendi
toplumlarından fazla uzaklaşmadan yaşamaya özen göstermişlerdir. 1980’li
yıllara kadar kamusal alanda uğradıkları ayrımcı pratiklerden dolayı
yaşadıkları güvensizlik Ermenileri kendi içlerinde kapalı, pasifize, mümkün
olduğunca geniş toplumla sınırlı
bir ilişki kurmaya
itmiştir. Bu yüzden
semt değiştirme ve mekanda
mobilize olmada oldukça muhafazakar davranmışlardır. Üçüncü kuşak için
artık bu normlar bu kadar sıkı bir şekilde geçerliliğini korumamaktadır.
Birinci ve ikinci kuşağın cemaatin yoğun olduğu semtlerde yaşamaya dikkat
etmesinin arkasındaki diğer bir faktör de çocuklarının sosyalizasyonu,
arkadaşlıkları ve ilerideki eş seçimlerinin cemaat içinden olmasına gayret
etmeleridir. Özellikle birinci kuşağın büyük bir kısmı karma evliliklere karşı
olduğu için özellikle kız çocuklarının Ermeni cemaatinin dışında sosyalleşmesi
ve arkadaşlıkların flörtlere evrilmesi kimi aileler tarafından büyük bir
tehlike olarak görülmekteydi.
Bizim evin
alt katında tek başına bir kadın yaşardı. Kadının oğlu Sorbonne’da okuyordu,
avukat. Sonra ne olduysa geri geldi buraya annesiyle yaşamaya basladı. İlk
geldiğinde adam süperdi, komşuluk ilişkileri filan. Adama ne olduysa ASALA
döneminde oldu. Ben ortaokuldaydım.
Adamın annesi de öldü tek başına kalıyordu. Adam bizi taciz etmeye başladı,
“pis ermeniler” diye, aklına gelecek her türlü şey. Gecenin bir yarısı sopayla
aşağıdan vurmalar filan, çok rahatsız ediciydi. O zaman annem taşınalım diye
tutturdu. Babam bir türlü istemedi “bizim evimiz okulumuz kilisemiz burda, biz
oraya gidip “daciklerin”362 içine gidip
ne yapacağız? Orda rahat edemeyiz. Çocuklar kimlerle evlenecek? Kimlerle karşı karşıya
gelecek?” Babam da hep kendi toplumunun içinde kalmak vardı. Biz ordan
çıkamadık. Kilise yakın olsun, okul olsun, cemaatin dışına çıkmasın, cemaatten
biriyle evlensin önemliydi. Bizden sonra kırılmaya başladı. Zengin oldukça
Kemercountry’e giden de oldu. A1-11 (E, 51, K)
Kendi
üstümden örnek veriyim, ben Kurtuluş’ta oturuyorum ama buraya aşık değilim. Hiç
kafa yapıma uygun bir yer değil. Eskiden bir sürü park, bahçe vardı bu kadar
kalabalık değildi, eğlenceli yaşam çok daha fazlaydı. Kurtuluş caddesinde kızlı
erkekli guruplarla yürüyüşe çıkardık. Artık öyle birşey kalmadı. Şu an
Kurtuluş’un cazibesi şu, çoğu Ermeni Kurtuluş’ta oturuyor ve benim
arkadaşlarımın büyük çoğunluğu Ermeni. Sosyal faaliyetlerimin burda olması. Çoğu
insanın bilinç altında bile olsa bu baskı var. Museviler de bizim kadar mekana
bağlılık yoktur. Bizde kilise-okul vardır ve mekana çok daha bağlıdır
Ermeniler. Kurtuluş’ta orta-üst sınıf Ermeni de var. Ben de gitmem diyorum
mesela. A1-10 (E, 61, E)
362 Ermenilerin kendi aralarında Müslümanları işaret etmek için kullandıkları kelime.
3.3.5.
Hızlı Kentleşme
Dönemi ve Anadolu
Ermenilerinin Mekansal Hareketliliği: Ayrışma ve Kümelenmeler
Semtler
arasında rekabet vardır. Mesela Samatyayla Bakırköy arasında veya Kurtuluş
arasında vardır. Samatya ayrı bir cumhuriyettir. (E, 51, K)
1950’li yıllardan itibaren hızlanan kırdan kente iç
göçlerin içinde Anadolu’da kalmış olan son Ermeniler de büyük oranda İstanbul’a
göç etmişlerdir. Anadolu’dan göçlerle gelen Ermeniler İstanbul’un özellikle
belirli semtlerinde yoğunlaşmış ve kümelenmişlerdir. Kuvvetli hemşehrilik bağları sonucu Anadolu’nun çeşitli
bölgelerinden gelen Ermeniler birbirlerine destek ve sahip çıkarak geldikleri
yörelere göre İstanbul’da bir arada yaşamaya özen göstermişlerdir. 70’li
yıllarda hızlanan göç 80’li yıllarda tamamlanmıştır (Yücel, Yıldız:2015). Yumul
günümüzde İstanbul’da yaşayan Ermenilerin ¾’nün Anadolu kökenli olduğunu
belirtmektedir (Aktaran Komşuoğlu, Örs, 2011). Örs ve Komşuoğlu’nun yaptıkları
saha çalışmasındaki anket sonuçları İstanbul’daki Anadolu Ermenilerinde yöre
kimliğinin çok kuvvetli olduğunu göstermektedir. Ankete katılan 165 bireyin
sadece 27’si (%16,3) kendisini İstanbullu olarak tanımlamaktadır (2011:223-224).
Tez kapsamında yapılan saha görüşmelerinde de Anadolu kökenli görüşmecilerin
kimlik ve aidiyetlerinde geldikleri yerin öne
çıktığı görülmektedir. Kendilerini “Yozgatlı Agop”, “Kayserili Avak” gibi tanımlamalarla göç ettikleri bölgelerin
isimleriyle tanımlamaktadırlar. Bu bağlamda Anadolu’dan göç eden özellikle
birinci ve ikinci kuşaklar için kimliklerinde köken şehir baskın bir yer
tutmaktadır.
1960’lardan itibaren kent içi alanların bir kısmının
ekonomik açıdan orta ve üst sınıf tarafından terk edildiği; sanayinin de kent
dışına çıkması ile kent merkezlerinin boşaldığı; bu boşalan mekanların da
kırsal alanlardan kent merkezlerine doğru yaşanan bir göç dalgası ile yeni bir
değişim sürecine girdiği gözlenmektedir.363 Varlık Vergisi, 6-7
Eylül’den sonra orta ve üst-orta tabaka gayrimüslimlerin şehrin merkezinde yeni
oluşan yerleşim alanlarına (Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı, Kadıköy gibi)
yerleşmesi veya yurtdışına göç etmesiyle birlikte, orta ve üst sınıfın terk
ettiği Samatya, Kumkapı, Gedikpaşa, Ortaköy gibi semtlere Anadolu’dan gelen Ermeniler yerleşmişlerdir. Azınlıkların terk ettiği
bu konut alanları,
363Begüm
Şişmanyazıcı, Hülya Turgut Yıldız, “Tarihî Kentsel Alanlarda “Toplumsal ve
Mekânsal Yeniden Yapılanma”: Fener ve Balat Örneği”, (Çevrimiçi) http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=366&RecID=2324,
25.10.2015.
alternatif konut alanlarının gelişimi ve kent dışı alanlarda başlayan yerleşim ile zamanla üst ve
orta sınıfın da terk ettiği alanlara dönüşmüştür. Anadolu’dan göçle gelen ve
yerleşen Ermenilerin dışında bu semtler, İstanbul’a iş bulmak için değişik
yerlerden gelen Müslüman göçmenler için de alternatif konut alanı olmuştur.
Görüşmelerde Anadolu Ermenilerinin, özellikle ilk iki
kuşağın, İstanbul’daki Ermeni cemaatinden mekansal bazda kendilerini
ayrıştırdıkları, çemberin içinde daha küçük bir çember oluşturarak kendi
içlerinde kapalı yaşadıkları öne çıkan bir tema olmuştur. Anadolu Ermenilerinin
kendi içlerinde evlenmeleri bu kapalılığa bir örnek olarak gösterilmektedir.
Daha üst statüde bir semtte yaşayabilecek olmalarına rağmen güçlü hemşehrilik
bağları ile Samatya ve Kumkapı’da bir arada yaşamayı tercih eden Ermeniler, bu
semtlerde heterojen bir sınıfsal kompozisyon çizmektedirler. 1960’lı yıllarda
İstanbul şehrindeki dağılımlarına bakıldığında Ermeniler varlıklarının teminatı
olan ve kültürlerinin en önemli simgesi niteliğindeki okul ve kiliselerin
bulunduğu semtlerde bir arada oturmaya dikkat etmişler; dini- kültürel değerler
etrafında inşa edilen bir sosyal kümelenme yaratmışlardır. Anadolu’dan gelen
Ermeniler de bu kültürel bağı devam ettirmiş, İstanbul’a geldiklerinde
öncelikle Osmanlı’dan beri Ermenilerin kümelendiği belli başlı semtlere
yerleşmişlerdir. Bu bağlamda Samatya, Kumkapı, Gedikpaşa, Bakırköy gibi
semtlerin etnik kuvöz işlevi gördüğü
söylenebilir. Ayrıca, Anadolulu varlıklı Ermenilerin cemaatin kilise, okul,
yardım dernekleri gibi kurumlarına yaptıkları yardımlar ve destekleri
görüşmelerde şükranla aktarılmıştır.
Samatya’ya
gelen ilk Ermeni Yozgatlıdır. Zenginler, paralı olanlar Yeşilköy’e doğru
gittiler. Şimdi Samatya’da inanılmaz bir Ermeni topluluğu var. Birbirlerini
acaip tutarlar. Hepsinin derneği var. Mesela Sivaslılar, hiçbiri memnun kalmadı
başka kız veya oğlan aldılarsa. Kendi içlerinden evlenmek isterler. A1-9 (E, 81, K)
Anadolu’dan
gelen Ermeniler mesela Ortaköy’e gitmişler, Samatya’ya Kumkapı’ya yerleşmişler.
Çok az bır kısmı Kurtuluş’a gitmiş o da ikinci atlama olarak. A1-1 (E, 64, K)
Bak
İstanbul’un o zaman muayyen bir seviyesi vardı. 6-7 Eylül hadiselerinde çokları
göç etti. Birinci kuşak Varlık Vergisi’nde gitti, ikinci kuşak 6-7 Eylül’de
gitti, o boş yerlere Anadoludakiler geldi. Fakat onlar Ermenice bilmez. Fakat
yerde bir haç görse on defa öper. Çünkü onlar için kilise ve din en başta gelir.
Ve bugün... bizim bütün cemaate
ait kiliseler,
hastaneler, yetimhaneler, okullar
ne varsa onların
sayesinde ayakta. Cemaate
çok sahip çıktılar. Çoook
varlıklılar var. A1-8 (E, 84,
K)
1950’li yılların Anadolu’daki Ermenilerin İstanbul’a
göçünün hız kazandığı yıllar olduğundan yukarıda bahsedildi. Başlarda
İstanbullu Ermeniler arasında Anadolu kökenlilere karşı küçümseyici bir tavır
söz konusu olmuştur (Benlisoy, 2015:371). Hrant Dink’in de belirttiği gibi; “Belli bir kesim İstanbul Ermenisi
için, Anadolu Ermenisi
bir hizmetli, çoğu kez
acınacak zavallı, çoğu zamanda Tanrı katında kutsallaşmanın bir yolu olan
yardımseverliğini göstereceği bir zümre olmuştur”.364 Birinci
kuşak görüşmeciler tarafından İstanbullu Ermeniler ve Anadolu’dan göçlerle
İstanbul’a gelen Ermenilerin kültürel açıdan hiyerarşi merdiveninin farklı
katlarında yer aldıkları, cemaatin içinde Anadolu-İstanbul arasında kültürel
açıdan bir ayrışma ve sosyal tabakalaşma365 olduğunun altı
çizilmiştir. “Bir Sason’lu ile bir
İstanbullu aynı değildir” söyleminde de vurgulandığı üzere bu kültürel
ayrışma, ilerleyen kısımlarda Anadolu-İstanbul Ermenileri arasındaki kültürel
tabakalaşmanın diğer veçhelerine değinilecektir, mekan-köken üstünden inşa edilmektedir. Mekan burada bir prestij
ve statü sembolü olarak kabul görmektedir. İstanbullu Ermeniler için “üç-dört
kuşak İstanbullu olmak” bir yaşam tarzı, prestij ve sosyal statü simgesidir. Bu
söylemle, Anadolu Ermenilerinden kendilerini hem kökenleri, hem de yaşadıkları
semtleri temsil eden kültürel tüketim pratikleri üzerinden ayrıştırmaktadırlar.
Samatya ve Kumkapı özellikle Anadolu’dan göç eden
Ermenilerin ilk durakları olma özelliğini göstermektedir. Samatya’ya ve
Kumkapı’ya yerleşen orta, alt orta sınıfa mensub Anadolu Ermenileri gelir
seviyelerini yükseltince Samatya ve Kumkapı’dan sırasıyla Kurtuluş, Bakırköy,
Caddebostan ve Yeşilköy’e geçmişlerdir. 1960’lı yıllarda Anadolu’dan İstanbul’a
göç eden Ermeniler Samatya ve Kumkapı’nın dışında Beşiktaş ve Ortaköy gibi orta, orta alt tabakanın yaşadığı semtlere
yerleşmiştir. Kentte ortaya çıkan bu yapının toplumsal tabakalaşma üzerinden
mekana yansıması keskin olmayan bir mekansal ayrışmayı da beraberinde
getirmektedir.
364 Dink, 2000:31-6.
365Sosyal tabakalaşma (social stratification) eştisizliği,
hiyerarşik prensibe dayanarak, sınıflandırma ve katmerleştirme olarak
tanımlamaktadır. Sosyal tabakalaşma dikkatimizi yatay değil dikey farklılıklara
çekmektedir (Anthias, 2005:24). Sınıf tartışmalarında işgücü ve sermaye
teorileri çok daha derin nitelikli sosyal eşitsizlikleri açıklamada yetersiz
kalmış; güncel çalışmalarda sosyal eşitsizlik problematiği kültürel çalışmalar
çerçevesinde tartışılmaya başlanmıştır.
Paris’ten
döndükten sonra eşimle annemle babamla beraber oturduk, Kocamustafapaşa
Samatya’da. O evde iki tane çocuğum oldu. Param yoktu ki ev alıyim... o
zamanlar güzeldi oralar bir sıkıntımız olmadı azınlık olarak. Sonra maddi
durumum biraz düzelince Bakırköy’e gittim. Ataköy 2.-3. kısım oluyor aslında.
Gelik Et Lokantasının orda. Yeşillik filan hala güzeldir bizim oralar. Ama
artık bozuldu ipini kopartan geliyor. A1-5 (E, 59, E)
Bizimkiler (Anadolulu
Ermeniler) Kurtuluş, Feriköy, Bomonti
orta ve üst; Bakırköy yine orta; Yeşilköy üst daha zenginler, Samatya var
arada. Ordan sınıf atlayanlar Bakırköy’e Yeşilköy’e geçmişler. Şimdi
İstanbul’un geneli bu axda. Şişlililer de kendilerini daha ayrıcalıklı
görürler. Vakti zamanında Kadıköy-Moda en elit Ermenilerin oturduğu yermiş.
Hala da vardır. Üsküdar’da artık az kaldı. Mesela bizim çocukluğumuz da
Büyükdere, Ada kadar popülerdi, Beykoz’da öyle. Yeşilköy’de sayfiye yeriymiş.
A1-11 (E, 51, K)
Göçmenlerin, hem menşe hem de hedef bölgelerde eski
göçmenlerle ve göçmen olmayanlarla bağlayan akrabalık, arkadaşlık, ortak
topluluk kökeniyle gelişen kişilerarası bağları vardır. “Sosyal ağ teorisine göre bu bağlar, göçmenlere yer değiştirmenin
maliyetini düşüren ve göçten beklenen net getirileri yükselten bilgi
sağlamaktadır” (Taylor’dan Aktaran Şenol Sert, 2012: 40). Böyle bir ağ
sermaye sayılabilecek sosyal sermayeyi yaratmaktadır; bu da zincir göç gibi
etkileri oluşturur. Hemşerilik maddi düzeyde korunmacı-dayanışmacı bir kültürel kurgu
üzerinden oluşturulmuş ortak
bir biz tanımlamasına dayanmaktadır. Hemşerilik sürekli olarak korunur. Burada amaç ihtiyaç halinde
yardım etmek yanında bir aidiyet duygusu
yaratmak ve yaşatmaktır (Yıldırmaz, 2015:562).
AB reform sürecinde dernek kurulmasının kolaylaşması
ve sivil toplum örgütlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, Ermeni toplumu
içerisinde hemşeri dernekleri kurulmaya başlanmıştır. Vakıflı köyü Derneği,
Sasonlular Derneği, Malatyalılar Derneği bu hemşeri derneklerinin birkaçına
örnek olarak gösterilebilir. Türkiye Ermenileri özelinden
bakıldığında, dernekler sosyal faaliyetleri dışında, Ermenilik ile
Anadolu arasındaki bağı hem sembolik hem
de fiili düzeyde yaşatmaya çalışan, ait oldukları bölgenin kültürünü ve
değerlerini korumayı ve aktarmayı hedefleyen direnç noktalarıdır.366
366Vartan
Estukyan, Agos, 18.03.2012, “Hemşeri dernekleri: Ermeni toplumunda yeni bir
dinamik”, (Çevrimiçi) (http://www.agos.com.tr/tr/yazi/893/hemseri-dernekleri-ermeni-toplumunda-yeni-bir-dinamik),
22.05.2015.
Anadolu Ermenilerinin yoğunlukla yaşadığı Samatya
semti, üç dört kuşak İstanbullu olan Ermenilerin yoğunlukta olduğu Kurtuluş,
Şişli gibi semtlerden mekanda sosyal olarak ayrışmaktadır. Samatya özelinde çok
sıkı hemşerilik bağlarının çalıştığı, Samatyalı Ermenilerin kendi içlerinde
kapalı bir cemaat gibi yaşadıkları, birbirlerine maddi-manevi destek oldukları,
çok kuvvetli bir sosyal sermaye ağına sahip oldukları, göç ettikleri bölgeye
aidiyetlerinin çok yüksek olduğu, gelenek ve göreneklerine sıkı sıkıya sahip
çıktıkları görüşmelerde sıklıkla dile getirilmektedir. Semt kimliği, burada
Samatya ele alınırsa, memleket kimliği ve etnik kimlikle özdeşleşmektedir.
Samatya’nın Anadolu’dan gelen Ermenilerle özdeşleşmesi hem memleket kimliğiyle
hem de Ermeni etnik kimliğiyle özdeşliğini ortaya çıkarmaktadır.
Semtler
arasında da bu rekabet vardır. Mesela Samatyayla Bakırköy arasında veya
Kurtuluş arasında vardır. Samatya ayrı bir cumhuriyettir. Onlarda birlik vardır
işte. Anadoludan gelenlerin çoğu Samatya’da ve birbirlerine inanılmaz sahip
çıkıyorlar. Aslında Anadoludan bütün adetleri, gelenek göreneklerini alıp getiriyorlar;
artık üçüncü kuşak entegre, kendini İstanbullu diye tanımlıyor. A1-11 (E, 51,
K)
Bizde bir
de son 10 yılda şöyle bir durum oluştu, biraz da Hrant’ın girişimleriyle oldu
bu, hemşeri dernekleri oluşmaya başladı. Sasonlular, Malatyalılar, Vakıflıköylüler
gibi. Orada biraz sınıfsal farklılık daha göze batmaya başladı. Bir kere çok
güçlü bağları var. Bizde okul dernekleri olur sadece. Onların bağı çok daha
kuvvetli, aynı sokağı aynı kökleri paylaşıyorlar sonuçta. Ben 500 kişilik
organizasyon yaparken onlar 2000 kişi toplayabiliyorlar. Yardıma ihtiyacı olana anında yardım edilir.
Samatya ve çevresinde yaşayanlar bir okula gidiyorlar, genelde memleket olarak
birbirlerine yakınlar ve de Kurtuluş’ta yaşayan insanlar farklı farklı okullara
gider. Onlar çok daha kendi içlerine bağlılar. Ben hakimim tüm bunlara çünkü
derneklerden dolayı çok insan tanıyorum ve asla insan ayırmam. Ve merak ederim,
neler yapıyorlar neler yiyorlar içiyorlar, çok gözlemleme yaparım. A2-7 (E, 31,
K)
3.4.
Yeni Liberal Dönem, Kentsel
Dönüşüm ve Azınlıkların Mekanda
Büzüşme ve Dağılması
İstanbul’un 1950’li yıllardan itibaren aldığı yoğun iç
göçlerle şekillenen sosyal coğrafyasında kent, bir yandan gecekondular ve
plansız apartmanlaşmalarla oluşan yeni orta sınıf mahalleleri ile tarihi
merkezin dışına sıçramış; diğer yandan da kentin eski merkezi mahalleri
kapasitelerinin üzerinde nüfus barındırır hale gelmiştir. Türkiye’nin 1980’li
yıllardan itibaren girdiği yeni liberal dönem radikal kentleşme politikalarının
uygulandığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde büyük kentsel projeler ve yeni imar
planları ile İstanbul bir yandan dışına doğru yeni bir sıçrama yaparken, bir
yandan da merkezdeki mahalleler kentsel dönüşüm ve soylulaştırma projeleri ile
hızlı bir dönüşüm yaşamaya başlamıştır. İstanbul’un gayrimüslim azınlıklarının
yaşadıkları merkezi mahalleler de bu dönüşümden paylarını almaya başlamıştır. Bu süreç İstanbul’un
üç azınlık cemaatini farklı biçimlerde etkilemektedir.
Bir yandan demografik açıdan yok olma aşamasına gelmiş olan Rum cemaati giderek
belli mahallelerde mekansal olarak büzüşürken, diğer yandan her üç cemaatinin
kendi içindeki sınıfsal farklılaşmalar mekansal dağılmalarını beraberinde
getirmektedir. Yeni liberal dönemde, kentte zenginliğin mekansal temsili değişmeye başlamıştır. Kurtuluş’un da belirttiği
gibi, kapitalizmin küresel evresine egemen olan yeni liberal ekonomi
politikaları, özellikle metropoliten alanlarda büyük mekansal dönüşümlere yol
açmaktadır. Gerek büyük metropoliten alanların gerekse yeni büyüyen kentlerin
çeperlerinde ve merkezi alanlarında büyük kentsel projeler gerçekleşiyor; bu
projeler aracılığı ile vatandaşlık ortak aidiyeti yerini sınıfsal aidiyetlere bırakıyor; sınıfsal aidiyetler de kendi içinde
etnik ve dinsel
olarak mekanda ayrışıyor. Bu
toplumsal ayrışma, “ötekilere” kapalı yerleşme modeli ile mekanda kristalleşerek somutlaşmaktadır
(2009:44-47). Kentin çevresinde oluşan lüks kapalı siteler bir zenginlik
simgesi ve satın alınan bir yaşam tarzıdır; ve lüks havuzlu konut projeleri de
yeni zenginliğin arzu nesneleri olarak popüler kültüre
yerleşmeye başlamıştır. Bu gelişmeler kentin merkezinde giderek büzüşen azınlık
mahallelerinden bu popüler konut alanlarına doğru bir dağılma yaratmaktadır.
Sayıları giderek azalan üç cemaat içinde, özellikle üçüncü kuşakta, hem gelir
durumuna hem de karma evliliklere bağlı olarak bu dağılma gerçekleşmektedir. Bu
nedenle, azınlıkların mekansal hareketliliklerini etkileyen bir parametre
olarak kentsel dönüşüm süreçleri görülebilir.
Diğer yandan, 6-7 Eylül’ün tetiklediği kent içi yer
değiştirmeler ile birlikte kentsel dönüşüm projelerinin birleşmesi azınlık toplumlarının uzun zamandır bulundukları semtlerden
koparılmaları anlamına gelmektedir (Benlisoy, 2015:372). 1980’lerden itibaren,
İstanbul’da özellikle gayrimüslimlerin yaşadığı Talimhane, Taksim, Beyoğlu,
Haliç gibi semtlerdeki radikal kentsel projeler bu dönüşümün en şiddetli
yaşandığı dönemi temsil etmektedir. 1980’lerin ikinci yarısında İstanbul Büyük
Şehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, Tarlabaşı semtini yıkarak Tarlabaşı
Bulvarı ile trafiğe açma planlarını açıklarken “Gavur semtini Müslüman
mahallesine dönüştürüceği”ni söylemiştir (Somersan, 2004:95). 1964 yılında
Yunan uyrukluların ve arkasından gitmek zorunda bırakılan ailelerinin göçüyle
birlikte, İstanbul’un bugün emlak değeri açısından en değerli semtlerindeki
yüzlerce gayrimenkul, gidenlerin bir gün dönecekleri umuduyla, ya da satacak
bile vakitleri olmadan ülkeyi terk etmek zorunda kalmalarından dolayı sahipsiz
kalmıştır. Gönderilen Yunanlılar İstanbul’da
terk etmek zorunda kaldıkları evlerini 1980’lere kadar, hukuki
kısıtlamalar, bürokratik engeller yüzünden herhangi bir akrabasına veya Rum’a
devredememiş, satışını yapamamış ya da tanıdıklarına değerinin çok altında
satmak zorunda kalmışlardı. 1964 kararnamesinden sonra Yunan uyrukluların
geride bırakmak zorunda kaldıkları malları satabilme hakkı Özal’ın başbakanlığı döneminde kendilerine tanınmıştır; o zaman kadar
ise gayrimüslimlere ait birçok
gayrimenkul değerinin çok altında el değiştirmiştir.
Merkezin
olağanüstü bir rantın parçası olduğunu unutmamak lazım. 89’da biz Cihangir’in
düşen kalitesinden dolayı uzaklaştık ama son 5-6 senedir tam tersi üst kademeye
hitap etmeye başladı. Ama burda kaçırılmaması gereken nokta “ordaki
taşınmazların el değiştirmiş” olması. Bir yerin değerini düşürmekteki amaç el
değiştirmesini sağlamak; aynısını Tarlabaşı’nda da yaptılar. Tarlabaşı 360
projesindeki esas amaç 55, 64, 70, 80 dönemlerinde orda yoğun olarak yaşayan
Rum nüfusun kaçmak zorunda veya kovularak uzaklaştırılması sonucunda el
değiştirmesinin başka legal yolu yoktu. Bakanlar Kurulu kararıyla el
değiştirmesi sağlandı. Hiç kimse maalesef bırakıp gitmek istemez... B2-9 (R,
43, E)
Şimdiki
Tarlabaşı’nda bak dünya kadar mülk var. Oradaki mülklerin büyük bir çoğunluğu
eski Ermeni ve Rumlardan kalan. Ama “dursun burda belki geri dönerim”
diyenlerin o mülkler. Dalan’ın yıktıklarında hala davaları devam eden mülkler
var. A1-16 (E, 60, E)
Batarya
sokağı (Cihangir) bilir misin?
70 senesinden babamın öldüğü 92 senesine kadar
orda yaşadık. Öyle bir manzara
yok, İstanbul’un en güzel manzarasıdır. Sene 74
senesi, o apartman 12 milyona
satılıyor. Vekili de bir Yunanlıydı. Babam talip oldu ve biz o zaman alamadık, “Rumdan Ruma alışveriş yapılamaz” diye. bu yaşanmış birşey.
Yazılı birşey yoktu ama
tapudan filan binbir türlü şey çıkarttılar. Bugüne kıyasla bir milyon dolar
bile değildi. Bugün bir milyona daire bile alamazsın. Cennet Apartmanı idi. (R, 61, E)
3.4.1.
Rum, Yahudi ve Ermenilerin Yurt Dışına Kitlesel
Göçlerinin Azınlık Semtlerinde Yarattığı Mekansal Büzüşme
ve Dağılmalar
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin
azınlık statüsünün belirlendiği Lozan Antlaşması’ndan günümüze 90 yıllık sürede
İstanbul’un gayrimüslüm coğrafyasında giderek artan bir mekansal büzüşme
yaşanmıştır. Azınlıklarla anılan bazı semtler ve mahallelerde neredeyse azınlık
kalmamıştır. Azınlıkların kent içindeki hareketliliği ve yurt dışına kitlesel
göçlerinin neden olduğu bu büzüşmenin yanında kentin değişen sınıfsal
coğrafyasına bağlı olarak da azınlık semtlerinden yeni prestijli semtlere doğru
bir dağılma gerçekleşmiştir. Her üç cemaatin yaşadığı ortak ve cemaatlere özgün
travmalar ve sınıfsal farklılaşmalar bu büzüşme ve dağılmalarda önemli rol
oynamıştır.
1930’lar ve 40’larda ulus devletin kuruluşundaki
Türkleştirme politikaları (20 Kur’a, 1942 Varlık Vergisi) ve II. Dünya Savaşı
yıllarında doğrudan Yahudilere yönelik maddi ve onur kırıcı uygulamalar (Trakya
Olayları) öncelikle Yahudilerin önce Filistin’e sonra da II. Dünya savaşı
sonrasında 1948’de kurulan İsrail Devletine masif göçlerine neden olmuştur.
1942 Varlık Vergisi’nden sonra 1943 tarihi itibariyle 4.000 Yahudinin
Filistin’e göç ettiği bilinmektedir (Bali, 2009b:261). 1948’den sonra İsrail’e
göçen Yahudilerden sonra Fener, Balat, Hasköy’de özellikle orta alt tabaka
Yahudi nüfusu neredeyse kalmamıştır. Bu tarihten sonra Yahudiler yıllara
yayılan küçük dalgalar halinde başta İsrail olmak üzere Amerika, İsviçre ve son
yıllarda Avrupa’nın çeşitli bölgelerine göç etmişlerdir. Yahudi cemaatinde 1964 ve 1965 yıllarındaki göçmen sayısı
yılda binin üzerine çıkmıştır. (1969-1972) yıllarındaki ekonomik kriz ve 1971 askeri darbesi, 1970’li yıllarda
artarak devam eden sağ- sol çatışması, 1980 askeri darbesi ve birbiri ardına
gelen ekonomik krizler nedeniyle (1979- 1980)
yıllarında binin üzerinde Yahudi yurt dışına göçmüştür (Toktaş, 2010).
Rahmetli
babam 1903 doğumlu. Benim babam İstanbul sokaklarında kibrit satarak nafakasını
çıkarmaya çalışıyordu. Çok büyük fakirlikten bahsediyoruz. Bundan dolayı
rahmetli abisi Amerika’ya kaçtı. 1890 mı ne, babamdan
daha büyük. Bir ablası İzmir’e
yerleşti. Bir dul kızı bir
Müslümanla evlendi. İstisna filanda değildi, bunlar fakirliğin getirdiği şeyler. Bu halamın kocası
Aşkale’de ölmüş... bu kızla anne de sonunda İsrail’e gidiyor. Halam da kızı da
İsrail’de vefat ediyor. Hepsi ekonomik sebepler, çook büyük fakirlikti. Babam
da 1918’den sonra pırrr, İspanya’ya kaçıyor. Dört sene orda yaşıyor.
Türkiye’deki savaştan kaçıyor. Türkiye’ye geri dönüyor annemle tanışıyor.
İstanbul’da Hasköy’de yaşıyorlarmış. Bu sefer Fransa’ya gidiyor, annemle flört
dönemi. Annemi de çağırıyor ama anam “ben gitmem” demiş. Babam mecbur kalıyor
dönmeye. Allahın kaderi... dönüyor ve aile kurtuluyor. Babam annemle Fransa’ya
gitselerdi biz muhtemelen doğmayacaktık. 2. Dünya savaşının hadiseleri, ben 45
doğumluyum. Abilerim belki Holokost’a gideceklerdi. C1-2 (Y, 69, E)
Buna karşın 1950’li yıllara kadar İstanbul’un Rum ve
Ermeni nüfusu azalmamış, tam tersine 1915 Tehciri sonrası Anadolu’da kalmış
olan Ermenilerin ve Mübadele sırasında İstanbulla bağı olan Anadolu Rumlarının
İstanbul’a göçleri ile Yahudilerden boşalan mekansal
boşluklar dolmuştur. Ancak 1950’li yıllardan itibaren yaşanmaya başlayan Kıbrıs
Sorunu ve 1980’li yıllardan itibaren Ermeni Terör Örgütü ASALA’nın Türk
diplomatlara yönelik suikastları Rum ve Ermenilerin hem kent içi mekansal
hareketliliğinde bir değişme yaratmakta hem de yurt dışına masif göçlere neden
olmaktadır.
1950’li yıllarda yoğunlaşan iç göçlerin İstanbul’a
taşıdığı muhafazakar Müslüman kırsal nüfusun gayrimüslim mahallelerine
yerleşmesi ile azınlık mahallelerinde azınlıklar aleyhine bir kültürel çatışma
ortamını da yaratması sonucunda bu göçler daha da hızlanmıştır. 6-7 Eylül
Olayları ve Yunan uyruklu Rumların 1964’de sınır dışı edilmeleri ile oluşan göç
dalgası Rumların masif bir biçimde İstanbul’dan ayrılmalarına neden olmuştur.
1964’de 11.000’i Yunan uyruklu, yaklaşık 20.000’i Türk uyruklu olmak üzere
30.000 Rum’un Yunanistan’a göç etmesi ile Rumların kentsel coğrafyasında
radikal bir büzüşme yaşanmıştır. Bu süreçte Yunanistan’a göçen Rumların
yanısıra, İstanbul’da kalanlar da Kurtuluş, Şişli, Cihangir, Beyoğlu gibi
cemaatlerinin daha yoğun olarak kümelendiği şehrin merkezindeki semtlere
geçmiştir. 1927 nüfus sayımından 1965 nüfus
sayımına ülkenin toplam nüfusu iki katına çıkarken, Türkiye Rumları nüfusunun
üçte ikisini kaybetmiştir. (Akgönül, 2007:293). 1970’lere kadar varlıklı
tüccar, fabrikatör ve armatör Rumların yanısıra terzileri, meyhaneleri,
marangozlarıyla şehre rengini, kültürünü veren ve şehri ekonomik açıdan
kalkındıran Rumların %98’nin ülkeden gitmesiyle, şu anda yaklaşık 3.000 kişilik cemaatin (Arap
kökenli/Arapça konuşan Ortodokslar dahil) ağırlıklı olarak orta sınıftan
oluşan bir sınıfsal yapısı bulunmaktadır.
Zaten
Kurtuluş’ta Sefa meydanında oturanların %90’ı Rumdu, bakkal da Rumdu, kasap ta
Rumdu. Ben Sefa meydanına gelen ilk Türk bakkalı hatırlıyorum, numune gibiydi.
Ondan sonra çoğaldı. Özellikle 64’den sonra, %50 nüfus eksilmesi oldu. Bizden
annemin kızkardeşi gitti çünkü kocası Yunan tebaalıydı. 24 saat içinde valizini
aldılar gittiler. 64’de tabi tamamen bu demografi değişmeye başladı ve 74
tamamen değişti. Bugün artık böyle bir konudan bahsedemeyiz. En iyi tahminle
3.000 diyelim. Çünkü hiç beklemediğimiz yerlerden Rumlar çıkıyor, mesela
Büyükçekmece’den bir aile bulduk. Çikolata mesela bütün fabrikalar Rumlarındı, denizcilik... 64’den sonra
bu değişmeye başladı. Biraz Yahudiler, biraz Türkler, Ermeniler. Bizim elimizde
böyle bir sanayiden artık bahsedemeyiz. Parmakla sayılacak kadar az. Orta
sınıf, memur, ufak tefek esnaf-zanatkar. Çok zengin kimseyi tanımıyorum.
Kalmadı. Belki 2-3 kişi o kadar... B1-5
(R, 65, E)
Rumlar
bizim zamanımızda meyhaneci, garson, terzi, ayakkabı ustası, bakkal, toptancı, döşemeci, en büyüğü marangoz...
terziler, bunlar meşhurdu. Kadın terzileri çok meşhurdu. Beyoğlunda zaten hep
Rum mağazalar vardı. Kumaşçıların hepsi Rumdu. Saray sinemasının arka tarafında
da Luxemburg bilardo sineması vardı, ikisi de Rumlarındı. Şimdi hepsi gitti....
bütün tarihi eserler 64’de gitti... B1-8 (R, 59, K)
Benim babam
ramazanda yemek verirdi mahallede. Paskalyada yumurta gönderirdi. Hiç
ayrı-gayrı yoktu aramızda. 13.000 kişi yaşıyordu ya, bütün çarşı Rumlarındı.
Bütün evler Nizam’da sağlı sollu Rumlarındı. 64’den sonra dağıldı işte hepsi...
B1-3 (R, 67, E)
Zaten
78’den sonra bütün arkadaşlarım gitti. Liseden sonra 78-80 döneminde boşaldı
Kuzguncuk. Tüm kiliselerin en güzel çanlarındandır o kilise. Kuzguncuklu olmak
hakkaten çok önemlidir. Ben 4 kültür
4 din arasında büyüdüm. Annem hep
çalıştı. Babam çikolatacıydı. İlkokulu dışardan bitirmesine rağmen Türkiye’nin
çikolata üretiminde adından söz ettiren bir işçisi ve patronu oldu devamında.
O zamanlar çikolata ve boya piyasası
Rumların elindeydi. Pastacılık ve lokantacılık da Rumların yapmış olduğu en
önde gelen mesleklerdendi. Royal, Mabel, Lyon, Elit, Lider, Oryantal, Emperyal,
Golden... bunlar Rum şirketleriydi. Gitti hepsi...
B1-26 (R, 54, E)
İstanbul’un Ermeni cemaati için yurt dışına kitlesel
bir göçten 1980’li yıllar için bahsedilebilir. 1980’lerde yaşanan askeri darbe,
ülkedeki güvensizlik ortamı, ASALA’nın yarattığı gerginlik ve o günlere kadar biriktirilen kolektif
güvensizlikten dolayı yaklaşık
30.000 Ermeni367 başlıca Amerika, Fransa, Kanada olmak üzere
yurt dışına göç etmiştir. Fransa'ya iltica eden Ermenilerin oluşturduğu grup,
Amerika Birleşik Devletleri'nden sonra dünyadaki en büyük ikinci Ermeni
diasporasını oluşturmaktadır; Fransa’daki Ermeni diasporası siyasi ve kültürel
anlamda güçlü topluluklardan biridir. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemindeki
kitlesel göç düzeyinde olmasa da, Fransa 20. Yüzyıl ortalarından itibaren
yeniden Türkiyeli Ermeniler için önemli bir varış yeri olmuştur (Danış, İrtiş,
2008:13). Görüşmelerde 1980’li yıllarda Kanada, Kuzey-Güney Amerika, Fransa’ya
göç etmenin cemaat içinde “moda gibi”
olduğu dile getirildi. Görüşmeciler yurtdışına göçün arkasında yatan en büyük
sebebi ise tek bir cümleyle özetlediler:
Burası yaşanacak
yer olmaktan çıktığı
için gittiler. Özellikle
bizim için... A1-16 (E,
60, E)
Ermenilerin yurtdışına göçü sonucunda kent mekanında
keskin bir mekansal hareketlilikten ve demografik dalgalanmadan bahsetmek, Rum
ve Yahudi cemaatlerinde görüldüğü kadar mümkün gözükmemektedir. Rum cemaati
nüfusunun yaklaşık %98’ni yurtdışına göç vermiştir. Şu anda alt-orta,
yoğunlukla orta ve az bir oranda üst sınıf İstanbul’un belli başlı semtlerinde yoğunlaşmıştır. 1948 İsrail’in kuruluşu ve aynı yıllara denk gelen Anadolu’dan iç göçlerle
birlikte Fener, Balat, Hasköy, Şişhane gibi semtler Yahudi nüfustan boşalmış,
daha orta ve üst sınıflar kentin yeni yerleşim alanlarına (Şişli, Kurtuluş,
Nişantaşı, Caddebostan gibi) geçmişlerdir. Ermeni cemaati ise iki gayrimüslim
cemaate göre günümüzde en büyük nüfus oranına sahip cemaattir. 80’li yıllarda
büyük bir göç dalgasıyla yaklaşık 30.000 kişilik bir göç vermiş olmasına rağmen
Anadolu’dan gelen Ermenilerin İstanbul’a göçüyle Ermenilerin kentsel
coğrafyasındaki bu boşluklar kısmen doldurulmuştur. Cemaat içindeki mekansal
hareketlilik yukarıda bahsedildiği gibi 6-7 Eylül Olayları ve Anadolu’dan
gerçekleşen iç göçler sonucu orta ve orta-üst sınıfın Samatya, Kumkapı,
Bakırköy, Gedikpaşa gibi semtlerden kentin yeni oluşan yerleşim alanlarına
geçmesiyle gerçekleşmiştir. Bu semtlerde oluşan boşlukları da Anadoludan
göçlerle gelen Ermeniler doldurmuştur. Dolayısıyla, Cumhuriyet’in inşasından itibaren Ermenilerin yoğunlukla
367 Ermenilerin dış göç rakkamlarına resmi kaynaklardan ulaşılamamıştır. Burada verilen rakkamlar
görüşmecilerle mutabık kalınan ortalama bir değeri temsil etmektedir.
kümelendikleri semtlerde azalan nüfuslarına rağmen varlıklarını devam ettirdiklerini
söylemek yanlış olmayacaktır.
Göç benim
bildiğim 30.000 civarında 1980’lerde. 60.000 nüfustan 30.000 imiş göç eden.
55-60.000 nüfus şu an, Anadolu’yu da katarsan 70.000. 80’lerdeki göçte zaten
orta ve yukarısı gitmiş, gidebilecek olanlar yani. Fransa, Kanada, Amerika,
kısmen Arjantin, Şili biraz. 6-7 Eylül’de bütün azınlıklardan gitti. Rumlar
zaten mübadelede sonra da 64’de gönderildiler. Bütün göçler birbirinden tamamen
farklı. 6-7 Eylül’de zaten göç edebileceği bir
ihtimal kalmadı ki. Herşeyini kaybetmiş nereye göç edicek? Ancak belli bir
birikimi varsa kurtulmak için gidebilirler. 1980’lerde esas 30.000 kişiye
yaklaşık o civarlarda gitti. Burası yaşanacak biryer olmaktan çıktığı için
gittiler. Özellikle bizim için. Şu anda bir göç olduğunu söyleyemem. A1-16 (E,
60, E)
Evlendikten
kısa bir süre sonra babam Amerika’ya gitmeye karar veriyor, ben 78’de doğmuşum.
Los Angeles’a gitmişiz. Babam hep “ben Ermeni kimliğimi, Hırisitiyan kimliğimi
özgürce yaşamak istiyorum” dermiş. Haç takıp çıkamazmışsın o zamanlar. Ben bile
hatırlıyorum annem “sokakta mama deme” derdi. Babam rahat yaşamak için gitmeye
karar veriyor. Babam hevesleniyor ve yerleşme amaçlı gidiyoruz. Ev tutuluyor
vesaire... fakat babam orayı hiç sevmiyor. Önce babam gidiyor, annem 1-2 ay
sonra gidiyor. Hatta dayımlar da çok heveslenmişler, herkes o dönem gitme
derdindeymiş. Babam orada aradığını bulamıyor, bir de rahatsızlanıyor. Anneme
diyorlar ki burda tedavi olamaz ve apar topar dönmüşüz. Babamı kaybediyoruz
zaten 80’de. A2-4 (E, 36, K)
Bizim
akrabalar var yurtdışına giden. 60’da anne tarafım Yunanistan’a gitti. Teyzem
ve eşi Bakırköy’den oraya taşındılar. Kuzenlerim burada doğmuştu. Burda da çok
zengin değillerdi zaten. Ama buradan gidenler Atina’yı kalkındırdılar. Bu arada
Türkiye 50 sene geriye gitti, kapanan fabrikalardan, know how gitti. Baba
tarafım birinci kuzeni Kanada’da. Burda jilet firması vardı, gitmek istiyorlar
ve o zaman bir moda da vardı. O zamanlar çok kolay kabul ediliyordu
vatandaşlık. Kanada-Toronto-Avustralya modası vardı o zamanlar. A2-13
(E, 36, E)
Kent içinde mekansal hareketlilik ve yurt dışına
göçler sonucu kimlik değişimi ve dönüşümüne
uğrayan semtlerin başında
Samatya ve Yedikule
gelmektedir. 1950’lerin ortasına kadar “küçük Paris” olarak
anılan, Müslümanların yanısıra
orta sınıf ve üst-orta sınıfa mensub
Rumların, Ermenilerin ve diğer ikisi kadar yoğun olmasa da Yahudilerin de
yaşadığı Samatya ve Yedikule bu sınıfsal hiyerarşideki konumlarını 6-7 Eylül
Olayları ve 1964’deki zorunlu göçün yanısıra hem yukarıda bahsedilen Anadolu’dan aldığı iç göçlerle hem de 50’lerde
gelen Balkan muhacirleriyle birlikte zamanla kaybetmiştir. Semtler bir
Rum ve Ermeni semti olmaktan biraz daha uzaklaşarak, içinde Anadolu’dan göç
eden Ermenilerin de yaşadığı orta- alt sınıf bir Müslüman semt kimliğine
bürünmüştür. 1970’lerin ortasına kadar orta ve orta-üst tabaka Yahudilerin
yoğunlukta olduğu Şişhane semtinin de Anadolu’dan aldığı göçlerle nüfus yapısı değişmiş, gelir seviyelerine göre aileler kentin
yeni oluşan alanları
olan Şişli, Nişantaşı, Harbiye’ye taşınmışladır.
Burda
Samatya’da oturduk. Babam Bakırköy’den Samatya’ya içgüveysi gelmiş. Tahta bir
bina, dayımlar ve babamlar üst üste otururmuş. Annem ananemi bırakmak istememiş
muhtemelen babamda razı olmuş gelmeye. Samatya eskiden “küçük Paris” derlermiş.
O yapısını kaybetmeye başladığı dönemlerdi 50’ler. A1-10 (E, 61, E)
Yedikule’de
çok Rum vardı, “küçük Paris” denirdi. Balkanlardan gelen akım orası en çok
bozulan yerlerden birisi oldu. Annemler genç kızken Samatya’dan Cihangir’e
taşınmışlardı. Çağdaş marketin orda otururlardı. En son hatırladıklarım
Samatya’dan Yunanistan’a göç ettiler. Son bu tarafa dogru gelememiş olanlar
kaldı. Şimdi yaşayan bir kaç Rum eski Samatyalı değil, sonradan gidip
yerleşenler. B1-27 (R, 59, K)
Yedikule 1960’lı yıllarda Rumlar ve Müslüman-Türkler
kadar yoğun olmasa da, orta tabakaya mensub Yahudi nüfusu da içinde barındıran
bir semtti. Samatya’da Rumlar ve Ermeniler ağırlıklı bir nüfus oluşturmaktaydı.
Görüşmelerde Yedikule’de yaşayan Yahudilerin orta sınıf modernlik
hali konuşulan dil ve kılık-kıyafet üzerinden oluşturulmuştur.
Şişhane’de oturan orta alt sınıf Ladino konuşan kesimin aksine Yedikule’de orta
sınıf, Türkçe aksanla konuşan Yahudilerin yaşadığı ve bu iki kesim arasında
kültürel sermayeye bağlı sınıfsal bir ayrışma olduğu vurgulanmıştır. Kuvvetli
kültürel sınırlar çizen görüşmeciler, ayrıştırmak istedikleri kesimi tarif
ederken kılık kıyafet ve şive gibi dış görünüşe dair kriterlere
başvurmuşlardır. Bunun gibi sınıf habitusunun bedene dair oluşturduğu yönelimlerin niteliksel tespiti, kültürel
sınıf analizi perspektifinden buna benzer süreçleri incelemeyi gerektirmektedir
(Cogito, 2014:261).
Ne Rum ne
Ermeni hatırlamıyorum. O bölümde yoktu onlar daha çok Samatya’ya doğruydu. “küçük
Paris” gibiydi Samatya o zamanlar. Şık hanımlar beyler sahilde gezindikleri, kilise
civarında dolandıkları bir şeyi hayal
meyal hatırlıyorum. Mahalleyi çok iyi
hatırlıyorum. Korkunç keyif aldığım serbest bir ortamdı. İnsan enteresan şeyler
hatırlıyor ya. İlkokul numaramı hatırlıyorum ya, 168, yaş olmuş 65... Yedikule
daha orta sınıftı Şişhane’den, bizim
oturduğumuz yerden. Herkes muntazam giyinirdi, beyaz yakalar, siyah önlük.
Yedikule’de oturan Yahudilerin lehçesi daha ekalliyet türkçesiydi. Kültürel
olarak daha üst sınıftılar. Etrafta
çok Müslüman komşu hatırlamıyorum. Yedikule’de tel dolabımız vardı düşünsene...
o zaman o yüzden çok uzun vadeli yemek yapılmazdı. Alaturka tuvalet vardı,
bilmem ne ... zatör gelir oradaki lağımı çekerdi. Bahçemiz vardı, her türlü
hayvanla tanıştım o bahçede.
Danaburnuyla arkadaşlık ederdim. Tabi bu
arada tuvalet evin
dışındaydı. Tuvalet kağıdı olmasa bile gazete kağıdı olurdu (gülerek), çini sobamız vardı evde inanılmaz güzel..
onu unutamam. Oturma gurubu sedirdi. C1-3 (Y, 64, E)
1950’li yıllara kadar
özellikle Yahudilerin yoğunlukta oldukları bir semt olarak bilinen Balat, Rum nüfusu da içinde
barındırmaktaydı. Görüşmeler sırasında üç cemaatten birinin yoğunlukta
bulunduğu bir semtte ikamet eden diğer dini-etnik cemaatten kişilerin baskın
olan cemaatin dilini akıcı bir şekilde konuştuğu tespit edilmiştir. Mesela,
Yahudilerin yoğunlukta olduğu Balat’da Rumlar Musevice (Ladino) konuşabilirken,
Rumların yoğunlukta olduğu Kurtuluş’ta Yahudiler Rumca, Türklerin ve Rumların
yoğunlukta olduğu Heybeliada’da Türkler Rumca konuşmaktaydılar. Dündar’ın
aktardığına göre 1927 sayımında; "Türkçe bilmeyen köşelerden" biri
olan Beyoğlu, Tatavla, Elmadağı ve Kalyoncu gibi tamamıyle Rumlarla meskun olan
ve "hemen hiç Türkçe konuşulmayan" mahallerde sayım yapan memurlara
tercüman verilmiştir (2000:40).
Ben 1948’de
Balat’da doğdum. Fakat büyükannemin evinde kalıyorduk, eski, ailenin yaşadığı
3-4 katlı bir evdi. Muazzam bir evdi. Büyük bir avlusu vardı. Fakat ben
doğduktan sonra sığamıyorduk, baya kalabalıktı, bir amcam da kalıyordu bizle.
1950 yılında biz Kurtuluş’a göç ettik. Balat’da Yahudiler de vardı. Benim babam
mükemmel Musevice konuşurdu. Terside var, burda mesela Kurtuluş, Pangaltı,
Şişli tarafında oturan Musevilerde Rumca konuşurdu, en kalabalık azınlık
Rumlardı. Balat’da Museviler daha kalabalıktı. 50’li yıllarda Kurtuluş’a geldik
fakat benim kalbim Balat’daki evde kaldı. Çünkü orda 3-4 kat, bahçe vardı, su
tesisatı yoktu kuyu ve sarnıç vardı. Kuyu buzdolabı gibi de kullanılıyordu.
Yemekler konuyordu bozulmasın diye. B1-5 (R, 65, E)
Ayda bir
İstanbul’a inerdik. Burda (Kınalıada) bir kadın öldü hayatında hiç İstanbul’a inmedi. Bir tane kadın vardı
Türkçe hiç bilmiyordu. Bizim Adada Yahudi yoktu. Müslüman, Rum, Ermeni vardı.
1960’lara kadar üç cemaat vardı burda üçü de kardeş gibiydiler. Çoğu öldü
gitti, yoksa cemaat ben sana yan bakıyım filan hiç olmazdı, ne Ermenisi ne
Türkü. Diyorum sana burası değişik bir adaydı, Heybeli’de böyleydi. Heybeli’de
Türkler Rumca konuşuyordu. Vapurda 6 kişi oturmuş Rumca konuşuluyor. Talebeler
burası Yunanistan mı dedi,
bir kafa bir yumruk, polisler
geldi aldı Heybeli
çocuklarını. Polis bakıyor nüfus kağıtlarına “Hasan,
Hüseyin, Mehmet”... bir Rum var 6 tane Türk çocuk oturmuşlar Rumca
konuşuyorlar. Komiser şaşırdı pusulayı (gülerek) B1-15 (R, 83, E)
Üsküdar da 1970’lere kadar Ermeni, Rum ve Türk
toplumlarının bir arada yaşadığı çok kültürlü
bir semtti. Bu kültürel kompozisyon Anadolu’dan aldığı iç göçler ve gayrimüslim
sakinlerinin yurtdışına göçleri sonucu zamanla değişime uğramıştır. Şu an
Üsküdar’da bir kaç Ermeni ve Rum ailenin dışında gayrimüslime
rastlanmamaktadır. 1950’lerden itibaren Anadolu’dan gelen göç dalgasıyla semtin
sosyal ve kültürel yapısı dönüşmeye başlamıştır. Kırsaldan kente göçle kentte
ortaya çıkan “köylü” realitesi söz konusu modern orta sınıf gayrimüslim ve Türk
ailesinde endişeler yaratmıştı. Sancar’ın da belirttiği gibi “Türk modernleşmesinin mekansal boyutu olan
yeni kentsel alanlarda “kentli modern aile” köyden kente göç olgusu ile karşı
karşıya kalmış ve “steril modernlik hali”nin bir tehdit altında olduğu
hissiyatına kapılmıştır” (2014:235). 70’li yıllarda Kıbrıs krizinin
alevlendirdiği ayrıştırıcı ortamda Rumlara
uygulanan baskı ve toplumsal olaylara, semtlerinin değişen sosyal yapısından duydukları
hoşnutsuzluğun eklenmesi Üsküdar semtindeki Rum nüfusunun göçüne sebebiyet vermiştir.
Görüşmeciler gayrimüslimlerin daha kalabalık bir
nüfusa sahip olduğu “eski İstanbul”’u, Beyoğlu’nun gravatlı beyleri ve
eldivenli hanımlarını, Rum dükkanlarını, meyhanelerini, Noel ve Paskalya
kutlamalarının sokakta yapıldığı Kurtuluş’u, hem hüzünle hem de kırgınlıkla
anarken gayrimüslimleri de İstanbul’un modern yüzünün temsilcisi olarak
gördüklerinin altını çizmektedirler. Son yıllarda Rum, Ermeni ve Yahudi
kültürü, AB sürecinde farklı kültürlere hoşgörü çerçevesinde gündeme gelen
motifler olarak sıkça basında yer almaktadır. Bu anlatımlar genellikle turistik
mekanlar, yemek ve müzik kültürü üzerinedir.
Özyürek’in iddia ettiği gibi, bellek ve nostaljinin piyasa ağlarıyla dönüşüme
uğrama potansiyeli bulunmakta; “geç
kapitalizmin efektif araçları” haline gelmekte; böylece “ortak paylaşılan obje,
konsept ve alanları
mala dönüştürmekte”dirler (Özyürek, 2007:10).
Rum tavernaları, sirtaki kursları, Yunanca dil kursları büyük bir ivme
ile popülerleşmektedir. Fakat bu aynı zamanda “Rum ismiyle meyhaneler açıldı... amma velakin “ne oldu bu insanlara,
nerde bu insanlar” diye kimse sormaz?” diye soran Rum görüşmecinin ima
ettiği üzere depolitize edilmiş bir söylemdir. Türker’in de belirttiği gibi, bu
türden emniyetli güzellemeler ve yüzeysel nostalji yönünde bir anlatım,
geçmişin diğer yönlerinin perdelenme tehlikesini de içinde barındırmaktadır. Böyle
bir durumda da, kurgu ile gerçek birbirinin yerine geçmektedir (2015:26).
Bilal’de bu durumu “turistik bir merak” ve “emperyalist bir nostalji” olarak
ifade etmektedir (2014:243). Mills’in Hafızanın
Sokakları: İstanbul’da Peyzaj,
Hoşgörü ve Ulusal Kimlik adlı kitabında da (2014) belirttiği gibi
gayrimüslimlerin tarihi popüler söylemlerle görünür kılınıyor gibi bir izlenim
vermesine rağmen aslında nerdeyse tamamen sessizleştirilmiştir. Hoşgörü
söylemleri eşit olmayan güç ilişkilerini ayakta tutmaktadır; çünkü hoşgörünün
ne olduğunu çoğunluklar tanımlar ve azınlıklar bu süreçten dışlanır (A.e.).
Her iki
tarafta Cihangir’li. Babamlar Tophane civarında yaşıyorlar. Annem Cihangir
Süngü sokakta büyümüş. Ben kendim Firuzağa’nın arka sokağında doğdum. 49/9
numarada. Lise yıllarına kadar o evde oturduk, lise yıllarında Akarsu caddesine
taşındık. Orda Villa Zurich apartman vardır, onun karşısında oturuyorduk. Lise
yıllarım oralarda geçti. Ben hep bir gün buranın değerini anlayacaklar diyordum
(gülerek). Sonra Osmanbey’e
taşındık, tam Agos gazetesinin karşısına. Annem hala orda oturuyor. Ben
Turnacıbaşı sokakta dedemin evine taşındım. Dolayısıyla ananem vefat ettikten
sonra annemin babası Turnacıbaşı sokağa geçiyor, 1980’lerde. Yunan
konsolosluğu’nun tam karşısındaki apartman. Ben de tek başıma taşındım ondan
sonra. Özellikle Cihangir etrafında oturan çok sayıda Rum insan vardı. O zaman
daha orta sınıftı, 90’lar ortası. 2000’lerin ortalarından itibaren daha ort-üst
sınıf oldu. İstanbuldaki o yoğun
kentsel dönüşümle değişen bir mekan orası da. Orta sınıflar “afford”368
edemez oldu Cihangir’i. 90’larda orta değil daha alt-orta sınıftı. Yeniden
keşif dediğim gibi 2005’ler filandı. Doğa balık, oteller, apartlar, cafeler
2000’lerin ürünü. 90’larda korkulan
bir yerdi Cihangir. 90’lar Beyoğlu’nun dönüşümünün başladığı dönemler, Victor
Levi’lerin Pano’ların açıldığı dönemler, geçmişe dair bir nostalji, Rum ismiyle
meyhaneler açıldı... amma velakin “ne oldu bu insanlara, nerde bu insanlar”
diye kimse sormaz? B2-7 (R, 30, K)
368 Karşılayamaz, ödeyemez
3.4.2.
İstanbul’un En Küçük Azınlığı
Haline Gelen Rum Cemaatinin
Mekansal Büzüşmesi ve Dağılması
Bugün yaklaşık 3.000 kişilik Rum nüfusu (Antakyalı
Ortodokslar dahil) nüfus oranlarına göre en yoğun olarak kilise ve okullarıyla
Şişli, Kurtuluş, Cihangir, Taksim- Beyoğlu, Yeşilköy ve Moda’da mekanda
büzüşmüş bir nüfus olarak yaşamaktadır. 1980 sonrasında Rumların sosyo-mekansal
ayrışmalarının arkasındaki itici güçlere bakıldığında geleneksel yerleşim
biçimi olan cemaat kurumları etrafında kümelenme, Rum toplumuyla bir arada
olma, aile geçmişi, nostalji, mekana aidiyet bu dönemde de nüfusun hızla azalmasına
rağmen kent uzamında yerleşimin ana unsurlarını belirlemeye devam etmektedir.
Rumlar mümkün olduğunca cemaatleriyle bir arada olmaya, kopmamaya, kurumlarını
ayakta tutmaya gayret etmektedirler. Üçüncü kuşakta artık daha fazla bireysel
kararlar verildiği ve İçerenköy, Göztepe, Ataşehir, Çekmeköy, Kemerburgaz gibi
kentin yeni alanlarında, gelir seviyelerine göre yaşamayı tercih ettikleri
gözlenmiştir.
Günümüze gelindiğinde yaklaşık 3.000 nüfusluk Rum
cemaatinin İstanbul kent uzamında belirli bir bölgede yoğunlaşmasından
bahsetmek mümkün gözükmemektedir. 1980’lerden günümüze gelindiğinde giderek
azalan nüfustan üst orta ve üst tabaka Rumlar Tarabya, Arnavutköy, daha orta ve
orta üst Gümüşsuyu, Harbiye (80’lerden sonra yok denecek kadar az), Cihangir,
Şişli, Kurtuluş, Moda-Kadıköy (özellikle 80’lerin sonuna kadar yoğun bir nüfus
barındırıyordu), Göztepe-İçerenköy, Yedikule (şu an alt orta sınıftan birkaç
aile yaşamakta), Yeşilköy ve Büyükdere (özellikle 90’lara kadar yazlık mekan
olarak kullanılmaktaydı) daha ortanın altı tabaka ise Feriköy, Kurtuluş Son
Durak, Sinemköy ve Dolapdere’de kümelenmişlerdir. Cihangir 1990’larda orta
sınıfın ağırlıkta olduğu bir semt iken, kentsel dönüşüm projeleri sonucu semtin
sınıfsal hiyerarşisi de değişerek 2000’li yıllarda
orta üst tabakaya evrilmiştir. Bugün bu semtlerin dışında Avcılar, Topkapı gibi
semtlerde de bir kaç Rum ailenin yaşadığı bilinmektedir.
Gittikçe hızlanan küreselleşme süreçleri ve modern
kentin büyük ve çoğul dünyalarında gelenekselle olan bağlar gevşemektedir.
Bireyler Batılı metropol mekanında göçüp durmaktadır (Chambers, 1994:29).
Üçüncü kuşak gayrimüslimlerde artık daha fazla bireysel kararlar verildiği ve kentte hareketliliğin arttığı görülmektedir. Üçüncü kuşaktakilerin
içinde Şişli-Kurtuluş-Taksim-Moda gibi geleneksel semtler dışında bundan 20
sene evvel şehrin dışı sayılabilecek, Çekmeköy, Kemerburgaz gibi kentin yeni oluşan, kapalı
sitelerin
hakim olduğu bölgelerde yaşamayı tercih edenler de bulunmaktadır. Genç
kuşağın İçerenköy, Göztepe, Ataşehir gibi semtlerde de gelir seviyelerine
paralel olarak yaşamayı tercih ettikleri gözlenmiştir. Bu bölgelerin tercih
edilmesinin arkasındaki unsurlar arasında çocukların okuluna, işe yakın olmak gibi
gündelik hayatı kolaylaştırıcı pratik sebepler, şehrin dışında şehrin içine
göre gelir seviyelerine daha uygun kapalı lüks sitelerde yaşama talebi gelmektedir. Gençler ulaşımın kolaylığı
sayesinde kiliseye gitmek için artık kiliseye yakın bir semtte oturmanın
gerekli olmadığını ve şehirde daha mobilize olduklarını belirtmektedirler.
Ben
sıfırdan başlamaktan çekinmediğim için yeni bir yere göç etmem de bunun da
etkisi vardır muhakkak. Daha muhafazakar olan kesim yaşamaya çalışıyor. Bu da
bir seçim. Bizim kuşak çoğu Cihangir’deydi, Kurtuluş vardı, Tarlabaşı… en çok
oturulan mekanlardı. Su an Şişli’de,
Gümüşsuyu’nda oturan arkadaşlarım var. Ben de İçerenköy’deyim. İster istemez
getto dağılıyor. Cihangir’de kalma ihtimali yok artık. E kolejlerde artık şehir dışlarına taşınıyor çünkü nüfus oraya
yöneldi bundan 20 sene evvel Etiler Alkent kavramı vardı şimdi Beylikdüzü
Alkent var. Kurtuluş, Feriköy
bölgesinin bugün bile orda yoğun bir şekilde
yaşıyor olması… sınıfsal
bir boyutu var durumun ama parantez bilgi,
1926’ya kadar o bölge sadece gayrimüslimlerin ikamet
ettiği bir bölge. Orada yaşayan insanların da belki DNA ları böyle şekillendi.
Çok alışmış, çok oturmuş. B2-9 (R, 43, E)
Genç kuşakta mekandaki dağılmayı belirleyen bir diğer
sebepte karma evliliklerdir. Rum-Müslüman, Rum-Ermeni, Rum-Yahudi evliliklerin
cemaatin mekanda dağılımını hızlandırdığı ve kümelenmeyi dağıttığı tespit
edilmiştir. Karma evlilik yapan çiftler cemaatlerinin yoğun olarak bulunduğu
semtler dışında daha çok yukarıda bahsedilen
sebeplere dayanarak işe, çocuklarının okuluna yakın (Maltepe, Yakacık,
Ataşehir gibi) veya şehrin dışında modern kapalı sitelerin olduğu semtlerde
(Çekmeköy, Göktürk gibi) yaşamayı tercih etmektedirler.
Şu an
Maltepe, Yakacıkta’da oturan var ama bunlar daha çok karma evlilikler. Rumlar gene aynı mekanlarda otururlar, çok
kel alaka bir yere taşınmazlar. Bu karma evlilikten olanlar cemaat hayatında
Noelden Paskalyaya girerler yoksa onların çok farklı hayatları vardır.
Özellikle de Türklerle olan evliliklerde bir çeşit kopuş oluyor, daha farklı
semtlere... B2-12 (R, 41, K)
Üst gelir seviyesine sahip Rumlar da sınıfsal
pozisyonun sosyo-mekansal ayrışmanın arkasındaki ana unsur olduğu tespit
edilmiştir. Üst sınıfa mensub kişilerin “kilise-okul” etrafında kümelenmeye
daha az sadık kaldıkları ve geleneksel semtler yerine kentin Tarabya, İstinye,
Ulus gibi modern, lüks semtlerinde yaşamayı tercih ettikleri tespit edilmiştir.
Rumvader Vakfı Başkanı A.P., bir takım imkansızlıklar
yüzünden Rum cemaatinin kentteki demografik haritasını çıkaramadıklarını,
Kurtuluş, Beyoğlu, Cihangir gibi Rumların kümelendikleri semtler dışında
Avcılar, Göktürk ve Ümraniye gibi cemaatin grup olarak yaşama alışkanlığının
bulunmadığı yerlerde yaşayan Rumlar da olduğunu belirtmektedir.
Bugün en
yoğun olarak Beyoğlu, Cihangir tarafı var, Kurtuluş ondan sonra da çok
serpiştirilmiş durumda. Mesela
Göktürk sitesinde oturan
Rum var, Avcılar’da oturan Rum var tek
tek. Artık İstanbul’da bir yoğunlaşmadan bahsedemezsin. Adalarda da azaldı
Rum nüfusu. Karma
evliliklerin de mekanda ayrılmada etkisi var. Göktürk’te oturan Türkle evli
mesela. Tarabya’da bir kaç aile var yeni sitelerde oturan. Mekanda nüfus
dağılımı yok, yapamıyoruz. Ben çok uğraştım. Güzel bir tablo çıkartalım dedim,
olmadı. Çünkü çoğu çalışan arkadaş gönüllü. Maddi getiri olmayınca zor oluyor.
Belki belki Patrikhane vasıtasıyla yapılabilir. Papazlar bir liste
çıkartabilir. Seçimlerde kullandığımız listelere baksan 4500 kişi çıkıyor,
Antakyalılarla birlikte. Onların tabi daha sağlıklı hale getirilmesi lazım.
Eğer yeni seçim yönetmeliği çıkarsa belki yeni listeler daha sağlıklı yapılır.
Şu an takriben diyoruz. B1-5 (R, 72, E)
Mekandaki hareketliliği ve demografik yapıyı etkileyen
unusurlardan biri de okullara yakın olma talebidir. Kadıköy-Moda çevresinde
yeterli sayıda öğrencisi olmayan Rum okulları
kapanmak zorunda kalmıştır. Şu anda faaliyette bulunan altı (beşi İstanbul’da, biri
İmroz’da), öğrencisi olmadığı halde faaliyette sayılan üç Rum okulu
bulunmaktadır. 36 Rum okulu ise vasfını kaybedip kapatılmıştır.369
Nüfus azlığından dolayı okullara gidecek öğrenci kalmaması nedeniyle
Kadıköy’deki Rum ilkokulu
kapanmıştır; bu sebepten
dolayı genç Rum
369Rumvader yöneticisi A.P’dan
30.03.2016’da alınan bilgi. Bu dağılıma göre faaliyette bulunan Rum okulları
şunlardır: Zapyon Rum Okulu (Yuva – İlk – Orta – Lise) Zoğrafyon Rum Lisesi
(Orta – Lise – Ticaret Lisesi) Fener Rum Lisesi (Orta – Lise), Langa Rum İlkokulu,
Büyükada Rum İlkokulu, İmroz (İlk – Orta – Lise); Öğrencisiz halde faaliyette
sayılan okullar: Beyoğlu Merkez Rum Lisesi, Yeşilköy İlkokulu, Tarabya
İlkokulu; kapalı olan ve okul vasfını kaybeden Rum okulları: Galata, Bakırköy,
Yeniköy, Feriköy, Kadıköy, Maraşlı (Fener), Beşiktaş, Kurtuluş, Balat, Kumkapı,
Kandilli, Kuzguncuk, Beyoğlu Aya Konstantin, Burgazada, Heybeliada, Kınalıada,
Yeldeğirmeni, Arnavutköy, Kalamış, Yenimahalle, Edirnekapı, Ortaköy, Büyükdere,
Aynalıçeşme, Samatya, Yedikule, Beyoğlu Nane, Üsküdar, Çengelköy, Hasköy,
Yenişehir-Dolapdere, Boyacıköy, Beyoğlu Aya Triada, Salmatomruk, Topkapı,
Edirnekapı, Ayvansaray.
çiftler
çocuklarının Rum okulunda eğitim görebilmesi için Asya yakasından okullarının
aktif olarak yaşadığı Beyoğlu çevresine taşınmayı tercih etmektedirler.
Şu an kalan
nüfus yaşlı. Karşı tarafa (Avrupa yakası)
geçenler iş ve okuldan dolayı. Geçen hafta bir arkadaşımın çocukları var ufak,
burda okul kalmadığı için ve hergün burdan karşıya geçmek çok zor olduğu için
Gümüşsuyu’ndan ev tuttular Zapyon’a yakın olmak için. Çoğunlukla o tarafta
toplanılmaya başlandı, Boğaz hattında Arnavutköy-Tarabya. Çünkü cemiyetler,
kilise vakıfları orada. Mütevelli heyetleri de genç insanlardan oluşmaya
başladığı için eş dost orada kalmaya başladı. Feriköy, Bebek, Arnavutköy daha
canlıdır. Bizim için aile bağları, aile geçmişi, nostalji, mezarlıkların orda
olması, okul-kilise çok önemli. O yüzden çok
uzağa gitmeyiz ve doğdumuz yerden çok uzaklaşmayız. Kemerburgaz’a taşınan ender
de olsa vardır. Maddi durumla alakalı bu. Onu bağlayan bir durum yoksa gidiyor.
B2-12 (R, 41, K)
Ben
Harbiye’de kaldım, ordaki ev zaten bizimdi. O muhit benim dönemimde çok fazla
Rum kalmamıştı. Bizim dışımızda o mahallede Ermeniler de bulunurdu. Rumların
sayısı 2-3 kişi kadardı. Şimdi maalesef kalmadı. Evlilik döneminde daha rahat
diye önce Kadıköy’e geçtim, ondan sonrada Göztepe’ye taşındık. Yaklaşık 7-8
senedir Göztepe’de yaşıyoruz. B2-6 (R, 38, E)
Cihangir
bizim zamanımızda (80’ler) orta
sınıftı. 90’lar da önünden geçemediğimiz sokaklar vardı. Şimdi sınıf atladı
baya. Cihangir, Kurtuluş, Şişli, Kadıköy o zaman en yoğun semtlerdi.
Sıracevizler caddesi şimdi de Rum çok var, bizim kuşaktan çok arkadaşlarımız
var. Benim birinci kriterim okula yakın olsun, benim işime yakın olsun.
Evlendiğimde Yeşilköy’e gitmiştik, iş Nişantaşındaydı ve ben kaçtım ordan. Çok
uzaktı. Kocamın işi Tuzla’da. Gidip Kurtuluş Son Durak’ta da oturmak istemem.
Kiliseye arabana atlayıp gidersin zaten. Artık mekanda dağılma var tabi. Cemaat
dediğimiz olaydan çok kopuk yaşayanlar da var. Eskisi kadar değil ama yine
bizim cadde de (Sıracevizler) en az
on aile var bu yokluğun içinde. B2-
15 (R, 38, K)
Genç kuşak tarafından şehir dışının tercih edilmesinin
bir diğer nedeni son yıllarda varlıklı Arap kökenlilerin Şişli gibi şehrin
merkezinde kentsel dönüşüm projeleri kapsamında yerler satın alıp yaşamaya
başlamalarıyla semtin değişen kültürel ikliminden duyulan rahatsızlık gelmektedir. Kendilerine yabancı gelen bu kültüre adapte olamayacaklarını
düşünüp şehrin dışında kapalı,
modern tarzda sitelerde
daha güvenlikli ve izole yaşamayı tercih etmektedirler.
Çok uzun
bir süre Şişli’de oturduk, Bomonti’deydik biz, İskenderoğlu sokak. 98’de annem
bütün apartmanı sattı, Bostancı tarafına göç etti. 98’de Kurtuluş 2003’de
Bostancı. Ben doğma büyüme Şişliliyim derim kendime. Ben şimdi Çekmeköy’e
taşındım. Şişli de çok doğu kökenli insanların istilasına uğradı, bir de
Suriyeli. Dolayısıyla artık baktım başa çıkamıyorum ben de taşındım. Bizim
apartman ben Rum, Ermeni, Türk aileler vardı, güzel bir apartmandı sorunsuzdu.
Ama yavaş yavaş yan apartmanlar el değiştirmeye başladı. Türkbey sokakta Ermeni
azınlık var, benim sokağımda 4 Rum aile var 100 metrelik sokakta. İyi bir oran
bu nüfusa vurduğunda. 9 sene içinde çok değişmeye başladı profil. Eskiden Tuna
teyzemiz vardı üst katta, Tuna teyze kavga ettiğinde kocasıyla annem bizi arka
odaya taşırdı ayıp diye. Bu kültür çok değişti. Şişlideki
apartmanda Musevi bir aile vardı, 5 katlı bir apartmandı. Tuna teyzeler kiracı
gibi değildi, onlar bizim aileden biri gibiydi. Evde yemek yokken gidip Tuna
teyzede yemek yerdik. O bizim Tuna teyzemizdi. B2-5 (R, 36, K)
1942 Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları ve 1964
zorunlu göçü, başta Rum cemaati olmak üzere gayrimüslim azınlık cemaatlerini
hem maddi hem manevi açıdan çok şiddetle sarsmıştır. Bu travmatik olayların
kentin demografisindeki yansımaları bir önceki bölümde analiz edildi. Hem
ekonomik olarak geçirdikleri travma hem de, hiçbir zaman eşit yurttaş olarak
görülmeyecekleri hissi sonucu Rum nüfusunun yaklaşık %98’i İstanbul’dan göç
etmiş, Cumhuriyet’in başında 120.000’lerde olan İstanbul’daki Rum nüfusu 2015
itibari ile en iyi tahminle 2.000-2.500’e inmiştir. Geçmişin, yaşananların ve
olumsuz hatıraların hem bireysel hem de kolektif bellekten hiçbir zaman
silinmemiş olması gayrimüslim bireylerin yatırım yapmalarına ve ekonomik açıdan
kendilerini geliştirmelerine engel olmuştur. “Yarın ne olucağı belli olmaz”
duygusunun yarattığı güvensizlikle gayrimenkule yatırım yapmaya çekinmişler,
kirada oturmayı tercih etmiş ve “hep gidecek” gibi yaşamışlardır. Yahudi ve
Ermeni cemaatleriyle karşılaştırıldığında, nüfusun göç eden büyük kısmının üst
ve üst orta sınıf olduğu da hesaba katıldığında, özellikle 1964 yılındaki
zorunlu göç ve 80’li yıllarda Kıbrıs krizinden dolayı yaşanan olumsuz
tecrübelerden dolayı devlete karşı oluşan güvensizlik
sonucu yatırım yapmaya çekinen İstanbul’daki Rum cemaati ekonomik olarak daha
zayıf kalmıştır.
Bir de biz
özellikle 64’den sonra gayrimenkule yatırım yapmadık, ondan ev sat yenisini al durumu bizde olmadı. Museviler
daha rahat hareket eder. Bak bizde İstanbul dışında yazlık alanlara deli misin
gözüyle bakılırdı. Her an herşey elinden gidebilir, ne yapıyorsun? denirdi.
Sanki İstanbul biraz daha güven noktası, burda birşey olmazmış gibi. Onun için
bence gayrimenkul alma konusunda tedirginlik vardır. B2-12 (R, 41, K)
Bir daire almaya
korkuyorduk. Öyle bir dönemler geçti ki, bu Yunanlılardan bir ders aldık.
Onları yurtdışına çıkartınca (1964), mallarına bloke koydular biliyorsun. 64’de. Bir sürü sene boyunca
kiralar filan merkez bankasına yatıyordu. Her ay 50 dolar mı ne veriyorlardı.
Tarlabaşı’nda evler var hazineye geçti. Yoksa annemle babam bir daire
alabilirlerdi. Korktuk çünkü, güvensizlik vardı. Ya alırsak da satamazsak diye.
Ada’daki evi aldıklarında annemler, “delisiniz siz dediler” bize. Aman bir
kışlık bir yazlık olsun o kadar. Elimde nakit olsun. ATİNA-8 (R, 67, E)
Biz bu
“gitme fikrinden” dolayı ekonomik bakımdan ve sosyal bakımdan ilerleyemedik. Şişli’de arsalar 300
liraykan bir arsa bile almadık. Neden almadık? Biz nasıl olsa gidicez, dedik.
Ada’da (Burgaz) ahşap bir yer
beğendik, oturuyorduk, adam dedi ben satıyorum. Peki dedik alalım. Tam
alacaktık Kıbrıs oldu. Beni apartopar Tuzla’dan aradılar, yedeksubaylar geri
alındı. Ekonomik bakımdan kötürüm kaldık. O zaman bu fırsatları
değerlendirseydik bugün ekonomik durumumuz çok daha iyi olabilirdi. B1-5 (R,
65, E)
Benim büyük
dedem bu dini seçti diye ben niye ceremesini ödiycem? Yurtdışında mı yaşasak?
Orda ev mi alsak? Bir tedirginlik duyman gayet tabidir. Belki de gereklidir,
for survival370. Birçok kişi parasını yurtdışına gönderdi, elinde
nakit bekletti. Ama el konulacak bir yatırıma çok azı yapmıştır heralde. En
azından bütün paranı öyle yapmazsın. B1-13 (R, 63, E)
Bu geçmiş
acı tecrübelerinden dolayı yatırımsal korkuları olan insanlar “neme nazım
naktimiz olsun” diyenlerin hepsi perişan oldular. Başka bir iş yapılabilir mi
diye düşünmeyenler, korkudan arsa almayanlar malum 42-43’de yaşanan negatif
olaylar, ha bak meşhur atasözü vardır: “Romanya’dan karı almıycan, Karadeniz’de gemin olmıycak,
370 yaşam mücadelesi, devamı
için
Türkiye’de evin olmıycak”. Bunlar hep geçmişin
kötü tecrübeleridir. “paramız
dursun cebimizde” diyipte şimdi o parayla o evi alamayan bir sürü insan
var. C2-1 (Y, 43, E)
3.4.3.
Semt Aidiyeti En Zayıf
Azınlık Grubu Olarak Yahudilerin Yeni Kentsel
Politikalarla Uyumlu Sınıfsal Hareketliliği
Yahudilerin
mekan seçiminde yazılı olmayan bir kanun demiyim, ama yazılı olmayan bir
“standart set” vardır. Biraz düşüksen en azından Kurtuluş’ta durmaya
çalışırlar. (Y, 25, E)
1980’lerden günümüze geldiğimizde İstanbul’da üst orta
ve üst tabaka Yahudiler yoğunlukla Ulus, Etiler, Nişantaşı, Teşvikiye, İstinye,
Maslak, Ortaköy, Kemerburgaz, Suadiye, Caddebostan’da, orta tabaka Şişli,
Gayrettepe, Kemerburgaz, Bostancı, Göztepe’de yoğunlaşmışlardır. 90’lı yıllarda
Silivri, Kumburgaz, Çınarcık yazlık olarak gidilen mekanlar iken, Büyükada
orta, orta üst ve üst tabakanın, Burgazada orta üst ve üst tabakanın yazlık yer
seçimi olma özelliğini sürdürmekteydi. Son yıllarda üst sınıfa hitap eden
Çeşme, Bodrum, Göcek gibi gösterişli turistik mekanların popülerlik
kazanmasıyla orta üst ve üst sınıfa mensub
Yahudiler yaz tatillerini buralarda geçirmeyi tercih etmektedirler.
Bu dönemde özellikle birinci ve ikinci kuşak için
Yahudi toplumuyla bir arada olma, cemaatten
çok fazla uzaklaşmama hali tüm katmanlardan sınıflar için geçerli
bir durumdu. Bir arada cemaat ortamında olmak etken
bir unsurken diğer taraftan mekanda sınıfsal pozisyonlarına bağlı olarak çok
hızlı ve rahat mobilize olmaları dikkat çekicidir. Gelir seviyelerine göre,
cemaatin içinde çok sıkı çalışan
sosyal iletişim ağlarıyla, yükselen trendlere
uygun olarak dönemin popüler, yatırım değeri yüksek semtlerine en az bir kaç
aile birlikte hareket ederek geçmektedirler.371 80-90’lar için
Şişhane-Şişli-Gayrettepe-Nişantaşı-Ulus bu ekseni temsil ederken; 2000’lerde
Gayrettepe daha çok birinci ve ikinci kuşağın yaşadığı bir semt olma özelliği
göstermektedir; üst orta ve üst tabaka mensubları Nişantaşı-Teşvikiye, Ulus,
Etiler, Bebek, İstinye, Suadiye taraflarında yaşamaktadırlar. Üçüncü kuşak,
özellikle evli ve çocuklu aileler için Maslak, İstinye, Ataşehir ve
Kemerburgaz’daki modern kapalı siteler favori yerleşim alanlarıdır. Görüşmeciler toplumda yaygın olarak yer bulan “Yahudiler
371Bir görüşmeci Yahudilerin gelir seviyeleri yükseldiğinde
mekanda hızlı ve rahat bir şekilde mobilize olmalarını esprili bir şekilde şu
sözlerle tanımladı: “bizde şöyle bir söz
vardır hatta bu durum için: “Müslümanlar zengin olursa karılarını değiştirir
Yahudiler zengin olursa evlerini değiştirir”” (Y, 44, K)
zengindir, hepsi iyi yaşar” algısına sıklıkla sitemde bulunmuşlardır.
Yahudi cemaatinde her sınıfsal tabakadan insanın olduğu, hatta son yıllarda
krizden etkilenen ve ekonomik durumu sarsılan ve bu sebepten İsrail’e göç eden
bir çok kişi bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Toplumda bu algıyı yaratan ise
Yahudilerin gelir seviyelerine (orta veya üst sınıf) göre kendi içlerindeki
sosyal ağları çok başarılı bir şekilde kullanarak kentin modern, yatırım değeri
yüksek, ileride popüler olabilecek yerlerini araştırmaları ve buralara
yerleşmeleri, kentin modern, popüler eğlence mekanlarını öncü olarak
keşfetmetleri ve güzel yaşama olan ilgileridir. Bir kısım görüşmeci de gelir
seviyesi yükselen bazı kişilerin şehrin lüks semtlerine taşınmalarını cemaat
içinde bir “hava atma, gösteriş amaçlı” olarak kullandıklarını belirtmektedirler.
Sonuçta,
yazılı olmayan bir kanun demiyim ama yazılı olmayan bir “standart set” vardır.
Biraz düşüksen en azından Kurtuluş’ta durmaya çalışırlar; küçük bir cemaatte
herkes her şeyi bildiği için gizlenme şansın yok. Sebebi bir güvenlik, zor
durumda kaldığın zaman arıyacağın biri olabilir şu an ne kadar geçerli
bilmiyorum. Sonuçta belirli hayat standartlarını bekleyen bir grup;
alt-orta-üst kesim de kendi seviyesine göre bir kalite arıyor. Çok önemlidir bu
bizim cematte, rekabet gösterişte var ve ben hiç sevmem. Ama seviyorlar, çok
seviyorlar hatta. Benim kuzenlerim Nişantaşı’nda oldukları için bunun daha
içindeydiler; ben daha orta seviyeydim, benim arkadaşlarım da öyle. Benim
arkadaşlarım Gayrettepe, Ulus, Etiler, Ortaköy, İstinye... Bu herkesin herşeyi
bilmesiyle de alakalı. Saklanma şansın yok. Ekonomik dengeler çok dağıldığı
için insanlar değişik yerlerde yaşamaya başladı, artık daha uzaklara gidiyorlar. C2-19 (Y, 25, E)
Gençler sınıfsal pozisyonuna bağlı olarak daha lüks veya
daha orta sınıf sitelerde yine bir arada yaşamayı tercih etmektedir. Özellikle
şehrin merkezinde Ulus, Nişantaşı-Teşvikiye gibi daha lüks semtleri ekonomik
açıdan karşılayamayacak olan genç kuşak Kemerburgaz, İstinye ve Maslak’taki
orta sınıfa hitap eden modern sitelerde yaşamayı tercih etmektedir. Bu
semtlerde oturan görüşmecilerin apartmanlarında en az bir kapının dışında
“mezuza”ya372 rastlamak mümkündür. Sınıfsal pozisyonları ile
birlikte yaşam tarzlarına uygun olarak cemaatlerinden en az bir kaç ailenin,
yakın arkadaş çevresinin de bulunduğu semtleri seçme denklemi çok başarıyla kurulmaktadır. Kemerburgaz Göktürk’te artan Yahudi nüfus sonucu
372Mezuza, kapıların
veya kapı girişlerinin sağ pervazlarına çivilenir. Mezuza yazısının elle yazılması şartı vardır. Halk geleneklerine göre
mezuza, evi ve ev sakinlerini her türlü kötülükten korur.
ibadet ihtiyacına cevap vermek amacı ile Türk Musevi Cemaatinin talebiyle 2006 yılında Şaar Aşamayim Sinagogu açılmıştır.
Bizlerde
şöyle bir olay var, Yahudiler ilk bir yeri keşfetmeye meraklılardır. İlk
Göztepe’ye gidip oraya yerleşince, hem ucuz hem güzel, bu bir anda yayılır
cemaatte ve hoop bir grup gider oraya. Şimdi yeni bir trend var: Kemerburgaz.
Biz ilk gidenlerden biriyiz. İlk gittiğimizde 7-8 aile vardı. Şimdi aşağı
yukarı 220 aile var. Gayrettepe’den-Şişli’den boşalan kitle yeni bir alana
geçiyor ve geçerken de herkesi beraberinde sürüklüyor. İlk geçen kişilerin
kalitesi ve arkasından kimi sürüklediği önemli. Kilit isimler gidiyorsa arkasından
sürükler. Gayrettepe 90’lar’da modaydı, Maslak 90’ların ortasında moda olmaya
başladı. Ben evlenene kadar
Gayrettepe’de oturdum. Sonra bir Maslak furyası çıktı 94-95’de. Maslaktakiler
birden bire Kemerburgaz’a (2000’ler) gitti. Bir site var, yüzde 80’i “Jewish”.
Rakının en büyük reklamı o sitede yapılıyordur, her akşam birinin bahçesinde
rakı muhabbeti var (gülerek).
Rekabet her zaman olmuştur bizim cemaatte, gösterişte var ama kendi içinde.
Fakat şu an o gösterişi yapmak için gerekli maddi gücü olanlar zaten 3-5 aile.
90’lardan sonra düşüşe geçti cemaat maddi anlamda. C2-1 (Y, 43, E)
Özellikle orta üst ve üst tabaka görüşmeciler
çocuklarını son yıllarda eğitim seviyesi gittikçe yükselen Ulus Özel Musevi
Lisesi’ne veya özel kolejlere göndermeyi tercih etmektedir. Üçüncü kuşak
görüşmeciler semt seçimlerinde sinagoga yakın olmanın karar mekanizmalarında
çok etkin olmadığını dile getirdiler. Sinagoga düzenli olarak gitmenin modern
hayatın hızında mümkün olmadığını, gidecekleri zamanda arabayla şehrin merkezinde bulunan sinagoglara gitmeyi
tercih ettiklerini belirttiler. Görüşmelerde karma evlilik yapanların, Rumlar
da ve Ermenilerde görüldüğü gibi, cemaatin mekanda bir arada hareket etme
alışkanlığından koptukları, bunun da mekanda dağılmayı beraberinde getirdiği
aktarıldı. Bekar, çalışan
Yahudi gençlerin oturmayı
tercih ettikleri semtler
arasında ise orta üst
tabakanın tercihi olarak Nişantaşı, Teşvikiye373, Ulus, orta tabaka
için de Şişli, Kemerburgaz gelmektedir.
373Teşvikiye yerleşmesinin tarihi 19. Yüzyıl ortalarına gider.
Daha önce yöre bütünüyle kırsal görünümdeydi. Sarayın Yıldız’a taşınması (1876)
Teşvikiye’yi doğrudan etkilemiş, Maçka’dan Nişantaşı’na kadar çevre hanedan konaklarıyla dolmuştu. Semtin asıl
gelişmesinde iki ana unsur rol oynamıştır: birincisi, sarayın Beşiktaş’a sonra
da Yıldız’a taşınması ikincisi de hızla gelişen Beyoğlu’nun Taksim-Şişli
eksenine dogru taşmasıdır. Teşvikiye 1920’lerde ikinci unsurun, Taksim-Şişli
eksenindeki gelişmenin etkisine girer ve anacaddeden başlayarak hızla
apartmanlaşır. Teşvikiye bugün orta-üst, üst gelir seviyesinde bir nüfus
yapısına sahiptir (Dünden Bugüne
İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 7, 1994, s.256)
O zaman (90’lar) Şişli, Nişantaşı popülerdi. Sonra Şişli’de
oturup durumu daha iyi olanlar Ulus’a taşındı. Göztepe daha homojendi. O zaman çocuk olarak o kadar farkında değilsin.
Aslında hem farkındasın, hem değilsin. Karşıda oturan varlıklı Yahudiler de
var. Onlar Erenköy, Suadiye, Caddebostan’da otururdu. Şu an Ulus’a taşındık. Çok Yahudi var, evet. Belli
bölgeler var mesela
şu an Kemer’de alıyor herkes
özellikle yeni nesil.
Bizim Ulus’a taşınmamız
sadece daha iyi bir muhit olmasıydı. İlla Musevilerin olduğu bir yere gidelim
oturalım değildi. Şişli’ye taşınmadık mesela. C2-6 (Y, 32, K)
Şişli’den sonra Hüsrev Gerede’ye
geçtik. Mekansal dağılıma
benim açımdan bakarsak güvendiğim Yahudi bir arkadaşım “
şurda şu var” derse genel bir çerçeve ve güven duygusu verir bana, en azından
komşum kim olucak onu biliyorum. Bilirim ki onlar bakmıştır fiyat olarak iyi
kötü aynı “tune” da olduğumuz için benim uğraşmama gerek yok. Gittiğin zaman
görüceğin adamı da biliyorsun o yüzden hepsi birbirini izliyor. C2-3 (Y, 43, E)
Annemler
buraya döndüklerinde (İsrail’den) hep
Şişli civarında yaşamışlar. Ben 6 yaşına gelince Caddebostan’a taşınmışız. O da
baya radikal olmuş zaten. Çünkü herkes Şişli, Nişantaşı tarafında otururmuş o
zamanlar. Biz ilk gidenlerdenmişiz. Valla neden gitmişler? Doğduğum yer Kader
apartmanı Şişli’de, ama şu an durmuyor o apartman. Halam Nişantaşı’nda oturdu.
İlkokul yaşında karşıya geçmiştik. Babam istemiş galiba gitmeyi, Şişli çok
kalabalık karışık gelmiş. C2-7 (Y, 37, K)
Bankalar
Caddesi’nde yaşamış ananem, bir de Şişli’de oturmuşlar. Babanem şu an
Gayrettepe de yasıyor, “jewish” babaneler Gayrettepe’de (gülerek), ananem de karşı tarafta oturuyor.
Annemler hala Caddebostan’da oturuyor. Ben Nişantaşı’nda oturuyorum. Şu an en
popüler mekan Kemer. Güvenlik hissi de var beraber hareket etmede ama asıl
sebep o değil bence. Tamam Fatih’te oturan bulamazsın tabi. Bence bu konuda iki
tür kesim var. Daha Avrupalı daha kokoş kesim, Ulus ve Nişantaşı’nda otururlar.
Göktürk’e bence ekonomik krizden etkileneler artık Nişantaşı’nda ev satın
alamadığı için onlar Göktürk’e taşındı. Şık yerlerde oturuyorlar daha ucuza.
Ve kolonileşme oldu.
Ama şimdi çok uzak diye geri dönüşler başladı. Şimdi o grup başka bir
yere yerleşecek. Nereye bilmiyorum... orası çok uzak ben o kadar sakin hayattan çok sıkılırım mesela.
Oralar maddi sebeplerden gidildi. Bende ev
baktığımda Ulus, Etiler, Nişantaşı’nda ev baktım.
Aklıma da başka yer gelmedi. C2-10 (Y, 29, K)
Benim
çevrem Nişantaşı, Ulus, Etiler, Gayrettepe… Kemerburgaz, Sarıyer, İstinye,
Yeniköy… karşı tarafta Caddebostan, Suadiye, Göztepe… buralarda oturuyorlar.
Kadıköy’de belki vardır. Bunun dışında başka bölgelerde oturan yoktur.
Gettolaşma var yine bence. C2- 11 (Y, 33,
E)
Durumlar
düzelince Şişhane’den Şişli’ye geçmişler ve hemen ev almışlar. 80’li yılların
başına kadar hepsi kiracıyken 80’li yıllardan itibaren hepsi ev sahibi olmuş.
Ananem beş kardeştir, bir bakıyorsun hepsi birer sokak arayla Şişli’de ev
sahibi oluyorlar. O dönemden sonra maddi durumlar biraz düzeliyor. Ama ne yapıldıysa
o dönemler yapılmış oluyor. Hala çoğu insan onun kaymağını yiyor. Mülkler
alınmış, sonra değer kazanmış. Şişli’de, Nişantaşı’nda, biraz daha durumu
iyiyse Boğaz hattında mülkler almışlar. Gaziosmanpaşa’da almamışlar mesela. Bu
konuda sanırım burnumuz iyi koku alıyor (gülerek). Bizde komün halinde yaşama var evet. Eskisi kadar kalmadı ama yine
de kel alaka bir yerde yaşamaz bir Yahudi, mesela Ümraniye’de. Yatırım olarak
da görülüyor. Bundan 20 sene önce Ulus’da yol yoktu. Museviler oraya taşınmaya
başladı ve şu an inanılmaz değerli. Rekabet de var tabi. Olması da çok normal
bence. Biryerden insanlar taşınıyorsa orası canlanacak demektir. Bizim cemaatte
bazı insanların görüşlerine çok önem verilir, mesela o adam bir yere taşındıysa
“aa burası değerlenecek” denir ve cidden 5 sene sonra çok değerlenir orası. Bak
“Yahudiler hep iyi yaşar” diye bir imaj var. Ama bunu yapan çok az sayıda insandır. Bizimkiler nasıl yaşanması gerektiğini biliyorlar. Ulus’da
yaşıyor, çocuğu iyi ortamlarda yetişsin diye. C2-17 (Y,
31, E)
Bazı Yahudi gençler İstanbul’da son yıllarda büyük bir
ivme ile artan emlak fiyatları yüzünden gelir seviyelerine uygun semtler
seçerken cemaatin yerleşim rutininin dışında ekonomik olarak daha orta tabakaya
hitap eden ve kentin yeni inşa edilen bölgelerinden Ataşehir, Kazasker,
Çekmeköy gibi yeni gelişen yerleşim bölgelerinde yaşamayı tercih etmektedirler.
Ben
Sudiye’de doğdum. Şu anda da Kazasker’de oturuyorum. Tamamen ekonomik sebepler. Minibüs
yoluna yakınken sahil tarafına geçtik
ama hep bu taraflardaydık. Bizim
sokakta başka Yahudiler de vardı
ama en fazla olduğu yer Caddebostandır. Suadiye’de 5-6 aile kadar vardı. Şimdi
evimiz yıkılıyor bakalım nereye taşınıcaz, Tuzla bile olur. Annem hemen “aa ama
orda hiç Musevi yok ki” dedi. O kuşak daha muhafazakar. Burda 1-2 tane Musevi
arkadaşım var. Birçoğu şimdi Ataşehir’de. Dağılma var İstanbul içinde ama grup
halinde hareket ediliyor gene. Eskiden kazınmış bir şekilde içimde şu vardı
“Suadiye’de olmalıyım, Caddebostan’da olmalıyım” diye. Artık kalmadı o.
Kalıpları kırmaya çalışıyorum şu anda. Tuzlaya da Kartal’a da gidebilirim.
Huzurlu mutlu olmak yeter. Çekmeköy tarafına da ufak ufak gidenler var. C2-15
(Y, 15, K)
Yahudiler, Rum ve Ermenilerde de görülen davranış
pratiğine benzer biçimde mekan seçiminde sınıfsal pozisyonlarına bağlı olarak
yakın çevresiyle bir arada olmaya özen göstermekte, mekanda mümkün olduğunca
birlikte hareket etmeye çalışmaktadır. Bu topluluk psikolojisinin arkasında
“güvenlik ve korunma” içgüdüsü yatmaktadır. Geçmişte gayrimüslim-azınlık kimliklerinden dolayı yaşamış oldukları
ayrımcılıklar, travmalar hem cemaatin kolektif belleğinde hem de bireysel
belleklerinde korunmaktadır. 1986’da ve 2003’de İstanbul’da yaşanan sinagog
bombalamaları cemaatteki güvenlik seviyesini çok hassas bir noktaya taşımıştır.
Topluluk halinde davrandıklarında (toplantılar, anmalar, kutlamalar) bunu
gizlilik dahilinde yürütmeye, çok fazla kamusallaştırmamaya dikkat
etmektedirler. Mekan seçimlerinde de kendilerini daha güvende, gayrimüslim
kimlikleri yüzünden tehdit altında hissetmeyecekleri, dışardan gelebilecek
olumsuzlukları minimum hissedecekleri semtlerde bir arada olmaya
çabalamaktadırlar. Bu “daha güvende” oldukları yerleri görüşmeciler,
İstanbul’un orta ve orta üst, modern, kendileri ile aynı “dili konuşan” yani
aynı yaşam tarzına, eğitime, kültüre sahip Müslüman-Türklerin yaşadığı semtler
olarak belirttiler. Dışarıda tutulan yerler ise milliyetçi, dindar kesimin
olduğu semtler ve gecekondu semtleridir.
Yahudi cemaati diğer iki toplumda da geçerli olduğu
üzere sınıfsal açıdan statik bir yapıya sahip değildir. Kuledibi, Hasköy ve
Balat’da artık bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda orta alt sınıfa mensub
Yahudi yaşamaktadır. Burada yaşayan Yahudilerin büyük bir kısmı İsrail
devleti kurulduktan sonra
göç etmişlerdir. Şu an İstanbul
mekanında gelir seviyesi düşük olan bir Yahudiye, belki
bir kaç istisna dışında, sosyoekonomik profilin düşük olduğu, kentin daha alt gelir
ve kültür seviyesinden kişilerin yaşadığı Ümraniye, Dudullu, Sultanbeyli,
bu örnekler çoğaltılabilir, gibi semtlerde
rastlamak düşük bir olasılıktır. Görüşmeler sırasında
Yahudi cemaatinin içinde yoksul kişilerin yaşam standartlarını belli bir
seviyede tutabilmek için ciddi bir yardımlaşma ve iletişim ağının çalıştığı
tespit edilmiştir. Cemaatin kendini sürdürme süreçlerinde dayanışma örüntüleri
cemaat yapısının belkemiğini oluşturmaktadır. Cemaat içinde yoksullara yardım
amaçlı çalışan bir dernek vardır. Bunun dışında cemaatin içinde sosyoekonomik seviyesi
yüksek olan kişilerin yardım ve destekleriyle yoksullara ve ihtiyacı olanlara
maddi yardım ulaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu yardımlarda esas hedeflenen
amacın o kişinin cemaat içinde utanılacak, gururunu kıracak bir konuma
düşmemesini sağlamak, kişinin onurunu korumak olduğu gözlenmiştir. Cemaat,
yardım dernekleri ve bağışçıların destekleri ile yoksulların hayat
standartlarını mümkün olduğunca ortalama seviyede tutmaya ve o kişinin öz
saygısını ve onurunu hem cemaate hem de geniş topluma karşı korumak amacıyla
Yahudi cemaatinin kümelendiği orta sınıf semtlerde (Kurtuluş, Şişli gibi) ikame
ettirmeye çalışmaktadır. Ayrıca evlenecek ve maddi yardıma ihtiyacı olan
gençlere de cemaat içinde imece usulü yardım edilmektedir.
Ekonomik sebepler İsrail’e göçlerin arkasında yatan en
önemli nedenlerden biridir. Özellikle 2000’lerdeki ekonomik krizden sonra hayat
standardı düşen Yahudiler bir taraftan İstanbul’daki kapalı ve küçük bir
cemaatin içinde yaşamanın zorluklarından, verdiği sıkışmışlık duygusundan, diğer
taraftan da İsrail’deki devletin sosyal yardımlarının kuvvetli olmasından
dolayı çareyi bu ülkeye göç etmekte bulmuşlardır. Göç edenlerin bir kısmı
sosyal ve kültürel açıdan uyum sağlayamadıkları İsrail’den bir süre sonra
İstanbul’a geri dönüş yapmışlardır.
İstanbul’un
herhangi bir yerinde yaşamayız mesela. Müslüman çevrede de nereye gitmen
gerektiğini biliyorsun. Bu bilinç bir şekilde senle beraber gelişiyor. Ailen
seni zaten oraya yönlendiriyor. İster istemez koruma altına alıyor. C2-14 (Y, 38, K)
Muayyen bir yaşın üstünde
ve yoksul olanlar
bizim ihtiyarlar yurdundadır; Or Ahayim çok destek
verir. Sen muayen bir standarttaydın ve Etiler’de oturuyordun, senin sosyolojik
durumuna göre gizli olarak para
toplarız ve kiranı öderiz.
Taşındırtmayız seni. Diyelim ki sen
ekonomik olarak düştün ve evlenecek olan bir çocuğun var, o çocukta Etiler’de
yaşıyor; bir şekilde evin kirasını toplamaya çalışırız, evlenecek olan çocuk
Göktürk tarafına gider. Orda kiralar daha ucuz. 1-2 yıl sonra baba hayatta
değilse anne de çocuğun yanına gider. Ama gidipte Ümraniye’de oturmaz. Geniş
toplumun onu bilmemesi lazım, o ailenin
gururunu
kaybetmesine izin verilmiyor;
cemaatin içinde durumu iyi olanlar arasında bütçe denkleştiriliyor. İçerde de
bu sıkıntılar yaratıyor, cemaat içinde açıklamak zorunda kalıyoruz. İsrail’e gidenler
de çok oldu. Her ay 20 aile gidiyor deniyor
ama inanma öyle her duyduğuna. C1-4 (Y, 56, E)
Mekan
seçiminde de öyle, gettolaşma vardır. Ama bak çok alakasız yerlerde oturan
Yahudi var, ben dernekten yardım götürmüştüm Dudullu’ya mesela. Ama hep
gizlenir bunlar. Bilemezsin dışardan hiç. O yüzden insanlar İsrail’e gitmeyi
tercih ediyor, burda daha görünürsün hemen deşifre oluyorsun. C2-10 (Y, 29, K)
Yahudiler her ne kadar mümkün olduğunca bir arada
mekanda hareket etmeye özen gösterseler de, kent mekanında yeni yerleşim
alanlarının oluşması, modern hayatın dayattığı şartlar, sınıfsal pozisyonlarına
göre kişilerin konut seçimlerinde daha bireysel davranmaya başlaması, mahalle
hayatının bir kaç nostaljik semt dışında neredeyse
kalmamış olması, şehrin dışında yeni yaşam alanlarının,
kapalı sitelerin ivme kazanması, insanları birbirine yabancılaştırmakta ve
cemaati de mekanda birbirinden uzaklaştırmaktadır. Görüşmeciler eski dönemlerle
karşılaştırıldığında günümüzde eskisi kadar “cemaat olarak bir arada hareket
etme” imkanının olmadığını üzüntüyle dile getirmektedirler.
Benim
çevremde burda (Bostancı) hiç
yok Musevi. Caddebostan, Göztepe, Suadiye’de vardır çok Musevi. Buralarda da
var ama o kadar dağınık ki kimse kimseyi tanımıyor. Geçenlerde aidatları ödeme
listesi var nedense baktım bir Musevi ismi gördüm “aa Musevi varmış” dedim. 65
daire kızım, nerden haberim olucak! C1-12 (Y, 74, K)
Şişli,
Gayrettepe’den sonra getto bitti (90’lardan itibaren). Sürüden ayrı yaşayan çok kişi var emin
ol. Tesadüf aynı apartmana düşmüş olabilir? Bizim sitede 480 daire var 5 aile
Yahudi sadece. O beş kişi de arkadaş değilse hiç görüşmüyorlar demektir. C1-15
(Y, 64, K)
Cemaat bayağı
bir dağıldı İstanbul
içinde, eskisi kadar
gettolaşma yok. Büyük
gruplar halinde gitmiyorlar artık. Yazlık olarak bir sürü insan
Çeşme’de, Bodrum’da ev alanlar oldu. Eskiden sözkonusu değildi, Ada’ya
Yeşilköy’e veya karşı tarafa gidilirdi. Biraz daha bağımsızlaştık... C1-18 (Y,
K, 50)
Ananemler
geldiklerinde bir Gayrettepe’de bir de Caddebostan’da, o zaman yazlık yerdi,
mermerden giriş sütunları vardı, oturmuşlar. Bütün binada “jewish” oturuyor. 4 dairesi var, kocaman bir ev. Hatta biz
İsrail’den geldiğimizde, 1989’da, bir sene orda yaşadık. Şimdi yıkıldı kocaman
gökdelen yapıldı. Artık kalmadı beraber hareket etme.” C2-6 (Y,
32, K)
1981
doğumluyum. İlk dönemler Gayrettepe’yi hatırlıyorum, 4 yaş civarını
hatırlıyorum. Hep annemin arkadaşları ve çocuklarıyla beraberdik. Hala o
dönemde tanıştığım arkadaşlarım en yakın arkadaşlarım mesela. O dönem çok
yoğundu artık değil. Gettolaşma kalmadı çünkü ekonomik faktörler çok fark
ediyor. Cemaatin geliri çok düştü bazıları Kemerburgaz’a gitmek zorunda
kalıyor. Bazısı Ulus’da yaşarken bazısı Kurtuluş’da yaşamak zorunda kalıyor.
Bazıları Nişantaşında… artık gettolaşma yok. O zaman Gayrettepe çok yoğunmuş (80-90’lar). 13 yaşında Bar Mitzvam’dan sonra Ulus’a
geçtik sonra hep Ulus’da kaldım. Evlendikten sonra Nişantaşı’na geçtim. Vali
Konağı’nda oturuyoruz. C2-11 (Y, 33, E)
Kültürel,
dini merkezlere yakın olmak bazı insanlar için geçerli. Zamanında böyleydi.
Bunun kültürel devamlılığı var. O kültürel noktalara yakın olmak önemli.
Havranın Şişhane’de olmasının bir sebebi var, insanlar orda yaşıyordu. Şimdi Kemerburgaz’da sinagog açıldı; Göztepe de keza öyle. O
bir çapa oluyor, o çapanın etrafında kalmaya çalışıyorlar. Tabi ki modern
hayat, araba, toplu taşım bu kadar geliştikten sonra artık o merkezler dağıldı,
eskisi kadar önemi kalmadı. C2-19 (Y, 25, E)
3.4.4.
Ermenilerin 1980 Sonrasında Mekanda
Sınıfsal Hareketliliği
Anneme
“anne hala taşındırtamadık seni burdan” deriz, “benim bütün arkadaşlarım burda
der”, halbuki arkadaşlarının çoğu vefat etti. (E, 39, K)
Tez kapsamında yapılan görüşmelerde 1980’li yıllardan
itibaren İstanbul’un değişen kentleşme dinamiklerine karşın Ermeni cemaatinin mekandaki hareketliliğinin belli bölgelerin
içinde gerçekleştiği görülmektedir. Üst tabaka Ermeniler Tarabya, Yeniköy, Bebek,
Ulus,
Levent, Harbiye, Nişantaşı, Yeşilköy, Bağdat Caddesi; orta ve orta-üst
tabaka Kurtuluş, Şişli, Bakırköy, Moda; orta tabaka ve ortanın altının ise
Kurtuluş’un belli bölgeleri, Bakırköy, Feriköy, Samatya, Kumkapı, Topkapı’da
yoğunlaştıkları ortaya çıkmaktadır. 1980’lerin sonuna kadar Yeşilköy,
1980’lerden 2000’li yıllara Adalar, Kumburgaz, Çınarcık, Silivri Ermenilerin
tercih ettikleri sayfiye mekanları olarak ön plana çıkmaktadır. Yaklaşık son 10
senedir sermaye birikiminin küresel ölçekte yeniden örgütlenmesi, sermayenin ve
insanların hareketliliğinin artması, yeni ulaşım ve iletişim teknolojilerinin
gelişmesi, seyahatlerin ucuzlaması gibi küresel faktörler Adalar’a alternatif
olarak Bodrum, Çeşme, Göcek gibi yerleri ulusal ve uluslarararası turizme açtı
(Kurtuluş, 2011:24) İstanbul’un üst orta ve üst tabaka gayrimüslimleri için de
bu yerler ayrıca bir gösteriş alanı haline geldi.
Yukarıda bahsedildiği gibi Kurtuluş, Şişli, Feriköy,
Yeşilköy, Samatya, Kumkapı, Üsküdar, Moda, Bakırköy ve Adalar, Cumhuriyet’in
kuruluş yıllarından itibaren Ermeni toplumunun kümelendiği, kuşaklar boyunca
“Ermeni semti kimliği” özelliğini koruyan nadir semtlerdendir. 1980’lerden
günümüze gelindiğinde görüşmecilerden üst orta tabakanın bir kesimi ve orta tabaka
için Ermeni toplumunun geleneksel örgütlenme biçimi olarak kilise ve okul
kurumlarının etrafında kümelenme, cemaat ile bir arada olma yerleşimin ana
unsurlarını belirlemeye devam etmektedir. Dilin, Ermeni kimliğindeki başat
öneminden dolayı Ermeni okullarına yakın olmak semt seçiminde her dönem için
çok belirgin bir unsur olmuştur. Orta ve orta üst sınıfa mensub Ermenilerin
sosyoekonomik açıdan daha iyi bir semtte oturabilecek iken doğduğu büyüdüğü,
Ermeni okullarına ve kiliselerine yakın semtlerde yaşamayı tercih ettikleri
tespit edilmiştir. Bu sebepten dolayı Kurtuluş, Şişli, Bakırköy, Samatya,
Yeşilköy, Moda gibi semtler orta ve üst orta tabakanın birarada yaşadığı
semtlerdir. Üst tabakaya mensub bazı görüşmeciler çocukları için ilkokuldan
itibaren Fransız okullarını veya özel kolejleri tercih ettiklerini
belirtmişlerdir. Üst sınıf bu açıdan daha özgür seçim tercihlerine sahip
görünmektedir ve mekanda sınıfsal kimlikleri aracılığıyla daha kolay mobilize
olmaktadırlar. Bu mobilizasyon üst sınıf Ermenileri cemaat içinde diğer
sınıflardan mekanda ayrıştırmaktadır. Üst sınıfa mensub görüşmecilerin daha çok
Tarabya, Bebek, Ulus’da oturdukları tespit edilmiştir.
Daha zengin
olanlar ... değişti aslında. Eskiden Yeşilköy, hala da öyle ama Boğaz kesimine
kaydılar. Anadolu’dan gelenler ilk önce Kumkapı’ya yerleşti sonra
zenginleştikçe Yeşilköy’e geçtiler. Dolapdere’de oturan sonra Kurtuluş’a
taşınan ve Ada’da ev alan da var.
Ama bunların içinde sonradan zengin
olan da çok. Bakırköy daha çok orta sınıftır. Kurtuluş daha karışık. Orta,
alt-orta, üst-orta da var. Mesela bak Nişantaşı’nda oturabilecek olan biri
neden hala Kurtuluş’ta oturuyor? Çünkü kiliseye ve Ermeni okullarına daha
yakın. O mekan onun kimliğini belirliyor aslında. Orda büyümüş, çevresi orda.
Tarabya, Bağdat caddesi de zenginlerin geçtiği yerler arasında. Yeniköy var,
biraz da Levent tarafı. A2-12 (E, 29, E)
Babamlar
Kastamonu’ndan ilk geldiklerinde Kurtuluş, Feriköy, evlendikten sonra hep
Kurtuluş’ta oturmuşlar. Annemler de öyle. Çünkü o bölge Feriköy, Kurtuluş,
Şişli genelde Ermenilerin, azınlıkların daha çok olduğu yerler. Kiliseleri,
okullar, mezarlıklar orda. Ama bu
sonralar değişti; Yeşilköy, Samatya, Yedikule oldu. Onlar da Anadolu’dan
gelenler daha çok oraya gitti. Burda yaşayanlar daha çok Şişli, Taksim çevresi,
Tarlabaşı çok iyi semtti; daha çok Rumlar oturuyordu orda. Şu anda vakıf
evlerinde çok ucuza oturan insanlar var. Rumlar gittikten sonra bozuldu tabi
oraları. A2-10 (E, 39, E).
Harbiye’de
doğdum, Nişantaşı’nda Güzelbahçe hastanesinde doğmuşum. Eski bir yapı vardır
Manuel apartman diye, onun en üst katında oturuyorduk. Çok sevdiğim bir
binadır. Harbiye-Nişantaşı kesişme noktasında. Manuel apartmanda kapı komşumuz
Ermeniydi. Bir süre sonra apartmanın girişinde casino gibi biryer açılıyor
ve bir gece olaylar
patlıyor, fuhuşta başlıyor. Babam da tırsıyor, zaten evhamlı bir insandır ve
taşınmaya karar veriyorlar. Abdi İpekçi’nin öldürüldüğü sene oraya taşınıyorlar
ve Manuel apartmanını satıyorlar maalesef. Arman Palas’a taşınıyorlar. Ben o
evi çok iyi hatırlıyorum. Abdi İpekçi vurulduğu zaman annemin “aa tamam o zaman adamı
vurdular tuh tuh adamı vurdular, şimdi sokağımızın ismini değiştirecekler” dedigini çok iyi
hatırlıyorum. Beni çok etkilemiştir. Bizim evimizin önünde bir gazeteci
öldürülmüştü. Bizim üst katımız Museviydi, çok iyi arkadaşıydı annemin. Türk
arkadaşları da vardı. Her yaz ada. Annem hala orda (Nişantaşı) oturur. Ben
sevmiyorum artık orayı, uzaylılar var orda! Eskiden herkes tanıdıktı, bütün
komşular. İlk tütsümü alt komşu yapmıştı (gülerek) ama sonra heryer iş yeri oldu. Ben anneme
çok baskı yaptım ama onun bütün bir tarihi var orda. Anneme deriz “anne hala
taşındırtamadık seni burdan” diye, “benim bütün arkadaşlarım burda der”, halbu
ki arkadaşlarının çoğu vefat etti.
A2-15 (E, 39, K)
Bütün dünyada konut artık sadece bir barınak değil;
aynı zamanda bir yatırım aracı ve statü simgesidir (Baudrillard, 2004). Konutlar günümüzde belki de toplumsal sınıflarla
özdeşleşmiş, en önemli işaret aracı ve maddi varlığın ifadesi (Goffman,
2014b:46) olan statü simgeleridir. Konut tercihi kişilerin yaşam tarzları, ait
oldukları sosyal sınıf ve hatta gündelik tüketim kalıpları üzerine önemli
göstergeleri de içinde barındırmaktadır. Bu bağlamda görüşmeler sırasında gelir seviyesini yükselten
özellikle Anadolu Ermenilerinin, sosyal alanda daha
prestijli ve statülü kabul edilen semtlere, örneğin Samatya veya Kumkapı’dan Yeşilköy’e taşınma eğilimi gösterdikleri
belirlenmiştir. Birçok görüşmeci için bu durum, ekonomik sermayesi yüksek fakat
kültürel sermayesi düşük kişiler tarafından orta sınıf araçlarına sahip
olunarak cemaat içinde “hava atma” amaçlı kullanılmaktadır. Bazı görüşmeciler
ise bu durumun cemaat içinde bir kutuplaşma yarattığını, insanların oturdukları
semtlere göre sert bir biçimde ayrıştırıldıklarını ve toplumdaki statülerinin
büyük oranda semtlere göre belirlendiğini ifade ederek cemaat içinde yaratılan
bu sınıfsal ayrıştırmadan duydukları rahatsızlığı dile getirdiler.
Biriyle
tanışıcaksın diyelim “nereliymiş o” diye sorduğunda “Samatyalıymış ama
Yeşilköy’e taşınmışlar” denilir, “hmm tamam demek ki para var bunlarda o zaman”
dersin.” Bir de Yeşilköylüler var. Orda da şöyle bir durum var, Samatya’da
oturup bir süre sonra çalışarak daha iyi kazananlar Yeşilköy’e taşınmaya
başladı. Bakırköy daha ortalamadır. Mesela Kadıköy’de oturan biri Yeşilköy’e
evlenip giderse “downgrade” (seviye düşüklüğü) edilmiş gibi bakılıyor ama Yeşilköy’de
oturan biri de Kurtuluş’a giderse aynı şekilde görülüyor. Ben belki 10 senelik
arkadaşınım senin ama “Sasonlu” olduğunu yeni öğrendim ve sen benim için “Sasonlusun” artık! Etiket yapışıyor üstüne.
Cemaat hiç homojen değil. Bir kere doğudan gelen aileler var. Yıllar sonra
şöyle bir durum oldu: eskiden okullular olarak bölünürdük ve kafamızda
önyargılar vardı “onlar Samatyalı, Bakırköylü” derdik, Kurtuluşlular
kendilerini birşey zannederdi, veya Getronagan’a giden kendini daha üstün
görürdü. Kurtuluş’ta oturanlarla Samatya’da oturanların konuşma şekli bile
farklıdır. Kendini çok geliştirmiş tipler de var ama orda kendini geliştirmemiş
kasaba hayatı yaşayan tipler de var. Gene de rahatsız edici bir ayrıştırma bu.
A2-7 (E, 31, K)
Patrikhane
gençlik kurulundayken ben zenginden de yoksuldan da insanlar alırdım yönetim
kuruluna. Şirinevler’den de seçiyordum, Bebek’ten de. İnsanlar birbirlerini çok
küçümsüyorlardı ama, “niye çağırdın Kurtuluş Son Durak’tan?” diyorlardı mesela. Cebindeki parayla adam olduğunu sananlar
çok cemaatte. “Kültürlü değil” diyorlar mesela, yahu adamın parası yoksa nasıl daha iyi bir okula gitsin zaten? Ayrıca
kendini yetiştirmiş biri
de olabilir. Cemaatten
dışlamamak lazım. Bu şekil davrananlar çok. Sonuş olarak evet, dışlama var. A2-12 (E, 29, E)
Anadolulu
ve İstanbullu Ermeniler arasında kültürel açıdan fark var bence. Eskiden iki
tarafın evlenmesi bile olaymış. İstanbullu Ermeniler ciddi istanbul
beyefendileri filanmış, çoğunun ekonomik durumu iyi ticaret yapanlar,
sanatçılarmış. Kurtuluş’ta oturup palazlanınca Ulus-Boğaz tarafına taşınıyor ve
bir kısmıda Yeşilköy’de oturanlar var. Samatya, Bakırköy orta ve alt sınıf.
Daha Anadolulu, “kro” deriz ya açıkçası öyle. Biz bile “aa Samatyalı” deriz.
Orda da şöyle bir sınıfsal ayrım vardır; Samatyalı olunur biraz daha
palazlanınca Bakırköy’e taşınır daha iyi olunca Yeşilköy’e gidilir. A2-4 (E,
36, K)
3.4.5.
İstanbul ve Anadolu Ermenileri Arasında Kültürel Sermaye Hiyerarşisi ve Mekansal
Yansıması
Kına gecesi
varsa hemen sorarsın “nerelilermiş?” diye, çünkü bilirsin ki İstanbullular
yapmaz. Böyle bir kültür farklılığı var. (E, 31, K)
İstanbul’un azınlık cemaatleri kentin gündelik
yaşamında çoğu kez gayrimüslimlik üzerinden homojen bir yapı olarak algılanır
ve her bir cemaat için de yine homojenleştirici söylemler kentin popüler
kültürünün bir parçasıdır. Bunun en iyi örneklerinden biri bütün Yahudilerin
zengin olduğuna dair olan popüler söylemdir. Oysa her üç cemat, birbirleriyle
dinsel, kültürel, politik ve mesleki mesafelerinin yanısıra cemaat-içi sınıfsal
ve kültürel ayrışmalarıyla da heterojen toplumlardır. Cemaatlerin sınıfsal
heterojenliğinin mekandaki yansımaları her üç cemaatin mekanda ayrışma ve
kümelenme dinamikleri ile yukarıda tartışılmıştır. Ancak bundan daha karmaşık
olan cemaatlerin içindeki kültürel sermayelerin farklılığına bağlı olarak
oluşan sosyal ayrışmalardır. Her bir cemaatin İstanbul’daki yerleşim tarihleri
ve göç kökenleri bu kültürel sermaye hiyerarşisinin arkasında yatan temel neden
olmasına karşın, zamanla değişen meslek ve gelir durumları da bu hiyerarşiyi
karmaşık hale getirmektedir.
Günümüz İstanbul’unda yerleşme ve köken bağı olarak üç
cemaatin cemmat-içi kültürel sermaye farklılıklarının en açık izlendiği grup
Ermenilerdir. Bunun nedeni Yahudilerin Aşkenaz ve Seferad olarak farklı
kültürel kökenlerinin artık anlamını kaybetmesi ve Yahudi Cemaatinin
Sefaradileşmesi; nüfus olarak tükenme aşamasına gelmiş olan Rumlar için ise
Bizans kökeni ile 18. Yüzyıldan 1. Dünya Savaşına kadar Anadolu ve Ege
Adalarından göç kökeni arasındaki farkın artık hiç bir anlamının kalmamış
olmasıdır. Rum cemaati demografik açıdan
eriyen nüfusları karşısında azınlık olma sayısının
altına düşmemek için
Antakya’dan Ortodoks Arap nüfusu cemaate kaydettirmiştir. Son yıllarda Antakya
ve çevresinden İstanbul’a göç eden Arap Rum Ortodoksların sayısında artışa
tanık olunmaktadır. Köken-mekan farklılığı İstanbullu Rumlarla Antakya kökenli
Arap Rum Ortodokslar arasında bir kültürel çatışma yaratmaktadır.374
Önceki bölümlerde üzerinde durulduğu gibi İstanbul
Mübadele öncesinde Kapadokya’dan, Konya-Ürgüp yöresinden Rum göçü almıştır.
İstanbullu Rumlarla, bir çoğu mübadeleye dahil olmamak için Orta Anadolu’dan
İstanbul’a, özellikle Kuzguncuk’a, göç eden Rumlar arasında yine de sosyal bir
hiyerarşi bulunmaktaydı. Göç ettikleri köylerine aidiyetleri çok yüksek olan
Anadolu Rumları daha çok kendi içlerinde kapalı yaşar, kendi aralarında bir
araya gelip sosyalleşirlerdi. Anadolu Rumlarını İstanbul Rumlarından ayıran en
belirgin farklılık dildi.
Orta Anadolu’da, Kapadokya ve çevresinde, 1924 yılına kadar
yaşamış olan “Karamanlides”-Karamanlılar, ana dili Türkçe olan,
Türkçe’yi Yunan harfleriyle yazan, gelenek ve görenekleri de yaşadıkları
bölgelerdeki Türklerle aynı olan bir Rum-Ortodoks topluluğudur.375
Anadolu’dan İstanbul’a göç ettiklerinde hiç Rumca bilmeyen Karamanlıların
ninnileri, türküleri Rumca değil Anadolu Türkçesiyle söyledikleri, kimi evlerde
hem Türkçe hem Rumca, kimi evlerde ise sadece Rumca konuşulduğu görüşmelerde aktarılmıştır. Balta,
374 İstanbullu Rumlar ile İstanbul’a göç eden ve Rum cemaatinin
mensubu sayılan Antakya kökenli Arap/Arapça konuşan Rum Ortodokslar arasında,
Anadolu-İstanbul Ermenilerindeki duruma benzer biçimde, kökenden kaynaklı
sosyokültürel bir çatışma ve ayrışma yaşanmaktadır. Bu konu tezin kapsamını
genişleteceği için dahil edilmemiştir; ayrı bir çalışmada incelenmektedir.
375Türkçe konuşan Rum Ortodoks Karamanlıların (“Karamanlı
Rumlar”, “Anadolu’nun Türkçe konuşan Rum Ortodoks ahalisi”) Türk
kökenli mi yoksa Helen/Yunan kökenli mi olduğu üzerinde tartışılan bir konudur.
Yakın dönem tarih yazıcılığı bu insanların kendilerini nasıl
algıladıklarının önemli olduğunu kabul etmektedir. Bu çalışma bağlamında
tarihsel bir inceleme yapılmayacaktır. Kişilerin kendi kimliklerini nasıl
algıladıkları, öz- algıları temel alındığı için anlatılarda Karamanlıların Rum
kökenli oldukları ve Rum-Ortodoks cemaatine ait oldukları, bu biçimde kabul
edildikleri ifade edilmiştir. Bu çalışmada da bu söylem kabul edilmiştir. Karamanlı
Rumlar hakkında Türkçede akademik alanda yapılmış az yayına rastlanmaktadır. Bu
alandaki tartışmalar için Bkz.: Yağcıoğlu, 2008; Kechriotis, 2014; Balta, 1990;
Balta 2014; Benlisoy, Benlisoy 2000; Benlisoy, Benlisoy, 2010; 7-22; Karamanlı
Ortodoksların etnik olarak Türk olduklarına dair çalışmalar için Bkz.:
Anzerlioğlu, 2015; Eröz, 1983:3; Kahya, Kılıçarslan, 2009:1; Atalay,
2014:19-44.
Karamanlıca konuşanların, Kapadokya’nın Bizans’ın doğu bölgesindeki son
sınırı olması ve bölgeye Türk kavimlerin egemenliğinin yerleşmiş olması
nedeniyle Yunanlı bölge sakinlerinin
dillerini ilk unutan topluluk olduğunu açıklamaktadır.376
Anadolu’dan
gelenlerde, herkes terzilik yapardı başka dükkanda çalışmazlardı, kadınlar
bunlar. Terzilikten başka birşey yapmazlardı. Anadolu’da doğan ninelerin
köylerine bağları çok yüksekti. İlk fırsatta gitmek istiyorlardı. Kendi
aralarında buluşurlardı, “nineler günü” vardı. Her gittiklerinde örgülerini
yanlarına alırlardı. Haftada bir kere bir grup vardı Rumlar arasında, daha çok
Anadoludan gelenler de vardı, yerli Üsküdarlı Rumlar vardı, daha çok hemşerilerle kendi arasında
toplanırdı Rumlar. Herkes haftada bir kere evinde bütün arkadaşlarını davet
ederdi, kış aylarında. İstanbullular biraz daha kendisini üstün görürdü. Devam
edersek... bu “nineler günü”nde Anadolu Türkçesi şarkılar söylerlerdi, Rumca
söylemezlerdi. Rumca ilahiler biliyorlardı ama Rumca şarkı bilmiyorlardı. Evde
hem Rumca hem Türkçe konuşuluyordu. Atina-4 (R, 68, E)
İstanbul’da cemaat içi kültürel sermaye farklılığının
günümüzde de önemli bir unsur olarak yaşandığı azınlık
cemaati Ermenilerdir. Tez çalışmasında Anadolu
Ermenileriyle (en az iki kuşak Anadolu’da doğmuş büyümüş ve
sonrasında İstanbul’a göç etmiş, göç ettikleri şehirlerle-kökenleriyle kendilerini
kimliklendiren Ermeniler) İstanbullu Ermeniler (en az iki kuşak İstanbul doğma
büyüme, İstanbul’da okumuş, orta sınıf semtlerde oturan, kendilerini
“İstanbullu” olarak kimliklendiren Ermeniler) ve Antakya bölgesinden İstanbul’a
göç etmiş Süryaniler (her kuşaktan) arasındaki sınıfsal ayrımlar-farklılaşmalar
ve bunların mekansal izdüşümü ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.377
Yapılan görüşmelerde mekanda kümelenmelerinde, bedensel pratiklerde,
gelenek-göreneklerde, gündelik hayat pratiklerinde ve kültürel ürünlerin
tüketiminde bölgesel farklılıklardan kaynaklanan kültürel-sosyal ayrışmalar olduğu
görülmektedir.378 Buradaki vurgu
belirli sosyal ve kültürel pratiklerin
376Anadolu Rumları 1923 yılındaki mübadele ile Yunanistan’a göç
etmişlerdir. Yaklaşık 200.000 Karamanlı Rumun mübadelede göç ettiği tahmin
edilmektedir (Balta, 1998:3).
377 Bu bölümde tez kapsamı dahilinde görüşme yapılan ve
kendilerini “İstanbullu Ermeni” olarak tarif eden ağırlıkla orta sınıfa mensub
görüşmecilerin anlatıları analiz edilmektedir. Ermeni cemaatinin içinde farklı
sosyal sınıflara mensup Anadolu’dan göçlerle İstanbul’a gelip yerleşen farklı
kuşaklardan kişilerle ve Süryanilerle de yapılacak olan ampirik bir çalışma bu
anlamda daha kapsayıcı ve karşılaştırmalı bulgular sunabilecektir.
378Bazı kaynaklarda sosyal ayrışma farklılaşmış bir davranışa
bağlı olan sosyal bölünmedir. Diğer bir ifade ile, sınıf bölünmelerinde
bulunduğu gibi herhangi bir çatışmalı gruba da işaret etmektedir. Sosyal
bölünmeleri belirli sabit özelliklere sahip, devlet pratiğinin hukuki
kategorileri şeklinde görmek problemlidir. Nüfus grupları sabit ve verili değil, akışkan ve bağlamsal
özelliklere sahip sosyal guruplardır. Toplumsal cinsiyet, sınıf ve etnik köken matrisi genellikle toplumdaki sosyal
bölünmelerin analizinin çekirdeğini sağlar (Anthias, 2005:27-8).
sınıflaşmış niteliğindedir (Cogito, 2014:234). Burada sınıfın izleri
kişilerin gündelik yaşantılarında, alışkanlıklarında, bireysel alanlarında
aranmaktadır. Farklı zevk sahipleri, farklı beğenilere sahip olanlar, farklı
kültürel ürünleri farklı yollarla tükettikleri için çatışabilirler mi? Bireyler
arası ayrımdan, basitçe ekonomik bir farklılıktan değil ama kültürel
eşitsizlikten söz edilebilir mi? Bireyleri bir diğerinden ayıran ve eşitsizlik
yaratan bir kültürel tüketim pratiğinden, farklı zevk ve beğenilerden söz edilebilir
mi? Bourdieu’nun kültürel alanın iklimini anlamaya çalıştığı teorik çerçevesi
İstanbul Ermenileri ile Anadolu Ermenileri ve Süryaniler arasındaki sosyal
ayrışmayı anlamada uyarlanacaktır. Bu bölümde kültürel sermayenin sınıfsal
ayrımı organize eden gücü analiz edilecektir. Bourdieu bedenlenmiş uygulamalar
(embodied practices) arasındaki etkileşimin sonucu ve kurumsal süreçlerle
birlikte çeşitli ve geniş kapsamlı eşitsizlikleri üreten ve bu eşitsizlikleri
tanımlayan bir “uygulama sosyolojisi” (sociology of practices) geliştirir.
(Devine, Savage, 2005:13). Burada güncel sosyoloji literatürünün sıklıkla
başvurulan kavramlarından biri olan Bourdieu’nun “kültürel sermaye ve beğeni”
kavramları, İstanbul Ermenileri, Anadolu Ermenileri ve Süryaniler arasındaki
toplumsal hiyerarşilerin, tabakalaşmaların oluşumu ve biçimlenmesini açıklamada
ve eşitsizlikleri nasıl yeniden ürettiğini anlamada faydalı ve zihin açıcıdır.
Sınıfsal eşitsizlik sadece iktisadi alandan
kaynaklanmamakta, eşitsizlik sembolik ve kültürel biçimler aracılığıyla da
dolaşmaktadır. Kültürel sınıf analizi ile gündelik hayat rutininde
kimliklerimizin aralıksız nasıl sınıflaştığına tanık olmaktayız. Kültürel sınıf
analizi kollektif sınıf bilincindense, belirli sosyal ve kültürel pratiklerin sınıflaşmış
niteliğine yoğunlaştığı için; gündelik, sıradan ve bireysel görünen bu tip
içselleşmiş yetilerin sistematiğini anlamaya çalışmaktadır (Karademir Hazır,
2014: 234-244). Burada şunu da belirtmek gerekir ki konunun toplumdaki sınıflar
tartışmasından farklı bir noktada duruşu vardır ve bu çalışma teorik olarak
genel bir sınıf incelemesi olmamaktadır. Bu çalışmanın amacı Ermeni cemaatinin
içinde oluşan sosyal tabakalaşmayı, şu andaki görünümünü, yansımasını ve kendi
ifade biçimini anlamaya çalışmaktır. Bu çalışma Ermeni toplumunun geneli
üzerinden bir çıkarım yapmamaktadır.
Sınıf tabakalaşması mülkiyet ve üretim ilişkilerine;
statü tabakalaşması ise özel hayat ve tarzlarını temsil ettiği tüketim
biçimlerine göre belirlenir. Bu çalışmada sınıftan ziyade, statü
tabakalaşmasının temel teşkil etmesi, “İstanbul ve Anadolu Ermeniliği ile
Süryaniler” arasındaki farkın tam da hayat tarzına, eğitim seviyesine ve
tüketim biçimine göre belirleniyor, üretiliyor ve kullanılıyor oluşudur.
“Statü” denilen kavram,
özel hayat tarzlarının
tüketim biçimlerine göre farklılaşmasıdır. İstanbullunun sahip olduğunu
düşündüğü toplumsal statü, onun yaşam tarzına uygun olarak neyi, nasıl
tükettiğiyle ilgilidir. Sadece maddi tüketim değil, gündelik yaşamında zamanını
nasıl tükettiği, kimlerle
tükettiği, nerede tükettiği ve bunu yaparken ki
tercihleridir. Weber statü gruplarını, sınıfların tersine biçimlenmemiş,
dağınık sosyal gruplar olarak görmektedir. “Statü onurunu en iyi ifade eden
şey, belli bir çevreye mensup olmak isteyen herkesten, herşeyden önce belirli
bir hayat tarzına sahip olmasının beklendiğidir”.379 Turner’a göre
de statünün temeli genellikle belirli bir eğitime ve belirli bir yaşam tarzını
benimseyip onu yaşamaya dayanmaktadır (2001). Bu çerçevede yapılan uygun
davranışlar, seçilmiş sosyal çevre, kişiye sonuçta sosyal prestij ve onur
olarak geri dönmektedir.
Bourdieu ayrışım
(distinction)380
kavramını, toplum içindeki farklı grupları, üst, orta ya da alt sınıfları birbirinden ayırt etmek üzere kullanmaktadır.
Ayrışım’da Bourdieu bir beğeni, değer
yargısı eleştirisi yapmaktadır.381 Bourdieu, kişilerin yaşam
tarzlarına ve bu bağlamda sahip oldukları vasıflarına göre mesleki sınıfları
tanımlamaya çalışır. Beğeni kavramı, çalışmasının merkezinde yer almaktadır.
Farklılaşan beğenileri ayırt ederek, orta ve üst sınıflar içindeki sınıf fraksiyonlarını
değerlendirir (Arun, 2014:170). Buna göre farklı zevkler, beğeniler farklı
sınıfsal pozisyona sahip bireylerin varlığına işaret edebilir. Beğeni, sınıfsal farklılıkları,
özellikle sınıfsal konumların getirdiği derin bireysel farklılıkların bir
göstergesi olarak betimler. Tatlıcan ve Çeğin’in belirttiği gibi, “Bourdieu
açısından kavramın avantajı kendiliğinden olan ve faillerin dünya görüşlerini
şekillendiren inanç veya kanaatlerin sağlam bir kavranışını mümkün kılmasıdır.
Tam da bu noktada kavram sınıf analizlerinin önemli bir eksenini oluşturmaya
başlar” (2010:323). Değişik hazlar arasından kendi sınıfsal aidiyetlerini veya
farklarını ortaya koyan tercihler, beğeniler aile içinde veya belli sınıfsal
çevreler içinde öğrenilerek sonraki nesillere aktarılmaktadır (Aktay,
2010:477). Bourdieu, sınıflama konusunda toplumun bazı üyelerinin daha kazançlı
çıktığı bir mücadelenin sonucu olduğunu gösterir (Calhoun, 2010:114)
379 The Concise Encyclopedia of Sociology, ed. George Rıtzer and J. michael Ryan, 2011, Wiley-Blackwell, UK. Weber’e göre toplumsal statü/itibar, a)yaşam tarzı, b)resmi
bir eğitim süreci ve buna tekabül eden yaşam tarzlarının edinilmesi, c)doğuştan
veya meslekten gelen bir itibar’dır. Weber’e göre “… “sınıf tabakalaşması,
üretim ve mülkiyet ilişkilerine, “statü”
tabakalaşması ise özel “hayat tarzları”nın temsil ettiği tüketim
biçimlerine göre belirlenir”. Toplumsal statü, mülkiyet ilişkilerinden
kaynağını alan sınıf konumunun bir tezahürü ve sınıf statüsünün bir türevidir.
Mülkiyet sahipliğine dayanan ekonomik güç, Weber’e göre toplumdaki tüm
iktidarın kilit belirleyenidir (Berberoğlu, 2009:47).
380 Bu metinde terim “ayrıcalık”tan kaynaklanan “üstünlük”ü ifade etmek için kullanılmıştır.
381 Bourdieu’nun bu kült eseri 2015’in
sonlarına doğru Türkçe olarak yayınlanmıştır. Bourdieu, 2015a.
Bu bağlamda, görüşmelerde “İstanbul-Anadolu Ermenisi
olma”nın yanısıra Anadolu’nun kendi içinde de bölgeler arasında kültürel açıdan
bir sınıfsal hiyerarşinin varlığı ortaya çıkmıştır. Örneğin İstanbul Ermenileri
tarafından “Malatya-Kayseri Ermenisi” olmak, “Yozgat-Sivas Ermenisi” olmaktan
daha “makbul” kabul edilmektedir. “Makbul” kabul edilmek burada, bir İstanbul
Ermenisinin sahip olduğu zevk ve beğenilere, İstanbullu olmanın getirdiği
değerlere, modern hayat tarzına yakın bir standartlar setine sahip olmayı
işaret etmektedir. Bireyler, ait oldukları bölgelere göre farklı sınıfsal
pozisyonların içine yerleştirilmektedir. Göç ve modernleşme dinamiklerinin
zamanla yeni güç ilişki ve dengelerini
harekete geçirdiğini ve bu süreçte Anadolu kökenli “yeni” bir sınıfın öne
çıkmasına karşılık İstanbul
Ermenilerinin yüzyıl başının
modernliğini taşıyan, “eskimekte/yok olmakta” olan “seçkin” bir
kültürün son temsilcileri olarak varlıklarını sürdürdüklerini söylemek
mümkündür (Özdoğan v.d., 2009:339).
Samatya
daha gelirden öte kültür seviyesi bizim “poşa” dediğimiz, köyden gelmiş
ailelerin yerleştiği yer. Ermeniceyi doğru düzgün konuşmayan, şapka giymeyen
eldiven giymeyen kesim Samatya-Yenikapı. İşte Malatya’dan Kayseri’den gelenler bunlar. Yaşantıları farklıydı. Tas koyar mesela
herkes ordan yer, tencere kullanmazlardı. İstanbullu İstanbulluyla
evlenir. Dışarlıklı mı gelin! Yandın (gülerek). Hele Yozgat, Sivaslıysa hepten yandın. Hadi Malatya-Kayseri zengin
takımı olduğu için biraz daha idare ederdi. Kastamonu, Yozgat da istenmezdi hiç.
A1-6 (E, 65, K)
Ailesi Yozgat’lı bir kadın görüşmeci Yozgatlı
Ermenilerin sahip oldukları örf ve adetlerin Müslüman Anadolu adetlerine olan
benzerliğini, bunların bir İstanbul Ermeni ailesinde nasıl farklılaştığını, bu
durumun da cemaat içinde bir sınıfsal tabakalaşma yarattığını, hatta bu farklılaşmanın Kayseri ve Yozgat
Ermenileri arasında daha derin bir ayrışma yarattığını vurgulamaktadır.
Şimdi bizim
örf ve adetlerimiz şöyle olur mesela orucumuz daha farklıdır, düğünlerimiz,
kına gecemiz, çeyiz göstermek vardır, sandık vardır, sağdıç geldiğinde kapıyı
açmamak vardır. Hep Anadolu’da yaşarken örf adetin Müslümanlaştırılmış kolları
gibidir ve bunlar çok önemli şeylerdir. Benim ufak kızım yedi göbek İstanbullu
biriyle evlendi. Ne yapılır hep bana sorulurdu. Yani mahçup olmasın
anlamında. Mesela oruç tutma şeklimiz
bile farklıydı. Biz gece 12’de oruca gireriz ertesi gün 5’te bozarız,
bozduğumuzda da hayvansal gıda yedi hafta yenmezdi. İstanbullular yalnız genelde zeytinyağlı yer. Kiliselerde bunu daha
hafifletmek için Cumartesi
yenilebilir Pazar yenilebilir babında. Ama Anadolu’da annem derdi ki paskalya
haftasına girmeden tencereler kalaylanırmış, tahta kaşıklar kazınırmış, tabi
maddiyat yok ki onu atsın ötekini alsın koysun. Bu kadar ciddi şekilde oruca
hazırlanırdı. Kayserili ve benim ailem arasında
(Yozgat) bile çok büyük bir kültür farkı
vardı. Mesela bizim aile doğumgünlerini, yılbaşılarını,
evlilik yıldönümlerini çok önemser. Ben hiçbir şey bilmeyen bir aileye gelin gittim 20 yaşında ve aileyle beraber
oturduk. Örf ve adetlerdeki, geleneklerdeki, mesleksel dağılımlardaki
farklılıklar var. Gidilen okullar farklılaşıyor. A1-1 (E, 63, K)
Bu noktada habitus ve kültürel sermaye kavramları
açıklayıcıdır. Bourdieu’nün sosyolojik düşüncesinin çıkış noktasını Batı
merkezli entellektüel geleneğin en geleneksel sorunlarından biri kabul edilen
birey-toplum düalizmine çözüm getirme ve temelde yanlış bulduğu nesnelcilik-öznelcilik çelişkisini aşma düşüncesi
oluşturur. Habitus kavramı bunun için formüle edilmiştir. “Bedenleşmiş
toplumsallık olarak” habitus özetle toplumsal olanın bedenlerde (ya da
biyolojik bireylerde) inşa edilmesiyle ortaya çıkan, dayanıklı ve aktarılabilir algı, beğeni, eylem şeması
sistemleri olarak tarif edilebilir (Tatlıcan, Çeğin, 2010:306). Tarihin ürünü
olduğundan, sürekli olarak yeni deneyimlerle karşı karşıya gelen ve durmaksızın
onlardan etkilenen, açık bir yatkınlıklar sistemidir. Habitustan söz etmek, bireysel olanın, hatta kişisel öznel
olanın dahi toplumsal, kolektif olduğunu ortaya koymaktır. Habitus,
toplumsallaşmış öznelliktir (Bourdieu, Wacquant 2012:116-7-120). Aynı zamanda,
belirli türde zeminler ve koşullardaki toplumsal deneyimlerimizin bir sonucu
olmasının yanında, zihnimizde taşıdığımız (sınıf, dil, etnisite, toplumsal
cinsiyet gibi) sürekli eğilimler setini anlatır (Tatlıcan, Çeğin, 2010:315).
Toplumsalın oluşumunda merkezi belirleyici unsur olan habitus,
grup/sınıf/toplumun türdeşleşmesini yapılaştırırken eşzamanlı olarak kişiye bir
dizi kimlik yükler. Habitus faaldir, çünkü kişinin sahip olduğu bir şeyden
ziyade kişinin olduğu bir şeydir. Habitus için farklı kavramlar da
kullanılmaktadır: alışkanlık doğuran güç, kültürel bilinçdışı, zihinsel
alışkanlık, algı, beğeni, eylemin zihinsel ve bedensel şeması, yapılaşmış
praxis (A.e., s.316).
Bourdieu’nun sınıfsal habitus kavramı “İstanbullu orta
sınıf Ermenilerin” davranış eğilimlerinin analizinde kullanışlı bir kavramdır.
Belirli bir sınıfın üyeleri belirli sınıflama, değerlendirme, yargı, algı ve
davranış biçimlerini paylaşırlar. Bu sınıfsal ve bireysel algılar, seçimler ve
davranışlar arasındaki ara süreçler de sınıfsal habitusu (aynı sınıfa ait
habitusların yapısal eğilimlerini) oluşturur. Bir anlamda sınıfsal
habitus benzer konumu
paylaşanların
kolektif bilincine karşılık gelir. O bireylerin dünyayı benzer biçimde
sunmaları, belli bir tarzda sınıflama
yapmaları, seçmeleri, değerlendirmeleri, ve davranmalarını mümkün kılan
bilişsel ve duygusal bir rehber sağlar (A.e.,
s.326). Sınıf habitusu soyut bir kavram değildir. Çünkü sadece “bireylerin
pratikleri, birbirleriyle ve çevreleriyle ilişkileri, konuşma biçimleri,
yürüyüş, şeyleri yapma biçimleri” ile varolur (Karademir Hazır, 2014:245).
İstanbullu Ermeniler Anadolu Ermenilerini tarif ederken “Anadolulu” sıfatına
vurgu yaparak Anadolu Ermenilerinin sınıfsal habitusuna işaret etmekte ve
kentli-taşralı dikotomisini işleterek iki grup
arasında bir ayrım yapmaktadırlar.
Babamın
ailesi Sivaslı. Bize çok tanıdık bir kültür değil. Bizde o tarz bir aile yok. Biraz Anadolulu anlayacağın. Şimdi sen
mesela bir Sivaslı aileyi düşün onlar da öyleler aslında. Ermenice biliyorlar
aslında ama konuşsan asla anlamazsın Ermeni olduğunu. Çok “Anadolu
Anadolulular”. Çok entegre olmuşlar oradaki kültürle. Çiftçilik yapıyorlar,
tarımla uğraşıyorlar. Varlıklılar ama çok öyle yaşamıyorlar. Tipik Anadolu
kültürü, daha kapalılar. A2-4 (E, 36, K)
Bourdieu, estetik yargının, sınıfsal terbiye (habitus)
ve eğitimden kaynaklanan büyük ölçüde toplumsal bir yeti olduğunu (Bourdieu,
Wacquant, 2012:65), iddia eder ki, ürünün içinde barındırdığı kültürel kodun,
kültürel sermaye aracılığıyla çözümlenip kabul edilmesi, beğenmenin de temelini
oluşturur. Üst sınıfları vasıflandıran ve onlarla özdeşleşen beğeniyi tanımlar,
ve bu sınıflar içindeki “farklı yaşam tarzlarının” “kompozisyonunun farklı
beğenileri” oluşturduğunu belirtir. Benzer tercihleri olanı birleştirir, farklı
beğenileri olanları ayırır (Bourdieu, 1984). Bourdieu’nun klasik örneğinde,
öğretim üyesi ve işadamı aynı pozisyonda iki bireydir. İkisi de üst sınıfın
üyesi olmasına karşın, sahip oldukları sermayenin türü ve hacmi onları
birbirinden ayırmaktadır (2015b:20). Beğeni, burada ayrımın kılavuzu olarak iş
görmektedir. Önce beğeniler ayrılırlar, sonra sınıfları birbirinden ayırırlar
(Bourdieu, 1984).
Gündelik yaşam içinde sosyal sınıflar birbirlerinden
yalnızca gelir düzeylerinin farklılaşmasıyla ayrılmazlar. Ayrım sadece ekonomik
sermaye üzerinden gerçekleşmez. Farklı
kültürel sermaye biçimleri bireyleri açık bir biçimde birbirinden ayırır (Arun,
2014). Eğitim genel olarak kültürel sermayenin üretimi ve paylaşımının süreklileştirilmesini sağlayan
bir kurum olarak ele alınır (Aktay, 2010:480). Kültürel sermayenin eşitsiz
dağılımı da sosyal sınıfları birbirinden ayırabilmektedir. Kuşaklar boyunca aktarılan
sınıfsal terbiye de (habitus)
kendilerine, basitçe eğitimle kazanılmayacak düzeyde kültürel sermaye
birikimi sağlar. Kültürel eşitsizlik derinleştikçe ayrışan sınıfsal
pozisyonların olası sembolik çatışması da daha
görünür olabilmektedir (Arun, 2014).
İstanbullu Ermeniler Süryaniler ile de aralarına bir
sosyal mesafe koymaktadırlar. Anadolu Ermenileri gibi Süryaniler de göçlerle
İstanbul’a gelmelerinden dolayı “gerçek İstanbullu” olarak görülmemektedir; çok
varlıklı olsalar da bir İstanbullunun eğitim ve aile kültüründen kaynaklı sahip
olduğu kültürel sermayeye, sınıfsal terbiyeye sahip olamayacakları vurgulanmaktadır. Burada, sahip oldukları ekonomik
sermayenin değil kültürel sermayenin ön planda tutulduğu ve ayrımı belirleyen
esas faktör olduğu görülmektedir.
Süryaniler
çoğunlukla Yeşilköy, biraz Kurtuluş’ta bunlar da zengindir ama göstermez.
Bağdat caddesinde çok fazla var, Yeşilköy özellikle zenginler. Bakırköy daha
alt sınıf diycem ama Bakırköy’de oturan Ermenilere göre daha zenginler. Orta
halli Ermeniyle orta halli Süryani arasında fark vardır. Kendini göstermiyor
olabilir ama ciddi anlamda vardır. Daha farklı, daha toplu yaşıyorlar. Ondan bizden
çok daha gettolar. Para el değiştirdi, ve bu sınıfsal çatışma yaratıyor. İki
dakika konuşuyorsun üçüncü dakika o farkı anlıyorsun, kültürel olarak. A2-12
(E, 29, E)
Eğitim-öğretim araçlarına ulaşmada ayrıcalığa sahip
olmak, Ermenice bilmek ve Fransız okullarına gidebilmek İstanbullu Ermenilerin
sahip olduğu bir ayrıcalık, statü göstergesi
olarak kabul edilmektedir. Sahip oldukları kültürel
sermaye ile İstanbul
Ermenileri, Anadolu Ermenilerinden ve Süryanilerden kendilerini
ayırmakta ve daha üst bir sosyal sınıfın içine yerleştirmektedirler.
Peras’ında
ya da Taksim’ine bir Ortaköy’e giden bir Samatya’ya giden, o kültür farkı belli
olurmuş o devirde. Şimdi bile var. Şimdi de en son geçen Sason’lu deriz, bir
İstanbullu ile aynı değildir. Sason bir yer adı ama ordan geç göç etmişler.
Benim eşim iki yaşında göç etmişler. Onun bile bir farkı vardı. Benim babam
Ermenice konuşurdu, yazardı ama okumayı bilmezdi. Benim annemde 2. sınıfa kadar
gitmiş yokluktan işte. İstanbullu Fransız okullarına gidebiliyor. A1-1 (E, 64,
K)
Bourdieu habitus kuramına en açık biçimde
“seçkinlik/itibar”ın sağladığı karlar üzerine analizinde işlerlik kazandırır.
Bourdieu için itibar arayışının odak noktası
bireyin kendi bedenidir (1989). Birinci ve ikinci kuşak İstanbullu
Ermenilerin Anadolu Ermenileri ve Süryanilerinden kendilerini ayırmada
kullandıkları dil, beden ve giyim tarzı üzerinden sıkça üretilmektedir.
Görüşmelerde sıklıkla İstanbul’da belirli semtlerin Anadolu Ermenilerinin
kümelendiği alanlar olduğu, bu semtlerde Ermenice bilmeyen ve bir “İstanbul
Ermenisi gibi” giyim-kuşam zevkine, beğenisine sahip olmayan Anadolu
Ermenilerinin yaşadığı dile getirilmektedir. Diğer Batılı olmayan modernleşme
aşamasındaki ulus devletlerde olduğu gibi,
kadınların kılık-kıyafet ve bedensel stilleri Türkiye’de Cumhuriyetin
inşasından itibaren güçlü gösterenler olmuştur. Bu işaretler, batılı ve
modernitenin kabul gören kültürel kodlarını temsil edip etmediğini ölçmek için
kullanılmaktadır (Kandiyoti, 1997:113-32).382 İstanbul Ermenilerinin
Anadolu Ermenileri veya Süryaniler karşısında kendilerini daha “kültürlü”,
“eğitimli”, “modern”, “zevkli” gibi kentli bireylerin sahip olabileceği bir
dizi özellik üzerinden ayrıştırdıkları görüşmelerde ortaya çıkmaktadır. Bu
söylemde sınıfsal tabakalaşma yine beden üzerinden ve bir kültürel sermaye olan
dil üzerinden oluşturulmaktadır. Bu sıfatlar,
toplumsal bir sınıfa ya da toplumsal bir tabakaya/guruba gönderme yapmaktadır.
Kendilerini daha “eğitimli, kültürlü, görgülü” olarak anan bu bireyler
kendilerini ifade ederken “seçkinlik”
üzerine farklı biçimlerde vurgu yapmaktadırlar. Bu eksende habitus kavramı ile
“sınıfa” içkin niteliklerin bedenselleştirilmesine yapılan vurgu (Tatlıcan,
Çeğin, 2010:326), İstanbul ve Anadolu Ermenilerinin benzer toplumsal
mekanizmalarla farklı sınıfsal
konumlara nasıl yerleştirildiklerini net bir biçimde açıklamaktadır.
Eskiden
hava atma meselesiydi ama eskiden Ada başkaydı. Adaya kılıksız insan giremezdi,
iskelede asker vardı. Kalburüstü insanları vardı o zaman, zenginlerin gittiği
yerdi. Derli toplu giyinilirdi, yalnayak başı kabak çarşıya pazara inemezdin.
İstanbul’da da öyleydi. Bir Cumartesi-Pazar al başına git Beyoğlu’na olamazdı.
Süryani çok var şimdi. Ama çok para
var. O eskilerden kimse kalmadı, çok çok azlar. A1-9 (E, 81, K)
Şimdi diyelim
ki bir Anadolu Ermenisi İstanbul’a gelmişse İstanbul’un yerli Ermenisiyle kontakt
kuramaz, komşuluk yapamaz
uzun bir süre. Çünkü İstanbul
Ermenisi onu
382 Irmak
Karademir Hazır, “How bodies are
classed? An analysis of clothing and bodily tastes in Turkey”, (Çevrimiçi) https://www.academia.edu/7166953/How_bodies_are_classed_An_analysis_of_clothing_and_bodily_tastes_in_ Turkey, 05.09.2015.
devamlı “köylü” görür. İstanbul’da
yetişen soylu veya öyle zanneden Ermenilere sor “aaa yok canım” der ama bunları karşı karşıya getirt otursunlar onlar
burnunun ucuyla bakarlar. Bugün de öyledir, aynen devam ediyor. Nesil
değiştikçe, o çocuklar burda yetişiyor yavaş yavaş karışıyor, o uçurum
öyle kapanır. Ama onlar da aynı Anadolu
gibi yaşıyor. Almanya’ya giden Türkler hala Erzincan’ı
Sivas’ı orda yaşıyor. Kültürlü bir Almanla komşuluk yapabiliyor mu? Kuramaz.
Almanın da köylüsü vardır. Almanya’da hala karısını sokağa çıkartmayan bir dolu
adam var. Ben sana başka bir sey söyliyim siz doğma büyüme İstanbullusunuz,
taşradan gelen bir köylüylen komşuluk yapabilirmisiniz? Dindaş olmanıza rağmen
taşradan gelenleri içinize sindiremiyorsunuz. A1-12 (E, 64, E)
Failler beğenilerine uygun
olarak bir arada
iyi duran, onlara
yakışan veya konumlarına uygun giyecek, yiyecek,
içecek, ... arkadaş, eş seçerek kendi kendilerini sınıflarlar, kendi
kendilerini sınıflandırılmaya tabi tutarlar. Failler
sosyal mekanda işgal
ettikleri konuma türdeş bir konum işgal eden malları
seçerler. Bourdieu’ye göre bir kimseyi en iyi sınıflandıran şeyin kendi
sınıflandırmaları olmasının sebebi budur (2013:200). Ermenilerin söylemlerinde
semtler, dil ve giyim biçimleri üstünden inşa edilen kültürel hiyerarşi ve
sınıfsal tabakalaşmanın kendini en net gösterdiği alanlardan biri de cemaat içi
evliliklerdir. Birinci ve ikinci kuşak Ermeniler, kendi gençlik dönemlerinde
İstanbul ve Anadolu Ermenileri arasındaki evliliklere bu tür bir sosyokültürel
farktan dolayı kesinlikle karşı çıkıldığını belirtmektedir. Bu örneklerin de
gösterdiği gibi aynı dini-etnik cemaate mensub olmak bu kuşak temsilcileri için
evlilikte aranan en önemli şart olmasına rağmen yeterli değildir. İstanbullu
aileler evlilliklerde karşı tarafın (kız/erkek) Ermeni olmasının yanısıra hangi
bölgeden geldiğine, yani kökenine, sahip olduğu kültürel sermayeye de çok
dikkat etmektedirler. Üçüncü kuşaktan itibaren ailesi Anadolu kökenli olanların
artık “İstanbullu” olarak ifade edilmesiyle bu ayrışmanın günümüzde artık
ortadan kalkmış olduğu söylenebilir.
Samatyalı
Şişliliyle evlenmezdi. Bırak yabancıyı, o zaten afaroz durumuydu. Yeşilköylü Samatyalıyı almaz. Samatyalı
Samatyalıyı alır, onlar hep Kayseri, Malatya, Sivas’tan gelmiştir.
İstanbullular bir kere onu hiç istemez. Varlıklı olabilir ama kültür farklılığı
sebepti. A1-6 (E, 65, K)
Ama şu hiç
unutulmasın. Aynı toprağın adamıyız ve aynı kültüre sahibiz. İstanbullu Türkler
Anadoludan gelene nasıl bakıyorsa Ermeni de aynı şekilde bakıyor. İstanbullu
Türkle İstanbullu Ermeninin de düşünce yapısı aynıdır. Aşağılamak için söylemiyorum, Yozgat’ın
bir
köyünden İstanbul’a geliyor, 6 ay
sonra köylüsü “ne zaman geldin de adam oldun?” diyor. Kendi kültürünün
dışındakini dışlamaktan başka birşey değil bu. Bunun dinle, etnisiteyle alakası
yok. Bu kültürle alakalı birşey. Bir nesil sonra bu fark kalmaz. A1-10 (E, 61, E)
Gelenekler
farkediyor tabi. Ama bazı kurallar mesela biz Paskalya’da yumurtaları renk renk
boyuyoruz ama benim annem soğan kabuğuyla boyardı çünkü o Adana’da onu
görmüştü. Yani bu en küçük teferruat. Ama şimdi herkes okumayı da biliyor çok
kültürlü. Seviye dengelendi diyelim. İstanbulluları aşmadı ama dengelendi
diyelim. A1-8 (E, 84, K)
İstanbul’un Ermeni cemaati içinde bir diğer kültürel
sermaye farkı da Ermeniler ile Süryaniler arasında ortaya çıkmaktadır. Bu
farkın mekanda yansıması Kınalıada’da açık bir biçimde izlenmektedir. Görüşmeciler son 20 yıla kadar “Ada’lı
olmanın” toplumsal alanda
bir statü383 sembolü, prestij olduğunu fakat Süryanilerin
gelişiyle (burada birinci ve ikinci kuşak Süryaniler kast edilmektedir, üçüncü
kuşak “artık İstanbullu” olarak kabul görmeye başlamıştır) bu anlamın erozyona
uğradığını belirtmişlerdir. Anadolu’dan gelen ilk kuşak Süryanileri ekonomik
sermayesi yüksek fakat kültürel ve sosyal sermayesi düşük bir toplumsal grup
olarak tanımlamaktadırlar. Mekandaki sınıfsal farklılaşma ve statü
tabakalaşması Kınalıada gibi küçük bir ada ölçeğinde bile “Flamingo yolu, Küba
mahallesi” gibi ayrıştırmalarla, etiketlemelerle kendini göstermektedir. Bu
mahalle isimleri orada oturanların sosyoekonomik profiline işaret etmektedir: Flamingo yolu eski İstanbullu, elit,
kentli, modern İstanbullu Ermenileri, Küba
mahallesi ise Anadolu’dan gelen, “köylü”,
doğulu, düşük kültürlü
Süryanileri imlemektedir. Kültürel
sınıf analizi kimliklerin günümüzde tam da böyle gündelik, sıradan ve bireysel gibi
görünen kodlarla ince ince sınıflaştığını iddia etmektedir (Karademir Hazır,
2014:239)
Aşağıdaki anlatıda görüldüğü gibi, Süryanilerin orta
sınıf sayılabilmek için yaşam tarzı olarak bir takım stratejiler uygulamalarını ve dışarıya orta sınıflılığı imleyen seçkin ve
383 Sosyolojide, statü ve/veya sosyal statü kavramı,
toplulukların-toplumların, grupların, belirlenen yer ve konumdaki sosyal
hiyerarşilerini ve sahip oldukları prestijlerini ifade etmek için kullanılır.
Bu ayırt edici özellikler genellikle toplumdaki sosyal değer ölçeğini temsil
eden hiyerarşik bir değere atfedilir. Antropolojist Ralph Linton, bireyin sahip
olduğu statüsünü, toplumda edindiği pozisyonların “toplamı” olarak tanımlar.
Linton’un tanımı, statüsü bireyin toplumdaki hukuki pozisyonu olarak tanımlayan
önceki, geleneksel tanımlardan
ayrılmaktadır. Linton, toplumda sosyal açıdan sahip olunan statüsün elde edilen
maddi zenginlik ve güçten değil, kazanılan prestij ve saygıdan kaynaklandığını
vurgular. Max Weber de statüsü “onurun kalitesi veya onun eksikliği” olarak tanımlar. Statüs grupları ortak
tüketim alışkanlıkları ve yaşam tarzlarıyla karakterize edilirler. Weber’in
görüşüne göre statüs grupları sınıflardan ayrılmaktadır: yüksek değerdeki bir
statüs grubu zenginliği ve gücü elde edebilir, ve zengin bir sınıf yüksek bir
status elde edebilir (The Concise
Encyclopedia of Sociology, ed.
George Rıtzer and J. michael Ryan, 2011, Wiley-Blackwell, UK.)
sofistike stil sunmak için Kınalıada’dan ev
alma çabalarını, İstanbullu Ermeniler eleştirel bir biçimde aktarmaktadırlar.
Adalı olmak
bir ayrıcalıktı cemaat içinde. Adanın havuz tarafında olmak da ayrıdır (gülerek). Adanın iskele tarafı, sırtını denize
verdiğinde sağ taraf, biri Flamingo yolu biri Küba mahallesi. Havuz tarafı Flamingo yoludur,
o diziden sonra o isimler
konulmuş. Orda da bir ayrışma vardır cemaat içinde. Eski
İstanbullular havuz tarafında otururdu. Süryaniler sol tarafta otururmuş.
Adamlar parayla İstanbul’a geldiler Mardin’den Diyarbakır’dan resmen külçe
antınlarla, “biz bunların içine girmek zorundayız” dediler, geldiler evleri
satın aldılar. İlk saldırdıkları yerde Ada’ydı. Çünkü Ada’daki kızlarla ve
erkeklerle o ilişkileri kurabileceklerdi. “Süryaniler bunlar” diye burun
kıvıran Flamingo sakinleri çocuklarını onlarla evlendirdiler bir güzel. Onlarla
birlikte adanın çehresi değişti. Biz gittiğimiz yere kendi kültürümüzü götüren
insanlarız. Almanyaya gideriz çarıkla dolaşırız. A1-11 (E, 51, K)
Ermeni cemaati içinde diğer bir kültürel ayrıştırma
alanı Katolik ve Gregoryan Ermeniler arasında oluşturulmaktadır ve mekansal
ayrışmalar üzerinden örneklendirilmektedir. Moda ve Kadıköy’de ağırlıklı olarak
oturan Katolik Ermeniler384, Şişli ve Kurtuluş’ta oturan Gregoryan
Ermenilere göre daha “eğitimli” “kültürlü” “elit” gibi bir dizi özellik üzerinden ayrıştırılmaktadır.
Görüşmelerde Katolik Ermenilerin eğitim, aile görgüsü, yaşam tarzı gibi çeşitli
özelliklerinin altı defalarca çizilmektedir.
Şimdi
zannediyorum Kadıköy’ün Ermenileri ve bu yakanınkiler arasında fark var.
