Jay Lombard bir nörolog, aynı zamanda
psikiyatrik ve nörolojik rahatsızlıkları olan hastaların yaşamlarını iyileştirmeye
kendini adamış bir şirket olan Genomind'ın kurucu ortağıdır.
Dr. Lombard, 2007 ve 2011 yılları
arasında Bronx Leba- non Hospital'da nöroloji şefi olarak görev yaptı. New York
Presbyterian Hospital ve Albert Einstein College of Medici- ne'de akademik
tıbbi randevular aldı. 1995'ten 2000'e kadar Westchester Square Medical
Center'da, 2000'den 2007'ye kadar New York Rockland County'deki Brain
Behavioral Center'da nöroloji şefi olarak görev yaptı. Burada Alzhei- mer
hastalığı, ALS ve otizm de olmak üzere inatçı, nörolojik ve psikiyatrik
bozuklukları olan hastalarda uzmanlaştı. New York'taki en iyi nörologlardan
biri olarak onurlandırıldı.
Alzheimer hastalığı ve pediatrik
nöropsikiyatrik bozukluklar gibi çeşitli konuları kapsayan hakemli tıp
dergilerinde makaleler yayınlamladı.
Dr. Lombard'ın, Carl Germano ile
yazdığı Brain Well- ness Plan (Kensington 1998); Dr. Chris Renna ile yazdığı
Balance Your Brain, Balance Your Life, (Wiley 2004) ve Peter Kaslı ile yazdığı
Freedom from Disease (St. Martin's 2009) makaleleri mevcuttur. Bu konularda sık
sık yurt içi ve yurt dışında konferanslar vermektedir.
Dr. Lombard, Oscar ödüllü yönetmenlerden
Jonathan Demme ve Martin Scorsese'ye, Hollywood'un uzun metrajlı filmlerinde
tıbbi danışman olarak hizmet verdi. Larry King Live, CBS News, Food Network ve
Dr. Mehmet Öz ile zorlu nörolojik durumların tedavisindeki zorlukları ve
ilerlemeleri tartışmak için çok sayıda TV ve radyo programında konuk oldu.
Dr. Lombard, beynin karmaşık
bozukluklarını anlamanın zorlukları üzerine ders verdiği TedMed'de seçkin bir
konuşmacı olarak göründü. TedMed'in kurucusu Jay Walker, Dr. Lombard'ı
"kısmen Freud, kısmen Sherlock Holmes" olarak tanımladı.
Dr. Lombard, doktora sonrası nöroloji
eğitimini Long Island Jewish Medical Center'da tamamladı. New York'ta
nöro-davranışsal koşullarda uzmanlaşmış bir danışmanlık çalışması sürdürüyor.
Tanrı'nın Zihni: Sinirbilim, İnanç ve Ruh Arayışı
Orijinal Adı: The
Mindof God: Neuroscience, Faith, anda
Search for the Soul
Dr. Jay Lombard
Çeviri: Yeşim Öksüzoğlu
1. Baskı: Mart 2022
TANRI'NIN ZiHNi
SİNİRBİLİM, İNANÇ,VE RUH ARAYIŞI
DR. JAY LOMBARD
Önsözü yazan: Patrick J. Kennedy
Çeviri
Yeşim Öksüzoğlu
Dünyayı olduğu gibi
ve olabileceği gibi gören
annem ve babam,
]eanette ve Herman Lombard'ın anısına
Tanrı'nın dünyasına olan sevgisi,
insanoğlunun birbirine karşı hissedebildiği
sevginin derinliğiyle ortaya çıkar.
-
MARTIN BUBER
Mutlak gizlilik adına anonimliği
korumak için makul önlemler alınmıştır ve bu nedenle tüm hasta isimleri ve
belirli detaylar gizlilik amacıyla saklanmıştır.
Bu kitap, doktorların tıbbi
tavsiyelerinin yerine geçmesi için tasarlanmamıştır. Okuyucular, özellikle
teşhis veya tıbbi müdahale gerektirebilecek herhangi bir semptom veya durumda,
sağlıklarıyla ilgili düzenli olarak bir tıp uzmanına danışma- lıdır.
Önsöz, yazan Patrick J. Kennedy
1:
Tanrı'nın Zihni
2:
Tanrı Var Mı? 31
3:
Ruhun Sinirbilimi
4:
İnanç ve Mantığın Evrimi
5:
Hayatın Anlamı Nedir? 91
6:
Özgür Müyüz? 107
7:
İyi ve Kötü Gerçekten Var Mı?
8:
Ölümsüzlük: Var Olanın Hatırlanması 149
Notlar 170
Teşekkür 184
Görünmezi Görünür Kılmak
Elli yıldan fazla bir süre önce,
merhum amcam Başkan John F. Kennedy, Amerikan halkına on yıl içinde uzayı
keşfetme taahhüdü verdi. Onun hükümeti, insan zihninin "içindeki
uzaya" da değer verdi ve ben de dahil olmak üzere geleceğin birçok
liderine model oldu.
Rhode Island'ın Birinci Kongre
Bölgesi'nde ABD Temsilcisi olarak geçirdiğim on altı yıl boyunca, kendimi akıl
sağlığı eşitliğini sağlamaya ve o zamandan beri beyinle ilgili öncü araştırmaları
desteklemeye adadım. Beyin, en hafif tabirle vücudun ayrılmaz bir parçasıdır,
ancak en az anlaşılan ve göz ardı edilen parçalardan biri olmaya devam
etmektedir. Hem bireysel hem toplumsal olarak beyinle ilgili bazı güçlükler
yaşıyoruz. Tıpkı kanser türevi fiziksel hastalıkları bulabileceğimiz,
keşfedebileceğimiz ve tedavi edebileceğimiz gibi, en gerekli organımızın -ne
de olsa benliğin ve ruhun bulunduğu organ- rahatsızlıklarını ve hastalıklarını
daha iyi ele almaya başlayabiliriz.
Bu kitap, iç uzayımızın keşfi
hakkındadır. Modern bir kültür olarak iç uzayımızı keşfettiğimizde, güzel ve
keşfedilmemiş bilinmeyenin uçsuz bucaksız genişliklerini bulabiliriz. Ancak
trajik bir şekilde, çoğu zaman kendi içimizde ve birbirimiz arasında inanılmaz
bir çatışma buluruz. Stres buluruz. Endişe. Öfke, hatta sebepsiz nefret.
Bunlar çağımızın en kaçınılmaz hastalıklarıdır. Bir kablolu haber kanalının
önünde rastgele bir
saat geçirmeniz yeterlidir; bölünmeye
meyilli, sınırlı, kayıp, yanlış yönlendirilmiş, hasta veya yıkıcı zihinlerin
dünya çapında bir salgınını göreceksiniz. Peki ne yapabiliriz? Bu sorunları
tıbbileştiriyoruz, ancak temel neden genellikle varoluşsaldır, kökenine
bakıldığında çok daha derin bir şeydir. Bu kitapta bunun ne anlama geldiğini
keşfetmek istiyoruz.
Akıl sağlığı olmadan sağlık olmaz.
Tıpkı kanser türevi hastalıkların temel kökenlerini derinlemesine
araştırdığımız gibi, benzer bir dürtü ve titizlikle beyin bozukluklarını da
keşfetmemiz gerekiyor. Bu koşulların büyüklüğü ve insani maliyeti sadece
ekonomik terimlerle ölçülemez; varlığımızın özüne, hayatımızın içine dokunur.
Sayısız insan bundan mustarip. Beyin hastalıkları, dünya çapında yetişkin
engelinin bir numaralı nedenidir. Çocuklarımızın bağışıklığı yok ve erken
müdahale kritik önem taşır: altı milyondan fazla ABD'li çocuk duygusal ve
davrariışsal sorunlar yaşıyor. Muhtemelen hiçbir vatandaş sınıfı, ordudakiler
kadar zihinsel yetersizliklerin ön saflarında yer almaz. Son savaşlarımızda
ciddi şekilde yaralanan askerlerin yarısından fazlası travmatik beyin hasarı
(TBH) ve/veya travma sonrası stres bozukluğundan (TSSB) mustarip. Ve bütün
bunların yüzde 60'ı tedavi görmüyor. Geri dönen askerler, karmaşık bir şekilde
neredeyse tamamen terk edilmiş durumda, bu da belki de tüm intiharlarımızın
yüzde 20'sinin neden gaziler olduğunu açıklıyor.
Bunların hiçbiri hayra alamet değil.
Ülkemizin geleceği hakkında endişelenmek için iyi nedenlerimiz var. Çocuklar
giderek daha endişeli, stresli, hatta saldırgan oluyorlar ve tedavi görenler
arasında reçeteli ilaçlar, giderek daha serbest, hatta kullanılmazsa olmazmış
gibi bir hale geldi. Bu durumların temel nedenlerini ele almanın ilk adımı,
beyin devrelerini haritalandıran ve görselleştiren, yalnızca karmaşık insan
davranışını daha iyi anlamamıza yardımcı olmakla kalmayıp aynı zamanda beyin
bozukluklarının tedavisinde derin yeni
gelişmelere yol açan Gelişen
Yenilikçi Nöroteknolojiler Yoluyla Beyin Araştırmaları (BRAIN Initiative) gibi
projeler aracılığıyla sürekli araştırma yapmaya devam etmektir. Ancak
kavrayamadığımız bir şeyi tedavi edemeyiz, en azından uygun biçimde. One
Mind'ın ve beyin hastalıkları ve hasarlarının yanı sıra, zihinsel ve duygusal
engellerden etkilenen tüm insanlara fayda sağlamak adına açık bilimi radikal
bir şekilde hızlandırmak amacıyla birlikte çalışan insanları kapsayan beyin
sağlığı içerikli diğer tüm küresel girişimlerin arkasındaki fikir budur. Kesinlikle
umut var, ancak sorunun kapsamını tamamen kavramamız gerek.
Dünyanın dört bir yanından İnsan
Sinir Sistemi Bağlantısı Projesi'ndeki (HCP") sinirbilimciler, son beş
yılı, beynin haritasını çıkararak, kafatasımızın içinde yer alan şaşırtıcı derecede
karmaşık bağlantı ağı üzerinde benzersiz bir sinirsel veri deposu derleyerek
geçirdiler. Bu sanal beyin haritası, araştırmacılar için canlı beyin yapısına,
işlevine ve yaygın işlev bozukluğuna paha biçilmez bir erişim sağlıyor artık.
En az bir milyar sinaps ve binlerce kilometrelik sinirsel bağlantılarla -hepsi
düşüncelerimize rehberlik eder, duygularımızı yaratır, anılarımızı hatırlatır
ve bilincimizin ortaya çıkmasına olanak verir- beyin, organlarımızın içinde en
büyüleyici olanı, ama en az anlaşılanıdır.
Çok sürmeyecek. Dr. Lombard'ın
uyguladığı türden bir si- nirbilim aracılığıyla bu açığı kapatmaya çalışıyoruz;
amacımız başlıca hastalıkları belirlemek, önlemek, tedavi etmek, ömrü uzatmak
ve belki de en önemlisi yaşam kalitesini yükseltmek. Son olarak, şu an
fazlasıyla ıstırap içindeki dünyayı iyileştirmeye çalışımak.
Ama Dr. Lombard'ın ve benim bu yere
göğe sığdırılama- yan statüyü sinirbilime vermemizin nedeni daha derinlerde ve aynı
zamanda daha basit: Misyonumuz yalnızca beyin rahat* Human Connectome
Project. (ç.n.)
sızlıklarının nedenlerini ve
tedavilerini araştırmak için değil, aynı zamanda daha başından bunların
oluşmasını önlemek için el ele vermek, iş birliği yapmak. Bu ikinci amaca,
yaşam deneyimini kendimize ve başkalarına en az travmatik, en az acı verici ve
en az anlamsız kılmak için her fırsatta üzerimize düşeni yaparak ulaşırız. Bu
da zor olacak. Çünkü acımız çok büyük ve çok yaygın.