Onların bir çoğu geçmişleri Ankara kökenlidir çünkü bir çoğu Katoliktir. Onun
için fark var, yaşam şekilleri, komşuluk ilişkileri, başarı oranları...
onlarınkiler daha yüksek. Onlar birbirlerine daha bağlıdırlar ve daha
kültürlüdürler. Şimdi bakın... Katoliklerin çoğu da Ankaralıdır. Daha
eğitimlidir. Eğitimle gelen bir farklılığı var. Modalı, Kadıköylü Ermeniler
biraz daha farklıdır. A1-12 (E, 64, E)
İkinci ve üçüncü kuşaktan Ermenilerin anlatılarında da
cemaat içindeki toplumsal yapının oturulan semtlere ve kökenlere göre sınıfsal
açıdan ayrıştırıldığı tespit edilmiştir. Bu noktada Bourdieu’nün beğeni
hiyerarşisi, sınıfın somutlaşması/bedenleşmesi ve sembolik şiddet kavramları kullanıldığı zaman, yapısal
eşitsizliklerin işleyişini kavrama
noktasında
384Kilise ve ruhbanları hiyerarşik olarak Vatikan’a bağlı olan,
Ermenice ayin dilini sürdüren ve Ermeni tarihsel kimliğine bağlılığını ifade
eden Katolik Başpsikoposluğuna bağlı, günümüz Türkiye’sinde 13 kiliseleri ve
yaklaşık 3.500 kişilik bir cemaatleri mevcuttur (Özdoğan v.d., 2009:450).
açıklayıcı olmaktadır (Cogito, 2014). Bu bağlamda sınıf semtlerde
somutlaşmaktadır. Semtler orada yaşayanların kökenleriyle
ilişkilendirilmektedir. Yukarıda incelendiği gibi, Samatya, Kumkapı, Bakırköy,
Yeşilköy gibi semtler Anadolu’dan göç eden Ermenilerin bir arada kümelendiği ve
kendi içlerinde kapalı bir grup olarak yaşadıkları semtlerdir. Üç-dört kuşak
İstanbul doğma büyüme Ermenilerin yoğunlaştığı semtler ise başlıca Kurtuluş,
Şişli, Feriköy, Boğaz kesimi, Moda ve Yeşilköy’dür. Semtler burada sınıfları
ayrıştırma aracı olarak işlev görmektedir. Böylece kişiler yaşadıkları semtlere
göre göç ettikleri bölge yani kökenleri, kültürel sermayesi, yaşam tarzı,
tüketim kalıpları gibi pratikler çerçevesinde etiketlenmektedirler. Buradaki
hiyerarşi “Anadolu-İstanbul”, “doğu-batı”, “geleneksel- modern” karşıtlığı
üzerinden kurulmaktadır.
Bourdieu’nün (1989) gösterdiği gibi, kadın bedenleri
de çoğunlukla beğeni kültürlerinin taşıyıcısı olmuştur (Skeggs, 2005:54).
Görüşmelerde İstanbul ile Anadolu Ermenisi arasındaki farklar sıklıkla kına,
çeyiz gibi gelenek-göreneklerde uygulanan farklı pratikler ve tüketim
alışkanlıkları, kilisede giyilen kıyafetler ve saç şekilleri gibi kadın bedeni
üzerinden ve Ermenice bilmek-bilmemek gibi dil ve şive üzerinden verildi.
Görüşmeciler tarafından Anadolu Ermenilerinin Anadolu Müslüman-Türk kültürüyle harmanlanmış, asimile
olmuş bir kültüre sahip oldukları ve bu noktada İstanbul Ermenilerinden
kültürel pratikler açısından farklılaştıkları dile getirildi. İkinci ve üçüncü
kuşak Ermeniler ayrıca tüm bu farklılıkların birinci kuşak için geçerli
olduğunu, kendi kuşaklarında iletişim araçlarının gelişmesi ve ulaşımın
küreselleşmesi sayesinde İstanbul-Anadolu arasındaki farkın azalmaya başladığını
dile getirdiler. Eğitim amaçlı büyük şehirlere gelen gençlerin kendilerini kent
kültürüne adapte etmeye başladıkları ve “İstanbullu” olmanın araçlarına
(eğitim, yaşam tarzı, tüketim alışkanlıkları) sahip olmaya başladıkları
aktarıldı.
İstanbullu Ermeniler sosyal ilişki kurdukları ve
kendileriyle aynı kültürel sınıfa dahil ettikleri kişileri tarif ederken
sürekli “aynı dili konuşuyor” olma durumunu bir kriter olarak
göstermektedirler. Hem kültürel
hem ekonomik sermayesi yüksek olan bu kişiler için aynı dili konuşuyor olmak benzer seçkin eğitim
sisteminden gelmek, benzer beğenilere sahip olmak, avrupai hayat tarzına
yakınlık gibi özelliklere işaret etmektedir.
Mesela bak
benim T. diye bir arkadaşım var Kurtuluşlu, yazını tamamen Modalı Ermenilerle
geçiriyor. Normalde tanışamayacağın insanlarla tanışıyorsun. Tanıyamazsın,
nasıl tanışıcan? Ortak arkadaşın yoksa tanışamazsın. Okuldayken de o gidiyor Moda’ya sen
Kurtuluş’a, görüşemiyorsun. Tarzlar
da farklı bir de. Onlar sana göre burjuva. Adam Bağdat caddesine iniyor,
Suadiye’de kulübe gidiyor; tamam biz de Nişantaşı’na çıkıyoruz ama bir fark var
işte. Benim Modalı bir arkadaşım var mesela Kurtuluşlu bir kızla evlendi nasıl
becerdi bilmiyorum. Muhtemelen Ada’da tanıştılar. Adanın birleştirici bir farkı
da var. Kültürel farklılığı gündelik
hayatta çok rahat gözlemliyorsun. Kumkapı,
Topkapı, Bakırköy’de oturanlar
arasında Çarşı’da çalışanlar çok fazla, bizim burda oturanlar daha fazla
ticaret ve okumaya yönlenmişlerdir. Kendini çok geliştirenler de var Çarşı’nın
içinde. Düğünlere gelirsen mesela kına gecesi bizde yoktur. Belki Sivastakiler
yaşasaydı olucaktı ama bizim ailede ben hiç görmedim. Biz bekarlığa veda yapıyoruz
onlar kına yapıyor. Adetlerimiz çok farklı. Ailemde çevremde hiç yok benim kına
adeti. Bu çevrede oturan kimse kına gecesi yapmaz. Biz gitmiyoruz mesela,
kaldırmaya çalışıyoruz o adeti. Zaten bir Ermeni geleneği değil ki kına? Sen
Anadoludan alıp getiriyorsun. Ben Ermenilerden hiç duymadım kınayı mesela. Kına
gecesi varsa hemen sorarsın “nerelilermiş?” diye, çünkü bilirsin ki İstanbullular yapmaz. Böyle bir kültür
farklılığı var. Mesela kiliseye giyilen kıyafetlerden anlıyorsun. Benim
arkadaşım evlendi, sana fotoğrafları gösteririm Fransa’da bir düğünde gibisin.
Elite World’de yaptı düğünü. Bizde nedime yoktur mesela, kilise yapısıda uygun
değil çok. Biz heves ettik yaptık. Bizim düğünü izle ve Samatya’da bir düğünü
izle ve aradaki yüzyirmibeşbin farkı filan bul. Bizde kiliseye giderken düz bir
elbise veya döpiyes giyeriz, akşam tuvalet giyeriz. Bir gidiyorsun Samatya’ya
kilisede saten tuvalet giyilmiş! Misafirler tuvalet giymez bizde. Çeyiz bizde
vardır ama biz zevkine yapıyoruz. Ama o tarafta çamaşırlarına kadar abartırlar.
Bizde çeyizin esprisi şu, vaftiz anne gelip gelinin yatağını süslüyor altın
atıyor bereket olsun diye. Vaftiz anneyle beraber bekar 1-2 kız yardım eder.
Onlara da kısmet çıksın diye. Öbür
tarafta (Anadolu Ermenileri) bir
bakıyorum beş çayı gibi kısırlar börekler, herşey ortada. Biz hiç öyle şeyler
yapmadık, kimse ortaya çıkartmaz alınanları. Enteresan farklılıklar var… A2-7
(E, 31, K)
Cemaatin
içinde böyle bir ayrım var. Mesela ben evlendiğimde eski eşimin annesi babası
tam Anadololuydu, köylüvari Anadolu. O kendini yetiştirmiş bir şekilde bakma.
Ama kızkardeşimin kocası İstanbulluydular. Sürekli evde Ermenice konuşuluyor.
Aman işte gecelikler İpek Kramer’den olsun filan muhabbeti vardı hep. Annem de
ona göre hareket ediyor tabi. Öyle farklılıklar oluyor
Ermeniler arasında da. O dönemde
K. diye bir çocuk çıktı karşıma, Ermeni. Kendi dinimden bak
adam. Ama onlar Malatyalıydı. Onlar daha Anadolu gelini isterlerdi. Ben aykırı
kaçıyordum. A2-1 (E, 41, K)
İstanbullu
ve Anadolulu Ermeniler arasında fark var tabi. Direk görebiliyorsun. Örnekler
vererek konuşursam, mesela kuzenimin evlendiği kız İstanbullu bir aile, Ermeni.
Ama sonuçta nasıl soylesem... bugüne kadar gelen bir yaşantı farklılığı var,
kıyafettir görünüştür dikkat edilen konulardır herşey çok çok farklı. Kıyafet
farklı mesela biraz daha bizimkiler abartıdan hoşlanan, giyinmek abartılı nasıl
desem... zengin bir ifadedir. Ama burda
daha sade ve şık. Bu temelde zaten yaşadığı bölgeden kaynaklanıyor, tamamen kültürel.
Saçlar her zaman
büyük topuzlar filan
yapılır nefret ederim!
Saçlar yandan çıkartılır filan çünkü oranın kültürü
öyle. Mesela bizim orda daha yüksek sesle konuşurlar burda kısık sesle. Ama
artık bizim kuşakta o fark azaldı. İskenderun da modernleşti, alışveriş
mağazaları, o fark kalkıyor artık birbirine yaklaşıyor. Mango, Zara heryerde
var... bir üst kuşakta ama ciddi farklılıklar görüyorsun. Bir de İstanbul
ailesinde olanlar maddi durumu gücü olan ailelerden oluşuyor, ticaret yapan
kişiler burdakiler. Herşeyin daha kalitelisini kullanıyorlar. Bizimkilerin
döneminde öyle birşey yok. Tarlada bahçede çalışan kişiler bunlar. A2-9 (E, 29,
K)
3.5. Rum, Yahudi ve Ermenilerde Sayfiye Kültürü ve Sınıfsal Temsil Mekanı Olarak Adalar: Nerde Rumlar,
Museviler? Nerde O Hanımlar?
M.Ö. 4. Yüzyılda, Aristoteles Adalardan Halkedon
(Kadıköy) Adaları diye söz etmiştir. Roma İmparatoru Constantinus’un 330’da
İstanbul’u başkent yapmasından sonra Adalar hem sürgün yeri hem de manastırlar
bölgesi olarak kullanılmıştır. 567’de İmparator 2. Iustinos’un o dönemlerde
Megale (büyük) denen Büyükada’da bir saray yaptırmasıyla Bizans tarihinde
Adalar önem kazanmaya başlamıştır. Manastırların, kiliselerin zenginliği,
Adaların Bizans döneminde de defalarca yağma edilmesine neden olmuştur. 9.
Yüzyılın başlarında Papaz Tepesi’nde kurulan Aya Triada Manastırı, adada bir ruhban
sınıfı oluşturmuştur (Lokum, 2014:26). Adaların
Osmanlı egemenliğine geçmesi
1453’de Fatih Sultan
Mehmed’in İstanbul kuşatması sırasındadır. Adalar İstanbul’dan 42 gün
önce fethedilmiştir. Rum nüfusun yaşadığı adalara, İstanbul’un fethinden sonra
Karadeniz bölgesinden İstanbul’a getirilen Müslüman halktan bir bölümü
yerleştirilmiştir. 19. Yüzyıla kadar nüfus çoğunluğunu Rumlar oluşturmuştur.
Adalardaki nüfus artışının başlıca nedenlerinin, ekonomik sıkıntılar nedeniyle
Ege Denizi’ndeki Sakız, Girit, Midilli gibi Ege Adaları’ndan, bir iç deniz olan
Marmara Denizi’ndeki adaya göç edenler ve İstanbul’daki veba salgınlarından
korunmak için manastırlara sığınan zengin Hıristiyanlar olduğu düşünülmektedir (A.e.,
s.27). Rum Ortodoks
Patrikhanesinin ve manastırların özel imtiyazlara ve mülkiyet haklarına
sahip bulundukları Adalarda, 19. Yüzyıla gelindiğinde Osmanlı toprak
düzenindeki değişmelerle bağlı olarak topraklar zengin ve nüfuzlu Rum
beylerinin, patriklerin, bankerlerin, Fransız ve İngiliz tüccarların, paşaların
mülkiyetine geçmiştir.385
Adalarda yerleşik halkın ana uğraşı, özellikle
manastıra ait topraklar üzerinde tarım, bağcılık, hayvancılık ve balıkçılıktır.
19. Yüzyıl ortalarında bağcılık ve şarapçılık geleneği keşişlerin ve
manastırların tekelinden zengin Rumlara, Fransız şarap tüccarlarına geçerek
devam etmiştir. Adalar 19. Yüzyılın ortalarına kadar nüfus yapısı ve yaşam
biçimiyle “Müslüman İstanbul’a” yabancıdır. Adaların sayfiye olarak
kullanılmaya, 18.Yüzyıl sonlarına doğru Adalara yaz aylarını geçirmeye gelen
Fransızlarla başlanmıştır. 20. Yüzyıl başlarında Avrupa belle epoque yaşamının küçük bir örneği Adalarda gözlenmekteydi.
Adalar özellikle Hıristiyan nüfus ve Osmanlı yüksek bürokrasisi için şık,
seçkin, eğlencesi bol bir yazlık bölgeydi (Lokum, a.g.e., s.71).
Osmanlı’da ikamet edilen semt, genel olarak meşgul
olunan mesleği de belirliyordu. Adaların da göçlerle gelip yerleşen gayrimüslim
nüfusun mesleklerini şekillendirme özelliği vardır. 19. Yüzyıl sonlarında Yunan
adalarından Büyükada’ya gelip yerleşen Rumlar daha çok balıkçılık, bahçıvanlık, marangozluk, duvarcılık,
kunduracılık, terzilikle uğraşırlarken, Kınalıada’da yine balıkçılığın yanı
sıra sütçülük ve yoğurtçulukla hayatlarını geçindiriyorlardı. Bu kesim yaz-kış
Adalarda yaşayan Rum nüfustu. Orta üst ve üst tabaka Rumlar için ise adalar yazların geçirildiği sayfiye mekanlarıdır.386
Adalarda inşaa edilen Batılı
tarzdaki köşlerde yaz boyunca ikamet etmekteydiler (Dünden Bugüne, a.g.e., s.68). Görüşmeler sırasında
özellikle 1940-50’lere kadar Büyükada’nın yerli halkının tamamının Rumlardan
oluştuğu, sayfiye olarak gelen Türklerin ve Yahudilerin de Rumca konuştukları
sıklıkla dile getirilmiştir. Orta, orta üst ve üst sınıf özellikle Büyükada,
Burgazada ve Heybeliada’ya sayfiye olarak giderken, esnaflık yaparak geçinen
orta ve çoğunlukla orta alt sınıf yaz-kış Büyükada, Kınalıada, Burgaz ve
Heybeli’de kalırdı.
385Dünden Bugüne İstanbul
Ansiklopedisi, 1994, Cilt 1, s.68-69.
386 Bkz. Bölüm 3.1.4.
3.5.1.
Erken Cumhuriyet’ten
1980’lere Azınlıkların Sayfiye Kültürünün Temsil Mekanı Olarak Adalar
20. Yüzyıl başına doğru Adalar, artık sadece, Rum,
Ermeni, sonra da Yahudi azınlıkların yerleşme ve yazlık bölgesinden, Tanzimat
sonrasının değişme süreci içinde batılı yaşama
özenen Osmanlı devlet erkanının da yerleşmeye başladıkları bir yer haline gelmişti.
20. Yüzyıl başında Adalar artık Müslüman-Türk nüfusun da seçkin sayfiye
yeri olma özelliğini göstermekteydi. Cumhuriyetten sonra Adalara, Atatürk ve
CHP ileri gelenlerinin gösterdikleri ilgiyle yeniden canlılık kazanmaya
başlamıştı. Cumhuriyet dönemi devlet ileri gelenleri, yüksek rütbeli memurlar,
yeni yetişen Türk burjuvazisi rağbet etmiştir. Anadolu Kulübü bu siyasal üst
katmanların buluşma yeri olarak kurulmuştur. Kulüp önce CHP’li, daha sonra
DP’li bakan ve milletvekillerinin tercih ettikleri bir yer haline gelmiştir.
Cumhuriyet’in inşasıyla birlikte her sınıftan
gayrimüslim Adalarda yazlıkçı veya yazlıkçı-kışlıkçı olarak ikamet etmeye devam
etmiştir. 1930’lardan 1950’lere kadar olan dönemde orta, orta üst ve üst
tabakanın sayfiye seçiminde en ön sırada gelen Adaların, gayrimüslim
cemaatlerin adlarıyla özdeşleştiği görüşmeler sırasında tespit edilen bir
olgudur. Ortaylı’nın belirttiği gibi, Adaların İstanbul’un orta sınıfları için
sayfiye alanına dönüşmesinde
özellikle Caddebostan-Erenköy ekseni ve Boğaz’ın iki kıyısının 50’li yıllardan
itibaren dolmaya başlamasının rolü vardır. Buraların sürekli yaşanan kentsel
alanlara dönüşmesiyle Adalar hem gayrimüslim hem Müslüman orta ve üst sınıflar
tarafından gözde yazlık beldeleri haline gelmiştir. İstanbul kıyılarının
dolmasıyla İstanbullular yeni yazlık yerleri aramaya başlamışlardı ve böylece
Adalar’da yeni konaklar yapılmaya başlanmıştı (2015: 381).
Ada yazlığa
gidilen yerdi ama o zamanlar... 40’larda Yeniköy, Tarabya,
Büyükdere’de yazlık yerlerdi. Ada’da evleri olanlar çok köklü ailelerdi.
Bütün orta sınıflar yazlığa kiraya giderlerdi muhakkak. Ama zannetme ki yazlığa
gidenler bugünün çok zengini. Adam kumaşçı, terlikçi orta bir yaşantısı var
adamın, sobalı evde otururdu ama o bile yazlığa gidebiliyordu. “Yazlığa gitmek”
bir artıydı, eşyalar kamyonla giderdi ama gidilirdi mutlaka. Ha Yeşilköy de
yazlık yeriydi. Halkalı’da vardı. Havası güzel diye gidilirdi oraya. Şimdi bu
Ağaoğlu filan yapıldı ya oralara gidilirdi. Kumburgaz da modaydı. Tarabya en
varlıklıların gittiği yerdi, köşkler çok orda. Kınalının Çarşı’ya (Kapalı
Çarşı) yakın mesafe olması etkiliydi bence seçimde. Yeniköy’den de tramvayla gidilirmiş Çarşı’ya. Benim
üniversite çağımda (70’ler)
Yeşilköy yazlık-kışlık olmuştu,
denizler girilmemeye başlanmıştı artık. Adalara rağbet artmıştı. Ne güzel plajlarımız
vardı, Kapri mesela... A1-6 (E, 65, K)
19. Yüzyıldan bugüne yazlıkçı nüfusun büyük
çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu Kınalıada bir “Ermeni adası” olma özelliğini
bugün de halen sürdürmektedir. Öte yandan son yıllarda Kınalıada’nın Süryani
nüfusunda da büyük bir artış gözlenmektedir. Burgazada’da Rumlar, 60’larden
itibaren Yahudiler, Büyükada’da da Rumlar, Yahudiler
ile birlikte dönemin en kalabalık toplumlarıydı.
Büyükada387 her dönemde en varlıklı gayrimüslimlerin yazlık mekanı
konumundaydı. Heybeliada da daha orta sınıf tüm cemaatlerden nüfusu barındırıyordu.
Cumhuriyetin erken yıllarında Rumların yanısıra üst
orta ve üst tabaka Yahudiler de sayfiye olarak Büyükadayı kullanmaktaydılar.
Büyükada kadar yoğun olmasa da Heybeliada’ya da yaz aylarını geçirmek için
giden Yahudi nüfustan bahsetmek mümkündür. Yahudiler Adaları sadece yazları
kullanıyorlardı. Rumlar ve Ermeniler’de görüldüğü gibi yaz- kış Adada
yaşayan esnaf bir Yahudi nüfusun varlığından bahsetmek zordur; görüşmelerde de
böyle bir durum tespit edilmemiştir. Bu durum Yahudilerin, Rum ve Ermenilere
göre Adaları sadece sayfiye olarak kullanan kentli sınıflar olmasından
kaynaklanmaktadır.
1930’lu yıllardan, özellikle 80’lerin başına kadar
Kınalıada’da Ermeniler, Burgazada388’da Rumlar (60’lardan itibaren
Yahudiler), Büyükada’da Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler yoğunluğu oluşturuyordu.
Özellikle Büyükada orta üst ve üst sınıf gayrimüslimlerin
yazlık mekanıydı. Sanatoryumu, Deniz Harp Okulu ve Rum Ortodoks Ruhban Okulu ile Heybeli’nin389 hepsinden
farklı bir konumu vardı. Heybeliada’da Türkler
387Prens Adaları (Prinkipo) olarak da bilinen İstanbul
adalarının en büyüğüdür. Bizans döneminde Büyükada, İmparatoriçe İrene’nin
yaptırdığı Kadınlar Manastırı’nın varlığı yüzünden, özellikle Bizans sarayından
kadın sürgünlerin gönderildiği bir zulüm
ve zindan yeri olmanın yanında;
keşişlerin, rahiplerin inzivaya çekildikleri bir manastırlar adasıdır. Büyükada’nın çoğunluğu yerli Rum
halkın oluşturduğu bir balıkçı adasıydı. Müslüman Türklerin de ilgisini çekmeye
başlaması 19. Yüzyıl ortasıdır. 1846’dan itibaren vapur işletilmesi, köşklerle,
eğlence yerleriyle donanmasında ve Büyükada’da o zamanın İstanbul’una göre
batılı ve ileri sayılan bir yaşam biçiminin yerleşmesinde önemli paya sahiptir.
20. Yüzyılın ilk çeyreğinde Rumların ağırlık taşıdığı ada halkı yazlıkçı
gayrimüslim burjuvazi yanında Osmanlı aydın ve yazarlarına da ev sahipliği
yapmıştı. 1929’da bir süre Stalin döneminde Soveytler Birliği’nden sürülen
Troçki’yi de barındırmıştır. (Dünden
Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 1994, Cilt 2, s.352)
388Antigone, Türkçe adı Pyrgos’tan gelmektedir. Eskiden daha çok
bağlık, bahçelik olan nüfusun hemen hemen tamamı Rumlardan oluşan Burgazada,
uzun yıllar küçük bir balıkçı köyü görünümünü korumuştur. 1905 yılında inşa
ettirilen Özel Rum okulu ise, adadaki Rum nüfusun azalması sonucu 1969’da
öğrencisizlikten kapanmıştır (Dünden
bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 1994, Cilt 2, s.335).
389Tarihte çeşitli isimleri olmuştur. En yaygın olanları
Demonisos ve Halki’dir. Halki Yunanca bakır sözcüğünden türemiştir. Heybeli eskiden
beri bir Rum balıkçı adasıydı.
Heybeli’deki ilk manastır
809’da kurulan
çoğunluktaydı. Adalar coğrafyasındaki bu kültürel kompozisyon iç göçler ve dış göçler sonucu değişime ve dönüşüme
uğramıştır. 1950’lerden sonra Adaların toplumsal yapı ve nüfus bileşiminde önemli değişmeler görülmektedir: 6-7 Eylül
Olayları, 1974 Kıbrıs harekatı, 1980 askeri müdahalesi gibi siyasal
gelişmelerin etkisiyle başta Rumlar olmak üzere yerleşik azınlık nüfusun
Adaları ve Türkiye’yi terk etmesinin yarattığı nüfus gerilemesi, özellikle
80’lerden sonra hızlanan doğu illeri ağırlıklı iç göçle dengelenmiştir. Bu iç
göçün sonuçları Adaların toplumsal yapısında gözle görülür bir değişme oluşturmuştur. Son zamanlarda
ayrıca güney doğu illerinden İstanbul’a gelen varlıklı Süryaniler’in özellikle
Kınalıada’dan ev almaya başladığı görülmektedir.
Kınalı
Ermeni adasıdır. Son 30 yıldır da Süryani. Eski Kınalılıyız biz. Bana göre
Kınalı en bakımsız ada. Ama bana göre en güzeli. Şehre en yakın ve heryerinden
denize girersin. Ama kötülüğü ne? Kınalıada eski halkına göre, Ermeniler bir
Rum bir Yahudiye göre daha ikinci
sınıf insanlar, maddi durumdan. Büyükada’ya bir Yahudi giderken Ermeni
gidememiş. Daha pahalı.
Osmanlı döneminde Kınalı sürgün adasıymış. Düşünebiliyormusun? Ben 42 sene evvel gittiğimde Kınalıya
oturmaya çoğunluk Ermeniydi. Bir yer alınır satılırsa “Avak aldı, Agop aldı”
derlerdi. Şimdi duy, Süryaniler aldı. Son 30 senedir Süryanilerin maddi durumu Ermenileri katladı. Hepsi
Diyarbakır’dan Mardin’den geldi. %90’ı kuyumcu. Çok yaman adamlar. Ben kuyumcu
değilim ama biz 60’larda Çarşı’ya geldiğimizde 10 tane Süryani kuyumcu yoktu,
hepsi Ermeniydi. Şimdi çoğunluk Süryani ve kuvvetliler. Adanın en güzel evleri
şimdi Süryanilerin. Senede 10 tane mülk el değiştiriyorsa satan Ermeni alan
Süryani. Ermeniler maddi yönden çok döküldüler. A1-3 (E, 78, E)
Trias
Manastırı’dır. 19. Yüzyıl ortalarında Ortodoks aleminin tek yüksek okulu olan
Ruhban Mektebi’nin (papaz okulu), yine Türkiye’de ilk özel ticaret okulu olan
Elen Ticaret Okulu’nun ve bahriye okulunun manastırlara ait olan yerlerde,
hemen hemen aynı yıllarda açılmış olması ve Adalar’a vapur işlemeye başlaması
Heybeliada’nın önemini birdenbire
arttırmıştır. Zengin Rumlar köşkler
yaptırmışlar, bahriyenin
varlığı nedeniyle Türk aileleri de adaya yerleşmeye başlamışlardır.
Eskiden adanın sahilinde çeşitli gazinolar
ve büyük oteller vardı. Rıhtımdaki Royal, Bristol, Belvü Oteli, Karamanyan
oteli, Halki Palas oteli içlerinde en ünlüleriydi (Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 1994, Cilt, 4, s.54-7).
3.5.2.
1980’lerden Sonra
Adaların Değişen Sosyal
ve Kültürel Dokusu
Büyükada
artık başka ellerdeki sevgili gibi… (R, 35, K)
Ben mezara
çıktığım zaman böyle bir dönüp Kınalı’ya bakıyorum aşağı, ‘eyyy neydin ne oldun
Kınalı...’ diyorum. (R, 83, E)
Her üç kuşaktan da Rum görüşmeciler çocukluk gençlik
yıllarını yaşadıkları, yazlarını/kışlarını geçirdikleri Ada’ya çok derin bir
bağlılık ve aidiyet hissettiklerini belirttiler.
Rum bir görüşmecinin “Buranın DNA olarak
asıl sahibi benim” söyleminde görüldüğü gibi görüşmecilerin Ada ile farklı
ve köklü bir aidiyet bağı kurdukları tespit edilmiştir. Büyükada’nın ilk
yerlilerinin Rumlar olması ve 1980’lere kadar Ada’da yoğun bir Rum nüfusun
yaşamış olması sebebi ile geçmişle bugün arasında bir bağ kurulmaktadır ve bu
bağ nostaljik bir biçimde süreklileştirilmektedir. Adalı olmak Rumlar için
gelir seviyesinden bağımsız olarak bir yaşam tarzı ve kültürünün işaretidir.
Görüşmeciler özellikle son 15 senedir
Ada’nın doğu illerinden gelen göçlerle değişen kültürel kimliğinden ve sosyal
coğrafyasından duydukları rahatsızlığı ve hissettikleri yabancılaşmayı
vurguladılar. Burada Doğu-Batı, modern-geleneksel ikilikleri üstünden sınıfsal
bir ayrışma yaratılmaktadır. Doğudan göçlerle gelenler karşısında kentli,
modern, Batılı “steril” hayatlarına karşı bir yabancılaşma hissetmektedirler.
Bu durum karşısında hissettikleri yabancılaşmaya, Ada’nın yerlisi olan Rum
nüfusun özellikle 1980’lerden sonra bitme noktasına gelmesiyle Ada’nın eski günlerine duyulan özlem ve hüzün
eşlik etmektedir.
Bizimkiler Heybeliada’danmış, o zaman sanırım Heybeli popülermiş. Uzun bir sürede
orda kalmışlar. Üçüncü nesil Büyükada’da büyüdüm. 5-6 sene oluyor Ada’ya
çıkmıyoruz. Ada’nın kimliği değişmeye başlamıştı. Bir yabancılaşma başladı.
Artık eskisi gibi değil, artık Starbucks’ı olan, Dominos Pizzası olan bir yer.
O rahatlığımız kalmadı artık. Arabacılardan tut manavlara kadar herşey değişti.
Çarşıya girdiğimde yabancılık çekiyordum. Maden’de oturuyorduk, Nakibey
plajının üstünde. Artık kırk yılın başında geliyorum arkadaşlarımı görmeye Ada’ya.
Eskiden “Ada’ya çıkılma”
kültürü vardı ve “Ada’dan inilirdi”. Hatta
beklerdik 29 Ekim’i ki ilk hangi
komşu sobayı yakmış, tamam artık kış geldi derdik. Ada artık başka ellerdeki sevgili gibi… Bak kışın gidiyorum
Ada’ya, özlüyorum. Ama yazın bir kerecik olsun gidemiyorum. Eskiden ağlardım
Ada’dan indiğim zaman. O kadar severdim. B2-5 (R, 35, K)
Biz yukarda
otururduk, Çankaya’dan yukarı, son zamanlarda da Kumsal’da oturduk. Mesela
bizim evin özel kayıkhanesi vardı. Boğazda var öyle yalılar, aynıydı. Eskiden
İstanbul’daki evlerden buzdolabı taşınırdı Ada’ya (gülerek) çok değişik şeylerdi... Herşeyin üstü
amerikan bezleriyle örtünürdü Ada’ya inilirken. Bir yaşam tarzıydı o. Ben
cumartesi pazarları pencereye yaklaşmıyordum artık, akın akın motorlarla
insanlar geliyordu. Gece olmasını beklerdim ki aşağı inip yemek yiyelim. Kötü oldu…
bizde bu iç göçlerden sonra Ada’dan ayrıldık. Şimdi seyahat ediyorum yazları.
B1-28 (R, 70, K)
Ada’da çok
serbestsin, daha çok kendinden adam var. Ahalisi de seni kimlik olarak çok daha
iyi tanıyor. Kendini orda daha yerleşik görüyorsun. Buranın DNA olarak asıl
sahibi benim. Kim geldiyse bizden sonra geldi, temel taş olarak ben varım
burda. O zaman manav, bakkal herkes Rumca konuşurdu. Orda daha kalabalıksın
küçük biryerde. Büyükada saatinin orda akşam “höt” dediğin zaman kendinden 40
kişi bulursun. Bir de orda sana gelip kimse “pardon hangi dili konuştunuz,
nerden geldiniz, Rum nedir kimdir” diye sormuyor. Ada’da ben hiç karşılaşmadım.
Bunu bilmemek cahillik. İstanbul’da çok var ama. Rumlar da ama Museviler de özellikle kaçan
çok oldu. Orta direk kalmayınca ekonomisi bozulunca giden çok oldu. Trilyoner
değildi ama o kazancıyla yazlığını kiralıyordu. Son ekonomik krizden sonra
giden çok oldu. B2-1 (R, 35, K)
Doğma büyüme Ada’lı olan görüşmeciler sıklıkla son 20
yılda Doğudan ülkenin Batısına gerçekleşen göçlerle birlikte Adaların da
toplumun değişen sosyokültürel yapısından aldığı payın altını kuvvetle
çizmişlerdir. 80’li yıllardan itibaren yoğun bir biçimde Doğu illerinden
göçlerle gelen ve Adalara işçi olarak gelip yerleşen Kürt nüfusla aralarına çok
keskin kültürel sınırlar çizmektedirler. Bir zamanlar, Rumların yoğunlukta
yaşadığı Adaların gayrimüslim nüfustan tenhalaşması, kendileri için o yerlerin
anlamlarını da değiştirmektedir. Rum nüfusun azalmasıyla, yerlerin
ilişkisizliğe ya da eskisinden farklı bir ilişki formatına dönüşmesi, onlar
açısından mekan duyumsamasını sorunsallaştırmaktadır (Türker, 2015:257).
Kendilerini “Adaların ve İstanbul’un gerçek sahipleri olarak” kabul eden Rumlar, kendilerini
toplumun muhafazakar, dindar ve kentli olmayan kesiminden yaşam tarzı ve
kültürü olarak daha “Batılı, modern, kentli” olarak farklılaştırmakta ve bu
toplumsal gruplarla aralarına keskin sınıfsal bir mesafe koymaktadırlar.
Özellikle birinci kuşaktan görüşmecilerin anlatılarında sürekli olarak
nostaljik bir geri dönüş yaşadıkları, zihinlerinde eski İstanbul’u yaşattıkları
ve “yeni İstanbul’u” kabul etmedikleri, kabullenmek istemedikleri görülmüştür.
Burası %80
Rumdu, Büyükada. Kalmadı ki şimdi. Şimdi Kürtler gelmeye başladı. Durum fena.
Ben iyi görmüyorum durumu. Hiç bu kadar kötüsünü yaşamadık. Nerde Museviler?
Nerde o hanımlar? Herkes evinde, dışarı çıkmıyor. adamız böyle değildi.... eskiden bütün dükkanlar Rum. Herkes
tanıyordu seni “aa Kalfa’nın kızı geliyor” derlerdi hemen. B1-18 (R, 75, K)
Eskiden
kışın da çok güzeldi Ada. Bak bir hatıram var, bir kere bir lokantada kavga
çıkmıştı bende iskemleyi adamın kafasına geçirdim. Hakim karşısına çıktık, ceza
alıcam ben üç buçuk atıyorum tabi. Hakim en son nerelisin diye sordu, ben
“Kınalıadalıyım” diyince “sen cezanı almışsın zaten, orası açık hapishane hadi
git” demişti (gülerek). Kınalı’da
yaşayanlar Ermenisi, Rumu bilmezlerdi Yorgo, Hüsnü kimdir diye. Kardeşlik vardı
hep. Biz Kınalıada’da hepimiz Ademle Havvanın çocuklarıydık. Yoktu hiç öyle
şeyler. Bööyle güzel bir ömür vardı Kınalıda. Tüm bayramları beraber kutlardık.
Koço vardı, yumurta boyuyorduk kırıyorduk mahallede bütün arkadaşlarla... şimdi
tadı tuzu yok. Ben zengin çocuklarla da oynuyordum burda. Ama ne zengin ne
zengin.... o zaman elektrikte yoktu düşün... o zaman zenginde hiç öyle kibir de
yoktu. Zaten şimdiki gibi zengin de yoktu. Fabrikatörler de vardı ama onlar
Kınalı’da değildi, onlar Büyükada’ya giderdi. Yoksulluk vardı ama kimse
kimsenin tabağına bakmazdı. Ben sana söyliyim mi o zaman insanlar mutluydu.
Ramazan bayramında çıkılırdı sokağa dangada dunguda ramazan davulcusunu
beklerdik... ah o günler nerde.... Burda bütün gürültüyü Rumlar yapıyordu.
Gazinolarda hep Rumlar vardı, Rumlar gitti neşe gitti... Mimoza’nın sahibi
vardır, kadın kılığında fellah olup program yapıyorduk, neler neler yapıyorduk. Rumlar
eğlenmeyi seven insanlardı. Adam ne yapar
yapar Cumartesi karısını
alır eğlenirdi. “Kınalıada’nın güzelliği, insanları maalesef kalmadı.
Yaş ilerledikçe bunlar başlıyor adamın içini yemeye. Ben mezara çıktığım zaman
böyle bir dönüp Kınalı’ya bakıyorum aşağı “eyyy diyorum neydin ne oldun
Kınalı... B1-15 (R, 83, E)
Bir diğer taraftan kişisel sebeplerden kaynaklı
kendilerini “adafobik” olarak nitelendiren, adayla duygusal bir aidiyet bağı
kurmayanlar da vardır.
Bence şu an
son 20 yıldır “Adalı olmak” statü değil ya da tersten kuralım, bizim
büyüdüğümüz ortamlar nispeten steril ve orta sınıf ortamlar olduğu için “Adalı
olmak” garipsenen birşey değildi. Benim için çok normaldi, sınıfsal olarak
yücelttiğim bir durum değildi. Yazlık işte birileri Silivri’ye gider birileri
Ada’ya gider. Ben genel olarak annemden aldığım birşey adafobikimdir. Ayağımız
karada olsun, cemaatle alakası yok. Annem hep
çalıştı hayatı boyunca o yüzden öyle bir alışkanlığı olmamış. Yarım
yüzyıl önce bir sınıfsal farklılık yaratabilir ama şimdi değil. Ama dediğim
gibi birilerinin Ada’da evi olması ve senin de Ada’da evi olan arkadaşlarının
olması normal birşeydir, bulunduğun sınıfı göz önüne aldığında. Bir dönem
Ada’yı bilmemek veya Ada’lı olmamak anormal gelirdi, işte bu da ortaokul lise
yılları, orda da kendi sınıfsallığınla yüzleşiyorsun zaten. Benim Ada’yla duygusal bir ilişkim olmadı. B2-7 (R, 30,
K)
3.5.3.
Rumların İstanbul’a Yerleşim Tarihi ve Sayfiye Kültürünün Yapı Taşları Olarak Adalar
Adalarda Rum nüfusun yerleşim tarihi Fetihten öncesine
dayanmakta ve 19. Yüzyıldan I. Dünya
Savaşına kadar olan dönemde Ege adalarından aldığı yoğun göçlerle, 20. Yüzyılın
başında Adaların nüfusunun neredeyse tamamını Rumlar oluşturmaktadır. Ulus
devletin inşasından 1960’ların sonuna kadar, adaların nüfusunun, diğer azınlık
cemaatlerinin de Adaları sayfiye olarak kullanmaya başlamasına rağmen,
ağırlığını Rumlar oluşturmaktadır. Bu adalardan biri olan Burgazada’da
1960’lara kadar yoğun bir Rum nüfusu bulunmaktaydı. 1964’de Yunan uyruklu
Rumların sınırdışı edilmesi ve ardından gelen 20 senelik süreçte yaşanan
sıkıntıların, baskıların ardından Rum nüfusun ülkeyi terk etmesiyle şu an
Burgazada’yı sembolik bir Rum nüfusu temsil etmektedir. Görüşmeciler 1960’lı
yıllardaki Adaların Rum nüfusunun yoğunluğuna, bakkalı, manavı, balıkçısıyla,
çiçekçisiyle Rum esnafın varlığına nostaljik bir özlemle vurgu yapmaktadırlar.
O dönemlerde her sosyal tabakadan Rum kendi gelir seviyesine göre Ada’da yazlık
kiralayabilmekteydi. Rumlar için Ada bir lüks değil bir ihtiyaçtı. Görüşmeciler
geçmişte Rum nüfusun yoğunluğundan dolayı ve
Türk esnafın ve yazlıkçıların Rum kültürüyle büyümeleri ve kültüre aşina
olmalarından dolayı kendilerini Ada’da asla “azınlık” hissetmediklerini defalarca vurgulamışlardır.
Burgazada’da Türk okulu açılmadan önce tek okul Rum ilkokuluydu.390
Bu yüzden Ada’nın yerlisi olan Türkler
de Rum ilkokuluna gittikleri için anadilleri gibi Rumca konuşmaktaydılar. Şu anda çok az kalan
nüfuslarıyla Rumlar, Ada’da kendi mikro cemaatlerini oluşturarak yazlarını
geçirmeye devam etmektedirler.
“Adalı olmak”
farklıydı. Ada’da biz azınlık değildik. Benim şansım, Orhan Türker’e de Burgazadası için bir röportaj
vermiştim, Ada’da esnaftan çok Rum vardı ve bizim Ada’da (Burgazada) çok Rum vardı. Museviler o zaman yoktu
çok, vardı ama Rumlar daha fazlaydı. Ada’nın yerlisi Rumlar vardı. Benim şansım
da o zaman okul daha açıktı, az çocuk gidiyordu okula. Ve ordaki çocuklar benim
yaşıtlarımdı dolayısıyla ben onlarla oynuyordum. Biz çarşıda oturuyorduk. Manavın kızı, pastacının, balıkçının kızı,
sinemacının kızı… sayabileceğim 3 tane Rum bakkal
vardı, manav vardı,
Lambo’nun yeri vardı,
Zarifi’nin arsası vardı orası
bostandı. Bir tane de çiçek yetiştirilen arsa vardı, Taso’nun bahçesi gibi
bahçeler vardı. Pavuryacımız vardı, balıkçı Stelyo, balıkçı Koço. Rumlar
çoğunluktaydı. Belli bir zamana kadar da Türk okulu olmadığı için orda bulunan
Türkler Rum okuluna giderdi. O yüzden eskiler Rumca konuşuyordu. Orhan bakkal
okula gitmeden de öğrenmişti Rumca’yı. Oyuncakçı Rıza vardı, o okula gitmişti. Rum gazetesi okuyordu. Ada’da kabuk değiştiriyorum. Şu anda Ada’da kilisenin
evinde oturuyorum. Yanımdaki komşum A. bey, onlarla çok samimiyiz. Daha ilerde
L., aşağıda E... benım eşim daha şey.. bildiği insanların dışına çıkmıyor.
B1-27 (R, 59, K)
Ada bende
60’da başladı. Ada’da herkes azınlıktı. Birbirini çekiyordu orası. Çoğunun
evleri vardı. L. mesela (eşi) 1955’de
aldılar bu evi. Daha eski Adalılar var, yaz-kış oturanlar fazlaydı. Ada’da
oturmak bizim için ihtiyaçtı. Bütün Rumlar Ada’ya giderdi. Daha fakir olanlar da
ona göre bir ev tutuyorlardı. Ada’ya gittiğim zaman yataklarımızı,
buzdolabımızı filan nakliyeciler vardı gelip alıyorlardı sonra sezon sonu
tekrar getiriyorlardı. Hammallar kayıklarla getiriyorlardı buzdolaplarını. Aynı
buzdolabı yaz kış. Çok güzel eğleniyorduk. Turlar murlar. Heybeliada’da Halki
Palas vardı. Orda buluşuyorduk. Sandal vardı bazı arkadaşlarla onlarla
geziyorduk. Manastırda top oynuyorduk. Rum cemaatiydi ekip. O zaman öyleydi şimdi değişti. Atina-8 (R, 67, E)
390 Burgazada’nın en eski Rum okulu 1835’te
kuruldu. Rum cemaatinin, erkek ilkokulu, kız ilkokulu ve anaokulu
olmak üzere üç okulu vardı. 1894 depremiyle yıkılan okul 1907’de yeniden inşa
edildi. 1974’te kapatıldı, (Çevrimiçi) http://www.istanbulrumazinligi.com/index.php?m=art&c=832&n=1070,
27.03.2016.
Özellikle 1960’lara kadar Burgazada’da yaşayan
kalabalık Rum toplumunun derneklerinde, okullarında, kiliselerinde bir araya
gelerek kendi içine kapalı bir cemaat hayatı yaşadığı, yazlıkçı olarak gelen
diğer dini-etnik cemaatten kişilerle çok bir arada vakit geçirmedikleri,
sınırlı ilişkiler yürütüldüğü görüşmeciler tarafından vurgulanmıştır. Dışarıya
kapalılığın yanısıra “Heybeli’den
gelin/damat almak” örneğinde görüldüğü gibi Rum toplumunun kendi içinde de
keskin sınıfsal ayrımlar yaratıldığı gözlenmektedir.
Ben Adayı (Burgazada)
yazlıkçı olarak biliyorum ama orda
yaz-kış yaşayanlar da var. O zamanlar çok daha kapalı bir toplumdu. Bir
Burgazlı bir Heybelili ile evlendiğinde “Heybeli’den gelin/damat aldı” diye
ters bakılıyordu. Fakat Ada’da herşey vardı, kilise, okul vardı, ortaokul
vardı, kültür dernekleri, fukarasever dernekleri vardı. Yazlıkçılar ile bile
fazla içli dışlı olmuyorlardı. 55’den evvel Burgaz’da 1500 kişi yaşıyordu. Şu
an toplam nüfus 1.500 kişi. Tabi kışın Ada hayatı zordur, toplumdan kopuyorsun,
doktor yok filan. Rum toplumunun orda doğup büyüyenler daha başka seviyordu.
Bir de işleri ordaydı, Ada’da mesela balıkçılık, çiçekçilik, sanatkarı, manavı
bakkalı hepsi Rum’du. Orda yaşıyordu orda kazanıyordu orda harcıyordu. B1-5 (R, 65, E)
Burgazada’da olduğu gibi, 1970’lere kadar esnafıyla,
yazlıkçısıyla Büyükada’nın da en
kalabalık nüfusuna sahip olan Rumlar kendilerini “Büyükada’nın yerlisi, sahibi”
olarak anarken yazlıkçı olarak gelen Yahudileri “göçmen” olarak
tanımlıyorlardı. Bu nüfus dengesi 1964’teki
Rumların zorunlu göçünden
sonra tersine döndü.
Adalardaki Rum nüfusu
azalırken, yazlıkçı olarak Yahudiler en kalabalık gayrimüslim nüfusa
sahip oldu. Özellikle Burgazada’daki Yahudi nüfusu 60’ların ortasından itibaren
yükselişe geçti. Belge’nin de aktardığı gibi 1950’li yıllarda Büyükada ve
Burgazada’ya önce Musevi asıllı işadamları rağbet etmiş, ev sayısının
sınırlı olması nedeniyle
mesken fiyatları hızla yükselmiştir. Adadaki köşklerin çoğu Varlık Vergisi
zamanında ve 1955-65 arasında Rumların Yunanistan’a göç etmesi sonucunda el
değiştirmiştir. Son yıllarda, yoğun Rum nüfusu azalırken Yahudilerin sayısı
artmıştır (2015:382). Benzer şekilde Heybeliada’ya yazlıkçı olarak gelen
varlıklı Rumlar da Varlık Vergisi’nden etkilenmişlerdir. Adalar’da yazlıkçı
Rumlara ait birçok mülk değerinin çok altında el değiştirmiştir (Lokum,
2014:34).
Eskiden çok
esnaflar vardı burada, arabacılar, eşşekçiler vardı şimdi kalmamış çok.
Sonradan Yahudiler geldi, başta yoklardı.
Zengin oldular ve Adaya gelmeye başladılar. Biz
onlara “göçmen” derdik.
Buzdolapları ve yatak takımlarını getirirlerdi kayıklarla İstanbul’dan. Taş
arabaları Frigidaire buzdolaplarını taşırdı. O zaman her evde buzdolabı yoktu.
64’den sonra biz gidince evleri sattık onların evi oldu ve gelip yerleştiler.
Atina-2 (R, 64, K)
O zaman ki
Ada’yı bugünkü gibi görmeyin. Kışın %80’i Rumdu, 10%’u Ermeni- Musevi. Yani
bakkala gittiğinde Rumca konuşuyorsun, kasap Rum, berber Rum. Hem Rumca
konuşunca Türkçen de iyi değil, ne yapıcaksın? Bugünkü Büyükadalılar, Rumcayı
daha iyi konuşmuyorlar. O zaman sadece Rumca konuşulurdu sokaklarda. Bütün
evler Rumlarındı. Sonra değişti... Yani zenginlerde Rum, Türkler çok azdı. Ada
çok özellikli bir yerdi. Biz Rum cemaati kendi içimizde takılırdık ama Türk
çocukları da azdı. Türkler de bizimle Rumca konuşurdu. Atina-1 (R, 66, E)
Adalarda cemaatlerin kendi içlerindeki sınıfsal
hiyerarşi, tabakalaşmaya karşın, ait olunan
sınıfsal konumdan bağımsız
olarak, Rumların belli
bir yemek-deniz-eğlence kültürüne, kısacası “Adayı yaşama kültürüne
ve yaşam tarzına”
sahip oldukları, bunu her sınıftan
Rumun kendi gelir seviyesine göre en iyi şekilde yapmaya çalıştığı
aktarılmaktadır. Kültürel ürüne ait kodun çözümlenmesine ilişkin malumat ve
terbiye ya aileden miras kalan doğal bir aşinalık sayesinde ya da eğitimle elde
edilebilir (Bourdieu, Wacquant, 2012:65). Görüşmelerde Ada’daki yazlıkçı
Rumların bu yaşam tarzına ve tüketim pratiklerine “sonradan zengin olup sahip
olmaya çalışmadıkları”, ailelerinden devr aldıkları bir iç bilgi ve kültür
olarak sahip oldukları ve kuşaklar boyunca bu kültürü içlerinde aktardıkları
dikkati çekmektedir.
Sınıfsal
fark vardı. Mesela fabrikatörler filan daha Anadolu Kulübü’ne giderdi. Deniz
kültürü de onlara aitti. Diğerleri de orta direğin bir çıta üstüydü.
Büyükada’da daha çok aristokrat aileler vardı. Heybeliada’da daha düşük…
eskiden tesadüfen miras yoluyla kalmış evler orda. Askeri okuldan dolayı Türk
aileler ve yaz kış oturan Rumlar vardı. Kınalı da Ermeni adasıdır, şimdi Süryaniler
geldi. Burgaz Adası tamamen Musevidir. Orta direğin üstünde Rumlar da vardı.
Büyükada da ise çok zenginler vardı. O ahşap köşkler, villalar köklü zengin ailelerindi. Tekne olayı da
yaşam kültürü, belki çok zengin değil ama o ufak tekneyi mutlaka alır, o bir
alışkanlık. Balığa çıkacak, o masa kurulacak, belli bir yaşam düzeni vardı. O
standart onlara aileden gelmiş, o sonradan kazanılan bir kültür değil. B1-28
(R, 70, K)
Öte yandan Büyükada’daki Rum cemaati içindeki varolan
sosyal tabakalaşma anlatılarda geçen “Ananem eldivensiz, şapkasız iskeleye
inmezdi” sözleriyle açığa vurulmaktadır. Adalarda Rum cemaatinin sınıfsal
açıdan homojen bir yapı sergilemediği ve bu
sınıfsal ayrımın görüşmeler sırasında giyim biçimleri, sınıfın bedenleşmesi,
oturulan sokaklar, gidilen lokantalar gibi mekan ve gündelik hayat pratikleri
üzerinden ortaya koyulmaktadır. Kültürel/sınıfsal sınırlar çizen
görüşmecilerin, mesafe koymak istedikleri kesimi tarif ederken (Karademir
Hazır, 2014:261), kılık kıyafet ve dış görünüşe dair kriterlere ve yaşam
tarzlarına başvurmaları, dini-etnik bir cemaat olan Rum cemaatinde bedenin
sınıf tartışmaları için özellikle önemli olduğunu göstermektedir. Ermeni
cemaatinde bu sınıfsallık Anadolu-İstanbul Ermenileri arasında bölgesel
farklılıktan kaynaklanırken, Rumlarda da cemaat içi sınıfsal hiyerarşi göze
çarpmaktadır.
O zaman (50-60’lar) iskelede yanyana lokantalar yoktu (Büyükada).
Bir tane lokanta vardı o da Façyo. Lido
vardı o zaman ki adı Select idi. Façyo kış-yaz açıktı ve en kıymetli kişiler
giderdi. Bir şortla filan hayatta gidemezdin oralara. Babam ayda bir kere
götürürdü. Buraya yazın zenginler gelirdi. Bizim bu evi kiraya verirdik. Katolik
kiliseden çıkanlar filan kürkler, çantalar yani düğüne gider gibi. Dönerciler
yoktu ki böyle. Bambaşka şeylerdi... Hafta arası giysiler Pazar giyilmezdi. Mis
gibi çıkardık dışarı. Bir trençkotum bir kabanım vardı hafta arası. Pazar için
iki paltom vardı bir bordo bir yeşil. B1-18 (R, 75, K)
O devir
benim için bir eğitimdi. Olgunlaştım çünkü orada (Büyükada) Rumlardan, bizim müşterilerimiz zengin olan Rumlardan, yazın
gelen Rumlardandı ekserisi. Fazla Ermeni yoktu.
Yahudi, Rum. O zaman Adanın durumu şimdiye benzemez. Balık pazarına gitsen
ekseri Rum dükkanları, kasabı manavı hepsi Rumdu. B1-1 (R, 87, E)
Üst sınıfa
ait Rumlar dışarı çıkmazlardı. Nizam’da ve Maden’deki köşklerde otururlardı.
Bankacılar, fabrikatörler vardı. Bunlar 30’lardan itibaren yavaş yavaş terk
etmeye başladı ülkeyi. Türk esnaf 1930’lardan sonra gelmeye başladı Ada’ya.
İstanbul’da hastalık (bronşit) vardı,
herkes buraya geliyordu. Herkesin evinde odalar vardı, o odalar kiralanırdı.
Rumlar gelip, esnaf Rumlar, odalarda oturuyordu. O zaman böyle oteller yoktu ki. Cuma-Pazar annemde
bizim evde oda kiralardı. Milto gazinosunda yiyorlardı akşam
yemeklerini, annemde sabahları çok güzel kahvaltı
hazırlardı, “ah Madamcım Madamcım” derlerdi. Atina-2 (R, 64, K)
Görüşmelerde 19. Yüzyıl boyunca Ege adalarından
İstanbul adalarına olan göçlerde İmroz’dan İstanbul’a gelen ve Büyükada’ya
yerleşen Rum ailelerde kadınların çoğunlukla terzilik yaptığı ve Rum toplumu
içinde “köylü” olarak ayrıştırıldıkları tespit edilmiştir. Habituslar ayrı ve
ayrıştırıcı pratikler doğurur. İstanbul’a göçle gelen (Anadolu’dan, İmroz’dan)
bir Rumun mesleği, yediği şey, kılık-kıyafeti İstanbullu Rumun bunlara tekabül
eden tüketimleri ve etkinliklerinden sistematik olarak farklılık
göstermektedir. Bunlar aynı zamanda sınıflandırıcı şemalardır; farklı
sınıflandırma ilkeleri, farklı görü ve ayrım ilkeleri, farklı zevklerdir
(saygın/kaba, güzel/çirkin vs..) (Bourdieu, 2015:22). Bu bağlamda İmrozlu
Rumlar da zamanında Rum toplumu içinde sosyoekonomik açıdan daha aşağı bir
statüde görülmüşlerdir.
60’lı ve 70’li yıllarda Büyükada’da Anadolu Kulübü’ne
üye olmak cemaat içinde “prestij, statü” sahibi olmakla eşleştirilmektedir.
Kulübe üye olmayı tanımlayan “seçkinlik” söylemi görüşmeciler tarafından burada
keskin bir ayırma söylemi olarak kullanılmaktadır. Üst tabaka Rumların Ada’nın
belirli yerlerinde köşklerde oturmaları, Anadolu Kulübü gibi prestijli
mekanlara üye olmaları, evlerinde İmrozlu hizmetçilerin olması, belli başlı
lokantalarda yemek yemeleri, balolara katılmaları, eldivensiz iskeleye
inmedikleri, belirtilerek, bu sosyal sınıfların sahip olduğu yaşam tarzına
işaret edilmektedir. Statü bir yaşam tarzını işaret ettiği gibi kültürel
pratiklerde de (yeme, içme, davranış...) kendini göstermektedir (Turner,
2001:88).
Ada’da o
zamanlar ben sana diyim daha fazla sınıfsal farklılık gözüküyordu. Şimdi o
kadar yok. Şimdi artık sınıf tanımı da değişti, karmaşık oldu. Bak benim babam
kilisede başkandı ve Boğaziçi mezunu bir adamdı o dönem için. İnşaat mühendisi,
ama çok mütevazı bir insandı. Bana bunu hiç hissettirmediler. Yaşayabilecekleri
hayattan daha modest (sade) yaşıyorlardı.
Ama çok zenginle yoksul arasında çok fakir görüyordun. Zenginlerin Nizam’da
Maden’de müstakil evleri vardı. Ada’da yemek yiyeceğin yer sayılı zaten ama
onlar genelde evlerinde vakit geçirirlerdi, bahçelerinde. Kendi içlerinde yine
daha zengin ailelerle görüşürlerdi. Bak o zamanlar Anadolu Kulübü’ne üye olmak
çok kolay değildi seçiciydiler ve iyi yapıyorlardı. Şimdi parayı veren giriyor. Seferoğlu’nu mimarı olarak babam yapmıştı biz
çok ucuza üye olmuştuk. Ama
bizimkiler çok gitmezdi. Ben bir ara gittim sonra bende bıraktım. Anadolu
Kulübü çok havalıydı eskiden. Atatürk döneminde bir anlamda bir sosyalleşme
olsun, modernleşmenin bir temsili niteliğindeydi dansıyla, balosuyla... o
amaçla diplomatların, siyasilerin girdikleri bir kulüptü. Sosyalleşmenin
lokomotifi olması amaçlı kurulmuştu. Zaman içinde çok değişti. Museviler,
Ermeniler orda çok azdı. Rumlardan şimdi 1-2 aile gider geri kalan Museviler
çoğunlukta. Yazlığa gelen Rumlar daha varlıklıydı Ada’da. Annemin bir arkadaşı vardı Maden’de oturuyorlardı, bir
köşkte ama müthiş bir köşk. Anadolu Kulubü’ne üyeydiler. O zaman bunlar
prestijdi Ada’da. Yaşam tarzıydı bu. Bakma şimdi parayı veren... o zaman
Kulüpler çok seçiciydi. Şu an Anadolu Kulübüne üye 2 Rum var. Eskiden profesörleri otomatik üye yaparlardı Anadolu
Kulübüne. Çok tabi seçkindi o zamanlar. B1-11 (R, 51, K)
Ben
çocukken mesela zenginlerin yazlığı olurdu Adalarda. Daha orta sınıf da
kiralardı. O zaman ki orta sınıf Adaya gelir otururdu. Daha üst sınıf Paris,
İsviçre gezerdi. Bizim mahallemizde (Büyükada’da) hep varlıklı aileler otururdu, Keçecioğlu mesela, Sotiriler filan... Su an eski Adayla
dağlar kadar fark var. Eskiden iskeleye “ke” derdik, orda gözükmek statü
meselesiydi. Ananem eldivensiz, şapkasız iskeleye inmezdi. Terziler, ütücüler
vardı Ada’da. Daha çok İmrozlular zengin evlerde çalışırlardı. Her zaman daha
düşük seviyeli insanlardı (İmrozlular).
B1-14 (R, 64, K)
Ada’da
Express vapurları boşaldığı zaman iki taraftan zincirler konurdu halı konurdu
ordan çıkılırdı. O zaman ne Bodrum var ne Göcek.
Bütün kalburüstü insanlar
Ada’ya gelmeye yarışıyor.
Özal dönemiyle başladı büyük faizlerle ev almalar.391 Büyükada çok
nezihti. İstanbul’dan gelenlerin hizmetçileri vardı. Mesela Musevi cemaatinden
hizmetçisi olmayan yoktu. Adalılarda (yerlisi) yoktu. Ama sayfiye gelen Rumlar’da da hizmetçi vardı. Ada’da yaşayan
esnaftı. Ama zengin hayatı gibi gönülleri zengindi. İşte komşusuna biber
dolması yapsın, beyaz tatlı yapsın. Madam Kiki’nin (annesi) beyaz tatlısı çok meşhurdu! Yazın gelenler Maden’de, Nizam’da, Çınar’da,
Kumsal’da oturuyorlardı. Yazın ağırlıklı Museviler, Rumlar gelirdi. Yunan
uyruklu fabrika sahipleri vardı. Doktorlar vardı. B1-3 (R, 67, E)
39180’li yıllarda
Özal’la başlayan Türkiye’yi derinden etkileyen liberal
ekonomi uygulamasının toplumsal kültürel ve entellektüel hayatta
yarattığı değişim ve dönüşümleri inceleyen bir çalışma için Bkz.: Bali, 2015b.
70’li yılllarda İstanbul’dan Adalar’a vapur
seferlerinin şimdiki kadar sık olmaması, ulaşımın yetersizliği gibi sebepler
Adalar dışında, şehir içinde alternatif sayfiye mekanları arayışını
getiriyordu. Ataköy de bazı gayrimüslim bireylerin yaz tatillerini kamp yaparak
geçirmek için tercih ettikleri yerlerden biriydi.
66’dan 81’e
kadar Ataköy’de kampa gidiyorduk. Çadırlar, karavanlar vardı. Ölümsüz
dostluklar kazandık orda. Biz Ada’ya değil Ataköy’e gidiyorduk. Şimdi hiç
kalmadı o zamandan, bitti Ataköy. Bütün anılar kaybolmaz ama… son derece güzel
arkadaşlıklar vardı. Orda herkesin “Yanaki abisi”ydim. Bir Rum aile vardı. Bir
Musevi, 2-3 Ermeni aile vardı. Babam devamlı çalıştığı için, Mecidiyeköy’deydi
işyeri. 3-4 ay tatil yapan şanslı ailelerdendik.
Ada’yı tercih etmediler. 88-93-94 yıllarında Büyükada’ya gittik sadece. B1-26 (R, 54, E)
Cumhuriyetin başlangıcından 1990’lı yıllara kadar
yazlık ve kışlık olarak gayrimüslimlere ev sahipliği yapan Büyükdere ise son 20
yılda bu özelliğini kaybetmiş durumdadır. 20. Yüzyılın
başlarında Büyükdere’de oturanların çoğu zengin Ermenilerdi, çoğu da Katolikti. Büyükdere’de bir Ermeni katolik kilisesi ve
okulu bulunmaktadır. Özellikle 1980’lere kadar yoğun olarak Ermeni ve Rumların
sayfiye mekanı olarak tercih ettikleri semtte bugün en fazla bir kaç yaşlı Rum
aile yaşamaktadır. 1990’lara kadar yaşanan iç ve dış göç hareketleri
Büyükdere’deki Rum nüfusunun azalmasındaki en büyük etkendir. Gittikçe azalan
nüfusuyla Rumların şehir merkezinde cemaatin yoğun olarak kümelendiği alanlara
taşınması, Büyükdere’nin şehir merkezinden uzak olması, ulaşımın yetersizliği,
şehir merkezinin ve kapalı site hayatının gençlere daha cazip gelmesinden
dolayı tercih edilen bir yaşam alanı olma özelliğini kaybetmiştir.
O dönem
yoğun bir şekilde Rum nüfusu Yunanistan’a gidiyor. Lise sonda 10 kişi mezun
olduk, 7’si Yunanistan’da. İç göçten çok dış göç baskındı o dönemler.
Büyükdere’de ciddi bir Ermeni yazlıkçıların varlığı… Kınalıada gibiydi.
Büyükdere’de kilisenin lojmanında kalıyorduk. Kilisenin bir avlusu ve lojmanı
vardı çok büyük, etraftan çocuklar gelirdi oynardık. Ermeni, Müslüman çocuklar
da vardı. 89’dan bu yana da 2013 senesine kadar Büyükdere’de yaz kış kaldım. Şu
an Rum kalmadı, 5-6 aile diyelim. Yaş ortalaması da 60’ın üstünde. O bölge artık bir çok açıdan gençlere
hitap etmiyor. Bir kere otopark
yok, altyapısı
yetersiz vs… eskiden kiliseye yakın olması, okul
olması domine eden faktörlerdi. B2-9 (R, 43, E)
3.5.4.
Yahudilerin Sayfiye Kültüründe Adalar ve Büyükada’nın Yükselişi ve Düşüşü
Büyükada’da
bambaşka bir hayat vardı… O müzik bambaşkaydı… (Y, 89, K)
Panjur Sokak çocuklarıydık, özellikle Yahudi değildik
orda. (Y, 38, K)
Büyükada 1930’lu yıllarda üst orta ve üst tabaka
Yahudiler için yaz aylarını geçirdikleri bir sayfiye haline gelmişti.
Görüşmeler sırasında 1930-40’ların Büyükada’sına yazlıkçı olarak gelenlerin
sosyal profilinin “batılı, modern, kentli, asil, yüksek kültürel sermayeye
sahip, saygın gayrimüslim ve Müslim”lerden oluştuğunun altı çizilmektedir. Bu
profil devamlılığını 1990’lı yıllara kadar aşağı yukarı devam ettirmiştir.
Birinci kuşak Yahudi görüşmeciler tarafından eğlenceleriyle, kültürleriyle
Büyükada’ya renk katan, Ada’nın esas yerlisi olarak gösterilen Rumların
özellikle 1964’den sonra büyük bir nüfus kaybına uğraması ve Adalardan da yavaş
yavaş silinmesiyle, Ada’nın renklerini ve güzelliklerini kaybettiği üzüntüyle
dile getirilmektedir.
Bu otel (Anadolu Kulübü) çok muazzamdı, Atatürk gelmişti. Bilirim,
öyle söylerlerdi. Oraya aza olduk, o vakit ben Karakol’un orda otururdum çok seneler. Sonra biraz daha aşağı
oturduk, hep değiştirdik. Güzel aileler vardı, saygın aileler vardı, çapulcular
yoktu. Rum çok vardı. Ay doğduğu zaman şarkılar söyleyip dolaşırlardı. Sonra
onlar gittiler biraz sönmeye başladı. O zamanlar bambaşka bir hayattı. C1-11
(Y, 89, K)
Cumhuriyet’in kuruluşundan 80’li yıllara kadar sayfiye
mekanı olarak Büyükada’da kümelenen Yahudi cemaati içinde keskin bir sınıfsal
tabakalaşma mekanda kendini yansıtmaktadır. Görüşmeciler tarafından bu ayrışma
daha çok eğlence mekanları üstünden verilmektedir. Bourdieu’nun kullanımına
göre, kulüp tarzı sosyal sermaye elitlerin mücadelelerinin temelini oluşturma şekliyle büyük ölçüde ilgiliydi (Field, 2008:103).
Bourdieu’ye göre aktörler, sosyal sermayelerini diğerlerinin karşısında
saygınlıklarını yükselten statü ve ayrıcalığın kaynağına ulaşmanın bir yolu
olarak kullanabilirler (A.e., s.106). Bu durumu eşitsizliğin oluşmasını
teşvik eden bir mekanizma olarak da görmek mümkündür. Özellikle Büyükada,
Anadolu Kulübü’nün varlığıyla 1930’ların başında Cumhuriyet’in yeni siyasi
elitlerinin çekim merkezi haline gelmişti. O dönemler için görüşmecilerin
ifadesiyle “Ada’lı olmak bir prestijdi,
statüydü”. Anadolu Kulübü, Yahudi cemaatinin daha üst ve üst orta
tabakasının dinlence, deniz ve eğlence için gittiği bir mekan iken ve “en prestijli, klas” yer olarak tarif
edilirken, Seferoğlu ve 80’li yıllardan sonra da Büyükada Su Sporları Kulübü
daha orta sınıfın gittiği çekim merkezleri olmuştur. 80’li yıllarda cemaatin en
varlıklı ailelerinin Anadolu Kulübü içinde oturdukları yerin bile “farklı”
olduğu belirtilirken, gündelik hayatta yeme/içme, dinlence/eğlence için
kullanılan mekanlar, kılık/kıyafet gibi tüketim biçimleri kişilerin yaşam
tarzına gönderme yapmaktadır. Bu belli tüketim biçimi aynı zamanda statülerinin
de göstergesidir.
Ada’ya
gelip ev almak çok rekabet meselesi değildi eskiden. Gösteriş vardır ama her
sosyal gurupta olur bu. Eskiden bak Anadolu Kulübü’nde kumarda üç beş ev
kaybeden olurdu. Bu güç meselesiydi.
Çok büyük zenginler vardı o zamanlar (70-80’ler). Ben çocukken zengin ve orta-sınıf, yoksul arasında çok fark vardı.
Jack Kamhi’nin Kulüp’te oturduğu yer bile farklıydı. Daha orta sınıf
Seferoğlu’na giderdi. O zamanlar ezme vardı birbirini. C1-4 (Y, 56, E)
Mesela
Anadolu Kulübü’ne kim gidebilirdi? Şimdi herkes gidiyor. Anadolu Kulübü çok
klastı. Daha klas yani gidenler üst kalite gidiyordu. Şimdi kalmadı ki üst
kalite ama çaktırmazlar. Bizim Su Sporları’nda Ermeni çok var. Anadolu
Kulubü’nde Yahudiler olduğu için pek gitmez Ermeniler oraya. Seferoğlu vardı
biz de orası kapanınca Su Sporlarına geçtik. Ben çok severdim orayı, motorlan
gidip gelirdik hep. Seferoğlu’ndaki bütün Yahudiler Anadolu Kulübü’ne gitti.
Eğer oyun oynarsan arkadaşın var oynamazsan arkadaşın yok. Şimdi git bir
akşamüstü... bütün kadınlar ya oyun oynuyorlar, genç kalmadı ki. Benim yaşımda veya benden büyükler hizmetçilerle
beraber geziyor görürsün. Kokona süslü müslü, varlıklı hepsi, oyun oynarlar;
hizmetçiler de bahçede bir köşede oturur. Hizmetçiler de şık giyinir. C1-7 (Y,
83, K)
Ada bizde
doğduğum günden beri vardı. Ada’nın dokusu çok değişti. Ahhhh eski Ada’yı anlatamam ben sana... orta halli bile olsa istikbal
vaad eden orta halliler gelirdi.
Sınıfsal fark tabi vardı. Orta
halliler biraz daha Kumsal’da. Nizam, Maden her zaman zenginlerin oturduğu bir
yerdi. Anadolu Kulübü her zaman imkanlarımızın üstünde bir para istemiştir. Ama hiç kimse
veremiyordu o parayı.
Biz hiçbir zaman
aza olmadık. Biz Kumsal’da
Pervane sokakta yalıda otururduk. Çok çok güzel bir evimiz vardı, harika bir
çocukluk yaşadım. Rum, Türk herkesle arkadaştık. Hep sokakta oynardık.
Zenginler kulübe giderdi, orda başlamıştı zaten farklılık. Giyimlerinden
kuşamlarından anlaşılıyordu. Ada vapuruyla gelirdi herkes ama o zaman lüküs
kamera vardı, kimi lüküs kamerada otururdu kimi aşağıda. Herkes kostüm giyerdi.
Kadınlar şık şık giyinirdi kocalarını karşılamaya gelirdi. Şimdi nerde... C1-15
(Y, 64, K)
Üst tabakanın daha çok kendi içinde sosyalize olduğu
ve cemaatin diğer sınıfsal katmanlarından ayrı bir cemiyet hayatı yaşadığı
görüşmeciler tarafından gündelik hayat pratiklerinden ve yaşam tarzından
örneklerle aktarılmaktadır.
Öyle
çıkanlardan değildik dışarı. Perşembe akşamı misafir gecesiydi. O terzilere
kıyafet diktirmeye giderdik misafir gelmeden önce. Bir de Cumartesi akşamı,
herkes şık şık giyinirdi. Uzun elbiseler, yani bir sanki baloya gidermiş
gibi. Yabancı orkestralar gelirdi. C1- 11 (Y,
89, K)
Özellikle birinci ve ikinci kuşaktan Yahudi
görüşmeciler, Adaların 1980’lerden sonraki değişimini ve yeni yazlıkçılarla
günlük turistlerin sosyal kültürel profili nasıl değiştirdiklerini geçmişe
referansla dile getirmektedirler. 1990’lara kadar Ada’ya yazlıkçı olarak gelen
orta sınıf bir ailenin de standard bir kültürel ve sosyal sermayeye sahip
olduğu, günümüzde ise düşük kültürel sermayesine rağmen yüksek ekonomik
sermayeyi elinde bulunduran ve “parasıyla hava atmaya çalışan, görgüsüz”
insanların Adalardaki varlığından duyulan rahatsızlık, yaşanan büyük
sosyoekonomik değişim hemen hemen bütün farklı kuşaktan görüşmeciler tarafından
dile getirilen ortak bir nokta olmuştur. Bu tür karşıtlıkları Bourdieu,
ekonomik sermaye ve kültürel sermaye kavramsallaştırması ile açıklar. Ekonomik
sermaye ile kültürel sermaye her zaman paralel olarak dağıtılmayabilir.
Ekonomik sermayeye sahip olmayanın kültürel sermayeden de payına uygun olanın,
kolay ulaşılabilen ve kitlelerin tüketimine açık olan beğenilerin düşmesi
beklenir. Ekonomik sermayeye sahip olanların ise doğrudan ve hemen kültürel
sermayeyi de ele geçirmeleri söz konusu değildir. Ekonomik sermayenin temininde
ilerleme kaydedildikçe beğeniler ve kültürel tüketim tercihlerinde bir değişim yaşansa
da bu aynı hızda olmaz (Cogito, 2014:479). Aşağıdaki anlatı da Anadolu
Kulübü’ne
üyelik konusunda ekonomik
sermaye ile kültürel
sermaye arasındaki gerilime işaret etmektedir.
Bizim
zamanımızda çok enformasyon alıyorlardı Bakanlardan varlıklı mıdır, aile soyu
nasıldır diye. Herkesi almazlardı. Hep politikacılar gelirdi, sonradan parayı
basan gelmeye başladı, çok değişti. Yok o insanlar artık, akşamüstü vapurdan
çıkınca güzel güzel gelirlerdi, asalet vardı. Orta sınıf da asildi o zaman.
Şimdi zengin oldular ama çapulcu oldular. Türkler de öyle, Ankara’dan
arkadaşlarımız gelirdi. Yani çok sosyal seviyesi yüksek ailelerdi. Elit
ailelerdi hepsi. Zaten onlar gelmiyorlar, çoğu öldü. Gençler cumartesi akşamı
güzel güzel giyinip dansa inerlerdi. Fransız, İtalyan orkestraları gelirdi.
Bambaşka bir hayat vardı. Sarı Madam çay bahçesi vardı, o müzik bambaşkaydı...
C1-11 (Y, 89, K)
Büyükada kadar yoğun olmasa da Yahudiler Heybeliada’yı
da sayfiye mekanı olarak seçmişlerdi. Ancak ekonomik gücü Büyükadaya yetmeyen
Yahudiler için Heybeliada bir alternatif mekan olmakta idi. Heybeliada,
Sanatoryumdan392 dolayı ağırlıkla Türk nüfusa sahip bir adaydı. Üst sınıf Yahudiler Büyükada’yı sayfiye olarak
kullanırken orta sınıf Yahudiler için Büyükdere ve Caddebostan da sayfiye için
tercih edilen mekanlar arasındaydı.
Küçüklüğüm (30’lar) çok güzel geçti. Adaya giderdik. Annem çok
sıcak memleketten geldiği için Boğazı çok severdi; o yüzden sayfiye olarak
Büyükdere’ye gidiyorduk. Fakat sonra akşamüstü ve sabahleyin boğaz havası bir
parça rutubetlidir onun için bronşit geçirdi. Doktor “Mösyö Fresco adalara
giderseniz daha iyi olur, en iyisi de Heybelidir” dedi. Sanatoryum vardı orda. Ben Ada’lıyım çünkü orda büyüdüm,
evimiz vardı. Heybeli’de Musevi çok yoktu, Museviler daha çok Büyükada’daydı. Büyükada
seviyesi daha yüksekti. O zaman çok Türk yoktu Adalarda. Rum çok vardı. Esnaftı
yaz-kış kalanlar. Ermeniler Kınalıada’daydı.
Varlıklı olanlar yazın gelirdi. Heybeli’de Türk vardı çünkü sanatoryum vardı.
C1-17 (Y, 91, K)
3921 Ağustos 2005 tarihinde Sağlık Bakanlığı'nın
verdiği onayla Heybeliada Sanatoryumu Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi
Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nin Süreyyapaşa Göğüs Kalp ve Damar Hastalıkları
Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne kadro ve tıbbi donanımı ile nakledilmesi
kararı verildi. 1924 yılında kurulan Sanatoryum 30 Eylül 2005 tarihinde
kapılarını kapattı (Bawer Çakır, Heybeliada Sanatoryumu, 20.10.2009,
(Çevrimiçi) http://bianet.org/bianet/toplum/117746-turkiye-nin-ilk-verem-hastanesi-yandi-bir-tarih-yok-oldu,
10.10.2015).
Heybeliada özellikle 50-70 yılları arasında yoğun bir
yazlıkçı Yahudi nüfusa sahip olmuştur. Adanın gayrimüslim olarak en kalabalık
diğer nüfusunu da Rum cemaati oluşturuyordu. Heybeliada’da bulunan Deniz
Lisesi’ndeki subaylarla flört yaşayan Yahudi genç kızların cemaat içinde
yarattığı sıkıntı ve telaş görüşmelerde esprili bir şekilde dile
getirilmektedir. İkinci kuşakta karma evliliklere şiddetle karşı çıkılmaktaydı.
Deniz Lisesi muhabbetinden dolayı karma evliliklerin, flörtlerin önüne
geçebilmek için bahsedilen yıllarda Heybeliada’dan Büyükada’ya Yahudi
cemaatinden yazlıkçı transferi olduğu belirtilmektedir.
Biz hep
Ada’ya gittik. Ben kendimi bildim bileli Heybeli. Cemaat çok çok kalabalıktı.
Çok çok güzel bir hayattı. Bir tek sıkıntısı vardı Ada’nın, Deniz Lisemiz vardı
başa bela (gülerek). Bütün
anneler çılgın gibi kızların peşindeydi. Çok vaka olmazdı çünkü Deniz Lisesi de
tedirgindi. Bir Museviyle evlense adamı okuldan atıyorlar zaten. Ben 59’da
nişan, 60’da evlendim. 60’a kadar gittik. İnanılmaz ... Rumlar vardı, yarı
yarıyaydı. Rum, Musevi, Kınalı Ermeniydi. Hayat çok güzeldi Adalarda. C1-12 (Y, 74, K)
Adalar dışında 1960-70’li yıllarda İstanbul’un üst
orta ve üst sınıfa mensub gayrimüslim cemaatlerinin, Yahudi, Rum, Ermeni ve
Levantenlerin, buluştuğu yazlık mekanlar arasında Yeşilköy, Büyükdere ve
Caddebostan gelmektedir.
Yazları
Yeşilköy’e giderdik. Musevi, Rum daha kalburüstü aileler gelirdi Yeşilköy’e.
Levanten de vardı Ermeni de vardı. Pırasa köftesi yapılırdı, Ermeniye Ruma
Müslümana giderdi. İstanbulluyduk, o kadar basit! Caddebostan, Göztepe oralara
gittik. Oralarda daha çok arkadaşım vardı, caddenin flash olduğu dönemlerdi.
Genç kızlığım, nişanlılığım daha fazla geçti orda. Arada Büyükada, Burgaz
yapıyorduk. C1-5 (Y, 57, K)
Ada olayı
dayımlarda oldu. Büyükada. Orta sınıf bir aile idi ama çok keyifli yaşamayı severdi. Benim babam biraz daha
snobdu. Ya varsa var ya yoksa yoktu. İnsan arasına karışmayı da çok sevmezdi.
Bizim ilk yazlığımız ben 10-11 belki de 12 yaşında iken Büyükdere’ye bir otele
giderdik bir ay. Hala o otel vardır. Orda ekalliyetler çoktu. Beyaz Park denilen inanılmaz bir gazino vardı.
Sevim Tanyürek çıkardı. Aynı zamanda da plajdı. Kayık kiralar balık tutmaya
çıkardık. Boğazın suyu adaya benzemez
daha serindi, çivi gibiydi.
“koca ...” gazozu vardı, koskoca camları vardı. Kocataş gazozu, onu unutmam.
Sonrasında anneminde ısrarıyla Caddebostan’da 2 yıl geçirdik.
3 tane açık sineması vardı.
Bisiklet ile
çok güzel
gezilen bir yerdi.
Çiftehavuzlarda … pastanesine gidilip limonata içerdik.
Açık hava leblebi gazoz ve 1
liraya sinema. C1-3 (Y, 64, E)
Bir önceki bölümde üzerinde durulduğu gibi İstanbul’un
azınlık cemaatleri içinde mekana bağlılığın görece daha zayıf olduğu ve bu
nedenle mekansal yerseçim tercihlerini daha hızlı değiştirebilen cemaat
Yahudilerdir. O nedenle sayfiye yaşamında da, sınıfsal konumlarına uygun olarak
daha popüler sayfiye yerleşmelerine doğru kayış da Rumlar ve Ermeniler’e göre Yahudilerde daha hızlı gerçekleşmiştir. 1980’lerden itibaren Ege ve Akdeniz kıyılarında gelişen popüler yeni
yazlık mekanlar ve havayolu ulaşımının kolaylaşması Yahudilerin yeni popüler
sayfiyelere kaymasına neden olmaktadır. Ancak bu kayışın önemli nedenlerden
biri de 1990’lardan itibaren İstanbul’un Güneydoğu Anadolu’dan aldığı yeni
göçlerin Adalarda yarattığı yoğunluk ile yeni zenginleşen İslami-muhafazakar
ailelerin Adalara yönelmesinin Adaların gündelik hayatında yarattığı kültürel
değişimdir. 90’lı yıllardan itibaren İstanbul’a akan yoksul Kürt göçmenler
inşaat işçiliği, temizlik işçiliği, bahçe
işçiliği, faytonculuk gibi emek yoğun işlerde çalışmak üzere Adalara gelmekte,
yaz-kış Ada’da ikamet ederek yerleşik nüfusun yaklaşık %90’nı
oluşturmaktadırlar.
Adaların 90’lardan itibaren yaşadığı bu kültürel
değişim her üç cemaat için Adaların kimliğinde ve bireylerin aidiyet
duygularında kırılmalar yaratmaktadır. 1990’ların ortasına kadar Büyükada’nın yazlıkçı nüfusunu, azalan
Rum nüfusuna rağmen,
gayrimüslimler dışında orta
ve üst sınıf, kentli, modern Müslüman-Türkler oluşturmaktadır. Görüşmeciler
Kürt göçmenleri ve Ada’ya günü birlik gelen İslami-muhafazakar kesimi, düşük
kültüre sahip, Ada’nın statüsünün düşmesinin nedeni olarak nitelendirerek
aralarına keskin bir sınır çizmektedir. Yaşam tarzı, kültürel-bedensel-tüketim
pratikleriyle tamamen farklı olduklarını belirterek keskin bir ayırma davranışı
veya söylemi geliştirmektedirler. Bu söylemler aracılığıyla kentli-kasabalı,
modern-geleneksel, seküler-dindar, Batılı-Doğulu, seçkin-bayağı dikotomileri
sosyal hayatları yönlendirmeye devam etmektedir. Son 10 yılda Ada’nın değişen
sosyal profiline duydukları yabancılıktan dolayı Yahudiler Ada’yı daha az
tercih etmekte, Adalar yerine özellikle üst orta ve üst sınıf Bodrum, Çeşme,
Göcek gibi daha popüler yeni tatil
yerlerine yönelmektedirler. Bu yeni ve popüler tatil beldelerine arkadaş
çevresi ile birlikte gitmek cemaat
içinde bir “moda” haline gelmekte, sosyal iletişim ağlarının tatil konusunda da
kuvvetli bir şekilde çalıştığı, mümkün olduğunca bir arada hareket edildiği hatta son yıllarda cemaat içinde Çeşme’den
ev alanların sayısında artış olduğu dikkati çekmektedir.
Cemaatten
çok terk eden oldu Adayı. Evini satıp gidenler var, evini kapatıp gidenler var. Bodrum,
Çeşme var, tekneyle
güneye gidenler var. Ada’nın profili
çok değişti, bak sadece
Araplardan bahsetmiyorum. Esas yerleşik düzen tamamen değişti ve çok kötü bir
profil oluştu Ada’da. C1-15 (Y, 64, K)
Ada benim
çocukluğumda statüydü ama son 20 yıldır statü değil hatta son 7-8 yıldır
negatif statü. Çünkü ekonomik sıkıntıları olan yaz-kış buraya gelmeye başladı.
Zengin olan Ada’ya gelmemeye başladı, Bodrum’a gitmeye başladılar. Çünkü bu bir
moda. Moda başka birşey. Psikolojik olarak bu bir dalgadır. Ama bu yalnız
Yahudilere ait değil. Ben Ada’da yaşıyorum ve yanımdaki komşum Müslüman, öbür
taraftaki Ermeni; sonra bir tanesi gidiyor ev alıyor Bodrum’da. Çağırıyor beni
gel bak burası çok güzel diyor. Sonra seni görüyorum sana da tavsiye ediyorum. Sen üstelik görmeden
alıyorsun. Bu network
böyle işliyor. Bak artık
Ada’nın çevresinde tekne görmüyorsun. Tekneler artık Bodrum’da Çesme’de. Son 20
yılda Ada’nın statüsü olumsuz değişti. C1-4 (Y, 56, E)
Yukarıda bahsedilen sebeplerin dışında Adalardaki
yazlıkçı Yahudi nüfusunun azalmasına sebep olarak iki unsurdan daha söz
edilebilmektedir. Birincisi ekonomik krizlerdir.
Özellikle 2000’deki ekonomik krizden etkilenen bazı Yahudi aileler Adalar’daki
evlerini satışa çıkartmak zorunda kalmıştır. İkincisi ise özellikle 18-23 yaş
arası gençlere İstanbul’daki eğlence mekanlarının ve alternatiflerin daha fazla
seçenek sunmasından dolayı Adaların artık cazip gelmemesidir. Hafta içini
çocukları için İstanbul’da geçiren bazı aileler artık sadece haftasonları
Adalardaki yazlık evlerini kullanmaktadırlar.
Bizim
Ada’dan (Burgazada) yavaş yavaş
ekonomik sebeplerle göç oldu. Bence artık 3- 5 aile hariç orta sınıf oldu.
Bugün Yahudi toplumu gerçekten çok fakirledi, 2000’lerden itibaren artık...
Benim arkadaşlarımın içinde
gerçekten varlıklarını kaybeden
çok adam var ve
tembellikle olmadı bunlar, şansızlık krizler vs... Evlerin pahalılaşması,
çocukların gelmek istememesi... Eğlence yerleri açıldıkça haftasonları
gelinmeye başlandı. Şu anda bütün hafta kalan çok az kişi var, sizin Ada (Büyükada) daha sadık bu konuda. İnsanlar genelde
Perşembe-Pazar kalıyorlar. Çocuklar için İstanbul’da kalıyorlar. Eskiden
İstanbul evi tamamen kapanırdı. C1-5 (Y, 57, K)
Sosyoekonomik
uçlar açıldıkça dindarlaşma da artıyor. Farklılığın mikro kozmos etkileri yaşanıyor. Zengin adam vardı
fakir adam da vardı orta halli de vardı. Alt segment-üst
segment arası çok açık değildi. Bu
da belli bir potada erimeyi sağlıyordu. Hem dini olarak hem sosyal olarak hem
bakış açısı olarak. Şimdi çok uç versiyonlar gelmiyor Adaya. Orta kısım daralan
artık gidememeye başladı. Benim mesela sadece “Adadan Adaya gördüğüm” adamlar
vardı. İnsanlar artık gidemiyor. Evlerini satanlar çok oldu. Ananelerin yanına
gidiyorlar onların evleri kaldıysa, kiraya harcamak istemiyor. Parası olan
Bodrum’a gidiyor. C2-19 (Y, 25, E)
Yukarıdaki bölümlerde farklı tarihsel dönemlerde üç
cemaatin de yekpare ve bütüncül bir sınıfsal birliktelik oluşturmadıkları,
cemaatlerin kendi içindeki sosyal tabakalaşmaların en çok da mekan üstünden
üretildiği ve örneklendirildiğine değinilmişti. Üçünü kuşak Yahudi görüşmeciler de bu söyleme
benzer şekilde kendi gençlik dönemlerinde (80’ler-90’lar) cemaat
içinde farklı sosyoekonomik sınıflara mensub olanların kendi içlerinde
guruplaşmalar oluşturduklarını dile getirip, farklılaşmaları en çok gidilen
kulüpler ve eğlence mekanları üstünden örneklendirmektedirler. Bu bağlamda
cemaatin kendi içinde sınıfsal bir ayrışmadan bahsetmek mümkündür. Örneğin
Büyükada’da Şamdan üst sınıf, “havalı,
zengin, tekneli” gençlerin gittikleri eğlence kulübü iken Seferoğlu,
Değirmen, Su Sporları daha orta sınıf tabakaya
mensub, esprili bir şekilde, kendi tabirleriyle “ezik gençlerin” gittikleri bir mekandır.
Bence
Ada’nın kendi içinde ayrım vardı. Cemaat içinde de bir Şamdan kesimi vardı bir Kumsal kesimi vardı. Ben daha orta
kesimdim, Seferoğlu’na giderdik biz. Akşam buluşmalarında da bir “Şamdancı”
kesim vardı. O sınıfsal ayrım yaratılmıştı kendi içinde. İskeleye çıktığında
hepimiz arkadaşız ama bir cumartesi gecesi çıkmalarında guruplaşmalar oluyordu.
“Ada’lı” diye özellikle bir ayrım yapıldığını sanmıyorum ama kendi içinde o
ayrım var. Burgaz’a Kamos’a giderdik hatırlıyor
musun? Ne güzeldi be cep telefonu yoktu atlar
vapura Ada’ya gelirdik
cumartesi akşamları, sonra son vapurla geri dönerdik hep dönerdik
ama (gülerek) Birçok insan Burgaz’ı tercih ediyor, Büyükada
artık maalesef. C2-14 (Y, 38,
K)
Ada (Büyükada) mesela enteresan bir konu. Bütün bir kış
boyu dernekler çalışmalar yaşasan da Adaya gittiğinde dernek kalmıyor. Adadaki
ayrım kulüplere göre: Anadolu Kulüplü müsün? Su Sporları’mısın?
Seferoğlu’musun? Değirmen’misin? Anadolu Kulüplü olunca daha bir sosyetiksin,
Seferoğlu veya Su Sporları olunca daha bir orta sınıf oluyorsun. Çok çirkin
maalesef maddiyatla ölçüyoruz. Benim Ada ile ilgili şöyle bir şeyim var,
çocukluk döneminde gruplaşma oluyor. Beraber dolaştığın, iskeleye beraber indiğin,
iskeleye 5 kişi ile
iniyorsun 200 kişi ile konuşuyorsun
ama eve 5 kişi ile dönüyorsun. Mesela Anadolu Kulüplüysen Şamdan’a girerken
extra ücret vermiyorsun, ama Anadolu Kulüplü değilsen ya extra para veriyorsun
ya kaçak girmeye çalışıyorsun (gülerek). B2-6 (Y, 32, K)
Büyükada’nın
en zenginleri daha sosyetiktir. T.’lar mesela, iskeleye inmezler, tekneyle
çıkarlar haftasonları. Halka inmezler (gülerek). C2-10 (Y, 29, K)
Ben
senelerce Su Sporları’na gittim ama ben hep “eziktim” Anadolu Kulubü’ne
gitmediğim için (gülerek).
Anadolu Kulübü’nde Şamdan vardı cumartesi akşamları, bütün güzel kızlar oraya
giderdi, ancak iskeleye inip kızları yakalayabilirdin (gülerek). Bir de cumartesi akşamları kapıdan para
vermemek için atlayarak kaçak girerdik, o daha ulaşılmaz bir şeydi. Kaçak
girmek bir zaferdi! Bizim Su Sporları 1-2 yaz canlı müzik yaptı o zaman biraz popüler oldu, o dönem bir sene
havalı oldu, millet oraya gelmeye çalışırdı biz de hava atardık. Ekonomik fark
yok, üyelik parası aynı. Burda Şamdan’ın olması ve güzel kızların olması olaydı
(gülerek). Değirmen’e gitmedim,
Seferoğlu’na da gitmedim, “ezikler” giderdi (gülerek). C2-11 (Y, 33, E)
Görüşmelerde Ada’lılığın sınıfsallığının ötesinde
Ada’da yaşanan sosyal hayatın bir ortaklık olduğu da ortaya çıkmıştır. Ada’yı
“ada olarak” çok sevdiklerini belirten görüşmeciler
diğer taraftan Ada’da küçük bir cemaat içinde üç ay gibi bir süre de olsa
yaşamanın bir takım zorlukları beraberinde getirdiğini belirtmektedirler. Genç
Yahudiler tarafından, özellikle Büyükada’nın kendiliğinden izole bir mekan
olmasının yanısıra kapalı ve küçük bir cemaatin büyük bir kısmının yazlarını
Ada’da geçirmesi “sıkışmışlık” olarak ifade edilmektedir. Görüşmelerde Ada’da
dedikodu ortamının çok fazla olması, çocukluk-gençlik yaşlarında oluşan cemaat
içi guruplaşmaların o yaştaki bir çocuk için ileride travmaya kadar
dönüşebilecek bir dışlanma hissi yaratması gibi faktörler yüzünden kendilerini
“Ada’ya ait” hissetmediklerini vurgulamaktadırlar.
Biz
Silivri’deydik yazlık olarak o dönemler. “Bizim köy” diye bir yer vardı orası benim için cennetti. Musevi arkadaşlarım
da vardı, 2-3 aile. Müslüman arkadaşlarım da vardı. Ben oraya gitmeye can
atardım. Ben evde yalnız kalamadığım için pedagog demiş ki “birey olmakla
ilgili problemi var Ada’ya götürün, sosyalleşsin” demiş. Musevi bir pedagog.
Nitekim bir anda Büyükada’ya geçtik. O da bende çok büyük bir travma
yaratmıştı. O kadar seviyordum ki Silivri’yi. Zaten Ada’ya gittim
ve mutsuz olmaya
başladım. Hiçbir gruba
giremedim, ait olamadım… Ben gittiğimde 15 yaşında filandım,
daha eski oraya gitmiş herkes gruplaşmıştı. Sınıfsal ayrımlar da
vardır kesin. Biz Maden’de oturuyorduk. İlk başta Kal’ın (Sinagog) sokağında “çakıllı evde” oturmuştuk. Orda
herkesin birarada olması, dedikodunun olması da benim canımı çok sıkmıştı.
Komiteler olurdu gruplarda, duymuşsundur kesin. Küçücüksün zaten, bir gruba
giremediğin zaman dışlanmış hissediyorsun kendini. Koçlukla bilinçaltına inince
fark ettim ki baya büyük travmalar yaratmış. Babam vefat ettikten sonra evi sattık ve taşındık. Ben Ada’nın
kendisini boşken çok seviyorum. Şimdi o travmalarımı çözmeye çalışıyorum işte. Silivri Ada’ya
göre biraz daha orta düzeydi.
Salaş kendi halinde
bir yerdi. Ama tabi çocukluğum orda geçtiği için çok severdim. Bir de
Ada’ya göre daha samimi bir yerdi Silivri. Adada o samimiyeti bulamadım. C2-15
(Y, 33, K)
Dışlanmıyordun
ama sen de kendini garip hissediyordun. Herkes yerini biliyordu. C2- 17 (Y, 31,
E)
3.5.5.
Ermenilerde Sayfiye Kültürü ve Bir Ermeni Adası olarak Kınalıada
Ermenilerde bütün bir yazın geçirildiği sayfiye
kültürü tarihsel olarak üst sınıftan Ermenilere ait bir olgudur ve Adalardan
farklı olarak daha çok Boğaz kıyısındaki Yalı yaşantısını kapsamaktadır. 19.
Yüzyıl başında Bostancıbaşı Defteri’ndeki kayıtlarda Tarabya’da Rum ve Ermeni
halkın 52 adet yalısı, 23 adet hanesi varken Müslüman halkın 4 adet hanesi
bulunmaktaydı.393 1970’lere kadar bir sayfiye mekanı olan Tarabya’da
zengin Ermeniler, Büyükdere’de ise daha orta sınıf Ermeniler yazlarını
geçirmekte idi. Boğaz köylerinin sürekli yerleşim alanına dönüşmeye başladığı
1970’li yıllardan sonra bu bölgedeki sayfiye yaşamı ortadan kalkacak ve boğaz
kıyıları yaz-kış yaşanan ve boğazın sırtlarına doğru yeni mahallelerle
genişleyen bir kentsel alana dönüşecektir.
Ermeniler için bir diğer sayfiye mekanı da
Kınalıdadır. Adaların da kendi içinde sınıfsal
bir hiyerarşisi olduğu ve belli adaların gayrimüslim cemaatlerin adlarıyla özdeşleştiği
39317. Yüzyıl boyunca Tarabya parlak bir yazlık mesire yeri
olmuş; bazı yabancı elçilikler özel izinlerle bu semtte yazlıklar edinmişlerdir. 19. Yüzyıl başında Bostancıbaşı
Defteri’ndeki kayıtlara bakıldığında, Rum ve Ermeni halkın 52 adet yalısı, 23
adet hanesi varken Müslüman halkın 4 adet hanesi bulunmaktaydı. Tarabya’da
oturan ünlülerden biri de banker Zarifi’ydi. Tarabya özellikle 1975 ve
sonrasında coğrafi ve şehirsel görünümü en
hızla değişen ve büyüyen mekan oldu (Dünden
Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 1994, Cilt 7, s.208). Bugün ise sayıları
gittikçe azalan Rum ve Ermeni toplumundan üst sınıfa mensub olanlar Tarabya’da
oturmaya devam etmektedirler.
görüşmeler sırasında ortaya çıkan bir noktadır. Bu kapsamda Kınalıada bir
Ermeni adası olarak anılmaktadır. İlk olarak 19. Yüzyılının ikinci yarısında
Ege adalarından İstanbul adalarına doğru bir göç hareketi görülmüş, özellikle
balıkçılar adalara yerleşmişlerdir. Kınalıada’ya Ermeni cemaatinin yığınsal bir
şekilde yerleşmesi de 19. Yüzyılda olmuştur.394
Görüşmeler sırasında özellikle 1950’ler itibariyle
Büyükada’da daha varlıklı Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler otururken, daha orta
sınıf Ermenilerin Kınalıadayı tercih ettikleri tespit edilmektedir. Son 20
yılda ise Kınalıada Anadolu’dan gelen ve gelir seviyesi yüksek olan
Süryanilerin tercih ettikleri bir yazlık mekan olma özelliği göstermektedir. Birinci kuşak Ermenilerin yazlarını hangi
sayfiye semtlerinde ve nasıl geçirdiklerinin tamamen gelir seviyelerine ve
sınıfsal konumlarına bağlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Orta alt sınıflar
yazlarını günü birlik Boğaz sahilinde denize girerek veya Belgrad ormanında
geçirirken, orta ve orta üst sınıflar Büyükdere395, Kireçburnu,
Kumburgaz, Halkalı, Adalar396, Üsküdar; üst sınıflar ise Yeşilköy,
Tarabya, Sarıyer ve yine Adalar’daki köşklerinde yaz tatillerini geçirmeyi
tercih ediyorlardı.
Sokakta
büyüdük, yukardan aşağı koştururduk sokaklarda. Yazlık olayı yoktu bizde. O
kadar paramız olmadı hiç. Sokak muhabbeti vardı, komşuluk vardı, kapı önünde
oturmak vardı yazın. A1-9 (E, 81,
K)
Çocukları
alırdım, kova ve olta alırdım, Kireçburnu’na giderdik, yanımıza yemekleri de
alırdık... evvela ikisini sokar çıkarırdım, sonra ben girer çıkardım. Façyo’nun
hemen karşısında otopark vardı. Tanju Okan’da oraya balık tutmaya gelirdi.
Benim çocuklarla balık tutardı. Belgrad ormanına giderdik günü birlik. A1-8 (E,
84, K)
Boğaz
tarafına yazlığa gidilirdi Büyükdere’ye, Kireçburnu, Üsküdar, Heybeli gibi.
Heybeli’de daha çok Rumlar otururmuş yazlık kışlık. Zengin Ermeniler Adalar’a
giderdi. A1- 6 (E, 65, K)
394Dünden Bugüne İstanbul
Ansiklopedisi, Cilt 1, 1994, s.68.
39520. Yüzyılın başında bu semtte oturanların çoğu zengin
Ermenilerdi, çoğu da Katolikti. Büyükdere’de bir Ermeni Katolik kilisesi ve
okulu bulunmaktadır (Dünden Bugüne
İstanbul Ansiklopedisi, 1994, Cilt 7, s. 323). 396Prens Adaları
hakkında Bkz.: Türker, 2011; Erdenen, 2014; Cox, 2013; Albukrek, 2013; Millas,
2013a; Kuruyazıcı, 2014; Millas, 2013b; Berberyan, 2013; Lokum, 2014.
3.5.6.
Adalarda Cemaatler
Arası Sosyalizasyon, Rekabet
ve Kültürel Çatışma
Büyükada-Burgaz arasında büyük savaş var.
Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti gibi. (Y, 55, E)
...bağrı
açık, altın haç... bak şivelerine birşey demiyorum ama bilerek de yapıyorlar “ben Süryaniyim”
diyor bağıra bağıra... Ada’ya taşınmak onun için seviye atlama, kültür değil.
Ada bizim için bir kültür. (E, 29, E)
İstanbul’un üç azınlık cemaati için sınıfsal
farklılıklara rağmen ortak bir aidiyet oluşturan Adalar, bu üç cemaatin
aralarındaki sosyalizasyon, rekabet ve kültürel çatışmaların da mekanda
yansıdığı bir ortak alandır aynı zamanda. Üç cemaatin bir arada kapalı ve
sınırlı bir alanda olması sınıfsal ayrımlara rağmen sosyalizasyonun alanı olan
kamusal mekanda bir arada olmayı zorunlu kılmaktadır. Bir çeşit mekansal
zorunluluktan kaynaklanan bu sosyalizasyona, etno-dinsel olarak içe kapalı olan
cemaatlerde özellikle gençlerin cemaat dışı evliliklerinin engellenmesi için
belli sınırlamalar getirilmektedir. Örneğin bazı Rumlar çocukluk yıllarında
Ada’da her dinden, etnisiteden, sınıftan çok güzel arkadaşlıklar edindiklerini
fakat özellikle 12-13 yaşlarından itibaren Yahudi gençlerle çok fazla bir diyaloga giremediklerini, Yahudi
arkadaşlarının o yaşlardan itibaren kendi içlerine kapanıp, kendi
cemaatlerinden arkadaşlıklar oluşturmaya başladıklarını belirtmektedirler.
Yahudi gençlerin büyük kısmı özellikle 10-18 yaş
arası, cemaat içi dernek faaliyetlerinde vakitlerinin büyük bir bölümünü
geçirdikleri için birinci derece arkadaş gruplarını kendi cemaatleri içinden
oluşturmaktadırlar. Dışarıdan yani başka bir dini-etnik cemaatten, Yahudilerin
cemaat içi arkadaş gruplarının içine girmek pek mümkün olmamaktadır. Rum ve
Ermeni gençler özellikle 10’lu yaşlardan itibaren Yahudi arkadaşları tarafından
örülen, görünmeyen bir cam duvarla karşılaştıklarını belirtmişlerdir. En genç
Rum görüşmeci (20, K) özellikle kendi akranlarının Ermenilerle daha yakın
arkadaşlıklar oluşturduğunu aktarmaktadır. Bu anlatı günümüzde, en genç kuşakta
özellikle, azalan nüfusları karşısında cemaatler arası gruplaşmalarda (Ermeni
ve Rum) din ve kültür birlikteliğinin önemli bir dinamik olduğu ve koruma
kalkanı işlevi gördüğü hakkında ipucu vermektedir.
Benim
Burgazada’da arkadaş grubum ağırlıklı Ermeni. Musevilerle çok takılmayız.
Onların bir kamp yeri var, kendi kulüplerine giderler. Onlar kendi içlerinde
takılıyorlar, bizle takılmazlar. İsim olarak biliriz. Daha snoblar bence.
Ermenilerle hiç sorun yaşamıyoruz. B2- 3 (R, 20, K)
Heybeliada’da Musevi arkadaşım olmamıştı
hiç. Genelde ayrı takılırdık. B2-9 (R, 43,
E)
13 yaşına
kadar Yahudi arkadaşlarım vardı, 13 yaş diyorum çünkü ondan sonra Yahudi
arkadaşlarımın çekildiğini gördük. Kendi içlerine kapandılar. B2-5 (R, 36, K)
Bir Yahudi görüşmecinin aşağıdaki görüşleri de bu
durumu onaylar niteliktedir. Yahudi gençlerin özellikle küçük yaşlardan
itibaren kendi küçük çemberlerini oluşturmaları ve kendilerini diğer arkadaş gruplarından ayırmaları kısmen
geçmişte tecrübe edilmiş ayrımcılıklar ve dışlanmalara bağlanarak bir savunma
güdüsü olarak açıklanmaktadır. Kendilerini kendi dini-etnik cemaatlerinin
içinde daha güvende hissetmektedirler. Geniş toplumla ilişkiler arttıkça
ayrımcılığa uğrama riski de artmaktadır. Aileler de asimilasyonun önüne
geçebilmek için çocuklarının cemaat içinde sıkı bağlar oluşturması,
arkadaşlıklar kurması, flörtler edinmeleri, çocuğun cemaaten kopmaması ve
asimile olmaması için Yahudi arkadaşlarıyla görüşmeleri konusunda teşvik
etmektedirler.
Büyükada’da
öyle.. biz hepimiz Alpaslan’da büyüdük. Orada bile ufak ufak gruplar vardı.
Rumların ayrı grupları vardı. Evet hepimiz arkadaştık ama çemberin içine yüzde
yüz girmen mümkün değildi.
Sen de yakınında bir yerde duruyorsun. Sempatiksen biraz daha içeri girebiliyordun. Yıllardan beri gelen
alışkanlıklar var, yaşanan hadiseler var. C2-1 (Y, 43, E)
Yapılan görüşmelerde İstanbul’un üç azınlık grubu
arasında özellikle Adalarda kamusal alandaki ortak sosyalizasyon kapasitesinin
cemaat-içi engelleme mekanizmalarıyla daraltıldığı ortaya çıkmaktadır. Diğer
yandan bu ortak kamusal alan cemaat-içi kültürel ve sosyal çatışma ve rekabeti
de daha görünür kılmaktadır. Büyükada ve Burgazada Yahudileri arasındaki
sosyal/kültürel çatışma ve rekabet ile Kınalıada’da Ermenilerle Süryaniler
arasındaki sosyal/kültürel çatışma ve sınıfsal rekabet bunun örnekleridir.
Büyükada ve Burgazada arasındaki tatlı
rekabet görüşmeler sırasında sıklıkla dile getirilen bir olgudur.
Rum görüşmeciler tarafından Burgazadalı ve Büyükadalı Yahudiler arasında
kültürel bir sınıfsal ayrışma ve çatışma olduğunun altı defalarca çizilmiştir.
Bu ayrışma Burgazadalı Yahudiler için “seçkin, asil, klas, elit” gibi sıfatlar
üzerinden yapılmaktadır. Bu sıfatlar, toplumsal bir sınıfa ya da toplumsal bir
tabakaya/fraksiyona/gruba gönderme yapmaktadır. Anlatılarda, Burgazadalı
Yahudilerin özellikle kültürel sermayeleriyle Büyükadalı Yahudilerden
kendilerini ayrıştırdıkları görülmektedir.
Burgaz
Musevileri klas ailelerdi, Goldenberg’ler, Rodmant’lar... babadan zengin,
parayı hazmetmiş. Büyükada, Burgaz arasında manyak bir klas fark vardı.
Nedenini bilmiyorum. Büyükada’ya zıplayanlar sonradan zengin olanlar. Benim
tekstil çevrem sonradan zengin olanlar geçti. Büyükada’daki Rumlar daha kalantordu,
o zaman tam tersi şimdikinden. Burgazda az Musevi aile vardı, daha seçkindi.
Yalnız para yönünden değil, kalite
yönünden de. Zengin de olmasa adamda bir asalet vardı. O zaman Ada’ya gitmek
çok artı birşey değildi. Adaya giden için Ada bir yaşam tarzıydı. B1-19 (R, 61,
E)
Burgazada’ya yazlıkçı olarak giden Yahudi görüşmeciler
de Burgazlıların sosyal statülerinin Büyükadalılardan daha yüksek olduğunu, “bizde herkes “free” takılır, kimse karı veya kocasıyla el ele dolaşmaz” diyerek hayat tarzlarının daha modern olduğunu, daha yüksek bir
kültürel sermayeye sahip olduklarının altını “elit, prestij” sıfatlarını
kullanarak çizmektedirler. Burgazada Adalar içinde tek Cemevi bulanan Ada’dır.
Görüşmecilerin bir kısmı Ada’daki Alevi nüfusun varlığından dolayı da
kendilerini “azınlık hissetmediklerini” belirtmişlerdir. Burada Alevi nüfusunu
da “azınlık” olarak kabul edip aralarında bir
“azınlıklar arası bağ ve dayanışma” oluşturdukları gözlenmektedir. Aynı
zamanda gayrimüslimler, Alevilerin daha modern bir hayat tarzına
ve dünya görüşüne
sahip olduklarını belirterek
kendi yaşam tarzlarıyla benzerlikler kurmaktadırlar. 1964’ün sonuna kadar
nüfusu hem yazlıkçı olarak hem de yaz-kış yaşayan Rumlardan oluşan Burgazada’da
1964’deki zorunlu göçten sonra boşalan Rum nüfusun yerini Ada’ya yazlıkçı
olarak gelmeye başlayan orta üst ve üst sınıf Yahudi aileler doldurmuştur.
Burgaz daha
içine kapalı ve kalburüstü Yahudilerin oturduğu bir ada, daha elit daha
eğitimlidir Büyükada’dan. Bizde örf ve adetler daha modernleşmiştir. Bizde
herkes “free” takılır, kimse karı veya kocasıyla el ele dolaşmaz. Sizde (Büyükada) dip dibe herkes, içimi bayıyor o görüntü benim.
Akşam bizde kadınlar
tek başına kulübe
inerdi oyun oynamaya,
kanasta, maç akşamları
herkes “free” takılır.
O yüzden sizinkiler bizden ciddi nefret eder,
cemaat içinde böyle bir çatışma net vardır. C1-5 (Y, 57, K)
Bence
herkes Ada’da bir şekilde gelir otururdu. Büyükada sonradan çıktı, daha
zenginler oraya geçti. Ben 15-16 yaşına geldiğim zaman Büyükada daha prestijli
olmaya başladı. Ama her zaman için prestijli olan Burgazdı. Orası küçük, dışarı
daha kapalı, daha getto hayatı vardı. Şimdi pek havası kalmadı bence. Burgaz’ı
Burgaz yapan 50-60 arası türeyen yeni zenginlerdi. DP zenginleri, ithalatlar
filan. Sonra zaten biraz daha fazla insan gitmeye başladı bu sefer Rumlar
çekilmeye başladılar. 64’de İnönü Rumları gönderdi. Rumlardan boşalan yerlere
Museviler geçmeye başladı. 61’de ben Burgaz’a gittim. C1-12 (Y, 74, K)
Burda
Aleviler çok, Cemevi var. O yüzden zaten azınlık hissetmezdin. Büyükada- Burgaz
arasında büyük savaş var (gülerek) bu
sınıfsal da tabi. Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti gibi. Burgazı biz Burgaz
olduğu için çok seviyoruz. Büyükadalılar da burayı biraz köy olarak görüyorlar.
Böyle çocukken başlayan biraz yorulduğumuz bir tartışma bu. Artık zavallı
Büyükadalıların ağızlarını açıcak hali kalmadı çünkü keyifli olmaktan çıktı
orası. C1- 10 (Y, 55, E)
Son 10-15 yıldır Güneydoğu’dan gelen zengin
Süryanilerin Ermeni kültürünün yaygın olduğu alanlara yerleşmesi ile birlikte
bir diğer rekabet İstanbul Ermenileri ile Süryaniler arasında yaşanmaktadır.
Dinsel olarak ortak kökten olan bu iki cemaat kültürel ve maddi sermeye
çelişkisinin ördüğü bir sosyal çatışma ve sınıfsal rekabet yaşamaktadırlar. Bu
rakabetin mekanda en açık olarak ortaya çıktığı yer ise bir Ermeni adasından
Süryani adasna dönüşmekte olan Kınalıadadır. İstanbul Ermeni cemaati
mensuplarıyla yapılan görüşmelerde özellikle 3 kuşaktır İstanbul’da doğup
büyümüş Ermenilerin, “eğitim, aile görgüsü, yaşam tarzı, kalite” gibi çeşitli
özelliklerin altını çizdikleri, kendilerini bu araçlarla Süryanilerden
ayrıştırdıkları görülmektedir. Ermeniler ekonomik sermayeleri yüksek olsa da
kültürün ve yaşam tarzının parayla kazanılamayacak bir değer olduğunu ifade
ederek orta sınıf İstanbullu Ermenilerin sınıf habitusuna dikkatleri
çekmekteler. Sınıfsal habitus benzer konumu paylaşanların kolektif bilincine
karşılık gelmektedir. Bourdieu’ye göre bireyler kültürel tüketim kalıpları ve
zevkleri aracılığıyla farklı olduklarını gösterme arzusu ile motive olarak,
sınıflar arasındaki sınırları çizerler (Cogito, 2014).
Ermeni gençler kendileri
için Ada’lı
olmayı “kültür” olarak tanımlarken, Süryaniler için Ada’lı olmayı “orta
sınıf araçlarını kullanarak sınıf atlamaya çalışmak ve hava atma”, “statü
sahibi olmak için verilen uğraş” olarak tanımlamışlardır. Bunu yaparken de
“böyle olmayan Süryani arkadaşlarımız da var” diyerek genelleme yapmamaya özen
göstermektedirler. Ermeniler gündelik hayat içerisinde, kesintisiz olarak bir
ayrışma yaratarak kendilerini Süryanilerden farklılaştırmaktadırlar.
Bir de
Süryanilerle Ermeniler arasında baya rekabet vardır. Ben bile kavga etmek
zorunda kaldım Ada’da. Konuşma şekilleri bile bir garip. Çınaraltı vardır ya
Ada’da, eskiden Pembe Köşk’ün orası köfteciydi. Saat 11’e doğru hesabı istedik
yemeğimizi yemişiz kulübe geçicez. Bir masa kaldı, bağrı açık altın haç, 2
erkek 2 kız oturuyorlar. Kızlarda ağızda sakız cak cak konuşmalar, hesabı
istediler. Bak şivelerine birşey demiyorum ama bilerek de yapıyorlar “ben
Süryaniyim” diyor bağıra bağıra. O havayı alıyorsun onlardan. (şiveyle
söylüyor) “Claudia kızım terleyeceksen
coca cola içme”! yani sen cola içebiliyorsun demeye çalışıyor bağıra bağıra.
İnce nüanslar bunlar, anlayana. Hepsi böyle değil tabi. Arkadaşlarım da var Süryani. Ada’ya taşınmak onun için seviye
atlama, kültür değil. Ada bizim için bir kültür. A1-12 (E, 29, E)
Sınıfsal
fark var Ada’da, her yerde olduğu gibi. Köşklerde paran varsa oturursun, daha
orta, alt orta sokaklarda sahile yakın oturur. Kınalıda’da çok zenginler var.
Kınalıda Mardinli ve Diyarbakırlı Süryaniler var. Yaklaşık 30 yıl önce göç
eden, deri işi yapan veya pullu zincir denen kuyumculuk terimidir, telkari
işçiliğinde çok iyidirler. Ekonomik durumları iyi olsa da sosyal açıdan daha
düşük seviyedeler. Pek de sevmezler Ermenilerle-Süryaniler birbirlerini. Ki
benim çok can Süryani arkadaşlarım var. Rekabet var bence. A2-4 (E, 39, E)
Ekonomik açıdan varlıklı olan Süryanilerin Kınalıada’da ev almasıyla birlikte
son 10-
15 seneye kadar Kınalıada’ya hakim olan Ermeni nüfusunun homojenleşmeye
başladığı görülmektedir. Varlıklı Süryanilerin Ada’da havuzlu evlerinde vakit
geçirdikleri, daha çok kendi içlerinde kapalı bir yaşam sürdükleri ve kamusal
alanda Ermenilerle çok fazla bir araya gelmedikleri, iki toplumun çok fazla bir
sosyalleşmesi olmadığı dile getirilmektedir.
Bizim
Ada’da yazlığımız yok ama adalı gibi büyüdüm, ada grubum var. Adalı olmak bir statü cemaat içinde “aa onlar Adalıdır” denir; şimdi herkes çocuğu rahat büyüsün diye ev
tutmaya çalışıyor. Eskiden
parası olan tutarmış. Benim ilk gitmeye
başladığım zaman
1996’da Ermeni olmayanlar adanın
yerlileriydi. Sokakta herkes Ermenice konuşurdu. Aileler de çocuklar orda
arkadaş edinsin diye adaya götürürlerdi zaten. Sonra profil değişmeye başladı.
Önce Süryaniler gelmeye başladı, hadi eyvallah. Onların maddi gücü yüksek
çünkü, evsahibi oluyorlar orda. Zaten zamanla ev sahibinden kiracıya geçiş
yaptık, ekonomik durumlar kötüleşti cemaat içinde. Süryani
var ama bizim gibi ortalıkta
değiller. Bütün aile bir
apartmanda yaşarlar, bahçesinde havuzuna giriyorlar. Dışarda dolaşmazlar çok
fazla. A2-7 (E, 31, K)
Kınalıda’da çok Süryani’de var artık. Onlarda
biraz köylü ama felaket zenginler.
Birbirlerini acaip desteklerler bir de. A2-4 (E, 36, K)
3.6.
Rum, Yahudi ve Ermenilerde Ortak Bir Mekansal
Aidiyet ve Kimlik: “Adalı
Olmak”
“Adalar:
Sebepsiz mutlu olunan
tek yer!”
Hangi Ada’da yaşıyor olursa olursun her üç cemaatten
gayrimüslimlerin büyük çoğunluğu Ada’ya olan bağlıklarını ve aidiyetlerini çok
derin bir biçimde dile getirmektedirler. Çocukluklarını, gençliklerini
geçirdikleri mekan olması, şehirden kopuk tamamen izole olması, sınırsız bir
özgürlük ve rahatlık duygusu vermesi, kendilerini orda hiçbir zaman “azınlık”
hissetmemeleri nedeniyle Ada’ya bir insana duyulan aşkla bağlandıklarını ifade
etmektedirler. Adalı olmak yalnız olmak demektir. Yalnızlığın doğurduğu paylaşma
ortamı Adaları sosyal
hoşgörüye ve farklı
kültürlere açık kılmıştır. Adalı olmak yalnızlığı paylaşmak, insanlara ve doğaya açık
olmak demektir.397 Ada’da çocukluğunu, gençliğini yaşamış/yaşamaya
devam eden farklı yaş gruplarından, dini-etnik cemaatlerden azınlıklar için
Adaların en büyük karakteristik özelliği kozmopolit yapısı ve hoşgörü
kültüründen dolayı Ada’da hiçbir zaman “azınlık” hissetmemeleri olmuştur.
“Adalı olmak” görüşmecilerin büyük bir çoğunluğunun
kimliğinin başat kaynağı konumundadır. Görüşmeciler tarafından özellikle
Ada’nın insana büyük bir özgürlük alanı açtığı sıklıkla vurgulanmıştır. Adanın
Latince karşılığı “isola”, İtalyancası “isolea” İngilizcesi “island”
sözcükleridir. Adaların başlarda sürgün yerleri olmasından
dolayı insanlar yalnızlığı,
397“Adalılık ve adalı olma”, (Çevrimiçi) http://acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=a&aid=5934,19.12.2003,
29.10.2015.
izole olmayı anlatmak için adalılığı kullanırlardı. Kınalıada,
Heybeliada, Burgazada ve Büyükada İstanbul’la karşılaştırıldığında hem şehirden
uzak, yalıtılmış ve izole olduğu hem de
küçük bir coğrafyada cemaatlerin yoğun olarak kümelendikleri yerler olduğu için
insanlarda daha steril ve güvenlikli bir mekan hissi yaratmaktadır. Aileler
özellikle çocuklarının sosyalizasyonu ve cemaat içinden arkadaşlıklar kurması
için Ada’yı tercih etmektedirler. Diğer taraftan ise bazı görüşmeciler için
Adalarda yaşamak “sıkışmışlık”, “kısıtlanmış olmak” ve “travmatik” olarak da
tanımlanmaktadır.
3.6.1. Rumlar İçin Adalar: Her şeye rağmen azınlık
olmadığın tek yer!
Hayat
herşeyiyle güzel, Rum olmak o kadar da mühim değil inan bana. Bunu bu yaşa
gelince anlıyorsun tabi. Mesele
Büyükada, gerisi hikaye... (R, 61, E)
Ada’da çocukluğunu, gençliğini yaşamış/yaşamaya devam
eden farklı yaş gruplarından, dini-etnik cemaatlerden herkes için Adaların en
büyük karakteristik özelliği kozmopolit kültüründen dolayı kendilerini Ada’da
hiçbir zaman azınlık hissetmemeleri, çocukluk ve gençlik yıllarında dini, etnik
veya sınıfsal açılardan herhangi bir ayrımcılığa, dışlanmaya maruz kalmamaları,
bir görüşmecinin dediği gibi “ismimi
ikinci kere tekrar etmek zorunda kalma”dıkları tek yer olması idi. Adalar
ayrıca İstanbul’da farklı semtlerde yaşayan, farklı okullara giden ve dönemin
şartlarında (1980’lerin iletişim ve ulaşım imkanları göz önünde
bulundurulduğunda) kışın pek görüşme şansları olmayan Rum gençlerin yazın bir
araya gelip tanışıp, bir sonraki
yaz buluşmak üzere
verdikleri sözlerle uzun yıllar sürecek
olan arkadaşlıkların temelini attıkları ve cemaat içi bağları
sağlamlaştıran, sıkılaştıran bir mekandı.
Ada’da
azınlık psikolojisi yoktu. Ada’da kimse bana sormuyordu “niye İ.’sin?” diye,
“neden adın İ.?” diye. Burda taksiye biniyorsun “nerelisin?” diye soruyorlar
hemen.” Selimle de , Alenle de Yaseminle de bakkalın oğluyla da arkadaşlık
yapıyorsun. Sınıf farkını hiç hissetmedik biz. Kimse babasının annesinin işiyle
ilgilenmezdi. Birbirimizin evlerinde sabahlardık, bilmezdik bile babası annesi
ne iş yapar diye. Bu kavramların içine sıkıştırılmadık. B2-5 (R, 36, K)
Sevan,
Berç, Petro neyse Ahmet Mehmet de oydu. 90’ların ortasından itibaren eski
dokusunu kaybetti; azınlıklar azaldı, gelmemeye başladı; sosyal profili
değişti. Heybeli hep vardı bizde. Ada’da mesela etnik dediğimiz yerlerin
buluştuğu yerdi. Azınlık olarak hissetmiyordun. O eski tarzda esnaf hala vardı
o zamanlar. Evde yapılmış olan fırında pişirilmek üzere patates ile fırın tavuk
olayını bizim Aya Nikola kilisesinin tam karşısında fırıncı Sotiri vardı, oraya
verirdik. Unutamam... bir tane babamın Rum arkadaşı vardı, et alıp Aya Yorgi’de
pişirdiğimiz o etin tadını hala yakalayamadım. Onun üstüne bir de ne koyardık... kekikle o unutulmaz...
bilmiyorum neydi... acaba o arkadaşlık ortamında yaşadıklarımız mı? Heybeli’de
meşhur Ethemimiz vardı, Deniz Lisesi’ne gelmeden orda, Haykolar, Nejat Alpler
gelirdi... renkli ampullerle donatılmış... kaçak kaçak dinlediğimiz
konserler... hatta bir dönem subayların çocuklarıyla da çok yakın arkadaştık.
Şenol Güneşler, Fatih Terimler, Prekaziler, Tanju Çolaklar... hepsi Adaya
gelirdi top oynamaya. Peşlerinden
koşardık imza almaya. Onları unutamam... bazen ismimi çevirip, Ayhan olurdum,
subay lojmanlarına girerdik. Bizim jenerasyon olarak heralde bizimle son oldu,
bulunduğumuz yer küçüklüğümün geçtiği yer Çiçeklidağ’dı, İsmet Inönü’nün olduğu
yerdi, orda biz saklambaç oynardık. Orda ebe olucak kişi yanmıştı, saklambaç
oynuycaz diye biz küçük tura çıkardık ancak 2-3 saat sonra dönerdik (gülerek), çocuk da bıkıp evine gitmiş olurdu.
Değirmen’de olsun, aradaki sokaklarda olsun Ethem civarlarında olsun çeşitli
gençlerin bira şarap alıp şarkılar söylediği dönemlerdi. Hiçbir zaman etnik-din
farkı yaşamadık. Sevan, Berç, Petro neyse Ahmet Mehmet de oydu. Süryaniler de
vardı. Onlar genelde Türk isimleri taşırlardı. Birbirlerimizin evine girip
çıkardık. Farklı etkileşim vardı ama bu İstanbul’da yoktu. Biz Eylül’de okullar
başladıgında bir sonraki yaz için randevularımızı verirdik. Çünkü herkesin
geldiği yerler farklıydı, Yeşilköylü vardı Bakırköylü vardı... herkesin kendi
gettosu vardı. Yahut anne babalar görüşüyorsa ancak karşılaşıyordun kışın. her
haftasonu kiliseye koşturduğumuz dönemler ve onun sonrasında oynanan toplar...
şimdi öyle bir cemaat kalmadı. Hatta
papaz artık ayin bile yapmıyor. Bizim yaşadığımız ayrı bir güzellikti. B2-6 (R,
38, E)
Hangi Ada’da yaşıyor olursa olursun görüşmecilerin
büyük çoğunluğu Ada’ya olan bağlıklarını, aidiyetlerini çok güçlü bir biçimde
dile getirmişlerdir. Yetişkinler açısından bakıldığında çocukluk, büyülü
olabilmektedir. Çocukluk ve gençlik yıllarının arası, onların geçmiş olmasıyla yakından ilintilidir (Türker, 2015:231). Görüşmeciler çocukluklarını,
gençliklerini geçirdikleri mekan olması, şehirden kopuk tamamen izole
olması, sınırsız bir özgürlük ve rahatlık duygusu vermesi nedeniyle Ada’ya
kuvvetli bir bağla bağlandıklarını ifade etmektedirler. Görüşmecilerin ait
oldukları dini-etnik cemaatin yazları yoğunlukta bulunduğu Adaları tercih
etmelerinin arkasında yatan en önemli faktörlerden biri güven duygusudur, yani
bir arada olmak ve cemaatten uzaklaşmamak. Fakat Ada’yı sevmeleri için tek geçerli
sebep bu değildi.
Bir çok farklı dinden, etnisiteden, sınıftan çocukla bir arada üç ay
boyunca sabahtan akşama kadar vakitlerini geçirip, ayrımcılık yaşamadan,
arkadaşlık edindikleri bir mekan olmuştur Ada aynı zamanda. Arkadaşlık ve
özgürlük her türlü kimliksel aidiyetin üstünde olmuştur. Hatırladıkları, belleklerine
kazınmış tüm güzel anıların kökü Ada’dadır. Birinci ve ikinci kuşaklar Ada’nın
eski günlerini, gayrimüslimlerin yoğunlukta olduğu, “daha modern, nezih”
günlerini hüzün ve nostaljiyle anmaktadırlar.
Rumların belleğinde, cemaatin
kolektif belleğindeki travmalar, Varlık Vergisi, Aşkale, 20 Kur’a, 6-7 Eylül, Türkleştirme
politikaları özellikle o günleri yaşayan kuşaklarda hala tazeliğini
korumaktadır. Belleklerindeki tüm bu olumsuz hatıralara rağmen görüşmeciler
Ada’larda yaşadıkları hayatı genelde hep olumlu olarak tasvir etmektedirler.
Adalar görüşmeciler için tüm bu yaşanan baskı ve sıkıntılardan da izole
oldukları, kendilerini tam anlamıyla özgür hissettikleri, herkesin “kendileri gibi” olduğu bir mekandı.
Çünkü Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler için “adalı
olmak” tüm etnisitelerin, dinlerin, sınıfların üstünü kesen bir adiyetti.
Diğer taraftan sadece bir görüşmeci Heybeliada’daki Milliyetçi Hareket Partisi
(MHP) gençlik kollarının varlığından dolayı sıkıntılı zamanlar geçirdiklerini
çok fazla detaya girmeden dile getirdi.
Bir müddet
sonra Heybeli’ye gitmeye başladık yazları. Çöpler eşşeklerle toplanırdı,
eşşeğin iki yanında küfe var, nasıl bir küfeyse hatırlamıyorum.. bir de şeyler
vardı, sarnıçlar. Yağmur suyu bir sarnıca dolardı kış boyu, ve o sudan yararlanılırdı.
Saka gelirdi onu doldururdu. Toprak testi mi denirdi, ama büyük böyle.. haftada
2-3 defa gelirdi. Bir de tulumba vardı “dıgıdıng dıgıdıng” onunla da tuvaletler
beslenirdi. Bir de bahçeler sulanırdı tulumbanın suyuyla. 60 küsürlara kadar Ada’ya
gittik. Adada azınlık olmak hiç bir zaman sıkıntılı olmadı. 56’da ne kadar
darbe yediysek de mutluyduk. Ben hiç yaşamadım baskı veya kötü bir laf. Ama
çevrem çok yaşadı tabi Ada’da da... B1-7 (R, 69, K)
Orda benim
yaşadıklarım başkalarında farklı olabilir, Burgaz’a Kınalı’ya göre. Heybeli’de
Türk çocuklarıyla bir kontra vardı. MHP’liler çok vardı orda. Dinini orda fazla
kamufle edemiyorsun ve arkanı bırakmıyorlar. Öyle durumlar oluyordu. Atina-7 (R, 53, E)
Adalar farklı dinden, etnisiteden, sınıftan bir çok
insanı bir araya getirmekte çimento görevi görmektedir. Bunun bir örneği de
“Burgazada Reunion”dır398. “Burgaz Reunion” 1964 yılında zorunlu
göçle Yunanistan’a gönderilen, dünyanın diğer coğrafyalarına dağılan
Burgazadalı Rumları iki senede bir Ada’da buluşturan, Burgazadalılar tarafından oluşturulmuş bir organizasyondur. Şu an
Burgazada’da yaşayan az sayıda Rum ve Burgazada’lı Yahudilerin kolektif
desteğiyle düzenlenen organizasyonda, dünyanın farklı coğrafyalarına dağılmış
Burgazada’lı Rumlar iki senede bir, zorla kopartıldıkları, istemeyerek terk
etmek zorunda kaldıkları Burgazada’ya gelip çocukluk arkadaşlarıyla, bir araya
gelme şansını bulmaktadırlar. Burgaz-reunion geçmişle bugün arasında bir köprü
işlevi görmektedir. Bu bağlamda Burgazada, Rumu Yahudisi Ermenisi Türkü tüm
Burgazlılar için bir hafıza mekanı399 işlevi görmektedir.
2010’da
“Burgaz Reunion” gurubu kuruldu. 1964’de gönderilen Rumları Reunion gurubu
kurduk. Yunanistan’a giden Rum arkadaşlarımızın Burgaz’da bir araya gelmesi. 2
yılda bir yapıyoruz. Geçen hafta yaptık, 2 sene sonra yapıcaz bundan sonrakini.
Bunun için bütçe oluşturuyoruz, garage sale yapıyoruz. Bütün sahil tek bir
lokanta gibi çalıştı, bütün sokaklar dans pisti oldu. 2014’de NTV’ye çıktık,
gelip röportaj yaptılar. “Burası sizin eviniz” yazısıyla karşıladık. Bunu
yazmak da doğru değildi, tabii ki onun evi, ama işte çok dokunaklı birşeydi.
Bir Rumdan evini satan alan bir Müslüman arkadaşımız, buluyor Atina’daki eski
ev sahibini, evin anahtarını bir karta yapıştırıyor ve bu senindir diyor
gönderiyor... anlatırken bile tüylerim diken diken oluyor... bu muhteşem bir
olaydı. Tavan yaptık orda. C1-10 (Y, 55, E)
398Burgazada Re-Union toplantılarının görselleri ve hikayeleri
için Bkz.: Jaymi Benbanaste, “ben yine çocuk oldum”, 18.03.2011, (Çevrimiçi) http://antigoniburgazada.blogspot.com.tr/2011_03_13_archive.html,
02.11.2015.
399Hafıza mekanı terimi Pierre Nora’dan ödünç alınmıştır.
3.6.2. Yahudiler için Adalar: Ada En Özel Yer!
Adayı çok seviyorum demek az kalıyor, sanki bir insan varmış gibi ona
sarılasım geliyor. (Y, 55, E)
Ada’da çocukluklarını geçirmiş üçüncü kuşak
Yahudilerin Ada ile aralarında büyük bir
aidiyet bağı geliştirdikleri görülmüştür. Çocukluklarını, gençlik yıllarını
geçirdikleri Ada’yı büyük bir özgürlük alanı, küçük yaştan itibaren özgüven
kazanmalarına fırsat sağlayan, kendi
“özerkliklerini ilan ettikleri” bir mekan olarak tanımlarken aynı zamanda
gayrimüslim kimliklerinden dolayı steril ve güvenlikli bir yer olduğunu “burada bize bir şey yapılır mı korkusunun en
az yaşandığı yer Adalardır” sözleriyle tanımlamaktadırlar. Adalar farkılı etnisitelerden, dinlerden, sınıflardan insanların hoşgörü ve çokkültürlülük ortamında bir arada
olabildikleri, büyük kentte yaşayabilecekleri ayrımcılıkların, dışlanmaların
tecrübe edilmediği bir varoluş alanını temsil etmektedir. Ada, azınlık
kimliklerinden soyutlandıkları, sadece çocuk veya genç oldukları bir mekanı
temsil etmektedir. “Adalı olmak” toplum içinde birbirini tanımayan insanları
birleştiren bir kimlik işlevi görmektedir. “Adalı
olmak” bir görüşmecinin ifade ettiği gibi “Amerika’dayken neyi özlüyorsun diye sorsalar Ada’yı özlüyorum derdim”
de görüldüğü gibi kimi zaman da başat bir kimlik kaynağıdır. Farklı kültürlerin
hakim olduğu bir sosyal iklime sahip olan Büyükada’da Yahudi gençler farklı
din, etnisiteden çok yakın arkadaşlıklar edinmelerine rağmen kendi cemaatleri
içinde ayrı ve dışarıya kapalı arkadaş grupları oluşturmaktadırlar.
Adayı çok
özlüyorum ben yazın. Büyükada’yı... Ada’daki Yahudilik olarak değil ama
çocukların o özgürlüğü yaşaması çok hoşuma gidiyor. Atlayıp bisiklete binmesi,
arkadaşlarıyla küçük yaştan buluşması çok özgüven veriyor. Kendi başlarının
çaresine bakmayı öğreniyorlar orda ama bunu şehirde yapmak zor. Adada sırf
Yahudi değil Ermeni de vardı Müslüman arkadaşım da vardı; Adalıydık biz!
Mahallede oynadığım bir çocuk Alex, digeri Emre diğeri Aret. Panjur Sokak
çocuklarıydık, özellikle Yahudi değildik orda. Bir de özgürlük tabi, o küçük
yaşta bu sorumluluğu almak... Ada en özel yer. Benim İngiltere’de “homesick”
hissettiğim zaman yaz başıydı. Yaz geliyor “şimdi herkes vapura binip Ada’ya
gidiyor” diyordum. Hayatımda o parça eksilmişti. C2-14 (Y, 38, K)
Benim
gençlik dönemlerinde, daha çok gidilirdi Ada’ya. İskeleye doğru yürürken Cuma akşamı
uğultu gelirdi sokaktan. Bütün sene görmediğin arkadaşlarını görüyorsun,
“Samiler geldi mi, İzzetler geldi
mi” yakışıklı çocukları sorardık hemen (gülerek). Ada çok eğlenceliydi, çok keyifliydi… çoook rahattık, taciz yoktu,
faytoncular seni tanırdı evine teslim ederlerdi. Aynı sokakta oturduğun bir
çocuk aynı gruptan değilsin ama faytonla geçerken “eve atıyım seni” diye
bağırırdı. Hep bir sahip çıkma vardı. Çok candan, çok saf, çıkar, beklenti yok…
gurupsal çatışmalar oluyordu tabi ama zarar verici değildi. Yanında hep güzel
şeyler olurdu. Çok doğal akışında bir arkadaşlık ve sahiplenme vardı. Tanışınca
“bizden” tanımı işin içine giriyor, aynı dili konuşursun adalı biriyle. C2-6
(Y, 32, K)
Hayatımız
farklı orda. Tekneciler tekneleriyle geziyorlar. Daha orta kararlar kanastasını
oynuyor. Benim arkadaşlarım var oynayan annelerinden görüyor. E napıcaklar anam
başka hayatları yok ki…. Cumartesi öğlen toplanılır, börekler filan yenir ve
kanasta oynanır. 80’lerde annemlerin yaptığı gibi. Ada’da ben başka bir gruba
geçtim 14 yaşında, alternatif tiplerin olduğu
işte dövme yaptıran, rock müzik dinleyen, kaykay yapanlar toplandık beraber. 15 yaşında özerkliğini
ilan ediyorsun ve kimliğini oluşturuyorsun. Çaktırmadan biralar içerdik. Ada’da
benim hayatım değişti, bir de Robert’de (Kolej). C2-9 (Y, 32, K)
Adalı olmak
küçükken farklıydı şimdi farklı. Biz hep Büyükadadaydık. Küçükken adaya gelirdin Cuma akşamı iskele kaynardı
bizim bütün çevre burda olurdu. “Jewish metting
point” ti. Bence o müthişti. Şimdi ise daha huzurlu bir yer, aileni görüyorsun
filan. Bir de insanlar evlenip
çocukları olunca Ada’ya geri dönüş başladı. Ben Pazar İstanbul’a indiğimde “ah
tatilim ne güzel geçti” diye inerdim. Ada tatil benim için. Azınlık asla
hissetmezdik burda. İstanbul’da hissedebilirsin ama burda “migrant” (göçmen,
İstanbul’dan gelenler anlamında kullanıldı) gelenler
azınlık, sen çoğunluksun. İnşallah böyle devam eder. Bence buranın sahibi
biziz. Adada kalmak “privilege” (özellik, üstünlük) benim için. C2-10 (Y, 29, K)
Ada
ilkokul-ortaokul zamanı çok cazipti. Liseden sonra sıkıcı olmaya başlıyordu.
Birisiyle çıkıyorsan Ada’lı değilse o zaman uzaklaşmaya başlıyorsun. İstanbul
hayatı olduğu gibi Ada’ya taşınıyor. Dernekler ona göre Ada’da faaliyet
yapıyorlar. Aynı komün hayatı iyi kötü devam ediyordu. Ada’yı çok severim.
Ada’daki en keyifli şey de o dur ama, dedikodu. Başka yapacak işin yok ki bütün
yaz. Dedikodu şeyiyle alakan olmayan bir adamla bile samimi olabiliyorsun. Gece
o saatte kaldırımda oturmuşsun, yapacak başka bir işin de yok, tam
“survivor”daki kendini anlatma modu. C2-8 (Y, 38, E)
Ada tamamen
bir ada. Tamamen koparılmış. Bana bazen sorarlar şunu bunu tanırmısın ben hep
derim “Ada’lı ise tanırım”. Bütün arkadaşlarım Ada üzerinden, bütün yazlarımız
Ada’da geçmiş. Ada’lı olmak aynı şeyleri paylaşmak. Herkes aynı duyguyu yaşadı.
Çok ortak şey var paylaşılan. Bana kendini anlatman için 10 dk. gerekiyorsa
şimdi 5 dk. gerekiyor. Ada dediğin çok mikro bir şey. Şimdi bakıyorsun o şaşa
gitti. Ada’ya geliyorum ama dayanamıyorum artık. Biz çok güzel bir evde
yaşadık, çok eski bir evdi Maden’de. Çok büyük bir köşktü. Ermeni bir
kadınındı, tarihi bir yapıydı. Depremden sonra çıktık. Bir de hep eski anılar
geliyor, bir tuhaf oluyorsun. Sanki yabancı bir yere gelmişim gibi
hissediyorum. O anılardan dolayı başka tabi... C2-3 (Y, 43, E)
Ada
psikolojisi her zaman farklıdır. Ada insanı her zaman daha rahattır, gevşektir,
hoşgörü kelimesini sevmiyorum, o değil yani “o da bizden” var burda. Bak, şimdi
iş yapıyoruz Divan Otel’le, satın
almada görüştüğüm bir çocuk var Eyüp, Ada’da top oynamışız filan ama aradan 20
sene geçmiş. Toplantıda “abi seni bir yerden hatırlıyorum” derken Ada’dan
çocukluk arkadaşı çıktık. Onunla ilişkimiz hiçbir zaman “sen Yahudisin-
Müslümansın” olmaz. Olamaz da. Aynı yerde büyüyorsun, aynı sokaklarda
yürüyorsun, aynı kulüpte yüzüyorsun. Ben geliyorum çünkü ben aşığım Ada’ya,
Ada’sız yapamam, eşim de böyle; ikincisi oğlumun burada yetişmesini istiyorum.
C2-11 (Y, 33, E)
Ada
bambaşka bir yer. Yazın 15.000 kişi yaşıyorsa (misal
olarak) sanırım 5.000’i Musevidir ve çok ortalardalar. Esnafta daha saygılıydı o zamanlar, şimdi
çok daha farklı
o da kalmadı. Hayatım boyunca
kendimi hiç azınlık gibi hissetmedim. Balkonda dua okurduk cuma akşamları
millet de laf ediyordu “Şabat Şalom”400 diye. Ada kendimi en güvende
hissettiğim yerlerden biriydi. Bizim bütün sokak Yahudiydi. İnsanlar daha
saygılı ve sevgiliydi. Çok güzel bir ortamdı. Biz 2013’e kadar kaldık. Annemi
kaybettikten sonra gitmek istemedik. Hiç kimsenin tadı tuzu kalmadı. Ben ev
tutmadan da gittim arada. C2-17 (Y, 31, E)
Adayı çok
seviyorum demek az kalıyor, sanki bir insan varmış gibi ona sarılasım geliyor.
Hatta mesela Perşembe yurtdışına gidicem hiiç istemiyorum. 1926’da ananemin bir
resmi var Ada’da, ordan başlamışız o zaman gelmeye. Genelde gençlik ve çocukluk
bir şekil Ada’da geçmiş. Ada hayatı o zamanlar yoklukmuş, su taşınırmış
filan... Ada izoleden geliyor. İzole. Benim için Burgaz bambaşka
biryerde. Anakara’dan uzak olmak ve aynı kaderi
400Şalom,
“Kutsal Şabat”, Arşiv, (Çevrimiçi) http://arsiv.salom.com.tr/news/print/8175-KUTSAL-SABAT.aspx,
25.02.2016.
paylaşıyor hissini yaşamak, birşey
birleştiriyor bizi. Enteresan yazın başında herkes biribiriyle kucaklaşır,
esnafla filan, yazın ortasında kendi küçük guruplarına dönersin kalabalık olur
çünkü, yazın sonunda herkes dağılır, çocuklar okula gider... kalan kimse
biraraya gelir, ev toplantıları olur, herkes biribirine sığınır ve ısınır,
çaylar yapılır... duygusallık tavan yapar. “ADA’DAN GİTMEK” (görüşmecinin
vurgusu) yasak kelimelerdir, konuşulmaz.
Ada’lı olmak... Waaw... Allahım beni bu Ada’dan mahrum etme diye dua ederim
hep. Ben Ada’ya çıkarken büyük bir heyecanla çıkıyorum inerken büyük bir
depresyonla iniyorum. Birkaç gün sürüyor alışmam İstanbul’a. Mümkün olduğunca
Ada’dan arkadaşlarla görüşürüm. Kışın arada gelmeye çalışıyorum. Ada’ya
gelememenin maddi kadar alışkanlık boyutu da var. Bence öyle bir ayrım yok,
ister veya istemez. Bence öyle bir ayrımcılık olmadı. Ama mesela cemaatimizin
burda bir tatil evi var, imkanı olmayan çocukların barındığı, yaz tatillerini
geçirdikleri bir tatil evi var. Rumların kampı gibi. Yaz boyu burda kalıyorlar.
Kışın da yaşlılar evinden yaşlılar geliyor. Kışın kapalı tabi. C1-10 (Y, 55, E)
Ada 44
senedir bizde. Daha zenginler Maden, Nizam’da otururlardı. Üst kısımlar (Ada’nın
üst tarafı) daha zengindi. Ben burasını
125 liraya aldım, buralar daha orta sınıf (Kumsalın üstü, Panjur Sokak). Horoz’da sabahleyin kahvaltı yapmayı
seviyorum. O denizin sesi, sandal.. köy hayatı var. iskeleyi sevmiyorum, resmi
geçit var orda. Oranın (kumsal)
atmosferini seviyorum, martılara yemek veriyorsun, “fişşşt fişşşt”, bir sandal
geldi bir sandal çıktı... yazlık budur. Ada’ya gelmeden bir sene Heybeli’ye
gittik. Çocuklar yüzmeyi orda öğrendi. Heybeli’de çocuk büyütmek çok uygun. Her
yer yakın. Yürüyerek gidebilirsin heryere, burda gidemezsin. Orda da vardı çok
Yahudi ama varlıklılar Büyükada’daydı. Ermeniler Kınalı; Rumlar Burgaz ve
Büyükada. O zaman Ada’lı olmak statü meselesi değildi. Daha orta halli olan da
Ada’ya gelirdi. Zaten dünya boy boydur. Herkes aynı boyda olamaz. İskeleye
inicen çay içicen, evde dinlenicen, ve arkadaş... Ada budur. Biz Seferoğlu’na giderdik o zaman yanıma kıyafet alırdım
eve dönmemek için. Mavi’ye giderdik çok güzeldi, Lunapark’a giderdik. Arkadaş
olunca istersen kapının önünde otur, yeter. C1-7 (Y, 83, K)
Eski Adayla
şimdi uuuuu çok fark var. Bizim, benim şahsımdan bahsediyim, Ada’da yaşamanın
mutluluguna haiz oldum. Ada benim için vazgeçemeyeceğım ölümüme kadar,
unsurlardan bir tanesidir. Adanın kumsalı, adanın köy hayatı.. artık yazın işe
gitmiyorum. Bu şişko halimle çıkıp yürüyücem, iskelede kahvede çayımı içicem,
icap ederse kumsalda balık ağlarının sökülüşünü seyredecem.. benim için bir
mutluluk timsali. Dinsel olarak değil yani milliyetsel olarak şahane günlerdi. Ada’da ben Yahudi
olarak hiçbir terslik
yaşamadım.
Doğruya doğru. Çok büyük sevgi gördüm Ada’da.
Herkesden büyük bir dostluk gördüm. C1-2 (Y, 69, E)
3.6.3. Ermeniler için Adalar: Bütün Etnisitelerden Soyutlandığın Yer!
Sanırım
benim kimliğimi Büyükada oluşturuyor. Sebepsiz mutlu olduğum tek yer orası...
(E, 21, K)
“Adalı olmak” farklı kuşaktan Ermenileri ortak bir
noktada birbirlerine bağlayan bir olgudur. Görüşme yapılan bir çok Ermeni için
“Adalı olmak” kimliklerinin kurucu bir unsuruydu. Ermeniler Ada’da büyümenin
ve gençlik yıllarını
Ada’da geçirmenin kişiye büyük
bir özgürlük alanı açtığını ve kişinin özgüvenini kuvvetlendirici bir etkisi
olduğunu sıklıkla vurgulamışlardır. Ermeni cemaatinin yoğun bir şekilde
kümelendiği Kınalıada ve Büyükada kişilerin üzerinde İstanbul’dan çok daha
steril ve güvenlikli bir mekan olduğu hissini yaratmaktadır. Ailelerin özellikle çocuklarının sosyalizasyonu ve cemaat içinden
arkadaşlıklar edinmesi için Ada’yı tercih ettikleri de görüşmelerde dile
getirilmiştir. Ada özellikle yurtdışına göç etmiş ve yazları Ada’ya gelen Ermenilerle
de tanışma fırsatı yaratarak cemaat içi sosyal ağları genişletmeye yarayan bir
araç işlevi görmektedir.
Adalarda cemaat içinden olduğu kadar aynı zamanda
farklı dini-etnik cemaatlerden, sınıflardan da arkadaş edinme şansının olması
gayrimüslim bireyler için İstanbul’daki yalıtılmış, steril, korunaklı
hayatlarından üç ay için de olsa uzaklaşmalarını sağlamakta ve geniş toplumu
tanımada ufuk açıcı bir işlev görmektedir.
Ada’da
Ermeni olmak hiçbir sorun teşkil etmiyor. Çok rahatsın. Kimse birbirine öyle
birşey sormaz zaten. Herkes birbiriyle arkadaş. Çok mutlu olduğun bir yerdir
Ada. Annelerimiz rahattır, bütün etnisitelerinden soyutlanıyorsun adada.
Anneler bahçede kahve içer, biz sokakta oynardık. Ada’lı olmak statüdür. “aa o
Ada’lı” dersin, tanımasan bile çok ortak noktan vardır o insanla. Maden’deki
binaların tarihini bilir, yoldan geçen dondurmacı Yunus’u bilir,
Pişmaniyeci’yi, Aya Yorgi’yi bilir. Çocukluğumda bunlarla içiçe büyüdüğüm için bana dokunan şeylerdir bunlar. Sanırım benim
kimliğimi Büyükada oluşturuyor. Sebepsiz mutlu olduğum tek yer orası... A2-6 (E, 21, K)
18 aylıktan
beri Kınalıadalıyım. Adada yerlisiyle de yazlıkçısıyla da hep beraber büyüyorsun
hep bir bütünsün. Daha rahatsın, daha huzurlusun. Bu senin avantajın Taksim’e
gittiginde bir şekilde çekingenliğin var, 15 yaşında stres yapar bu nerden
kötülük gelecek bilemezsin, ama Ada’da bence onu hissetmiyorsun. Kapalı toplum
içinde yaşıyorsun. Üniversitede de bir bocalıyorsun, bu benim yorumum. Daha
mütevazi aileler tabi ki var ama çocukları da o şekilde büyüyor. Sınıfsal ayrım
var; nasıl? Senin evin burda, benim evim de burda. Aynı şeyi yiyorsun aynı
ortamdasın. O Tommy Hilfiger giyiyorsa sen LC Waikiki giyiyorsun. İçten içe
mutlaka kıskançlıklar oluyordur. Kapalı bir toplumun yaşantısı kıskançlığı,
hava atmayı, gösterişi getiriyor. Bence Adalı olmak her zaman hava atma
unsuruydu. Mesela kampa gelenlere yukarıdan bakardı yazlıkçılar. Bu bana
tamamen ters. Benim gözümde Ada alkol, yeme içme, dedikodu, hava atma mekanı.
Başka hiçbirşey değil. Kültür tamamen kendini kaybetmiş vaziyette, 10 seneden
fazladır, 15 senedir filan. A2-12 (E, 29,
E)
Adalarda dedikodu
var ama onu kafasına takanlar
etrafla yaşayan insanlar. Kim bana bakıyor diye
etrafa bakarak yürüyorsan sen de etrafa bakıyorsundur. Dedikodu aşikar zaten,
herkesin yaptığı bir şey. Adada normal bir çocuk sabah kahvaltısını yapar,
sokakta arkadaşlarıyla oynar, öğlen
tekrar evde yemek yer sonra yine oyun oynar. Denize gidilirdi eskiden. Artık
sadece kulüplerde giriliyor, İstanbul’dan işgal olduğu için. Ada’ya niye gider
insanlar? çocukları kendi kültüründen, kendi çevresinden, belki ilerdeki eşini
tanısın, hem fiziksel gelişimleri için koştursun, yüzsün, aşık olsun rahat
rahat, en azından kendi dininden biriyle. O yüzden Ada’ya gidiliyor. O yüzden
dağıtıyor insanlar, orda daha fazla travma oluyor bence. Kapattıkça patlamış,
Ada’daki durum o bence. Ama herşeye rağmen Ada çok çok farklı bir yer. Orda
doğup büyümek lazım. Ancak öyle anlarsın. Üç ay hiç inmediğimizi bilirim
Adadan, üç ay sonra inince İstanbul’da bunalıma girerdim, evden çıkmazdım bir hafta. Sandalla gezersin adalar arası,
sırf bu yüzden birbirleriyle selamlaşan insanlar var, yürürken birbirlerini
gördükleri için. Ada tek spor yapabildiğin yer. Evden çıkıp fırına gidip ekmek
alman gelmen, öğlen denize gitmek için inip çıkman, yüzmen… bu bile yeter
fiziksel gelişimin için. Kız olarak yiyip içmen giyinmen bile özgür orda.
Yıllardır beraber olduğun çocukluk arkadaşı herkes. Dedikodusuna rağmen harika
bir yer Ada. Kimileri için anne babasını ziyaret ettiği, eski dostlarını
gördüğü, kimisi için dedikodu tuzağı… ama oralı olan da orasız yapamaz. A2-13 (E,
37, E)
Kınalıada’da
çok başka, herkes senin gibi yani herkes cemaatin içinden. Çok zorda
kaldığımızda Ermenice konuşabiliriz burda (İstanbul’da), ama orda herkes anlar
anında (gülerek). Hep
berabersin orda iyi birşey ama gizli birşey yaşaman mümkün değil. Zaten küçücük
bir yer. Ben Kınalı’yı çok sevmem bak. Çok alternatif yok orda burdaki (Büyükada) gibi. Çok kısıtlanmış hissedebilir insan
kendini. Ben Ada olduğu için seviyorum ama ortamdan
çok haz almıyorum. A2-10 (E, 39, E)
Ada’da da daha
üst bir sınıf toplum vardı. Ben doğdum doğalı Kınalıda’da evimiz vardı. Eski
ahşap bir bina vardı, çok döküntü, perili ev derlerdi, çook büyük bir bahçesi
vardı ve mahallenin bütün çocukları orda vakit geçirirdik. Dünyanın dört bir
tarafından Ermeniler vardı o bahçede. Babamın vefatından beri gitmiyoruz, 4
senedir. Ondan önce de ben sıkılmıştım artık. Her yaz Ada’ya gitmek çok
boğmuştu beni. O bir yaş döngüsü ama. Ben hiçbir zaman prestij gibi yaşamadım.
Lüks bir ev değildi zaten. Adayı lüks bir yer gibi görmezdim, bizde
kendi köyümüze giderdik. Şimdi şöyle ben prestij gibi yaşamadım çünkü
ben o cemaatin içine yazın giriyordum, kışın hiç olmadım. Eşim Bursalı
olduğu için biz Mudanya’ya gidiyoruz. Aras (oğlu) çok mutlu oluyor orda, arkadaşları filan var. A2-15 (E, 39, K)
Adalı
olmayı (Büyükada) çok
ayrıcalıklı hissediyorum. Hem “network” açısından... Adal’ı olmak demek güzel
yemek yemeyi bilmek, tekneyle çıkmak, hayatın tadını almak demek...
“Büyükada’lı Ermeni olmak” daha ayrıcalıklı birşey. Daha kültürlüler, daha
elitler Büyükadalılar. Kınalıada’da çok yakın oturuyorlar birbirlerine.
Büyükadalı Ermeniler pek sevmez Kınalıadayı (gülerek). Çınarcık’a giden Ermeniler de vardır yazlığa, onlara daha “low
profile” gözü ile bakılır. A2-4 (E, 36, K)
Benim gibi
Ada’da büyüyenler, çocuğum Ada’da büyüsün, Ada arkadaşlığı bambaşka birşey, onu
istiyor. Ada çok daha güvenlikli bir yer. Ada’da kaybolma ihtimali yok ki, kaybolsa bile rahatlıkla bulursun.
İstanbul’da mümkün mü! Ada’da çok samimi arkadaşlıklar ediniyorsun. Kışın
görüşmesen de öbür yaz hooop kaldığın yerden devam edersin. Ada’da ufkun
değişiyor, çok değişik cemaatlerden arkadaş ediniyorsun. T. (arkadaşı) hep der “Ada arkadaşlıkları yaz aşkı
gibidir” diye. Yurtdışında yaşayıp yazın Ada’ya gelen Ermeniler var mesela.
Onlarla tanışma fırsatın oluyor. Adanın böyle bir esprisi de var. Ben çocuğum
olursa ilerde düşünürüm yaşamayı Ada’da. Orda güzel bir arkadaşlık oluyor
çünkü. Ama bir hava atma
durumu var tabi. Kurtuluş’ta oturanlar Kınalıya gider; Bakırköylüler daha çok
Çınarcık, Silivri, Kumburgaz
tarafına giderler. İstanbul içindeki ayrım yazlıklarda da aynı. Sınıf atlama
çabasında olanlar Ada’ya gider, abartanlar Büyükada’ya gider. Modalı benim
bildiğim 20-30 aile var Ada’dan ev almaya başladılar son zamanlarda.
Bakırköylülerden filan çok azdır.
Biraz alışkanlıkla da ilgili galiba. Mesela benim Kınalı’da tanıştığım hiç
Bakırköy’lü arkadaşım yok. Moda’lı var, Kurtuluş’lu var ama Bakırköy’lü yok. Yeşilköy’lüler
genelde orda geçirirler yazlarını. Bin yıl yemeyip içmeyip Ada’ya gidenler var
veya “çocuğum Ada’da yetişsin”
kafasında olanlar var. Şu anda borç harçla Ada’ya giden bir sürü insan tanıyorum. Benim amcamın 20
senedir evi var Ada’da ama bizde annem meraklı değil ondan kiralamadık ev.
Annemin hayat anlayışına ters. Benim annem o kadar aynı insanlara bağımlı
yaşamayı sevmez. Ada’da dip dibe yaşamak ona cazip gelmiyor. Bir de orda olursan mecburiyetler var, yok
yengeni görmek zorundasın yok şuna buna gitmek zorundasın… kimseyi görmeden
Ada’dan dönme şansın yok. Ada’da daha özgürsün tabi, gece 3’te dön istersen
eve. Gençler için çok cazip. Annem orda kontrol edemeyeceğini düşünüyor heralde
bizi (gülerek). Adanın bir
ucunda kavga çıkar anında tüm adada duyulur. Annem o sıkışıklığı sevmiyor. A2-7
(E, 31, K)
Kınalıada ile aralarında kuvvetli bir duygusal bağ
olduğu birçok Ermeni görüşmeci tarafından dile getirilmiştir. Ada’nın eskisi,
yerlisi olmak, tanıdığı, bildiği, “aynı dili konuştuğu” insanlar içinde
yıllardır yaşıyor olmak, Ada’nın kapalılığı ve izole olması kişilere büyük bir
güven duygusu sağlamaktadır. “Adalı olmak” sadece Ermeni toplumu içinde ve
kendi sınıfından kişilerle bir arada olmak değil, “Adalı olmak” anakaradan uzak
kalmak, Adalıların birbirleriyle yalnızlıklarını paylaşması, farklı sınıftan
dinden etnisiteden insanlarla bir ada kültürü üretmek demektir. Adalı olmak
Yahudisi, Hıristiyanı, Müslümanı birbirine yabancılaşmadan ortak bir kültür
üreterek yaşamak demektir.
Kışın
gidiyoruz bu sene çok gittik valla. Ada’ya adım attığımda bakkalı manavı
herkesle selamlaşıyorsun. Bana “şirin baba” derler Kınalıda’da (gülerek). Fayton da yok mesela bizim adada. Her
yere yürüyerek. Bir kaç tane belediyenin arabası var o kadar. 40 sene evvel de
yoktu. Yaşlanınca daha iyi kıymetini anlıyor Ada’nın, gençken bu kadar
anlamıyorduk. Sonra ne biliyormusun? Bir ada ne olsa İstanbul gibi değil, daha
belirli insanların yaşadığı bir yer. Kendini bilen, birbirini tanıyan insanlar.
Ada’da herkes seni tanır, düşünmeden
gayri ihtiyarı adım atarken dikkat ediyorsun. Kişiliğine yerleşiyor o senin.
İnsanlar kendi muhitinde yaşarsa yozlaşmıyor. Mekan değiştirenler bazı
şeylerini kaybediyorlar. Ben 40 senedir Kınalıadalıyım. Yarın Bodrum’a göçüyüm,
kim tanır A.’ı?
Ama
ben iskelede indiğim an ayağım kaysa biri hemen koluma
girer. Daha ne istiyorsun? A1-3 (E, 78, E)
Diğer taraftan Ermeni cemaatinin yoğunlukla kümelendiği
Kınalıada’ya karşı bir takım
eleştiriler de getirilmektedir. Bazı Ermeniler yoğun bir Ermeni nüfusunun
bulunduğu Kınalıada’da yaşamayı sıkışmış, kısıtlanmış, travmatik olarak
tanımlamaktadırlar. Küçük bir adanın içinde herkesi tanıyor olmanın boğucu olduğunu,
ister istemez bir dedikodu çarkının döndüğünü, gösterişe ve hava atmaya sıkça
rastlandığını ve bu kapalı ortamı rahatsız edici bulduklarını belirtmişlerdir.
Bu sebeplerden dolayı Kınalıada’ya gitmeyip farklı alternatifler
yaratmaktadırlar. Ada’lı olmanın olumlu ve olumsuz yanları bulunmaktadır.
Kınalıada’ya gitmemek ve ordaki cemaat hayatının içinde bulunmamak bir nevi
cemaat-içi kapalı hayattan ve o cemaate ait olmaktan kaynaklı sosyal ağlardan
da uzak olmak anlamına gelmektedir. Diğer taraftan ise Kınalıada’da yazlarını
geçirmek ve tamamen cemaate bağlı bir hayat yaşamak da dış dünyadan, geniş
toplumdan ve gerçeklikten izole olmak ve kopmak olarak görülmektedir.
Annem o ara
Marmara adasına gidiyor, parantez açıyorum Marmara adasına giderdik biz Burgaz’dan filan nefret
ederim. Neden onu da anlatayım. Ben 14 yaşında mı ne çok erken sigaraya
başladım. 12 yaşında babam bizi Fransız ailelerin yanına yolladı orda özentiden
başladık sigaraya. Parti veriliyor Ada’da, D. diye bir arkadaşım var. Herkesden
gizli saklı içiyoruz tabi. Partiye
gitmişiz Kınalı’da, ben orda tek başıma sigara içiyorum. Kötü olan ben oldum! Bin tane dedikodu
“A.’nin kızı sigara içiyor” filan, Ada faslı benim için bitti orda. A2-1 (E,
42, K)
Yukarıda Kınalıada’nın çoğunlukla Ermeni ve son
zamanlarda artan nüfuslarıyla Süryanilere ait sayfiye evlerinin bulunduğu bir
Ada olduğundan bahsedilmişti. Yöneltilen eleştirilerin başında kendi içinde
zaten kapalı olan bir cemaatin Ada gibi coğrafi olarak küçük bir mekan içinde
iyice sıkışması sonucu oluşan dedikodular, insanların hava atma amaçlı Ada’ya
geliyor oluşu ve bunu sosyal alanda gösterme şekilleri gelmektedir.
Çocukluğundan itibaren Ada’lı olmayıp Ada kültürüne sahip olmayanların,
ekonomik seviyeleri yükseldikçe orta sınıfın sahip olduğu kültürel araçları,
Ada’da ev sahibi olmak gibi, sınıf atlama amaçlı kullanmaları ve bununla “hava
atmaları” eleştirilen durumların başında gelmektedir.
Ben
Kınalı’yı curise gemilerine benzetiyorum. Ben yalınayakta çıkıp bakkala
gitmeliyim sayfiye yerinde ama orda bunu yapabileceğin saatler bellidir, herkes
sana bakar. Orda çok kısıtlı bir hayat var. Ben nefes alamam orda. “ya
istemiyorum ama gitmeek de olmaz, herkes ne der” diyip Adaya gidenler var.
Akşam kurufasulye pilav yiyip te komşunun çöpünden ıstakozları kendi çöpüne
koymak gibi... Tiyatrovari oldu ama Ada’nın resmi bu bence. A1-10 (E, 61, E)
Orta, ort üst ve üst tabaka Ermenilerin bir kısmı
Kınalıada’da yazlarını geçirirken, Ada’da yazlık kiralama imkanı bulamayan daha
orta alt kesim ise farklı tatil alternatifleri yaratmaktadır.
22 senedir
Kurtuluş’da oturuyoruz. Ada muhabbeti yok bizde. Yazları Ayvalık Sarımsaklıya
giderim, Tekirdağ’da bir akrabamızın yeri var oraya gideriz. Çınarcık’da
teyzemin yanına gidiyoruz. Kendi imkanlarım olmadığı için geziyoruz. Kınalının
da yüzde 90’ı Kapalı Çarşılı. A1-5 (E, 59, E)
Ermeni cemaati içinde toplumsal statülerin semtlere
göre belirlenmesi ve sınıfsal bir hiyerarşi yaratılması durumu İstanbul’da olduğu
kadar Adalar için de geçerli bir olgudur. Bu bağlamda Büyükada Kınalıada’ya
göre daha varlıklı, sosyoekonomik açıdan daha üst ailelerin yaşadığı,
Kınalıada’dan daha “havalı” bir Ada olarak görülmektedir. Kurtuluş’ta oturan
üst orta ve orta sınıfa mensup Ermeniler Kınalıada’da yazlık sahibi olurken,
Bakırköy, Samatya gibi semtlerde oturan ve daha düşük sosyal tabakadan
olanların Çınarcık, Silivri, Kumburgaz gibi sayfiye yerlerini tercih ettikleri
ifade edilmektedir. Bir görüşmecinin “bin yıl yemeyip içmeyip Adaya gidenler var” sözünün gösterdiği üzere özellikle
Büyükada’da ev sahibi olmak
Ermeni cemaatinin toplumsal alanında sınıf atlamak için kullanılan bir araç
işlevi görmektedir.
3.6.4.
Rum, Yahudi ve Ermenilerde İstanbul’a Aidiyet
Vatanından
uzak olan bir insan bizi anlar. Hissetmeyen ise “gavur bize masal anlatıyor”
diye içinden geçirir. Biz buralıyız kızım, İstanbulluyuz. Nereye gidicez? İnsan
toprağını bırakır mı hiç? (R, 69, K)
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermenileri için İstanbulluluk
çoğu zaman başka bütün kimliklerin, aidiyetlerin önüne geçmektedir. İstanbul,
görüşmecilerin büyük çoğunluğu için kimliklerinde çok başat bir önemdedir ve
vatan olarak İstanbul’u göstermektedirler. Uğradıkları ayrcımcılıklar ve
yaşadıkları sıkıntıları anlatırken satır aralarında, gitmeyip burda
kalmalarının arkasındaki en önemli sebeplerden biri olarak İstanbul’a
duydukları sevgi ve bağlılığın geldiği okunmaktadır. Her üç cemaatten,
özellikle üçüncü kuşak, yurt dışında nereli oldukları sorulduğunda “I am from
İstanbul” (İstanbulluyum) dediklerini belirtmektedirler. İstanbul yaklaşık son
on yılda yabancı yatırımcılar için en cazip şehirlerden biri olmuştur.
Uluslararası müzik ve film festivalleri, spor müsabakaları, Bienaller,
uluslararası akademik konferanslara ev sahipliği yapmasıyla yıldızı yükselen
şehirlerin başında gelmektedir. Tüm bu avantajları
kullanarak ve İstanbul’un tarihsel-kültürel olumlu imajını keşferedek yurt
dışında “İstanbullu” olduklarını belirtmeleri gayrimüslimler için bir kültürel
sermayeye ve prestije sahip olmak demektir. Özellikle son yıllarda Avrupa’da
yükselen İslamofobia ve ISID terörü nedeniyle İslam dininin ve Müslüman olmanın
negatif bir algı yaratmasından dolayı İstanbullu
olduklarını belirtmeleri gayrimüslimleri etnik-dini kimlikleri aracılığıyla
Müslümanlığın-Türklüğün bu oluşan olumsuz imajından kurtarmaktadır. Faydacı
etnisiteye göre kişiler işlerine geldiğinde etnik kimliklerini ön plana
çıkartır; diğerlerinin (cemaat dışındakilerinin) etnik kimliklerini de kendilerininkinden
ayırır, sınırlara tabi tutar veya hiç dikkate
almazlar (Somersan, 2004:28). Barth da (2001)
etnik bağların zamana
ve mekana göre değiştiğini vurgulamaktadır.401
Ben Ermeni
ve Rumum. Rum ne demek İstanbul demek. Ben İstanbullu diyorum kendime. Türklüğü
Türkler kendileri tanımlasınlar, bana kalmış bir şey değil
o. Annesi babası
401Goffman’dan büyük ölçüde etkilenen
Barth, etnik ve diğer kimliklerin akışkan, duruma bağlı, sürekli müzakere
nesnesi olan konular olduklarını öneren bir model üretmiştir. Kimlikler
“sınır”larda, içerdekilerin ve dışardakilerin karşılaşmaları sırasında, bulunmakta
ve müzakere edilmektedirler (Jenkins, 2008:44).
İstanbullu olan biriyim. Benim tepemde bir bayrak yok.
Bayrakçılık yok bizde. “Vatansızım” ben. A2-13 (E, 37, E)
Türk
Yahudilerinin DNA’sına İstanbul işlemiştir. Çöl de olsa burası senin
memleketindir. Bunu kimse değiştiremez! C2-1 (Y, 43, E)
İstanbul
şehir olarak… ben yurtdışına gittiklerinde “where are you from” dediklerinde “I am from İstanbul” derim
“I am from Turkey” demem.
Türkiye’nin Ürdün gibi bir
imajı oluyor, olabiliyor. İstanbul’un olayı farklı
ama. Millet buraya
gelmek için can atıyor
sen burda yaşıyorsun, kral iş (gülerek). Biz bir de çok sonradan göç etmediğimiz için onu daha rahatlıkla
söylüyoruz. İstanbulluluk çok güzel birşey. C2-11 (Y, 34, E)
Rum cemaati üç cemaat içinde her üç kuşaktan
görüşmecinin “vatan olarak” İstanbul’u
gösterdiği tek cemaattir. Memleketin neresi sorusunun cevabı Rumlar için hep aynı: I Poli (şehir). İstanbul Rumların
gerçek “vatan”ıdır. Rumlar için Patrikhane, kiliseler, Bizans mirası İstanbul’u
kutsal kılan mihenk taşlarıdır. Patrikhane Bizans’ın devamı sayıldığında
yaklaşık 17 yüzyıllık bir geçmişe sahip (Millas, 2014:203) ve İstanbullu
Rumların en kutsal mekanı olma özelliğini sürdürmektedir.
Türk
tebaalılar neden gitti? Biz gitmedik, niye biz gitmedik? Halam derdi hep “bütün
ülkelerde oluyor bu, oturun oturduğunuz yerde, sürüneceksiniz orda”. Babam
6-7’den sonra (1955) yukardaki evi
yaptı. Devamlı çalıştı 2 sene ve bitirdi o evi. Ve gitmedik biz. Ama şükür bak
ne güzel günler yaşadık. Şimdi sıkıntı yok. bana altın verseler git orda (Atina) yaşa diye yaşayamam. Bizim evimiz
İstanbul. B1-17 (R, 75, K)
Bana kaç
kere “Türk müsün?” diye sordular, İlya bile bizden daha genç, hepimiz
“İstanbullu Rumuz” diyoruz.” ATİNA-3 (R, 67, K)
Ben ne
diyorum biliyormusun? Köküm Yunanlıdır ama vatanım İstanbul’dur. B1-20 (R, 76,
E)402
402 Romain
Örs’ün de belirttiği gibi, İstanbullu Rumların kimliği kültürel bir farklılık
üzerine kurulmuştur. “Rum” tanımlaması ile kendilerini geniş Türk-Yunan
toplumlarından ayrıştırmaktadırlar. Kendilerini modern ulus öncesi kozmopolit
İstanbul, kendi şehirleri, ile özdeşleştirmektedirler. Kendilerini
Konstantinopolis’in Romalı kurucularını çağrıştıran Romioi olarak adlandırmaktadırlar. Birçoğu farklı yerlerden göç etmiş
Ben
herşeyden öncelikli olarak İstanbulluyum. Ben Yunanlı değilim, Türk
olmayabilirim ama İstanbulluyum. Dolayısıyla İstanbul benim evim. Eski
istanbul, buraları… benim evim burası. Gezmek, görmek için giderim Yunanistan’a,
3 hafta kalırım ama neticede buraya dönmem lazım. B1-13 (R, 63, E)
Tamamen
İstanbul’dan gitmeyi düşünmedim hiç. Kimliğimde çok belirleyicidir. Bunu
tahminim her Rum söylüyordur. Bu gidememe çok öznel birşeyde olabilir, hani
annem burda nasıl bırakırım gibi. Ama şehirle ve buradaki yaşantıyla
mahallesinden şehrine kadar nasıl giderim burdan sorusu hep var. B2-7 (R, 30,
K)
Bu bölümde İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermenilerinin
mekansal tarihi, kentsel coğrafya içinde geçirdikleri dönüşüm ve azınlık
statüsünü aldıkları Lozan Antlaşması’ndan günümüze mekanda zorunlu ve sınıfsal
hareketlilikleri ile oluşturdukları azınlık coğrafyası betimlenmeye çalışılmıştır.
İstanbul’un üç azınlık cemaatinin Lozan’dan günümüze ve özellikle 1950’li
yıllardan sonra geçirdikleri radikal demografik büzüşme İstanbul’un azınlık
semtlerinin de bu cemaatlerin varlığıyla oluşmuş olan sosyo-mekansal
ölçeklerinde derin bir büzüşme yaratmıştır. Bu bölümde öncelikle bu demografik
ve mekansal büzüşmeden önce İstanbul’un gayrimüslüm nüfusunun kente yerleşme
dinamikleri göç, meslek ve semtlerin etno-dinsel yerleşim tarihleri
çerçevesinde ele alınmış, tez çalışması kapsamında yapılan derinlemesine
mülakatlarla üç cemaatin İstanbul’a yerleşim tarihleri aile hikayeleri olarak
dinlenmiş ve elde edilen veri ikincil kaynaklarla birlikte değerlendirilerek İstanbul’un gayrimüslim haritası
betimlenmiştir. İstanbul’un gayrimüslim cemaatlerinin azınlık statüsü ile
birlikte Türkiye’nin bir ulus devlet olarak inşası sürecinde yaşadıkları
travmaların mekansal yansımaları Cumhuriyetin erken
yıllarından günümüze kadar
üç cemaatin nüfus ve mekandaki büzüşmesini açıklamada
kullanılmıştır. Yapılan görüşmelerde her bir cemaatin ortak ve cemaate özgün
travmalar ve diğer toplumsal, ekonomik ve kültürel nedenlere bağlı olarak
gerçekleşen mekansal hareketliliği
analiz edilmeye çalışılmıştır. Bu analizde Rumlar, Yahudiler ve Ermenilerin
mekandaki hareketliliğinin homojen olmadığı ve toplumsal sınıf ve yaşanan
travmanın niteliğine göre farklılaştığı ortaya çıkarılmıştır. İstanbul’un
azınlık coğrafyasının çok değişkene bağlı olarak oluşmuş ve giderek büzüşen bir
yapıda kentin genel sınıfsal coğrafyası ile bütünleşmekte olduğu
ortaya konulmuştur. Her üç cemaatin
üçüncü
olmalarına
rağmen, Rumlar, İstanbul’un en eski yerleşik toplumlarından biri olarak kabul
görmektedir. Kendilerini “yerli”, “Şehirli”, “kentli, “gerçek
İstanbullu” olarak kabul etmektedirler (İlay Romain Örs, “Beyond the Greek and Turkish Dichotomy: The Rum Polites of İstanbul and Athens”, South European Society and Politics, Vol.11, No.1, March 2006,
pp.79-94).
kuşaklarında cemaate bağlı mekansal hareketliliğin yerini sınıfsal ve
mesleki ilişkilerin belirlediği bir sosyalmekansal hareketliliğe bıraktığı
görülmüştür. İstanbul’un yeni orta sınıfları ve yeni üst sınıflarının mekanda
yerleşim eğilimlerinin üç cemaatin genç kuşakları tarafından paylaşıldığı
ortaya çıkmıştır. Burada bir istisna olarak mekansal hareketlilikte modern ve
seküler yerleşim alanları dışına çıkılmadığı görülmüştür.
İstanbul’un üç gayrimüslim azınlığının birinci ve
ikinci kuşaklarının giderek büzüşerek
de olsa eski azınlık semtlerinde oturmayı tercih etmelerine karşın merkezi
alanlardaki kentsel dönüşüm süreçlerinden etkilendikleri ortaya koyulmuştur.
İstanbul’da Rum, Yahudi ve Ermenilerin günümüzdeki mekansal coğrafyasının
mekansal büzüşme ve dağılmalarla biçimlenen heterojen bir yapıda olduğu ortaya
konulmuştur. Bu heterojen yapıda,
cemaatler arasındaki ve cemaat-içi sınıfsal ve kültürel farklılaşmalar mekana
yansımaktadır. Her üç cemaatin İstanbul’a yerleşimlerindeki kültürel kökenleri
onların kültürel sermayesini oluşturduğu için kültürel sermayeler ile maddi
sermeyeleri arasındaki gerilim ve çelişkiler de mekanda karşılığını
bulmaktadır. Rumlar için eski İstanbullu Rumlar ile 19. Yüzyılda Ege
adalarından gelen çoğusu Adalar’a yerleşen yoksul Rumlar arasındaki kültürel ve
maddi sermaye farklılıkları; Yahudiler için artık Seferadileşmelerine rağmen
Aşkenaz kökenli Yahudilerle Seferad Yahudileri arasındaki kültürel ve maddi
sermeye farklılıkları; Ermeniler için ise İstanbul Ermenileri ile Anadolu
Ermenilerinin kültürel ve maddi sermayeleri arasındaki farklar kendilerini
mekanda yansıtmaktadırlar.
Bu bölümün son kısmında İstanbul’un üç azınlık
cemaatinin hem sınıfsal konumlarının
önemli bir göstergesi olan hem de çoğunluğu oluşturan Müslüman Türklerden bir
ayrışma alanı olarak, azınlıkların homojenleştirici sayfiye yerleşmesi olarak
Adalar sosyo- mekansal açıdan analiz edilmiştir. Adalar Rum, Yahudi ve Ermeni
cemaatleri için farklı tarihsel anlamlarla yüklü olsalar da azınlık olarak
ortak kimliğin en önemli temsil mekanını oluşturmaktadırlar. Bu temsil mekanındaki
sınıfsal ve mekansal ayrışmalar Bourdieu’nun kültürel sermaye ve beğeni
kavramları kullanılarak analiz edilmeye çalışılmıştır. Burada en belirgin
ayrışmalardan biri İstanbul Ermenileri ile Anadolu Ermenileri ve hızla
zenginleşerek Kınalıada’dan ev alarak yerleşen Süryaniler arasında ortaya
çıkmıştır. Burada, Kınalıada’da yazlıkçı olan İstanbullu Ermenilerin, kültürel
sermaye açısından yetersiz gördükleri Anadolu kökenli Ermenileri ve maddi
sermaye açısından güçlü olan Süryanileri de kültürel sermayelerinin
yetersizliği üzerinden dışladıkları görülmüştür. Süryaniler kültürel sermaye
açısından toplumsal hiyerarşinin daha alt tabakalarına yerleştirilmekte ve bu ayrımı ifade
etmede kullandıkları dil en çok kadın bedeni, giyim tarzı, süslenme
şekilleri, tüketim alışkanlıkları, gelenek-görenekler, dil ve semt/mekan
üzerinden üretilmektedir. Bu durum Adaların yerleşik sayfiye kültürüne aykırı
diğer yeni sakinleri için de Adalılar tarafından dışlayıcı bir pratik olarak
yaşanmaktadır. Adanın eski sakinleri için Adalı olmak bir yaşam tarzı, prestij
ve sosyal statü simgesidir; kendilerini bu söylemle hem mekan üstünden, hem de
kültürel pratikler üstünden
ayrıştırmaktadırlar. Kıyaslayarak kimlik inşa etme durumu kültürel sınıf analizine göre, sınıfın
bugün işlediğine dair en önemli kanıtlardan biridir (Karademir Hazır, 2014).
Kaynak kişiler, kendilerini diğerlerinden farklı bir yerde konumlandırırken,
gerek kendilerini diğerlerinden ayırmakta, gerekse de onlardan üste
koymaktadır. Kendilerini, daha alt toplumsal konumda gördükleri insanların
üstünde konumlandırarak onlardan ayırmaktadırlar. Tüm bu örnekler bize sınıfın
günümüzde artık kişiye ait, davranış ve pratiklerini yönlendiren ahlaki-kültürel bir ürün olarak değerlendirildiğine dair önemli ipuçları sunmaktadır. Skeggs’in de
belirttiği gibi, anlatıların bize gösterdiği tüm bu örneklemler popüler
kültürde sınıfın ekonomik bir kategorizasyondan kültürel pratiklere kaydığını
göstermektedir (2005:50). Adaların geçirdiği kültürel dönüşüm karşısında eski
Adalıların farkında olmadan, azınlık olarak dışlanma konusundaki deneyimlerine
rağmen dışlayıcı pratikler ürettikleri görülmektedir. Diğer yandan, bir mekan sınıfsal
temsilini kaybedecek yeni deneyimler yaşadığı zaman oradaki
üst sınıfların ‘avamlaşarak üst sınıfları temsil niteliğini’ kaybeden
mekanlardan uzaklaştıkları ve yeni sınıfsal temsil mekanlarına yönlendikleri de yine Adalar örneğinde ortaya çıkmıştır.
Büyükada ve Burgazada’nın eski üst sınıflarının Adaların orta sınıflaşmaya
başlayan temsilinden uzaklaşarak Ege ve Akdeniz kıyı kasabalarındaki popüler
yeni tatil yerleşmelerine yöneldikleri de çalışmada ortaya çıkmıştır.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin
İstanbul mekanındaki sosyo- mekansal farklılaşmalarının tespitini yapabilmek
kimlik algılarını anlamak açısından önemlidir. Kimlik, hala yerel düzeyde yerle
kurulan ilişki aracılığıyla üretilir; çünkü yer, ulus tahayyüllerinin gündelik
hayatın sosyo-mekansal ilişkileri aracılığıyla güç kazandığı ve kaybettiği
noktadır (Hills, 2014:68). Rum, Yahudi ve Ermeniler için İstanbul ve semtleri
sadece yaşanılan bir mekan olmanın da ötesinde kimlik verici bir unsurdur.
İstanbul çok büyük bir aidiyetle bağlı oldukları, dini-etnik kimliklerinin
temelini oluşturan kiliseleriyle, sinagoglarıyla, okullarıyla, dernekleriyle,
Rumluk, Ermenilik ve Yahudiliklerini üzerine inşa ettikleri bir şehirdir.
İstanbul, görüşme yapılan gayrimüslimlerin büyük bir çoğunluğu için başat bir
kimlik kaynağıdır. Bu özellik Bizans ve Osmanlı’ya dayanan uzun bir geçmişle
ilintilidir. Mekan kimliğin
yerleştirildiği bir anlamlandırılma, etkileşimlerden ve anılardan
oluşan bir örüntüdür. Görüşmecilerin büyük bir çoğunluğu azınlık
kimliklerinden dolayı uğradıkları baskılara ve yaşadıkları travmalara rağmen
göç etmemelerinin veya ettikten sonra geri dönmelerinin, en azından yazları
Ada’ya gelmelerinin en büyük nedenlerinden biri olarak
İstanbul’un kimliklerindeki baskın yerini ve şehre olan aidiyetlerini
göstermişlerdir. f Bir yandan her sene niceliksel açıdan gittikçe azaldıklarını
hüzünle dile getirirken diğer taraftan da bu azalma ve yok olma tehdidi
karşısında köklerinin inşa olduğu İstanbul’a çok daha büyük bir bağlılıkla sarılmaktadırlar.
4. BÖLÜM
Rum, Yahudi ve
Ermenilerin Vatandaşlık/Kimlik Algıları ve Politik Alanda Azınlık Olmak
Başkalarını
çoğu zaman en dar aidiyetleri içine sıkıştıran bizim bakışımız ve
onları özgür kılacak da gene bizim bakışımızdır. (Maalouf, 2015:24)
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin
Osmanlı Modernleşmesi ve Tanzimatla başlayan eşit vatandaşlık umutları gibi
Lozan’da tanınan azınlık haklarının büyük bir kısmı da sadece kağıt üzerinde
kalacak ve azınlık olarak yaşanan travmalar bu hakların talep edileceği bir
kamusal ve politik alana da olanak vermeyecektir. Bu bölümde İstanbul’un Rum,
Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin kendilerini kamusal ve politik alanda azınlık
olarak yeniden inşa etme deneyimleri vatandaşlık, kimlik, aidiyet, dışlanma ve
ayrımcılık pratikleri çerçevesinde analiz edilecektir. Önceki bölümlerde
ayrıntılı olarak üzerinde durulduğu gibi Cumhuriyetin homojen bir ulus yaratma
pratiğinde gayrimüslim azınlıklar, uluslararası ve ulusal dönemsel
politik/ekonomik krizlerin de etkisi ile ekonomik ve sosyal alandan
dışlanmış ve kamusal alanda ayrımcı uygulamalarla karşı karşıya
kalmışlardır. Yeni kurulan Modern Cumhuriyet Türk vatandaşlarına bağımsız,
modern, kendini yöneten, demokratik bir vatandaşlık vaad ederken, gayrimüslim
vatandaşlara düşen pay, milliyetçiliğin kendini inşa ederken ihtiyaç duyduğu
öteki ve sadakatinden şüphe edilen yabancı statüsü olmuştur.
Özellikle Tek Parti dönemindeki Türkleştirme
politikalarına Rum ve Ermeni cemaatlerine göre daha ılımlı yaklaşan ve Türk
ulusal kimliğine sadakatlerini kanıtlamaya çalışan Yahudiler bile yeteri kadar
Türkleşmemekle ve Türkçe konuşmamakla eleştirilmişlerdir (Bali, 2005). Önceki
bölümlerde geniş olarak üzerinde durulan 1934 Trakya Olayları, 20 Kur’a
ihtiyatlar, Varlık Vergisi, Vatandaş Türkçe Konuş kampanyaları, gayrimüslim azınlıkların çeşitli mesleklerden ve kamu görevlerinden men edilmeleri gibi
uygulamalar gayrimüslim cemaat bireylerinin genç Cumhuriyet’in eşit
vatandaşlık vaadine olan inançlarını sarsmış, ulusal kimliğin içine kabul
edilmeyeceklerine dair güvensizliği kuvvetlendirmiştir. Çok Partili dönemin,
eşit vatandaş olmaları için gerekli siyasal, kamusal alanı oluşturacağını umut
eden her üç azınlık cemaati için bu umut 6-7 Eylül Olayları, 1964 Rumların zorunlu
göçü, ardından 70-80’li yılların politik şiddet ortamında, özellikle Kıbrıs
Krizi ve ASALA terörü dönemlerinde Rumların ve Ermenilerin “dış düşmanlarla”
özdeşleştirilmeleri ve “günah keçisi” ilan edilmeleri, 80’lerden itibaren
artmaya başlayan ve 2000’li yıllardan itibaren kuvvetli bir hal alan
antisemitizm ile birlikte kırılmıştır. Bu umut yerini kendilerin korumak için
geliştirecekleri kimlik stratejilerine, içe kapanmaya ve politik alana
katılmayarak politik olarak görünmez olmaya bırakmıştır.
Bu bölümün ilk kısmında Rumluk, Yahudilik ve Ermenilik
kimlik olguları vatandaşlık,
ulus-devlet, milliyetçilik kavramları çerçevesinde tartışılacaktır. Gayrimüslim
azınlıkların vatandaşlık tanımının içini nasıl doldurdukları,
Türk/Türklük/Türkiyelilik kavramlarına nasıl yaklaştıkları ve kendi dini-etnik
kimliklerini bu kavramlarla nasıl tamamladıkları, kendilerini toplumun hakim
unsuru (Sünni Müslüman) karşısında eşit vatandaş olarak görüp görmedikleri,
hakim unsurun ve devletin onlara eşit vatandaşlık bağlamında nasıl yaklaştığı,
dinin ulusal kimliğin içine kabul edilmedeki rolü, kolektif belleklerinin
vatandaşlık algısı ve bunun ifadesinde nasıl bir rol oynadığı, ulusal hafızada
yer etmiş ve siyasi konjüktüre bağlı olarak siyasi ve toplumsal alanda yeniden
üretilen “koz- rehine”, “yabancı”, “yerli-milli” olmayan, “misafir”
yaklaşımlarının kimlik algılarında nasıl bir değişim ve dönüşüm yarattığı,
İsrail, Ermenistan ve Yunanistan’a karşı olan duygusal bağları ve bu bağlamda
vatan-anavatan kavramlarının onlar için ne ifade ettiği analiz edilecektir.
Bölümün ikinci kısmında politik alanda gayrimüslim
azınlık olmak üzerine belli başlı başlıklar tartışılacaktır. Türkiye devletinin
Cumhuriyet’in inşasından itibaren azınlıklara yönelik bir politikası olup
olmadığı, var ise bunun ne olduğu, gayrimüslim azınlıkların oy verme
davranışları, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) döneminde, özellikle AB’ne giriş
reformları çerçevesinde, uzun yıllar boyunca ihmal edilen gayrimüslim azınlık
cemaatlerine yönelik atılan yapıcı adımlar, cemaatler ve hükümet arasında artan
olumlu diyalog ortamı hakkındaki görüşleri, bu gelişmelerin “sıradan” bir
azınlık cemaati mensubunun hayatında ne tür
değişimler yarattığı, siyasi otoritenin gayrimüslim toplumlara yönelik zaman zaman
yoğunlaşan ayrıştırıcı ve ötekileştirici söyleminin ve bu söylemlerin
toplumsal tabanda yarattığı yankının gayrimüslimlerin algısında yarattığı
kırılmalar, Gezi Direnişi hakkında ne düşündükleri, Kürtlerin hak taleplerinin
gayrimüslim azınlıkların hak edinimleriyle paralellik gösterip göstermediği,
1915’in 100. Yılında yaşanan “özür krizi”, artan antisemitizm, Hrant Dink’in ve
ölümünün Ermeni cemaatinde yarattığı dönüşümler, ülkenin çözülmeyi bekleyen
toplumsal meselelerinin neler olduğu hakkındaki düşünceleri, güvenlik ve
gelecek kaygısı hissedip hissetmedikleri ortaya konulmaya çalışılacaktır. Her
üç cemaatin, vatandaşlık, kimlik,
kamusal alan, politik alan ve özel alanda azınlık olarak kendilerini inşa
süreçleri, yaş kuşakları, toplumsal sınıflar ve cinsiyet değişkenleri ile
birlikte analiz edilmeye çalışılacaktır.
4.1. Gayrimüslim Azınlıkların Vatandaş
Olma Deneyimi
Birinci
sınıf vatandaş hissediyor muyum? Hayır. Bir kere devlet dairesine gidersen
anlarsın ne demek istediğimi. Nüfus cüzdanına bakıp sana baktıkları an
anlıyorsun… (E, 31, K)
Bir toplumda geçerli olan
vatandaşlığın doğasını anlamaya yönelik bir girişimde, devlet, millet ve vatana
yönelik kavramsallaştırmalar büyük önem taşımaktadır. Söz konusu
kavramsallaştırmalar, toplumun siyasal kültürü ve egemen zihniyet kalıpları
konusunda ipuçları verir.403 Dolayısıyla, Türkiye’de vatandaşlığın nasıl
kavramsallaştırıldığını mercek altına almak, gayrimüslim vatandaşların kendi
kimlik algılarını anlamaya çalışmak, kimlik ile vatandaşlık arasındaki ilişkiyi
düşünmek söz konusu olduğunda faydalı bir çerçeve oluşturacak ve yol gösterici
olacaktır. İnsanların hem ait oldukları cemaatleriyle hem de devletleriyle olan
ilişkisini belirlemede çoklu kimlikleri, dini-etnik aidiyetlerinin yanısıra
yaş, sınıf ve toplumsal cinsiyet önemli faktörlerdir. Rum, Yahudi ve Ermeni
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir bireyin vatandaşlığını incelerken onun
toplumsal cinsiyeti, sınıf konumu, şehirli olup olmadığı, yaşı vb. gibi bütün faktörler vatandaşlığını belirlemektedir. Burada
403Çok
geniş bir külliyat içeren “devlet-millet-vatandaşlık” ilişkisini irdeleyen
literatürün genel bir değerlendirmesini yapmak bu bölümün kapsamını aşmaktadır.
Bu bölümün ana sorunsalı gayrimüslim azınlıkların kimlik-vatandaşlık ilişkisi
ekseninde oluşmaktadır. Etnisite ve toplumsal cinsiyet ulusalcılık ve ulus-
devletlerde çatışma ve farklılık yaratan ana kategorilerdir. Ulus-devletlerin
tarihine bakıldığında vatandaşlık tanımının ve pratiklerinin toplumsal cinsiyet
ve etnik gerilimlerle oluştuğu görülebilmektedir (Adak, Altınay, 2010:9-30). Bu
bağlamda milliyetçilik-vatandaşlık literatüründe ihtiyaç duyulacak temel
çalışmalar için Bkz.: Kadıoğlu, 1997:177-194; Kadıoğlu, 1998:91-101; Kadıoğlu
2012a; Keyman, İçduygu, 2005; Marshall, Bottomore, 2000; Pateman, Phillips, 1995; Kristeva, 1993; Walby, 2016;
Yuval-Davis, 2010; Bozdoğan, Kasaba,
1998; Hobsbawm, 2010; Anderson,
2004; Smith, 2014.
“vatandaşlık” yalnız belli bir ülkeye ait
pasaporta sahip olmak gibi dar biçimsel bir anlamda değil, devlet ve birey
arasındaki ilişkiyi özetleyen daha geniş bir kavram olarak kullanılmaktadır.
4.1.1.
Siyaset ve Sosyoloji Yazınında Bir Kesişme Alanı: Çokkültürlülük ve Milliyetçilik
Tartışması
Etnik ve ırksal azınlıklar için vatandaşlık haklarının
en problemli tarafı, bu grupların toplumsal haklarına ve çokkültürlülük
kavramına ve vatandaşların haklarının sınırlarının nasıl tanımlanacağına
yöneliktir. Çokkültürlülük hakları entegrasyon ve asimilasyondan farklı olarak
ülkeler tarafından daha az dikkate alınmışlardır; çokkültürlülük siyasi bir
sistemin işleyişinden çok kültürel, felsefi ve siyasi bir seçimle ortaya çıkan
bir anlayış olarak daha çok kabul görmektedir (Tuna, Özbek, 2014:219). Keyman’a
göre, çokkültürlülük politikası “modernitenin
birey temelli özgürlük
ve adalet anlayışına “farklılık” ve ötekilik”
kavramlarını eklemiş; kimlik ve vatandaşlık arasındaki ilişkinin
gelişimine katkıda bulunmuştur” (2012:218-254); Toksöz’e göre de çokkültürlülük,
“etnik ve diğer farklılıkları (dilsel, dinsel, ulusal, kültürel) destekleyerek
farklı kimliklerden grupların heterojen ve istikrarlı bir toplumda bir arada yaşamalarına olanak
sağlamakla yükümlü bir toplum modelini öngörmektedir” (2006:37).
Liberal çokkültürcü politikalar ve söylemler son
yıllarda kimlik siyasetinin mücadele sahası haline gelmiştir. Çokkültürcü
politikaların önde gelen kuramcılarından Taylor’a göre “eşit tanınma
politikası” (politics of equal recognition) çokkültürcü politikaların temelini
oluşturmaktadır (Romeyn, 2016: 2). Taylor, “tanınma talebi”nin çağdaş
politikanın temellerinden bir olduğunu ileri sürmektedir. Azınlıklar ya da
madun grupların tanınma talebinde, kimlik ile tanınma arasındaki ilişki ‘temel
tanımlayıcı özellik’ üzerinden kurulmaktadır
(A.e.). Azınlık
ya da madun gruplar kendilerinin kimliğini oluşturan en belirgin
özelliğin (din, dil, etnisite, ırk ve cinsiyet gibi) eşit tanınmasını talep
etmektedirler. Diğer yandan, kültürel çoğulcular aslen beyaz erkekler için ve
onlar tarafından tanımlanan vatandaşlığın ortak haklarının, azınlık gruplarının
(etnik ve dinsel gruplar, siyahlar, kadınlar, gey ve lezbiyenler, çocuklar,
engelliler…) özel ihtiyaçlarına karşılık veremeyeceğini iddia etmektedirler
(Yuval, Davis, 2010:147-150). Guttman’a göre ise kamusal düzlemde tanınmak iki tür saygıyı gerektirir: 1) Cinsiyet, ırk ve etnisite
ayrımına gitmeksizin her bireysel kimliğe
saygı 2) Dezavantajlı konumda bulunan kadınlar dahil tüm azınlıklar
tarafından yürütülen faaliyetlere saygı (Marshall, Bottomore, 2000:154-5).
Habermas’ın önerdiği “anayasal vatanseverlik” ise, akla, özgürlüğe, hukukun
üstünlüğüne, yurttaşlardan oluşan ulus-devlete
ve farklılığın hoşgörü ile karşılandığı ulus-ötesi liberal cumhuriyete
sadakati ifade eder. Öte yandan, Habermas’ın önerdiği bu cumhuriyetçi bilinç
“biz” ve “onlar” arasındaki ayrımı daha da güçlendirerek “tikelci” ulusal
kimliği yeniden üretme eğilimini içinde taşır (Habermas, 1989’dan aktaran
Marshall, Bottomore, 2000:154-5).
Young’ın “farklılaştırılmış vatandaşlık”
(differentiated citizenship) anlayışına göre ise bazı grupların üyeleri siyasal
topluluğa sadece bireyler olarak değil, aynı zamanda gruplar içinde dahil
edilerek özel kültürel haklarından faydalanmalılar. Young’a göre grup
farklılıklarını aşan evrensel bir vatandaşlık yaratma girişimi adaletsizdir
(Young, 1989’dan aktaran Kymlicka, Norman, 2012:208). Ancak Kymlicka ve Norman,
Young’ın bu modelini sorunlu bulmaktadırlar. Bu tür bir yurttaşlık anlayışı ilk
olarak üst kimliklerin yok olmasına neden olabilir. İkinci olarak da bu tür bir
yaklaşım azınlıkları bir tür “yakınma siyaseti” (politics of grievence)
geliştirmeye yönlendirebilir (A.e.,
s.185-217). Topluluklara verilen önem birey haklarını görmezden gelebilmekte,
hatta onlar üzerinde bir baskı mekanizması oluşturma riskini taşımaktadırlar
(Tuna, Özbek, 2014:221). Diğer taraftan, Kymlicka’nın savunduğu “çokkültürlü
yurttaşlık”ta (multicultural citizenship) grup hakları bireysel haklara
dayanmakta, kültürel grupların korunması haklarını içlerinde liberal olan
gruplarla sınırlandırmaktadır. Kymlicka’ya göre,
kültürel gruplara tanınan
özel haklar onları
çoğunlukla aynı seviyeye taşımaktadır. Kymlicka ayrıca tezinde, azınlık
gruplarının haklarının meşruiyetinin incelenmesi durumunda, liberal eşitlikçi
ve feminist bir yaklaşımın çokkültürlülükteki grup içi eşitsizliklere çok
dikkatli bakması gerektiğini söyler. Adalet kavramı, etno-kültürel gruplar
arasında olduğu kadar etno-kültürel gruplar için de çok büyük önem arz
etmektedir. Örneğin, Liberal Teori’nin etno-kültürel gruplara dahil kadınların
özgürleşmelerinin önündeki engellerin ne kadarının grup içi kültürel
sınırlamalardan kaynaklandığını görmek için daha incelikli bir bakışa ihtiyacı
vardır (Cohen v.d., 1999). Bu nedenle Rawls politik
liberalizmin, grup-içi eşitsizlik ve sınırlamaları da dikkate alan, çoğulcu
ve adaletçi versiyonunu savunur. Mouffe’a göre ise toplumsal faydayı reddeden
liberalizm ve onu mutlaklaştıran cumhuriyetçi yaklaşıma karşın, radikal demokratik yaklaşım, ortak fayda
denen şeyi bizlerin yurttaş olarak sürekli afıta bulunduğu, ancak asla
gerçekleşemeyecek bir kavram olarak algılar. Mouffe’un önerdiği yaklaşımda
radikal demokratik yurttaşlık “…eşitlikçi toplumsal ilişkileri, uygulamaları ve kurumları kapsayan yeni bir tür
hegemonyanın oluşum şartlarını
hazırlayan ortak bir siyasal kimliğin inşası olarak algılanmalıdır.”
Demokratik yurttaşlık vesayeti kabul etmeyen, cumhuriyetçi klientalizmi
reddeden ve özgürlüğün ancak eşitlik ile var olabileceğini süren bir yaklaşımın
ürünüdür (Mouffe, 1993’den aktaran Bottomere ve Marshall, 2010:164).
Diğer yandan vatandaşlık
ile milliyetçilik arasındaki ilişki de geniş bir tartışmayı barındırmaktadır.
Milliyetçilik Kedouri’ye göre bir doktrin, Smith’e göre bir ideolojik hareket, Gellner’e göre bir siyasi ilke,
Calhoun’a göre bir söylemdir (Özkırımlı, 2009:74). Milletlerin etnik
kökenlerini inceleyen Smith, milliyetçiliğin tamamen modern bir olgu olduğunu
belirterek, milliyetçilik modelleri açısından hem etnik soykütüksel
(jenealojik) hareketi, hem de vatandaşlığa ve toprağa bağlı (sivil-teritoryal)
hareketi kapsayan bir sınıflandırma geliştirmiştir (2014). Anderson ise kitle
iletişim araçları, devlet dilinin ve eğitimin standartlaştırılması, nüfus
sayımı, ülke haritası, müzeler aracılığıyla ulus kimliğinin üretilmesinde ve yaygınlaştırılmasında
devletin oynadığı rolü ele alır (2004). Brubaker’in kapsamlı analizinde ise
Fransız vatandaşlık kavramı siyasi ve ideolojik nitelikteki toprak ve yurt
bağlamında bir vurguya sahipken, Alman vatandaşlık kavramı organik ve soya
dayalı (etno-kültürel) bir niteliğe bürünmüştür (2009). Bu bağlamda, Türk
milliyetçiliği hem Fransız hem Alman milliyetçiliklerinin özelliğini
göstermektedir. Bir diğer deyişle hem medeniyetçi hem de kültürcüdür (Kadıoğlu,
2012a:173). Kastoryano ise günümüzde sınır-ötesi milliyetçilik (transnational nationalism) ile artık topraksız
bir milliyetçilik ile karşı karşıya olduğumuzu söylemektedir.404
Diğer yandan milliyetçilik
ve millet genellikle kamusal siyaset alanının bir parçası olarak
tartışılmaktadır (Sancar, 2014:54). Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin
milliyetçilik projelerindeki yeri patriarkal zihniyeti değiştirmeye ve
dönüştürmeye çalışması açısından son derece önemlidir. Yuval-Davis vatandaşlık
ve milliyetçilik çalışmalarında genellikle ihmal edilen, gizlenen kadınların,
milletlerin yalnızca biyolojik, kültürel ve sembolik yeniden üretiminde değil,
vatandaşlık hakları ve yükümlülükleri yoluyla milletin sivil oluşumundaki
konumlarına ve rollerinin önemine vurgu yapmaktadır (2010). Pateman, toplumsal
sözleşme teorilerini incelemiş; bu teorilerin sivil toplumu kamusal ve özel alana böldüğünü ve
404“Türk Yahudilerinin istikbali tarihleridir”, 25.06.2014, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-91553-
turk_yahudilerinin_istikbali_tarihleridir.html, 11.10.2014.
kadınların (ailenin)
siyasi açıdan önemsiz
olduğu düşünülen özel alana yerleştirdiğini öne sürmüştür (1995).405
4.1.2. Türk Milliyetçiliğinde “Öteki” ve Cumhuriyet’in “Sadık” Olmayan Vatandaşları
Sosyolojik açıdan birinin
varlığı ancak bir diğeri ile mümkündür. Milliyetçilik ise düşman imgelerine
muhtaçtır. Bu düşman imgesi biz dışındaki
öteki onlar’dır (Kentel, 2011:435).
Milliyetçilik kimlikler ve karşı-kimlikler üretir; bizi, ötekilere göre
tanımlar (Özkırımlı, 2009:285). Bauman’a göre, eğer iç grupta (millet)
dayanışmanın kurulması bir dış gruba karşı düşmanlığın vazedilmesi ve uygulanması eşliğinde yürütülmüyorsa, büyük
ölçekli bir iç gruba sadakat aşılama yönünde başarının hiçbir şansı
yoktur (2015:57). Politik teoride ve kolektiflerin oluşumunda korkunun ve bu
korku aracılığıyla üretilen öteki’nin
önemli bir yeri olduğu düşünülür. Machiavelli’nin Hükümdar (The Prince and the Discourses) adlı eserinde, prensin
zaten sahip olduğu güce halkın rızasını sağlamak için korkuyu kullandığından
bahseder. Hobbes, korkunun devletin ortaya çıkışında birincil faktör olduğunu ileri
sürer. Ona göre tebaanın yönetilmeye razı olması anarşi korkusundan ileri
gelir. Bu modelde korku devletin kurulması için zorunluluktur. Campbell’e göre
de tehlike nesnel bir durum değildir, tehdit edebileceği kişilerden bağımsız
olarak var olan bir şey değildir. Korku, tehdit üreterek (ulusun birliğine
tehdit, Yunanlıların Megali İdea’sı406, Ermeniler’le Rusların
işbirliği, Siyonizm tehdidi gibi…) bedenleri birbirleriyle ve ötekilere karşı
birleştirir. Beck’de toplulukların ortak risk algıları vasıtasıyla “bağlayıcı
güç” haline geldiklerini söyler (Ahmed, 2004:94-95).
Tanıl Bora, Türk
milliyetçiliğini, birbirine bağlanan Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve
Millî Mücadele sürecinde yoğrulan ve yatağına oturan bir milliyetçilik olarak
tanımlamaktadır.407 Türkiye’de milliyetçiliğin kurgulanması sırasında politik
sınırlar bazı kişileri üyeler olarak tanımlarken diğerlerini yabancılar sınıfına koymaktadır (Benhabib,
405
Kadınların uluslaşma süreçlerine eklemlenmelerinin nasıl gerçekleştiğini,
Cumhuriyetin inşasında kadınının rolünü ve işlevini inceleyen detaylı bir
çalışma için Bkz.: Sancar, 2014. Feminist kuramcılar ayrıca militarist küresel
stratejilerin cinsiyetlerle, farklı erkekliklerin inşası ile ilişkisi üzerinde
önemle durdular; Bkz.: Enloe, 2003.
406 Yunanistan’ın doğusuna
yönelik olarak, Rumların
yaşadıkları yerleri Yunanistan bayrağı altında
birleştirmeyi amaçlayan yayılmacı bir milliyetçilik ve dış politika anlayışını
simgeler (Macar, 2012a:60). 407Tanıl Bora, “milliyetçilik doğallıkla meşrulaştırılamaz”, (Çevrimiçi) 16.04.2012, http://www.altust.org/2012/04/tanil-bora-milliyetcilik-dogallikla-mesrulastirilamaz/, 05.10.2015.
2006). Yakın bir geçmişte Balkanlar’ın Osmanlı topraklarından ayrılması, ardından patlak veren Birinci Dünya Savaşı ve Türk
Kurtuluş Savaşı’nda, Anadolu’da yaşayan Rum ve Ermeni cemaatlerinden bazı
grupların işgalci güçlerle işbirliği yaparak Türkiye Cumhuriyeti’nin ana kurucu
öğesi olan Müslüman nüfusun karşısında yer alması, Türk toplumunun hafızasında
yer etmiştir. Balkan Savaşları, bir yandan vatanın en yaşamsal organlarını
kaybettiğinin tescili anlamına gelirken, diğer taraftan öteki’nin inşasına zemin hazırlamıştır (Üstel, 2011b:105). Yunan
işgali ve Kurtuluş
savaşı ise yeni doğmakta olan Türk
ulusal kimliğinin beşiği işlevini görmüş ve Yunanlılar okul kitaplarında esas düşman olarak gösterilmiştir
(Yıldız, 2013:92). Bu anlamda, geçmişin unutturulması politikası Türkiye’de
milliyetçi kimlik politikalarının da kurucu öğesi olagelmiştir (Bilal,
2014:238).
Üstel’in belirttiği gibi,
İmparatorluk bakiyesi, Türkler üzerinden inşa edilmek istenen organik bir ulus
ve yurttaşlık anlayışına dayanmaktadır. Bu anlayışta kurucu unsurun Türkler olduğu vurgusuna uygun bir çerçeve
çizilecek ve dünün tebası kurgulanacak
öteki’lerin inşasında önemli bir
işlev yüklenecektir (2011a:322). Tüm gayrimüslimlerin Anadolu’nun işgali ve paylaşımı karşısında İtilaf devletleriyle
ortaklaşa hareket ettiği fikri, toplumsal hafızanın parçası olmuştur. Toplum
genel anlamda gayrimüslimleri dış güçlerin içerideki uzantıları şeklinde değerlendirmiş, onların
güvenilirlik ve sadakatlerini devamlı sorgulamıştır (Bali, 1998:171). Dolayısıyla, gayrimüslim
azınlıklar yaygın kanıya göre, Üstel’in ifadesiyle ‘pek de makbul vatandaş” sayılmamaktadır.408 Ekmekçioğlu’nun da belirttiği gibi, toprak talebi, bölücü
politikalar ve Batı işbirlikçiliği ile yakından bağlantılandırılmamış olan
Yahudiler ve Süryaniler dışında kalan gayrimüslimler olarak Ermeniler ve
Rumlar, en azından Birinci Dünya Savaşı’nın başından itibaren, düşmanın
içerdeki kolu olarak görülmüşlerdir (2015). Türk ulusalcılarından, parlamenter
Hamdullah Suphi Tanrıöver’e göre, Rumlar ve Ermeniler Türk olamazken Yahudiler
Türkçeyi ve Türk kültürünü benimserlerse Türk olabilmeleri mümkündür. Bu
bağlamda Yahudilerin diğer gayrimüslim cemaatlerine göre farklı bir pozisyonu olmuştur.409 Diğer gayrimüslim halklarda
408
Uluslarası alandaki konjüktüre bağlı olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, bazı dönemlerde yoğunlaşan, siyasi elit
tarafından inşa edilen “ötekileştirici” söylemlere maruz kalmaktadırlar. 90’lı
yıllarda PKK terörünün yükselmesiyle ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde
çatışmaların arttığı dönemlerde (geçtiğimiz son bir yıl da bu duruma örnektir)
PKK ya da Kürt sorununun arkasında “Ermeni sorunu” nun olduğu yönündeki iddialar kendini dayatmaktadır. Bu durumun
analizi için Bkz. 1 bölüm. Ayrıca Bkz.: Yetvart Danzikyan, “Ermeni fobisi” ve
kaynakları”, Agos, s.4, 04.03.2016.
409
Atatürk’ün 1923 yılında yaptığı konuşma da bunu destekler niteliktedir: “Sadık halkımızdan bazıları var ki, kaderleri
kendilerini yöneten Türklerinkiyle bir olmuştur, özellikle de bu ulusa ve bu
vatana sadakatleri kanıtlanmış olan Yahudiler, yaşamlarını bugüne kadar
rahatlık ve refah içinde sürdürmüşlerdir, bundan böyle de rahatlık ve mutluluk içinde yaşamaya devam edeceklerdir”
(Shaw, 1997).
görüldüğü gibi, Osmanlı Yahudilerinde
ayrılıkçı hareketler hiçbir zaman popüler ve yaygın olmamıştır. Rodrigue’e
göre, “Yahudilerin çıkarları
İmparatorluğun çok etnisiteli bir yapıya dayanarak devamlılığı yönündeydi” (1997).410 Yeğen’e göre de genel Türkleştirme
siyasetine direnç göstermeyen Yahudi yurttaşların Türklüğü, vatandaşlık
itibariyle elde edinilen Türklüğün biraz ötesine geçerek, “olunabilir” Türklüğe
yakınlaşmış görünmektedir. Bu bağlamda Yeğen’e göre din unsurunun dışında
Türklüğe dahil olmayı belirleyen ana unsur ülkeye sadakat olmuştur (2014:112).411
Tez kapsamında İstanbullu
Rum, Yahudi ve Ermeni Cemaati mensuplarıyla yapılan sözlü tarih ve
derinlemesine mülakatlarda görüşmeciler, ulusal kimliğin içinde tam olarak yer
alamamaları ve geniş toplum tarafından birinci sınıf-eşit vatandaş
görülmemelerinin arkasındaki en önemli unurlardan biri olarak Cumhuriyet’in
başından itibaren milliyetçi söylemle birlikte üretilen, toplumun belleğinde ve
bilinçaltında yer etmiş olan “gayrimüslimler
casus ve tehlikeli unsurlardır, sadık olmayan, ülkeyi bölmeye çalışan içerdeki düşmandırlar” yakıştırmasına
vurgu yapmışlardır. Bu eşit vatandaş hissetmeme durumu en çok azınlıkların
birinci ve ikinci kuşakları için geçerlidir. Cumhuriyet’in inşasıyla birlikte
birçok ayrımcı uygulamayla karşılaşan bu kuşağın fertlerinin büyük bir kısmı
için devlete karşı güvensizlik ve korku halen devam etmektedir. Bir görüşmeci
babasının askerliği sırasında İsrail casusu olabileceği için hapise atılmasını
“üzerinde Türk ordusunun üniforması varken?” sorgulamasıyla çarpıcı bir biçimde
aktarırken, bir diğer erkek görüşmeci de askerlikte stratejik görevlerin
güvenilmez bulundukları için gayrimüslimlere verilmediğine vurgu yapmaktadır.
Bizden bir
üst kuşakta hala devam eden büyük bir güvensizlik var. Çünkü geçmişten gelen
tecrübe var, korku var. Benim babam 67’de askerlik yaparken 4 gün kodese
attılar, İsrail casusu olabilir
diye! Yahu adamın üstünde Türk ordusunun forması
var! C2-1 (Y, 44, E)
Bugün bir
Yahudi polis olamaz, bir hakim olamaz, avukat olur ama savcı olamaz.412
Türkçülük bu. Ben sana birşey
diyim mi, bizim Türk toplumu,
Türk Devleti politik
olarak
410
Hahambaşı Haim Nahum Lozan Barış Anlaşması görüşmelerine Türk delegasyonunu
temsilen katılmıştı. 10 Aralık 1922’de, İsviçre’de yaşayan Türk Yahudileri
İsmet Paşa onuruna bir resepsiyon düzenlemişlerdi (Nahoum ve Benbassa’dan Aktaran Ekmekçioğlu, 2016:189).
411
Türkiye Devleti’nin “en iyi davrandığı” azınlık grubu olmasına rağmen Yahudiler
de Cumhuriyet’in inşaasından itibaren çeşitli ayrımcı yurttaşlık pratiklerine
maruz kalmışlardır. Detaylar için Bkz.: 1. ve 2. Bölüm.
412 Türk Musevi Cemaati’nin “Farklı Kimliklere ve Yahudiliğe
Bakış Araştırması” çalışmasında, “Gayrimüslimlerin devlet, MİT, yargı, emniyet ve ordu birimlerinde görev almasından rahatsız
mısınız?”
bizden korkuyor. Yahudi’den,
Rum’dan, Ermeni’den Türk olmaz! Ne olur? Potansiyel casus olur! Hadi be! ne
caususu bizden? Bir Yahudi’nin yapabileceği en büyük kötülük vergi
kaçakçılığıdır! C1-2 (Y, 69, E)
Ama bir
şekilde sen İsraille bir tutuluyorsun. Potansiyel casussun gibi bakılıyor.
Mesela askerde yazıcılıktan çıkartılıyorsun hemen. Ben mesela personel
yazıcısıydım. Ama bir de daha üst
seviyede askeri detayları yazan yazıcılar var, onların çıkartıldığını duyduk.
C2-8 (Y, 38, E)
R. (oğlu) çavuşluk yapamadı gayrimüslim olduğu için. Tabi ki acıtıyor.
C1-1 (Y, 64,
K)
Ekmekçioğlu, Lozan Antlaşması’nın azınlık maddelerinin
gayrimüslim Türkiye vatandaşlarına yönelik çelişik tutumlara yol açtığını,
azınlıkların büyük ölçüde dışlandıkları Türklüğe zaman zaman zorla dahil edildiklerini tartışmakta ve bu karışık durumu “azınlıkların
asimile edilebilirlik paradoksu” olarak tanımlamaktadır:
Siyasi kadrolar,
ihanet olarak gördükleri geçmişteki eylemleri ve Lozan’ın azınlıklarla ilgili maddeleri nedeniyle
gayrimüslimlerin tam manasıyla Türk olamayacağını kabul ettiler. Ancak Türk
liderler geçmişi tekrarlamayı hiç istemediklerinden, gayrimüslimler bir şekilde
toplumsal olarak içerilmeli ve bunun için de ayırt edici kimliklerini bir yana
bırakmalıydılar. (2015:50-78).
1933’te Eğitim Bakanlığı ilkokul öğrencilerinin her
sabah ‘andımız’ı hep bir ağızdan okumasını zorunlu kılan yönetmeliği uygulamaya
koymuş, azınlık okulları bu zorunluluktan muaf tutulmamıştır. Böylece Türkiye,
vatandaşı çocukların Türklüklerini hergün yeniden doğrulatmıştır (A.e.).413 Resmi
milliyetçiliğin bir özelliği, milliyetçiliği zerk etmeyi, millî sembolleri
olabildiğince sık tüketmeyi, millî ritüelleri toplumsal rızayı sağlamanın asli
unsuru olarak görmesidir.414 Milliyetçilik devletin ve siyasal
sistemin rıza üretim sisteminde çok
sorusuna “evet” cevabı verenlerin oranları sırasıyla, %57, %55, %55 ve %55 olmuş. Murad Çobanoğlu, “Antisemitizm ve Ulusalcılık Modası”, Şalom, 20.01.2015, s.2.
413Lerna Ekmekçioğlu bu bağlamda
devlet-azınlık ilişkisini “seküler zimmileşme” (secular dhimmitude) olarak
tanımlamaktadır (2016:108).
414 Hobsbawm “Geleneğin
İcadı” (2006) (The Invention of Tradition) adlı kitabında son 200 yıldır, modern
güçlü, çok geniş
bir yer kaplamaktadır ve sürekli referans
verilmektedir (Bora, 2012).415 Ulus- devletin en
önemli ideolojik aygıtlarından416 biri olan okullarda, tek
dil-din-etnik grup olarak kurgulanan ulus kimliği kişilerin bireysel kimliği
ile eş tutulmaktaydı.
Andımız, Marşlar (İstiklal, Onuncu Yıl…) ve Atatürk
gayrimüslimler için ilkokul ve ortaokul çağlarında tabu sayılan konulardı. Üstelik
bu tabu sayılma durumu dördüncü kuşaktan iki görüşmecinin anlatılarında
görüldüğü gibi sadece 80’li ve 90’lı yıllarda değil 2000’li yılların başında da
geçerliliğini koruyordu. Tarihsellikten bağımsız bir biçimde gayrimüslim
vatandaşlar için özellikle bu üç başlık okul yıllarında tartışılmaması,
hakkında olumsuz bir yorumda bulunulmaması, olduğu gibi kabullenilip
ezberlenmesi gereken konulardı. Marşları iyi ve doğru okumaları, ülkenin
resmi-tarih tezini ince ayrıntılarına kadar öğrenmeleri ülkeye olan sadakatlerinin ispatı gibiydi. Aileler
çocuklarının okulda herhangi
bir dışlanma ve ayrımcılık yaşamamaları için koruma amaçlı marşları,
“andımız”ı daha iyi okumalarını sağlayıp, Türkiye Cumhuriyeti tarihini “daha
iyi Türk vatandaşı” olduklarını gösterecek biçimde “sıradan” bir Türkten daha
iyi öğrenmeleri gerektiği konusunda çocuklarına telkinlerde bulunuyorlardı.
Her sabah
“Türküm doğruyum çalışkanım” diyordum ve ne dediğimi bile bilmiyordum.
Ermenilikle Türklüğün ayrı kategoriler olduğundan bile haberim yoktu. Küçük bi
çocuğun aklında Ermenilik, din gibi alt kimlik yoktu. Ama ben Türküm derdim.
İstiklal marşı ve Atatürk hiç eleştirilmezdi. A2-6 (E, 21, K)
Bizim
toplumda benim gibi cemaatin ortak işlerinde, okullarda, kiliselerde,
vakıflarda çalışanlar bazı konuları daha sert hissettiler. Biz mesela okullarda
3-4 kere İstiklal Marşı söylüyorduk, müdür muavini beğenmiyordu. Biz bunları
çok canlı olarak yaşadık. Ben
“farklıyım” hissi vardı içimizde. B1-5 (R, 65, E)
Karamanlı
dedem, çok Atatürkçüydü. Belki korkudandı bilmiyorum… Ben dedemle büyüdüm bir dönem. Beni okula o getirir götürürdü. Bana hiçbir zaman “Hıristiyan olduğunu
devletin oluşumuyla birlikte yerleşiklik kazanan ulusal
semboller, refleksler ve milliyetçi mitlerin eski devirlerden gelmediğini, aslında görece yakın zamanlarda “icat edilmiş”, yapay ve uydurma
gelenekler olduğunu söyler.
415A. Smith de milli semboller, gelenekler ve seremonilerin
milliyetçiliğin en etkili ve devamlılık arz eden veçheleri olduğunu söyler
(2014:127).
416 Terim, Louis Althusser’den ödünç alınmıştır.
söyleme” demedi ama şunu yaptı, bana hep Onuncu Yıl
Marşı’nı ezberletirdi arabada. Bence korumaydı bu. B2-3 (R, 33, K)
Ekmekçioğlu “asimile edilebilirlik paradoksu”na en
güzel örnek olarak askerliği göstermektedir (2015). Gayrimüslimler Türk
oldukları için askere gidip vatan savunmasında ölebilirlerdi fakat profesyonel
orduda kariyer yapmalarının önü kapandığı için aynı şeyi yapma, vatan için ölme
emri veremezlerdi (A.e.). Her ne
kadar mezhep, dil ve etnik ayrılıklar göreceli olarak kapanabilir olsa da din
farklılığı, Ekemkçioğlu’nun belirtti gibi, “üvey evlatları” belirlemede sabit
kalacaktı.
Bak ben
şunu da anlamıyorum, askere alıyorsun herşeyinden yararlanıyorsun o çocuğun ama
hiçbir şekilde devlet memuru yapmıyorsun, yükseltmiyorsun. Niye benim oğlumu askere alıyorsun? Niye bir Ermeni
bir Rum, Yahudi genelkurmay başkanı olamıyor? A2-1 (E, 43, K)
Vatana bağlılık ve devlete sadakatlerini yurttaşlık
görevlerini yerine getirerek, katkıda bulunmaya çalışarak ifade etseler de
(Karakaşlı, Kentel 2009:448), hatta bunu sıradan bir Müslüman-Türk vatandaştan
daha iyi yapmaları gerektigini belirtseler ve bunun için çabalasalar da,
devletin, bürokrasinin ve halkın gözünde “yabancı” kalmak ihtimalinin hiçbir
zaman tam olarak ortadan kalkmayacağını belirtmektedirler. Azınlığın sıradan
vatandaştan daha çok sadakat performansı göstermesi gerektirmektedir. Vergi
kaçırmamalı, askerliğini zamanında yapmalı, oyunu kullanarak, suç işlemeyerek
devlete sadakatini göstermelidir. Ve bunu sürekli göstermek zorundadır.
Vatandaşlık sorumluluklarını aksattıkları zaman azınlık kimliklerinden dolayı
sıradan bir Müslüman-Türk’ten daha fazla sıkıntı çekeceklerini, negatif
ayrımcılık göreceklerini belirtmektedirler. Butler, özneleri kuran dışlayıcı
bir matristen bahsederken, bu matrisin ancak onunla aynı anda kurulan ve özne
olmaya layık görülmeyen varlıkların oluşturduğu bir dış alanın oluşmasıyla
mümkün olduğunu söyler (1995:21). Bu bağlamda Butler’ın bahsettiği “özne olmaya
layık görülmeyen varlıklar” burada Türkiye’nin gayrimüslimleridir.
Biz
gölgemizden korkarız. Biz Türkiye’nin en namuslu vatandaşlarıyız. Vergisi,
polisiyesi, politika olarak... yani, bir Ermeni kötü şey yapamaz korkarrr, bir
Yahudi hiç yapmaz. C1-2 (Y, 69,
E)
1990’larda
Beyoğlu Belediyesi’nde bir işim vardı. O zaman Halk Partisindeydi. Bir işim
vardı gittim ziyaretçi kartı verecekler, adam kimliği aldı isme baktı “sen Türk
müsün?” dedi, elinde T.C. kimlik belgesi, hıyar işte... o bana çok koymuştu.
Beni çok tedirgin etti. Askerliğimi yapmışım, vergimi veriyorum, iyi bir
vatandaş olmaya çalışıyorum ama sadece adımdan dolayı gıcık oluyor. Ve işimi de
yapmadılar. B1-13 (R, 63, E)
Orduda
hiçbir ayrım olmadan Mehmet neyse Niko da odur. Mehmet’e ne silah teslim
ediliyorsa Niko’da öyle. Ben de askerliğimi yaptım. Buna rağmen sen
koruyacağına oturdun ayrı dinden diye kırdın yıktın! B1-3 (R, 67, E)
Babam “ben 4 sene askerlik yaptım “ben Türklerden Türküm” derdi. B1-17 (R, 75, K)
Hep
“zararlı” görüldü Rumlar ve sonunda kovuldular burdan. Ve sürekli ispatlamak
zorundasın kendini. Daha iyi olmak zorundasın başkalarından. B2-5 (R, 36, K)
Kardeşim,
bir adam düşün burda doğmuş büyümüş herşeyini burda yapmış askerliğini işini burda yapmış… hayatım
boyu bu ülkeye yatırım yaptım.
Elemanlarımızın hepsine yatırım yaptık. Ben bunları yapıyorum bu
bir hizmettir. Bir tane sigortasız adam çalıştırmam. Babam ilk işe girdiğim gün
“bak bileğinde bir bilezik var, son maaş budur” dedi. Benim babam kahvehanede
işçi kovalardı. Bütün işçilerin eşleri babamı arardı “bizimki eve gelmedi” diye… 1989’dan beri babamın yanında
çalışıyorum. Sanayicilik yapıyoruz, istihdam sağlıyoruz, vergimi aksatmadan
veriyorum. Ve R.K. olarak hiçbir hakkımı talep edemiycem? C2-1 (Y, 44, E)
4.1.2.1. Türk Ulusal Kimliğinin “Yabancılar”ı
Sana “Özgür
Hanım” diyen bana “Bayan Natalie” diyor. Yurtdışından gelmiş muamelesi
görüyorum, Mr.&Mrs. Brown! (E, 31, K)
Ben Şişli Belediyesi’ne çöpçülüğe başvurdum ama almadılar. Kibarca hayır
dediler. Çöpçü bile olamadık,
daha ne denir ki... (E, 53, E)
Türk sözcüğü bazen Orta Asya kökenli bir etnik gruba kimi zamanlarda da pasaport ve nüfus cüzdanını temel alan siyasi bir
statüye veya ortak bir kültürü paylaşan insan topluluklarına referans olarak
verilmiştir (İçduygu, Toktaş, Soner, 2008:368-9). İçduygu ve Soner’e göre,
Müslüman-Türkler ve gayrimüslimler için birbirinden ayrışan iki farklı
vatandaşlık kategorisi oluşturulmuştur. “Türk” pratikte Müslüman-Türk halkın
kültürel birliğine gönderme yapmaktadır. Dolayısıyla, hiçbir gayrimüslim Türk
ulusal kimliğinin içine dahil edilmemiştir (2006:447-468). Bu durumun sonucunda
da gayrimüslimlerin ulusal kimliğe dahil edilme çabaları hep problemli
olagelmiştir (Keyman, İçduygu, 2005). Kadıoğlu Türk ulusal kimliğinin, Rumlar,
Ermeniler, Yahudiler, Kürtler, Araplar, Aleviler vb. toplulukların temsil
ettiği çeşitli etnik, dinsel ve dille ilişkili farklılıkların dışlanması ve
özümsenmesi yoluyla oluştuğunun altını çizmektedir (2012a:32). Kentel,
Türkiye’de moderniteyle birlikte icad edilen ulusun sürekli bir çatışma içinde
olduğunu, yaratılmak istenen homojen ulus kimliğiyle rekabet ve çatışma içinde
bulunan cemaatler ve bireysellikler olduğunu
öne sürmektedir (2011:436). Temsil ettiği Lozan
Antlaşması’nın tamamen tersi
olan bu durumda, millet sistemindeki kompartman ayrımına paralel
olarak, Cumhuriyet döneminde de azınlık olgusu eşitsiz
uygulamalarla ilişkilendirilmiştir.
Devletin gayrimüslimlere özgü politikalar ve pratikler
geliştirmesi, gayrimüslim azınlık kimliğinin şekillenmesinde, inşasında ve
yeniden üretilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu tür pratikler ve
politikalar gayrimüslimlerin geniş toplumla arasına kalın duvarlar örmüştür.
Cumhuriyetin siyasi kadroları tarafından yasalar önünde eşit vatandaş kabul
edilseler de, aynı kadrolar gayrimüslimlerin ulusun ve toplumun bir parçası
olmasında istekli davranmamışlardır. Kendi devleti
tarafından “yabancı” görülme hissiyatını tez kapsamında görüşme yapılan K.’nın
TBMM siyasi parti liderlerine gönderdiği mektup net
bir biçimde özetlemektedir:
… Bizler
doğduğumuz ve yaşamakta olduğumuz bu topraklara vatandaşlık bağı ile bağlıyız. Sonradan
göç etmiş veya vatandaşlık başvurusu ile vatandaş da olmuş değiliz…
Kendi vatandaşını "yabancı" gören bir devlet; AB fikrine, felsefesine ve oluşumuna 1950'lerden beri destek vermiş olsa bile;
yabancı kalacaktır...417
Her üç cemaatten
görüşmeciler, cinsiyet, kuşak ve sosyoekonomik değişkenlerden bağımsız olarak,
devlet ve toplum
tarafından gayrimüslim olarak
“ulusal kimliğin” içine
kabul edilmediklerini, “yabancı” olarak görüldüklerini düşünmektedirler.
Anayasada yazıldığının aksine dini-etnik kimliklerinden dolayı birinci sınıf ve
eşit vatandaş olarak ne toplum ne de devlet tarafından kabul gördüklerinin
altını çizmektedirler. Bu eşitsizliği yaratan en önemli unsurun din olmasının
yanısıra halkın eğitimsizliğinin, bu konuda bilinç eksikliğinin de çok önemli
bir rolü bulunmaktadır. Okul hayatları boyunca resmi-tarih teziyle yetişenler,
gayrimüslim vatandaşları rahatlıkla toplumun dışında tutabilmektedir. Eşit ve
birinci sınıf vatandaş hissetmeme durumlarını görüşmeciler, “ikinci sınıf bile değiliz, “yabancıyız”,
“yerli yabancıyız”, “misafiriz”, “kiracıyız”, “buralı değiliz”,
“dışarlıklıyız”, “bu ülke için bir anlam ifade etmiyoruz”, “yalnızız” sözcükleri
ile betimlemektedirler. Diğer yandan Türk ulusal kimliğinin içine kabul
edilmemelerinin Türk siyasi hayatının kültüründen kaynaklandığı da düşünülmektedir. Türkiye’nin siyasi alanında
çıkarların yarıştığı, patronaj ilişkilerinin kanıksandığı bir yapının hakim
olduğunu, iktidarda olanların ideolojilerine göre siyasi alanı
şekillendirdiğini, buna göre de milli kimliğin içindekilerin ve dışındakilerin
düzenli olarak yeniden yaratıldığını düşünmektedirler. Bu bağlamda
gayrimüslimler bu kimliğin hep dışında tutulduklarını düşünmektedirler.
Diğer yandan,
millet sistemi Tanzimat’la birlikte
terk edilse de hem algılamalarda hem de devlet uygulamalarında gömülü olarak bulunmaktadır.
Akgönül’ün belirttiği gibi, Türkiye’de ulusal aidiyet ile din arasında güçlü
bir ilişki vardır. Ulusun tarifini dinsel yapınca ulusların içindeki diğer dine
ait gruplar eğreti kalmakta, ezilmekte ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi
görmektedirler (2015a). Ulusal kimliğin içine dahil edilen hakim dini etnik gruptan
olanlar (Sünni-Müslüman Türkler)
biz tanımının içine girebilirken, gayrimüslimler siz (ya da onlar) kategorisinin içine sıkıştırılmaktadırlar. Ulusal tarifin
içine tam olarak dahil edilmemenin dışında gayrimüslimler güvenilmez/tehlikeli
ve başka bir devlete karşı kullanılmak üzere de koz/rehine olarak
görülmüşlerdir.
417Mektubun tam metni için Bkz.: “Kendi Memleketimizde Yabancı Olmayacağız”, (Çevrimiçi)
http://bianet.org/bianet/toplum/13129-kendi-memleketimizde-yabanci-olmayacagiz,
11.12.2015.
Ben
askerlikte nöbetimin olmadığı her akşam evimde kaldım. Şimdi Sheraton’un olduğu
yerde bir akşam çevirme vardı. Asker olunca polise tabi değilsin. Askerlik
kimliğimi verdim, adam baktı filan uzun uzun. Sesleniyor “Amirim burda YABANCI
BİR SUBAY varr!!! Ama yani zaten yorgunum, el frenini çektiğim gibi bir
saldırdım herife! Diğerleri geldi filan ayırdılar bize. Nasıl yabancı subay
olur diyorum? Tepeye kadar gitti iş. Bu resmen hakarettir Türk subayına,
yabancı subay diye bir şey olur mu? B2-14 (R, 44, E)
Lisans
başvurusunu basket oynarken ilk biz yapardık, en son biz alırdık cevabı. Birçok sefer maçları bu yüzden hükmen kaybettik. Boğaziçi Spor’la maç yapıcaz, lisansımız yetişmedi maçı hükmen kaybettik. Bizim koç da Boğaziçi
antrenörüne dedi ki “Zaten kaybettik bari dostluk maçı yapalım”. Adam da dedi
ki “Ben mecbur olmadığım sürece Yahudilerle maç yapmam”! Bağırtı çağırtı… zaman
olur pişer pişer gelir vaka. Ertesi sezon ilk maç yine Boğaziçi Spor. Tribünler
silme Yıldırım Spor taraftarı, 500 kişi. Neyse maça başlıycaz, bizim Burgazlı
bir abimiz var, D. E. Tribünden bunun yanına biri yaklaştı “Senin ananı Yahudi
mi öptü” dedi. Antrenör delirdi tabi ne diyosun falan filan bir tane patlattı
bütün stad karıştı. Ama 40 sayı çektik gönderdik (gülerek). Yine birgün maçta karışıklık çıktı sahada
çevik kuvvet geldi. Emniyet çevik
kuvvet göndermiş, sahayı “yabancılar” bastı diye! Komiser bizi gösteriyor “Aha
yabancılar”. Nüfus cüzdanlarımızı gösterdik öyle gitti polis… C2-1 (Y, 44, E)
Toplum
ikincil vatandaş görmüyor beni ama şaşırıyor ve “yabancı” sanıyor. Daha kötü birşey bu. Dışardan gelen
ve sonradan yerleşen insanlar olduğumuzu düşünüyorlar. Bu biraz da eğitim
sorunu. Benim eşim Alman Lisesi’nde okumasına rağmen çok milliyetçi kitaplar
okumuşlar. O çok okuyan biri olduğu için şansa başka kitaplara erişmiş. Doğruya
ulaşmış ama bunu yapamayan bir sürü insan var. Okulda ve TV’de ne görüyorsak
onu öğreniyoruz. Sen farklı bir etnik-dini gruptansan farklı kültürsün evet ama
bu kabul edilmiyor içerlikli olarak, yabancı olarak görülüyor toplumda. Bak
beni etkileyen bir hatıram var. Üniversitede çalışırken, Hrant’ın öldürüldüğü
zamanlar, Şubat-Mart gibi, bir öğrenci geldi, koltuğumun arkasında da
“co-existence” yazısı vardı. “Bu ne demek hocam?” dedi. Ben de “Farklı dinlerin
bir arada yaşıyabileceği anlamına geliyor” dedim. “Nasıl olur, İngiliz
vatandaşıyla ben aynı mıyım?” dedi. Ben de “Bak ben bu ülkenin vatandaşıyım ama
Hıristiyanım sen de Müslümansın” dedim ama inan çok sinirlendim. Kızamıyorsun
da, o öyle öğrenmiş. Siyaset Bilimi okuduğum için onu da suçlayamıyorum. Ama o kadar üzerime geldi
ki “Bence aynı şeyler değil hocam”
dedi. Bu “sen yabancısın” demek. O kadar moralim bozuldu ki işi bırakmayı
düşündüm. İlkay Sunar’a gittim bende. “Hocam yapamıyorum, insanları, bu toplumu
seviyorum ama yetmiyor yetmiyor” dedim. Azınlık olunca… ırkçılığı görüyorsun,
isterse İngiliz ırkçılığı olsun, bunlarla karşılaşmaya hazırlıklı olman gerekiyor…
B2-13 (R, 33, K)
Bu ülkede
herşeyin başında ben birinci vatandaşım diyemiyorsun. Rum olmamdan dolayı zaten
“eşitim” diyemiyorsun. Kodlarında var bu senin. Çeşitli mesleklerde
ilerliyemezsin vs... devlet kurumları dediğin anda kodlarında yerleşen bir fobi
var. Ben o kadar prodüksiyon işleri yapıyorum hala devlet kurumlarında tonlarca
izin alma işlerim oluyor hala tedirginim 1 Mayıs’da gözaltına alınmıştık. Herkes çok korkmuştu, ben Rumum
bir şey olur diye. Gezi’den önceki
1 Mayıs’dı bu. Dört gün gözaltında kaldık. Orda zaten solcusun ve “teröristsin”
ilginç bir şekilde kimse adımı sorgulamadı. İsmimi herkes doğru yazdı hatta.
Ama herkes avukatlara sormuşlar “Bu yeşil gözlü kız kim?” diye sonra da “Haa
yerli yabancılardan” demişler. R2-8 (R, 31, K)
1492’den
evvelde Yahudi vardı ama kolektif bir bilinç olmuş, çoğumuz İspanya’dan
geldiğimiz için hepimiz bir misafiriz, hepimiz bir “hoşgörüyle” davranılan bir
toplumuz. Bu toplumun “yerlisi” değiliz. Benim içimde de var, her an bir şeyde
“point”418 ediliyorum. Ben 500 senedir burdayım, adamın nerden
geldiği belli değil. Ama hiçbir zaman…. Damdaki Kemancı işte… O hikaye. Ben
asla birinci sınıf vatandaş hissetmiyorum. Bu bir paranoya gibi, herşeyin elinden alınacağını
düşünüyorsun ve böyle yaşamaya çalışıyorsun. Sanki kiralık bir evde yaşıyorsun ve her an ev sahibin seni evden
çıkartabilir. Her an evsiz kalabilirsin ve kimse sana ev vermez. Toplum olarak yüzyıllardır böyle bir psikolojide yaşadık biz. Hala da böyle yaşıyoruz. C2-11 (Y, 34, E)
2001
yılında yeniden master’a başladım. İstanbul Üniversitesi’ne kayıt olmaya
gittim, “yabancı uyruklu” diye kaydetmişler beni. Kıyameti kopardım tabi. Bak
geçen gün Rıdvan Akar’ın programı vardı, seyretmişsindir, 1964 sürgünü ile
ilgili. Seyredince anlıyorsun tekrar bu ülke için çok da bir anlam ifade
etmediğini ve hep yalnız olduğunu. 5 yaşındaki çocuğu sınıftan çıkarmış
kötü faaliyetlerde bulunuyor diye, ama dinlemek
inan çok kötü yapıyor.
418 İşaret ediliyorum
Ağlamaya başladım. Niye ağlıyorum dedim? Rum olduğum
için mi insan olduğum için mi?... B2-5 (R, 38, K)
Ben bu
ülkede birinci sınıf vatandaş olduğumu düşünmüyorum. Hükümetin yanında kim
varsa o birinci sınıf. Bence Ermenilikle, dinle ilgili değil bu. Anayasal açıdan baktığında başka, ama
gerçek hayatta asla eşit vatandaş olduğumuzu düşünmüyorum. Karşındaki kişi seni
ayırıyor çünkü. Beni ayırmak için o kadar çok nedeni olabilir ki... A2-9 (E,
30, K)
77’de biz
bir dernek kurduk. Derneği şahıs şirketi yaptık. 12 Eylül’de Kanarya Sevenler
Derneği kapandı biz açık kaldık! Çağırdılar bizi, bak travma burda, nereye
çağırdılar? Yabancılar masasına! Niye? Çünkü bütün yöneticileri Ermeni. Var mı
böyle birsey ya?? Gittik, zibidinin
biri “Hayrola, siz nasıl açıksınız, olmaz öyle” dedi. Sonunda bir iki gitgelden
sonra bir polis tahsis ettiler bize. Gencecik filiz gibi bir oğlan, sonra
birden yok oldu ortadan, muhtemelen MİT mensubuydu. Heralde hakkımızda olumlu
rapor verdi ki bıraktılar peşimizi. Güzel günler çabuk geçiyor. Yine bizim
dernek gösterilerden birisinde (tiyatro), çağırdılar bizi yabancılar masasına.
Kaykılmış bir zibidi daha masanın başında biz karşısında duruyoruz. “Haa”dedi,
çekmeceyi çekti içinden bir tane dosya aldı, içinde bizim sahnede okudugumuz bi türkü “dağ bizim maral bizim avcı burda ne gezer” diye. “avcı burda biz
mi oluyoruz?” dedi.
25 yaşındayım, ne cevap verirsin? Ağzımdan çıktı bir anda, Türkçe’ye de en hakim olan bendim, “O
söylediğin TRT repertuarından” diye. nasıl çıktı niye çıktı nerden buldum
söyledim ben de bilmiyorum! Sonra “Takipsiz” yazdı gönderdi bizi. A1-10 (E, 61,
E)
Gayrimüslim bireyler gündelik hayat pratiğinde bu
“yabancılık” konumu ile sık sık karşılaşmaktadırlar. Bu yabancılaştırılma
pratiği çok sıradan gündelik hayat ritüelleri olan selamlaşma ve tanışma
hitaplarında bile ortaya çıkmaktadır.
Yok, hiçbir
zaman eşit hissetmedim. Hayatım belli alanlarda geçtiği için eşitsizliğe
uğramadım demek eşit görülüyorum demek değil maalesef. Sana “Özgür Hanım” diyen
bana “Bayan Natalie” diyor. Yurtdışından gelmiş muamelesi görüyorum,
Mr.&Mrs. Brown! E2-7 (E, 31, K)
Toplumun büyük çoğunluğu tarafından vatandaş
olmalarına rağmen Türk milli kimliğinin içinden kabul edilmeyen, dışarlıklı
görülen gayrimüslimler bu durumun ana sebebi olarak toplumdaki bilgisizliği ve
cehaleti görmektedirler. Ulusal eğitim sisteminde, ulusal söylemlerde, ulusal
hafızada varlıklarıyla, tarihleriyle, kültürleriyle yer almayan gayrimüslim
toplumlar, üniversite mezunu bile olsa ortalama bir Türk için Müslüman olmayan,
Türkçe dışında yabancı bir isme sahip, şiveli konuşan biri olarak ancak Türkiye’de
misafir olarak yaşayan başka bir ülkenin vatandaşı olarak kabul edilmektedir.
Her gün
Ermenistan’dan gidip gelmek zor olmuyor mu?” diyenler var! Bunu diyen
üniversiteden sınıf arkadaşım. Adamın senin varlığından haberi yok. E2-7 (E,
31, K)
Üçüncü kuşaktan Yahudi bir kadın görüşmeci toplumun
gayrimüslimleri bu ülkenin “tam ve gerçek” vatandaşları olarak bir türlü kabul
edemediklerini Gezi olayları sırasında yaşadığı bir anısından yola çıkarak aktarmaktadır. Görüşmecinin Gezi direnişine destek olmak için
Park’a gitmesi çevresindeki bazı Müslüman-Türk arkadaşları tarafından
yadırganmıştır. Görüşmecinin hakim grubun büyük bir kesimi tarafından “Türk
ulusal kimliğinin” içinde görülmemesi ve bu ülkenin “gerçek”
vatandaşı olarak kabul edilmemesinden dolayı toplumsal
muhalefet gösterisine katılması ve demokratik olarak tepkisini ortaya koyması
samimiyetsiz, gereksiz ve anlamsız
olarak algılanmaktadır. Gezi direnişi örneğinde
de görüldüğü gibi, ulusal
kimlik din ile birebir örtüştürülmektedir; gayrimüslim birey “yeteri kadar
Türk” olmayan biri hatta “yabancı” olarak işaretlenmektedir. Farklı
etnisitelerden, sınıflardan, cinsiyetlerden/cinsel yönelimlerden,
ideolojilerden insanların katıldığı Gezi direnişi için bile esas katılım
kriteri burada din üzerinden kurulmaktadır. Görüşmeci Müslüman olmadığı için
“gerçek anlamda Türk” değildi, ve bu yüzden direnişte bulunması da anlamsızdı.
Başka bir kadın görüşmeci için de Gezi direnişine destek olmak bu ülkeye olan
bağlılıklarını göstermekteydi; bu ülkenin geleceği için, demokrasi için
mücadele ettiklerinin göstergesiydi ve bu da onun için “yeteri kadar Türk”
olmanın tanımıydı.
Mesela Gezi olaylarında “Aa ne güzel sen de gitmişsin” dediler,
ne demek sen de!
Neden “de” var orda? E2-7 (E, 31, K)
Bence bizim
Gezi’ye katılmamız bizim Türk olduğumuzun göstergesi. Ben çok kopuk olsam bana
ne kardeşim gidip gaz yiycem ne gerek var derim. Toplum seni çok kabul etmiyor,
senin gibi çok değer veren de var, ama... iki arada kalmış durumdayız. C2-8 (Y,
37, E)
Esra Özyürek’in Müslüman
Olmak Alman Kalmak adlı kitabında Almanya’daki muhtedilerin geniş toplumdan
dışlanmışlıklarını anlattığı bölümün (2015: 97) Türkiye’deki gayrimüslimler
için de rahatlıkla geçerli olduğu söylenebilir. Bu ülkede gayrimüslim bireyler
toplumun kendileri için çizdiği sınırları öğrenerek büyümektedirler; mücadele
etseler veya meydan okusalar bile yaşadıkları dışlanma onlar için kimi zaman
sıradanlaşmakta ve bu durumu içselleştirmektedirler. Onlar kendilerini zaten
dışarlıklı ve yabancılaştırılmış hissetmektedirler. Toplumdan beklentileri
artık o kadar düşüktür ki, haksızlıkların yakın bir zamanda değiştirilebilecek
oldukları varsayımıyla bile hareket etmemektedirler. Bu bir öğrenilmiş
çaresizlik durumuna denk düşmektedir.
Geniş toplum seni kabul etmeyecek diye kabul ediyorsun
zaten... C2-7 (Y, 33, K)
Hiçbir
zaman tam huzurlu olamadık burda. Sen eşit vatandaş değilsin. Hep bir
kısıtlanmışlığın var, hep bir kendini korumak durumundasın. Diline, kültürüne
sahip çıkmak zorundasın. Her zaman “siz ve onlar” kafası var bu toplumda. Biz
senle oturuyoruz güzel sohbet ediyoruz, sen ismini söylüyorsun ben ismimi
söylüyorum, orda herşey bitiyor. Bununla yaşamaya alışıyorsun, böyle gelmiş
böyle gidecek... B2-12 (R, 41, K)
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerine mensup
üç kuşak, farklı sosyal sınıf ve cinsiyetten görüşmeciler, Türk ulusal
kimliğinin içine neden dahil olmadıkları ve kendilerini ikinci sınıf vatandaş
olarak hissetmeleri ile ilgili ortak kanıya sahiptirler. Ülke genelinde
gayrimüslimler kamu mesleklerinde çok sınırlı olarak yer alabilmektedirler.419
Gayrimüslim azınlıkların kamu mesleklerinde yer alamamaları, kanun önünde tüm vatandaşlar eşit olsa da uygulamada eşit
vatandaşlığın işlemediğinin açık göstergelerinden biridir. Kanunen kamu
mesleklerinde yer almak için başvurmalarında bir engel olmamasına rağmen
uygulamada bunun nasıl engellendiği yapılan görüşmelerde görüşmecilerin
deneyimlerinde ortaya koyulmaktadır. Gayrimüslim azınlıkların profesyonel
orduda kariyer yapmalarının, MİT’de yer almalarının, savcı, hakim, büyükelçi
olmalarının önü, anayasada
419 Bu sınırlı
kabuller de daha çok üniversitede akademisyenlik ve Şişli Belediyesi için geçerlidir.
her türlü eşitlik verilmiş olmasına rağmen, de facto olarak kapalıdır.
Rum, Yahudi ve Ermeni cemaati mensupları nasıl olsa kamusal mesleklere kabul
edilmeyeceklerini veya girseler de yükselemeyeceklerini bildikleri için başvuru
yapmaya gerek görmemektedirler. Bu demokratik, hukukun üstünlüğünün hakim
olduğu bir yasal düzenle çelişkili bir mağduriyet yaratmaktadır. Türkiye’de
kamusal mesleklerde ücretler özel sektörden daha düşük olduğu için özellikle
gençler tarafından çok tercih edilmemektedir. Fakat akademisyenlik veya
bürokraside üst kademelerde yer almak prestijli kariyerler olarak toplumda
halen kabul görmektedir. Gayrimüslimler bu meslekleri yapacak olmasalar bile bu
tercih hakkının kendilerinde olmadığını, devletin kendileri adına bu kararı
verdiğini ve haklarının ellerinden alındığını düşünmektedirler.
Ben
hayatımın hiçbir döneminde olmadığı gibi bugün de kendimi birinci sınıf
vatandaş olarak görmüyorum. Bugün Zimbabwe’den harp akademisine öğrenci kabul ediliyor. Türk vatandaşı bir Ermeni veya
Rum göstersene? Subay olmaya meraklı değilim
ama sorunun cevabı bu. İkinci örneğim bekçilik olucaktı. Çöpçüye bile
alınmak mümkün değil, aşağılamak için
söylemiyorum bunları. A1-10 (E, 61, E)
Ben somut
bir şekilde ayrımcılık görmedim hiç. Ama bilinen birşey var devlet
memuriyetinde çalışamazsın, eskiden bankalarda bile çalışılmıyordu. Kendimi
birinci sınıf vatandaş olarak bu şekilde görmüyorum tabi. Eşit olsam benim de
kaymakam olabiliyor olmam lazım. O zaman nasıl eşitlik? A1-11 (E, 51, K)
Sen hiç
Ermeni polis duydun mu? Ermeni subay? Ermeni çöpçü? Bunların hiçbiri olamaz.
Devlet üniversitelerinde de pek yok özellerde var Profesör, Doçent. En baba iki tanesi Bogaziçi’ndeydiler, iki tanesi de
rahmetli oldu. Bilgi’de var ama İTÜ’de yok! Ben kaymakam olmak istiyorum?
Müracaat ediyim hayatta yapmazlar. A1-16 (E, 61, E)
Vergi
veriyorum ama polis olamazsın mesela... ben Şişli Belediyesi’ne çöpçülüğe
başvurdum ama almadılar! Bunu isteyerek yaptım denemek için filan değil.
Kibarca hayır dediler. Çöpçü bile olamadık, daha ne denir ki Türkiye’de işine geldiği zaman vatandaşsın,
işine geldiği zaman azınlıksın! A1-4 (E, 53,
E)
Durum belki
çok çok değişti artık ama hala bizden biri devlet memuru olamıyor. En fazla
üniversitede var bizden üniversite hocası. Belki yazılı bir şey yok ama
pratikte olmuyor. Nasıl olsa olmıycaz diye müracaat eden de yok. Ne dersen de
bürokrasiyi kestirmek zor olur. B1-5 (R, 65, E)
Balıkesir’de
8 ay erbaş olarak askerlik yaptım. Komutanım bir ay sonunda rütbe almayacağım
için özür diledi benden. Rutbesiz komutandım. Gidiş günümü ve beni nasıl
uğurladıklarını hiç unutmam.
İçtima alanında tüm askerler toplanmış
“güle güle Y. komutan”
diyorlardı, bende hüngür hüngür ağlıyordum. Bunu yaşamayan anlayamaz. B1-26 (R,
54, E)
Adli
psikolog olmasını istedik R.’in (torunu) sonra anladık ki R. için bir çalışma alanı yok. Çünkü sadece kamu
kuruluşunda geçerli olan bir meslek. Birden bire gümmm, tünelin sonundaki
duvara çarpmış buluyorsun. C1-12 (Y, 74, E)
Kamusal alanda
başarıya ulaşman için bir memuriyet elde etmen lazım.
Hiçbir Yahudi bunu
istemeyecektir. Yukarı ulaşmayacağını bildikten sonra niye isteyesin? Hiçbir
vatandaş Yahudi hakimden kendisini yargılamasını istemeyecektir. Siirt’e gitse
savcı adam ertesi gün vururlar sonra da “gavur öldürdük” diye sevinirler. Hakim
evet, avukat evet ama avukattan savcı, hakim olmaz. C1-3 (Y, 64, E)
Ben kendimi
birinci sınıf vatandaş olarak göremem çünkü ben hakim, asker olamıyorum. Hani
ben bu ülkenin vatandaşıyım ama bana hak olarak vermiyorsun? Ben hakim
olabilsem savcı olabilsem, ya da üst rütbeli subay olabilsem... ama benden korkuyorsun sen. Senin azınlıklarından
birisi önemli bir noktaya gelirse kan kaybeder diye düşünüyorsun. Aslında
ülkenin kendine güvensiz olduğunun bir kanıtı bu. Ben hak alamadan nasıl eşit
olucam seninle? A2-10 (E, 39, E)
Akademide
memur olamıyorsun, çöpçü olamıyorsun ama seni Profesör olarak alıyor! Biraz
çiftyüzlülük. Profesör olmak onur verici ama çöpçü olarak tehlike teşkil
ediyorsun, trajikomik. B2-9 (R, 43, E)
Ben
Dışişlerinde çalışmak istiyordum ama herkes “boşuna uğraşma mümkün değil”
dediler. Zamanında Büyükelçi olan bir hocam söylemişti bunu Bahçeşehir
Üniversitesi’nde. B2-16 (R, 26, K)
4.1.2.2.
Türk Ulusal Kimliğinin Birleştirici Harcı İslam Dini ve Dışında
Kalanlar
Bir toprağa sahip çıkmak için dinimin aynı mı olması lazım? (R, 36, K)
Ben size “gayrihıristiyan-gayriyahudi”
diyor muyum? (Y, 64, K)
Modernleşme, batılılaşma, sekülerleşme adına yapılan
tüm reformlara rağmen din Türkiye toplumunda “biz ve onlar” ayrımını yaratan
temel ayrıştırıcı çizgi olarak kalmıştır. Türkiye’de sekülerleşmeyle birlikte
devlet dine karşı ne tarafsız kalmış, ne de siyasi elitlerin laiklik (laicité)
olarak tanımladığı şekliyle özel alana tevdi edilmiştir. Pratikte devlet, en
radikal batılılaşma reformlarını uygularken bile kamusal teoloji (public
theology) olarak Sünni İslamı
yerleştirmiştir.420 Böylece sekülerizmin kurumsallaştırılmasıyla
birlikte gayrimüslimlerin politik ve kamusal alandaki marjinalleştirilmeleri
beraber yürümüştür (Ekmekçioğlu, 2016:106).
Görüşmecilerin büyük çoğunluğu geniş toplum ve devlet
tarafından eşit görülmemelerinin, kendilerini ikinci sınıf vatandaş
hissetmelerinin arkasındaki ayrıştırıcı sebebin din unsuru olduğunu
belirtmektedir. Sünni Müslüman olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir bireyin bir türlü bu ülkenin gerçek
vatandaşı olarak kabul
edilmediğinin, yabancı olarak
görüldüğünün altını çizmektedirler. İslam dini üzerinden yaratılmaya çalışılan
ortak ulusal kimliğin dışında bir dine mensup olmak dışarıda kalmanın en önemli
nedeni olmaktadır. Ulusal hafızada
derin bir biçimde yer etmiş Birinci Dünya Savaşı’na, Ermeni Tehciri ve
gayrimüslim bazı unsurların sadakatsizliğine dair yıkıcı hatıralar, devletin-
bürokrasinin ve toplumun dinsel kimliği ulusal kimlikten ayrıştırmasını imkansız
kılmıştır. Sadece bir Ermeni erkek görüşmeci Ermeni kimliğinden dolayı toplum ve devlet tarafından
420 Nükhet Sandal kamusal teolojiyi (public theologies) analitik
çerçeve olarak Türkiye’deki Hıristiyan vatandaşların kamusal alana eşit
vatandaş olarak katılımlarındaki engelleri tartışmak için kullanmaktadır (2013:631-650).
eşit kabul edilmemesinin
esas nedeninin dini kimliğiyle değil etnik kimliğiyle, yani Ermeni olması, bağlantılı olduğunu belirtmiştir.
Olay din
değil bence, bu Türkiye’deki mesele Hıristiyan-Müslüman meselesi değil. Mesele
Türk-Ermeni meselesi. Direk kimlikle alakası var. Tamamen etnik kimlikle
alakalı. Son dönemde Müslüman
Ermeniler tartışılıyor. Adam Ermeniyim diyor ama Müslüman. Din başka bir şey
etnik kimlik başka birşey. A1-16 (E, 60, E)
Her türlü
personel alımı veya öğrenci alımı tepesine yazar: “T.C. Vatandaşı” olmak. Bu
Sünni Müslüman olmak demektir. Hangimiz Türküz hangimiz Ermeniyiz? A1-10 (E,
60, E)
Biz birinci
sınıf vatandaş değiliz.
Yargıtay’ın kararı var “yerli yabancı”421 diye. Bizim kod numaralarımız var. Rumlar 1,
Ermeniler 2, Yahudiler 3 numara!422 Mümkün mü yaa? Tesadüfen ortaya
çıkıyor bu. ATİNA-5 (R, 68, E)
Rumum
diyorum “Romen misin” “Rus musun” diyor. En son dayanamıyorum “Ben Bizans
kalıntısıyım” diyorum. Çok oldu boşboş konuşan “Ne işin var kendi ülkene gidip
okusana” diyen. Üniversitede oldu bir de bunlar. Rahatsız ediyor ama karşımdaki
insanın kültür seviyesine göre değerlendiriyorum tabi. Ama bir yere kadar. Ama
her şivemi açtığımda “Sen nerelisin” demeleri çok saçma. Niye soruyorsun? Niye
kalıplaştırıyorsun? Uzaylıyım o da can değil mi! hep bir “öteki”sin burda.
Gayrimüslimim işte. Bir toprağa sahip çıkmak için dinimin aynı mı olması lazım?
B2-5 (R, 36, K)
Türkiye’de dışlayıcı pratiklerden birisi de Yahudi
olmakla İsrailli olmanın eş tutulmasıdır. Yahudilerin toplumsal
alanda dini açıdan
ötekileştirilmenin yanısıra ayrıca
4211988’de
çıkartılan ve 1991’e kadar uygulanan Sabotajlara Karşı Koruma Yönetmeliği’nin
5/j maddesinde hangi kategorilerin sabotaj yapabilecekleri sıralanırken,
“Memleket içindeki yerli yabancılar (Türk tebaalı) ve yabancı ırktan olanlar”
diyerek gayrimüslim Türk vatandaşları yerli
yabancı olarak sayılmışlardı. 17.04.1996’da İstanbul’da 2 Numaralı İdare
Mahkemesi bir Rum vatandaş hakkında “yabancı uyruklu T.C. vatandaşı” terimini
kullanmıştı (Aktoprak, 2010:44). Ahmet İnsel’e göre de, “geleneksel Osmanlı rejiminde millet-i hakime konumunda olan Sünni
Müslümanların, kerhen kabul etmeye zorlandıkları reformların kendi üstün
konumlarını yok etmesi endişesiyle gösterdikleri büyük tepkinin
araçlaştırılması, iç düşman kavramına devlet yöneticilerinin taahyyül dünyaları
ötesinde, bir toplumsal boyut ve bir siyasal araç işlevi kazandırdı. Bugün dahi, nüfusları toplumun geri kalanına
oranla yok denecek kadar az da olsalar, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Ermeniler,
Yahudiler ve Rumlar, aynı zihniyet tarafından, “içimizdeki yabancılar” olarak
görülüyor” (2005:533).
422Agos,
“Cumhuriyet’in gizli soy kodu”, 2.08.2013, (Çevrimiçi) http://www.agos.com.tr/tr/yazi/5390/turkiye- soy-kodunu-tartisiyor,
19.08.2014; Gültekin, Kuyumcuyan, “Eğitimde “soy kodu”na son”, (Çevrimiçi) http://www.agos.com.tr/tr/yazi/12032/egitimde-soy-kodu-na-son,
19.12.2015.
İsrail’in Türkiye’deki olumsuz ve düşman imajından423 ve
toplumdaki “tüm Yahudiler İsraillidir” önkabulünden dolayı da
yabancılaştırılmaktadırlar. Kendi ülkelerinde “yabancı, buralı olmayan, düşman”
olarak damgalanmaktadırlar. Türkiye’de özellikle muhafazakar milliyetçi basında
çıkan antisemit haberler ve nefret söylemi cemaat içinde korku ve tedirginlik
yaratmaktadır.
Bu ülkede
Müslüman çoğunluğun içinde Musevi olmak zor zanaat ama dünyada Yahudi olmak zor
zanaat. Müslüman ülkede olmak şu açıdan daha zor, Hıristiyan medeni bir
ülkeyle, Avrupadaki medeni ülkelerle kıyasladığında şartlar daha zor. Bunu tabi
2. Dünya Harbinden sonrası için bahsediyorum. Daha zor çünkü Müslümanlığın
ötesinde adam Yahudiliği dinsel bir düşman değil de İsrail’den dolayı yok eden
bir düşman olarak görüyor. Daha tanımadan potensiyel bir düşman olarak görüyor.
Bundan 15 yıl önce sanki daha kolaydı. Her neslin kendine göre zorlukları var
tabi. Babamların döneminde Trakya olayları, Varlık Vergisi vardı… C1-2 (Y, 64,
E)
Osmanlı’dan itibaren dini-mezhepsel temelde tanımlanan
milletler (Rum, Ermeni, Yahudi)
Lozan’la birlikte azınlık haklarına sahip olup, eşit vatandaşlık konumuna
yükselmişlerdir. Böylece, Lozan’da da azınlıkların din üstünden tanımlanmasıyla
ötekileştirme resmi bir tanıma ve dile sahip olmuştur. Cumhuriyetin inşasından
itibaren devlet-bürokrasi-toplum katında biz
ve onlar ayrıştırması din
üstünden yapılmaya devam edilegelmiştir. Geniş toplumda ulusal kimlik dinle
özdeşleştirilmekte, etno-kültürel bir temele sahip kılınmaktadır. Toplumun
muhafazakar dindar kesimi tarafından Müslümanlık sosyal hiyerarşide en üst
katta yer aldığından dolayı diğer dinler daha aşağı görülmekte, Müslümanlığa göre derecelendirilmekte ve değerlendirilmekte, Müslüman
olmamak dinsizlik,
inançsızlıkla bir tutulmaktadır. Daha önce detaylı olarak bahsedilen, ulusal
söylemlerde, egitim araçlarında, kamusal bellekte gayrimüslimlerin
ötekileştirilmesi, iç düşman-yabancı olarak gösterilmesi de bu ayrımcılığın
çoğalmasına katkıda bulunmaktadır. Bu olumsuz toplumsal statütü ise “gavur”
kelimesinde konsolide olmaktadır. Gayrimüslim kavramı öncelikli olarak kendine
içkin bir hiyerarşiye sahiptir. Türkiye’de Müslümanlığın dışındaki dinler,
Müslümanlığa göre tanımlanmakta ve çoğu kez dinsizlikle eş tutulmaktadır.
423 Kadir Has Üniversitesi’nin 2010’dan bu yana yaptığı dış politika analizi
anketinde Türk halkı, İsrail’i
düşman olarak görüyor. Bu oran, %60’ın altına hiç inmedi.
Bazıları
gayrimüslim deyince ayırt etmiyor. Ermeni bir çocuk dedi ki “ben size
“gayrihıristiyan” diyor muyum dedi”, alışılagelmiş bir laf. Kullanılan o.
Esasında doğru değil tabi. “gayriyahudi”! böyle birşey olur mu? C1-1 (Y, 64, K)
Yahudi bir erkek görüşmeci Türkiye’de çoğunluğa ait
dine mensub olmamanın belli bir kesim tarafından aynı zamanda “dinsizlikle” eş
tutulduğunu iş hayatında başından geçen bir hikayeye değinerek aktarmaktadır.
Farklı kuşaklardan, sosyal sınıftan, cinsiyetten görüşmecilerin neredeyse hemen
hepsi kendilerini din farkından kaynaklı olarak birinci sınıf vatandaş
hissetmediklerini, hayatlarındaki çeşitli olaylara referans vererek aktardılar.
Anlatılarda Türkiye’de eğitimsiz, muhafazakar, dindar büyük bir kesim olduğu
için çeşitli türden ötekileştirmeler, dışlanmalar, ayrımcılıklarla yaşamaya
alıştıkları, çocukluklarından itibaren bu duruma karşı bir koruma refleksi
geliştirdikleri, gerek ailelerinin telkinleri, gerek edindikleri tecrübelerle,
bunun Türkiye’nin gerçeği olduğunun öğrenilmiş çaresizliğiyle kendilerini
üzmemeye ve korumaya almaya çalıştıkları ortaya çıkmaktadır.
Babamla
yaşadığım bir hikaye var. Yanımızda çalışan Ramazan diye bir adam vardı
Malatya’lı. Kürt. Konuşmayı bilmezdi 1984’de yanımıza geldiğinde. Babam okuma
yazma kursuna gönderdi. Kızını biz eğittik ama adam ortaokuldan öteye okutmadı.
O bile adam için üniversite mezunu olmak demekti düşün yani! 2001 miydi neydi,
babam “Ramazan al şu parayı kurban al kes dağıt” dedi. Bir gün sonra parayı
iade etti. Niye dedik, “Ben hocaya sordum senin paranla kurban kesilmezmiş”
dedi. Bu da Türkiye’nin gerçeği. Babam çok soğukkanlı davrandı. “Hocaya sorsana
benden aldığın maaşla kurban alınır mıymış” dedi. E işte… Burası böyle bir
ülke. C2-1 (Y, 43, E)
4.1.3.
Azınlık kimliği-Vatandaşlık ilişkisi
Eğer akıllı
uslu bir Ermeni iseniz -ki Türkiye'de böyle bir çoğunluk var- hak peşinde koşmayan, kendisine verildiği
kadarıyla yetinen, gerektiğinde devletin reklamını yapmak için vitrinlere
çıkan... O zaman iyi yaşarsınız. Ama yurttaş olmaya çalışan, hakkınızı arayan
bir Ermeni'yseniz bu bir sorun... Hrant Dink
1924 Anayasasında vatandaşlık ile Türklük
arasındaki ilişki, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı
olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” biçiminde tanımlanmıştır.424
Yeğen, 1876, 1961 ve 1982 Anayasalarında olmayan sadece 1924 Anayasasında
yer alan bu “vatandaşlık itibariyle” ibaresiyle vatandaş Türklerden gayrı bir
de gerçek Türklerin varlığının
kastedildiğini belirtmektedir. Yasa, Türklüğü, yurttaşlık-olarak Türklük ve yurttaşlıktan
fazla bir durum olarak Türklük şeklinde derecelendirmiştir (2014:71-73). Bu
tanımlama azınlıklar açısından önemli sonuçlar doğurmuştır.425
Cumhuriyet’in ilk yıllarında gerçekleşen Mübadele bunun bir örneğidir. Müslüman
olmak vatandaşlık itibariyle edinilenden fazla bir Türklüğü başarabilmenin,
Türk olabilmenin anahtar unsuruyken, Müslüman olmamaklık da Türk olabilmenin
önündeki “doğal” engel olmuştur (A.e.,
s.110). Türk vatandaşı tanımı nötr değildir; Sünni İslam dininden, Türkçe
konuşan ve kültürel özeliklere sahip kişiler kast edilmektedir (Kadıoğlu,
2012a). Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli ilkelerinden biri
laiklik olsa da, Cumhuriyet dönemi boyunca, özellikle Tek Parti döneminde, Türk
olanın kimliği yine din ile tanımlanmaya devam edilmiş; üretilen politika ve
düzenlemelerde Türk olanın kimliğinin belirlenmesinde din ve dil belirleyici
unsurlar olarak kullanılmıştır.426 Türk milliyetçiliğini,
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına bakarak değerlendiren çalışmasında Yıldız, Türk
milliyetçiliğinin dinsel öğelerden (1919-1924) seküler öğelere (1924-29) evrildiğini daha sonra da milliyetçilik
424Üstel’e
göre bu “resmi söylem”, Türklerin tarihine ilişkin “resmi anlatı” ile birlikte
ele alındığında ders kitaplarının temel açmazını oluşturmaktadır (2011b:222).
4251961
ve 1982 Anayasalarında “vatandaşlık itibariyle Türklük” ibaresi kaldırılmış
olmasına rağmen siyasi bir Türklük tanımının benimsendiğini söyleyebilmek
zordur. Terminolojideki kararsızlık için Bkz.: Yeğen, 2014:73. 426Tek Parti
Döneminde “Türk olmak” ve “Türkçe konuşmak” şartı belli mesleklerde istihdam
edilmek için şart konulmuş, bu şartlara uymayan azınlıkların işlerine son
verilmiştir. Detaylar için Bkz. 1. Bölüm.
tanımlamalarında
etno-kültürel motiflerin (1929-38) öne çıkmaya başladığını öne sürmektedir (2013).
Azınlıklardan söz edebilmek için bir çoğunluğa ihtiyaç
vardır ve bu durum toplumsal güç dereceleriyle ilişkilidir (Balibar,
Wallerstein, 2013:103). Türkiye toprakları üzerinde iktidar erkini tarih
boyunca elinde bulunduran topluluklar için bu çoğunluk her zaman Türk
olagelmiştir. Milliyet ve vatandaşlık arasına sınır çekildikten sonra
gayrimüslimler ikinci kategoride yer alırken, millete ait olmak
Müslüman-Türklere ayrılmış bir kategori olarak kurulmuştur. Türk milletinin
egemen anlayışına ve tanımına gayrimüslimler dahil edilmemiştir (Aktar, 1996a,
Yumul 2006, İçduygu, Toktaş 2008), çünkü Türkiye’de vatandaşlık son kertede
ulusal kimlik/milliyet ile ilişkilendirilmektedir.
Vatandaşlık sadece hak ve sorumluluk ile tanımlanan
belirli bir statü değildir. Aynı zamanda bir kimlik, siyasal bir topluluğa
üyeliğin ifadesidir (Kymlicka, Norman: 2012:207). Gayrimüslimlerin azınlık
kimlikleri ile vatandaşlık ilişkisini nasıl kurguladıkları hem cemaatler
arasında hem de cemaatlerin kendi içinde yaş gruplarına, ait oldukları sosyal
sınıfa ve cinsiyete göre farklılıklar göstermektedir. Bu bağlamda aşağıda bu üç
cemaatin yaş, cinsiyet ve sınıfsal konumlarına göre bu ilişkiyi nasıl inşa
ettikleri incelenecektir.
Gayrimüslim vatandaşların toplum, devlet ve
bürokrasinin gözünde eşit-birinci sınıf vatandaş olarak görülmemeleri, bu
ülkenin “gerçek” evlatları gibi değil “yabancı” olarak kabul edilmeleri, yabancı ülkelerle özdeşleştirilmeleri,
sadakatlerinin sorgulanması, hem özel alanda hem kamusal alanda dini-etnik
kimliklerinden dolayı çeşitli ayrımcılıklara uğramış olmaları onları daha
kontrollü, güvenliğin ön planda tutulduğu, tedirgin, kapalı bir hayat yaşamaya
teşvik etmektedir. Görüşmelerde devlet-merkezli, yukarıdan aşağıya modernleşme
tarzının ve homojen ulusal kimlik anlayışının bir eleştirisi ortaya
çıkmaktadır.
4.1.3.1.
Rum, Yahudi ve Ermenilerde Azınlık Kimliğinin Temel Göstereni: İsim
Adı ‘garip
bir arkadaş’dım. (E, 59, E)
İsim,
kişinin ayrılmaz bir parçasıdır ve onu bireyselleştirir. Adlar anlam
taşıyıcılarıdır. Dilbilimci Benveniste, özel adın spesifik
bir semiolojik sisteme
ait olduğunu göstererek, özel
ad “… biricik tarzda tek bir bireyi
gösterdiğinden toplumsal kimliğin uzlaşımsal işaretidir” der (aktaran Tesone,
2013:14). Bourdieu’ye göre,
“Toplumsal dünya ben’in
tümleştirilmesi ve
birleştirilmesi için her türden kurumu önerir, bu kurumlardan en açık seçik
olanı özel isimdir. Özel ismin oluşturduğu bu tamamen tekil adlandırma
yöntemiyle asıl oluşturulan, biyolojik bireyin kimliğini, eyleyici olarak
devreye girebileceği tüm alanlarda, yani tüm olabilir yaşam öykülerinde güvence
altına alan sabit ve süreğen bir toplumsal kimliktir” (2015b:81). Dolayısıyla
sahip olunan kimliğin en temel göstereni isimdir. Kuçuradi ismin çeşitli
kimliklerimizin bir çeşit mührü olduğunu ifade etmektedir:
“Binbir türlü kimliğimiz var. Birini bununla, öbürünü öbürüyle paylaşırız,
ama biz olan o kimlikler yumağı tektir. İsmimiz, o kimlikler yumağının adıdır.”427
İstanbul’un Rum, Yahudi ve
Ermeni cemaatlerine mensup görüşmeciler en çok isim ve dil (şiveleri) üstünden kamusal alanda (devlet daireleri,
bankalar, taksi, bakkal, vd.), ve özel
alanın dışında gündelik hayatın neredeyse her alanda ayrımcılığa maruz
kaldıklarını ve “yabancı” gibi hissettirildiklerini belirtmektedirler. Türkiye’de
toplumun büyük kesimi tarafından “Türk kültürü”ne sahip olmak dil ve isim
üzerinden kodlanmaktadır. Bu bağlamda “Türkçe”
olmayan bir isme sahip olmak,
Türkçeyi “yabancı gibi şive” ile konuşmak toplumda “yabancı-yerli olmayan” olarak
algılanmada yeterli bir işlev görmektedir. Foti
Benlisoy ismin “öteki”leştirilmede nasıl bir araç olarak kullanıldığını şöyle
anlatır :
Nasıl
adlandırıldığını insan kendi seçmiyor. Sosyal-kültürel bir bağlam içinde dünyaya geliyorsun ve o bağlam sana
yükleniyor. Ama seçmemiş olsan da … sana dayatılması
nedeniyle aslında benliğinde taşıdığın sürekli bir arıza, bir sıkıntı söz
konusu... o bahsettiğim ‘ecnebilik’, insanın üzerine ismiyle birlikte
yapışıyor… Kalmak, her anlamda kalmak ve bütün bu dertlerle, derimize ve
adımıza kazınmış bu arazlarla cebelleşmek gerek. Hiçbir zaman bu yükün
üzerimizden kalkmayacağını bilerek cebelleşmek... 428
Her üç cemaat mensupları
hakim toplumun binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan gayrimüslimler hakkında
bilgi sahibi olmamasından, ulusal hafızada, ulusal eğitim sisteminde, ulusal söylemde azınlıkların kültürleriyle, tarihleriyle yer almadıkları için veya
427Rita Ender, “İnsanın ismi kimlikler yumağının adıdır”, Agos, 10.10.2015, (Çevrimiçi) http://www.agos.com.tr/tr/yazi/12982/insanin-ismi-kimlikler-yumaginin-adidir),
19.10.2015.
428Rita Ender, “Adımıza kazınmış arızalarla cebelleşmek gerek”, Agos, 24.07.2015, (Çevrimiçi)
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/12265/adimiza-kazinmis-arazlarla-cebellesmek-gerek,
30.07.2015.
negatif bir söylemle “içerdeki düşman” gibi tanımlamalarla
gösterildiği için toplum genelinde bilinirliğin oluşmamasından ve “yabancı”
olarak algılanmaktan duyulan rahatsızlığı vurgulamaktadırlar. Geniş toplum
tarafından “yabancı” olarak görülme en çok da isimler ve dil (şive) üstünden
oluşmaktadır. Geniş toplum üyesi bir bireyin gayrimüslim bir bireyin ismini
duyduğunda kafasında “yabancı” algısının oluşmasındaki temel etken dinle
bağlantılıdır. Toplumda genel
olarak geleneksel (Sünni)
Müslüman-Türk isimleri dışındaki
bir isme sahip bir bireyin Müslüman olmadığı için Türk/Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı olamayacağı algısı hakimdir. Bu da geniş toplum
bireylerinin Türk olmayı Müslümanlıkla bir gördüğüne işaret etmektedir.
Bu “yabancı” olarak
görülme durumu gayrimüslim bireylerde kendini hakim grupla eşit hissetmeme,
eşit vatandaş olarak kabul görmeme, “eksik olma” hissini doğurmaktadır.
Kendisinin “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” olduğunu söyledikten sonra bile
karşı tarafın ısrarla “ama Türk değilsiniz değil mi?” diyerek “Türk
olmadıklarının” tasdik ettirilmek istenmesi, toplumda bilinçaltına işlenmiş
“Müslüman eşittir Türk” algısının bozulmasından duyulan korkuyu ve tedirginliği
yansıtmaktadır. Gayrimüslimler gündelik hayatlarında farklı kamusal mekanlarda
“nereden geldiniz, nerelisiniz” sorularına bıkıp usanmadan cevap vermek zorunda kalmaktadırlar; bazıları
artık umursamamakta ve başka bir ülkeden geldiğini söyleyip konuyu kapatmakta,
“ne güzel Türkçe konuşuyorsunuz” tepkilerine kırık bir şekilde gülümsemekte,
kimiyse bir tür koruma mekanizması geliştirerek toplum içinde bu “yabancılık”
hissine kapılmamak ve bir dışlanmaya uğramamak için kamusal alanda isim
değiştirmekte veya takma isim kullanmaktadırlar.
Ne olursa
olsun “yabancı” görülüyorsun. 1923’den gelen bir geleneğin devamı
bu. Bu hükümetle biraz ikinci
sınıf vatandaşlığa evrilebilir, sonra da belki vatandaş oluruz… o yüzden belki
de “Meryem” demek daha kolay… Meryem ismini de çok sevmem ama en azından yalan
söylememiş gibi hissediyorum, ilk 3 ay nüfus kağıdımda “Meryem” yazmış zaten.
B2-13 (R, 33, K)
Ben
toplumda hep “öteki” olduğumuzu düşünüyorum. Azınlık olduğunu hep
hissediyorsun. Eskiden “ne güzel isim” derlerdi şimdi öküz gibi “sen nerdensin”
diyor. Azınlığın ne olduğunu bilmeyen bir sürü insan var. “Sen nasıl T.C.
vatandaşı olup Müslüman değilsin” diyor! Çekmeköy’de bir mağazaya girdik,
satıcı kadın “siz yabancıların böyle
Türkçe konuşmasına
bayılıyorum” dedi. Kendi çapında iyi birşey söylemeye çalışıyor ama gene
ayrımcılık yapıyor. Bunu sürekli açıklamak, istemeden sinirli yapıyor beni.
B2-5 (R, 38, K)
Amerika’dan
okul bitince geri döndüm. Vize ile ilgili bir işlem vardı. Babam diyor ki “sen
sonuçta Türk vatandaşısın gel buraya işini de bulursun gücünü de bulursun
yaparsın burda, gel” dedi. Sonuçta ben vatandaşlık haklarına sahibim. Geldim
havaalanında, indim, ilk sorusu “sen
Türk müsün?”. Ben de “elinizde Türk pasaportu var Türkçe konuşuyorum sizce
neyim?” dedim. Amerika’da eksik hissediyorsun, tam hissedemiyorsun. Burda benim
çöplüğümdeyim diyorsun, ilk adımı atıyorsun “Sen nerelisin” dıyor adam sana.
Herşey “isim”. Yabancısın. Yani Sünni Müslüman değilsin sen. C2-19 (Y, 25, E)
4.1.3.2.
Azınlık Kimliğinin Avantaja Dönüştüğü Haller
Üçüncü kuşaktan her üç cemaatten de görüşmeciler
yurtdışında Türkiye’nin Müslüman bir
ülke olmasından kaynaklı, özellikle son bir yıldır ISID saldırılarından ve
artan İslamofobia’den dolayı çoğu zaman küçümsenen ve negatif bir imaja sahip
olduğunu, daha olumlu bir imaj yaratması açısından kimi zaman kendilerini karşı
tarafa “I am from Turkey” (Türkiye’denim/Türkiyeliyim) diye tanıttıklarını ve ardından da
dini-etnik kimliklerini (Yahudi, Hıristiyan) açıkladıklarını belirtmektedirler.
Bu bağlamda dini-etnik kimliklerinin yabancı kamusal alan ve mekanlarda
kendilerine avantaj, prestij sağlayacağını ve olumlanacağını düşünerek
bulundukları sosyal ortama bağlı olarak bir kimlik stratejisi geliştirmektedirler.
Yurtdışında “I am from Turkey”429 diyorum
orda bitiyor! “Armenian” desem de
yetmiyor. Türkiye’den olunca
bitiyor olay. Çok negatif bir bakış var. A2-12 (E, 29, E)
Ben her
zaman Türk derdim ama Amerika’da “Jewish” demeye başladım, daha sempatik
oldugunu gördüm. “I am Turkish” derdim. Ama sonra “I am Jewish” demeye
başladım. C1-18 (Y, 50, K)
429 Türkiyedenim
Amerika’da
yaşadım uzun süre. Benim okuduğum üniversite “Jewish”430 sponsor bir
okuldu. Brandise Üniversitesi. Orda biz Türkler olarak en büyük oranda
yabancılardık ve herkes Jew değildi. Ben oraya gittiğimde 9/11’nın çok
ertesiydi. Müslümanlara çok önyargı olan bir dönemdi. “Ben Türk’üm” dediğimde
karşımdakinin yüz ifadesine göre “I am Jewish”
deme ihtiyacı olurdu. Bu beni Amerika’da kurtaran birşeydi. “Türk but I am
Jewish”431. C2-5 (Y, 30, K)
Yurtdışında
“I am Turkish”432 diyorum. Hiç aklıma “Turkish Jewish”433
demek gelmedi. Avantaja şurda çevirdim, İspanya’da bir sinagoga girmek istedim
girişte adam müsade etmedi, annem nitekim giderken Hahambaşı’ndan kağıt almıştı
orda o kağıt işe yaradı sinagogu
gezmek için. Sosyal
ortamda bunun dışında
hiç kullanmadım Yahudi
olmamı. Ama mesela Amerika’ya vize alırken “Yahudi olduğunu belirt”
demişlerdi ama istemedim kullanmayı. Ama tabi zorda kalırsam kullanırım. C2-12
(Y, 33, K)
4.1.4. Rumların Azınlık Kimliği-Vatandaşlık İlişkisi
Hürriyet’de
hala “Türkiye Türklerindir” yazar, başka
kimin olacaktı ki? (R, 65, E)
Smith, dini ve etnik çifte
kimlik dairelerinin benzer bir kültürel sınıflama ölçütünden geldiğini, çoğu
zaman çakışıp birbirlerini güçlendirdiklerini öne sürer. Tek tek ya da birlikte
cemaatleri harekete geçirebilir ve besleyebilirler (2014:40). Birinci ve
ikinci kuşaktan Rumlar için etnik-dini kimlikleri ile vatandaşlık kimlikleri
arasındaki ilişkide bazıları için Bizans kökeni ve
Yunan kökeni öne çıkarken,434 bazıları için ise dini aidiyetleri, Ortodoks
Hıristiyanlık, kimlik tanımlamalarında ilk sırada yer almaktadır. Rumluk veya
dini aidiyetten sonra kimliklerini “Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı” ibaresini
ekleyerek tanımlamaktadırlar.
430 Yahudi
431 Türküm (vatandaşlık bağı) ama Yahudiyim de (dini aidiyet)
432 Türküm
433 Türk Yahudisi
434
Konstantinopolis (Constantinus’un kenti), Yunan kenti Byzantion’un bulunduğu
yer üzerinde kuruldu. Bu yüzden “Bizanslı”, “Bizans” kavramları kullanılır.
Doğu İmparatorluğu’nun vatandaşları ise kendilerini “Romalı” olarak kabul ederlerdi. Arapça ve Türkçe kaynaklarda
Bizans İmparatorluğu için “Rum” ve Osmanlıların hakimiyetindeki Hıristiyan
nüfus için “Rumlar” terimleri kullanılmaktadır. Bir Rum’u ifade eden “Romios”
sözcüğü de modern Yunanistan’ın kurulmasıyla birlikte yerini “Hellen”’e
bırakmıştır (Cameron, 2015:11-2).
Bu bağlamda kimliğin inşasında ikili bir yapı
bulunmaktadır; bir ayağında siyasi kimlik diğer ayağında ise etnik
kimlikleri yer almaktadır; dini ve etnik kimlikleri Smith’in belirttiği
biçimde, birbiriyle içiçe geçmiştir. Rum-Bizans Rumu veya Yunan asıllı olmak
arasında görüşmeciler açısından temel bir farklılık bulunmamaktadır. Her üç
kimlik aidiyeti de İstanbul’un en eski yerleşik toplumlarından Rumlara, Rum
kökenli, Romeos, olduklarına,
köklerine vurgu yapmaktadır. “Türkiye Cumhuriyeti-Türk vatandaşı” ifadesi etnik
bir aidiyet içermemekte, siyasi vatandaşlık kavramına işaret etmektedir.
Türk vatandaşıyım ama ben Rumum, köken olarak
Türk değilim. B1-8 (R, 59, K)
Biz Rumuz,
İstanbul Rumuyuz. Tarih devamlılık sürecidir. Ben kendime “Romeos” diyorum.
Yunanlılar da Romeos’dur. Giritli Hıristiyanlar da kendilerine 1911’e kadar
“Romeos” derlerdi. Konu karışık tabi. Yunan devletinin ulus devlet olmasıyla
ilgili. Lisan olarak Helenica diyorlar ama Bizans’da hiçbir zaman Helenica diye
tanımlamıyorlardı, Romeos diyorlardı. Osmanlı devrinde de Romeos olarak devam
etti. ATİNA-6 (R, 63, E)
Bizim
kimliğimiz din üstünden oluştu. Bizim evimizde hatırlıyorum eski kitaplar vardı
Yunanistan tarihi üstüne, antika. Antik Yunan tarihi ara sıra okurdum. Kimlik
özellikle din üstünde kuruluyordu bizim evde. ATİNA-7 (R, 53, E)
Biz Türk
vatandaşıyız ama kökümüz Yunanlı. Bugün Ege’de Anadolu’da bile bir çok şehrin
adı Yunancadır. İzmir-Smyrna, Bergama, Efes, Bursa Pursa’dan geliyor, Mudanya,
İstanbul bile Rumcadır, İstinpoli’den gelir. Evet memleketler el değiştirebilir
ama tarih değişmiyor. Tarihi bozmamalıyız. B1-20 (R, 76, E)
60’lı ve 70’li yıllarda özellikle Kıbrıs krizi
dönemlerinde “Kıbrıslı Rum” kavramı basında “Rumluğu, Rum olmayı”
ötekileştiren, düşmanla özdeşleştiren bir biçimde kullanıldığı için birinci ve
ikinci kuşaktan Rumların belleğinde çok olumsuz bir yer tutmaktadır. Rumlar
için “Kıbrıs” kendi ülkelerinde “koz-rehine” olarak görülmelerinin sebebidir;
bu sebepten birçok görüşmeci Kıbrıs meselesini uğradıkları baskı ve
ayrımcılığın, bunun sonucunda da nüfusun erimesine sebep olan göçlerin
arkasındaki en büyük faktör olarak gösterdiler. Bazı görüşmeciler özellikle
köken olarak “Bizans soyundan gelen Rumlar”’dan olduklarını belirterek, Kıbrıslı
olmadıklarına vurgu yapmışlar, Kıbrıslı Rum
olmakla İstanbullu Rum olmanın aynı şey olmadığına, aradaki köken farklılığına işaret etmişler ve iki
kavram arasında bir sınır çizmişlerdir.435
Bizim
Yunanlıyla ne ilgimiz var? Kıbrıslı Rumlarla ne ilgimiz var? O başka Rum, biz
Bizans Rumuyuz. B1-17 (R, 78, E)
Sanki biz
yapıyoruz gibi. Kıbrıs’taki Rum yapıyor, Türkiye’deki Rumun ne kabahati var? Bir kere Türkiye
Rum’u senin vatandaşın. Kıbrıs’taki Rum Yunan
Rumu, Türkiye’deki bu camlarını kırdığın Rum senin
vatandaşın, Türk tebaalıdır. Aynı pasaportu taşıyorsun ve beraber askerlik
yapıyorsunuz. B1-3 (R, 67, E)
Şu an bile
Kıbrıs’da cereyan eden bazı gerginlikler insanı ister istemez “acaba” “tekrar
mı” sorusunu getiriyor. 54 yaşındayım ve İstanbul’un en eskilerindenim,
yerlilerindeniz. Doğduk büyüdük bu Kıbrıs sorunu bitmeyecek diyen babamdı.
Onlar öldü gerçekten de bitmedi hala bu sorun. Kıbrıslı Rumlar Yunanistan’ı
sevmez. Ama Kıbrıs yüzünden büyüklerin oyuncağı oluyorsun. Hiç günahı olmayan
bir kesim insanlar yerinden yurdundan oldu. Aslında ben göçmenlere acıyorum,
memleketini evini bırakmak zor… Nenelerinin dedelerinin yattığı mezarları
bırakmak zor… B1-12 (R, 84, E)
Fakat hep
bir Kıbrıs Kıbrıs… annem “batsın bu adada kurtulsak” derdi (gülerek) B1- 27 (R, 59, K)
Aşağıdaki görüşmecinin anlatısında geçen örnek
Rumların etnik-dini kimliklerini vatandaşlık
tanımlaması yaparken neden birinci sıraya koyup üstüne özellikle vurgu yaparken,
bir Amerikan vatandaşı Yunanlı için “Yunanlılık” aidiyetinin “Amerikalı”
kimliğinden sonra geldiğini açık bir şekilde göstermektedir. İstanbullu Rumlar,
özellikle burada birinci ve ikinci kuşak, Cumhuriyet’in yakın tarihinde,
azınlık olarak yasalarda yazdığı gibi pratikte eşit vatandaş muamelesi görmeyip
bastırılan, saldırılan, gizlemek ve korumak zorunda kaldıkları etnik-dini kimliklerine kaybetmemek için sıkı sıkıya bağlanmış
ve kimliklerinin bu parçalarını
yüceltmişlerdir. Bu yüzden kimlik algılarını tanımlarken en fazla yaralanan
aidiyetlerine en öncelikli olarak sahip çıkmakta ve altını kalın çizgilerle
çizmektedirler.
435
Kıbrıslı Rum kimliğinin kökensel geçmişini incelemek, Rum-Yunan’lı olmanın
kökenine inmek ve ikisi arasındaki farklılığı tarihsel bir zeminde irdelemek bu
çalışmanın hedefi değildir. Bu bir tarih tezi olmadığı için, bu çalışmada
görüşmecilerin kendi kimliklerini nasıl “algıladıkları ve ifade ettikleri”
temel alınmıştır.
Bir kere
daima biz neyiz sorusu sorulur. Baskın Oran dedi ki “Biz ulus devletten ulusal devlete geçtiğimiz anda sorunlar
çözülür”. Ben tabi ki Türk vatandaşıyım ama etnik anlamda Türk değilim. Yunan
asıllı diyelim. Amerika’daki Yunanlılara soruyorum “Amerikalıyız” diyor, orda
vatandaşlık temelinde konuşuyor. “Yunanım fakat Amerikalıyım önce” diyor. B1-5
(R, 65, E)
Alt orta sınıftan sadece bir erkek görüşmeci
kimlik-vatandaşlık ilişkisini kurarken Rum
aidiyetine vurgu yapmadan kendini “Türk” olarak tanımlamış, onu geniş toplumdan
ayıran tek farklılığın ise din olduğunu belirtmiştir.436
Ben
Türk’üm, dinim Hıristiyan. Nüfus kağıdımda ne yazıyor? Ama Türk milleti o kadar cahil ki dinle milliyeti ayıramıyorlar.
B1-15 (R, 83, E)
İkinci ve üçüncü kuşaktan çoğunlukla orta sınıfa
mensub, üniversite mezunu işkadını- işadamı Rumlar kimlik-vatandaşlık
ilişkisini kurarken Rum-Bizans kökenli olduklarını ve özellikle “İstanbullu”
olduklarını vurguladıktan sonra “Türkiye Cumhuriyeti” vatandaşı olduklarını
belirtmektedirler. Bu kuşağın da kimlik inşasında “Rum ve Türkiye Cumhuriyeti”
vatandaşı olmak açısından, siyasi ve etnik, ikili bir yapı bulunmaktadır. Bu
kuşağın büyük çoğunluğu, Ermeni gençlerde görüldüğü gibi, bir üst kuşaklardan
farklı olarak kimliklerindeki dini aidiyetlerine öncelikli olarak vurgu
yapmamaktadır; gençlerde farklılık ve özgürlük öne çıkmaktadır. Diğer bir deyişle
Rum kökenli olmak, Rum kültürüne
sahip olmak, kimliklerinde Ortodoks Hıristiyan olmaktan
daha belirleyicidir. Rum kökenli olmak kültürel bir olgudur. Paskalyada boyanan
yumurtalar, Noel kutlamalarında ailece bir arada olunması, ağaç süslenmesi gibi
ritüeller ve kutlamalar, en önemlisi de Rumcaya sahip çıkmak Rum kültürüne
sahip çıkmak ve bu kültürel mirasın devamlılığını sağlamak anlamına
gelmektedir. Gençlerde “Rumluk” daha çok bir kültürel sermaye olarak
sahiplenilmekte, gündelik hayatta prestije ve avantaja dönüştürülmektedir.
436Soruyu açmama rağmen görüşmecinin ilerleyen
yaşı ve Türkçeyi çok iyi konuşamamasından dolayı Türklüğü etnik mi yoksa kültürel/siyasi temelde mi
aldığı tam olarak anlaşılamadı.
Museviler
“Biz Türkler” der, benden sen o cümleyi duymazsın mesela. “Biz Yunanlılar da” demem. Biz İstanbullu
Rumuz. Ben kendimi ne Yunanlı ne Türk hissederim. Ben Bizanslı hissederim
kendimi. Ben kesinlikle Bizanslıyım. İstanbul kimliğimde çok belirleyici. Nasıl
ki Giritli Giritliyim diyor, ben de İstanbulluyum. Bitti. İstanbul’un kelime
anlamı “şehre doğru” demektir, Rumca. Buranın DNA olarak asıl sahibi benim. Kim
geldiyse bizden sonra geldi. B2-1 (R, 35, E)
Etnik
kimliğimle kültür olarak bağdaştırıyorum kendimi. Kendimi “Rum” diye tanımlarım ama Ortodoks Hıristiyan demem. Her zaman
karma bir kimliğe
sahip oldum ve bu
çok hoşuma gidiyor, hepsinden beslenmeye çalışıyorum. “Farklı” olmak hoş bir
his verir. Her zaman “ne güzel,
unique (özgün) bir özelliğim”
var derim. Ama hiçbir zaman dinle ilişkilendirmem. Paskalya mesela hep gelenek
gibi geliyor, dini bir duygu vermiyor bana. Kültür benim için önemli olan;
İsa’nın doğumu diye kutlamam da önemli olan ailecek bir araya gelip ritüelleri
yerine getirmek. Gelenek olduğu için yılbaşında ağacı süsleriz kardeşimle.
B2-14 (R, 21, K)
4.1.5. İstanbul Rum Cemaatinde Arap Ortodoksların Kimlik- Vatandaşlık İlişkisi
Antakyalı Ortodokslar, İstanbullu Rum Ortodoks
Hristiyan azınlıklar ile aynı statüde yer almaktadır ve Lozan Antlaşması’nın
Türkiye Cumhuriyeti devletine getirdiği yükümlülükler açısından Rumlar ile aynı
azınlık haklarına sahiptirler. Antakya kökenli Ortodoksların sayısı hakkında
resmi bir veri bulunmamaktadır. Çeşitli kaynaklarda İstanbul ve Antakya’da yaşayanlarla birlikte ele
alındığında nüfusun toplamda beş bin civarında
olduğu tahmin edilmektedir. Bu sayının yaklaşık 2.000-2.500 kadarı
İstanbul’a gelen ilk ve ikinci jenerasyon aile bireylerini kapsamaktadır (Ak,
2015). İstanbul’da yaşamakta olan İstanbul kökenli Rum Ortodoks cemaatinin
tahmin edilen sayısı ise 1.500-2.000 civarındadır.437 Demografik
sorunlar yaşayan İstanbullu Rumlar açısından Antakyalı Ortodoks Hıristiyanlar bu dezavantajı ortadan kaldırmak da
önemli bir rol üstlenmektedirler (A.e.).
İstanbul’daki üç Rum lisesinin büyük bir kısmı Antakyalı nüfus sayesinde ayakta
durabilmektedir. Şu anda İstanbul’daki Rum Liselerinde okuyan öğrencilerin çoğunluğu,
aynı dinsel azınlık grubundan (Rum Ortodoks cemaatine
ait) oldukları için,
Antakyalı Ortodoks
437 A.P. ile yapılan
görüşmeden elde edilen
bilgi.
öğrencilerden oluşmaktadır438.
Rum okullarındaki öğrenci nüfusu İstanbuldaki Rum cemaatinin etnik bileşenleri
hakkında ipuçları sunmaktadır: 1) Ana
dili Rumca olan, T.C. vatandaşı, en
az dört beş kuşaktır
İstanbul'da yaşayan “eski Rumlar”
(İstanbullu Rumlar)’dan,
2) son yirmi yıl içinde Antakya
civarından İstanbul'a göç edip yerleşmiş, ana dili Arapça olan “Antakyalı
Rumlar”dan, 3) Rum olmayan biriyle
(daha çok bir Müslüman/Türk veya bir Ermeniyle) evlenmiş olanlardan ve bunların çocuklarından, ve son olarak da
4) Yunanistan'dan İstanbul'a gelip yerleşen
Yunanlılardan oluşmaktadır.439
Öğrenci azlığı nedeniyle kapanma tehlikesi altında
olan Rum okullarını ayakta tutmak için Antakyalı Ortodoks öğrenciler okullarda
burslu olarak okutulmaktadır. Rum Ortodoks azınlık okullarındaki Antakyalı
öğrenciler genelde Antakya’dan yaklaşık bir kuşak önce İstanbul’a göç etmiş
Ortodoks Hıristiyan ailelerin çocuklarıdır. Bir başka deyişle, İstanbul’da
doğup büyümüş, anadili Arapça olan veya ailede Arapça kullanan bireyler
kalmamış ise Türkçe konuşan öğrencilerdir (Ak, 2015).
Antakya’dan İstanbul’a göç eden Antakyalı Ortodoksların büyük bir kısmı
orta alt sınıfa mensub ve eğitim seviyesi düşük ailelerdir. Rum okullarında
okuyan öğrencilerin aileleri genellikle kiliselerde zangoçluk, bekçilik yapmaktadırlar.440
Görüşme yapılan Antakya kökenli iki kadın görüşmeci
ise bu sosyal profilin dışına düşmektedir. Aileleri orta ve orta üst sınıfa
mensuptur; kendileri üniversite eğitimi için İstanbul’a gelmiş ve ondan sonra
bu şehirde kalmışlardır. Antakya kökenli Ortodokslar, kimlik-vatandaşlık
ilişkisini hem İstanbullu Rumlardan hem de birbirlerinden farklı
kurgulamaktadırlar. Bir görüşmeci kimliğini köken-mekan üstünden, Antakyalı
olmak şeklinde betimlemiştir. Ailesi
Antakya, Samandağlı olan görüşmeci kimlik
algısını mekana ve mekanla ilişkili etnisiteye vurgu
yaparak, “Antakyalı Arap Hıristiyan” şeklinde ifade etmiştir. Böylece İstanbullu Rum Ortodokslardan kökenden kaynaklanan kültürel bir ayrışma
438
İstanbul’daki Rum liselerindeki öğrencilerin (2015-2016) eğitim dönemindeki
dini-etnik profilleri şöyledir: Zapyon anaokul-ilkokul-ortaokul-Lise’sinde: 34
Rum asılllı, 55 Antakyalı, 48 karma evlilik, 13 Yunan uyruklu,
toplam
150 öğrenci; Fener ortaokul-Lisesi’nde: 1 Rum asıllı, 40 Antakyalı, 8 karma,
toplam 49 öğrenci; Zoğrafyon ortaokul ve Lise’sinde: 20 Rum asıllı, 7
Antakyalı, 2 karma evlilik, 11 Yunan uyruklu, toplam 40 öğrenci okumaktadır.
A.P. ile 2016 yılında yapılan görüşmede temin edilmiştir.
439Dimostenis
Yağcıoğlu, “İstanbul Rum Azınlığı’nın Değişmekte Olan Karakteri, (Çevrimiçi) http://www.azinlikca.net/yazarlar/dimostenis-yagcioglu/istanbul-rum-azinligi-nin-degismekte-olan-kaderi-dimo- yagcioglu-azinlikca76.html, 20.03.2016.
440 Antakya kökenli Arap Rum Ortodokslarla ilgili, onların
kimlik algıları ve İstanbul Rum cemaati ile ilişkilenmeleri hakkında akademik
yazında çok fazla niteliksel yöntemle yapılmış çalışma bulunmamaktadır. Bu
konuda bir çalışma tarafımdan yürütülmektedir. Ayrıca Arap Rum Ortodokslarla
ilgili yapılmış detaylı bir analiz için Bkz.: Rigas, 2015:31-69.
yaşadığını belirtmiştir. Arap Ortodokslar dini aidiyetlerinden dolayı Rum
Ortodoks cemaati içinde sayılmalarına rağmen, etnik köken olarak Rum-Helen
değil Arap kökenli olmaları ve Rumca-Yunanca değil Arapça konuşmalarından
dolayı da İstanbullu Rumlardan farklılaşmaktadırlar. Antakyalı Ortodokslar bir
nevi “azınlık içinde azınlık” gibidirler. “Antakyalı Arap Ortodoks olmak”,
İstanbullu Rumlarla karşılaştırıldığında mekan-kökenden kaynaklı farklı bir
yemek, müzik kültürüne, adet, gelenek ve göreneklere, farklı bir dile sahip
olmak demektir. İstanbullu Rum Ortodokslar ve Arap Ortodokslar en belirgin biçimde
bu bahsedilen köken-mekan farklılığından kaynaklı olarak sosyokültürel bağlamda
farklı toplumsallaşmalar sergilemektedirler.
Ben kendimi
şöyle anlatayım, kimliğimi görüp “nerelisin” diyen çok oldu. O tip durumlarda
“Antakyalı Arap Hıristiyanım” diyorum. Mersin’de doğmuş olmama rağmen yemek,
müzik kültürü, dil Arap. Yediğimiz et bile Antakya’daki kasaptan gelirdi. Ben 6
yaşına kadar devamlı giderdik ve 2-3 hafta kalırdık. Arap ve Hıristiyanı
anlamıyorlar. Ben de “O bölgede Osmanlı zamanında Arap Hıristiyanlar vardı, o
zamandan kalanlar” şeklinde açıklamaya çalışıyorum. Ben de T.C. vatandaşıyımı
ekliyorum en sonunda. Baksana isminden dolayı neleri açıklamak zorunda
kalıyorsun… babamın şunu dediğini hatırlıyorum, babam solcudur, televizyonda
“Türküm doğruyum..” muhabbeti vardı, ben de babama sormuştum “baba ne diycez”
diye, babam da bana doğrusunun “T.C. vatandaşıyım” demek olduğunu söylemişti.
Ama o zamanlar aklım yavaş yavaş ermeye başlamıştı. İnsanlar sordukça
“Antakyalıyım, Hıristiyanım” diyordum. Zaman içinde farkettim kendi kendime. B2-13
(R, 33, K)
Antakya’nın merkezinde doğmuş
büyümüş olan diğer görüşmeci ise kendisini ne Arap
olarak ne de Rum olarak görmediğini, Türk olarak hissettiğini, kimliğinde
duygusal anlamda Türk olmanın daha ağır bastığını belirtmektedir. Suriye
sınırında büyüdüğü için Türkçenin dışında Arapça öğrendiğini ve Hıristiyan
dinine mensub olduğu için çoğunluktan farklılaştığını fakat aidiyet anlamında
“Türk gibi” hissettiğinin altını çizmektedir. Aynı coğrafya üzerinde yaşayan ve
aynı etnik gruba mensup olan sosyal aktörlerin oluşturdukları davranış
kalıpları (Barth, 2001) önemli farklılıklar gösterebilmektedir. Bu bağlamda
aynı etnik ve dini kökene sahip, aynı
dili (Arapça) konuşan, iki kadın görüşmecinin kimlik algılarının birbirinden
farklı olmasında kır-kent köken farklılığının yanısıra eğitim seviyesi ve
niteliğinin, sosyal sınıfsal konumun da etnik farkındalığı arttırdığı
düşünülebilir.
Ben Arapça
bilen, Türk’üm. Suriye sınırındayız. Ordan dolayı biliyorum zaten. Hıristiyanım
ama kendimi Türk hissediyorum. Orda herhangi bir soru işareti yok. Derinden de
öyle hissediyorum. Ama insanların öyle görmediğini hissediyorum. Hıristiyansın
ama Türk değilsin diye bakılıyor. Şu an İstanbul’da bile böyledir. Adım da
Patricia zaten, Türk olamam! B2-16
(R, 26, K)
4.1.6.
Yahudilerin Azınlık
Kimliği-Vatandaşlık İlişkisi
Babam
İsrail’e gitti yaşamak için, ‘Sinagoga gittim benim makamlarım yok orda,
söylenmiyor’ dedi geri döndü İstanbul’a. Ait hissetmedi kendini oraya. (Y, 44,
E)
Sezen Aksu
şarkılarında bir türbanlıyla ağlarım, İsrailli ile değil... (Y, 38, K)
Birinci ve ikinci kuşaktan çoğunlukla orta ve orta üst
sınıfa mensub Yahudiler kimlik- vatandaşlık ilişkisini Ermenilerden ve
Rumlardan farklı bir biçimde kurgulamaktadır. Ermeni ve Rumların, din veya
etnisitenin kimlik tanımlamasındaki sıralaması kuşaklara, cinsiyete ve sosyal
sınıflara göre değişse de, öncelikli olarak “Ermeni-Rum/Yunan/Bizans” kökenli
olduklarını vurgulayıp ardından siyasi vatandaşlık tanımlamasını
yapmaktadırlar. Kimisi için dini kimliği kimisi için ise etnik kimliği kültürel
olarak daha ön planda olmaktadır. Birinci ve ikinci kuşak Yahudiler ise, sosyoekonomik sınıf
ve cinsiyet değişkenlerinden bağımsız olarak,
kimliklerini “Türk Yahudisi/Musevisi” olarak tanımlamaktadırlar. Buradaki
“Yahudilik/Musevilik” dini inançlarını simgelemektedir. Fakat “Yahudi/Musevi
dininden olmak”ın çoğu için dindarlıktan öte kültürel bir anlamı bulunmaktadır.
Yahudi dininin tarihine, gelenek ve göreneklerine, adetlerine bağlılık ve bu
kuralların kuşaklar boyunca aktarılmasının gerekliliği üzerinde özellikle
durulmaktadır.
Kendilerini “Türk Yahudisi” olarak tanımlarlarken ise
“Türklük/Türk olmak” bu topraklarda doğup-büyümek, ortak bir geçmişe, belleğe,
duygudaşlığa sahip olmanın yanısıra ağırlıklı
olarak kültürel açıdan tamamen “Türkleşmiş” olmayı da ifade etmektedir. Dolayısıyla etnik bağlamda değil kültürel
bağlamda kullanılmaktadır. “Türkleşmiş” olmayı Türk kahvesi içmek, yurtdışında olsa bile Türk filmleri izlemek, argo kullanmak,
futbol takımları, mekana
aidiyet (İstanbul-Adalar), davranış
kalıpları, Sinagogog’da “Türk makamlarıyla” edilen
dualar gibi gündelik hayat pratikleri üzerinden örneklendirmektedirler.
“Hakim grub”a benzeşmek yaşanmış olan ve yaşanan birlikteliklerin, kültürel
alışverilerin bir sonucudur. Kendilerinin ne kadar “Türkleştikleri”ni anlatmak
için İsrail’de de kendilerine “Türk Yahudisi” dendiği ve İsrail’e Türkiye’den
göç eden Yahudilerin Türkiye’ye karşı devam eden duygusal bağlılıkları birçok
görüşmeci tarafından vurgulanmıştır.
Biz
İsrail’e gittiğimiz zaman bize “Türk” diyorlar. Orda yaşayanlar Türk’tür. Orası
çok kozmopolit. Dünyanın her tarafından toplandı. Herkes özünü arıyor, bu bir
gerçek. Ben lakerda yapıp burdan İsrail’e kuzenime gönderiyorum. C1-1 (Y, 64,
K)
Benim annem
babam 5 senedir İsrail’de yaşıyorlar. Kahveyi bile burdan alıp götürürler,
Dr.Oetker Puding dahil… ne yaparsan yap burdan kopamazsın. Ben sabahları
domates peynir yemezsem
hasta olurum. Senin
ecdadın 500 seneden
beri burda oturuyor! Ben 10 kuşak geriye gidip İstanbullu olduğumu kanıtlarım!
İsrail’deki Maccabi Tel Aviv takımının renkleri sarı laciverttir ve burdan
giden Yahudilerdir. C2-21 (Y, 44, E)
1970
yılında babam fabrikasını sattı ve en büyük kazığını yedi. Sonra bir fırsat
oldu annemle babamı İsrail’e yollama imkanı buldum. Gitme sebepleri ekonomikti.
Neyse bir ay için gittiler, 3. haftasonunda döndüler. “Hadi ya ne biçim ülke
orası ben yaşayamam” dedi babam. Adam alışmış buraya. “Sinagoga gittim benim
makamlarım yok orda söylenmiyor” dedi. Ait hissetmedi kendini oraya. Babam çünkü sinagog adamı. Düşün ki
İsrail’e yakın olması gereken adam o. “Haklıymışsın olmaz orası” dedi. Lisan
problemi değil mesele. C1-3 (Y, 64, E)
Bizim göbek bağımız burda. Biz Türkiye’de doğduk, en az 500 senedir,
ne olursa olsun Türkiye’yi terk edemiyoruz. Ekonomik
koşulların güzelliğinden mi, burada ki çok büyük genetik alışkanlıklardan mı, ne dedim ben sana ben Ada’ya aşığım!
Ben İsrail’e de gitsem ben Amerika’ya da gitsem ben Galatasarayın
aşığıyım. Hahambaşı Beşiktaşlı, mezara da gitse Beşiktaşlı! C1-2 (Y, 69, E)
Resmi olarak Türkiye’deki Musevi Cemaatinin kurumsal
ismi de “Türk Musevi Cemaati”441 olarak geçmektedir. Bu bağlamda
Yahudilerde söylemsel açıdan kimlik- vatandaşlık ilişkisinin kurulmasında
siyasi ve etnik olarak ikili bir yapıdan bahsedilememektedir; içerik olarak ise
hakim unsurdan farklı bir dine sahip olduklarını gösteren ve kültürel-siyasi
vatandaşlık bağlamında “Türk” olduklarını ifade eden “Yahudi/Musevi dininden
bir Türk” söylemini benimsemektedirler. Yahudilerin büyük çoğunluğunun,
Rumlarla ve Ermenilerle karşılaştırıldığında, kendilerini “Türk” olarak
(söylemsel açıdan) tanımlaması devlet-cemaat arasında kurulmuş olan tarihsel
ilişkisellikte aranabilir. Yahudi cemaati diğer ikisine göre Cumhuriyetin
inşasından itibaren devletle çok daha yakın ve ılımlı bir ilişki kurmuştur. Daha önceki bölümlerde de bahsedildiği gibi, cemaat
liderleri öncülüğünde kuruluş yıllarında Türkçe konuşmak için ciddi anlamda
çaba sarf edildiğinden dolayı Ladino dili şu an neredeyse ortadan kalkmıştır.
Kültürel anlamda Türkleşmeye gayret eden cemaat Yahudiler olmuştur. Lozan’daki
42. Maddeden feragat eden ilk cemaat Yahudi
cemaati idi (Bali,
2013a:85). Cumhuriyetin yeni siyasi elitleri
tarafından da Yahudiler diğer
ikisine göre “Türk” olmaya en yakın gayrimüslim azınlık grubu olarak kabul
edilmiştir. Onları “Türk” olmaya en yakın aday grup yapan özelliklerin başında,
belki de en önemlisi, Rumlarda ve Ermenilerde olduğu gibi Cumhuriyetin
kuruluşunu önceleyen bir toprak iddiası ve talebinde bulunmamış olmaları
gelmektedir. Her ne kadar Yahudiler 80’lerden itibaren yükselen antisemitizmle
birlikte siyasi konjüktüre bağlı olarak farklı damgalanmalara maruz kalmış
olsalar da I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda yaşananlara referansla ulusal
bellekte ve söylemlerde yer eden “hain, içimizdeki düşmalar” damgalamasına maruz kalmamışlardır.
Yahudiler Rumlara ve Ermenilere göre “daha sadık, daha makbul” vatandaşlar
olmuşlardır. Bu durumu etkileyen diğer bir önemli faktörde Yahudilerin tarihsel
olarak binlerce yıl boyunca göç eden, gittikleri ülkelerden kovulan ve
devletsiz bir topluluk olmaları gelmektedir. Yahudi toplumu kendilerini kabul
eden Osmanlı’ya ve sonrasında yeni kurulan Cumhuriyet’e bu bağlamda bağlılığını
ve sadakatini her zaman göstermiştir. Bu sadakatin örneklerinden biri olarak
Amerika’daki Yahudi Lobisinin uluslararası meselelerde Türkiye’yi desteklemesi verilebilir.
Ben
Türk’üm diyorum. Türk Yahudisiyim. Biz hakkaten Türkleştik. Başka bir ülkeye
gittiğimizde, biz İsrailli
değiliz Türk’üz. Dinimiz
Yahudi. Onun getirdiği
gelenekler var. Nedir
441 http://www.turkyahudileri.com
bunlar?… Bayramlar. Müdafaa etmek için etmiyorum
ben buna inanıyorum, ben Türk’üm. Sadece
dinim ve geleneklerim farklı. C1-8 (Y, 50, K)
Daha
fazla Türkleştik biz. Benim yaşıtlarım tamamen kendini Türk hisseder, biz Türk
olarak büyüdük. Müslüman değiliz ama Türk’üz. Toprağa bağlılık var. C1-12 (Y,
74, K)
Türk
doğdum, Türk ölücem. Nereye gidicem? Kolay mı bu yaştan sonra bir yere gitmek?
Ben Türkiye’yi çok seviyorum. Atatürk’ü çok seviyorum. İstanbul ve Ada eskisi
gibi olmasa da rüya gibi yerler. Burdan gitmeyi hiçbir zaman ne ben ne Albert (eşi)
düşünmedi, burası bizim ülkemiz. C1-7 (Y,
83, K)
Ben
heryerde “Türk’üm” derim. İsterlerse bana Türkiye’yi kötülesin! İmkanı yok
kondurtmam. Dinimi sorarlarsa Musevi derim. Museviliğimi ön plana asla koymam. Ben önce
Türk’üm. Ben ne kazandıysam beni ben yapan Türkiye verdi bana bunu. Kimseye
kötü laf ettirtmem. C1-15 (Y, 64, K)
İkinci ve üçüncü kuşaktan çoğunlukla orta ve orta üst
sınıfa mensub Yahudilerin kimlik-vatandaşlık ilişkisi kurgusunda ise
birbirinden farklı algılamalar ve tanımlamalar dikkat çekmektedir. Öncelikle
görüşmecilerin büyük bir kısmı Yahudi/Musevi dinine ait olmayı dini değil
kültürel bağlamda ele almaktadır. Yahudi/Musevi dininden olmak düzenli olarak
sinagoga gitmek, dini adetleri yerine getirmek yerine Pesah442, Roş Aşana443, Hanukah gibi bayramlarda
ailenin bir arada olması, Yahudi tarihine ve kültürüne sahip çıkmak ve bu
ritüellerin ailede aktarımı anlamına gelmektedir. Yahudi kültürüne sahip olmak
birçok görüşmeci için bir “iç bilince” sahip olmak gibidir. Bu sonradan
kazanılan bir duygu olmanın ötesinde, içinde doğulan ve ailede kazanılan bir
kültürel formdur. Etnik bağlar çoğunlukla bu tip duygusal kodlar ve grup
üyeleri arasında duygusal bağlılıklar sağlamaktadır. Primordialist görüş bu tip
grup dayanışmalarının hassas ve içsel çehrelerini incelemektedir. Bu tip
subjektif “ait olma hissiyatı” çoğunlukla ırksal ve etnik grup üyelikleriyle
ilişkilidir (Cornell, Hartmann: 2007, 55).
442
İbrani takvimine göre her yılın Nisan ayının 15’ine, miladi takvime göre
Mart-Nisan aylarına tekabül eden ve
sekiz gün süren bayram. Yahudi halkının Mısır’dan çıkışını, kölelikten
kurtuluşunu ve hür bir millet olmasını simgeler. “hamursuz” denen mayasız ekmek
yenir (Bali, 2005:559).
443
İbrani takvimine göre her yılın Tişri ayının birinci ve ikinci günlerine,
miladi takvime göre Eylül-Ekim aylarına tekabül eden bayram. İbrani takvimine
göre yeni bir yılın başlangıcıdır (Bali, 2005:559).
Benim dine
bakış açım geleneklerle alakalı. Yahudilik bence kültür ve gelenek. Din benim
için çok geri planda ama gelenekler çok önemli. C2-30 (Y, 31, K)
Ben
Yahudiliğin ırk olduğunu düşünüyorum ama ben kültürel Yahudiliğe daha yakınım.
Mesela Şabat’a444
bakmam, Kal’a445 bir tek düğünde giderim, Kippur’u446 tutarım, o gün de Sinagoga gitmeye çalışırım. O hissi yaşamayı, onu
yaşayan insanlarla paylaşmayı seviyorum. Pessah’a dikkat ederim. Benim ailem
hiç bakmaz bu olaylara. Ben bayram gecelerini severim, Pessah gecesi bir kitap
okunur. C2-10 (Y, 29, K)
İkinci ve Üçüncü kuşak Yahudilerde birinci ve ikinci
kuşağın bir kısmında görülen “Türk Yahudisi/Musevisi” tanımlamasının biraz daha
dışına çıkıldığı ve farklı kimlik- vatandaşlık tanımlamaları yapıldığı, kimlik
algısının, en azından söylemsel açıdan, farklılaştığı gözlenmektedir.
Görüşmecilerin bir kısmı kendilerini “Türk Yahudisi/Musevisi” olarak tanımlarken,
bazıları “Türkiye Yahudisi/Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Yahudi” olarak da ifade etmişlerdir.
“Yahudilik/Musevilik” burada ait olunan dine işaret etmekte; “Türk/Türkiye
Yahudisi/T.C. vatandaşı Yahudi/Musevi” olmaksa etnik olarak Türk olmak
anlamında kullanılmamakta, doğulan topraklara, ortak bir kültüre, geçmişe,
davranış kodlarına, dile sahip olmaya, ülkelerine duydukları gönül bağlılığına
referans vermektedir. Anlatılarda özellikle yaşadıkları ülkeye,
şehre-İstanbul’a duydukları sevgi ve bağlılığın altı çizilmiştir. Rum ve
Ermenilerden farklı olarak Türk/Türkiye Yahudilerinin konuştuğu Judeo Espanyol
(Ladino) dili şu an sadece birinci ve ikinci kuşağın bir kesimi tarafından
bilinmektedir. Neredeyse ölü bir dil haline gelen Ladino üçüncü ve daha alt
kuşaklar tarafından kullanılmamakta, bilinmemektedir.447 Bu
bağlamda “Türkçe”, Türk/Türkiye Yahudilerinin anadili, duygularının kaynağı ve
bu topraklardaki köklerinin simgesi niteliğindedir. Dilin, anıların ve
hafızanın oluştuğu mekanla çok sıkı bağlantısı vardır. Türk filmlerinin veya
Sezen Aksu şarkılarının onlara hissettirdiği duygusallık ve bu duyguların bu
topraklarla içiçe geçmişliği birçok görüşmeci tarafından vurgulanmıştır. İstanbul’a bağlılık
444 İbrani takviminde haftanın son günü olup
istirahat günüdür. Cuma akşamı gün batımı ile başlayıp Cumartesi günü gün
batımında sona erer. Bu süre zarfında çalışılmaz, elektrik yakılmaz (Bali,
2005:559).
445 Sinagog
446
Roş Aşana'dan sekiz gün sonraya denk gelen Yom Kipur Yahudi takviminin en
önemli bayramıdır. Bazen başka hiç bir geleneği yerine getirmeyen birçok Yahudi
bu gün süresince çalışmaz, oruç tutar ve sinagoga gider. "Yom Kipur"
"kefaret, günah çıkarma günü" anlamını taşır. Ruhun arındırıldığı,
geçmiş yılın günahları için özür dilendiği bir gündür. (Çevrimiçi) (http://www.turkyahudileri.com/content/view/261/223/lang,tr/,
10.01.2016).
447Türkiye’de
Yahudi İspanyolcasının gençler arasındaki son durumunu konu alan “Las Ultimas
Palavras/Son Sözcükler” belgeseli 2015 yazında Büyükada’da Lale Sinemasında
gösterildi. Belgeselin kısa bir tanıtımı için Bkz.: (Çevrimiçi) https://www.youtube.com/watch?v=OUylP2uNneM,
Erişim 18.12.2015.
hemen hemen tüm Yahudilerde çok önemli bir kimlik olgusu olarak ortaya
çıkmaktadır. Türkiye’den İsrail’e göç etmiş Yahudilerin günlük konuşmalarında
Türkçe kelimeler kullanmaları Türk/Türkiye Yahudi kimliğini hissetme ve
sürdürme ile akalalıdır.
Ama din
bizde ırkla aynı şey. Yahudi olmayan birisi mesela... Türkiye Arap değil ama
İslam ülkesi. Fransız da İslamı
seçebilir ama bizde
İbrani olması lazım,
genetikle ilgili birşey. Irkla din elele gidiyor. Ben Türk
Yahudisi diyorum. Türklük kültürel bir kimlik. Beni çok tanımlıyor. Ben Türk
gibi davranıyorum. Ben sabah gözümü açtığımda Türk kahvesi içmezsem ölürüm (gülerek) ve cezvede kaymaklı olucak. Bazı şeyleri
Türk gibi düşünürüm. Argo kullanırım. Başka dil konuştuğumda Türkçe konuşurum.
Çünkü doğduğun, büyüdüğün ve sevdiğin
yer... Türkiye Musevileri burayı çok seviyorlar. Gerçekten seviyorlar.
Sevmeyeni zaten burda değil. Gidecek yerimiz olmadığı için değil. Biz seviyoruz.
Çok bağlıyız. Hatta Boğaz’a git çay iç, Ada’ya gel… bunlar hayat kaynağı. Baska
bir ülkede de yaşasak… İsrail’in güzelliği Türkiye’ye yakın olması. Tel Aviv
İstanbul’a çok benzer. C2-20 (Y, 44, K)
Hepimiz
farklı düşünüyoruz. Ben burda yetiştiğim ve büyüdüğüm için ben İstanbul’a çok
bağlıyım ve “Türk” olduğumu düşünüyorum. C2-7 (Y, 34, E)
Ben kendimi
“Türkiye Yahudisi” olarak görüyorum. Ben “T.C.” vatandaşı veya “T.C. vatandaşı
Yahudiyim” açıklamalarına karşıyım. Bunun hepsi aslında Kürdistan’ın kurulması
için ekilen şeyler. Ben kendimi tarif ederken asla “T.C. Yahudisiyim” demiycem.
Benim anadilim Türkçe. Hislerimi en iyi ifade edeceğim dil Türkçe. Ben kalben
Türk’üm, vatandaşlığın ötesinde. Kefeye
koyunca burası her yerden daha ağır basıyor.
C2-11 (Y, 33, E)
Yahudilik ırk ve dinin içiçe geçtiği etno-dinsel bir
formdur.448 Genel olarak bir kişi “Yahudiyim”
dediği zaman Yahudi ırkından, soyundan ve Musevi dinine mensub olduğu öncül
olarak kabul edilmektedir. Görüşmeciler, Yahudiliğin kendileri için ne ifade
ettiğini, ait oldukları ırkı mı, bağlandıkları dini mi yoksa sadece kültürel
bir aidiyet olarak mı benimsediklerini aktarma konusunda zorlanmaktadırlar.
Birinci kuşakta neredeyse istisnasız bütün görüşmeciler, ikinci kuşağın da
büyük bir kısmı “Türk Yahudisi/Musevisi” olarak kendilerini tanımlamışlardır. Üçüncü kuşaktan Yahudilerin kimlik-vatandaşlık kurgusunda ise
448
Yahudi adı başlangıçta Hz. İbrahim’e vaat edilmiş topraklara yerleşen 12 İsrail
kavminden Yahudaoğulları’nı daha
sonra Filistin’in kuzeyinde kurulan Yahuda Krallığı’nın uyruklarını belirterek,
M.Ö. 587-538 tarihlerinde Babil
sürgününden sonra İsrailoğulları’nın özgün dinsel kimliğini ve Tanrı ile
arasındaki anlaşmayı benimseyen bütün inananları içine alan bir kavrama
dönüşmüştür (Bileydi Koç, 2006:68).
söylem farklılığı dikkat çekmektedir. Söylem farklılaşsa da “Türk” olmak
hem bir üst kuşakların hem de üçüncü kuşağın ifadesinde içerik olarak aynı
anlama gelmektedir; kültürel bir kimlik olarak ortak toprak, geçmiş, kültür,
duygular, bellek ve dile sahip olmayı, “Türk gibi olmayı” ve bu topraklara olan
bağlılıklarını anlatırken kimliğin ifadesinde kuşaklar bazında söylemsel olarak
bir değişim yaşanmaktadır. Üçüncü kuşaktan bir kısım görüşmeci tarafından
“Türk” ırkından gelip gelmedikleri sorgulanmakta ve “Museviyim ama Yahudi
değilmiyim? Yahudilik bir ırk, o zaman başka bir ırktanım ben. Türk demek doğru
değil galiba” sorgulaması yapılmakta ve bu çelişkeler anlatılara yansımaktadır.
Türk
olmakla dininin Musevi olması çok farklı birşey. Ben Türk’üm. Neden çünkü burda
doğdum. Köklerim İspanya’dan gelmiş olabilir ama İspanyol değilim. Burda
doğdum, arkadaşlarım, hayatım, geçmişim, geleceğim şu an hep burda. Museviyim
diyorum ben. Yahudilik ırk, Musevilik din aslında. Şimdi ben Türk’üm diyorum
ama neden Yahudi değilim sorusunu hala bilmiyorum… C2-6 (Y, 33, K)
Ben
kesinlikle Türk’üm. Ama farklı bir ırka sahibim, has Türk değilim. Atalarımız
İspanya’dan gelmiş ve bu kültürü taşıdığımı hissediyorum. Oruç tutma, Tora’nın
söylediklerini yapmak… kültürü devam ettirmek için gerekli öğeler. C2-18 (Y, 28, K)
Yahudilik
benim mavi gözlü olmam gibi. Benim bir gerçeğim. Bu benim kaç kilo olduğum,
ağzımın burnumun yamukluğu gibi birşey. Bunun içinde doğmuşum, bu bir ırk.
Benim bir parçam, reddedebileceğim bir yanım değil. Ama bunun üzerine kurduğum
bir dünyam da yok. Öne çıkartmak istediğim şey “Ben şurda çalışıyorum, şurdan
mezunum” derim. Irkını seçemezsin. Yahudilik bir ırk. Ben kendimi hiç Museviyim
diye tanıtmadım, hep Yahudiyim diye tanıttım. Çünkü bu kalıtımsal bir şey, bir
seçim değil. Din kabulle yürür, ırk doğarak yürür. Bu memlekette oy kullanan,
vergi veren Türk’tür. Benim siyasi kimliğim Türk. Şu anda mesela ben Türk’üm
dediğimde beynimin arkasında “bir dakka” diyorum. Aslında “Türkiyeliyim” demek
istiyorum. Vatandaşım yani! Siyasi kimlik olarak Türk’üm, etnik kimlik olarak
Yahudiyim, dini kimlik olarak da Museviyim! Çok karışık… C2-12 (Y, 33, K)
Üst orta sınıftan şu an İsrail’de yaşayan sanatçı bir
kadın görüşmeci Yahudiliği “bir dine mensub” olmanın ötesinde kültürel olarak
algıladığını, “kültürel Yahudi” (culturally Jewish) olmayı kendisine daha yakın
hissettiğini belirtti. Üst orta sınıftan bir erkek görüşmeci ise Ateist/Agnostik olduğunu belirttikten sonra Yahudiliği bir dine mensubiyet
dışında daha
çok ırksal bir form olarak algıladığını vurguladı. İkisi de üst orta
sınıfa mensub, yüksek eğitimli olan bu görüşmecilerin Yahudiliği algılayışları
ve inançlarında çok temel farklılıklar bulunsa da onları kendi kuşaklarıyla
birleştiren ve bir üst kuşaklardan hem dine hem de Yahudi kimliğine bakışta
ayrıştıran önemli farklılıklar bulunmaktadır. Üçüncü ve dördüncü kuşaklarda
sınıf bilinci ve kimlik bilinci yüksek olanların kimi Yahudiliği bir din olarak
sahiplenirken daha reformist olanlar Yahudiliğe bir ırk olarak sahip
çıkmaktadırlar.
Benim
“Jewish identity”im449
İsrail’e taşındıktan sonra
oldu. Oraya taşınınca fark ettim ki benim gibi insan da var, kimse kimseye
karışmıyor. Ben kendimi “jewish where it counts”450 sayıyorum, yani “culturally jewish”451. Tarihimi bilirim ama beni bağlamasını istemem,
burnuma bak evet Yahudiyim! ama bu beni Müslümandan daha üstün yapmaz. Freud’da
öyle derdi, “I am culturally Jewish. C2-9 (Y, 33, K)
Ben Yahudi
olmaktan ırksal olarak iyi hissediyorum kendimi. Ben önce T.C. vatandaşıyım ama
yanına da Yahudiliği koyarım. Odak noktayı dine değil de ırka koyan daha
reformist Yahudiler var hatta ateist olan agnostik olanlar var. Ben onlara daha
yakınım. Dinen çok fazla hissetmiyorum ama ırk olarak parçası olduğuma
inanıyorum. C2-3 (Y, 43, E)
Bazı kadın görüşmeciler ise dini/etnik aidiyetlerinden
önce kendilerini bireysel özellikleriyle “kadın-anne-iş kadını” olarak
tanımladı. Görüşmeler sırasında hemen hemen hepsi geniş toplum tarafından
farklı bir dine ait oldukları için “Türk” olarak görülmediklerini, neticede
Türklüğün Müslüman olmakla hatta son senelerde Sünni Müslüman olmakla eş
tutulduğunu belirtip bundan duydukları rahatsızlığın ve huzursuzluğun da altını
çizdiler.
Benim
kimliğimde sanatçı olmak birinci sırada gelir. Kadınım ve artistim. Çoğu kişinin Yahudi olmasına bağlı. Benim için
ne İsrailliyim ne Türküm. Bağımsızım, bir ülkeye ait değilim. Vatan duygusu bende yok. C2-9 (Y, 33, K)
Benim kimliğimde kişisel özelliklerim daha ağır basıyor
sanırım. Başta benim adım R., sonra kişisel özelliklerimi söylerim.
Sonra Türk’üm ve Yahudiyim. Kadınım da önemli yere girer. C2-10 (Y, 30, K)
449 Yahudi kimliği
450 Geçerli olan yerde Yahudiyim
451 Kültürel Yahudi
Hakikaten
kimliğimin ilk maddesi Yahudilik değil. Kimliğim: S. (ismi), anneyim ben,
türbanlı veya türbansız bütün annelerle aynı yerdeyim, öğretmenim, ben gittiğim
heryerde öğretmenim. Benim için Yahudilik ailemle geleneklerimi sürdürdüğüm,
arkadaşlarımla bizi yakınlaştıran bazı duygusal küçük noktalar... ama onun
yanında benim Türklüğüm de çok ortada. Ben Türkçe şarkılarla oturup
içebiliyorsam benimle aynı kafada bir Avrupalıyla da bunu yapamam. Duygular
aslında kişiliğin daha ön planını oluşturuyor. Onu paylaşamayınca duygu
eksikliği ön planda oluyor, ne kadar aynı medeniyet seviyesinde de olsan duygu
çok önemli. Bir İsrailli ile de aynı duyguları yaşayamam. Sezen Aksu
şarkılarında bir türbanlıyla ağlarım, İsrailli ile değil. Ne gerek var dini ön plana koymaya?
Maalesef böyle olduk...