Bunun nasıl bir şey olduğunu bizzat
biliyorum. Hala beyin işlev bozukluğumu idare etmem gerekiyor. Üstesinden
geldiğim en zor engel, ruhsal hastalıklarımı, bana ve aileme hizmet etme,
başkalarına destek olma ve olabileceğin en iyi insan olma yolunda çalışmak
için bir araca dönüştürmekti. Depresyon, bipolar bozukluk, alkolizm ve madde
bağımlılığından kurtuldum. Ve kendi kişisel hikayem sayesinde hem özel hem
kolektif olarak yükselişin gerekliliğini anlamaya başladım. Beyin
bozukluklarını önce yaftadan kurtarmak, sonra tespit edip incelemek ve nihayet
iyileştirmek, en az Ay'a veya Mars'a insan göndermek kadar -veya daha büyük
ölçüde- zorunlu bir görevdir.
Daha iyi bir dünyaya doğru büyük
ilerlemeler sağlamak, beyin araştırmalarının uçsuz bucaksız sınırında, eşi
benzeri görülmemiş bir işbirliği gerektirecektir. Bu, beyin araştırmalarıyla
ilgili her büyük düzenlemeyi bir araya getirmek anlamına gelir. Kaynaklarımızı
bir araya getirmeli, tek seferde ve herkes için beynin gizemli kasasını
açabilecek kamusal ve özel ortaklıklar kurmalıyız. Tıpkı kalbe, pankreasa ve
diğer tüm hayati organlara yaptığımız gibi.
Dr. Lombard ve ben ihtiyatlı bir
şekilde iyimseriz. İnsan beyninin muazzam karmaşıklığına rağmen, beynimiz ve
koca evren arasındaki şaşırtıcı uyumu ile gözle görülebilir olanla gözle
görülemeyen arasındaki esrarengiz bağlantıları ortaya çıkarmaya bugün olduğumuzdan
daha fazla yaklaşmadık. Tanrı'nın emrinde, iblislerkapılan veya daha sağlıklı
ve üretken
bir yol izleme özgürlüğüne sahip bu
tek organ, kendimizi ve başkalarını iyileştirmek için kullanacağımız tek
araçtır.
Bir araya gelmek demek, Dr. Lombard'ın
bize hatırlattığı gibi, hepimizin acı çektiğini utanmadan itiraf etmek niyetiyle
ellerimizi havaya kaldırmaktır. Yardımcı olmayan davranış problemlerimiz var.
Anlaşmazlığa ve savaşa eğilimimiz var. Sevdiklerimizi kaybettiğimizde kalbimiz
kırılır, babam Ted Kennedy 2009Öa beyin kanserinden öldüğünde bana olduğu gibi.
O, gençliğimde sık sık geçirdiğim hastalıklarımdan dolayı başucumda benimle
oturan adamdı. O zamanlar için Tanrı'ya şükrediyorum.
Aileler olarak bir araya gelmemiz
gerekiyor; kalıcı bağlar oluşturan, sadece ailevi unvanlarımız değildir._
Yakın ilişkilerimizde bir araya
gelmemiz gerekiyor; karımda olduğu gibi. Misyonumuzu paylaşan, bizi
"anlayan" ve bu herkesin savunmsızlıklarını göstermesi gerektiği
anlamına gelse bile onları elde etmemize izin veren birini bulmalıyız.
Arkadaş olarak bir araya gelmemiz
gerekiyor; bir milletvekili olan Adsız Alkolikler sponsorumun desteği
olmasaydı ne yapardım bilmiyorum. Aynı inanç ve ideolojiyi paylaşmasak da
insanlarla dostluk kurmamız mümkün. İdeolojilerimizden biri dünyayı
iyileştirmeyi (ya da en azından gelecek nesil için daha kötü hale getirmemeyi)
içeriyorsa, o zaman anlaşabiliriz. Eğer inancımızın bir kısmı,
"öteki"ni "kardeş" olarak düşünmek için birbirimize
aşılayabileceğimize olan inançsa, o zaman iyi yoldayız demektir.
Son olarak, maneviyat arayanlar
olarak bir araya gelmemiz gerekiyor: Her tür inançtan liderle saygılı bir
diyaloğa girmeye, dinlemeye, öğrenmeye ve beyin hakkında en iyi kanıta dayalı
eğitimi sağlamaya derinden bağlı olmalıyız. Bilim yandaşlarını ve inananları
sağlam bir diyalog için bir araya getirebilirsek, o zaman iş yapmaya
başlayacağız.
Maneviyat, bireylerde bağımlılığı
iyileştirmek için sıklıkla gerekli olduğu gibi, türümüzün kötü giden
beyinlerinin, düşmanlık ve nihilizme sürüklenmiş beyinlerinin yıkımından
herhangi bir şekilde kurtulmasında hayati bir rol de oynayacaktır.
Beynimizi sevgi için, hizmet için ve
sefalet yerine diğer zaferler için yeniden programlasak nasıl olur? Bu,
kendimiz ve küresel toplum için -kendimizi en temel, varoluşsal ve teolojik
düzeyde kavrama yeteneği- ne kadar dönüştürücü olurdu?
-
Patrick J. Kennedy
Brigantine, New Jersey, Haziran 2016
"Eğer eksiksiz bir teori
keşfedersek sadece fizikçiler değil, herkes tarafından anlaşılabilir olmalıdır.
O zaman hepimiz, filozoflar, bilim adamları ve normal insanlar, neden evrenin
ve bizim var olduğumuz tartışmasına katılabilecektir. Eğer buna bir cevap
bulabilirsek, insan mantığının nihai zaferi olur. Çünkü o zaman Tanr{nın
zihnini anlayabiliriz:'
-
STEPHEN HAWKING1
1990 yılıydı ve nöroloji ihtisasımın
başlarıydı. Long Island Jewish Medical Center'ın patoloji laboratuvarının
parlak flo- resan lambalarının ışığının altında, dikkatle kesme tahtasının
üzerinde hafifçe parlayan numuneye bakıyordum. O zamana kadar birçok beyin
incelemiştim, ama bu seferki farklı görünüyordu. Başta nedenini tam
çıkaramadım.
Bu beyinler, geçen hafta bizim yoğun
hastanemizde ölen hastalardan çıkarılmıştı. Nöropataloji uzmanı, her hafta
yaptığı gibi beyinleri titizlikle çıkarıp yerleştirmişti, beyin sapları ve her
şey biz sağlık görevlilerinin önündeydi. Uzmanın ilk görevi bu bahsi geçen
beyni tartmaktı ve 1.005 gram geldi. Normalden yüzde 1 O daha küçük. Klinik
raporun kapağındaki etikete baktım. Kız, 5, Haemophilus menenjit. İçim sızladı.
Bir çocuğun beyniydi.
Buna hazırlıklı değildim. Bu yakından
gördüğüm ilk pedi- atrik beyindi. Mevcut görevimin özellikle zor olmasının nedeni,
bunun kimin beyni olduğunu biliyor olmamdı. Bu beyin Saralı adında küçük bir
kıza aitti. Onu sadece birkaç gün önce, pediatri yoğun bakım ünitesinde
görmüştüm. Beni bir keder dalgası vurdu, ama başka bir duygu daha hissettim;
merak. Safı merak. Sarah'nın varlığının merkezi önümde duruyordu. Bu güzel
küçük kızın düşündüğü her düşünce, gördüğü her rüya, parlak ve ümit dolu
gelecek için beslediği her umut, anlaşılan bu protoplazma kütlesinden
çıkmıştı. Devam etmem gerekiyordu. Mesleğimin gerektirdiği üzere, bu duyguları
diz- ginlemeli ve metin olup elimdeki işe odaklanmalıydım. Ama zihnim yangın yeriydi.
Mevcut cevapları olmayan sorularla dolmuştu.
Zavallı çocuğun beynini
incelediğimizde, beyni ve omuriliği kaplayan koruyucu zarlar olan meninkslerde
yaygın iltihaplanma bulduk. Kafatasında, kafatası sinirlerinden omuriliğin
tabanına kadar aşırı iltihaplanma izleri bulduk. Saralı tipik menenjitten
ölmüştü.
Sarah'nın menenjit geçmişine dair
kayıt yoktu, ama bu beni şaşırtmadı. Hastalığın başlangıcının neredeyse
doğuştan olabileceğini biliyordum. Saralı bir gün evde ailesiyle oynayan sağlıklı,
beş yaşında bir çocuktu. Ertesi gün giderek kötüleşen bir baş ağrısı yaşadı.
Baş ağrısına yorgunluk, ateş, mide bulantısı ve genel bir rahatsızlık eşlik
etti. Ailesi başta ona Çocuk Tyle- nol'ü vermiş ve onu evde tutmuştu. (Hepimiz
bu semptomları ara sıra gösteririz ve endişelenecek herhangi bir neden yok gibiydi.)
Ama bir gün sonra Saralı
iyileşmeyince, ailesi çocuk doktorunu aradı ve doktor onlara Sarah'ı acile
götürmelerini tavsiye etti. O noktada, kimse Sarah'nın ölümün eşiğinde olduğunu
bilmiyordu. Maalesef acil servisten yoğum bakım ünitesine hızlı ve trajik bir
geçiş oldu ve Saralı burada hızla kötüleşti.
Bir çözüm bulmak için orada hızla
çeşitli testler yapıldı. Sonra ani bir kriz geldi. Sarah'nın tıbbi
kayıtlarında, onu hayata döndürmek için yapılan çılgınca ve yürek parçalayıcı
girişimleri okudum.
Hasta saat 04. 35'te kodlandı. 45
dakika boyunca kalp masajı yapıldı. Epinefrin, dopamin ve harici kalp pili.
Nabız oluştu- rulamıyor veya kan basıncı korunamıyor. Hasta sabah 05.18Öe ilan
edildi. Katılan hekim ve aile bilgilendirildi.
Kelimeler zihnimden geçti. İşte,
Saralı -en azından beyni- bodrumdaki patoloji laboratuvarına böyle gelmişti.
Bana.
Elimdeki işe döndüm. Sarah'nın
beynini keserken, bazı kısımların nasıl hala et pembesi olduğuna hayret ettim
ve pembenin kızca hayatın, kesilmiş beyin maddesinin gri ölümüyle yan yana
gelmesi, bana bir kez daha anlaşılmaz bir paradoks gibi göründü. Beynin
parçalarına baktım ve incelememin ortasında bile hayata dair büyük sorular
üşüştü kafama. Sarah'nın beyninin kaba eti, Sarah'nın varlığının tüm ayrıntılı
dokusuna -duyguları, anıları, umutları ve tüm maddi olmayan varlıklarına-
gerçekten sahip olabilir miydi? Bu küçük kızın, bu et parçasının gücü sayesinde
yemek yediğini, uyuduğunu, rüya gördüğünü, hayal kurduğunu, güldüğünü, espri
yaptığını, ailesine sarıldığını ve etrafındaki dünya hakkındaki tüm anlayışını
formüle ettiğini düşünmek. Elbette beyin organının içinde veya ötesinde
bulunmak daha büyük bir şeydi. Hala yaşayan bir kişinin maddi olmayan asıl
özünün içinde olmak.
Patoloji laboratuvarında tepemdeki
lamba titreşerek masayı ve önümdeki beyni karanlığa boğmakla tehdit etti.
Milyonlarca insanın bir tür ölümden sonraki yaşam fikrine nasıl sımsıkı
sarıldığını düşündüm.2 Belki sadece kandırılmışlardı veya inkar ediyorlardı.