B2-18 (Y, 38, K)
Bizim evde
eskiden çalışan kadın vardı hep anneme gelip “Abla siz Türk değilsiniz,
nesiniz?” derdi. Annem de her seferinde anlatmaya çalışırdı. Ben şunu
anlayamıyorum, hala bugün Bakanların çıkıpta “Türklük eşittir Müslümanlık”
demesi büyük saçmalık. Üst kimlik alt kimlik nedir bilmiyorlar ki. Bu ülkede
yaşıyorsam Türk kimliği taşımam üst kimliktir.
Kadın olmam, Yahudi olmam vs… alt kimlik. Kürtler içinde aynı şeyi
düşünüyorum. “Türk değilsin” çok rahatsız ediyor beni. “Türkiye Yahudisiyim”.
Benim kimliğim bu. Ben Türk’üm! Bunun başka türlüsünü anlamıyorum. C2-5 (Y, 31, K)
4.1.7.
Ermenilerin Azınlık
Kimliği-Vatandaşlık İlişkisi
Ben
yurtdışındaki Türk kimliğimden, burdaki Ermeni kimliğimden gurur duyuyorum.
Çünkü Türk olmak da mücadele gerektirir yurtdışında. (E, 63, K)
Birinci ve ikinci kuşaktan çoğunlukla orta sınıfa
mensub, eğitimli Ermenilerin etnik- dini kimlikleri ile birlikte vatandaşlık
kimlikleri arasındaki ilişkide, etnik kimliklerini yani “Ermeni kökenli, Ermeni
asıllı” olmayı ilk sıraya koymuşlardır. Ermenilikleri kimliklerine yapışık,
seçmedikleri, içinde doğdukları bir unsurdur. Kimliklerini tanımlarken “Ermeni
kökenli” olduklarını vurguladıktan sonra “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı”
ibaresini eklemişlerdir. Bu bağlamda
kimliğin inşasında ikili bir yapı bulunmaktadır; bir ayağında
siyasi kimlikleri diğer ayağında ise etnik kimlikleri yer almaktadır.
“Türkiye Cumhuriyeti- Türk vatandaşı” tanımlaması Türklüğün etnik tanımına
vurgu yapmamakta, nüfus cüzdanı ve pasaport temelinde bir aidiyete işaret
etmektedir; o ülke topraklarında yaşayan ve devlet ile birey arasındaki siyasi
bağı anlatan vatandaşlık ilişkisini ifade etmektedir.
Şimdi... ben
Türk diye geçiyorsam, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, sen bana Türk
değilsin diyebilir misin? Ben Türkiye’de yaşayan Türk vatandaşıyım. Bana
vermişsin pasaportu? Ben Ermeni asıllıyım, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım,
Türk vatandaşıyım. Başka birşey diyebilir miyim? Bitti. Nereye gidersem bana
Türksün diyorlar, bana dinimi sormuyorlar ki. A1-9 (E, 81, K)
Kimliklerinin azınlık tarafına, dışlanan, bastırılan,
saklamak zorunda kaldıkları, yeri geldiğinde mücadele ederek yücelttikleri
tarafına sahip çıkmakta ve kimlik-vatandaşlık tanımlamalarında ön plana,
birinci sıraya koymaktadırlar. Bu Türkiye’de bastırılan, hakim grupla eşit
görülmeyen, ötekileştirilen Ermeni kimliği olurken, aynı şekilde Avrupa’da
ikinci sınıf görülebilen Türk kimliği de olabilmektedir.
Atılmışlığın
satılmışlığın ezikliği insanda o kadar seni sen yapar ki... Ben yurtdışındaki Türk kimliğimden,
Türkiye’deki Ermeni kimliğimden hiç ödün vermedim. Ben çocukken Ermeni olmayı
ve Beşiktaşlı olmayı özellik olarak görüyordum. Benim ilk kimlik sıralamam ben
Ermeniyim. Ben yurtdışındaki Türk kimliğimden burdaki Ermeni kimliğimden gurur
duyuyorum. Çünkü Türk olmak da mücadele gerektirir yurtdışında. 92 senesinde
kızım bir süre İtalya’da yaşamak için gittiğinde ev arıyordu kalacak. Bir gün
ağlayarak geldi, “Mama, bize ev vermediler Türk olduğumuz için” dedi, “Aman
kızım Ermeniyim deseydin ya” dedim,
“Ne münasebet mama ben Türk pasaportu taşıyorum” dedi. Hah işte, biz böyle
Ermeniyiz bizi beğenmeyenlere! A1-1 (E, 63, K)
Türkiye bağlamında vatandaşlık kavramının gözden
geçirilmesine, yeniden tanımlanmasına yönelik tartışmalar, 80’lerin sonlarında
Müslüman, Kürt ve kadın kimliklerinin ifade edilmesine atfedilen önemden
kaynaklanmıştı (Kadıoğlu, 2012b:170). Özellikle son yıllarda Türkiye’nin
değişim ve dönüşüm sürecine Aleviler ve gayrimüslim azınlıklar örneğinde
gördüğümüz dinsel azınlıkları temel alan kimlik talepleri damgasını vurmuştur. 80’li ve hatta 90’lı yıllara
kadar merkeziyetçi devlet
tarafından göreli olarak
korunaklı bir şekilde yeniden üretilen ulusal üst kimlik bir yandan
küresel etkiler, diğer yandan yerel kültürel talepler karşısında
kırılganlaşmış, mutlak homojen ve kapsayıcı Türk vatandaşlığı kategorisi
parçalanmaya başlamıştır.452 Tüm bu tartışmalar bağlamında
görüşmeciler içinde Ermeni cemaatinin birinci kuşağından sadece bir erkek
görüşmeci kimliğini tanımlarken “Türkiyeli Ermeni” kavramını kullanmıştır.453
Ben kendime
“Türkiye Ermenisiyim, Türkiyeli Ermeni” diyorum. Ermeniliğimden vazgeçemem
çünkü ben seçmedim. E Türklüğümden de vazgeçemem çünkü burda yaşıyorum. Niye
Türküm? Çünkü burda yaşamayı ben seçtim. Ermeniyim, çünkü ben seçmedim.
Etnisite olarak Ermeniyim ama siyasi vatandaş olarak Türk’üm. Bugün Almanya’da
doğmuş büyümüş Ahmet ne kadar Türk ise ben de o kadar Türk’üm. A1-10 (E, 61, E)
Alt orta sınıfa mensub, eğitim seviyesi düşük bir erkek görüşmeci vatandaşlık tanımını yaparken kendini ne Ermeni olarak ne de Türk olarak,
sadece “azınlık” olarak tanımladı. Bir taraftan ne içinde doğup büyüdüğü,
gördüğü çeşitli baskı ve dışlanmalardan ötürü gizlemek, saklamak zorunda
kaldığı etnik-dini kimliğine ne de üstünde doğup büyüdüğü, ait olduğu
topraklara kendini ait hissettirilmediğini belirterek kimlik algısını tek bir
cümleyle, “azınlık” olarak, çarpıcı bir biçimde ifade etti. Burada, Özyürek’in
Almanya’daki muhtedilerle ilgili çalışmasında gösterdiği gibi hiçbir yere
uymama hissi ve buna eşlik eden bir yalnızlık
duygusu hakim iken, görüşmecinin söylediklerinin arka planında “her
halükarda yanlış kategorideyim” düşüncesi de yatmaktadır (2015:71).
Görüşmecinin içinde büyüdüğü toplum onu yabancı olarak görmüş ve buna bağlı
olarak da aidiyet hissinde yaşadığı bir kayıp söz konusudur.
Benim kimliğim
“azınlık” olmak burda. Ne Türk ne Ermeni… A1-4 (E, 53, E)
İkinci ve üçüncü
kuşaktan çoğunlukla orta sınıfa mensub,
üniversite mezunu, işkadını- işadamı Ermeniler de etnik-dini
kimlikleri ile birlikte vatandaşlık kimliklerini tanımlarken etnik
kimliklerini, Ermeni asıllı olmayı ilk sıraya, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
olmayı ardına eklemektedirler. Bu kuşağın da kimlik inşasında siyasi ve etnik
olmak üzere ikili bir yapı bulunmaktadır. Türk vatandaşı-Türklük tanımlaması Türklüğün etnik tanımına
vurgu
452AB’ne giriş sürecinde anayasadaki “Türk”
kelimesinin “Türkiyeli” kelimesine dönüştürülmesi ile ilgili AKP içindeki
tartışmalar için Bkz.: Sandal, 2013:631-650.
453Türkiyelilik kavramının geniş bir tartışması için Bkz.: Oran 2004.
yapmamakta, bireylerin devlet ile aralarındaki siyasi bağı ifade
etmektedir. Etnik kimlik olarak Ermenilik, bu kuşağın çoğu tarafından kültürel
bağlamda ele alınmaktadır. Genç görüşmecilerin büyük çoğunluğu dini
kimliklerini özel alanda yaşamayı tercih ettiklerini, kimlik algılarında ve
tanımlamalarında din unsurunun ön planda olmadığını belirtmektedirler. Toplumda
hakim unsurdan farklı bir kimliğe sahip olmanın en belirgin göstergesi, Türkçe
dışında bir dil bilmek, farklı gelenek ve göreneklerinin olması ve Türkçe
kökenli olmayan bir isme sahip olmakla kendini göstermektedir. Diliyle,
yemekleriyle, adetleriyle Ermeni kültürü görüşmecilerin aidiyetlerinde çok
önemli bir yer kaplamaktadır. Gençler kültürlerine sahip çıkarak aslında
kaybolan medeniyetlerine sahip çıkmakta, belleklerindeki tarihe ve kültüre
sahip çıkmaktadırlar.
Fransa’da
yaşarken, “Türkiye’den geliyorum Türküm ama Ermeni asıllıyım” diyordum. Ben
kendimi hep Ermeni hissettim açıkçası. Ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım
sonuçta. “Türk” demek o demek. “Türkiyeli Ermeni” kavramını sonradan öğrendim.
Bende Hırıstiyanlık Ermenilikle birarada değil. Benim için dini değil etnik kimliğim baskın. Ben din bireysel olunca
seviyorum. A2-15 (E, 39, K)
Ben kendimi
“Ermeni asıllı Türk” olarak görüyorum. Kökenim Ermeni. İsmimden dolayı
anlaşıldığı için evet Ermeniyim. İsminin anlamı ne? Güneş. Evet, ben Ermeniyim.
İsmimden zaten kimliğim oluşuyor. A2-9 (E, 29, E)
Din benim
için çok önemli değil ama evet Hıristiyanız. Ermeni diyince benim aklıma hemen
din gelmiyor. Rumlar da Hıristiyan. Ermenilik bir kültür bence. Yemekleriyle,
yaşam tarzıyla, adetleriyle... A2-3 (E, 24, K)
Bazı kadın görüşmeciler kimlik tanımlamalarında
etnik-dini veya siyasi unsurların dışında bireysel aidiyetlerini, -kadın
olmak-işkadını olmak-anne olmak-abla olmak...- gibi, ön sıralara koymuşlardır. Daha çok “bireysel” özelliklerin ön plana
çıktığı bu kesim
hem cemaate hem de
modernitenin homojenleştirici ulusal kimliğine mesafelidirler. Orta ve alt yaş
gruplarda laiklik-demokratlık-dünya vatandaşlığı hatta dindar gibi
tanımlamaların ön plana çıkması da kendi kimliklerini kurmalarında etnik veya
ulusal özelliklerden ziyade “değer” olarak adlandırılabilecek özelliklerin göreli olarak daha çok rol oynadığını gösterebilmektedir.
Ben
kimliğim konusunda açık konuşurum, eskiden çekinirdim, “Ermeni asıllı Türk
vatandaşıyım” derdim. Üniversitede bir arkadaşım sorardı hep “Türksünüz ama di
mi” diye. Evet T.C. vatandaşıyız ama Türk değiliz. Milliyet farklı birşey.
Farklı bir dilim var, farklı bir dinim var. Ermenice okuyup yazıyorum. Burdaki
bir Türk’ün Almanya’ya gidip ben Almanım demesi kadar saçma birşey
benim Türk’üm demem.
Dinim veya milliyetim ön planda değil.
Şu an için ben bankacıyım, kadınım, ablayım, annemin kızıyım... sonra
Ermeniyim, sonra Hıristiyanım. A2-4 (E, 36, K)
Üst sınıfa mensub genç kuşaktan bir kadın görüşmeci
ise kimlik-vatandaşlık ilişkisini kurarken Ermeniliği etnisite bağlamında değil
sadece dini bir aidiyet olarak algıladığını, etnik manada Ermenilik ile
herhangi bir bağ hissetmediğini, bu bağlamda kendini “önce Türk sonra Ermeni”
olarak tanımladığını belirtmektedir.
Kimlik
sıralaması yaptığımda Ermeniyim diyorum, mezhep değil tabi.. hmmm... Türkiyede
ilk Türk’üm sonra Ermeniyim diyorum. Türkiye’de yaşıyorum, T.C. vatandaşıyım.
Babamın bir arkadaşı çok kızıyor böyle dediğim için, “sen Ermeni ırkındansın”
diyor! Yurtdışında da önce Türk’üm sonra “Armenian” diyorum.
Türkiye’de yaşamam önemli benim
için. Ermeniliği ben sanırım dinsel olarak görüyorum. Başka bir “bond”um454
yok benim. Kendimle aramdaki tek bond Ermenilikle ilgili din. Kesinlikle ilk
kimliğim Ermenilik (ırksal manada) değil.
Ama dini de özel yaşıyorum. Kafamı yastığa koyduğum zaman ben dua ediyorum.
Kilisede bir duygum olmuyor. (E, 28, K)
Ermeni görüşmeciler
de vatandaşlık-kimlik ilişkisini kurarlarken özellikle doğdukları topraklara
olan bağlılıklarının, bu topraklarda binlerce yıllık ortak bir geçmiş ve ortak
bir hafızaya sahip olmanın ve duygudaşlığın altını defalarca çizmişlerdir.
Ben burda
doğdum, burda doydum, burda sevdim, burda askerlik yaptım. Ben sokaktaki Türk
kadar Türk’üm. Ermeni asıllı Türk vatandaşıyım. Hrant’ın dediği gibi “Evet bu
topraklarda gözümüz var ama içine girmek için, daha derinine inmek için” Ne
kadar bir Türk’ünse bu topraklar benim de o kadar. A2-10 (E, 39, E)
454bağ
4.2. Rum, Yahudi ve Ermeniler’de Vatan Algısı ve Aidiyeti
İnsanın doğduğu
yer vatanıdır kızım.
(R, 87, E)
Toplumdaki önyargıların, stereotiplerin kaynağında
bilgi eksikliği bulunmaktadır.455 Bu bilgi eksikliğinin en önemli
kaynağı milliyetçi kültür politikalarıdır. Dış gruba karşı düşmanlık, kuşku ve
saldırganlık bir önyargı doğurur ve bu önyargı tarafından ilerletilir (Bauman,
2015:58). Bu politikalar yüzünden gayrimüslimlerin tarihleriyle, hafızalarıyla
olan ilişkilerindeki süreklilik kesilmiştir; bu kültürler ve halklar Türkiye’de
yaşayan insanların kolektif hafızalarından da silinmiştir (Bilal, 2014:240).
Böylece, azınlıklar kendi topraklarında
yabancı zaman zaman da iç düşman olarak görülmeye
başlanmışlardır (İnsel, 2005). Toplumun geneli
tarafından Yunanistan hem düşman hem komşu, İsrail
hem yerel hem uluslararası medyada Filistin
nedeniyle olumsuz imajı olan bir ülke, Ermenistan ise bilinmeyen bir ülkedir.
Özellikle İsrail din bakımından ötekileştirilmekte ve dinsel farklılıklar
önyargıların oluşmasında ve artmasında işlevsellik kazanmaktadır.
Yunanistan, İsrail ve Ermenistan ile duygusal bağlar
ve vatan aidiyeti ile ilgili olarak her üç cemaat farklı bağlamlara
sahiptirler. Ortak oldukları nokta doğdukları, anılarla bağlı oldukları,
ailelerinin, arkadaşlarının yaşadığı, mezarlıklarının bulunduğu yerin, bu kimi
için Türkiye olurken kimi için İstanbul, Büyükada veya Kınalıada’dır, onlar
için vatan olmasıdır. Vatanı tanımlamak için kullanılan tüm bu unsurlar
geçmiştekileri ve geçmişle ilgili duyguları uyandıran yerlerdir. Kısaca, vatan
doğdukları toprakları ifade etmektedir. Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler büyük
ağırlıkla İstanbul’u vatan kabul etmektedir. İstanbul üç cemaatin de grup kimliğine dair bir hafıza
mekanıdır ve kimliklerinde çok baskın bir unsurdur. İstanbul, Rumlar için ise daha bir ayrıcalıklı bir konuma sahiptir;
kutsal bir mekandır ve kimliklerinde çok başat
bir yer tutmaktadır.
Birçok gayrimüslim için İstanbullu Rum, Yahudi ve
Ermeni olmak aynı zamanda arafta kalmak demektir.
Farklı kuşaklardan gayrimüslimler doğdukları, büyüdükleri kendi
455
Aralık 2002-Ocak 2003 tarihlerinde Türkiye ve Ermenistan’da gerçekleştirilen,
iki toplumun birbiri hakkındaki algılarının sonuçlarını paylaşan bir anket
çalışmasının analizine dair Bkz.:Ferhat Kentel, “Türkiye ve Ermenistan
Toplumları: Türklük, Ermenilik ve Önyargılar”, İmparatorluğun Çöküş Döneminde İstanbul Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk
ve Demokrasi Sorunları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011.
topraklarında dini-etnik kimliklerinden dolayı hiçbir zaman tam olarak
ulusal-milli kimliğin içine giremediklerini, hep “yabancı-gavur-misafir” olarak
görüldüklerini aktarmaktadırlar. Diğer taraftan ise Yunanistan’da, İsrail’de
veya Ermenistan’da da tam olarak Yunanlı- Rum/Ermeni/İsrailli kabul
edilmediklerini, İsrail’de “Türk Yahudisi” olarak çağrılırken özellikle göçle
ilk giden Rumlar Yunanistan’da “Türk tohumu” olarak adlandırıldıklarını,
Ermenistan’da da Ermeni olarak kabul edilmediklerini, Türk olarak
görüldüklerini dile getirmektedirler. Görüşmecilerin hemen hepsi bu sıkışmışlık
duygusundan bahsetmektedirler. Bu arafta kalma, ne oralı ne buralı olma durumu,
bu dilemma, 1923 mübadelesiyle ve 1964 zorunlu göçü ile zorunlu olarak
topraklarını terk etmek zorunda kalmış birinci kuşak Rumlar için çok baskındır.
Yunanistan’da
kendinizi her zaman yabancı hissedeceksiniz. “Türk tohumu” derlerdi bize. Şimdi şimdi biraz alışmaya başladılar. Bizi çok enteresan
ama bu bir hakikat “Bir
Tutam Baharat” filmini seyrettin
mi? O film sayesinde bizi keşfettiler, bir film sayesinde... (ağlayarak). “Doğduğum Topraklar” dizisini seyrettin
mi? Çok enteresan mutlaka seyret. Ordan buraya gelen ve burdan oraya giden
köylüleri buldular. Türklerin ve Rumların yaşadığı köyleri. Bir köye gittiler
sordular ihtiyar bir kadına “En fazla ne istiyorsun, ne özlüyorsun?”, Madam,
“Ahh çocuk, yediklerimi özlüyorum. Orda güzel
elma ağaçlarımız var. Buraya da gedik diktik, lezzet yok,
oranın bir elmasını özledim” dedi. ATİNA-2 (R, 64, K)
Müstehcen
bir hikaye anlatacam (gülerek).
Menderes’i kaç senesinde asmışlardı? 60 veya 61 Eylül’de olmuştu çünkü radyoda
dinliyordum hep mahkemeleri. Babam da çok Menderesçiydi, giderdi mahkemelere.
Babanemle Yunanistan’a gittik o sene, ablasını mübadeleden beri görmemişti.
Orda da oturdukları yer barakalarda hep, mübadillerin oturduğu yer. Beyaz
barakalar, ufak bir bahçeleri var, mutfak alt katta, tuvalet mahallenin
dışındaydı. Neyse çıktık mahallede top oynuyorduk çocuklarla, “Türk tohumu”
diyorlar aralarında, “İstanbul’da gavurum burda Türküm” yahu bu nasıl iş dedim.
Gittim teyzeme, o da Alman harbinden sonra çocuğunu kaybetmişti, filozof gibi
bir kadındı. “Teyze ya” dedim “İstanbul’da böyle diyorlar burda “Türk tohumu”
diyorlar, biri ne öbürü ne” diye sordum. Teyzem de “Ya hiç kafana takma
çocuğum, biri fahişe çocuğu diğeri pezevenk” dedi (gülerek). Rumcada
fonetik olarak kafiyeli
iki kelime. Çok seneler sonra espriyi anladım B1-
19 (R, 61, E)
Yunanistan
bana hiçbir şey ifade etmiyor. Ben İstanbulluyum. Benim kimliğim bu. Rum diyorum anlamıyor, “Constantinapolis”
diyorum. Bir ara Byzance diyordum (gülerek). “İstanbullu Rum” benim kimliğim. Dedem Anadolulu ama ben burada
doğdum büyüdüm. Bir ara burdakiler Yunanistan’ı anavatan gibi görürdü. Giden de
bin pişman şimdi. Burdan oraya giden
“Ada” diyor başka bir şey demiyor. Büyükada cemiyeti filan bir sürü cemiyet var. Orda da “Türk tohumu” oluyorsun.
B1-14 (R, 60, K)
Bizim
geleneklerimiz Türkleşmiş. Bizi de Kanada’da İstanbul’lu olarak
benimseyemiyorlar. Ne oraya ne buraya yaranabiliyoruz. Ortada kalıyoruz. O beni
yıldırıyor mu? Asla. Bunun mücadelesini vereceğiz hep. A1-1 (E, 63, K)
99’da
olimpiyatlara gittim Ermenistan’a. Türk bayrağıyla orda yürüdüm. İstanbul
Ermenisi olarak gitmek bana gurur verdi. Orda herkesin olması değişik geldi
tabi ama oraya gidiyorsun Türk oluyorsun, buraya geliyorsun gavur oluyorsun.
Böyle bir dilemma var. “Ben neyim, ben kimim?” dedim babama. A. Y. olmuşum
harika ama kimim ben? Güldü babam, ne diycek... “Ben K. olarak savaşımı verdim
sen de A. olarak vereceksin” dedi. A2-12 (E, 29, E)
Halen
“misafir” gözüyle bakılmak. Ben “ait” hissediyorum ama beni hissetmiyorlar. Çok
can sıkıcı. İsrail’de de aynı. Orda da Türk’üm. İsrail’i günahım kadar sevmem.
Orası sadece bizim için güvence. Türkiye’nin dünyadaki prestij seviyesi neyse,
İsrail’deki Türk Musevisinin de prestiji aynı. Bir Amerikalı Yahudi sana Türk
Yahudisi gözüyle bakar. C1-3 (Y, 65,
E)
Ama şunun
da farkındayız. Bizim iki aidiyetimiz var. İsrail’e gitsem orda Türk olcam,
burda “yarı İsrailli” gibiyiz. Yurtdışına gittiğimde ben de ikinci sınıf
muamelesi görüyorum her Türk gibi. C2-7 (Y, 35, K)
4.2.1.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermenilerinin Yabancı Bir Ülkeyle
Özdeşleştirilmesi
Bizim çok
rahatsız olduğumuz şeyler vardı, birşey
olur “sizinkiler!” damgası. Ee biz Türk değil miyiz? Türk kime denir ? (Y, 32,
K)
Gayrimüslimlerin toplumda yaşadıkları en büyük
sıkıntılarından biri kendi ülkelerinin tam vatandaşı olarak kabul görülmemeleri
ve sürekli yabancı bir ülkeyle özdeşleştirilmeleridir.
Bu yabancı ülke Rumlar için Yunanistan, Yahudiler için İsrail iken Ermeniler
için ise Ermenistan veya diasporadaki bir ülke olabilmektedir.
Birinci kuşak Rumlar özellikle Kıbrıs krizinin
yaşandığı 60’lı yıllardan 80’li yıllara kadar İstanbullu Rumların kendi
vatanlarında koz-rehine olarak
kullanıldığını, basın ve siyasi aktörlerin kullandığı ayrıştırıcı ve
ötekileştirici dilin toplumdaki Rum düşmanlığının oluşumuna ön ayak olduğunu,
Rum kelimesinin vatan haini, düşman, ajan gibi telaffuz edildiğinin altını
çizmektedirler. İkinci ve üçüncü kuşak görüşmeciler nüfusları çok az kaldığı
için artık bir “tehlike” teşkil etmediklerini, tam tersine Avrupa’ya karşı
Türkiye’nin imajını düzeltmek için azınlıkların korunmaya alındığını, toplumda
yer etmiş olan düşman mantalitesinin artık pek kalmadığını fakat hala tam
anlamıyla buralı-yerli görülmediklerini vurgulamaktadırlar.
Hürriyet
gazetesinin başlığını hiç unutamıyorum “Canavar Rumlar”, hangi Rumlardan
bahsediyoruz? Canavar olanlar kim? Bütün bunlar burda tam eğitim almamış, bu
konuda tecrübe sahibi olmayan vatandaşları nasıl bir galeyana getiriyordu!
Yunan takımı Efes’i yener, bizim camlar kırılırdı!! E biz T.C. vatandaşı
değilmiyiz? Niye karşı taraflan kıyaslanırız? B1-26 (R, 54, E)
“Sizinkiler”
diye başlar cümle, nerden bizimkiler oluyor? Buralı kabul edilmiyorsun
kesinlikle, “yabancısın”. Toplum içinde tabiki eşit görmüyorum kendimi, onlar
da beni görmüyor. Kanka olarak gördüğüm arkadaşlarım bile günü geldiğinde “Bak
sizinkiler neler yaptı” dedi. “Tansel nasıl geçti haftasonunuz?”, “gavur gibi
içtik” gibi cevaplar alıyorsun. Ben hemen cevabını yapıştırım. Evet bizim
sakladığımız 3. kulağımız var!! B2-12 (R, 41, K)
Diğer yandan İstanbul Yahudileri de benzer bir biçimde
İsrail ile özdeşleştirilmektedirler. Türkiye-İsrail politikalarındaki en ufak bir gerginlik Türkiye’deki
Yahudi cemaatini doğrudan etkilemektedir. İç politikaya yönelik oldukça
sık kullanılan İsrail karşıtı söylemler Yahudi karşıtlığına evrilerek halka
sinmiş durumdadır. Uzun süredir medya ve siyasetin aktörleri tarafından
İsrail’in adı terörist, bebek katili olarak anılmakta, İsrail- Filistin
çatışması bir din savaşı olarak vurgulanmaktadır. Bu durum sonucu olarak da bu
zihniyet toplumdaki katmanlara yerleşmektedir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
Yahudiler özellikle sağ basında sıkça “düşman devlet İsrailli” olmakla eş
tutulmakta, basında yer alan çeşitli türden antisemit haberlerle ve siyasi
aktörlerin nefret söylemleriyle yüzleşmek zorunda kalmaktadırlar.
Türk Musevi Cemaati’nin Farklı Kimliklere ve Yahudiliğe Bakış Araştırması sonucunda,
“İsrail politikalarından dünyadaki tüm Yahudiler mi sorumludur?” sorusuna %20
evet, “Türkiye’deki tüm Yahudiler sorumlu mudur? sorusuna ise %14 evet cevabı
verilmiştir.456. Özellikle
üçüncü kuşak Yahudiler son beş yılda, Mavi Marmara’dan itibaren, tırmanan
antisemitizmin cemaat içinde yarattığı tedirginlik, gerilim ve üzüntünün altını
çizerek vurgulamaktadırlar. Türkiye-İsrail arasındaki politik çatışmalar Yahudi
cemaatinde güvenlik kaygısı yaratmaktadır. 2003’deki sinagog bombalamasından
sonra güvenlik Yahudiler için en hassas konu olmuştur; cemaatin giderlerinin en
büyük payını Yahudi kurumlarının ve ibadethanelerin güvenlik masrafı
oluşturmaktadır. İsrail ile ilişkilerin hassaslaştığı dönemlerde sinagoglarda,
okulda, düğün ve cenazelerde ekstra güvenlik önlemleri alınmakta, cemaatin
düzenlediği toplantılar mümkün olduğunca kamuya duyurulmamaya, gizli tutulmaya
çalışılmaktadır.457
Burda bir
İsrail faktörü var. Türkiye’nin İsraille ilişkileri her zaman burdaki Yahudi
cemaatini etkiler. Filistin durumu herşeyi etkiler… Güvenlik kaygısı içine
girilir. Kişisel değil ama cemaat olarak biryerdeysek, sinagoga, okula
girdiysek, korkmaya başlarız. Hala da böyledir. Küresel terörizmden dolayı
kimse artık güvende değil. C2-20 (Y, 44, K)
456 Murad Çobanoğlu, “Antisemitizm ve ulusalcılık modası”,
Şalom, 20.01.2015, s.2.
457
Yahudiler için son 20 yılda yaşadıkları terör saldırılarının ardından güvenlik
kamusal alanlarda kimlik stratejilerini belirleyen, “görünmezliği” gerekli
kılan (Mills, 2014:241) en önemli unsur olmuştur. Sadece İsrail ile yaşanan
gerginliklerde değil son aylarda şiddetini arttırarak terör eylemlerinde
bulunan ISID’ın Mart 2016’da İstanbul Beyoğlu’nda gerçekleştirdiği
saldırısından sonra da güvenlik Yahudilerin en önemli ve hassas konusu haline
gelmiştir. Saldırıda İsrailli Yahudilerin hayatını kaybetmesinin ardından
eylemin İsrail grubunu hedef almış olabileceği ihtimaline karşılık tüm
sinagoglar kapatılmış, o haftasonu yapılacak düğünler ve dernek gösterileri
iptal edilmiştir. Kiliseler de tüm hafta boyunca kapatılmıştır.
İstanbul Yahudileri İsrail’le yaşanan herhangi,
özellikle en son yaşanan Mavi Marmara
ve one minute krizinde, bir
gerginlikte iş veya arkadaş çevrelerindeki insanların “sizinkiler yapmış gene” söylemleriyle yüzleşmekte, vatanları
olmayan bir ülkeyi, ki orda akrabaları ve dostları bulunduğu için endişe
duymaktadırlar, savunmak durumunda bırakılmaktadırlar. Çevrelerindeki birçok
kişinin İsrail vatandaşı olduklarını düşündüğünü ve bu konuda eğitimli kesimin
bile çok cahil olabileceğini şaşkınlıkla karşılamaktadırlar. Ana akım medyada
İsrail hakkında yanlı haberler verildiğini, ordaki savaş koşullarını açıklamaya
çalıştıklarında ise “devletini savunma”
ithamlarıyla karşılaşmakta ve bunu çok kırıcı bulmaktadırlar. Karşılarındaki
kişinin eğitim seviyesi düşük ise veya muhafazakar bir dünya görüşüne sahip
ise, veyahut bu iş ortamında yapılan bir konuşma ise hayatlarını negatif
etkilememesi, tepki çekmemek açısından İsrail hakkında konuşmamayı, kapalı
kalmayı tercih etmektedirler. Bazıları İsrail’in politikasını doğru bulmadıkları
için tartışmaya girmemekte, bazıları ise İsrail’in politikalarını genelde haklı
ve doğru buldukları halde tepki çekmemek için
bunu Müslüman arkadaşlarıyla paylaşmamakta, gizliliği esas tutmaktadırlar.
Bu Mavi
Marmara olayında, öncesi Davos, hikayeyi burdaki basından izlediğinde bir bakış
açısı, uluslararası bir basından izlediğinde başka bir bakış açısı. İsrail
devletinin bir de yaşadığı olumsuz şeyleri dünyaya yansıtmama gibi bir durumu
var, güçlü gözükmek zorunda çünkü. Antisemitizmi dünyaya yaymak istemiyor,
orası bir savaş ülkesi. İsrail’de her dakika bununla yüz yüzesin. Neyse, bu
kültürün farkında olmayan insanlar var çevrende. Aslında Museviliğin ne anlamı
olduğunu bile bilmiyor. Bu olay olduğunda ekibimde çalışan bir kız var, bu
konuyu konuşuyoruz birgün. Bana şey dedi “seni ayrı tutuyorum” demesi zaten
ayrıcalık, “İsrail devletinin yaptığı çok yanlış”
dedi. Bende bugüne kadar antisemitizmle ilgili bir tavrı olmadığı için dedim ki “Sen o geminin neden
özellikle durdurulduğunu biliyormusun” dedim, “Neyse ne” dedi, “Ordan geçen her
gemi durduruluyor çünkü Filistin’e
silah desteği veren ülkeler var, o geminin kontrol edilmesi gerekiyordu” dedim.
“Sen İsrailli doktorların Filistin’in içinde hastane kurup yardım ettiklerini
biliyormusun” dedim, “Bana ne önemli değil” dedi. “Hayır işte sende İsrail’i
savunuyorsun sende zaten oralısın”!! falana
girdi dedim ki sus, çünkü anlamayacak. Bu benim hayatımı, iş ortamımı direk
etkileyecek. Ve ben sustum. “Bana kendi ülkeni savunma” dedi. “Pardon M. benim
ülkem neresi ki?” dedim. Demek ki böyle düşünüyormuş… Çok da yakınız oysa ki,
çat diye içinden çıktı. Bu babamın zamanında yaptığı uyarının haklılığını
çıkartıyor. İnsanlara çok güvenme, hayalkırıklığına uğrarsın dedi. Kafandan
sıkacak hali yok ama kalbin kırılıyor. C2- 6 (Y, 33, K)
Ben hayatım
boyunca 1-2 ters olay yaşadım o da Tayyib’in ‘one minute’ çıkısından sonra
oldu. Mesela bana bağlı iki tane tasarımcı vardı, eski çalıştığım işte, bir
tanesi baya muhafazakardı bir tanesi de Kürttü. Musevi markalarını asmışlardı
bunlar kullanılmayacak diye. Ben de o zaman o kafamla çıkışmıştım çocuğa. Sonra
Kürt olan gelmişti “Siz herkesi asıp kesiyorsunuz” demişti. Şu anda asla
tartışmam. Savaşın haklı bulunacak hiçbir tarafı yok. Burda yaşayan bazı
Museviler var tabi kendini İsraille bir tutan. Çünkü herkesin İsrail’e karşı
olduğunu düşünüyorlar. Ben de “Neden çocuklar ölsün!” kafasındayım. Bir kere de
bir müdürüm vardı yine bir laf söyledi Musevilere, bende hemen atlayıp
tartışmıştım. Bir de 1-2 sene önce muhasebede bir kız vardı muhafazakar o da
yüzüme bakmamaya başlamıştı. Hiç mi tehdit hissetmiyorum acaba ya… yok valla
senle konuştukça düşünüyorum da hissetmiyorum. C2-15 (Y, 33, K)
Ben çok
negatifte olsam İsraille ilgili bunu Müslüman arkadaşlarımla paylaşmam. Çok haksız olduğunu düşünmüyorum. Onu
karşıma almam hiçbir zaman, mantık çerçevesinde tartışırım. C2-18 (Y, 30, K)
Tam Mavi
Marmara olaylarında bundan 3 sene evvel ben yakın bir arkadaşımdan şunu duydum,
“Ama yanlış yaptınız” dedi!, “Kim?” dedim “Siz” dedi. İsrail’i tartışmıycam,
“Siz?” ne demek? Ben İsrail vatandaşı değilim ki! Buna bile şaşırıyorlar. Bizi
İsrail vatandaşıyız sanıyorlar. Bunu bir de eğitimli insanlar söylüyor, geri
kalanı sen düşün. Şunu da söylüyorlar “Hadi birşey oldu diyelim sizin gidecek
yeriniz var, biz nereye gidicez? Kimisi de öykünerek bunu söylüyor. Arkadaşım,
senin için gitmek ne kadar zorsa benim için de o kadar zor! C2-12 (Y, 34, K)
Barth’ın çok önceleri tartıştığı gibi, hem kişinin
kendi kimlik algısı hem de başkalarının onun hakkında ne düşündüğü etnik
grupların ve kimliklerin oluşumunda kritik önemde faktörlerdir (2001). Etnisite
ve ırk insanlara verilen etiketler değildir sadece, onlara aynı zamanda
insanların kabul ettikleri, reddettikleri, seçtikleri, belirttikleri,
savundukları kimlikleridir. Bu yaratıcı rol yapısalcı yaklaşımın kalbinde yer
almaktadır. Kimliğin yaratılması karşılıklı ilişkisellikle belirlenir (Cornell,
Hartmann, 2007:58).
Bu bağlamda toplumun gözünde “yeteri kadar Türk”
görülmeyen gayrimüslim azınlıkların, hangi ülkeye ait olduklarına,
memleketlerinin neresi olduğuna, kim/ne olduklarına dair kimlik algısına toplum
tarafından karar verilmektedir; Yahudilerde çevresel faktörlere, şartlara bağlı
olarak kimi zaman bu kimliklerini gizlemekte kimi zaman da açmakta ve savunmaktadırlar. Ne kadar iyi
vatandaş olmaya çalışırlarsa çalışsınlar, ülkelerine olan sevgi ve
bağlılıklarını ne kadar çok vurgulasalar, binlerce yıldır bu topraklarda
yaşasalar da vatandaşlık kimlikleri onlara toplum tarafından biçilmiştir. Başkaları tarafından oluşturulan bu kimlik modeline göre Yahudiler/Museviler Türk
ulusal-milli kimliğinin içinde yer almayan, güvenilmez, sadakati sorgulanan,
misafir, buralı olmayan, yarı-İsraillidir.
Biz de
Türk’üz, dinsel ayrım ayrı birşey. Hiçbir zaman aleyhte olmamasına rağmen en
ufak birşeyde Yahudilere çatıyorlar. Ve çok üzülüyorum, cidden, kırılıyorum
daha doğrusu. Ben hiçbir zaman yaşamadığım şeyleri bu son seneler yaşadım. Çok
acıtan konuşmalar bunlar. C1-1 (Y, 65, K)
Şunu
unutma, bizim buradaki aidiyetmizin belirleyicisi biz değiliz. Biz burada
kendimizi öldürsek, savaşa girsek yine belirleyicisi değiliz. Bana kimse
gelipte niye böyle oturuyorsun niye aksiyona geçmiyorsun diyemez. Kardeşim
aksiyona geçiyorum da ne oluyor? Bu
işte niye kabuğa çekiliyorsunun cevabıdır! C2-1 (Y, 44, E)
Resmiyet
anlamında evet eşit hissediyorum ama toplumun gözünde eşit değilim. İsrailli olarak görüyorlar. Bazıları
Museviyi kuyruklu birşey sanıyor. İsrail bebek katiliyse ben de bebek katili
oluyorum. C2-18 (Y, 29, K)
Ermeniler de benzer biçimde toplum tarafından bir
türlü içselleştirilemediklerini, hala yabancı olarak görüldüklerini, toplumun
büyük bir kesimi tarafından Ermenilerin vatanının soy birliğinden dolayı
Ermenistan olarak görülmesindeki çelişkilere işaret etmişlerdir.
S. (arkadaşı) bana bir gün ben Ermenistan’a giderken
“Vatanına gidiyorsun” dedi. “S. benim
vatanım burası ben ırkıma gidiyorum” dedim. Yani beni benden, burdan
göremiyorlar. Yaralayan, üzen o. A1-1 (E, 63, K)
4.2.2.
Vatandaşlık, Kimlik ve Aidiyetin Oluşumunda Bellekteki Travmaların Rolü
Keşke ‘acaba yarınımız ne olur’ kaygımız olmasa…! (R, 44, E)
Birinci ve ikinci kuşak
gayrimüslimlerin kolektif belleklerinde yer etmiş travmalar her ne kadar izleri
soluklaşmış olsa da etkilerini günümüzde de sürdürmektedir. Görüşmecilerin
yakın geçmişte birebir yaşadıkları, kendileri yaşamasa, tanıklık etmemiş olsa
bile ait oldukları cemaat bireylerinin uğradığı ayrımcılıkların günümüzde
belleklerinde canlı bir biçimde korunduğu gözlenmektedir458. Tam
olarak iyileşmemiş yaralar tarihsel sürekliliğini devam ettirmektedir. Bu durum
gayrimüslim bireylerin kendilerinin toplumsal alanda eşit vatandaş olarak
görülmedikleri algısını kuvvetlendirmektedir. Bu kuşağın, her ne kadar geçmişe
oranla siyasi-toplumsal alanda iyileşmeler yaşanıyor olsa da, tam olarak eşit
vatandaş görüleceklerine, toplum tarafından birinci sınıf vatandaş kabul
göreceklerine ve ulusal kimliğin içinde dini ve etnik kimliklerinden bağımsız
olarak yer alacaklarına dair inançları az gözükmektedir. Cemaat Vakıflarının
eski temsilcisi Laki Vingas bu durumu şöyle özetliyor:
Azınlık
toplumları bu ülkeyi vatan olarak görüyor; burada doğuyor, büyüyor, yaşıyor,
ölüyorlar… Hatta ben bunu başka ülkeye taşınanlarda bile görüyorum; Avrupa’da
yaşayan bir sürü kişi öldükten sonra cenazeyi buraya getiriyor. Hatta beş yıl
sonra anne-babasının kemiklerini getirenler gördüm. Ancak vatan olarak gördüğün
bir toprağa gidersin. Ölüsünün ancak bu topraklarda rahat edebileceğine inanan
bir anlayış varken, neden bu rahatlığı hissedemiyoruz. Yaşarken, hep endişe ve
kaygılarla yaşamak zorunda kalıyoruz. Bu da geçmişin bir birikimi.
Uygulamalarda da bazı sıkıntılar yaşıyoruz. Gayrimüslim toplum mensupları da
vatandaş kimliği ile görülmeli.459
Birinci ve ikinci kuşaktan
(büyük kısmı) gayrimüslimlerin belleklerinde tarihsel olarak yaşanan travmalar çok canlı bir
biçimde durmaktadır. Bu kuşağın temsilcileri, küresel boyutta yaşanan kimlik
taleplerinin yerele yansıması ve Türkiye’nin de kendi iç dinamikleriyle
458 Gayrimüslim azınlıkların kolektif
belleğinde travmalar hakkında
Bkz.: 2. Bölüm.
459Yaşar Bildirici, “Gayrimüslimler de vatandaş kimliği ile görülmeli”, (Çevrimiçi) 14.01.2015,
http://www.salom.com.tr/haber-93697-gayrimuslimler_de_vatandas_kimligi_ile_gorulmeli.html,
20.02.2015.
80’lerden itibaren verdiği kimlik temelli
mücadelelerin AB’ne entegrasyon hedefiyle birlikte anayasaya yansımasının
sonucu azınlıklar lehine bir takım sonuçlar doğurduğunun altını çizmişlerdir. Keyman’ın
belirttiği gibi, “etnik
ve dinsel kimliğin
siyasallaşma süreci 90’lardan bugüne yaşanan değişim ve
dönüşüm sürecinin temel referans noktalarından biri haline gelmiştir” (2012:
225). Fakat bu kuşağın temsilcilerinde, her ne kadar azınlık hakları konusunda
bir takım anayasal iyileşmeler gerçekleşse, artık devletle cemaat yönetimleri
arasında geçmişe oranla daha ılımlı bir diyalog ortamı oluşmuş olsa da kamusal
ve sivil alanda gayrimüslim
azınlıklara birinci sınıf vatandaş gözüyle bakılacağına dair umutların az
olduğu ortaya çıkmaktadır. Geçmişin tüm hafızası kendini bugünden yeniden
üretmektedir. Giddens’ın ifade ettiği gibi, modern toplumun bir diğer adı güven
toplumudur. Sadece bireylerin kendi arasındaki ilişkilerde değil, bireyin
devletin kurumlarıyla olan ilişkilerinde de güven öncelikli olarak tesis
edilmelidir (2014). Gayrimüslim bireyler açısından da geçmişte yaşanan ayrımcı
yurttaşlık pratiklerinin birinci ve ikinci kuşakta yarattığı kaygı, korku ve
güvensizliğin tam anlamıyla ortadan kaybolmadığı, devletle ilgili resmi
işlemlerde hala tedirginlik yaşadıkları, karakola gitmeye bile çekindikleri
ifade edilmiş; en ufak bir siyasi konjüktürel değişiklikte tekrar
gönderileceklerine460 olan algının beyinlerinde hakim bir bilgi
olarak durduğu ve bu yüzden uzun seneler gayrimenkule bile yatırım yapmaya
çekindikleri, kendi ülkelerinde koz-rehine-piyon olarak kullanılacaklarına olan
inançlarının yüksek olduğu ortaya konulmaktadır.
Ben asla
birinci sınıf vatandaş gibi hissedemem burda. 6-7 Eylül’ü gördük, çıktı sonra
“Bizdik yapan, MİT yaptı” dedi. Ee sen şimdi nasıl güvenicen? A1-9 (E, 81, K)
En nihayet
Kıbrıs oldu ya ben o gün İstanbul’a iniyorum Büyükada’dan.. Tesadüf tam kapının
önüne geldim bizim katip çıkacaktı beni gördü “İyi ki geldin seni 1. Şube’den
arıyorlar” dedi. Düşündüm taşındım…. “Beraber gel de beni alıkoyarlarsa hanıma
haber verirsin” dedim. Bir Rum olsan senin aklına ne gelir? Rumlardan ileri
gelenleri topluyorlar dedim. Gittik. Bu sefer ben ne düşünüyorum ne oldu? En
sevindiğin anlardan birini anlat desen bunu anlatırdım. Oturuyorum yarım saat
sonra önüme bir kağıt veriyorlar. Aklıma çivi gibi saplandı ki bizi
yolluyorlar. Lojmanı derhal terketmem gerekiyormuş, olay buymuş sadece. B1-1
(R, 87, E)
460 Bu cümlede
Rum görüşmeciler tarafından 1964 zorunlu göçüne
referans verilmektedir.
En iyisi
konuşmamak. En güzeli bu. Yarının ne olucağını bilemezsiniz... koskocaman
Meclis Başkanı “Ermeni dölü” dedikten sonra ama ben başka yerde de yaşayamam.. Bunların çeşidini görmüşüz, sütten ağzı
yanan yoğurdu üfleyerek yer. A1-8 (E, 83, K)
Sonuçta insan
güven duyduğu yerde oturmak ister. Devlet sana güven duymuyor sen nasıl
güvenicen bu sisteme? Beni yerli-yabancı olarak görüyor devlet. Artık 64’deki
gibi durumlar olur mu? Sayı o kadar düştü ki devlet bundan menfaat görmez
diyorum. Zaten 64’de oturma izniyle
yaşayan Yunanlılar gitti ama aile durumları vardı ve sosyolojik açıdan vurdu
devlet. Ama hala o güvensizlik var. Keşke devlet devletliğini yapabilse,
vatandaşa baba gibi şefkatle yaklaşabilse, “Acaba yarınımız ne olur?” kaygımız
olmasa… B2-10 (R, 44, E)
Her zaman
devlete güvenemedik. Bir şeyler yapıyorsun ama korkuyorsun. Ben bu kadar sene
çalıştım bir mal edinicem alıcaklar, ya da kovucaklar! Bizim vatanımız burası ama hiçbir zaman herkesle aynı muameleyi
görmedik. Müslüman Türk olupta itilen kakılan olmadı mı? Biri komunist diye
biri Alevi diye… Oldu tabi. B1-27 (R, 60, K)
Melissa Bilal’in “yersizleştirme” olarak tanımladığı
(2014:238), kök salamama, kendini geniş topluma onlardan biri olarak kabul
ettirememe, kendi ülkende “yabancı” hissetme durumu Türkiye’de milliyetçi
kimlik politikalarının doğrudan sonucudur ve aidiyet hissi ile birebir
ilişkilidir.
Ben ne
yapsam yapıyım burda kök salamıyorum. Bunca yıl yaşamamıza rağmen... bir an
geliyor bütün taş taş üstüne yaparsın ya pat gelir bir şey. Herşeye rağmen çok
seviyoruz ama güvensizlikle yaşamak çok zor...
C1-1 (Y, 64, K)
Sen de
“ötekisin” ama “ben daha bir ötekiyim”... kapan demez ama “20 kilo 20 dolar
güle güle” derler. Herkesin önündeki bütün seçenekleri beyninin bir tarafında tutması
gerekiyor. B2-5 (R, 36, E)
Bir üst
nesilin hiçbir şekilde devlete güvenmediğini görüyorum. Karakola gitmeye bile
korkuyorlar. O korku geçmemiş. Yeni nesilde yok o kadar. O korku oturmuş,
teyzem bile hukuki bir sorun olsa hemen panik oluyor “Aman boşver mahkeme fılan
hiç karıştırma kapat gitsin” diyor. Rumum diye kendi ülkemde ikinci sınıf vatandaş
mıyım ben?? Bir bezginlik var
bizde. Kadercilik var. Onu
Musevilerde görürsün. Ermeniler sert insanlardır. Savaşçılardır. Bana Baskın
Oran demişti “siz ne kadar pısırık bir toplumsunuz” demişti. Hiç unutmuyorum.
Uğraşma başımıza bir bela gelmesin diyoruz. B2-5 (R, 36, K)
4.2.3. Rumlar’da Vatan Algısı/Aidiyeti
Hiçbir his
duymuyorum benim Büyükada’da duyduğum his gibi. Hayatım feda Büyükada’ya. (R,
67, E)
Yunanistan’dan
ayrı tasavvur edemem kendimi, imkanı yok. (R, 87, E)
Birinci ve ikinci kuşak Rumlar için (büyük bir kısmı)
Yunanistan din ve dil birliğinin olduğu, akraba ve dostlarının olmasından
dolayı duygusal bağ kurdukları bir ülkedir. Vatan ise İstanbul’dur. Özellikle bu kuşak dini-etnik kimliklerinden
dolayı yakın geçmişte çeşitli ayrımcılıklara ve baskılara uğramalarına rağmen
kimliklerini tanımlarken İstanbullu Rum olduklarının, bu topraklara olan
bağlılıklarının, İstanbul’un kadim halkı olduklarının altını çizmektedirler.
İstanbullu Rumların baskı altında yaşadıkları 60’lı yıllardan 90’lı yıllara
kadar nüfuslarının büyük bir kısmı Yunanistan’a göç etmiştir. Birinci ve ikinci
kuşaktan bazı görüşmeciler yakın akrabalarının, arkadaşlarının Atina’da yaşıyor
olmasından ve soy/din/dil birliğinden dolayı Yunanistan’ı ikinci vatan olarak tanımlarken, bazıları
da din birliğinin ortak
noktaları olduğunu bunun
dışında Yunanistan’la bir gönül bağlarının olmadığını, oraya sadece akraba ziyaretleri ve tatil amaçlı
gittiklerini vurgulamaktadırlar.
Benim babam
burdan hiç gitmek istemiyordu, “Burda mezarlarımız var, biz burda doğduk
büyüdük” derdi. O zaman Yunanistan kucak açtı her ne kadar ilk gidenlere “Türk
tohumu” dense de, bunlar normal şeyler ama bizimkilerde de sorun vardı. Oraya
gidiyorlardı “Ahh biz İstanbul’da...” diyorlardı. Ama Yunanistan bize ikinci
bir vatan. Soy bakımından aynıyız. B1-5 (R, 65, E)
Yunanistan’dan ayrı tasavvur edemem
kendimi, imkanı yok. Yalan söylemiş
olurum.
Diğer taraftan da doğup büyüdüğüm memleketi de aynı seviyede severim.
B1-1 (R, 87, E)
70’lerde
Büyükada’da iskeleden çıkarken “Ya Sev Ya Terk Et” diye pankart asmışlardı. Sen
benim senden daha çok sevmediğimi nerden biliyorsun? Vatan dediğin nedir?
Adamın doğduğu yerdir. Benim için Yunanistan pek birşey ifade etmıyor. Müziğini
severim, iyi olmalarını isterim ama
bir aidiyetim yok. Galatasaray ve Büyükada aidiyetim çok daha fazla (gülerek). Gidip bir an önce dönmek isterim. Bir
kızgınlığım yok, iyi olsunlar tabi neticede akrabalarım var. Ama o kadar. B1-19
(R, 61, E)
Valla benim
Yunanistan’la bir din bağım var. Başka birşey
yok ki. Hiçbir
zaman vatan gibi görmedim.
Hiçbir Rum böyle birşey düşünmez. B1-15 (R, 83, E)
Yunanistan’ı
hiçbir şekilde vatan olarak görmüyorum. Beymen’de çalıştığım zaman Yunanlı
turistler geliyordu onlarla Yunanca konuşuyordum “Aa Yunanlı mısınız”
diyorlardı. Bir dakka gelin yanıma diyordum, “Benim ismim N., ben Yunanlı
değilim, Türk tebaalıyım, aynı dili konuşuyoruz, aynı dindeniz ama ben Türk
tebaalıyım. Siz her Rumca konuşana Yunanlı diyorsunuz, bu hata. Ben burda
doğdum burda büyüdüm burda askerlik yaptım” diyorum. Yunan kanalı izlemem ben
bir tek buziki çalarsa dinlerim. Yalnız arkadaşlarım olduğu için önemli. Bir
kilise var haç çıkartırım dua ederim o kadar. Benim memleketim burasıdır.
Hiçbir his duymuyorum benim Büyükada’da duyduğum his gibi. Hayatım feda
Büyükada’ya. B1-3 (R, 67, E)
Türkiyeli Rumların demografisini alt üst eden 1923
Nüfus mübadelesinin ardından Varlık Vergisi, 6/7 Eylül, 1964 zorunlu göçü,
70-80’lerdeki Kıbrıs krizi
dönemi ve sonrasında yaşanan baskılar, dışlanmalar
sonucu kendilerinin bir türlü birinci sınıf vatandaş olarak kabul
görmeyeceklerine inanan, bunu kabul eden Rumlar seneden seneye verdikleri
göçlerle şu an en iyi tahminle İstanbul’da 2.000 kişilik bir nüfusa sahiptirler
(Arap Ortodokslar hariç). Buradan Yunanistan’a göç eden eş-dost ve akrabalar,
İstanbul’da yaşayan Rumların Yunanistan ile aralarındaki duygusal bağın
güçlenmesinde önemli bir faktördür.
Yunanistan’la
bir duygusal bağ olmadığını söyleyecek bir Rumun olduğuna inanmıyorum. Ve bu
bağı burdan giden insanlarımız... benim iki halam haricinde hiçbir akrabam yok
burda. Doksaniki öğrenci ile başladığım ortaokuldan yalnız beş kişiyiz. İster
istemez bir bağ oluşmaz mı? Vatan sözlüğü açıp baktığınızda nedir? Doğup
büyüdüğün yerdir. Dilinin
ve dininin bulunduğu
yerdir. Bunun anası babası yok. Vatanım Türkiye
ama dil
ve dinden de yola çıkarsan bir de
Yunanistan. E muhakkak… bizim de burdan oraya giden akrabalarımız bir köprü
oluşturdu. Hissetmiyorum dersen yanlış olur yalan olur. B1-26 (R, 54, E)
Ben çook
düşündüm gitmeyi, ama hep tatil esnasında. İstanbul’a döndükten sonra dur
napıyorsun, ne iş yaparsın, hangi parayla gidersin derken comparatively461
burdaki yaşamın herşeye rağmen daha cazip olduğuna karar verdim. Türkiye’de
insanın sıkılacak vakti kalmıyor. Yok Gezi’dir, yok Erdoğan’dır... konu zorluğu
maşallah çekilmiyor. Gezi’den hemen
sonra biri twitt atmış, “son 2 saattir hiçbirşey olmadı bunu protesto ediyorum
Türkiye Norveç olmayacaktır” diye, çok gülmüştüm (gülerek), böyle bir festivali bırakıp nereye
gidiyorsun diyebilirsin... Yunanistan benim için tatil sadece. B1-13 (R, 63, E)
Genç kuşak Rum görüşmecilerin hemen hepsinin çocukluk
arkadaşlarının, ortaokul- lise arkadaşlarının büyük bir kısmı Atina’da
yaşamaktadır. Bu kuşak 80’li ve 90’lı yıllarda aileleriyle Yunanistan’a göç
eden veya üniversiteyi okumak için giden gençlerden oluşmaktadır. Erkekler de
90’lı yıllarda ülkedeki terör ortamından dolayı askerlik yapmamak için Atina’ya
gitmeyi tercih etmişlerdi. Bu bağlamda akraba, eş ve dostlarının orda
bulunmasından dolayı bu kuşaktakilerin Yunanistan ile bir duygusal bağ
oluşturdukları söylenebilir. Aynı dili konuşuyor olmakta birçok görüşmecinin
şehirle kurdukları bağda baskın bir yer tutmaktadır. Mekanla kurdukları
ilişkide dil önemli bir araçsal işlev görmektedir. Genç Rumlar Yunanistan’ın
toplumsal hareketliliği yoğun olan, müziğiyle, kültürüyle, tarihiyle cazip bir
ülke olduğunu fakat yaşamak için değil tatil için, eğlence için gitmeyi tercih
ettiklerini belirtmektedirler. Bazı Rumlar da Yunanistan’la herhangi bir
duygusal bağ geliştirmediklerini, din birliği dışında ortak bir noktalarının
bulunmadığını belirtmektedirler. Bu bağlamda Yunanistan’a aidiyet ile ilgili
iki farklı yaklaşım bulunmaktadır. Fakat hepsinde ortak olam nokta Rumların
kendilerini Yunanistan’ın değil İstanbul’un yerlisi olarak görmeleri, vatanın
İstanbul olmasıdır.
Yunanistan’a
çok arkadaşım giden oldu. 2008’de gittim biraz yaşadım Atina’da ve keşfetmeye
başladım. Tam o dönem Alexis katledildi ve merkezde inanılmaz ayaklanmalar
oldu. Öyle bir şey yaşadığın bir şehirde, o sırada da müziğinin sanatını
sinemasını keşfediyorsun, insanlarını, tavernalarını ve toplumsal eylemliliğini keşfetmeye başladığında
461 karşılaştırmalı
şehirle kurduğun ilişki bambaşka
oluyor zaten. Bir Rum olarak değil muhtemelen aynı şeyi Barselona’da yasasam
orda da benzer bir ilişki kurardım. Bütün alt metinlerı, satır aralarını
okuyabiliyor olmak önemli. Çünkü Rumum çünkü aynı dili konuşuyorum. Çünkü bu
geçmiş bu hafıza üstüne düşünmüşlüğüm var. Böyle bır ilişkim var Yunanistan’la.
Avrupa’da hangi şehirde yaşamak istersin
deseler muhtemelen Atina
derim, Paris veya Londra demem.
Tam da bu hislerle alakalı olarak, çok beslenebileceğim bir yer. Hala
başka bir siyasal kültürün olduğu, müzikal, kültürel bir derinliğin olduğu
toplumsal hareketliliğin çok yoğun olduğu, iletişim kurabildiğim falan bir yer
olduğunu düşünüyorum. Atina’nın bildiğin ikinci bir sehir olması güzel bir his.
Metrosunu, yolunu biliyorsun... ama bak Rum olmakla alakalı değil bu.
Pariste’de 2 ay yaşadım yine bunu edindim. Şehirle alakalı birşey bu. Tabi
dilini anlamak büyük avantaj o da ister istemez Rumlukla alakalı. B2-7 (R, 31,
K)
Yunanistan
bana hiçbir şey hissettirmiyor. Akrabalarımın olduğu, rahat bir yer. O kadar.
Onlar içinde biz “ötekiyiz”. Burada da “ötekiyiz”. Teyzem söylemiştir sana
“cennette bile azınlık olmayacaksın”. Kafamın almadığı bir şey bu. Biriyle aynı
dine sahibim ama aynı kültüre sahip değilim; bir İstanbullu ile aynı kültüre
sahibim ama aynı dine sahip değilim. Kötü bir şey. Burda yaşayan Rumlara inanılmamış.
Hep ajan olarak bakılmışlar. Onlar da senin benim gibi nefes alan işine giden
insanlar. B2-5 (R, 36, K)
Yunanistan’a
gittiğim zaman evet kendi dilimi konuşuyorum herşey çok güzel ama oranın yerlisiymiş gibi hissetmiyorum. Sonuçta
dönüp geleceğim yer belli. Evet eğlencesi filan güzel ama ... B2-8 (R, 38, E)
Yunanistan’a
gelirsek, evet kendimi.... orda çok ince bir çizgi var bak. Bir insanın vatanı doğduğu
yerdir. Bu nedenlendir ki her insan
ölüme yaklaşırken doğduğu
yerden toprak ister ya da
oraya gömülmek ister. Orda bütün inkar edilenler ortaya çıkar. Orda kendimi çok
rahat hissediyorum, seviyorum o kültürü. O kültürü evinde de yaşatıyorsun.
Oraya ait hissediyorum ama iliklerime kadar değil. B2-1 (R, 38, E)
Oraya
sadece eğlenmeye gidiyorum. Bende öyle bir bağlılık yok. Ama aynı dili
konuşmanın rahatlığı. Beşiktaş maçında 50.000 kişiyle aynı dili konuşuyorsun,
aynı şey. Biz bunlarla beraber ağladık, beraber güldük. Benim ahla vahla
dinlediğim bütün şarkıları o da dinledi. Dil meselesi. B2-2 (R, 38, E)
İstanbul’dan Atina’ya göç eden bir Rum görüşmeci uzun
yıllardır orda yaşamalarına, aynı dili konuşmalarına, kimliklerini kamusal
alanda özgürce ortaya koymalarına rağmen hiçbir zaman kendilerini tam olarak
Yunanistan’a ait hissetmediklerini, bir taraflarında orda da hep bir yabancılık taşıdıklarını,
istemeyerek bırakmak zorunda kaldıkları Türkiye’nin vatanları olduğunu
vurgulamıştır. Zorunlu olarak göç etme durumu İstanbul’dan Atina’ya giden
birçok Rum için travmatik bir hadisedir. Zorla bırakmak zorunda kaldıkları
toprakları kimliklerinde en öncelikli yere sahiptir ve yüceltilmektedir.
Benim
yurdum Türkiye. Belki Rumca konuşuyorum, haçımla daha serbest yürüyorum ama
benim memleketim Türkiye. Biz oraya (Atina) yabancı gibiyiz. Atina-8 (R, 67,
E)
Birinci ve ikinci kuşak Rumlar için Yunanistan her
zaman göç edilme ihtimali olan bir ülkeyi temsil etmektedir. Çeşitli baskılara,
ayrımcılıklara uğradıkları dönemlerde, özellikle 60-80 arası dönemde, İstanbullu bir Rum ailenin evinde gitme
ihtimali hep akıllarda olan, tartışılan bir konudur.
Birçok aile için bu ihtimal
gerçeğe dönerken kimisi
için Yunanistan hep gitmek istediği ama gidemediği bir
ütopya olarak kalmıştır. Birinci kuşaktan bir Rum kadın hayatı boyunca Rum
kimliğinden dolayı toplum tarafından dışlandığını, yabancı olarak
damgalandığını bu yüzden de dini-etnik kimliğini toplum içinde hep gizlemek ve
bastırmak zorunda kaldığını aktarmıştır. Yunanistan ise İstanbul’da bastırmak
zorunda kaldığı kimliğini orada özgürce yaşayabildiği, ismini saklamak zorunda
kalmadığı bir ülkedir.
Vatanım
burası. Yunanistan… güzel soru. Her zaman gitmek istediğim de gidemediğim bir yer. Her zaman orda
yaşıyacağımı sandım. Çünkü çocukluğumdan beri benimkiler hep gidiyordu. Ben orda
yaşayacaktım! Bu beni yordu. Ve biliyorum ki ben gidemiycem, benim hayatım
burda. Bu biraz zor bizim için. Ben çok dindar biri değilim. Etnik kültür bir
yere kadar, ben ismimi orda korkusuzca söyleyebiliyorum. Ben “Katerini” isem
orda herkes biliyor, burda değilim, burda kabullenmiyorlar. Sen bir devlet
dairesinde isminden dolayı farklısın. İstediğin kadar Türkçeyi konuş. Ben
Türkiye’de değişeceğini sanmıyorum bu durumun. Türkiye’nin jeopolitik
konumundan dolayı… hiçbir zaman değişmez.
B1-27 (R, 59, K)
4.2.4.
Yahudiler’de Vatan Algısı/Aidiyeti
Bu
‘benimki’ ve beni acıtıyor. İsrail’deki benim değil, bana ne! (Y, 55, E)
Sen bundan
sonra benim ancak paramı alırsın ama canımı alamazsın. Gururlu ve dik durmamın
sebebidir İsrail. (Y, 69, E)
Yahudiler, Rum ve Ermenilerden farklı olarak
Türkiye’den İsrail’e gönüllü bir göç deneyimi yaşamışlardır. İsrail Devleti
kurulmadan önce Türkiye’deki Yahudi milliyetçileri, dünyanın başka yerlerinden
gönüllü Yahudilerle birlikte İsrail Devletini kurma mücadelesi için İsrail’e
göç etmişlerdir. Günümüzde İstanbul Yahudilerinin vatan algısı ve aidiyetini
analiz edebilmek için, bu göçü ve Yahudilerde yarattığı gidilebilecek bir vatan
olduğuna dair güvenin nasıl inşa olduğunu kavramak gerekir. İstanbullu Yahudiler
arasından, 1930’lu ve 40’lı yıllarda milliyetçi duygularla İsraile gönüllü
göçenler, Yahudilerin İsrail ile ilişkilerini, Rum’ların Yunanistan ve
Ermenilerin Ermenistan ve Diaspora ile kurdukları ilişkiden farklı kılmaktadır.
İstanbul Yahudi Cemaatine mensup görüşmecilerin bir kısmının aile büyükleri
1930’lu yıllarda İsrail Devletini kurmak üzere idealist amaçlarla Filistin
topraklarına göç etmişlerdir. Bu göç, 1883’de başlayıp İsrail’in kuruluş tarihi
olan 1948’e kadar Orta ve Doğu Avrupa ile Ortadoğu coğrafyasından İsrail’e
kitlesel göçler (Aliyah) kapsamında gerçekleşmiştir. Özellikle İkinci Dünya
Savaşı sırasında yaşanan soykırımdan dolayı kaçak göç 1948 yılına kadar artarak
devam etmiştir. 1. Aliyah’la (1883-1903) Filistin’e giden Yahudileri birleştiren en temel unsur din iken, 2. (1904-1924), 3. (1919-1923), 4. (1924-1929)
ve 5. Aliyah’lar (1929-1939) daha seküler, orta ve üst sınıf, eğitimli
Yahudilerden oluşmuştur (Erol, 2012:439-459).
Tez kapsamında yapılan sözlü tarih ve derinlemesine
mülakatlarda görüşmecilerin aile hikayelerinden Türkiye’den İsrail’e Aliyah
kapsamındaki göçlerin daha çok (1929-1940) yılları arasında gerçekleştiği ortaya
çıkmaktadır. Göçün sebepleri görüşmeciler
tarafından tam olarak bilinmese de din faktörünün ötesinde, göç edenlerin genç yaşlarda gittikleri göz önünde
bulundurularak (20’li yaşlar),
Filistin’de kurulacak bir Yahudi devletine
katkıda bulunmanın
yarattığı heyecan gibi idealist hedeflerin, ekonomik unsurların ve
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki azınlıklara yönelik ayrımcı yasa ve
uygulamaların ve toplumsal baskıların körüklediği bir göç olduğu düşünülebilir.
II. Dünya Savaşı yıllarında Orta ve Doğu Avrupa’da
Nazi zulmünden kaçarak Türkiye topraklarına sığınan Yahudilerin bir kısmı
Türkiye’yi transit ülke olarak kullanıp, İsrail’in kuruluşuna katkıda bulunmak
amaçlı bu ülkeye göç etmişlerdir. Bu transit göçler sırasında Türkiye
Yahudilerinden de bu göçlere katılanlar olmuştur. (1923-1948) yılları arasında yaklaşık 7.308 Türk Yahudisi
Türkiye’den Filistin’e göç etmiştir (Weiker, 1992:19). İsrail’in resmi olarak
kuruluşundan itibaren Türkiye’den İsrail’e göç eden Yahudiler ile ilgili en detaylı çalışmayı yapan Bali’ye göre,
içerideki Türkleştirme, homojenleşme,
uluslaşma çabaları ve uygulanan
ayrımcı vatandaşlık uygulamalarına ek olarak dışarıda
yükselen Nazi rüzgarları, ekonomik
ve dini sebepler Türk Yahudilerinin (1948-1952) yılları arasında Filistin’e göçünde etkili olmuştur
(2009b). Bu göçler (1927-1965) yılları arasında Türkiye nüfusu %2.4 artarken
Yahudi nüfusunun yarı yarıya azalmasının temel nedenlerinden biri olarak
görülebilir (Dündar, 2000:62). II. Dünya Savaşı yıllarında Siyonist yer altı
örgütlerinin kurulmuş ve bu örgütlerden Irgun Tzvei Le’umi ve Stern, Siyonist
davaya yeteri kadar destek vermediği gerekçesiyle İngiltere’ye yönelik
saldırılara girişmişlerdir. 1946’da Kudüs’te İngilizlerin karargahı olan bir
otelin havaya uçurulması olayı İngiliz-Yahudi gerginliğinin artmasına neden
olmuştur (Bileydi Koç, 2006:114).
Tez kapsamında görüşme yapılan bir Yahudi görüşmecinin
dedesi de genç yaşlarında Stern üyesi olarak Filistin’de Yahudi Devletinin
kuruluşuna destek vermek için gidenlerden biridir. Türkiye’ye geri döndükten sonra genç yaşta hayatını
kaybeden dedenin travmatik hikayesi uzun yıllar ailede bir sır olarak
çocuklarından bile gizli tutulmuştur.
Benim rahmetli
dedem ismini taşıdığım
kişi… 1948 evveli 1945 savaş sonrası 46’larda filan olan Nazi olayları
insanlarda Filistin’e dönüş duygusu yarattı. Bir de o dönem örgütler vardı
bugünkü İsrail’i kuran. Kimi yerde terör örgütü kimi yerde de kurtuluş
örgütleri gibi düşün. Hagana vardı, Irgun vardı, bir de Stern vardı. Hepsinin
İstanbul’da gizli dernekleri vardı, Yahudilerin yoğun olduğu yerlerdi. O zaman
nüfus 150.000 civarıydı. O zaman insanlara Filistin’e gitmeleri tavsiye
ediliyordu. Benim dedem de bu şeyden giden bir insan olmuş. Filistin, İngiliz
mandasındaydı. İngilizler bu Yahudi göçünü onaylamıyorlardı, ordaki Arap nüfusun
hep fazla olmasını
istiyorlardı. Hatta Kıbrıs’da
toplama kampları kurarlardı,
gelen Yahudileri yakalayıp toplama
kamplarına atıp sonra geri gönderirlerdi. Ki ordaki nüfus fazla olmasın diye. Benim dedem
Stern üyesiymiş, Filistin’e gemiyle kaçmış. 1947 yılında Kudüs’de King David
Oteli var, o dönem İngilizlerin karargah merkezi olarak kullanılıyor. Ve oraya bombalı bir saldırı düzenleniyor.
Benim dedem de 3 ay evvel işe giriyor, çok iyi bir elektrikçi. Olay günü emir
geliyor elektrikleri kesin diye, elektrikler kesiliyor ve kaçıyorlar otelden,
10 dk. sonra bütün otel havaya uçuyor, 20 küsur İngiliz subayı ölüyor.
Arananlar listesinde bunun adı da var tabi, dedemi gerisin geri Türkiye’ye
kaçırıyorlar. Benim dedem babam 8 yaşındayken ölmüş, kalp krizinden. Buraya
gelince 41 yaşında. Ondan sonra babanem amcam babamı büyütüyorlar. Bu hikayeyi
amcam bile babanemden öğreniyor. Babanem de anlatmayı sevmez. Travma var. Kimse
konuşmuyor. C2-11 (Y, 34, E)
Bizim aile
ağacımıza bakarsak, 1700’lere kadar ulaşabiliyoruz. Önce bir Selanik bölümü
var, aşağı yukarı 80-100 yıl gibi. Trakya var. Özetle 1881 yılında İstanbul’a geliniyor. Babamın tarafı ise Balat’da
yaşıyorlardı. 1920’lerde Belçika’ya gittiler. O zaman çocukmuş gittiğinde,
sebebini ben de tam bilmiyorum neden gittiklerini. Büyükbabamı hiç tanımadım,
orda öldü zaten. Orda okudu babam, Alman işgali esnasında babamın sokağına da Naziler
girip evlere işaret
koyuyorlarmış. Oradan Türk konsolosunun desteğiyle trenle terk ettiler
Belçika’yı. Babasını yeni kaybetmişti. Anneyle beraber geldi. Bir kızkardeşi
vardı. Kızkardeşi direk İsrail-Filistin’e gitti. Babam 1916 doğumlu. 20’li
yaşlarda İsrail’i kurmak için gidiyor halam. O zaman Nazizmi yaşıyorlar düşün.
Baya Kurtuluş savaşlarında bulunuyor filan. Babanem ölmeden önceki 30-35 yılını
paralize geçirdi, savaştan kaynaklanan
travma. Kocasını da savaşta kaybetti. O kötü bir yaşamdı. 35’lerden 55’li
yaşlara kadar. Ama devlet korkunç baktı bunlara, İsral’i kuranlar arasında
geçiyor adı. C1-4 (Y, 56, E)
Ananem
Silivri’den yeni evliyken İstanbul’a gelmişler. Annem İstanbul doğumlu. Babam
Viyana’dan bu tarafa gelmiş. Aile esas Romanya’da yaşardı. Savaşla (İkinci
Dünya Savaşı) doğuya doğru yol almaya
başladılar. Bir erkek kardeşi Yunanistan biri Bulgaristan’dan deporte
edildiler. Bir ablayla küçük kızkardeş Türkiye’ye varabildiler. Burada bir
müddet yaşayıp İsrail devleti kurulur kurulmaz oraya gittiler. Hatta bir abla
evvelden gitti, orası İngiliz mandasıyken. Ama ben baba tarafımı hiç tanımadım.
Yalnız resimleri var. Bir halamı biliyorum diğerinin izini
bile süremedim. Bir halamın oğlu tamamen
kuruluş aşamasında gitti oraya. C1-12 (Y, 64, K)
Dedem bir
dönem Romanya’daki kamplara gitti. Çok ilginç şeyler yaşadılar. İlk başta
Almanların etkisiyle antisemitizm de başladı. Ve babam Yahudi olduğu için 13-14 yaşındayken o bombaların altında kalan
cesetleri çıkarmış, o işler hep Yahudi çocuklarına verilirdi. Dedem de
çıkartmış. İş yapamıyorlardı, geçim kaynağı için dedem biryerlerden saatler
bulup, ananem kayışlarını yapıyordu evde. Annem de karaborsa satmak için
sırtında çantada taşıyordu. Sonra Almanlar gitti Ruslar geldi. Aynı problemler
devam etti. Kral kaçtı ve bir şekilde 1947 Aralık ayında ilk toplu komunist
nikah yapıldı ve annemle babam o toplu nikahta evlendi. C1-5 (Y, 65, K)
Bu arada
büyük dayım 2. Dünya Savaşı’nda kamplara giden. Bir tanesi Türk kimliği güncel
tutarak kurtuluyor, öbürü kampa alınıyor. Hangisi hatırlamıyorum maalesef bize
uzun uzun anlattığı halde kaydetmek aklıma gelmedi. Kampı anlattı bize.
Enteresan hikayeleri var. Kampa gideceklerini öğrendiklerinde evdeki ne varsa
mücevher para, bana ayı diye anlatıldı... seneler sonra facebook aracılığı ile
kuzenimi buldum Türkiye’ye geldi ben Amsterdam’a gittim, o ayıcık duruyormuş ve
meğerse oyuncak köpekmiş. Hala kuzenimde duruyor ve çok duygulandım o anda.
Çünkü geriye dokunabileceğin tek şey o. Komşulara vermişler ve demişler ki bunu
saklarmısınız. İnsanlık dışının yaşandığı bir ortam... Mesela ananemin küçük hikayeleri vardı. Anlatırdı bize. Rus
konsoloslugundan çağırmışlar birgün ananem çok korkmuş. İki açıdan korkumuş,
çünkü kocası Rus’du. Ve dedemin öldüğü gün cenazeye giderken çalışma iznini
getirmiş postacı... izin çıktı diye. Trajedi var ya film yapsan... Çok da canlı
anılar değil tabi... çocukluğumuz bizim Rusya’dan korkarak geçti. TV geldikten
sonra görüyorsun Kızılmeydan’da askerler geçiyor, bir de bana anlatılanlar var.
Dedem Ruslardan kaçtı filan, korkunç bir korku vardı. Ananem üstüme yaptım
diyor konsolosluğa giderken. C1-10 (Y, 55, E)
İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve İsrail Devleti
kurulduktan sonra İstanbul’dan İsrail’e milliyetçi duygular içinde gerçekleşen bu Yahudi göçü,
İstanbul’da Yahudi cemaatinin İsrail Devleti ile kurduğu aidiyet ilişkisini
belli ölçüde belirlemekle birlikte, görüşme yapılan her kuşaktan Yahudi, diğer
iki cemaatte görüldüğü gibi, ağırlıkla vatanı insanın doğduğu yer olarak
tanımlamaktadır. Birçoğu vatanın kendileri için özellikle İstanbul olduğunu
vurgulamaktadır. Rumlar’da ve Ermeniler’de görüldüğü gibi Yahudiler için de
İstanbullu olmak kimliklerinde çok başat bir yer tutmaktadır. Yahudiler de İsrail’e, Rumların Yunanistan
ile kurduklarından daha güçlü bir güven ilişkisi/bağı olmasına karşın bu duruma
istisna olabilecek biçimde bu yakınlığı duymayan
Yahudiler de vardır. Yahudiler arasındaki politik
yaklaşım farkı İsrail ile kurulan ilişkide belirleyici bir ögedir.
Politik olarak sola daha yakın duran Yahudiler İsrail’in Filistin politikasını sert bir biçimde
eleştirmektedirler. Sol ideolojiye yakın olan Yahudiler Yahudi
olmalarının İsrail’in politikasını meşrulaştırmayacaklarını vurgulamaktadırlar.
Benim
alakam yok İsrail’le. Ayrıca uyguladığı politikayı son derece faşistçe
görüyorum. Sen arkana Amerikan gücünü almışsın, adam senin iki askerini
öldürüyor, sen de gidip camiyi bombalıyorsun. Senin gidip camiyi bombalatıp ne
olursa olsun 100 kişiyi öldürmen gerekmiyor! O da yanlış birsey yapıyor ama 2
kişiye 200 kişiyle cevap veriyorsun. Orantısız bir güç kullanıyorsun ve şehrin
göbeğine atıyorsun füzeleri bombaları. Sonra da “biz uyardık ama boşaltmadılar”
diyorsun. Sen Nişantaşı’nın ortasına bomba atabilir misin? Savaş askerler
arasında olur halkla asker arasında olmaz. Halkın oturduğu yeri
bombalayamazsın. C2-16 (Y, 44, E)
Yahudilerin İsrail ile kurdukları bağın arkasında iki
temel faktör bulunmaktadır. Birinci sırada, İstanbul’dan göç etmiş ve orda
yaşayan akraba, eş ve dostlarının bulunması gelmektedir. Yahudilerin İsrail ile
duygusal bağını oluşturan ve onları bu bağlamda diğer cemaatlerden benzersiz
kılan diğer olgu ise Yahudi Soykırımıdır.462. Tüm dünyadaki
Yahudiler “Affet ama Unutma” (Forgive but
Never Forget) sloganı ile bu büyük felaketi bir daha tekrarlanmaması için
anmakta ve kuşaklar boyu aktarmaktadır. Yahudiler yaklaşık 2000 yıl boyunca
yurtlarından da devletli hayatlarından da mahrum edildiler ve sürgünde
yaşamaları nedeniyle sürgün ve soykırım belleği kimlik duygularında çok önemli
bir yer tutmaktadır. Araştırma kapsamında görüşme yapılan Yahudiler arasında
Soykırımda bir yakınını kaybeden olmamasına rağmen sürgün ve Soykırım tarihi,
geçmişinin bilincinde ve farkında olmak Yahudileri için de asla unutulmaması,
kuşaktan kuşağa aktarılması gereken bir
bellek olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda Yahudi kolektif kimliği ilksel
olarak her türlü bireysel kimliğin önüne geçmektedir. Birçok görüşmeci Almanya
ve Polonya’daki Soykırım kamplarına gittiklerini, dünyanın çeşitli yerlerindeki
Soykırım anma mekanlarını ziyaret ettiklerini aktarmışlardır.
462
Yahudi/Nazi Soykırımı. Yahudi Soykırımı konusunda interdisipliner alanda,
özellikle sözlü tarih çalışmalarında çok geniş bir literatür bulunmaktadır.
Belli başlı çalışmalar için Bkz.: Arendt 2014a, 2014b, Agamben 1999. Yahudi
Soykırımına karşı Türkiye’nin yürüttüğü politika ile ilgili Bkz.: Bkz.:Shaw,
2013. Türkiye’nin rolüne eleştirel yaklaşan bir çalışma için Bkz. Guttsdat,
2016; Reisman, 2009. Auschwitz’den sağ kurtulanların anılarına dair Bkz.:
Lengyl, 1995, Klein, 2001.
İsrail Yahudiler için çok özel bir yer tutmaktadır.
Etno-dinsel kimlikleri ile örtüşen bir devletlerinin olması bir güven duygusu
yaratmaktadır. Bir görüşmecinin ifade ettiği gibi “kodlarımızda var, kovulabilirsin her an” bilinciyle yaşayan bir
millet olarak , İsrail Devleti bir güvence olarak görülmektedir. Yahudiler için
İsrail, aynı zamanda Soykırım’ın bir daha yaşanmasını önleyebilecek tek devlet
konumundadır. Tüm görüşmeciler için vatanlarının İstanbul olduğu ama aynı
zamanda İsrail ile de özellikle yukarıda bahsedilen sebeplerden dolayı güven
temelinde kuvvetli bir ilişki kurdukları, İsrail’i bir nevi “sigorta” gibi
gördükleri ortaya çıkmaktadır.
İsrail
benim için onur ve gururumu ifade eder. Benim rahmetli amcam biri 9 yaşında
diğeri 8 yaşında egitim hayatına ara verip sokakta çalışmak zorunda kaldılar
çünkü babaları Aşkale’ye gitmek zorunda kaldı. Benim rahmetli dedemi 20 Kur’a
askerliğe götürdüler, 8 ay askerlik yaptı 2 ay sonra Varlık vergisi çıktı bu
sefer 18 ay Aşkale’ye taş kırmaya gitti. Yanlış hatırlamıyorsam babamın
halasının kocası o donarak ölenlerden birisi. İsrail ne demektir biliyormusun?
Biz her ne kadar her gittigimiz ülkeye kendi ülkemiz gibi benimsesekte sürekli
“siz buralı değilsiniz”’i hatırlatırlar. 1948 İsrail kurulana kadar dünyanın
her tarafında ezilen, keyfe keder öldürülen bir toplum var. Beni artık kimse
ezemez duygusu var. Amerika’dakide öyle hissediyor emin ol. İsrail büyük destek
Yahudiler için. C2-1 (Y, 44, E)
Yaşım
büyüdükçe, siyaset öğrendikçe, İsrail’e duygusal bağım kalmadı ama her insan
güven ister. Çünkü biliyorum ki ki eğer İsrail devleti var olmasaydı beni
sigara çöpü gibi ezerlerdi dünyanın birçok yerinde. İsrail’e gitmek hayalim
olmadı, ama varlığını Allah başımızdan eksik etmesin. C2-12 (Y, 34, K)
Ama bizim
de kuvvetimiz yoktu
ancak 48 senesinde İsrail kurulunca biraz
kuvvet aldık. Artık bir
milletimiz var. Biz oraya gidebiliriz, ve ne zaman istersek kabul ederler.
Benim ablam, kızları orda. Dokuz defa gittim ben ablama. Biz burda bunları
gördük ya, 34 Trakya, Varlık filan, hergün bunlar olduğu için daima orayı
düşünürüz. Yani hatta ben oraya gittiğim vakit ordakiler ki burdan gitmiş
olanlar ‘Daha ne duruyorsunuz, az mı çektik orda” derler. “Toprak verelim gelin
buraya” diyorlardı. Benim vatanım burası ama orasıyla bağlılık vardır. C1-16
(Y, 94, E)
İsrail
devletinin mutlaka dünya üstünde olması lazım. Çok büyük bir soykırım yaşandı
ve heryerde her an böyle birşey olabilir gene. İsrail devleti varoldukça bu
olması zor birşey. İsraille duygusal bir bağım yok, sadece güvence benim için.
Yaşamayı da hiç düşünmedim. Burdan gitmeyi de düşünmedik. C1-8 (Y, 50,
K)
İsrail
benim için vatan değil, vatan burası. İsrail Yahudilerin artık katledilmemesi
açısından olması gereken bir toprak parçası. 1948’e kadar Yahudilerin toprağı
yoktu. İsrail bir sigorta dolayısıyla çok önemli. C1-4 (Y, 57, E)
Yahudilerin
İsrail’e karşı bir sempatileri vardır. Bir bomba atılsa oraya sende farklı
bende farklıdır. Bir Fransız olmak başka İsrailli olmak başka. Çünkü sürekli
tehlike altında, hep düşmanı var. Herkes yok etmeye çalışıyor. Her an otobüs
havaya uçacak diye ödüm kopuyordu ordayken. Çok kötü hissettim hakkaten. Her ay
bir otobüs, café patlıyordu. Çoluk çocuk dinlemiyorlar. Anlayacağın böyle bir
duygu var bu hislerden dolayı. Yahudi olmak ve Musevi olmak o kadar iç içe
birşey ki, Türk ve Müslüman olmaya benzemez. Musevi olabilirsin ama Yahudi
olamazsın, o zamanda bunları hissedemezsin. Dini ezberlersin ama o ırktan
olmadığın için içine giremezsin. C1-5 (Y, 65, E)
Biri bana
geldi “İsrail’in değeri senin için nedir?” dedi. Kardeşim İsrail benim için
gurur kaynağıdır dedim. Çünkü sen bundan sonra benim ancak paramı alırsın ama
canımı alamazsın dedim. Gururlu ve dik durmamın sebebidir İsrail. Bak 44
yaşında adamım ama gitmedim. 18 yaşında otuz kere giderdim. Ohh ünİversite
bedava, kampüsler Boğaziçi’ni on basar. Biz bırakamıyoruz ki memleketi abicim.
Yazın Ada var, Bebek filan
kızlar derken kaldık burda (gülerek). 1980 evvelsi gidenler işi gücü gitmiş,
gönülsüz gidenler ve korkudan gidenler. Aman gidiyim diyip koşarak giden yok.
1980 yılında maaile ziyarete gidiyoruz akrabaları İsrail’e yanımızda kaç şişe
kolonya götürdüğümüzü söyliyim mi? Bogaziçi ve
Rebul lavanta 25 şişe filan götürmüşüzdür. Biri ibrik ister, diğeri eski
ütü ister… neler neler. 12 bavul gittik! C2-1 (Y, 44, E)
Yahudiler için İbranicenin vatanla kurulan ilişkide
rolü olduğundan bahsetmek zordur. İstanbul Yahudilerinin içinde İsrail’de gidip yaşamış
olanların dışında İbranice konuşanların sayısı çok azdır. İstanbul
Yahudilerinin bir çoğunun İsrail’e göç etmiş akrabası veya arkadaşı
bulunmaktadır. Yahudilerin büyük bir çoğunluğu hayatlarında en azından
bir kere İsrail’e
gittiklerini belirtmiştir; buna karşın birkaçı dışında kimse çok zor bir
durumda kalmadıkça İsrail’e gidip yaşamayı düşünmediklerini söylemiştir. İsrail
“son çıkış kapısı”, “bıçak kemiğe dayandığında” gidecekleri bir ülkedir. Diğer
taraftan gitmeyi düşünenler ise Türkiye’deki muhafazakar, dindar hükümet
yapısını gelecekleri açısından tehlikeli bulduklarını, özellikle AKP döneminde
artan antisemitizmin çocuklarının geleceği için kaygı verici seviyede olduğunu
ve tehdit altında hissettiklerini, İsrail’de daha özgür bir hayat olduğu için
gitmeyi düşündüklerini belirtmiştir. Gençlerin gitmeyi tercih etmelerinin arkasındaki bir diğer
sebepde Yahudi biriyle evlenmek istemeleridir. İstanbul’daki nüfus
gittikçe azaldığı için dar bir cemaat
çevresinde, duygusal ve dünya görüşü olarak da uyum sağlayacakları bir partner
bulmanın çok zor olduğunu, İsrail’de bu ihtimalin daha yüksek olmasından dolayı
gitmeyi düşündüklerini belirtmişlerdir.
Keşke
dönmeseymişiz... Ben şimdi tekrar gitmeyi düşünüyorum, burdaki geleceği iyi
görmüyorum, çok dindar bir hükümet var ve daha kötü gidicek gibi geliyor bana.
Bir de burda cemaat içinden biriyle
evlenmek artık çok zor, ben istiyorum “jew” olsun, İsrail’de şansın daha fazla.
İsrail’le duygusal bağım… ben orda yaşadım, yine gidebilirim. Orda tanıdıklar,
akrabalar var. Orası benim güvendiğim ve arkamı yaslıyacağım bir yer. Ama
memleketim dediğim yer burası. Burası hiçbir zaman, gitsem de memleketliğini
kaybetmeyecek. Çünkü çocukluğum burda, ailem burda, hatıralarım burda, bunu
silemez ki hiçbirşey… Allah korusun bir gün kaçmamızı gerektirecek bişsey
olmasın, ama olsa da yaşanmışlığı silemez bu. C2-6 (Y, 33, K)
Ben dinine
kültürüne bakan bir insanımdır. Ama o toprak benim kutsalım. Ama burası daha
fazla benim kutsalım. Bizde her dua da geçer “seneye Yeruşelem’de” diye, ama
orda yaşamayı düşünmedim hiç. Çok zor bir ülke. Oraya gitmek için çok travmatik
bir olay yaşamış olucan ya da koyu
siyonist olucan. Bu da bir elin parmağını geçmez. Oraya gidenlerin başından
inan travmatik olaylar geçmiştir. “Cemaatten sıkıldım gittim”, ben buna
inanmıyorum inan. Sadece bahane olarak kullanıyorlar. Oraya gidenler hala
Boğaz’da rakı fotoğrafı koyarlar facebookda. Ben buraya ait hissediyorum kendimi.
Son dönemlerde gitmeyi düşündüm. Çevremde giden oldu arkadaşlarımdan. Gitmelerinin sebebi İsrail’e bağlılık
değil, sebebi AKP’nin politikaları, ülkenin gidişatı, korkunç bir
antisemitizm var biz hiç bu kadarını yaşamadık bugüne kadar. Yaşamadık yani.
Son 2-3 sene, ben inanamıyorum… Komşularımızın bu hale geldiğine inanamıyorum…
C2-11 (Y, 34, E)
İsrail’in sürekli savaş halinde bir ülke olmasından
dolayı yaşam şartlarının çok sert ve zor olması, insanlarının bu sebepten
dolayı daha bencil olması, çok rekabetçi bir yaşamın olması, iklim şartlarının
elverişsizliği gibi sebeplerden dolayı İstanbullu bir Yahudi için orda yaşamak çok cazip gelmemektedir. Ancak İsrail’i, Türkiye’ye göre çok daha özgür, medeni
ve eğitimli insanların yaşadığı, demokratik, sosyal devletin gereklerini
yerine getiren, insanların birlik ve beraberlik duygularının çok kuvvetli olduğu,
büyük fedakarlıklarla kurulmuş, özel bir
memleket olarak tarif etmektedirler. Birinci kuşak Yahudiler, ikinci ve üçüncü
kuşaklara göre, İsrail ile daha duygusal bir bağ kurmaktadırlar.
Bak İsrail
çok güzel bir ülke, orası gün be gün “survivor”463 yaşayan bir ülke.
Cuma günü öğleden sonra işler kapanır, insanlar sokaklarda dans ediyor, bir
bakıyorsun asker çocuk belinde silahla dans ediyor.. Çok enteresan bir ülke
orası. Ordaki askere polise başka türlü bakıyorsun. Savaş zamanı nasıl organize
olduklarını gördüm, “they are smart people”464. Bunu Türkiye’nin
anlamasına imkan yok. Burda hemen “Allah İsrail’i kahretsin” diye sosyal
medyada yazıyorlar. Burda birden bire rüzgar değişebilir. İsrail’de beni
etkileyen şeylerden biri de şu olmuştu, herşeyin altında bağış yapanların ismi
yazar. Bu ülke bu fedakarlıklarla yapıldı. İsrail’in orda olması “we have a
country there”465. Bunu da zekalarıyla yaptılar. Orası cidden çok
farklı bir ülke. Ben yaşadım orda, göçmenler evinde yaşadım daha ne olsun! Tabi
İsrailliler de “herşeyin iyisini ben bilirim” havası vardır, belki çocukluk
yaşamadan birden büyüyorlar ondandır bu psikoloji. Adam 55 yaşında hala askere
gidiyor. Özel bir ülke, bunu yaşamadan dışardan konuşmak çok kolay. C1-18 (Y,
51, K)
İsrail’de
herşeyden öne akrabalarım var. En başında gidenler oldu. “benim toprağım
savaşacağım” diye gidenler oldu. Bir sürü kuzenim gitti öyle. Bir de şimdi çok
iyi durumdalar. Böyle gidenler,
militan olan canı yürekten savaşmaya gidenler, hep devlette iş buldu.
Netanyahu’da savaşta liderdi zaten. Her başa gelen savaşta bir başarı
göstermiştir. Burdaki gibi hatır gönül işi yok orda. Benim gönül bağım var, bu
bakımdan. Birşey oldu mu hemen telefon açıyorum. İkincisi demokrasisini çok
beğeniyorum. Ufacık ülkede takır takır işliyor demokrasi. Muazzam bir demokrasi
var. Gün gelir ki yanında Netanyahu kuyrukta bekliyor. Güvenlik gözükmüyor olabilir. Herkes aynı ülkede
birleşmiş olabilir mi? O kadar
463 hayatta
kalma mücadelesi vermek 464zeki insanlar
465orda bir ülkemiz
var
takdir ediyorum ki ülkeyi.
Zorlukları inanılmaz çok. Para kazanılması zor, yaşantısı zor. İklim
şartları zor. Sıcağa gelemeyen insan yarım saat duramaz orda. Bildiğin çöl. Ama
her yer ağaç dolu, çok
yeşillendirmiş. Yaşaması zor. Her tarafı düşman. Her an bir atak içindeler.
Bence orda ki sorun asla çözülemez. Hayatta çözülmez. S. (eşi) Sukot’da466
duaya gitti, ağlama duvarına gidip dua ediyor. Aynen burda duyuldu ki Mescid’i
Aksa’da çatışma olmuş. Ateş edildiğini duyuyorlar ama herkes duasına devam
etmiş. S. şaşırmış, “askerlerimiz bizi korur” diyip dualarına devam etmişler.
Bununla yaşamayı öğrendiler. C1-15 (Y, 65, K)
Benim için
yaşanacak memleket değil. Benim vatanım burası. İsrail uçak yollayıp toparlayıp
beni götürse bile orda ne yapacağım söylermisin? Lisanını bilemem, yaşam
şeklini bilmem, örf adetini bilmem, ben o memlekette ne yaparım? Ben buranın
havasına suyuna alışığım. Ha benim torunum derse ki vaziyet kötü ben gitmek
istiyorum, senin seçimin derim ama illa ki İsrail’e git demem. Dünyanın en iyi,
en güzel en rahat yaşanan memleketi değil. Orda herşey çok zor. Orda çoluk
çocuk askere gidiyor, orda para kazanmak son derece zor, ancak çok yüksek tahsilli
olucan da bir bankaya filan
giricen. Sonuçta bir maaş alıcan.
Burda alışık oldugun lüksü karşılayabilecekmisin? C1-12 (Y, 74, K)
Üniversitede
o olaylar sırasında (80 dönemi) çok giden oldu. Bir kısmı kaldı
bir kısmı döndü. Ben burda kalmaya karar verdim. Kendimi İsrailliden çok
Türk görmemle alakalı. Yaşayamayacağımı hissettim orda. Beceremedim mi
başaramadım mı ben bilmiyorum... onları
(anne baba) bırakmakta hoşuma gitmedi. Burdaki imkanlarım da iyiydi. Ve kendimi
İsrail’liden çok Türk hissettim her zaman. C1-3 (Y, 65, E)
Ben hiç
gitmeyi düşünmedim. İsrail’de yaşayamam zaten. En son gidenlerden biri ben
olurum diye düşünüyorum. İsrail’de akraba çok var. Gidenlerin çoğu “hala
ordamısınız” diyorlar. Ama hiç kolay değil. Burdaki insanlarla orası
kıyaslanamaz. Ordakiler bir savaşla büyümüşler, alışmışlar. Ben kendi adıma
böyle şey görmedim. Ben biraz da insanlar için yaşayan biriyim, Tanrı bilir
tabi ama yok… ben yapamam orda. Kovulursak gideriz heralde. C1-14 (Y, 52, K)
466Tarihi yönden Sukot, İsrailoğullarının
çölde geçici barınaklarda yaşayarak dolaştığı kırk yılı temsil eder. Zirai
olarak Sukot hasat bayramıdır. Sukot kelimesi ‘çardaklar' anlamına gelir ve
"geçici barınaklara" gönderme yapmak için kullanılır. Yahudilere bu
bayramda, çölde geçirdikleri kırk yılı hatırlamak için, çardakların altında
yaşamaları buyrulmuştur. Yahudiler antik Filistin topraklarından
kovulduklarından beri Kudüs'e dönüp yıkılan kutsal tapınaklarını tekrar inşa etmek hayaliyle yaşadılar, (Çevrimiçi) http://www.turkyahudileri.com/content/view/261/223/lang,tr/,
26.05.2016.
İsrail’e
benim içim gider. Herkesin orda bir akrabası vardır mutlaka, kayıtsız kalman
mümkün değil ki. Sana her istediğine yemin ederim insanların ölmesine
üzülüyorum onların ki de ana çocuğu.
Fakat bizim bir tane onların bin tanesine bedel. Bizde bir tane eksildi mi
eksiliyor. Onlar afedersin her evde 10 tane çocuk. Ben orda bulundum, çok
giderdim, turlan çıktım... Yahudiler hemen tarlasını yapıyor, evini yapıyor,
evinin önünde bahçe. Arapların kısmına bakınca (tam sınır) lağımdan, pislikten
geçemezsin inan. C1-7 (Y, 84, E)
İsrail
benim için din birliğini ifade ediyor. Yaşayacağım bir yer değil. Ama ben zaten
İstanbul dışında bir yerde yaşamak istemiyorum ki. İsterse Paris olsun. Ama
güvenli bölge benim için. Bunu inkar etmek yalan. Ülkemize yeterince sahip
çıkmamak beni çok üzüyor. Zeugma’daki bir taş parçasından Ankara’daki kasaya
kadar herşey. Bu “benimki” ve beni acıtıyor. İsrail’deki benim değil, bana ne!
C1-10 (Y, 56, E)
Benim için
sadece son çıkış kapısı. Beni kovdular ettiler hiçbirşey yapamazsam beni alan
tek yer. Zorunda kalmadıkça asla gitmek istemem. Akraba çok var. Gidenler ekonomik
sebeplerden gittiler veya kültürel. Annemin tarafı ekonomik durumlardan dolayı
gitti. Zaten ufak bir aileyiz, bütün birinci kuzenler orda. Onlar da orda Türk
Yahudisi. Gidilen yaşla da alakalı. Oranın kendi kültürüne adaptasyonda zorluk
yaşıyorlar. İsrail çok zor bir ülke. Savaşkan bir karakter olman lazım; bana
göre hiç değil. C2-19 (Y, 26, E)
Biz hiç
gitmeyi düşünmedik İsrail’e. Ben çok seviyorum burayı. Bir yanda felaket
senaryoları çiziliyor ya ben o kadar kötü olucağını düşünmüyorum. Bizi burdan kovana
kadar burdayız. Türkiye’yi çok seviyorum, bırakasım hiç yok. İsrail çok
stresli bir yer sürekli savaş var. İsrail… benim için sadece dayımların olduğu
yer. Aa herkes Musevi ne güzel.. diye bir duygum olmadı. Herkes çok rahat, her
ülkeden insanlar var, gençler cok bilinçli, dünyayı geziyorlar. O ülkenin o
medeniyetini, parklarını yeşilliklerini seviyorum. Orası daha rahat ve medeni
bir yer. Duygusal bağım yok ama. Din açısından hele hiç yok. Hepimizin
bilinçaltına yatan şu vardır “ama çok kötü birşey olursa İsrail nasıl olsa bizi
alır”. Ama istemiyorum burayı bırakıp gitmek. Durumu kötü olup giden var, orda
hemen iş imkanı veriyorlar sana. Burda dedikodu oluyor anında. C2-15 (Y, 34, K)
Ben orda
yaşayamam zaten burdan sonra. İsrail bir savaş memleketi ve savaş memleketinin
getirmiş olduğu bencillik vardır. Bugün komşusu ölür akşam partisini yapar. Ben
buna alışkın değilim. Nitekim annemler gitmişler yerleşmişler, annem 13
yaşındayken, dedem de varlıklıymış. Hanları hamamları yok ama durumları
iyiymiş. Neyse 2 sene sonra yapamayıp dönüyorlar. Şunu itiraf etmek lazım,
sıralamada birinci olarak Türkiye ikincisi İsrail’dir. C2-12 (Y, 34, K)
4.2.5.
Ermeniler’de Vatan Algısı/Aidiyeti
Ben bu toprağın adamıyım.
Burdan sonra
gideceğim hiçbir toprağın adamı değilim. (E, 60, E)
İstanbul Ermeni cemaati mensupları da diğer iki cemaat
gibi vatanın insanın doğduğu yer olduğunu ifade etmektedirler. Bu bağlamda
Ermeniler için vatan Türkiye veya İstanbul’dur. Ermeniler için de Rumlar ve
Yahudiler gibi İstanbullu olmak kimliklerindeki çok baskın unsurlardan biridir. Ermeniler Anadolu
topraklarındaki binlerce yıl öncesine dayanan varlıklarına rağmen toplum ve
devletin gözünde halen “yabancı-düşman” olarak görüldüklerini düşünmektedirler.
Ermeni görüşmecilere göre 1915 sonrasında eğitimli ve üretken Ermenilerin kaybı
Anadolu’nun gelişimine ket vurmuştur. Ancak Rum ve Yahudilerden farklı olarak
Ermeniler Ermenistan ile herhangi bir duygusal bağ kurmamakta, aidiyet
hissetmemektedirler. Yapılan görüşmelerde Rumcanın Rumların vatanla kurdukları ilişkideki
etkin rolünün, Ermenilerde Ermenice için geçerli olmadığı ortaya çıkmıştır.
Ermenistan’da konuşulan Doğu Ermenicesi iken İstanbul’da Batı Ermenicesi
konuşulmaktadır. Rumların Yunanistan’da, Yahudilerin İsrail’de akraba ve
arkadaşları yaşadığı için ister istemez kurdukları duygusal sembolik bağ
Ermenilerin Ermenistan’da yaşayan akrabaları, veya burdan göç etmiş eş-dostları
bulunmadığından geçerli değildir. Rum ve Yahudi cemaatinde görülen göç dalgası
Ermenilerde Ermenistan’a değil dünyanın başka çeşitli ülkelerine
gerçekleşmiştir. Ermenilerin daha çok Fransa, Amerika, Kanada, Avrustralya’da
akrabaları bulunmaktadır. Araştırma sırasında görüşülen Ermenilerin büyük bir çoğunluğu hayatında hiç Ermenistan’a
gitmemişti. Hiçbiri Ermenistan’a gidip yaşamayı düşünmemektedir.
Biz
burdaydık! En başta biz burdaydık. Ben bu toprağın adamıyım. Burdan sonra
gideceğim hiçbir toprağın adamı değilim. Ermenistan dahil buna. Orası
Ermenilerin devleti ama sen oraya gidenlere sor, orda da ‘Aaa siz ordan
geliyorsunuzdur”. Bu okul, kilise ben burda olduğum için ayakta. Ben burda
olmazsam bunların hiçbirini göremezsin! A1-16 (E, 60, E)
Ermenistan’la
hiçbir duygusal bağım yok. Hiç gitmedim, hakkaten görmek istiyorum ama herhangi
bir bağım yok. Orası benim vatanım değil, doğduğum topraklar değil. Herhangi bir yer orası. Belki oraya
gidersem düşüncem değişir ama sanmam, oraya aidiyet hissetmiyorum. Dedim ya
Türkler bizim hakkımızda birşey bilmiyorlar. Hala benle konuşurken “Sen nerelisin?”, “Ermenistan’dan mı geldin?” “Orası
senin vatanın mı?” gibi abuk subuk sorular soruyorlar. Çünkü cahiller, çünkü
kimse onlara öğretmemiş. Arkadaşımın kızına “Sen hergün Ermenistan’dan mı gidip
geliyorsun” diye soru soran var. Benim köklerim
Doğu Anadolu’ya dayanıyor, Ermenistan da ordan kopan bir parça. Ama ben oralı
değilim. Dilimiz bile farklı. A1-11 (E, 51, K)
Ermenistan’a
hiç gitmedim. Bir duygusal bağlantım da yok. Mesela Rumlar son sığınak olarak
Yunanistan’a gider ama ben Ermenistan’a gitmem, başka bir ülke tercih ederim.
Vatanımı, İstanbul’u bırakamadım. A1-4 (E, 53, E)
Benim
memleketim Türkiye. Toprak çekiyor. Burdan Kanada’ya gidenlerin aklı hep burda.
Herkesin evinde İbrahim Tatlıses, Zeki Müren, Zeki-Metin piyesleri var, herkesinn
evinde istisnasız. Sadece Türk kanalları izliyorlar. Türkçe konuşan çook. Büyük
bir kısmı İstanbul’dan giden. Suriye, Lübnan’dan giden de çok var. A1-8 (E, 84,
K)
Ben bir
kere iş için gittim Ermenistan’a, bir aidiyet filan hissetmedim hiç. Yunanistan’da
da hissetmiyorum. İstanbul’a daha yakın diye daha sempatik geliyor bana.
Akdenizde kendini evde hissedersin, Ermenistan Akdeniz değil. Bir balıkçı, bir
köy, Rumlardan kalma yaşanmışlığı
olan eski bir sokak... ohh yeter bize, daha ne ister insan! A2- 13 (E, 38, E)467
467 Görüşmecinin annesi
Rum babası Ermeni
kökenli
Ermenistan’a
gitmedim hiç. Ama kardeşim çok merak ediyor, ben açıkçası merak etmiyorum.
Gitmesem de olur. Onlar beni Ermeni olarak kabul etmiyor ben de kendimi oraya
ait hissetmiyorum, ben buraya ait hissediyorum. Duygusal bir bağ hissetmiyorum.
Belki gitsem görsem değişir... A2-3 (E, 24, K)
Ermenistan’daki Ermeniler ile İstanbul Ermenileri
arasında derin bir sosyokültürel farklılık vardır. İstanbul Ermenileri
Ermenistan Ermenilerini giyimleri, gelenek-görenekleri, davranış kalıpları ve
dilleriyle (şiveleriyle) eleştirmekte, aralarında sosyal mesafe yaratmakta,
sosyokültürel açıdan bir hiyerarşi oluşturmaktadırlar. Bu hiyerarşi Doğu-Batı,
modern- geleneksel ikilemi üzerinden kurulmaktadır. Bu bağlamda Ermenistan
Ermenileri ile Anadolu Ermenileri arasında da doğru orantılı bir ilişkisellik
kurulmaktadır. Yukarıda bahsedildiği gibi,
Anadolu Ermenileri (burada özellikle göçlerle gelen ilk iki kuşak
kastedilmektedir) ve Ermenistan Ermenileri bulundukları coğrafyanın kültürünün
etkisiyle, Doğulu, geleneksel, modern olmayan, kaba, muhafazakar, taşralı gibi
sıfatlarla ifade edilmekte, mekan-kökenden kaynaklı farklılık aralarında bir
sınır oluşturmaktadır. İstanbullu Ermenilerin Anadolu kökenlilere, Ermenistan
Ermenilerine hissettikleri/hissettirdikleri farklılık, Türkiye toplumunda
geçerli olan Anadolulu imgesi ve algısıyla bütünüyle tutarlıdır (Özdoğan v.d., 2009:338-342).
Ermenistan’ı ziyaret
ettim ama hiç öyle duygusal
birşey hissetmedim. Gider misin diye sorarsan ben yerimden memnunum ayol
niye gidiyim? Şehir olarak nefis bir şehir Erivan bölgesi, yolları
filan çok güzel.
Ama üstündeki bölge
tam tezat. Mesela
bir düğün oluyor
siyah siyah mercedesler görüyorsun. Otobüse binerken de acaba yolda mı
kalırım diyorsun. Giyim kuşam makyaj saç boyası, hepsi tamam. Erkekleri kabadır
çok. Oranın erkeğiyle bizim Anadolu Ermeni erkeği de aynıdır. Kadın arkadan
gelir. Olaylardan (1915) dolayı
çok giden var o tarafa. Bizim patrikhanenin başı oradadır. Herşey var,
meyvaları harika ama narenciye yok soğuk iklim olduğu için. Urfa’dan gidip çok
kebapçı açan var Erivan’da. Harika cevizleri var. A1-19 (E, 81, K)
Anavatan
burası. Ermenistan’ı ayyy hiç istemiyorum (gülerek). Çok önyargılıyım biliyorum. Ermeni olmaktan çok gurur duyuyorum.
Bütün Ermeni sanatkarlar harika şeyler yapmışlar. Ama hiç Ermenistan’a gidiyim,
onları koruyim demedim. Onlar çok kaba saba insanlar. Hiç nazik değiller. Hiç
sevmiyorum. A1-14 (E, 57, E)
Ermenistan’a
da gitmedim. Orasıyla hiç bağım yok benim. Ermenistan’daki Ermenilerle burdaki
Ermeniler ayrı dili konuşuyorlar, Diyarbakır ve İstanbul Türkçesi gibi, ayrı
lehçelerde. Bizim dükkanda Ermenistanlı Ermeni bir kadın var, ben anlamıyorum
mesela kadının konuştuğunu. Aynı kültürde de değiliz, biraz daha Kafkasların
kültürünü almış orası. Çok farklı ordakiler. Tip olarak da farklılar, güzel
kadın veya adam görmedim hiç orda. Komunizmin rüzgarında devam etmişler. A2-10
(E, 39, E)
4.2.6.
Vatandaşlık Aidiyetini
Sarsan Bir Siyasi Pratik: Kendi Ülkende “Koz-Rehine”
Olmak
İstanbul’da azınlık olmanın menfi tarafları fazladır… (R, 87, E)
Yunan uyruklu Rumlar’ın 1964 yılında Türkiye’den
çıkarılması, 60’lı yıllardan itibaren Türk-Yunan ilişkilerinde her iki taraftan
halkın sürekli bir biçimde “koz-rehine” olarak kullanılmasının önünü açmıştır.
Akgönül bu durumu, “devamlı olarak
yaşanan önleyici bir rehin alma
durumu” olarak tanımlamakta, böylece diğer devletin de kendi azınlığına
karşı aynı tavrı takınması haklı kılınmaktadır (2007:251). Özellikle askeri muhtıra ve darbelerin getirdiği yasakçı
zihniyet ve bunları takiben çıkarılan 1972 ve 1983 kanunları azınlık
gruplarının faaliyet alanını kısıtlayan sakıncalı amaçların başında “Türk
dilinden veya kültüründen ayrı dil ve kültürleri korumak, yaymak ve
geliştirmek” kıstasını getirmiştir (Özdoğan v.d., 2009:456). Lozan Antlaşması
uyarınca kabul edilen gayrimüslim azınlık gruplarının sivil kurumlaşma imkanını
da büyük ölçüde kısıtlamıştır.
Benim
1980’de en büyük eğlencem, askerlerin evlere girip dergi aramalarıydı. Cemil
Şenalp adında annemlerin arkadaşı vardı, kurmay albaydı. O engellemişti askerlerin
bize girmesini. Şu an Yunanistan’da olan, Bağlarbaşı’nda oturan babamın bir
teyzesi vardı. Babasından kalma bir antika silahı vardı. Geldiler caminin
karşısında silahı Boğaz’a attılar, bunu da unutamam. Bütün evlere giriyorlardı
o zaman, özellikle Rumlara değil. Bizim eve girmediler. Ama gayrimüslim
olmaktan dolayı ayrı bir tedirginlik vardı tabi. O dönem bütün dernekler
kapatıldı. Bütün faaliyetler durdu bizim ve o zaman gençler gitti. B2-26 (R,
54, E)
Birinci ve ikinci kuşak
Rumlar kendilerini ülkelerinde bir türlü eşit-birinci sınıf yurttaş olarak
hissedememelerinin en büyük sebeblerinden biri olarak da Kıbrıs krizinin
yaşandığı dönemlerde uygulanan milliyetçi kimlik politikalarını görmektedirler.
İstanbullu Rumlar 50’li yıllardan 80’lere kadar Yunanistan-Türkiye arasındaki
olumsuz ilişkilerin bedelini 6-7 Eylül Olayları, 1964 zorunlu göçü, 70 ve 80’li
yıllarda uğradıkları baskılarla ödeyen taraf olmuştur. Bu politikaların sonucu
olarak da bugün en iyi tahminle şehirde yaklaşık 1.500-2.000 İstanbullu Rum
kalmıştır. İstanbullu Rumlar milliyetçi politikalar sonucu birer “koz-rehine”
olarak tutulmalarını, zamanı geldiğinde karşı tarafa karşı kullanılacak birer
“piyon” gibi hissettirildiklerini ve yakın çevreleri tarafından yaşadıkları dışlanmaları
deneyimlerinden şu örneklerle vermektedirler.
Azınlık
olmanın müspet ve menfi tarafları var. İstanbul’da azınlık olmanın menfi
tarafları fazla. Çünkü sana diyorlar ki “onların” ekmeğine mani oluyorsun.
Sonra bizim durumumuz şu bakımdan daha kötü çünkü diğer taraftan Batı Trakya
azınlığı var ve bu seferde biz “alet” olarak kullanılıyoruz. Bizim durumumuz
Türk-Yunan münasebetlerinden etkileniyor. Daima koz kullanılıyoruz hatta bitmek
üzereyiz. İsmet İnönü Lozan antlaşmasını zor durumda kaldı ve imzaladı çünkü
baskı çoktu üzerinde. “Bilerekten imzalıyorum ama uygulamayacağım” dedi. Bu
kanaat hasıl oldu bende. Ondan sonra sıralayın… 1930’larda meslek kararı çıktı,
Vatandaş Türkçe Konuş kampanyası, 20 Kur’a askerlik, Varlık Vergisi, 6- 7
Eylül… Sırayla gitti. Konferansın tutanağının mürekkebi kurumadan evvel
baskılar başladı. Çaktın mı meseleyi… B1-1 (R, 88, E)
Türkiye ve Yunanistan arasındaki iyi ve kötü günlerin bedelini
ödeyen bir kesim
olduk. Kıbrıs’da cereyan eden olayları İstanbul Rum cemaatini olumsuz
etkilemiştir ve nüfusun azalmasına neden olmuştur. En son 74 Kıbrıs olayları
esnasında tüm okullarımızda öğrenci sayısı 700 kadar azaldı. 63’de Yunan
uyrukluların geri gönderilmesi öğrenci sayımızın okullarımızda 1.400 kadar
azalmasına neden olmuştur. 70’li yıllarda okullarımızda okuyabilen Katolik,
Bulgar, Arnavut asıllı öğrencilerin Rum okullarına gitmesi yasaklanmıştır.
Bütün bunlar gösteriyor ki o dönemlerde Rum nüfusunun azalması için elden gelen
yapılmıştır. Şahsen ben buna inanıyorum. B1-26 (R, 55, E)
Biz burda
buranın adamı olarak hep kurban olduk. Yani... Nasıl bir köleyi alıyorsun, köle
değil de... Biz burada koz olduk. Tak kabak bizim kafamızda patlıyor! B1-7 (R,
70, K)
Gerçekçi
olmak lazım bazı zamanlarda olaylar kendiliğinden gelişiyordu. Mesela o Kıbrıs
hadiselerinde bakışlar ister istemez değişiyordu, bilhassa yakın çevrenden.
70’li senelerde Kıbrıs hadisesinde “Rumca konuşmayın” hikayesi vardı. “Burası
Türkiye”, “Vatandaş Türkçe konuş”, bunlar vardı hep. B1-19 (R, 62, E)
Özellikle Rum azınlık Yunanistan’da yaşayan Türk Müslüman
azınlığa karşı bir rehine
gibi görüldü. Hala da bazı politikacılar söylüyor. Ben Türk vatandaşıyım,
Yunanistan’ın politikaları üstünde benim oy hakkım bile yok! Bana yasal
haklarım verilmiyor, Lozan’ın bazı maddeleleri uygulanmıyor veya farklı
yorumlanıyor.468 B1-13
(R, 64, E)
Sözde
birinci sınıf vatandaşız ama tatbikatta? Tapu bile alamıyoruz. O zaman
milletveki çıkmıştı iki tane, sonra hiç çıkmadı. Başçavuş bile olamıyorsun. Ne
eşitliği? Beni çağırsınlar da eşitliği göstereyim! 2012’de Yunanistan’da üç
Müslüman milletvekili seçilmiş. Orda da albay filan yok heralde. Mütekabiliyet
esirlik demek! B1-19 (R, 61, E)
Kıbrıs meselesi nedeniyle
Türkiye ile Yunanistan arasında gerginliğin tırmandığı 80’li yıllarda Zapyon
Lisesi’nde öğrenci olan bir kadın görüşmeci, ülkeler arasında yaşanan
gerginliklerin o ülkelerin vatandaşı olan azınlık bireylerine nasıl yansıdığına
ve gündelik hayatlarını nasıl olumsuz etkilediğine dikkat çekmektedir. Kadın
görüşmeci, derslerin okutulmaması, öğretmen atamalarının siyasi kriz yüzünden
durdurulması, Rumca ders kitaplarını temin edememelerinden dolayı okulda
eğitimin durduğunu ve kendisinin başka bir okula geçmek zorunda kaldığını, o
günkü stres ve üzüntüsünü bugün aynı şekilde hissettiğini belirterek
aktarmıştır. Bu olaylardan yaklaşık 10 sene sonra, 90’lı yılların ortasında, bu
sefer öğretmen olarak Zoğrafyon Lisesi’ne başvurduğunda bürokratik zorluklar
çıkartılması nedeniyle yaklaşık 6 ay kadar tayin edilmeyi beklemiştir.
Lise 2’de
Zapyon’u terk ettim. Bu Türk-Yunan ilişkilerinden dolayı ders işlenilmiyordu.
Ben tıp okumak istiyordum. Hiç birşey öğrenemiyorduk okulda. Bütün hocalarla
tartışıyordum. Milli Eğitim’den yazı geldi geçemezsek sınıf tekrarı okuyacağız
diye. Bunun suçlusu ben miyim? O zaman bazı şeyleri öğrenmeye
başlamıştım, biz piyonduk
bu
468İstanbul Rum cemaatinin yaşadığı sorunların birçoğu
Lozan’daki mütekabiliyet esasına
dayanıyor. Mütekabiliyet konusu ile ilgili olarak Bkz.: Ed. by. Akgönül,
2008.
ülkede. Sonra Zografyon’da
öğretmenliğe başlamak için başvurdum, baya uğraştırdılar. Birbirlerine zorluk
çıkarmak istiyorlar ve sen orda bir piyonsun. Türk tarafıyla böyle 5-6 ay
yazışma geçti sonunda tayinim çıktı. Hep böyle zorluk çıkartırlarmış. B2-5 (R,
38, K)
Rum cemaati diğer iki
cemaatle karşılaştırıldığında Türkiye-Yunanistan arasındaki gerginliklerin ve
Cumhuriyet’in inşasından itibaren homojenleşme politikaları doğrultusunda
uygulanan ayrımcı yurttaşlık uygulamalarının bedelini nüfusunun yaklaşık %99’nu
göç vererek daha fazla ödeyen toplum olmuştur.
Görüşmeler göstermiştir ki
Ermeni ve Yahudi görüşmeciler de kendilerini ülkelerinde aynı şekilde birer
“koz-rehine” olarak hissetmektedirler. Ermeniler ASALA döneminde daha küçük bir
çocukken “yabancı” olmak duygusuyla ilk defa nasıl yüzleştiklerini, Yahudiler İsrail ile Ermeniler de Ermenistan ve
diasporayla dönem dönem yaşanan gerginliklerde korku ve tedirginlik hisleriyle
kendi içlerine kapandıklarını aktararak, bu durumun ülkenin yakın geleceğinde
değişme ihtimalinin de düşük olduğunu belirttiler.469
Şayet
birşey olursa ilk topun ağzında gidecek olan biziz. Buna canı gönülden
inanıyorum. Olsun mu? Asla olmasın. Bu memleketin adamıyım. Bilhassa İstanbul’u
çok seviyorum. A1-9 (E, 82, K)
Bu sadece
hükümetin olayı değil ki, doksan senelik birikim bu. Kim gelirse gelsin
azınlıklar hep “yabancı-koz” olarak görüldü. Bu adaletsizlik Allahına kadar
yaşanmış bu memlekette. Ben değişmez diyorum bu mantalite. A1-5 (E, 60, E)
Yahudilerin kendilerini
kendi ülkelerinde birer “koz-rehine” olarak hissettiren olayların başında en yakın
tarihli 2009 Davos krizi470, 2010 tarihli Mavi Marmara olayı471,
ve
469Ermenilerin ASALA döneminde yaşadıkları ve neler hissettiklerine dair ayrıca Bkz.: Bölüm 2.3.3.
4702009 yılı başında gerçekleşen, Dünya Ekonomik
Forumu’nda, Başbakan Erdoğan, İsrail’in Gazze’ye
karşı tutumunu şiddetle eleştirdi. Dinleyicilerin Peres’i alkışlamasının
ardından, Erdoğan: “İnsanların söylediklerini alkışlamalarını üzücü buluyorum.
İnsanlar ölüyor ve ben bunun oldukça yanlış olduğunu düşünüyorum” dedi. Washington Post köşe yazarı olan moderatör David İgnatius, insanların akşam yemeğine
gideceklerini belirterek,
Erdoğan’dan konuşmasını tamamlamasını istedi. Erdoğan, Peres’in 25 dakika süren
konuşmasından sonra kendisine 12 dakika verilmesini şikâyet etti ve sahneyi
terk etti. (Çevrimiçi) https://tr.wikipedia.org/wiki/İsrail- Türkiye_ilişkileri, 24.12.2015.
471
İnsani Yardım Vakfı'nın organizasyonu ile İsrail
ablukasındaki Gazze'ye yardım malzemeleri götürmek üzere yola çıkan Mavi Marmara gemisine 31 Mayıs 2010 tarihinde
Gazze'ye yakın uluslararası sularda İsrail Ordusunun asker çıkarması üzerine 9 Türk vatandaşı hayatını kaybetti. Olay Türkiye-İsrail ilişkilerinde büyük
2014 yazındaki İsrail-Gazze çatışması472
gelmektedir. Siyasetçilerin seçim öncesi bu olayları birer seçim propagandası
olarak kullandıklarını, ‘İsrail dölü’473 gibi Yahudi aleyhtarı
söylemlerle Yahudi kökenli vatandaşların bu ülkenin vatandaşları değil de birer
düşman gibi gösterildiklerini belirtmektedirler. Burada Türk halkının büyük bir
çoğunluğunun Yahudi olmayı İsrail devletiyle/İsrailli olmakla özdeş gördüğüne
ısrarla vurgu yapmaktadırlar. Bu topraklarda binlerce yıllık Yahudi varlığından
haberi olmayan, Yahudi olmayı İsrailli olmakla özdeşleştiren bir toplumda bu
tip siyasi gerginlik-krizlerin yaşandığı dönemlerde özellikle siyasilerin ve
medya aktörlerinin kullandığı dil toplumda ötekileştirmeyi ve nefreti çoğaltıcı
bir araçsal işlev görmektedir. Karakaşlı’nın belirttiği gibi, “çeşitli siyaset ve medya aktörleri tarafından gayrimüslim
vatandaşların ihanet veya küfürle özdeşleştirilmeleri, bu önyargılar toplum
tarafından tüketilmektedir. Kurumsal düzeyde var olan ayrımcılık ve önyargılar
toplum tarafından yeniden üretilebilmektedir” (Özdoğan v.d., 2009:464).
Bunun bir sonucu olarak
Yahudiler kendi ülkelerinde kendilerini yabancı gibi görmekte ve tehdit altında
hissetmekte, İsrail devletiyle her bir yaşanan uluslararası krizde kendilerini
kendi deyimleriyle ‘topun ağzında’ hissetmektedirler. Uluslararası arenada
meydana gelen bir kriz durumunda
korku ve tedirginlik hissederek kendi içlerine
kapanmakta, sosyal medyada, iş hayatlarında, kamusal alanda “görünmez”
olmaya, etnik-dini kimliklerini gizli tutmaya çalışmaktadırlar. Örneğin Mavi
Marmara olayları sırasında basının tek taraflı yayınlarıyla İsrail’in “katil
devlet”, “bebek katili” olarak gösterilmesinden, “Yahudi” kelimesinin siyaset
ve medya aktörleri tarafından nefret unsuru gibi kullanılmasından, halkın büyük bir kısmının, ki kendi yakın çevreleri de buna dahildir,
bu ülkenin vatandaşı olan
bir krize sebep oldu. 2 Eylül 2011’de Türkiye İsrail’le olan
diplomatik bağlarının derecesini düşürdü. Mart 2013 yılında İsrail Başbakanı
Netanyahu, A.B.D. Başkanı Obama’nın arabuluculuk yaptığı bir telefon
görüşmesinde
T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’dan özür diledi. 2015 Aralık
ayı itibariyle İsrail ile ilişkiler 2010 yılındaki
olaydan sonra ilk defa düzelme aşamasına geldi. İsrail saldırıda hayatını
kaybedenler için Türkiye’ye 20 milyon
Dolar tazminat ödeyeceğini bildirdi. Şu an için henüz iki ülke arasında
imzalanmış bir anlaşma bulunmamakta.
472Türkiye'de saldırılardan dolayı yurt genelinde 3 günlük ulusal yas ilan edildi. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip
Erdoğan İsrail tarafından gerçekleştirilen
saldırıları Nazi Almanyası'na benzetmiş,
İsrail'i "devlet terörü" yapmakla
suçlamıştır. Eski Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül İsrail'in Filistinliler'e yönelik saldırılarına ilişkin
"İsrail'i bir kez daha ikaz ediyorum. Bu saldırganlığı ve bu tırmanmayı
durdurmazsa çok daha büyük olaylar doğuracaktır" demiştir. Ayrıca
İsrail'in Filistinliler'e yönelik saldırıları TBMM'de kınanmış, AK Parti Diyarbakır
Milletvekili Cuma İçten, İsrail'in Gazze'ye
yönelik saldırılarını kınamak için kürsüye "Isreal Terrorist" yazan
pankart ile Türkiye ve Filistin bayrağı astı. (Çevrimiçi) https://tr.wikipedia.org/wiki/2014_İsrail-Gazze_çatışması, 24.12.2015.
473
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Soma’da bir grup
tarafından protesto edilirken sarf ettiği iddia edilen ‘İsrail dölü’ kelimeleri
iç ve dış basında geniş yer buldu. Dışişleri Bakanlığı konuyla ilgili bir
açıklama yaparak Başbakan’ın söylediği iddia edilen sözleri yalanladı. Fakat
cemaat içinde bu durum büyük bir gerginlik yarattı, Şalom, “İsrail Dölü’ne
Dışişleri’nden Yalanlama”, 21.05.2014, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber- 91121-Israil_dolune_disislerinden_yalanlama.html, 24.12.2015.
Yahudileri “İsrailli” görmelerinden,
kendilerine sanki “bir suça ortak olmuşlar” gibi yaklaşmalarından duydukları
sıkıntıyı, üzüntüyü ve yaşadıkları stresi vurgulamaktadırlar. 2 Temmuz 2013 tarihinde Beşir Atalay basına yaptığı
açıklamada Gezi parkı olaylarının arkasında Yahudi diasporası olduğunu söylemesi, Edirne Valisi Dursun Şahin’in Filistin-İsrail gerginliğinin tırmandığı
2014 yazında “Mescid-i Aksa’nın
içinde savaş rüzgarları estiren o eşkıya kılıklı insanlar Müslümanları
katlederken, biz de onların sinagoglarını yapıyoruz. İçimde büyük bir kinle
söylüyorum bunu. Biz de onların mezarlıkların etrafını temizliyor, projelerini
kurula gönderiyoruz”474 açıklamasını yapması, bu “koz, rehine”
konumunun örneklerini teşkil etmektedir.475 Devletin üst düzey
bürokratlarının, siyasetçilerinin kullandığı ayrımcı ve ötekileştirici dil
halktaki kalıplaşmış önyargıları ve antisemitizmi kuvvetlendirmektedir. Bu
durumun sonucu olarak gayrimüslimler tehdit ve güvensizlik hissetmekte,
toplumsal alanda çeşitli dışlanmalara maruz kalmakta ve bu tip dönemlerde kendi iç kamusal alanlarına
çekilmektedirler.
Biz buranın
şartlarını bilen insanlarız, böyle doğduk büyüdük.476 Biz bir tek
kızdık Erdoğan’a Gazze olayında. Kötü olaylara sebebiyet verdi, bizi
birbirimize dostlarımızla düşman etti. Gazze olaylarında bazı insanlar bize
“Hadi ya siz öldürüyor musunuz?” dediler. Çok koruyan arkadaşlarımız da oldu
ama bu da acı veriyor insana. Biri seni koruma altına alıyor, bu yaştan
sonra... Zaten öyle bir korkumuz olsaydı beş dakika sonra İsrail’e giderdik.
Biz 500 senedir buranın hakimiyiz be kardeşim. Bizim Hasköy’de 1000 yaşında
mezar var yani Bizans zamanından kalma Yahudiler var. C1-2 (Y, 70, E)
Ben geçen
hafta Akmerkez’deydim, bir sandwich alıyim dedim. Yan masada bir kaç genç kız
oturuyorlar, “Yahudi” kelimesini duyunca kulak kesildim, “Bu olay İsrail’in
işidir, Yahudi işidir” dediler. İsrail bir devlettir, Yahudi? Ben de Yahudiyim.
Böyle bir şey duyunca hemen moralim bozuldu
lokmamı bıraktım ve çıktım, bu seni üzüyor ve endişe duyuyorum.
474Rita
Ender, “Önce nefret söylemi sonra özür geldi”, Şalom, 26.11.2014, s.1, “
“Kiduş”mu okuyacağız, “Kadiş” mi”, Agos, 28.11.2014, s.6.
475
PEW araştırma şirketinin yaptığı bir araştırmaya göre, İsrail %86 ile
Türkiye’de en sevilmeyen ülke konumunda, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-92842-Israil_turkiyede_en_az_sevilen_ulke_.html,
03.11.2014.
476
Daha önceki kısımlarda da vurgulandığı gibi, bu duygu “öğrenilmiş çaresizlik”i
yansıtmaktadır. Özellikle birinci ve ikinci kuşak Yahudilerin belleğinde kendi
çocukluk, gençlik ve orta yaş dönemlerinde yaşadıkları ayrımcı uygulamalar ve
dışlanmalar canlı bir şekilde yerini korumaktadır. Her ne kadar “sadık,
ayrıcalıklı azınlık” oldukları iddia edilse de yaşanan bu ayrımcılıklar
sonucunda bu durumun gerçekliğinin olmadığını fark ettiler. Bu sebepten dolayı
birinci ve ikinci kuşaklar kendilerini korumaya alarak çok içlerine kapalı,
depolitize yaşamaya gayret etmişlerdir.
Hem de Akmerkezde oluyor bu! Yahudi
lafını hakaret gibi duyunca üzülmemene imkan yok. Diyorum sana bir de eskiden
bu kadar birebir yaşamıyordun. Bir de şunu söyledi “one minute” olayında, “siz
adam öldürmeyi iyi bilirsiniz”. Anında hepimiz birbirimize telefona açtık. C1-1
(Y, 65, K)
Yıldız
Tilbe’nin tweet attığı gün477 herkes bunu mahkemeye vericez dedi. Ne
zaman ki Başbakan çıktı İsrail için “Hitler”478 diye konuştu, herkes
bütün sosyal medyadaki yazışmalarına son verdi. Tabi, güvenlik söz konusu
olduğunda kendi kozamıza çekiliyoruz. Refleks gibi. Herkes böyle değil tabi
genelleme yapmak da doğru değil. Sinagoga gitmeye korktu insanlar. Bana mesaj
geldi “Cumartesi günkü ibadetlerimiz sorunsuz şekilde bitirilmiştir” diye.
Sürekli bir tedirginlik hali var. Kim ne derse desin burda 17.000 Yahudi var,
bu cemaatin oy verme kabiliyeti yaklaşık 8000 kişidir. Hepimiz oy versek
Sarıyer seçimlerini kazanamayız. Bu adam (Başbakan) sesini çıkartmadığı gazeteciler yüzünden
Yeni Akit, İHH gibi… Bize acaba öyle miyiz derken bunu kanıtladı, biz
rehineymişiz kardeşim. Bizim rehineliğimizi teyit etti. Sen devlat erkanı
olarak çıkıp susturacaksın bunları. Sokakta birini linç etmeye kalkarlarsa ne
olucak? C2-1 (Y, 44, E)
Çıkıp
mesela TV’de “düşman” diye konuşuyor (Başbakan) ama baktığında inanılmaz bir ticaret akışı var. Herşey politik bence.
Diğer taraftan çıkıpta konuştuğu zaman İsrail Filistin’i bombaladığı zaman,
Türkiye’deki Yahudilerin de İsrailli olduklarının altını çizdi, kimse demedi ki
birşey, iki tane çıktı biri Ahmet Hakan, adamdan nefret ediyorum ama iyi
yazıyor bu aralar… Algıda ilk yaptığı bu oldu işte, burda yaşayan Yahudiler
İsraillidir. İsteseydi o gün derdi “Bunlar bizim vatandaşlarımız, dini inanış
ve bir ülkenin vatandaşı olmak ayrı şeydir”. Demedi. C2-16 (Y, 44, E)
Marmara
olaylarını ben iç politika olarak görüyorum. Hitler nasıl Yahudiler üzerinden
bir politika üretti, birleştirici bir faşizm olarak, bu sırf bize değil.
Alevilere de yapıyor. Bir sürü Alevi var benim etrafımda. Biz biraz, kel aynak
olduk zaten. Tehlike oluşturmamız mümkün değil,
korunmamız lazım. Mozaik
kalmadı, taş kalmadı... O kadar
477Cumhuriyet, “Yıldız Tilbe’nin Hitler tweetleri ortalığı karıştırdı”, 10.07.2014, (Çevrimiçi) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/92831/Yildiz_Tilbe_nin_Hitler_tweetleri_ortaligi_karistirdi.html,
19.12.2015.
478
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Temmuz 2014’de İsrail'in Gazze'ye yönelik
saldırısını eleştirdi ve "Biz Hitler zulmüne karşıyız. Hitler'in izinden
giden İsrail gibi terör devletlerine de karşıyız" dedi. Hürriyet, “ABD’den
Başbakan Erdoğan’ın Hitler benzetmesine yanıt”, 22.07.2014, (Çevrimiçi) http://www.hurriyet.com.tr/abdden-basbakan-erdoganin-hitler-benzetmesine-yanit-26860294,
24.12.2015.
monotype yapmaya çalışıyor ki, kendi kafasındaki Sünni Müslüman ülke yaratma. C2-3 (Y,
44, E)
Ben Mavi
Marmara’da kötü hissettim baya bir. Direk ofise girdim, bizim resepsiyondaki
kadın “Olaylar oldu sizin de neyse artık…” filan. Sen herkese yorum mu
yapıyorsun, benim özelliğim ne? beni sempatik görmesinin tek yolu da benim
İsraille ilgili kötü konuşmam, anladım bunu. Öyle birşey yapmak zorunda
değilim, benim ailem orda. Herşeyin bir sebep-sonucu var. İki taraflı görmek
lazım. Ordaki adamlar da harcandı orda. Herkesin bir çekindiğini hissetmiştim
“Seni sevdim Yahudi olsan da” “Ben seni seviyorum ama sen desteklemiyorsun di
mi?... C2-7 (Y, 36, K)
Son Gazze
olaylarından sonra medyada bütün Museviler sorumlu tutuldu. Bu IŞID’in
davranışlarından bütün Müslümanları sorumlu tutmak gibi birşey. C2-14 (Y, 39,
K)
Son Gazze
olaylarında korktum tabi, nerden ne geleceği belli değil. Komşularım da, iş
arkadaşım da benim Yahudi olduğumu biliyor. Bir tane manyak çıkabilir
içlerinden. Maalesef orada yapılanların hesabını burda yaşayanlara kesen bi
kara cahil toplum var. Maalesef bir takım şeylere alet edildik ve kullanıldık.
C2-17 (Y, 32, E)
4.3. Politik Alanda Gayrimüslim Azınlık Olmak
Biz burada
buranın adamı olarak hep kurban olduk. Şimdi 1.500 kişi kaldık, artık tesbih çekiyoruz. (R, 83, E)
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatleri içinde
yaşadıkları toplumun asli ve ayrılmaz birer parçasıdırlar ve o topluma
aittirler. Her ne kadar kendi içlerinde kapalı cemaat yapılarını sürdürmeye
çalışsalar, zaman zaman kimliklerini kamusal alanda görünmez kılsalar da
ülkenin siyasi ve kültürel coğrafyasının yapısal unsurlarındandırlar. Ülkenin
makro ve mikro sorunlarından çoğunluğa ait “sıradan” bir Müslüman-Türk kadın,
erkek nasıl etkileniyorsa gayrimüslimler de vatandaş kimliklerinden ötürü aynı,
azınlık kimliklerinden dolayı da farklı biçimlerde etkilenmektedirler. Aynılık
ekseninde döviz kurunun yükselmesinden, belediye ve genel seçimlere, Kürtlerin
hak taleplerinden Gezi’ye, eğitim politikasından aileye ve kadına
yönelik politikalara kadar
ülkenin siyasi, sosyal,
ekonomik,
kültürel habitusunun bir parçasıdırlar. Ülkenin muhafazakarlaşmasına,
otoriter ve İslami yönetim tarzının kendini dayatmasına karşı duyulan
tedirginliğe ortalama laik Müslüman bir Türk kadın ve erkek vatandaş nasıl
tepki veriyorsa onlar da aynı şekilde tepki göstermektedir. Farklılık ekseninde
ise yıllarca Türkiye’nin dış politikasında koz-rehine olarak kullanılmaları,
İsrail-Yunanistan-Ermenistan/diaspora ile ilgili siyasi gelişmelerde/krizlerde
yaşadıkları tedirginlikler ve baskılar, kendi ülkelerinde yabancı bir ülkenin
vatandaşı gibi kabul edilmeleri
yüzünden vatandaş kimliğinin ötesinde azınlık kimlikleriyle de
yüzleşmektedirler. Öte yandan bu durum özellikle birinci ve ikinci kuşağın
seçmen davranışlarını ve gayrimüslim
cemaatlerin merkezi ve yerel politik katılım eksikliklerini, apolitik olmayı
bir politik tercih olarak benimsediklerini, kamusal alanda ve cemaat-içi ortak
alanda fikirlerini özgürce ifade etme konusunda geliştirdikleri farklı
tutumları ve güvenlik stratejilerini açıklamada geniş bir zemin sunmaktadır.
Son yıllarda toplum içindeki farklılıkların otoriter
bir yönetim biçimiyle bastırılmaya ve toplumun muhafazakarlık zemininde
tektipleştirilmeye çalışılması, şiddetle yükselen antisemitizm ve Hıristiyan
karşıtlığı söylemler karşısında duydukları korku ve tedirginlik özellikle genç
kuşak gayrimüslimlere bu ülkedeki geleceklerini ve güvenliklerini
sorgulatmaktadır. Bu durum
da ülkenin vatandaşı olmanın yanısıra azınlık
kimliğinin getirdiği
ikilemi/ağırlığı ortaya çıkarmaktadır. Bu bölümde Rum, Yahudi ve Ermenilerin
hem Türkiye vatandaşı olmanın hem de azınlık mensubu olmanın getirdiği çelişkilerle,
gerginliklerle birlikte nasıl yaşadıkları ve neler hissettikleri tez kapsamında
yapılan derinlemesine mülakatlar ve sözlü tarihler ışığında ortaya
konulmaktadır.
4.3.1.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve
Ermenilerinin Türkiye’nin Azınlık Politikasına Bakışlarında Kuşaklararası Sabitlikler ve Değişmeler
İstanbul’un üç azınlık cemaatinin Türkiye’nin azınlık
politikaları konusundaki genel bakış açıları birbirine çok yakın olmasına
rağmen cemaat mensuplarında farklı kuşaklarda bakış açıları değişmektedir. Her üç cemaatin
farklı kuşaklarında bazı konulardaki bakış
açıları da ortaklıklar göstermektedir. Ancak bir yandan küreselleşmenin
etkileri ile genç kuşaklarda artan kimliksel farkındalıklar ve kimlik
politikalarının politik alandaki öneminin artmış olması, bu genç kuşaklarda
bakış açısı ve politik alana katılım tutumlarında değişmelere yol
açmaktadır.
Diğer yandan Türkiye’de milliyetçi ve liberal politikaların egemen olduğu
farklı tarihsel dönemler kuşaklar arasındaki farklılıkta önemli rol oynamaktadır.
4.3.1.1.
Birinci ve İkinci Kuşaklarda Türkiye’nin Azınlık Politikalarına Bakış
Tez kapsamında İstanbul’da sözlü tarih görüşmesi ve
derinlemesine mülakat yapılan birinci ve ikinci kuşak Rum, Yahudi ve Ermeniler,
sınıfsal statü, eğitim ve cinsiyet farkı olmaksızın, Cumhuriyet’in inşasından
itibaren devletin gayrimüslim azınlıklara yönelik uyguladığı politikaya karşı
ortak görüşlere sahiptirler. Her üç cemaat mensuplarının gerek kendi deneyim ve
tanıklıkları, gerekse cemaatlerinin kolektif belleklerinden aktarılanlar
onlarda bu ortak bakış açısını oluşturmaktadır. Sağ ya da sol,
muhafazakar/dindar ya da seküler ideolojiye sahip iktidarlardan bağımsız
olarak, topraklarında azınlıkları istemeyen, azınlıkları iç düşman, yabancı,
başkası, daha az güvenilir unsurlar olarak gören, çeşitli baskı ve bezdirici
politikalar uygulayarak, temizlenmesi, kurtulunması gereken unsurlar olarak
gören genel bir devlet politikasının varlığı konusunda hemfikirdirler.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasî
ve idari yapısını tamamen reddeden ve bu yapıyı değiştirmeyi hedefleyen bir
rejim olarak, Osmanlı İmparatorluğundan devralmış olduğu azınlıkları ulusal
homojenleşmenin engelleri olarak görmüştür. Lozan Antlaşması’nın müzakeresi
sırasında en büyük tartışmaların gayrimüslim azınlıklarla ilgili maddelerde
meydana gelmesi bunun ilk göstergesidir.479 İstanbul’un üç azınlık
cemaatinde de Lozan Antlaşması’nda azınlıklara sağlanan hakların ihlal
edildiği, özellikle Rumların halen “mütekabiliyet” zihniyetinin mağduru oldukları,
yeni kurulan Cumhuriyet’in yöneticilerinin Lozan’ı imzalamakla birlikte
azınlıkları isteksiz bir şekilde “kerhen vatandaş” olarak kabul etmek zorunda
kaldıklarına dair bir bakış açısı hakimdir. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren
iktidara gelen her hükümetin gayrimüslim azınlıklara yönelik ortak bir politika
izlediğine inanmaktadırlar. Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e miras kalan millet sistemi mantığına göre işleyen bu politika ile gayrimüslimler,
Cumhuriyet’le birlikte laik ve modern bir Türkiye kurma hedefiyle çelişen, gayrimüslimlerin dini kıstasa göre azınlık olarak tanımlandığı,
479 Rıfat
N. Bali, “Cumhuriyet Döneminde Azınlıklar Politikası”, Birikim, Sayı:115, Kasım 1998, (Çevrimiçi) http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/6372/cumhuriyet-doneminde-azinliklar-politikasi#.VpNkhum1e1s, 11.01.2016.
milliyet/ulusal kimlik kategorisinin dışında tutuldukları, “hoşgörülen”
ikinci sınıf vatandaş ve/veya “güvenilmeyen, istenmeyen” unsurlar oldukları, ne
toplum ne de devlet tarafından tam olarak bu ülkenin “gerçek vatandaşlar”ı
olarak içselleştirilemedikleri, gittikçe azalan nüfuslarıyla toplumun
periferisinde tutulan toplumlar olduklarını düşünmektedirler.
Bu bağlamda İstanbul’un her üç cemaatinden birinci ve
ikinci kuşak gayrimüslimler için sağ veya sol parti fark etmeksizin İnönü, Menderes,
Ecevit, Özal, AKP dönemlerinde devletin azınlıklara yönelik ortak bir
politikası bulunmaktadır. Farklı hükümet dönemlerinde bu politika çok geniş
olmasa da esneklikler göstermektedir. Bu çerçevede gayrimüslimlerin azınlık
politikası temelinde farklı hükümetleri karşılaştırarak devletin genel
politikasına dair görüşleri, algıları analiz edilebilmektedir. Özellikle
birinci kuşak azınlıkların belleğinde, Varlık Vergisi, Türkleştirme
kampanyaları, Trakya Olayları, 20 Kur’a askerlik ve hatta 6/7 Eylül Olayları’ndan
dolayı sorumlu tuttuğu İsmet İnönü ve CHP çok olumsuz bir yer tutmaktadır.
Adnan Menderes dönemi, DP bir sağ parti olmasına rağmen, hem CHP’nin
gayrimüslimler tarafından otoriter ve baskıcı rejimi ve azınlıklara karşı
yürüttüğü ayrımcılık politikaları nedeniyle sevilmemesi hem de Menderes’in
dönemin siyasi konjüktürünün de etkisiyle azınlıklara daha ılımlı
yaklaşmasından dolayı azınlıklar nezdinde daha olumlu anılmaktadır. Ecevit
dönemi özellikle Rumlar tarafından Kıbrıs çıkartması nedeniyle olumsuz
anılmaktadır. Yahudiler de Ecevit döneminde ticaret alanında azınlıklara bir
takım engeller konulduğunu ve teşvik fonlarının edinilmesinde zorluk
çıkartılarak ticari işlerinin yürütülmesinin bilinçli olarak zorlaştırıldığını
belirtmektedirler. CHP, DP, AP ve ANAP dönemlerinden sonra AKP dönemi azınlık
politiklarında belirgin bir libearalleşmenin yaşandığı bir dönem olarak
görülmektedir.
Bu ülkenin
azınlık politikası var tabi, İsmet İnönü’nün meşhur lafı vardır: “İstanbul’un
500. Yılında İstanbul’da Rum kalmamalı”.480 Ben nedenini
bilemiyorum, çok düşündüm çok kitap okudum. Çok da düşündüm “neden” diye.
anlayamıyorum cidden... ATİNA-5 (R, 68, E)
480
Bu sözü İsmet İnönü’nün söyleyip söylemediği kesin olarak bilinmemektedir. 1946
yılında CHP’nin azınlıklarla ilgili hazırladığı gizli bir raporda bu cümle
geçmektedir. Raporda, “İstanbul’un fethinin 500. yılında İstanbul’da bir tek
Rum kalmamalı” deniyor (Mihail Vasilyadis, “6-7 Eylül Olayları: Susanlar da
Suçlu!”, 10 Kasım 2011, (Çevrimiçi) http://www.altust.org/2011/11/6-7-eylul-olaylari-“susanlar-da-suclu”-mihail- vasilyadis-ile-soylesi/,
22 Mart 2016). İnönü azınlıklar tarafından, özellikle Rumlar, çok olumsuz
anıldığı için görüşmeci muhtemelen bu sözü onunla özdeşleştirmektedir.
1.000 kişi
kaldık hala Bizans’tan bahsediyorlar. Komik kızım. Senede 2-3 cenaze, bir tane
doğum oluyor. Türkiye’nin gayesi buydu, zamanlada gerçekleşti. Devlet
politikasıydı bu. Her dönem aynıydı. B1-12 (R, 84, E)
Bu devletin
azınlık politikası vardı, 1908’lerde başlıyor ve amaç farklı unsurlar
bulunmasın. Bulunursa da bunlar tehlike teşkil etmeyecek şekilde dağıtılsın.
Taa İttihat ve Terakki zamanından beri uygulanan plana göre gayrimüslim gruplar sahilden 5 km. içerde
ve hiçbiryerde %10’dan fazla nüfus teşkil etmeyecek şekilde imparatorluğun çeşitli
yerlerine dağıtılacak. Ermeni Tehciri de bu programın bir parçası olarak
başlıyor. Muhtemel sebeplerden... dolayısıyla da Tehcir neticede bir katliama
dönüşüyor ama başlangıç noktası burdandır. Cumhuriyet döneminde de bu devam
etti. İnönü devri de öyle, DP devrinde biraz daha yumuşaktı ama 6-7 Eylül
olayları oldu, sonra tekrar İnönü devrinde Kıbrıs olayları bahanesiyle burdan Yunan tebaalılar gönderildi. Özellikle Rum azınlık Yunanistan’da yaşıyan Türk Müslüman azınlığa karşı bir rehine gibi görüldü.
B1-13 (R, 63, E)
Açıkça
devlet politikası var. Bakın iki unsur var: 1- millet-i hakime ve millet-i
mahkume gölgesi hala var. Bu Osmanlı devrinden kalma. Osmanlı’nın gerçek
reformu 1856- 1876 arası. 1876 gerçek bir anayasa, Kanun-i Esasi. Ondan sonra
mutlakiyet devri var Abdülhamit’in. 1908’den sonra devletin politikası: bu
asimile olmak istemeyen unsurlar ortadan kalkacak, etnik temizlik. Basit. Ve
hala bu millet-i hakime devam ediyor. “Sizi hoşgörüyoruz”! ne demek hoşgorü?
ATİNA-6 (R, 63, E)
O dönemlerde
Rum nüfusunun azalması için elden gelen yapılmıştır. Şahsen ben buna
inanıyorum. 6-7 Eylül olaylarının Rumların ekonomisine darbe vurmak için
yapılan bir darbe idi. Bütün Beyoğlu’ndaki, Samatya’daki evler, dükkanlar, kiliseler, Zapyon Lisesi,
Aya Triada Kilisesi,
Şişli’deki mezarlık içindeki kilise yağmalanmıştır. Bütün bunlar öğrenci
sayısını azalttı ve nüfus eridi. Şu an 250 öğrenci 5 okulda eğitimine devam
etmektedir. B1-26 (R, 55, K)
Azınlık
politikası var elbette. “Başkası”. Ve bu hatta ve hatta daha sert söyliyim
“Sizler Lozan’la “kerhen” kabul ettiğimiz vatandaşlarımızsınız”. Çünkü, şimdi
şunu bir kere teslim etmek lazım ne kadar doğru yapılmış işler varsa yanlış
yapılmış işler de var, terk edilememiş alışkanlıklar nedeniyle. Osmanlı
imparatorluğu ve o hasta adam pozisyonundayken
yapılmış bir sürü hata var. Arkadaş yeni bir cumhuriyet kuruyorsun, neden
yapılmış hatalarla
devr alıyorsun ki? Aynı hatalar
devam etti. Önceleri
sağmal inek gibi görüldük sonraları sıska inek olarak
görüldük. A1-10 (E, 61, E)
Milliyet
konusu ön plana çıktığı için, biz yok sayıldık. Cumhuriyetin kurulmasından
sonra bir politika çizildi o politika hiç değişmedi. Bak dikkat et azınlık
konusunda hangi hükümet geldiyse, Menderes, 60, 80 ihtilali, Ecevit... bir
çizgi vardı ve hiç değişmedi. Gizli anayasa ya da kırmızı kitap, o yol herkes
tarafından uygulandı. Sayın Demirel’in bazı güzel lafları var severim. “Ne
demek derin devlet, derin devlet devlettir” dedi. O şey belgesi var meşhur...
MGK’nın bir belgesi var. Orda da, Milliyet gazetesi yazdı 1965 yılında mı ne,
Ruhban okulunun mutlaka kapalı olması lazım, diye. O zaman çizildi ve devam
edildi. B1-5 (R, 65, E)
“Bunlar
bizi içerden vurur temizleyelim, malını mülkünü de bizimkiler alsın” Devlet
politikasının bir çizgisi vardır. İktidar politikası değil.
Sağ-sol-dindar-muhafazakar bir politika. Kırmızı kitap devam ediyor. Bu
politika içerisinde devletin öncelikleri değişebilir o zaman senin de konumun
değişebilir. Tamamen siyasal eğilimlerle belirleniyor. Bu dönem içerisinde
Ermeni meselesi devletin asla önceliği değil. Çok daha büyük bir problemi var (Kürt
sorunu). Bu mesele çözülürse öyle veya
böyle senin sıran gelir. O kırmızı kitabın yanması lazım! A1-16 (E, 61, E)
Bu ülkenin
istikrarlı politikası vardı. Bu politika da burdaki bütün azınlıkları kovmaktı. Onun için bizim meselelerimizi
Yunan politikasıyla karşılaştırıyorlar. “Siz bunu yapın biz de bunu yaparız”.
Kimse Lozan AnTlaşması’nı umursamadı. Rumlar zaten kalmadı. Ermenilerin de
büyük bir kısmı gitti. Onların da Yunanistan gibi bir ülkesi olsaydı daha fazla
gideceklerdi. Fransa’ya, Kanada’ya filan gittiler. Burda bir güvensizlik hep
var. O yüzden Rumların çoğu gitti. B1-20 (R, 76, E)
Ekonomik açıdan gayrimüslimleri zayıflaştırma hedefinin sadece Tek Parti döneminde
değil, 1970’li yıllardaki koalisyon dönemlerinde de görünür olduğu Yahudi
görüşmeciler tarafından dile getirilmektedir. Ecevit’in koalisyonu481 döneminde teşvik fonlarından
48126 Ocak 1974-17 Kasım 1974 tarihleri arasında
görevde bulunan Bülent Ecevit tarafından kurulan CHP ve MSP koalisyon hükümeti
37. Cumhuriyet Hükümeti, I. Ecevit Hükümeti olarak anılmaktadır.
yararlandırmayarak Yahudi firmalara ticarette zorluk çıkartıldığını, sermayenin gayrimüslimlerden Müslüman
kesime aktarılmaya çalışıldığını aktarmaktadırlar.
12 Eylül
öncesindeki Demirel-Ecevit koalisyonlarında çok şey yaşadık. Koalisyon
dönemlerinde Yahudi firmalarına teşvik verilmedi. Müslüman firmalara verildi,
onları zenginleştirmek için. 77-78 rahmetli Ecevit dönemi, Türkiye’de 10 lira
ciro yapan da 100 lira yapan da bütün Yahudilere hergün ceza çekildi. Bunlar
Türkiye’nin ayıbı. Ama o ayıp benim ırkıma yapıldı. C1-4 (Y, 54, E)
Bu kuşak temsilcileri ulus-devletin inşasıyla birlikte
özellikle ilk 30-40 yılda gayrimüslimlere yönelik uygulanan baskıcı,
ayrıştırıcı yurttaşlık pratiklerine birebir maruz kalmışlar, tanıklık
etmişlerdir. Bu travma hafızasının ailelerde kuşaklar boyunca farklı biçimlerde
aktarılmıştır. İkinci bölümde ayrıntılı biçimde üzerinde durulan bu olumsuz
anılar görüşmecilerin hafızalarında hala canlı bir şekilde durmaktadır.
Günümüzde gayrimüslim nüfusun ülkenin toplam nüfusunun binde ikisi seviyesine
yaklaşmasıyla niceliksel azlıklarına sürekli vurgu yaparak, azlaştırılan ve
azınlıklaştırılan gayrimüslimlerin artık bir “tehlike” teşkil etmediğini, tam
tersine AB’ne giriş için Türkiye’nin tanıtımına katkı yapmak amaçlı folklorik
birer unsur olarak görüldüklerini düşünmektedirler. Liberal hoşgörü
söylemindeki toleransın pratik edilmesi dışlamaları görünmez kılmaktadır.
Gökarıksel ve Secor’a göre de Türkiye’de tolerans sadece bir mittir. Liberal
tolerans söylemi seküler devletin farklı dini sesleri kamusal alandan silmesiyle
bağlantılıdır.482 Bottomore ve Marshall’a göre de, liberal söylemin
çokkültürlülük ideolojisi azınlıkların varlıklarının sadece folklorik açıdan
kabul edilmesine, bölüşüm ve paylaşım süreçlerinde dikkate alınmamasına yol
açan bir süreçtir. Bu yaklaşım toplumsal eşitsizlik, dışlanma, ayrımcılık,
ırkçılık ve diğer sınıfsal farklılıkların kültürel farklılıklara indirgenmesi
sonucunu beraberinde getirir. Bu ideoloji “öteki” kültürleri egzotik kılmakta
ve birer meta olarak algılamaktadır (2000:161-4).
Diğer taraftan gayrimüslimler, niceliksel olarak çok
az kalmalarına rağmen Türkiye’nin komşularıyla olan ilişkilerinde ortaya çıkan
ihtilaflardan (Türkiye-Yunanistan- Ermenistan ile özellikle Soykırım konusunda)
veya Ortadoğu bölgesinde meydana gelen savaş
ve siyasi krizlerden (Türkiye-İsrail) etkilendiklerini, geçmişteki olumsuz
anılara referansla herhangi bir uluslararası siyasi kriz durumunda
tekrar “koz-rehine” olarak
dış
482 Gökarıksel, Secor,
2015:21-30.
siyasetin bir aracı olarak kullanılabilecek unsurlar olduklarını, böyle
bir şeyin gerçekleşme ihtimali çok düşük olsa da, bu tedirginliği her zaman
içlerinde taşıdıklarını, devletin azınlıklara yönelik politikasına güvensiz
yaklaştıklarını vurgulamaktadırlar.
Devletin
bizi nadide parça, kelaynak kuşları gibi koruma altına alma durumu var.
Çoğumuzda bu güven yerleşmedi. Acaba bu değişir mi, zor günler geri gelir mi Ama yeni
nesilde bu mantalite pek
olmayabilir. Hoşgörü filan başladı ama bir tedirginlik var içimde. Tanzimat’tan
beri hep böyle hüsranlarla uğraştık. Bütün kilise ve okullar Tanzimat’tan sonra
yapıldı ama maalesef olmadı. Ondan sonra 50’li yıllar geliyor, iyi dönemlerden
sonra hep bir kabak patlıyor başımıza. İçimde var bir tedirginlik ama bundan
sonra olacağını sanmam. Bir de çok az kaldık, bizi artık tehdit unsuru
görecekleri bir durumda değiliz. B1-5 (R, 65, E)
Bu sadece hükümetin olayı değil ki, 90 senelik
birikim bu. Kim gelirse gelsin azınlıklar
hep yabancı görüldü. Bu adaletsizlik Allahına kadar yaşanmış bu memlekette. Ben
değişmez diyorum bu mantalite. Zamanında ne düşünüyorlarsa uyguladılar. DP,
AKP.... hep aynı zihniyet bunları hep devam ettirmişler. AB için bu gösterileri yapıyorlar. Anlamıyor muyuz
biz bunları? Her sene “soykırım
yemeği” masaya geliyor. Kendileri için yapıyorlar ama bizi kullanıyorlar. Zaten
fazla Ermeni kalmadı ki. A1-5 (E, 59,
E)
Olaylar
bunun öyle olduğunun bir kanıtı, negatif bir azınlık politikası oldu devlet
nezdinde. Bizi hiçbir parti sevmedi, hikaye! Menderes mi sevdi? İnönü sevmedi.
Menderes zamanında 6-7 Eylüller oldu. Özal mı sevdi? Biz burada buranın adamı
olarak hep kurban olduk. Biz burada
koz olduk. Tak kabak bizim
kafamızda patlıyor. Şimdi
1.500 kişi kaldık
artık tesbih çekiyoruz. B1-7 (R, 69, K)
4.3.1.2.
Üçüncü ve Dördüncü Kuşaklarda Türkiye’nin Azınlık Politikalarına Bakış
İstanbul’un orta ve orta üst sınıfa mensub, üniversite
mezunu, üçüncü ve dördüncü kuşak Rum, Yahudi ve Ermenilerinin devletin azınlık
politikaları ilgili görüşleri bir çok konuda üst kuşaklarla ortaklıklar
taşımaktadır. Azınlıkların genç kuşaklarında da 80’li yıllara kadar devletin
azınlık politikasının, gayrimüslimleri azlaştırmak, azınlıklaştırmak, sindirmek
ve dini-etnik-kültürel açıdan tektip bir toplum yaratmak üstüne kurulu olduğu yargısı
hakimdir. Uğradıkları ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi baskılar sonucu
gayrimüslim cemaatlerin göçlerle azalan nüfuslarının artık politik ajandanın
nesnesi olmaya bile yetmeyeceği görüşündedirler. Genç kuşağın yaşları
itibariyle doğrudan tanık olamayacakları travmaların azınlık kolektif belleğinden
aktarılmasıyla oluşan bir politik bilince sahip oldukları görülmektedir.
İsanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin gençlerinin politik davranışları
bellekteki bu birikimden kaynaklanmakta ve öyle şekillenmektedir.
Cumhuriyet’in
başından beri var politika. Herkesi tektipleştirme sistematiğinde bir politika
güdüldü. Bu da azınlıkları mümkün olduğunca asimile etme, elindeki ekonomik
güçleri alma, ekonomik yapıyı Sünni Müslümana çevirme. Bunun sonucunda da
insanlar göçlere zorlandı. Bir tek Yahudiler değil, bizden daha fazla Rumlar
ilk başta, aynı oranda Ermeniler göç etmek zorunda kaldılar. Ülkede 1.000.000’e
yakın Rum nüfus vardı şimdi toplasan 3.000 kişi var. Bu kalanlar da herşeye
rağmen kaldılar ben takdir ediyorum. Bizim Yahudi cemaatine bakarsan da aynı
şey oldu. Biz kendimizi hep “sadık toplum” olarak tanımladık. Tarih boyunca
pozisyonumuzu buna göre aldık. Fakat bugün bile aradan neredeyse 90 yıl geçti,
benzer şeyleri görüyoruz. Benim kendi görüşüm T.C.’nin azınlık politikası
“azınlıkları sindirmek” üzerine kurulu. Bizim gibi nüfuslardan azınlık olarak
bahsedilemiyecek sayılara indiğimiz için politika da kalmadı artık. C2-11 (Y,
33, E)
Genç kuşak gayrimüslim azınlıklar da ebeveynleri gibi
Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte tek din-dil-etnisite üstüne kurulu homojen
bir toplum yaratılması amacının güdüldüğünü ve
asimile edilemeyecek unsurlar olarak görülen gayrimüslimlerin “istenmeyen, bastırılması gereken
unsurlar” olarak görüldüğünü düşünmektedirler. Varlık Vergisi, Trakya Olayları,
6-7 Eylül 1955, (1964-1974) döneminin, içlerinde farklı dinamikleri de
içermekle birlikte, bu ideolojinin birer sonucu olduğunu vurgulamaktadırlar.
Görüşmeciler Tek Parti dönemi azınlık politikasının kendinden sonraki her
hükümet döneminde değişmez bir biçimde geçerliliğini koruduğunu, bu projenin
mimarının da İsmet İnönü olduğunu vurguladılar. İnönü ile birlikte Ecevit, 1974
Kıbrıs çıkartmasından dolayı, özellikle genç Rumların belleğinde çok olumsuz
bir imge olarak yer tutmaktadır.
Osmanlı’nın son döneminden itibaren,
İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin, ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte
azınlıkların bertaraf edilmesi gerektiğine dair bir kanaat var: “iç düşman”. “Bu adamlar anavatanda durdukları sürece vatan için risk teşkil edeceğine”
dair
İttihat Terakki Cemiyeti’nin ciddi
yaklaşımları ve uygulamaları var. Azınlık konusu Türkiye Cumhuriyet’i için 38’e
kadar ayrı bir dönem yaşanmış olabilir ama 38’den sonra tek ve milli bir konuya
dönüşmüş, azınlıkların ortadan kaldırılmasına yönelik, hükümet kim olursa olsun
sağdan veya soldan…. Tek konu var azınlıkları yok etmek. Bunun mimarı İnönü’dür.
Milli Güvenlik Kurulu’nun sürekli ve sabit konusudur bu. Hükümetten bağımsızdır
bu.” B2-9 (R, 43, E)
“Ben de Ecevitçiydim. Ben dürüstlüğüne bakıyorum ama bizimkiler onu da sevmez
hiç, 74 olaylarından dolayı. B2-1 (R, 35, E)
Türk
devletinin her zaman olumsuz bir gayrimüslim azınlık politikası vardı. Ticaretten, eğitim hayatına kadar.
İlkokuldan başlayıp kitaplarımızın olmaması gibi. 80’lerde Arnavut kökenlileri
okullara almıyorlardı. “Müfettiş” kelimesi bende bir korku unsuruydu. Müfettiş
gelince Arnavut arkadaşlarımızı saklardık. Kitaplarımızı saklardık.
Kitaplarımız Yunanistan’dan gelirdi çünkü burda vermiyorlardı. O yüzden okul
ceza almasın diye saklardık
kitapları. B2-12 (R, 41, K)
Gençler, AKP hükümeti ile birlikte günümüz siyasi
konjüktüründe yaratılmak istenenin yine homojen tek tip bir toplum olduğunu, bu
toplumun öznesini de Sünnni Müslümanların oluşturduğunu ve gayrimüslimlerin
niceliksel olarak çok azalmış olarak bu resmin dışında tutulduklarını
belirterek, çokkültürlülük söylemlerinin tamamen reklam amaçlı olduğunu,
“istenmeyen unsurlar” olduklarını son dönemlerde siyasi elitlerin
gayrimüslimler aleyhine sarf ettikleri söylemlerine referans vererek
desteklemektedirler.