Ama ya öyle değillerse? Ya bir ahiret hayatı gerçekten olasıysa? Ya bilimin
titizliğini kullanarak bunun için bir kanıt oluşturabilirsek?
Sorularım burada bitmedi.
İşte ben, nesnelliğin dünyasında
hayatının çalışmasına başlayan, sadece ölçebildiği şeyleri değerlendiren genç
bir doktordum ve hayatımın en büyük sorularıyla karşı karşıyaydım: Kendim için
bulmam gereken başka bir gerçek var mıydı? Bir insanın yaşamının sonunda,
Hamlet'in "hayvanlara has unutkanlık'' dediği şeyden daha büyük bir şey
olması gerekiyordu kuşkusuz. Ama bu "daha büyük bir şey" neydi? Ve
bunu bilim hakkında bildiklerimle bağdaştırabilir miydim?
Patoloji laboratuvarındaki o günü
neredeyse otuz yıl ileri saralım. Kendimi hala sinirbilimle uğraşan, hala somut
bir ölçüm ve veri dünyasıyla aktif olarak ilgilenen bir nörolog olarak
buluyorum. Yine de tenin ardında bir şeylerin varlığına dair o sorular
varlığını sürdürüyor.
Basitçe açıklamak gerekirse,
sinirbilim beyin çalışmasıdır. Beynin daha önce anlaşılmamış kodunda,
varlığımızın gerçek doğasını keşfedebileceğimiz bir portaldır. Yine de bizler
salt akıldan çok daha fazlasıyız, karar veren makinelerden daha fazlasıyız.
Canlı beyin hakkında ne kadar çok keşfettiy- sem, insanın doğası, evren,
yaşamımızın amacı ve tüm bunların ötesinde bir şeyin olası varlığı hakkında o
kadar sır gün yüzüne çıktı. Benim için sinirbilim sadece beyin çalışması
değildir; görünmeyeni görünür kılan bir araçtır. Antoine de Saint-Exupery'nin
başyapıtı Küçük Prens'te yazdığı gibi: "Asıl görülmesi gerekeni gözler
göremez:'3 Bundan daha doğru bir söz yazılmamıştır. Beynimizin keşfi
aracılığıyla imanın, inancın ve umudun doğası hakkında daha çok şey
öğrenebiliriz. Böylece, hayatın büyük sorularını cevaplamamıza yardımcı olabilecek
mantıklı ve rasyonel kanıtlar olur.
İlerleyen sayfalarda, yaşamla ilgili
en önemli soruları ve si- nirbilimin buna nasıl yanıt verebileceğini keşfetmek
için sizi zihnin derinliklerine doğru -hem gerçek hem mecazi anlam-
da- beyinsel bir yolculuğa çıkarmak istiyorum:
1.
Bir Tanrı var mı?
2.
İnsanların ruhu var mı?
3.
Özel miyiz? (Yani insanların diğer
hayvanlardan herhangi bir farkı var mı?)
4.
Özgür irademiz var mı yoksa hayatın
tamamına bizim
için önceden mi karar verildi?
5.
Hayatın anlamı nedir ve varlığımızın
daha büyük bir amacı var mı?
6.
Kötülük dünyada yaygın olarak
bulunduğu için iyi bir Tanrı diye bir şey olabilir mi?
7.
Ölümden sonra bir hayat var mı?
Cevap bulmanın yıllardır beni
zorladığı^ sorular bunlar. Şüphesiz pek çok çağdaş sinirbilimci benim sonuçlarıma
karşı çıkabilir. Örneğin, bir kişinin bilincinin -örtük ve yine de her yerde
bulunan "varlık farkındalığının"- açılıp kapanan nörolojik
anahtarlara indirgendiğini iddia edeceklerdir, tıpkı bir elektrik mühendisliği
devresinde olduğu gibi. Bu zeki erkek ve kadınların çoğuna göre, zihinsel
durumumuzda olup bitenler tamamen fiziksel (nöronal, biyolojik ve
elektrokimyasal) reaksiyonların bir işlevi. Bilim insanları, doktorlar ve
diğer tıp uzmanları arasındaki genel inanç, kimya ve biyolojinin temel parçacıklarının
ötesinde söz edecek bir ruhumuz olmadığı için tamamen maddi olduğumuzdur.
Sinirbilimcilerin çoğu, bedenin ötesinde bir varlığa dair fiziksel bir kanıt
olmadığını, herhangi bir kişinin ruh veya maddi olmayan varlık olarak öznel
benlik algısının bir yanılsama olduğunu, beynimizin gerçek arka oda
hesaplamalarını ve nöronal çalışmalarını gizlemek için tasarlanmış bir
simülasyon olduğunu iddia eder.
Yine de bu konuları meslektaşlarımla
tartışırken, en alçakgönüllü olanlardan çoğu, geleneksel bilim düşüncesinde
boşluklar olduğunu, bilim dünyasında henüz doldurulamamış
alanlar olduğunu kabul ediyor ve bu
boşlukları doldurabilecek şeyleri, tekrar soyut olanın gerçekliğine
yönlendiriyor. Bu boşluklara "bilinçliliğin zor sorunu"4 denir, bu
tanım önde gelen zihin filozofu David Chalmers tarafından fiziksel ve fenome-
nolojik, somut duyular ve bunlardan edindiğimiz duyum-üstü deneyimler
arasındaki koca uçurumu tanımlamak için oluşturulmuştur.
Buna biraz daha yakından bakalım.
Beynimiz gerçekten biyolojik olsa da, beynimiz tarafından üretilen deneyim
-düşüncelerimiz, duygularımız ve inançlarımız- gözlemlenebilir ve ölçülebilir
olanın ötesindedir. Öznel algılarımız, varlığımızın niteliksel ve koruyucu
yönleri, yalnızca nörokimyasal süreçlerin yan ürünleri olamaz. "öznel
durumlarımızın altında yatan beyin dalgalarının kesin örüntüsünün haritası
çıkarılabilsey- di bile, bu haritalama yalnızca deneyimin fiziksel bağıntısını
açıklayabilirdi, ama bu onların kendisi olmazdı. Bir kişinin deneyimleri, beyin
dalgaları kadar indirgenemez biçimde gerçektir ve onlardan farklıdır:•s Ya da
başka bir resim çizelim; eğer hepimiz akvaryumun içinde balıksak, kendimizi
akvaryumun dışında nasıl gözlemleriz?
Bilinçlilik korkulacak veya
reddedilecek bir şey değildir. Bilinç kelimesinin Latince kökleri
"birlikte bilmek'' anlamına gelir ve dolayısıyla bu belirgin insan
özelliği, bize varlığımızın anlamı hakkında ortaklaşa sorgulama kapasitesi
sağlayan bir armağandır. Bu hediyenin paketini açabilseydik, beden ve ruh, zihin
ve beyin arasındaki algılanan boşlukların daha derin, içsel ve büyüleyici bir
gerçekliği gizlediğini görürdük. Bu gerçeklik hem indirgenemez biçimde
karmaşık hem de varlığımız için temel olan, tarif edilemez bir şeyin, zihin,
ruh, maneviyat ve hatta enerjinin deneyimidir.
Sarah'ı Sarah yapan şey bu mu? Beni
ben yapan ne? Sizi siz yapan şey ne?
Şimdi, her şeyden önce, deneysel
verilere derinden bağlı bir nöroloğum. Bilime inancım büyük. Ben ve başka
milyonlarca doktor ve bilim insanı, profesyonel kariyerlerimizi, doğal,
kimyasal ve biyolojik olayları öngörmeye ve işlemeye yardımcı olmak için son
derece yararlı olduğu kanıtlanan bilimsel yöntemin bütünlüğü üzerine kurduk.
Bu keşif sürecinde bilimi hiçbir şekilde göz ardı etmek istemiyoruz. Aksine, kim
olduğumuz hakkında elimizden gelen her şeyi öğrenmek, bilmek ve kavramak için
bilimi bir sıçrama tahtası olarak kullanmak istiyoruz. Gerçeğin bilimin hem
"içinde" hem de "ötesinde" bulunabileceği fikrinin, bazı
insanlar için, özellikle de biz bilim insanları için kavranması imkansız
olmasa da zor olabileceğinin farkındayım. Akvaryumdaki tüm o balıkları
hatırlayın. Ancak bilim, inanç ve biraz akıl yürütmeyle yüzlerimizi cama
bastırabilir ve ötesinde bir şey olduğunu görebiliriz ve bu olağanüstü.
Daha önce ima ettiğim gibi, bilimin
tek gerçek olduğuna inanan birçok kişi var. Ancak gerçek bilimin hem
"içinde" hem "ötesinde" bulunabilir. Gerçek, felsefede,
edebiyatta, sanatta, müzikte ve tarihte bulunabilir. Gerçek, hayattaki tamamen
ölçülen veya görünen şeylerin içinde bulunabilir. Ünlü fizikçi Max Planck
benzer bir yorumda bulundu: "Bilim, doğanın nihai gizemini çözemez. Çünkü
biz, son tahlilde, doğanın bir parçasıyı, dolayısıyla çözmeye çalıştığımız
gizemin de bir par- çasıyız:'6
Başka bir deyişle, akvaryumdaki
balıklarız.
Bazı insanlar gerçeğin bu diğer
biçimlerine inançla aynı etiketi yapıştıracaktır, ama ben de bu terimle
tamamen rahat değilim. İnanç, o kadar dolu bir kelime ki, o kadar kişisel ve
yüklü, o kadar çeşitli çağrışımlarla dolu ki. İnsanlar kör bir inanç sıçraması
yapmaktan veya büyük bilinmeyene inançla adım
atmaktan bahsediyorlar. Ancak bu tür
bir inanç çok sınırlıdır. Bu kitapta bahsettiğim inanç türü, bizden gerçekleri
askıya almamızı istemiyor. Aksine, bizi gerçekleri incelemeye ve sonra inancı
onların üzerine inşa etmeye çağırıyor. Bahsettiğim inanç (inanç demek istesek
de istemesek de, tartışmanın selameti açısından böyle diyeceğiz) körlükle
değil, bilim, ölçülebi- lirlik ve mantıkla şekillenen bir inançtır. Bu inanç
şunu sorar: Ya maddi olmayana inanmak için gerçekten çok iyi nedenler varsa?
İnanç nedir? İnanç, duyularımızın ve aklımızın ötesinde daha büyük bir
gerçekliğin olduğunu kabul etmek demektir. Hayatımızı nasıl yaşamamız gerektiği
konusunda bize göstermesi için aklımızı kullanabiliriz, ancak varlığımızın
anlamını ve amacını bize inanç öğretir. Ya görülemeyenin doğruluğuna tutunmak
ve yaşamak için çok iyi nedenler varsa?
Kendi hayatımda inancın anlamı ile
boğuşan bir insan ve bir bilim insanı olarak, hayatın burada ve şimdinin
ötesinde derin bir anlamı olup olmadığını anlamak için mücadele eden birçok
hastayla birlikte, hem biyolojik hem soyut olanı takdir etmenin ve ikisinin de
diğerini nasıl olumlu şekillerde bilgilen- direbileceğini keşfetmenin mümkün
olduğuna inanıyorum. Bir denge olmalı.
Bilime sahip olmalıyız.
Ve inancımız da olmalı.
Başlamadan, lütfen kimseyi belirli
bir din veya inanç sistemine çağırmadığımı bilin. İnsanları, tarihsel inanca
dayalı herhangi bir kitapta bulunan Tanrı'nın belirli tanımlarına ve
tasvirlerine de çağırmıyorum. Ben kimseyi dinden döndürmeye çalışmıyorum ve bu
kitap herhangi bir dini yaymaya çalışmıyor. Bu kitap, büyük inançla ilgili bir
kitaptır Bu hibrit türdeki "Tanrı'nın zihni" tarzı bir bilimsel inanç
vasıtasıyla si- nirbilimin kapısı üzerinden kendi hayatlarımızın anlamını ve
kendi beynimizin işleyişiyle ilgili
keşfettiğimiz şeyleri anlamaya çalıştığımız bir kitaptır. Bu kitabı yazmamın
esas nedeni, bilimle çelişmek yerine, aklın içinde bilim tarafından canlanan ve
aydınlatılan türden bir inaçla, bir tür olarak insanlığın daha iyi durumda
olacağına inanmamdır.
Burada biyolojik ve soyut
varlığımızın birçok parçasını ve ipucunu bir araya getirmeyi öne süren daha
büyük bir öykü var. Kısmen bahsettiğim gibi, eminim ki Tanrı'nın özünü hiçbir
zaman düşünsel, felsefi, psikolojik veya nörolojik anlamda tam olarak
çözemeyeceğiz. Şu ya da bu diye tartışarak zamanımızı boşa harcamamalıyız. Öte
yandan, hayatımızı nasıl yaşadığımızla ilgilenmeli ve başkalarına yardım,
nezaket, sevgi şifa sunmalı ve bağışlayıcı olmalıyız. İnanç vesilesiyle
yaptığımız eylemler, her zaman onları tanımlamak için klıllandığımız ideolojik
kelimelerden daha fazla anlam ifade edecektir.
Bu kitabın amacı, beyni daha iyi
anlamamıza yardımcı olmaktır. Bunu yaparak zihni daha iyi anlayabiliriz (beyin
ve zihin aynı şey değildir, daha sonra anlatacağız). Ve bunu yaparak, safve
katıksız biyolojimizin ötesinde ne olabileceği hakkında derin derin
düşünebilir ve sohbet edebiliriz. Umudum, maddi olmayanı takdir etmemize
yardımcı olmaktır, bu da birbirimize daha yakın olmamıza, birbirimize saygı
duymamıza ve nihayet yaşamımızda inancimızı benimseyerek birbirimizi
iyileştirmemize yardımcı olacaktır.
Savunduğum şey aktifbir inanç, batıl
inançlara veya yüzeysel ritüellere dayanan pasif bir inanç değil. Aktif inanç,
farklılıklarımızın ötesini görmeyi ve eylemlerimizin başkalarını etkilediği
bağlantı gerçeğini benimsemeyi gerektirir. Kavurucu bir yaz gününde susamış
olsaydınız ve size bir bardak soğuk su getirseydim, o zaman dinimi yaşıyor
olurdum ve bu manada maddi olmayanın iradesini yerine getiriyor olurdum.
Tanrı'nın isteğini yerine getiriyorum. Size bir bardak soğuk su sunarak,
başkalarına karşı empati duymaya ve iyi niyetli olmaya kalkı-
şıyorum. Başka bir insanla, türümüzün
en güçlülerinden biri olarak hayatta kalmak, üremek ve hükmetmek için katı
evrimsel doğamıza inanan çoğunluğun ötesinde bir yolla bağ kuruyorum.
Bu kitabın büyük çıkarımı son derece
pratik: Bir fikir değişikliği. Empati. Fedakarlık. Başkaları için şefkat. Daha
büyük bir aktif inanca, maddi olanın ötesindeki bir şeye olan inanca ve gerçeğe
ne kadar çok katılabilirsek, diğer insanlara karşı o kadar anlayışlı ve
düşünceli olabiliriz. Bu tür bir inanç bizi insanlar olarak bütünleştirebilir,
paramparça etmez. Birbirimizle olan ilişkilerimizde, kolektifgerçeğimizi ve
amacımızı buluruz. Bu kitapta bu noktaya defalarca geleceğim: İman merhamete
götürmeli. Bunu yapmalı! Yoksa iman ne işe yarar? Birbirimizi derinden sevme
ve anlama kabiliyetimiz olmazsa Tanrı'nın sonsuz zihnini kavrayamayız.
İnanç ve bilim el ele yürüyebilir ve
ben Tanrı'nın iki dünyasıyla evrim arasında kapatılamaz bir boşluk görmüyorum.
Elbette evrimi savunuyorum. Her şey evrim geçiriyor ve uyum sağlıyor, ancak
evrenimizin yaratılma maksadının "içsel bir potansiyel" olduğunu
düşünüyorum.7 Düpedüz rastlantısal yok edilişin muhteşemliği, bugün evrende
bulduğumuz karmaşık düzeni yaratamaz. Dolayısıyla evrenimizin başlangıçta,
kişisel veya başka tür bir ilk nedenle yaratılmış olması gayet mantıklı. Büyük
patlamanın içinde, oldukları gibi davranmakla yükümlü galaksilerin ve
atomların olduğu bazı kozmolojik planlar olmalı. Bu planlar, bir tür niyet
dışında nasıl ortaya çıktı? Tanrı'nın mevcudiyeti olmaksızın, dünyanın kendi
içinde makul bir şekilde bazı durumları "hedeflemek'' olarak adlandırabileceğimiz
bir şey yapması gerektiğini varsaymak gerçekten mantıklı mı?8 Hedefler yöntemi
ima eder ve yöntem zihnin kanıtıdır. Tüm zamanların en büyük düşünürlerinden
biri olan on sekizinci yüzyıl Alman filozofu Immanuel Kant da benzer bir
düşünceyi harekete geçirdi. Şöyle yazdı:
"Dünyanın her yerinde belirli
bir amaçla uyum içindeki düzenin belirgin işaretlerini buluruz ... Muhtelif
şeyler, altta yatan fikirlerle uyum içinde düzenleyici rasyonel bir ilke tarafından
belirli nihai amaçlar için seçilmiş veya tasarlanmış olmasaydı. .. onlar, bu
amaçlar için ... kendi başlarına çalışamazlardı... Burada... yüce ve bilge bir
neden vardır... Bu neden, yalnızca körü körüne işleyen, her şeye kadir bir doğa
olarak değil, aynı zamanda özgürlük yoluyla zeka olarak da dünyanın nedeni
olmalıdır.9"
Nöroloji eğitimimde, bize bir beyin
bozukluğunu teşhis ederken hastanın gösterdiği tüm belirti ve semptomları gözden
geçirmeye dayalı incelemek öğretildi, çünkü^bunlar hastalığın yerini
keşfetmemize yardımcı olur. Belirli bir hastalığın beyinde nerede olduğunu
tespit ederek onu daha iyi teşhis edebilir ve onu tedavi etmek veya hastalığın
tekrarlanmasını önlemek için daha etkili stratejiler geliştirebiliriz. Başka
bir deyişle, bul, adlandır, düzelt.
Ama kökleri varoluşsal olan, elle
tutulamayan bir hastalığın -ve bununla cefayı, acıyı, ıstırabı kastediyorum-
yerini nasıl buluruz? Gözyaşlarımızın tüm tuz içeriğini en hassas aletlerle
ölçebiliriz, ama asla hüznün manasını tam olarak anlayamayız. Kişi umudu,
inancı, sevgiyi veya sevinci nasıl ölçer? Onları ayıklamak için umutsuzluğun,
nihilizmin veya yıkıcı inançların kökenlerini nasıl buluruz? İnanç ihtiyacı,
biyolojimize o kadar derinden yerleşmiştir ki, onu tanımlayamasak bile, ne
olursa olsun yokluğu kendini belli edecektir. Bu dersi eğitimimin başlarında
öğrendim, ancak hiçbir ders kitabında öğretilmedi.
Yine Long Island Jewish Hospital'i
hayal edin. Ben intör- nüm. Yıl 1989. İleri düzeyde metastaz yapmış yumurtalık
kanseri olan bir kadına bakmakla görevlendirildim. Eva yatalaktı,
sarılıktı ve karın şişmesine neden
olan bir asit sıvı birikiminden mustaripti. Bu son evrede, ilişkili
enfeksiyonları tedavi etmekten, onu olabildiğince rahat ettirmeye çalışmaktan
ve ağrısını azaltmaktan başka yapabileceğimiz çok az şey vardı. Gerçekten
sadece an meselesiydi.
Her gün, sabah ilk iş, odasına gittim
ve onunla konuştum. Hayati değerlerini kontrol ettim. Kan tahlillerini yaptım.
Elini tuttum. Her zaman onu cesaretlendirmeye ve ona umut vermeye çalıştım.
Durumu hakkında kısa ilerleme notları yazdım. Havadan, hemşirelerden,
haberlerden bahsettik. Ne zaman gelsem gülümserdi ve benimle zengin mizah
repertuarından bir iki bayat fıkra paylaşırdı. Ona ailesini, pencere kenarındaki
fotoğraf çerçevelerinden ışık saçan çeşitli yüzleri sordum. Hayatında onun için
en çok anlam ifade eden insanlardan özgürce bahsetti. İçini bir acı dalgası
kaplasaydı, her zamanki gibi torunlarını sorarak buna engel olabilirdim. Biri
hokey oynuyordu. Bir diğeri, çiçeği burnunda bir fırıncıydı. Her birini
sevgiyle anlatırken Eva'nın yüzünde bir gülümseme belirirdi.
Yirmi beş gün boyunca bunu yaptım ve
o yirmi beş gün boyunca hastam yaşadı. Ama iki şey içimi kemirmeye başladı.
Birincisi, bu tür tıbbi işler genellikle ilk yılındaki asistan için yüksek
öncelikli olarak kabul edilmez. Biz doktorlar, kariyerimizin bu erken
döneminde biraz kibirliyizdir (öyle olduğumu biliyorum) ve tüm bu konuşma
işinin bir sosyal hizmet uzmanı tarafından daha iyi yapılabileceğini düşündüm.
Elbette tıbbi olarak hizmet edilebilecek "gerçek" hastaları tedavi
etmek, zamanımı daha iyi kullanmak demek olurdu. İkincisi, her intör- nün
hastasını rotasyon listesinden çıkarmak için hissettiği o konuşulmayan korkunç
baskıyı hissettim. Bakımınızda on beş ila yirmi hastan olduğunda, ne kadar çok
hastanız varsa, iş yükünüz o kadar zor olur. Bu basit bir matematik.
Hastalarınızı bir an önce taburcu ederek veya hastanedeki farklı bir servise naklederek
yükünüzü hafifletme baskısı altında kalırsınız. Bu
iyi bir amaç değil, biliyorum. Ama bu
hepimizin hissettiği bir baskıdır.
Yirmi beşinci gün baş asistanıma ne
yazık ki Eva için yapabileceğimiz başka bir şey olmadığını söyledim. Kesin
gerçek buydu. Eva'nın bir sonraki durağı ya bakımevine nakledilmek ya da ölmek
için eve gitmekti. Baş asistan, Eva'nın kocasını aradı ve onunla seçenekleri
tartıştı. Kocayı mahremiyet perdesinin arkasından izlediğimi ve tepkisini
duyduğumu hatırlıyorum. Çok üzüldü. Kimse böyle bir haber almak istemez. O
akşam eve gittim, ertesi sabah geri döndüm. Yirmi altıncı gün.
Ve bir gecede Eva ölmüştü.
Teknik olarak, yanlış bir şey
yapmadım. Bunu biliyordum. Ama bakımı bırakma kararının zamanlaması ve Eva'nın
ölümü bana çok tesadüfi geldi. Suçlu hissettim. Onu^ ziyaret ettiğim yirmi beş
gün boyunca her gün ona umut vermiştim. Sonra, onu benim bakımımdan aldırma
kararımla birlikte umudu da yok olmuştu. Kocasına onun için yapabileceğimiz
başka bir şey olmadığını söylediğimizde farkında olmadan hastamın fişini
çekmiştim. Eva her iki şekilde de daha uzun yaşayamazdı. Ama bu umut ona en
azından birkaç gün daha kazandırabilirdi. Hatta belki birkaç hafta.