Eski devlet
yapısının içerisinde azınlıkları bir şekilde “zamanında yanlışlıklar yaptık,
ezdik ama bu renklerle güzeldir bu ülke ” demeye calıştılar. Ama artık o da
yok, direkt istemiyorlar bizi bence. Bu hükümet istemiyor bizi. Rumlara,
Ermenilere arazi veriyorlar doğru. Bunlar biraz politik kararlar, iki ülke
arasındaki ilişkilerle de ilgili. Şimdi Ada’daki yetimhaneyi de şekle şemale
sokacaklar. Dediğin gibi arazileri geri veriyorlar, ama bence bunlar politik
işler. Yunanistan’la aran yine kötü olsa… ne Rum dinler ne yetimhane ne
kütüphane, Al “İsrail dölü” diyor, ne oldu sonra? O başka bu başka iş bence.
Bunlar (AKP iktidarı) Sünni
Müslüman bir ülke yaratmak istiyor. C2-16
(Y, 43, E)
Her zaman
“contained”483 bir azınlık politikası olduğunu düşünüyorum.
Palazlanmasınlar diye bastırma, traşlama politikası. Servet transferi gibi… O
tabi şeyden geliyor anladığım kadarıyla Kürtler olsun Aleviler olsun, ulus
devleti Sünniler üzerinden ortak
çoğunluk olarak kullandılar. Çok da palazlanmadığın sürece, sesin yükselmediği
sürece sıkıntı yok. C2-3 (Y, 43, E)
Genç gayrimüslimler tarafından siyaset ve medya
aktörlerinin uluslararası politik dengelere göre Hıristiyanlık/Yahudilik
karşıtı söylemlerde bulunması, söylemlerinde bu ülkenin vatandaşı olan gayrimüslim
vatandaşların “yabancı-düşman” gibi gösterilmesi, sağ basının özellikle nefret
söylemlerinin dozunu son yıllarda arttırmış olması ve bunun karşılığında hiçbir
hukuki mekanizmanın işlememesini eleştirmektedirler. Son yıllara kadar
niceliksel azlıklarından dolayı yok sayıldıklarını, önemsenmediklerini, uzun
bir aradan sonra ilk defa AKP döneminde AB’ne giriş amaçlı uygulanan reform
paketleriyle bir takım haklar elde ettiklerini, kamusal alanda gayrimüslimlerin
sorunları hakkında konuşulmaya başlandığını, kamusal alanda daha rahat ve
görünür olduklarını vurgulamaktadırlar. Fakat
aynı zamanda gayrimüslim cemaatler lehine yapılanların tamamen AB’ne giriş amaçlı olduğu, çokkültürlülük ve hoşgörü
söylemleriyle birlikte yine politik çıkarlar için kullanıldıklarını,
demokratikleşme projesinin bir parçası olarak araçsallaştırıldıklarını
belirtmektedirler.
Ben uzun
yıllardır bir azınlık politikası olduğunu düşünmüyorum bu ülkenin. Evet orda varlar onlar bize ilişmesinler biz
onlara ilişmeyelim yaşasınlar gitsinler kafası var bence. Diğer azınlıklar (Rumlar,
Yahudiler) için de geçerli bu. 90’lı
yıllarda okullar mı kapanacak aşamasına geldik. Yokmuş gibi davranıldık. Öncesinde
yok olmamaya çalışmışız, son bir kaç seneye kadar da adımızı birşeylerin içinde
anma yoktu. Benim politik görüşüme uygun değil ama onların varlığından beri (AKP) bazı şeyler konuluşur hale geldi. Şimdi
var diye düşünüyorum bir politika. Ama ondan önce hep yok sayılmışız. Ne
memuriyet alabiliyorduk ne birşey. Belki oy kaygısı belki koz ama ciddi bir
politika var. Burada alet olduğumuzu düşünüyorum. A2-7 (E, 31, K)
Şimdi azınlık
olarak düşünüyorsam her zaman bir politika vardı
eskiden kötüydü şimdi iyi ama azınlıklar salak değil.
Neden iyi olduğunu biliyoruz. Bir menfaat karşılığı iyi olduğunu biliyoruz. Tamamen AB baskısı, kullanıldık biz. Önce azınlıkla
ilgili bütün herşeyi
483 Aksi yönde bir hükme bakılmaksızın
çözdüler. Adamlar
ilk 3 sene bizim için çalıştı. Avrupa’ya
“biz demokratız” demek için
yaptılar. Senelerdir yapamıyordunuz şimdi mi yapıyorsunuz? B2-4 (R, 37, E)
Gençler günümüzde gayrimüslim toplumların niceliksel
olarak az olmalarından dolayı devletin nezdinde azınlık bile olarak
görülmediğini, devlet politikalarında önemli bir yer teşkil etmediğini düşünmektedirler. Bu düşünceyi Yahudi bir
görüşmeci sayısal olarak azalmalarından dolayı duyduğu üzüntüyle “Artık adam
yerine bile konmuyoruz” sözleriyle ifade etmiştir. Özellikle son yıllarda en
büyük ayrımcılığa uğrayan ve sosyolojik azınlık olan kesimlerin gayrimüslimler
değil, iktidarın kendi ideolojisi doğrultusunda yaratmaya çalıştığı tektip bir
toplumun karşısında olan kültürel azınlıklar olduğunu düşünmektedirler. Bunların
başında da oluşturmaya çalıştıkları muhazafakar dindar toplumla uyumlu olmayan
Aleviler, laik modern kentli bir hayat tarzına sahip Müslüman ve
gayrimüslimlerle, seküler hayat tarzına sahip kadınların geldiğini
vurgulamaktadırlar. Yahudi bir kadın görüşmeci artık, başı açık, seküler hayat
tarzı olan bir kadın olmanın hayatında dini-etnik kimliğinden daha fazla bir baskı yarattığının altını çarpıcı bir
biçimde çizmektedir. Günümüzde gündelik yaşam içinde kendilerini tehdit altında
hisseden, çeşitli dışlanma ve baskılara maruz kalan grupların artık sadece
gayrimüslimler değil, devletin dikte etmeye çalıştığı yaşam biçiminin
karşısında olan her grup olduğunu düşünmektedirler.
Benim şu an
başı açık modern bir kadın olmam benim kimliğimde daha önemli. Bence ilk
gördükleri bu. Ayrımcılığı ben aslında bu dönemde bu özelliğimden dolayı
yaşarım, Yahudi olmama
gelene kadar başı açık modern
bir kadın olmam
daha dikkat çekici.
C2-14 (Y, 39, K)
Bu hükümete
kadar çok az olduğumuz düşünülerek çok underestimate484 edildik,
toplumda değeri olmayan, bence önemsenmeyen bir topluluktu azınlıklar. Bu
hükümet, bu ülkenin bir azınlık politikası var ve bunu iyi kullanıyor. Ermeni
cemaatinden Erdoğan’ı çok destekleyen de var; birçok vakıf malları iade edildi
filan… Bize zararı yok iyi bir hükümet denildi. Tamamen politik olarak
kullanıldığımızı düşünüyorum. Çıkarlar tersine döndüğünde bütün senaryolar
değişir. Mesela Ermenistan’dan gelenleri yollarım demişti Erdoğan. Gerçekten
çok azız. Şu an en azınlıklar Aleviler bence. A2-4 (E, 36, K)
484 çok ciddiye
alınmadık
Şehit
ailesi bile olmak bir problem, Alevi olmak bir problem, üç kere boşanmış bir
kadın olmak da problem! Benim gördüğüm yönetimin tek bir derdi var, kendinin
karşıtı olmazsan aleyhinde olmazsan ne istersen yap. Yeter ki onlara bulaşma.
Beni rahatsız etmez insanların dindar olması, Müslüman olarak yaşamaları… benim
dindar arkadaşlarım da var. Ama bizim bazı şeylere zorlanmamız beni rahatsız
eder. C2-20 (Y, 44, K)
Türkiye’nin
bir azınlık politikası vardı. Eskiden daha fazla artık önemsiz olduğumuz için
tehlike teşkil etmiyoruz. Şu anda artık devletin Kürt politikası var,
Alevilerle ilgili belki biraz da Ermenilerle ilgili vardır. Türkiye’nin
politikası dışlayıcı. Ben hükümete güvenmem. Eskiden biraz vardı artık önemsiz
kaldık politika filanda kalmadı. Adam yerine konmayacağımızı biliyoruz. C2-7 (Y, 35, E)
Frekans Araştırma adlı şirket, kamuoyunun farklı
kimliklere ve özelde de Yahudiliğe bakış açısını değerlendirmek için 18
Mayıs-18 Haziran 2009 tarihleri arasında Türkiye genelini temsil eden 1108 kişi
ile bir anket çalışması yapmıştır. Araştırmada Türkiye’de farklı kimliklere
hoşgörünün olmadığı ortaya çımıştır. Araştırmanın dinsel ayrımcılığı saptamaya
yönelik bir sorusundan hayli ilginç bir bilgi çıkmaktadır. Katılımcıların
%57’si ateistlerle komşu olarak yaşamak istemiyor; bu istenmeyen grubu sırayla
%42’yle Yahudiler, %35’le de Hıristiyanlar takip ediyor. Farklı mezhepten komşu
istemeyenler %13’te. Kürtlerle Aleviler de
hoşgörüsüzlükten payını alıyor.485 Üçüncü kuşaktan Yahudi bir kadın
ulusal eğitim sisteminde, ulusal hafızada, siyasi aktörlerin söylemlerinde yer
alan devletin azınlık politikasının karşılığını birebir olarak toplum içindeki
bu tip ayrışmalarda ve kutuplaşmalarda bulduğunu belirtmiştir. Gayrimüslim
bireyler olarak gündelik hayatlarında karşılaştıkları ayrımcılık ve
dışlanmaların kaynağının, devletin ideolojik aygıtları aracılığı ile aşıladığı
(okul ve medya başta olmak üzere), ulusal azınlık politikasından beslendiğini
vurgulamıştır. Hayatlarında hiç gayrimüslim tanımamış olan fakat bu ideoloji
ile yetişen bireyler bilinçaltlarında yer etmiş stereotiplerden dolayı gayrimüslimlere
gayet önyargılı ve kalıplaşmış kategorilerle yaklaşmaktadırlar.
Sosyolojik
olarak bir azınlık politikası olduğunu düşünüyorum. Devletten çok toplumun bence azınlıklara bakışı daha önemli.
Tabi sonuçta bireyler
okulda eğitiliyor, bir
485İvo Molinas, “İçimizdeki ırkçılık”, 30 Eylül 2009, Şalom, (Çevrimiçi) http://arsiv.salom.com.tr/news/print/13117-Icimizdeki-irkcilik.aspx,
14.01.2016.
devlet ideolojisi aşılanıyor. Bizi
etkileyen de sokakta karşılaştığımız olaylar sonuç olarak. İnsanların içinde ne
hissettiklerini tam olarak bilemiyorsun. O bilmediğin şey bilemediğin bir olay
sonucu ortaya çıkabiliyor. Çok azınlık arkadaşı olmamış biri karşına çıktığında
bir şekilde “Aa benim tanıdığım Museviler var!” diyor. Orda o ayrım başlıyor
zaten. Seni zaten bir kalıba koyuyor. “Benim için farketmez” diyor. O farkı
kendisi de farkında olmadan koyuyor. Benim için sorun yok demek bir sorun var
demek zaten. C2-6 (Y, 33, K)
4.3.2. Gayrimüslim Azınlıklarda Politik
Katılım ve Sınırlar
Sonunda
olay bize ihale edileceği için hep bir tutukluk olur bizde... (Y, 64, E)
Üstel’e göre Türk
vatandaşlığı en eski tanımlamalarından itibaren sadece birey-devlet arasındaki
hukuki ve siyasi bir ilişkiyi betimlememiş aynı zamanda sistematik bir biçimde
fedakarlık-bağlılık-itaat üzerinden kurulmuştur (2011b:327-8). Kadıoğlu’da cumhuriyetçi
geleneğin öne çıktığı böyle bağlamlarda toplum’un birey’e ontolojik önceliği
bulunduğunu, ve toplumsal yararın
bireysel haklardan daha önemli kabul edildiğini vurgulamaktadır (2012a:28).
Türk vatandaşlığı anayasal bağlamda devlete karşı görevlere, oy verme, vergi
ödeme, askerlik hizmetini yerine getirme gibi, önem vermektedir (Keyman ve
İçduygu, 2005: 177). Türkiye’de gerek kadınlar gerekse de erkekler kendilerini
ülkelerine karşı vazifeleri yerine getirmekle sorumlu vatandaşlar olarak
algılarlar. Türkiye’deki vatandaşlığın genel bir tanımının ve pratiği “görev
tanımlı-pasif kimlik” (İçduygu ve Kaygusuz, 2004:26-50) olduğu üzere, bu
çalışmada da vatandaşlık çoğunlukla, hak ve sorumluluklara, önceki eşit haklara
sahip olmak iken sonraki vergi ödeme-askerlik hizmeti-oy vermeye, referansla
kullanılmıştır. Farklı kuşaktan, sınıftan,
cinsiyetten gayrimüslimlerin kendilerini eşit ve birinci
sınıf vatandaş hissetmeme,
algılamama durumu “yükümlülükler yerine getirildiği halde hakların tamamıyla
kullanılamadığı”, “biz”in içinde görülmediği bu vatandaşlık anlayışı,
milliyetçilikle çok yakından baglantılıdır.
Rum, Yahudi ve Ermeniler,
kuşak, cinsiyet, sosyal sınıf değişkenlerinden bağımsız olarak, vatandaşlık
anlayışlarını haklar ve görevler temelinde tanımlamışlardır. Demokrasilerde
politikaya katılımın olağan yollarından sayılan vergi vermek, seçimlerde oy
kullanmak, askerlik hizmetini
yapmak gayrimüslimler için, geniş toplumda
da geçerli olduğı
gibi, “iyi bir vatandaş” olmanın tanımıdır.
Rum, Yahudi ve Ermenilerin büyük bir kısmı vatandaşlığı bu üç görev alanıyla ilişkilendirmişlerdir. Bu bahsedilen geleneksel yollar dışında
politikaya katılımda parti üyesi olan veya aktif siyasetle ilgilenen
bulunmamaktadır. Türkiye genelinde siyasete aktif olarak katılma, muhalefet
etme ve politik protesto eylmlerine katılım oranı düşüktür486. Her üç azınlık cemaati mensuplarının tecrübe ettikleri
ayrımcılıklardan dolayı devlet ve bürokrasiye duyulan güven “sıradan” bir
Müslüman-Türk vatandaşa göre daha az olduğu için, özellikle birinci ve ikinci
kuşak görüşmecilerin “kabak bizim başımıza patlar” sözleriyle ifade ettikleri
üzere azınlık kimliklerinden dolayı ayrımcılığa uğrayacakları çekincesiyle
vatandaşlık görev ve sorumluluklarını yerine getirmenin dışında politik alana
katılım neredeyse yok denecek kadar azdır.
O olayların
içinde buldum kendimi.
O zaman hem Dev Genç, sağcı ve solcu öğrenciler çekiştiriyordu. Biz
çekiniyorduk çünkü birşey olsa “vay bu Rumdur”, kabak yine bizim başımıza
patlayacaktı. 1971’de 12 Mart muhtırası dedikleri zaman koridorlardan korkarak
geçiyorduk, serseri kurşuna kurban gidebilirdik. 72’de mezun oldum, bir
sömestir kaybettim çünkü ders yapılmıyordu. Ortam zaten çok kötüydü ama Rum
kimliğinden dolayı daha çok çekiniyorduk. B1-5 (R, 65, E)
Yakın geçmişte azınlık
kimliklerinden dolayı yaşadıkları ayrımcılıkların, uluslararası platformdaki
gelişmelere bağlı olarak birer “koz-rehine” olarak kullanılmalarının izi
belleklerde canlı bir yer tutmaktadır. Bu yüzden gayrimüslimler politik alanın
dışında kalmayı, devlet-bürokrasi ile ilişkiye girmemeyi, pasif bir tutum
izlemeyi tercih etmektedirler. Türkiye gibi merkezi
siyasal kültürü olan toplumlarda yurttaşın devletle girdiği ilişkide sivil
itaatsizlik gösterme şansı devlet tarafından hep bastırıldığı için çok azdır.
Türkiye’nin yakın tarihinde şiddetle bastırılan sivil itaatsizliklere örnek
olarak iktisadi bir hareket olan Haziran olayları, siyasal sisteme eleştiriler
getiren 68 Hareketi, 70’lerdeki madenciler grevi, öğrenci hareketleri
gösterilebilir. Batı’nın tersine, Türkiye’de devlet refleksi bunların
bastırılması üzerinden işlemektedir. Toplumsal, siyasal muhalefet ve devletle olan ilişki devletin
doğrudan kontrolü altında şekillenmektedir. Eleştirel muhalif karşı
koyuşlar Batı demokrasilerindeki gibi sistem içinde daha uzlaşmacı
bir devlet yaklaşımıyla karşılanmamaktadır. Politik alanda
486Türkiye’de siyasal bir partiye katılma oranı %10’dur. Türkiye’deki
vatandaşlık algısıyla ilgili yapılan en güncel ve geniş kapsamlı bir çalışma
için Bkz.: “Türkiye’de ve Dünya’da
Vatandaşlık-2014 ISSP Araştırma Raporu”, İstanbul Politikalar Merkezi,
Sabancı Üniversitesi, Aralık, 2015.
kısıtlanmış olan “makbul vatandaş”487
tanımı içinde azınlıklar da zaten yokmuş gibi farzedilmektedir. Bu anlamda
azınlıklar da devletle bir çatışmaya girmemektedirler. Gayrimüslimler
ontolojik-özsel olarak “makbul vatandaş” tanımlamasının dışında oldukları için
herhangi bir edimle bir mücadele içine girmemişler; risk almamışlardır.
Türkiye’deki otoriter siyasi kültürden kendilerine düşen payları gayrimüslimler
içselleştirmişlerdir.
Tezin üçüncü bölümünde de
detaylı analiz edildiği üzere, İstanbul’un gayrimüslim azınlıklarının
eğitimlerini aldıkları, yaşadıkları, çalıştıkları alanlar hep “kurtarılmış”
bölgelerdir. En genç kuşakta geniş toplumla entegrasyon çok daha fazla olmasına
rağmen bir anlamda iktısadi ve mekansal olarak kendi “getto”larını
yaratmaktadırlar. Gayrimüslimler Cumhuriyetin inşasından itibaren makbul
vatandaş tanımlamasının dışında tutuldukları için sıkıştırılmış, kendi
içlerinde kapalı yaşamaya mecbur bırakılmışlardır; fakat aynı zamanda bunun
avantajlarını da yaşamaktadırlar. Azınlıklar içinde politika alanında demokrasi
mücadelesi veren, muhalif ve eleştirel duruş sergileyenlerin sayısı olmasına
rağmen son derecede sınırlıdır. Gayrimüslimler içinde muhalif olan bu azınlık
kesimin kendi cemaatlerinde de sıkıntı yaşadıkları, dikkatleri cemaatler üzerine
çekerek “tehdit” oluşturma risklerinin bulunduğu, bu durumun da cemaatler
içinde tedirginlik yarattıkları görülmektedir. Saha çalışması sırasında muhalif
siyasi davranış sergilemede “sıradan” bir Müslüman-Türk’le Yahudi-Rum-Ermeni
arasında bir fark olmadığı tespit edilmiştir. Siyasal otoriter kültürlerdeki
devlet-yurttaş ilişkisinde devlet kendisini merkeze alarak yurttaşı kendine
göre konumlandırmaktadır. Bu durum azınlıklar söz konusu olduğunda içselleşmiş
bir biçimde kendisine karşılık bulmaktadır. Gayrimüslimler politik alanda aktif
olmamayı, sessiz kalmayı tercih etmektedirler; kendilerini tam da burdan
korumaya alan bir kimlik kurgusu üretmektedirler.
Ne zaman
siyasi olarak aktif olmaya çalışsan, protesto ediyim desen gerek sosyal medya
da gerek sokakta, hemen “Otur aşağı pis Yahudi” deniyor. Nokta. Biz yalnız bir
toplumuz. Öksüsüz. Net.488 C2-21 (Y, 44, E)
Gayrimüslim bireylerde bu
kapalılığın ve apolitikliğin kırılma noktası aşağıda detaylı olarak analiz
edilecek olan Gezi Parkı Direnişi
olmuştur. Özellikle üçüncü
ve dördüncü
487 Terim Füsun Üstel’den ödünç alınmıştır.
488Yahudilerin asırlardır süren göçebeliğini kutsalları yedi
kollu şamdan, Menora, üstünden aktaran etkileyici bir roman için Bkz.: Zweig, 2015.
kuşaktan görüşmecilerin birçoğu direnişe
farklı sebeplerden dolayı katılmışlar, çeşitli yollarla destek olmuşlardır.
Türkiye’de demokrasiye olağan katılma boyutlarında seçim temel rol
oynamaktadır. Seçim temel bir araç ve manivela olarak görülmektedir. Hatta kutsallık
kazanmış durumdadır. Politik alana katılımlarında bir kırılma noktası olan Gezi
Direnişi sonrası gayrimüslimlerin siyasallaştıkları gözlenmiştir. Özellikle
üçüncü kuşaktakiler Oy ve Ötesi’ne katılarak son seçimlerde sandık görevlisi
olarak görev almışlardır. Birçoğu böylece hayatında ilk kez bir seçim
kampanyasında aktif olarak yer almışlardır. Protestoda bulunmak demokrasinin
elzem unsurudur. Bu tür olağandışı yollarla politik alana müdahil olmak
gelişmiş demokrasilerde çok gelişkin iken Türkiye gibi demokrasi deneyimi daha
az gelişmiş ülkelerde zayıf kalmıştır.489
Ben kendimi
birinci sınıf vatandaş görüyorum. Bu ülkeye fayda sağlıyorsam görmekte hakkım
değil mi benim? Ne farkım var ki? Vergiyse çoğu kişiden fazla veriyorum.
Telefonda aynı vergiyi veriyorum. Ama en ufak bir olaya bakar. Bir kıvılcımda… O yüzden ses
çıkartmıyoruz. C2-17 (Y, 32, E)
Türkiye’de gayrimüslimler
hakkında üretilen önyargılar ve stereotiplerin anlaşılması (Kentel, 2011:441),
birinci ve ikinci kuşak temsilcilerinin ekseriyetle neden apolitik
yetiştiklerini anlayabilmek için büyük ölçüde güçlü bir aygıt ve gelenek olarak
devletin ön planda tutulması gerekli görülmektedir. Bu önyargı üretim
süreçlerinde devlet-toplum ilişkilerinin niteliği (yukarıdan aşağıya
modernleşme, otoriterlik, korkular, düşman tanımları vb.) rol oynamaktadır
(Karakaşlı, 2009:465). Keyder’e göre de, “tepeden inmeci modernleştirme
bireylerin aksine birlik içindeki ulusu modernleştirme anlamına gelmekte, bu
proje ulusal birliği meydana getiren unsurların bireyselleşmesine izin
vermemektedir” (1998:49). Sancar’ın da belirttiği gibi, “Türkiye’dekine benzer uluslaşma süreçlerinde yeni bir modern toplum
yaratmak için önce yeni bir devlet yaratma fikrine odaklanılmış, siyasal
kararlarlar büyük ölçüde otoriter-militer kadroların elinde gerçekleşmiştir”
(2014:44).
489
“Türkiye’de
ve Dünya’da Vatandaşlık-2014 ISSP Araştırma Raporu”’na göre, halkın %94’ü
azınlık haklarının demokrasi için önemli olduğunu
belirtmiştir. Buna rağmen toplumun %60’ı ise azınlıkların hiçbir fikir
ifadesine izin verilmemesi gerektiğini düşünüyor. Arus Yumul’un belirttiği gibi
azınlık haklarına toplum “social desirability bias” ile yaklaşıyor. Yani “ideal
olan bende, bu toplumda var” diyor. Pratikte ise bunun karşılığının olmadığı
buraya kadar olan analizlerde gösterilmiştir. Azınlıklar toplum, devlet ve
bürokraside hep bir bölünme paranoyasıyla tartışılmıştır. Hukuki bir statü olan
“azınlık”a o kadar negatif bir anlam atfediliyor ki azınlık olmak toplumda sorun gibi görülüyor.
Sonunda
olay bize ihale edileceği için hep bir tutukluk olur bizde, özellikle bizim
kuşakta. Hiç politize olmayan kıvırcık
saçlı bir gençlikten çıktı bu olay (Gezi). Bizim cemaatin gençliği daha temkinli, bilinçli
davrandılar. Arkasında ne olucağını bildikleri için temkinli davrandılar. Ama
yine çıktılar. C1-3 (Y, 64, E)
Politikaya,
devlet işlerine her zaman uzak kaldık. Uzak kalmayı öğrendik. Taraf olmamaya
dikkat ettik. Korkudan. Dönem oldu devlete çok yardımımız oldu. Dönem oldu
böyle yaşadık. Ama mümkün olduğunca bulaşmamaya çalıştık. Zaten işimiz değil
ki... gerçi bireysel olarak herkesin kendi insiyatifinde ama cemaat olarak
bulaşmamaya çalıştık. C1-10 (Y, 55, E)
Biz
ürkütülerek yetiştik, gençler daha entegre daha çok sahip çıkıyorlar. Biz belki daha ürkek büyüdük, şimdikiler daha
cesurlar. C1-1 (Y, 64, K)
Gençliğimde iyi bir solcuydum.
Ama bir Rum olarak maalesef
çok aktif olamıyordun.
B1-19 (R, 61, E)
Hiçbir
zaman annem politik olmamıştır, zaten Rumların genelinde göremezsin. Benim
çevremde çok az bir kaç kişi genç var solcu, onlar da ortaklarım zaten. 10 yaş
büyük benden Rum olup aktivist olanlar var. Ama çok bulamadım. 60’larla ilgili
sözlü tarih yapasım vardı ama çok kişi bulamadım. B2-7 (R, 31, K)
Azınlık
bakımından diyorum hiçbir zaman biz bize yapılan muameleye karşı güçlü
hissetmedik. Hükümete karşı bir harekette bulunacağımızı hiç düşünmedik. Karşı
gelecek olursak başımıza daha kötü şeyler gelebilir. İnönü zamanı bellidir,
sonraki zamanda onun hazırladığı zemin üzerinde hareket edildi. B1-1 (R, 87, E)
Türkiye’de ulus inşasının temel amacı aynı dil, kültür
ve din etrafında birleşmiş bir topluluk yaratmaktı. Türkleştirme politikaları
ve uygulamaları azınlıklar aleyhine sonuçlar doğuracak şekilde gelişmiştir.
Türkleştirme politikaları gayrimüslimlerin etnik-kültürel varlığını ve ekonomik gücünü tehdit etmiştir.490 Müslüman-olmaklığın Türklüğün
490Şule Toktaş,
“1950’ler İstanbul’unda Gayrimüslim Azınlıklar ve Nüfus Hareketleri: Türkiye’de Yahudi Cemaati”.
tasarlanmasındaki merkezi rolü, Cumhuriyetin lakiklik ve sekülerizm
meselesinde gösterdiği kararlılık düşünüldüğünde seküler bir kategori olarak
Türklüğün dini bir mahiyeti olduğunu göstermesi açısından kritiktir (Yeğen, 2014:110)
Bugün vatandaşlığın demokratikleşmesiyle kast edilen, Lozan’dakine benzer
şekilde, “ulusal kimlik ile vatandaşlık arasında bir bağlantı kurmadan toprak
temelli vatandaşlık anlayışını geliştirmek, vatandaşlığın üyelikten ziyade
haklara dair bir olgu olduğunun altını çizerek vatandaşlık olgusunu ulusal
kimliğe üyelik dışında tanımlamaya çalışmak-ulustan arındırılmış vatandaşlık-491“
(Kadıoğlu, 2012a:29; Keyman, 2012) dilsel, dinsel ve kültürel farklılıkları
olan kesimlerin haklarını göz önünde bulunduracağı için büyük önem
taşımaktadır.
4.3.3. Azınlıkların Politik Alana Katılımında Sınırın Aşıldığı Bir
İstisna Olarak Gezi Parkı Direnişi
Heralde
Magen David takıp gezsem kimse birşey
demezdi, bunu ilk defa hissettim... (Y, 33, E)
27 Mayıs 2013 tarihinde ağaçları kesmek için iş
makinelerinin Gezi Parkı’na girmesinin ardından bu haberin sosyal medya
aracılığıyla kısa sürede yayılması sonucunda aktivistlerin parka gidip
çalışmaları durdurmaya çalışmasına polis orantısız müdahalede bulunmuştur. Bu
müdahaleler ve dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'nın inşaatın yapımında
ısrarcı açıklamaları ile protestolar hükümet karşıtı gösterilere dönüşmüş ve
başta Ankara, İzmir gibi büyükşehirler olmak üzere Türkiye'nin diğer illerine
de yayılmıştır. 1 Haziran tarihinde polis kuvvetleri Taksim meydanından
çekilmiştir ve protestocular Gezi parkında bir kamp kurmuşlardı. Kampta
gönüllülerin çalıştığı kütüphane, revir, mutfak, çocuk oyun parkı gibi tesisler kurulmuş,
yoga dersleri, açık hava sinema gösterileri düzenlenmişti. 15 Haziran akşamındaki polis müdahalesi sonrasında ise Gezi kampı dağıtılmıştır. Bu olaydan
sonra Türkiye'nin çeşitli illerindeki parklarda forumlar düzenlemeye
başlanmıştır.
Tez kapsamında yapılan
derinlemesine mülakatlarda Rum, Yahudi ve Ermeni azınlık cemaati mensupları arasında Gezi Direnişine desteğin yüksek olduğu
ortaya çıkmaktadır.
491Kadıoğlu
ulustan arındırılmış vatandaşlık (denationalized
citizenship) kavramını gayrimüslim olan ve Türk olmayan Türk vatandaşlarının,
Türkiye’de siyasal alanda, dinsel, dilsel ve kültürel varlıkları hakkında meşru
taleplerde bulunmalarını mümkün kılan süreçlere istinaden kullanmıştır.
Yaşlılar, hastalar ve olayların sertleşmesinden çekinenlerin de doğrudan
Parka gitmeseler de, maddi olarak ve sosyal medya üzerinden destek verdikleri
gözlenmiştir. Görüşmeciler arasında Park’a gidenler, gayrimüslim-azınlık
kimliklerinden dolayı özellikle bir tedirginlik yaşamadıklarını
aktarmaktadırlar.
“Geçmişteki korkular ruhlarını sardığı için” kimileri
Gezi’ye gitmemiş-gitmeye çekinmiş, çocuklarına-torunlarına da gitmemeleri,
dikkatli olmaları için uyarılarda bulunmuş. Fakat gençler “burası bizim
ülkemiz, tabi ki gideceğiz” diyerek Gezi’ye büyük
bir sahiplenme
göstermişlerdir. Gençlerin ülkelerini, geleceklerini bu derece sahiplenmeleri
özellikle en yaşlı kuşak gayrimüslimlerde “sen
mi sahip çıkıcan, sen mi kurtarıcan?” sözlerinde
görüldüğü gibi tepkiyle ve tedirginlikle karşılanmıştır.
Yukarıda bahsedilen sebeplerden ötürü politik davranış
kalıplarında “sıradan” bir Müslüman-Türkle ortak olan benzerliklerin yanısıra
gayrimüslimler, özellikle ilk iki kuşak, genel olarak vatandaşlık kimliklerinden
ayrı olarak azınlık kimliklerinden dolayı da ekstra bir tedirginlik ve korku
hissetmektedirler. Bir görüşmecinin “Polisin
Ayşe’ye davranışıyla Mari’ye davranışı farklı olur” sözlerinde ifade ettiği
gibi azınlık kimliklerinden dolayı bürokrasinin her alanında daha fazla baskı,
eşitsiz müdahale ile karşılaşacaklarını bildikleri- inandıkları için toplumsal
muhalefet gösterilerinden uzak durmayı, reaksiyon almamayı tercih etmekte ve
siyasete aktif olarak dahil olmamaktadırlar. Gayrimüslim ailelerde azınlık
kimliğinden kaynaklı toplumda karşılaşılabilecek ayrımcılıklara, dışlanmalara
karşı kendini koruma içgüdüsü çocukluktan itibaren aşılanmaktadır. Gençliğinde
solcu olduğunu ve politikayla ilgilenmek istediğini söyleyen bir Rum erkek,
“Rum kimliği”nden dolayı çok aktif olamadığını, politik alanda ürkek ve kapalı
yetiştirilmelerinin bunda büyük payı olduğunu üzülerek aktarmaktadır. Siyaset,
gayrimüslimlerin, özellikle ilk iki kuşağın büyük bir kesiminin kırmızı
çizgisini oluşturmaktadır.
Gayrimüslim ailelerde politika “tabu” olarak kabul
edilmekte, politik bir konu ortaya atıldığında yasaklı birşeymiş gibi üstü
hemen kapatılmaktadır. Politikaya karşı bu negatif tepkide özellikle birinci
kuşak dediğimiz 60 yaş ve üstünde olanların Cumhuriyetin ilk yıllarından
başlayarak 1980’lere kadar yoğun bir şekilde gayrimüslimlere yönelik ayrımcı
uygulamaları yaşamış olması, belleklerinde acı olayların hala canlı bir şekilde
durması, güvensizliğin ve tedirginliğin aile içinde kuşaklar boyu aktarılması başlıca sebebi
oluşturmaktadır. Birinci kuşaklar kendilerini ülkelerinde “birinci
sınıf-eşit vatandaş” hissedemedikleri-bu şekilde görülmedikleri için, gençlerin
direnişi bu derece sahiplenmelerini gereksiz bulmaktadırlar. İşte tam da bu
güvensizlikten beslenen duygu halinden dolayı bu kuşağın temsilcileri toplumdan
kendilerini uzaklaşmış ve kopuk hissetmektedirler.
Gezi Parkı
olaylarına 700 Yahudi katılmış. Çocukların hepsi babalarından ultra fırça
yediler. “size ne sizin kavganız mı?, “evet bizim kavgamız çünkü biz
Türkiye’nin değişmesini istemiyoruz”, “Biz kimsenin bize karışmasını
istemiyoruz” dediler. Bu özgüvene sahipler. Lise
2 talebeleri gitti bizden. Tutamadılar adamları evde. Yani çocuk diyor ki “ya
babam kıracak kafamı ya polis” (gülerek), ama kırılma bu jenerasyonda. C2-1 (Y, 43, E)
Cemaatten
çok giden oldu, özellikle gençler. Oğlum da gitti. Politikleşme bu kuşakta
oldu. C1-8 (Y, 51, K)
Bizden çook genç gitti.
Musevi gençliği genelde
bir dernek hayatı
yaşamış insanlardır. Bunlarda
her biri nasıl davranması gerektiğini biliyor, inanılmaz kolektif davranırlar.
Görüyorum ki Müslüman kesim acemi, Musevi cemaati daha önce yaşadığı için pat
pat pat çok bilinçli bu konuda. 15 yaşından itibaren bilinçli. Ama hep ikinci
sırada durdular, önde yer
almadılar... C1-3 (Y, 65, E)
Bu gibi
durumda biz 74’ü yaşadık, 60 doğumluyum, 80’i yaşadık... Mesela bendeki
heyecan... bende heyecan vardı. Daha önce böyle bir durum yaşamayan kızlarım
daha sakindi. İçimde eskiden kalma bazı korkular ruhumu sarmıştı. Geçmişte
yaşadıklarımızı değil öğrencilerimiz, çocuklarımız bile anlayamıyor. B1-26 (R,
55, E)
Akademisyen olan bir Yahudi kadın, diğer ükelerdeki
Yahudi cemaatlerinin politik davranış kalıplarıyla karşılaştırıldığında
Türk-iye Yahudilerinin çok daha bastırılmış ve içine kapalı, apolitik bireyler
olduğunu belirtmiştir. Bu durum azınlık kimliğinden kaynaklı içe kapanma,
politik alanda pasif kalmanın yanısıra Türkiye’deki otoriter devlet ve birey
arasındaki ilişkisellikle de açıklanabilir. Kadın görüşmeci Yahudi cemaatinin
içinde bireysel olarak farklılaşmalar yaşandığı gibi cemaatin genel olarak bu
aykırı seslere tepkisel davrandığını aktardı. Bu bağlamda cemaatin kolektif
kimliğinin bireysel kimlikleri örselediği gözlenmektedir. Şalom gazetesinin özellikle devleti karşısına alacak muhalif haberler
yazmamaya özen gösterdiğini, bu konuda ciddi bir sansür uygulandığını
kendisinin gazetede çalıştığı zamanlarda yaşadıklarına referansla
aktarmaktadır. Uzun bir süre İsrail’de yaşamış olan görüşmeci Türkiye’den
İsrail’e göç eden Yahudilerin orda da apolitik kalmayı devam ettiklerini
vurgulamaktadır. Gerek Türkiye’de yaşayan gerek İsrail’e göç edip orda yaşamına
devam eden Yahudilerin politik davranış kalıplarının incelenmesi, cemaatin
genelinde hakim olan apolitikliği ülkenin siyasi-kültürel ikliminde, azınlık
kimliğinde, devlet ve azınlık cemaatleri arasındaki ilişkisellikte aramak
ayrıca detaylı bir çalışmada çözüm bulmayı beklemektedir.
Türkiye’deki
Yahudi cemaati apolitik bir gruptur. Öyleler. Çünkü bir ilgileri yok.
Rusya’daki Fransa’daki politiktir. Bastırma da var, bir tedirginlik var. Ama ne
olursa olsun, o insanların
kendilerine bağlıdır. Bunu kendileri istemediler… neme lazım bulaşmayalım…
İsrail’de de sürüyor bu. Eğer burda baskıdan dolayı olsalardı orda olmazdı.
Orda patlardı. Ama orda da kapalılar. Hiçbir
politik durumları yok. Ben çok açık sözlü bir insanımdır. Zaten lisanda da yoktur bizim. Mesela İbranicede “sen-siz” yok.
Herkes “sen”. Bay-bayan yoktur. Ben Şalom’da çalısırken dolayısıyla bir yazı
yazacağım zaman yazım kesiliyordu veya yayınlanmıyordu. Pro-İsrael bir görüşüm
vardı bir konuda, kalemim de güçlüdür ama hemen yazım kesilirdi. Çok rahatsız
oldum en sonunda ve gazeteden ayrıldım. Ben bu insanlardan farklıyım dedim.
C2-20 (Y, 44, K)
Gezi’de
bizim burası (Cihangir) kaynadı
kızım. Ama tabi yaşlandım artık dışarı çıkamadım gazdan etkilenirim diye. Kızım
şimdi gençler bir yerde haklıdırlar bana göre. Bu adam istiyor ki ben
yönetiyim. Karikatürler çok güzeldi. B1-12 (R, 85, E)
Gitmedim
ama destekliyordum. Ama korktum, o karmaşanın içinde yer almak istemedim. Ama
yapılanı tamamen destekliyordum. O bir başkaldırıydı, gençlerin başkaldırısı
inanılmazdı. Ordaki birlik bize ümit verdi, bir uyarıydı belki... Gri bir
boşluk, meydan mı orası? Kızım Gezi’ye
gitmedi diye biliyorum ama haberim olmadan
fırlamış hergün (gülerek). A1-11 (E, 51, K)
Ben her
gece Gezi’deydim. Benim 70 ruhum uyandı orda. Hergün birileri öldürülüyordu
70’lerde. Ben Ermeni kimliğimden dolayı ekstra bir terdirginlik yaşamadım.”
A1-16 (E, 61, E)
Gezi
Türkiye için yeni bir dönem. Gayet tabi genç olsaydım ben de giderdim. Türkiye
için yeni ve müspet bir dönem açıldı. Halk doğru bulmadığı şeye artık yeter dedi. B1-1 (R, 87, E)
... ama
büyük cesaret verici bir olaydı o. Gidip fotoğraflar çektim. Benim penceremden Gezi gözüküyor. Birebir
seyrettim alevleri. Açıkçası korktum tek başıma bir polisin eline düşmekten.
Desteğimi başka şekillerde vermeye çalıştım. B1-14 (R, 60, K)
Sana açıkça
birşey söyliyim mi, ben o direnişin de başkalarının ipleriyle olduğunu
düşünüyorum. Durdu durdu bir gecede mi direndi Türk Ulusu? Bu da bastırıldı ve
hiçbirşey değişmedi. AKM’de gitti. Bir topçu kışlası olmadı o kadar. Kaç tane
çocuk öldü kaç tanesi sakatlandı! Hiçbir işe yaramadı. Bir kızgınlık oluştu. O
kadar. B1-27 (R, 60, K)
İstanbul’un gayrimüslim azınlıkları Gezi Direnişini
“müthiş, özgürlük, tarihi, rönesans,
mihenk taşı, nev-i şahsına münhasır, ümit verici, demokrasiye açılan kapı”
olarak tanımlamaktadırlar.
Ben cenneti
Gezi’de gördüm. Bahçeye gittiğim vakit ayıptır söylemesi yemek de götürdüm.
Onun altı mezarlıktı eskiden. Helal olsun dedim, kalan kemiklerde mutlu
olmuştur o çocuklarla dedim. Ben
böyle çok ayaklanmalar gördüm, neticesiz. Bu Gezi ne yaptı biliyormusun? Halka
bir ayaklanma modelini gösterdi. Bir terslik oldu mu kalkın ayağı konuşun
demeyi öğretti bu Türk Milletine. B1-7
(R, 70, K)
Olması
gerekiyordu. Olmalıydı. İçki iç içme, 3 çocuk filan böyle bir şey olmaz.
Gezi’deki gençleri düşman gibi göstermek beni çok rahatsız etti. Gezi bir
patlama noktasıydı, olmalıydı, olacaktı ve oldu. Bu sadece park olayı değildi.
İnsanlar nereye kadar eyvallah... Gezi umut getirdi bize. C1-1 (Y, 65, K)
Gezi
Türkiye’nin bana göre dünya özgürlük tarihindeki ikinci ayağı. Hindistan’dan
sonra. Gezi Türkiye’ye çok büyük artılar getirdi, o çocuklar boşuna ölmediler…
Türkiye asla bu kadar sempati toplayamazdı. Gezi, Türkiye için önemli bir
rönesans oldu bence... Gezi bir mihenk taşı oldu. Bir şeyin başlangıcı “deadpoint” olarak alabiliriz. Demokrasi ve
özgürlüklerde kapıyı aralamaktır
önemli olan. Kapıyı aralarsan o rüzgar gider ve kapıyı açar. Gezi bence o kapıyı aralama açısından çok önemli bir adımdı. Dünyada bu kadar
eğitimli ve espri gücü yüksek bir hareket/direniş hiç olmadı. C1-4 (Y, 57, E)
Gezi
başladığında ben yurtdışındaydım. Çok heyecanlandım, üzüldüm sevindim, bütün
duyguları bir arada yaşadım. Gündüz de gece de gittim. Madden ve manen yardımda
da bulundum. Kendim gibi insanların orda olduğunu fark ettim. Müthiş bir
dostluk ortamı vardı. Gece de bağırmaya çağırmaya gittim. Hacim yaratmak için
gittim. Onların aralarından dolaştım, ben de kütle olarak ordaydım... Ama
Kürtlerin Kürtçe dans etmeleri, caz korosunun şarkı söylemesi “çapulcumusun vay
vay”, harikaydı. Apolitik olarak eleştirilen nesil namusunu kurtardı (gülerek). C1-10 (Y, 56, E)
Gezi birkaç
şeyden biriydi. “Grassroots” hareketi olarak başladığında ilk günlerde gayet
güzel olarak bir kaç gün içinde hükümetin yönetim biçimine karşı protesto
hareketine dünüştü. Solcusu, antikapitalist Müslümanlar, LGBT üyeleri, komünist
ne ararsan vardı. Gayet güzel orda geçinebileceklerini gösterdiler. Ben o
günlerde çok gitmiştim. Bazı marjinal guruplar katılmaya başladı, camlar filan
aşağı inince beni dahil pek çok kişiyi korkuttu ve katılım azaldı. Fakat
neticede zorla morla bastırıldı. Şimdi artık olanlar tamamen unutuldu, gündem
de yok. Gezi iyi bir fırsat olabilirdi. B1-13 (R, 64, E)
Hiç
düşünmezdim böyle bir şey çıkacağına, yeni gençlikte büyük cevher varmış. Bu da
takdire şayan bir şey. Bence Oy ve Ötesi çıktı, orda çalışan arkadaşlarım da
oldu, bence bu da çok önemli. C1-12
(Y, 74, K)
Gezi, nevi
şahsına münhasır bir olay. Aptal hataların gençlik üzerinde bıraktığı
intibalardan patlamaya kadar giden bir gençlik hareketiydi. Kızım, damadım ben
de gittim. Çok başka bir dünyaydı sanki Bolivya’da geziyormuşum gibiydi. Çok etkilendim,
insanların mutluluğunu yaşamak... Bunlar ütopya. Bunların uzun bir süreç içinde
olabileceğini düşünmedim. Zamanında bitirmenin önemi vardı Arada birlik yoktu,
ahenk vardı ama fikir birliği yoktu. Sonunda politik bir değeri olacağına
inanmadım. Ama uyunmadığının fark edilmesi çok önemliydi. O son bir hafta
olmamalıydı. Biz çekiliyoruz denmeliydi. Ama gaza geldiler. C1-3 (Y, 65, E)
Gezi’ye
gitmez olurmuyum... hiçbir sonuca ulaşmadı. Gezi’nin bir amacı olsaydı bugün
koalisyon olurdu. Kuru gürültüden başka birsey olmadı. Varyete sadece. Neyi
değiştirebildiler? Sesini duyurabilmek için ne yaptın? Çadırın içinde çay
partisi yapmakla özürlük savaşı olmaz. Ne oldu? Taksim meydanı benim kafam gibi
oldu! A1-12 (E, 64, E)
Alt-orta sınıftan, eğitim seviyesi düşük bir Rum kadın
Gezi’yi hiç tasvip etmediğini, tam olarak direnişin neden yapıldığını
anlamadığını ama sebebi ne olursa olsun devlete karşı ayaklanmanın gereksiz
olduğunu ve uygun bulmadığını belirtmiştir.
Valla
Gezi’de olanları kınadım ben. Ben anlamadım ordakilerin ne yapmaya
çalıştıklarını. Bunun sebebi ne? Ama yani bu kadar olay çıkarmanın anlamı yok.
Bir yürüyüş yap. Tamam polislerin davranışları da çok kötüydü. Bir de beş
yaşında çocuğun orda ne işi var? olay bizde biraz abartılıyor, fırsat
biliyoruz. B1-8 (R, 60, K)
Üçüncü ve dördüncü kuşak gayrimüslimlerin direnişe
destek vermelerinin sebebi ülke genelinde direnişe destek olan Türkiye
vatandaşlarıyla benzerlikler göstermektedir. Gençlere göre direniş sadece ağaç
meselesinden kaynaklanmamaktadır. Direnişe başta ağaçları korumak için fakat ardından direnişin
şiddetle bastırılmaya çalışılması sonucunda hükümetin baskıcı yönetim tarzını
demokratik ve barışcıl yollarla protesto etmek için gittiklerini belirtmektedirler.
Gayrimüslim kadınlar özellikle Gezi direnişi sırasında siyasi elitler
tarafından “kaç çocuk yapılmasına492, hamile kadınların sokakta
gezmemelerine493” dair açıklamalara tepki göstermek, özgürlüklerine
sahip çıkmak için direnişe katıldıklarını belirtmektedirler. Gezi’de
yaşadıklarını farklı dinlerden, dillerden, kültürlerden, LGBTİ-
feministler-Kürtler-antikapitalist Müslümanlar, insanlarla ilk defa biraraya
geldikleri, dans ettikleri, halay çektikleri “inanılmaz, müthiş, ütopik, tarihe
tanıklık ettikleri” bir tecrübe olarak
tarif etmektedirler. Gezi’ye giden genç gayrimüslimler, kendilerinden bir üst kuşaklarda da görüldüğü gibi, azınlık
kimliklerinden dolayı tedirginlik, korku hissetmemiş; kendilerini ilk defa bu
kadar büyük bir kalabalık içinde “toplumun bir parçası gibi” hissetmişler;
belki de Türkiye’de ilk defa azınlık olarak kimliklerini saklama gereği
duymadan, kendilerini açıkça
ifade edebilecekleri bir kamusal alana sahip olmuşlardır.
492Al Monitor, “En az üç çocuk”, Haziran 2012, (Çevrimiçi) http://www.al- monitor.com/pulse/tr/originals/2013/06/erdogan-three-children-campaign-women.html#,
14.01.2016.
493“Hamile kadın
sokağa çıkmasın”, (Çevrimiçi) http://everywheretaksim.net/tr/category/protestolar/feminist- protestolar/page/4/,
15.01.2016.
Yahudi bir erkek görüşmeci azınlık toplumlarından olan ve/veya “azınlık
hissedenlerin”, çoğul kimliklerin bir
araya geldiği bir oluşumda “Magen David kolyesi’ni494 taksa bile
tepki çekmeyeceğini” düşündüğünü aktarmaktadır.
Ben
Türkiye’de yaşadığım müddetçe herhalde böyle bir olay bir daha göremem. Ben
kendimi orda çok özgür hissettim. Kürtler halay çekiyordu öte yanda
sosyalistler, öte yandan Çarşı… aslında herkes eşitti orda. En güzeli de buydu.
Kimlik özgürdü yani. Heralde Magen David takıp gezsem kimse birşey demezdi,
bunu ilk defa hissettim. Ben çok büyülenmiştim. C2-11 (Y, 33, E)
Ben
gidemedim ama burada (Büyükada)
elimden geldiğimce direndim, tencere tava çalıyorduk her akşam, hatta gaz
maskesiyle DJ’lik yaptım bütün gece protesto amaçlı... Benim cemaatten giden de çok arkadaşım oldu. Hiçbiri ters bir
durumla karşılaşmadı. A2-10 (E, 39, E)
Gezi’ye
gittim tabi gitmezmiyim! İnanılmaz duygusal bir ortamdı, hayran oldum!!
Cematten giden yakın arkadaşlarım da vardı, çoğu solcu. Çok farklı bi ruhu
vardı oranın. Benim orda oluşumun ilk sebebi ağaçlardan sonra inat ve o kibirli
tavırdı. Ermeni olduğum için özellikle dikkat et demediler. Klasik önlerde
durma dediler (gülerek). Ben de
Ermeni kimliğimden dolayı başıma birşey gelir diye hiç düşünmedim. A2-3 (E, 25,
K)
Yahudi
olduğum için Gezi’de hiç kendimi tehdit altında hissetmedim. Gezi’nin o tarafı
güzeldi zaten. Kafası kapalı o şu bu... Çok acaip tipler vardı! LGBT olayı çok
iyiydi. Ben kendimi hiç azınlık hissetmedim.
C2-10 (Y, 30, K)
Gezi...
Fransız Devrimi okuduk ya bana öyle geldi. “Bu devrim” ya dedim, ters dönmüş
otobüsler, marşla şarkılar söyleniyor, panayır yeri gibi, herkes eğleniyor.
Ermeniyim diye hiç terslik yaşayacağımı düşünmedim, orası çok özgür bir yerdi.
A2-4 (E, 37, K)
Herkes
ordaydı, hangi dinden dilden dünya görüşünden olursa olsun, herkes birleşti
orda. Ütopik birşeydi bence. Hayatımızda böyle bir şey gördük, çok şanslıyız. Türkiye
494Yahudi yıldızı
Cumhuriyeti tarihinde bir dönem
noktasıdır Gezi. Benim orda olmamın tek bir nedeni vardı, hükümetin otoriter
tavrı. Cematten giden arkadaşlarım çok oldu. İnanılmaz solcu Ermeniler vardır,
tam solcu yani. Onlar sabahladı sürekli Gezi’de. Baya destek oldular. A2-6 (E,
22, K)
Hayatımda ilk defa Türkiye’de bir kalabalık içinde kendimi bir yerin parçası
gördüm.
C2-7 (Y, 36, K)
Azınlıkların
da kendini ifade edebileceği bir platform oldu. Bir anda senle birlikte bir
grup ortaya çıktı ve azınlık olmadın. Çok eğlenceli ve aynı zamanda çok acıydı…
C2-5 (Y, 30, K)
Ermeni ve
Rum gençler cemaat çevrelerinden en
çok solcu arkadaşlarının Park’a gidip destek verdiğini, Yahudi görüşmeciler ise
cemaatten solcu-sol ideolojiye yakın olmasa bile birçok arkadaşlarının direnişe
katıldıklarını aktarmaktadırlar. Feminist ve sosyalist olan bir Rum kadın
görüşmeci Rumlarda toplumun genelinde göründüğü gibi “sokağa çıkma” kültürünün
olmadığını, azınlık olmaktan kaynaklanan tedirginlikle birlikte iyice içlerine
kapandıkları için birçok kişinin Gezi’ye gitmeye çekindiğini aktarmaktadır.
Orta sınıf, işkadını bir Rum görüşmeci
gayrimüslim kimliğinden dolayı başının derde girmesinden çekindiği için
gitmediğini fakat sosyal medya üzerinden desteğini verdiğini; dördüncü kuşaktan
üniversite öğrencisi bir Rum ve işkadını bir Ermeni kadın görüşmeci de aileleri
izin vermediği ve azınlık kimliklerinden dolayı başlarına birşey gelir
korkusuyla Park’a gitmediklerini belirtmektedirler.
Ben Gezi’ye
sosyalist Rum kadın olarak gittim. Kimliğimin bir ayağı da Rum olmak. Acaip bir
deneyimdi. Ben Rum gençleri ne yapacak diye merak etmiştim açıkçası. Öyle çok
görmedim. Ben arkadaşlarıma rast gelmedim. Bir lise arkadaşım barikatlarda
olduğunu söylemişti. Çok katılan görmedim... sokaklara çıkma kültürü yok, genel
olarak toplumda bir korku var. Rumlarda bu daha çok var. B2-7 (R, 31, K)
Gezi’ye gitmedim.
Senin olmanla benim olmam arasında fark vardı. Kimlikler sorulsa bir L. içinden
sıyrılacaktı. B2-15 (R, 38, K)
Gezi’ye
gitmedim, korktuğum için gitmedim. Babamlar hayatta izin vermezlerdi. A2-2 (E,
28, K)
Bizim
jenerasyon apolitik. Kimsenin de alakası yok bizden. Arada çıkar ama çok az.
Aklımız havada şu anda. Gezi’ye gitmedim, ailem çok korktu orda. Biz Rumlar
veya Ermeniler “oraya gitmeyelim”
diye bir korku vardı. Arkadaşlarımdan da giden olmadı. B2-3 (R, 21, K)
Yakın
Ermeni arkadaşım gitmedi ama yakın Yahudi arkadaşım gitti. Annemler galiba
gelmedi... Ben de gizli gidiyordum zaten. Yahudi çok arkadaşım gitti. B2-14 (R,
22, K)
Çok Yahudi
vardı Gezi’de. Hahambaşı çağırıp konuşmuştu gençlerle. Çünkü bizde vardır, “Aman çocuğum gitme”.
Annem de o zamanlar “Sakın gitme” dedi hep. Bizde o korku hep vardır. Facebook’a bile koymaya
tedirgin olmuştuk başta ama benim umrumda olmaz. Poşu takıyorum diye beni içeri
alacaksa alsın. C2-5 (Y, 31, K)
Gezi’de
okulda (Ulus Özel Musevi Lisesi) bir
ara çocuklar siyah giyinip geldiler ölenler için. Galiba bütün ülke çapında
yapıldı böyle bir eylem. Bizim cemaatten giden çok oldu. C2-14 (Y, 38, K)
4.3.4.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermenilerinin Siyasi Parti Tercihleri
ve Oy Verme Davranışları
CHP’ye oy veriyorum ama sevgisiz
pişen aş gibi hiçbir işe yaramıyor. (E, 42, K)
İstanbul’un gayrimüslim azınlıklarının CHP’nin tek
parti iktidarında yaşadıkları travmalar, 1946’dan itibaren Demokrat Partiye
kitlesel olarak destek vermelerine neden olacaktır. 1947’den başlayarak
Türk-Yunan ilişkileri SSCB karşısında aynı ittifak sistemi içerisinde (NATO)
yer alma isteğinden dolayı yakınlaşma dönemine girmişler, bunun sonucunda İstanbul
Rum cemaati ve gayrimüslim azınlıklar bu dönemde geleceğe
iyimserlikle bakmaya başlamış ve kültürel, sosyal
cemaat yaşamlarında yeni bir canlanma
yaşamışlardır
(Benlisoy, 2015:361). Ermeni, Yahudi, Rumların büyük bir çoğunluğu
otoriter ve ayrımcı politikalarından dolayı CHP’ye karşı büyük bir antipati
besliyorlardı. DP’ye olan destek 6-7 Eylül’den sonra da devam etmiştir. Tek
Parti dönemine duyulan antipati ve tepki o kadar kuvvetlidir ki 1950’li
yıllarda yaşanan tüm olumsuzlukların üstünü perdelemiştir.
(1923-1950) dönemini ulus-devletin ve orta sınıfların
kentleşmesinin yönlenirdiğini söylemek mümkündür; Kemalizm, orta-sınıfın öncülüğünü
yaptığı bir burjuva devrimi olarak, modernite projesinin bir parçası olan
ulus-devleti oluşturma görevini üstlenmiştir (Şengül, 2009:112-3). (1923-1955)
arası dönemde orta-sınıflar aracılığı ile ulusal sermayenin oluşturulması
sürecinde gayrimüslimlerin belirli mesleklerden men edilmeleri, Varlık Vergisi
uygulaması, 6-7 Eylül, sonrasında ise 1964 Sürgünü
ile, azınlık cemaatlerinin özellikle orta ve orta
üst sınıfları ekonomik
açıdan zayıflatılmış, ulusal
sermaye oluşturulma sürecinden tasfiye edilmişlerdir. Bu bağlamda sosyal ve psikolojik
sebeplerin yanısıra ekonomik kaygılar nedeniyle de DP’ye gayrimüslimler
tarafından verilen destek bu dönemin genel bir karakteristiğini
oluşturmaktadır.
1946’da ben 16 yaşındaydım. 415 mebus katıldı DP’den, 35 tanede Halk Partisinden.
Dört sene ilk defa DP iktidara geldiğinde haçı denize attık495. B1-15
(R, 84, E)
1950 seçimlerinde DP’yi iktidara getiren faktörlerden
bir tanesi de, o yıllarda İstanbul için önemli bir seçmen kitlesi oluşturan
gayrimüslimlerin kitlesel bir biçimde DP’yi desteklemesidir. 1980’lerden
itibaren ise gayrimüslim azınlıklar ağırlıklı
olarak Anavatan Partisi (ANAP) ve Doğru yol Partisi (DYP) gibi sağ partileri
desteklemişlerdir. Cemaatler içinde çok az bir kesimin sol partilere oy verdiği
ve siyasetle aktif olarak ilgilendiği görülmüştür.
Benim babam
milletvekili adayıydı Güven Partisi’nden, 70 seçimlerinde. Sandıktan 3 tane oy
çıktı, bir tanesi annemin bir tanesi kapıcının (gülerek). Sıraselvilerdeydi parti yeri babam da
beni hep götürürdü. Ben paldır küldür içindeydim ama herkes öyle değildi. Hatta
bizlerden çok azdır solcu olan ve politik
olarak aktif olan. Ferit Çelikbaş
vardı, onlarla da
495 İstanbul
Rumları, İsa’nın vaftiz edilişini andıkları Teofania ya da diğer adıyla Ta Fota
Yortusu’nu her 6 Ocak’ta suyu takdis etmek amacıyla denize yakın bölgelerde
suya haç atarak kutlarlar (Çevrimiçi) http://www.atlasdergisi.com/gundem/denize-hac-atma-toreni-teofania.html,
31.05.2016.
hep görüşürdük. Babam
Menderesçiydi, ölene kadar.
Evde Marx, Engels
hepsini okurdum. B1-19 (R, 62,
E)
Çocukluğumda
herkes Demirel’ciydi, bizimkiler Sülo’ya veririrdi. Sonrada Özal dönemi
başladı. Bende ilk oyumu Özal’a verdim. Bizimkiler hep Özal’a verirdi. A1-12
(E, 65, E)
55’e kadar
toplumun 1923’den sonra yaşadığı en iyi devir; Menderes’in ilk devri. 6-7 Eylül
büyük bir darbe ama bu darbenin ani olma niteliği var, zaman ekseninde çok kısa
olması nedeniyle göçü tetiklemiyor. Patrikhane’de çabalıyor, Yunanistan’ın da
durumu o zaman iyi değil. Ama en önemlisi olayın kısa bir süre sürmesi. 64’de
olay çok iyi planlanmış ve amacı nüfusu azaltmak, eritmek. Seni ortadan
kaldırıyor, kalma imkanın yok; 6-7 Eylül bora gibiydi ve insanlar geçişi gördü.
57 seçimlerinde Rumlar yine Menderes’i destekledi çünkü 6-7 Eylül’ün ardında
yine İnönü var diyorlardı. Menderes olayların olacağını biliyor ama bu kadarını
tahmin etmiyordu. Bir gün Menderes Zapyon okulunu ziyaret ettiği zaman Celal Bayar’la beraber “Yahu yapın dedik ama bu
kadar da değil” diyor. ATİNA-6 (R, 63, E)
1980’lerin başında 24 Ocak kararları ile ithal ikameci
strateji sona erdirilerek, dışa açık
büyümeyi öngören bir strateji uygulamaya konulmuştur (Şengül, 2009:138). Özal
Dönemi olarak da adlandırılan 80’ler gayrimüslimler tarafından diğer
hükümetlere kıyasla istisnai bir dönem, “rönesans” olarak kabul edilmektedir.
Özal’ın Başbakanlık yaptığı (1983- 1989) yılları arasında liberal politikaların
benimsenmesiyle birlikte ekonomik pazarın yurtdışına açılması, ülkenin refah
seviyesinin yükselmesi, darbe sonrası kaybedilen özgürlüklerin tekrar
kazanılmaya başlanmasının yanısıra azınlıklara yönelik olarak da vakıf
seçimlerinin uzun bir aradan sonra tekrar yapılması, 1964 kararnamesinden sonra
Yunan uyrukluların geride bırakmak zorunda kaldıkları malları satabilme
hakkının kendilerine tanınması, 1989 yılında 500. Yıl Vakfı’nın kurulması ve
Musevi Müzesi496 (2001) projesinin oluşumu gibi bir takım olumlu
gelişmeler yaşanmıştır. 25 Ocak 1984 tarihinde dönemin Başbakanı Özal’a takdim
edilen tasarıyla 500. Yıl Vakfına devlet desteği sağlanmıştır. Türkiye Yahudi
cemaatinin ileri gelenleri ve Vakıf yönetimi ABD’deki güçlü Yahudi lobisi ile bu dönemde çok kuvvetli
ilişkiler geliştirmişlerdi (Bali, 1998). Siyasi alanda yaşanan tüm
496
http://www.muze500.com.
Galata'da, tarihi Zülfaris Sinagogu binasında faaliyet gösteren 500. Yıl Vakfı
Türk Musevileri Müzesi, 20 Eylül 2015 tarihinde tahliye edilerek kapatıldı.
Müzede sergilenen tüm obje ve belgeler, Neve Şalom Sinagogu içindeki özel bir
bölüme taşındı.
bu gelişmelerin toplumsal
alana yansıması sonucu görüşmeciler Özal döneminde azınlık kimlikleriyle hem ticari hem kamusal alanda
daha rahat hareket
ettiklerini vurgulamaktadırlar.
6-7 Eylül Olay’ları ve sonrasındaki ekonomik, siyasi
ve sosyal alanda yaşanan gelişmelerden sonra ilk kez Özal dönemiyle birlikte
gayrimüslimlerde devlete karşı bir güven oluşmaya başlamıştır. Bu güven oluşumu
ekonomik yatırımlarda da karşılığını bulmuştur. Türkiye ekonomisinin dışa
açıldığı, küreselleşme dinamiklerinden etkilenmeye başladığı bu dönemde sanayi
yatırımlarından vazgeçilmeye başlanmasıyla birlikte, büyük kentler,
özellikle İstanbul, stratejik bir meta olarak özel ve devlet
yatırımlarının ana hedefi haline gelmişlerdi (Şengül, 2009:138-1415). Varlıklı
olan gayrimüslim vatandaşlar daha önce yaşanan tecrübelere dayanarak paralarını
yurtdışında tutmayı tercih ediyorlardı. Daha orta sınıf ise gayrimenkul satın
almak yerine kirada yaşamayı tercih ediyordu. Özal döneminde gayrimüslim
cemaatler ve devletle yaşanan olumlu diyalog ortamı ve artan güvenle birlikte
büyük kentlerin yatırım
hedefi haline gelmesiyle birlikte rantların artan
cazibesinin bir sonucu olarak azınlıklar da kendi
ülkelerinde gayrimenkule yatırım yapmaya başlamışlardı. Bu bağlamda Özal bu
kuşak temsilcilerinin belleğinde olumlu bir imge olarak yer tutmaktadır.
Özal
iktidarı Türkiye’deki Yahudi toplumunun çok rahat bir şekilde Yahudiyim
demekten korkmadığı bir dönemdi. 24 Ocak kararları, dünyayı dolaşması,
insanlarla ilişkileri, insanların
askeri cuntadan kurtulmak istemeleri, Özal her kesimden insanı aldı. Özal bu taklaları atarken dünyada birçok
fonla temas etti ve bunlar Yahudi fonlarıydı. Zaten 80’li yıllarda Yahudilerin
ekonomisi çok güçlüydü. Bir ülke parayı kime teslim eder? Yahudiye
teslim eder (gülerek). O dönemlerde muhattab olduğu
her üç kişiden biri Yahudiydi. Onlarla ilişkiye girmiş olmak
“Aaa Yahudiler kötü de değilmiş” algısını açtı. O yüzden Özal 500.Yıl Vakfını
kurdu. Yahudiler o dönemlerde “kimlikleşti”. Hep Yahudiler konuşuldu.
Uluslararası ilişkiler bağlamında Yahudi toplumundan destekler
gitti, lobiler devreye
girdi. O sana para bulmanı
sağladı, ilişkiler kurmanı sağladı. Türkiye’ye bunun çok çok menfaati oldu. Özal çok akıllıydı. 500. Yıl Vakfı
sayesinde Türk kamuoyunda “Yahudiler bize bu kadar faydalı oluyorlar” filan
denmeye başlandı. Ermeni tasarısıyla ilgili Yahudilerin desteği filan497…
Rönesans dersen Özal’dır. C1-4 (Y, 56, E)
497Türkiye
Yahudi cemaatinin yönetiminin ABD’deki güçlü Yahudi lobisi ile kurmuş oldukları
mükemmel ilişkiler sayesinde İsrail devleti ile eşgüdümlü çalışan Amerikan
Yahudi lobisi “24 Nisan soykırım günü” karar tasarılarına karşı koymaktan,
TSK’ya satılması öngörülen fırkateynlere Amerikan Kongresi’nin koyduğu satış
kısıtlaması yasağının kaldırılmasına, Türkiye’nin AB’ye üye olmasını desteklemekten, Kafkaslar’dan gelecek
Yasaklarlan
büyüdük biz. O yüzden Özal’ı sevdik. Milletten kahve dilenirdik dışarı gidince.
Ama azınlık icraatları açısından hepsi aynı bence: azınlık =öteki. A1-5 (E, 59,
E)
Özal
dönemine kadar genelde Yahudiler mülk edinmeyi sevmezlerdi. Çok parası olan
İsviçre’de bulundururdu. Özal’ın hareketiyle bir güven oluştu ve herkes
parasını mülke yatırmaya başladı. Bir yeri satın alınca da orda oturmaya
başladı. bir espri vardır, “Niye Yahudiler hep kafalarında şapkalarıyla
gezerler? Çünkü hep yola dizilmek üzere bir mecburiyetleri çıkabilir. C1-12 (Y,
74, K)
Özal’ın
zamanında değişti. 1964 gizli kararnamesini kaldırdı. Yunanlıların malları
mülkleri hiç olmazsa satmaya müsade edildi. Ondan sonra yine bir dönem durdu.
En son bu hükümet zamanında hakikaten bir çok sey yapıldı. B1-5 (R, 65, E)
Bu devlete
kadar güveni sadece
Özal’ın zamanında yaşadık.
Ondan önce hiçbir
zaman güven içinde olmadık. ATİNA-2 (R, 64, K)
Özal şu
anki Patriğe sahip olmamızın yegane sebebidir. Seçimlerimiz serbest
bırakılmıştı. Genelde sen Patriği seçersin beş altı kademede, MİT gider
araştırma yapar en vasıfsız olan seçilirdi. B2-1 (R, 35, E)
2000’den itibaren 2014’deki seçimlere kadar ise, her
üç cemaatin ciddi bir oranda AKP’ye destek verildiği görülmektedir. AKP’nin,
sağcı ve muhafazakar bir parti olmasına rağmen, ülkenin demokratikleşmesi ve
ekonomik istikrarın sağlanması için vaatleri umut verici bulunmuştur. Özellikle
(2002-2007) arası dönemde gayrimüslim cemaatlerin taşınmaz mallarının iadesi,
kiliselerin-okulların tamiri ve onarımı için hayata geçirilen projeler gibi bir
çok alanda açılımların yaşanması, cemaat temsilcileri ile hükümet arasındaki
diyalog ortamı azınlıklar tarafından olumlu ve yapıcı bulunmuştur. Diğer
taraftan üst kuşakların belleğinde CHP’nin halen olumsuz bir yer tutmaya devam
etmesi her üç cemaatten büyük bir kesimin AKP’ne oy vermesinin en belli başlı
sebeplerini oluşturmuştur. 2013 Haziran ayındaki Gezi Direnişi’nden sonra ise bu durum değişmiş,
hükümetin ve dönemin başbakanı Recep Tayyip
petrol boru hattının
Türkiye’den geçmesine kadar tüm platformlarda Türkiye’ye desteğini esirgemedi (Bali, 1998b).
Erdoğan’ın otoriter ve baskıcı yönetim tarzından, zaman içinde giderek
artan muhafazakar bir toplum oluşturma hedefinden dolayı AKP’ye oy veren
gayrimüslimlerin 2014 ve 2015 seçimlerinde ya oy vermediği ya da stratejik
amaçlı, istemeyerek de olsa, CHP’ye oy verdikleri, belli bir kesiminde
(özellikle gençler ve sol tandanslı olanlar) Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) oy verdiği tespit edilmiştir. Bu
bağlamda gayrimüslimlerin orta ve orta üst sınıf, kentli, seküler
Müslüman-Türklerle aynı oy davranış kalıbına sahip olduğu rahatlıkla
söylenebilmektedir. Seküler orta sınıf Müslüman Türkler, Kılıçdaroğlu’nu
karizmatik bir lider olarak görmemelerine, siyasi programını, hedeflerini
tatmin edici bulmamalarına rağmen, soldan gelen inandırıcı bir alternatifin yokluğunda
muhafazakar, otoriter ve siyasal İslam eğilimli bir parti olan AKP karşısında
seküler, modern yaşam tarzlarının garantörü olarak gördükleri CHP’yi tercih
etmektedirler. Gayrimüslim azınlıklar da, politik belleklerinde çok olumsuz yer
tutmasına rağmen hakim grubun seküler orta sınıf kesimi ile benzer sebeplerden
dolayı CHP’ye oy vermişlerdir.
Aşağıda görüleceği üzere, Rum, Yahudi ve Ermeni
cemaatleri kendi içlerinde oy verme davranışı göz önünde bulundurulduğunda
heterojen bir nitelik göstermektedirler. Diğer bir anlatımla her cemaat kendi
içinde ve birbirleriyle karşılaştırıldığında yaşa, eğitime, ait olduğu sosyal
sınıfa, oturduğu semte bağlı olarak bölünmüş ve çeşitlenmiştir.
Gayrimüslimlerin oy verme davranışını hem kendi içlerinde, hem birbirleriyle,
hem de hakim grupla karşılaştırabilmek için konuya odaklı daha detaylı bir
çalışma yapılması gerekmektedir. Tez
konusunun genişliği ve derinliği göz önüne alındığında bu kısımda
gayrimüslimlerin anlatılarından çıkan, kendi vurguladıkları noktalar ortaya
konulmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda iki nokta öne çıkmaktadır. Birincisi,
azınlıkların Cumhuriyet tarihi boyunca iktisadi ve siyasi bürokratik rejimle
hegemonik bir çatışmaları olmamıştır. Komşuoğlu’nun İstanbul Ermenileriyle ilgili
bir saha çalışması sonucunda yaptığı tespite
göre Türkiye siyasetinde yerel seçimlerde öne çıkan patronaj ilişkileri
Ermenilerin oy davranışlarında da etkili olmaktadır; Ermenilerin siyasal
tutumları Türk siyasi seçmenlerinin davranışlarıyla paralellik göstermekte,
oylar ideolojik olmaktan öte faydacı bir anlayışla kullanılmaktadır
(2007:150-164). 1950’ler, 1980’ler ve 2000’lerdeki gayrimüslimlerin yerel
seçimlerdeki davranışlarına bu çalışma kapsamında dar bir ölçekte bakılmış olsa
da özellikle Ermeniler ve Rumlar için bu tespitin geçerli olduğunu söylemek
yanlış olmayacaktır. Özellikle ilk iki kuşakta varlığını sürdüren CHP’ye karşı
tutum, devlet ve bürokrasi nezdinde tarihsel bir süreklilik gösteren dışlanma
ve ayrımcılık görmeleri azınlıkları daha faydacı davranmaya yöneltmiştir. Yukarıda da bahsedildiği gibi, cemaatlerin tümü için böyle bir
yargıda bulunulmamaktadır. Cemaatin genel politik tutumundan farklı
olarak bireysel olarak ideolojik oy veren azınlıklar da bulunmaktadır. Seçmen
davranışlarında gözlenen bu genel tutumda kırılma, aşağıda analiz edildiği
gibi, 2013’den itibaren genel seçimlerde gerçekleşmiştir. Son iki genel seçimde
klientel ilişkilerin çok geçerli olmadığı gözlenmektedir.
4.3.4.1.
2014 Yerel Seçimi ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi
Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin oy verme
davranışları siyasi konjonktüre ve aldıkları yerel hizmetlere göre hassasiyet
göstermekte ve değişmektedir. 2014 Mart ayında yapılan yerel seçimleri ve
Ağustos ayında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki oy tercihleri açısından
Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler farklı oy verme davranışları göstermişlerdir.
Yoğunlukla Şişli ilçesinde oturan ağırlıkla orta sınıf Ermeni ve Rum
görüşmecilerin bir bölümü yerel seçimlerde yerel hizmetlerinden memnun
kaldıkları için ve/veya AKP’nin oyunu arttırmaması için stratejik olarak
Sarıgül’ü, bazıları da bağımsız adayları desteklemişlerdir. Yahudi
görüşmecilerin büyük çoğunluğu daha ideolojik sebeplerden yerel seçimlerde
Mustafa Sarıgül’e ve CHP’ye oy vermişlerdir. Gayrimüslimler Sarıgül’ü modern ve
Batılı bir karakter sergilemesi ve cemaatlerle sıkı ilişkileri olmasından
dolayı CHP’ye duydukları antipatiden bağımsız olarak desteklemektedirler.
İstanbul belediye başkanlığı için sadece alt orta
sınıftan ilkokul mezunu bir Ermeni erkek ve Rum bir kadın ile orta sınıfa
mensub üniversite mezunu bir erkek Ermeni görüşmeci İstanbul için yaptıkları
hizmetleri takdir ettikleri için AKP’ye oy verdiklerini belirtmişlerdir.
İstanbul’da yerel seçimde oy verme davranışı olarak, gayrimüslim azınlıklar
sınıfsal açıdan kentin bütünüyle benzer bir oy verme davranışı
sergilemektedirler. İstanbul genelinde orta ve orta üst sınıflar CHP’ye ya da
seküler, modern yaşam tarzını savunan diğer sol partilere oy verirken, daha
yoksul, kırsal kökenli ve muhafazakar kesimler ise AKP’ye oy vermektedirler.
Tez kapsamında yapılan görüşmelerde Rum, Yahudi ve Ermenilerde de bu sınıfsal
oy verme davranışı benzerliği ortaya çıkmıştır.
Son
seçimlerde (genel seçimler)
Demirtaş’a verdim. Bir kere demokrasiye inanan bir adamım. Bugün İslamı
tandanslı bir yönetimimiz var. AKP’ye oy vermem mümkün değil. İstanbul’a metro yaptık diyor,
100 sene geç kalmışın zaten!
Bu zaten senin görevin. Ben
ateistim. Bir dayatma var ve bana
göre değil. CHP benim son 45 senemin içinde tanıdığım en faşist parti. Bana
göre CHP’nin faşizanlığının yanında MHP solda sıfır kalır. Eğer kazansaydı
Demirtaş çok sevinecektim. Belediye seçimleri çok ayrı tabi. Devlet yönetmekle
ikisi arasında dağlar var. Sarıgül’den haz etmem ama neticede hizmete
bakıyorsun. İstanbul olarak memnun musun?
Evet. Modern bir insan olarak
karşılığını da vericeksin. A1-10 (E, 62, E)
Bir önceki
seçimde AKP’ye verdim. Baya iş yapıyor çünkü, doğruya doğru. Gerçekten AKP çok
çalıştı. Güzel yollar yaptı, hastaneler yaptı. Emekli maaşımdan beş kuruş
kesilmedi hiç şimdiye kadar, Yunanistan’da herkesten kesiliyor bak.
Cumhurbaşkanlığında oy kullanıcam. Kime vericem bilmiyorum daha. Bence Erdoğan
alıcak. B1-8 (R, 60, K)
2014 Ağustos ayında ilk kez halkın oylarıyla
belirlenen Cumhurbaşkanlığı seçiminde ise kendisini temsil eden bir aday
olduğuna inanmadığı için Ermenilerin büyük bir kısmı oy kullanmadıklarını
belirtmiştir. Her üç cemaatten ve farklı sınıfsal katmanlardan oy kullanan
azınlıklar içinde de büyük bir kısım, muhafazakar ve otoriter politikalarından
dolayı AKP karşıtı oldukları için ve oyları boşa gitmesin diye Ekmeleddin
İhsanoğlu’na verdiklerini, bazıları da demokrasiyi ve azınlık haklarını çok iyi
savunduğu için Selahattin Demirtaş’ı desteklediklerini belirtmişlerdir.
Ben
geçtiğimiz seçimde vermedim oy. Ne yaparlarsa yapsınlar dedim vermedim. Kime
vericem? Kim var? Muhalif kim var? Kılıçdaroğlu’na hayatta vermem. Ermeni’den
belediye başkanı mı yapıcaklar? Kafaya kıymet veren yok ki. Aman git
allahaşkına bunlardan hiçbirşey
olmaz. Baykal orda mı hala, gitti mi? A1-9 (E, 82, K)
Yerel
yönetimlerde Sarıgül’e verdik. Cumhurbaşkanlığında kullanmadım oy, zaten
belliydi birinci. Bilinçli vermedim. Artık sıkıldım, zaten Ekmeleddin’e
vermeyecektim, verseydim de Selo’ya verirdim. Ailecek kullanmadık biz. Ermeni
cemaati Özal’cıydı. 80’lerde herkes Özal’a verirdi. Ya da sol bir parti mümkün
değildi. Ermeniler hep sağcıdır. A1-5 (E, 60, E)
İstanbul’un azınlık cemaatlerinde, AKP’nin özellikle
Gezi’den sonra muhafazakar demokrat çizgisinden zaman
içinde uzaklaştığını, otoriter
tektip ve dindar
muhafazakar bir
toplum yaratmaya çalıştığına dair bir kanı oluşmuştur. Her üç cemaattin
mensuplarıyla yapılan görüşmelerde,
Haziran 2015 genel seçimlerinde CHP’ye karşı reaksiyonun halen devam ettiğini
fakat çevrelerinden birçok kişinin AKP’nin ilk yola çıktığında savunduğu
demokratik değerlerden vazgeçmesinden dolayı ve muhalefet alternatifi
olmadığından dolayı belleklerinde olumsuz bir yer tutan CHP’ye istemeyerek de
olsa oy kullandıkları aktarılmaktadır. CHP’nin ekonomi ve dış politika
alanlarında yetersiz olduğu ve güven vermediği görüşmecilerin üstünde
durdukları bir başka ortak noktadır. CHP’den sonra oyların en fazla HDP’ye
verilmektedir.
Cemaatte oy
verme konusunda herşey olabiliyor. Demirel’e de verildi, Ecevit’e de Özal’a da
verildi. Tabi ama istisnalar var. Bir sürü AKP’ye veren işadamı var, ben
Ada’dan verenleri biliyorum. Ermeniler’den de oldu. Bizimkiler paraya bakar,
kim para kazandıracak ona oy verirlerdi. Şimdi değişti ama bu seçimlerde (cumhurbaşkanlığı). Millet
CHP’ye döndü. Ben de CHP’ye
verdim bu arada. C1-5 (Y, 58, K)
Ben bugüne
kadar istediğime değil istemediğime karşı olana oy verdim. Müthiş bir
paradoksdayız. Ben çocukluğumu CHP’den korkarak geçirdim. Cemaate yakın olarak
Adalet Partisi’ni gördük sonra Özal. Ve şimdi CHP bizim kendi kurtarıcımız gibi
duruyor. Çaresizlik çok kötü birşey. Bu seçimde herkes verdi benim çevremde.
Sabahleyin 7:30 vapuru akın akın doluydu. Akşam katamaranın da kavga çıkmış
hatta kalabalıktan. Ama herkes hayal kırıklığıyla döndü ve en kötüsü “Bir daha
kullanmayacağım” dedi. C1-10 (Y, 55, E)
Bence
AKP’ye verilen oylar bizim cemaatte herkesin beklediği kadar yüksek oranlarda değil, daha düşük oranda
gerçekleşti. Herkes zannediyor ki Yahudiler hepsi AKP’ye verdi, CHP’liler söyler
bunu bize hep. Demokrasilerde sistem vardır, alternatif olmaz. Türkiye’nin demokrasisinde hiçbir zaman sistem olmadığı
için hep liderler oldu, asker olabilir sivil olabilir, dinci veya değil… hep
tek kişi. Bizim maalesef demokrasi kültürümüz yok. CHP tek alternatif olmaya mecbur mu? Ben bu sefer deklare
ettim herkese Demirtaş’a oy vereceğimi. Neden Demirtaş? Çünkü benim algıladığım batı
demokrasisini en iyi savunan insan. Türkiye’den toprak talebinde
bulunacaklarını da zannetmiyorum. C1-4 (Y, 56, E)
Geçen
seçimlerde bir taraf tutmadım. CHP’nin geldiğinde daha iyi bir kapasitesi
olduğu konusunda özel bir inancım
yok. Bu konuda bana göre kadrolar çok zayıf. Başa
geçtiklerinde dış politika olarak,
ticari politika olarak zayıflar. Geçen seçimde AKP’nin oyları makul seviyede kalsın diye CHP’ye verdim. Oyumu vermesem
ne olucaktı? AKP’ye vermiş olucaktım. Şimdiki seçimde herşeyini tasvip
etmiyorum ama Mustafa Sarıgül. En azından aralarında batı felsefesine daha
yakın, Atatürk’ü iyi yorumlayan ve herkesi kucaklayan bir adam. C1-3 (Y, 64, E)
Son
seçimlerde oy kullandım. Sarıgül’e verdim, Cumhurbaşkanlığı’nda kullanmadım.
Kullanacak olsam Demirtaş’a verirdim. Bir CHP alerjisi var tabi. Cemaatin büyük
bir kısmında CHP’ye karşılık vardır hala. Çok da büyük baskı var cemaatin kendi
içinde. “Niye CHP? bize yapılan şeylerın başlangıç noktası, nasıl oy
verirsiniz” diye verenlerle vermeyenler
arasında gerginlik vardır. Her ne kadar siyasetle alakam olmasa da sola
yakınlığım vardır. Şu anda diğer tarafa (AKP) çok karşı olduğum için bölünmelerin doğru olduğunu düşünmüyorum.
Oyları bölerken bu adamı güçlendirdiğimizi düşünüyorum. O yuzden CHP veya
Sarıgül olduğu için değil AKP gelmesin diye CHP. A1-11 (E, 51, K)
Babam
Adalet Partisi’ne verirdi. Rum cemaati İnönüye aslaaa, hatta ona “sağır”
derdik. Denkdaş’ta sevilmezdi. Ama AKP’den sonra biraz değişti. Gene de…
Erdoğan verdi ya vakıf mallarını. Bize en az kötülüğü yapan olarak AKP. CHP
hala İnönü’nün devamı olarak görülüyor. Ee cumhurbaşkanlığı içinde Ekmeleddin’e
vericez napalım. Özal’a verirdik tabi ama adam ülkeyi açtı. Dolarları
sütyenimize doldururduk. Ecevit zamanında vize yoktu. Nerden nereye…. Fakat
işin kötü tarafı CHP İnönü’den dolayı hala kötü görülüyor. Hafıza işte… B1-14
(R, 61, K)
Üçüncü ve dördüncü kuşak gayrimüslimler arasında orta
ve orta üst sınıf, eğitimli Ermeniler 2014 yerel seçimlerinde oylarını “kötünün
iyisi” olarak niteledikleri CHP’ye ve Barış ve Demokrasi Partisi (BDP)’ye
vermişlerdir. Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde görüşmecilerin
oylarının büyük çoğunlukla Ekmeleddin İhsanoğlu’na, bir kısmının da Demirtaş’a
gittiği görülmektedir. Bu kuşak içinde de Tek Parti döneminde ve sonrasındaki
yıllarda gayrimüslim cemaatlere uygulanan ayrımcı yurttaşlık pratiklerinden
dolayı CHP’ye karşıt bir duruş oluştuğu gözlenmiştir. Politik bellek bir üst
kuşaklardan alt kuşaklara aktarılmakta ve gençlerin seçmen davranışlarını
şekillendirmektedir. CHP en az MHP kadar milliyetçi bir parti olmakla
eleştirilmektedir. Her ne kadar CHP’ye sempati beslemeseler de Gezi’den sonra AKP’nin ve Erdoğan’ın muhafazakarlaşan otoriter siyasetine
karşı oldukları için ve başka
bir muhalefet alternatifi de olmadığı için 7 Haziran
2015 seçimlerinde “mecburen” CHP’ye oy vermek zorunda kaldıklarını
aktarmaktadırlar.
AKP’nin demokratik çizgisinden Gezi’den sonra hızlı bir biçimde
uzaklaştığını, İslami
muhafazakar bir toplum yaratılmaya çalışıldığını, bu durumu hem kentli, orta
sınıf modern bireyler olarak hem de gayrimüslim kimliklerinden dolayı tehlikeli
ve gelecekleri açısından tehditkar buldukları görüşmelerde vurgulanmaktadır.
Üçüncü kuşak gençlerde ikinci kuşağın büyük
bir bölümüne ve birinci kuşağa
göre oy verme
davranışında bir kırılma
gözlenmektedir. Gençler, CHP’de olumlu bir değişim ve dönüşüm
yaşandığını, gençlerin parti yönetiminde daha fazla yer almasıyla CHP’nin
Kemalist ulusalcı kimliğinden yavaş yavaş sıyrılmaya başlayacağını
düşünmektedirler. Bu bağlamda en genç kuşakta CHP’nin değişen profiliyle
birlikte bellekteki acıların unutulmaya başlandığı görülmektedir. Üçüncü ve
dördüncü kuşak için BDP özellikle son seçim dönemi kampanyasında, Türkiye’deki
farklı etnik kökenden halkları kucakladığı, teröre karşı barış mesajı verdiği
ve müzakereci bir siyaset izlediği için umud vaad eden bir parti olarak
görülmektedir.
Kötünün
iyisi var CHP, azınlıklara o kadar çektirmiş bir parti, geçmişteki olayları
unutmuyorum ama daha iyi bir gelecek için umut edip veriyorum oyumu. Ailecek hep
onlara verdik. Sol bizde hiç olmadı ki cemaat sağa verir. Ben hep mecbur
olduğum için bu eller CHP’ye oy attı. A2-10 (E, 39, E)
Mesela
bizde şey vardır “CHP! Kesinlikle oy vermememiz lazım”! Burdaki Ermenilerin
çoğu solcudur aslında ama CHP nefreti var tabi. Şu an değişti CHP bence, asker
kökenliler kalmadı. Sadece Atatürkçü olmakla övünen bir partiydi, verdiği
zararlar ortada. Biz CHP’ye veriyoruz, bakalım bu seçim (cumhurbaşkanlığı)
çok önemli. A2-13 (E, 37, E)
Ben bir
önceki seçimde de AKP’ye vermedim. Bir öncekinde bağımsız adaya verdim. CHP’nin
de aşırı milliyetçi bir kimliğinin olduğunu düşünüyorum. MHP’den bile daha
tehditkar olabiliyor. Kılıçdaroğlu biraz daha yumuşattı ortalığı. Bu seçimde CHP’ye
verdim sadece Erdoğan’a karşı olduğum için verdim. Annemler de CHP ye verdi. A2-4 (E, 37, K)
Ben seçimde
CHP’ye oy verdim, ailecek öyle verdik. Ben AKP’nin yaptıklarını azınlıklar için kesinlikle reel bulmuyorum. CHP’yi
de çok desteklediğimden değil ama
CHP’yi değiştirebileceğimize
inanıyorum. Bizim gibi insanlar dönüştürücek. Değiştirebiliriz, biz birşeyler
yapabiliriz. Resmen George Orwell “1984” şu an yaşadıklarımız. Herkes eşittir
ama bazı hayvanlar daha eşittir... A2-6 (E, 22, K)
Şişli’de oturan Ermeniler yerel seçimlerde, belediye
hizmetlerinden çok memnun kaldıkları için CHP’yi desteklerini
belirtmektedirler. Bazı görüşmeciler de büyükşehirin
belediye hizmetlerinde çok başarılı olduğunu, iyi çalıştıklarını,
ideolojilerinden bağımsız olarak verdikleri hizmetten ötürü AKP’ye oy
verdiklerini aktarmaktadırlar. Ermeniler cemaat içinde ticari çıkarları için
veya tamamen CHP karşıtlığından dolayı AKP’ye oy veren, 35-45 yaş arası belli
bir kesimin olduğunu eleştirel bir dille vurgulamaktadırlar.
Bu benim
ikinci oyumdu. Ben CHP’ye verdim. Benim bütün arkadaş çevrem kullandı. Bizde
herkes, ailemde dahil CHP’ye verdi. Ama arkadaş çevremin ailesinde AKP’ye bir
önceki seçimde veren olduğunu biliyorum. Bence ekonomik sebeplerden çok, CHP nefreti
var Ermenilerde. Ermeni cemaatinde körü körü bir AKP sevdası var. Neden ben
bunu anlamıyorum? Bende körü körüne savunmuyorum CHP’yi ama AKP’ye niye verilir
anlamıyorum... A2-3 (E, 24, K)
Biz
Şişli’deki belediyecelikten de memnunuz. Tayyip’i desteklemelerini ben inan
anlayamıyorum. Bir tanesi ben verdiği hizmete bakarım diyor. O metro kimin
projesiydi? İslami muhafazakarlığını tehdit olarak görmeyen çok kişi var. Bana
uzun vadede bu parti güven vermiyor. Sadece metrobüs müydü derdimiz? Ekmeğin
fiyatına baksan şu an kazandığın para
pul oldu. Buna hiç kimse bakmıyor. Bir de zengin olup iyice zenginleşenler
oldu. Bir arkadaşım geçen gün “Ben AKP olmasa bu kadar ticaret yapamam” dedi.
A2-7 (E, 32, K)
İkinci ve üçüncü kuşaktan Rumların büyük çoğunluğu,
AKP’nin seçimle işbaşına geldiği ilk yıllarda azınlıkların ve ezilmiş grupların
haklarını savunacağına, demokratik bir açılım yaratacaklarına dair verdiği
sözleri umut dolu ve samimi bularak AKP’ye oy verdiklerini aktarmaktadırlar.
AKP’yi desteklemelerinin bir diğer sebebi de politik belleklerinde CHP’nin
olumsuz bir yer tutmasıdır. Gençlerde İsmet İnönü ve Deniz Baykal olumsuz bir
şekilde anılırken, Kılıçdaroğlu’na daha olumlu yaklaştıkları gözlenmiştir.
Gençlerdeki CHP karşıtı
duruşun bir çeşit travma belleği
gibi aile içinde kuşaklar boyunca
aktarıldığı görülmüştür. AKP’nin geçmişteki hükümetlere kıyasla
azınlıklar için somut olarak adımlar atan ve iyileştirmeler yapan parti
olmasına rağmen seçildiği ilk dönemler taahhüt ettiği çizgisinde durmamasından
dolayı son seçimlerde oyların bağımsız adaylardan Sırrı Süreyya Önder’e, 2014
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş’a ve CHP ve MHP’nin ortak adayı İhsanoğlu’na, Haziran 2015
seçimlerinde HDP’ye ve CHP’ye dağıldığı gözlenmektedir. CHP’ye dağılan oylar Ermeniler de görüldüğü gibi stratejik verilmiş
oylardır. Birkaç görüşmeci ise son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde
kendilerini temsil eden bir aday olmadığı için oy kullanmadıklarını
aktarmışlardır.
CHP’ye
maalesef zorunlu oy veriyoruz. Ben de son seçimlerde CHP’ye verdim. AKP
döneminden evvel kiliseleri boyayamazdık bile. Bütün kiliselerimiz restore
edildi AKP’den sonra. B2-2 (R, 37, E)
Seçimlerde
sandık başındaydım. Oy ve Ötesi’yleydim ama o da boşuna çıktı... Ekmeleddin’e
verdim, stratejik düşündüm ama şu anki kafamla pişmanım. Şu an versem Selo’ya
verirdim. Madem işe yaramıyor bari kendime ters düşmeyen bir partiye veriyim
diyorum. B2-14 (R, 22, K)
Demirtaş
çok sevindi yüzde 10 aldı diye. Ben yurtdışındaydım veremedim ama olsam Selo’ya
verirdim. Ama ben reel siyasete çok yansıyacağını düşünmüyorum. Şu an 12 yıldır
iktidar da olan bir partiden bahsediyoruz. Yüzde 50 açısından bu alışkanlığı
değiştirmenin çok zor olduğunu
görüyorum, korkarak maalesef. B2-7 (R, 31, K)
Babam “41
doğumluyum ne çektiysem CHP’den çektim ama bu sefer mecburen vericem” dedi. B2-12 (R, 41, K)
Ben CHP’ye
Kılıçdaroğlu için verdim, Deniz Baykal olsa hala vermezdim. Ama dedik oylar
bölünmeseydi. HDP’ye bizden oy veren vardı ama Ermeni tayfası daha çok verdi.
B2-1 (R, 36, E)
2014 seçimlerine ilk kez parti olarak giren BDP, kadın
ve “öteki” olarak tarif edilen tüm kesimlerin siyasette temsil edilmesine
yönelik vurgusu görüşmelerde sıkça dile getirilmiştir. 2015 seçimlerinde HDP’nin
bölgesel olmaktan Türkiye
partisi olma yolunda
gitmesiyle birlikte azınlıklar için siyasi temsiliyetin önünü açması
takdir edilmektedir.498 Fakat
Rumlarda bunun oya dönüşme oranının Ermenilerde olduğu kadar yüksek olmadığı
gözlenmiştir. Kendilerini sosyal demokrat ve feminist olarak tanımlayan biri
kadın biri erkek iki görüşmeci bu davranışın sınıfsal bir temeli olduğunu
belirttiler. Bu iki görüşmecinin ortak görüşüne göre Rumlar HDP’yi Kürt kimliği
ile görmekte, “köylü-kentli” dikomotisine dayanarak kendilerini İstanbullu Rum
olarak ayrıştırmakta ve biricikleştirmektedirler. Kadın görüşmeci bu noktada
80’li, 90’lı yıllarda ülkede darbeden teröre birçok sorun yaşanırken Rum
cemaatinin çok içine kapalı ve pasif bir davranış sergilediğini belirterek bu
durumun bastırılmış-sindirilmiş azınlık kimliğinden öte elitist bir “sınıfsal biriciklik”le ilgili olduğunu
söyleyerek cemaate içerden bir eleştiri getirmektedir. Bu bağlamda cemaat içi
eleştirinin bu kuşakta bir çeşit politik bütünleştirmeyi gösterdiği
söylenebilmektedir. Gençler bir üst kuşaklara göre politika ile daha çok
bütünleşmekte, geçmiş yerine bugünü daha fazla yorumlamaktadırlar.
“İstanbul
bizim şehrimiz”, “İstanbul ne elit bir şehirdi, şimdi Kürtler bastı” ... Sanki
kendi yaşadıkları biricik birşeymiş gibi. O yüzden bir Rum’un Demirtaş’a oy
vermesi garip gelebilir. Orda sınıfsal bir şey de var. Zaten ekonomik olarak
steril bir ortamda yaşıyor, toplumun geri kalanıyla çok fazla temas etmiyor.
Geçmişe dair bir nostalji besliyor hep. Tarihin yüceltilmesiyle büyüyor hep. Ve
“Kürtler köylü”. Bir zamanlar İmrozlular köylüydü, bir zamanlar Kapadokyalılar
köylüydü. Dolayısıyla kentlilik versus köylülük söylemi var. Bir dönem de
Atinalılar köylü oldu, AB’ne girene kadar. 60’larda giden göçmenlerin ürettiği
bir söylemdi bu “Atinalılar domates bile ekmeyi bilmiyorlar”. Ben şeyi
gerçekten sorguluyorum, 90’larda memleket kavrulurken bir yandan savaş bir
yandan açlık grevleri... Bu insanlar ne yapıyorlardı? Nasıl tepki vermiyorlardı?
Bu gerçekten biriciklikle ilgili. B2-7 (R, 31, K)
498Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana azınlıkların
temsiliyeti konusunda parlamentoda istikrarlı bir tablo oluştuğunu söylemek
zordur. (1935-1964) yılları arasında gayrimüslim azınlık mensubu
milletvekilleri çok az sayıda da olsa TBMM'de yer bulabiliyor. Ama sonraki 32
yıl azınlık kökenli milletvekillerinin TBMM'ye giremedikleri bir dönem
yaşanıyor. 1996 yılında Cefi Jozef Kamhi, Doğru Yol Partisi'nden milletvekili
seçilince bu dönem sonra eriyor, ama ardından da 2011'e kadar benzer bir durum
yaşanıyor, TBMM'de gayrimüslim milletvekili yer almıyor. 2011 yılında seçimlere
bağımsız giren ve bugün HDP Mardin Milletvekili olan Süryani Erol Dora,
TBMM'deki tek azınlık mensubu milletvekili oluyor. Bu konu hakkında Bkz.: Rıfat
N. Bali, “cumhuriyet döneminde azınlık milletvekilleri”, Toplumsal Tarih, 186, Haziran 2009c, s.60-64. 2015 TBMM’deki
azınlık milletvekilleri: HDP’den Garo Paylan, Ali Atala ve Feliknas Uca
(Ezidi), Erol Dora (Süryani), CHP’den Selina Doğan, Özcan Purçu (Roman),
AKP’den Markar Eseyan.
Benim
çevrem, cemaatte, HDP’ye çok sınırlı bir kesim vermişti, Foti (Benlisoy) gibiler
vermişti. Cemaat HDP’yi Kürt kimliğiyle sınırlı gördü ve desteklemedi. Tamam
HDP Patriği de ziyaret etti, Sırrı, ama daha fazla ilişkiye girmek durumunda
bence. Hayko’nun (Bağdat) da dediği
gibi Rumlar Ermenilere göre daha elitisttirler. Mücadele kavramında daha uzak kalıyoruz. B2-9 (R, 43, E)
Genç Rumlar AKP
döneminde gayrimüslim cemaatlerle hükümet arasındaki ilişkilerin daha önce hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar iyi
olduğunu, önceleri kiliselerin okulların boyanmasına izin bile verilmezken
artık vakıf mallarının iade edilmeye başlandığını, hükümet-cemaatler arası
diyaloğun çok olumlu ilerlediğinin düşünmektedirler. Fakat tüm bu olumlu
gelişmelere rağmen AKP’nin ülkede demokratikleşmeyi sağlayacağına dair taahhüt
ettiği sözleri tutmadığı, otoriterliğe kaydığı ve tüm topluma muhafazakar
İslami bir yönetim tarzını empoze etmeye çalıştığı konusunda da tedirgindirler.
Rumların büyük bir kısmının 2014’deki seçimlere kadar AKP’ye oy verdiği fakat
özellikle Gezi’den sonra Haziran ve Kasım 2015 seçimlerinde bu durumun
değiştiği görülmektedir.
Ben CHP ye
hiç vermedim, kökümü kazımaya çalışan bir parti. Benim için mücadele etmek
istemiyor. O yüzden güvenmiyorum. Beni vatandaş olarak da saymadığı için hiçbir
değeri yok. Ben senin vatandaşınım ben yabancı değilim. Ertuğrul Kürkçü’yü
aradığında adam elinden gelen ne varsa yapıyor. AKP’ye 2002’de ilk seçimde
verdim, bir kez. Türkiye o zaman çok düğüm bir noktadaydı. AB’nin, büyük
ülkelerin ciddi desteğine sahipti. Sonra diğer
partiler gibi hareket edince kanımca destek vermeye değmez dedim. B2-9 (R, 43,
E)
AKP ilk
geldiği dönemde bütün gayrimüslimler ona oy verdi. Buna benim kocam da dahil.
Ben hiçbir zaman vermedim. Hep oyundu. Elindeki bir malzemesin sen. Senin ne
etkin olabilir ki? T. (eşi) asla atmam
derdi ama son seçimde CHP’ye verdi o da. Vakıf mallarının iade edilmesi de
hikaye bence. Verse ne olucak? Bana reel birşeye karşılık gelmiyor. B2-15 (R,
38, K)
İkinci ve üçüncü kuşak Yahudilerin oy davranışları
Ermeni ve Rumlarınkiyle hem benzerlikler hem farklılıklar göstermektedir. 2014
yerel seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçiminde neredeyse tüm görüşmeciler
CHP’nin adayını desteklemişlerdir. Sadece üç görüşmeci kendilerini temsil edecek bir parti olmadığı için oy kullanmadıklarını
belirtmişlerdir. Yahudiler de, Ermeni ve Rumlar da görüldüğü gibi,
daha önceden merkez
sağı desteklemelerine karşın son seçimlerde başka bir alernatifleri
olmadığı ve oyların bölünmemesi için CHP’ye oy vermişlerdir. CHP’nin ülkeyi yönetecek
güçte bir kadroya
sahip olmadığı, sağlam bir ekonomi ve dış politika ajandası olmadığı
noktasında hepsi görüş birliğindedir. AKP’nin özellikle Gezi’den sonra
kişilerin özel hayatlarına müdahale eden bir tarzda hem İslamcı hem muhafazakar
bir yönetim biçimine evrildiğini, bunu seküler hayatlarına bir tehdit olarak
gördüklerini vurgulamaktadırlar. Yahudi görüşmeciler ise HDP’ye/Demirtaş’a,
kendi kuşaklarından Ermeniler de ve Rumlar da görüldüğü kadar destek vermemişlerdir.
Son
seçimlerde CHP’ye verdik küfrede küfrede, kime vercez başka?Ama CHP ülkeyi
yönetecek güçte bir parti değil; ekonomik planı programı yok. Ben gidişatı çok
kötü görüyorum. Diğer bir tehlikede AKP gitti CHP geldi, Mustafa Sarıgül’mü
yönetecek bu ülkeyi? Adamların bir organizasyonu yok, partide kendi içlerinde
bir uyum yok. Dolar 5 lira mı olucak? CHP kazandı diyelim, o zaman ülke batıcak
ekonomik olarak. Ne ekonomiden ne devletten anlıyorlar. En azından bu hükümet
Arap parası getiriyor kriz olmuyor diyorsun. Sandık seçimlerini takip
etmiyorlar. Sen Antalya’yı, Ankara’yı nasıl kaybedersin? C2-16 (Y, 43, E)
Mart’da
seçimlerde çok fazla olasılığımız yok. Mecburen CHP’ye veriyoruz. Annem bir kere vermedi “CHP’ye
asla veremem elim gitmiyor” dedi ama bu sefer oy vermemek daha büyük bir zarar vericek. Eskiden
merkez sağ varken onlara veriyorduk ama şu an başka şansımız kalmadı. Sarıgül’ü
seversin sevmezsin, ben şöyle düşünüyorum, tek çare değil son çare. Bunu görmek
lazım. C2-5 (Y, 30, K)
Beni temsil
eden kimse yok. Herkes AKP’nin belirlediği çizginin 3 cm aşağı 3 cm yukarısında
oynuyor. Benim şahsi olarak hiçbir politikacıya güvenim yok. Valla siyaset
bilimi okuduğuma pişmanım, iyice pesimist oldum. C2-19 (Y, 44, E)
Cumhurbaşkanlığında
heralde Ekmeleddin’e veririm. Çok da içime sinmiyor ama başka şansımız da yok.
Ben şu andan daha kötü bir durumda olabileceğimizi sanmıyorum. C2-10 (Y, 30, K)
İnönü
zamanı, tarih çok bilmememe rağmen, sevilmez hiç. CHP’ye verdik ama matematik
yapıp verdik. AKP’ye gitmesin diye oylar. “Ondan olmayan herkes bizdendir”
bakış açısı vardı. C2-12 (Y, 33, K)
Birinci ve ikinci kuşaktan, özellikle 70 yaş ve
üstünde, orta ve orta üst sınıf, kadın- erkek Ermeni görüşmecilerde Tek Parti
döneminden kalan CHP ve İsmet İnönü antipatisi devam etmektedir. Bazı
görüşmeciler için Deniz Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu Tek Parti döneminden kalan
CHP zihniyetinin bir devamı olarak görülmektedir. Bazı görüşmecilere göre ise
CHP katı ulusalcı bir çizgi izlemektedir. CHP’nin bu tutumu ile MHP’den bir
farkı olmadığı düşünülmektedir. Aynı kuşaktan Rum ve Yahudi görüşmecilerin de
büyük bir çoğunluğu en kötü günlerini “Baba İsmet İnönü”’nün Tek Parti
döneminde yaşadıklarını, üstünden zaman geçmesine rağmen travmaların
belleklerinde taze olduğu ortaya çıkmaktadır. Bazı görüşmeciler ise son
yıllarda CHP’ye karşı yumuşamaya başladıklarını, özellikle yerel yönetimlerde parti yetkililerinin cemaat
ile olumlu ilişkiler yürüttüklerini belirtmektedir. Genç gayrimüslimlerde de bir üst
kuşakların kendilerine aktardıkları kolektif politik bellek aracılığıyla CHP’ye
karşı olan direncin günümüzde devam ettiği görülmektedir. O yıllarda hayatta
olmayan görüşmecilerin politik davranışları ve partiklerinin bu tip bir bellek
aktarımına göre şekillendiği görülmektedir. Gençler İnönü döneminde
büyüklerinin yaşadıkları travmaların sorumlusu olarak CHP’yi görmektedir;
aradan geçen yaklaşık 60 yıla rağmen kuşaklar arasında bu politik bellek
aktarılmaktadır.
Ben CHP’ye oy veriyorum
ama sevgisiz pişen aş gibi hiçbir işe yaramıyor. A1-1 (E,
60, K)
Ben son
zamanlarda Halk Parti’deyim. Bir taraftan da gayrimüslimler sevmez CHP’yi. İnönü Yunanlıyı çıkardı tamam ama
savaşa sokmadı bizi. Ben senelerden beri DP’liydim. Eskiden Rumlar CHP’ye
vermezdi ama şimdi çok değişti. Ermeniler de öyledir... B1-17 (R, 78, R)
Benim CHP’ye karşı duruşum
yumuşadı artık. Çünkü onlar da değişti, eski CHP değil. Burada, Feriköy’de, onlara
kiralanan bir binamız var orda sorun çıktığında İnönü çok yardımcı oldu. Biz
CHP heyetiyle de konuşuyoruz, eski mantalite kalmadı. MHP’de bile değişim var.
B1-5 (R, 65, E)
Rum cemaati
olarak bize Halk partisi ters geliyor. İçte kalan kırgınlık. Hatta İsmet İnönü
“Rumlara limon sattıracağım” demişti ve yaptırdı. Varlık Vergisi, Türkçe konuş,
20 Kur’a... Menderes zamanı 6-7 Eylül, sonra düzeldi diyelim. Yunan uyruklular
kim zamanında gönderildi? Yine Halk Partisi. Şimdi değişti Kılıçdaroğlu’yla.
ATİNA-8 (R, 67, E)
CHP’ye pek
vermedim oy, vermeyi de düşünmüyorum. CHP’ye karşı değilim, aslında çok da
içinde olabilirim ama önce ne olduğunun tarifini yapacak. Bu hükümete bazen
kızıyoruz ama en azından kendini net tarif etti, o kadar zigzag da olur. Beğen
veya beğenme hatta nefret et. İşte CHP’de bu yok. Olsa koyu CHP’li olurum.
B1-19 (R, 62, E)
Son seçimde
CHP’ye vermedim. Açık konuşayım. Neden vermedim çünkü başımıza ne geldiyse
ondan geldi. Kırgınlık duruyor içimizde. Bakın şayet Halk Partisi bir söz
sarfetse lehimizde oy vericem. İnanın çünkü isterim. Sen benim yerimde olsan ne
yapardın? Şayet gelipte eski duruma dönücek olursak bu düşünce beni... B1-1 (R,
88, E)
4.3.4.2.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermenilerinin AKP Üzerinden Devletle Diyalogları
Ölecek hastaya
kurtarma ilacı veriyorlar. Bu verdikleri vakıf mallarını
kim idare edicek? Nüfus kalmadı ki! (R, 83, E)
2001 yılında iktidara gelen AKP iktidarından sonra
liberalleşme yeniden hız kazanmıştır. Bu kapsamda gerçekleştirilen
demokratikleşme reformları AB’ye uyum paketleri ile bağlantılıdır. Bu süreçte
Türkiye’nin AB’ye uyum paketleri adı altında gerçekleştirdiği reformlar499
arasında gayrimüslim cemaatleri ilgilendiren bir dizi yasal
değişiklik olmuştur. 2002’de kabul edilen üçüncü uyum paketi ile, Vakıflar
Kanunu değiştirilerek, gayrimüslim vakıfların Bakanlar Kurulu kararıyla
gayrimenkul mal edinmeleri ve tasarrufları altında bulunmakla birlikte tapuda
üzerlerinde gözükmeyen gayrimenkullerin tapuya tescil ettirilmeleri imkanı
sağlanmıştır. 2003’de kabul edilen dördüncü ve beşinci ve altıncı uyum
paketleri ile gayrimüslim vakıflarının gayrimenkul edinmeleri, Bakanlar Kurulu yerine VGM
499Uyum yasa paketlerinin tam metinleri ve detaylı analizi için Bkz.: (Çevrimiçi) http://www.ab.gov.tr/files/pub/abuyp.pdf,
25.11.2015.
iznine bağlanması; imar yasasında değişiklik yapılarak her din ve
inanıştan ibadet yerlerinin yapılmasına olanak tanınması; tüm bireylerin ayırım
yapılmaksızın temel hak ve özgürlüklerden yararlandırılması alanında Vakıflar
Kanununda yapılan degişiklikle, cemaat vakıflarının tasarrufları altında
bulunduğu belirlenen taşınmaz malların vakıf adına tescili için yapılacak
başvurular bakımından öngörülen “altı aylık” süre “onsekiz ay”a çıkarılmıştır.
2008’de yeni bir Vakıflar Yasası yürürlüğe girmiştir. 5737 sayılı yeni Vakıflar Kanunu’nun
12. maddesiyle yapılan düzenlemeyle ise önceki hükümlerden farklı olarak,
cemaat vakıflarına herhangi bir
makamdan izin almaksızın ve vakıf amacıyla öngörülen hizmetleri gerçekleştirme
koşulu aramaksızın mal edinme olanağı sağlanmıştır.500 Bu
süreçta ayrıca Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve
Kültürel Haklar Sözleşmeleri 24
Aralık 2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir.501
AKP döneminde AB’ye uyum paketleri adı altında
demokratikleşme yolunda gerçekleştirilen bu reformlar dışında gayrimüslim
cemaatler ile hükümet arasında olumlu bir diyalog ortamı oluşturulmuştur. Bu
kapsamda 2014’de Struma faciası ilk kez devlet nezdinde anılmış502
2015’de Başbakan Davutoğlu ve azınlık cemaat liderlerinin bir araya geldiği
toplantıda Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir kilise yapımına karar verilmiş503;
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 2010 yılında restorasyonuna başladığı Büyük Edirne
Sinagogu 26 Mart 2015’de kapılarını tekrar ibadete açmış504,
(2015-2016) öğretim yılında Gökçeada’da Rum okulu yeniden Rum çocuklarına
eğitim hizmeti vermeye başlanmıştır505. Diğer yandan 13 Aralık 2015
tarihinde ilk kez bir kamusal alanda, İstanbul Ortaköy meydanında, Yahudilerin
Hanuka bayramının kutlanması ve 8 Ocak 2016’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan
ile Yahudi cemaat yöneticilerinin yeniyıl buluşmasında biraraya gelmesi506
de gayrimüslim cemaatler ve hükümet arasında artan diyaloğun işaretleri
olmuştur.507
500AB Uyum Paketleri ile ilgili Baskın
Oran’ın çalışmasından yararlanılmıştır (2010: 109-142). Ayrıca
Bkz. (Çevrimiçi) http://www.tesev.org.tr/assets/publications/file/VAKIFLAR%20KANUNU%20TASARISI%20-
%20TESEV%20Gorusu.pdf; http://www.abgs.gov.tr/files/pub/tsr.pdf, 30.05.2015.
501Türkiye’de Siyasi Reform Uyum Paketleri ve Güncel Gelişmeler (Çevrimiçi) http://www.abgs.gov.tr/files/pub/tsr.pdf , 13.01.2015.
502Taraf, 24.02.2015, (Çevrimiçi) http://www.taraf.com.tr/guncel/struma-kurbanlari-anildi/, 24.02.2015.
503Cumhuriyet, 02.03.2015, (Çevrimiçi)
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/177579/Cumhuriyet_tarihinde_bir_ilk.html, 10.03.2015.
504Şalom, 11.03.2015, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-94379- edirnede_yahudilerin_tarihi_yeniden_canlaniyor.html,
11.03.2015.
505Burak Gezen,
Hurriyet, 28.09.2015, (Çevrimiçi) http://www.hurriyet.com.tr/gokceada-ozel-rum-ortaokul-ilk- kez-lisesi-ise-40-yil-sonra-tekrar-acildi-30181799,
29.11.2015.
506Şalom, 13.01.2016, “Cumhurbaşkanı ile yeni yıl buluşması”, s.1.
507 Kasım ayında
açıklanan AB’nin 2015 Türkiye İlerleme
Raporu’nda azınlıklara yönelik
ivedelikle çözülmeyi
Gayrimüslim azınlıklar AKP döneminde siyasi ve hukuki
alanda yaşanan bu gelişmeleri genellikle olumlu olarak görmektedirler.
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ilk defa hayata geçirilen bu uygulamalar
hakkında Rum, Yahudi ve Ermeniler belli noktalarda ortak düşüncelere
sahiptirler. Her üç cemaatte cemaat temsilciliği, vakıf yöneticiliği, okul
idarelerinde görev yapan görüşmeciler, son yıllarda “hayal bile edilmeyecek
gelişmeler” yaşandığını, daha önce olmadığı kadar bir siyasi ile bu derece
yakın ilişkiler kurduklarını, bakanlarla ilk defa samimi ve yakın ilişkiler geliştirildiğini, bürokratik
aşamalarda kendilerine büyük
kolaylıklar sağlandığını belirtmektedirler. Ancak diğer yandan da atılan bu
adımların AB’ne giriş amaçlı “göz boyamak için” yapıldığını, artık çok azalan
nüfuslarıyla okullarını bile açık tutmak için mücadele
ederlerken folklorik birer unsur olarak Türkiye’nin çokkültürlü yüzünü temsil etmek için
araçsallaştırıldıklarını düşünmektedirler. Azınlıklar için toplumsal alanda
yapılan iyileştirmelerin niceliksel olarak çok azaldıkları için artık
inandırıcı ve samimi gelmediğini, kısa vadede sivil alanda eşit vatandaş
olmanın önünü açmaya yetmeyeceğini düşünmektedirler. Türkmen’in belirttiği
gibi, AKP, AB’ne giriş sürecinde elde edeceği ekonomik ve politik avantajlar
için büyük demokratikleşme adına büyük çabalar göstermiştir; fakat buradaki
esas meselesi yurttaşlarının daha iyi, adil, eşitlikçi yaşam şartlarına sahip
olması değildi. Diğer bir ifadeyle, Türkiye’nin politik sistemi devlet merkezli
olduğu için yurttaş odaklı bir bakış açısı doğasına yabancıdır; bu bağlamda AB
sürecinde Türkiye’nin demokratikleşmesini de realpolitik bir mesele olarak okumak mümkündür (2008:146-163).
Vakıf
mallarını biraz iade etmeye başladı ama bana ne vakıf malından? Ananemin
Tekirdağ’da evi varmış ama ne uğraşcam? Yahu normal tapu işlemini bu ülkede
halledemiyorsun, insanların tapulu mallarını ellerinden gasp eden bir ülkesin
sen, nasıl alıcan geri? Bak bizim bir
mahkeme vardı, birini Noel gününe birini 24 Nisan’a koymuşlar. Bu da mı
tesadüf? Tapum var kazık kadar vergilerini bile veriyorum ama alamıyorum arazimi. 100 sene sonra kimi bulup
konuşucan? Yarın bende ölürsem arsayı söyleyecek adam bile yok arkamda.
Sinirleniyorum konuşurken bile. A1-6 (E, 65, K)
Azınlık politikasının
içten olduğuna inanmıyorum, koruma amaçlı değil tamamen reklama bağlı.
Azınlıkların işine geliyor tabi çünkü kıyasla daha kötü günler geçirdikleri
için. B1-19 (R, 61, E)
bekleyen
sorunlar 2014 Raporu’nda da belirtildiği gibi yerlerini korumaktadır. 2015
İlerleme Raporu metni için Bkz.: (Çevrimiçi) http://www.ab.gov.tr/files/000files/2015/11/2015_turkiye_raporu.pdf,
15.11.2015.
Cemaat vakıflarının ve derneklerinin halen çözülmeyi
bekleyen önemli sorunları bulunmaktadır. İade edilen vakıf malları toplam
oranın sadece %10-12’sini oluşturmaktadır; ellerinde çözülmeyi bekleyen önemli
dosyalar bulunmaktadır; Anıtlar kurulundan tapu kayıtlarıyla ile ilgili bilgi
almalarına hala izin verilmemekte, mal iadesi için açılan davalarda çok yüksek
harç bedelleri konulmaktadır. Anadolu’da topraklarına el konulan Ermenilerin
kendi mallarıyla ilgili hak talebinde bulunabilmesi için devletin vatandaşlarına
bürokratik süreçlerde kolaylık sağlaması gerekmektedir. Cemaat okullarının
statü sorunu halen çözülmeyi beklemektedir.508 Bağışlarla ayakta
durmaya çalışan okulların maddi olarak desteklenmeye ihtiyaçları vardır.
Okullardaki kontenjan öğretmenler ve misafir öğrencilerin durumu hala çözülmeyi
beklemektedir. Vakıflar seçim yönetmeliği halen düzenlenmemiştir. Din adamı
yetiştirecek olan Ruhban okulu halen açılmamıştır. Patrikliğin tüzel kişiliği
hala tanınmamıştır. Özellikle Rum cemaati nüfus azlığından dolayı bir takım
toplumsal ve sosyal problemler yaşamaktadır.
Mutlaka iyi bir seçim yönetmeliğinin çıkması,
vakıfların birleştirilmesi gerekiyor. Geri verilen mülkler çok az, okullarımızda çok önemli bir sorun
öğrenci sorunu. Burda esas öğrenci olarak misafir öğrencilerin kaydedilmesi
gerekiyor. Misafir öğrenci diploması Yunanistan’da geçiyor ama Avrupa’da başka
ülkede geçmiyor. Sosyal, toplumsal sorunlar var. Mesela Samatya’da bir aile
oturuyor, çevresinde bir tek Rum yok. Sosyal bakımdan bu aile orda yalnızlık
çekiyor. Okul yok, kültür derneklerinin çoğu kapandı. En fazla kiliseye gidiyor
Pazar günleri. Kazlıçeşme’de, Ayazma’da bir aile var. Etrafında bir aile bile
yok Rum. Adam ne yapsın ordan maaş
alıyor. Karısı var, kızı var. Komşu yok, hiçbirşey yok. Şimdi mesela bazı kiliseler çok organize, 2006 seçimlerinden
sonra. Yeniköy, Ortaköy, Arnavutköy. Orda toplantılar, etkinlikler iyi kötü
yapıyorlar. B1-5 (R, 65, E)
AKP’de
muazzam gelişme var azınlıklar konusunda. Ama önemli hususlarda yok; Ruhban
okulu, ikincisi nüfus meselesi? Nüfus azlığı. 12.000 kişi hudut harici edildi,
dönün diyor, dönseler ne olucak? Tutmuş İmroz okulunu açtı, ne olmuş? Bir talebesi
var… maksat hem açmak hemde nüfusun artması için hareket etmesi lazım. B1-1 (R,
87, E)
508Uygar Gültekin, “Azınlık
okullarının “bürokrasi” feryadı”, Agos, 15.01.2016, s.8.
Bunlara (hükümet) ne diyorum biliyormusun? ölecek hastaya
kurtarma ilacı veriyorlar! Bu verdikleri vakıf mallarını kim idare edicek?
Kalmadı ki! Bak benim okulumda 62-63’de 5.000 talebe vardı, 2004 yılında 0
kaldı. 16.000 kişiden sadece Kurtuluş’ta oturan Rum’dan kaç kaldı? 200-300
aile. Bunlar da ihtiyar. Kim bakacak? B1-15 (R, 83, E)
Benim babam
geçen sene rahmetli oldu. Ben onları 15 sene önce arabayla Yozgat’a götürdüm.
Mezarlıkları ziyaret ettik filan. Renault arabamla ikisiyle 7-8 saatte gittik.
Hiç kimse kalmamış. Üzüm bağları filan varmış, terk edildikten sonra sular
kurumuş tükenmiş heryer. Topraklar duruyor ama kime satacaksın? aldıysa da
birisi bilmiyoruz ki... içinde oturanlar var bizim bıraktığımız evlerde,
komşular filan oturdu heralde. Kim gidip alıcak? Herkesin tapusu var gitsin
alsın bakalım? Bir kaç sene önce gazetelere çıktı, Fenerbahçe stadının yeri
“papazın çayırı” diyorlar, Ermeni birininmiş. Hadi gitsin alsın bakalım stadı?
İstediği kadar tapusu olsun. Bireysel haklar geri alınamıyor. A1-15 (E, 59, E)
1000 küsur
bir liste var o listeden 100 tanesi geri verilmiş olabilir. Fakat en iyimser
tahminle yüzde 10. Şimdi yeniden başvuru yapılacak. Belki ekstra alırız. Şu an
mesela Kurtuluş’ta son durak kilisenin idi. Şimdi geri verilecek mi bilmiyoruz.
Ya hazinede ya vakıflarda. Bizim Burgaz’da mezarlığı geri verdiler. En son bu
hükümet zamanında hakikaten birçok şey yapıldı. Politikasını sev sevme ama AB
için yaptılar. Politikalarını bazı kabul etmiyorum ama bizim için yaptı mı
yaptı. Bir de diyaloğumuz var. Cumhurbaşkanıyla, Bülent Arınç’la, Egemen
Bagış’la üç kere toplandık. Yaklaşım çok iyi. Ama bazı konular çözüldü, çoğu
çözülmedi ama niyet önemli. B1-5 (R, 65, E)
Şimdi AKP
vitrin yapıyor. Ruhban okulu açılmadı ama mülkü geri aldık. Vakıflar bize
tapulu olan yerleri vermeye başladı. 1000 tanenin yüzde 12’sini fılan aldık.
Mutlaka bir bahane buluyorlar. Bu düzelmez. Karaköy’de 3 kiliseyi aldılar,
Sevgi Erenol hapiste diye... Benim niye kendi mülküm Erenol’un elinde olsun?
Türk Ortodoks kim burda? Devamlı bir pürüz çıkıyor. 15 senedir seçim
yapamıyorduk vakıflara. Yaşlılar ölüyor, bakıyorsun başsız kalıyor vakıf. Bu
sefer kayyum koyuyorlar. 4 sene evvel müracaat ettik de Laki (Vingas) seçildi. Resmen idare heyeti yoktu
kilisenin. Diyor ki Gümülcine’deki caminin müftüleri yok devlet tayini olmuyor.
Yok cemaat yok bilmem ne... Amaan hep birşey buluyorlar. Tamam hakları da bizi niye kullanıyorlar? Bizim
burdakilerin suçu ne? Tam mütekabiliyet. Bence acil gördüğüm Patrikliğin tüzel kişilik haklarının geri verilmesi. Rahip
yok, Yunanistan’dan
geliyor. Oturma
izni de veriyorlar. Maliyeti ordan karşılanıyor. Ruhban okulu açılsın. Erdoğan açın dese bitti. Engel
yok önünde. ATİNA-8 (R, 67, E)
Yasanın
çıktığı tarihten bu yana 1000 problemli bina varsa ancak 30 tanesi çözülmüştür.
O zaman sen oyalıyorsun! Şu anda tapu kayıtlarına giremiyorsun. Anıtlar kurulu izin vermiyor, kesin emir var,
kayıtlar gizli. Bu ne perhiz ne lahana turşusu! Kardeşimde bizim okulun
mülkleri ile ilgili bir ton dosya var, çocuk gönderiyor karşılığında bir sayfa
yazı geliyor: eksiğinizi tamamlayıp gönderin! Eksiği bile söylemiyor, dalga
geçer gibi. Çocuk bir sene uğraştı o dosyalar için. Üç gün sonra cevap geliyor!
Müraacat eden dosya sayısı ne kadar? Benim bildiğim 1700 tane. İade edilen ne
kadar? 120 filan. Yüzde 10 bile değil. Ve... kardeşimin bizim okulun vakfıyla
ilgili çalışmasını anlatmıştım sana. 1700 mülk 1700 dosyadır. 180 gün içinde
cevap vermek zorunda. 1700/180:100 dosya. Hergün 100 dosya okuyacaklar? Olayı
geciktirebildikleri kadar geciktiriyorlar. Bu davalarla ilgili görüşülecek,
harçtan muaftır diye bir yasa çıkartsana? Sadece iki bina için yatırılması
gereken harç 100.000 Euro kadar. Vakfın iki bina için bunu ödemesi
lazım ki dava açılacak.
6.000.000 lira bütçe açığı var,
bunu nasıl ödeyecek? Sıkıntı da hep bundan kaynaklanıyor. Bu sorunları
çözsünler. A1-16 (E, 60, E)
Eğitim seviyesi düşük, alt ve orta sosyoekonomik
sınıftan gayrimüslimler hükümetin İstanbul’da gerçekleştirdiği icraatları ve
belediyecilik hizmetlerini takdir etmekte, ekonomide istikrarın sağlandığını,
azınlık cemaatleri lehine ilk defa AKP döneminde birşeyler yapılmasını çok değerli bulduklarını
belirtmekte, azınlık olarak artık eskisi gibi ayrımcılık ve dışlanma
görmediklerini, kamusal alanda “isimlerini korkmadan söyleyebildiklerini”
aktarmakta ve hükümetin muhafazakar kimlik yapısını bu noktada çok tehditkar
görmediklerini vurgulamaktadırlar.
Benim bildiğim
doğdum doğalı Ermenilere hak tanınan ilk hükümet bu hükümet. 50-60 senelik el konmuş mülklerin bir kaç
tanesini hükümet geri verdi. Kazlıçeşme Ermeni hastanesinin 43 dönüm arazisini
geri vermişler. Başka hiçbir dönemde olmamıştır. Ne gelirler, ne mülk... hep
teslim ettiler. Kiliselerin tamirleri hep bu dönemde olmuştur. Ben 20 sene evvel Van da Akdamar’ı görmüşüm,
harabeydi. Şimdi git tanıyamazsın. Bugünler
çok iyi, hak hukuk veriliyor.
Ben heralde AKP’ye vericem. Çalışıyorlar. Ben onun için vericem. Bir hükümet
değişikliği olur bu işler yarım kalır. İstanbullu olarak üzülürüm. A1-3 (E, 78,
E)
Bütün
Cumhuriyet hükümetlerinde azınlık politikları olmuş, olumsuz olarakta halen
devam ediyor. Son hükümetin yaptıklarını olumlu
olarak görüyorum. Daha önce kibrit çöpü bile vermezlerdi. Olumlu bakıyorum,
sevinçli bakıyorum. Benim beş kuruş faydam oldu mu? Yok. Belki çok zengin
Ermenileri daha çok zengin etti. Eskiden insanlar benim adımı söylemiyorlardı,
kodla tekrar yaz bakıyım iken... Bence gene Tayyip bey en iyisi. Ben ona oy
verdim, gene vericem. Ermeni olarak bizim için iyi şeyler yaptılar (AKP). Vakıf mallarını
geri verdi, onarımına katkı veriyor, rahat konuşabiliyoruz artık...
A1-15 (E, 59, E)
Neden
yaptığı iyi işlerden bahsetmiyoruz? Biz Sarıyer’e 3 saatte giderdik eskiden.
Tramvaylar çıktı, otobüs geldi 2 saate düştü. Şimdi elli taraftan gidersin
Sarıyer’e. Ne yollar yaptı! Şimdi yeraltından gidiorsun Üsküdar’a. Kim yaptı? O
yaptı. Ama Müslümanlığa, Osmanlı’ya gidiyor diye kötüleyecek misin adamı? Hayır. A1-16 (Y, 94, E)
Eğitim seviyesi yüksek Ermeniler tarafından cemaat
içinde tüm bu gelişmeleri çok sevindirici karşılayan, gayrimüslimler için ilk
defa bir hükümet döneminde olumlu işler yapıldığı, azınlıkların “meseleleriyle”
ilgili ilk defa açıkça ilgilenildiği ve daha da önemlisi ticari işleri
bozulmasın diye ekonomik çıkar ilişkisinden dolayı AKP’ni destekleyen
azımsanmıyacak bir nüfusun olması eleştirilmekte, cemaat içinden bir eleştiri yöneltilmektedir.
Hala cahilcene
“Biz ne aldıysak bu hükümet döneminde geri aldık” diyenler var. Ben gerçekçi
görmüyorum. Bunlar var olan projelerdi bunlar da (AKP) yürürlüğe koydular. Samimi bulmuyorum.
Verdiği gibi geri de alabilir, zamanında alındığı gibi. A1-11 (E, 51, K)
Bizim
cemaatin çoğu AKP’yi tutuyor. Bir kilise seçiminde mesela bizim camiamızdan
birkaç kişiyle görüştük, aynı muhabbeti yaptık. Vakıf mallarını vermesi filan
çok etkiledi milleti. Hrant’ın ölüsünü getirmediği sürece benim için hiçbir
değeri yok. A1-1 (E, 63, K)
AKP’ye oy
veren çok olmuştur bizden çünkü bu (Erdoğan) nabza göre şerbet verdi. Haklar verdi, halk da “Kimse bunları
yapmamışdı demek ki bu adam bize yakın” dedi ve oy verdi. A1-12 (E, 64, E)
Şu an
yönetimden dolayı mutlu değilim ama ben bir çok kişinin azınlık olarak baştaki
insana oy verdiğini biliyorum. Bu cemaatin yönlendirmesiyle değil kendi
çıkarları için yapılmış birşey. Kendi ekonomik rantlarını düşünerek yapılmış.
Bu adam gitmesin benim rahatım bozulmasın diye, benim aklımın durduğu yer bu.
Çok kişinin oy verdiğini ben biliyorum, enteresan çok bence. Bende kontak
atıyor. Nasıl verirsin? A2-10 (E, 40, E)
4.3.5.
Rum, Yahudi ve Ermenilere
Göre Türkiye’nin ve Azınlık
Cemaatlerinin Temel Sorunları
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin
Türkiye’nin azınlık politikları ve siyasi partilerin politikaları dışında
Türkiye’nin temel sorunlarına dair düşünceleri, beklentileri ve kaygıları Türkiye’nin modern, seküler, kentli ve
orta sınıflarıyla pek çok noktada
örtüşmektedir. Türkiye’nin temel sorunları olarak toplumun her katmanında artan
muhafazakarlaşma (kadın görüşmeciler buna özellikle vurgu yapmaktadır),
hükümetin yönetim biçimi olarak siyasi İslamın otoriter bir biçimde güçlenerek
uygulanması, siyasi aktörlerin politik çıkarları için etnik ve dinsel
ayrıştırıcı, dışlayıcı söylemleriyle toplumda kutuplaşma yaratmaları, medyada
“Ermeni-Yahudi-Hıristiyan” olmanın bir küfür gibi kullanılması ve artan nefret
söylemleri, siyasi seçkinlerin vatandaşın özel hayatına müdahale eden
söylemleri, son yıllarda şiddetlenerek artan doğanın ve kentlerin doğal ve
tarihi yapılarının vahşi kapitalizmin sağladığı rantlar uğruna yıkılması ve
kentlerdeki hafıza mekanlarının birbiri ardı sıra yok edilmesi, kültürel değerlerin
yok olması, devlet kademelerindeki yolsuzluklar, ülkedeki eğitim seviyesinin
çok düşük olması, hukukun çiğnenmesi, ifade ve düşünce özgürlüğünün yok
edilmeye çalışılması, demokrasiye ve insan haklarına önem verilmemesi, devlet
kademelerinde lükse ve şatafata verilen önem ve devlet bütçesinden yapılan
gereksiz harcamalar (Ak Saray örneği), ekonominin inşaat sektörüne
dayanmasından dolayı yakın bir gelecekte büyük bir ekonomik kriz yaşanacağından
duyulan kaygı, hayat pahalılığı, “Türklük” üstünden yürütülen alt-üst kimlik
tartışmaları, Sünni Müslüman olmayan ve hükümetin ideolojisinden olmayan
herkesin “ötekileştirilmesi”, toplumda yaratılan kutuplaşma ve nefret ve kadın
cinayetleri gelmektedir.
Gayrimüslim azınlıkların çoğunluğu dindar, muhafazakar
olan Türk toplumunda azınlık olmanın hep bir “ötekilik” yaşatacağı bilinciyle
yetiştiklerini, bunu içselleştirdiklerini, son
yıllarda ise ayrımcılığı ve baskıyı dini-etnik
kimliklerinden dolayı değil modern, kentli,
seküler hayat tarzı yaşayan bireyler olarak hissettiklerini belirterek bu
ülkede yaşamanın artık çok keyif vermediğini, kendileri ve çocukları için
geleceğe güvensiz baktıklarını aktarmaktadırlar. Özellikle ikinci ve üçüncü
kuşatan gençler otoriter, her türlü özgürlüğü kısıtlayan muhafazakar ve
dindarlaşan yönetim yapısını ülkedeki gelecekleri açısından kaygı verici
bulmakta, ülkedeki özgür yaşam alanlarının gün geçtikçe daralmaya başladığını,
yaşadıkları şehre aşkla bağlı olmalarına rağmen gerek eğitim gerekse iş bulup
yurtdışına gitme konusunda
kafalarında son zamanlarda hep bir soru işareti bulunduğunu vurgulamaktadırlar.
Benim
yerime karar verilmesi beni çok rahatsız ediyor. Ben koskoca bir kadınım sana
mı sorucam? Ben belki çocuk yapmıycam, sana ne? C1-18 (Y, 51, K)
Şu anki
hükümete kadar bence en kötü sorun ekonomiydi. Şu anda ekonomiden kimse
bahsetmiyor. Enflasyon rakkamları açıklandı, çok yüksek. Bence en büyük sorun
bu ülkedeki özgürlüklerin kısıtlanması, toplumun bölünmesi... bir taraftan
kucaklar görünürken (Kürt açılımı) bir
taraftan da başka bir zümreyi azınlık haline getiriyor. Sen ben gibi bizim gibi
modern düşünceli insanları azınlık haline getirme çabası. Gün geçmiyor ki bir
kadın öldürülmesin. Toplumda bir şey var... bir nefret var. En tepeden başlıyor
sanki yavaş yavaş içimize siniyor. A2-4 (E, 37, K)
Bence ülkenin
en büyük sorunları demokratikleşme ve özgürlük. Bu her türlü
özgürlük, basın vs.. kadın sorunu! birbirleriyle kesişen şeyler. B2-13
(Y, 33, K)
Biz yine
steril ortamlarda yaşıyoruz ama muhafazakarlaşmayı görüyorsun korkarak. Ben
Çukurcuma’da yaşıyorum ama komşu terörü yaşıyorum sürekli. Gezi’de çok yaşadım
bunu. Yukardaki ailenin delikanlı bir oğlu var, eve alıyoruz insanları diye
gelip bağırıp çağırıp dururdu. En son annesi geldi “Benim gelinim var ne
alıyorsunuz erkekleri eve” diye. Gündelik hayatın ne kadar steril olsa da baya
o baskıyı hissediyorsun. Devlet kurumuna gideceğin zaman ne giyeceğine
bakıyorsun, özellikle kadın olarak iki kat hissediyorsun. B2-7 (R, 30, K)
Ben
açıkçası İslamiyeti bir tehlike olarak görüyorum. Zeitgeist’ı izledin mi
bilmiyorum, benim çok hoşuma gitmişti. Din başlı başına
bir tehlike. Ortadoğu’ya bakmak
yeterli.
Özgürlük halısı ayaklarımızın altından yavaş yavaş çekiliyor. Din insanların
afyonu bence. Bir an önce kendimi
atmak istiyorum burdan. A2-6 (E, 22, K)
Benim asıl
korkum İslamdan var, şahsen. Tayyip döneminden itibaren değişmeye başladı.
Degaje elbiseler dolaba kalktı, hepimizin üstünde bir mahalle baskısı var.
Ada’da evimden mayoyla iskeleye inerdim eskiden. Çok rahatsız oluyorum artık
inan. Yunanistan’daki rahatlık
bambaşka. Çevreyi mahvediyorlar, heryer AVM, nefret ediyorum resmen. İŞİD olayı
ne olucak? İlk defa gitsem mi sorusu geçti aklımdan bu sene. Ama nereye
gidicem? Allah korusun asla gitmek istemem tabi. Bence ekonomik durum ayrı bir
sorun, sanki herşey toz pembe! Altı fos. Yapılan gökdelenlerin hepsi boş. Ve
maalesef hepsi İstanbul’a bir zarar, beton yığınına döndü. B1-14 (R, 60, K)
Türkiye
berbat vaziyette. Gidebiliyorsak gitmemiz lazım. O yüzden seneye neler
olucağını bilemeyiz. Kürt sorunu en önemlisi bence. Şu an başka bir politika
oynanıyor bu ülkenin üstünde. İŞİD belası var şimdi. A2-12 (E, 30, E)
Bu ülkede
artık yaşanmaz” kafası çok var çevremde. AKP hükümetinin gidişatından tedirgin
olanlar çok var. Biz gidersek ne olucak? A2-3 (E, 25, K)
Yeni mezun
olan nesilden çok giden oldu. Genç yaşta bunu yapmak daha kolay, bağımlılığı
yok burda. Biz buraya oturduk artık, ev aldık ikimizin de işi var. Kök saldık
buraya. O zaman gitsek giderdik biz de. Geçenlerde bakan “biz Yahudi miyiz”
filan dedi, küfür gibi. C2-7 (Y, 35, K)
Her zaman “ne yapıcaz
gitsek mi?” sorusu vardır. Babanelerde bunu konuşuyordu biz de konuşuyoruz. C2-19 (Y, 25, K)
Bizim
okuldan (UÖML) her sene bir grup gidiyor, en çok İsrail’e. Maddi sebep eskiden
daha çoktu. Şimdi
onun yanına dini ve politik
sebepte etkili olmaya
başladı. C2-14 (Y, 38, K)
Bence Türk
olduğunun ne olduğunun açılımı, ve alt kimliklerde yarattığı sıkıntı çok önemli
bir sorun. Türkiye’nin yeterince kendi değerleri üzerinde yükselememesi... bir
yere ait
olamamamız. Avrupa’ya gittiğimde
uçaktan indiğim andan itibaren gördügün düzeni, kolaylıkları burda bulamaman,
yolların bu kadar kötü olması, kültürün sahiplenilmemesi, hiçbir şeyin
korunmaması, eskiye sahip çıkmamamız... ülkemize yeterince sahip çıkmamak beni
çok üzüyor. Zeugma’daki bir taş parçasından Ankara’daki kasaya kadar herşey. Bu
“benimki” ve beni acıtıyor. C1-10 (Y, 56, E)
Türkiye’nin
gidişatı hiç güzel değil. Son 3 senedir gitmediğime pişmanım. Ciddi anlamda bir
istikbal göremiyorum. A1-11 (E, 60, K)
Ben de
gidiyim yurtdışında yaşıyım diyorum. Ailemden de çok destek var. Bu etnik
kimliğimden değil tamamen bu ülkenin aldığı halden dolayı. Dünyayı iyileştirmek
gibi bir düşüncem var, bunu uygulayabileceğim coğrafya
da burası diye düşünürken artık
umutsuz bir hal aldı. Kendimi
boşa kürek çekiyorum gibi hissediyorum. Daha insani yaşamak istiyorum. B2-14
(R, 23, K)
Bence en
önemli sorunlar, bu yapılaşma, adımbaşı AVM’ler, bu kadar çok imam hatip açılması beni çok rahatsız ediyor;
bu kadar kapalı görmekte beni çok rahatsız ediyor. Bizim alıştığımız bir
görüntü değil bu. Atatürk düşmanlığı beni çok rahatsız ediyor. Bunu düşünebilen
hele kadın olarak birini düşünemiyorum. Ancak çok kuvvetli bir beyin yıkanması
ya da maddiyat. Bütün bunlar beni huzursuz edıyor. Yarın endişesi var, ne
olucak? C1-1 (Y, 65, K)
Çok kritik
sorunumuz var... aklıma gelen en başta Güneydoğudaki olay, o nasıl çözülecek
bilmiyorum. O savaşın bitmesi gerekiyor bir şekilde. İkincisi bu hükümet nereye
götürüyor Türkiye’yi? Üçüncüsü ekonomi diycem. Avrupa’da kriz varken burda
olmaması, tamamen ekonominin inşaata dayanması, bir sürü hırsızlıkların
bilinmesi ve devam etmesi. B1-27 (R, 59, K)
Bizim en
büyük sorunumuz halkı fakir ve dilenci yaptılar. 850 tl ile ne yapabilirim ben? Elektrik, su parası, kira?
Bana verdiği 30 lira zamdan,
sigaradan aldığı, şekerden
aldığı vergi... bir bira içiyorduk akşamları onun da fiyatı arttı! B1-15
(R, 83, E)
Türkiye’nin
öncelikle halletmesi gereken şey bir seçim kanunu diğeri siyasi partiler
kanunu. Şu andaki sisteme göre Parti başkanı ve başbakan sıfatıyla herşeye
kendi karar veriyor; il yöneticilerini kendi seçiyor. Parti içlerinde demokrasi
yok. Bir bakıyorsun A partisinden B partisine gidebiliyor. bir siyaset
felsefesi yok. Partilere bir demokrasi getirme imkanı olursa, mesela adaylar ön
seçimle belirlensin. Bir de seçimleri dar seçim bölgesine çevirmek lazım. Büyük
ihtimal çoğumuz bölgemizin milletvekillerini tanımıyoruz. B1-13 (R, 63, E)
4.3.5.1.
Rum, Yahudi ve Ermenilerin Kürt Sorununa Yaklaşımları
Tez kapsamında yarı yapılandırılmış soru yönergesi ile
gerçekleştirilen derinlemesine mülakatlarda Türkiye’nin temel sorunlarına dair
sorulara verilen cevaplarda Kürt sorunu çok sınırlı olarak dile getirilmişir.
Kürt sorunu hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları için cevap vermekten
kaçındıklarını ifade edenlerin yanı sıra verilen cevaplarda Türk toplumunda
“hasas, tehlikeli” kabul edilen konularda
gayrimüslim azınlıkların da benzer biçimde
çekingen davrandıkları ortaya çıkmıştır. Görüş bildiren birinci ve
ikinci kuşaktan orta-sınıf, eğitim seviyesi yüksek, sol görüşe daha yakın
Ermeniler, Kürtlerin direnişini gayet haklı bulduklarını, Aleviler gibi
Kürtlerin de yıllardır ezilen bir toplum olduğunu, ve milletlerinin özgürlüğü için direnmelerini, haklarını
almak için ettikleri
mücadeleyi takdirle karşıladıklarını belirttiler. Bu kesim
tarafından Selahattin Demirtaş çok beğenilen bir politikacı olarak ortaya
çıkmaktadır. Görüşmeciler kendi azınlık konumlarından dolayı Kürtlerle daha
fazla empati kurmaktadırlar. Bir görüşmeci ise gayrimüslim azınlıkların son yıllarda elde ettikleri haklar
ve bu kazanımlarda Kürtlerin direnişinin payı olduğunu ileri sürmüştür.
Kürtlerin kimlik mücadelelerinin, Türkler karşısında daima ikinci sınıf
vatandaş konumunda olan azınlık cemaatlerinde bir farkındalık yarattığı ve
kimlik mücadelesine politik bir alan açtığı görülmektedir.
Birinci ve ikinci kuşaktan Rumlar, Kürtlere kendi
dilinde eğitim gibi haklar verilmesini doğru bulurken, üniter devlet yapısının
bozulmasına yerinden yönetim veya federal devlet sistemine karşı
çıkmaktadırlar.
Kürt
hareketini ben takdir ediyorum çünkü adamlar halkı uğruna ne derler... milleti
uğruna herşeyi yapıyorlar. Herşeyini ortaya
koymuş adam, canını
ortaya koymuş. Gelecek
nesil için yapıyor bunu. Ben halkımın
özgürlüğü için kendimi
feda edicem diyor, devlet
şimdiye kadar bizden daha kötü gözlen
baktı. Alevileri yok saydılar. A1-12
(E, 64, K)
Ben
Kürtleri haklı görüyorum. İşin doğrusu bu. 2000 senedir bu hakların hep
bastırılmış, bakma bu askerler bunlara çok yaptılar. Çanakkale’de aynı savaşta
savaştılar bu insanlar. Şimdi bunları görmeye başlarsan Kürt olursun, Sırrı
gibi. Ne yapsın adam, dağa çıkarak sesini duyurabiliyor anca! Bir de oralarda
büyüdüğünü düşün? Selahattin Demirtaş’ın konuşmalarını çok beğeniyorum. Yok
sayıp onlara zulüm edersen yarın öbür gün patlar. Adamlara hiçbir yatırım
yapmamışsın ki. Bu çocuğu kendileri yarattılar. Artık Terakki zihniyetinin
gitmesi lazım. Rumlarla Ermenilerin
üstünde başarılı oldular ama bak Kürtler’de yapamıyorlar. Bence biz ölücez,
bizim çocuklarla devam edicek bu olaylar. A1-5 (E, 59, E)
Ben Kürt
hareketinin en azından bizim şeyimiz, davamız için olumlu etkisi olmuştur.
Zaten okulumuz vardı ama sıkıntımız okula boya badana yaptıramıyorduk. Artık
daha rahat konuşuluyor azınlıklarla ilgili sorunlar. Kürtlerin direnişinin çok
katkısı var bence. Eskiden mümkün değildi, çivi çakılınca dava açarlardı. A1-15
(E, 59, E)
Ben diyorum
ki Kürtlere bazı haklar verilsin. Kültürlerini, dinlerini, dillerini
yaşayabilsinler. Türkiye üniter bir devlettir. Siz dininizi, dilinizi,
okullarınızı açın nasıl biz de mesela hem Türkçe hem Yunanca var. Bundan daha
fazlası değil ama. B1-20 (R, 76, E)
Zamanında
da İslamcı kesime korkunç baskılar oldu, bunun ideolojik kaynağı aynı. Homojen
ulusalcı toplum yaratmaydı. Şimdi Kürt meselesi neden bu boyutları aldı?
Asimile olabilecek unsurdu Kürtler ama dilini bırakmadılar, şarkısını
bırakmadılar. En önemli sorun bu bence, ne olucak orda? Herşey, gelecek ona
bağlı ülkede. ATİNA-6 (R, 63, E)
İkinci ve üçüncü kuşak Ermenilerin bir kısmı Kürt
sorunu ile ilgilenmemekte, bir kısmı
ise fazla bilgi sahibi olmamakla birlikte Kürtlerin dillerini ve kültürlerini
koruma haklarının olduğunu düşünmektedirler. Konu hakkında yorum yapan orta ve
orta-üst sınıf, üniversite ve yüksek lisans sahibi, sol görüşe yakın
görüşmeciler Kürt halkının direnmesinin sebebinin bugüne kadar devleti hep
karşılarında bulmalarından, sahipsiz bırakılmalarından kaynaklandığını,
devletin Doğu’ya kalkınması için hiç yatırım yapmadığını, teörörün bitmesi için gerekirse
toprak verilebileceğini düşünmektedirler. Yıllarca bastırılan fakat dillerini ve
kültürlerini korumak için mücadele eden Kürtlerin hak taleplerini yerinde
ve doğru bulmakta, Kürtlerin mücadelesini özgürlüğünü elde etmeye çalışan bir
halkın hareketi olarak görmektedirler. Ermeniler ayrıca bir azınlık olarak,
Kürtlerle hak mücadeleleri meselesinde Türklerden çok daha fazla empati
kurabildiklerini, Türklerin Kürt sorununda çok milliyetçi davrandığını
vurgulamaktadılar.
Kürtler
bağımsızlık kazanabilirler de o zaman çok değişir iş. Ben Kürtlere çok karşı
değilim, oranın özerklik almasına. Etrafımdaki insanlar çok ters bakıyorlar bu
duruma. Belki ben azınlık olduğum için daha empati kurabiliyorum. A2-2 (E, 28,
K)
Ankara’dan
sonrasına hizmet götürmemiş bir devletimiz olduğu için “Bırak bari ben yapıyım”
diyen bir toplumun savaşı Kürt savaşı. Verilebilir bir alan, vermesi birşey
kaybettirmez bana göre. Sen devlet olarak ne kadar yaptın oraya? Hemen cevap
gelir, PKK izin vermedi ondan yapamadık diye. E sen Avrupa’nın, dünyanın bilmem
kaçıncı ordusuydun, ne oldu? Savunamadığın yerleri bırak yeter ki insanlar
ölmesin. Savaşmasaydın yol yapsaydın
çok şey değişirdi. Çocukken duymazmıydık “Van’ın bilmem ne köyüne elektrik
gitmiyor” diye, yıllarca... A2-13 (E, 37, E)
Kürt
meselesinde herkes milliyetçi kesiliyor. Ben onları da anlamaya çalışıyorum.
Onlarda kendi özgürlüğünü kazanmak isteyen insanlar topluluğu. “Onlar bebek
katili” diyorlar ama ben öyle demiyorum. Ben de bir azınlık psikolojisinde
olduğum için onları anlamaya çalışıyorum. Bence Türklerde bu anlayış yok. Çok da tartışmıyorum bu konuyu ama hassas bir konu çünkü. İnsanların çok
araştırıp okumadığını düşünüyorum. Kesinlikle bir taraf tutmuyorum. Kürtlerin
de hatalı olduğu çok konular var ama ben objektif olmaya çalışıyorum. A2-6 (E,
22, K)
Bir akademisyen, bir sinemacı iki kadın bir de erkek
Rum görüşmeci 80’lerden itibaren
Kürtlerin verdikleri hak mücadelesinin gayrimüslimlerin “eşit vatandaşlık”
talepleriyle paralel olduğunu, Kürtlerin kültürel haklar mücadelesinin kamusal
alanda son 10 senedir yükselen bir ivmeyle artarken diğer kimlik tartışmalarına
da öncü bir şekilde zemin hazırladığını vurgulamaktadırlar. Sinemacı olan kadın
Rum görüşmeci, Rumların bu konu hakkında “sessiz” kalmalarının çok içlerine
kapalı ve steril bir hayat yaşamalarından ve sınıfsal biricikliklerinden kaynaklandığını vurguladı. Kürtlerin kültürel haklar-özgürlükler
alanında verdikleri mücadelenin gayrimüslim azınlıkların son yıllarda
kültürel-sosyal-siyasi- ekonomik alanda elde ettikleri kazanımlarla pararellik
gösterip göstermediği, gayrimüslimlerin
aralarındaki ilişkisellik konusunda neler düşündükleri ayrıca incelenmeye değer
bir konu olarak gözükmektedir.
Yerel
yönetimlerde HDP’ye verdim, cumhurbaşkanlığında da Selo’ya (Demirtaş) verdim. Daha önce hiç CHP’ye vermedim. İlk
oyumu kullandığımda ANAP’a verdim ama boş oy olarak kullandım. AKP ilk
geldiğinde vermedim, 2.-3. dönemlerinde verdim. İnandım çünkü Türkiye’nin de buna ihtiyacı vardı. Kürtler o kadar güçlü
değildi bu kadar. Bağımsız verdim bir de Sırrı’ya, ona da verme nedenim
açıkçası gayrimüslimlerin davasının da Kürtlerle paralel gittiğine inanıyorum.
CHP söz konusu olmadı, benim babam yıllar önce umudunu kesti ve ben CHP’de bir
hata olduğunu bilerek büyüdüm. Bazı Aleviler hala “ama” der ama laiklikle
olmuyor… Ama ailem de hala CHP’ye veren vardır. CHP hiçbir zaman umut veremeyecek bana. B2-13 (R, 33, K)
Genç kuşak Yahudilerden çok azı Kürt meselesi hakkında
düşünce ifade etmişlerdir. Yorum yapanlar Kürtlerin belli konularda haklı
olduklarını, çok bastırılmış ve eziyet görmüş bir toplum olduklarını ve artık
barışın gelmesi gerektiğini belirtirken diğer taraftan toprak taleplerini
işgalcilik olarak nitelendirip, bölücü taleplere karşı olduklarını ve üniter
devlet yapısının bozulmaması gerektiğini vurgulamışlardır.
Ben
Kürtleri azınlık olarak değil “işgalci” olarak görüyorum. Bu yüzden ben çok
tartışıyorum insanlarla. Benim de tarihi bilgisizliğimden kaynaklanıyor olabilir. İsrail-Filistin
konusuyla aynı bence. İki tarafta işgalci bence. Kan dökülmesini kesinlikle
doğru bulmuyorum. Ama bu kadar insan öldükten sonra bırakılmasını da doğru
bulmuyorum. Kürtlere de Türkiye’de aynı haklar sağlanıyor, Araplara da
İsrail’de sağlanıyor, daha fazla şeyler istemek bana bölücülük geliyor. C2-5
(Y, 31, K)
4.3.5.2.
Rum, Yahudi ve Ermenilerde Modern-Seküler Hayat Tarzının
Aşınması Tedirginliği
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatine mensup
görüşmecilerin büyük çoğunluğunda AKP hükümetinin azınlık politikasına karşı bir güvensizlik duygusu ortaya
çıkmaktadır. Azınlıklar lehine hayata geçirilen reformların kendilerini
“birinci sınıf-eşit vatandaş” hissettirmeye yetmediğini, asıl sorunun
toplum-bürokrasi-devletin zihninde kökleşmiş bir şekilde yer eden
“gayrimüslimler yabancı, buralı olmayan, yeteri kadar Türk olmayan, bizden
değil” imajında yattığını vurgulamaktadırlar. AKP iktidarında azınlıklar lehine
yapılanların reelpolitik olduğunu,
azınlıkları eşit kucaklayan ve özne olarak gören samimi bir zihniyet
içermediğini düşünmektedirler. AKP hükümetinin ve Cumhurbaşkanı’nın muhafazakar
İslamcı çizgisi de bu güvensizliğin oluşumunda önemli bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır.
Ülkede giderek artan muhafazakarlaşma sonucunda gayrimüslim
kimliklerinin ötesinde kentli, modern kimliklerinden dolayı da bir baskı
yaşamakta ve kendilerini bu bağlamda da “azınlık” olarak hissetmektedirler.
Gündelik hayatlarında bu toplumsal baskıyı hissetmekte ve bu durumu seküler
hayat tarzlarına bir tehdit olarak görmektedirler. Yükselen siyasi İslamı Atatürk’ün kurduğu
Türkiye’nin ve Cumhuriyetin temel ilkelerine, laikliğe
tehdit olarak görmektedirler. Hükümetin ve özellikle Cumhurbaşkanının
muhafazakar, dindar bir yapıda olması seküler hayat tarzlarına bir tehdit
olarak algılanmaktadır. Atatürk’ün otoriter liderliğine yöneltilen eleştirilere
de karşı çıkmakta ve o dönem için yapılması gerekenleri yaptığını
düşünmektedirler. Dönemin şartlarında, Kurtuluş Savaşı’nda ve Lozan Nüfus
Mübadelesi’nin imzalanmasında, ülkenin birlik ve beraberliğini sağlaması için
yapılması gerekenlerin yapıldığını, Atatürk’ün gayrimüslimlere değer verdiğini
belirtmektedirler. Rumlar İstanbul’un mübadele dışında tutulmasını bu eksende
değerlendirmektedir. Kimi amlatımlarda Atatürk ülkesi için herşeyini ortaya
koymuş, ülkeyi karanlıktan aydınlığa çıkaran
insan üstü bir varlık olarak tarif edilmektedir.509 Özellikle ilk
iki kuşak gayrimüslimler Cumhuriyetin
yitirilmiş olan değerlerine (bilim, laiklik), yaşam tarzlarına güçlü bir nostalji
duymaktadırlar. Özyürek, Atatürk’e ve cumhuriyetin ilk yıllarına duyulan
nostaljinin 1990’larda metalaşmış, özelleşmiş ve kişiselleşmiş bir hale geldiğini söyler (2011).
Görüşmeciler, yeniden modern olabilmek için AKP öncesinin kimi özelliklerine
dönmek istemektedirler. Görüşmecilerin büyük çoğunluğu için Atatürk,
Yael-Navaro Yashin’in kült tanımlamasında olduğu gibi, devletin yüzüdür.510
509Türkiye’deki
ilkokul öğrencilerinin Atatürk algısı üzerine 2007 yılında yapılmış bir yüksek
lisans tezinden çıkan benzer bulgular için Bkz.: Esra Elmas, “The cult of
Atatürk, the Turkish state and society”,Turkish
Review, Volume 2, Issue 1, Jan-Feb 2012, p.36-43.
510Yael
Navaro-Yashin, Faces of the State:
Secularism and Public Life in Turkey, Princeton University Press,
Princeton, 2002.
Zavallı
Atatürk’ün neresi sızlamıyor ki... Adamın yaptığı herşeyi bozdu. Bu ülkenin
vatandaşı saf, temiz. Anadolu’ya git o zaman anlarsın. Köylüleri gördün mü
orda? HES’lerle nasıl kahroluyorlar. Bu ülke buna layık değil. Nasıl
toparlanacak bu ülke şimdi? Referandumda Hayır dedim, Evet diyenlere
üzülüyorum. B1-7 (R, 69, K)
Yalnız
Atatürk güzel bir devlet kurdu ne acı ki edemedik… Ben gidişi beğenmiyorum.
Dindar değil bak dinci bunlar. Tehlikeli olan o. Atatürk akıllı adamdı
mübadelede İstanbul’u dışarda tuttu. E o zaman işçisi yoktu, sanatkarı yoktu. Bir millet sanatkarıyla yükselir.
Atatürk bizi seviyordu. İleri düşünen bir insandı. B1-12 (R, 84, E)
Atatürk
gelmiş geçmiş padişahlar da dahil, ondan daha iyisi gelmedi. Bunu bütün dünya
takdir ediyor. 1881’den 1938’e yaptığı işler ortada. Bunu tartışmak günah olur.
Belki 10 sene daha yaşasaydı... daha hala küfreden var Atatürk’e. Tabuda
olmaması lazım ama saygı. A1-12 (E, 65, E)
Atatürk bence uzaydan gelmişti.
Bu ülkenin yine öyle özel birine ihtiyacı var. Türkiye
şimdiki kadar kötü olmamıştı. C1-8 (Y, 51, K)
Ülkenin en
büyük sorunları merkezde ve yerel yönetimlerde son yıllarda belirgin hale gelen batılılaşma, laiklik kavramı ve Atatürk ilkeleri
gibi değerlerin hızla
yok olduğudur.”C1- 14 (Y, 52,
K)
Güven
sorunum bu ülkede tabi ki var! Senin yaşam tarzına müdahale ediyor. Benim
giyinmeme karışma, eğitimime, vs... yapma etme. İmam Hatip tabi ki şart ama
kurslarını aç isteyen göndersin. Bunu eğitime çevirme! O zaman geriye götürücen
bu ülkeyi. Ancak Atatürk gibi biri çıkacak, klişe ama doğru bir laf. B2-2
(R, 38, K)
Yarın öbür
gün türban artacak, tabi ki suç değil türban takmak fakat Türkiye’nin Avrupa
mantalitesinden ayrılmasını arzu etmem. B1-26 (R, 54, E)
Şunu sorucaksın sonunda kendine: olmasaydı
sen ne olurdun? A1-10 (E, 62, E)
Atatürk en
çok tartışılan konulardan biri bizim aramızda. Türkiye için bulunulmaz bir
lider, keşke bir 20 sene daha yaşasaydı. Vefat ettikten sonra maalesef inişe
geçiyor ülke. Çok başarılı bir asker ve lider. En koyu bir Ermeni kadın bile
çok iyiydi diyor onun için. Kiliselerimizi açık tuttu, bir sorun yok. Kürtlerin
ve dincilerin sorunu olabilir Atatürk’le. A2- 13 (E, 37, E)
Atatürk
benim için vatanını milletini seven biri. Ama bazı meseleler var, Kürt meselesi, Ermeni meselesi. Bunların
çoğunun Osmanlıya dayandığını görüyoruz, Atatürk’ün de yapacağı çok birşey
kalmamış. Direk eleştirmekte haksızlık bence. O bence yapması gerekenleri
yaptı. Benim karşı olduğum Atatürkçülük değil, Kemalizm. Ulusalcılık ve
milliyetçiliğe karşıyım ben. Sünni Müslüman olmayan herkese ayrımcılık
uyguluyorlar. Bize laiklik lazım. Özellikle azınlıklardan açısından çok önemli,
bunu getirmiş Atatürk. Voltaire ne demiş “omlet yapmak için bir kaç yumurta
kırmak lazım”. Adam yapması gerekenleri yaptı. A2-6 (E, 22, K)
Koyu
Müslüman bir ülkede çocuklarımı yetiştirmek istemiyorum, Musevi olduğum için
değil biz böyle büyümedik çünkü, bizim hayat tarzımız bu değil. Kendini güvende
nasıl hissedersin? C2-16 (Y, 43, E)
Özellikle Yahudilerin nostaljik bir biçimde Atatürk
imgesine sarıldıkları, nostaljik bir modernlik anlayışı (Özyürek, 2011) içinde
oldukları gözlenmektedir. Ulusal kültürde temsil edilen “en kuvvetli otorite
figürü olarak Atatürk” görüşmecilerin bir kısmı için “Türklüklerini” göstermek için önemli bir
unsurdur (Şenol-Cantek, 2003). Atatürk’ü cumhuriyete, laikliğe, modernliğe
bağlılığın bir temsili olarak görmektedirler. Atatürk’ü, hayattayken gerçekleşen 1934 Trakya Olayları’ndan sorumlu tutmamakta, son yıllarında hasta olduğunu, kendisine yeteri kadar
bilgi verilmediğini düşünmekte ve esas sorumluluğun İnönü’de olduğuna
inanmaktadırlar. Aile büyüklerinin hikayelerinde Atatürk ile ilgili anıları
olan görüşmeciler Atatürk’e karşı bir babaya duyulan saygı gibi çok büyük bir
saygı ve minnet duyduklarını, Türk
milletini kurtarmak için gönderilen bir “nimet” olduğunu belirtmektedirler.
Atatürk’ü ülkeyi parçalanmaktan kurtaran bağımsız
bir devletin kurucusu olarak, merkeziyetçi devlet iktidarıyla ve modernleşme
reformlarıyla özdeşleştirmekte ve anmaktadırlar. Yahudiler özelinde İstanbullu
gayrimüslim azınlıklar kendilerini ülkedeki modern perspektifin taşıyıcıları olarak görmektedirler. Osmanlı’nın son dönemlerinden
referanslar vererek giyim kuşamdan sanata, yemek kültüründen kadın-erkek
ilişkilerine İstanbul’daki modern hayat tarzının gayrimüslimler tarafından
oluşturulduğunu belirtmektedirler. Cumhuriyeti kuran ve ülkede laik bir yaşam
tarzını yerleştiren Atatürk, özellikle kuruluş yıllarında gayrimüslimlere
uygulanan ayrımcılıklara rağmen, seküler, modern yaşamlarının garantörü olarak
görülmekte, o dönemde yaşanan sıkıntılar için İnönü suçlanmaktadır.
Görüşmeciler bir yandan cumhuriyetin kuruluş ilkelerine (laiklik) olan
bağlılıklarını dile getirirken, diğer yandan “yeni Türkiye’yi”
eleştirmektedirler.
Rahmetli
Atatürk’ün dediği gibi “Daima ileri”. Ben Atatürk’ü gördüm, okula geldi bizim,
ben yakışıklı bir çocuktum bana çiçek verdirmişlerdi Atatürk okula geldiğinde.
Ya 7 ya 8 yaşındaydım. “Hoşgeldiniz babacım”... böyle çıktı ağzımdan. “Ne kadar
tatlı çocuksun sen” dedi, geldi öptü.
C1-16 (Y, 94, E)
Ananem sıkı bir işkadınıymış. Atatürk’ün eniştesinin yanına
sekreter olarak alınmış.
O dönemde bir kadın için çok önemli bir olay bu tabi. Atatürk’le
konuşmuş, keşke ben ona sorabilseydim. Atatürk’ü çok seven bir kadındı. “Acaip
bir şeydi, çıkan enerjiyi, o ışığı, o gücü, liderliği herşeyi bambaşkaydı,
yanında titrerdik” diyordu. C2-20 (Y, 44, K)
Ben
küçüktüm, Atatürk zamanı çok güzel bir zamandı. Kadınlarla erkekler eşitti,
karışık okullara gidiyorduk. Atatürk’ün hayatı çok zordu. Allah onu bize
gönderdi. Türk milletinin bir hayrı vardı demek ki şu dünyada bize gönderdi
onu. Yoksa Türk milletini parçalayacaklardı. C1-17 (Y, 92, K)
Bizde
herkes Atatürk’ü sever, insanlar ona aşıktır. Büyük ihtimal 34 Trakya
olaylarında haberi vardır, bilemiyorum…. Şahse, ben de Atatürk’e toz kondurmam.