Umut: görünmez, elle tutulamayan,
bazen pratik olmayan.
O zaman, tıp kariyerimde ^ kez,
inancın gücünün yaşamı sürdürmek için ne kadar önemli olduğu beni çok
etkiledi. Ölçemediğimiz veya nicelleştiremediğimiz, ancak varlığımızın özü için
gerekli olan çok güçlü ama görünmez güçler.
Genç bir doktor olarak, mikroskop
altında, bir çizelge veya test üzerinde ya da bir şişede reçete edilip verilen
gerçekler dünyasına dalarak geçimimi sağlama yolundaydım. Yine de söz konusu
Eva olduğunda, tıbbi bakımın klinik olmayan yanını büyük ölçüde küçümsemiş ve
en aza indirmiştim. Onu ziyaret etmem, çocukları ve torunları hakkında sorular
sormam, onunla küçük şakalar paylaşmam gibi "kat hizmeti" meseleleri,
düşündüğümden çok daha fazla önem
taşıyordu. Eva'nın durumunda, "umut" aracı -yarın ve sonraki günün
olacağı beklentisi- onun nasıl yaşadığı ve nasıl öldüğü konusunda etkili oldu.
Yıllar geçti ve Eva'nın vakasından
öğrendiklerim, hala beni etkilemeye devam ediyor. Kariyerim boyunca binlerce
hastayı tedavi ettim ve gerçeklerin dünyasına dalmaya devam ediyorum, ancak
yine de bende büyük bir hayranlık uyandırmaya devam eden esas şey, ölçülemeyen
şeyler. Biz doktorlar çoğu zaman bir şeyi ölçemezsek o şeyin gerçek olmadığına
veya var olmadığına inanırız. Ama Eva ölmeden önce, canlı bir şeyle
karşılaşmıştım. Gerçek ve güçlü bir şeydi.
Ve ölçülemeyen bir şeydi.
Hastalarımın menfaati için kullanmak
üzere elimdeki ölçülebilir tıbbi prosedürlerin tam cephaneliğinden umutsuzca
memnunum. Bir düşünün, MRI makinesi olmasaydı bugün nerede olurduk? Veya
Doppler ultrasonu (inme riskini belirlemek için kullanılır)? Veya
elektroensefalogram (beynin elektriksel aktivitesini ölçen ve kaydeden bir
test)? Gerçekleri seviyorum, bilimi ve tıbbi anlamda yıllar içinde yapılan
inanılmaz ilerlemeleri seviyorum. Yine de bugün, ellili yaşlarımın sonlarına
yaklaşırken, insan gözüyle görülmeseler de esas şeylerin var olduğuna her
zamankinden daha fazla ikna oldum. Bu farkındalık bizi Thomas Moore'un,
"insan yaşamının ve kültürünün görkemiyle ışığı ve karanlığı harmanlayan
paradoksal gizemler"10 olarak çok yerinde tanımladığı şeyi sorgulamaya
zorluyor. Ne de olsa sanatın en büyük başyapıtlarından bazıları, ışık ve gölge
arasındaki bu ilişkiyi anladığını gösterenlerdir.
Bu kitapla ilgili umudum, herhangi
bir inançtan bağımsız olarak her okuyucu için bireysel bir düzeyde. Bu kitap
sizin için. Bilim yüzünden inancınızı kaybetmemeniz için dua edi-
yorum. Aksine, bilim aracılığıyla
daha büyük bir inancı yeniden kazanmanızı temenni ediyorum. İnanç ve bilim
birbiriyle çelişkili değildir. Bunlar ayrı değil, birbiriyle bütünleşmiş sistemlerdir.
11 Eninde sonunda, yaşamınızda ve ilişkilerinizde derin bir amaç duygusu
bulacağınızı umuyorum. Hayatta daha fazla anlam, mekanın ve şimdinin ötesine
geçen bir yaşam anlayışı istiyorsanız veya Tanrı'yla daha derin, başkalarıyla
daha yakın bir ilişki istiyorsanız, sizi kendi zihniniz olan pencereyi açarak
Tanrı'nın zihnini araştırmaya davet ediyorum. Böyle- ce verimli, sürekli
kucaklayan ve nihayetinde yaratan ve yok etmeyen bir zihin keşfedersiniz. Bu
açık görüşlülükle düşündüğünüzde, hayatınızı kökten ve olumlu bir şekilde
değiştirebilirsiniz.
Sinirbilim bize soyut varlığımızın
somut -kökenine açılan bir pencere sunar. Lubavitch Rebbesi'nin bir zamanlar
yazdığı gibi, "gerçeklik zihnimizin bir ürünü değil, ama... zihin bu gerçeğin
bir ürünüdür. Akıl bizi bu gerçekliğin kapısına götürebilir, ancak girmek için
farklı araçlara ihtiyacımız var:'12 Bu ikiz araçla -insan beyni ve zihni- biz
insanların ezelden beri sorduğu ve yanıt aradığı en derin varoluşsal meseleleri
-amacımız, anlamımız ve yöntemlerimiz hakkındaki soruları- sorgulama
kapasitesiyle dolup taşıyoruz. Bu çaba, insanlık tarihimiz kadar eskidir ve
insan ruhunun arayışından başka bir şey değildir. Beynimizin yazılımının gizli
kodunu kırarak, perdenin arkasındaki sihirbazla karşılaşmamız muhtemeldir. Ve
eğer tesadüfen bu sihirbazla karşılaşsaydık (bir sonraki bölümde
keşfedeceğimiz gibi), bize ne gösterirdi?
Bu, kelimenin tam anlamıyla, evimizin
yolunu tekrar bulma yeteneğidir.
İlmin içinde kaybettiğimiz bilgi
nerede?
- T. S. Elliot1
Tanrı var mı?
Bu, varlığımızın merkezine kadar inen
ve hepimizin ömründe en az bir kez sorduğu bir sorudur. Yine de bu aşılmaz
soruyu ele almadan önce, ben fazlasıyla sıra dışı ve anormal bir hamilelik
vakasını paylaşmak istiyorum. Bu baba adayıyla ilgili hikaye, belki de tüm
kariyerimin en merak uyandıran anekdotu.
Neşeliydi. Tuhaf bir şekilde neşeli.
İçinde bulunduğu durum göz önüne alındığında aşırı neşeli.
John, yirmili yaşlarının sonunda
pejmürde bir adamdı, hastane odasında bir sandalyeye bağımlıydı ve üzerinde
yetişkin bezinden başka bir şey yoktu. Karnı belirgin bir şekilde şişkindi.
Odaya girdiğimde hareket ettirebildiği tek eliyle karnını sevgiyle okşadı ve
bana kocaman sırıttı.
"Merhaba, John;' dedim.
"Ben burada, Bronx-Lebanon Hospital'da nöroloji bölüm başkanıyım ve sana
birkaç soru sormak istiyorum:'
"Tamam;' dedi gülümseyerek.
''Ama elini çabuk tuf' Karnını tekrar okşadı.
"Neden? Bir yere mi
gidiyorsun?"
"Doğumhaneye! Görmüyor musun,
doktor? Bir bebeğim olacak!"
"Bebek mi? Şey, bu epey
şaşırtıcı:'
"Biliyorum! Pek öyle baba tipi
de yok bende, değil mi? Ama gerçekten hazır olduğumu hissediyorum artık.
Gençken sürekli etrafta koştururdum. Ama nihayet bu ufaklıkla durulma vakti
geldi:' Tıpkı gebe bir annenin yapacağı şekilde karnını okşadı ve şişkin
karnına sevgiyle baktı.
İtirafetmeliyim ki yüzü gerçekten
parlıyordu.
John'a multipl skleroz (MS) teşhisi
konduğunu biliyordum. Kol ve bacak engellerine kayıtsız görünmesi bilimsel
olarak açıklanabilirdi. Güzel aldırmazlık adı verilen bir bozukluk bazen bu
hastalıkla ilişkilendirilir. Güzel aldırmazlık hastaları, tipik olarak
semptomlarının ağırlığıyla orantılı olarak veya başkalarının onların engeline
gösterdiği endişeye tepki olarak yersiz bir endişe veya duygu yoksunluğu
gösterirler. Ama güzel aldırmazlık ihtimali, John'un hamilelik tespitini
açıklamıyordu. Eğer bu hastaya gerçekten yardım edeceksem, insan türünden bir
erkeğin kendini hamile bulabileceğine nasıl inandığını anlamam gerekiyordu,
demans hastaları bile buna inanmazdı. John'da cinsel kimlik bozukluğu mu vardı?
Gerçeklikten tamamen kopmuş muydu? Ruh durumunu daha derinden araştırmaya
karar verdim.
"John, sen ne söylediğinin
farkında..."
Sözümü kesti, "Eğer kafayı yiyip
yemediğimi soruyorsan, senden bir adım öndeyim, Doktor. Hunu bir mucizeye bağlamak
zorundasın. Nasıl hamile kaldığımı ben de anlamıyorum. Oldu işte. Artık önemli
olan şu ki hepimiz kendimizi buna _
hazırlamalıyız. Kendi adıma, ben
esrar ve birayı bıraktım. İlk kez kendime bakıyorum. Temiz olmalıyım ki bebeğim
sağlıklı olsun:' Tekrar karnını okşadı, sonra birkaç günlük sakalını
sıvazladı. ''Ah, tekmelediğini hissedebiliyorum!" diye ekleyip karnının
biraz üstünü kavradı.
Hissettiği şeyin gebelikten çok
bağırsaklarıyla ilgili olduğundan şüpheleniyordum, ama ağzımı açmadım. Aklım
ola-
---
sı teşhisler üzerinde çalışmaya devam
etti. Bir kadın bazen psodösiyezi geliştirebilir, buna yaygın olarak
"yalancı" veya "histerik'' gebelik denir, hamileliğin psikolojik
ve fizyolojik semptomlarının tamamının veya bir kısmının görüldüğü bir
durumdur. Her 20.000 canlı doğumdan üçünde görülür. Erkekler de kuvat sendromu
veya "sempatik'' gebelik denen o tür bir sendrom geliştirebilir, bunda da
hamile bir kadının erkek partneri sırt ağrısı, mide bulantısı ve hatta kilo
alma gibi partnerinin bazı somatik semptomlarını yaşar. Ama John bekardı. Ve
daha fazla sorguladığımda, hayatında hamile bıraktığı bir kız arkadaşı veya
başka bir kadın olmadığını belirtti.
Bir süre daha konuştuk, sonra ben
laboratuvara gittim. Bir erkeğin karnında mucize bir bebeğin olmadığını testler
kısa sürede ortaya çıkardı. John'un karnının şişm^sine, bundan çok daha
kaygı verici bir hastalık neden olmuştu: aside neden olan karaciğer yetmezliği.
Ama karaciğer yetmezliği, MS'in orijinal tanısına uygun değildi. John'un içinde
bambaşka durumlar vardı, ama ne?
Ekibimiz John'un MRI sonuçlarını
gözden geçirdi ve bazı MS semptomları göstermesine rağmen, model genel olarak
uygun değildi. İlk teşhisi yanlıştı. Çok uzun zincirli yağ asitlerinin (ÇUZYXlar)
analizi de dahil olmak üzere daha fazla la- boratuvar çalışması gönderdik ve
John'un MS'i taklit edebilen farklı, çok daha nadir bir hastalığı olduğuna dair
bir tahmin geliştirdik. Laboratuvar sonuçları daha sonra bu tahminimizi
doğruladı.