Çok severim. Farklıydı ya, ben uzaylı olduğunu düşünüyorum. Ülkesine güzellik
getiren bir insandı, bizim felsefemize çok uyan bir insandı. C2-11 (Y, 33, E)
4.3.5.3. Yahudilerin Toplumda Yükselen
Antisemitizm Tedirginliği
Korkunç bir
antisemitizm var, komşularımızın bu hale geldiğine inanamıyorum... (Y, 33, E)
İstanbul’un gayrimüslim cemaatlerinin Türkiye’nin
ortak sorunları karşisinda duydukları ve Türkiye’de modern seküler toplum
kesimleriyle örtüşen kaygılarının yanında, doğrudan azınlık cemaatleri
ilgilendiren toplumsal/siyasi sorunlar karşısında duydukları tedirginlikler
vardır. Bu sorunların başında Yahudileri tehdit eden bir durum olarak toplumda
giderek yükselen antisemitizm gelmektedir.511 ADL’in (Anti
Defamation League) yaptığı dünyadaki en antisemit ülkeler sıralamasında Türkiye
%69 ile birinci sırada gelmektedir. İkinci sırada ise %56 ile İran
bulunmaktadır.512 2010 yılında yaşanan Mavi Marmara olayından sonra
İsrail-Türkiye ilişkileri neredeyse durma noktasına gelmiş, bu durum Türk/iye Yahudileri tarafından büyük bir
tedirginlik ve korkuyla karşılanmıştı. Vatandaşlık bölümünde, İsrail-Türkiye
arasında yaşanan gerginliklerin İstanbul’un Yahudi cemaatinin gündelik
hayatındaki olumsuz etkileri analiz edilmişti. Aynı şekilde 2014 yazında
İsrail- Filistin arasında çıkan çatışmalarda seçim öncesi oy kaygısının da
etkisiyle siyasi aktörlerin sarf ettikleri İsrail ve Yahudi karşıtı söylemler,
sağ basının nefret söylemleri içeren manşetleri,
İsrail ile Türkiye’de yaşayan Yahudilerin bir tutulması, Gezi’de ve Soma’da
yaşananlarla Yahudi veya İsrail bağlantısı kurulması Yahudi vatandaşların
hayatlarını doğrudan etkilemekte ve kendi ülkelerinde büyük bir güvensizlik
hissetmelerine sebep olmaktadır. Özellikle genç kuşak Yahudiler yükselen
antisemitizm tehlikesinin yanısıra, ülkede güçlenerek artan dindar, muhafazakar
ve otoriter yapının seküler, modern hayatlarında tehdit algısı oluşturduğunu,
çocuklarının geleceği açısından gitmeyi düşünmeye başladıklarını, ilk defa gelecek hakkında bu kadar kaygı
duyduklarını aktarmaktadırlar. Bu noktada tedirginlik ve kaygılarının Yahudi
kimliklerinin yanısıra, belki de daha fazla, modern laik yaşam tarzından
kaynakladığını, ülkedeki siyasi iklimin tam da bu kesimde bir baskı oluşturmaya
çalıştığını ve toplum içinde ayrıştırma yarattığının altını kuvvetle çizerek vurgulamaktadırlar.
Bazıları her bir olayda Yahudilerin hedef tahtasına
konmasını, haklarında komplo teorileri üretilmesini artık kanıksadıklarını
belirterek esprili bir şekilde mizaha başvurarak bu durumla dalga
geçmektedirler. Bu bağlamda şaka, mizah, ironi gerçek koşulların görünmez bir eleştirisini yapmakta kullanılmaktadır
(Brick-Danan, 2014).
511 Antisemitizm üzerine
çok geniş bir külliyat bulunmaktadır. Sadece Türkçe yazındaki
birkaçı için Bkz.:Adorno,
2011; Arendt, 2014a; Bali, 2013c.
512 Karel Valansi,
“Ira Forman “Yükselen
Antisemitizmden Endişeliyiz”, 11.06.2014, Şalom, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-91384-ira_forman yukselen_antisemitizmden_endiseliyiz_.html, 14.01.2016.
İvo Molinas,
“Yahudi Karşıtlığı”, 28.05.2014, Şalom, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-91224- yahudi_karsitligi_.html, 14.01.2016.
Zaten
dünyanın başına ne geldiyse Yahudilerden geldi: İSA–MUSA-MARX (gülerek) C2-22 (Y, 44, E)
“Sürgünler
Çağı” diye çok meşhur bir kitap vardır. Dağılacaksın, disperse! Bu toplum 20 tane ülkeye dağılır,
%60’ı İsrail’e gider. Geri kalan parası nereye yeterse gider. Şu
an Panama’da çok ciddi sayıda Arap kökenli Yahudi cemaati var. Meksika’yı da
Suriye Yahudileri keşfetti. Yeni Zelanda, Avustralya’ya giden çok var.
Avrupa’ya kimse gitmez. Çünkü Avrupa’daki antisemitizm şu an nerdeyse
Almanya’dakine yaklaşmak üzere. Bizim Türk
Yahudileri 2025’de çok iyimser 3.000 kişiye düşer. Yeni jenerasyon ilk
buldukları fırsatta kapağı atacaklar.
C2-1 (Y, 43, E)
Benim kızım
mesela “baba ben burda okumak istemiyorum” dedi. Benimki Musevi Lisesi’nde
okuyor. Çok da iyi bir öğrenci. Bu çocuklara burda hayat yok. Biz asimilasyonu
aştık artık. C2-21 (Y, 44, E)
Ben çocukluğumdan beri bilirim her iktidar bu ilkede istifa etme aşamasına
geldiğinde “dış mihraklar” der, her iktidar! Ben hep duydum bunu. Son
dönemde önce menfaat lobisine faiz lobisi dedi, sonra “Yahudi lobisi” dedi,
“İsrail’in bu işte parmağı var” dedi. bunun rahatsızlığını Yahudiler duyuyordur
diye düşünüyorum. Ama ben herşeye rağmen bunun tam tersine demeçlerin
geleceğine inanmak istiyorum. Bu demeçler Türkiye’yi hep geride bıraktı.
Demokrasi ile hukukla kavga ediyoruz, yazık eder kendisine Türkiye … C1-4 (Y,
57, E)
AKP’nin
satabileceği tek şey bu. Ama değişen birşey yok. Yıllarca Erbakan’ın
mitinglerini takip et anlatacağı bir sürü şey olurdu. Herşey biterdi, insanları
biraraya getirebileceğin tek şey “kahrolsun İsrail”! Satacak malzemesi yok ki,
ne diyecekti Erbakan? Ben buraya şeriat getirmek istiyorum? Hayır, söyleyemez.
İnsanları meydanlarda bağırtabileceği tek şey buydu. Diğer Yahudiler de
söylemiştir sana, aslında daha az zarar gördük burda. “Benim kocam daha az
döverle” aynı şey bu. Doğru değil bu tabi, ama bu konuda yanlış anlaşılabilir
bir sözcük “menfaat” ama burda yaşamanın bedeli bunu gerektiriyorsa ve bu
ülkenin bir parçasıysan yapılan davranış biçiminin minimumlarda olması iyidir gibi bir “teselli” bu. C1-3
(Y, 65, E)
Ben hiçbir
zaman yaşamadığım şeyleri bu son seneler yaşadım. TV’de mesela bir programda
seyrettim “yok siz kan içicisiniz” filan, insanı çok acıtan konuşmalar bunlar. Gezi olayını bile nerdeyse bizim
üstümüze attı. Biz hep çektik, hep hedef noktasıydık. En kolayı bu çünkü.
Bekliyoruz... Kanıksamıyoruz ama nerden ne çıkacak diye bekliyoruz. Bu son
konuşmalar... insanın içini “cız” ediyor ne biliyim. Ya bu deveyı güdersin ya bu
diyardan gidersin... Endişelerimiz sizler, gençler için ama sonuçta üzülüyorsun
çünkü bu çok güzel bir ülke, yazık olur. C1-1 (Y, 65, K)
İsrail’den
keşke dönmeseymişiz… ben şimdi tekrar gitmeyi düşünüyorum, buradaki geleceği
iyi görmüyorum, çok dindar bir hükümet var ve daha kötü gidicek gibi geliyor
bana. Bir de burda cemaat içinden
biriyle evlenmek artık çok zor, ben istiyorum
Jew olsun, İsrail’de şansın daha fazla. C2-6 (Y, 32,
K)
Ben buraya
ait hissediyorum kendimi. Ama son dönemlerde gitmeyi düşündüm. Çevremde giden
oldu arkadaşlarımdan. Gitmelerinin sebebi İsrail’e bağlılık değil, sebebi
RTE’nin politikaları, ülkenin gidişatı, korkunç bir antisemitizm var, biz hiç
bu kadarını yaşamadık bugüne kadar. Yaşamadık yani. Son 2-3 sene, ben
inanamıyorum… komşularımızın bu hale
geldiğine inanamıyorum… Bizim yaş gurubundan birçok insanla konuştuğumuzda
Gazze olayları sırasın da çok konuştuk acaba gitsek mi diye. Annemler gidemez,
bu yaştan sonra nereye gidecekler… C2-11 (Y, 33, E)
Son yıllarda Yahudi
cemaati içinde “hoşgörü” söylemine eleştirel yaklaşımlar hem cemaat yönetimi
tarafından, cemaatin resmi gazetesi niteliğinde olan Şalom’da, hem de Yahudi
vatandaşlar tarafından artmaktadır. Artan antisemitizme karşı duyulan
tedirginlik sıkça, açıkça özellikle sosyal medya üzerinden dile getirilmeye
başlanmıştır.513 Türk Yahudi Cemaati Başkanı İshak İbrahimzadeh’in
Edirne Sinagogu’nun açılışında yaptığı konuşma bu “hoşgörü” söylemine karşı bir
duruşu ve vatandaşlık kimliğinin azınlık kimliğinin içinde eritilmesine karşı
olan eleştirelliği yansıtmaktadır:
513Bu
konuda son bir gelişme Yıldız Tilbe’nin gençTurkcell reklamlarında yer
almasıyla yaşanmıştır. 2014 yazında Tilbe’nin Hitler’i
öven twitter mesajları büyük tepki çekmişti. 2016’nın Şubat ayında
Turkcell’in reklam yüzü
olarak Tilbe ile anlaşması hem cemaat içinde hem de geniş toplumda yankı buldu.
Kendi facebook sayfamda birçok Yahudi arkadaşımın örgütlendiğini ve tepkilerini
açıkça ortaya koyduklarını gözlemledim; reklamın çekilmesi için sosyal medya
üzerinden imza kampanyası oluşturuldu. Belki de Yahudiler kolektif olarak uzun bir aradan sonra yoğun bir
halde antisemitizme politik bir karşılık vermişlerdi. Gelen tepkiler üzerine reklam yayından kaldırıldı. Riva
Hayim, “hafıza kayıpları”, Şalom, 10.02.2016, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-98108-hafiza_kayiplari.html,
10.02.2016.
…
Dün haber
ajanslarımızın haber başlığında okuduğumuz şekliyle neden bugün medyamız
“hoşgörünün yeniden inşa edildiği gün” başlığını atıyor? Neden hoşgörüyü tekrar
inşa etme ihtiyacını duyuyoruz? Neden sadık tebaasıyla uyum, anlayış, güven
birliği içinde yaşamış olan Sultan Abdülhamid’in hükümdarlık süresinde yaşamış
olduğu olumsuzluklar bir Yahudi üzerinden kurulan komplo teorileri ile zamanla
tüm Yahudileri ihanetin ve yıkımın sebebi olan gerçekler görüntüsüne getirilir?
Bu ve maalesef bu şekildeki söylemler ve yaşanmış acılar, sadık tebaadan
vatandaş konumuna geçişimizdeki azınlık kavramının üstünden geliştirilen ayrıştırma ve ötekileşme sonucu yalnız o günlerde sadece
Edirne’de
20.000 kişilik bir
Musevi nüfusu varken bunlar bugün tüm Türkiye’de 17.000 kişiye azalışımızın
öncelikli sebebi olmuştur… Yahudiliği vatanımızın düşmanı, bizleri de toplumun
bilinçaltlarına vatan haini olarak gösteren söylemler karşısında her seferinde
kendimizi bu vatanın sadık ve faydalı vatandaşları olduğumuz açıklamaları
yapmak zorunda hissetmişiz…514
Biz bunu
çok tartıştık, 500. yıl bir minnet şeyi miydi diye. “Sizi buraya getirdik,
konuşma!” olmaya başladı. Bir beraberlik bu, hoş değil. Ama bu yapılan
kutlamalar başka söylemlere yol açtı ve bizi mağdur duruma bıraktı. Sesinizi
kesin oturuna geldi. Kaş yapalım derken göz çıkarıldı. Şimdiki bütün söylemlerde
biz 2000 yıldır burdayız diyoruz. C1-3 (Y, 65, E)
Ben
Ermenilerin çok cesur olduklarını düşünüyorum. Bak Agos’da Ermeni aydınları
“Sen dalgana bak RTE” yazdılar, bizde Şalom’da asla böyle bir yazı yazdırmazlar, yazmazsın zaten. Cesaret edemezsin. Ben buranın sahibiyim
diyor o. Biz hala “misafir”
olarak kendimizi görüyoruz,
büyük çoğunluk tarafından. Halbuki en az Ermeniler kadar bu topraklarda yaşayan
Yahudiler var. Anadolu’nun insanıyız biz. C2-11 (Y, 33, K)
2014’ün Ağustos ayında Türk Yahudi cemaatinden
bağımsız olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Yahudi kökenli bazı aydınlar
İsrail’in Filistin halkına uyguladıkları şiddeti eleştiren bir bildiriye imza
atmışlardır. Bildiride aynı zamanda İsrail’in
politikalarından dolayı Türk Yahudi cemaatinin de suçlanması “ırkçılık” olarak
514Büyük Edirne Sinagogu
Açılış Töreni, TMC Başkanı İshak İbrahimzadeh’in Konuşması, (Çevrimiçi) http://www.turkyahudileri.com/content/view/3494/287/,
5.08.2015.
nitelendirilmekteydi.515 Cemaat içinde bu yazı tartışma konusu
oldu. Bazı görüşmeciler kişilerin dini-etnik kimliğinden bağımsız olarak
çekinmeden özgürce kendi düşüncelerini ifade
edebilmeleri gerektiğini, cemaatin bu konuda pasif davrandığını eleştirirken,
bazıları da İsrail’i eleştiren bir yazının altına imza atarken sadece bireysel
değil cemaati de düşünmeleri gerektiği konusunda bir eleştiri getirmişlerdir.
Şiddetle yükselen antisemitizmden dolayı en ufak bir gerginlikte Yahudiler
hedef tahtası haline gelebilmekte, nefret söylemleri çoğalmakta, bu durum cemaat içinde büyük bir tedirginliğe ve
gerginliğe sebep olmaktadır. Bu konuda görüş bildirenlerin çoğunluğu Türk
Yahudi cemaatinin her hükümet döneminde devletle arasının ılımlı olduğunu,
Amerika’daki Yahudi lobisiyle işbirliği halinde Türkiye’yi uluslarası platformda hep desteklediklerini, cemaati
ve ilişkileri bu anlamda tehlikeye
sokucak bir adım atılmaması konusunda dikkat edilmesi gerektiğini
vurgulamaktadırlar. Bu bağlamda çoğu Yahudi güvenlik söz konusu olduğunda
kolektif kaygı ile hareket edilmesi gerektiği, kolektif “Yahudi” kimliğinin
bireysel kimliği öncelemesi gerektiğinin altını çizmektedirler.
Soli’lerin
yazdığı yazıyı biliyorum. Sonunu iyi bitirmediler o yazının, tam
hatırlamıyorum. Başta İsrail’e isyan ettiler ama sonunu iyi getirmediler. Bak
bu son İsrail- Gazze olayı çok bu toplumu içine kapattı. Gitmeyi düşünenler çok
var. Antisemitizmin, nefretin nasıl yükseldiğini
bir anda gördük. Bu çok korkutucu. O yüzden cemaatin tek ses çıkarması lazım.
Herkes istediğini düşünebilir söyleyebilir ama cemaatini de düşünmek
zorundasın. C1-15 (Y, 64, K)
Ben hiç
doğru bulmadım. Cemaat ruhunu kırmaya çalışıyorlar. Hamas’ın hiç mi suçu yok?
Bunu neden yazmıyorsun? O zaman sen populizm yapıyorsun. Ama Soli (Özel) ve Roli’nin (Marguiles) çizgileri zaten bellidir. Sol kafada
insanlardır. C2-11 (Y, 33, E)
Soli Özel
çıkıp konuştu diye adamı dışlıyorlar. Demokraside tek ses olmaz. Cemaat kim ki
dışlıyor? O zaman çık konuş. Soli nasıl yazıyorsa senin kalemin yok mu?
Böyleydi demek bugüne kadar doğru olduğu anlamına gelmez ki! C2-16 (Y, 43, E)
515Hürriyet,
“İsrail şiddetine de ırkçılığa da hayır”, 30 Ağustos 2014, (Çevrimiçi) http://www.hurriyet.com.tr/israil-siddetine-de-irkciliga-da-hayir-27105812,
15.01.2016; Taraf, “Yahudilerden ortak bildiri”, 30 Ağustos 2014, (Çevrimiçi) http://arsiv.taraf.com.tr/haber-yahudilerden-ortak-bildiri-162673/,
15.01.2016; Şalom, “Bildiri ses getirdi”, 03 Eylül 2014, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-92224- bildiri_ses_getirdi.html?rev=1,
15.01.2016.
4.3.5.4. İstanbul Ermenilerinde Artan Kimliksel Farkındalık: 1915’in
100. Yılı, Diaspora ve Hrant Dink
Atalarımın
başına gelenleri biliyorum. Buna kiminiz katliam,
kiminiz soykırım, kiminiz tehcir, kiminiz
trajedi diyorsunuz. Atalarım da Anadolu deyimiyle kıyım derdi. Bir devlet kendi
yurttaşlarını, hem de
savunmasızlarını, çoluk çocuk, kadın yaşlı demeden, kök saldığı ortamlardan
söküp, bilinmez bitmez yollara salıyorsa, bunun sonucunda da bir halk büyük bir
bölümüyle yok oluyorsa, bugün bizlerin bu durumu izah edecek kelimeleri tercih
etme kıvranışımız, insan olma özelliğimizin hangi vasfıyla izah edilebilir?
‘Buna soykırım mı desek, göç̧ mü desek?’ diye cambazlıklar yapacaksak, her
ikisini de aynı ölçüde mahkûm edemeyeceksek, soykırım yerine tehciri ya da
tehcir yerine soykırımı tercih etmekle, insan oluşumuzla ilgili onurun hangi
parçasını kurtarmış olacağız? Hrant Dink
Senden özür
diliyoruz dese sen olsan istemez misin? Yüreğimde bir yara açıldı en azından
onun kanaması durur. (E, 61, E)
Hrant benim gözyaşımın doğal kaynağıdır... (E,
63, K)
2015’in, 1915’in 100. yılı olması nedeniyle Türkiyeli
Ermeniler için ayrı bir önemi vardı. Neredeyse senenin başından itibaren
diasporanın bu konuda nasıl bir tavır alacağı, Türkiye’de ve yurtdışında
yapılacak anma etkinlikleri, Ermenistan-Türkiye arasındaki ilişkilerin bu
bağlamda nasıl gelişeceği, başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan, Amerikan Başkanı da
dahil olmak üzere siyasi aktörlerin yapacakları açıklamalar, “soykırım”
kelimesinin telaffuz edilip edilmeyeceği, özür dilenip dilenmiyeceği tartışıldı. Agos gazetesi
Ocak 2015’den Mayıs 2015’e kadar düzenli olarak 1915 ile ilgili,
tanıklıklar, soykırım mağdurlarının ardından kalanların hikayeleri,
Müslümanlaştırılmış Ermeniler, “kurtarıcı” Türkler ve Kürtler, Anadolu’da 1915
ve sonrası el konulan mallar ve ekonomik soykırım ile ilgili haberler yaptı.
Aras başta olmak üzere birçok yayınevi Ermenilerin tarihi ve 1915 ile ilgili
kitaplar yayınladı. Birçok TV kanalında, gazetelerde oturumlar yapıldı,
üniversitelerde paneller, konferanslar düzenlendi. 2009’da bir internet sitesi
aracılığıyla yaklaşık 30.000 imza toplayan “Özür diliyoruz” kampanyası
düzenlendi. Son bir kaç yıldır 24 Nisan’da İstanbul’da farklı kamusal
mekanlarda anma törenleri düzenlendi. 2005’ten itibaren 1915-16 üzerine olan
tartışmalar merak, araştırma, olayları tanımlamayla başlayıp sorumluluk alma ve
yas tutmaya doğru evrildi (Adak, 2016:18).
Türkiye’de bugüne kadar hiç olmadığı kadar “soykırım,
1915, Ermeni” kelimeleri birçok mecrada telaffuz edildi. 1915 olaylarının 100.
Yıldönümünde, 24 Nisan 2015’de, Kumkapı Meryem Ana Kilisesi'nde düzenlenen
ayine Cumhurbaşkanı Erdoğan gönderdiği mesajda, "Ermeni vatandaşlarımız
için özel bir anlam taşıyan bu günde, Birinci Dünya Savaşı şartlarında hayatını
kaybeden tüm Osmanlı Ermenilerini bir kez daha saygıyla anıyor, çocuklarına ve
torunlarına taziyelerimi sunuyorum" dedi.516 İstanbul’da
yaşayan ortalama bir Ermeni vatandaş için 1915’in 100. yılının nasıl bir önemi
vardır? Kamusal alanda yaygın bir biçimde konuşulması, tartışılmasının yarattığı
hissiyat nedir? T.C. Cumhurbaşkanı’nın açıklaması nasıl anlaşılmıştır? Bu
soruların cevapları İstanbul Ermenilerinin gündelik hayatlarında kimliklerinin
kapladığı alanı ve kimlikleri ile ilgili yükselen farkındalıklarının
nedenlerini analiz etmede önemlidir. Ermeniler siyasi aktörlerden “evet
soykırım yapıldı, bunun için özür diliyoruz” gibi bir açıklama gelmesini,
Anadolu’da topraklarını terk etmek ve zorunlu göç etmek zorunda kalanlara
herhangi bir tazminat verilmesini beklememekte, çeşitli açıklamalarla konunun
geçiştirilmeye çalışılacağını ve devletin bir tür “oyalama politikası”
izleyeceğini düşünmektedirler. 100 sene boyunca inkar edildiği için, 100 sene
boyunca konuşulmadığı, yüzleşilmediği için artık yapılacak açıklamaların içten
ve samimi olmadığına inanmaktadırlar.
Öztan ve Turan, Türk milliyetçiliğinin gerek İttihatçı
dönemde, gerekse erken Cumhuriyet döneminde seçici hafıza ve belirli kodlarla
kurulmuş bir bellek
aracılığı ile
516Umut
Tütüncü, “Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Patrihkaneye mesaj: acınızı samimiyetle
paylaşıyoruz”, 24 Nisan 2015, (Çevrimiçi) http://www.haberturk.com/gundem/haber/1069743-cumhurbaskani-erdogandan- patrikhaneye-mesaj-acinizi-samimiyetle-paylasiyoruz,
17.01.2016.
kendisini var ettiğini; bu seçici hafızanın esas meselesinin de Ermeni
soykırımını inkar tavrı olduğunu söylemektedirler (2015:195-250). Sucuyan ise
Doktora tezi kapsamında Türkiye’de kalan Ermenilerin birinci ve ikinci
kuşaklarıyla yaptığı sözlü tarih görüşmelerine dayanarak kuşaklar boyu devam
etmekte olan inkarla yaşama durumunun, Türkiyeli Ermenilerin hayatlarının
kurucu unsuru olduğunu ortaya ortaya koymuştur. Sucuyan, Bourdieu’nun habitus kavramına referansla: “20 Kura
askerlik, Trakya Pogromu, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Pogromu gibi uygulamaların,
sadece dönemin konjonktürel gelişmelerinin bir sonucu olmadığını,
kurumsallaşmış ve toplumsallaşmış, inkar edilen bir tarihin gündelik hayatı
kurmuş olmasıyla belirginleşen bir habitus meselesi, tam olarak soykırımsonrası
“inkar habitusu” olduğunu” iddia etmektedir (2015:133).
İstanbul Ermenileri devletin Ermeni politikasının
“Soykırımın inkarı” üzerine kurulu olduğunu, hala kabul edilmemesinin, devlet
arşivlerin hala açılmamasının, aslında bugün bile bu topraklarda yaşayan
Ermenilerin varlığının inkarı anlamına geldiğini düşünmektedirler. Ermeni
ailelerin çoğunda soykırım birebir yaşanmış bir trajedidir; kendi ailelerinin
başına gelmemiş olsa bile toplumlarının başına gelmiş böylesine bir felaket “iç
bilgi” olarak tüm Ermenilerde bulunmaktadır. Ermeniler Cumhurbaşkanı’nın
yaptığı açıklamadan sonra bir konuşması sırasında “Afedersiniz, bana Ermeni
dediler” diyerek Ermeniliği “küfür” gibi kullandığını, daha önce yaptığı
“acınızı paylaşıyorum” söyleminin bu sözlerinden sonra
hiçbir inandırıcılığı ve samimiyeti kalmadığını belirtmektedirler. Bu
tip açıklamaların AB’ne hoş görünmek için yapıldığını, Türkiyeli Ermenilerin
her sene “1915” nedeniyle siyasi konjonktüre bağlı olarak “piyon” olarak
kullanıldıklarını düşünmektedirler.
Ne
tazminatı verecek? Anadolu’yu mu geri verecek? Sınırları geri verecek mi? Bence
geçiştirilecek. Özür dilese ne fark edicek? Bana birşey ifade etmeyecek
hakikaten. A1-11 (E, 51, K)
Zaten 100
sene geçti, tapusu filan varsa, belki üzgünüz der, ama bence toplu özür
dilemezler. Ben seni döviyim öldüriyim sonra özür diliyim, ben kabul etmiyorum.
Boşversene sen, hikaye... Bir hak iddia eden vakıf veya kişi varsa, zaten ne
kadar isteyebilir adam? Kardeşim nedir bu istekler diye liste çıkartır bir kısmını
öder, bu da özür olur gider. A1-6 (E, 65, K)
1915 ile
ilgili kafaların bir netleşmesi lazım. Ermeniler de rahat olmayacak o netleşene
kadar. Cengiz Çandar’ın bir yazısı var bir 24 Nisan’da yazdı 2010’da galiba,
çok etkilenmiştim o yazıdan, “Tamam soykırım değil ama bana hiç kimse Der Zor
çölüne yazın Temmuz ayının sıcağında yürüyerek sürülen bir halkın
öldürülmediğini söylemesin” diyordu. Tehcir kabul ediliyor zaten. Empati
kuruyorum ve bu jenerasyonun sorunu değil tabi bu. Almanları Holokost için
suçlayamayacağın gibi, bu kuşağı da bununla suçlamanın anlamı yok. O zihniyette
olan da vardır ama olmayan da büyük bir çoğunluk var. Ama inkar edilmesi
anlamsız bu olayın. Bence hiçbir zamanda tam olarak netleşeceğini düşünmüyorum.
Bazı dengeleri korumak için gündemde olucak bir konu olucak bence. Ben de kendi
adıma o yaşananlar için çok üzgünüm. Düşünsene o kitle yaşasaydı Türkiye nasıl
bir ülke olurdu? A2- 4 (E, 36, K)
Politika,
Tanrı Janüs’ün şimdiki yüzüdür. Tanrı Janüs, gülen yüzle ağlayan yüzdür
tiyatrodaki. Aslında Roma döneminde şehirlerin girişine konulmuş gelenleri
gülen yüzle karşılayan gidenleri de üzüntülü yüzle gönderen yüzdür. Politika da
böyle, her türlü yalanı konuşabilme meselesi. Böyle olunca politikacı yalan
söyler. Türkiye’nin Ermeniler açısından bir tane problemi var. 100 sene geçmiş
çözümlenemiyor. Ananem Adanalıydı, 1906-7’yi yaşamış ananem. Devletin bir
politikası var. İnkar üstüne kurulu. Aslında bir şey oldu ama soykırım
değildi... gibi. Bunu nasıl algılarsan algıla. Bilim adamları da soykırım
konusunda bin türlü tarif veriyorlar. Soykırım mı? Ya bundan daha fazla
soykırım olamaz! Sen bu amaçla
yapmasan bile sonucunu hesaplayamadığın bir şey de soykırımdır. Ülkenin
koşulları ve durumlar ortadaydı. Sen göç ettirdiğin insanları orduna
bakamıyorken nasıl bakıcaksın nasıl besleyeceksin? Yolda açlık ve hastalıktan
ölüyorsa sebebiyet verdiğin için soykırımdır. Bu tehcir kararında senin esasen
kendi vatandaşın olanlara tehcir yapanların canını, malını koruyamıyorsan bunun
sonucunda bu insanlar hayatlarını kaybettilerse sebep olduğun onca ölümün
tarifi soykırımdır. Bana sorarsan, Obama’ya bu sene soykırım diycen mi dedi, o
da demem ama sen de böyle yaz dedi. Bu da benim hikayem. O zaman miting
alanında çıkıpta “Bana Ermeni dediler” demiyceksin! Resmen hakaret etti. A1-16
(E, 60, E)
1915 için özür dilese
ne olur dilemese
ne olur. Senelerce bunu inkar et, bu toplumu
ez, ondan sonra üç beş devletin zoruyla ayıp olmasın diye gelişi güzel
özür dile, birbirine kin duyan iki aile için bunları barıştıralım demek bu,
toplumun önünde yalan yanlış sarılacaklar, geçip gidecekler. Bu saatten
sonra özür dilese
ne olur? Adam gibi yapsaydın
zamanında
arşivleri açardın,
gizli saklı kalmasın
derdin. Bu milletin
aydını da var aptalı da var. Ben yutmam. A1-12 (E, 64, E)
Yaşanmış
yaşanmıştır bitmiştir, benim ailemin öğretisi de o oldu. Kinle yaşanmaz.
Travmanın en büyüğünü o kini yüreğinde yaşatan yaşar. Ne toprak talebi? O zaman
orda bir Ermeni devleti mi vardı? SSCB’ye dahil bir devlet vardı bugün de var.
Lozan sınırları içinde bir Ermeni devleti yoktu ki? O gün sadece Osmanlı
sınırları içinde Ermeni tebaasına ait insanlar vardı. Ee sen onları tehcir
ettin kardeşim. Kendi vatandaşını tehcir ettin! Toprak talebi filan gelmez,
kandırmaca bu. Ama şu talep gelicek, senin vermiş olduğun tapu var. Bunu
tanımayacak mısın? Bugün benim için Ş.’ya
(kendisi) derse ki: “Evet arkadaş
bu genç cumhuriyetin hatasıdır, Ey Ş.! sen de biliyorsun ki bu İttihat
Terakki’nin’nin hatasıdır, bunun için senden özür diliyoruz”. Sen olsan
istemezmisin? 45 yaşında da öğrensem yüreğimde bir yara açıldı en azından onun
kanaması durur. Bir travma var orda. A1-10 (E, 61, E)
Benim için
önemli değil özür dileme. O kadar insan katledilmiş. Onun bedelini hepimiz yaşıyoruz. A2-1 (E, 42, K)
Diğer yandan 1915 ile ilgili olarak İstanbul
Ermenileri, diasporadakilerin ve özellikle de soykırım kurbanlarının
çocuklarının ve torunlarının, bireysel olarak 1915 ile ilgili çok sert ve öfke
dolu açıklamalar yaptıklarını, bu yüzden düşüncesizce davrandıklarını, sürekli
bir “Türkiye karşıtlığı” içinde bulunduklarını, “dışardan” yapılan bu tip
açıklamaların Türkiye’de yaşayan Ermenileri zor duruma soktuğunu, geçmişte
yaşanan ayrımcılıklara referansla geniş toplumun tepkisini çekmekten tedirgin
olduklarını ve diasporanın bu tavrını hiç onaylamadıklarını vurgulamaktadırlar.
Bu bağlamda Ermenilerin özellikle 100. Yıl nedeniyle herhangi bir olumsuz olay
yaşanmasından kaygı ve stres duydukları, demokratik ve barışcıl yollarla
yapılan protestoların bile şiddetle bastırıldığı bir ülkede dernek
aktivitelerinde fazla göze batmamaya, sözlerine söylemlerine, yapacakları anma
etkinliklerinde dikkat etmeye çalıştıkları gözlenmiştir. Birçoğu 24 Nisan’ın
sessiz sedasız geçmesi ve herhangi bir terslik yaşanmamasını umduklarını
aktarmaktadırlar.
100. yıl
olduğu için dernekte bile bir etkinlik yapsan dikkat çekecek. Bence bu süreçte
Ermeniler zarar görücek. Bence herkesin bu sene söylemlerine, hareketlerine
dikkat etmesi lazım. A2-12 (E, 29, E)
Burdan
giden daha rahat konuşur tabi. Bu diasporanın genel eğilimidir, ortak fikri
değildir, hatta patlamasıdır. Büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede sıkar
bunları tabi konuşmak. Gerçek bir demokrasinin olduğu
bir ülkede “Ohh be”
diyip konuşursun. Şimdi
ben 59 yaşındayım, bu lafı söylemek için 59 senemin kaçı demokrasiyle
geçti? Ve kaç kuruşluk demokrasi? 10 sene bile değildir. A1-10 (E, 61, E)
Hakkaten çok düşüncesizce hareket
ettiklerine inanıyorum. Onlar burdan gitmişler
bol keseden atıp tutuyorlar. Diasporada yapacaksa gelsin burda yaşarken
yapsın. Gelsin burda konuşsun. Bazı şeyleri yayınlarken bizim burda 70.000 kişi
olarak yaşamaya çalıştığımızı düşünerek hareket etmeleri gerektiğine
inanıyorum. Ben burda hala kiliseme, okuluma gidebiliyorum. Ama senin orda
yaptığın her demeç beni burda rahatsız ediyor. Sen benim çocuklarımı huzursuz
ediyorsun. Benim çevremi, benim iş hayatımı, benim burdaki askerde olan
çocuklarımı düşünmüyorsun. A1-11 (E, 50, K)
Diaspora
tamamen bir dümen. Burda gelip bizim halimizi soruyorlar mı? Ortalığı
karıştırmaya çalısıyorlar. Burdaki Ermeni halkına diasporanın katkısı ne?
Burayı çok hakir görüyorsan gel bize yardımcı ol, ben istemem o ayrı! A1-12 (E, 64, E)
Diaspora
aşırı fanatik. Empati kuramıyorum tabi. O zorluğu yaşayan insanlar ve onların
çocukları, torunları. Onların hayatları zor tabi ki. Orda da azınlıklar
sonuçta. Hep bir ötekisin. A2-4 (E, 36, K)
Bazı Ermeniler HDP’nin 1915’in soykırım olduğuna dair
yaptığı açıklamayı517 ve HDP Şişli ilçe örgütünce düzenlenen 1915’i
anma yürüyüşünü518 çok olumlu ve anlamlı bulduklarını
belirtmektedirler.
517“Selahattin Demirtaş: Ermeni Soykırımı Var”, (Çevrimiçi) https://www.youtube.com/watch?v=GQ4Ex7ul9Eg,
17.01.2016.
518Murat Deliklitaş,
“HDP’den 1915 olaylarını anma yürüyüşü”, Hürriyet, 24.04.2015, (Çevrimiçi) http://www.hurriyet.com.tr/hdpden-1915-olaylarini-anma-yuruyusu-28820710,
17.01.2016.
Bana göre çok önemliydi söyleyiş tarzı “Ermenilerden özür diliyoruz, atalarımın elleri kanlı”. Bu çok travmatik bir söylem. İnsanı etkileyen
bir söylem, hakkaten benim gözüm yaşardı. Şimdi de yaşardı... A1-10 (E, 61, E)
İstanbul Ermeni cemaati için kimliksel farkındalığın
ve eşit vatandaşlık arayışının en önemli temsilcisi olan Hrant Dink’in 19 Ocak
2007’de Agos gazetesinin Şişli’deki binasının önünde öldürülmesi büyük bir
travma yaratmıştır. Bu politik cinayetin üstünden 9 sene geçmesine rağmen henüz
dava sonuçlanmamıştır.519 Hrant, Ermeni cemaati için bir
özgürleştiriciydi. Cenazesinde 100 binlerce insan “Hepimiz Ermeni’yiz”,
“Faşizme inat, kardeşimsin Hrant” pankartlarıyla sessiz bir yürüyüş yaptı.
Ermeni, Yahudi ve Rumlar Hrant’ın toplumda büyük
bir sessizliği kırdığını, kamusal alanda daha önce hiç konuşulmayan
konuların onun sayesinde konuşulmaya başlandığını, bunun da birçok insana
azınlık kimliğiyle barışma, onu daha rahat ifade etme, korkusuzca gösterme,
Ermenice’yi sokakta rahatça konuşma şansını verdiğini belirtmektedirler. Hrant
sayesinde, adına ister soykırım- trajedi-katliam-tehcir-büyük felaket densin,
kısaca 1915, azınlık olmak ve azınlık olmanın ağırlığı ve zorluğu,
Müslümanlaştırılmış Ermeniler gibi daha önce varlığından toplumun büyük bir
kesiminin haberi olmayan konular sandıktan çıkartılmıştır. Hrant, toplumda
büyük bir bilinç sıçraması yaratmış, insanları aydınlatmıştı. Yahudi ve Rumlar
da Hrant’ın öldürülmesinden çok etkilendiklerini, Hrant’ın özelde Ermeniler
genelde ise tüm azınlıklar için “Pandora’nın kutusunu” açtığını
vurgulamaktadırlar. Birinci kuşaktan bazı Ermeniler 1915 hakkında evin
dışındaki alanlarda konuşulmasından, yazılmasından çizilmesinden tedirginlik
duydukları gözlenmektedir. Geçmişten gelen bastırılmış, blokajlı
kimliklerinden, travma belleğinden birçok Ermeninin özgürleşemediği
gözlenmiştir. Bu yüzden bazıları Hrant’ı “çok fazla konuşmakla” suçlamakta, bu
ülkede bu derece özgür konuşmanın mutlaka bir bedeli olduğunu, hele de
Ermeniysen bu bedelin ağırlaştırılmış bir şekilde ödendiğini
hatırlatmaktadırlar. Toplumun büyük kesiminde azınlıkları içine alacak bir
zihniyetin hala yerleşmemiş olduğunu, ki bunun gerçekleşeceğinden çok ümitli
değiller, devlet refleksinin de her zaman azınlıklara karşı olduğunu
vurgulamaktadırlar.
519Dink
cinayeti ile ilgili olarak ülkenin en önemli pozisyonlarında bulunan 26 kamu
görevlisi hakkında dava açıldı. Geçtiğimiz ay davayı yürüten savcı görevden
alındı. Tüm bu gelişmelere rağmen Hrant Dink’in ölüm emrinin kim veya kimler
tarafından verildiği henüz aydınlığa kavuşmuş değil. Dava İstanbul 5. Ağır Ceza
Mahkemesi’nde halen görülmeye devam ediyor.
Ben Agos alıyordum ama Hrant’dan sonra
bıraktım. Hrant memleketini seven insandı. Ama
ben Hrant’ın biraz fazla konuştuğuna... Neden? Bu memlekette olmaz. Ama noldu
bak bir kurşunlan gidersin. Daha öyle
bir zihniyet yok burda. “Musa Dağı’nda 40 gün” diye bir kitap var. Ee biz zaten
biliyoruz! Bu olmayan birşey değil ki. Musa dağı’nda 7 köy var, Ermeni köyü,
şimdi artık yok. Ordan kaçanlar gelip Vakıflı köyünü kurmuşlar. İnanmayanlar
var hala daha. Eee olmuştur, nasıl inanmıyorsun ki? Bunu neye benziyor
biliyormusun? Süleyman Viyana’ya gitmemiştir! Millet güler geçer... A1-9 (E,
81, K)
Niye
konuşmasın ki Hrant? Nasıl çıkıcaz aydınlığa? Bir kırılma yarattı cemaatte.
Çocuk öldü, cenaze töreninde şunu demiştim arkadaşıma “Şu cenaze töreninde
“Hepimiz Hrantız Hepimiz Ermeniyiz” bağrışlarını duymak için elli kere ölürdü o
çocuk”. Bu onun misyonuydu. Zaten kahramandı, ölünce daha da kahraman oldu.
A1-10 (E, 62, E)
Hrant beni
vurdu. Ermenileri çok bilmezdim anlamazdım, her cemaat kendi içinde kapalı
filan, o adamı görünce işte Türkiye’deki Yahudinin durumu da o dedim! C2-3 (Y,
43, E)
Ben Hrant’ı
çok iyi tanıyordum. Agos’a gittiğimde Hrant abi ile sohbet ediyorduk, çok kalendar
bir adamdı. Her gittiğimde “Paşam hoşgeldin, bir şey içermisin” diye karşılardı
beni. Bir keresinde CNN Türk’te bir röportajı vardı, onun akabindeki günde
Agos’a gittim, o dönemki düşüncelerimle onun pasif olduğunu düşündüm ve bunu
açtım ona. Dedi ki “Şimdi ben kimsenin sözcüsü değilim. Benim gazeteci
kimliğimle, insanları üzmeden, kendimi doğru aktarmaya çalışıyorum. Pasif olmam
gerekiyor” demişti. O aralar pek anlamamıştım bunu ve akabinde o talihsiz olay
olunca... Çok üzüldük, çok önemli bir adamdı. Bana göre Uğur Mumcu veya vurulan
gazeteciler kimse öyle bir insandı. Cemaatin sözcüsü değildi, cemaatin sözcüsü
Patrikhane’dir. Seni temsil eden odur. O sadece iyi bir gazeteciydi, fikir
adamıydı. A2-10 (E, 39, E)
Sokakta
Ermenice konuşuyoruz, artık daha fazla. Eskiden daha az konuşulurdu. Son 10-15
senedir, gitgide çoğaldı. Belki Hrant Dink’le gelen birşey. Herşey ortaya
döküldü, herşey heryerde konuşuluyor. İnsanların aydınlanması iyi birşey. Genel
olarak Türkiye’de konuşulan birşey oldu. Bir sıçrayış yarattı öldürülmesi.
Mesela Hayko, Getronogan’daki konuşmasında “Biraz daha benim çıkıp konuşabilmeme vesile
oldu” demişti. Hayko içinde
“çok konuşuyor” diyorlar. Bizim
öncelikli kuşakların güvensizliği hala devam ediyor. Annem Hayko’yu gördüğünde
“Oğlum çok konuşma” diyor. Konuşsunlar, niye konuşmasınlar? Aydınlansın
insanlar. A1-11 (E, 51, K)
Hrant Dink’in 2007 yılında katledilmesi Ermeniler için
hem çok büyük bir travma hem de büyük
bir dönüm noktasıdır. Bu çerçevede bazıları kendi Ermeni kökenlerini keşif
yolculuğuna çıkmış, Ermenilik bilincinin farkına varmış ve kimliğine daha
fazla, açık bir biçimde sahip çıkmaya başlamştır. Aynı zamanda Hrant, toplumun
yüzyıldır yaşadığı bir travmanın kamusal alanda tartışılmasına ve görünür kılınmasına
vesile olmuştur.
Yirmi üç
mahkeme oldu yirmisine katıldım. Her büyük yürüyüşünde orda oldum.
Yapabileceğim ne varsa yaptım. Ve dört sene evvelde ilk defa 1915 olayları için
Taksim’de oturanlardan biriyim. Ama yanımda Müslüman arkadaşım da oturdu. Burda
ayrımcılık da yapamıyorum. Bizlerin evinde
hiçbir zaman geçmiş
tarih konuşulmaz ki. Evimizde büyüğümüz mü yoktu? Vardı, konuşulsa bile
öteki ötekine “sus sus” çocuklar duymasın denilirdi. Hiçbir zaman biz ta ki
1978 ASALA’ya kadar hiçbir şey duymadan sudan çıkmış balık gibi yaşadık. O saatten sonra okur öğrenir olduk. Bunun
büyük bir gelişimini de Agos’a ve Hrant’a borçluyuz. Hrant benim gözyaşımın
doğal kaynağıdır. A1-1 (E, 63, K) 520
Genç Ermeniler için Hrant’ın öldürülmesi onların
kuşağının tanık olduğu en travmatik olay olarak aktarılmaktadır. Hrant’dan
sonra birçoklarının bastırılmış-bastırmak zorunda kaldıkları milliyetçilik duyguları artmış; daha fazla Ermeni kimliklerinin bilincine
varmaya ve sahip çıkmaya
başlamışlardır:
Bence bizim
jenerasyon için en travmatik olay Hrant Dink cinayetidir. Bir insan ölebiliyor
Ermeni olduğu için sokak ortasında. O dönüm noktalarından biridir benim için. Ben de o günden sonra daha Ermeniyim. Daha
şey oldum.. Milliyetçilik duygularım kabardı. Kime sorsam aynı şeyi yaşadı
biliyorum, aileden biri öldü gibi oldu. İşte çalışıyordum o gün, ofiste
televizyonda gördüm inanamadım uzun bir süre. O kadar ağladım ki departman
müdürümüz akrabanız mıydı dedi... Gerçekten
baya etkilendim. Hepimiz o gün evde oturduk
520 A., Hrant Dink’in ölümünden sonra çıktığı “Ermeni
kimliğini keşif” yolculuğunda anne-babasının doğum yeri olan Kayseri’den başlayıp bütün Anadolu’yu sırt çantasıyla
gezmeye devam etmektedir.
ağladık. Bir yakının vefat etmesi
gibiydi. O gün çalıştığım için yürüyüşe gidemedim. Onun için izin almak istemedim, bir nebze politik birşey. Çok çok üzülmüştüm Bizim cemaatinde
gerçek anlamda bir araya getiren
olaylardan biridir. Gençlerden bir komite kuruldu cenaze için, hepsi beyaz
gömlek jilet gibi giyindiler. İnanılmaz organizeydi herşey. Hiç taşkınlık
çıkmadı. Biz yaşamadık ya hiç bu jenerasyonun yaşadığı en travmatik olaydı
Hrant’ın öldürülmesi. A2-4 (E, 36, K)
Milliyetçi duygular mı, Ermenilik mi diyim... Orda ortaya cıktı. Çünkü biri öldürüldü.
1915’den sonra göz göre göre öldürülüyor. Yangın
var içimde. A2-12 (E 29, E)
Hrant için düzenlenen cenaze bazı Ermeniler
tarafından organize, planlı ve çok abartılı
bir tören olarak görülmektedir. Tedirginlik duydukları için cenazeye gitmemeyi
tercih etmişlerdir. Hrant’ı öldürüldükten sonra reklam malzemesi olarak
kullanmak isteyen insanlar çıktığını, cemaat içinden de birçok kişinin Hrant’ın
değerini öldükten sonra anladığını, ondan önce adını bile duymamış bir çok
Ermeni olduğunu belirtmektedirler. Hrant’ın cinayetinin gerçek sorumlularının
halen ortaya çıkarılmamış olmasının Ermenilerde yarattığı kızgınlık, öfke,
hayalkırıklığı ve isyan devam etmektedir.
Hrant gitti
işte, değermiydi? Neden? Olayın siyasi boyutu var. Neden bu kadar tahrik konusu
oldu. Hrant’ın cenazesi ve anılma törenleri? Ben gitmedim cenazeye. Çoğu Ermeni
de gitmiyor, dikkat et. Gerek duymuyoruz çünkü. Hrant bile bile ölüme gitti.
Tuhaf, yüzeysel geliyor bana yapılan
o törenler. Hrant’da
biliyordu öldürüleceğini, kendini
verdi. Fedai, neye yaradı ki? çocuğun var... Başka
niyetle söyledi ama çeviremedi lafı sonra. Söylememesi gerekiyordu.521
A1-6 (E, 65, K)
Bu tamamen
bir senaryoydu, senarist bunu iyi yazamadı. İstanbul’da 50.000 cenaze kalktı
hangisi Hrant gibi oldu? Hiçbiri. Ama senaryo başkaydı Hrant’da, amaç başkaydı.
Bence senaryoydu bu. Ben cenazeye katılmadım çünkü gitmem için bir sebep yoktu.
Orda başka bir senaryo vardı. Orda her an herşey olabilirdi, karım var çocuğum
var! Özal’ın
521“Evet, biz Ermenilerin
bu topraklarda gözümüz var. Var, çünkü kökümüz burada. Ama merak etmeyin. Bu
toprakları alıp gitmek için değil. Bu toprakların gelip dibine gömülmek
için...” (Hrant Dink)
cenazesi bile böyle değildi. Bu
zamanından evvel belliydi. Bunun tedbiri alınırdı hala mahkeme devam ediyor. Bu
basit bir dava, ölen belli öldüren belli. Neden bu kadar uzuyor? A1-12 (E, 64,
E)
Ben ölüm
haberini görünce TV’de direk babamı aradım, onun tepkisi hala kulağımda “Ne
ediyorsun oğlum, yapma yapma” demişti. Hrant abiyi o olaydan sonra tanıyıp
arkasından giden insanlar oldu. Adamın farkında olmayan bizim cematte insanlar
vardı. Birçok aydın düşünür adamı kaale almıyordu. Sonra “Hepimiz Hrant olduk”.
Çakralar açıldı uyandık mı? Biliyorduk bazı şeyleri zaten. Bir haksızlık, bir
acı var ortada ama o dönemden önecede o adamın değerini ben biliyordum.” A2-10
(E, 40, E)
“Hrant ile
Pandora’nın kutusu açıldı. Nerde o kahraman polis peki? Hrant’ın katilini yakalasın
görelim! Bu işin en başında kim var?? A1-1 (E, 63, K)
5. BÖLÜM
Kamusal ve Özel Alanda
Gayrimüslim Azınlık Olmak
Ermeniydi
ama çok iyi insandı”. O “ama” var ya dinamit, Boom! Bu konuşma başladığı anda
lafın oraya geliceğini bilirsin. Ve işte o ‘ama’yı
beklemek var ya...
o ömür törpüsü. (E, 61, E)
Önceki bölümlerde İstanbullu Rum, Yahudi ve
Ermenilerin hayatlarının farklı alanlarında
tecrübe ettikleri ayrımcılık ve dışlanma biçimlerine, bu olumsuz tecrübelerin birey olarak kimliklerini algılamada ve azınlık kimliği ile
vatandaşlık kimliği arasında kurulan ilişkiselliği kavramada ne tür bir öneme
sahip olduğu üzerinde durulmuştur. Öncelikle bellek bölümünde 1915, 1934 Trakya
Olayları, 20 Kur’a askerlik, Varlık Vergisi, 1955 Eylül pogromu, 1964 Rumların
zorunlu göçü, ASALA dönemi ve 70-80’lerde özellikle Kıbrıs krizi dönemlerinde
gayrimüslimlerin yaşadıkları ayrımcılıklar, dışlanmalar sonucu belleklerinde
halen canlı bir biçimde duran travmalara dair algıları, travmaların
kimliklerinde ne kadar başat bir yer
tuttuğu ve bu travmaların kuşaklar arası aktarılma/aktarılmama halleri analiz
edilmiştir. Yukarıda bahsedilen olayları birebir yaşamamış olan kuşakların da
bu travmaları kimliklerinde sahiplendikleri, cemaatlerinin kolektif belleğini
taşıdıkları ortaya koyulmuştur. Bu bölümde ise öncelikle İstanbul’un üç azınlık
cemaatinin kamusal alanda, geniş toplumla aralarındaki “sosyal mesafenin”
yapısal nedenleri, kamusal alandaki sosyal dışlanma ve ayrımcılığa uğrama
pratikleri tez kapsamında yapılan sözlü tarih ve derinlemesine mülakatlar
üzerinden analiz edilmeye çalışılacaktır.
Her üç azınlık cemaatinin mensupları için, kendi
cemaat-içi kamusal alanlarının (azınlık okulları, kilise, dernekler, tiyatro grupları, arkadaş grupları, Ada522) dışındaki
522 Adalar, mekan bölümünde de bahsedildiği gibi,
Ermenilerin-Yahudilerin-Rumların mikro cemaat yapılarının yansıması gibidir. Bu
bakımdan Adaları da cemaatlerin kamusal alanı olarak tarif etmenin doğru
olacağı düşünülmüştür.
kamusal alanda yaşadıkları sosyal dışlanma ve ayrımcılık gündelik yaşamın
bir parçası gibidir. Rum, Yahudi ve
Ermeniler için, okul, askerlik, sokak, iş, alışveriş ve dinlence gibi gündelik
yaşam ilişkilerinin içinde gerçekleştiği farklı kamusal mekanlarda
“korkak-zengin Yahudi”, “kan içici”, “gavur”, “Ama Ermeniler iyi insanlardır”
gibi damgalamalarla karşılaşmak gündelik hayatın sıradan pratiklerinden
biridir. Gündelik yaşamda ve kamusal alanda karşılaşılan bu damgalamalar, her
zaman dezavantaj olarak değil, sınırlı durumlarda da avantaj olarak yaşanan
azınlık olma halinin yapısal bir parçasıdır. Ancak bu durum bulundukları
ortamın kültürel-sosyal yapısına bağlı (modern/laik ya da muhafazakar/dindar
gibi) ve ülkenin içinde bulunduğu uluslararası siyasi konjüktüre bağlı olarak
değişmektedir.
5.1. Kamusal Alanda Dışlayıcı ve Ayrımcı Pratikler: Gündelik Yaşamda Dil ve Din Üzerinden Damgalanma ve Dışlanma
Birbirimize
eşit ve birbirimizden farklı olarak nasıl birlikte yaşayabileceğiz... (Alan
Touraine)
Habermas, modern toplumda kamuoyunun biçimlenmesini
sağlayan merkezi bir alan olarak tanımladığı kamusal alana; bu alanı ortaya
çıkaran tarihsel koşullara ve onun yapısal dönüşümüne ilişkin analizinin ana
hatlarını ortaya koymaktadır (2015:22). Habermas’a dayanan yaklaşımlarda,
kamusal alan fikri, günümüz kapitalizmin koşullarında var olan liberal demokrasinin eleştirisi ve radikal
ya da sosyalist demokratik yaşamın tasarımı ve inşasında vazgeçilmez
kavramlardan biri olarak kabul edilmektedir. Habermas’ın yaklaşımını önemli
kılan kamuoyunun içinde oluştuğu alan olarak kamusal alanın eleştirel akıl ve rasyonel rızaya dayalı modern özyönetim
ilkesiyle tarihsel bağını yeniden kurmasından; hukuk devleti ve (müzakereci) demokrasi arasındaki ilişkiyi
böylece radikalleştirmesinden; ve kamusallık (eleştirel/iletişimsel
akıl) ilkesinin bugünün koşulları açısından gerçekleşebilirliğini irdelerken;
analizini kapitalizmin tarihsel ve bütünleyici mantığı içinde, çok yönlü bir
şekilde kavramlaştırmasından kaynaklanıyor (A.e., s.26).
Fraser’ın kullandığı “madun” (subaltern) karşıt
kamusal alan terimi ise, Habermas’ın kavramını burjuva kamusallığının ötesine
taşımayı amaçlamaktadır (2015:103-33). Bugüne ilişkin eleştirel kaynağını en
başta yeni toplumsal hareketlerden alırken postkolonyal ve postmodernist bir yaklaşıma daha yakın durmaktadır (A.e). Fraser’ın
yaklaşımının katkısı esas
olarak Habermascı bir kamusal alan kavrayışının ötekilik ve farklılık
içeriğinin genişletilmesine dayanmaktadır. Ayrıca, liberalizmi komüniteryen
yönden eleştiren ve topluluk/cemaat hakları üzerine odaklanarak kimlik oluşumu,
çokkültürlülük, demokrasi ve anayasal devlet meselelerini ilişkilendiren
tartışmalarda kamusal alan kavramına çeşitli biçimlerde başvurulmaktadır
(Benhabib, 2006:33). Weintrub, kamusal alan kavramını dört farklı model altında
incelemektedir: Liberal ekonomist model, cumhuriyetçi erdem modeli, sosyallik
içindeki kamusal yaşam alanı ve feminist analizdeki özel-kamusal alan ayrımı.
Weintrub’un sosyallik içindeki kamusal yaşam alanı kamusala, mahremiyetin alanı
ise özel’e işaret etmektedir. Özellikle sosyal tarih, kültürel antropoloji ve kısmen
de sosyolojide geçerli olan bu modelde, esas olarak kamusal (kentsel)
mekanlardaki akışkan, değişken, çoğul ve zengin bir sosyallik içeren yaşam;
gündelik yaşamdaki sosyal bağları ve etkileşimi mümkün kılan kültürel ve
dramatik uylaşımlar incelenir (Weintrup’dan aktaran Özbek, 2015:46).523
Bir toplumda biz ve onlar
ayrımı yani sosyolojideki tanımıyla dış grup duygusu olmadan iç grup duygusu
olamaz. Dış grup, iç grup için faydalı hatta vazgeçilmezdir çünkü iç
grubun kimliğini açığa çıkarır. Dış gruba karşı, karşı tarafın düşmanlığı ve
kötü niyetine zorunlu bir yanıt olarak gösterilen
düşmanlık, kuşku ve saldırganlık bir önyargı doğurur (Bauman, 2015:58). Gruplar
arasında yer alan bu önyargılar etnik sınırların korunmasında önemli bir
etkendir (Barth, 2001:33). İnsanların kendilerinden farklı olan ya da
görünen herkese derin bir kin beslemeye özellikle yatkın oldukları çok sık
görülmektedir. Bu tür bir yönelim ırkçı tutumlarda, ya da daha genel olarak “yabancı” olan herşeye düşmanlık
anlamına gelen zenofobide (yabancı düşmanlığı) kendini gösterir (Bauman,
2015:59-60). Adorno’nun ‘Otoriter Kişilik Teorisi’ne göre, önyargıların altında
aile ortamlarından beslenen
temel kişilik özellikleri
yatmaktadır. Otoriter zihniyet doğru/yanlış, iyi/kötü ayrımını kesin çizgilerle
yapar (2011). Farklı inanç, düşünce ve kimliklere beslenen hoşgörüsüzlük en çok
da toplumdaki azınlıklarda somutlaşmaktadır. İkinci bir yaklaşım olan ‘Günah
Keçisi Teorisi’ne göre de, önyargının kaynağında yoksunluk duygusu
bulunmaktadır. Günah keçisi bir toplumda güçsüz seviyede bulunan, başkalarının
haksız yere kendi sorunlarının nedeni olarak gösterilen kişi veya gruplardır. Önyargı ve ayrımcılığın üretildiği bütün gruplararası ilişkiler bir eşitsizlik
523
Bu bölümde özellikle kamusal alan kavramı yerine kamusal mekan kavramı
kullanılmıştır; bu ikisinin eşanlamlı olmadığına dikkat çekilmek istenmiştir.
Bu bölümde kamusallığa kentsel gündelik yaşam, sosyallik ve sosyal mekanlar
açısından yaklaşılmaktadır; bu bakış açısıyla doğrudan politik bir derdi olan
Habermas’ın kavramının yer değiştirilebilir olarak kullanılmaması
gerekmektedir.
ilişkisidir (Özdoğan v.d., 2009:427-8). Hakim gruplar tarafından beslenen
önyargılar ve stereotipler beraberinde bir rasyonelleştirme çabasını da getirir.
Irkçı önyargılar dezavantajlı grupları fiziksel ve biyolojik olarak
aşağılaştırdığı gibi hatta daha da önemlisi sabit bir biçimde ahlaki değerler
bakımından da (azınlıklar kötüdür, tehlikelidir, korkaktır, pistir,
gavur/dinsizdir, ahlaksızdır gibi)
değersizleştirirler; bu sayede
hakim gruplar bu gruplara karşı yapılan ayrımcı uygulamaları da
meşrulaştırırlar (Cornell, Hartmann, 2007:30).
Köydeyken
gavur çocuğuyduk zaten. “Gavurun evini geç, veya gavurun tarlasının arkası”
denirdi hep. Ondan alınmıyorduk. “gavura gavur denmeyeceğini bilmiyormusun” gibi (gülerek). Burda da (İstanbul) ismimden dolayı çok şey çektiğim için “Ben onlardan (Ermeni) değilim”
diyordum. A1-15 (E, 59, E)
1969’da bu
eve geldik. İki tane abim var ikisi de yetişkin çocuklar. Ben 13 yaşındaysam
onlar da 23-25 yaşında. Arabası vardı abimin, yumurtacı vardı şurda (evin
karşısını işaret ederek)
abim oraya park etmiş. Bir de baktık zil çalıyor abim de okula gidecek.
Dediler ki “Akif kavga ediyor”. Efendim sen “bilmem ne yaptığımın gavuru sen
nasıl buraya park edersin” diyip abime saldırmışlar. Genç delikanlı abim de o
zaman , sen abimin üstüne bir yürü ve demişler ki “O bu akşam görücek onu rahat
bırakmıycaz’. Abimi nasıl dövmeye çalışıyorlar, küçük abim pencereden gördü
hemen o da atladı dışarı çıktı. Neyse ayırdılar ettiler ama abimin üstüne nasıl
hücum ediyor yumurtacı. O ara çok korkmuştum. “Gavur” diye. Bunlar kırıcı
şeyler, çok kırıyor. A1-14 (E, 57, K)
Mesela
“gavur söylemi” beni çok rahatsız eder. Şakayla karışık ben de ‘gavurum’ derim.
Yerleşmiş birşey dile bu. Bana gavur diyen olmadı ama Fransız hocam hakkında
biri “gavur” demişti bir gün çok dokunmuştu bana. Ben sizi dininizle ırkınızla
eleştirmiyorum siz de beni eleştirmeyin, ben de insanlardan bunu bekliyorum.
A2-6 (E, 21, K)
Yabancıların bulaşıcı hastalıklar taşıdıklarına, bitli
pireli olduklarına iffetsizlik ve ahlaksızlık
yaydıklarına inanılır. Yabancıları çağrıştıran herseye hınç duyulur (Bauman,
2015: 74). “Öteki” varlığı icabı, konumlandırılış biçimiyle kötüdür,
tehlikelidir, huzur kaçırıcıdır, tehditkârdır. Bu kuşku ve saldırganlık daha
sonra önyargıya sebep olur. Sara Ahmed’in vurguladığı gibi, “insanların birbirine
yabancı hale gelmesi,
Öteki’nin ya da yabancı
olanın ne olduğuna dair muazzam
bir fantezi alanı
açarak, korkuların ve düşmanlıkların yabancı
öteki’ye yansıtılmasının zeminini oluşturur” (2014). Sahip olunan bir
vasfı “damgaya” dönüştüren; verili bir durum ve etkileşimde, bu niteliğin,
karşımızdaki kişiye ve özellikle de kimliğine ilişkin beklentilerimizle
uyuşmamasıdır. Damga, sıfat ve stereotip arasındaki bir ilişki biçimidir
(Goffman, 2014a:17-18). Normal ve damgalı somut kişiler değiller, ikisi de
birer bakış açısıdır (A.e., s.192).
Damgalı, Simmel’in “yabancısıdır”, gruba hem ait olan hem de olmayandır.
Yabancı, grubun kendisinin bir unsurudur, “iç düşmanlar” gibi, gruba
mensubiyeti hem onun dışında olmayı hem de onunla karşı karşıya gelmeyi içeren
bir unsurdur (2015:149).
Bir kaza
geçirdim ben Taksim meydanında, lisedeyken. Ağır bir trafik kazası baya ölümden
döndüm. Lise 1’deydim. Okul çıkışı eve giderken, aracın altında kalıyorum.
Taksim ilkyardıma götürüyor arkadaşlarım. O zaman korkunç bir yer, tam 91
senesi! Beni bir sedyeye koyuyorlar.
İlk başta kimse ilgilenmiyor tabi. O zaman cepte (cep
telefonu) yok. Neyse, annem abim geliyor,
annem bayılıyor tabi orda. Amcamlar hepsi geliyorlar hastaneye. Babam da o ara
2-3 gün seyahate gitmişti, yoktu. Beni ameliyathane tarafına götürüyorlar. Ama zangır
zangır titriyorum, kırıklarım var filan. Beni kenarda
bırakmışlar, düşünsene. Ve o bekleyiş bitmiyor. Bir adam geliyor
doktor önlüğüyle, “Kızım bu ne hal sen neden burda sürünüyorsun” diyor, “Kimsin
kızım sen” diyor orda ben iç kanama geçiriyorum, “Kaza geçirdim beni buraya
bıraktılar ve çok acım var ben ölmek istiyorum” diyorum. Meğer başhekimmiş
adam; bağırıp çağırmaya başlıyor, “Kızım senin ismin ne” diyor, “Ani” diyorum,
“Haaa şimdi anladım, bunlar bize güvenmezler, annesine haber verin çocuğunu
öldürmiycez” dedi. O laf bana koydu. A2-15 (E, 39, K)
Bazı göstergeler, damgalar, nefret içerdikleri için
değil, bu şekilde açık kalmış olan geçmişin sonuçları oldukları için
tekrarlanırlar. Böyle kelimeler ve göstergeler “yapışmaya eğilimlidir”. Nefret
göstergelerde sabit olarak bulunmaz, bunun yerine gösterge ve bedenler arasında
dolaşır veya hareket eder (Ahmed, 2014:81). Yahudilere karşı üretilen “iğneli
fıçı” uydurma hikayesinde görüldüğü gibi ötekinin bedenine dahil olma, korku
politikalarında hayati bir öneme sahiptir: Korku, bireyi içine almakla tehdit
ettikleri müddetçe ötekileri korkutucu olarak gösterir. Bu tarz fantaziler
ötekinin, sadece benlik olarak kişinin kendisine değil, ayrıca sanki
kendisinden ayrı varlıklarmış gibi yaşamına, mevcudiyetine karşı bir tehlike
olarak inşa edilmesine neden olur (A.e.,
s.85).
Sanki
Yahudiler uzaylı! Benim abim askerdeyken yanında yatan biri hiç konuşmuyormuş
abimle. Sonunda demişki “Bana ne yapıcaksan yap çünkü gecelerdir uyuyamıyorum”.
Abim de kendi gölgesinden korkar (gülerek). Çocuk demiş ki “Siz demiş kan içersiniz”! Sonra çok iyi dost
oldular... Yok korkak Yahudi, yok pis Yahudi”. Bunu şimdiki yeni nesile
anlatmak çok zor ve çok acı. Bazı şeyleri kabullenmek istemiyorlar. C1-1 (Y,
64, K)
ASALA ile
“köpek” olarak kendimizi hatırlamaya başladık. “Köpekler köpekler”... hep böyle derlerdi Ermeniler için... A1-1
(E, 63, K)
Lise
sondayız artık, Adana’da sıcak bir Mayıs ayı, şiltelerimizi çıkarıyorduk büyük
bir terasımız vardı orda uyuyorduk. Şilteleri içeri soktuğumuzda hangi şilte
kimin karışıyordu tabi. Arkadaşlardan biri sigara içmiş, o zamanlar heves de
vardı. Sigara şilteyi delmiş. Müdür
yardımcılarından biri bu çocuğu odasına çağırıyor “Fatih oğlum söyle Murat’a (kendisi) sigara içmesin şilteyi delmiş” diyor, çocuk
da “Hocam Murat içmedi” demiş. Hoca da ısrarla suçu bana atmaya çalışıyor. O
zaman da ağzıma sürmezdim sigara. Çocuk kendisini de itiraf edemiyor. Hoca da
bunun üstüne “Biz onun kanını satsak bir şiltenin parası etmez” demiş. Çocuk sonra gelip bana anlattı bu hikayeyi.
Her zaman yaralıyor… Suçlanan hep sen oluyorsun. Şilte yanar “Murat yapar”,
perde çalınır “Murat yapar”… A2- 11 (E, 38, E)
Türkiye toplumunda Rum,Yahudi veya Ermeni olmak
damgalı bir kimliğe sahip olmak
demektir. Geniş toplumdan eğitimli kesimler bile gayrimüslim bir bireyle
tanıştıklarında “Benim tanıdığım başka Rumlar,Yahudiler, Ermeniler de var, ama
iyi insanlardır...” derken bile gayrimüslimlerin farklı, öteki, yabancı
olmalarına rağmen iyi ve çalışkan insanlar olduklarını vurgulayarak kendileri
ile aralarına sosyal bir mesafe koyarken aynı zamanda onları homojen sosyal
bütünler olarak ele alıp, kendi içlerindeki sosyal- ekonomik-kültürel
farklılıkları, çatışmaları ve gerilimleri yok saymaktadırlar. Pozitif
ayrımcılık yaptıklarını zannederken kendilerini dahil ettikleri ulusal
kimlikten aynı zamanda azınlıkları dışlamakta, kendi içinde ayrımcılığı yeniden
üreten bir söylem geliştirmektedirler.
Bir Türkle
tanışırsın, dostluk kurulur bütün iyi niyetiyle ve kendisinin art niyetli bir
Türk olmadığını ispatlayabilmek için sana der ki “Ya bak benim için fark etmez, benim aile
çevremde tanıştığım bir sürü Ermeni
var, hatta benim ustam Ermeniydi, Ermeniydi ama çok iyi insandı”. O “ama” var
ya dinamit, Boom! Bu konuşma başladığı anda lafın oraya geleceğini bilirsin ve
içinden sinirle beklersin “Hadi ya şu “ama”yı söylesin de içimden bir küfür
etsem” diye. Burda bir art niyet yok ama onu da söyliyim. Hayatın akışında
bunun gelecegini biliyorum. O “ama” var ya... o bir dinamit. Ve işte o “ama”yı
beklemek var ya... o ömür törpüsü. Hiç yanılmadım bugüne kadar. Hepsi söyledi.
En travmatiği bu bence. A1-10 (E, 61, E)
Mesela iş
hayatımda “Ermeniler başarılıdır” cümlesini çok duydum. Bomonti’de bir bar
gecesi yapmıştık yılbaşı partisi gibi, milli piyango gecesi yapacaktık. Ben de
patronuma gittim, “Benim bir erkek bir kadın check up a ihtiyacım var” dedim.
“Yok öyle yapmayalım, bir Ermeni ailesine verelim ihtiyacı olan” dedi. “Niye
böyle yapıyorsunuz” dedim, “Ben gayrimüslümlerin iyi insanlar olduğunu
düşünüyorum” dedi. İyi niyetli ama yine ayrımcılık var. Ermenilerin de içinde
iyisi kötüsü vardır o da bir insan sonuçta. A2-3 (E, 24, K)
Bana hep
“Siz çok güvenilirsiniz, sözünüzün erisiniz” derlerdi. Ben 18 yaşında staj
yapıyordum ETS’de, patronlar ofisi kasası anahtarıyla bana bırakıp gittiler.
Adnan amca vardı kulakları çınlasın “siz güvenilir insanlarsınız kızım” dedi ve
bırakıp gitti. Ama bu da bir
ayrımcılık aslında. A2-7 (E, 31, K)
Şu ana
kadar en sevdiğim kadın Müslümandı ama ben bunu referans olarak göstermem.
Sorunum yok benim. E sen niye bu bilgiyi bana veriyorsun? Alışıyorsun zamanla.
Ama kötü hissettiriyor. Demek çevresinde, ailesinde kötü konuşulmuş ki sana bu
tepkiyi veriyor. A2-2 (R, 37, E)
İstanbul Rumları, Yahudileri ve Ermenilerinin birinci
ve ikinci kuşakları için sokakta anneye “mama” denilmesi yasak kelimler
sınıfına girmekteydi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında “Vatandaş Türkçe Konuş”
kampanyası ile azınlıkların kamusal mekanlarda Türkçe dışında dilleri konuşması
engellenmek istenmiştir. Rum erkek görüşmecilerden biri, babasının o dönemde
hissettiği korkuyu ve yaşadıkları dışlanmayı çocukluk hafızasına dayanarak
aktarırken ayrımcılık yapanların belli bir kesim olduğunu, Balat gibi
gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadıkları semtlerde Müslüman komşularla dostane
ilişkilerin altını çizerek
genelleme yapmanın doğru olmadığını
vurgulamaktadır; Yahudi bir kadın görüşmci
de benzer biçimde
toplumda eğitimsiz
ve cahil olan kesimin bu tip ayrımcılıklar yarattığını, pis Yahudi!
gibi damgalamalarla sözlü tacizler yaşadıklarını aktarmaktadır.
Biz tabi
“Vatandas Türkçe Konuş”u da yaşadık. Kitap yayınlandı, “Baba Konuşabilir miyim”524.
Okudun mu? Kurtuluş’tan Pazar günleri Balat’a büyükanneme gidiyorduk. Yolda hep tembih
ediyordu babam, “Aman
oğlum yolda Rumca
konuşma”. Anlıyordum... Korkudan. Ben çocuk dinlermiyim, herkes
ters ters otobüste bakmaya başlıyordu. Bir keresinde Fener’de “Baba bak cami
var” dedim. Şoför otobüsü durduruyor indiriyorlar bizi “İndirin bu gavurları”
diye. Babam hiçbirşey demeden aldı beni indik. Böyle enteresan vakalar da oldu.
Bunlar tabi bir kesimin. Şimdi bizim Balat’da çok samimi olduğumuz Türk, Musevi
komşularımız vardı. Kurban bayramında ilk muhtara giderdik. Büyükannemin evi
kurban etiyle dolardı. Ama topluma mal etmemek lazım, ben kin beslemedim hiçbir
zaman. B1-5 (R, 64, E)
O zamanın
bir tek şey vardı, hatırlıyorum, “Vatandaş Türkçe Konuş”. Bazen bizimkiler
Musevice konuşurlardı, Ladino yani. Annem Ladino ve Fransızca bilirdi babam
Lehçe bilirdi. Ben Ladinoyu kaynanamın sayesinde öğrendim. Sokakta konuşurlardı
aralarında. Düzgün Müslüman vardı başını çevirmeden giderdi. Daha cahil olanlar
“pis Yahudi” derdi. Ama bu bizim için bir problem teşkil etmezdi çünkü kimse
pisliği üstüne alınmazdı. Aslında “pis Yahudi” kelimesi Polonya gettolarından
çıkmadır. Orda insanlar çok uzun süre aç sefil yaşadı, pislik orasıydı. C1-12
(Y, 64, K)
Üçüncü kuşak Rumlar ve Ermeniler de aile içinde,
sokakta Rumca ve Ermenice konuşmamaları için sürekli uyarı aldıklarını
aktardılar. Birinci, ikinci kuşak Rumların, Ermenilerin dil konusunda
yaşadıkları bu travma bir sonraki kuşaklara da aktarılmıştır. Yahudi gençlerde
ise Ladino birinci kuşağın dili olduğu, ikinci kuşaktan itibaren giderek
konuşulmamaya başlandığı ve Türkçe anadil olarak benimsendiği için kamusal
alanda bu kadar baskın bir ayrımcılık artık hissedilmemektedir.
Benim
anadilim Ermenice, annem doğduğum andan itibaren Ermenice konuşmuş benimle. Ama
şunu çok iyi hatırlıyorum, sokağa çıktığımızda annem “Kızım sakın Ermenice
konuşma benimle” derdi. 80’lerin ortası bu, ben 75’liyim. Öyledir
diye kabulleniyorsun bunu,
524 Vlastos, 2013.
evde Ermenice dışarda Türkçe
konuşulurdu. Okulda da Fransızca konuşulurdu. Her yerin bir dili var diye
düşünüyordum o zaman. Pierre Loti’ye gidiyordum. “Vatandaş Türkçe Konuş”’dan
dolayı da travma yaşamışlar. A2-15 (E, 39, K)
Dil, öznenin kuruluşunda en baskın unsurlardan
biridir. Dil azınlıklar için bir yandan yaşatılması ve sürdürülmesi gereken bir
örüntü iken, bir yandan da baskı aracı ve sınır olmuştur (Türker,
2015:130-132). Sembolik şiddet sonucu oluşan “travmatik bellek” iletilebilir
olma özelliği nedeniyle günümüzde de izleri takip edilmektedir (Caruth, 1995).
Birinci ve ikinci kuşak gayrimüslimlerin, “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası525
döneminde gündelik hayatta ve kamusal alanda yaşadıkları sembolik şiddetin
baskınlığı bugün de devam etmekte ve
aralıklarla gün yüzüne çıkmaktadır.
Bak, ben
hala bir dolmuşun içinde Rumca konuşmam, hala Türkçeye çeviriyorum çünkü
korkuyorum. Çünkü olabilir. B1-27 (R, 59, E)
Askerlikte mesafenin
kalktığı, dostluk ilişkilerinin kurulmaya başlandığı andan İstanbul’un
gayrimüslimleri için askerlik yapmak vatanla kurulan sadakat ilişkisini
göstermek açısından en önemli kanıtlama araçlarından biridir. Anlatılar
askerlikte “bizden ol” refleksinin,
geniş toplum tarafından ulusal kimliğin dinle ne kadar örtüştürüldüğünü, birbirinin içine geçmiş iki halka
olduğunu, Müslüman olmadıkça “ötekilik”in ortadan kalkmadığını hüzünlü ama aynı
zamanda komik bir biçimde göstermektedir.
Şimdi sana
bir hikaye anlatıcam, kurgulasan olmaz böyle bir şey. Askerliğimi Samsun’da yapıyorum, 2. bölük benim
bölüğüm. 4. bölükten
insanlar geldi “Orda
Ermeniler” var diye. Adam hayatında görmemiş Ermeni. Bizi buldular,
“arkadaşım ya siz de bizim gibiymişsiniz” dediler. Çok enteresan geldi bana bu.
Ermeninin ne olduğunu bilmeyen çok insan var bu ülkede. Şimdiki hikaye bomba:
Bizim bölükte Ermeni bir çocuk vardı. Askerlikte sabahları anadan üryen soyunup
kontrol ediyorlardı, işte temiz misin saç tıraşı vs... sıradan herkese bakıyor
komutan, bizim Ermeni arkadaşa geldi bakakaldı (gülerek), “Sen sünnetli değilsin “dedi çocuğa. Bizim ki de kekeleyerek “Ben Hırıstiyanım komutanım” dedi. Bunun
525Devlet
merkezli analizlerin homojen ulus-devlet oluşumunu incelemede yeterli
olmadığını, kendini devletin “misyonerleri” olarak gören sosyal ağların da
Türkleştirme kampanyalarında aktif rol almasını inceleyen bir çalışma için
Bkz.: Aslan, 2007:243-272.
üstüne komutan bunu odasına çağırdı
“Gel seni sünnet edicez, 27 gün de kafa izni alıcan” dedi. Çocuk şaşırdı kaldı,
benle konuştu ben de “Abi ol işte ne olucak, 27 gün uzaklaşıcan burdan” dedim
kandırdım bunu. Bunun üstüne çocuğun aklına yattı bu, daha sağlıklı filan diye
bize bir saat nutuk çektiler. Baya çocuğa sünnet töreni düzenlendi ya! Üstü
açık araba balonlar filan, tam Sırrı Süreyya’ya göre bir senaryo bu cidden. A2-10 (E, 39, E)
5.2.
Rum, Yahudi ve Ermenilerin
Kamusal Alanda Ürettikleri Güvenlik Stratejileri: Kimliği Az Görünür Kılmak !
Ama
bir de kendi yerimizi çok iyi bilerek hareket ettik, her bir patlayan olaydan
sonra Musevi cemaati “low- profile” yaşar. (Y, 64, E)
İstanbul’un Rum, Yahudi ve
Ermeni cemaatleri hakkında popüler kültürde hakim ön yargı ve damgalamalar, her
üç cemaat mensupları arasında gündelik yaşam deneyimlerinde görünmez olmaya
çalışmak gibi pratiklere, kamusal alanda farklı performanslar uygulamalarına
neden olmaktadır.526 Brick-Danan, ikili, bölünmüş veya müphem bir
kimliğe sahip olmanın zorunlu kıldığı dilsel ve toplumsal stratejileri analiz
ederken, “kozmopolit bilgi” adını verdiği kavramla, farklı varoluşlar hakkında
bilgiye ve belki de daha önemlisi farklılığın hangi bağlamlarda sergilenmesi
(sergilenmemesi) gerektiği konusuna odaklanır (2014:54). Brick-Danan’ın
İstanbul’da Yahudi cemaati içinde gerçekleştirdiği etnografik çalışmasının
sonuçlarına göre, Yahudiler İstanbul’da hissettikleri gerilim ve korkuyu kendi
aralarında kabul etmekte, bu konuda birbirleriyle şakalaşmakta, oysa kamusal
alanlarda olumlu bir “hoşgörü söylemini” paylaşmakta (A.e., s.247) ve Türklerle etkileşimlerinde antisemitik tehdit
oluşturan Yahudi kimliğinin işaretlerini (yabancı kökenli isimler, şaday,
şiveyle konuşma gibi) ekseriyetle gizlemektedirler.
526Performans
burada Goffman’ın kavramsallaştırmasıyla, belli bir durumda belli bir
katılımcının diğer katılımcılardan herhangi birini etkilemeye yönelik tüm
etkinlikleri şeklinde tanımlanabilir. Bir kimse performansı sırasında (azınlık kimliğini açma-saklama) ideal
standartlara uygun bir ifade ortaya koymak istiyorsa
bu standartlarla uyuşmayan eylemlerden vazgeçmek veya onları gizlemek zorunda
kalacaktır (2014b:28-50).
Sözlü tarih ve
derinlemesine mülakatlarda birinci ve ikinci kuşak Rumlar ve Ermenilerde de
Brick-Danan’ın tespitlerine benzer bir biçimde “kozmopolit bilgi”ye sahip
oldukları, farklı varoluşsal durumlara göre aidiyet ve dışlanma mekanizması
geliştirdikleri ortaya çıkmıştır. Rumlar ve Ermeniler de yaşadıkları
ayrımcılıkları ve dışlanmaları, hissettikleri güvensizliği ve gerilimi kendi
aralarında paylaşmakta, kamusal alanlarda ise çoğunlukla sessiz kalmayı, şiddet
tetikleyicisi olabilecek azınlık kimliğinin işaretlerini gizlemeyi tercih
etmektedirler. Bu bağlamda Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler farklı kamusal alanlarda
ve mekanlarda farklı olmaya dair yüksek bir farkındalık sergilemekte ve
farklılıkların izlerini bedenlerinden silmektedirler (A.e.). Bu tespit birinci ve ikinci kuşak gayrimüslimler için
özellikle geçerlidir. Üçüncü kuşağın toplumla daha entegre yaşadıkları,
dini-etnik kimliklerine sahip çıktıkları ve bunun izlerini de, Rumca ve
Ermenice konuşma, haç takma gibi, bir
prestij ve kültürel sermaye olarak taşıdıkları görülmüştür.
Benim
mesela kapıcı, bahçıvan başta “Aylin” diye bilirlerdi. Adımı söylemedim. Uzun
seneler sonra öğrendiler tabi. Farklı gözle bakacak düşüncesiyle böyle
yapardım. O beni “Ayşe hanım” olarak görürse farklı saygı gösterir diye
düşünürdüm. Saygı demiyim sevgi. “Bizden değilsin” diyor, sen Hıristiyansın
diyor. Şurdaki Rum kilisesine girip çıkmayı sevmem. Etraftakiler görmesin diye.
Haç da takmam ben. Onun beni düşman bellemesini hazmedemiyorum. İstemiyorum
sevilmemek. A1-6 (E, 65, K)
Karakola
düşsen adın ne dese “Avak demekle Ahmet demek” farkediyor. Ben de
değiştiriyorum bu tip durumlarda. Karşındaki memur seni yadırgamasa bile senin üstünde
bir duygu var. Yok desen yalan. A1-3 (E, 78, E)
80’li
yıllarda olayların olduğu zamanlarda, kaotik yıllarda, o zaman ben lisedeydim
Ada vapurunda karşımda bir adam oturmuştu ve ülkücü bir gazete açmıştı, sordu
hangi okuldansın diye ben de “Galatasaray” dedim (görüşmeci
Zoğrafyon Lisesi’nde okumasına rağmen çekindiği için Galatasaray Lisesi’nde
okuduğunu söylüyor). Kimliği gizleme
durumu vardı. Çünkü korku vardı. ATİNA-8 (R, 67, E)
Abimin
Paşabahçe vapurunun kaptanıyla çok iyiydi arası hemen kaptan köşküne çıkardık.
Benim adım “Fatoş”’tu o zaman. İ. demezdim, Fatoş derdim. Abim de Alki, “Ali”
derdi. D. babamın sonradan aldıgı bir soyad. “Papadopulos”du babamın soyadı. Eczacıydı
babam, bu soyadla Anadoluyla
alışveriş yapması zordu tabi. O zaman propagandalar varmış. Babam onun üzerine
“soyadını değiştirdi “D.” (Türkçe soyad almışlar) olarak. B1-14 (R, 60, K)
Birinci ve ikinci kuşak
Yahudiler gençliğe kıyasla daha çok kendi cemaatleri içinde kapalı bir şekilde
yaşamaya dikkat etmiş; iktisadi ve mekansal alanlarda gettolaşmışlardır. Mümkün
olduğunca dini-etnik kimliklerinden dolayı sıkıntı yaşamayacakları, ayrımcılığa
uğrama risklerinin düşük olduğu steril ve dar alanlarda (yoksul, dindar,
milliyetçi olmayan) toplumsallaşmaya gayret etmişlerdir. Özellikle İsrail ile
Türkiye’nin arasının gerginleştiği dönemlerde güvenlik nedeniyle az görünür
(low profile) yaşamaya özen göstermekte, toplum içinde dikkat çekecek, göze
batacak mekanlara gitmemeye, giyimlerine süslenmelerine bile dikkat etmeye
çalışmaktadırlar. Erkek bir Yahudi görüşmecinin “kendi yerimizi çok iyi bilerek
hareket ettik” sözlerinde görüldüğü gibi Yahudiler bu “görünmez” olma,
siyasi ve toplumsal olaylar karşısında kimliklerini “gizleme, blokajlama”
halini içselleştirmiş ve kabullenmişlerdir.
Ama
bir de kendi yerimizi çok iyi bilerek hareket ettik, her bir patlayan olaydan
sonra Musevi cemaati low-profıle yaşar. Giyimine kuşamına, oturduğu yere dikkat
eder. Çok göze batası şeyler yapmamak gibi bir içine kapanma vardır. İstersen
hayatını zehir edecek bir sürü menfi şeyle karşılaşabilirsin, biraz başını kuma
gömmek, kaçmak. Kazara Vakit okursan o günün hayrı olmaz sana.
Karşılaşmayacağım yollardan yürüyorum. Hep bir kafes içinde yaşamaya
çalışıyoruz. C1-3 (Y, 64, E)
Yapılan görüşmelerde genç
kuşak orta ve üst orta sınıf azınlıkların farklı kamusal mekanlarda etnik-dini
kimliklerini açıkça ortaya koymada bir üst kuşaklardan çok daha rahat
davrandıkları Rum/Yahudi/Ermeni kimliğine sahip olmanın toplumda sağladığı kültürel
sermayeden gurur duydukları ortaya çıkmaktadır. Bir üst kuşaklar Cumhuriyet’in
inşasıyla birlikte 70-80’lere kadar azınlık kimliklerinden dolayı en şiddetli
ayrımcılık ve dışlanma pratiklerini yaşayan gruptu. Kolektif bellek bir alt
kuşaklara aktarılmış olsa da birebir bu tür fiziksel-sembolik şiddet
yaşamadıkları için genç kuşakların kimlikleriyle geniş topluma entegre olmada
daha rahat oldukları anlaşılmaktadır. Her üç cemaat mensuplarının içinde
büyüdükleri sosyokültürel ortamlar, arkadaş çevresi, okul, iş ortamı da
kimliklerini daha açık yaşamalarında önemli bir faktördür. Kendileriyle aynı sosyokültürel sınıflardan eğitimli,
kentli, modern, laik Müslüman-Türklerle
paylaştıkları ortamlarda azınlık kimliklerinden dolayı sıkıntı yaşamadıkları
ortaya çıkmaktadır. Buna rağmen zaman zaman, girdikleri ortamın sosyal ve
kültürel seviyesine göre, bazen de ülkenin dış siyasetindeki kırılganlıklara
bağlı olarak, genç Rum, Yahudi ve Ermenilerin de, azınlık ve Türk-iyeli
kimlikleri arasında bir denge kurmak ve azınlık kimliğini gizlemek veya açmak
arasında gerilim yaşadıkları, “tedbirli” olmak zorunda kaldıkları ancak bu
gerilimin en genç kuşakta (20’li yaşlardakiler) iyice azaldığı görülmektedir.
Ben hiç
“Ermeniyim daha iyi olmak zorundayım, kimliğimi gizliyim” gibi bir şey
hissetmedim. Ben kamusal alanda hiç gizlenmek durumunda da kalmadım. Gittiğim
okulların da etkisi olmuş olabilir. Ve hep aynı sosyokültürel çevrenin
içindeydim. A1-13 (E, 39, K)
Ben bile
kendime otosansür uyguluyorum bu toplumda. Toplumdaki zihniyetleri bildiğin
için, kendi kendini korumayı öğreniyorsun. Ne zaman kimden zarar geleceğini
bilmiyorsun. Senle bir yere gittik diyelim, bazen öyle bakışlar oluyor ki el
sıkarken korkuyorsun cidden. Bu maalesef var ve sanırım biz bununla savaşmayı
doğuştan öğreniyoruz. Bence bu korku tüm Ermenilerde var. Ama yavaş yavaş son kuşakta aşılıyor.
A2- 12 (E, 29, E)
Her Rum
çocuğu tedbirli olmak durumunda. Bu dışardaki genel ilişkilerinde, haçının
görünüp görünmemesine kadar… Müslüman ülkesinde yaşamanın çocukluktan belli
değerlere… alışılmış olan birşeydi. O farkı görüyorsun. Bunu kimsenin ifade
etmesine gerek yok. Zaten o farkı kimsenin birbirine anlatmasına gerek yok.
Sadece yaşamak yeterli. Üniversitedeki sevgilim o zaman “Senden en iyi güvenlik
bilgini olur” derdi (gülerek). B2-1
(R, 35, E)
Kamusal
alan bu insanların çalıştıkları, sosyalleştikleri yerler. Ben bu insanların
sorun yaşadığını düşünmüyorum. Erkeklerin %80’i Kapalıçarşı, orda sorun yok;
yaşadıkları yer Kurtuluş, Şişli, Yeşilköy, Yedikule... burda da yok; oralardan
fazla çıkmıyorlar dışarı; sayfiye alanı Kumburgaz, Kınalı, Büyükada...
buralarda da çok rahat haçlarını takıyorlar, Ermenice de konuşuyorlar; oturduğu
semtte bakkalı da Ermeni. Ada da arabacı Ermeni de vardı. Ben haçımı 17 yıldır
takıyorum. Sorun yaşamadım ben hiç. Gazi mahallesine gidiceksem bu haçı içime
sokarım ama. A2-10 (E, 39, E)
Ankara’ya
giderken ilk aldığım uyarılardan biri “Çok fazla kimliğini gösterme”. Bu oldu.
Hayatına devam et ama bu uyarıyı aklında tut. Haçlarım var ama ben takıp gezmem
ortada. A2-9 (E, 29, K)
Benim
gizlediğim bir Yahudilik kimliğim var. Benim hep gizlemem gereken bir kimliğim
var. Ve bunu büyüdükçe öğreniyorsun. Kimler seni kabul eder, kimler etmezi
yerleştiriyorsun kafanda büyürken. İlk kimliğim Yahudilik değil ama her zaman
aklımın bir köşesinde bulunan.... nasıl açıklasam.... Türklükte benim kimliğimin
çok büyük bir bölümü, duygu paylaşımı orda ön planda. Bulunduğum çevreler beni
tanıyan çevreler olduğu için çok fazla bir savaş vermek zorunda kalmadım. Belki
de o çevreleri seçtik. C2-14 (Y, 38, K)
Kamusal
alanda ben çok özgür olduğumuzu düşünmüyorum; başıma gelen spesifik bir şey yok
ama bir tedirginlik genelde hep var bence. Bizim kuşak daha açık tabi ki
annemlere göre kardeşimin jenerasyonu daha da özgürce yaşıyor ama hep bir
gerginlik var bence. “Ermeni misin hımm” yorumu artık olmaması lazım 2014 yılına
gelmişiz. Garip karşılanmasını ben de anlamıyorum, biz uzaylı mıyız? Sık
karşılaştığımız için biz alıştık aslında. Tesadüfen gittiğim bir yerde Ermeni
olduğumu söylediğimde hep bir şaşırma ifadesi beliriyor suratlarda, çok sık
karşılaşıyorum. Ben “Evet Ermeniyim” diyorum yüz ifadesi ne olursa olsun. Buna
çok çekinen insanlar evet var. Ya da aman bilmesinler, söyleme diyen
arkadaşlarım var. Niye söylemiyim?? A2-3 (E, 24, K)
Barth etnik gruplar
arasında kişisel ve toplumsal alışverişler olsa dahi sınırların kalıcı olduğunu
söyler (2001). Bu sınırların varlığı aynı zamanda dışlama ve dahil etme gibi
sosyal süreçlerin varlığıyla ilintilidir. Grup üyeleri ile grup dışında
kalanlar arasında kutuplaşmaya varan farklılıklar sınırların sürekliliğin
teminatıdırlar (A.e., s.17-18).
Birinci ve ikinci kuşaktan Rum,
Yahudi ve Ermenilerin söylemlerinde eski İstanbul’un nostaljik bir biçimde
anıldığı, geçmişte kalan ve şu an özlemle ve hüzünle andıkları kozmopolit
hayata, çocukluk dönemlerine ait olumlu hatıralar ağırlık tutmaktadır. Genelde
mahalledeki komşularla, iş hayatında beraber çalıştıkları Müslüman-Türk
ortaklarıyla sorunsuz ilişkiler yaşandığı belirtilerek, geçmişin
İstanbul’undaki hayatlarını sorunsuz ve iyimser bir tablo olarak sunmaktadırlar.
Bu tip öyküler kozmopolit
bir geçmişe ilişkin nostaljik kültürel hafıza tarafından örtbas edilir. Bu tarz çelişkiler, Hills’in belirttiği gibi,
“geçmişte yaşananları aldatıcı bir gizemle kuşatır” (2014:294). Bu kültürel
hafızada komşular arasında, mahalle arkadaşlıklarında dine-dile-ırka dayalı bir
ayrımcılık yoktur. Etnik gruplar arası ilişkilerde hoşgörüyü ön plana çıkartan
nostalji, süreçlerin içerdiği gerilimleri ve şiddeti gizler (A.e., s.296). Fakat buradaki ince-kaba
ayrımcılık dikkat çekicidir. Çoğu görüşmeci yaşanan ayrımcılık ve dışlanmaların
ülke politikalarının sonucu olduğunu, halklar arasında bir sorun olmadığını,
tanıdıklarından hiçbir olumsuz davranış görmediklerini vurgulasa da hemen hemen
her hikayede, birinci derece yakınlarından görmemiş olsalar bile, geniş toplum
içinde yaşanan ayrımcılık dışlanma ve yabancılaştırma hikayelerine
rastlanmaktadır. Bu durumda özellikle bu kuşağın
yaşadıkları travmalar ve güvensizlikler sonucunda her ne kadar
çok yakın olsalar bile
Müslüman-Türk çevreleriyle aralarına gizli bir mesafe koydukları, onlarla
hayatlarıyla ilgili her konuda her şeyi paylaşmadıkları, yakın çevrelerini
çoğunlukla kendi cemaat içlerinden oluşturdukları görülmüştür.
Daha genç kuşaklarda da
aktarılan kolektif travma belleği nedeniyle benzer stratejiler geliştirildiği,
kendini koruma içgüdüsüyle geniş toplumla aralarına otomatik sınır çekildiği
durumlar gözlenmiştir. Arkadaş grupları arasında her grupla paylaşılan hikayeler,
sırlar, alanlar farklılaşabilmektedir. Paylaşılacak bilgiler gruplar arasında
kategorileştirilmektedir. Müslüman-Türk arkadaşlarının “azınlık olmanın ne
demek olduğunu, azınlık bilincini, azınlık psikolojisini” tam olarak
anlayamayacaklarını, bunu içlerinde hissetmenin mümkün olmadığını
vurgulamaktadırlar. Bu tür sınırları en çok da siyasi konjüktürdeki gelişmelere
bağlı olarak toplum içinde farklı alanlarda azınlık kimliklerinden dolayı
sıkıntı yaşadıkları dönemlerde koymaktadırlar. Her ne kadar çok yakın
Müslüman-Türk arkadaşları, dostları olmasına ve bu tür sıkıntılı zamanlarını
paylaşsalar da, onların tam anlamıyla azınlık olmanın ne demek olduğunu
“içlerinde hissedemiyeceklerini”, aynı duyguyu ve ruh halini
paylaşamayacaklarını vurgulamaktadırlar.
Şunu da
hatırlıyorum, babam komşularımızla konuştuğu zaman farklı konuşurdu. Konuşulan
konuda farklılaşma oluyordu. Mutlaka bir mesafe bırakılırdı samimiyet ne kadar
olursa olsun. Herşey anlatılmazdı. Bu karşılıklı bir güvensizlikti. Hiçbir
zaman tam olarak açılmazdı. Eskiden bu mesafe çok daha büyüktü, zamanla azaldı
ama hiçbir zaman sıfırlanmadı. B1-4 (R, 72, E)
Ben pek
Türklerle arkadaşlık kurmadım çünkü güvenemiyordum, aşırı yakın olduğum bir
Türk arkadaşım yoktu. B1-5 (R, 65, E)
Yahudi
olmayan biriyle ne kadar yakınlaşacağın tamamen karşındaki kişiye bağlı. Ateist
ise daha kolay iletişim kurabiliyorsun ama biraz bile Sünniyse sıkıntı oluyor.
O zaman çok da fazla şeyler paylaşmıyorsun. 15.000 kişilik bir cemaatiz biz ama
birşeyler paylaştıgımız kişiler çok
eski çocukluk, gençlik arkadaşlarımız oluyor. C1-14 (Y, 51, K)
Bence
Müslüman arkadaşla Musevi arkadaşa karşı koyduğun sınır hep var. Tabi zor bir
konu bu... Belki çok da bireyseldir bilemiyorum. Kimi en yakın arkadaşına
ailenle ilgili özel şeyleri de anlatmazsın. Ben mesela Müslüman arkadaşlarıma
bu yazki sıkıntılarımızı anlattım (İsrail-Gazze gerginliğinin
yaşandığı dönem). Ama onun benle yeteri
kadar empati kurmadığını düşündüm. Kuramaz. Kuramaz ki... O da ne yapsın?
Hiçbir tehdit almamış, parası alınmamış (Varlık vergisi), soyu tüketilmeye çalışılmamış (Holokost), 1492 İspanya, M.Ö. Mısır... Biz bunlarla büyüyoruz. Biliyormusun
geçenlerde bir arkadaşım, aynı zamanda diş hekimim, bana dedi ki “Acıyla beslenen
insanlar var. Ve bizim toplumumuz da o kadar
acı çekti ki taa Musa’nın Mısır’dan ayrılmasından başlayan bitmeyen bir
çile. Bu çile bizim genlerimize girdi. C1-10 (Y, 55, E)
Her grupla
konuştuğun şeyler farklılaşıyor. Kategorize ediyorsun ister istemez. Türklerle
evli Ermeni arkadaşlarım da var ama yine de konular daha sınırlı. Ermeni
arkadaşlarıma daha çok güveniyorum, koşulsuz herşeyimi anlatabileceğim
insanlar. Belki çocukluktan gelen arkadaşlıklar olduğu için. İş arkadaşımla
daha neşeliyimdir, komiğimdir; Ermeni arkadaşımla daha ev halinde gibi
takılırım. Espriler farklılaşıyor. Değişik... A2-4 (E, 36, K)
Seni
kabullenmiş arkadaş çevrenle beraber oluyorsun. Bunu yapmayı öğreniyorsun,
savunma gibi birşey. A2-11 (E, 38, E)
Türk olan
arkadaşlarınla herşeyi konuşamazsın, ne kadar yakın olursan ol. Bazı konularda
konuşmaman lazım. Sen mağdursun. Savunamazsın kendini. Teke tek ilişkilerde bile bu böyle.
Anlatamazsın ki... anlayamaz
ki... çünkü senin gibi değil.
Sen (çoğunluk)
azınlığın ne olduğunu anlayamazsın. Azınlık
psikolojisini bilemezsin. Sen hep diğerlerinden farklı olmak zorundasın. B2-12 (R, 41, K)
Diğer dini-etnik gruplarla araya sınır koyulma
durumlarına istisnalar da teşkil etmektedir. Cemaatlerin kendi içlerine kapalı
bir yapıya sahip olmalarından dolayı, cemaat içi kamusal alanlarda dedikodu çok
yoğun olmakta bu durum bazı gayrimüslimler için sıkışmışlık duygusu yaratabilmektedir. Bu yüzden gençler cemaat
içindeki arkadaşlarıyla ne kadar yakın olsalar da, küçük bir cemaat
toplumsallaşması içinde sırlarının yayılacağından duydukları endişeyle çok özel
bilgilerini onlarla paylaşmaya çekinmekte, cemaat dışından, Müslüman-Türk,
yakın bir arkadaşıyla daha özgürce paylaşım yaşayabilmektedir.
Ermeni olmayan
çok yakın Tarkan diye bir arkadaşım var. Bir de şu var, Ermeni bir arkadaşına
herşeyi anlatamıyorsun. Yüzde yüz emin de olsam sır saklayacağına bazı şeyleri
anlatamıyorsun. Tarkan arayıp annene anlatamaz anlattıklarımı. Cemaat içinde
fısıltı gazetesi inanılmaz hızlı
çalışır. O yüzden de anlatmak istemem. Ama Tarkan’a herşeyi anlatırım. Ondan
bana asla zarar gelmeyeceğini bilirim. Ermeni arkadaşlarımdan çok daha rahat
olduğum Türk arkadaşlarım oldu. A2-7 (E, 31, K)
5.3. Dışlanma ve Ayrımcılığa Karşı Kamusal Alanda Gizlenen Rum, Yahudi ve Ermeni İsimleri
Rumlar, Yahudiler ve
Ermenilerin kamusal alandaki bir diğer kimlik stratejisi isimlerini
gizlemeleridir. Özellikle ticari alanda daha yoğun olarak bulunan Yahudi ve
Ermenilerde isim gizlemenin, Rumlara göre daha yaygın olduğu, yapılan
görüşmelerde ortaya çıkmaktadır. Yahudi ve Ermeniler ticaret yaparken ortak
kamusal/ticari ortamlarda genellikle gayrimüslim kimliklerini gizlemektedirler.
Gayrimüslimler farklı, yabancı bir ada sahip olmanın dışlama ile
sonuçlanacağını bilerek toplumsallaşmışlardır. Yahudilerde ticaretle uğraşan
erkeklerin farklı kamusal alanlarda ekseriyetle Türk kökenli, modern isimler
kullandıkları (Can, Aslan, Cem gibi), askere gittikleri zaman da geleneksel
Yahudi isimlerini kullanmamayı tercih ettikleri gözlenmiştir. Kadınlarda hem
geleneksel Yahudi isimleri (Rachel, Sara) hem de daha modern, evrensel isimler
(Selin, Melissa, Melis), ya da Yahudi geleneklerine göre anneanne veya dedenin
isminden türetilmiş Türkçe’de de kullanılan isimler (Fortuna’dan Tuna gibi) kullanılmaktadır. Genç kuşaktan görüşmeciler Yahudi
kökenli isimlerini bir üst kuşaklarda
görüldüğü sıklıkta kamusal alanlarda kullanmaktan çekinmemektedir; genelde
erkekler Anadolu’yla ticaret yapmaları gerektiği zaman muhafazakar bir ortama
girecek olmalarından dolayı resmi alanlarda Türkçe isim kullanarak Yahudi
olduklarını gizlemektedirler. Üçüncü kuşak Yahudiler, annelerinin kuşağında
yerleşmiş bir korku olduğunu eleştirel bir tonda dile getirerek herkesin ailede
genelde ikinci bir “Türkçe” ismi olduğunu, bundan 10-15 sene öncesine kadar
kamusal mekanlarda annelerinin kendilerini çağırırken “Türkçe” bir isim
kullanmayı tercih ettiklerini belirtmektedirler. Barth’ın belirttiği gibi,
bireylerin kimlikleri içinde bulundukları sosyal şartlara göre zaman zaman değişkenlik
gösterebilmektedir (2001:32).
Benim bir şirketin küçük
hissedarı olarak açmam gereken davayı
başka bir Müslüman arkadaş üzerinden sırf bu yüzden
açtım. Azınlık olmanın bir dezavantaj oluşturmasından kuşkulandım. C1-13 (Y,
56, E)
Fortune
mesela Tuna oluyor, Fiona oluyor. Sonra biz korkardık okula gidince Musevi
olduğumuzu söylemeye. Bizim zamanımızda bir korku vardı. Erkeklerde askerlik
yüzünden isim değişikliği çok olur. Aslan mesela, Leon’dur
bizde. C1-11 (Y, 89, K)
Gözönünde
bulunmayalım, göze batmayalım hep vardır bizde. Bizim anneler konuştuklarında
kendi aralarında A. (annesinin adı) demezler
mesela, Ayla derlerdi, Selin derlerdi. Hepimizin Müslüman adı vardır bir tane.
Benim ki “Esra” E. (kendi adı). Gittiğin
ortama göre kendini saklamak, Şadayı içine atmak vardır. Noam (eşi) mesela başka bir ülkede İsrail dediğim zaman gerilir. Bence saklanmamalı ama
artık ayağa kalkıp konuşma vakti. Yerleşmiş bir korku var. C2-9 (Y, 32, K)
Ermeniler, özellikle
birinci ve ikinci kuşakta ticaretle
uğraşan ve esnaf olan erkeklerin, Yahudilerdekine benzer biçimde
dil-isim stratejisi edindikleri gözlenmiştir. Anadolu’dan İstanbul’a göç etmiş
olanlar ve ticaretle uğraşan Ermeniler geleneksel, –yen, -yan’la biten
soyadları ve isimleri yerine Türkçe isimler kullanarak Ermeni kimliklerini
kamusal alanda gizlemektedirler. 1915 ve sonrasında farklı dönemlerde
İstanbul’a göç eden Ermeniler Anadolu’da yaşanan büyük
travma ve sonrasındaki baskılardan dolayı Ermeni
kökenli isim ve soyadlarını daha İstanbul’a gelmeden
değiştirdiklerini ve kimliklerini toplum içinde kamufle ettiklerini
belirtmektedirler.
Ben aklım
erdi ereli “Orhan usta”yım. Birçoğu benim gayrimüslim olduğumu bilmez, şivem de
yoktu benim. Çoğumuzun soyadı gerçek soyadımız değil, soyadlar daha fazla
değişmiş. –Yan’lı soyadları değişmiştir. Askerde “Orhan”
ismini taktılar, komutanım “Gel bu gavur
kimliğini bırak seni bir Müslüman yapalım, adın da Orhan olsun” dedi, öyle
geldi öyle gitti. Ohannes olarak çok az kimse bilir. Piyasadaki azınlığın
çoğunluğunun ismi değişmiştir zaten, Yetvart’a Yılmaz derler filan... Hiçbir
Ermeninin dükkanı üstünde “Ohannes’ın yeri” yazamaz. Dükkanı taşlanır! A1-12
(E, 64, E)
Genç kuşak Ermeni
erkeklerde ise çoğunlukla Fransızca kökenli modern (Alen), Ermeni kökenli ve
aynı zamanda Türkçe’de de kullanılan (Aras) ve geleneksel Ermeni isimlerine
(Ohannes) birarada rastlanırken kadın görüşmecilerde modern, Fransızca kökenli ve geleneksel Ermeni kökenli isimlerin
(Sevan, Natalie, Juliet) bir arada kullanıldığı gözlenmiştir. İş hayatında olan
kadın görüşmeciler yabancı kökenli bir isme sahip olmalarından dolayı gündelik
hayatlarında zorluklar yaşasalar da ikinci bir isimleri olmadığını, takma isim kullanmadıklarını belirtmişlerdir.
Görüşmecilerden bir tanesi Anadolu’da muhafazakar bir kentte büyüdüğü ve
okuduğu için Ermeni kökenli isminin yerine dikkat çekmemesi için “Murat” ismini
kullandığını, İstanbul Ermenilerinin bu konuda daha rahat yaşadıklarını,
Anadolu’dayken sokakta asla Ermenice konuş(a)madıklarını, haç tak(a)madıklarını
aktarmaktadır.
Benim aile
içindeki diğer ismim Aşot. Ama nüfus cüzdanımda Murat yazıyor. İstanbullular
daha fazla Ermenice isim kullanılır, özellikle burda yetişip büyüyen 2. ve 3.
kuşak. Anadolu’da daha fazla Türkçe isim kullanılır. Bu bence 1915 ile ilgili.
1915 olayları İstanbul’da çok hissedilmedi. Burda milletvekilleri ve
entellektüelleri toparlayıp götürdüler. Anadolu’da insanları kesip kesip
attılar. Anadolu’daki insanlar daha fazla içine kapalı bu konuda “Aman çocuğum
konuşma, aman çocuğum etme”. Yani doğuya gittikçe muhafazakarlık artıyor. O
yüzden İstanbul’daki insan rahatlıkla Ermenice konuşur sokakta, Ermenice
isimler kullanır. İskenderun’da biz sokakta Ermenice konuşamazdık. Mutlaka bir
meraklı bakış sana döner. Haç da takmazdık. A2-11 (E, 38, E)
Rumlar ise farklı kamusal
mekanlarda dil-isim stratejisi geliştirme konusunda diğer iki
cemaate göre farklı davranmaktadırlar. Görüşme
yapılan üçüncü ve dördüncü kuşak kadın-
erkek Rumlar çoğunlukla cemaat içi kamusal
alanlarda çalışmaktadırlar (azınlık okulları, konsolosluk, Patrikhane) veya
kendi işlerine sahiptirler. Rumlar, Yahudilerde ve Ermenilerde görüldüğü sıklıkta
ticaretle uğraşmamakta ve bundan dolayı
da muhafazakar Müslüman
kesim ile kamusal ticari ve mesleki alanda fazla ilişkiye
girmediklerinden dolayı kimliği gizlemek zorunda kalmamaktadırlar. Diğer yandan
isim konusunda Rumların diğer cemaatlerden önemli
bir farkı da, ismin Ortadoks-dini kimliği için çok önemli olmasıdır. Rum
Ortodokslar için isim günlerinin527 dini bir anlam taşıması ve
doğumgünlerinden daha büyük bir öneme sahip olmasından dolayı Ermenilerde ve
Yahudilerde görülen sıklıkta Türk ismi kullanmamaktadırlar. Gündelik hayatta
café, restaurant gibi kamusal mekanlarda ise kolaylık sağlaması açısından
Türkçe isimler kullanmaktadırlar.
İsim de ben
Starbucks’a gittigimde “Tuna” derim. Ama iş hayatında izah etmek zorunda
kalıyorsun. Rum asıllıyım diyip anlatmaya çalısıyorum. Bizde asla Türkçe isim
konulmaz. Mix evlilik olmadığı sürece konulmaz, hiçbir zaman olmadı. Ki her
zaman ticaret hayatının içinde oldular. B2-12 (R, 41, K)
5.4.
Kamusal Alan ve Gündelik
Yaşamda Rum, Yahudi ve Ermeni Kimliğinin Bazı Avantajları
Gayrimüslim olmak demek katmerli azınlık hallerine
sahip olmak demektir. Azınlık bireyler aynı anda hem etnik-dinsel kimliğinden dolayı hem de kadın, emekçi, solcu, orta sınıf veya yoksul olduğu için farklı
boyutlarda dışlanmalar, ayrımcılıklar yaşayabilmektedirler. Fakat azınlık olmak
geniş toplumla karşılaşılan farklı kamusal mekanlarda-alanlarda her zaman bir
dezavantaj yaratmamaktadır. Farklılık, gayrimüslim bireyler tarafından tecrübe
edilen olumsuzluklarına rağmen, kültüralist bir indirgemeciliğe başvurmaksızın,
bir avantaj, prestij, sahip olunan kültürel bir sermaye olarak da
yaşanabilmektedir.
Rum, Yahudi ve Ermeni görüşmeciler, azınlık olmanın
insanda kendiliğinden bir takım
yetiler geliştirdiğini vurgulamışlardır. Geniş toplumla entegre oldukları
alanlarda, mekanlarda ayrımcılık-dışlanma-düşmanlaştırılmaya karşı otomatik
olarak bir korunma içgüdüsü geliştirmektedirler; bunu ailede veya eğitimle öğretilmeden çocuk yaşlarından
527 Bir
Ortodoks geleneği olarak çocuklara genellikle azizlerin ve kutsal kişilerin
isimleri verilir. Bu kişilerin aziz
oldukları günlerde o isimleri taşıyanlar isim günlerini kutlarlar.
itibaren pratik hayatta edinilen bir bilgi olarak, bir tür “iç
bilgi-genetik bilgi” olarak keşfetmektedirler. Farklılıklarını gizlemek,
kimliklerini blokajlamak zorunda kaldıkları ortamlarda insanları daha iyi
analiz edip, zarar görüp görmeyecekleri insanları kısa bir zaman içinde
ayrıştırabilmektedirler. Azınlık bir birey olarak farklı bakış açılarından
olaylara insanlarla sıradan bir bireyden daha fazla empati kurabilmektedirler.
Ayrıca, aynı anda hem azınlık hem de çoğunluk kültürüne ait bilgilere ve
pratiklere (dil, adetler, gelenek-görenekler) sahip oldukları için daha yüksek
bir kültürel sermayeye sahip olmaktadırlar.
Nasıl
fareler, kediler hisseder tehlikeyi, azınlık falanda öyle oluyor heralde.
Bilhassa biz yaştakiler. Hayatın boyunca tetikte yaşamışsın. B1-19 (R, 61, E)
Ben kendimi
şöyle şanslı hissediyorum bir defa 2 çok değişik kültür arasında büyüyorsun ve
insanları anlayabiliyorsun. Eğer kendi çevresinin dışına çıkmadıysa düz görüyor
ama sen farklı pencerelerden görüyorsun. Bir kere Ural-Altayla Hint Avrupa dili
konuşuyorsun. Tamamen iki değişik dil bilgisi. Başka şeylere açıksın… B1-27 (R,
57, K)
Azınlık
gurubuna dahil olmanın şöyle bir avantajı var: birincisi, ister istemez
çoğunluğun yolunu yordamını, dilini benimsiyorsun. Öğreniyorsun. Kamusal alanda
çok farklı durmamak için. İkincisi,
azınlık grubuna mensub olduğunu bildiğin için, her daim ezilme ihtimalin olduğu
için her zaman daha iyi yapmaya çalışıyorsun yaptığını. Üçüncüsü işler çok ters
gider de bu ülkeyi terk etmem gerekir endişesiyle en az bir ülkenin lisanını,
kültürünü öğrenmeye çaba harcıyorsun. Rumlar için bu büyük ölçüde Yunancadır.
B1-13 (R, 63, E)
Bu ufacık
azınlık içinde birey olma halini sadece Rum olarak değil, kadın olarak
yaşıyorsun, sınıfsal olarak yaşıyorsun, solcu olarak yaşıyorsun... başka şeyleri
de sorgulamaya başlıyorsun. O sadece bir başlangıç oluyor. Orda “kara koyun”
oluyorsun işte. Bir yandan da çok avantajlı bir süreç çünkü tüm bu
sorgulamaları çift dilli, çift kültürlü, çok gezmeli yaşıyorsun. Kültürel
olarak avantajlı bir durum. B2-7 (R, 30, K)
Ben hep
avantajını yaşadım. Benim eski patronum bundan dolayı extra ilgi gösterirdi.
Zaten sonra bir Yunan şirketinde çalıştım. Şimdi ithal ürün üstüne Yunanistan ile çalışıyorum,
Rumca konuşmak yine bana bir avantaj. B2-15 (R, 38, K)
Özellikle birinci ve ikinci kuşak gayrimüslim azınlıkların politik alana katılımlarındaki çekingenlik ve görünmez
olmayı tercih etmelerinin nedenleri bir önceki bölümde analiz edilmişti. Bu
siyasi ve eşit vatandaşlık açısından kendini güvende hissetmeme durumu, kamusal
alanda ve gündelik yaşam pratiğinde de gayrimüslimlerin politik eylem ve
muhalif direnişlerlerle ilişkilendirilmemelerine neden olmaktadır. Özellikle
Yahudiler için kamusal söylem ve popüler kültürde bir ayrımcılık olarak
seyreden ‘korkaklık’ damgalanması bazı durumlarda şüphe uyandırmamak bakımından
bir avantaja dönüşebilmektedir.
Bu meşhur
boykot zamanında imtihana giremediğim birgün okula gittim. O zaman ki gençliğin
kılık kıyafeti parka, altında jean, bir tane maske çantası, gaz maskesi
çantası, boyuna asılan ince postacı çantası gibi. Gittim, kapıdan girerken, geç
kalmıştım koşarak giderken sokaktaki çocuklardan bir tanesi elime bir kağıt
tutuşturdu. Bende kapıp defterin içine koydum. Kalemim var ama kağıdım yok diye
paniğe kapıldım. Neyse, çıkarken sınavdan şu meşhur büyük kapı varya orda
kümelenmiş kontrol yapılıyor. Biri orda gel bakıyım sen dedi, açtılar çantayı,
önden bir kağıt parçası gördü çantanın içinde, bir bildiri, “Nedir bu lan” dedi
“Örgütçümüsün lan sen, adın ne senin” dedi, o an anladım ki benim örgütçü
gözükmemem lazım. Gayet
aksanlı bir şekilde
“Benim adım İshakk”
dedim’ (Gülüyor) ‘Nee?’.
‘Benim adım İshakk soyadım Behar”“Hadi len toplan git” dedi
(Gülüyor). Böyle iyi tarafları da var... Bizden adam olmaz
mantığıyla... C1-3 (Y, 64, E)
5.5. Azınlık Olmanın Cinsiyeti: Rum, Yahudi ve Ermenilerde Özel
Alan
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinde
azınlık olarak kamusal alandaki az görünür olma halinin özel alana yansıması,
özel alanı farklılaştırmakta ve oradaki aile içi ve toplumsal cinsiyet
rollerini derinleştirmektedir. Azınlıklar için dışarıda ve içeride yaşanan iki
ayrı kendini/azınlık kimliğini konumlandırma
durumu vardır. Bu durum azınlıklarda aile içi yaşamı geniş topluma göre daha da
özel bir alan haline getirmektedir. Azınlıklarda özel alan bir yandan en
sakınmasız olunan alanken, bir yandan da dışarıda sakınılması gereken
durumların varlığının öğrenildiği ve dolayısıyla azınlık kimliğinin de aile içi
inşa edildiği alandır. Bilal bu bağlamda hem azınlık hem kadın olma durumunu
“çifte azınlık kimliği” olarak tanımlamaktadır (Bilal, 2006’dan aktaran Özdoğan
v.d., 2009:380).
Ekmekçioğlu’nun Ermeni cemaati üzerine yaptığı
çalışmasında ortaya koyduğu ataerkil aile yapısını İstanbul’un Rum ve Yahudi
cemaatleri için de genelleştirmek mümkündür. Ekmekçioğlu’nun, Ermeni cemaatinde
her türlü yeniden üretimin kadınların görevi olduğuna dair yaklaşımı, tez
kapsamında yapılan sözlü tarih ve derinlemesine mülakatlarda, her üç cemaatin
üç kuşağında ataerkil yapının hakimiyeti ile doğrulanmıştır. Ekmekçioğlu’nun
Ermeniler özelinde vurguladığı gibi, ev içi alan, azınlıkların devletin
kontrolü dışında diğer azınlıklarla iletişime geçtiği tek alan olma özelliğine sahiptir (2015:13).
Ev içi alan aynı zamanda geleneksel cinsiyetçi iş bölümü ile ilişkilendirilen,
kadın-anne ile örtüştürülen, azınlık kimliğinin üretildiği, korunduğu ve
aktarıldığı alandır. İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerine mensup
kadınlar görüşmeler sırasında sıklıkla aile içi verilen kararlarda, bütçenin
düzenlenmesi-gündelik ev harcamalarının hesaplanması-kontrolü gibi ve
çocukların eğitimleri dahil her türlü karar alma aşamasında başat bir role
sahip olduklarının altını çizmektedirler. Özellikle aile içinde çocuğa azınlık
kimliğinin, tarihinin ve azınlık belleğinin aktarılması, dilin öğretilmesi,
gelenek-göreneklerin, ritüellerin aktarılması kadının görev alanına
girmektedir.
Özel alanın cemaat kimliklerinin asıl yaşandığı yer
olmasının yanısıra kültürel kimliğin korunmasında ailenin taşıdığı önem kadının
rolünü hem büyük toplumdan ayırmakta hem de arttırmaktadır (A.e., s.380). Kadınların dile
getirdikleri söylemler ve argümanlar, toplumsal cinsiyet temelli rol
kalıplarının nasıl içselleştirildiğini ve kadınların karar alma
mekanizmalarında kontrolünün ev içi alanla sınırlı olduğunu, kendilerinden
“geleneksel” eş- anne rolünün oynanmasının beklendiğini ortaya koymaktadır. Bu
bölümde Rumların, Yahudilerin ve Ermenilerin özel alanda yaşadıkları azınlık
olma halinin özel hayatın ve cinsiyet rollerinin biçimlenmesindeki etkisi
analiz edilmektedir.
5.5.1.
Rum, Yahudi ve Ermeni Kadın ve Erkeklerde Eğitim,
Meslek Seçimi ve Çalışma
Hayatı: Kuşaklararası Bir Karşılaştırma
Birinci ve ikinci kuşaktan (50-55 yaş) Rum, Yahudi ve
Ermeni kadınlar genellikle ortaokul veya lise mezunu olup erken yaşta
çoğunlukla görücü usulüyle veya arkadaş çevresinde tanıştırılarak cemaat içi
evlilikler gerçekleştirmişlerdir. Birçoğu çalışma hayatında yer almamış;
evlendikten sonra hemen çocuk sahibi olmuştur. Çalışanlar da daha çok
öğretmenlik gibi kadınlara özgü meslek kollarında yer almış veya cemaate ait kurumlarda
çalışma hayatına katılmışlardır. Çalışma hayatına katılanların büyük bir
kısmı da evlendikten ve çocuk sahibi olduktan sonra işi bırakmışlardır. Kendi
işini kuran, büyük firmalarda orta ve üst düzey yöneticilik yapan bu yaş
grubundan az sayıda kadın bulunmaktadır. Buna karşılık tez kapsamında genç
kuşaklarla yapılan görüşmelerde son 15-20 yılda toplumdaki eğitim seviyesinin
yükselmesine paralel olarak ve küreselleşmeyle birlikte üçüncü ve dördüncü kuşak gayrimüslim kadınların, kendi
annelerine göre daha yüksek eğitim seviyesine sahip oldukları, farklı iş
kollarında, yönetim pozisyonlarında yer almaya başladıkları, girişimci bir
şekilde kendi işlerini kurdukları, aile içinde cinsiyet temelli rol
kalıplarının dışına çıktıkları ortaya çıkmaktadır.
Gayrimüslim kadınların birinci
kuşakları, iki dünya
savaşı arası dönemde
ülkedeki sert hayat
koşullarından dolayı aile bütçesine katkıda bulunmak için çalışmışlardır. Bu
dönemin ekonomik koşulları nedeniyle alt ve alt orta sınıf ailelerde kadın ve
erkeğin genelde ilkokul, en fazla
ortaokul mezunu olmaları, eğitimlerine ekonomik şartların elverişsizliğinden
dolayı devam edememeleri çalışacakları iş alanlarını da belirlemiştir. Bu
dönemde çalışan kadınlar, terzilik, ev ve otellerde temizlik, atölye ve fabrika
işçiliği yapmaktadırlar. Erkekler ise daha çok
zanaatkarlık, satıcılık veya dönemin şartlarında bulabildikleri her türlü işte, dülgerlik gibi, çalışmaktadırlar. İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’li
yılların sonlarına kadar lise mezunu olmak
önemli bir farklılık yaratmaktadır. Lise mezunu kadınların içinde en yaygın
olarak yer aldığı meslek dalı ise kadınlara özgü meslek dallarının en başında
yer alan öğretmenliktir. Teoloji eğitimi alan erkekler
de papazlık, din görevliliği yapmaktadırlar. Birinci kuşak orta ve orta üst
sınıftan üniversite mezunu gayrimüslim erkekler ise eczacılık, avukatlık,
doktorluk gibi mesleklerle de uğraşmaktadırlar. Orta ve orta üst sınıftan
gayrimüslim ailelerde ataerkil aile yapısıyla paralel olarak kadınlar
genellikle ev kadınıdır.
Babam dülgerdi.
Ee gayet zor şartlar altında hayatlarını idame etmeye çalışıyorlar. Yoksulluk.
Annem çalışıyordu. Park Otel’de çalıştı annem, evlerde çalıştı. Çünkü sanatı
yoktu elinde, birşey üretemezdi. Crochet yapardı çok güzel. Üstümüzü başımızı
dikmeye çalışırdı. Babam iş bulduğu zaman çalışır, iş bulmadığı zaman evde
otururdu. Ben ortaokuldan kafama koydum ki terzi olucam. İlkokulu bitirdiğim
sene, bir senede hasta olunca sınıfta kaldım, ben yazları bizim sokakta çok iyi
bir terzi vardı; Adapazarlı Ermeniydiler. Oraya dikişe giderdim öğrenmek için.
Abim ben seni okutucam dedi. Ama ben terzi olmayı kafaya takmıştım. Ben
işçiydim. 55 sene çalıştım ben. A1-9 (E, 81, K)
Babam
Ada’da kalfa ustaydı, anne ev hanımı, ben de ev hanımıyım. Eşimin babasının
kıraathanesi vardı Yedikule’de, annesi ve kızkardeşi dikiş-nakış, terzilik
yaparlardı. P.’da (eşi) katküt
satışı yapardı, ihracat ta yapmıştı. İkimiz de ortaokul mezunuyuz. B1-18 (R,
75, K)
Babam eczacı,
annem ev hanımıydı. O dönem çalışan
kadın çok azdı. B1-14 (R, 60, K)
Annemlerin
döneminde çalışan çok çok az. Çalışan kadın çok ihtiyacı olandır. Gayet
ataerkil bir aile sistemi vardır o dönem. İstisna bilmem ben bu konuda. C1-4
(Y, 56, E)
Baba terzi,
konfeksiyoncu paltocu. Annem, tütün deposu varmış Ortaköy’de, tütün deposunda su dağıtırmış. Benim
annem ikinci sınıfa
kadar gitmiş okula,
yokluktan işte. Ben de
ev kadınıyım. Ermeni çocukları daha çok Anadolulu olanlar ailede ne sanat varsa marangozsa kuyumcuysa terziyse ya da taş
ustasıysa baba mesleğinin devamını getirirler. Ya da yazın kuyumcu yanlarına
çırak verilir. Paranın tadını alınca o bir nesil hep sanatçı yetişmiştir,
okuyan çok azdır. Bu babamdan sonraki nesil. Bu benim çevrem tabi. A1-1 (E, 63, K)
İkinci kuşak gayrimüslim kadınların ortaokul veya lise
mezunu olduktan sonra genellikle çalışmadıkları görülmektedir. Bu kuşak orta ve
orta-üst sınıftan kadınlar genelde kolej veya Fransız lisesi mezunudurlar ve
kendi annelerine göre çok daha yüksek bir eğitim seviyesine sahip olmuşlardır.
Ortanın altı ikinci kuşak kadınların eğitim seviyesi ise en fazla ortaokul
mezuniyeti ile sınırlı gözükmektedir. “Azınlıkta” olarak çalışan kadınlar
eğitim seviyelerine göre tezgahtarlık, öğretmenlik, sekreterlik, rehberlik,
yönetici asistanlığı, muhasebecilik, grafikerlik gibi mesleklerle
uğraşmışlardır. İkinci kuşak kadınların çalışma hayatında yer almamasının arkasındaki en büyük sebeplerin başında geleneksel, kapalı cemaat
yaşamı içinde erken yaşta evlenmeleri ve çocuk sahibi olmaları gelmektedir.
Diğer bir sebep olarak da 1970’lerden itibaren ülkede refah seviyesinin 20-25
sene öncesine göre yükselmesi ve ailelerin sosyoekonomik seviyelerinin
iyileşmesi ile birlikte kadınların kendi annelerinin kuşağına kıyasla çalışma
zorunluluğunun ortadan kalkması gösterilebilmektedir. Erkeklerin de bu kuşakta eğitim seviyesinin bir
önceki kuşağa kıyasla yükseldiği ve konfeksiyonculuk, ihracat, ustalık,
kuyumculuk, pastacılık, süt-şeker-çikolata imalatı gibi o döneme özgü ve
geleneksel sayılabilecek mesleklerin dışında yer aldıkları görülmektedir;
bankacılık, grafiker, avukat, dişçi, mali müşavir, akademisyen gibi. Ayrıca
1970’li ve 80’li yıllarda lise mezunu olmak gayrimüslim cemaatler içinde, özellikle
kadınlar için, üniversite mezunu olmakla eş değer görülmekteydi.
Annem
eskiden çalışıyordu, öğretmenlik okumuş ama yapmamış. Sağ sol olaylarından
üniversiteye gidememiş. Emlak
Bankası’nın bir şeyi vardı eskiden
orda çalışmış. Ben doğunca
babam çocuğa kim bakacak demiş annem de işi bırakmak zorunda kalmış. A2-12 (E,
29, E)
Benim babam
konfeksiyoncuydu, dedem de aynıydı, annemin babası da aynıydı. Dayım hırdavatçıydı. Daha çok ticaretle
uğraşırdı erkekler. Ben ev hanımıyım; evlilik ilk yıllarında muhasebede
çalıştım, çocuklar doğunca bıraktım. C1-2 (Y, 69, K)
Lise
mezunuyum, ticaretle uğraştım, karım hiç çalışmadı. O zamanlar bir kişinin
geliriyle rahat geçinebiliyordu orta sınıf bir aile. Bugünkü kadar çalışmak
gerekli değildi. Bugün artık nerdeyse zorunluluk halini aldı. B1-19 (R, 61, E)
Dedem
kilisede zangoçtu, babam makina mühendisi, ben de grafik tasarımcısıyım.
Galatasaray mezunuyum, ardından Güzel Sanatlar’ı bitirdim. Eşim ihracat
sekreterliği yaptı, çocuklar olunca bıraktı. A1-10 (E, 61, E)
Babam
ticaret lisesini bitirmiş. Türkiye’de ender bulunan genel müdürlerden oldu,
Yapı Kredi’de. Gazetelere bile çıktı “Gayrimüslim bir banka müdürü oldu” diye.
Amcam da okumak istememiş, şirket kuruyor sonra, ticaretle uğraşıyor. Çok büyük
gemilerin motorunu ithal ediyordu. Anne çalışmamış. El bebek gül bebek
büyütülmüş annem. B2-5 (R, 36, K)
Anadolu-İstanbul Ermenileri arasında
meslek seçiminde kültürel
ve sınıfsal farklılıklar gözlenmektedir. Anadolu
Ermenilerinde baba mesleğini devam ettirmek, mesleğin babadan erkek çocuğa
geçmesi geleneksek olarak yaygın olan, saygı duyulan ve doğru kabul edilen bir
davranış biçimidir. Buna göre baba kuyumcu, marangoz, taş ustası, halıcı,
terzi... ise ailedeki erkek çocuğun da bu mesleği devam ettirmesi kendisinden
beklenmektedir. Bu sebepten ikinci
kuşak Anadolu Ermenilerinin bir çoğu ilk-ortaokul mezunu olduktan sonra
babalarının yanında veya bir ustanın yanında
çırak olarak hayata atılmışlardır. Üçüncü kuşaktan da
Ermeni erkeklerin bir kısmının eğitimlerini devam ettirmek yerine daha
“makbul” kabul edilen baba mesleğini
devam ettirdikleri tespit edilmiştir. Bu durum Ermeni cemaati içinde üçüncü
kuşaktan kadınların erkeklerden daha yüksek bir eğitim seviyesine sahip
olmalarıyla sonuçlanmıştır. Üniversite eğitimli, İstanbullu, ikinci kuşak,
sosyoekonomik olarak orta ve üstü Ermeni ailelerde ise çocuğun mutlaka iyi bir
eğitim almasına önem verildiği ve sanatın bir dalıyla ilişkilendirildikleri
aktarılmaktadır.
Mesela
Ermenilerde ilkokulu bitirdikten sonra Çarşı’ya işe giden çok vardı, bir
ustanın yanında yetişmek için. Onlar için lise mezunu olmak doktora yapmak
gibiydi. Ondan sonraki kuşak hem okutmaya meraklıydı hem de aileler çocuk bir
yaşa geldiğinde müzikle sanatla ilişkilendiriliyordu; kemana arpa götürülüyordu. Bu aslında İstanbul’da yaşayanların Fransız ekolünden gelen bir etki. A1-16 (E, 60, E)
Şimdi
kadınlar daha girişimci çünkü belli bir kuşağın erkeklerinde daha az okuyan
var. Bizim kuşakta mesela ortaokuldan terk Çarşı’ya giden çok var. Çiftlere
bakıyorsun kadın öğretmen adam Çarşı’lı! Kadın eğitim olarak daha baskın. Benim
var böyle çift arkadaşlarım etrafımda. Erkekler daha az eğitimli, baba
mesleğini sürdürüyor çoğunlukla çünkü. Adam, “dükkanı bırakırsam babam napıcak”
diyor. Bir de erken yaşta çalışmaya başlıyınca paranın tadını alıyorlar ve daha
cazip geliyor o taraf. A2-7 (E, 31, K)
1960’lara kadar Anadolu’da kalan Ermeniler arasında
erkekler tarla işleriyle uğraşıp, pazarcılık, demircilik, marangozluk, taş
ustalığı gibi zanaatler icra ederken Ermeni kadınların ekseriyetle
çalışmadıkları, genç yaşta evlenip, çocuk büyüttükleri belirtilmektedir.
Baba
demirci, annem ev kadınıydı Sivas’ta. Dedem de marangozdu. Ben lise mezunuyum,
saat ustasıyım. A1-15 (E, 59, E)
Elektrik
tesisat dükkanım var Karaköy’de. Sivas’tan göç ettik. Babam orda tarla
işleriyle uğraşıyormuş. Anne-abla ev kadını. A1-12 (E, 64, E)
Benim babam
pazarcıydı. 1955 de göç ettik buraya (İstanbul’a). Tüm sülale Yozgatlı. Dedemler çiftçiymiş orda, ekip biçerlermiş. Babam pazarcı olarak tamamladı hayatını
göçtü
gitti. Babam ben okuyamayınca bir mesleği olsun bari diye bu mesleğe
(altın ustası) vermişler. A1-5 (E, 65, E)
İstanbul’un azınlık cemaatlerinde ataerkil kodların
Ermeni cemaati içinde Anadolu Ermenilerinde daha hakim olduğu çekmektedir. Kır
ve kasaba kökenli Anadolu Ermenilerinin birinci ve ikinci kuşaklarında kız
çocukları okumayıp, biçki-dikiş kursuna giderken, erkek çocuklar ya okula
giderdi ya da ortaokuldan sonra tornacılık, elektrikçi, kuyumcu, kaportacılık,
arabacı, terzilik gibi mesleklerde bir ustanın yanında çalışmakları tercih
edilmekteydi. Görüşmeler sırasında Anadolu’da doğup büyümüş bir Ermeni ile
Müslüman- Türkün hayatlarının özellikle cinsiyetçi iş bölümü ve kadına yüklenen
toplumsal ödevler ve değerler bağlamında sosyokültürel açıdan farklılık
göstermediği ortaya çıkmıştır. Taşralı bir Ermeni kadın ile Müslüman
kadının kocalarının sözlerinden dışarı çıkamama konusunda
aynı konumda oldukları vurgulanmaktadır. Bu çerçevede dini-etnik
aidiyetinden bağımsız olarak toplumsal cinsiyet rollerinin, toplumsal
coğrafyanın hakim ataerkil kültürel kodlarına sahip olduğu, içinde bulunduğu
kültürün hakim toplumsal cinsiyet anlayışıyla şekillendiği görülmektedir.
İstanbul’da
ilk Beşiktaş’a geldik, 60’larda. Ermeni nüfusu çok kalabalıktı, okulumuz vardı
Abbasağa’nın orda, Hamidiye çeşmesi var ben okulu orda okudum. Ondan sonra
Ortaköy’e taşındım. Bir çıta daha alçaktı o zaman. Ortaköy 80’den sonra Ortaköy
oldu, Kayserililerin Vanlıların amele yatağıydı. Musevilerin de çok olduğu bir
yerdi. Babamın orda toprakları vardı, biz önce Beşiktaş’a Muradiye mahallesine
geldik teyzemin yanına. Atatürk’ün bülbül dinlediği saray vardır, orda bir Şen
Konak vardı, top sahası vardı, odun depoları vardı. Yıldız yokuşunun orda
bayram yerleri vardı. Biz oraya geldik. Babamız kışın gelirdi, yazın giderdi
çünkü kışın köyde iş olmazdı. Burda çalışmazdı babam. Abbasağa’nın karşısındaki
sokakta 37 numarada oturduk. Kayserili’den gelen bir aile vardı. Onlar zengin
bir aileymiş, 8-10 oğlanları vardı. Onların kiracılarından biri bizdik. Annem
burda da çalışmadı. Annem geldi buraya.... taşralı bir kadın Müslüman, Ermeni
olsun kocanısının sözünden dışarı çıkmaz.
Çünkü onu öyle yetiştirmişler. Tesadüfen orda Park Oteli’nde çalışan bir Ermeni adam vardı, onun hanımı vardı Zavi, evlerimiz
yanyanaydı. Annem ona gidip gelirdi, o zaman Makrufyan’da okuyordum okulda
yakındı zaten Çiftegelinler’e (sokağın adı). Hayatımda ilk defa limon ağacını orda gördüm. Hamidiye çeşmesinden
su alır eve götürürdük. Abbasağanın sonunda
ekmek ve fırancala
fırını vardı. Annem ne yapıyordu, beni
okuldan bekliyordu. Ablam da beni
yolcu ediyordu sabahları okula. Ablam biçki dikiş yurdu vardı bir Ermeni kadın
terzilik dersi veriyordu. Beşiktaş’ta, ablamda oraya gidiyordu. Pazarın içindeydi. Kamburun kahvesi, Gürel
sineması, balık pazarının orda Yıldız sineması vardı... Babam bütün gün
evdeydi. Mart’dan itibaren de giderdi köye. Orda evimiz vardı, Orda akrabalar
vardı. Kadınlar çamaşırlarını yıkardı. Zaten bütün gün tarladaydı akşam gelip
yorgun yatardı. Akşam bar yoktu ki çıksın. Köyün hayatı akşam 7’de biter. Yazın
kazandığı para bütün kış yetiyordu. Biz 4 kardeşdik. 2 abim de calışıyordu
burda, biri tornacılık biri elektrikçilik yapıyordu. Bizden sonrada başka
akrabalar geldi buraya. Şimdi orda kimse kalmadı. Köyde de hiç Ermeni kalmadı.
Daha küçük bir köyde bir aile kaldı. O da topraklarını satsa gelicek buraya.
A1-12 (E, 64, E)
İstanbullu, birinci kuşak, düşük sosyo-ekonomik
sınıftan bir Ermeni ailede kadının çalışmasının “ayıp” olarak karşılanması tam
da geleneksel, kapalı, kadının kontrolünün babada
veya ailede babadan sonra ailedeki erkek kardeşte-abide olduğu, ataerkil aile
yapılarında görülen bir toplumsal norma örnektir. Skeggs’e göre ‘ayıp’ bir
toplumsal söylem olarak, kadının kendini ve bedenini kontrol altında tutması
konusunda bir ölçü olarak da işlemektedir (2002:118-139). Bu geleneksel ölçü
azınlık cemaatlerini de içine alan güçlü bir toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin
göstergelerinden biri olabilmektedir.
Türkiye’de kadının namusu ailenin ve tüm toplumun
namusu olarak kabul görmektedir. Bu nedenle okula gitmeleri, meslek edinmeleri
ve çalışmaları ailede otoriteyi elinde bulunduran erkek tarafından
engellenmektedir. Bu bağlamda gayrimüslimlerin aile yapılarının bulundukları
coğrafyanın kültüründen, geleneklerinden birebir etkilendikleri, o kültürle
harmanlandıkları tez çalışmasında ortaya çıkmaktadır.
Ben çocukken
ailede çalışan bir tek erkekti.
Topkapı’da da böyleydi,
Ermeni veya Rum ailelerde çalışan kadın yoktu hiç.
Kadının çalışması ayıp olarak karşılanırdı. Artık ama bak karı koca beraber
çalışıyor. Artık tek kişinin kazanımıyla yaşamak imkansız. B1-8 (R, 59, K)
İkinci (30-35’ler) ve üçüncü kuşak gayrimüslimlerin
büyük çoğunluğu, dördüncü kuşağın ise hemen hepsi üniversite mezunudur veya
üniversite eğitimlerine devam etmektedirler. Üçüncü kuşağın büyük bir kısmı iş
hayatındadır ve farklı mesleklerde profesyonelleşmektedir. Mesleki
dağılımlarına baktığımız zaman kadınların tiyatrocu, sanatçı,
öğretmen, sigortacı, halka ilişkiler, dijital pazarlama sektöründe
uzman/yönetici, reklamcı, turizmci, emlakçı, akademisyen, özel sektörde orta ve
(az da olsa) üst düzey yöneticilik yaptıkları, aile şirketinde çalıştıkları
veya kendi işlerini kurdukları; erkeklerin ticaret, tekstil, kuyumculuk, aile
işinin devamı gibi mesleklerin yanısıra gazetecilik, avukatlık, mimarlık,
tercümanlık, tenis hocalığı, mühendislik, DJ’lik gibi kendi anne-babalarının
kuşaklarından çok farklı bir
yelpazede alternatif, çağdaş mesleklerle de uğraştıkları görülmektedir.
Günümüzde üçüncü ve dördüncü kuşak gayrimüslimlerde eğitim seviyesinin
yükselmesiyle birlikte kadınların-erkeklerin farklı iş kollarında, yönetici
pozisyonlarında yer almaya başladıklarını belirtmek gerekmektedir. Bu anlamda
azınlık toplumları nezdinde de Türk toplumundaki kültürel dönüşüme paralel
olarak bir dönüşüm yaşandığından bahsedilebilmektedir. Diğer taraftan orta,
orta-üst sınıftan genç gayrimüslim kadınların bir kısmının üniversite mezunu olmalarına rağmen
evlendikten sonra çalışmadıkları, veya kısa bir süre çalıştıktan sonra çocuk sahibi
olunca iş hayatından çekildikleri görüşmeciler tarafından eleştirel bir tonda
vurgulanmaktadır. Ayrıca çalışanların büyük bir kısmının öğretmenlik gibi
kadınlara özgü meslek kollarında yer aldıkları veya Patrikhane, dernekler gibi
cemaat kurumlarında çalıştıkları belirtilmektedir. Bu durum ikinci ve üçüncü
kuşakta halen kapalı, geleneksel cemaat yapısının tam olarak kırılmadığını,
devamlılığını koruduğunu göstermektedir.
Çok zengin
ailelerin kızları evlendikten sonra genelde çalışmıyor. Çocuk doğduktan sonra
bırakan da çok var. Evlenene kadar çalışan, mimar mesela ama sonradan
çalışmıyor. A2-12 (E, 29, E)
Benim babam
mimar, annem ben doğunca işi bırakmış şimdi ev hanımı. Ben de özel bir
hastanede halkla ilişkilerden sorumluyum; şimdi yüksek lisansı mı da yapıyorum
aynı alanda. Klasik “Ermeni kızı” modeli vardır; klasik seçtikleri meslek
öğretmenliktir. Garanti meslek! Çok kapalı bir kültür. Erkeklerde ise
kuyumculuğa çok talep yok, daha ağırlıklı ticarete yöneliyor erkekler artık.
A2-3 (E, 24, K)
Eskiden ben
bilmezdim Ermeni ya da Rum bir kız gidecek biryerde çalışacak. Şimdi kalmadı
artık o. A2-13 (E, 36, E)
Çoğu Yahudi kızlar üniversite okuyup çalışmıyor. Bizim jenerasyonda da var bu.
Benim bir sürü böyle
arkadaşım var. C2-9 (Y, 32, K)
Bizim jenerasyondaki erkek arkadaşlarımın büyük
çoğunluğu kuyumcu. Kariyer
yapan neredeyse yok gibi. Hepsi orta ve lise mezunu. Ama yeni jenerasyon
hepsi üniversite mezunu, master yapıyor, yurtdışına gidiyor. Bizden çok daha
farklılar; kızlar da erkekler de aynı şekilde. Benim kuzenimin kızı var,
birinci sınıfa gidiyor. Onun gittiği sınıftaki annelerin çoğu benim ilkokuldan
sınıf arkadaşım. Çok azı çalışıyor, hepsi evlenip çoluk çocuğa karışmış. A2- 4
(E, 36, K)
Okul
velileri kısmında daha klasik evlenip ev kadını olanlar çok var. Bizim okulda (UÖML) Musevi tatili olduğunda vakit geçirdiğim
veliler var. Onların arasında baya çalışmayan var. Ben beklemiyordum ama okula
girince fark ettim ki baya bir çalışmayan olanı gördüm.
Kimisi hiçbir şey yapmıyor, bunlar daha çok üst orta sınıf olanlar.
Ama ben üst orta sınıftan da olsam çalışırdım yahu! C2-14 (Y, 38, K)
Bizden çok
resim kursu, felsefe kursuna gidenler var etrafımda. Kocasının yardımıyla
kendine küçük şirketler kuranlar var. “Serious business women” (profesyonel
iş kadını) azdır, bir elin parmaklarını geçmez. C1-18 (Y, 50, K)
Kadın emeği sadece tarımda değil, 19. Yüzyılda Osmanlı
imalatçılığından başlayarak sanayi üretiminin ayrılmaz bir parçasıdır. Kadının
sanayide çalışması olağanüstü veya alışılmadık bir durum değil, tersine merkezi
bir yer tutan, her zaman rastlanan ve günlük bir olgudur (Quataert, 1999:304).
Osmanlının son yüzyılında kırsaldaki kadının çalışma alanlarının başında tarım
gelmektedir. Sınai faaliyetler itibariyle de, evlerde kurulu tezgahlarda yapılan
üretimler kadının en önemli çalışma
alanlarını oluşturuyordu. Bu sistemde
ücretli ya da ücretli benzeri olarak çok sayıda kadın istihdam edilmekteydi
(Ayata, 1987:33). Batı Avrupa deneyiminde olduğu gibi İmparatorluk’ta da kadın
işçilerin ev dışında fabrikalarda çalışmaya başlaması evlerde yapılan
faaliyetlerin ev dışına taşınması biçiminde gerçekleşmiştir. Bunun dışındaki
faaliyetler aşağıdaki anlatılarda da görüleceği üzere daha çok savaş zamanlarında gerçekleşecektir.
Erken Cumhuriyet döneminde sanayide kadın işçilerin oranı yaklaşık %25
civarında idi. Fabrikalarda çalışan kadınlar etnik köken itibariyle
farklılıklar gösteriyordu. 1872 yılında 75 ipek işleme
fabrikasında %84’ü yetişkin
kadın,
%12’si kız çocuğu, %4’ü erkek olan toplam 5415 işçinin %95’i Ermeni ve Rumdu
(Makal, 2010). Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde Hıristiyan Arap,
Ermeni ve Rum kadınlar fabrikalarda
çalışmakta oldukları halde Müslüman nüfus içinden sadece erkekler fabrikalarda çalışmaktadır. Ancak savaşla birlikte
bu durum değişmiştir (A.e.). Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise dokuma ve
gıda sanayilerinin dışında kadınların en fazla istihdam edildiği alanların
başında hizmet kesimi geliyordu. 1920 yılında Amerikalı bilim adamlarının
İstanbul’da yaptığı bir araştırmaya göre mağazalarda en çok Yahudi ve ardından
Rum kadınlar istihdam edilirken,
erkeklerin savaşa gitmesiyle Türk kadınlar da hizmet sektörüne girmeye
başlamışlardır (Moore, 1985:145-174).
Görüşmelerde de köylerinde çalışmayan ve ev işleriyle
uğraşan Ermeni kadınların İstanbul’a göç ettikten
sonra yoksulluk ve özellikle savaş
dönemlerinde büyük şehirdeki hayat şartlarının zorluğu karşısında aile bütçesine katkıda
bulunmak amaçlı terzilik, gündelikçilik, fabrika işçiliği (tütün fabrikası),
ebelik yaptıkları; cinsiyetçi iş bölümüne uygun olarak kız çocuklarının
genellikle dikiş-nakış öğrenmeleri için Ermeni terzi ustalarının yanına eğitime
gönderildikleri ortaya çıkmaktadır. Göç ettikleri bölgelerde bir sanatı ve
mesleği olmayan gayrimüslim kadınların göçler sonucu gelinen İstanbul’da
ağırlıklı olarak temizlik ve fabrika işçiliği alanında yer aldıkları
görülmektedir. Az sayıda da olsa eğitimlerine devam eden kızların uğraştığı
meslek dalı olarak ise öncelikle öğretmenlik gelmektedir. Erkek çocuklarının ise aileleri tarafından okula
gönderilmek yerine birincil öncelik olarak meslek edinmeleri için marangozluk,
kunduracılık, kuyumculuk gibi zanaat dallarıyla uğraşan aile büyüklerinin veya
bir ustanın yanında çıraklık yaparak meslek edinmelerine çaba gösterilmektedir.
Annem...
Ortaköy’de bizim orda, çok küçüktüm tabi, Bulgar Sefarathanesi vardı. Sefirin
iki çocuğu vardı annem eve katkıda bulunmak için o çocuklara bakıyordu. Ben
tabi çok küçüktüm... O zaman yapılan meslekler
de kuyumcular birinci
sırada, hattatlar meşhurdu, ondan sonra... terziler çok
meşhurdu, Atatürk’ün terzisi de Ermeniydi, ondan sonra... kunduracı ama klas
kunduracı Goya ve Hakko Ermeniydi. Meşhurdur bunlar, klastırlar. Terziler
meşhurdu, Maksut vardı klas terzi. Daha yoksul araba tamircileri vardı; bayanlar
daha çok öğretmenlik yapardı. A1-8 (E, 84, K)
Evimizin
karşısında Ortaköy’de gecekonduların orada büyük bir duvar vardı mahallenin
kızları orada toplanırdık. Eskiden İstiklal caddesinde kokoreççilerin sokağında
Viyana Modası diye bir mağaza vardı saten gecelikler, çeyizler satardı.
Ortaköy’de bir Madam Adrine vardı, o Madam Adrine Ortaköy’ün kızlarına elişi verirdi.
6 veya 7. sınıftayım, bizde
boş oturmak? Annem parçalardı bizi. “kocanız sokağa bırakacak sizi” derdi.
Tahtalar fırçalanacak, bakır tencereler pırıl pırıl olucak!
O zaman böyle kombinezonlar filan (eliyle
nasıl
elişi dantel yapıldığını gösteriyor) çamaşır
ipiyle ince ince işlenecek sonra kesilecek, keserken makasla kaçarsa yandın! O
zamanda metresi 10 kuruş. Siyah bir kombinezon verdi, bende eve gelip iki günde yaptım.
Sene 1942, 17 kasım 1942, babam Aşkale’de. Aşağı yukarı
1.5 sene kaldı orda. Mareşal Fevzi
Çakmak kurtardı. Ben de kitap defter parası toplamak için elişi yapıyordum.
A1-8 (E, 84, K)
5.5.2.
Rum, Yahudi ve Ermeni Cemaatlerinde Kapalı Aile Yapısı ve Evlilikler
Kızlarıma
‘Ahmet’ten, Mehmet’ten size koca olmaz, onlarla arkadaş olursunuz ama
evlenemezsiniz’ demiştim. (E, 63, K)
İ.Ö. 3500 ile 3000 yılları arasında Mezapotamya’da ilk
kentsel toplulukların ortaya çıkması ve bunların kent devletlerine dönüşmeleri
sonucu kendi aralarındaki egemenlik mücadeleleri ve askeri rekabetin önem
kazanması erkek egemenliğini güçlendirmişti (Berktay,
2000:80). Böylelikle mülkiyetin babadan oğula geçmesini güvence altına alan ve
kadınların cinselliğinin denetimini erkeklere veren ataerkil aile kurumlaşmış,
yasalara geçirilmiş ve devlet güvencesine kavuşturulmuştu. Bu yapı içinde
kadınların cinselliğinin kontrolü öncelikle babanın, sonra da kocaya ait olarak
belirlendi. Kent devletleri dönemi boyunca Mezapotamya’da iktidarın ve
otoritenin kaynağı baba ve kocaydı (A.e.,82).
Mezapotamya ve daha sonra İran, Helen, Hıristiyan ve İslam kültürünün tümü,
farklı derecelerde ve farklılıklarla, yörenin etkileri bugünde süren ataerkil
geleneğinin biçimlenmesinde rol oynadılar (A.e.,
s.85). Berktay’ın ataerkil kültürün oluştuğu ve biçimlendiği coğrafyaya
yaptığı vurguya benzer biçimde Sirman da, Tillion’ın “Harem ve Kuzenler”
başlıklı eserinin giriş bölümünde detaylıca bu duruma değinmektedir (2006:22).
Ortadoğu ve Akdeniz toplumlarında, hayvancılık ve tarımla geçinen yörelerde toplum
akrabalık vasıtasıyla örgütlenmiştir. Aidiyet ancak topluluk
üyesi bir anadan
veya babadan
dünyaya gelmekle mümkündür. Akrabalık ve kan bağı sadece
bir yeniden üreme mekanizması
değildir. Aynı zamanda ekonomik, siyasal ve ahlaki bir düzendir ve bu düzen hem
kadın bedenini, hem de toplumdaki bireylerin yerlerini, davranışlarını
denetleyen bir toplumsal örgütlenme ilkesidir (Berktay, 2008:88).
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinde
cemaate aidiyet aynı dini-etnik toplumdan bir anne ve babadan dünyaya gelmekle,
kan bağıyla oluşmaktadır. Toplumsal örgütlenme soya dayalı gerçekleşmektedir.
Karışık evlilikler son kertede en kalabalık topluluğun yararınadır ve küçük azınlıklar
bundan kaçınmaktadırlar (Tillion, 2006:137). Geçmişe kıyasla günümüzde erkek
başka dini-etnik cemaatten bir kadınla evlendiğinde akrabalık ve soy babadan
geçtiği için pek istenmese de kabul edilebilir bir durum olarak görülmektedir.
Ancak kanın karışmasından dolayı çok tercih edilmemektedir. Kadın da ise bu
durum daha büyük bir problem yaratmaktadır. Bu durum için örnekler verilerek
kadının Müslüman-Türk bir erkekle evlenmesi durumunda cemaatten uzaklaştığı,
kendi kültüründen koptuğu ve geniş topluma asimile olduğu aktarılmaktadır. Bu
konuda kadının neden erkeğe oranla daha fazla asimile olma riski taşıdığına
dair elde nesnel bir veri bulunmamakla birlikte özellikle birinci ve ikinci
kuşaklarda bu durum tedirginlik yaratmaya devam etmektedir. Kimileri de
dini-etnik kimliğin aktarılması görevinin anne tarafından gerçekleştiğini
söyleyerek asıl asimilasyonun erkeğin başka dinden biriyle evlenmesi durumunda
yaşandığını aktarmaktadır. Bu konuda ailelerin sosyal-kültürel yapısı, bireysel
karakter özellikleri ve düşünce yapısından kaynaklı çokça görüş farklılıkları
bulunmaktadır. Bu bağlamda kız-erkek çocuğa başka dinden biriyle evlenmeleri
konusunda eşit davranan aileler olduğu gibi, Rumlarda ve Ermenilerde genel
olarak erkeğin Müslüman-Türk bir kadınla evlenmesine, kadının asimile olma
riski daha yüksek olduğu için, daha ılımlı yaklaşılmaktadır. Yahudilikte ise
soyun anneden geçtiği kabul edildiği için tam tersi bir durum söz konusudur.
Yahudilikte Yahudi bir anneden doğma çocuk Yahudi kabul edilmektedir. Yahudi
anne çocuğun kaderini belirlemektedir.528 Gerek dini açıdan gerekse
de kültürel açıdan Yahudiliğin devamını sağlayacak olan kadındır. Bu sebepten
dolayı Yahudi kadınların cemaat dışından evlilik yapmaları durumunda kan
karışacak olsa bile çocuğun Yahudi gelenek ve göreneklerine göre
yetiştirileceği, Yahudi belleği ve kültürünün, ritüellerin aktarılacağına dair
yaygın bir görüş bulunmaktadır. Bu yüzden kan bağıyla soyun devamının
sağlanabilmesi için Yahudi bir erkeğin Yahudi bir kadınla evlenmesi
büyük önem arz etmektedir. Asıl asimilasyon Yahudi
528Amerika’da Yahudilerin yaptığı
karma evliliklerin üçte birinde eğer anne Yahudi ise, çocuğun
yaşından bağımsız olarak, çocuk annenin inancına göre yetiştirilmektedir
(Naomi, 2013:93).
erkeklerin farklı dini-etnik cemaatten kadınlarla evlenmesi sonucu
oluşmaktadır. Bunu cemaatleri için en büyük bir tehdit olarak görmektedirler.
Bu durumda Yahudi bir kadının başka dini-etnik topluluktan biriyle evlenmesi
durumuna daha anlayışla yaklaşmaktadırlar.
Ben kızla
erkek çocuğa evlilik konusunda eşit davranırım. Onların mutluluğunu isterim,
endişem sadece o uyumu sağlayamamaları olur. Bu bence kuşaktan çok mantalite
farkıdır. Bugüne benim söylediğimin dışında fikirleri olan var, o yüzden bence
kuşak değil ama kafa yapısı farkı. A1-10 (E,
61, E)
Bence bir
erkekle kızın Türkle evlenmesi farklı karşılanır. Kız daha fazla tepki alır.
Türkleşilmesinden korkuluyor, cemaaten uzaklaşmasından korkulur. Baba Rum
olursa yine vaftiz olucak. Anne Türk olursa bunlar gerçekleşmeyecek. O yüzden
kıza daha tepkili davranılır. B1-14 (R, 60, K)
Mantıken
erkek tarafı için Musevi bir kızla evlenmesi daha önemli çünkü bizde anneden
geçiyor. Ama baskı var mı? Bence kızla erkeğe aynı baskı yapılır, fark olmaz. C1-8 (Y, 50, K)
Unutma ki
baba Yahudi olanın çocuğu Yahudi görülmediği için, mix evliliklerin tarafı anne
ise sayılıyor. Ama olmuyor işte, kan bozulduktan sonra olmuyor… Neden anne?
Bizim din öyle. Anne çok kutsaldır. Dinsiz olsa da her Yahudi geleneklerini götürür.
Yahudinin yaşamasının sebebi bu; 5700 yıldır devam etmesinin sebebi bu neslin
bu. Herkes çocuğuna aşılamaya çalıştı bunu.
O gelenekler bizim
için çok önemli.
Evlilikte kızım değil
oğlum olsaydı daha fazla
rahatsızlık duyabilirdim. Bizim dinde kadın önemlidir. Yahudiliğin devamlılığı
kadındır. E. (kızı) kimle evlenirse
evlensin o kültürü verirse çocuk Yahudidir. Erkek Yahudi ise, kız
Hıristiyan/Müslümansa asla ve asla o çocuk Yahudi olmaz. Gerçek asimilasyon
ordadır. C1-4 (Y, 56, E)
Her üç cemaatte de karma evliliklere karşı duruş en
fazla birinci ve ikinci kuşaktan gelmektedir. Özellikle birinci kuşak
gayrimüslimler kendi cemaatleri içinde kapalı, dindar, muhafazakar, geleneksel
ataerkil aile yapısına sahip bir yapı sergilemektedirler. Özellikle bu kuşağın
belleğinde geçmişte yaşanan travmalar çok baskın bir yer tuttuğu için kişisel
olmasa bile genel olarak geniş topluma
karşı içlerinde büyük bir güvensizlik taşımaktadırlar. Kolektif
belleklerinde yer eden yaraların açılma ihtimali sürekli bir tedirginlik
duymalarına sebep olmaktadır. Siyasi konjüktür değiştiğinde tekrar aynı türden
baskı ve ayrımcılık yaşayabilecekleri, toplum tarafından kolaylıkla
ötekileştirilecekleri düşüncesiyle çok daha fazla kendi içlerinde, belirli
mekanlarda bir arada, duvarlarla örülmüş bir hayat sürmektedirler. Birinci ve ikinci kuşaklarda Müslüman-Türklerle
ilişkiler komşuluk, arkadaşlık, iş ortaklığı vesilesiyle yaşanırken bu çizgiyi
aşmak ve duygusal ilişkilere girmek kabul edilmemektedir.
Biz
çocukken 4 yaşından 18 yaşına kadar hiç ayrımcılık görmedik. Türk, Musevi çok
arkadaşımız vardı. Ama 18 yaşında işler değişti. Her sınıftan, dinden
arkadaşlarımız olurdu ama 18 yaşına gelince annem hemen duvarları çekmeye
baslardı Ada’da. Genç kızlıktan sonra
anne hemen “Bir Türkle evlilik bir kara koyun” derdi. Hiç hoş bakılmazdı. Daha
sonra bir Türkle arkadaşlığım oldu diye annem 3 ay benle konuşmamıştı. Annemle
barıştık beyefendiyle aram bozuldu (gülerek). B1-14 (R, 60, K)
Annemin 1.
dereceden bir kuzeni vardı, çok da şık ve güzel bir kadındı. Nişantaşı’nda
otururdu. Bir gün karşılaşıyoruz kadınla, ben 18 yaşındayım, kadını o zamana
kadar görmemişim. Kadına “Siz Yunanistan’da mı yaşıyorsunuz” dedim. Kocası Türk
olduğu için babam konuşmamış. O kadar sert. Bir hükümet degişse hala neyle
karşılaşacağını bilmiyorsun. Hemen ötekileştiriyorlar. B1-27 (R, 59, K)
Gayrimüslimler için karma evliliklerde, kan bağının
devamlılığını sağlayamayarak dilin, kültürün, azınlık kimliğinin korunamayacak
olma ihtimalinin yanı sıra en tehlikeli ve kabul edilemez durum olarak
kadın/erkeğin ailesi tarafından bir gün ansızın ırkçı bir söylemle
karşılaşmaları ihtimalinin bulunması gelmektedir. Ermeniler için seçilmiş
travmaları olan 1915 bu bağlamda en hassas olarak üzerinde durdukları konudur.
Rumlar ve Yahudiler de bir gün aile masasında yemek yerken karşı taraftan
(kadının/erkeğin ailesi) birinin ağzından “gavur” lafının çıkma ihtimalinin her zaman olduğunu
belirterek karma evliliklere karşı neden kapalı
olduklarını ve kendilerini korumaya aldıklarını aktarmaktadırlar.
Günümüzde artık bu güvensizlikler tam olarak olmasa da
azalmış bulunmaktadır. İlk kuşakların, çocukları ve torunlarının başka dinden
biriyle evlenmeleri karşısında bugün öne sürdükleri temel argüman ise doğucak olan çocuğun hangi dini örfi adetlerle yetiştirileceğine,
hangi kimlikle büyütüleceğine yöneliktir. Din farklılığının, dinden
kaynaklanan gelenek- görenek, kültür farklılığının ileride mutlaka aileler
arasında sorun yaratacağını düşünmektedirler.
Fakat artık onların
da evlilik konusunda fikirlerinin yumuşamaya başladığı, değişen ve dönüşen toplumsal
yapıyla birlikte küreselleşmenin de etkisiyle sınırlarının ve bariyerlerinin
yavaş yavaş aşınmaya başlandığı gözlenmektedir. Cemaatlerin azalan
nüfuslarından dolayı gençlerin kendi yaşlarında ve kültürlerinde
anlaşabilecekleri, uyuşabilecekleri kız-erkek arkadaş bulma ihtimali her geçen
yıl azalmaktadır. Aileler açısından çocukları-torunları için her ne kadar
birinci tercihleri kendi cemaatlerinden biriyle evlenmeleri olsa da, günümüz şartlarının
dayattığı koşullardan dolayı kurallarında esneklikler göstermeye
başladıklarını, gençlerin kendi kuşaklarına göre çok daha özgür ve bireysel
kararlar verdiklerini, aileye
bağlılık devam etse de anne-babanın yönlendirmesiyle değil kendi iradeleriyle kararlar aldıklarını,
zamanla ve toplumla birlikte kendilerinin de değiştiğini ve koşullara uyum
göstermeye çabaladıklarını, sonuç olarak önemli olanın çocuklarının “mutluluğu”
olduğunu, sevginin karşısında durulamayacağını ısrarla vurgulamaktadırlar.
Rum veya
Türk bir kızla evlenilmesine karşı çıkarlardı. Şimdi diyelim ki benim oğlum bir
Türk kızını sevdi, sevgi başka birşeydir, sınır tanımaz. Ama şu oluyor, o kızın
ailesi de benim oğlumu istemiyecek, bir de çocuk doğacak. Zurnanın zırt dediği
yer. Çocuk Müslüman mı Hıristiyan mı olucak? Çocuk her zaman anne tarafı olur.
Anne nasıl isterse öyle yetiştirir çocuğu. Benim bu kadar tanıdığım var, 18 yaşına
kadar bırakırım kendi
karar verir diyen,
yok öyle birşey. Baba istediği kadar ayak dayatsın, anne yetiştirir
çocuğu. Ama dese ki oğlum ben seviyorum bu kızı, ne diyicem alacak tabi.
Reddetmek filanda çok yanlış. Evlat reddedilmez. Bizde de kötü insan yok mu?
Var tabi. En kötü yaratık insandır. A1-9 (E, 81, K)
Artık eskiden
olduğu gibi “doğru
yolda değil” kafası
yok artık. Çok serttik o zaman. O dar görüşlülük yok artık. Değişik
renkten iki kişi mutlu olacaklarına kanaat getiriyorlarsa ailenin orda müdahale
etmemesi lazım, bu yaş bana bunu öğretti. B1-7 (R, 69, K)
Musevi olsa
iyi olur ama mutluluğu ve insan olması önemli diyorum. Eskiden neden daha çok üstünde duruluyor biliyormusun, çünkü eskiden
herkes bir şekilde
mutluydu. Şimdi o kadar boşanmalar mutsuzluklar var ki...