John, 1992 yapımı Lorenzo'nun Yağı
filminde yer alan ad- renolökodistrofı (ALD) adı verilen nadir bir hastalığa
sahipti. Beyindeki sinir hücrelerini çevreleyen koruyucu bir zar olan miyelin
kaybı ve hemen ardından böbreküstü bezinin ilerleyen bozulmasıyla karakterize
edilmiş genetik bir hastalıktır bu. Bu sonuç, MRI raporunda gördüklerimizi (ve
karnının şişmesine neyin yol açtığını) açıklasa da yine de John'un neden hamile
olduğuna inandığını açıklamıyordu.
Psödiyezi yaşayan bir kadında,
fiziksel neden suçlamaktır. Gerçekleşen zincirleme bir reaksiyon vardır. Beyin
vücuda o kadar güçlü bir şekilde bağlıdır ki, bir kadın bebek sahibi olmayı
çok fazla arzularsa, sadece hamile kaldığında göstereceği hafif fiziksel
belirtileri hissetmeye başlayabilir. Hafifkilo alımı, göğüslerin şişmesi ve
hatta cenin hareketi hissi. Buna karşılık, beyin, sempatik sinir sisteminden
gelen bu mesajları gerçek durum olarak algılayabilir. Beyin bunun ardından
çeşitli hamilelik hormonları salgılayacak, böylece "ilk" semptomları
şiddetlendirecek ve gerçek hamilelik belirtilerine neden olacaktır.
Ama John'un vakasında, kimse onun
sanrılarını, bu sanrıların olası anlamlarını araştıracak kadar ciddiye
almamıştı. En basit açıklama şizofreniydi, bunun dışında onun karın şişkinliğinin
organik nedenlerini açıklamakla çok meşguldük. Sonunda onun hamilelik
saplantısına yol açan (kati) fiziksel nedenlerin izini sürdük. ALD'nin
başlamasıyla John, beynin beyaz maddesinde bir ÇUZYA birikimi yaşadı. Sonuç
olarak beyni artık hasar görmüştü, ama sadece kısmen. Raporlar, yetişkin
başlangıçlı diğer ALD'li hastaların da hastalık nedeniyle psikiyatrik
semptomlar yaşadığını gösteriyordu, ancak John'un durumunda herhangi bir
nedenden ötürü, henüz beyninin tamamı hasar görmemişti. Hastalık ağırlıklı
olarak beynin sağ yarımküresinde, yani kişinin kendi durumunu anlamasıyla
başlayarak dünya deneyimini değiştiren tarafta hasara yol açmıştı.
Açıklayayım. Beynimizin her
yarımküresinde, diğer tarafın gerçekliğini tamamlayan, ama ikiye bölünmüş olan
gerçekliğin tasvirine bakar ve onu düzenleriz. Sol beynimiz ile sağ beynimiz
arasındaki farklar, gerçekler ve onların anlamları arasındaki ayrımlardır. Sol
beynin asıl rolü olayları nesnelleştirmektir ve sol yarımkürenin işlevi
genellikle dil, hesaplamalar ve mantıkla ilgilidir. Genellikle gerçekleri
toplamak veya bulmaktan
bahsettiğimizde, ağırlıklı olarak
beynin sol tarafında meydana gelen süreçlerden bahsediyoruzdur.
Buna karşılık, sağ beynin işlevleri,
deneyimlerimizin yorumlayıcı ve gözlemci değerini anlama alanına daha uygundur.
Sağ beyin anlam ararken, güdüsü bağlantıları, ağları ve ilişkileri
keşfetmektir.2 Bir insanın sağ beyninin işlevi, tıpkı bir arabadaki GPS
gibidir. Bir kişinin zaman ve mekandaki göreceli konumunu
"görmesini" ve "anlamasını" sağlar. Bir deneyimi alır, ona
bağlam ve anlam kazandırır.
Ama John'un beyninin sağ yarımküresi
hasar gördüğünden beri, sol yarımküresi işi devralmış ve ona neler olduğuna
dair hayal edebileceği en mantıklı açıklamayı sunarak boşlukları doldurmuştu.
John kendini hastanede etrafı makinelerle çevrili olarak gördü. Karnının
belirgin bir şekilde-çıktığını gördü. GPS'i hasarlıydı, bu yüzden sol beyni
görevi devralıp ona en makul açıklamayı yaptı.
John'un "hasarlı GPS'i" ona
şunları söyledi:
A.
Hamile insanların karınları şişer.
B.
Hamile insanlar hastaneye gider.
C.
Ben hastanedeyim ve karnım şişti. O
zaman ben hamileyim.
Yanlış bir mantıktı elbette. Ama
artık John'un beyninde bir açıklama olduğundan, kendini haklı olduğuna ikna
ettive soru sormayı bıraktı.
Şüphesiz, John'un yanlış sonucu,
sosyal izolasyonla da şiddetlendi. Hastanede kaldığı süre boyunca John'un
tıbbi personel dışında tek bir ziyaretçisi olmamıştı. Açıkça güvenebileceğine
inandığı yakın bir arkadaşa ya da akrabaya ihtiyacı vardı. İnsana, yaşamaya
devam etmesi için daha büyük amaçlar sunan güçlü ilişkisel bağlara ihtiyacı
vardı. Bunu telafi etmek için beyni, hastanede tek başına ölmediği alternatif
bir gerçeklik yarattı.
36 ! Tanrı Var Mı?
i
John'un hikayesi, tek başına ölmekte
olan adama dair can sıkıcı ve dokunaklı bir hikaye ve ben bunu "Tanrı Var
Mı?" başlıklı bir bölümde anlatıyorum. Bu elbette şu soruyu akla getiriyor;
bağlantı nedir? John'un hikayesinin bu kitapta ortaya atılan daha büyük
sorularla ne ilgisi var?
Ya da bunu kişisel terimlerle ifade
edelim: John'un hikayesinin Tanrı'nın sizin için gerçek olmasıyla ne ilgisi
var?
Avusturyalı ünlü bir nörolog olan
Gabriel Anton, durumunu kabul etmeyen kör bir kadın hakkında yazdı. Görme yetisini
kaybetmiş olmasına rağmen göremediğini kabullenmedi. Bu son cümleyi bir an için
sindirin, çünkü kadın için gerçek sonuçları olmasının yanı sıra, sizin için ve
benim için de derin metaforik sonuçları var.
Bu kadına bakan doktorlar, onun ağır
ve yüzde yüz görme kaybını nasıl fark edememiş olabileceği konusunda tamamen
şaşkına döndüler. Bir insan kör olmuşken aynı zamanda bu karanlık durumun
nasıl farkına varmaz? Anton bir tıp dergisine şunları yazdı: "Sakin ve
güvenilir bir şekilde kendisine gösterilen nesneleri gördüğüne dair güvence
verdi, ancak günlük muayene tam tersini kanıtladı:'3
Anton, hastasının durumuna "ruh
körlüğü" adını verdi ve daha sonra bu isim, bugün bu durum için
kullandığımız terimle yer değiştirdi; anozognozi, yani "bilgi
eksikliği''. Durum genelde beynin sağ tarafındaki bir hasardan kaynaklanır ve
yaygın olarak kişinin eksikliğinin farkında olmaması ve bunu çevreleyen,
genellikle "konfabulasyon· niteliğindeki" sonraki açıklamalarıdır.
Beyin harikuladedir, ama yine de
derinden gizemli bir organdır. Garip bir şekilde, beynin ne yaptığını,
çoğunlukla, 'Psikolojide, bireyin kendiyle veya dünyayla ilgili aslı olmayan
anılar üretmesi anlamına gelen bir rahatsızlıktır. (ed.n.)
hasar gördüğünde ona ne olduğunu
inceleyerek öğreniyoruz. Benzer bir durumda, sağ beyin görsel işlem
merkezlerinden hasar alması, kişinin gözlerinin hala normal şekilde çalıştığı,
ancak kişinin göremediği "kortikal körlük" ile sonuçlanabilir. Işık
optik sinirlere çarpar. Ham veriler beyne iletilir, ancak etkilenen kişi
gördüğü ışığın farkındalığına sahip değildir. Hasar sebebiyle, beyin kendisine
gönderilen bilgiye bilinçli olarak erişemez veya bunları ifade edemez ve onun
yerine alternatif, önceden hazırlanmış bir gerçekliğe kendini ikna eder.
Hastalarımdan biri, felç kaynaklı
geniş bir sağ yarımküre beyin hasarı geçirdi. Sanki başından ayak parmaklarına
kadar büyük bir dikey çizilmiş gibi, yüzünün sadece yarısına makyaj yaptığına
tanık oldum. Vücudunun yarısının tüm hissini kaybetmişti, hatta felçli kolunun
kendisine aitolduğunu bile inkar ediyordu! Bir insan nasıl olur da kendisinin
yarım bir insan olduğuna inanarak dolaşırdı?
Öyleyse şu büyük soruyu soralım: Ya
evrenimizde (ya da evrenimizin dışında) gerçekten anlayabileceğimizden, kavrayabileceğimizden
veya beynimizin iki yarımküresinden yalnızca biriyle ölçebileceğimizden daha
büyük gerçeklikler varsa? Başka bir deyişle, ya Tanrı varsa ama beynimiz
algılanan herhangi bir gerçeklik spektrumunun ötesinde, ışığın büyüklüğünü
kavrayamıyorsa?
Bu bölümde sizi, sağ beynin
tasarımına ve benzersiz kapasitelerine daha yakından bakmaya davet ediyorum.
Evrendeki eşsiz yerimizi, onu nasıl algıladığımızı ve potansiyel Tanrı anlayışımızı
anlamak istiyorsak, sağ beynin sunduğu gizli hazi- neleri ve bilinmeyen
potansiyeli araştırmalıyız. Johnöa sadece gerçekler vardı ve bazı gerçeklikleri
görüyordu. Hastaneyi görüyordu ve genişleyen karnını görüyordu. Ama tam
gerçekliği göremiyordu. Böylece, hayatının gerçekliğine "kör" oldu.
Tanrı'nın varlığının daha büyük
hakikatlerini görmeye gelince, benzer bir şeyin başımıza gelmemesi için dua
ediyorum.
Bilinmeyeni Nasıl
Bilebiliriz?
Yakın zamanda yapılan beyin
görüntüleme çalışmaları, beynimizin inanç için gerekli donanıma sahip olduğunu
gösteriyor. Budist ve rahipler meditasyon yaparken, Katolik rahibeler dua
ederken, Sufiler tefekkür uygulamaları yaparken ve daha birçok durumda beyin
görüntüleme yapılmıştır.4 Bu çalışmalar sıklıkla nesnel olarak ölçülebilen
soyut ve öncelikli olarak sağ taraflı beyin aktivitesi sergiler.
Benzer şekilde, klinik görüntüleme
çalışmaları, öznel dini deneyimler sırasında aktive olan beyin bölgesinin,
başkalarının farkında olmamıza olanak sağlayan empatik, duygusal, özgecil,
düşünceli ve kendimizin farkında olmamıza olanak sağlayan kısımla aynı olduğunu
göstermiştir. Tüm bu işlevler sağ yarımkürenin belirli bölgelerinde
gerçekleşir.5 Sanki doğa, beynimizin varoluşumuzun gündelik ögelerini
aşabileceği anatomik bir sığınak ayırmış gibidir. Beynimizin diğer insanlara
karşı nazik olduğumuzda kullandığımız tarafıyla meditas- yon yapıyor ve dua
ediyoruz. Bir ipucu, belki?