şimdi “e Museviyle de evlendi noldu” deniyor. C1-8 (Y, 50, K)
Bizim
zamanımızda karma evliliklere çok daha kötü bakılırdı, şimdi artık düşünce
değişti “eğer benim evladım onunla mutlu olucaksa evlensin”. Öğrencilerimden
biri evlendi geçen hafta, bu çocuk süper zeka da bir çocuktu, doktorasını
bitirdi ve biz bekledik ki cemaatten bir kızlan evlenir. Çalıştığı yerden, o da
çok değerli bir kız, Müslüman bir kızlan evlendi. Annesi evladımdan mı oluyım
dedi, haklı... Oğluna kız gibi çeyiz yaptı. Herkese motorda yemek verdi, çok
güzel bir düğün yaptı. Şimdi artık herkes muallim bir kültür seviyesinde, bakış
açısı da değişiyor. A1-8 (E, 84, K)
R. (oğlu) gelip anne ben bır kıza aşık oldum “adı
Ayşe” dese üzülürdüm. İstemezdim, evet. Başta “resıstance” (direnç) gösterirdim. R. 17 senelik evli. 17 sene
önceki görüşümüzle herşey değişti, aynı değil. Bana o zaman bir gay ile sohbet
edicen desen yapamazdım ama şimdi yapabiliyorum. Hayat görüşümüz çok değişti.
Gönül istiyor herkes kendi dininlen evlensin. Çocukta sorun çıkıyor en büyük.
Çocuk bir yerde kimliğini zor buluyor. Biz dindar mıyız? Değiliz. Ama bir zaman
gelenek mi diyim ne diyim bunları yaşamak lazım. Ama tabi ki artık kısmet.
Benim bir arkadaşım var, Yahudi kız bulun oğluma diyor yıllardır. Çocuğun uzun yıllardır Müslüman bir kız arkadaşı
var. Sen ne kızı ne çocuğu vazgeçirebilirsin. Bu karşılıklı birşey. C1-1 (Y,
64, K)
Ben hiç
düşünmedim Ermeni olmayan biriyle evlenmeyi. Nasılsa bir Ermeniyle evlenicem. O
zaman biz toplu olarak biz kalabiliyoruz. Şimdi bu okul hayatları, üniversite
hayatı sebebiyle çok Türkle evlenen de oldu. Kadın veya erkek. Yaşlar
ilerledikçe daha bir farklılaşıyor. Bizim zamanımızdaki sıkılık yok.
Torunlarımın Ermeni ile evlenip mutsuz olacağına bir Müslüman ile evlenip mutlu
olmasını tercih ederim tabi. Okul hayatı çok
önemli. Okulda kimle karşılaşıyor? Ayşeyle, Fatmayla, Ahmetle, Mehmetle.
Okul hayatında oluyor genelde gönül işleri. Bizim okul çaylarımız olurdu. Sonra
balolarımız olurdu. Şimdi gençler küresel. A1-1 (E, 63, K)
Azınlık toplumlarında bir Rumun veya Ermeninin
Müslüman-Türkle veya Museviyle evlenmesi din farklılığından ve doğabilecek kültürel
çatışmalardan dolayı kabul edilmemekteydi. Rum-Ermeni evlilikleri etnik köken
olarak farklılıklar barındırsa da Hıristiyanlık çatısı altında birleştirdiği
için günümüzde, cemaatlerin azalan nüfusları göz önünde bulundurulduğunda, daha
fazla kabul görmektedir. Bugün artık bu kurallarda da esnemeler yaşandığı,
Rum-Musevi evliliklerine de rastlandığı gözlenmektedir.
Bizde
eskiden Hıristiyan olduğunda yine biraz hoşgörü gösteriliyordu ama Türk ve
Musevi asla kabul edilmezdi. Ama o da değişti artık... B1-5 (R, 65, E)
Bence din
birliğinden dolayı Ermeni-Rum evliliği çok var. Museviler o konuda çok tutucu.
Onlar ağırlıklı Türklerle evlenirler. B1-19 (R, 61, E)
Diğer yandan İstanbul’un gayrimüslimlerinde ikinci
kuşaklar çocuklarının karma evlilik yapmaları halinde
iki tarafın ailelerinin kültürel yapılarının uyumlu olması gerektiğinin önemini vurgulamaktadırlar.
Örneğin, Çarşı’da çalışan, ortaokul mezunu bir Ermeni yerine aynı sosyokültürel
seviyede oldukları bir Müslüman-Türk aileyi tercih edeceklerini
belirtmektedirler. Günümüzde aynı dini-etnik cemaat içinden biriyle evlenmenin
tek geçerli şart olmadığı, aynı sosyal sınıf içinde yer almanın evliliklerde
baskın bir faktör haline geldiği görülmektedir. Kültürel sermaye din ve
etnisite faktörlerini çapraz kesmektedir. Burada çekince konulan iki nokta
karşı tarafın dindar ve milliyetçi olmaması gerektiğidir. Fakat şunu da
belirtmek gerekir ki bu kuşak için halen çocuklarının kendi cemaatlerinden
biriyle evlenmeleri öncelikli yer tutmaktadır. Soyun, kültürün, dilin
devamlılığının sağlanması, aynı dili konuşmak ve o kültürü
içselleştirmiş olmak, ortak bir belleğe
sahip olmak, iyice “azlaşan”
cemaatlerinin bu şehirdeki varlıklarını korumak hassasiyetle üzerinde
durdukları bir konudur. Ancak bu şekilde kendi kültürlerini kaybolmadan
yaşatabileceklerini vurgulamaktadırlar. Cemaat içinden biriyle evlilik konusu
açıldığında küçük toplumlar olmalarından dolayı sosyal iletişim ağlarının
hızla çalışmasıyla kız-erkek
tarafı hakkında enformasyon almaları da işlerini kolaylaştırmaktadır. Bu durumda
hem ilk tercihlerinin cemaat içinden olması ama bunun nüfus azlığından dolayı
zor olduğunu vurgulamaları, aynı zamanda Rum, Yahudi ya da Ermeni olmasının tek
başına yeterli olmayacağını, aynı sosyal sınıf ve kültürel seviyede olmanın da
çok önemli bir şart olduğunu belirtmeleri evlilik söz konusu olduğunda nasıl
bir paradoks yaşadıklarını göstermektedir.
Benim gençliğim
zamanında “Sakın ola bir Türk kızıylan evlenme”
derdi benim ailem. Sakın ha! “Sakın ha”’lar hep vardı.
Ben bakmazdım, hala da bakmam. Artık çok karıştı. Biz rahattık bak buna rağmen
annem babamın ön şartı buydu. Ama şu an kırıldı. Benim için fark eder. Ama
öncelikle aileyi bilmem lazım. İstanbullu düzgün bir aile olmasını isterim.
Ermeni olmasını tercih ederim. Türk kızı almak isterse bir “Dur” derim, o kadar kolay değil. İyi bir
Ermeni aile isterim damat-gelin
olarak, her Ermeni ailesini de istemem. Eğitimli, kültürlü olmasını isterim,
“iyi yetişmiş”. Hepsinin kökü Anadolu’dan gelme. Bizde %100 İstanbullu bulmak
zor. A1-5 (E, 59, E)
Açık
konuşmak gerekirse kendi çocuklarımda istemiyordum ama kendimi hazırlamıştım.
Üniversitede arkadaşlıklar arttı. Benim oğlanın 2-3 kız arkadaşı oldu. Ben
dedim gidişat iyi değil biz hazırlanalım. Sonra bir Rum arkadaş buldu ve
evlendiler. Rum Ortodoks olması 1. tercih. Ama bunu bir fanatizm olarak
söylemiyorum. Bizim akrabalarımız var kızı Ermeni bir kocayla evlendi, düğününe
bile gitmediler. Ben bunu böyle düşünmüyorum. Yeter ki iyi bir insan olsun
dedik ama tercihim oydu. Türklerle evlenen bizim öğrenciler var, hakikaten
pırıl pırıl gençler. Ben katiyen niye onunla evlendin hiçbir zaman demiyorum.
Ama birinci tercihim kendi soyumuzdan biri. B1-5 (R, 65, E)
Kızım için
kendi dininden biriyle evlenmesini isterim ama seviyorsa adam iyi karakterli
olsun yeter. 70 milyonun içinde artık 70 bin kişi isen o tercihleri de yapacak
lükse sahip değilsin demektir. A1-11 (E, 50, K)
Artık damat
adayı olmadığı için kimse sesini çıkartmıyor. Ben bile bakmam artık açıkçası.
Din önemli tabi ama kültür daha önemli bence. Artık seçme lüksümüz yok ama aynı
lisanı konuşmakta farklı. Sen de aynı şekilde hissetmezmisin bir İngilizle
evlensen? Bir de eşinle aynı şeyi paylaşmak daha hoş oluyor. Karşılıklı bir
saygı o daha hoş. Anlatmak da zor bunu... Seni seviyorum derken “saga po”(seni
seviyorum) desen daha güzel bence... Bir
Rum beyefendiyle seneler sonra beraber oldum. O da bana “Ay insanın kendi dilinden
biriyle beraber olması ne güzel bir şey” dedi. O an ona katıldım. Sırf Rum
olsun ama sosyal olarak daha düşük olsa benim ailem kabul etmezdi. Şu anda
benim tek kriterim kültür seviyesi. Çok sırıtıyor çünkü. B1-14 (R, 60, K)
Kızımın erkek arkadaşının cemaat içinden tanıdığım
biri olmasını isterim.
Kızımı emin bir yere
gönderdiğimi biliyorum. Bir de hayatımda görmediğim bilmediğim Ahmet oğlu Veli?
Kim bu? Bu sadece Rum olduğu için değil, Türk aileleri içinde geçerli bence.
Kimlerdendir sorusu önem kazanıyor. Bizimki de bir gün kızı getirdi, Türktü.
Belli ki kıza aşık. Birşey demedik tabi uzak dur kızdan diye. Sonra
kendiliğinden bitti. “Türklerle arkadaşlık etme” dersen inadına yapacak. Rumla evlenir, o kız da manyak çıkabilir
tabi. Çevre baskısından
dolayı bunu açığa vuramayıp
boşanamayanlar da var. Öyle olucaksa varsın Çinli olsun bana ne, ben mi
yaşıycam kızla (gülerek). Ama
kültür farkının çok fazla olması zor oluyor. B1-13 (R, 63, E)
Gayrimüslimler için kendi
gençlik dönemlerinde farklı
bir dini-etnik cemaatten olduğu için ayrılmak-bitirmek zorunda kaldıkları ilişkileri
bugünün gözünden kırgınlıkla ve üzüntüyle, hatta “nasıl kaçırdım” pişmanlığıyla
aktarılan anılar halini almaktadır. Cemaatin kapalı yapısını korumaya
çalışmanın en büyük garantörü kendi toplumlarından biriyle evlenmeleriydi.
Cemaat dışı evlilikler yapmaları hem aile içinde büyük sıkıntılarla
yüzleşmeleri hem de cemaatlerinden dışlanma ihtimalini doğurmaktaydı. Bu durum
bir tür iç bilgi olarak bu kuşakta bulunmaktadır. Başka türlü bir ihtimal
düşünülmediği için, farklı dinden biriyle ilişki
yaşama riskini göze almışlarsa bile bu ilişkileri bazen yüzleşerek bazen
de yüzleşme cesaretini bulamadan bitirmek zorunda kalmaktaydılar.
Özellikle birinci kuşak için kan bağıyla dini-etnik kimliğin devamlılığının
sağlanmasının cemaatlerin toplumsal yapılarının sürekliliğini sağlayan en
önemli ve baskın faktör olduğu ortaya çıkmaktadır. Kimi zaman da bu durum gönül
ilişkileri söz konusu olduğunda aşamadıkları bir engel haline gelebilmekteydi.
Müslüman
kız arkadaşlarım oldu. Namuslu konuşmak gerekirse hala da beni suçlar,
özellikle bir tanesi. Ermeni olmadığı için devam etmemişti. Cesaret edemedim
“Haklısın” demeye. Öyle desem ne değişecek ki? Bana hala kırgın bu yüzden
biliyorum. Belki daha devam etmeden “Yenemiyorum” demem lazımdı. Yapamadım A1-10 (E, 61, E)
Hiç
unutmayacağım bir olay var. Soyadı vermeyeceğim çünkü tanınmış bir ailenin
oğlu. Burda arkada otururlardı. Ben St. Pulcheri’ye gidiyordum. Mahalleden
geçiyoruz bir kız arkadaşımla.
Yanımıza geldi “İki saniye sizi rahatsız edebilir miyim?” dedi. “Buyrun” dedim.
“Sizi çok beğeniyorum dedi ve sizinle evlenmek istiyorum” dedi. Ne kadar dürüst
ve nefis bir ailenin oğlu. O kadar analiz
edecek kafam yoktu
tabi. 17-18 yaşındaydım taş çatlasa. “Çok
teşekkür ederim ama benim tahsilim var ondan sonra düşünebilirim” dedim. Ama
aslında Müslümandı ve o zaman benim bir Müslümana varmam mümkün değildi.
Çevreden koparsın bir kere. Şimdi öyle değil. Bir de şu var, başka kültürden
biriyle evleniyorsun. O kadar zor ki... Çok büyük bir ağırlık
bence. Türk Müslüman
demiyorum, ayrı kültürden
biriyle
evlenmek sabır ister. O evlendi etti, sonra “nasıl
kaçırdım” diye kafamı vurdum. B1-7 (R, 69, K)
Bir gün
geldi “Bana evlenme teklifi geldi ne yapsam” dedi. Ben de “Git evlen benden
sana hayır gelmez” dedim. Çekti gitti evlendi, bir daha da görüşmedik. Evlenir
miydik? Bilmiyorum... B1-13 (R, 63, E)
Diğer yandan birinci ve ikinci kuşak gayrimüslimler
için, Adalar, gayrimüslim azınlıkların göreceli olarak
homojen cemaat hayatının yaşandığı sayfiyeler olması
bakımından önemli bir etkileşim alanıdır. Burgazada gibi küçük ve izole
bir mekanda, kendi içine dönük cemaat yapısı içinde bir arada yaşamak hem bir
hayat tarzı hem de prestij olmasının yanısıra Rumların Ada’yı tercih etmesinin
arkasında yatan sosyal sebeplerden biri de çöpçatanlıktır. Birinci ve ikinci
kuşaklarda olduğu gibi bugün çocukları evlilik yaşında olan ikinci kuşak
gayrimüslimler de, giderek artan karma evlilikler karşısında, çocuklarının
kendi cemaatlerinden kız/erkeklerle tanışmaları, flört etmeleri için yazları
Ada’ya gitmeyi tercih etmektedirler.
Bizim
yerimiz yazlık için gerekli değildi, ama başka bir sebep vardı. Rum kızları
Türklerle ilişki kurmaması için Ada çok iyi bir yerdi. Biz de o yüzden 3 sene
gittik. Bir Rum aile için en feci şey kızının bir Türkle evlenmesiydi. O
zamanlar bir Rumun Türkle evlenmesi ölüme eşitti. Şu anda değil tabi. Ben
yorumlamak istemiyorum bunu gerçeği söylüyorum. ATİNA-6 (R, 63, E)
Kınalı’ya
gittik, buraya (Büyükada) göç
etmeden evvel, 6-7 sene. Biz Ermenilerle iyi anlaşıyorduk orda, hatta biraz
konuşuyordum (gülerek) bunlar da Noel
de ilahiler söyleniyordu kapı kapı dolaşıp bahşiş toplamak için. İki tarafta
birbirine gidiyordu (gülerek). Daha
çok çocukların tanışması için gidiyorlardı. Arkadaşlarımın çoğu eşlerini
Adalardan buldular. Atina-4 (R, 68, E)
5.5.3.
Rum, Yahudi ve Ermenilerde Evliliklerin Gerçekleşmesinde
Kuşaklar Arası Değişim
Direk Yahudi bir kızla evlenmem
için söylenen birşey yoktu ama zaten bu olağan
birşeydi. Tersini düşünemezdin.
Hayatın doğal akışıydı bu. Yataktan
kalkınca duş olursun,
dişini fırçalarsın gibi birşey. (Y, 56, E)
Birinci kuşak gayrimüslimlerin büyük çoğunluğu görücü
usulü evlilikler yapmışlardır. 1930’lu ve 40’lı yıllarda nüfusları çok daha
kalabalık olan ve kentin belirli semtlerinde yoğunlaşan azınlık cemaatleri
mümkün olduğunca kendi içlerinde, okullar, dernekler, ibadet mekanlarında
sosyalleşmeyi ve kendi cemaatlerinden evlilikler yapmayı tercih etmekteydiler.
Kadınlar için evlilik yaşı 17-18, erkekler için de ortalama olarak 20-22 idi.
1926’da yürürlüğe giren Medeni Kanun ile evlilik farklı inançlardan Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı her kadın ve erkek için yasal hale getirilmişti.
Ekmekçioğlu, hem devlet hem de Ermeni Patrikhanesi tarafından yüzyıllara
dayanan bir geçmişle sıkı bir biçimde uygulanan ve kontrol edilen babasoyu
(patrilineal) kurallar yüzünden Ermeniler arasında endogaminin (cemaat içi
evlilik) bugüne kadar geçerliliğini koruyan bir norm olduğunu belirtmektedir
(2015:9). Ermeni cemaatindeki evlilik pratiklerine benzer biçimde Rum ve Yahudi
cemaatlerinde de uzun yıllar boyunca geçerliliğini koruyan endogami yaklaşık
son 15-20 senede yerini karma evliliklere bırakmaya başlamıştır.
Birinci kuşakta evlilikler cemaat içi sosyalizasyon
ağı içerisinde aile ziyaretleri sırasında, arkadaş toplantılarında tavsiye ve
yönlendirmelerle gerçekleşiyordu. Klasik ataerkil529 aile yapısında
görüldüğü üzere birçok ailede kiminle evlenileceği konusunda son sözü baba
söylüyordu. Ayrıca bu kuşakta cemaat içi arkadaş ortamlarında tanışarak, flört
ederek aşk evliliği yapanlara seyrekte olsa rastlanmaktadır. Birçok kadın
görüşmeci Müslüman-Türk biriyle evlenmemeleri konusunda anne ve babaları
tarafından travma yaratacak şekilde büyük bir baskı gördüklerini, ilk başlarda
görücü usülü evlendirilmelerine karşı çıktıklarını fakat sonunda evlenmek
“zorunda” kaldıklarını aktarmaktadırlar.530 Aynı dini inançtan fakat başka etnisiteden
biriyle (Arap Ortodoks) evlenilmesi de Rum ve Ermeni cemaatleri içinde hoş
karşılanan bir durum değildi.
529
Kandiyoti Türkiye’yi, Güney ve Doğu Asya’nın büyük bir bölümüyle birlikte
otoriteyi, erkek soyundan devam eden geniş aile içerisinde, yaşlı erkeğin
elinde bulundurduğu “klasik ataerkillik”in tarihsel bölgesi içine yerleştiriyor
(2007:186). Klasik ataerkilliğin yapısal özellikleri şunlardır: saygınlık
kalıpları yaşa dayalıdır, kadınlar ve erkekler için farklı hiyerarşiler söz
konusudur, cinslerin faaliyet alanları ayrışmıştır, kadınların emeğine ve üreme
kapasitelerine evlenerek dahil oldukları erkek soyu tarafından el konulur (A.e., 186).
530 Bu konuya karma
evlilikler kısmında detaylı
olarak değinilecektir.
Biz de
ailenin içinde karşılaşıyoruz. Eşim baya çapkın adamdı. Ben de çalışıyorum o
zaman. Ortaköy’e eğlenmeye giderdik beraber. Biz böylece kaynaştık. Ben eşimi
başta bir arkadaşıma ayarlamaya çalışmıştım. Hatta dedim ki kıza “Bak ben sana
bu çocuğu yapıcam ama başıma tebellaş etme, sevmem ben bu çocuğu, çok
ukaladır”. Zaten 40 tane de dostu var hepsini görüyordum. Sinek kaçırmıyor adam
(gülerek). Biz işten çıktık Taksim’e
yürüyeceğiz. Fransız konsolosluğu’nun önünden geçiyoruz, karşıda gözüme çarptı.
O zamanda Rum bir flörtü vardı. Bu bizi görünce hemen yanımıza geldi. Orda öyle
başladı. Aşağı yukarı 1.5-2 sene sonra evlendik. A1-9 (E, 81, K)
Biz eşimle
flört ederek tanıştık. Ama tabi tanıştırıldık önce. 2 sene flört ettik sonra
ben askere gittim. Yaklaşık 5 sene flört edip evlendik. Aya Triada’da evlendik
sonra Kervansaray’daydı düğünümüz. Bülent
Oral, Serpil Barlas,
Selim Sam vardı
o zaman... B1-19 (R, 61, E)
N. benim
abimin arkadaşıydı, tanıştık sene 64. Biz hiçbir yere gezemiyorduk, açık çıkma
yoktu. Çok küçüktük, ben 14 filan gözümü açtım N.’yu gördüm (gülerek). Babam bu çocuk ciddiyse gelsin konuşsun
benle dedi. Tuttu geldi N., “Kızınızı çok seviyorum” dedi. O zaman nişanlılık
yaşı çok daha küçüktü, askere gitmeden sözlendik. Abim kıyametleri kopardı daha
bu çocuk diye. Ben onun askerliğini bekledim. 19 yaşında oldum ben, o daha 24
filan. Evlendik. İkimizde çalıştık bir müddet. Ben de muhasebede çalışıyordum.
O dönemde 18 yaşında evlenmeyen kız evde kaldı gibi birşeydi. Biz çok genç anne
baba olduk. Bir taraftan beraber büyüdük. Herşeyi beraber yapmanın mutluluğunu
yaşadık. C1-1 (Y, 64, K)
Annemle
babam birbirlerine aşık insanlardı. Hala da babam annemin yokluğuna alışamadı,
3. yıla girdik. 1972 yılından bir tane sigara izmaritinin kibrit kutusunda hala
saklandığını biliyorum ben. 1972 yılında annem kendi evlerinin penceresinde
sigara içiyor pencereden atıyor. Babam alıyor o izmariti, tarih atıyor ve hala
saklıyor. Babam askerdeyken annem babama ferman şeklinde mektuplar yazıyor.
Hepsi duruyor mektupların. Babamın kendi hazırladığı bir şiir var, annemin
resminin üstünden yazılan bir şiir, adı “Anjel”. A2-10 (E, 39, E)
Anadolu kökenli Ermeni ailelerde geleneksel geniş aile
yapısında görüldüğü gibi evliliğin ilk yıllarında, karı ve koca belli bir ekonomik güce kavuşuncaya kadar, erkeğin
ailesinin evinde erkeğin annesi, babası, ninesi, kardeşleri ile beraber
yaşandığı görülmektedir. Geniş aile yapısının hüküm sürdüğü ailelerde,
evlendikten sonra genelde erkeğin anne ve babasıyla (hayattaysa) bir arada
yaşanmasının bir diğer önemli sebebi de birinci kuşaktan kadınların büyük
bir çoğunluğunun hayatları boyunca çalışmamış olmalarından dolayı yaşlılık
dönemleri için herhangi bir birikimlerinin bulunmamasıydı. Eşleri de kendilerinden önce vefat
etmişse annenin bakımını erkek çocuk üstlenmekteydi. Gene geniş ve kapalı aile
yapısında görüldüğü gibi anne ve erkek çocuk arasında maddi ve duygusal
bağımlılık erkek evlendikten sonra da devam etmekteydi. Benzer şekilde birinci
kuşak Yahudi ailelerde de evlendikten sonra bir süre erkeğin annesiyle birlikte
aynı evde yaşandığına dair çokça hikaye aktarılmaktadır.
Ablam kendi
sevdiğinle evlendi. Sonra ben görücü usulüyle evlendim. 68’de sözlendim, 69’da
evlendim. Çok dar, konservatif yaşardık. Bu kadar hoşgörünün içinde
evliliklerde asla “Türkle evlenmek” diye birşey yoktu. Ablam genç kızlık
devresinde ailece görüştüğümüz eniştemle tanıştı ve evlendi. Babamızdan
hayatımız boyunca bir defa dayak yedik. İkimizin yatağı başbaşaydı, dar uzun
bir odaydı. Al sana dedi ablama bir tokat, bu
bunu yaptıysa kimbilir sen ne yapacaksan dedi bir tokat da bana. Ben
dedim hiçbir şey yapmıycam kendi kendime söz verdim. Babam kimi derse onla
evlencem. Öyle de oldu. Hiç flörtüm olmadı belki çocukluk beğenileri oldu o kadar.
Eşim görücü geldi, istemedim hatta çok
ağladım. Hacı amcam “Kız çok ağlıyo ne veriyorsunuz” dedi. O kadar erkeksi
kıyafetlerim vardı ki ablamın elbisesini giyip çıktım. Sözlendik ve
nişanlandık. Kayserili bir aileye gelin gittim. Aileyle beraber yaşadık, 20
yaşındaydım. A1-1 (E, 63, K)
Annemle
babam büyük aşkla evlenmişler. Ortak bir arkadaşlarıyla toplantıda tanışmışlar.
Annem babamla nişanlandıktan sonra 4 sene beklemiş. 2 sene askerlik, sonrada iş kurması için beklemiş. Ve babamın
annesiyle birlikte yaşamışlar. C1-8 (Y, 50, K)
Benim küçük
kızım hala kaynanasıyla yaşar. Çünkü kaynanasının ne gidecek yeri var ne de
emekli maaşı var çünkü çalışmamış hayat boyu. Bazı aileler beraber yaşardı hep,
masraf olmasın diye. Ancak çocuk olursa ve geçimsizlik başlarsa kimin maddi
imkanı varsa o çekilir giderdi. Ama şimdi böyle birşey var mı? C1-12 (Y, 74, E)
60’lı yıllara kadar Anadolu’da yaşamaya devam eden
Ermeniler arasında uzak akraba evlilikleri dikkat çekmektedir. Anadolu’da 1915
sonrası yaşanan büyük travma ve topluma karşı
oluşan güvensizlik sonucu Ermeniler iyice kendi içlerine
kapalı yaşamaya başlamışlar ve Müslüman halkla fazla ilişkiye girmemeye çalışmışlardır.
Radikal bir nüfus düşüşü yaşayan Anadolu Ermenilerinde Müslümanlarla
evlenilmemesi kuralı akraba evliliklerini kaçınılmaz kılmıştır. Anadolu’da
evlilikler aile büyüklerinin tavsiyesiyle veya aile içinde ilk evlenen
abinin-ablanın eşinin ailesinden bir akrabasıyla gerçekleşmekteydi. Kayserili
bir erkek görüşmecinin aktardığı üzere bu tip akraba evlilikleri bir takım
kurallarla sınırlandırılmaktaydı. Buna göre Ermeni ailesinde iki hala kızı iki
erkek kardeşle evlenemezlerdi. Anadolu Ermenilerinin söylemlerinde “namus”
kavramı ön plana çıkmaktadır. Ermenilerdeki aile örüntüsü geleneksel, kapalı,
ataerkil Anadolu ailelerinde görülen yapı ile birebir örtüşmektedir. Ailede
baba, babadan sonra en büyük erkek kardeş başta olmak üzere sırasıyla diğer
erkek kardeşler kız kardeşin veya ablanın “namusundan” sorumlu
tutulmaktaydılar. Sirman’ın da belirttiği gibi bu düzende namus, sadece kadının
bedenini değil, tüm bireylerin toplumdaki yerlerini, davranışlarını ve
arzularını kontrol altına alan bir toplumsal olgudur (2006:25).
Anadolu Ermenilerinde kilise nikahından sonra klasik
bir Müslüman-Türk Anadolu ailesinde görülen sazlı-sözlü, üç gün üç gece süren
düğünler düzenlenmekteydi. Düğün masrafları tamamen erkek tarafından
karşılanmaktaydı. Nişan töreni için ayrı bir tören düzenlemez; aileler arasında
yüzük takılarak sade bir şekilde “söz kesilir”di. İstanbul Ermenileri ve
Rumlarında ise kilise nikahından sonra ailenin ekonomik gücüne bağlı olarak ya kilisede, ya evlerinde ya da bir otel
veya lokantada aile ve arkadaş çevresine yemek düzenlenmektedir.
Eşim abimin
kayınvalidesinin kızkardeşinin kızı. Yengemin halasının kızı yani. Yengemi
alırken abim biz ailelerle tanıştık. Uzun saçlı güzel bir kızdı. Giderken
gelirken gözümüz takıldı heralde kıza. Ben konuşmaya basladım, o da okulu
bitirmişti. Ben askerden geldim konuşuyorduk, duydum ki buna başka biryerden
talip var. Haber gönderdim dedim ki “Veremezler ben alacağım” falan diye (gülerek). Bizim Kayseri’de H. dayı diye bir akraba
vardı. H. dayı bu işe ön ayak oluyormuş. Aramızda 3-4 yaş var. Dedim ki “Seni kaçıracağım”. Dedi ki “Beni kaçıramazsın,
öldürebilirsin ama kaçıramazsın. Benim 3 oğlan kardeşim var onların yüzünü yere
baktıramam” dedi. Böyle bir kızdı. Askerden döndüm geldim, sonra
çok mücadelelerle, istedim
vermediler başta. Bizim
Ermenilerin adetleri, iki
hala kızı iki kardeşe düşmez
dediler. Dedik ki ya ne yapıcaz ... Bizde 7 göbek akrabalık var ya ama benim
akrabam değil ki! Papaz’a danıştılar, o da Patrikhaneye mektup yazıp sordu
dinimizce caiz mi diye. Alakası yok diye Patrikhaneden cevap geldi. Bizde
düğünler çok sazlı sözlü olurdu. Anadolu usulü çalgıcılar vardı 2-3 gün sürdü,
yemekli sazlı sözlü. Baklavalı börekli, Kayseri düğünleri çok güzel olur.
Burdaki gibi kilisede nikah oldu haydi yallah
olmaz. Düğünü erkek tarafı yapardı. Nişan diye birşey olmazdı. Ona söz
kesme deriz biz, takı takılır. A1-8 (E, 78, E)
Dönemin İstanbullu gayrimüslimlerinde sınıfsal ve
sosyal katmanlaşma en bariz biçimiyle kilise nikahlarında gözlenmektedir.
Örneğin, üst orta, üst sınıf bir Rum ailesi tarafından Beyoğlu’nda Aya Triada
Rum Ortodoks Kilisesi’nde Perşembe günü düzenlenen nikah töreni çok daha
prestijli kabul edilmekteydi ve ailenin cemaat içindeki statüsünün göstergesi
niteliğindeydi. Orta alt sınıftan bir Rum ailede ise oturdukları bölgeye yakın
bir kilisede nikah kıyıldıktan sonra kutlamak için evde çok yakınlara yemek
verilirdi. Tören için seçilen kilise ve sonrasında kutlamanın nerede yapılacağı
(ev, otel, lokanta, taverna vs.) cemaat içinde sosyal katmanlaşmayı netleştiren
bir araç işlevi görmektedir.
Annem
zengin filan herkesi beğenmiyor babam da yakışıklı. Aslında aşk evliliği değil,
tanıştırılmışlar. Babam da yakışıklı olduğu için annem “ok” dedi. Bizimkiler
Aya Triada kilisesinde çok klas bir düğün yapmışlar. Perşembe günü evlenmişler.
O zaman Perşembe günü evlenmek daha statü meslesiydi. Hatta kilisenin ortasına
platform yapılırmış. B1-14 (R, 60, K)
Ben
evlendim, 1979’da. Eşimle görücü usülü tanıştım, 16 sene sonra boşandık, genç
yaşta vefat etti. Evin merdivenlerinden aşağı indim kiliseye girdim. Sonra
babam arabayı süslemişti boğaza gezmeye gitmiştik. O zamanlar karı-koca yemeğe gidilirdi.
Şimdi bütün sülale eğlenceye gidiyor. Bizde düğün salonu yoktur. Evde yemek
verilir, veya durumu daha müsaitse tavernada yapar. Durumu çok iyi olan otelde
yapar. B1-8 (R, 59, K)
Eşim
Belçikalı. Annem biraz bozulmuştu başta. Arkadaş vasıtasıyla Mersin’de
karşılaştık. Eşim onların arkadaşıymış. Eşimin dedesi galiba Lübnan’dan
Mersin’e gelen bir Hıristiyan Arap. Annesi Belçikalı. O zamanlar Mersin çok
kozmopolit ve zengin tipler var. Avrupadan çocuklarına bakıcı
getiriyorlar. Bu da öyle gelmiş
Mersin’e. Burda Patrikhane’de
düğün oldu. Sonra Arnavutköy’de Neşe lokantasına gittik.
Patrikhane ücretsizdi, o zaman
durumumuz da o kadar iyi değildi. B1-13 (R, 63, E)
Orta yaş üstü ikinci kuşaktakilerin kimileri okul ya
da, az sayıda da olsa, iş arkadaşlarıyla romantik ilişki yaşayarak aşk evliliği
gerçekleştirmişlerdir. Büyük bir çoğunluğu ise kendi anne babalarının yaptığı
gibi görücü usulü, yakın akrabalar veya eş dost tarafından ayarlanan evlilikler
yapmışlardır. Mahalle ortamlarında ve apartmanlarda yaşanan tanışıklıklar ve
gelişen arkadaşlık ortamları evliliğe zemin hazırlayan mekanların başında
gelmektedir.531 Birinci ve ikinci kuşağın
evliliklerini sınıf ve kuşak farklılıklarına rağmen ortak kesen faktör bu
evliliklerin tamamına yakınının dini-etnik cemaatlerin içlerinden
gerçekleşmesidir. Kendi cemaatlerinden biriyle evlenmeleri gerektiği bir “iç
bilgi” olarak tüm birinci ve ikinci kuşak gayrimüslim bireylerde bulunmaktaydı.
Kimi aileler bu konuda bazen yumuşak bazen sert bir biçimde açıklama
yaptıklarını, kimileri de “zaten böyle olması gerektiği için konuşulmasına bile
gerek yoktu” diyerek evlilikteki keskin ve katı sınırları çizmektedirler.
Cemaat dışı evlilikler 80’li yılların sonunda bile istisnai bir durum olarak
kabul edilmekte idi. Kan bağını korumak, dini hassasiyetler, dilin ve kültürün
devamını sağlamak, azınlık psikolojisi cemaat dışı evliliklerin “tabu”
olmasının arkasındaki ana sebeplerdir. Bu tip kapalı toplumlardaki evlilik
ayrıca ekonomik dayanışma, adı sürdürme ve aileler arası anlaşma temelinde de
düşünülmektedir.532 Orta
yaş üstü ikinci kuşak gayrimüslim kadınlar genelde 18-20’li yaşlarında evlenip,
akabinde çocuk sahibi oluyorlardı. Lise mezunu olmak, özellikle Fransız lisesi
ise, üniversiteden mezun olmaya denk görülmekteydi. Çocuk sahibi olduktan sonra
iş ve aile yaşamı arasında gerilim söz konusu olduğunda, yerleşik kurallar ve
eşin-aile büyüklerinin (genelde kadının annesi veya kayınvalide) yönlendirmesi
sonucu kadın genellikle ailesini mesleğine tercih etmekteydi. Bu kadınlar kendi
rollerini evkadınlığı olarak, çeşitli hobiler edindikleri ve kurslara
katıldıklarını da ekleyerek, tanımlamaktadırlar. Kocalarıyla toplumsal etkinlikleri paylaşmaktadırlar. Az sayıda
da da olsa bu kuşakta lise-üniversiteden mezun olduktan sonra çalışma
hayatına devam eden kadınlara rastlanmaktadır.
531
80’li yıllara kadar nüfusları daha kalabalık olan Ermeni, Rum ve Yahudi
cemaatleri mümkün olduğunca İstanbul’un belirli semtlerinde, mahallerinde
yoğunlaşmaya, bir arada yaşamaya özen göstermişlerdir. Azınlıkların İstanbul
kent uzamındaki dağılımı “Mekan” bölümünde detaylı olarak incelenmiştir.
532Güler
Okman Fişek, “Gelenekten Değişime: Türkiye’de Aile ve Çocuklar”, (Çevrimiçi)http://www.bupampsi.boun.edu.tr/?q=node/62,
Erişim 20.04.2016.
Ben 20
yaşında evlendim. Benim çok yakın bir arkadaşımın abisinin arkadaşıydı Ç., öyle
tanıştık. Ama zaten ailelerimizde tanışıyordu. 19 yaşında nişanlandım. 18
yaşında çıkmaya başladık, başka birini tanımıyorum (gülerek). O zaman çok tartıp ölçmüyordun. Annemlere
göre küçük küçük evlendirmek iyidir ki benim babam o kadar ileri görüşlü bir
insandı. Sonra hatta “nasıl izin verdin böyle bir şeye” dedim. O da bana “Ben
hayatın böyle değişebileceğini göremedim” dedi. Dame De Sion’daki müdürüm ben
diplamımı almaya gittiğimde “Üniversiteyi ne yaptın?” diye sormuştu bana. Ben
de İstanbul Üniversitesi Fransızca bölümünü kazanmıştım ama gitmiycem heralde
dedim. O da bana “Aman boşver bizim okul üniversite yerine geçer” demişti. Yıl
1986, bunu diyor! Hersey çok değişti.... çalışan kadın arttı, boşanmalar
arttı... C1-8 (Y, 50, K)
Bizimkisi…
bir şekilde tanıştık arkadaş ortamında, flört etmeye başladık. Bir gün başbaşa
yemeğe çıktık, şansımızı deneyelim dedik. Benim zaten bir şekilde kendi o günkü
dünyamda bekarlığa son vermemle ilgili çok ciddi presler vardı çevremde. O
zamanlar 26’lı yaşlar geçti erkek için. Erkekler 21-22, kızlarda 17-18 idi
evlenme yaşı o zamanlar. Benim arkadaşlarımdan nerdeyse tamamına yakını
evlenmişti. Direk Yahudi bir kızla evlenmem için söylenen birşey yoktu ama
zaten bu olağan birşeydi, konuşulan birşey değildi. Zaten tersini düşünemezdin.
Hayatın doğal akışıydı bu. Yataktan kalkınca duş olursun dişini fırçalarsın gibi birşey. C1-4 (Y, 56, E)
Ermeni ve Rum birinci kuşak ailelerin muhafazakar bir
yapıya sahip oldukları, kız ve erkek tanıştıktan sonra arkadaş çevresi içinde
vakit geçirmeye, flört etmeye başlamışlarsa cemaat içinde “laf çıkmaması” için
kızın ailesi tarafından bir an önce nişanlanmaları için baskı yapıldığı, erken yaşta evlendirildikleri görülmektedir.
Babanın vefat etmesi durumunda da benzer şekilde bir an önce kızın
evlendirilmesine çalışılmaktadır. Ailenin kadınlarından, namusundan sorumlu
olan baba vefat ettikten sonra bu görevi devam ettirecek bir erkek abi veya
erkek kardeş yoksa kız bir an önce evlendirilerek sonrasında sorumlu olacağı
kocasına bağımlı hale getirilmektedir. Dolayısıyla birinci ve orta yaş üstü
ikinci kuşak gayrimüslim ailelerin büyük bir çoğunluğunun baskın bir şekilde
Türk aile yapısı örüntüsüyle uyumlu, geleneksel kapalı toplum özelliği
gösterdikleri ortaya çıkmaktadır. Kağıtçıbaşı’nın belirttiği gibi Türkiye’deki
geleneksel aile kültürü yatay eksende, yani eşlearasında, “karşılıklı
bağımlılık” özelliklerini göstermektedir (1991:49-57). Geleneksel kapalı ailenin temel
özellikleri, erkek egemen bir çerçeve içinde, maddi ve manevi karşılıklı
bağlılık, sadakat, ailenin çıkarının bireyinkinden önde gelmesi, kendine
biçilen cinsiyet rolünü benimsemek, aile bireylerinin ihtiyaçlarına duyarlılık,
çatışmadan kaçınmak olarak sıralanabilmektedir.533
İlk eşimle
mantık evliliği yaptık, aşk filan değil. Müslüman olsa hiç hoş karşılanmazdı.
Lise yaşlarında evlendim. O zaman çok tutucuydu cemaat. Halam “Aman kızım
başınızda baba da yok bir an evvel evlendirelim” dedi. İlk önce hiç istemedim. A1-14 (E, 57, K)
P.’ya haber
salmışlar benim hakkımda, o da arkadaşlarıyla beni görmeye gelirdi. Annem
huylandı bir gün “Aşağıda bir çocuk var sürekli yukarı bakıyor” dedi (gülerek). Bir gün kiliseye gittik bunlar (eşi) yanımıza geldiler tanıştırdı kendini, “Ben
Madam Alexandr’ın akrabasıyım” diye. Sonra biz arkadaş olduk. Bir müddet
arkadaş olduk, bir gün bu yokuşu çıkarken bir Rum ailesi vardı, bir Pazar günü
parti vereceklerdi. Madam Alexandr annemden izin almak için geldi benim partiye
gidebilmem için. Annem babaya sorucaz dedi. Müsade ettiler, güzel bir sarı
elbisem vardı onu giydim. Tanıştık orda işte ve arkadaş olduk. Sonra zaman
geçti. Askere gidecek. Sene 56. Ben de dedim ki bunlar beni kapıdan dışarı bırakmazlar eğer ciddi birşey olucaksa
anneni de al gel. Adanın kızı olarak bir yerim vardı. Gitti geldi askerden, yukardaki evde nişan yaptık.
Büyükada’da bizim kilisede
Aya Dimitri’de, evlendik. Bir
kalabalık anlatamam... herkes hediyeler getiriyordu. Sonra evde yemek yaptık.
B1-18 (R, 75, K)
Aşk evliliği yaparak
evlenenlere ikinci kyaş ve asıl üçüncü kuşaktan
itibaren, orta sınıf ve üstü, eğitimli, çoğunlukla iş
hayatında olan çiftlerde rastlanmaktadır. Bu kuşaktan itibaren Türkiyedeki
sosyokültürel dönüşüme paralel olarak özellikle kadınlarda eğitim seviyesinin
yükselmesi ve kadınların iş hayatına katılımının büyük bir sıçrama göstermesi
sonucunda değişen toplumsal yapı ilk ve bariz etkilerini ailede göstermiştir.
Eğitim hayatı bireylerin cemaat dışında farklı sosyal ortamlara girmelerini ve
toplumsallaşmalarını kolaylaştırmıştır. Sosyal değişme sürecinde kadının
değişimini inceleyen akademik araştırmaların gösterdiği gibi, eğitim ve
işgücüne katılım kadının toplumdaki statü artışının ana belirleyenleridir
(Kağıtçıbaşı, 1991:50; Kandiyoti, 1982). Gayrimüslimlerin üniversitede ve iş
hayatında tanıştıkları farklı dini-etnik
toplumlardan kişilerle yaşadıkları flörtlerin evlilikle sonuçlanma
533Okman Fişek, Güler: “Gelenekten
Değişime: Türkiye’de Aile ve Çocuklar”, (Çevrimiçi)http://www.bupampsi.boun.edu.tr/?q=node/62,
20.04.2016.
ihtimali de bir önceki kuşaklara
göre bu bağlamda artmaktadır. Üniversiteden mezun olduktan sonra
akabinde iş hayatına geçmeleri sonucu kadınlarda ve erkeklerde evlenme yaşı
ortalama olarak 25-30’a yükselmiştir. Aynı zamanda cemaatler içinde bütün bir
kuşağı homojen bir yapı olarak ele almak da doğru değildir; aynı kuşak içinde
sosyal sınıf, eğitim, ailenin kültürel-sosyal yapısı, köken ve oturulan semtler
gibi değişik sosyal bileşenleri toplumsallaşmada etken faktörler olarak göz
önünde bulundurmak gerekmektedir. Bu toplumsal kesim bir üst kuşaklarda görülen
geleneksel kapalı toplum çerçevesinin dışına çıkmakla birlikte cemaat içi
kapalılığı devam ettiren önemli bir bölümün de olduğunun altını çizmek
gerekmektedir. Özellikle ilk iki kuşakta Anadolu kökenli Ermeni ailelerde534
oldukça geleneksel, muhafazakar, kendi cemaat içlerinde kendilerine ayrı bir
alan oluşturdukları535 ve kapalı bir aile yapısı gösterdikleri
gözlenmektedir. Kız çocuklarının gece geç saatlerde dışarıda gezmesine,
Müslüman-Türk bir erkekle flört edilmesine izin verilmemektedir. Ailede baba
otorite figürüdür. Flörtler söz konusu olduğunda baba hiçbir şekilde kız
çocuklarıyla iletişime geçmemekte ve sınırlı bir ilişki yürütmektedir. Hane
içinde iletişim ağını anne sağlarken son sözü gene baba söylemektedir.
Özellikle söz konusu evlilik olduğunda Ermeni olmayan biriyle evlenmeleri gibi
bir şansları bulunmamaktaydı. Çok genç yaşta kız çocuklarının üstüne kurulan bu
baskıdan dolayı kimilerinin ileriki yaşlarda travmalar yaşadıkları
gözlenmektedir. Üçüncü kuşakta, “illa Ermeni” olması gerektiği için bir çeşit
“zorunluluk”tan yapılan erken yaştaki evlilikler sonucu son 10 senede
boşanmaların arttığı görülmektedir. Ermeni bir erkekle evlenmeleri için
ailelerinden çok baskı gören ve sonrasında boşanan kadınlar kendi çocuklarında
asla böyle bir tutum izlemeyeceklerini, evlilikte mutluluğun en önemli kriter
olduğunu, Müslüman veya Yahudi kiminle mutlu olucaklarsa çocuklarının arkasında
duracaklarını belirtmektedirler. Bir daha evlenmeyi düşünmeleri durumunda da
kendi cemaatleri dışından yapmayı tercih ettiklerini belirtmektedirler. Bu
anlamda üçüncü kuşaktan
itibaren boşanmalara, karma
evliliklere karşı bakışın
yumuşadığı ve bir çeşit
özgürleşme dönemine girildiği söylenebilir.
Niye ben 21
yaşında evlendim? Benim boyum uzundu bizim cematte başka uzun yoktu, helal süt
emmiş meselesi, e yakışıklıydı da. Biçilmiş kaftan! Kısıtlı bir çevrede
seçebileceğim en iyi adaydı.
Bir de annem hiç bir flörte izin vermezdi. Verince
dört elle sarıldım.
534 Bir veya iki kuşak ötesi Anadolu’dan göç eden aileler
535
Anadolu’dan göçlerle gelen Ermeniler İstanbullu Ermenilerden ayrı olarak
Samatya, Kumkapı gibi İstanbul’un belirli semtlerinde kümelenmişlerdir ve
mümkün olduğunca kendi içlerinde evlenmektedirler. Özellikle birinci ve orta
yaş üstü ikinci kuşakta Anadolu ve İstanbul Ermenileri arasındaki evliliklere
nadiren rastlanmaktadır.
Boşandıktan sonra kabul etti annem
hatasını. Benim kızkardeşim de 4-5 sene evvel boşandı. Ben çocuklarıma öyle
yapmıycam ama. Evlenirsem bir daha bilakis uzak dururum cematten. O yüzden ben çocuklarımı hiç zorlamıycam,
tabi Ermeni olsun isterim ama mutlu olucaksa Müslümanla evlensin. İlla “Ermeni,
Ermeni” diye yanlış yönlendirmiycen çocuğu. Kimle mutlu olucaksa onla evlensin. Evlenip mutsuz olup bir de çocuk yapacağına... A2-1 (E, 42, K)
Evliliklere bakış konusunda kuşaklar arası en büyük
farklılık üçüncü kuşak ve dördüncü kuşak olarak tanımlanan, şu an üniversite
çağlarında veya iş hayatına yeni atılan kesimde görülmektedir. Yaşları 19-28 arasında olan genç gayrimüslimlerle yapılacak bu alana özel derinlemesine bir çalışma
cemaatlerdeki evlilik örüntülerine dair bir önceki kuşaklarla
karşılaştırıldığında ilgi çekici bulgular sunma potansiyelini barındırmaktadır.
İsim belli
Christina, Stavro.. Zaten asimile olamaz ki. Bu nesil kalıplarda değil artık,
cemaatin içinden birini bulayım evleniyim diye dertleri yok. Benim kendi
kuşağıma göre çok daha rahatlar. Bak P.’nun abisi Museviyle evli mesela.
Facebook’da da görüyorum, kapalı arkadaşları da var… ama kopuş değil tam olarak
çünkü ailesine bağlı. B2-5 (R, 36, K)
5.5.4.
Rum, Yahudi ve Ermenilerde Boşanmalarda Kuşaklar Arası Değişim
Ayrılacaksınnn,
ayıp! Dul kadın mı çıkacak adın? Allah korusun! (R, 75, K)
Boşanma Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin birinci ve
ikinci kuşağında bir tabu idi. Yukarıdaki anlatılarda görüldüğü gibi özellikle
birinci ve ikinci kuşakta cemaat dışı evlilikler kesinlikle onaylanmamakta,
cemaat dışından biriyle evlenenler ise cemaatten dışlanmak hatta uç durumlarda
kendi anne babalarıyla bile ilişkilerini kopartmak zorunda bırakılmaktaydılar.
Giderek sayıları azalan her üç azınlık toplumunda kendi cemaatlerinden biriyle
evlenme zorunluluğu birçok kişinin hayatında büyük bir baskı ve travma
yaratmıştır. Bu bütün evliliklerin görücü usülü veya aynı dini-etnik cemaatten
biriyle olması için “zorla” gerçekleştirildiği
anlamına gelmemekle birlikte, bu baskın bir durumdur. Kadınların büyük bir
çoğunluğunun ortaokul, en iyi ihtimalle lise mezunu olmaları, erken yaşta
evlenmeleri, çalışıyorlarsa bile çocuk doğduktan sonra
işi bırakmaları ekonomik
olarak kendilerini eşlerine
bağımlı hale getirmekteydi. Ekonomik olarak eşe bağlılık, eğitim
seviyesinin düşük olmasından dolayı çalışmak istese de iş bulma ihtimalinin
düşük olması, kapalı cemaat toplumları içinde boşanmanın hoş karşılanmaması,
“ayıp” olarak bakılması, azınlık ve kapalı bir toplumda dedikodunun çok olması
gibi faktörler kadının üstünde büyük bir baskı yaratmakta, anlaşamama ve
evlilik kurumunun zarar gördüğü durumlarda boşanmayı zorlaştırmakta hatta
imkansız hale getirmektedir. Boşanmak ve “dul kalmak” sosyal hayatta “ayıp”
olarak karşılandığı için kızın ailesi de boşanmayı teşvik edecek adımlar
atmamakta, kızlarının eve geri dönmes,n, desteklememekteydiler. Birinci ve
ikinci kuşakta bu duruma istisna teşkil eden örneklerle de karşılanılmaktadır.
Eskiden
nerde boşanma vardı? Neyine güvenipte boşanıcan? O yüzden başına ne geliyorsa
çekiyordun. Şimdi anne okuyor, baba okuyor, çocuk okuyor. Niye ben o adamın
hizmetçisi oluyım? Ama biz gerizekalıydık çünkü mecburduk. Şimdiki baba “Merak
etme kızım ben sana ev tutarım oturursun”
diyor. Bizim zamanımızda bir kere “ayıp” vardı. Ayrılacaksınnn, ayıp! Dul kadın
mı çıkacak? Allah korusun! Ve sen ölümüne kadar bu ayıbı çek. B1-18 (R, 75, K)
Eskiden
“Aaa boşanıyor” diye ortalık dedikodu götürürdü. Şimdi artık hiç sorun değil o
da. A1-14 (E, 57, K)
Annemin de babamın da ikinci evliliği, bizimkiler o konuda
radikaldir (gülerek).
Mecbur kaldılar boşandılar. Bizde tabu değildir
o yüzden boşanma.
A2-15 (E, 39, K)
Bizim
zamanımızda boşanma da çok yoktu. Şimdi çok var, niye? Kadının bağımsızlığı var
artık. Ve koca ağalık yapıyor, ama artık o ağalık sökmüyor. B1-7 (R, 69, K)
İstanbul’un her üç gayrimüslim cemaati bu büyük
metropolde kendi iç kamusal alanlarını ve karşılaşma mekanlarını
oluşturmaktadırlar. Muhit ne kadar küçük ve bireyin arkadaşlarıyla sınırlarını
eritecek olan ilişkileri ne kadar sınırlanmışsa, o çevre bireyin
faaliyetlerini, hayat tarzını ve bakış açısını o kadar büyük titizlikle
denetler (Simmel, 2015:103). Kapalı ve geleneksel yapılara sahip olan azınlık
cemaatlerinde de bu tip bir denetim ve dedikodu mekanizması çok kuvvetli
çalışmaktadır.
Statü çok
önemli bizim cematte: “Mıgır’ın kızı boşandı, acaba neden? Bunları yaşamak
çirkin. “O ne der, bu ne der” hep başkalarını düşünüp hareket ederler. Bizim
camiada “Aman onun arabasına binmiyim ne derler” diye düşünüyorlar. Ben
boşanırım, tanımadığım insan R. denen bir kadın, bakkala benim dedikodumu
yapıyor “Biliyormusun S. boşanmışşş”. Azınlıklarda var bu. Çok dedikodu olur
bizim cemaatte, herkes konuşur. Tanımadığım insanlar bile boşanmış diye
konuşuyor hakkımda. A2-1 (E, 42, K)
Orta yaş altı ikinci kuşak ve üçüncü kuşaktan itibaren
ise bu durumda değişim gözlenmektedir. Kadınların toplumun genelindeki değişime
paralel bir biçimde eğitim seviyelerinin yükselmesi, iş hayatında çok daha
fazla yer almaya başlaması hem kendi cemaatlerinde hem de toplumdaki
statülerini yükseltmiştir. Ekonomik olarak ailesine ve eşe daha az bağımlı olan
kadın bir özgürleşme dönemine girmiştir. Cinsiyet temelli rol kalıplarının hem kamusal hem özel alanda
dönüşmesiyle birlikte boşanmalarda da artış yaşanmaya başlanmıştır. Boşanma
pratiklerindeki değişim toplumun genelinden bağımsız hareket etmemektedir.
Cemaat toplumlarının bir önceki kuşaklarda görülen kapalılığını kırması ve
modernleşmeye başlamasıyla kadınlar üzerindeki “mahalle baskısı” tamamen
ortadan kalkmasa da azalmaya başlamıştır.
Boşanmalarda
da Türkiye ortalaması neyse cemaat de öyle. O kadar benziyoruz ki, farklı
olamayız zaten. B2-9 (R, 43, E)
Boşanmalar
bir kınama sebebi değildir artık. Benim sınıfımdan o kadar çok boşanan var
ki... Türkle, Ermeniyle, Rumla evlenip boşanan çok var. Bunun herhangi bir
kıstası yok. Ama çocuklu olarak boşanan kendi yaş gurubumda... yok. Bunların
hepsi çocuksuzdu. B2-12 (R, 42, K)
Boşanmalar
arttı sebebi de çok basit. Kadının ekonomik özgürlüğü var. Bir kadın bir kocaya
niye tahammül eder? C1-12 (Y, 74, K)
Eskiden
kadın daha bağlıydı maddi açıdan, biraz da tabuydu. Boşanmış bir kadınsan
bitmişti senin hayatın. Şimdi öyle değil. Boşanan kadın daha fazla ayakları
üstünde duruyor. Mecbur değilsin artık o hayatı
çekmeye. Boşanmış bir kadın “kirli”
bir kadın değil
eskisi gibi. Oğlumun
sınıfında bir sürü anne ayrı, başka biriyle evlenmiş. Baya var, çok çok var.
Artık bu yadırganan bir durum değil, özellikle cemaatte. C2-14 (Y, 38, K)
Ermeni cemaati içinde
son yıllarda artış
gösteren boşanmalara sebep olarak İstanbul
ve Anadolu Ermenileri arasındaki kültürel farklılıklar da
gösterilmektedir. İstanbullular tarafından Anadolu kökenli Ermeniler, özellikle
birinci ve ikinci kuşak, daha geleneksel, doğulu, modern olmayan, “alaturka”
bir kültüre sahip olarak tanımlanmaktadır. İstanbullular söylemleriyle bu
sosyokültürel “farklılık”tan dolayı Anadolu kökenliler ile aralarında sosyal
hiyerarşi yaratmaktadırlar.536 İki grup arasındaki bu kültürel
farklılıkları “sonradan görme”, “görmemiş” gibi sıfatlarla nitelendirerek
ekonomik sermayenin her zaman kültürel sermayeye dönüşmeyeceğini
vurgulamaktadırlar.
Köylü-kentli
farkı pek kalmadı. Sınıf farkı kapandı gibi ama kültürel fark kapanmadı.
Samsunlunun Sivaslının çocuğu da diğerleriyle üniversiteye gidiyor. Bence
boşanmalar o yüzden arttı. Ben bu kültürel farka bağlıyorum. Eskiden seçerken
kendi seviyesine göre seçtikleri için, şimdi bu dışardan gelen “görmemişin
ailesi” üniversitede arkadaş seçiyor. Bu İstanbullu görgülü bir aile, öbürü
sonradan zengin olmuş bir aile. Evleniyorlar ama bir yerden kopuyor. O köyden
gelen aman ben Nişantaşı’nda oturayım diye tutturuyor, kaynana da ne diyorsun
sen ya diyor başlıyor tartışmalar. Ya da kızlar okumuş oluyor yine zengin diye
okumamış erkeklerle evleniyor. Çok boşanma var cematte. A1-11 (E, 50, K)
5.5.5.
Azınlıkların Eriyen Nüfusları Karşısında Karma Evliliklerin Kaçınılmazlığı
İlerde 30
sene sonra böyle giderse yok olucaz heralde. O zaman kel aynaklardan beter
olucaz. Ama seviyorsa nasıl karşı çıkıcan? (R,
61, E)
İstanbulun Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinde kendi cemaatlerinin dışından
biriyle yapılan karma evlilikler her üçü için de en önemli sosyal
problemlerden biri olarak görülmektedir. Bu problem karma evliliklerin artmaya
başladığı son 10-15 yılda daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Her
kuşaktan, sınıftan, cinsiyetten azınlık hem kendi hayatlarından hem de çevrelerindeki örneklerden yola çıkarak bu konuda yaşadıkları sıkıntıları ve zorlukları
536 İstanbul-Anadolu Ermenileri arasındaki bu sosyokültürel çatışma
üçüncü bölümde ele alınmıştır.
sayısız örneklerle aktarmaktadırlar. Gayrimüslim toplumların nüfusları
Cumhuriyetin başından itibaren belirli aralıklarla devam eden sürgün ve
göçlerin yanısıra, doğum oranlarının
azalması, ölüm oranlarının artması, boşanmaların yükselmesi, doğan çocuk
sayısındaki azalma gibi sebeplerden dolayı hızla erimektedir. Bu durumda,
cemaatler için kültürlerinin, dillerinin ve geleneklerinin devamını sağlamak,
soya dayalı azınlık kimliğini kan
bağı aracılığı ile devam ettirmek, İstanbul kent haritasında gittikçe büzüşen
nüfuslarını korumaya almak ve “varlıkları”nı kaybetmemek, yok olmamak adına
aile, en önemli toplumsal kurum haline gelmektedir. Günümüzde karma evlilikler
İstanbullu gayrimüslim cemaatlerin varlıklarını sürdürebilir olmasının
karşısında en büyül engel olarak durmaktadır.
Bir de
evlerde o zaman hep Rumca konuşurduk. Şimdi karma evlilikler çoğaldı. Evlerdeki
ortak dil Türkçe. Eskiden ilkokula gittiğimiz zaman Türkçe bilmeden gidiyorduk.
Evlerde Rumca konuşuluyordu. Şimdi çocuklar Rumca bilmiyor. Anne Türk veya
Ermeni genelde. Karma evlilikler çok arttı. En büyük sorunumuz bu. Kanayan
yaramız. B1-5 (R, 65, E)
Birinci ve orta yaş üstü ikinci kuşağın
temsilcilerinde Türk toplumunda görülen geleneksel kapalı aile yapısının hakim
olması, dini hassasiyetlerin ve azınlık psikolojisinin ağır basmasından dolayı
karma evlilikler bir “tabu” idi. O dönemde evlerde neredeyse bu konunun
konuşulması bile imkansız idi. Bu kuşağın temsilcileri azınlık kültürlerini
devam ettirebilmenin ve huzurlu bir aile yaşamına sahip olabilmenin ancak
toplumların kendi içlerinden evlilikler yaptıkları takdirde mümkün olucağını düşünmekte
idiler. Her toplumun içinde iyi/kötü insanlar olduğunu, “Rum-Yahudi-Musevi”
olmasının mutlaka iyi bir insan olunacağı anlamına gelmediğini düşünmekle
birlikte hem soylarının devamını sağlamak hem de dini-kültürel farklardan
kaynaklanacak olumsuzlukları önlemek için her kavmin kendi içinde evlilikler
gerçekleştirmesini savunmaktadırlar.
Ben anneme
deseydim mesela Müslüman biriyle evlencem diye ooo kıyamet kopardı, mümkün
değil olmazdı. Bu hissedilirdi ve söylenirdi. Bu baskı yaratıyor ve terste
tepiyor. Kimisi daha asi oluyor kimi de daha güvenlik istiyor. Karakteriyle de
alakalı bence insanın. Zaten konuşulmasına gerek yok bu devamlı işlenen bir
konuydu. “Çok iyi ama o Müslüman” denirdi... Ben de kızımın Yahudi biriyle
evlenmesini isterim. Yabancı bile olsa eğer Yahudiyse aynı çatının
altında aynı lisanı konuşacaklar. O birbirine yaklaştıran birşey. O din birbirine
yaklaştırıyor.
Hangi dinden olursa olsun, çocuk veya kız biriyle evleniyor hemen annesi veya
ananesi “Yahudi mi?” diye sorar. C1-8 (Y, 50, K)
Yahudi
olmayan biriyle evlenirse babası olarak birşey demem, bir soğuk su içerim. Anne
benden daha fazla tepki gösterir, ama sebep din değil. Kültür farklılığından
dolayı tepki gösterilir. Ben dindar degilim ama kızımın sinagogda evlenmesini
isterim. Yok oluyorsun… Benim zamanımda böyle bir risk yoktu, bu kuşakta var.
Ama bu tüm dünyadaki sorun.537 Her dini-etnik grup için bu geçerli,
kendi grupları dışına çıkmazsa daha fazla yaşama şansları var. Ben toplumların kendi içinden dışına
çıkmamaları gerektiğine inanıyorum. C1-4 (Y, 56, E)
Sonuçta
istediğimiz birşey olup olmaması değil, ha istemem ama olursa hayatımı
değiştirmez. Niye istemem? çünkü toplumun tam içinde olmaz. Mani mi olurum?
Hayır. Sevinir miyim? Tercih etmezdim. Yahudiyle de mutlu olacak diye bir
garanti yok. Herşey kişisel ama kişiselliği toplarsan bütün toplumu etkiler.
C1-3 (Y, 64, E)
Bir önceki kısımda cemaat içinden biriyle evlenme
konusuna bazı ailelerin aşırı baskıcı
bir şekilde yaklaştığı ve bu durumun kadınlar için özellikle ileriki
hayatlarında travma yaratacak sonuçlara ve boşanmalara vardığından
bahsedilmişti. Kimi durumlarda ise daha dramatik biçimde, karma evlilik
yaptıkları için çocuklarıyla ömür boyu konuşmayan aile fertlerine de
rastlanmaktadır.
Müslüman
damat istemezlerdi tabi. O şekilde değil de “Biz Museviyiz” şeklinde yapılırdı.
Kendi dinini bil şeklinde ikaz olurdu. Benim büyük dayım Müslüman bir hanımla
evlendi. Dedem dayıma küs öldü. O zaman mümkün mü? 50’lerden bahsediyorum. Uzun
süre ananemle dedeme söylemediler. Ama baba duyduğu anda kıyametler koptu. Ve
barıştıramadılar. Çok ters ve kötü karşılanan bir olaydı o zamanlar. C1-12 (Y,
74, K)
Karma evlilik konusuna birinci ve ikinci kuşak temsilcileri
tarafından çok tepkili ve olumsuz yaklaşılmasına ve aileler içinde
çok büyük sıkıntılara sebep olmasına rağmen
5372010
yılı verilerine göre Amerika’daki Yahudilerin yarısı karma evlilik yapmaktadır;
Yahudi hanelerinin üçte ikisi Yahudi
olmayan biriyle yapılan evliliklerden oluşmaktadır; lise çağındaki Yahudilerin
yarısının anne/babası başka dini-etnik topluluktan biriyle evlilik yapmıştır,
(Erişim) (http://www.bjpa.org/Publications/details.cfm?PublicationID=7861),
22.04.2016.
gerçekleştiğine dair de bir çok örneğe rastlanmaktadır. Üçüncü kuşaktan itibaren
ise bu durum değişmeye ve dönüşmeye başlamıştır. Türk toplumundaki
sosyal değişime paralel olarak, gayrimüslim kadınların ve erkeklerin eğitim
hayatlarını devam ettirip üniversite ve yüksek eğitim dereceleri aldıktan sonra
iş hayatına katılmaları kendi anne ve babalarının kuşağına göre çok çarpıcı bir
biçimde yükselmiştir. Bu bağlamda asıl sosyal kırılmanın üçüncü kuşakta
gerçekleştiği gözlenmektedir. Gene yukarıdaki kısımlarda bahsedildiği gibi, ikinci
kuşak Rum Yahudi Ermeni kadın
ve erkekler 18-20’li yaşları arasında, büyük oranda cemaat içinden biriyle
evlenip akabinde çocuk sahibi olmaktaydı. Çalışan kadın sayısı oldukça azdı;
hatta çalışan kadınlara “istisna” gözü ile bakılmaktaydı. Orta yaş altı ikinci
kuşakta ve üçüncü kuşaktan itibaren ise azınlıkların eğitim seviyesinin ve iş
hayatına katılım oranının artmasıyla karma evliliklerdeki artış paralel
gitmektedir. Gençlerin kapalı cemaat hayatından üniversite ve meslek hayatları
aracılığı ile geniş toplumun içine çıkmaları, toplumun farklı dini-etnik
bileşenleri ile karşılaşmalarını sağlamış; böylelikle kendi azınlık
toplumlarının dışından erkek/kadınlarla arkadaşlıklar kurarak flört etme ve bu
flörtlerin evlilikle sonuçlanma ihtimalleri de yükselmiştir. Günümüzde modern
sebeplerden kaynaklı, eğitim sırasında veya iş
hayatında tanışmaların evlilikle sonuçlanma oranı yaygınlaşmış durumdadır. Her
ne kadar birinci ve ikinci kuşağın temsilcileri için çocuklarının,
eşlerinin-dostlarının kendi dini-etnik cemaatleri içinden biriyle evlenmeleri
hala birinci sırada tercih edilen bir durum olmaya devam etse de onlar da
gittikçe azalan nüfusları karşısında gençlerin çok fazla bir şansları
kalmadıklarının farkına varmaktadırlar. Önemli olanın çocuklarının mutluluğu
olduğunu belirttikten sonra “Neva Şalom’da evlenmesini çok isterdim ama” demeyi
de ihmal etmemeleri yaşadıkları paradoksu yansıtmaktadır.
Orda bütün
olay gelenek. Dün akşam küçük kızımın oğlan burdaydı kız arkadaşıyla, kız
Müslüman. O kadar tatlı ki kız niye hayır diyesin? Ama “Yaa keşke bu çocuk bir
sinagog da evlenebilse... diyorsun. C1-12 (Y, 74, K)
Karma evlilikler söz konusu olduğunda Yahudilere özgü
olan bir kaç durumdan bahsetmek gerekmektedir. 20. Yüzyıl’ın başlarında, Cumhuriyetin ilk yıllarında, İstanbul’daki Yahudi cemaati nüfusu Sefaradlar ve Aşkenazlardan
oluşmaktaydı. İlerliyen yıllarda bu iki grup arasında karma evliliklerin
artması ve Aşkenazların yurtdışına göçleri sonucu İstanbul Yahudi nüfusu
Sefardileşmiştir. Fakat Yahudi nüfusunun kalabalık olduğu 1930-40’lı yıllarda
Yahudiliği oluşturan bu iki mezhep
arasındaki evlilikler neredeyse cemaat dışı bir evlilik
kadar ters karşılanmaktaydı. Aşkenazların Sefarad toplumuna göre daha
yüksek eğitimli olması, en az 2-3 yabancı dil bilmeleri, yüksek kültürel
sermayaye ve daha Batılı, modern bir hayat tarzına sahip olmaları iki grup
arasındaki kültürel hiyerarşiyi derinleştirmekteydi. Aşkenazlara göre ise
Sefaradlar “Doğulu, oryantalist, düşük eğitimli” olarak tanımlanmaktaydı. Aynı cemaate
mensub iki toplumsal grup arasındaki evlilikler bu sayılan sosyo-kültürel
farklılıklar yüzünden pek onaylanmamaktaydı. Kültürel sermaye burada sınıfsal ayrımları derinleştiren,
toplumsal hiyerarşiyi keskinleştiren bir manivela görevi görmektedir. Yahudi
cemaatindeki buna benzer bir duruma, yukarıdaki kısımlarda bahsedildiği gibi,
Anadolu ve İstanbul Ermenileri arasında da rastlanmaktaydı. 1950’lerden
itibaren ise İstanbul Yahudi cemaatinin yurtdışına, özellikle İsrail’e göçüyle
birlikte azalan nüfus karşısında ailelerin böyle bir talepte bulunma
ihtimalleri de azlaşmış ve iki grup arasındaki karma evlilikler artmıştır.
Ananemle
dedemin evliliğinde baya bir kıyamet koptu tabi; Aşkenaz ve Sefarad asla
evlenemezdi. Ananemin ailesi çok kaliteli bir Aşkenaz aileden gelme. Babası
tüccar. Altı kardeş de çift yabancı okul okudu. St.Benoite ve Alman lisesi
gibi. Şimdi böyle bir lüksümüz kalmadı tabi, buldun mu kapıcan (gülerek). Aşkenazların daha modern bölümü daha
Batılı. Burdaki Sefaradlar daha oryantalleşmiştir. C1-5 (Y, 57, K)
Yahudilerde yapılan karma evliliklerde en fazla Yahudi
erkek-Müslüman Türk kızı kombinasyonuna rastlandığı aktarılmaktadır.538 Bunun kabaca iki temel sebebi bulunmaktadır.
Birinci olarak, cemaat içinde Yahudi erkeklerinin Türk erkeklerine göre eş
olarak daha “makbul” kabul edildiğine dair yaygın bir toplumsal anlayış
bulunmaktadır. “Makbul” kelimesi ile evlerine daha sadık, eşlerine karşı daha
uyumlu, daha toleranslı, yumuşak, maço olmayan ve ailede hemen her konuda
kontrolü kadına bırakan bir Yahudi erkeği modeli çizilmektedir. Bu da Yahudi
erkeklerini geniş toplum içinde Türk erkeklerine göre evlilik için daha
“popüler” adaylar haline getirmektedir. Bir diğer üzerinde durulan nokta da
Yahudi ailelerinde kesinlikle dayak gibi kadına karşı fiziksel şiddet
uygulanmadığı üzerinedir. Türkiye’yi de içine alan coğrafyada kadına karşı
şiddetin çok yüksek oranlarda olması daha çok İslamiyet ile
ilişkilendirilmekte, kadının bu coğrafyada değersiz görüldüğü aktarılmakta,
herhangi bir Yahudi ailesinde ise kadının daima
el üstünde tutulduğunun altı çizilmektedir.
538 Her bir cemaat
için gerçekleşen karma
evliliklerin cinsiyet bazında
dağılımına dair nesnel
bir dataya, bu alanda yapılmış bir çalışmaya
rastlanmamıştır.
Ailedeki
toplumsal cinsiyet temelli
rol kalıpları, erkeğin
otoritesi ve hegemonik baskınlığı üzerine özellikle ideolojik açıdan İslam’ın rolü
üzerinde durmaktadırlar.
Bu eşitsizliğin ve kadının ikincil rolünün dinden
kaynaklı olduğunu (Kandiyoti, 2007:92) düşünmektedirler. İslam’ın ataerkil ve
kadın hakları karşıtı olduğuna dair bir değer yargısına sahiptirler (A.e., s.93). Yahudilik dinen her ne
kadar ataerkil bir din olsa da toplumsal yaşamda ataerkil
yapının sürdürülmediği, Yahudilerin Müslüman ailelere göre daha
modern, batılı bir aile yapısına sahip oldukları, hane içinde kadın-erkek
eşitliğinin hüküm sürdüğü, hatta birçok ailede gerek çocuklarla ilgili her
türlü kararda gerekse bütçenin oluşturulması ve harcamalar konusunda kadının
sözünün daha ağırlıklı olduğu argümanı öne sürülmektedir. Bu bağlamda Yahudi
bir kadının ataerkil Müslüman Türk bir erkekle evlenme ihtimalinin düşük
olduğunu belirtmektedirler. Bir diğer taraftan da Müslüman gelin sayısındaki
artış Yahudi erkeklerin son yıllardaki talebine göre de değerlendirilmektedir.
Yahudi bir ailenin başta karşı çıkmasına rağmen sonrasında, Müslüman gelinlerin
Yahudilere göre daha az şımarık olmaları, anne-babaya daha fazla saygı ve
hürmet göstermelerinden dolayı “içeriye” kabul edilmektedirler. Hatta kimi Yahudi
erkeklerin bu sebeplerden dolayı Müslüman kızla evlenmeyi tercih ettiğini
vurgulamaktadırlar.
Müslüman
çevrenin içinde Yahudi erkeği makbuldur lafı vardır, daha iyi bakar, dayak
yoktur... Etiler’de ünlü bir kuaför var Bahçecikmiydi neydi, neyse, N. (arkadaşı) ordaydı bir gün ve iki tane 23 yaşlarında
hoş genç kız oturuyormuş yanında. “Ay” diyor kızlar, “geç olmadan bir tane
Yahudi erkeğe kapak atmak lazım, evliyse de boşatırız” demişler. N. Kalakalmış!
Zaten dokuz tane Müslüman gelin alıyorsak bana göre bir Müslüman damat
alıyoruz. Niye gitsin ki ataerkil bir aileye kız? Şimdi Müslüman gelinler çok
arttı. Müslüman gelin alan kayınvalideler çok memnunlar, daha çok hürmet
ediyorlar, çok saygılılar, şımarık değiller. Benim var arkadaşlarım Müslüman
gelini olan çok çok memnunlar. Başta hep karşı çıktılar ama şimdi laf
ettirmezler. C1-5 (Y, 57, K)
Ben kızımla
şöyle bir konuşma
yapmıştım 16 yaşındaydı: Musevi biriyle evlenirse
nasıl daha mutlu bir hayatı olacağını anlattım. O zamanlar daha bu kadar
şey değildi... Onların (Müslüman-Türklerin)
karılarından, evlerinden ayrı bir hayatları oluyor, icabında elleri havaya
kalkabiliyor. Benim tanıdıklarım arasında var. Benim kızım bunları duyunca
delirdi, nasıl böyle bir genelleme yaparsın
diye. Haklı tabi ama ben de bana aktarılanı aktardım.
Zaman o kadar degişti ki şu an böyle bir fark var mı soru işareti. Şu an Museviler
çok Türkleşti. Dünyada yaşam şekilleri farklılaştı. Ama eskiden böyle
değildi. C1-8 (Y, 50, K)
Bizim
ailede ataerkillik yoktu. İki tarafta eşitti. Hiçbir zaman için kadın mı erkek
mi öyle bir düşünce olmadı. Müslüman karısını döver, Yahudi dövmez. Nokta.
Eşitlikçi düşünmeyiz bile, eşitiz. Bir ayrımımız yok ki? Birinci kriter bir
Yahudi erkek kadına el kaldırmaz. Maalesef Müslümanlarda kadına el kaldırma
oranı çok yüksek. Eğitimli seviye içinde geçerli bu. O dönemlerde DNA olarak
Türk kökenli erkeklerde kaba kuvvete başvurma ihtimali olduğuna inanıyorum. Bir
Yahudi erkek asla el kaldırmaz. Uzakdoğu’daki Müslümanlarda el kaldırma yoktur,
Ortadoğu’daki Müslümanlarda vardır. Benim çevremde Müslüman çok genç kızlar hep
Yahudi bir erkekle evlenmek isterler. Düşüncelerinde yatan şey: Hayatım boyunca
bana hiçbir zaman kötü davranmayacaktır. Bahsettiğim kızlar çok yüksek
eğitimli, ekonomik özgürlükleri olan… Sizler bile bunu beyninizin içinde
taşıyorsanız ben de kızım adına taşıyım. C1-4 (Y, 56, E)
5.5.6.
Rum, Yahudi ve Ermeni Genç
Kuşaklarda Bir Dilemma Olarak Karma
Evlilik
Annemlerin
başka dinden biriyle olmamı istemediklerini biliyorum. Bu sözle söylenmese bile anayasadır. Hiçbir zaman birini ayarlamaya
tanıştırdıklarında adı ‘Ayşe’ olmaz. (E, 36, E)
Günümüz İstanbul’unda gayrimüslim azınlık olmanın en
zor yanlarından biri de son derecede kozmopolitlemiş modern
bir metropolde, nüfus
olarak büzüşmüş ve mekansal olarak dağılmış bir cemaatin kuralları
içinde hareket etme zorunluluğudur. Bu zorluk en yoğun olarak genç kuşakları etkilemektedir. Gayrimüslim genç kuşaklar
artık okul hayatlarından itibaren kültürel olarak karmaşıklaşmış ve sınıfsal
olarak ayrışmış bir toplum içinde sosyalleşmektedirler. Maddi, sosyal ve
kültürel sermayelerin bir toplamı olarak ortaya çıkan sınıfsal beğeniler
kişisel ve duygusal ilişkilerin temelini oluşturduğu bir toplumda cemaat-içi ilişkiler
de sınıfsallaşmaktadır. Bu durumda gençler açısından cemaat içi etkileşimle
oluşacak arkadaşlıklar ve her türlü sosyal ve duygusal ilişki olasılığı da
giderek düşmektedir. Özellikle üniversite ve iş hayatı gençlerin
kendi sosyal çevrelerini oluşturdukları ve sonraki
hayatlarının
temelini oluşturacak ilişkileri inşa ettikleri karma mekanlar olarak cemaatin önüne geçmektedir.
Diğer yandan gayrimüslim cemaatlerin nüfuslarındaki
büzüşme, gençleri flört etmek için kendilerine uygun aday bulma konusunda zorlamaktadır. Azınlık cemaatlerinde
gençlerin kendi yaş gruplarındaki çevresi belli bir sayıda insandan
oluşmaktadır. Hemen hemen herkes birbirini yakından tanımasa bile en azından
isim olarak, ailesinin ne işle uğraştığını, hangi okullardan mezun olduğunu,
hatta daha önceki flörtlerini bilecek kadar tanımaktadır. Bu kadar az bir nüfus içinde beğenecekleri,
anlaşacakları birini bulmanın zorluğundan sıklıkla yakınmaktadırlar. Çevrenin
dar olması sonucu beğendiği kızın/erkeğin, yakın çevresinden, akrabalarından
biriyle daha önce flört etmiş olma ihtimali cemaatin niceliksel azlığından
dolayı yükselmektedir. Bu durumu gençler büyük bir “sıkışmışlık, çaresizlik,
rahatsızlık” durumu olarak tanımlamaktadırlar. Çocukluklarından itibaren aileleri
tarafından bilinçaltına aşılanan “kendi dininden, kanından biriyle evlen”
söylemi günümüzde cemaatlerin demografileri göz önünde bulundurulduğunda genç
kuşakta büyük bir baskı yaratmaktadır. Cemaatlerin kapalı ve muhafazakar bir
toplumsal yapıya sahip olmaları da ailelerin çocuklar üstünde kurdukları bu
baskıyı kuvvetlendirmektedir. Farklı dini-etnik toplumdan biriyle evlenen kişi
hakkında dedikodu mekanizması cemaatler içinde çok hızlı çalışabilmekte,
aileleri dışında eş, dost tarafından da “onaylanmama ve kınanma” durumu ile
karşılaşabilmektedir. Kimileri bu baskıdan dolayı farklı dini-etnik
topluluklardan biri ile yaşadıkları ilişkilerde kız/erkek arkadaşını ailesiyle
hiçbir zaman tanıştırmamış; ilişkiyi daha fazla ciddileşmeden bitirmek zorunda kalmış;
hatta başlamadan sonlandırmak zorunda “bırakılmışlardır”. Üzerlerinde
hissettikleri bu baskıyı “görünmez bir
ambargo var” sözleri çok açık ifade etmektedir. Aileler tarafından bir kız
ile tanıştırılmaya çalıştıklarında o kızın isminin hiçbir zaman “Ayşe”
olmadığını vurgulayarak cemaatler içinde çöpçatanlık faaliyetlerinin kuvvetli
çalıştığını aktarmaktadırlar. Aynı cemaatten biri ile flört etmeye
başladıklarında cemaat içi çalışan hızlı dedikodu mekanizmasıyla ve aileleri
tarafından “evlenmeleri gerektiği” konusunda sözle ifade edilmese de
üzerlerinde hissettikleri baskı yüzünden aynı cemaatten kimseyle bilinçli
olarak beraber olmadıklarını itiraf etmektedirler. Cemaat hayatını “koca bir
aile” ifadesiyle tanımlarken, olumlu yanları olduğu gibi azınlık bir topluma
ait olmanın kendi içinde olumsuzlukları da barındırdığını vurgulamaktadırlar.
Bu olumsuzlukların başında kapalı ve geleneksel yapıları olan cemaatlerin
içinde çokça dedikodu yapılması gelmektedir. Cemaat içinde herkesin herkes
hakkında, özellikle evlilikler, ilişkiler, boşanmalar söz konusu olduğunda, yorum yapma ve soru sorma hakkını bulmasını,
mahremiyetlerinin kalmamasını ve bu yüzden özel alanlarının daraldığını
eleştirmektedirler. Kimileri de evlilik konusunda kurulan bu baskıdan dolayı
kendi cemaatlerinden uzaklaştıklarını hatta tepki olarak kiliseye bile
gitmediklerini aktarmaktadırlar.
“My Big Fat
Greek Wedding”i izledin mi? O aynı bizim hayatımız işte. Greek’i çıkart
“Turkish Jews” yap. O gürültülü hayat, birbirini evlendirmeye çalışma sürekli,
aman içimizde kalalım 80.000 çocuk
yapalım ve hepsini besleyelim... C2-9 (Y, 32, K)
Babam beni
evden kovdu Müslüman biriyle çıkıyorum diye. İki torbayla en yakın arkadaşıma
taşındım. Evlatlıktan çıkarırım diyen bir tipti babam. Bu olduğunda 23
yaşındaydım. Anneme pek laf düşmezdi. Ama bak ilk tercih olmayı bırak öyle bir
tercih yoktu ki! Şu anki erkek arkadaşım Müslüman, artık karışmıyorlar tabi.
C1-18 (Y, 50, K)
Ne zaman ki
buluğ çağı bitiyor, sevgililer devreye giriyor, ondan sonra tabi panikler
başlıyor ailelerde. Ben ilk etapta erkek çocuk olduğum için pek yaşamadım ama
din farklılığı yüzünden çok sevgilinin ayrıldığını biliyorum. Kendim
de yaşadım. Ayrı dinden olmaz
diyordu açık açık annem. Zaten kapalı bir toplumuz.
Söz konusu çocuk olunca herşey değişiyor. Eyvah napıcaz paniği! Yani o yüzden ikimiz
de salya sümük ağlaya ağlaya öpüşe öpüşe o taxiye ben taxiye binip gitmiştik. Senin dindar olup olmaman sıkıntı değil. Ama
biz azınlık olduğumuz için kim kiliseye gidiyor kim gitmiyor herkes kontrol
altında. Biri biriyle evlendiğinde “Aa bak
gördün mü Müslümanla evlendi”! lafı çıkar hemen. B2-2 (R, 37, E)
Ada’da Müslüman
kız arkadaşım oldu, en güzeli hem de
(gülerek). Müslüman
bir kızla çıkınca, bu
yaşlarda çok dışlanma yaratırdı cemaat içinde fakat o yaşlarda yani 20’li yaşlarda da zaten çok takılırdık. Ciddi
hiç ilişkim olmadı ama. Evlenme boyutuna gelecek birşey yaşamadım ben. Belki
kafamın arkasında “olmayacağını” bilmenin farkındalığı vardır ve ben o noktaya
getirmiyorumdur. Fakat çok arkadaşım var ki aile zoruyla ayrılan. En yakın
arkadaşım 3 sene çıktı Müslüman bir kızla ve çok aşıktılar. Ve aile zoruyla
koparıldı. Sonra şansa Musevi bir kızla evlendi. Travma tabi. Baya güncel bir
konumuz, hala bekar olan gerçekten çok yakışıklı ve çok güzel kızlar var ama
bulamıyorlar birbirlerini. Veya uymuyorlar. Çok zor birşey. En “hardcore” konu
bu. Sosyal bir problem bu. C2-11 (Y, 33, E)
Ada’ya ama
her gittiğimde mutlaka duyarım o dedikoduları. Çocuk bana dedi ki “Sen evlenip
boşanmışsın” dedi. Dedikoduya bakarmısın, hiç güzel birşey değil bu. Benim
annem babam da o camianın içinde. Anneminde kulağına geliyor bunlar,
sinirleniyor. Hiç kimsenin tanımadığı Müslüman bir çocukla çıktığın zaman kafan
daha rahat oluyor. A2-2 (E, 28, K)
Ermeni bir
kız arkadaşın olduğu zaman çevrende daha çabuk “welcoming” oluyor. Mesela şöyle
laflar duyuyorsun çevrenden “İyi kızdı ama... Ermeni olsa daha iyiydi”. Çok
abes geliyor bana. Dümdüz bakıyorlar, at gözlüğüyle. A2-12 (E, 29, E)
Ben bu
konuda en büyük sıkıntıyı şöyle yaşadım. 2008’de kuzenimle bir seyahate gittim ve orda bir çocukla tanıştım.
inanılmaz iyi ve tatlı bir insandı. Ben hayatımda o zaman kadar öyle bir adam
görmemiştim. Çok beğenmiştik birbirimizi. Bir gün oturuyoruz boynumda da haç var. Neyse, tekne
gezisindeyiz, çocuk ismi mi sordu. Konuşuyoruz ama isim misim söylemiyorum,
isim sorduğu anda bitecek çünkü! N. diyince yıkıldı çocuk. N’oldu İ.? dedim,
‘İsmin N. olmasaydı herşey çok iyiydi” dedi. Babası da annesi de hacıymış
çocuğun. “Annem seni tanısa tapar adını duyunca kalp krizi geçirir” dedi. Dedim
ki benim ki tapmayı bırak direk kalp krizi geçirir (gülerek). Çok zordu ama ya 3 ay ağladık telefonda.
Hala da görüşüyoruz arada. Antalya’ya kaçtı zaten, orda bir iş buldu ve gitti.
O yüzden insanlara hep derim istemezsen olmaz. O da isteyemedi ben de
isteyemedim. Ailelerden dolayı tabi… A2-7 (E, 31, K)
Böyle
olmasaydı (baskı) belki de bir
Arap Ortodoksla evlenecektim. Ya da bir Müslümanla evlensem bile kiliseye daha
sık gidicektim. Belki çocuğuma kendi tarafımdan dinimi ve kültürümü anlatma
hevesi içinde olucaktım. Farklı gelişebilirdi hikayeler... B2-13 (R, 33, K)
Zaten
kendini şartlıyor bilinçaltında zaten var. Cemaatin içinden bakıyorsun, kim
varsa ona yaklaşmaya çalışıyorsun. Artık herkes birbiriyle çıkmış oluyor. En
yakın arkadaşınla çıkmış filan, istemezsin ki artık. Ben istemem en azından.
B2-5 (R, 36, K)
Benim her
dinden kız arkadaşım oldu, kendi dinim hariç (gülerek). Kendi dininden olunca toplumun içinde
olduğun için daha ciddi sorumlulukların çıkıyor ortaya. Çevre bizde çok meraklı,
konuşmayı çok sevdiği
için, küçük toplum
herkes birbirini tanıyor,
kim ne yapmış
onu konuşuyorlar sadece. Kendi
cemaatinden olunca daha ciddi bir ilişki yaşamak zorunda kalacaksın ve
gizliliği kalmayacak. O yüzden ciddi ilişkilere giremedim pek. Herkes olsun ama kendi cemaatimden olmasın derdim
kendime. Farklı dinden olduğumuz için tanıştıramadım. Özür dileyerek ayrıldım, utanarak. Ben kimseyi
ailemle tanıştırmadım. Benim annem dindardır, Ortodoks çünkü.
Başka dinden biriyle olmamı istemediklerini biliyorum. Bu sözle söylenmese bile
anayasadır. Hiçbir zaman birini ayarlamaya tanıştırdıklarında adı “Ayşe” olmaz.
Zaten bilerek böyle başlıyorsun ve istemeden kırıyorsun karşındakini. Bana çok
büyük ders verdi bu ilişkiler. Çok büyük bir dilemma. Gereksiz bir duvar… A2-13
(E, 36, E)
Ermeni
kızlarla Müslüman kızların ilişkide davranışlar farklılaşıyor tabi. Ermeni bir
kızla çıkınca otomatik evlenilecek gözüyle
herkes bakıyor. Anında duyuluyor kim kimle çıkmış. Bu iki tarafa da baskı yaratıyor.
Müslüman bir kızla böyle bir derdin olmuyor. A2-10 (E, 39, E)
Birçok gayrimüslim genç ailelerinin dindar ve
muhafazakar olmamalarına rağmen kırmızı çizgilerinin evlilik olduğunu
aktarmaktadır. Soyun karışması ve asimilasyon tehdidinin dışında bazı ailelerde
karma evliliklere kesinlikle karşı durulması, hatta çocuklarını reddetme
noktasına gelinmesinin arkasında geçmişte yaşanan travmalar gelmektedir. Kimi
ailelerde yakın bir akrabanın (genelde kadın) Müslüman Türk biriyle
evlenmesinden sonra kültürel olarak asimile olması, ismini değiştirmesi,
cemaatten uzaklaşması, hatta en uç nokta olarak din değiştirmesi ebeveynlerde
büyük bir travma yaratmıştır. Bu tür yaşanmış olumsuz tecrübeler çocukları
üstünde daha fazla baskı oluşturmalarına sebep olmaktadır.
Biri varken
biliyordu Müslüman olduğunu annem, “Bunu seçersen biz olmayacağız” dedi,
gözünde yaşla söyledi. O zaman çok kızmıştım, bugün üzüntüyle bakıyorum. Benim
annemin fanatikliği yoktur hiç, iş evliliğe gelince…
Asla ve asla olmamasından yanaydı.
Orda kendi teyzesiyle yaşamış olduğu bir durum vardı. Müslüman biriyle
evliydi. Sonra bu 6-7 Eylül
Olayları’nda kocası “Onları ancak Müslüman olursan saklarım” demiş ve ancak
öyle korumuş. Teyzem Müslüman olmuş. Annem ondan sonra tabi… teyzem Müslüman
mezarlığında gömülü. Bunu anlatır hep. “L. bey bile bunu yaptıysa bir gün
mutlaka sana da yaparlar” derdi. B2-15 (R, 38, K)
Kalabalık
olduğumuz zamanlar karma evlilik hoş karşılanmazdı. Zaten kalabalık, neden
kendinden birini almadı denirdi. Ama şimdi değişti artık. Benim kuzenlerim
karma evlilik yaptı, o dönemde kıyamet koptu. Torun doğunca barıştılar. Kız Rum
çocuk Türktü. Orda bir tarafın fedakarlığı daha fazla oluyor. Mesela oğlan
tarafı kabul etti torunun vaftiz edilmesine. Patrikhaneden kağıdı aldı, böylece
bizim okullara gidebilir. Zaten iyice azalmış bir cemaatiz. Genelde bu arada
kız Rum erkek Türk olur. Eskiden buna çok tepki gösterilirdi çünkü kızları
döndürmeye çalışırlardı, Maria Meryem olurdu, Türk çevresine girerdi. Bu yüzden
eskiden hoş karşılanmazdı. Bir de soy bitiyor Türkle evlenince. Şimdi değişti
artık. Artık üniversiteye gidiyorsun, iş hayatına giriyorsun, sosyal çevren
genişliyor. Çok normal karışman artık. Eskiden kalabalık zamanında daha içine
kapalıydı cemaat, o kalabalıklığın verdiği bir güven vardı. B2-12 (R, 41, K)
Tüm bu zorlukların yanı sıra son 10-15 senede
gençlerin kendi anne-babalarının kuşağına oranla hem okul hem iş kaynaklı
sebeplerden dolayı geniş topluma daha fazla entegre olmaları ve yerel değil
küresel olmaları her üç cemaatte de karma evliliklerde artış olmasına sebep
olmaktadır. Aynı dinden biriyle evlenirlerse ailelerinin çok mutlu olacağını,
bunun kendi hayatlarını da kolaylaştıracağını düşünmektedirler. Fakat aynı
sosyokültürel dünyayı paylaşmaları en az din faktörü kadar hatta bir çoğu için
çok daha fazla önem arz etmektedir. Karma evlilik yapanların sosyal
profillerinde şu ortak özellikler dikkat çekmektedir: dindar değiller, etnik
kimliklerine ve dillerine sahip çıkıyorlar, bir önceki kuşaklara göre çok daha
az muhafazakarlar, kapalı cemaat hayatından ve yarattığı sıkışmışlıktan
rahatsızlar, geniş topluma oldukça entegreler, yüksek eğitimliler, hemen hepsi
çalışıyor, gelenek ve göreneklerine bağlılar, çocuklarına farklı kültürleri ve
dinleri tanıtıp seçimi kendisine bırakıyorlar, çocuğun azınlık dilini (Rumca,
Ermenice) kültürün devamlılığı açısından öğrenmesini istiyorlar, cemaat ve
geleneksel değerlerden öte “mutluluk, vicdan, hoşgörü” gibi evrensel değerleri
daha fazla ön plana koyuyorlar.
Sadece Rum
diye evlenmem tabi ki. Eğitim, kültür, din, dil... bunlardan bir tanesi de Rum
olması. Ama kız arkadaşlarımdan Rum hiç olmadı. Annemler Rum olursa çok
sevinirler. Olmasa da üzülür ama şart koşmaz. B2-2 (R, 37, E)
Ben biriyle
dini aynı ama kafam uymuyorsa evlenemem. Benim için önemli olan kültür.
Benimle aynı masada
nasıl yemek yiyor,
nasıl evde benimle
vakit geçiriyor. Benim
erkek arkadaşım Müslüman, bizim
ritüelleri anlatıyorum. Bunları zaten karşıma aldığım insana yavaş yavaş empoze
ediyorum. Camiye de gidiyorum. Senede zaten toplasan üç gece kutluyoruz,
yılbaşı, paskalya… sağlıklı bir çocuğum olsun dinini kendi seçsin. Ben ona iyi
bir insan olmasını öğreteceğim sadece. Ama hem benle kiliseye gelmesini bilsin
hem babasıyla camiye gitmesini bilsin. Bana öğretildiği gibi. B2-5 (R, 36, K)
Bana
gençken annem de babam da tek bir öğütte bulundular, annem “Benim gibi Müslüman
bulursan evlen”, babam da “Annen gibi Müslüman bulursan evlen” dediler. Çünkü aile kültürü çok önemli. Benim
karşıma oturup konuşabileceğim bir aile olmalı. “Ermeni olsun ne olursa
olsun” asla demem,
Müslüman kızla da evlenirim önemli
olan kültür seviyesi. A2-12
(E, 29, E)
Müslüman
biriyle evlenirsem çocuğumun sünnet olmasında bir sorun yok benim için; iki
kültürü de öğretirim sonra kendisi karar verir. Artık Ermeni okullarında karma
evlilik çocukları da okuyor. İlkokulu Ermeni okulunda okusun istiyorum.
Tamamıyle dili öğrensin diye. Cemaate yakınlaşıyorsun, kopmuyorsun. A2-9 (E,
29, K)
Karma evlilik
daha fazla görüyorum çevremde. Karma evlilik önündeki tabular yıkılmaya
başlandı artık. Cemaatin karma evliliklere karşı yaklaşımı var ama ben sağlıklı
bulmuyorum. Aynı dinden olup mutsuz olan da bir sürü insan var çevremde. Günün
koşullarının gerçekliğiyle hareket etmek ve adil olmak lazım, ben böyle
düşünüyorum. B2-9 (R, 43, E)
Kendilerini daha dindar, geleneklerine daha düşkün
olarak tanımlayan Yahudiler arasında İstanbul’daki cemaat içinde niceliksel
azlıktan dolayı eş bulma şanslarının fazla olmadığını düşünüp İsrail’e göç
edenlere son bir kaç yılda rastlanmaktadır. İsrail Yahudi ırkından biriyle
evlenebilmek için ilk tercih edilen ülkedir.
Burda
cemaat içinden biriyle evlenmek artık çok zor, ben istiyorum Jew olsun,
İsrail’de şansın daha fazla. Bakalım bu bir sene içinde görücez... Cemaatten
birini bulup aşık olup evlenme şansın da az. Herkes ya eski çıktığın ya
arkadaşının kuzeninin eski sevgilisi… C2-6 (Y, 32, K)
Yahudi cemaati içinde son yıllarda çok küçük bir
cemaat olan İzmir Yahudileri ile İstanbul Yahudileri arasındaki evliliklerde
artış gözlenmektedir. İzmirli gençlerin üniversite okumak veya iş fırsatları
için İstanbul’a gelip yerleşmeleri iki toplum arasındaki evliliklerin önünü
açmaktadır.
Cemaat çok
küçüldü ya muhakkak biriyle çıkmış, beraber olmuş oluyor, dönüyor dolaşıyor
aynı insanlarla beraber oluyorsun. Şimdi İstanbul-İzmir trafiği var. Daha önce
gelinlerimiz vardı şimdi damat transferi taze. Damatlar artık İstanbul’a
okumaya geliyor burdan kız alıyor ve kalıyor. C1-5 (Y, 57, K)
Benim bir
tane Musevi erkek arkadaşım oldu o da çok yakın bir sürü arkadaşımla beraber
olmuştu. Arkadaşlarımdan biri iyice evde kaldığına inandırdı kendini, evde
kalmadı aslında Yahudi adam kalmadı. Çünkü erkekler illa senin çevrenden,
ailenden biriyle beraber olmuş oluyor. Git kardeşim bir Müslüman adam bul ne
olucak ki? Şimdi İzmililerle beraber oluyorlar. C2-9 (Y, 32, K)
Karma evlilik yapanlar veya ailelerinde karma evlilik
yapmış bulunan gayrimüslimler evliliklerde din ve kültür farklılığından dolayı
sorun yaşanmamasının en büyük sebebi olarak iki tarafın da aynı sosyo-kültürel
aile yapılarına sahip olmalarını göstermekteler. Aynı yaşam tarzı ve dünya
görüşüne sahip olmak dini-kültürel farklardan oluşabilecek sorunların da
üstesinden gelmelerinde en büyük kolaylığı sağlamaktadır. Etraflarındaki karma
evlilik yapanları örnek göstererek iki tarafın da birbirlerinin dini
adetlerine, geleneklerine, ritüellerine
saygı duyduklarını, beraber kiliseye/sinagoga/camiye gittiklerini,
birbirlerinin anne-babalarına büyük saygı gösterdiklerini, zor zamanlarda
yanlarında olduklarını ve sahiplendiklerini aktararak hoşgörünün önemini
vurgulamaktadırlar. Diğer bir taraftan ise, kimi karma evliliklerin yaşandığı
ailelerde karşı tarafın (kadın-erkek) tam anlamıyla hiçbir zaman “içeri”
alınmadığı, sevilse ve sayılsa da araya hep bir sınır çizildiği, “hiçbir zaman
enişte olmadı, her zaman S. abi oldu” sözleriyle aktarılmaktadır. Kabullenmeme
durumu ailelerin sosyal ve kültürel yapılarına göre değişiklik
gösterebilmektedir.
Bizim
zamanımızda Ermeni olmayan biriyle evlenmek kabul edilemeyecek birşeydi. Şimdi
artık dışlanmıyorlar eskisi gibi. Rum da kapalıdır ama. Türk de öyle bence, çok
mu bayılıyorlar dışardan başkasıyla evlenmeye? Yooo. Haklı da bence,
biryerden kopacak,
kopuyor. T. beyle kopmadı bizim,
çünkü çok Avrupai bir adamdı. Annemler hayattaydı o zaman, T. bey’in göçmen
olması işi örttü. Çok sevdiler gerçekten sonra. Anneme “mama mama” derdi hep,
bayramlarda kiliseye götürürdü arabayla hep. A1-6 (E, 65, K)
Yeni
kuşağın sosyalleşmesi daha fazla geniş toplumla. Çok daha fazla bize göre.
Bedelini ödüyor cemaat, sayı azalarak. Ben kızıma kalkıp da Yahudi ile evlen
diyebiliyor muyum? İnsan ırk ayrımı yapmamalı ama huzurlu ve mutlu insanlar
kendi çevrelerinde mutlu olurlar. Bu Müslüman için de geçerli. Kızıma sor bütün
yakın arkadaşları hepsi Müslüman. Bir Yahudi arkadaşı yok o kadar samimi
olduğu. Eşi Müslüman ama Kippur’u tutar. Hamursuz bayramını tutar. O geceyi,
geleneği devam ettirir. Adetleri mutlaka yerine getirir. Eşi de hoşgörüyle
yaklaşıyor. C1-3 (Y, 64, E)
Evlenirken
bilinaçltında “Yahudi” olsun mutlaka vardır. Sistem böyle çalışıyor bizde. Hele
büyükanneler filan çok tutucudur bu konuda. Bizim ailede var, kuzenimin eşi
Müslüman. Anane hayatta kabul etmezdi. Tesadüfen öyle bir tanıştı ki bunla ölüm
döşeğindeydi. Ve bu Ş. (damat) herkesten
daha yardımcı oldu ona, işler değişti tabi. C1-3 (Y, 64, E)
Eşim de
Ermeni. Halam var, her iki beyi de Müslümandı. Patırtı değil ama önce bir
soğukluk vardı. Enişte olamadı, hep S. Abi oldu. Halam her Müslüman bayramında
veya Ramazanda S. abinin bütün icabetlerine katılırdı; S. abi de aynı şekilde
40 günlük oruçta bile halamın yanındaydı. Halam hala sağ ve hala Hıristiyan, S.
abimi Müslüman olarak gömdük. Nasıl anlatsam.... Aynı toprakların insanıyız ve
kültürümüz aynı. Ama dinin getirdiği kültür, orda patlama ihtimali çok fazla. Beni bir tek bu tedirgin
eder. Ama bunu dile getirince
kızımın dehşetli bakışlarını gördüm. Bir Müslüman erkek arkadaşı vardı
bunu duyduğumda gözüm mü seyirdi ne
bana inanılmaz gözlerle baktı (gülerek). Eğer Müslüman biriyle evlenmek isterse yine gözüm seğirir. Bu bir haber
olur bana verilen çünkü öyle eğittim, benden izin istemez. Kararlarını bize
bildirirler. Gözümün seğirmesi endişedendir. Adam önemlidir sonuçta. Hep onu
söyleriz dualarımızda şu var bütün evlatlar için “Allah iyi insanları karşısına
çıkarsın”. Bu en önemli dua bence. Ya iyi insan vardır ya kötü insan. Dedigim
gibi “ama”nın tek sebebi istatistiki bilgi. A1-10 (E, 60, E)
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin,
Osmanlı modernleşmesi ile başlayan hukuksal statü değişimleri onları eşit vatandaşlığa yakınlaştırsa da I. Dünya Savaşı
ve sonrasında dünyadaki yeni siyasi dengeler ve milliyetçilik akımları
bunu engellemiştir. I. Dünya Savaşı sürerken 1915 yılında Ermeniler ve savaş
bittiğinde de İstanbul merkezi hariç, İstanbul çevre yerleşmeleri de dahil tüm
Anadolu Rumları ülke topraklarının dışına çıkarılmıştır. Yahudilerde ise 19.
Yüzyılın sonlarından başlayarak 1948’de İsrail Devletinin kuruluşuna kadar
marjinal sayılabilecek sayılarda, kitlesel olmayan göçlerle Filistin
topraklarına gönüllü olarak göçler gerçekleşmiştir.
Cumhuriyetin homojen bir ulus devlet olarak inşası ile
her üç cemaatin Lozan Antlaşması ile tanınan statüye bağlı olarak kendilerini
azınlık olarak yeniden inşa etme süreçleri birbiriyle uyumlu ve demokratik bir
azınlık-devlet ilişkisi olarak gerçekleşmemiştir. İki dünya savaşı arası
dönemde Almanya ve İtalya’da yükselen radikal milliyetçiliğin (nasyonel sosyalizm) Avrupa’da bir güç haline gelmesi
ve II. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye siyasetinde de belirgin etkisinin olması, Türkiye’nin
kendi azınlıklarını, öteki, yabancı, düşmanla işbirliği yapma ihtimali olan,
homojenliği bozan, bize ait olmayan olarak görme eğilimini arttırmıştır.
Azınlıklar, bu yeni kurulan modern Cumhuriyetin vatandaşları olarak
kimliklerini yeniden kuracakları ve vatana aidiyetlerinin vatandaşlık esasıyla
yeniden oluşacağı bir süreçte büyük engellerle karşılamışlardır. Bu nedenle
İstanbul’un gayrimüslim azınlıklarının vatandaş olma deneyimleri hem ortak hem
de her bir cemaat için ayrı ayrı sadakat sınavları ile deneyimlenmiştir. Her üç
cemaatin mensupları tam anlamıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduklarını
hemen her alanda (gündelik yaşam, kamusal alan, politik alan ve hatta özel
alan) sürekli hatırlatmak ve aynı zamanda sadakatlarıyla kanıtlamak zorunda kalmışlardır. Bu vatandaşlığı
kanıtlama pratiği birinci ve ikinci kuşaklarda daha yoğun olmakla birlikte
üçüncü ve dördüncü kuşaklarda da yaşanmaktadır.
Hukuki olarak eşit vatandaş olmakla, azınlık olmaktan
kaynaklanan dinsel ve kültürel aidiyetler/hakların demokratik olarak kullanılamaması
İstanbul’un gayrimüslim azınlıklarının politik
alandan da uzak kalmalarında birinci
neden olmuştur. Politik
alanın içindeki rekabet
ve gerilimlerde azınlık kimliği dramatik bir eşitsizlik yaratmakta
olduğundan, Rum, Yahudi ve Ermeniler politik alanda temsil edilmek ve azınlık
hakları konusunda mücadele edebilecekleri bir politik alanı oluşturmaktan da
uzak durmuşlardır. Önceki bölümlerde ayrıntılı olarak üzerinde durulan,
Cumhuriyet tarihinin hemen her döneminde azınlık olarak yaşanan travmalar kendilerini
politik alanda görünmez kılacak, hatta kamusal alanda da görünmez kılacak güvenlik
stratejileri geliştirmelerine neden
olmuştur. Politik alanı
sadece vatandaş
olarak görev ve sorumlulukların yerine getirildiği bir alan olarak
görmeyi tercih etmişlerdir. Seçimlerde oy vermek, vergilerini ödemek ve hukuka
uygun hareket etmek dışında politik alandaki mücadele süreçlerinden (siyasi ve
sendikal mücadeleler gibi) uzak kalmayı tercih etmişlerdir.
Oy verme davranışları bellekteki travmalara da bağlı
olarak ‘CHP allerjisi’ ile daha çok sağ partilere yönelse de bu sağ partiler
arasında da daha liberal olanları tercih ettikleri ortaya çıkmıştır. AKP’nin
uzun süren iktidarının ilk dönemlerindeki liberal politikaları genellikle
destekledikleri ancak AKP’de giderek İslami-muhafazakar çizginin öne çıkması
ile birlikte Gezi Parkı Direnişinden sonra CHP’ye oy verme eğilimleri
artmıştır. Ancak üç cemaat içinde sol
partilere oy vermek konusunda sınıfsal bir refleks olarak Yahudi cemaati daha
gönülsüzdür ve Kürt meselesinde de Türkiye’nin orta ve üst orta sınıfları ile
benzer bir yaklaşım sergilemektedir. İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni
cemaatleri içindeki sınıfsal farklılıklar da politik tutumlarında ve
Türkiye’nin temel sorunları konusunda yaklaşım farklılıkları yaratmaktadır.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatleri,
Cumhuriyetin kuruluşundan beri yaşadıkları dışlanma ve ayrımcılığı sadece
devlet politikası olarak değil aynı zamanda bir kamusal alan ve gündelik yaşam
pratiği olarak deneyimlemişlerdir. Bu nedenle kamusal alan ve gündelik yaşamda
dışlanmamak ve ayrımcılığa uğramamak için geliştirdikleri çok farklı kimlik
stratejileri vardır. Bu nedenle gayrimüslimlerde kamusal alan ve özel alanın
sınırları daha keskin olarak birbirinden ayrılmaktadır. Kamusal alanda bir
güvenlik stratejisi ile kimliklerini, dinlerini ve dillerini sakınarak
yaşarlarken, özel alan bu sakınmanın ortadan kalktığı ama aynı zamanda da nüfus
olarak giderek daraldığı için, kültürel ve duygusal ihtiyaçların
karşılanamadığı bir alana dönüşmektedir. İstanbul’un gayrimüslim azınlıklarının
giderek büzüşen nüfusları, küreselleşme, iletişim teknolojileri ve sosyal medya
ile genişleyen yeni kamusal alanla birleştiğinde, cemaat içi ilişkilerin
giderek azalmasına neden olmaktadır. Genç kuşak Rum, Yahudi ve Ermeniler
gayrimüslüm kimlikleri ile kamusal alanda daha barışık iken, gündelik yaşamdaki
ilişkileri ile duygusal ilişkilerinde ise cemaatlerini değil sınıfsal, kültürel,
eğitimsel ortaklıkları baz almaktadırlar. Giderek artan ve cemaatlerin en büyük sosyal
problemi olarak nitelendirilen karma evlilikler bunun
en önemli göstergesidir.539
539 “Asimilasyonun nüfusun azalmasında etkisi”, Şalom, 18.02.2015, s.1.
SONUÇ
Bu tez çalışması günümüz İstanbul’unda Rumların,
Yahudilerin ve Ermenilerin kendilerini kentin gayrimüslim azınlıkları olarak
mekanda, kamusal, politik ve özel alanda nasıl inşa ettiklerine dair bir dizi
soru ile yola çıktı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte eşit
vatandaş olma hakkı elde eden gayrimüslimler Lozan ile birlikte azınlık
statüsüne sahip oldular. Cumhuriyetin inşasından günümüze eşit vatandaş ve
azınlık olma halinin yarattığı ikilemi ve bu durumdan kaynaklı kırılganlığı
farklı kuşaklar boyunca farklı derecelerde deneyimlediler. Bu dilema ile baş
edebilmek ve kendi kentlerinde azınlık olarak varlıklarını devam ettirebilmek
amacıyla çeşitli kimlik stratejileri ürettiler. Bu çalışma ile İstanbul’un
tarihsel kentsel kimliğinde gömülü olarak bulunan varlıklarına rağmen kendi
şehirlerinde azınlık olarak konumlandırılan Rum, Yahudi ve Ermenilerin
günümüzde kendi kimlik algıları Onların hikayeleri aracılığı ile anlaşılmaya
çalışılmıştır. Kamusal, politik ve özel alan olarak üç farklı düzlemde
incelenen kimliklenme süreçlerinin kuşaklar boyunca, farklı sosyal sınıflardan
ve cinsiyetlerden gayrimüslimler tarafından nasıl tecrübe edildiği, bir sonraki
kuşaklara nelerin nasıl aktarıl-ma-dığı, her bir cemaatin kendi içinde ve
birbirleriyle karşılaştırıldığındaki benzerlikler, farklılıklar, süreklilikler
ve kırılmalar ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Bu çalışma bir kente, o kentin kendisine ve o kentteki
azınlıkların kimlik inşa süreçlerine ve biçimlerine, kendi gündelik hayatları
içerisinden farklı alanlardan yaklaşmıştır. İstanbul’un tarihsel, mekansal ve
kültürel omurgasının yapısal bir parçası olan bu üç cemaat sınıf, kuşak ve
cinsiyet değişkenleriyle ele alınırken saha çalışmasının başlarında tespit
edilmemiş fakat saha görüşmelerinin doğallığı içinde ortaya çıkan olgusal
durumlar olmuştur. Bu tip beklenmedik sürpriz temalar literatür araştırma safhasını
uzatmış, saha ve literatür arasında gerilimler yaratmış olsa da çalışmaya
orjinallik katmıştır. Saha çalışmasına başlamadan önceki literatür çalışması,
özellikle tarihsel ve politik arka planda, görüşmeleri kolayca yönlendirmemde
ve konuya hakimiyet sağlamamda büyük katkısı olmuştur. Gayrimüslim nüfusla
ilgili çalışmalara 1990’ların ortasından itibaren giderek artan bir hızda
rastlanmaktadır. Özellikle Cumhuriyet dönemi politikalarına, gayrimüslim
azınlıkların karşılaştıkları ayrımcı yurttaşlık uygulamalarına hukuki, tarihsel
ve siyasi perspektiflerden odaklanılmıştır. Bu alanlarda
ciddi bir akademik
birikim bulunmaktadır. Fakat görüşmeler
sırasında özellikle cemaatlerin her birinin farklı göç hikayeleri, göçler
ve siyasi-sosyal baskılar sonucu
zaman içinde kent mekanında oluşan daralmalar ve büzüşmeler, cemaatlerin
mekandaki sınıfsal temsilleri, Cumhuriyetin inşasından günümüze her bir
cemaatin mekandaki hareketlilikleri
ve bunun arkasındaki kurucu dinamikler, mekana tutunma biçimleri, travma
belleklerinin kuşaklar boyu aktarımında uyguladıkları gizli-açık stratejiler,
sosyokültürel farklılıklardan kaynaklı cemaatlerin kendi içlerinde oluşan
sınıfsal hiyerarşiler ve çatışmalar, gayrimüslimlerin politik alandaki davranış
pratikleri, ve son olarak sosyal olarak her cemaatin en büyük problem olarak
nitelendirdiği karma evlilik konusu gibi başlıklar niteliksel araştırma ile
yapılan çalışmalar göz önüne alındığında literatürde sıkça rastladığım konular
arasında bulunmuyordu. Gayrimüslimler ile ilgili yapılan niteliksel çalışmalara
son yıllarda rastlanmasına ve “azınlık konuları” popülerleşmesine rağmen
akademik yazında henüz hak ettikleri
yeri kaplamamış olmaları
teorik okumalar sırasında
beni sıkıntıya uğrattı. Gayrimüslimleri gündelik hayatları içerisinde
ele alan, Onların kentteki toplumsal ve mekansal inşa süreçlerini inceleyen
çalışmalar akademik alanda henüz çok yenidir. Çalışmamın bu evresinde Onları
gündelik hayatları içerisinde yakalamanın ne kadar önemli olduğunu
fark ettim. Saha araştırmamın verileri
yaptığım teorik okumalarla eşleşmese, yeri geldiğinde çatışsa bile gerçek anlamda Onların
kimlik algılarını anlamam konusunda çok ufuk açıcıydı. Böylece sahaya çıkmadan
önce yaptığım literatür okumalarının ağırlığı görüşmeler sırasında ve sonlara
doğru değişti. Yukarıda bahsettiğim alanlarda yeterli kaynağa (Türkçe,
İngilizce) ulaşma sorunu yaşadığımda sahadan elde ettiğim veriler kendi
teorilerini inşa etti.
Sözlü tarih görüşmeleri ve derinlemesine mülakatlar
aracılığı ile Rum, Yahudi ve Ermenilerin kendi hikayeleri aracılığı ile kendi
benlik algılarını, “İstanbul’da gayrimüslim- azınlık olmanın” ne anlama
geldiğini anlamaya çalıştım. Bu süreçte özetle, devlet ve geniş toplumla
kurdukları ilişkilerin somut gündelik hayatta nasıl üretildiğini, bu
ilişkilerin hangi bağlamlara göre değiştiğini; vatandaşlık-azınlık kimliği
arasında toplumsal alanda yaşadıkları siyasi ve sosyal çatışmaları;
kimliklerinin en çok hangi bileşeninden ötürü ayrımcılığa, dışlanmaya
uğradıklarını; hangi durumlarda azınlık kimliğinin avantaj yarattığını;
kimliğin dezavantaj yarattığı durumlarda ürettikleri kimlik stratejilerini;
kimliğin inşasında kolektif belleğin ve cemaat-içi belleklerin rolünü;
mekandaki sınıfsal temsiliyetlerini, mekanla kurdukları ve geliştirdikleri
bağları; cemaat içi sınıfsal farklılıkların doğurduğu rekabet ve çatışma
ortamlarını ve azınlık olmanın cinsiyetini inceledim. Kamusal, politik ve özel
alanda “gayrimüslim birey, azınlık
olma”nın ne anlam ifade ettiğini
Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler
için, sınıf, cinsiyet ve kuşak
değişkenleriyle çalışarak cemaatlerin ayrıştıkları ve kesiştikleri alanları ortaya çıkarmaya çalıştım.
İstanbul’da azınlık olmak, travmalarla biçimlenen bir
kolektif belleğin oluşmasını da birlikte getirmektedir. Saha çalışmasının
bulgularının paylaşıldığı, “İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermenilerinde Kolektif
Bellek, Travmalar ve Stratejik Kuşaklararası Aktarım” başlıklı bölümde, bu
kolektif belleğin İstanbul’un gayrimüslim azınlıkları olarak ortak fakat aynı
zamanda ulus devlet karşısındaki konumlarına bağlı olarak da farklı travmalarla
nasıl şekillendiği ortaya konulmaya
çalışılmıştır. Bu bağlamda
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinde ortak travmalarla
biçimlenen azınlık bellekleri ve ait oldukları cemaatin kolektif belleğinde yer etmiş, travmalarla oluşan cemaatsal
kolektif bellekleri analiz edilmiştir.
Her üç cemaat bireylerinin bireysel belleklerinin kendi tecrübe ettikleri
deneyimlerin yanı sıra cemaatlerinin kolektif belleğinden aktarılan bilgilerle
de oluştuğu görülmüştür. Azınlık olmak sadece hukuki bir statü değildir. Aynı
zamanda madunlaştırıcı (subaltern) bir politiko-sosyal süreçtir de.
Gayrimüslimler bu süreci travmalarla deneyimlediler. Bu travmaların ne
kadarının aktarılacağı ve ne kadarının kolektif bellekte muhafaza edileceğine
dair cemaat içi ve aile içi bellek aktarım stratejileri geliştirmişlerdir.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin, Cumhuriyetin inşasından
itibaren azınlık olarak paylaştıkları
ortak travmaların yanısıra her bir cemaatin sahip oldukları seçilmiş travmaları
da bulunmaktadır. Her üç cemaatin kolektif belleğinin biçimlenişinin özgün
koşulları ve bu belleğin sonraki kuşaklara aktarım farklılıkları vardır. Sözlü
tarih ve derinlemesine mülakatlar aracılığı ile her bir cemaatin seçilmiş travmaları ve bu travmalarla
oluşan kolektif bellekteki yükler ortaya çıkarılmıştır. Seçilmiş travmaların
cemaatin kolektif belleğinden cemaat mensuplarının bireysel belleklerine
aktarım mekanizmaları cemaatler arasında farklılıklar içermektedir. Bu bölümde
farklı kuşaklardan, sosyoekonomik sınıflardan ve cinsiyetlerden Rum Yahudi ve
Ermeniler için hem bağlı oldukları cemaatin kolektif belleğini hem de aile
belleklerini oluşturan tarihsel travmaların kimliklerinde çok belirleyici bir
rol oynadığı ortaya konmuştur. Gayrimüslim azınlık kimliğinin inşasında temel
dinamiği, özellikle birinci ve ikinci kuşaklarda, yaşadıkları travmalar
oluşturmaktadır; bu travmalar kimliklerinin omurgasını oluşturmaktadır.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaat mensupları, 1915 Ermeni Tehciri,
20 Kur’a Askerlik,
Varlık Vergisi, 1934 Trakya Olayları,
6-
7 Eylül Olayları, 1964 Sürgünü, 1980 Asala dönemi ve 2000’li yıllardaki
sinagog bombalamalarının birebir tanığı olmasalar da, bu travmalar cemaat ve
aile kolektif belleğinden çeşitli
stratejilerle onlara aktarılmaktadır. Bu bellek aktarımı
ile, daha önce
yaşanmış bir travmanın yeniden yaşanabileceğine dair bir korkuyu da
içlerinde sürekli taşımaktadırlar. Görüşmeler sırasında Rumların seçilmiş travmaları’nın 6-7 Eylül
Olayları, 1964 Sürgünü ve 1974 Kıbrıs Krizi; Yahudilerin seçilmiş travmasının
1934 Trakya Olayları (bastırılmış travma) olduğu ve belki de en ağır olan seçilmiş travmanın Ermenilerin kolektif
belleğindeki 1915 olduğu ortaya çıkmıştır. Her bir cemaatin kendi seçilmiş travma’larının yanısıra ortak
bir azınlık kolektif belleğine de sahip oldukları ortaya çıkmıştır. 20 Kur’a
askerlik, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül Olayları cemaat-içi kolektif belleklerin
üstünde bir azınlık kolektif belleğini oluşturmaktadır. Görüşmelerde birinci ve
ikinci kuşak Rumlar, Yahudiler ve Ermenilerin geçmişin acı deneyimleriyle,
travmalarıyla ilişkisini, “unutma”, daha doğrusu “bastırma” üzerine kurdukları
tespit edilmiştir. Bu bağlamda, her bir cemaatin ayrı ayrı kendi kolektif
belleğini oluşturan ve aynı zamanda üç cemaatin de ortak belleklerinde önemli yer tutan tarihsel travmatik olayların
kuşaklar arası aktarımında benzer stratejiler izlemektedir. En yaygın olarak
kullanılan stratejiler arasında belleğin sessizleştirilmesi, sansürlenerek
aktarılması ve çocukların yanında “gizli” bir dil kullanılması gelmektedir. Bu
durumda geçmişle ilgili deneyimler sessizleştirilmektedir. Ayrıca, korku ve
utanç duygusunun ailelerin çocuklarına acı tecrübelerini aktarmamalarında
önemli faktörlerden biri olduğu tespit edilmiştir. Çalışma kapsamında yapılan
görüşmelere dayanarak İstanbul’da yaşayan Ermenilerde ve İstanbul
dışında/Anadolu’da doğup büyümüş Ermeniler arasında 1915 ile ilgili belleğin
aktarımında önemli farklılıklar tespit edilmiştir. Anadolu Ermenilerinde 1915
belleği mutlaka aile içinde paylaşılmakta, bir alt kuşaklara aktarılmaktadır.
İstanbul Ermenilerinde ise 1915 ile ilgili bellek çoğunlukla bastırılmakta ve
sessizleştirilmektedir. Diğer farklılık ise bellek aktarımında kullanılan
araçlardan kaynaklanmaktadır. İstanbul dışında doğup-büyümüş Ermenilerde 1915
ile ilgili kolektif belleğin masal, hikaye, ağıt, türkü gibi sözlü aktarım
araçlarıyla aile fertleri veya köydeki yaşlılar tarafından birinci kuşaktan
diğer kuşaklara aktarıldığı tespit edilmiştir. Her üç cemaatten ebeveynler
travmalarla biçimlenmiş cemaat-içi kolektif belleğin ve aile belleğinin,
toplumdan dışlanmama ve çocuklara acı ve kin aşılamamak amaçlı çocuk belli bir
olgunluğa erişene kadar (genel görüş lise çağına geldiğinde) aktarılmaması
gerektiğini düşünmektedirler. Kimi
ailelerde ise travmalar daha detaylı bir şekilde konuşulmaktadır.
Görüşmecilerin çoğunluğu kolektif bellekte yer etmiş travmaların toplumdaki
önyargıların kırılması, güvenin sağlanması, ve esas önemlisi yüzleşmenin
sağlanıp bir daha tekrarlanmaması için bir sonraki kuşaklara aktarılması
gerektiğini dile getirmişlerdir. Burada kolektif belleğin bir sonraki kuşaklara
aktarımı aynı zamanda kimliğe sahip çıkma ve kimliği tekrar inşa etme işlevi
görmektedir. Azınlık kimliklerinin inşasında çok belirgin
bir yeri
bulunan travma belleklerinin yanısıra gayrimüslim azınlıkların kolektif
belleklerinde eski İstanbul nostaljisinin de çok belirgin olduğu tespit
edilmiştir. Eski İstanbul Onlar için yaşadıkları travmalardan önceki mutlu ve
güvenli hayatlarının bir temsili niteliğindedir.
“İstanbul’da Rum, Yahudi ve Ermenilerin Mekanda
Sınıfsal ve Kültürel Ayrışması/Kümelenmesi” başlıklı üçüncü bölümde İstanbul’un
üç gayrimüslim cemaatinin, azınlık olarak mekanda yeniden inşa süreçleri
tarihsel, kültürel, ekonomik ve politik boyutlarıyla analiz edilmiştir. Yapılan
görüşmelerde Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin İstanbul’da mekansal
dağılımlarını belirleyen dinamiklerin başında göç olgusunun geldiği tespit
edilmiştir. Her üç cemaat için farklı dinamiklerle gerçekleşen göçlere bağlı
olarak kentte farklı yerleşme
dinamikleri ortaya çıkmıştır. 20. Yüzyılın ortalarına kadar yoğun biçimde yaşanan
göç hareketleri sonucunda
semtlerin etnik/dinsel, kültürel
kimlikleri oluşmuş ve kentsel
aidiyetler de bu kimlikler üzerinden inşa olmuştur. Bu duruma bir örnek olarak
Rumların Yunanistan’dan ve Adalarından İstanbul’a göçü gösterilebilir. 19.
Yüzyıl sonu 20. Yüzyıl başlarında Yunanistan ve Adalarından İstanbul’a göç
dalgalarıyla gelen Rumlar cemaatin geleneksel yaşam alanını oluşturan okul ve
kiliselerin bulunduğu semtlerde yerleşmişlerdir; böylece kent mekanında
dini-kültürel yapılanmaya bağlı bir sosyal kümelenme yaratmışlardır. Görüşme
yapılan Yahudilerin aile büyüklerinin Türkiye topraklarına geliş hikayelerinde
ise farklı bir rotayla karşılaşıyoruz. İspanya’dan, Orta-Batı- Kuzey Avrupa’dan ve Osmanlı topraklarından (Romanya, Mısır) başkent
İstanbul başta olmak üzere Bursa, Edirne, Eskişehir gibi
zamanında Yahudi cemaatinin yoğunlukla bulunduğu Batı Anadolu’ya gerçekleşen
göçler ön plana çıkmaktadır. 21. Yüzyılın başında Ermenilerin İstanbul’a
göçünün ana dinamiğini ise 1915 Tehcir’i oluşturmaktadır. Birinci kuşak
Ermenilerin anlatılarında, Anadolunun çeşitli bölgelerinden farklı zaman
dilimlerinde İstanbul’a gelen Ermenilerin şehre adaptasyonunda zincirleme göç
ağlarının çok büyük kolaylık sağladığı tespit edilmiştir. 1915 sonrasında
kiliselerinin ve okullarının kapatılmasıyla birlikte dinlerini, kimliklerini
kamusal mekanlarda gizlemek ve bastırmak zorunda kalmışlar; ait oldukları topraklardaki
toplumsal, siyasal, demografik koşulların ani değişiminden dolayı da çareyi
İstanbul’a göç etmekte bulmuşlardır.
İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin yoğun
olarak yaşadığı mahalleler, 1920’lerden 1950’lere kadar azınlık mahalleleri
olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ulus devletin kuruluşunda gayrimüslüm azınlıklara yönelik uygulanan ayrımcı ve baskıcı
politikaların, Rum, Yahudi ve Ermenilerin mekansal yerseçimleri üzerinde
belirleyici olduğu tespit edilmiştir. Her üç cemaatin mekandaki yerseçimini
belirleyen ana dinamiklerin başında ise azınlık psikolojisi gelmektedir. Bu
yüzden gayrimüslimlerin kimliklerinden dolayı ayrımcılık veya dışlanma yaşama
ihtimallerinin en düşük olduğu, Cumhuriyetin kentli, modern, batılı
Müslüman-Türk kesiminin de yaşadığı semtlerde yaşamayı tercih ettikleri
gözlenmiştir. Günümüzde de bu faktör, özellikle birinci ve ikinci kuşak
gayrimüslimlerin mekanda yerseçimini etkilemeye devam etmektedir.
Gayrimüslimler azınlık psikolojisinden kaynaklı bir arada olmaya, cemaatin
kümelendiği semtlerde bir araya gelmeye gayret etmektedirler. 1920’lerden
1950’li yıllara kadar Rumlar ve Ermeniler yerleşimlerini kültürlerinin en
önemli simgesi olan okul ve kiliselerin bulunduğu semtlerde kurmuşlar, kent
uzamında dini-kültürel değerlere bağlı bir sosyal kümelenme yaratmışlardır.
Günümüzde de cemaat kurumlarının bulunduğu belirli semtlerde yoğunlaşmaya ve
beraber yaşamaya özen göstermeye devam etmektedirler. Rumlar, Ermeniler ve
Yahudiler homojen sosyal bütünler olmadıklarından dolayı mekandaki dağılımları
da kendi içlerindeki sınıfsal ayrışmalara göre değişkenlik göstermektedir.
Görüşmeler sırasında üst orta ve üst tabakaya mensub görüşmecilerin mekanda
hareket ederken sınıf kimliklerinin dini-etnik kimliklerinden daha ağır bastığı
tespit edilmiştir. Mekanda sınıfsal olarak ayrışma ve dağılma gösterseler de
toplumlarının büyük bir kesimi için cemaat varlıklarının simgesi olan okul ve
kilise gibi kurumlar gayrimüslimlerin kent mekanında sosyal kümelenme yaratmalarının
arkasındaki en önemli faktörlerinden biri olma özelliğini göstermektedir. Ulus
devletin inşasından 1950’li yıllara kadar olan dönemde Yahudilerin İstanbul’da
sosyo-mekansal ayrışmasına bakıldığında ise orta ve orta üst tabakanın gelir
seviyesi ve yaşam tarzına uygun semtlerde bir arada kümelendiği görülmektedir.
1950’lere kadar Sinagog ve okulun bulunduğu Kuledibi, Hasköy ve Balat’da
kümelenme daha çok orta alt tabaka için yerleşimin ana unsurlarını belirleyen
ana faktörlerdi. Sınıfsal faktörler yerseçiminde baskın bir biçimde belirleyici
olurken aynı zamanda Yahudi toplumuyla bir arada olma, cemaatten çok fazla uzak
yaşamama cemaat içinde tüm katmanlardan sınıflar için geçerli bir durum olarak
gözlenmiştir. Ermeniler ve Rumlar için dil kimliğin başat kaynağıdır; bu
nedenden dolayı iki cemat için de okullar, mekansal kümelenmeyi belirleyen
faktörlerin başında yer almaktadır. Yahudiler de ise dil mekansal kümelenmeyi
etkileyen önemli bir unsur olarak ortaya çıkmamaktadır. Orta üst ve üst tabaka
birinci ve ikinci kuşak Yahudi aileler için Fransızca moderniteyi temsil eden
bir sembol olarak görülürken, Ladino düşük statü göstergesi olarak kabul
gördüğünden dolayı 1990’lı yıllara kadar Kuledibi’nde bulunan Musevi okulunun
çevresinde yerleşme orta ve orta üst tabakadan Yahudilerin yerleşim davranışlarını etkileyen bir faktör olmamıştır. Rumların
ve Ermenilerin mekandaki davranış pratikleriyle karşılaştırıldığında
Yahudilerde mekana aidiyet bağının Rumlar ve Ermenilerde görüldüğü kadar
kuvvetli olmadığı tespit edilmiştir. Gelir seviyesi yükselen aileler sosyal
iletişim ağlarını kullanarak, Yahudi toplumundan arkadaşları-aileleriyle kentin
sosyoekonomik seviyesi daha yüksek semtlerine yerleşmeyi tercih etmektedirler.
Yahudilerin mekanda daha rahat ve birlikte mobilize olmalarının arkasında yatan
unsurlar arasında göçmen karakterleri, modern semtlerde yaşamaya duydukları
ilgi, bir arada olmanın verdiği güvenlik duygusu, çocuklarının cemaat içinde
sosyalleşmesi ve asimilasyonun önüne geçmeye çalışmak sayılabilmektedir.
Hızlı kentleşme dönemi olarak da adlandırılabilecek
1950’lerden 1980’li yıllara kadar Karadeniz ve İç Anadolu’dan, 1990’lardan
itbaren de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan İstanbul’a kitlesel göç dalgaları
gerçekleşmiştir. 1950’lerden itibaren Anadolu’dan ve Karadeniz’den İstanbul’a
gelen Müslüman-Türk göçmenlerin, kent merkezlerindeki çöküntü alanlarına ve
kentin merkez dışı gayrimüslim mahallelerine yerleşmeye başlamasıyla birlikte
gayrimüslim mahallelerdeki sınıfsal-sosyal hiyerarşi de değişime ve dönüşüme
uğramıştır. Örneğin, 1950’lere kadar orta ve orta-üst tabaka Ermenilerin ikamet
ettikleri Ortaköy, Kumkapı, Samatya, Gedikpaşa gibi semtler kırdan kente göçün
yoğunlaştığı 50’li yıllarla birlikte daha alt sosyal tabakanın ikamet ettiği
semtler haline dönüşmüştür. İstanbul’daki 6-7 Eylül Olayları’nın da etkisiyle
Rumların terk etmek zorunda kalması ve iç göçlerle bu boşlukları köylü-kasabalı
alt-orta sınıf Müslüman-Türk kesimin doldurmasıyla Samatya ve Yedikule bir Rum
ve Ermeni semti olmaktan uzaklaşmış, içinde Anadolu’dan göç eden Ermenilerin de
yaşadığı bir Müslüman semti kimliğine dönüşmüştür. Rumlar 1955’de maddi ve
manevi büyük zararların yaşandığı semtlerden şehrin merkezine, cemaatin
yoğunlukla bir arada kümelendiği semtlere göç etmişlerdir. Politik coğrafya
açısından bakıldığında bu şekilde bir
mekan parçalanması son derece dramatik sosyo-mekansal sonuçlara yol açmıştır.
Rum nüfusu şehrin belirli semtlerinde büzüşmüş veya yurtdışına göç ederek
dağılmıştır. Bu durumu bir çeşit “yerinden edilme” olarak ele almak yanlış
olmayacaktır. Gayrimüslimlerin yüzyıllarca yaşadıkları semtlerden yerlerinden
edilmeleri doğrudan veya zorla değil; gördükleri politik-etnik baskı sonucu,
uygulanan ayrımcı politikalar ve pogromlara bağlı olarak gerçekleşmiştir. 1970’lerdeki Kıbrıs kriziyle birlikte toplumda kutuplaşmanın arttığı ve Rumlara karşı devlet kanalları
aracılığı ile de propagandalar yürütüldüğü dönemde Anadolu’dan gelen alt-orta
sınıf muhafazakar, Müslüman-Türk işçi sınıfı Rumlara karşı din üzerinden de bir
ötekileştirme oluşturmuştur. Rumlar mahallelerinde, semtlerinde çeşitli
dışlanmalara ve tehditlere maruz kalmışlardır. Bu baskılara dayanamayarak 70’li ve 80’li
yıllarda yüksek oranda Atina’ya göç eden bir Rum nüfusu bulunmaktadır.
90’lı yılların ortalarına doğru neredeyse nüfuslarının %99’unu göçlerle
kaybeden Rumlar İstanbul’un merkezinde belirli semtlerde kümelenmişlerdir.
Görüşmeler sırasında gayrimüslimlerin mekan aracılığı
ile, kendileriyle benzer yaşam tarzına, sosyal statüye ve tüketim
alışkanlıklarına sahip olan Müslüman-Türklerle aralarında benzerlik kurdukları
ve kendileriyle aynı sosyal katmanın içine yerleştirdikleri; bu kategoriye
koymadıkları ve ayrıştırdıkları hem Müslüman-Türkleri hem de kendi dini-etnik
cemaatlerinden farklı sosyal grupları (burada görüşmeciler tarafından Anadolu
Ermenileri ve Antakyalı/Arapça konuşan Rum Ortodokslar kast edilmektedir) ise
dışladıkları tespit edilmiştir.
Görüşmelerde 1950’li yıllardan itibaren Rumların
mekansal hareketliliği ve sosyo- mekansal ayrışmasının dinamikleri olarak üç
ana faktör tespit edilmiştir: gelir seviyesindeki değişmeler ve modern yaşam
tarzına uygun semtler seçme; kilise, okul ve derneklerin etrafında kümelenme,
yani Rum toplumuyla bir arada olma isteği; ve de özellikle 1980’lere kadar
Rumlara yönelik uygulanan ayrımcı uygulamalar ve politikalar. Tezin ilk ve
ikinci bölümlerinde detaylıca bahsedilen 6-7 Eylül Olayları, 1964 zorunlu göçü ve
70 sonrası Kıbrıs krizi nedeniyle birer “rehine tutulmaları”, “koz” olarak
görülmeleri, Rumların içlerine kapanmalarına,
geniş topluma karşı
daha kapalı ve pasifize bir hayat yaşamalarına, korunmacı bir içgüdüyle cemaatlerinin birarada olduğu belli
başlı semtlerde kümelenmelerine sebep olmuştur. 6-7 Eylül Olayları ve 1964
yılındaki sınır dışı edilme ile özellikle Samatya, Yedikule ve Fener
semtlerindeki Rum nüfusu neredeyse sıfırlanmıştır. Rumlardan boşalan boşluklara
Anadolu’dan, ve Balkanlar’dan gelen orta alt sınıfa mensub göçmenler
yerleşmişlerdir. Böylece İstanbul’un gayrimüslimlerinin adları ile anılan
semtlerin sosyal tabakalaşmasında keskin bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştır.
Yaşadıkları mekana aidiyet Rumlarda ve Ermenilerde
sıklıkla dile getirilen bir olgudur. Mekanda sınıfsal olarak farklılaşmalarına
rağmen üst-orta gelir seviyesine sahip sosyoeokonomik açıdan daha üst semtlerde
yaşayabilecekken doğduğu günden beri doğdukları
büyüdükleri semtlerinden (Kurtuluş, Şişli gibi) ayrılmadıkları, semtle kuvvetli
bir aidiyet ilişkisi geliştirdikleri birçok görüşmecide ortak olarak
gözlenmiştir.
1950’li yıllardan itibaren hız kazanan kentleşmenin
Yahudiler açısında da mekandaki hareketlenmeye bir ivme kazandırdığı
görülmektedir. İstanbul Yahudileri yoğun olarak yaşadıkları Balat, Hasköy’den
Kuledibi, Galata ve Ortaköy’e, gelir seviyesini yükselten aileler de zamanla Şişli, Osmanbey,
Kurtuluş ve Nişantaşı gibi yeni gelişmekte olan ve sosyoekonomik açıdan üst bir
nüfus karakteri çizen semtlere taşınmışlardır. (1948-1951) arasında İsrail’e
gerçekleşen büyük göçün ardından alt sınıf Yahudilerin yaşadığı Balat ve
Hasköy’de nüfus neredeyse sıfırlanmıştır. 1950’li yıllarda Hasköy’de
Yahudilerden boşalan yerleri Karadeniz ve Doğu’dan göçlerle gelen orta yoksul
göçmen Müslüman-Türk aileler doldurmuştur. İsrail’e göç edenlerin dışında bu
semtlerde kalan Yahudiler de zamanla semtlerinin değişen sosyokültürel
profilini modernlik hallerine ve gayrimüslim kimliklerine aykırı olarak algılamış, tehdit
olarak görmüş ve gelir seviyelerine göre mümkün olduğunca
bir arada kentin yeni oluşan modern alanlarına taşınmışlardır. 1950’li
yıllarda Yahudi cemaatinin kentteki mekansal hareketliliğine bakıldığında ve
Rum ve Ermeni cemaatleri ile karşılaştırıldığında, sınıfsal kimliklerinin
dini-etnik kimliklerinin önüne geçtiği tespit edilmiştir. İstanbul’a ve Adalara
bağlılıklarını sıklıkla dile getiren Yahudilerde semtler özelinde bakıldığında aidiyet bağlantısının
Rum ve Ermeni cemaatlerinde tespit
edildiği kadar kuvvetli
olmadığı gözlenmiştir. Semtlerin kendi içlerinde de dini-etnik cemaatler
sınıfsal olarak ayrışmaktadırlar; bu bağlamda toplumsal sınıfların mekansal
ayrışması üç cemaat özelinde de gözlenmiştir.
1950’lerden 1980’lere kadar Ermenilerin İstanbul’daki
sosyo-mekansal ayrışmasına bakıldığında iki temel dinamiğe dayandığı tespit
edilmiştir. Birincisi, Ermeniler tarihsel olarak
yerleştikleri semtlerdeki kilise ve okulları çevresinde bir cemaat yaşantısı
oluşturmuşlardır. Bununla yaşam alanlarını, kültürü korumak ve devam ettirmek,
güvenlik, cemaat içi sosyalizasyonu güçlendirmek amaçlanmaktadır. İkinci olarak
ise değişen maddi ve kültürel sermeyelerin yarattığı sınıfsal hareketlilik
gösterilebilir. Ermenilerin semt seçiminde özellikle Ermeni okullarına yakın
olmanın baskın bir unsur olduğu yapılan görüşmelerde ortaya çıkmıştır. Üç
kuşaktan Ermeni görüşmeciler Ermeni kimliğini belirleyen ana etkenin Ermenice
olduğunun altını kuvvetle çizmişlerdir. Dil Ermeniler için (keza Rumlar için
de) Ermeniliğin ve Ermeni kültürünün en önemli aktarım aracıdır. Bu sebeple
Taksim, Şişli, Kurtuluş, Feriköy, Samatya,
Kadıköy, Bakırköy gibi okulların bulunduğu
semtlerde Ermeniler sınıfsal
açıdan heterojen bir birliktelik göstermektedirler. Bu dönem için Ermenilerin
cemaat olarak bir arada yaşamasını gerekli kılan diğer bir önemli faktörün
gayrimüslimlere yönelik uygulanan ayrımcı yurttaşlık pratikleri olduğu tespit
edilmiştir. “Vatandaş Türkçe
Konuş”,
Varlık Vergisi, 20 Kur’a, 6-7 Eylül ve ASALA dönemi gibi belli başlı
ayrımcı ve milliyetçi politikalar, baskılar gayrimüslim azınlık cemaatlerinin
içlerine kapanmalarına, geniş topluma karşı daha kapalı bir hayat yaşamalarına
ve kentin belli başlı semtlerinde kümelenmelerine sebep olmuştur. Ermeniler
azınlık psikolojisinden kaynaklı olarak semt değiştirme ve mekanda mobilize
olmada oldukça muhafazakar davranmışlardır. Üçüncü kuşaklar için ise artık bu
normların bu kadar sıkı bir şekilde geçerliliğini korumadıkları tespit
edilmiştir. Özellikle birinci ve ikinci kuşağın cemaatin yoğun olduğu semtlerde
yaşamaya dikkat etmesinin arkasındaki diğer
bir faktör de çocukların sosyalizasyonu, arkadaşlıkları ve ilerideki eş seçimlerinin cemaat içinden
olmasına gayret etmeleri olduğu görülmüştür.
1950’lerden itibaren Anadolu’dan göçlerle birlikte,
6-7 Eylül’ün de yarattığı korku ve baskının da etkisiyle orta ve üst orta
tabaka gayrimüslimler şehrin merkezinde yeni oluşan yerleşim alanlarına
(Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı, Kadıköy gibi) yerleşmişler veya yurtdışına göç
etmişlerdir. Orta ve üst sınıfın terk ettiği Samatya, Kumkapı, Gedikpaşa,
Ortaköy, Bakırköy gibi semtlere aynı yıllar içinde
Anadolu’dan göçlerle gelen Ermeniler yerleşmiştir; bu bir çeşit etnik küvöz işlevi görmüştür.
Görüşmeler sırasında özellikle ilk iki kuşak Anadolu Ermenilerinin,
İstanbul’daki Ermeni cemaatinden mekansal bazda kendilerini ayrıştırdıkları,
azınlık çemberinin içinde daha küçük bir çember oluşturarak kendi içlerinde
kapalı yaşadıkları öne çıkan bir tema
olmuştur. Her bir cemaat kendi içinde sosyal ve kültürel olarak
farklılaşmıştır. Bu farklılık nüfus olarak en kalabalık olan ve göç faktörünün
de ağır bastığı Ermenilerde gözlenmektedir. Cemaatin içinde Anadolu-İstanbul
Ermenileri arasında kültürel açıdan bir ayrışma ve sosyal tabakalaşma
yaratıldığı gözlenmiştir. Bu hiyerarşi mekan-köken üzerinden inşa edilmektedir.
Bu bağlamda İstanbullu Ermeniler için “üç-dört kuşak İstanbullu olmak” kentli,
modern bir yaşam tarzını temsil etmektedir; prestij ve sosyal statü simgesidir.
Türkiye 1980’li yıllardan itibaren yeni liberal dönem
radikal kentleşme politikalarının uygulandığı bir döneme girmiştir. Bu dönemde
büyük kentsel projeler ve yeni imar planları
ile İstanbul merkezdeki mahalleler kentsel dönüşüm ve soylulaştırma
projeleri ile hızlı bir dönüşüm yaşamaya başlamıştır. İstanbul’un gayrimüslim
azınlıklarının yaşadıkları merkezi mahalleler de bu dönüşümden paylarını
almıştır. Bu süreçin izleri İstanbul’un üç azınlık cemaatinde farklı biçimlerde
takip edilmektedir. 90’lı yıllara kadar demografik açıdan yok olma aşamasına
gelmiş olan Rum cemaati giderek
kentin belli mahallelerinde mekansal olarak
büzüşürken, diğer yandan her üç cemaatinin kendi içindeki sınıfsal
farklılaşmalar mekansal dağılmalarını da beraberinde getirmiştir. 80’lerde girilen
yeni liberal dönemle birlikte, kentte
zenginliğin mekansal temsili
de değişmeye başlamıştır. Kentin çevresindeki lüks kapalı siteler bir zenginlik simgesi olarak
ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler kentin merkezinde giderek büzüşen azınlık
mahallelerinden bu popüler
konut alanlarına doğru
bir dağılma yaratmaktadır. Sayıları giderek azalan üç
cemaat içinde, özellikle üçüncü kuşakta, hem gelir durumuna hem de karma
evliliklere bağlı olarak bu dağılmanın gerçekleştiği tespit edilmiştir. Bu
nedenle, kentsel dönüşüm süreçleri azınlıkların mekansal hareketliliklerini
etkileyen bir parametre olarak tespit edilmiştir. Bir diğer taraftan, 1980’lerden
itibaren, İstanbul’da özellikle gayrimüslimlerin tarihsel olarak yoğun olarak
kümelendiği Talimhane, Taksim, Beyoğlu, Haliç gibi semtlerdeki radikal kentsel
projeler bu dönüşümün en şiddetli yaşandığı semtleri temsil etmektedir.
Cumhuriyetin inşasıyla birlikte İstanbul’un
gayrimüslüm coğrafyasında giderek artan bir mekansal büzüşme yaşanmıştır.
Azınlıkların isimleriyle anılan (Samatya, Yedikule, Fener, Şişhane gibi),
Onlarla özdeşleştirilen bazı semtler ve mahallelerde günümüzde neredeyse hiç azınlık
kalmamıştır. Azınlıkların kent içindeki hareketliliği ve yurt dışına kitlesel
göçlerinin neden olduğu bu büzüşmenin yanı sıra kentin değişen sınıfsal
coğrafyasına bağlı olarak oluşan
kültürel çatışmadan dolayı da azınlık semtlerinden yeni prestijli semtlere
doğru bir dağılma gerçekleşmiştir. Görüşmeler sırasında her üç cemaatin
yaşadığı ortak ve cemaatlere özgün travmaların, cemaat içi sınıfsal
farklılaşmaların bu büzüşme
ve dağılmalarda önemli rol
oynadığı tespit edilmiştir. Rum, Yahudi ve Ermeniler görüşmeler sırasında
sıklıkla gayrimüslimlerin daha kalabalık bir nüfusa sahip olduğu “eski
İstanbul”’u hem hüzünle hem de kırgınlıkla anarken, gayrimüslimleri İstanbul’un
modern yüzünün temsilcisi olarak gördüklerinin de kuvvetle altını çizdiler.
Aynı söylemlerin genç kuşaklar tarafından da tekrar edilmesi aileler içinde bu
nostalji belleğinin aktarıldığını göstermektedir.
Bugün İstanbul’un en kalabalık azınlık grubu iken en
küçük grubu haline gelen Rumların sosyo-mekansal ayrışmalarının arkasındaki
itici güçlere bakıldığında geleneksel yerleşim biçimi olarak cemaat kurumları
(okul, kilise) etrafında kümelenme, Rum toplumuyla bir arada olma, aile geçmişi, nostalji,
mekana aidiyet gibi faktörlerin nüfusun
hızla azalmasına rağmen kent
uzamında yerleşimin ana unsurlarını belirlemeye devam ettiği gözlenmiştir. Üst
gelir seviyesine sahip Rumlar da ise sınıfsal pozisyonun sosyo-mekansal
ayrışmanın arkasındaki ana unsur olduğu tespit edilmiştir. Günümüzde yaklaşık
3.000 nüfusluk Rum cemaatinin İstanbul kent uzamında belirli semtlerde
yoğunlaşmasından bahsetmek mümkün değildir. Ayrıca vakıf yöneticileriyle yapılan görüşmeler sırasında tam nüfusun tespit
edilemediği ve kent haritasında Rum nüfusunun yerleşme alanlarını
belirlemenin mümkün olmadığını, fakat, Ümraniye, Topkapı, Küçükçekmece gibi
cemaatin grup olarak yaşama alışkanlığının bulunmadığı daha orta alt sınıf
bölgelerde yaşayan Rumların da bulunduğundan bahsetmişlerdir. Üçüncü kuşağa
gelindiğinde ise artık daha fazla bireysel kararlar verildiği, cemaat kurumları
etrafında kümelenmenin belirleyici unsur olmadığı tespit edilmiştir. Gençlerin
İçerenköy, Göztepe, Ataşehir, Çekmeköy, Kemerburgaz gibi kentin yeni
alanlarında, gelir seviyelerine göre yaşamayı tercih ettikleri gözlenmiştir.
Üçüncü kuşak gayrimüslimlerde artık daha fazla bireysel kararlar verildiği ve
kentte hareketliliğin arttığı görülmüştür. Azınlık semtlerinin dışındaki yeni
yerleşim alanlarının tercih edilmesinin arkasındaki unsurlar arasında
çocukların okuluna, işe yakın olmak gibi gündelik hayatı kolaylaştırıcı pratik
sebepler; şehrin dışında şehrin içine göre gelir seviyelerine daha uygun kapalı
lüks sitelerde yaşama talepleri gelmektedir. Görüşmeler sırasında ayrıca genç
kuşakta mekandaki dağılmayı belirleyen bir diğer sebebin karma evlilikler
olduğu tespit edilmiştir. Karma evliliklerin cemaatlerin mekanda dağılımı
hızlandırdığı ve kümelenmeyi dağıttığı gözlenmiştir.
Görüşmeler sırasında ulus-devletin kurulmasıyla
özellikle Rumların kendi şehirlerinde “kalıcı” olmadıklarına inanmaya
başlamalarıyla birlikte gayrimenkule yatırım yapmadıkları ve diğer iki cemaate göre ekonomik açıdan
zayıf kaldıkları tespit edilen bir diğer önemli noktadır. Geçmişte yaşanan
travmaların hem bireysel hem de kolektif bellekten silinmemiş olması ilk iki
kuşaktan gayrimüslimlerin yatırım yapmalarına ve ekonomik açıdan kendilerini
geliştirmelerine engel olmuştur. “Yarın ne olucağı belli olmaz” duygusunun
yarattığı güvensizlikle kendi şehirlerinde gayrimenkule yatırım yapmaya
çekinmişler, kirada oturmayı tercih etmişlerdir. Yahudi ve Ermeni cemaatleriyle
karşılaştırıldığında, özellikle 1964 yılındaki zorunlu göç ve 80’li yıllarda
Kıbrıs krizinden dolayı yaşanan olumsuz tecrübelerden dolayı devlete karşı
oluşan güvensizlik sonucu yatırım yapmaya çekinen İstanbul’daki Rum cemaati
ekonomik olarak diğer iki cemaate göre daha zayıf kalmıştır.
Yahudilerin diğer iki
cemaat bireylerine kıyasla mekanda sınıfsal pozisyonlarına bağlı olarak
çok hızlı ve rahat mobilize olmaları dikkat çekmiştir. Gelir seviyelerine göre,
cemaatin içinde çok sıkı çalışan sosyal iletişim ağlarıyla, yükselen trendlere
de uygun olarak dönemin popüler,
yatırım değeri yüksek semtlerine en az birkaç aile birlikte hareket ettikleri
gözlenmiştir. Üçüncü kuşak, özellikle evli ve çocuklu aileler, hızlanan
kentleşmeyle birlikte Maslak, İstinye ve Kemerburgaz’daki modern kapalı sitelerin
bulunduğu alanları tercih
etmektedirler. Bekar ve çalışan gençlerin ise Teşvikiye, Ulus, Etiler
gibi orta-üst ve üst sınıfa, veya gelir seviyelerine göre Şişli gibi daha orta
sınıfa hitap eden şehir merkezlerini tespit ettikleri gözlenmiştir. Gençlerin,
sınıfsal pozisyonlarına bağlı olarak daha lüks veya daha orta sınıf sitelerde
yine Yahudi toplumuyla bir arada yaşamayı tercih ettikleri gözlenmiştir.
Görüşmelerde karma evlilik yapanların, Rumlarda ve Ermenilerde görüldüğü gibi,
cemaatin mekanda bir arada hareket etme alışkanlığından koptukları, bunun da mekanda
dağılmayı beraberinde getirdiği aktarılmıştır. Her ne kadar sınıfsal kimlikleri mekanda hareketlerini dini- etnik kimliklerinden daha fazla
yönlendiren bir etken ise de Yahudiler, Rum ve Ermenilerde de görülen davranış
pratiğine benzer bir biçimde mekanda hareket ederken sınıfsal pozisyonlarına
bağlı olarak yakın çevresiyle bir arada olmaya özen göstermekte, mekanda mümkün
olduğunca birlikte hareket etmeye çalışmaktadırlar. Bu topluluk psikolojisinin
arkasında “güvenlik ve korunma
içgüdüsü”nün en etken faktörler olduğu tespit edilmiştir. 1986’da ve 2003’de
İstanbul’da yaşanan sinagog bombalamaları ve son yıllarda toplumda giderek
yükselen antisemitizm, cemaatteki güvenlik seviyesini çok hassas bir noktaya
taşımıştır; güvenlik Yahudi cemaatinin en önemli meselesi haline gelmiştir.
Cemaat olarak toplu halde davrandıklarında (dernek toplantıları, anmalar,
kutlamalar) bunu gizlilik dahilinde yürüttükleri, çok fazla kamusallaştırmamaya
dikkat ettikleri gözlenmiştir. Geçen gün Sinagogda katıldığım bir cenaze töreninde
tören başlamadan önce “tören bittiğinde herkesin sırayla ve kalabalık
oluşturmadan yavaşça dışarıya çıkması ve sinagogun önünde kalabalık yapmadan
dağılınması gerektiği” uyarısı bunu tasdik eder niteliktedir. Sadece Yahudiler değil, Rumlar ve Ermeniler de mekanda kendilerini “daha güvende”
oldukları yerleri, İstanbul’un orta ve orta üst, modern, kendileri ile aynı
yaşam tarzına, eğitime ve kültüre sahip Müslüman-Türklerin yaşadığı semtler
olarak belirttiler. Gayrimüslimlerin yaşamak için dışarıda tuttukları yerler
ise milliyetçi, dindar kesimin olduğu semtler ve gecekondu semtleridir.
Birinci ve ikinci kuşak gayrimüslimler her ne kadar
mümkün olduğunca mekanda beraber hareket etmeye özen gösterseler, mekansal
açıdan birbirlerine yakın kümelenmeye çalışsalar da, kent mekanında yeni
yerleşim alanlarının oluşması, modern hayatın dayattığı şartlar, sınıfsal
pozisyonlarına göre kişilerin konut seçimlerinde daha bireysel davranmaya
başlaması ile son yıllarda cemaat olarak beraber hareket etme davranışında çözülme
yaşandığını sitemkar bir biçimde aktarmışlardır.
1980’lerden günümüze gelindiğinde üst orta tabaka
Ermenilerin bir kesimi ve orta tabaka için Ermeni toplumunun geleneksel
örgütlenme biçimini oluşturan kilise ve okul kurumlarının etrafında kümelenme,
cemaat ile bir arada yaşama isteğinin yerleşimin ana unsurlarını belirlemeye
devam ettiği gözlenmiştir. Orta ve orta üst sınıfa mensub Ermenilerin
sosyoekonomik açıdan daha iyi bir semtte oturabilecek iken doğduğu büyüdüğü,
Ermeni okullarına ve kiliselerine yakın semtlerde yaşamayı
tercih ettikleri, böylece
cemaatin bir arada kalarak, okullarına ve kiliselerine
sahip çıkarak devamlılıklarını sağlayacaklarına inandıkları tespit edilmiştir.
Üst sınıf Ermenilerin ise daha özgür seçim tercihlerine sahip oldukları ve
mekanda sınıfsal kimlikleri aracılığıyla daha kolay mobilize oldukları
gözlenmiştir. Bu mobilizasyon üst sınıf Ermenileri cemaat içinde diğer
sınıflardan mekanda ayrıştırmaktadır. Rumlarda
ve Yahudilerde de benzer biçimde
üst sınıfların mekanda
sınıfsal kimlikleriyle daha hızlı ve serbest hareket ettikleri
gözlenmiştir. Konutun günümüzde barınaktan
öte bir yatırım aracı ve statü sembolü olarak görülmesi ile birlikte Anadolu
kökenli Ermenilerin de gelir seviyelerini yükselttikçe sosyal alanda Yeşilköy
gibi daha prestijli ve statülü kabul edilen semtlere taşınma eğilimi
gösterdikleri belirlenmiştir. Ermeni cemaatinin içinde Anadolu- İstanbul
farklılığının mekan-kökene dayandığı, cemaat içinde sınıfsal bir hiyerarşi
oluşturulduğundan bahsedilmişti. Bu bağlamda Anadolu Ermenilerinin kentte
Samatya, Kumkapı, Bakırköy gibi belli semtlerde
kümelenmeleri sonucu insanların oturdukları semtlere
göre sert bir biçimde ayrıştırıldıkları, İstanbul-Anadolu Ermenileri arasında
“ifade edilen” statü farklılığının semtlere göre de betimlendiği tespit
edilmiştir .
İstanbul’un azınlık cemaatleri kentin gündelik
yaşamında çoğunlukla gayrimüslimlik üzerinden homojen ve statik yapılar olarak
algılanmaktadırlar. Oysa her üç cemat, birbirleriyle
dinsel, kültürel, politik mesafelerinin yanısıra cemaat-içi sınıfsal ve
kültürel açılardan da ayrışmaktadırlar ve statik değil heterojen yapılar
sunmaktadırlar. Cemaatlerin sınıfsal yapılarının heterojenliğine mekandaki
hareketlilikleri ve yerseçimleri bağlamında yukarıda değinilmişti. Fakat bundan
daha karmaşık ve çözülmesi farklı paradigmalara bağlı olan ise cemaatlerin
kendi içlerindeki kültürel-sosyal katmanlaşmalardır. Bu katmanlaşma temelde
İstanbul’a ne tür göç dalgalarıyla gelindiğine ve buna bağlı köken-mekan
ilişkisine dayanmaktadır. Bu tür bir kültürel sermaye farklılığının en açık
izlendiği grubun Ermeniler olduğundan yukarıda bahsedildi. Tez çalışması
sırasında Anadolu kökenli Ermenilerle İstanbullu Ermeniler ve Antakya
bölgesinden İstanbul’a göç etmiş Süryaniler arasında sınıfsal ayrımlar-farklılaşmalar
yaratıldığı tespit edilmiştir. Yapılan görüşmeler sonucunda iki grubun mekanda kümelenmelerinde, giyim tarzlarında, tüketim alışkanlıklarında, gelenek-
göreneklerde, gündelik hayat pratiklerinde (dil) bölgesel farklılıklardan
kaynaklanan kültürel- sosyal ayrışmalar olduğu ve bunun cemaatin içinde
özellikle ilk iki kuşakta çatışma yarattığı tespit edilmiştir. İstanbul ve
Anadolu Ermeniliği ile Süryaniler arasındaki fark hayat tarzı eğitim seviyesine
ve tüketim biçimine göre belirlenmekte, üretilmekte ve kullanılmaktadır.
Burada, kişilerin sahip oldukları ekonomik sermayenin değil kültürel sermayenin
ön planda tutulduğu ve ayrımı belirleyen esas faktörün bu olduğu tespit
edilmiştir.
Üçüncü bölümde, gayrimüslimlerin azınlık statüsünü
aldıkları Lozan Antlaşması’ndan günümüze mekandaki zorunlu ve sınıfsal
hareketlilikleri ile oluşturdukları kente dair azınlık coğrafyası betimlenmeye
çalışıldı. Özellikle 1950’li yıllardan sonra yoğunlaşan göçler sebebiyle
cemaatlerin demografik olarak radikal bir biçimde büzüşmeleri İstanbul’un
azınlık semtlerinin sosyo-mekansal ölçeklerinde derin bir büzüşme yaratmıştır.
İstanbul’un gayrimüslim cemaatlerinin Türkiye’nin bir ulus devlet olarak inşası
sürecinde yaşadıkları travmalar ve bunun
mekansal yansımaları Cumhuriyetin erken yıllarından günümüze
kadar üç cemaatin nüfus ve
mekandaki büzüşmesini açıklamada etken olan faktörlerden biri olarak
kullanıldı. Rumlar, Yahudiler
ve Ermenilerin mekandaki
hareketliliğinin homojen olmadığı
ve toplumsal sınıf ve yaşanan travmanın niteliğine göre farklılaştığı
ortaya çıkarılmıştır. Her üç cemaatin üçüncü kuşaklarında ise cemaate bağlı
mekansal hareketliliğin yerini daha çok sınıfsal ve bireysel ilişkilerin
belirlediği bir sosyal-mekansal hareketliliğe bıraktığı tespit edilmiştir. Her
üç cemaatte de üç kuşakta, mekansal
hareketlilikte modern ve seküler yerleşim alanları dışına çıkılmadığı
görülmüştür. İstanbul’da Rum, Yahudi ve Ermenilerin günümüzdeki mekansal
coğrafyasının mekansal büzüşme ve dağılmalarla biçimlenen heterojen bir yapıda
olduğu ortaya konulmuştur. Bu heterojen yapıda cemaat-içi sınıfsal ve kültürel
farklılaşmaların da mekana yansıdığı gözlenmiştir.
Üçüncü bölümde son olarak İstanbul’un üç gayrimüslim
cemaatinin hem sınıfsal konumlarının önemli bir göstergesi olarak hem de
toplumun çoğunluğundan bir ayrışma alanı olarak, sayfiye yerleşmesi olarak
Adalar sosyo-mekansal açıdan analiz edilmiştir. Adaların Rumların, Yahudilerin
ve Ermenilerin ortak kimliğinin en önemli temsil mekanını oluşturdukları tespit
edilmiştir. Adalar aynı zamanda cemaat içindeki sınıfsal ayrışmaların mekanda
billurlaştığı alanlardır. “Ermeni adası” olarak anılan Kınalıada’da yazlıkçı
olan İstanbullu Ermenilerin, kültürel sermaye açısından yetersiz gördükleri Anadolu
kökenli Ermenileri ve maddi sermaye açısından güçlü olan Süryanileri de
kültürel sermayelerinin yetersizliği üzerinden dışladıkları görülmüştür.
Adaların yaklaşık son 15 yılda geçirdiği kültürel dönüşüm karşısında eski Adalı gayrimüslimlerin söylemlerinde, dışlanma
konusundaki deneyimlerine rağmen dışlayıcı pratikler ürettikleri tespit
edilmiştir. Ayrıca bir mekan, sınıfsal temsilini kaybettiği zaman, Adaların son
yıllardaki durumunda görüldüğü gibi,
yazlıkçı konumda olan orta üst ve üst sınıfların sınıfsal temsil niteliklerini
kaybeden mekanlardan uzaklaştıkları ve yeni sınıfsal temsil mekanlarına
yönlendikleri de yine Adalar örneğinde ortaya çıkmıştır.
Görüşmeler sırasında İstanbul
ve semtlerinin Rum, Yahudi ve Ermeniler için yaşanılan
bir mekan olmanın da ötesinde kimlik verici bir unsur olduğu tespit edilmiştir.
İstanbul’u çok büyük bir aidiyetle bağlı oldukları, dini-etnik kimliklerinin
temelini oluşturan kiliseleriyle, sinagoglarıyla, okullarıyla, dernekleriyle,
Rumluk, Ermenilik ve Yahudiliklerini üzerine inşa ettikleri bir şehir olarak
tanımlamışlardır. İstanbul, görüşme yapılan gayrimüslimlerin büyük bir
çoğunluğu için başat bir kimlik kaynağı oluşturmaktadır. Rumlar, Yahudiler ve
Ermeniler kendilerini “çok dinli, çok dilli, çok katmanlı İstanbul’un gerçek
sahibi”, “asli unsur”ları olarak tarif ederken, İstanbullu ve Adalı olmayı bir
kültürel sermaye, prestij olarak da görmektedirler.
Dördüncü bölümde “Rum, Yahudi ve Ermenilerin
Vatandaşlık/Kimlik Algıları ve Politik Alanda Azınlık Olmak” başlığı altında
gayrimüslimlerin kendi şehirlerinde kimliklerini
yeniden inşa etme deneyimleri vatandaşlık, kimlik, aidiyet, dışlanma ve
ayrımcılık pratikleri çerçevesinde analiz edilmiştir. Yeni kurulan Modern
Cumhuriyet ile birlikte gayrimüslimlere eşit ve demokratik vatandaşlık
pastasından düşen pay milliyetçiliğin
kendini inşa ederken ihtiyaç duyduğu “öteki” ve sadakatinden şüphe edilen
“yabancı statüsü” olmuştur. Çok Partili dönemin, eşit vatandaş olmaları için
gerekli siyasal, kamusal alanı oluşturacağını umut eden her üç cemaat için bu
beklentiler 6-7 Eylül Olayları, 1964 Rumların zorunlu göçü, ardından 70-80’li
yılların politik şiddet ortamında, özellikle Kıbrıs Krizi ve ASALA terörü
dönemlerinde Rumların ve Ermenilerin “dış düşmanlarla” özdeşleştirilmeleri ve
“günah keçisi” ilan edilmeleri, 80’lerden itibaren artmaya başlayan ve 2000’li
yıllardan itibaren kuvvetli bir hal alan antisemitizm ile birlikte kırılmıştır.
Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler cinsiyet,
kuşak ve sosyoekonomik değişkenlerden bağımsız olarak,
hem devlet hem de toplum tarafından bir gayrimüslim
olarak ulusal kimliğin içine asla kabul edilmediklerini, günümüzde hala
“yabancı” olarak görüldüklerini düşünmektedirler. Anayasada yazıldığının aksine
dini-etnik kimliklerinden dolayı birinci sınıf ve eşit vatandaş olarak ne
toplum ne de devlet tarafından kabul görmediklerini belirtmişlerdir. Bu
eşitsizliği yaratan en önemli unsurun din olduğunun altı çizilmiştir. İslam
dini üzerinden yaratılmaya çalışılan ortak ulusal kimliğin dışında bir dine mensup olmak dışarıda kalmanın en önemli nedenini
oluşturmaktadır. Türkiye’de Müslümanlığın dışındaki dinler, Müslümanlığa
göre tanımlanmakta ve çoğu kez dinsizlikle eş tutulmaktadır. Bu olumsuz
toplumsal statütü ise “gavur” kelimesinde konsolide olmaktadır.
Rumlar, Yahudiler ve
Ermeniler için “ötekileştirilmiş” kimlikleri toplum ve devlet tarafından onlara
verilmekte, yapıştırılmaktadır; ve onlar da toplumun kendileri için
çizdiği sınırları öğrenerek büyümektedirler. Mücadele etseler bile yaşadıkları
dışlanma onlar için kimi zaman
sıradanlaşmakta ve bu durumu içselleştirmektedirler. Gayrimüslimler kendilerine
verilen bu kimlikten dolayı zaten dışarlıklı ve yabancılaştırılmış
hissetmektedirler. Görüşmeler
sırasında gayrimüslimlerin, toplumun büyük bir kesiminin eğitimsiz,
muhafazakar, dindar olmasından kaynaklı çeşitli türden ötekileştirmeler,
dışlanmalar, ayrımcılıklarla yaşamaya alıştıkları; aile içinde çocukluktan
itibaren yapılan uyarılarla bir koruma refleksi geliştirmeye meyilli oldukları;
hem ailelerinin telkinleri, hem de edindikleri tecrübelerle bunun Türkiye’nin
gerçeği olduğunun öğrenilmiş çaresizliğiyle kendilerini korumaya almaya
çalıştıkları ortaya çıkmıştır. Gayrimüslim bireylerin toplum, devlet ve
bürokrasinin gözünde eşit-birinci sınıf vatandaş olarak kabul görmemeleri,
ülkenin “gerçek” evlatları gibi değil “üvey evlat” olarak kabul edilmeleri,
siyasi konjüktüre bağlı olarak yabancı
ülkelerle özdeşleştirilmeleri, sürekli sadakatlerinin sorgulanması, onları daha
kontrollü, güvenliğin hassaslaştığı, kapalı bir hayat yaşamaya teşvik etmiştir.
Bu kapalılığın üçüncü kuşaktan itibaren eleştirilmeye ve aşılmaya başlandığı
tespit edilmiştir.
Türkiye’de toplumun büyük kesimi tarafından Türk
kültürüne sahip olmak dil ve isim üzerinden kodlanmaktadır. Bu bağlamda Türkçe
olmayan bir isme sahip olmak, Türkçeyi “yabancı gibi şive” ile konuşmak
toplumda “yabancı-yerli olmayan” olarak algılanmada yeterli bir işlev görebilmektedir. İstanbul’un
Rum, Yahudi ve Ermenilerinin de en çok isim ve dil (şiveleri) üstünden kamusal mekanlarda (devlet
daireleri, bankalar, taksi, bakkal, vd.), ve özel alanın dışında gündelik
hayatın neredeyse her alanda ayrımcılığa maruz kaldıkları ve “yabancı” gibi
hissettirildikleri görülmüştür. Bazılarının da gündelik hayatlarında bu tip
ayrımcılığa uğrama riskine karşılık bir tür koruma mekanizması geliştirerek
kamusal mekanlarda isim değiştirdikleri veya takma isim kullandıkları
gözlenmiştir.
Kimlik-vatandaşlık ilişkisini nasıl kurguladıklarına,
kendilerini bu anlamda nasıl tanımladıklarına bakıldığında ise Rumların ve
Ermenilerin birbirine benzer, Yahudilerin ise ikisinden farklı davranışlar
gösterdikleri gözlenmiştir. Ayrıca cemaatlerin kendi içlerinde de yaş gruplarına göre değişimler gözlenmektedir. Rumlar kimlik-vatandaşlık ilişkisini kurarken,
çoğunluğu Yunanistan’ın çeşitli bölgelerinden, Adalardan ve Anadolu’dan
gelmiş olmalarına rağmen, Roma İmparatorluğu-Bizans kökenli olduklarına ve
İstanbullu olmalarına özellikle vurgu yapmışlardır. “İstanbulun en eskilerinden”
olmak Rumlar için büyük bir kültürel sermaye ve prestijdir. Rumlarda
kimlik-vatandaşlık ilişkiselliği kurulurken Rum ve Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı olmak açısından, siyasi ve etnik, ikili bir yapı bulunmaktadır. Rum
ve Ermenilerin ilk iki kuşağında kimliklerindeki dini aidiyetlerine, Ortodoks
Hıristiyan Rum, Gregoryan-Katolik Ermeni olmak gibi, öncelikli olarak vurgu
yaptıkları görülmüştür; gençlerde ise dini adiyetlere öncelik verilmemekte,
farklılık ve özgürlük öne çıkmaktadır. Gençlerde Rumluk, Ermenilik daha çok bir
kültürel sermaye olarak sahiplenilmekte, gündelik hayatta prestije ve avantaja
dönüştürülmektedir.
Antakya kökenli ve yaklaşık son 15-20 sene içinde
masif bir biçimde İstanbul’a göç eden Arap/Arapça konuşan Rum Ortodokslar dini
aidiyetlerinden dolayı Rum Ortodoks cemaati içinde sayılmalarına rağmen,
kendilerini etnik köken olarak Rum-Helen değil Arap kökenli görmeleri (bu algı
cemaat içinde bireylerde farklılıklar göstermektedir) ve Rumca- Yunanca değil
Arapça konuşmalarından dolayı da İstanbullu Rumlardan farklılaşmakta,
İstanbullu Rumlar tarafından da farklılaştırılmaktadırlar. Antakyalı
Ortodokslar bir nevi “azınlık içinde azınlık”
konumundadırlar. “Antakyalı Arap/Arapça konuşan Ortodoks olmak”, İstanbullu Rumlarla
karşılaştırıldığında mekan-kökenden kaynaklı farklı bir yemek, müzik kültürüne,
adet, gelenek ve göreneklere, ve farklı bir dile sahip olmak demektir.
İstanbullu Rum Ortodokslar ve Arap Ortodoksların en belirgin biçimde bu bahsedilen
köken-mekan farklılığından kaynaklı olarak, aynı İstanbul-Anadolu Ermenileri
arasında yaşanan sosyokültürel çatışmaya benzer biçimde, farklı
toplumsallaşmalar sergiledikleri tespit edilmiştir.
Birinci ve ikinci kuşak, büyük çoğunluğu orta ve orta
üst sınıfa mensub Yahudilerin kimlik-vatandaşlık ilişkisini Ermenilerden ve
Rumlardan farklı bir biçimde kurguladıkları tespit edilmiştir. Ermeniler ve
Rumlar, öncelikli olarak Ermeni-Rum/Yunan/Bizans kökenli olduklarını vurgulayıp
ardından siyasi vatandaşlık tanımlamasını getirmişlerdir. Kimisi için dini kimliği
kimisi için ise etnik kimliği
kültürel olarak daha ön planda olabilmektedir. Birinci ve ikinci kuşak Yahudilerde ise,
sosyal sınıf ve cinsiyet değişkenlerinden bağımsız olarak, kimliklerini Türk
Yahudisi/Musevisi olarak tanımladıkları göze çarpmaktadır. Yahudilik/Musevilik
ile dini inançlarını ifade etmektedirler. Fakat Yahudi/Musevi dininden olmak
bir çok Yahudi için dindarlıktan öte kültürel bir anlam taşımaktadır. Yahudiler
için, istisnasız her kuşak,
Yahudi dininin tarihine,
gelenek ve göreneklerine, adetlerine bağlı
kalmak ve bu kuralların kuşaklar boyunca aktarılması çok büyük önem
taşımaktadır. Sonuç olarak, Yahudilerin büyük çoğunluğunun, Rumlarla ve
Ermenilerle karşılaştırıldığında, kendilerini Türk olarak (söylemsel açıdan)
tanımlamasının izleri devlet-cemaat arasında kurulmuş olan tarihsel
ilişkisellikte aranabilir. Üçüncü kuşak Yahudilerin kimlik-vatandaşlık ilişkisi
kurgusunda ise görüşmecilerin sundukları birbirinden farklı algılamalar ve
tanımlamalar dikkat çekicidir. Öncelikle büyük bir kısmı Yahudi/Musevi dinine
ait olmayı dini olmayan kültürel bir bağlamda ele almışlardır. Yahudi kültürüne
sahip olmak sonradan edinebilen bir sermaye, duygu olmanın ötesinde, Yahudi bir
aile içinde doğmakla elde edinebilecek ve ailede kazanılan bir kültürel
formdur. Üçüncü kuşaktan itibaren birinci ve ikinci kuşakta görülen Türk
Yahudisi/Musevisi tanımlamasının biraz daha dışına çıkıldığı ve farklı
kimlik-vatandaşlık tanımlamaları geliştirildiği; en azından söylemsel açıdan
farklılaştıkları gözlenmiştir. Bir kısım kendilerini Türk Yahudisi/Musevisi olarak tanımlarken,
bazıları ise Türkiye Yahudisi/Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Yahudi olarak ifade
etmişlerdir. Söylem farklılaşsa da Türk olmak hem bir üst kuşak hem de üçüncü
kuşak Yahudilerin ifadesinde içerik olarak aynı anlama gelmektedir: kültürel
bir kimlik olarak ortak toprak, geçmiş, kültür, duygu, bellek ve dile sahip
olmak; “Türk gibi olmak” ve bu topraklara olan bağlılık.
Ermenilerin dini-etnik kimliklerini tanımlayan
unsurlar ile birlikte vatandaşlık kimlikleri arasında kurulan ilişkide,
dini-etnik kimliklerini yani Ermeni kökenli, Ermeni asıllı olmayı ilk sıraya
koymuşlardır. Kimliklerini tanımlarken Ermeni kökenli olduklarını vurguladıktan
sonra Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ibaresini eklemişlerdir. Bu bağlamda
kimliğin inşasında ikili bir yapı bulunmaktadır; bir ayağında siyasi kimlikleri
diğer ayağında ise etnik kimlikleri yer almaktadır. Üçüncü kuşak Ermenilerde de
kimliğin inşasında siyasi ve etnik olmak üzere ikili bir yapı bulunduğu
görülmüştür. Türk vatandaşı olmak/Türklük tanımlaması, Türklüğün etnik tanımına
vurgu yapmamakta, bireylerin devlet ile aralarındaki siyasi bağı ifade etmek
için kullanılmaktadır.
Üçüncü ve dördüncü kuşak gayrimüslimlerde sınıf
bilinci ve kimlik bilinci yüksek olanların kimi Rumluk/Yahudilik/Ermeniliği bir
din olarak sahiplenirken daha reformist olanlar ise bir ırk olarak sahip
çıkmaktadırlar. Bazı kadın görüşmecilerin ise kimlik tanımlamalarında
etnik-dini veya siyasi unsurların dışında bireysel aidiyetlerini, -kadın olmak-işkadını olmak-anne olmak-abla
olmak...- gibi, ön sıralara koydukları gözlenmiştir. Daha çok “bireysel” özelliklerin ön plana çıktığı
bu kesimde hem kendi cemaatlerine hem de
modernitenin homojenleştirici ulusal kimliğine mesafeli durdukları tespit
edilmiştir. Üçüncü kuşaktan itibaren laiklik-demokratlık-dünya vatandaşlığı
hatta dindar gibi tanımlamaların ön plana çıkması da kendi kimliklerini
kurmalarında etnik veya ulusal özelliklerden ziyade “değer” olarak
adlandırılabilecek özelliklerin göreli olarak daha çok rol oynadığının
işaretlerini vermektedir.
Rumların, Yahudilerin ve Ermenilerin Yunanistan,
İsrail ve Ermenistan ile kurdukları duygusal bağlar ve vatan aidiyeti ile
ilgili olarak farklı bağlamlara sahip oldukları gözlenmiştir. Ortak oldukları
nokta, doğdukları, anılarla güçlü olarak bağlı oldukları,
ailelerinin-arkadaşlarının yaşadığı, mezarlıklarının,
kiliselerinin-sinagoglarının bulunduğu yerin, bu kimi için Türkiye olurken kimi
için İstanbul, Büyükada veya Kınalıada’dır, onlar için vatan olmasıdır.
Rumların, Yahudilerin ve Ermenilerin büyük ağırlıkla İstanbul’u vatan kabul
ettikleri görülmüş; İstanbul’un üç cemaat için de grup kimliğine dair bir
hafıza mekanı oluşturduğu ve kimliklerinde çok baskın bir unsur olduğu tespit
edilmiştir. İstanbul, Rumlar için ise özellikle kutsal bir mekan olarak
adledilmekte ve kimliklerinde çok başat bir yer tutmaktadır.
1920’li yıllarda ve İsrail Devleti kurulduktan sonra
İstanbul’dan İsrail’e milliyetçi, dindar duygular içinde gerçekleşen Yahudi
göçlerinin İstanbul’daki Yahudi cemaatinin İsrail Devleti ile kurduğu aidiyet
ilişkisini belli ölçüde belirlemekle birlikte, görüşme yapılan her kuşaktan
Yahudi, diğer iki cemaatte görüldüğü gibi, ağırlıkla vatanı insanın doğduğu yer
olarak tanımlamışlardır. Birçoğu vatanın kendileri için özellikle İstanbul
olduğunu vurgulamıştır. Yahudiler de Rumların Yunanistan ile kurduklarından
daha güçlü bir güven ilişkisi/bağını İsrail ile geliştirdikleri görülmüştür;
buna karşın bu duruma istisna olabilecek biçimde bu yakınlığı hissetmeyen
Yahudiler de bulunmaktadır. Yahudiler arasındaki politik yaklaşım farkı İsrail
ile kurulan ilişkide belirleyici bir öge olarak ortaya çıkmıştır. Politik
olarak sola daha yakın duran Yahudiler İsrail’in Filistin politikasını sert bir
biçimde eleştirmekte ve İsrail’e karşı bir duygusal bağ geliştirmediklerini
vurgulamışlardır. Birinci kuşak Yahudilerin, ikinci ve üçüncü kuşaklara göre,
İsrail ile daha duygusal bir bağ kurdukları
tespit edilmiştir. Gençler arasında İsrail’e gidip yaşamayı tercih edecek
olanların sayısı çok azdır.
Rumlarda özellikle birinci
ve ikinci kuşağın
Yunanistan ile aralarında duygusal bir bağ geliştirdikleri tespit edilmiştir.
Özellikle 1923 Mübadelesinde birçoğunun akrabalarının göç etmek zorunda
kalması, ardından 1964 zorunlu göçü ve devamında 80’lerdeki göçlerle her Rumun
Yunanistan’da bir akrabası, eşi dostu, çocukluk arkadaşı bulunmaktadır. Bu
duygusal sermaye Yunanistan’la kurulan bağın temelini oluşturmaktadır. Üçüncü
ve dördüncü kuşaklarda ise bir üst kuşakların tersine böyle bir duygusallık
geliştirilmediği; Yunanistan’ı bir
tatil yeri olarak gördüklerini, orası ile ortak bir belleğe sahip olduklarını ve
aynı dili ve dini inancı
paylaştıkları için yakın hissettiklerini fakat yaşamayı düşünmediklerini belirtmişlerdir.
Yahudiler için İsrail’in özel bir öneminin olmasının
tarihsel bir sebebi daha bulunmaktadır. Yahudiler yaklaşık 2000 yıl boyunca
yurtlarından uzakta sürgünde yaşamışlardır; bu sürgün ve Soykırım belleğinin
Yahudilerin kimlik duygularında çok önemli bir yer tuttuğu gözlenmiştir.
Araştırma kapsamında görüşme yapılan Yahudiler arasında Soykırımda bir yakınını
kaybeden olmamasına rağmen sürgün ve Soykırım tarihi, geçmişinin bilincinde ve
farkında olmak Yahudileri için asla unutulmaması, kuşaktan kuşağa aktarılması
gereken bir bellek olarak ortaya çıkmaktadır.
Rum ve Yahudilerden farklı olarak, Ermenilerin
Ermenistan ile herhangi bir duygusal bağ kurmadıkları, oraya aidiyet
hissetmedikleri gözlenmiştir. Yapılan görüşmelerde Rumcanın Rumların Yunanistan’la kurdukları ilişkideki etkin
rolünün, Ermenilerde Ermenice için geçerli olmadığı ortaya çıkmıştır. Rumların
Yunanistan’da, Yahudilerin de İsrail’de akraba ve arkadaşları yaşadığı için
ister istemez kurdukları duygusal sembolik bağın Ermenilerin Ermenistan’da yaşayan
akrabaları, veya burdan göç etmiş eş-dostları
bulunmadığı için geçerli olmadığı tespit edilmiştir.
Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler için kendi ülkelerinde
“koz-rehine” olmak vatandaşlık
aidiyetlerini sarsan bir siyasi pratik olarak tecrübe edilmektedir. İstanbullu
Rum, Yahudi ve Ermeni olmak aynı zamanda arafta kalmak demektir. Farklı
kuşaklardan gayrimüslimlerin doğdukları, büyüdükleri, ait oldukları
topraklarında dini-etnik kimliklerinden dolayı hiçbir zaman tam olarak ulusal
kimliğin içine girememiş; sürekli olarak “yabancı-gavur-misafir” olarak
görülmüşlerdir. Diğer taraftan ise Yunanistan’da, İsrail’de veya Ermenistan/diaaporada da tam olarak Yunanlı-Rum/Ermeni/İsrailli kabul
edilmediklerini, İsrail’de “Türk Yahudisi” olarak çağrılırken özellikle
göçle ilk giden Rumlar Yunanistan’da “Türk tohumu” olarak adlandırıldıklarını,
Ermenistan’da da Ermeni olarak kabul edilmediklerini dile getirmişlerdir.
Bu “içerden, yerli” kabul edilmeme durumunu özellikle
üçüncü kuşak Yahudiler son beş yılda, Davos krizinden itibaren, tırmanan
antisemitizm ile tecrübe etmek zorunda kalmışlardır. Türkiye-İsrail arasındaki
politik çatışmaların Yahudi cemaatinde sürekli bir güvenlik kaygısı ve
tedirginlik yarattığı gözlenmiştir. Çevrelerindeki birçok kişinin Yahudilerin İsrail
vatandaşı olduklarını düşündüğünü, vatan olarak İsrail’i
kabul ettiklerini bir ön kabul olarak aldıklarını, bu
konuda eğitimli kesimin bile çok cahil olabileceğini aktarmışlardır. Yahudiler
kendi ülkelerinde kendilerini yabancı gibi görmekte
ve tehdit altında hissetmekte; İsrail devletiyle her
bir yaşanan uluslararası krizde kendilerini kendi deyimleriyle ‘topun ağzında’ hissetmektedirler. Uluslararası
arenada meydana gelen bir kriz durumunda korku ve tedirginlik hissederek kendi
içlerine kapanmakta, sosyal medyada, iş hayatlarında, kamusal mekanlarda
“görünmez” olmaya, etnik-dini kimliklerini gizli tutmaya çalışmaktadırlar.
Örneğin, karşılarındaki kişinin eğitim seviyesi düşük ise veya muhafazakar bir
dünya görüşüne sahip olduğunu biliyorlarsa, veyahut iş ortamındaki bir
karşılaşmada hayatlarını negatif etkilememesi, tepki çekmemek açısından İsrail
hakkında konuşmamayı, bazen ise Yahudi kimliklerini kapalı tutmayı tercih etmektedirler. Bazıları
İsrail’in politikasını doğru
bulmadıkları için tartışmaya girmemekte, diğerleri ise İsrail’in politikalarını
genelde haklı buldukları halde toplumda tepki çekmemek için İsrail hakkındaki
görüşlerini Müslüman arkadaşlarıyla paylaşmamayı tercih etmekte, gizliliği esas
tutmaktadırlar. Daha sol tandanslı olan ve güncel siyaseti takip edenler ise
gerek sosyal medya ortamında gerekse arkadaş toplantılarında fikirlerini açıkça
ifade etmekten çekinmediklerini, “kapanmanın, gizli kalmanın” toplumdaki
kutuplaşmayı arttırdığını; bugüne kadar cemaatin genel olarak izlediği bu
politikayı yanlış bulduklarını, bu anlamda Ermenilerin daha cesur ve girişken
olduğunu ifade etmişlerdir.
Birinci ve ikinci kuşak gayrimüslimler, son 10 senede
azınlık hakları konusunda bir takım anayasal iyileşmeler gerçekleşse, artık
devletle cemaat yönetimleri arasında geçmişe oranla daha ılımlı bir diyalog
ortamı yaratılmış olsa da kamusal ve sivil alanda gayrimüslimlere tam anlamıyla birinci
sınıf vatandaş gözüyle
bakılacağına dair umutlarının az olduğunu belirtmişlerdir. Bu kuşaklarda geçmişin tüm hafızası
ve bellekte saklı tutulan travmalar, acılar, güvensizlikler kendini bugünden yeniden üretmektedir. Bu iki kuşak
temsilcilerinde kendi ülkelerinde “koz-rehine-piyon” olarak kullanılacaklarına olan inançlarının
halen yüksek olduğu ortaya çıkmıştır.
Her kuşaktan gayrimüslim birey kendi ülkelerinde başka
bir ülkenin vatandaşı gibi kabul edilmeleri, hakim toplumla eşit vatandaşlık
temelinde buluşturulmamaları, bu toprakların “gerçek” sahipleri olarak kabul-onay
görmemeleri yüzünden toplumsal hayatın farklı alanlarında vatandaş kimliğinin
ötesinde azınlık kimlikleriyle de yüzleşmek zorunda kalmaktadırlar. Bu durum,
yukarıda da bahsedildiği gibi, özellikle birinci ve ikinci kuşağın seçmen
davranışlarını ve gayrimüslim cemaatlerin merkezi ve yerel politik katılım
eksikliklerini, apolitik olmayı bir politik tercih olarak benimsemelerini,
iktidarla siyasi çatışma ortamlarına
girmemelerini, kamusal alanda ve cemaat-içi ortak alanlarda bireysel
fikirlerini özgürce ifade etme konusunda geliştirdikleri farklı tutumları ve
güvenlik stratejilerini açıklamada ve analiz edebilmem de geniş bir zemin
sunmuştur. Bu üç cemaatin Türkiye’nin azınlık politikaları konusundaki genel
bakış açıları birbirine çok yakın olmasına rağmen cemaat mensuplarında farklı
kuşaklarda bakış açılarının değiştiği gözlenmiştir. Bir yandan küreselleşmenin
etkileri ile genç kuşaklarda artan kimliksel farkındalıklar ve kimlik
politikalarının geçmişe kıyasla özgürce tartışılmaya başlanması, bu genç kuşaklarda
bakış açısı ve politik alana katılım tutumlarında değişmelere yol açmıştır.
Ayrıca, son yıllarda toplum içindeki farklılıkların
otoriter bir yönetim biçimiyle bastırılmaya ve toplumun
muhafazakarlaştırılmaya çalışılması, iktidarın
kendi dini ve dünyevi
görüşlerini toplumun tabanına yerleştirmeye çalışması, şiddetle yükselen
antisemitizm ve Hıristiyan karşıtlığı söylemler karşısında duydukları korku ve
tedirginlik özellikle genç kuşak gayrimüslimlere bu ülkedeki geleceklerini ve
güvenliklerini sıklıkla sorgulatmaktadır. Bu durum, ülkenin “sıradan” bir vatandaşı olmanın
yanısıra azınlık olmaktan
kaynaklı “dışarlıklı” olarak
görülmenin getirdiği ikilemi ve ağırlığı da ortaya çıkarmaktadır.
Her kuşaktan üç cemaatin bireylerinin ortak
buluştukları nokta Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren iktidara gelen her
hükümetin gayrimüslim azınlıklara yönelik ortak bir politika izlediğine
yöneliktir. Bu politika ile gayrimüslimler, Cumhuriyet’le birlikte laik ve
modern bir Türkiye kurma hedefiyle ters düşen, gayrimüslimlerin dini kıstasa
göre azınlık olarak tanımlandığı, milliyet ile eşleştirilen ulusal kimlik
kategorisinin dışında tutulduklarını; Osmanlı’dan devr alınan “hoşgörülen” ikinci sınıf vatandaş ve/veya “güvenilmeyen,
istenmeyen” unsurlar olduklarını; ne toplum ne de devlet tarafından tam
olarak bu ülkenin “gerçek vatandaşlar”ı olarak içselleştirilemediklerini
düşünmekte, hissetmektedirler. Çoğalarak azalan nüfuslarına üzüntüyle ve kırgınlıkla vurgu yaparak,
azlaştırılan ve azınlıklaştırılan gayrimüslimlerin artık bir “tehlike” teşkil
etmediğini; tam tersine son yıllarda AB’ne giriş için Türkiye’nin tanıtımına
katkı yapmak amaçlı folklorik birer unsur olarak görüldüklerini,
kullanıldıklarını düşünmektedirler. Bu bağlamda liberal hoşgörü söylemindeki
toleransın pratik edilmesi dışlamaları, ayrımcılıkları, eşitsizlikleri görünmez
kılmaktadır.
Genç kuşaklar da zamanında uğranılan ekonomik, sosyal,
kültürel, siyasi baskılar sonucu gayrimüslimlerin göçlerle azalan nüfuslarının
artık politik ajandanın nesnesi olmaya bile yetmeyeceğini düşünmektedirler.
Gençlerin yaşları itibariyle doğrudan tanık olamayacakları travmaların azınlık
kolektif belleğinden aktarılmasıyla oluşan bir politik bilince sahip oldukları
görülmektedir. İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni gençlerinin politik
davranışlarının da bellekteki bu birikim aracılığı ile şekillendiği
görülmüştür. Gençler de ebeveynleri gibi çokkültürlülük söylemlerinin tamamen reklam
amaçlı olduğunu, “istenmeyen unsurlar” olduklarını son
dönemlerde siyasi elitlerin gayrimüslimler aleyhine sarf ettikleri söylemlerine
referans vererek desteklemiş ve en nihayetinde demokratikleşme projesinin bir
parçası olarak araçsallaştırıldıklarını belirtmişlerdir.
Her üç cemaatten özellikle
vakıf yöneticiliği yapan, okul idarelerinde görev yapan görüşmeciler, daha önce
hiç olmadığı kadar bir siyasi iktidar ile bu derece yakın ilişkiler
kurduklarını, bürokratik aşamalarda kendilerine büyük kolaylıklar sağlandığını belirtmişlerdir.
Ancak diğer yandan, bu atılan adımların AB’ne giriş amaçlı “göz boyamak için”
yapıldığını, folklorik birer unsur olarak Türkiye’nin çokkültürlü yüzünü temsil
etmek için araçsallaştırıldıklarını düşünmektedirler. Özellikle son 4-5 senedir
en büyük ayrımcılığa uğrayan ve sosyolojik azınlık olan kesimlerin
gayrimüslimler değil, iktidarın kendi ideolojisi doğrultusunda yaratmaya
çalıştığı tektip bir toplumun karşısında olan kültürel azınlıklar olduğunu
belirtmişlerdir. Bu kültürel azınlıkların başında da Aleviler, laik modern
kentli bir hayat tarzına sahip Müslüman ve gayrimüslimlerle, seküler hayat
tarzına sahip kadınların geldiğini vurgulamışlardır.
Farklı kuşaktan, sınıftan,
cinsiyetten gayrimüslim bireylerin kendilerini eşit ve birinci sınıf vatandaş
hissetmeme, algılamama durumu
“yükümlülükler yerine getirildiği halde
hakların tamamıyla kullanılamadığı”, “biz”in
içinde görülmediği bir vatandaşlık anlayışına dayanmaktadır. Dini-etnik kimliklerinden
dolayı bürokrasinin her alanında hakim toplum bireylerinden daha fazla baskı,
eşitsiz müdahale ile karşılaşacaklarına inandıkları için toplumsal muhalefet
gösterilerinden uzak durdukları, reaksiyon almamayı tercih ettikleri ve
siyasete aktif olarak dahil olmadıkları tespit edilmiştir. Gayrimüslimler ontolojik olarak “makbul vatandaş”
tanımlamasının dışında tutuldukları için herhangi bir siyasi edimle bir
mücadele içine girmemişler; risk almamışlardır. Türkiye’deki otoriter siyasi
kültürden kendilerine düşen payları gayrimüslimler de toplumun geri kalanı gibi
içselleştirmişlerdir. Gayrimüslim cemaatler içinde politik alanda
demokrasi mücadelesi veren, muhalif ve eleştirel
duruş sergileyenlerin sayısı son derecede sınırlıdır. Gayrimüslimler içinde
muhalif olan, farklı bir ses dile
getiren bu azınlık kesimin kendi cemaatlerinde de sıkıntı yaşadıkları,
dikkatleri cemaatlerin üzerine çekerek “tehdit” riski oluşturdukları, bu
durumun da cemaatler içinde tedirginlik yarattığı tespit edilmiştir. Bu durum
en fazla Yahudi cemaatinde gözlenmiştir. Bu bağlamda cemaatin kolektif
kimliğinin bireysel kimlikleri örselediği söylenebilir. Fakat aynı zamanda en
genç kuşağın özellikle sosyal medyada artan antisemitizme karşı farklı
platformlar oluşturduğu ve bu anlamda cemaatin sessizliği karşısında bir kırılma
yaratmaya başladıklarını da eklemek gerekmektedir. Türkiye’nin otoriter siyasi
kültürü Rumlar, Yahudiler, Ermeniler söz konusu olduğunda da içselleşmiş bir
biçimde kendisine karşılık bulmaktadır. Gayrimüslimler politik alanda aktif
olmamayı, sessiz kalmayı tercih etmektedirler; diğer bir ifade ile kendilerini
tam da burdan korumaya alan bir kimlik kurgusu üretiikleri gözlenmiştir.
Politik alandaki bu aktif
olmama, sessiz kalma hali özellikle genç kuşak gayrimüslimlerde Gezi Direnişi
ile birlikte kırılmıştır. Görüşmeler sırasında Rum, Yahudi ve Ermeni
cemaati mensupları arasında Gezi Direnişine desteğin yüksek olduğu ortaya
çıkmıştır. Park’a gidenler gayrimüslim kimliklerinden dolayı herhangi bir
tedirginlik yaşamadıklarını, hatta bir çoğu haçını, şadayını takarak rahatça
gezebildikleri, kendilerini azınlık hissetmedikleri yerin Gezi Parkı olduğunu
belirtmişlerdir. Gayrimüslim hanelerinin büyük bir çoğunluğunda politika tabu
olarak kabul edilmekte, çocukların yanında politik bir konu açıldığında yasaklı
birşeymiş gibi üstü hemen kapatılmaktadır. Birinci ve ikinci kuşağın politik
belleklerinde geçmişte tecrübe edilmiş acı olaylar halen canlı bir şekilde
durduğu için, kendilerini ülkelerinde birinci sınıf-eşit vatandaş
hissedemedikleri-bu şekilde görülmedikleri için, bu kuşağın temsilcileri
gençlerin direnişi bu derece sahiplenmelerini gereksiz bulduklarını da belirtmişlerdir. Park’a gidenler, başka şekillerde muhalefette bulunanlar başta
ağaçları korumak için fakat ardından direnişin şiddetle bastırılmaya
çalışılması sonucunda hükümetin baskıcı ve gittikçe otoriterleşen yönetim
tarzını protesto etmek için gitmişlerdir. Ermeni ve Rum gençler içinde daha çok
solcu aktivist olanlar Park’a giderken, Yahudilerden ise hemen hemen her
kesimden direnişe katılmışlardır.
Rum, Yahudi ve Ermenilerin birinci ve ikinci kuşağının
büyük bir çoğunluğunun Tek Parti Dönemindeki otoriter ve gayrimüslimlere
yönelik ayrımcı politikalarından dolayı CHP’ne karşı büyük bir antipati
besledikleri; bu politik belleğin sonraki kuşaklara da transfer edildiği tespit
edilmiştir. 1950’lerde gayrimüslimler masif bir biçimde DP’ye destek
vermişlerdir. 1980’lerden itibaren ise gayrimüslimler ağırlıklı olarak ANAP ve
DYP gibi sağ partileri desteklemişlerdir. Cemaatler içinde çok az bir kesimin
sol partilere oy verdiği ve siyasetle aktif olarak ilgilendiği görülmüştür.
2000’den itibaren 2014’deki seçimlere kadar ise,
her üç cemaatten bireylerin ciddi bir oranda AKP’ye destek verildiği
görülmüştür. AKP’nin, sağcı ve muhafazakar bir parti olmasına rağmen, ülkenin
demokratikleşmesi ve ekonomik istikrarın sağlanması için uyguladığı neoliberal
politikalar umut verici bulunmuştur.
Özellikle (2002-2007) arası dönemde gayrimüslim cemaatlerin taşınmaz mallarının
iadesi, kiliselerin-okulların tamiri ve onarımı için hayata geçirilen projeler
gibi bir çok alanda demokratik açılımların yaşanması, cemaat temsilcileri ile
hükümet arasındaki diyalog ortamı azınlıklar tarafından olumlu ve yapıcı bulunmuştur.
AKP’nin de Kemalist rejimin otoriter politikalarından mağdur olmuş olması, bu
mağduriyet ekseninde toplumun farklı azınlık (hukuki, sosyolojik, kültürel)
kesimlerini birleştirmiştir. Diğer taraftan üst kuşakların belleğinde CHP’nin
halen olumsuz bir yer tutmaya devam etmesi her üç cemaatten büyük bir kesimin
AKP’ne oy vermesinin belli başlı sebeplerinden birini oluşturmuştur. 2013
Haziran ayındaki Gezi Direnişi gayrimüslimlerin seçmen davranışlarında kırılma
yaratmıştır. Hükümetin ve dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın otoriter ve
baskıcı yönetim tarzından, zaman içinde giderek artan muhafazakar bir toplum
oluşturma hedefinden dolayı AKP’ye oy veren
gayrimüslimlerin 2014 ve 2015 seçimlerinde ya oy vermediği ya da stratejik amaçlı CHP’ye oy verdikleri,
belli bir kesimin, özellikle gençlerin, HDP’ye oy verdiği tespit edilmiştir.
Ayrıca cemaatler heterojen sosyal yapılar oldukları için, Rum, Yahudi ve Ermeni
cemaatleri kendi içlerinde oy verme davranışı göz önünde bulundurulduğunda
heterojen bir nitelik göstermektedirler. Diğer bir anlatımla her cemaat kendi
içinde ve birbirleriyle karşılaştırıldığında yaşa, eğitime, ait olduğu sosyal
sınıfa, oturduğu semte bağlı olarak oy verme davranışları bölünmüş ve
çeşitlenmiştir.
Gayrimüslim bireyler için, kendi azınlık okulları,
kilise, dernekler, tiyatro grupları, cemaatten arkadaş grupları, Ada gibi
cemaat-içi sayılabilecek kamusal mekanlar dışındaki alanlarda yaşadıkları
sosyal dışlanma ve ayrımcılıkların gündelik yaşamın bir parçasını oluşturduğu,
bunu gayet içsellşetirdikleri tespit edilmiştir. Rum, Yahudi ve Ermeniler için
gündelik yaşam biçimlerinin gerçekleştiği farklı kamusal mekanlarda dışlayıcı
damgalamalarla karşılaşmak gündelik hayatın sıradan pratiklerinden birini
oluşturmaktadır. Gündelik yaşamda ve farklı kamusal mekanlarda karşılaşılan bu
damgalamalar, sınırlı durumlarda da avantaj olarak yaşanmaktadır; dini-etnik
kimliklerinden kaynaklı yaşadıkları avantajlar bu ülkede gayrimüslim bir birey
olma halinin yapısal bir parçasını oluşturmaktadır. Türkiye toplumunda
Rum,Yahudi, Ermeni olmak damgalı bir kimliğe sahip olmakla baş edebilmeyi
bilmek demektir. Geniş toplumun büyük bir kesimi, içine üniversite mezunları da
dahil, gayrimüslimleri yeknesak, homojen cemaatler, sosyal bütünler olarak ele
alıp, kendi içlerindeki sosyal-ekonomik-kültürel farklılıkları, çatışmaları ve
gerilimleri yok saymaktadırlar. “Benim de Ermeni tanıdıklarım var, iyi
insanlardır...” diyerek pozitif ayrımcılık yaptıklarını zannederken ürettikleri
hiyerarşik ve dışlayıcı dil ile gayrimüslim bireyleri dışlamakta, kendi içinde
ayrımcılığı yeniden üreten bir söylem geliştirmektedirler. İstanbul’un Rum,
Yahudi ve Ermenileri hakkında popüler kültürde hakim olan ön yargı,
stereotipler ve damgalamaların, her üç cemaatin mensupları arasında gündelik
yaşam deneyimlerinde görünmez olmaya çalışmak gibi pratiklere, kamusal alanda
farklı kimlik performansları uygulamalarına neden oldukları tespit edilmiştir.
Kamusal mekanlarda gayrimüslim bireylerin farklı
varoluşsal durumlara göre aidiyet ve dışlanma mekanizması geliştirdikleri
ortaya çıkmıştır. Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler yaşadıkları ayrımcılıkları ve
dışlanmaları, hissettikleri güvensizliği ve gerilimi kendi aralarında, aile
içinde, cemaat arkadaş çevresinde paylaşmakta; cemaat dışı kamusal mekanlarda
ise çoğunlukla sessiz kalmayı, azınlık kimliklerinin işaretlerini gizlemeyi
tercih etmişlerdir. Bu bağlamda Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler farklı kamusal mekanlarda
farklı olmaya dair yüksek bir farkındalık sergilemekte ve farklılıkların
izlerini tehlikeli buldukları durumlarda saklamaktadırlar. Bu tespit birinci ve
ikinci kuşak gayrimüslimler için özellikle geçmişten taşıdıkları travma
bellekleri nedeniyle halen geçerlidir. Üçüncü ve dördüncü kuşakların ise
toplumla bir üst kuşaklara göre tamamen özgürce olmasa da artık daha entegre
yaşamaya başladıkları, dini-etnik kimliklerine cemaat dışı kamusal mekanlarda sahip
çıktıkları ve bunun izlerini
de, Rumca ve Ermenice konuşma,
isimlerini değiştirmeden
kullanma, haç takma gibi, bir prestij ve kültürel sermaye olarak taşıdıkları
görülmüştür.
Her üç cemaatten
bireylerin içinde girdikleri sosyal ortamlar, arkadaş çevresi, okul, iş ortamı
gibi mekanlar kimliklerini açık veya kapalı yaşamalarını belirleyen faktörler
olarak ortaya çıkmıştır. Kendileriyle aynı sosyokültürel sınıftan eğitimli,
kent kökenli, modern, laik Müslüman-Türklerle paylaştıkları ortamlarda
dini-etnik kimliklerinden dolayı sıkıntı yaşamadıkları, kimliklerini açıkça
ortaya koydukları ortaya çıkmıştır. Fakat zaman zaman, girdikleri ortamın
sosyal ve kültürel
seviyesine göre, genç Rum, Yahudi
ve Ermenilerin de her
ne kadar üst kuşaklara kıyasla rahat olsalar da gayrimüslim ve Türk-iyeli
kimlikleri arasında bir denge kurmak ve azınlık kimliğini gizlemek veya açmak
arasında gerilim yaşadıkları görülmüştür. Örneğin, arkadaş grupları arasında
(cemaat içi ve dışı) paylaşılan hikayeler, sırlar, alanlar farklılaşabilmekte,
daralmakta veya genişlemektedir. Paylaşılacak bilgiler gruplar arasında
kategorileştirilmektedir. Bu gerilim durumunu yaşama halinin en genç kuşak
olarak adlandırılabilecek dördüncü kuşakta gittikçe azaldığı gözlenmiştir.
Çoğunluğu Sünni Müslüman
dinine mensup insanların oluşturduğu bu ülkede gayrimüslim birey olmak demek çok boyutlu,
karmaşık, bazen de iç içe geçen katmerli
azınlık hallerine sahip olmak demektir. Gayrimüslim bireyler aynı anda
hem etnik-dinsel kimliklerinden dolayı hem de kadın, emekçi, solcu, orta sınıf
veya yoksul olduğu için toplum içinde farklı boyutlarda dışlanmalar,
ayrımcılıklar yaşayabilmekte, farklı kimlik stratejileri geliştirmektedirler.
Çoğunluktan farklı kimliklere sahip olmanın her zaman dezavantaj yaşatmadığı da
gözlenmiştir. Gayrimüslim bireyler “tehlikeli, dışlayıcı” ortamlarda
farklılıklarını gizlemek, kimliklerini blokajlamak zorunda kaldıkları
zamanlarda karşılarındaki insanları
daha iyi analiz edip, zarar görüp görmeyecekleri insanları kısa bir zaman
içinde ayrıştırabilmektedirler. Bir görüşmecinin “elini sıkarken veya
bakışından seni dışlayıp dışlamayacağını anlıyorsun, ona göre kendini karşı
tarafa ne kadar açıp açmayacağın değişebiliyor” söyleminde görüldüğü gibi
insanları kategorize edebilme yeteneğine içsel bir şekilde sahip olarak
büyüdüklerinden dolayı aynı zamanda farklı bakış açısından insanlarla sıradan
bir bireyden daha fazla empati geliştirebildikleri de göözlenmiştir. Diğer bir
taraftan, hem azınlık hem de çoğunluk kültürüne ait bilgilere ve pratiklere
(dil, adetler, gelenek- görenekler) aynı anda sahip oldukları için toplumun
çoğunluğundan daha yüksek bir kültürel sermayeye sahip olmakla gurur duydukları
görülmüştür.
Tez çalışmamın son bölümünde azınlık
olmanın cinsiyeti analiz
edilmeye çalışılmıştır. Özel
alan azınlık kimliğinin korumaya alındığı, azınlık kimliğinin inşa edildiği ve
bir sonraki kuşaklara aktarıldığı alan olma özelliği göstermektedir. Aile
içinde çocuğa bu azınlık kimliğinin, tarihinin ve azınlık belleğinin
aktarılması, dilin öğretilmesi, gelenek-göreneklerin, ritüellerin aktarılması
kadının görev alanına girmektedir. Ev içi alan gayrimüslimlerde geleneksel
cinsiyetçi iş bölümü ile ilişkilendirilen, kadın-anne ile örtüştürülen alan
olma özelliği göstermektedir. İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermenilerinin aile
ilişkileri mercek altına alındığında
geniş toplumla tutarlı bir biçimde ataerkil aile yapısının hakim olduğu
gözlenmiştir. Bu bağlamda dini-etnik aidiyetinden bağımsız olarak toplumsal
cinsiyet rollerinin, toplumsal coğrafyanın hakim ataerkil kültürel kodlarına
sahip olduğu, içinde bulunduğu kültürün hakim toplumsal cinsiyet anlayışıyla
şekillendiği görülmektedir. Görüşmeler sırasında kadınların dile getirdikleri
söylemler, toplumsal cinsiyet temelli rol kalıplarının nasıl içselleştirildiğini ve kadınların karar
alma mekanizmalarında kontrolünün ev içi alanla sınırlı olduğunu, kendilerinden “geleneksel”
eş-anne rolünün oynanmasının beklendiğini ortaya koymaktadır. İlk iki kuşak
Rum, Yahudi ve Ermenilerin erken yaşlarda kapalı cemaat yaşamı içinde
çoğunlukla görücü usulüyle veya arkadaş çevresinde tanıştırılarak cemaat içi evlilikler gerçekleştirdikleri tespit
edilmiştir. Bu kuşaklarda karma evliliklere, cemaatlerinin toplumsal
yapılarının devamlılığına engel olarak gördükleri için tabu olarak yaklaşılıyordu ve neredeyse istisna sayılacak kadar
azdı. Kan bağını korumak, dini
hassasiyetler, dilin ve kültürün devamını sağlamak, azınlık psikolojisi cemaat
dışı evliliklerin tabu olmasının arkasındaki ana sebeplerdi. Kendi
cemaatlerinden biriyle evlenme zorunluluğunun
bir çok kişinin
hayatında büyük bir baskı ve travma yarattığı gözlenmiştir. Bu yaş
grubundan kadınların çoğu çalışma hayatında yer almamış; ataerkil aile yapısı
ile paralel olarak evlendikten sonra hemen çocuk sahibi olmuşlardır. Çalışanlar ise daha çok öğretmenlik gibi kadınlara özgü meslek kollarında
yer almış veya daha “güvenlikli” kabul edilen cemaate ait kurumlarda çalışma
hayatına katılmışlardır. Kapalı cemaat toplumları içinde boşanmanın hoş
karşılanmadığı, “ayıp” olarak görüldüğü, küçük ve kapalı bir toplumda dedikodunun çok olması gibi faktörlerin
kadının üstünde büyük bir baskı yarattığı; denetim mekanizmasının kuvvetli
işlediği; anlaşamama ve evlilik kurumunun zarar gördüğü durumlarda ise
boşanmayı zorlaştırdığı, genelde imkansız hale getirdiği görülmüştür.
Cinsiyetçi iş bölümüyle kodlanmış geleneksel aile yapısandaki kırılmanın, genç
gayrimüslim kadın-erkeklerin neredeyse istisnasız bir biçimde üniversite
hayatına ve ardından iş hayatına atılmaları, farklı ve modern mesleklerde profesyonelleşmeleri, geniş topluma entegre olmaları ve karma evlilikler
gerçekleştirmeleriyle birlikte üçüncü kuşaktan itibaren yaşanmaya
başlandığı görülmüştür. En genç kuşakta (bugün 25-30 yaş arası olanlar) hem
aile içindeki cinsiyetçi iş bölümü dönüşmeye hem de kadının ekonomik alanda alınan
kararlarda erkekle ortaklaşa bir tavır sergilediği gözlenmiştir. Kadının
ekonomik özgürlüğünü elde etmesi ile birlikte gayrimüslim toplumlarda
boşanmanın da son 10-15 senede arttığı tespit edilmiştir. Bu bağlamda boşanma
pratiklerindeki değişim toplumun genelinden bağımsız hareket etmemektedir.
Karma evlilikler günümüzde, iyice azlaşan
nüfuslarından dolayı gayrimüslim üç cemaat içinde en tartışmalı sosyal
konuların başında gelmektedir. Kent mekanında nüfus olarak büzüşmüş ve mekansal
olarak dağılmış bir cemaatin kuralları içinde hareket etme zorluğunu en çok
genç kuşaklar tecrübe etmektedir. Cemaatlerin azalan nüfuslarından dolayı
gençlerin kendi yaşlarında ve kültür seviyelerinde anlaşabilecekleri,
uyuşabilecekleri kız- erkek arkadaş bulma ihtimali her geçen yıl azalarak
sürmektedir. Birinci ve ikinci kuşaklarda geçmişten taşıdıkları güvensizlikler
ve toplumun büyük kesminde gayrimüslim vatandaşlara yönelik negatif bir algı
olmasından, bilinmemelerinden dolayı geniş toplumla komşuluk, arkadaşlık, iş
ortaklığı vesilesiyle yaşanan çizgiyi aşmak ve duygusal ilişkilere girmenin,
bir görüşmecimin babasının sözlerinde görüldüğü gibi, “Ermeni Soykırımını kabul
etmeyecek biriyle evlenmeni, bir gün Ermeniler için ters laf söyleyecek bir
aileye gelin gitmeni asla kabul
etmem”, pek kabul görmediği gözlenmiştir. Günümüzde artık bu güvensizliklerin
tam olarak olmasa da azalmış olduğu tespit edilmiştir. Günümüzde gayrimüslim
gençlerin üniversitede ve iş hayatında tanıştıkları farklı dini-etnik
toplumlardan kişilerle yaşadıkları flörtlerin evlilikle sonuçlanma ihtimali de
bir önceki kuşaklara göre artış göstermektedir. Gençlerin gelenek ve
göreneklerine bağlı olmanın yanısıra cemaat ve geleneksel değerlerden öte
“mutluluk, vicdan, hoşgörü” gibi evrensel değerleri daha fazla ön plana
koydukları gözlenmiştir. Toplumun genelinde kültürel ve sosyal alanda yaşanan
değişim, dönüşümlerle birlikte özgürlük alanının genişlemesi ve küreselleşmenin
de etkisiyle gençlerin daha bireysel kararlar vermeye başlamaları ile
bariyerlerin yavaş yavaş kalkmaya başladığı görülmüştür.
Hazırladığım soru yönergesi ile görüşmelerim için saha
yolculuğuna çıktıktan ve görüşmelerin ilerlemeye başlamasından bir süre sonra
umduğumdan daha derin analiz edilmesi gereken bir konuyla karşılaştığımı fark
ettim. Özellikle cemaat-içi sınıfsal farklılıkların kamusal, politik ve özel
alandaki azınlık kimlik inşa sürecini ve pratiklerini derinden etkilediğini;
cemaatlerin kendi içinde derin, karmaşık katmanlar olduğunu gördüm. Günümüzde gayrimüslim bireyleri gündelik hayat pratikleri içinde
kamusal, politik ve özel
alan düzlemlerinde inceleyen niteliksel yöntemlerle yapılmış
araştırmaların azlığı tezin analiz aşamasında teorik ve yöntemsel
sınırlılıklarını oluşturdu. Bu az çalışılmış alanda kafamda bir sürü yeni soru
ile tezi bitirdim. Türkiye’de yaşayan gayrimüslim cemaatlerle
ilişkilendirilebilecek bellek çalışmalarının bir çoğunun akademik alanda henüz
yeni olduğunu görüyoruz. Azınlık cemaatlerinin kendi içlerindeki farklılıklara
ve sosyal katmanlaşmalara ancak niteliksel araştırma metoduyla yapılan ve
azınlıkların hayatlarına doğrudan giren çalışmalarda rastlanabilmektedir. Sözlü
tarih ve derinlemesine mülakat görüşmeleri de bu tartışmalara sıradan
insanların seslerini katmaktadır. Gayrimüslimlerle ilgili üretilecek olan
çalışmalarda niteliksel araştırma metodunun daha fazla kullanılması sayesinde
sayıları günümüzde gittikçe azalmakta olan azınlıkları daha yakından tanıma,
karmaşık toplumsal yapıları hakkında daha detaylı bilgi sahibi olma ve
değerlendirme yapma şansına sahip olabiliriz.
KAYNAKÇA
Kitaplar
Adak, Hülya: Halide
Edib ve Siyasal Şiddet, Ermeni Kırımı, Diktatörlük ve Şiddetsizlik,
İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2016.
Adkins, Jenny: Trauma and the Memory of Politics, UK, Cambridge
University Press, 2003.
Adkins, Jenny: “Remembering Relationality, Trauma Time and Politics, in
Memory”, Trauma and World Politics, Ed. Duncan Bell, Palgrave McMillan, New
York, 2010.
Adorno, Theodor
W.: Otoritaryan Kişilik Üstüne, Niteliksel İdeoloji
İncelemeleri, İstanbul, Say Yayınları, 2011.
Agamben, Giorgio: Tanık ve Arşiv. Auschwitz’den Artakalanlar, Çev. Ali
İhsan
Başgül, Ankara, Dipnot
Yayınları, 1999.
Ahmed, Sara: Duyguların
Kültürel Politikası, İstanbul, Sel Yayınları, 2004.
Akan, Aysun: 1934 Trakya olaylarının 1942 varlık vergisinin
ve 6/7 Eylül
olaylarının basında yansımasının eleştirel söylem analizi, Ortadoğu
Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi, basılmamış Doktora Tezi,
2009.
Akar, Rıdvan, Hülya Demir:
İstanbul’un Son Sürgünleri, 1964’de Rumların Sınırdışı
Edilmesi, İstanbul, Doğan Kitap, 1994.
Akarlı, Engin: Osmanlılar’da ve Avrupa’da Çağdaş Kültürün
Oluşumu: 16.-18.
Yüzyıllar, İstanbul, Metis,
2002.
Akarlı, Engin: “Osmanlı Topraklarında Cemaatlerin Hak ve Durumları:
Genel
Düşünceler”, Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi,
No:33, 2000.
Akçam, Taner: İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu: İttihat ve Terakki’den
Kurtuluş Savaşı’na, 3. bs., İstanbul,
İmge Yayınları, 2014a.
Akçam, Taner: Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması: Sessizlik,
İnkar ve Asimilasyon, İstanbul,
İletişim Yayınları, 2014b.
Akçam, Taner:
Akçam, Taner:
Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu, 5. bs.,
İstanbul, Su Yayınları, 2001.
1915 Yazıları, 2.bs., İstanbul, İletişim
Yayınları, 2010.
Akgönül, Samim: Türkiye Rumları: Ulus-Devlet Çağından Küreselleşme
Çağına Bir Azınlığın Yok Oluş Süreci, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2007.
Akgönül, Samim (ed.): Reciprocity, Greek Turkish Minorities: Law Religion
and Politics, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008.
Akgönül, Samim: Göçebe Yazılar, İstanbul,
BGST Yayınları, 2015a.
Akgönül, Samim: Azınlık: Türk Bağlamında Azınlık Kavramına Çapraz
Bakışlar, İstanbul, BGST, 2011.
Aktar, Ayhan: Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik
Dönüşüm, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2006.
Aktar, Ayhan: “Nüfusun Homojenleştirilmesi ve Ekonominin
Türkleştirilmesi
Sürecinde Bir Aşama: Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi, 1923-1924”, Der. Renee
Hirschon, Ege’yi Geçerken: 1923
Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi,
2. bs., İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007.
Aktar, Ayhan: Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, 11. bs.,
İstanbul, İletişim
Yayınları, 2012.
Aktar, Cengiz: “Ermeni soykırımı kurbanlarının torunları için nasıl bir
adalet?”, (Çevrimiçi)
http://repairfuture.net/index.php/tr/ermeni-soykirimi-tanima-
ve-tazminatlar-turkiye-den-bakis/ermeni-soykirimi- kurbanlarinin-torunlari-icin-nasil-bir-adalet,
08.04.2015.
Aktay, Yasin: “Pierre Bourdieu
ve Bir Maxwell Cini Olarak Okul”, Ocak
ve Zanaat
Pierre Bourdieu Derlemesi, Der. Güney Çeğin, Emrah Göker v.d., 2. bs.,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2010.
Aktoprak, Elçin: “Bir Kurucu
“Öteki” Olarak: Türkiye’de Gayrimüslimler”,
İnsan Hakları
Çalışma Metinleri, 16, Ankara, 2010.
Albukrek, Viktor: Bir Zamanlar Büyükada, 2. bs., İstanbul,
Adalı Yayınları,
2013.
Alexandris, Alexis: “Din ve Etnisite: Yunanistan ve Türkiye’deki Azınlıkların
Kimlik
Meselesi”, Haz. Renee Hirschon, Ege’yi
Geçerken: 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, 2. bs., İstanbul, Bilgi
Üniversitesi, 2007.
Alexandris, Alexis: The Greek Minority of İstanbul and Greek-Turkish
Relations 1918-1974, Athens,
Centre for Asia Minor Studies, 1992.
Alliance Israelite
Universille Sefarad Kültürü Araştırma Derneği,
İstanbul, 2011.
Altınay, Ayşe Gül,
Fethiye Çetin:
Torunlar, 2. bs., İstanbul,
Metis, 2010.
Alver, Köksal: Mahalle-Mahallenin Toplumsal ve Mekansal Portresi,
Ankara, Hece Yayınları, 2013.
Amnesty International Report London, UK, 2014/2015.
Anderson, Benedict: Hayali Cemaatler Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması,
Çev. İskender
Savaşır, İstanbul, Metis, 2004.
Anthias, Floya: “Social Stratification and Social Inequality: Models of
Intersectionality
and Identity”, Ed. Fiona Devine, Mike Savage, John Scott, Rosemary Crompton, Rethinking
class, culture, identities and lifestyle, New York, Palgrave Macmillan,
2005.
Antisemitizm (Çevrimiçi)
http://www.holokostlayuzlesmek.com/tr/hafiza- politikalari-ve-turkiye/,
12.05.2016.
Anzerlioğlu, Yonca: “Tarihi verilerle
Karamanlı Ortodoks Türkler”, (Çevrimiçi)
“http://hbvdergisi.gazi.edu.tr/index.php
/TKHBVD/article/viewFile/1092/1081, 17.11.2015.
Arendt, Hannah: Totalitarizmin Kaynakları-1 Antisemitizm, 5. bs.,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2014a.
Arendt, Hannah: Kötülüğün Sıradanlığı, Adolf
Eichmann Kudüs’te, Çev.
Özge
Çelik, İstanbul, Metis,
2014b.
Arı, Kemal: Büyük Mübadele: Türkiye’ye
Zorunlu Göç (1923-1925),
6. bs., İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2012.
Artanç, Savaş: “Türküz Museviyiz yok olmak üzereyiz”, 30 Saniye,
13.01.2012, (Çevrimiçi)
https://otuzsaniye.wordpress.com/2012/01/13/turkuz-
museviyiz-yok-olmak-uzereyiz/, 08.05.2015.
Artinian, Vartan: Osmanlı Devleti’nde Ermeni Anayasası’nın Doğuşu
1839-1863, İstanbul, Aras Yayıncılık, 2004.
Arun, Özgür: “İnce
Zevkler-Olağan Beğeniler: Çağdaş Türkiye’de Kültürel Eşitsizliğin Yansımaları”,
Cogito, İstanbul, Yapı Kredi
Yayınları, 2014.
Arsava, Ayşe Füsun: Azınlık Kavramı ve Azınlık Haklarının Uluslararası
Belgeler ve Özellikle Kişisel ve
Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 27. Maddesi Işığında İncelenmesi, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi, No. 579, 1993.
ASALA (Çevrimiçi), https://tr.wikipedia.org/wiki/ASALA,
04.08.2015.
Aslan, Şükrü,
Tahire Erman: “Bir Zamanlar İstanbul’da Gecekondular vardı:Günlük
Basında
Şehrin Gecekonduyla İmtihanı”, İstanbul
Kimin Şehri? Kültür, Tasarım, Seyirlik ve Sermaye, Der. Dilek Özhan Koçak,
Orhan Kemal Koçak, İstanbul, Metis, 2016.
Assman, Jan: Kültürel Bellek, 2. bs., İstanbul,
Ayrıntı Yayınları, 2015. Attali, Jacques: Yahudiler,
Dünya ve Para:Yahudi Halkının Ekonomik
Tarihi, İstanbul, Kırmızıkedi, 2009.
Avigdor, Levy: The Sephardim in the Ottoman
Empire, Princeton, NJ,
The Darwin Press, 1991.
Aydın, Aziz: AB
ülkeleri, ABD ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasalarında Azınlıklarla İlgili
Düzenlemeler, TBMM Araştırma Merkezi, Ankara, Kasım 2011.
Aydın, Suavi: “Azınlık Kavramına
İçeriden Bakmak”, Der. Ayhan Kaya,
Turgut
Tarhanlı, Türkiye’de Çoğunluk ve Azınlık
Politikaları, 2. bs., İstanbul, TESEV, 2006.
Babil: “20
Dolar 20 Kilo, Cumhuriyet Tarihinin En Büyük Sürgün Hikayelerinden Biri”, (Çevrimiçi)
https://www.academia.edu/11185462/20_ DOLAR_20_KİLO_Cumhuriyet_Tarihinin_ En_Büyük_Sürgün_Hikâyelerinden_Biri, 10.09.
2015.
Baer, Marc David: The Dönme, Jewish
Converts, Muslim Revolutionaries
and Secular
Turks, California, Stanford
University Press, 2010.
Baer, Marc David: Atmeydanı’nda Ölüm, 17. Yüzyıl İstanbul’unda
Toplumsal Cinsiyet,
Hoşgörü ve İhtida, İstanbul, KÜY, 2016.
Bahar
Feyzan: Struma, Aşk Yolcusu, İstanbul, Everest Yayınları, 2015. Bağdat, Hayko: Salyangoz, 2. bs., İstanbul, İnkılap
Yayınları, 2014.
Bali, Rıfat N.: Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri. Devlet’in
Örnek Yurttaşları (1950-2003), İstanbul, İletişim Yayınları, 2009a.
Bali, Rıfat N.: Cumhuriyet
Yıllarında Türkiye Yahudileri, Aliya: Bir
Toplu Göçün Hikayesi (1946-1949), 3. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2009b.
Bali, Rıfat N.: “2. Dünya Savaşı Yıllarında Nazilerin Türk Basınını
Etkileme Çabaları”, (Çevrimiçi) http://www.rifatbali.com/images/stories/dokumanlar/ naziler_ve_turk_basini.pdf, 01.03.2016.
Bali, Rıfat N.: “1938 Yılı İtibariyle
Türkiye Yahudilerinin İktisadi
Durumu”, Musa’nın Evlatları Cumhuriyet’in Yurttaşları, 5. bs., İstanbul, İletişim
Yayınları, 2014a.
Bali, Rıfat N.: “Azınlıkları Türkleştirme Meselesi”
Ne İdi? Ne Değildi?,
İstanbul, Libra Yayınları, 2014b.
Bali, Rıfat N.: The Jews and Prostotitution In Constantinople 1854-
1922, İstanbul,
The ISIS Press,
2008.
Bali, Rıfat N., Arus Yumul, Foti Benlisoy:
“Yahudi,
Ermeni ve Rum toplumlarında Milliyetçilik”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce Cilt 4, Der. Tanıl Bora,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2002.
Bali, Rıfat N.: Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri: Bir
Türkleştirme Serüveni (1923-1945), 7. bs., İstanbul,
İletişim Yayınları, 2005.
Bali, Rıfat N.: Toplu Makaleler-1 Tarihin Ufak Bir Dipnotu:Azınlıklar,
İstanbul, Libra Yayınları, 2013a.
Bali, Rıfat N.: “1934 Trakya Olayları”, 4. bs., İstanbul, Libra Yayınları,
2013b.
Bali, Rıfat N.: “Toplu Makaleler-2. Türkiye’de Antisemitizm ve
Komplo Kültürü”, İstanbul,
Libra Yayınları, 2013c.
Bali, Rıfat N.: Varlık Vergisi Hatıralar-Tanıklıklar, İstanbul, Libra
Yayınları, 2012.
Bali, Rıfat N.:
“cumhuriyet döneminin
azınlıklar politikası”, (Çevrimiçi) http://nabukednazar.blogspot.com.tr/2012/06/
cumhuriyet-doneminin-aznlklar.html), 05.03.2015a.
Bali, Rıfat N.: Tarz-ı hayattan Lifestyle’a, Yeni Seçkinler, Yeni
Mekanlar, Yeni Yaşamlar, 11. bs., İstanbul,
İletişim Yayınları, 2015b.
Balibar,
Etienne, Immanuel Wallerstein:
Irk Ulus Sınıf, Belirsiz Kimlikler, 5. bs.,
İstanbul, Metis, 2013.
Balta, Evangelia: Nüfus Mübadelesi, İstanbul, İnkilap Yayınları, 2015.
Balta, Evangelia: Gerçi Rum İsek de, Rumca bilmez, Türkçe Söyleriz
Karamanlılar ve Karamanlıca Edebiyat Üzerine Araştırmalar, İstanbul, Türkiye İş Bankası
Yayınları, 2014.
Balta, Evangelia: “Osmanlı Devleti’nde Rum Millet ve Ekonomik
Gelişmişlikleri”, Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi,
No:33, 2000.
Balta, Evangelia: Sinasos Images and Narratives, İstanbul, Birzamanlar
Yayıncılık, 2009.
Barth, Fredrik: Etnik Gruplar ve Sınırları, İstanbul, Bağlam Yayınları,
2001.
Baronyan, Hagop: İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti, 2. bs., İstanbul,
Can
Yayınları, 2014.
Baudrillard, Jean: Tüketim Toplumu, Çev. H. Delicaylı,
F. Keskin, İstanbul,
Ayrıntı
Yayınları, 2004.
Bauman, Zygmant: Sosyolojik Düşünmek, 11. bs., İstanbul,
Ayrıntı Yayınları,
2015.
Barkey, Karen: Empire in Difference: Ottomans in Comparative
Perspective, Cambridge, Cambridge University Press, 2009.
Bayır, Derya: Minorities
and Nationalism in Turkish Law,
Ashgate, England, 2013.
Becker, Howard
S.: Sosyal Bilimcilerin Yazma Çilesi Yazımın Sosyal
Organizasyonu Kuramı, Çev. Şerife Geniş, Ankara, Heretik, 2013.
Bektaş, Cengiz Kuzguncuk, İstanbul, Literatür yayınları, 2003.
Belge, Murat: İstanbul Gezi Rehberi, 8. bs., İstanbul,
İletişim Yayınları,
2015.
Bell, Duncan: Memory, Trauma and World Politics,
Reflections on the
Relationship Between
Past and Present, New York, Palgrave
McMillan, 2010.
Benbanaste, Jaymi: “ben yine çocuk oldum”, 18.03.2011, (Çevrimiçi)
http://antigoniburgazada.blogspot.com.tr/2011_03_13_archi
ve.html, 02.11.2015.
Benbassa, Esther, Aron Rodrigue:
Türkiye ve Balkan Yahudileri Tarihi, 3. bs., İstanbul,
İletişim Yayınları, 2010.
Benhabib,
Şeyla: Ötekilerin
Hakları, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2006. Benjamin
Walter: Pasajlar, İstanbul, Yapı ve Kredi Yayınları, 1995.
Benlisoy, Foti: “Ellili Yıllar
Türkiyesi’nin Tarihi: Azınlıkların Tarihi”, Haz.
Mete Kaan Kaynar, Türkiye’nin 1950’li
Yılları, İstanbul,
İletişim Yayınları, 2015.
Benlisoy, Foti, Stefo Benlisoy:
“Millet-i
Rum’dan Helen Ulusuna (1856-1922)”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 1, Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, 9.
bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2011.
Berberoğlu, Berch: Klasik ve Çağdaş
Sosyal Teoriye Giriş,
Eleştirel Bir
Perspektif, İstanbul,
Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009.
Berberyan, Bercuhi: Burgazada
Sevgilim…, 4. bs., İstanbul, Adalı Yayınları,
2013.
Berkes, Niyazi: Türkiye’de
Çağdaşlaşma, 20. bs., İstanbul, Yapı ve Kredi
Yayınları, 2014.
Berktay, Fatmagül: TekTanrılı Dinler Karşısında Kadın, 2. bs., İstanbul,
Metis Yayınları, 2000.
Besalel, Yusuf: Osmanlı ve Türk Yahudileri, 2. bs., İstanbul, Gözlem,
2004.
Bilal, Melissa: Direnişin Şarkısı:
Ondokuzuncu Yüzyılda Ermeni Ninileri,
The Lost Lullaby and Being an Armenian in Turkey, basılmamış yüksek
lisans tezi, Boğaziçi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Emstitüsü, 2004.
Bilal, Melissa: “Türkiyeli Ermenileri Hatırlamak”, Bir Zamanlar
Ermeniler Vardı, Der. Abdullah
Onay, 4. bs., İstanbul, Birikim Yayınları, 2014.
Bildirici, Yaşar: “Gayrimüslimler de vatandaş kimliği
ile görülmeli”, Şalom,
14.01.2015, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-
93697-
gayrimuslimler_de_vatandas_kimligi_ile_gorulmeli.html,
20.02.2015.
Bileydi Koç, Malike: İsrail Devleti’nin Kuruluşu
ve Bölgesel Etkileri
1948-
2006, İstanbul,
Gunizi Yayıncılık, 2006.
Bilgin, Nuri: Tarih ve Kolektif
Bellek, İstanbul, Bağlam Yayınları,
2013.
Bora,
Tanıl: “milliyetçilik doğallıkla meşrulaştırılamaz”, Altüst,
16.04.2012, (Çevrimiçi)
http://www.altust.org/2012/04/tanil-bora-milliyetcilik-
dogallikla-mesrulastirilamaz/), 05.10.2015.
Bourdieu, Pierre: Distinction, A Social Critique of the Judgement
of Taste,
UK, Routledge and Kegan Paul Ltd., 1984 .
Bourdieu, Pierre: Ayrım, Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi, Ankara,
Heretik
Yayınları, 2015a.
Bourdieu, Pierre: Pratik Nedenler, Çev. Hülya Uğur Tanrıöver, 2. bs.,
İstanbul, Hil Yayın, 2015b.
Bourdieu, Pierre: Seçilmiş Metinleri, Çev. Levent Ünsaldı,
Ankara, Heretik
Yayınları, 2013.
Bourdieu,
Pierre, Loic Wacquant: Boyer, Pascal, James
W. Wertsch:
Düşünümsel Bir Antropoloji için Cevaplar, 6. bs.,
İstanbul,
İletişim Yayınları, 2012.
Zihinde ve Kültürde Bellek, Çev. Yonca Aşçı Dalar,
İstanbul,
Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, 2012.
Boym, Svetlana: Nostaljinin Geleceği, İstanbul, Metis, 2009.
Bozdoğan, Sibel, Reşat Kasaba: Bozdoğan, Sibel, Reşat Kasaba:
Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, Çev. Nurettin
Hüseyni, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 1998.
Rethinking modernity and national identity
in Turkey, Seattle,
University of Washington Press, 1997.
Bozkurt, Gülnihal: Alman-İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerin Işığı
Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (1839-1914), Ankara,
TTK, 1989.
Bozkurt, Gülnihal: “Türk Hukuk Tarihinde Azınlıklar”, Ankara Üniversitesi
Hukuk
Fakültesi Geleneksel Açlış Dersi, 5.11.1992.
Bozkurt, Gülnihal: “İslam Hukukunda Zımmilerin Hukuki Statüleri”, 9 Eylül
Hukuk Fakültesi Dergisi, C.3, Sayı 1-4, Ankara,1987.
Bozis, Sula: İstanbullu
Rumlar, İstanbul, Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 2011.
Braude, Benjamin: “Foundation Myths
of the Millet System”, Christians and
Jews in the Ottoman Empire:The
Functioning of a Plural Society, Ed. By.
Benjamin Braude-Bernard Lewis, Vol (1), New York, Holmes and Meier Publishing,
1982.
Brink-Danan, Marcy: Yirmi Birinci Yüzyılda Türkiye’de Yahudiler,
Hoşgörünün Öteki Yüzü, İstanbul,
Koç Üniversitesi Yayınları, 2014.
Brubaker, Rogers: Fransa ve Almanya’da Vatandaşlık ve Ulus Ruhu,
İstanbul, Dost Yayınları, 2009.
Bulunur, Kerim
İlker: Osmanlı Galatası (1453-1600), İstanbul, Bilge Kültür
Sanat
Yayınları, 2014.
Butler, Judith: “Introduction”, Bodies that matter: on the dıscursive
lımıts of “sex”, Routledge, 1995.
Büyükkürkçüyan, Talin: Feriköy anılarda
… şimdi, İstanbul
2010 Avrupa Kültür
Başkenti, İstanbul, Heyamola Yayınları, 2009.
Calhoun, Craig: “Bourdieu Sosyolojisinin Ana Hatları”, Ocak ve Zanaat
Pierre Bourdieu
Derlemesi, Der. Güney Çeğin, Emrah Göker v.d., 2. bs., İstanbul,
İletişim Yayınları, 2010.
Cameron, Averil: Bizanslılar,
Çev. Özkan Akpınar, İstanbul, Türkiye İş
Bankası
Yayınları, 2015.
Canefe, Nergis: Anavatandan Yavruvatana Milliyetçilik, Bellek ve
Aidiyet, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007.
Caruth, Cathy: Explorations in Memory, John Hopkins University Press,
1995.
Caunce, Stephen: Sözlü Tarih ve Yerel Tarihçi, Çev. Bilmez Bülent
Can,
Alper
Yalçınkaya, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2001.
Capotorti, Francesco: Study on the Rights of Persons Belonging to Ethnic,
Religious
and Linguistic Minorities, United Nations, New York, 1991.
Chambers, Iain: Göç, Kültür, Kimlik, 2. bs., İstanbul,
Ayrıntı Yayınları,
1994.
Claveloux, Eileen:. Hrant Dink Anısına Atölye Çalışmaları 2015, “Sanat,
Tiyatro
ve Edebiyatta Osmanlı
Ermenileri Soykırımı”, 6-8 Kasım 2015
Cogito: Bourdieu, Sayı:76, İstanbul, Bahar 2014,
Cohen, Joshua,
Matthew Howard and Martha
C. Nussbaum:
Is Multiculturalism Bad for Women?, New Jersey, Princeton University Press, 1999.
Connerton, Paul: Toplumlar Nasıl Anımsar, Çev. Alaeddin Şenel, 2. bs.,
İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2014.
Connerton, Paul: Modernite Nasıl Unutturur, Çev. Kübra Kelebekoğlu, 2.
bs.,
İstanbul, Sel Yayınları, 2009.
Copeaux, Etienne: Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih
Tezinden Türk-İslam Sentezine, Çev. Ali Berktay, 2. bs.,
İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2013.
Cornell,
Stephen, Douglas Hartmann:
Ethnicity and Race, Making Identities in a Changing World, 2.nd
edition, London, Sage Publications, 2007.
Cox, Samuel Sullivan: Prinkipo’da Tatlı Yaşam ve Prens Adaları, İstanbul,
Adalı
Yayınları, 2013.
Çakır, Bawer: “Türkiye’nin ilk verem hastanesi
yandı bir tarih yok oldu”,
Bianet, 20.10.2009, (Çevrimiçi) http://bianet.org/bianet/toplum/117746-turkiye-nin-ilk-
verem-hastanesi-yandi-bir-tarih-yok-oldu, 10.10.2015.
Çavuşoğlu, Naz: Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda
Azınlık Hakları,
İstanbul, Su Yayınları, 2001.
Çavuşoğlu, Naz: “Azınlıkların Korunmasına İlişkin Uluslararası Normlar”,
Türkiye’de
Çoğunluk ve Azınlık Politikaları, Der. Ayhan Kaya, Turgut Tarhanlı,
2. bs., İstanbul, TESEV, 2006.
Çelik, Zeynep: 19. Yüzyıl Osmanlı Başkenti Değişen
İstanbul, İstanbul, İş Bankası Yayınları, 2015.
Çetin, Firdevs: Batılı Seyyahlara Göre İstanbullu Gayrimüslimler,
İstanbul, Yeditepe, 2012.
Çetin, Fethiye: Anneannem, 10. bs., İstanbul, Metis, 2012.
Çetinkaya, Y. Doğan: Osmanlı’yı Müslümanlaştırmak: Kitle Siyaseti,
Toplumsal
Sınıflar ve Milli İktisat (1909-1914), İstanbul, İletişim Yayınları,
2015.
Çobanoğlu, Murad: “Antisemitizm ve ulusalcılık modası”,
Şalom, 20.01.2015,
s.2.
Dadrian, Vahakn
N., Taner Akçam:
“Tehcir ve Taktil” Divan-ı Harb-i Örfi
Zabıtları: İttihad ve Terakki’nin Yargılanması 1919-1922, 2. bs., İstanbul,
Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010.
Dadyan, Saro: “Osmanlı Döneminde İstanbul’da Ermeni İskanları”,
(Çevrimiçi) http://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/osmanli-
doneminde-istanbulda-ermeni-iskanlari/,
28.06.2015.
Dadyan, Saro: Osmanlı’da Ermeni Aristokrasisi, İstanbul, Everest
Yayınları, 2011.
Dalven, Rae: The Jews of İonnia, 2. bs., İstanbul,
Lycabettus Press, 2011.
Danzikyan, Yetvart: “Ermeni fobisi”
ve kaynakları”, Agos, 04.03.2016, s.4.
Danış, Didem, Verda İrtiş:
Entegrasyonun Ötesinde Türkiye’den
Fransa’ya Göç ve Göçmenlik Halleri, İstanbul, Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 2013.
Davison, H. Roderic: “The Millets
as Agents of Change in the Nineteenth-Century
Ottoman
Empire”, Christinas and Jews in the
Ottoman Empire:The Functioning of a Plural Society, Ed. Benjamin
Braude-Bernard Lewis, Vol (1), New York, Holmes and Meier Publishing, 1982.
De Amicis,
Edmondo: İstanbul, Çev. Filiz Özdem, İstanbul, 3. bs., Yapı Kredi
Yayınları, 2013.
Deliklitaş, Murat: “HDP’den 1915 olaylarını anma yürüyüşü”, Hürriyet,
24.04.2015,
(Çevrimiçi) http://www.hurriyet.com.tr/hdpden-
1915-olaylarini-anma-yuruyusu-28820710, 17.01.2016.
Demirel,
Işıl: “Tanıklarının Ağzından Çanakkale’de Trakya Olayları”, Avlaremoz, 20 Haziran 2016, (Çevrimiçi) http://www.avlaremoz.com/2016/06/20/taniklarinin-‐ agzindan-‐canakkalede-‐trakya-‐olaylari-‐isil-‐demirel/, 09.08.2016.
Demirtaş, Selahattin: “Ermeni Soykırımı Var”, (Çevrimiçi)
https://www.youtube.com/watch?v=GQ4Ex7ul9Eg,
19.01.2015.
Deringil, Selim: Simgeden Millete, 2. Abdülhamid’den Mustafa
Kemal’e
Devlet ve Millet, 3. bs., İstanbul,
İletişim Yayınları, 2013.
Devine, Fiona, Mike Savage:
“The
Cultural Turn, Sociology and Class Analysis”, Rethinking class, culture, identities and lifestyle, Ed. Fiona
Devine, Mike Savage, John Scott, Rosemary Crompton, New York, Palgrave
Macmillan, 2005.
Dink, Hrant: “İnsanı
Azaltmanın Diğer Bir Yolu: Mülkü Azaltmak, Türkiye’de Azınlık Hakları
Sorunu:Vatandaşlık ve Demokrasi Eksenli Bir Yaklaşım”, Uluslararası Konferans
Tebliğleri, 9-10 Aralık 2005, TESEV, 2005.
Draaisma, Douwe: Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer, 2. bs., İstanbul,
Metis, 2012a.
Draaisma, Douwe: Unutmanın
Kitabı, rüyalarımızı neden hemen unuturuz,
anılarımız neden sürekli değişir, Çev. Dilmen Muradoğlu,
İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2012b.
Dursteler, Eric R.: İstanbul’daki Venedikler: Yeniçağ başlarında
Akdeniz’de millet,
kimlik ve bir arada varoluş, Çev. Taciser Ulaş
Belge, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2012.
Dündar, Fuat: Modern Türkiye’nin Şifresi: İttihat ve Terakki’nin
Etnisite Mühendisliği (1913-1918), 5. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2013.
Dündar, Fuat: İttihat
ve Terakki’nin Müslümanları İskan Politikası
(1913-1918), 5.
bs., İstanbul, İletişim
Yayınları, 2011.
Dündar, Fuat: Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar, 2. bs., İstanbul,
Çiviyazıları, 2000.
Dünden Bugüne İstanbul Andiklopedisi
Dünden Bugüne İstanbul Andiklopedisi
Dünden Bugüne İstanbul Andiklopedisi
Dünden Bugüne İstanbul Andiklopedisi
Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi
Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi
Cilt 2, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı,1994. Cilt 3, Kültür Bakanlığı ve
Tarih Vakfı,1994. Cilt 4, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı,
1994. Cilt 5, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı,
1994. Cilt 6, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı,
1994. Cilt 7, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı,
1994.
Eftimiyadis, Kostas: “Kendi Memleketimizde Yabancı Olmayacağımız”, Bianet,
15.09.2002, (Çevrimiçi)
http://bianet.org/bianet/toplum/13129-kendi- memleketimizde-yabanci-olmayacagiz, 11.12.2015.
Ekmekçioğlu,Lerna, Melissa Bilal:
Bir Adalet Feryadı,
Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni
Feminist Yazar 1862-1933, İstanbul, Aras Yayınları, 2006.
Ekmekçioğlu, Lerna: Recovering Armenia, The Limits of Belonging in Post-
Genocide Turkey, California, Stanford University Press, 2016.
Eksertzoglou, Haris: Nostaljinin Ötesinde “Kaybedilmiş Memleketler”
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
Rumların Toplumsal ve Kültürel Bir Tarihi, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 2015.
Ender, Rita: “İnsanın ismi
kimlikler yumağının adıdır”, Agos, 10.10.2015, (Çevrimiçi)
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/12982/insanin-ismi-
kimlikler-yumaginin-adidir), 19.10.2015.
Ender, Rita: “Kiduş”mu okuyacağız, “Kadiş” mi”, Agos, 28.11.2014, s.6.
Ender, Rita: “Adımıza kazınmış
arızalarla cebelleşmek gerek”,
Agos, 24.07.2015, (Çevrimiçi)
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/12265/adimiza-kazinmis-
arazlarla-cebellesmek-gerek, Erişim 30.07.2015.
Enloe, Cynthia: Muzlar, Plajlar ve Askeri Üsler: Feminist Bakış
Açısından Uluslararası Siyaset, Çev. B. Kurt, E. Aydın,
İstanbul, Çitlembik Yayınları, 2003.
Ercan, Yavuz: Türkiye’de Azınlık Sorununun Kökeni (Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e Gayrimüslimler), Ankara Üniversitesi, 19 Mart 2008.
Ercan, Yavuz: “Türkiye’de 15. ve 16. Yüzyıllarda Gayrimüslimlerin
İçtimai
ve İktisadi Durumu”,
Belleten, C.XLVII, 1983, s.1127, (Çevrimiçi) www.ttk.gov.tr,
04.02.2014.
Erdal, Meryem: “Herkesin Yargısı Kendine…” Demokratikleşme
sürecinde basının
yargı algısı”, İstanbul,
TESEV, Ocak 2010.
Erdenen, Orhan: İstanbul Adaları, 2. bs., İstanbul, Adalı Yayınları, 2014.
Erdi, Seçkin,
Fivos Nomikos:
Soloup
Ayvali, Dört yazar, üç kuşak, iki yaka, Bir Ayvalık, Çev.
Hasan Özgür Tuna, İstanbul, İstos Yayınları, 2015.
Erikson, Kai: “Notes on Trauma
and Community”, Explorations in Memory,
Der. C. Caruth, Baltimore, John Hopkins University Press, 1995.
Erol, Muzaffer: “İsrail:Göçlerle Kurulmuş Bir Devlet”, Küreselleşme
Çağında Göç, Kavramlar,
Tartışmalar, Der. S. Gülfer Ihlamur-Öner, N. Aslı Şirin Ömer, İstanbul,
İletişim Yayınları, 2012.
Eryılmaz, Bilal: Osmanlı Devletinde Gayrimüslim Teb’anın Yönetimi,
İstanbul, Risale,
1990.
Estukyan, Vartan: “Hemşeri dernekleri: Ermeni toplumunda yeni bir dinamik”,
Agos, 18.03.2012, (Çevrimiçi) (http://www.agos.com.tr/tr/yazi/893/hemseri-dernekleri-
ermeni-toplumunda-yeni-bir-dinamik), 22.05.2015.
Faroqhi, Suraiya: Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam, Çev. Elif Kılıç,
Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1997.
Faroqhi, Suraiya: Subjects of the Sultan: Culture
and Daily life in the
Ottoman Empire, London and New York, IB Tauris & Co.,
2005.
Feuchtwang, Stephan: “Ritual and Memory”, Memory, Histories
Debates, Ed.
Susannah Radstone, Bill Schwarz,
New York, Fordham
University Press, New York, 2010.
Field,
John: Sosyal Sermaye, 2. bs., İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008.
Foucault, Michel: Bilginin Arkeolojisi, 2. bs., İstanbul, Ayrıntı Yayınları,
2014.
Fraser, Nancy: Kamusal Alanı Yeniden Düşünmek: Gerçekte Var Olan
Demokrasinin Eleştirisine Bir Katkı, Kamusal Alan,
İstanbul, Hil Yayınları, 2015.
Freely, Brendan, John Freely:
Galata, Pera, Beyoğlu. Bir Biyografi, 2. bs., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2015.
Freely, John: Kayıp Mesih, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2001.
Genç, Gültekin: “53. Yılında 6/7 Eylül Olayları”, Birikim, (Çevrimiçi)
http://www.birikimdergisi.com/guncel/53-yilinda-6-7-eylul-
olaylari, 14.08.2008.
Galeotti, Anna Elisabetta: Toleration as Recognition, Cambridge, Cambridge
University Press, 2005.
Georgeon, Franceois, Paul Dumont:
Osmanlı İmparatorluğu’nda Yaşamak, 5. bs., İstanbul,
İletişim Yayınları, 2011.
Gerlach, Christian: “İştirak ve Vurgun: Ermenilerin İmhası, 1915-1923”, Çev.
Damla
Tanla, Ümit Kurt, Kıyam ve Kıtal,
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Devletin İnşası ve Kolektif Şiddet, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
2015.
Gezen, Burak: “Gökçeada Özel Rum Ortaokul
ilk kez, lisesi ise 40 yıl
sonra tekrar açıldı”, Hürriyet,
28.09.2015, (Çevrimiçi): http://www.hurriyet.com.tr/gokceada-ozel-rum-ortaokul-ilk-
kez-lisesi-ise-40-yil-sonra-tekrar-acildi-30181799, 29.11.2015.
Gibb H.A.R.,
Harold Bowen:
Islamic Society
and the West. Vol. I. Islamic Society in the Eighteenth Century, Part 2,
Vol. 1 in-8, Oxford University Press, 1957.
Giddens, Anthony: Modernliğin Sonuçları, 6. bs., İstanbul,
Ayrıntı Yayınları,
2014.
Gillis, John
R.: “Memory and Identity: The History of a Relationship”,
Commemorations,
The Politics of National Identity, Ed. John R. Gillis, 2.nd
Printing, 1996.
Glasneck, Johannes: Deutsch Faschistische Propaganda in der Turkei
(Alman
Faşizminin Türkiye’deki Propaganda
Faaliyetleri), Çev. Murat Çakır, 1966, (Çevrimiçi) http://www.kozmopolit.com/Deutsch%20-
%20Faschistische%20Propaganda%20in%20der%20T%FCr kei%20-%20TR1.pdf, 20.10.2015.
Goffman, Erving: Örselenmiş kimliğin idare
edilişi üzerine notlar, 2. bs.,
Ankara, Heretik
Yayınları, 2014a.
Goffman, Erving: Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu, 2. bs., İstanbul,
Metis, 2014b.
Groussat, Rene: Başlangıcından 1071’e Ermeni Tarihi, Çev. Sosi
Dolanoğlu, İstanbul, Aras Yayıncılık, 2005.
Göçek, Fatma Müge: Soykırımı Okumak:1915 Üzerine Türk Tarihyazımı,
Soykırım Meselesi, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Son Döneminde Ermeniler ve Türkler, İstanbul,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2012.
Guttstadt, Corry: Türkiye, Yahudiler ve Holokost, 2. bs., İstanbul,
İletişim
Yayınları, 2016.
Güleryüz, Naim A.: “Geçmişten Günümüze Anadolu’ya Yahudi Göçü”,
Türkiye’nin Göç Tarihi 14.
Yüzyıl’dan 21. Yüzyıl’a Türkiye’ye Göçler, Der. M. Murat Erdoğan, Ayhan
Kaya, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015.
Güleryüz, A. Naim: Bizans’tan 20. Yüzyıla Türk Yahudileri, İstanbul,
Gözlem, 2012a.
Güleryüz, Naim: Toplumsal Yaşamda Türk Yahudileri, Gözlem,
İstanbul,
2012b.
Gültekin, Uygar: “Azınlık okullarının “bürokrasi” feryadı”, Agos,
15.01.2016, s.8.
Gültekin, Uygar,
Baruyr Kuyumcuyan:
Gürsan-Salzman,Ayşe,
Laurance Salzmann:
“Eğitimde “soy
kodu”na son”, Agos, 2.07.2015, (Çevrimiçi) http://www.agos.com.tr/tr/yazi/12032/egitimde-soy-kodu- na-son, 19.12.2015.
Travels in Search of Turkey’s Jews, İstanbul, Libra
Yayınları, 2011.
Gürpınar, Öykü: “From Memoirs to Cinema: The Question
of Testimony and
the Represantation of Disaster ”, (Çevrimiçi) https://www.academia.edu/17725041/From_Memoirs_to_Ci
nema_The_Question_of_Testimony_and_the_Representatio n_of_Disaster,
02.03.2016.
Güven, Dilek: Cumhuriyet
Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri
Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, 5. bs.,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2012.
Habermas, Jürgen: Kamusal Alan, Der. Meral Özbek, Kamusal Alan,
İstanbul,
Hil Yayınları, 2015.
Güven, Erdem: Mekan, Kimlik ve Yahudilik, İstanbul, Cinius Yayınları,
2011.
Halbwachs, Maurice: On Collective Memory, Chicago, University of Chicago
Press,
1992.
Hayim,
Riva: “hafıza kayıpları”, Şalom, 10.02.2016, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-98108- hafiza_kayiplari.html, 10.02.2016.
Hazır, Irmak Karademir: “How bodies
are classed? An analysis of clothing and bodily
tastes in Turkey”, (Çevrimiçi) https://www.academia.edu/7166953/How_bodies_are_class
ed_An_analysis_of_clothing_and_bodily_tastes_in_Turkey, 05.09.2015.
Hazır, Irmak Karademir: “Bourdieu Sonrası Yeni Eşitsizlik Gündemleri: Kültürel
Sınıf
Analizi, Beğeni ve Kimlik”, Cogito, İstanbul,
Yapı Kredi Yayınları, 2014.
Hesse-Biber, Sharlene Nagy, Patricia Lina Leavy:
Feminist Research
Practice, UK, Sage Publications, 2007.
Hiçyılmaz, Ergun: Beni Toprağıma Gömün-İstanbul Azınlıkları, İstanbul,
Altın
Kitaplar, 1993.
Hirsch, Marianne: The Generation of Postmemory: Writing
and Visual
Culture After the Holocaust, Newyork, Columbia University Press, 2012.
Hirschon, Renee: Mübadele Çocukları, 2. bs., İstanbul, Tarih Vakfı
Yayınları, 2005.
Hristotodulu,
Melisinos: Tatavla Tarihi, İstanbul, İSTOS Yayınları, 2013. Hobsbawm, Eric: Milletler ve Milliyetçilik, Program, Mit, Gerçeklik, Çev.
Osman
Akınhay, İstanbul, Ayrıntı
Yayınları, 2010.
Hobsbawm, Eric, Terence Ranger:
Geleneğin İcadı, Çev. Mehmet Murat Şahin, İstanbul,
Agora Kitaplığı, 2006.
Hooks, Bell: Talking back: Thinking Feminist, Thinking Black,
Londra,
Sheba Feminist Publishers, 1989.
Hrant Dink Vakfı: Nefret Söyleminin Başlıca Hedefi Ermeniler ve Kürtler,
“Nefret Suçları
ve Nefret Söylemi”, Eylül 2010. Hrant
Dink Vakfı: Nefret Suçları ve Nefret Söylemi, Eylül, 2010.
Hrant Dink Anısına
Atölye Çalışmaları:
Human Rights and Labor Bureau of Democracy Ihlamur-Öner, S. Gülfer, N. Aslı Şirin Ömer:
“Sanat, Tiyatro ve Edebiyatta Osmanlı Ermenileri Soykırımı”, 6-8 Kasım 2015.
“International Religious Freedom Report for 2013,” U.S.
Department of State, 2013.
Küreselleşme Çağında Göç, Kavramlar, Tartışmalar,
İstanbul,
İletişim Yayınları, 2002.
Işın, Ekrem: İstanbul’da
Gündelik Hayat, 5. bs., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2014.
İnalcık, Halil: Türklük Müslümanlık ve Osmanlı Mirası, İstanbul,
Kırmızı, 2014a.
İnalcık, Halil: “Tanzimat Nedir?”, Tanzimat: Değişim Sürecinde
Osmanlı İmparatorluğu, Der.
Halil inalcık, Mehmet Seyirdanlıoğlu, 4. bs., İstanbul, Türkiye İş Bankası
Yayınları, 2014b.
İnalcık, Halil: Osmanlı’da
Devlet, Hukuk, Adalet, 2. bs., İstanbul, Eren
Yayıncılık, 2005.
İnalcık, Halil: Osmanlı
İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,
Cilt 1 1300-1600, İstanbul, Eren Yayınları, 2000.
İnanç, Zeki: Uluslararası
Belgelerde Azınlık Hakları, Ankara, Ütopya Yayınları, 2004.
İnsel, Ahmet: “Ermeniler ve “İç
Düşmanlar””, İmparatorluğun Çöküş
Döneminde İstanbul Ermenileri, İstanbul, Bilgi Üniveristesi Yayınları,
2005.
Irmak, Hüseyin: İstanbul’da Bir Kadim Semt Yaşadığım Kurtuluş,
İstanbul, Aras Yayıncılık, 2010.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi:
İstanbul Büyükşehir Belediyesi:
İstanbul Büyükşehir Belediyesi:
İstanbul Büyükşehir Belediyesi
İstanbul Araştırmalar Merkezi 1990
İstanbul’un semtleri, Gedikpaşa, 2003.
İstanbul’un semtleri, Moda, 2003. İstanbul’un semtleri, Hasköy, 2003. İstanbul’un semtleri, Samatya, 2003.
İstanbul Politikalar Merkezi “Türkiye’de ve Dünya’da Vatandaşlık-2014 ISSP Araştırma
Raporu”, Sabancı Üniversitesi, Aralık,
2015.
Jackson Preece,
Jennifer: National Minorities and the European Nation-States
System, New York, Oxford
University Press, 1998.
Jenkins,
Richard: Social Identity, 3rd
edition, New York, Routledge, 2008. Kadıoğlu,
Ayşe: “VatandaşlığIn Ulustan Arındırılması: Türkiye Örneği”,
Vatandaşlığın Dönüşümü Üyelikten Haklara, 2. bs.,
İstanbul, Metis Yayınları, 2012a.
Kadıoğlu, Ayşe: “Türkiye’de Vatandaşlığın Anatomisi”, Vatandaşlığın
Dönüşümü Üyelikten
Haklara, 2. bs., İstanbul, Metis Yayınları, 2012b.
Kadıoğlu, Ayşe: “Milletini Arayan Devlet: Türk Milliyetçiliğinin
Açmazları”, 75 Yılda Tebaa’dan Yurttaşa Doğru, Haz. A. Ünsal, İstanbul, Tarih
Vakfı Yayınları, 1998..
Kakınç,
Halit: Struma, 15. bs., İstanbul, Destek
Yayınları, 2012. Kandiyoti, Deniz: Cariyeler,
Bacılar, Yurttaşlar Kimlikler
ve Toplumsal
Dönüşümler, 2. bs., İstanbul, Metis Yayınları, 2007.
Kandiyoti, Deniz: Urban Change and Women’s Roles in Turkey, an Overview
and
Evaluation, Ed. Çiğdem Kağıtçıbaşı, Sex
Roles, Family and Community in Turkey, Bloomington, Indiana University
Turkish Studies Series, 1982.
Kandiyoti, Deniz: “Gendering the modern: on missing dimensions
in the study
of
Turkish modernity”, (Ed.) Bozdoğan, S., Kasaba, R., Rethinking modernity and national identity in Turkey, Seattle,
University of Washington Press, 1997.
Kaplan, İsmail: Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi, İstanbul, İletişim
Yayınları, 1999.
Kansu, Aykut: 1908 Devrimi, Çev. Ayda Erbal,
6. bs., İstanbul, İletişim
Yayınları, 2011.
Karaca, Zafer: İstanbul’da Tanzimat Öncesi Rum Ortodoks Kiliseleri,
İstanbul, Yapı ve Kredi Yayınları, 2008.
Karakaşlı, Karin: “Kafa bu kafa”, Agos, s.14, 04.03.2016.
Karasar, Niyazi: Bilimsel Araştırma Yöntemi, Ankara, 21. bs., Ankara, Nobel Yayın
Dağıtım, 2010.
Karaosmanoğlu, Osmanoğlu Cihan:
Zimmi Esnaf ve Tacirlerin Yabancı
Devlet Vatandaşlığı İddialarının Osmanlı Hukukuna Etkisi, Der.
Fatmagül Demirel, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2012.
Karpat, Kemal
H.: “Memalik-i Osmaniyye’nin 1330 (1914) senesi Nüfus
İstatistiki
(İstanbul-1919)”, Osmanlı Nüfusu
(1830-1914), Çev. Bahar Tırnakçı, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003.
Karpat, Kemal: “Historical Continuity and Identity Change,
How to be
Modern,
Muslim, Ottoman, and Turk”, Ottoman Past
and Today’s Turkey, Ed. By Kemal H. Karpat, Leiden, Boston, MA and Köln,
2000.
Karpat, Kemal: “Millets and Nationality: The Roots of Incongruity of
Nation
and State in the Post Ottoman Era”, Christinas
and Jews in the Ottoman Empire:The Functioning of a Plural Society, Ed. By. Benjamin Braude-Bernard Lewis, Vol
(1), New York, Holmes and Meier Publishing, 1982.
Karpat, Kemal: Osmanlı Nüfusu 1830-1924, 2. bs., İstanbul, Timaş
Yayınları, 2010.
Kastoryano, Riva: “Türk Yahudilerinin istikbali tarihleridir”, Şalom,
25.06.2014, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-
91553-turk_yahudilerinin_istikbali_tarihleridir.html,
11.10.2014.
Katsanos, Yorgos: 1964 Sürgünü: “Türk toplumunun homojenleşmesinde
dönüm noktası” başlıklı
uluslararası konferansda sunulan “Yasaklı meslekler hakkındaki kanun ve 1964 yılında
bu kanunun Türkiye’de uygulama biçimleri” başlıklı yayınlanmamış tebliğ,
İstanbul Bilgi Üniversitesi, 30-31 Ekim 2014.
Kaya, Nurcan: Türkiye’de Eğitim Sisteminde Renk, Etnik Köken, Dil,
Din ve İnanç Temelli Ayrımcılık, İstanbul,
Tarih Vakfı Yayınları, 2015.
Kazaz, Gözde: “Hükümet Patriklik seçimine müdahale ediyor”,
Agos, 6
Mayıs 2016, s.3
Kechriotis, Vangelis: “Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Karamanlı
Rum Ortodoks
Diasporası İzmir Mebusu Emmanouil
Emmanouilidis”, Toplumsal Tarih, Kasım 2014, s.38-43,
(Erişim): https://www.academia.edu/9266621/Osmanlı_İmparatorluğu
_nun_son_döneminde_Karamanlı_Rum_Ortodoks_diaspora sı_İzmir_mebusu_Emmanouil_Emmanouilidis_Toplumsal_
Tarih_251_Kasım_2014_38-43, http://www.hurriyet.com.tr/yasayan-en-son-karamanli-rum- 12200272, 25.10.2015.
Kentel, Ferhat: “Türkiye ve Ermenistan Toplumları: Türklük, Ermenilik ve
Önyargılar”,
İmparatorluğun Çöküş Döneminde İstanbul
Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları, İstanbul, Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 2011.
Kerovpyan, Keğam: Mitolojik Ermeni Tarihi, İstanbul, Aras
Yayıncılık, 2000. Kevonian, Armenouhie: Gülizar’ın
Kara Düğünü, İstanbul, Aras Yayıncılık, 2015. Kévorkian, Raymond H.: Ermeni
Soykırımı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2015.
Kévorkian, Raymond H., Paul B. Paboudjian:
1915 Öncesinde
Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler,
İstanbul,
Aras Yayıncılık, 2012.
Keyder, Çağlar: “Nüfus Mübadelesinin Türkiye Açısından Sonuçları”,
Ege’yi Geçerken: 1923 Türk-Yunan
Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Haz. Renee Hirschon, 2. bs., İstanbul, Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 2007.
Keyder, Çağlar: Türkiye Demokrasisinin Ekonomi Politiği, Geçiş
Sürecinde Türkiye, Der. Irvin C. Schink, E. Ahmet Tonak,
6. bs., İstanbul, Belge,
2013a.
Keyder, Çağlar: “Birinci Dünya Savaşı Arifesinde Liman Şehirleri ve
Politika”, Memalik-i Osmaniyeden Avrupa Birliği’ne, 5. bs., İstanbul, İletişim Yayınları,
2013b.
Keyder, Çağlar: “1990’larda Türkiye Modernleşmesinin Doğrultusu”,
Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal
Kimlik, Haz. Sibel Bozdoğan, Reşat Kasaba, Çev. Nurettin Elhüseyni,
İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998.
Keyman, E. Fuat: “Türkiye’de Çokkültürlü Anayasal Vatandaşlık”,
Vatandaşlığın Dönüşümü Üyelikten
Haklara, Der. Ayşe
Keyman, Fuat,
Ahmet İçduygu:
Kadıoğlu,
2. bs., İstanbul, Metis, 2012.
Citizenship in a Global World: European Questions and
Turkish Experience, Londra, Routledge, 2005.
Kieser, Hans-Lukas: Iskalanmış
Barış, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2005.
Klein, Gerda Weissmann: All But My Life, 48. ed., USA, Douglas & McIntyr Ltd.,
2001.
Kohen, Aaron: Ortaköy ve Musevileri: Zaman Tünelinden Bir Bakış,
İstanbul, Kapı,
2011.
Komşuoğlu,Ayşegül, Birsen Örs:
“Kimliği
Unutulmayanlarla Kurgulamak: Anadolu Ermenilerinin İstanbul’a Göçü”, Nasıl Hatırlıyoruz? Türkiye’de Bellek
Çalışmaları, Der. Leyla Neyzi, 2. bs., İstanbul, Türkiye İş Bankası
Yayınları, 2014.
Koptaş, Rober: “Göç, sürgün, ölüm vız geldi… Samatya’da umut hep
yeniden
doğdu”, Agos, 01.02.2013, (Çevrimiçi) http://www.agos.com.tr/tr/yazi/4118/goc-surgun-olum-viz-
geldi-samatyada-umut-hep-yeniden-dogdu 30.10.2015
Koptaş, Rober,
Bülent Usta: Yok Hükmünde, Müslüman
olmayan cemaatlerin tüzel
kişilik ve temsil sorunu, İstanbul, Aras Yayıncılık, 2016.
Koraltürk, Murat: Erken Cumhuriyet Döneminde Ekonominin
Türkleştirilmesi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011.
Korucu, Serdar: “Tatavla’nın Kurtuluş’u Nasıl Olur?”, Agos, 06.11.2013,
(Çevrimiçi) http://www.agos.com.tr/tr/yazi/5968/tatavlanin-
kurtulusu-nasil-olur, 19.10.2015.
Köker, Osman: 100 Yıl Önce Türkiye’de Ermeniler, İstanbul, Birzamanlar
Yayıncılık, 2005.
Kristeva, Julia: Nations without Nationalism, New York, Columbia
University Press, 1993.
Kurban, Dilek: “Avrupa Birliği’nin Anayasal Düzeninde Azınlık
Hakları:
Açılımlar,
Fırsatlar, Olanaklar”, Türkiye’de
Çoğunluk ve Azınlık Politikaları, Der. Ayhan Kaya, Turgut Tarhanlı, 2. bs.,
TESEV, 2006.
Kurtuluş, Hatice: “Mübadeleyle Giden Rumlar Turizmle
Gelen Avrupalılar”,
Muğla’da Eşitsiz Kentsel Gelişme, İstanbul,
Bağlam Yayınları, 2011.
Kurtuluş, Hatice: “Yeni kentsel ayrışmalar, kapalı yerleşmeler ve
özelleştirilen
kentsel kamusal mekan: İstanbul örneği”, Değişen-Dönüşen
Kent ve Bölge, 8 Kasım Dünya Şehircilik Günü 28. Kolokyumu Bildiriler Kitabı,
ODTÜ Mimarlık Fakültesi ve TMMOB Şehir Plancıları Odası Yayınları, Ankara,
2005, s.737-742.
Küçük Asya
Araştırmaları Merkezi:
Göç, Rumların Anadolu’dan Mecburi Ayrılışı (1919- 1923), 5. bs.,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2014.
Kurubaş, Erol: Asimilasyondan Tanınmaya: Uluslararası Alanda
Azınlık Sorunları
ve Avrupa Yaklaşımı, Ankara,
Asil Yayın Dağıtım, 2004.
Kuruyazıcı, Hasan: Adalar’da Tanrı’nın Evleri-Houses of God’s on the
Princes’ Islands, İstanbul, Adalı Yayınlar,
2014.
Kuyumcuyan, Baruyr: “Seçim yönetmeliği en büyük hayalkırıklığım”, Agos,
31.10.2014, (Çevrimiçi)
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/8338/secim-yonetmeligi-en-
buyuk-hayal-kirikligim, 31.10.2014.
Küçük, Cevdet: “Osmanlı İmparatorluğunda Millet Sistemi ve Tanzimat”,
Tanzimat: Değişim Sürecinde Osmanlı
İmparatorluğu, Der. Halil İnalcık, Mehmet Seyirdanlıoğlu, 4. bs.,
İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2014.
Kümbetoğlu, Belkıs: Sosyolojide ve Antropolojide Niteliksel Yöntem ve
Araştırma, 4. bs., İstanbul, Bağlam,
2015
Kymlicka,
Will:
Multicultural
Citizenship:A Liberal Theory of Minority Rights, Oxford,
Clarendon, 1995.
Kymlicka, Will,
Wayne Norman:
“Vatandaşın Dönüşü: Vatandaşlık Kuramındaki Yeni Çalışmalar Üzerine Bir
Değerlendirme”, Vatandaşlığın Dönüşümü,
Der. Ayşe Kadıoğlu, İstanbul, 2012.
Lengyel, Olga: A Woman Survivor’s True Story of Auschwitz, Five
Chimneys, Chicago,
Academy Chicago Publishers, 1995.
Levi, Avner: Türkiye Cumhuriyeti’nde Yahudiler, 3. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2010.
Lewis, Bernard: The Jews of İslam, Princeton, Princeton University Press,
1984.
Lewy, Guenter: The Armenian Massacres
in Ottoman Turkey, Salt Lake
City,
University of Utah Press, 2005.
Livaneli,
Zülfi: Serenad, İstanbul, Doğan Kitap, 2011.
Lefebvre, Henri: Sosyal Adalet ve Şehir, İstanbul, Metis, 2009.
Lokum, Tunç: Heybeliada’ya Bir Bilet, 2. bs., İstanbul, Denizler Kitabevi,
2014.
Maalouf, Amin: Ölümcül Kimlikler, 40. bs., İstanbul, Yapı ve Kredi
Yayınları, 2015.
Macar, Elçin,
Yorgos Katsanos:
“1964 Sürgünü: Türk toplumunun
homojenleşmesinde dönüm noktası” başlıklı uluslararası konferansda sunulan
“İmroz’dan Gökçeada’ya Giderken: 1964’de Ne Oldu?” başlıklı yayınlanmamış
tebliğ, İstanbul Bilgi Üniversitesi, 30-31 Ekim 2014.
Macar, Elçin: Cumhuriyet Döneminde İstanbul Rum Patrikhanesi,
3. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2012a.
Macar, Elçin: “Redd-i Miras:
Cumhuriyet Türkiyesi’nde Rum Patrikhanesi”,
İstanbul Rumları Bugün ve Yarın, İstanbul, İSTOS, 2012b.
Mahmood, Saba: Religious Difference in a Secular Age, A Minority
Report, Princeton and Oxford,
Princeton University Press,
2016.
Makal, Ahmet: “Türkiye’de Erken
Cumhuriyet Döneminde Kadın Emeği”,
Türk Sosyal Bilimler Derneği’nce düzenlenen 11. Ulusal Sosyal Bilimler
Kongresi’nde 9 Aralık 2009 günü sunulan tebliğ metninin genişletilmiş biçimi, Çalışma ve Toplum, 2010/2.
Mann, Michael: The
Dark Side of Democracy: Explaining Ethnic
Cleansing, New York, Columbia University Press, 2004.
Mantran, Robert: 16. ve 18. Yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu, Çev.
Mehmet Ali Kılıçbay, İstanbul, İmge Kitabevi, 1982.
Marchand,Laure, Guillaume Perrier:
Türkiye ve Ermeni Hayaleti: Soykırımın İzinde Adımlar, Çev.
Renan Akman, İstanbul, İletişim Yayınları, 2014.
Markou, Katerina: “Türkiye’de Azınlık
Eğitim Sistemi Çerçevesinde İstanbul
Rumlarının
Eğitimi”, Haz. Foti Benlisoy, Anna Maria Aslanoğlu, Haris Rigas, İstanbul Rumları Bugün ve Yarın, İstanbul, İSTOS Yayınları,
2012.
Marshall
T.H.,
T. Bottomore:
Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar, Ankara, Gündoğan
Yayınları, 2000.
Mayring,
Phillip: Nitel Sosyal Araştırmaya Giriş, Ankara,
BilgeSu, 2011. Meray,
Sehar L. “Lozan Barış
Konferansı Tutanaklar Belgeler”, Çev. Seha L.
Meray, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Yayınları, Takım II, Cilt 2, No.348,
Sayı 8, (Çevrimiçi) http://www.politics.ankara.edu.tr/dergi/kitap/1973/sehamera
ycilt2-73.pdf, 10.08.2016.
Millas, Akillas: Hala Hatırlıyorum-I Still Rememeber, İstanbul, Adalı
Yayınlar, 2013a.
Millas, Akillas: Büyükada-Prinkipo, Ada-i Kebir, İstanbul, Adalı
Yayınlar, 2013b.
Millas, Herkül: Geçmişten Bugüne Yunanlılar, Dil, Din ve Kimlikleri, 3.
bs., İstanbul, İletişim
Yayınları, 2014.
Mills, Amy: Hafızanın
Sokakları İstanbul’da Peyzaj,
Hoşgörü ve Ulusal Kimlik,
İstanbul, Koç Üniversitesi Yayınları, 2014.
Misztal, Barbara
A.: Theories of social remembering, England, Open
University Press, 2003.
Moore, Laurence
S.: Sanayi Yaşamının Bazı Yönleri, Ed. Clarence Richard
Johnson, Çev. Sönmez Taner, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1985.
Molho, Rena: “Tanzimat Öncesi ve Sonrasında İstanbul Yahudileri”,
19.Yüzyıl İstanbul’unda
Gayrimüslimler, Ed. Pinelopi Stathis, Çev. Foti Benlisoy, 3. bs., İstanbul,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2011.
Molinas,
İvo: “Yahudi Karşıtlığı”, Şalom, 28.05.2014, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-91224- yahudi_karsitligi_.html,
14.01.2016.
Navaro-Yashin, Yael: Faces of the State: Secularism and Public Life in Turkey,
Princeton, Princeton University Press,
2002.
Neuman, Lawrence
W.: Toplumsal Araştırma Yöntemleri Nitel ve Nicel
Yaklaşımlar, Çev. Sedef Özge, İstanbul, Yayınodası, 2006.
Neyzi,
Leyla: “Keşke gitmeselerdi”: Türkiye’de Ermenileri Hatırlamanın Ağırlığı, (Çevrimiçi)
http://research.sabanciuniv.edu/16025/1/neyzi2010.TR.pdf, 14.08.2015.
Neyzi, Leyla: “Ben Kimim?” Türkiye’de Sözlü Tarih, Kimlik ve Öznellik, 5. bs., İstanbul, İletişim
Yayınları, 2013.
Neyzi, Leyla: Nasıl Hatırlıyoruz? Türkiye’de Bellek Çalışmaları, 2. bs.,
İstanbul, Türkiye İş Bankası
Yayınları, 2014.
Neyzi, Leyla: “Oral History and
Memory Studies in Turkey”, Turkey’s
Engagement with Modernity: Conflict and Change in the Twentieth Century, Ed. Celia
Kerslake, Kerem Öktem, Philip Robins, Palgrave Macmillan, 2010.
Neyzi, Leyla: İstanbul’da Hatırlamak ve Unutmak: birey,
bellek ve aidiyet, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999.
Nora, Pierre: Hafıza Mekanları, Ankara,
Dost Kitabevi, 2006.
Novak, S.A.,
Rodseth L.: “Remembering Mountain
Meadows: Collective Violence
and the Manipulation of Social Boundaries” Journal of
Anthropological Research
, Vol. 62, No. 1, Spring, 2006.
Okman Fişek,
Güler: “Gelenekten Değişime: Türkiye’de Aile ve Çocuklar”,
(Çevrimiçi) http://www.bupampsi.boun.edu.tr/?q=node/62,
20.04.2016.
Onaran, Nevzat: Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum Mallarının
Türkleştirilmesi (1920-1930), Emval-i Metrukenin Tasfiyesi 2, İstanbul,
Evrensel Basım Yayın, 2013.
Oran, Baskın: Türkiye’de Azınlıklar: Kavramlar, Teori, Lozan, İç
Mevzuat, İçtihat,
Uygulama, 6. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2010.
Oran, Baskın: Küreselleşme ve Azınlıklar, 5. bs., Ankara,
İmge Yayınevi,
2009.
Ortaylı, İlber: İstanbul’dan Sayfalar, 13. bs.,
İstanbul, İnkilap Yayınları, 2015.
Ortaylı, İlber: Ottoman Studies, 4. bs., İstanbul,
Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012.
Ortaylı, İlber: “Osmanlı
İmparatorluğu’nda Millet”, Tanzimattan
Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005.
Ortaylı, İlber: İmparatorluğun En Uzun Yılı, 29. bs.,
İstanbul, Timaş Yayınları, 2009.
Ortaylı, İlber: “Osmanlı
İmparatorluğu’nda Millet Sistemi”, (Çevrimiçi) http://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=381989, 5 Kasım
2014.
Ozil, Ayşe: Anadolu
Rumları Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Millet Sistemini Yeniden
Düşünmek, Çev. Ali Özdamar,
İstanbul, Kitapyayınevi, 2016.
Ökte, Faik: Varlık Vergisi Faciası, İstanbul, Nebioğlu Yayınevi,
1951.
Örer,
Ayça: “Süryanilerin ilk okulu açılıyor”, 04.10.2013, Taraf, (Çevrimiçi) http://www.radikal.com.tr/turkiye/suryanilerin_ilk_okulu_ac
iliyor-1153878, 11.10.2014.
Özbek, Meral: Kamusal Alan, 3. bs., İstanbul,
Hil Yayınları, 2015.
Özbek, Ayşegül: “kent belleğinin göçü”, Cumhuriyet, 15.03.2014,
(Çevrimiçi) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kultur- sanat/50977/Kent_belleginin_gocu.html,
14.08.2015.
Özdem, Filiz (Haz.): Karaların
ve Denizlerin Sultanı
İstanbul, Cilt 2, İstanbul,
Yapı ve Kredi Yayınları, 2009.
Özdoğan, Göksu Güney, Füsun Üstel, Karin
Karakaşlı, Ferhat Kentel:
Türkiye’de Ermeniler:Cemaat-Birey-Yurttaş, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları,
2009.
Özkırımlı, Umut: Milliyetçilik Kuramları Eleştirel Bir Bakış, 3. bs.,
Ankara,
DoğuBatı Yayınları, 2009.
Özmen, Engin: “Vali İsrail’e
kızdı sinagogu müzeye
çevirdi”, Hürriyet,
22.11.2014, (Çevrimiçi)
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27627790.asp,
22.11.2014.
Özsoy, İskender: Selanik’teki Sela Sesi, Mübadelenin Son Tanıkları
Anlatıyor, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2014.
Özsoy, İskender: İki
Vatan Yorgunları Anlatıyor: Mübadele Acısını
Yaşayanlar Anlatıyor, 3. bs., İstanbul,
Bağlam, 2007.
Öztan,Güven Gürkan, Ömer Turan:
“1915
ve Devlet Aklı: Erken Cumhuriyet Döneminden Günümüze İnkarcılığın Yeniden
Üretim Biçimleri”, Kıyam ve Kıtal,
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Devletin İnşası ve Kolektif Şiddet, İstanbul, Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 2015.
Öztürkmen, Arzu: “Sözlü Tarih Poetikası: Anlatı
ve Gösterimin Edebiyatın
Omuzundaki Melek”, Edebiyatın
Tarihle İlişkisi Üzerine Yazılar, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2011.
Özyürek, Esra: Hatırladıklarıyla ve Unuttuklarıyla Türkiye’nin
Toplumsal Hafızası, 2. bs., İstanbul,
İletişim Yayınları, 2012.
Özyürek, Esra: Modernlik
Nostaljisi, Kemalizm, Laiklik
ve Gündelik
Hayatta Siyaset, 4. bs., İstanbul,
Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2011.
Özyürek, Esra: The Politics of Public Memory
in Turkey, Syracuse, New
York,
Syracuse University Press,
2007.
Özyürek, Esra: Müslüman Olmak Alman Kalmak, Yeni Avrupa’da
Millet, Din
ve Dil Değiştirme, İstanbul, İletişim Yayınları, 2015.
Parla, Taha: “Türkiye’deki Siyasi Kültürün Resmi
Kaynakları”, Cilt:3, Kemalist Tek Parti
İdeolojisi ve CHP’nin Altı Oku, İstanbul, İletişim Yayınları, 1992.
Paspatis, Aleksandros: Balıklı Rum Hastanesi Kayıtlarına Göre İstanbul’un
Pateman, Carole, Anne Phillips:
Ortodoks Esnafı
1833-1860, Çevr. Marianna
Yerasimos,
İstanbul,
Kitap Yayınevi, 2014.
Demokrasinin Cinsiyeti, İstanbul,
Metis, 1995.
Paylan, Garo: Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın İfadeleri Ermenileri Hedef Haline Getiriyor”, Bianet, (Çevrimiçi) http://bianet.org/bianet/toplum/173613-garo-paylan-
cumhurbaskani-ve-basbakanin-ifadeleri-ermenileri-hedef- haline-getiriyor,
04 Nisan 2016.
Polatel, Mehmet: “1915 soykırımı ve mülkiyet gaspı”, Başlangıç, 12.03.2015. Popular Memory
Group: “Popular Memory: Theory,
Politics, Method”, The Oral
History Reader, Ed. Robert Perks
and Alistair Thomson,
New York,
Routledge, 2006.
Portelli, Alessandro: The Death of Luigi Trastulli and Other Stories,
Form
and Meaning in Oral History, New York,
State Universtiy of New York State, 1991.
Portelli, Alessandro: “What Makes Oral History
Different”, The Oral History
Reader, 2.nd edition, Ed. Robert Perks,
Alistair Thomson, New York, Routledge, 2006.
Proust, Marcel: Swann’ların Tarafı, Çev. Roza Hakmen, İstanbul, Yapı ve
Kredi
Yayınları, 2009.
Radstone, Susannah, Bill Schwarz:
Ramazanoğlu,Caroline, Janet Holland:
“Introduction”, Memory, Histories
Debates, New York, Fordham University Press, 2010.
Feminist Methodology Challenges and Choices, 2.nd ed.,
London, Sage Publications, 2008.
Ravid, Benjamin: “Curfew Time in the Gheto of Venice”, Mediavel and
Renaissance Venice, (ed.) E. E. Kittel ve T. M. Madden,
University of İllonois Press, 1999.
Reinherz, Shulamit: Feminist Method in Social Research, New York, Oxford
University Press, 1992.
Reisman,
Arnold: Shoah Turkey, the US and the UK, PE,
USA, 2009. Ricoeur, Paul: Memory, History, Forgetting, Chicago, University of
Chicago
Press, 2006.
Ritchie, Donald
A.: Doing Oral History, 3.rd edition, New York, Oxford
University Press, 2015.
Ritzer George,
J. Michael Ryan:
The Concise Encyclopedia of Sociology,
Wiley-Blackwell, UK, 2011.
Rodrigue, Aron: Türkiye Yahudilerinin Batılılaşması, Ankara, Ayraç
Yayınları, 1997.
Rozen, Minna: İstanbul
Yahudi Cemaati’nin Tarihi (1453-1566), 2. bs.,
Çev. Serpil Çağlayan, İstanbul, İş Bankası Yayınları,
2013. Rozental, İzel: Moda Sevgilim, şimdi, 2. bs., İstanbul,
İstanbul 2010
Avrupa
Kültür Başkenti, Heyamola
Yayınları, 2010.
Sancar, Mithat: Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama
Kültürüne,4. bs., İstanbul, İletişim
Yayınları, 2014.
Sancar, Serpil: Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, Erkekler Devlet
Kadınlar Aile Kurar, 3. bs., İstanbul,
İletişim Yayınları, 2014.
Saymaz, İsmail: “4721 Rum kendi içinde
bölündü”, Radikal, 01.07.2006,
(Çevrimiçi)
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=191702, 5.03.2015.
Scognamillo, Giovanni: Bir Levantenin Beyoğlu
Anıları, İstanbul, Agora Kitaplığı,
2008.
Schaefer Riley,
Naomi: Till Faith Do Us Part, How Interfaith Marriage is
Transforming America, New York, Oxford University Press, 2013.
Shaw, Stanford: Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye
Cumhuriyeti’nde Yahudiler, İstanbul,
Kapı Yayınları, 2008.
1933-1945 Yahudi Soykırımı ve Türkiye, İstanbul,
Timaş
Shaw, Stanford J.:
Shaw, Stanford J., Shaw, Ezel Kural:
Yayınları, 2013.
“History
of the Ottoman Empire and Modern Turkey”, Vol.2, Reform, Revolution and Republic: The Rise of Modern Turkey (1808-1975),
Cambridge, Cambridge University Press, 1997.
Sencer, Ayata: Kapitalizm ve Küçük Üreticilik: Türkiye’de Halı
Dokumacılığı, Ankara,
Yurt Yayınları, 1987.
Sezer-Şanlı, Ayşem: “6-7 Eylül 1955: Türkiye’de bir “Pogrom” Yaşandı”,
Türkiye’nin 1950’li Yılları, Haz. Mete Kaan Kaynar,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2015.
Simmel, George: Bireysellik ve Kültür, Çev. Tuncay Birkan, 2. bs., İstanbul,
Metis
Yayınları, 2015.
Skeggs, Beverly: Formations
of Class and Gender, Becoming
Respectable, UK, Sage Publications, 2002.
Skeggs, Beverly: “The Re-Branding of Class: Propertising Culture”,
Rethinking class, culture, identities and lifestyle, Ed. Fiona
Devine, Mike Savage, John Scott,
Rosemary Crompton, Palgrave Macmillan, New York, 2005.
Smith, Anthony
D.: Milli Kimlik, Çev. Bahadır Sina Şener, 7. bs., İstanbul,
İletişim Yayınları, 2014.
Somersan,
Semra: Sosyal Bilimlerde Etnisite ve Irk, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004.
Somel, Akşin: Geçmişten Günümüze Azınlık Okulları: Sorunlar ve
Çözümler, 2013.
Soner Alpan,
Aytek: “Silence is not golden”: Refugees and Policies of
Resettelment in early Turkish
Republic”, (Çevrimiçi), https://ucsd.academia.edu/AytekAlpan,
21.06.2015.
Sotiriyu, Dido: Benden Selam Söyle Anadolu’ya, 16. bs., İstanbul,
Can
Yayınları, 2014.
Sprague, Joey: Feminist Methodologies For Critical Researchers
Bridging Differences, UK, Altamira Press, 2005.
Sukot: (Çevrimiçi)
http://www.turkyahudileri.com/content/view/261/223/lang,tr
/,
26.05.2016.
Suny, Ronald Grigor: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Ermeniler
ve Türkler, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2012.
Suny, Ronald Grigor, Fatma Müge Göçek, Norman M. Naimark:
Soykırım Meselesi, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Son Döneminde Ermeniler ve Türkler, İstanbul,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2012.
Sunny, Ronald: A Question of Genocide, Oxford, Oxford University Press,
2011.
Surmelian, Leon Z.: Soruyorum Size Hanımlar ve Beyler, İstanbul, Aras
Yayıncılık, 2013.
Svastics, Okşan: Yahudilerin İstanbulu, İstanbul,
Boyut, 2011.
Şengül, H. Tarık: Kentsel Çelişki ve Siyasi Kapitalist Kentleşme
Süreçlerinin Eleştirisi, 2. bs., Ankara,
İmge Kitabevi, 2009.
Şentop, Mustafa: M. Macit Kenanoğlu, Osmanlı Millet Sistemi:Mit ve
Gerçek, (Çevrimiçi)
https://www.academia.edu/4450113/M._Macit_Kenanoğlu_
Osmanlı_Millet_Sistemi_Mit_ve_Gerçek_-
_Mustafa_ŞENTOP, Erişim 10.08.2016.
Şaul, Eli: Balat’dan
Bat-Yam’a, 2. bs., İstanbul, İletişim
Yayınları, 2000.
Şeni, Nora: Seni Unutursam İstanbul…,
4. bs., İstanbul, Kitap Yayınevi, 2011.
Şenol-Cantek, L. Funda: “Yaban”lar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde
Ankara, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003.
Şenol Sert, Deniz: - “Uluslararası Göç Yazımında Bütünleyici Bir Kurama
Doğru”,
Küreselleşme Çağında Göç, Kavramlar,
Tartışmalar, Der. S. S. Gülfer Ihlamur Öner, N. Aslı Şirin Ömer, İstanbul,
İletişim Yayınları, 2012.
Şişmanyazıcı, Begüm, Hülya Turgut
Yıldız:
“Tarihî Kentsel Alanlarda “Toplumsal ve Mekânsal
Yeniden Yapılanma: Fener ve Balat Örneği”, (Çevrimiçi) http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik &DergiSayi=366&RecID=2324,
25.10.2015.
Tanör, Bülent: Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1809), 24. bs.,
İstanbul, Yapı ve Kredi Yayınları, 2014.
Tatlıcan, Ümit, Güney Çeğin:
“Habitus veya Yapının
İkiliği”, Ocak ve Zanaat Pierre
Bourdieu Derlemesi, Der. Güney Çeğin,
Emrah Göker v.d.,
2. bs., İstanbul,
İletişim Yayınları, 2010.
Tekeli, İlhan: “19. Yüzyılda
İstanbul Metropol Alanının Dönüşümü”, Der. Halil İnalcık, Mehmet
Seyirdanlıoğlu, Tanzimat: Değişim
Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, 4. bs., Türkiye İş
Bankası
Yayınları, İstanbul, 2014.
Thompson, Paul: “The Voice
of The Past: Oral History”, The Oral History
Reader, 2.nd edition, Ed. Robert Perks,
Alistair Thomson, New York, Routledge, 2006.
“Vakıflar Kanunu Tasarısı”, (Çevrimiçi)
TESEV
http://www.tesev.org.tr/assets/publications/file/VAKIFLAR
%20KANUNU%20TASARISI%20-
%20TESEV%20Gorusu.pdf; http://www.abgs.gov.tr/files/pub/tsr.pdf, 07.09.2014.
Tesone, Juan Eduardo: Adların İzinde, Ötekilerin Bizde Yazdıkları, Çev. Barış
Şannan,
İstanbul, Bağlam Yayınları, 2013.
Tevfik, İhsan: İnsan ve Mekan Yüzüyle Mübadele: 1923’den bugüne
zorunlu göç,
İstanbul, İnkılap Yayınları, 2014.
Tillion, Germain: Harem ve Kuzenler, Çev. Şirin Tekeli,
Nükhet Sirman,
İstanbul, Metis Yayınları, 2006.
Toktaş,
Şule: “Göç Etmeniyle Etnik ve Dini Kimliklerde Yaşanan Etkileşimler Türkiye’den İsrail’e Yahudilerin Göçü”,
(Çevrimiçi) https://www.academia.edu/5028536/Göç_Etmeniyle_Etnik_ ve_Dini_Kimliklerde_Yaşanan_Etkileşimler_Türkiye_den_İ
srail_e_Yahudilerin_Göçü_The_Interaction_between_Ethni
c_and_Religious_Identities_in_a_Migration_Situation_The_
Jewish_Migration_from_Turkey_to_Israel_,
29.08.2015a.
Toktaş,
Şule: “1950’ler İstanbul’unda Gayrimüslim Azınlıklar ve Nüfus
Hareketi: Türkiye Yahudi Cemaati”, (Çevrimiçi) https://www.academia.edu/5028256/1950_ler_Istanbul_und a_Gayrimüslim_Azınlıklar_ve_Nüfus_Hareketleri_Türkiye_
Yahudi_Cemaati_Non- Muslim_Minorities_and_Population_Movements_in_Istanb ul_of_the_1950s_Turkey_s_Jewish_Community,_ 28.05.2015b.
Toktaş, Şule: "Göç
etmeniyle Etnik ve Dini Kimliklerde Yaşanan Etkileşimler: Türkiye’den İsrail’e
Yahudilerin Göçü”, Türkiye’de Kesişen
Dinsel ve Etnik Kimlikler, Haz. Rasim Özgür Dönmez, Pınar Enneli, Nezahat
Altuntaş, İstanbul, Say Yayınları, 2010.
Toroslar, Ferman: Sürgün, İstanbul, Aras Yayıncılık,
2013. Tovmasyan, Takuhi: Sofranız Şen Olsun,
İstanbul, Aras Yayıncılık, 2004.
Touraine, Alain: Eşitlik ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşıyabilecek
miyiz?,
Çev. Olcay Kunal, 4. Bs., İstanbul, Cogito, Yapı ve Kredi Yayınları, 2011.
Tuğlacı, Pars: Osmanlı Mimarlığında Batılılaşma Dönemi ve Balyan
Ailesi, İstanbul,
1981.
Tuna, Turgay: Taksim’den Tünel’e Adım Adım Beyoğlu, 2. Bs., E
Yayınları, İstanbul, 2015.
Tuna, Muammer, Cağlar Uluslararası Göçler Sonrası Kimlik Tartışmaları ve
Özbek: Alternatif
İki Model: Çok-Kültürlülük ve Avrupa Birliği Yurttaşlığı, Der. Ayşe Durakbaşa,
N. Aslı Şirin Öner, Funda Karapehlivan Şenel, Yurttaşlığı Yeniden Düşünmek Sosyolojik, Hukuk, ve Siyasal
Tartışmalar, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2014.
Tunaya, Zafer Tarık: Türkiye’de
Siyasi Partiler, İkinci
Meşrutiyet Dönemi
1908-1918, Cilt 1, İstanbul,
Hürriyet Vakfı Yayınları Genişletilmiş Baskı, 1988.
Turner, Bryan S.: Statü,
2. Bs., Ankara, Ütopya Yayınları, 2001.
Turner, Bryan: The Cambridge Dictionary of Sociology, 3.rd Edition,
Cambridge University Press, 2011, UK.
Türker, Nurdan: Vatanım Yok Memleketim Var, İstanbul Rumları:
Mekan-Bellek-Ritüel, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2015.
Türker, Orhan: Psomatia’dan Samatya’ya: Bir Bizans
Semtinin Hikayesi, İstanbul, Sel, 2010.
Türker, Orhan: Osmanlı İstanbul’undan Bir Köşe: Tatavla, 2. Bs.,
İstanbul, Sel Yayıncılık, 2009.
Türker, Orhan: Prinkipo’dan Büyükada’ya: Bir Prens Adasının
Hikayesi, 2. Bs., İstanbul, Sel Yayınları, 2011.
Türkmen, Füsun: “The European
Union and Democratization in Turkey”, The
Role of the Elites”,
Human Rights Quarterly, John Hopkins
University, 2008, pp.146-163.
Tütüncü, Umut: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Patrihkaneye mesaj: acınızı
samimiyetle paylaşıyoruz”, Hürriyet, 24.04.2015, (Çevrimiçi) http://www.haberturk.com/gundem/haber/1069743-
cumhurbaskani-erdogandan-patrikhaneye-mesaj-acinizi- samimiyetle-paylasiyoruz,
28.04.2015.
Üstel, Füsun: “2. Meşrutiyet ve Vatandaşın “İcadı””, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 1,
Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi,
9. Bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2011a.
Üstel, Füsun: Makbul Vatandaşlığın Peşinde:
2. Meşrutiyetten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi, 5. Bs.,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2011b.
Vahram ve Janine
Altounian: Geri Dönüşü
Yok, Bir Babanın
Güncesinde ve Kızının
Belleğinde Ermeni Soykırımı, Çev. Renan Akman,
İstanbul, Aras Yayıncılık, 2015.
Vasilyadis, Mihail: “6-7 Eylül Olayları: Susanlar
da Suçlu!”, 10 Kasım 2011,
(Çevrimiçi) http://www.altust.org/2011/11/6-7-eylul-
olaylari-“susanlar-da-suclu”-mihail-vasilyadis-ile-soylesi/, 22 Mart 2016.
Vlastos, Yani: Baba Konuşabilir Miyim?, İstanbul, İSTOS Yayınları,
2013.
Volkan, Vamık: Politik Psikoloji, Ankara,
Ankara Üniversitesi Yayınları,
1993.
Yağcıoğlu, Dimostenis: “İstanbul Rum Azınlığı’nın Değişmekte Olan Karakteri,
18.08.2013, (Çevrimiçi)
http://www.azinlikca.net/yazarlar/dimostenis-
yagcioglu/istanbul-rum-azinligi-nin-degismekte-olan-
kaderi-dimo-yagcioglu-azinlikca76.html,
20.03.2016.
Yağcıoğlu, Dimostenis: “Karamanlı Rumlar ve Kimlik-Köken Tartışmaları”,
(Çevrimiçi) http://azinlikca.blogspot.com.tr/2008/09/karamanl-rumlar- ve-kimlik-kken.html, Sayı 39, Ağustos 2008,
11.6.2015.
Yalçın, Kemal: Emanet Çeyiz Mübadele
İnsanları, 11. Bs., İstanbul,
Birzamanlar Yayıncılık, 2011.
Yeğen, Mesut: Müstakbel
Türk’ten Sözde Vatandaşa, 5. Bs., İstanbul,
İletişim Yayınları, 2014.
Yeğen, Mesut: “The Kurdish
Question in Turkey:
denial to recognition”,
Nationalisms and politics in
Turkey, political Islam, Kemalism, and the Kurdish issue, Ed. M.
Milton Park, Oxon Abingdon, New York, Routledge, 2011.
Yetkin, Çetin: Türkiye’nin Devlet Yaşamında Yahudiler, 2. Bs.,
İstanbul, Gözlem,
1996.
Yıldırmaz, Sinan: “Köylüler ve Kentliler: Ellili Yılların Dönüşen Yeni Sosyo-
ekonomik
ve Kültürel Coğrafyası”, Türkiye’nin
1950’li Yılları, Haz. Mete Kaan Kaynar, İstanbul, İletişim Yayınları, 2015.
Yıldırım, Yıldız: “Cultural Memory in Post 1937-1938 Dersim Laments:
Reflections on Trauma and Violance”,
İstanbul Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, 2013.
Yıldız, Ahmet: “Ne Mutlu Türküm Diyebilene” Türk Ulusal Kimliğinin
Etno-Seküler Sınırları (1919-1938), 5. Bs., İstanbul,
İletişim Yayınları, 2013.
Yigal, Elam: “Collective Memory” What is it?”, Journal of History and Memory, Vol.8,
No.1, 1996.
Yorucu, Deniz: “Farklı kimliklerden insanların karşılaşmalarını sağlayacak
mekanların çoğaltılması için mücadele edilmeli”, (Çevrimiçi) http://www.arkitera.com/soylesi/670/farkli-
siniflardan-etnik-ve-cinsel-kimliklerden-insanlarin- birbiriyle-karsilasmalarini-saglayacak-mekanlarin-
cogaltilmasi-icin-mucadele-etmeli 25.09.2015.
Yumul, Arus: “Azınlık mı Vatandaş mı?”, Türkiye’de Çoğunluk ve Azınlık Politikaları,
Der. Ayhan Kaya, Turgut Tarhanlı, 2. bs.,TESEV, 2006.
Yumul, Arus, Rıfat N. Bali:
“Ermeni
ve Yahudi Cemaatlerinde Siyasal Düşünceler”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 1, Tanzimat ve Meşrutiyet’in
Birikimi, 9. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2011.
Yuval-Davis, Nira:. Cinsiyet ve Millet, Çev. Ayşin Bektaş,
3. bs., İstanbul,
İletişim Yayınları, 2010.
Sanayi Devrimi Çağında Osmanlı İmalat Sektörü,
Quataert, Donald: İstanbul, İletişim
Yayınları, 1999.
Walby, Slyvia: Patriyarka Kuramı, Çev. Hülya Osmanağaoğlu, Ankara,
Dipnot
Yayınları, 2016.
Weiker, Walter: Ottomans, Turks and the Jewish
Polity, A History
of The
Jews of Turkey, The
Jerusalem Center for Public Affairs, 1992.
Winter, Jay: “Notes on the
Memory Boom: War, Remembrance and the Uses of the Past”, Memory, Trauma and World Politics, Ed. Duncan Bell, New York,
Palgrave McMillan, 2010.
Wirth, Louis: “Bir
yaşam biçimi olarak kentlileşme”, 20.
Yüzyıl Kenti, Der. ve Çev. Duru B. ve Alkan A., Ankara, İmge Kitabevi, 2002.
Valansi,Karel:, “Ira Forman “Yükselen Antisemitizmden Endişeliyiz”,
Şalom, 11.06.2014, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-91384-
ira_forman yukselen_antisemitizmden_endiseliyiz_.html
14.01.2016.
Zeynep Ak, Ceren: “Antakyalı Ortodoks azınlığın günümüzdeki durumu”,
(Çevrimiçi) http://azinlikca.blogspot.com.tr/2009/01/antakyal-ortodoks-
aznln-gnmzdeki-durumu.html, 15.12.2015.
Zweig, Stefan: Gömülü Şamdan, Çev. Regaip Minareci,
İstanbul, Türkiye
İş Bankası Yayınları, 2015.
Makaleler
Adak, Hülya,
Ayşe Gül Altınay:
“At the crossroads of gender and ethnicity: Moving beyond the national
imaginaire”, New Perspectives on Turkey,
No.42, 2010, s.9-30.
Akgönül, Samim: “Uluslararası Standartlar Işığında Türkiye’de Azınlık
Meselesi”, Alternatif Politika, C.7, Sayı:2,
Haziran 2015b, s.358-375.
Aktar, Ayhan: “Tax me to the end of my life! Anatomy of an anti-minority
tax legislation”, (Çevrimiçi)
https://bilgi.academia.edu/AyhanTAktar, 25.05.2015.
Aktar, Ayhan: “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Uygulanan “Türkleştirme”
Politikaları”, Tarih ve Toplum, No.156,
1996a, s.4-11.
Aktar, Ayhan: “Trakya Yahudi
Olaylarını “Doğru” Yorumlamak”, Tarih
ve Toplum, Sayı 155, Kasım 1996b, s.303-5.
Aktar, Ayhan: “Şark Ticaret Yıllıkları’nda “sarı sayfalar”: İstanbul’da
meslekler ve iktisadi faaliyetler hakkında bazı gözlemler, 1868-1938”, Toplum ve Bilim, No:76, 1998, s.105.
Aslan, Senem: “Cıtızen, Speak Turkısh!: A Nation in the Making”,
Nationalism and Ethnic Politics,
Routledge, No.13, 2007, pp.243-72.
Atalay, Bülent: “Türk Ortodoksların/Karamanlıların Türk Milli
Mücadelesine Destekleri ve Maruz Kaldıkları Mübadelenin
Türk Kamuoyuna
Yansımaları”, History Studies, Volume 6, Issue 2, 2014, s.19-44.
Baer, David
Marc: “17. Yüzyılda Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
Nüfus ve Yetkilerini Yitirmeleri”, Toplum ve Bilim, S. 83, 1999.
Bali, Rıfat N.: “Çok Partili Demokrasi Döneminde
Varlık Vergisi Üzerine
Tartışmalar”, Tarih ve Toplum, S. 165, 1997, s.47-69.
Bali, Rıfat N.: “cumhuriyet döneminde
azınlık milletvekilleri”, Toplumsal
Tarih, Sayı:186, Haziran 2009c, s.60-64.
Bali, Rıfat N.: “2. Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye’de Azınlıklar-1:Yirmi
Kur’a
İhtiyatlar Olayı”, Tarih ve Toplum, Sayı
179, 1998a, s.11-17.
“Resmi İdeoloji ve Gayrimüslim Yurttaşlar”, Birikim,
Bali, Rıfat N.:
C.105-106, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998b, s.171.
Bali, Rıfat N.: “Balat’daki asri fırın”, Tarih ve Toplum, Cilt 30, Sayı 182,
Şubat 1992, s.3.
Balta, Evangelia: “Anadolulu Türkofon Hıristiyan Ortodoksların “Ulusal
Bilinçlerini” Araştırmaya Yarayan Kaynak Olarak Karamanlıca Kitapların Ön
Sözleri”, Tarih ve Toplum, 13/74,
Şubat 1990.
Balta, Evangelia: “Karamanlıca Kitapların
Dönemlerine Göre İncelenmesi ve
Konularına
Göre Sınıflandırılması”, Müteferrika
Dergisi, S.13, Yaz, İstanbul, 1998, s.3.
Benlisoy, Foti: “6-7 Eylül Öncesinde Basında
Rumlar”, Toplumsal Tarih,
2000, s.29.
Benlisoy, Foti, Stefo Benlisoy:
Benlisoy, Foti, Stefo Benlisoy:
“Nevşehir Mektepleri”, Tarih ve Toplum, Cilt 13, Sayı 74,
Şubat 2000.
“Karamanlılar” “Anadolu ahalisi” ve “aşağı tabakalar”: Türkdilli Anadolu
Ortodokslarında kimlik algısı, Tarih ve
Toplum, sayı:11, Güz 2010, s.7-22.
Berktay, Fatmagül: “Kuzenler Cumhuriyetinin Yaralı Kadın ve Erkekleri”,
Toplumsal Tarih, Sayı 169, Ocak 2008, s.88-91.
Beylunioğlu, Anna Maria: “Freedom of Religion and Non Muslim Minorities in
Turkey”, Turkish Policy Quarterly, Volume 13, Number:4, 2015, pp.140-7.
Bozkurt, Gülnihal: “İslam Hukukunda Zımmilerin Hukuki Statüleri”, 9 Eylül
Hukuk Fakültesi Dergisi, C.3, Sayı 1-4, Ankara,1987.
Çağaptay, Soner: “citizenship policies in interwar Turkey”,
Nations&Nationalism, Vol.9 (4), 2003, s.603.
Çavuşoğlu, Naz: “Azınlık Nedir?”,
İnsan Hakları Yıllığı, Cilt. 19-20, 1997-
1998,
s.93-101.
Dink, Hrant:. “Türkiye’de Ermenilerin Nüfus Hali”, Tarih ve Toplum, Sayı 202, 2000, s.31-6.
Dündar, Fuat: “1914’te Rumların
Sürülmesi”, Toplumsal
Tarih, Sayı 199,
Temmuz
2010, s.82-87.
Ekmekçioğlu, Lerna: “Kız kaçırma, kız kurtarma
Birinci Dünya Savaşı sırasında
ve Mütareke Yıllarında İstanbul’da Ermenilik ve Müslümanlık”, Toplum ve Bilim, Sayı 129, 2014, s.223-
255.
Ekmekçioğlu, Lerna: “Paradoks Cumhuriyeti: Milletler Cemiyeti’nin azınlıkları
koruma rejimi ve yeni Türkiye’nin üvey vatandaşları”,
Toplum ve Bilim,
s.132, 2015, s. 50-78.
Elmas, Esra: “The cult of Atatürk, the Turkish state and society”,
Turkish Review, Volume
2, Issue 1, Jan-Feb 2012, p.36-43.
Erol, Emre: “Makedonya
Sorunu’nun Batı Anadolu’ya Sıçrayışı ve 1914 Rum Tehciri”, Toplumsal Tarih, Sayı 252, Aralık 2014, s. 58-66.
Eröz, Mehmet: “Hıristiyanlaşan
Türkler”, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü, İstanbul, 1983, s.3.
Erol, Emre: “Makedonya
Sorunu’nun Batı Anadolu’ya Sıçrayışı ve 1914 Rum Tehciri”, Toplumsal Tarih, Sayı 252, Aralık 2014, s. 58-66.
Eröz, Mehmet: “Hıristiyanlaşan
Türkler”, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü, İstanbul, 1983, s.3.
Geçici, Hayati: “ADL ve “1915 Olayları”: Bizim doktorumuz kim?”,
Birikim, Ekim 2007, Sayı: 222, s.47-50.
Gellner, Ernest: “Nationalism”,
Theory and Society, 10-6, 1981, p.
770. Goffman, Daniel: “Ottoman Millets
In The Early Seventeeth Century”, New
Perspectives on Turkey, No.: 11, Fall 1994.
Gökarıksel, Banu, Anna Secor:
İçduygu,
Ahmet,
Şule Toktaş,
B. A. Soner:
İçduygu,
Ahmet,
B. A. Soner:
İçduygu, Ahmet,
Özlem Kaygusuz:
“Post-secular geographies and the problem of pluralism: Religion and
everyday life in İstanbul, Turkey”, Political
Geography, 46, 2015, pp.21-30.
“The Politics of Population in a Nation-Building Process: Emigration of
Non-Muslims from Turkey”, Ethnic and Racial
Studies 31, 2008, s.368-9.
“The Turkish Minority Rights Regime: Between Difference
and Equality”, Middle Eastern Studies,
Vol.2, No:3, 2006, s.447-68.
“The Politics of Citizenship by Drawing Borders: Foreign Policy and the
Construction of National Citizenship Identity in Turkey”, Middle Eastern Studies, vol.40, no.6, November 2004, pp.26- 50.
Kadıoğlu, Ayşe: “The Paradox
of Turkish Nationalism and the Construction
of National
İdentity”, Middle Eastern Studies,
32/2, 1997, s.177-94.
Kağıtçıbaşı, Çiğdem: “Türkiye’de Aile Kültürü”, Çağdaş Kültürümüz: Olgular,
Sorunlar, ÇYDD, İstanbul, 2. bs., 1991, s. 49-57.
Kahya,
Hayrullah, Mustafa Kılıçarslan:
“Karamanlıcada I/E Meselesi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar
Dergisi, S.2/8, 2009, s. 1.
Karabatak, Haluk: “Türkiye Azınlık Tarihine Bir Katkı: 1934 Trakya Olayları
ve Yahudiler”, Tarih ve Toplum,
Cilt 25, Sayı 146, Subat
1996, s. 68–150 .
Komşuoğlu, Ayşegül: “Türkiye Ermenilerinin Siyasal Tutum ve Davranışları
Üzerine
Notlar”, Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 62, Sayı:1, 2007, s.149-164.
Kurt, Ümit: “1.
Cihan Harbi Sonrası Ermeni Mallarının İadesi Cebel-i Bereket Örneği”, Toplumsal Tarih, Sayı 251, Kasım 2014, s.50-57.
Kurt, Ümit: “1915 Kıyımları Sonrası Zabel Yasayan’ın Raporu”,
Toplumsal Tarih, Sayı 250, Ekim 2014, s.84-88.
Kurt, Ümit: “Taner Akçam
ile Söyleşi, “Soykırım tartışması yapabilmeniz
için önce eylemin
suç olduğunu kabul
etmeniz gerekir”, Birikim,
Mayıs 2010, s.79-88.
Kurtuluş, Hatice: “Yeni kentsel ayrışmalar, kapalı yerleşmeler ve
özelleştirilen kentsel kamusal mekan: İstanbul örneği”,
Değişen-Dönüşen Kent ve Bölge, 8
Kasım Dünya Şehircilik Günü 28. Kolokyumu Bildiriler Kitabı, ODTÜ
Mimarlık Fakültesi ve TMMOB Şehir Plancıları Odası Yayınları, Ankara, 2005,
s.737-742.
Kurtuluş, Hatice: “Refahın Yeni Mekansal Temsilleri”, Mostar, Eylül 2009,
Sayı:55, s.44-48.
Levi, Avner: “1934
Trakya Yahudi Olayı-Alınmayan Ders”, Tarih ve
Toplum, Sayı 151, Temmuz 1996, s.10-17.
Macar, Elçin: “İstisna mı Süreklilik mi?”, Altüst, Sayı 12, Nisan-Haziran 2014,
s.24.
Maksudyan, Nazan: Üç kuşak üç katliam:
1894’den 1915’e Ermeni çocuklar ve
yetimler, Toplum ve Bilim, Sayı 132, 2015.
Neumann, Christoph
K.: “24 Nisan Anması Berlin, Diyaspora’nın Taşrasında
Anmanın İmkansızlıkları”, Toplumsal
Tarih, Sayı:199, Temmuz
2010, s.18-21.
Neyzi, Leyla: Strong as Steel
Fragile As a Rose: A Turkish Jewish Witness
to the Twentieth Century, Jewish Social
Studies, 12, no:1 Fall 2005, pp.167-189.
Novak, S.A.,
Rodseth L.: “Remembering Mountain
Meadows: Collective Violence
and
the Manipulation of Social Boundaries” Journal
of Anthropological Research , Vol. 62, No. 1, Spring, 2006.
Olick, Jeffrey
K: “Kollektif Bellek: İki Farklı Kültür”, Çev. Meral
Güneşdoğmuş, Moment Dergi, 1 (2), 2014, s.175-211.
Olick, J.K., Robbins, J.: “Social Memory Studies: From “Collective Memory” to the
Historical Sociology of Mnemonic
Practices”, Annual Review of Sociology, 24, 1998,
s.105-140.
Oral, Meltem: “20 Dolar 20 Kilo: Belleksizliğe Karşı Direnmek”, Altüst,
Sayı:12, Nisan-Haziran 2014, s.30.
Osmanağaoğlu, Cihan: “Tanzimat Fermanı’ndan İkinci Meşrutiyet’e Osmanlı
Vatandaşlığı”, Toplumsal Tarih Dergisi, S. 182, Şubat, 2009, s. 86-87.
“Beyond
the Greek and Turkish Dichotomy: The Rum
Örs, İlay Romain: Polites of İstanbul
and Athens”, South European
Society
and Politics, Vol.11,
No.1, March 2006,
pp.79-94.
Özgür, Ebru Firidin: “Sosyal ve Mekansal Ayrışma “Çerçevesinde Yeni
Konutlaşma Eğilimleri: Kapalı Siteler,
İstanbul, Çekmeköy Örneği”, Planlama
Dergisi, Sayı:4, 2006.
Model Citizens or a Fifth-column? Greek Orthodox
Rigas Theodorelis, Haris:
(Rum) Communities in Syria and Turkey between
Secularism and Multiculturalism, 2015, s.31-69.
Romeyn, Esther: Liberal Tolerance
and its hauntings:Moral compasses, anti-
Semitism and Islamophia, European Journal
of Cultural Studies,
1-18, 2016, p.2-18.
Sandal, Nükhet: “Public Theologies of Human Rights and Citizenship: The
Case of Turkey’s Citizenship”, Human Rights Quarterly, Volume 35,
Number 3, August 2013, pp.631-650.
Schuman, Howard, Jacquilene Scott:
“Generations and Collective Memories”, American
Sociological Review, Vol. 54, No:3, June 1989, s. 359-381.
Soner Alpan,
Aytek: “Modern Türkiye Tarihyazımında Süreklilik-Kopuş”, Bilim
ve Gelecek,
S. 73, 2010,
s. 21-47.
Sucuyan, Talin: “Dört Nesil: Kurtarılamayan Son”, Toplum ve Bilim,
2015,
Sayı
132, s.132-150.
Şeni, Nora: “Camondolar ve 19. Yüzyıl
İstanbul’unda bıraktıklar izler”, Çev. Cüneyt Akalın,
İstanbul dergisi , Sayı 15, Ekim,
1995,
s. 24-30.
Toprak, Zafer: “1934 Trakya Olaylarında Hükümetin ve CHF’nin
Sorumluluğu”, Toplumsal Tarih, Sayı 34, Ekim 1996, s.19- 25.
Turan, Sinan Namık: “16. Yüzyıldan
19. Yüzyıl sonuna dek Osmanlı
Devletinde
Gayrimüslimlerin Kılık Kıyafetlerine Dair Düzenlemeler”,
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, No:60-4,
s. 240-265.
Türkmen, Füsun: “The European
Union and Democratization in Turkey”, The
Role of the Elites”,
Human Rights Quarterly, John Hopkins
University, 2008, pp.146-163.
Ünal, Serdar: “Sosyal-Mekansal-Siyasal
Kümelenme Biçimi Olarak İzmir Kentinden Balkan (Rumeli) Kimliği”, Çağdaş Yerel Yönetimler, Cilt 21, Sayı
3, Temmuz 2012, s.49-77.
Vingas, Laki: “From The Margins
to the Center of Social Life: Non- Muslim Minorities in Modern Turkey,” Turkish Policy Quarterly, Vol.13, No.1,
Spring 2014, pp.112-9.
Yılmaz, Mustafa: “Atatürk Dönemi
Emniyet Genel Müdürlüğü Raporlarında
Nazi
Propagandası, Atatürk Üniversitesi Türk
İnkilap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi”, S.40, Kasım 2007,
s.693-705.
Yücel, Hakan,
Süheyla Yıldız:
“Kimliklenerek Toplumla Bütünleşme: Türkiye’deki Ermeni
ve Yahudi Örgütlenmeleri Aktörlerinin Kimlik Algıları ve Stratejileri”, Alternatif Politika, Cilt 7, Sayı 3, Ekim 2015,
s. 3-56.
Yüceşahin, M. Murat, “Ankara Kentinde Sosyo-Mekansal Farklılaşmaların
Suat Tuysuz: Örüntüleri”, Coğrafi Bilimler Dergisi, 9(2), 2011, s.159- 188.
Zorlu, Ilgaz: “Gizli
bir etnik cemaat: Türkiye Sabetaycıları”, Etnik Kimlik ve Azınlıklar Özel Sayı, Birikim, 3. bs., Mart-Nisan 1995, s.71-2.
Dergiler
Atlas “İstanbul Rumları:
Şehrin Kadim Sakinleri”, Sayı:261, 2014, Aralık, s.50-70.
Birikim 1915/100. Yıl, No.312, Nisan 2015.
Diez “Tarih, Ermeni Katliamları Bir varmış 1915 Bir yokmuş 2015”, Sayı 11, Nisan 2015.
Paros Mart 2015, Sayı:42, s.26-29.
Evrensel Kültür No.280, Nisan
2015.
Toplum ve Bilim “1915-2015: Soykırım/ Yüzleşme/ Hesaplaşma”, No.132,
2015.
Gazeteler-Internet
Bianet “Erdoğan:
Afedersin Ermeni diyen oldu”, 06.08.2014, (Çevrimiçi) http://www.bianet.org/bianet/toplum/157616-
erdogan-afedersin-ermeni-diyen-oldu, 06.08.2014.
(Çevrimiçi) http://www.minorityrights.or
g/download.php@id=427, 23.01.2014.
http://www.sosyalmedyaveaz inliklar.com.
http://www.rumvader.org/Pag e/1638/76/“kayip_vatan”_bel
gesel_filminin_ilk_gosterimi ne_.html.
AB 2015 İlerleme Raporu Çevrimiçi)
http://www.ab.gov.tr/files/000files/2015/11/2015_turkiye_ra poru.pdf, 15.11.2015.
AB 2014 İlerleme Raporu (Çevrimiçi)
http://www.ab.gov.tr/files/ilerlemeRaporlariTR/2014_ilerle me_raporu_tr.pdf, 15.11.2015.
Uyum Yasa Paketleri http://www.ab.gov.tr/files/pub/abuyp.pdf, 25.11.2015.
“Türkiye’de farklı inanç gruplarına yönelik reformlar”
Gayrimüslimlerin Tüzel
Kişilikleri: “Sorunlar ve Haklar 2. Konferansı”
(Çevrimiçi) (http://kdk.gov.tr/haber/turkiyedeki-farkli- inanc-gruplarina-yonelik-reformlar/523),
22.01.2015. (Çevrimiçi) http://www.21yyte.org/tr/arastirma/teostrateji-
arastirmalari-merkezi/2014/02/05/7412/gayrimuslimlerin- tuzel-kisiliklerisorunlar-ve-haklar-2-konferansi,
09.01.2015.
“Cumhurbaşkanı Erdoğan, 27.01.2015, (Çevrimiçi)
Türk Musevi Cemaati Başkanı
İbrahimzadeh ile Görüştü”
http://www.haberler.com/cumhurbaskani-erdogan-turk-
musevi-cemaati-baskani-6970170-haberi/,
15. 02.2015.
Radikal “Gül:
Ben Hıristiyanların da Cumhurbaşkanıyım”, 19.10.2010, (Çevrimiçi)
http://www.radikal.com.tr/turkiye/gul_ben_hiristiyanlarin_d
a_cumhurbaskaniyim-1024460, 27.01.2015.
Cumhuriyet “Cumhuriyet
tarihinde bir ilk”, 02.01.2015, (Çevrimiçi) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/177579/Cumhu
riyet_tarihinde_bir_ilk.html.
Şalom “Yahudilerin tarihi yeniden canlanıyor”, 11.03.2015, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-94379-
edirnede_yahudilerin_tarihi_yeniden_canlaniyor.html, 11.03.2015.
Taraf “Struma kurbanları anıldı”, 24.02.2015, (Çevrimiçi) http://www.taraf.com.tr/guncel/struma-kurbanlari-anildi/,
24.02.2015.
Cumhuriyet “Cumhuriyet
tarihinde bir ilk”, 02.03.2015, (Çevrimiçi) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/177579/Cumhu
riyet_tarihinde_bir_ilk.html, 10.03.2015.
Şalom 11.03.2015, “Yahudilerin tarihi yeniden canlanıyor”, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-94379-
edirnede_yahudilerin_tarihi_yeniden_canlaniyor.html, 11.03.2015.
Taraf “Struma kurbanları anıldı”, 24.02.2015, (Çevrimiçi) http://www.taraf.com.tr/guncel/struma-kurbanlari-anildi/,
24.02.2015.
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi
(Çevrimiçi) http://www.abgs.gov.tr/files/pub/tsr.pdf , 13.01.2015.
Hürriyet “Holokost anma günü töreni
ilk kez Ankara’da
yapılıyor”, 27.01.2015, (Çevrimiçi)
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28060915.asp,
28.01.2015.
Agos “Egemen Bağış’tan
Paskalya Tebriği”, 10.04.2012, s.1.
Şalom “Cumhurbaşkanı Erdoğan Hanuka bayramını kutladı”, 17.12.2014, s.1.
Agos “Arınç: Azınlık Vakıflarına Mallarını İade Etmek Hukukumuzun Gereğidir”, 12.12.2012.,
s.1.
Agos “Okullara kayıt için vaftiz şartı aranacak”, 14.08.2015, s.8.
Şalom “Cumhurbaşkanı ile yeni yıl buluşması”, 13.01.2016, s.1.
Şalom “Asimilasyonun nüfusun
azalmasında etkisi”, 18.02.2015, s.1.
Şalom “Türkiye’de Yahudi
Olmak”, 5.02.2014, s.4.
Sabah “Güzel: Bin 128 Akademisyen Ermeni Diasporası'nın ve PKK'nın Doyurduğu Hainler”, 14.01.2016, (Çevrimiçi) http://www.haberler.com/guzel-bin-128-akademisyen-
ermeni-diasporasi-nin-ve-8061982-haberi/, 26.01 2016.
Şalom “Ephraim Elmon’un
öldürülmesi ve hafızalardaki yeri”, 28.10.2015, s.11.
Agos “Yine Ermeni’siz yapamadılar”, 18.09.2015, s.1.
Agos Doğan 'soy kodu'nu sordu: Ermenilerin, Musevilerin,
Rumların, Süryanilerin nüfusu kaç?”, 19.02.2016, (Çevrimiçi) http://www.agos.com.tr/tr/yazi/14416/dogan-
soy-kodu-nu-sordu-ermenilerin-musevilerin-rumlarin- nufusu-kac,
19.02.2016.
Tatavla (Çevrimiçi)
http://www.sislibelediyesi.com/images/dynamicContent/izbi
rakanlar/izbirakanlar.pdf,10.08.2015).
Tatavla Semt Tarihçesi (Çevrimiçi) http://www.tatavla.org/newpage.php?pid=34,
10.08.2015.
Şalom “Kutsal Şabat”, Arşiv, (Çevrimiçi) http://arsiv.salom.com.tr/news/print/8175-KUTSAL-
SABAT.aspx, 25.02.2016.
Agos “Cumhuriyet’in gizli soy kodu”, 02.08.2013, (Çevrimiçi) http://www.agos.com.tr/tr/yazi/5390/turkiye-soy-kodunu- tartisiyor,
19.08.2014.
Yom Kipur (Çevrimiçi) (http://www.turkyahudileri.com/content/view/261/223/lang,t
r/, 10.01.2016.
“Las Ultimas Palavras/Son Sözcükler”
(Çevrimiçi) https://www.youtube.com/watch?v=OUylP2uNneM,
18.12.2015.
“İsrail Türkiye
İlişkileri” (Çevrimiçi) https://tr.wikipedia.org/wiki/İsrail-
Türkiye_ilişkileri, 24.12.2015.
“İsrail-Gazze çatışması” (Çevrimiçi) https://tr.wikipedia.org/wiki/2014_İsrail- Gazze_çatışması,
24.12.2015.
Şalom “İsrail
Dölü’ne Dışişleri’nden Yalanlama”, 21.05.2014, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-91121- Israil_dolune_disislerinden_yalanlama.html,
24.12.2015.
Şalom “Önce nefret söylemi sonra özür geldi”,
26.11.2014, s.1.
Şalom “İsrail
Türkiye’de en az sevilen ülke”, 03.11.2014, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-92842- Israil_turkiyede_en_az_sevilen_ulke_.html,
03.11.2014.
“Başka Bir Aile Anlayışı Mümkün mü?”
Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye
Temsilciliği, 9-10 Kasım 2013, (Çevrimiçi) https://tr.boell.org/sites/default/files/baska_bir_aile_anlayisi
_mumkun_mu.pdf, 6 Mayıs 2016.
Cumhuriyet “Yıldız Tilbe’nin Hitler tweetleri ortalığı karıştırdı”, 10.07.2014, (Çevrimiçi)
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/92831/Yildiz_
Tilbe_nin_Hitler_tweetleri_ortaligi_karistirdi.html, 19.12.2015.
Hürriyet “ABD’den Başbakan Erdoğan’ın Hitler benzetmesine yanıt”, 22.07.2014, (Çevrimiçi) http://www.hurriyet.com.tr/abdden-basbakan-erdoganin- hitler-benzetmesine-yanit-26860294,
24.12.2015.
“Sinasos (güneşin şehri): Mübadeleden önce bir Kapadokya Kasabası”
500. Yıl Müzesi,
(Çevrimiçi) http://pontosworld.com/index.php/books/other/794-sinasos- muebadeleden-oence-bir-kapadokya-kasabas,
19.10.2015.
http://www.muze500.com.
Rumvader, http://www.rumvader.org/Pag
e/84/anasayfa.html.
Vakıflar Kanunu http://www.tesev.org.tr/assets/publications/file/VAKIFLAR
%20KANUNU%20TASARISI%20-
%20TESEV%20Gorusu.pdf; http://www.abgs.gov.tr/files/pub/tsr.pdf, 30.05.2015.
http://www.turkyahudileri.co
m/content/view/3494/287/, 5.08.2015.
Büyük Edirne Sinagogu Açılış Töreni
TMC Başkanı İshak İbrahimzadeh’in Konuşması, (Çevrimiçi) http://www.turkyahudileri.com/content/view/3494/287/,
5.08.2015.
Hürriyet “İsrail
şiddetine de ırkçılığa da hayır”, 30.08.2014, (Çevrimiçi) http://www.hurriyet.com.tr/israil-siddetine-de-
irkciliga-da-hayir-27105812, 15.01.2016.
Taraf “Yahudilerden ortak bildiri”, 30.08.2014, (Çevrimiçi) http://arsiv.taraf.com.tr/haber-yahudilerden-ortak-bildiri-
162673/, 15.01.2016.
Şalom “Bildiri ses getirdi”, 03.09.2014, (Çevrimiçi) http://www.salom.com.tr/haber-92224- bildiri_ses_getirdi.html?rev=1,
15.01.2016.
Türkiye’de Siyasi Reform Uyum Paketleri ve Güncel Gelişmeler
(Çevrimiçi) http://www.abgs.gov.tr/files/pub/tsr.pdf , 13.01.2015.
Al Monitor “En
az üç çocuk”, Haziran 2012, (Çevrimiçi) http://www.al- monitor.com/pulse/tr/originals/2013/06/erdogan-three- children-campaign-women.html#,
14.01.2016.
“Hamile kadın sokağa
çıkmasın”
(Çevrimiçi) http://everywheretaksim.net/tr/category/protestolar/feminist-
protestolar/page/4/, 15.01.2016.
Taraf “Müslümanlaştırılmış
Ermeniler arafta yaşıyor”, 20.07.2015, (Çevrimiçi)
http://www.taraf.com.tr/muslumanlastirilmis-ermeniler-
arafta-yasiyor/, 20.07.2015, s.10.
Açık Radyo “Adalılık ve
adalı olma”, (Çevrimiçi) http://acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=a&aid=5934,19.1 2.2003, 29.10.2015.
Şalom “Yahudi
Nüfusu Holokost öncesi seviyesine ulaştı”, 1 Temmuz 2015, s.9.
Agos “Depo’da yıl boyunca 1915’e yolculuk”, 20.01.2015,
(Çevrimiçi) http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10308/depoda- yil-boyunca-1915e-yolculuk,
Erişim 07.04.2016.
Radikal “Gökçeada
Rum okulunda ilk zil sesi”, 15.09.2013, (Çevrimiçi)
http://www.hrantdink.org. http://tarihvakfi.org.tr.
http://www.bilgi.edu.tr/en/ne ws-and-
events/news/4192/1964- expulsions-and-the-istanbul- rum/.
http://www.babilder.org/tr/20
dolar20kilo.
http://www.radikal.com.tr/turkiye/gokceada_rum_okulunda
_ilk_zil_sesi-1150912, 22.11.2014.
Faaliyette olan Rum okulları (Çevrimiçi)
http://www.istanbulrumazinligi.com/index.php?m=art&c=8
32&n=1070, 27.03.2016.
“Can the Jewish Community Encourage In-Marriage and Welcome Interfaith Families?”
(http://www.bjpa.org/Publications/details.cfm?PublicationI
D=7861), 22.04.2016.
Antisemitizm Holokost, (Çevrimiçi) http://www.holokostlayuzlesmek.com/tr/glossary-index/,
07.05.2016.
http://www.muze500.com.
BarMitsva Çevrimiçi:http://www.turkyahudileri.com/content/view/262/
223/lang,tr/, Erişim 12.05.2016.
Denize Haç Atma Töreni Teofania, (Çevrimiçi)
http://www.atlasdergisi.com/gundem/denize-hac-atma-
toreni-teofania.html, 31.05.2016.