Sol beynimiz, Tanrı'ya inanmak onun
varlığını bilmeye yetmediğinde ısrar edecektir. Daha fazla kanıt olmalı. Ancak
sol beynin inkar edemeyeceği şey, sağ beyin süreçleridir. İnanç, iman, sevgi,
umut ve "hayatın büyük resmini" görme yeteneği biyolojik olarak sağ
beynimizde programlanmıştır.6
Bu şekilde düşünün. Belki de sadece
Tanrı'nın var olduğunu hayal ettik. İnsanlık kendisinden daha büyük bir şey
istedi, biz de bu tanrısallık kavramını oluşturduk. Tamamen biyolojik bir bakış
açısıyla, beynimizin bu hayali gerçekleştirecek araçlara nasıl sahip olduğunu
sormalıyız. Kayalar ve ağaçlar gibi cansız nesnelerin fark edilebilir bir Tanrı
kavramı yoktur. Empatileri yoktur. İlişkileri yoktur. Başkalarına dair
farkındalığı yoktur. Sadece insanlar Tanrı'ya inanabilir. Neden? Beynimiz daha
en başında inancı geliştirmek için araçlara nasıl sahip oldu?
Bunun yanıtı, diğer mevcut ilkelerin
bir karışımı olan nöro-antropik ilke dediğim epistemolojik bir uygulamada olabilir.
(Nöro, beyinde veya sinir sisteminde algılanabilen anlamına gelir ve antropik,
insanlarla veya onların varoluş süreleriyle ilgilidir.) Bu "tasarım
kaynaklı argüman" hiçbir şekilde yeni değildir. Teolojik argüman olarak da
bilinen bu argüman, Platon, Aristoteles ve Batı Aydınlanması'nın metafizik
felsefelerinden, evrenin zarafeti ve kozmik görkemi üzerine yeterince uzun
süre meditasyon yapan herhangi birinin, perdenin arkasındaki bir Üst Zihin
varlığına dair kanaate sevk edilebileceği zamanları kapsar.
Avustralyalı teorik fizikçi Brandon
Carter ve Nobel ödüllü Amerikalı fizikçi Steven Weinberg tarafından ilan
edildiği şekliyle daha yeni antropik ilke, dünyanın yaşam dostu olduğunu ve
bize uyum sağlamak için mükemmel bir şekilde ayarlandığını öne sürer.
Desteklediği canlılar arasında, seçtiği alıcılardan yalnızca birinin nihai
olarak bu koşullar hakkında bir fikir edinebileceğini, ölçebileceğini,
düşünebileceğini, kararlaştırabile- ceğini ve bu ortamın bizim insan zihnimiz
olduğunu varsayar.7
Basitçe söylemek gerekirse; yaşam
dostu olmaya öze^ yapılmış bir gezegende yaşıyoruz. Hayatın imkansızlığını mümkün
kılmak için asilce tertip edilmiştir. Goldilocks, Dünyadan daha fazla memnun
olamazdı. Eğer Dünya biraz fazla sıcak veya soğuk (veya başka bir şey) olsaydı,
o zaman kelimenin tam anlamıyla burada olmazdık. Ancak Yavru Ayı'nın yulaf lapası
kasesi gibi, Dünya "tam kıvamındadır:' Bu, yaşamın tam olarak meydana
gelen, tam olarak zamanlanmış, epik ve çığır açan, şüpheli bir şekilde tesadüfi
koşullardan oluşan çok çeşitli bir matris gerektirdiği ve tüm bunların
mucizesini tanımaya en yatkın olanın insan beyni olduğu anlamına gelir.
Anahtar soru şu: Tüm bunlar kasten mi
gerçekleşmiş olmalı? Bu koşullar biz olmadan gelişir miydi ve gelişebilir miydi?
Kanıtlar, bizim evrene ihtiyacımız olduğu kadar onun da
bize ihtiyacı olduğunu gösteriyor.
Varlığımızı bilinçli gerçeklik algımız aracılığıyla birlikte yaratıyoruz.
Stanford Üniversitesi fizikçisi Andrei Linde, evrenin bizim onu tanımamız için
tasarlandığı sonucuna vardı: "Evren ve gözlemci, bir çift olarak var
olurlar... Gözlemcilerin yokluğunda evrenin burada olduğunu iddia edebileceğim
bir algı bilmiyorum:'s Bu kesinlikle, "ormanda tek başına devrilen
ağaç" sorusuna benziyor (onu duyabilen olur mu?). Yine de Linde'nin demek
istediği şu: evren ve zihnin ikiz ortamları hiçbir şekilde tesadüf değildir.
Evet, evreni var kılmak için zihinlerimizin gerekli olduğu bir algı lazım.
"Varlığımızı birlikte
yaratıyoruz;' gibi şeyler söylerken ne demek istiyoruz? Ya da "Kendi
gerçekliğimizi belirleriz;' derken? Bu basitçe, bir şeylerin zihin onları var
ettiği için var oldukları anlamına gelir. Algılarımız koşullarımızı yaratır.
Düşüncelerimiz gerçekliklerimizi yaratır. Ama birkaç uyarı ile. Kendi
gerçekliğimizi belirlediğimizden, haliyle Tanrı'yı belirlediğimiz fikri
-hatalı da olsa- de bugün popüler. Tanrı'yı biz yarattık, yani biz Tanrı'yla
aynıyız. Birçok inanç sistemi bu düşünceyi sapkın bulur. Aslında biz
gerçekliğin nihai belirleyicileri değiliz. Bir Yaratıcı değiliz. Biz
yaratılanız. Bu bağlamda, "birlikte yaratmayı" şu manada söylüyoruz:
Bir çocuk, "Sebze sevmiyorum;' der. Dolayısıyla kendi gerçekliğini
belirlemektedir. Sebzeyi denedi mi? Hayır. Peki, sebze sevmediğini nereden
biliyor? Çünkü sevmediğine karar verdi. Zihni kendi gerçekliğini geliştirdi.
Zihni onun "evrenini" yarattı.
Kozmologlar evrenin kökenini
araştırıyor. Arkeologlar top- lumların kökenini araştırıyor. Evrim biyologları
zihnin kökenini araştırıyor. Bu araştırmaların her birinde uzmanlar, yalnızca
fiziksel kanıtları değil, aynı zamanda beynimizin zaman içinde nasıl geliştiği
de dahil olmak üzere, bugün kim olduğumuzu şekillendirmek için bir araya gelen
koşulların izini sürmek için geçmişin kalıntılarını ve izlerini ortaya
çıkarmaya çalışıyor.
Ortaya çıkan soru şu: Doğayı,
beyinlerimizi bir Tanrı kavramı (ve onu inkar etme yeteneği) geliştirecek
şekilde benzersiz ve özel bir şekilde şekillendirmeye hangi evrimsel değer
itti? İnancın ne amacı var ve bugün sadece insan deneyimlerinin gerçeklerini
değil, ayrıca anlamlarını da nesnel olarak sorgulamaya yetecek kadar beynimizi
anlıyor muyuz? Beynimizin sağ yarımküresi ilişki ve bağlantı için
tasarlandığından, içimizde bulunan, ancak erişilebilirliği azalan, daha temel
ve katıksız bir Tanrı deneyimine dair bazı gömülü sırlar ve anılar var mı? Bu
temel hatıra, beklenmedik bir ruhsal uyanışa yol açabilir mi?
Tüm yaratma eylemleri -bir çocuğun
rahme düşmesi, bir kişiliğin oluşumu, bir yıldızın doğuşu- bir yer ayrımı, bir
zaman bölümü ve ben ile öteki arasında bir bireyselleşmeyi gerektirir. Her
doğumda içsel bir travma, her b9lünmeye özgü bir parçalanma unsuru vardır. Bu,
insanlığımlzın ve tabii ki insan bilincinin evrimi için, ''Aden'den
kovulmamız" için geçerlidir. Yaratılış, bölünmez görünenin bölündüğü ve
parçalandığı bir dizi durumu gerektirir. Dolayısıyla beyinlerimiz, bizim
varlığımızın da -ayrı, farklı, özerk ve yalnız- bir bölünme olduğunu
algılamamıza ve buna inanmamıza olanak verir.
Zihnin nihai kökenini ve amacını,
kendisinin ötesinde olanla -kendi beynimizin temel bir kalıntısı tarafından mümkün
kılınan- içsel ve örtük bir bağlantının tanınmasını anlamak, onun kapasitesi
dahilindedir, ayrılığı deneyimlesek bile. Biz bunu seçmesek bile, inanma
kapasitesiyle doğarız.
Bazıları bunun yanlış olduğunu iddia
edecek, çünkü beynimiz her türlü efsaneyi ve mantıksız durumu hayal etme kapasitesine
sahip. Örneğin, ejderhaları hayal edebiliriz, ama ejderhalar bugün yok ve hiç
var olmadılar. Öyleyse, Tanrı'yı da öylece hayal etmemiz neden mümkün olmasın?
Beynimiz ve insan bilincinin evrimi hakkındaki bilgimiz, Tanrı'nın varlığını
nasıl varsayıyor?
Beynimiz kendi içinde mucizevidir.
Sadece gerçekleri içerecek şekilde özel olarak tasarlanmamıştır, onları
yorumlama yeteneğine de sahiptir. Bu yorumlar her zaman öznel olmaya devam
edecek, ancak bizim nesnellik arayışımızdan daha az keşfedilmeye değer
olmayacak. Beynin bu deneyimler için "alıcıları" mitlerimizin,
hikayelerimizin ve inançlarımızın temel nedenidir. Bu insana özgü benzersiz
nitelikler - yüce ve ruhani olanla karşılaşmak için doğuştan gelen kapasite -
inanç ve akıl, özne ile nesne, ben ve öteki arasındaki boşluğu doldurur.
Hibrit teori, nöro-antropik prensip,
zihinlerimizin evrendeki benzersiz amacını kabul edecek, Tanrı'yla
vebirbirimizle olan en yüksek bağlantımızı tanıyacak şekilde tasarlandığını
varsayar. Görünmeyeni görünür kılma, somut olmayana inanma kapasitesiyle
doğarız. Aziz Augustinus, insan zihninin cansız yaratılışın bütününden daha
değerli olduğunu yazar.9 Zihin bu sonuncuyu gözlemleyebilir, keşfedebilir,
ölçebilir, merak edebilir, ama cansız evren aynı şeyi yapamaz. ıo Beynimiz onu
yansıtmak için tasarlanmış bir evreni yansıtır.
İnsan zihninin bu muazzam değeri,
birbirimizin acısının sebebi olduğumuzu gerçek ve somut yollarla görebildiğimiz
ve hissedebildiğimiz anlamına gelir. Çünkü biz hissediyoruz, başkalarının da
hissettiğini biliyoruz. Bu, psişik acının biyolojik olarak kanser kadar gerçek
olduğunu anlamamızı sağlar. Burada beynimizin, doğası gereği, kendisinden öte
bir şeyin varlığına duyulan inancın olduğu kısmından bahsediyorum. Algısal
bölünme, bi7i önyargılarımızdan daha yüce bir "duyular üstü" bilme
biçimine inanmaya yönlendirir. Varlığımızın bu yönünü beslediğimizde, bu
yüksek "merhamet ve şefkatin temsili olma" amacımızı kişisel olarak
gerçekleştirebilir, salt fiziksel varlığımızın ötesinde olanla bağlantı
kurabiliriz.
Bu daha derin bilme duygusuyla ilgili
sinirbilim alanından bir örneğe bakalım. Bir gelişim psikoloğu şu soruyu sorar:
Bir baba ne zaman ebeveyn olur? Basit bilimsel cevap şudur: Biyo-
lojik döllenme anında, yani bir sperm
yumurtayı döllediğinde. Yine de bir sinirbilimci olarak, sadece gebe kalmanın
kelimenin tam anlamıyla bir ebeveyn olmaya yetmediğini görebiliyorum. En
azından beyin söz konusu olduğunda.
Daha ziyade bir erkek, çocuğunu
kucağına aldığında tam tanımıyla baba olur. O zaman beyin farklı bir şey yapar
ve bu farkı beyin görüntüleme testlerinde görebiliriz. Adamın kucağında olan
çocuk, refahı için sorumluluk alacak birine sahip olduğunu bilir ve adamın
beyni onun rolünü "birlikte yaratır:' O sadece biyolojik bir üretici
değildir; o bir ebeveyndir. Başka bir insana karşı yeni, saptanabilir ve güçlü
bir sinirsel bağ oluşur. Nörolojik olarak bu bilgi, örneğin günün hava durumunu
kavramaktan oldukça farklı bir biçim alır. Bir erkeğin, çocuğunu kucağına
aldıktan sonra baba olduğuna dair sahip olduğu bilgi, bir çocuk orada
bulunmadan önce sahip olduğu bilgiden önemli ölçüde farklıdır. Ve bu iki
bilginin nasıl farklılaştığı, sinirbilimcilerin daha fazlasını öğrenmek için
çok fazla zaman harcadıkları büyüleyici bir sorudur. Burası, bilmenin ayrı
olgulara odaklanan bir yönünün ve bir şeyler arasındaki karşılıklı ilişkiyi,
anlamı ve örtük değeri benimseyen başka bir anlayış türünün olduğu yerdir.
Beynimizin farklı taraflarının farklı
bilme kapasitelerine sahip olduğu ortaya çıktı. Bir erkeğin spermiyle bir
dişinin yumurtasının birleşme sürecinin bir bebeğe eşit olduğu bilgisi,
"kollarımdaki bu çocuk benim:' şeklindeki daha derin bilgi ve duygudan çok
farklıdır. İlki, tipik olarak sol yarımküre fonksiyonlarıyla, konunun temel
gerçekleriyle ilişkili bir bilgidir. İkincisi ise, tipik olarak sağ
yarımküredeki süreçlerle, bu gerçeklere gömülü olan değer, anlam ve amaç ile
ilişkili bir bilgidir. Bir dakikanızı ayırın ve gözlerinizi kapatın, derinden
sevdiğiniz birini hayal edin. Az önce sağ beyninizi hareket halinde gördünüz.
Bir yüzü tanımak, görüntüleri
anlamak, bağlamı tanımak ve tonu yorumlamak gibi sağ yarımkürenin benzersiz
şekilde uzmanlaştığı kapasiteler, ilişkileri devam ettirmemize ve inançlar
geliştirmemize yardımcı olur. Eğer bütünlüğü bir araya getirmek ve bütünü
görmek için boşlukları doldurmak istiyorsak, sağ yarımkürenin işlevleri çok
önemlidir.
Ebeveyn-çocuk bağıyla birlikte bebeğe
de nörolojik bir şeyler olur. Bir bebek babasının gözlerinin içine baktığında,
bebeğin beyninin sağ tarafı, adamın nasıl göründüğü ve bebeğin ona güvenip
güvenemeyeceği hakkında önemli sosyal bilgiler yazdırır. Adam bakışa karşılık
verdiğinde, öncelikle beyninin sağ tarafı, sakinleştiren ve korumacı davranışı
teşvik eden bakışı işler. İdeal bir bağlanma durumunda, hem ebeveyn hem de
çocuk, sosyal bir bağ oluşturmak, yaşam boyu sürecek bir anlayış ve güven
ilişkisine başlamak için sağ beyin kapasitelerini kullanır.
Sol ve sağ beynin işlevleri her zaman
bu kadar farklı değildir. Aksine, iki yarım küre arasındaki iletişim, beynin
iki ayrı bölgesi arasındaki bağlantıyı kolaylaştıran nöral lifler demeti olan
korpus kallozum aracılığıyla gerçekleşir. Örneğin, bebeğin beyninin sol tarafı,
konuşma seslerini ve bu sesleri bir araya getirerek sözcükleri nasıl
oluşturacağını seçebilir. Bu arada sağ taraf, dilin ritimlerinin yoğunluğuna ve
stresine odaklanır. Sol ve sağ tarafımız birlikte çalışırken, sadece
söylenenlerin içeriğini değil, aynı zamanda konuşmacının sözlerinin altında
yatan duygusal anlamı ve hissi de kavrarız.
Sağ beynimizin kodu, kalıplar için
tasarlanmıştır. Eksik veya karışık bir resme, örneğin zamanla bulanıklaşan bir
fotoğrafa baktığımızda, beynimiz sevilen birinin kimliğini kolaylıkla tanımak
için eksik öğeleri doldurur. Sağ beynin benzersiz beceri setinin ve niteliğinin
bir diğer önemli bileşeni, empati yoluyla kendi dışındaki birinin deneyimini
hissetme yeteneğidir.
"Ötekine" dair
perspektifimiz -diğer varlıkların güdülerini, duygularını ve niyetlerini ayırt
etme yeteneğimiz- kritik bir öneme sahiptir ve öncelik.le beynin sağ
yarımküresi tarafından yönlendirilir. Bebekleri, bakışlarını yüzümüzün sol
tarafına (sağ yarımkürenin görsel alanı) yönlendirecek şekilde tutma yönündeki
güçlü evrensel eğilim olan "beşik önyargımız" bile, sevgi, besleme ve
empati gibi duygusal niteliklerin öncelik.le sağ yarımküredeki gücüdür. Sağ
yarımküre, ilişkilerimizin sürdürülmesi için o kadar önemlidir ki, hemineglecf
durumundaki hastalarda sıklık.la gördüğümüz gibi, bozulması kişinin kendini
mutlak olarak reddetmesine bile neden olabilir.
Peki bunlar Tanrı anlayışımızı nasıl
etkiler?
Zihin Teorisi ve İnanç Yansıması
"İnsan hayatının amacı ve hedefi
Tanrı'nın birleştirici bilgisidir:'
•
ALDOUS HUXLEY11
Huxley'nin "birleştirici
bilgi" dediği şey bizi Tanrı'ya yönlendirir, çünkü zihinlerimiz evrendeki
amacımızı kabullenecek ve fark edecek, bu gizli düzeni keşfedecek şekilde
tasarlanmıştır.
Duygu durumları esnasında ön lobların
çeşitli klinik ve nöro-görüntüleme çalışmalarından elde edilen kanıtlar, em-
pati ve başkalarının farkındalığı gibi belirli duygu durumlarıyla ilişkili
olarak aktivitenin arttığını ortaya çıkarmıştır. Ön lob beyin sistemlerinin bu
belirli alanları, insanlar eylemlerini ahlaki bir bağlamda değerlendirirken de
aktiftir. Mesele şu ki, sadece biyolojik olsaydık, o zaman başkaları için
empati geliş- tirmezdik. "Boşlukları doldurmak" ve Tanrı'nın
varlığını tahmin etmek için evrimsel bir nedenimiz olmazdı.
•Bu sendrom, en basit haliyle, beyin hasarı nedeniyle vücudunuzun
bir yarısında dikkat eksikliği olduğu anlamına gelir. (ç.n.)
Empati, muhtemelen büyük inancın en
önemli yönüdür. Empatiye sahip olduğumuz için evrenin sadece bizimle ilgili
olmadığını ve bu anlayışın kendimizin "ötesinde" bir şeye işaret
ettiğini anlıyoruz. Sadece biyolojik olsaydık, o zaman sadece kendi
çıkarlarımızla ilgilenirdik. Ancak hem biyolojik hem de "biyolojik olmanın
ötesinde" olduğumuz için başkalarının çıkarlarıyla da ilgileniyoruz.
Empati yeteneğimiz, en küçüğünden en
büyüğüne tüm yaşamın bir amacı ve anlamı olduğuna dair bir inanç gerektirir;
sınırlı algımızın ötesinde olabilen, ancak yine de Tanrı'nın zihninde bulunan
bir varoluş. Bu demek oluyor ki, iman ve inanç deneyimsel ve öznel olmalarına
rağmen, kaygıları her zaman ilişkiyle ve karşılıklı olmakla ilgilidir. Empati
gösterdiğimizde Tanrı'nın sevgisini deneyimleriz ve şefkat gösterdiğimizde
Tanrı'nın şefkatini toplayabiliriz. Merhametli davrandığımızda Tanrı'nın
merhametini, şefkatli olduğumuzda şefkatini, sevdiğimiz zaman sevgisini ortaya
çıkarırız. Ve beynimiz bunu mümkün kılar. Bu "inanç yansımasını",
sinirbilim araştırmalarında önemli bir bulgu olan ayna nöronların eyleminin
incelenmesi yoluyla daha da net bir şekilde gösterebiliriz.
Ayna Nöronları ve
İnanç Yansıması
Ayna nöronlarını ilk olarak, İtalyan
sinirbilimci Giacomo Rizzolatti ve Parma Üniversitesi'ndeki meslektaşları
tanımladılar; bu nöronların keşfi, diğer insanların zihinlerini nasıl ve neden
"okuduğumuzu" ve onlara neden ve nasıl empati duyduğumuzu açıklamaya
yardımcı olur. 12 Esasen, beynimizdeki bu özelleşmiş hücreler, bir şeyi
gördüğümüzde, yaptığımızda aynı şekilde harekete geçer. Beynimiz sadece
gördüklerini "ayna gibi" yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda bize
varlığımızın doğasının bir yansımasını da sağlar (bir kasıt yoktur).
Bu aktivite çok önemlidir. Sosyal
ilişkilerimizin nasıl ortak bir anlayışa ve amaçlılığa, kolektifbir alana sahip
olduğunu ve
ortak bir zemin bulma yeteneğinin
ilişki kurmanın merkezinde nasıl yer aldığını gösterir. Ayna nöronlarımız,
izlediğimiz veya ilişki kurduğumuz kişinin zihninde bir şeyler keşfetmek için
kullanılır ve bu, sosyalleşmenin önemli bir parçasıdır. Ayna nöronlar, zihnin
somutlaşmasına, içeriden maddi olmayan deneyime izin verir. Ayna nöronların
harekete geçmesi sayesinde, beyinlerimiz nesnelden öznele, koşulludan
koşulsuza zihinde kutsal bir yolculuk yapabilir. Ayna nöronlar, doğanın her
insana "metafizik özçekim'' yapma yeteneği verme yoludur.
Örneğin, sizle birlikte mutfakta
olsak ve yanlışlıkla ocaktaki bir şeye dokunup parmağınızı yaksanız, şüphesiz
ben de irkilirim. O anda ikimizin beyninde de olan şey, o sıcak şeye
dokunduğunuzda beyninizdeki belirli nöronların ateşlenmesidir. Böylece, ayna
nöronlar sayesinde benim beynimdeki bazı nöronlar neredeyse aynı anda ateşlendi
ve benzer ağrı sonuçları üretti. Sizin hissettiğiniz acıyı tam olarak
hissetmedim, ama benzer bir acı hissettim. Dolaylı ya da paylaşılan bir acı
hissettim ve bu acıyı hem daha önce kendi deneyimlerimden hissettiğim için hem
de sizde acı gördüğüm ve duygularınızı önemsediğim için hissedebildim. Sanki
nöronlarım nöronlarınıza bakıyor ve onları "aynalıyor': Ayna nöronlar
bana kendim hakkında bir şeyler öğretiyor. Ayrıca bana sizin hakkınızda da bir
şeyler öğretiyorlar.
Tabii ki, gerçekler ve anlam
arasında, eylem ve niyet arasında bir boşluk var. Beynimiz, ayna nöronların
etkinliği yoluyla, evren ve onun sakinleri hakkındaki algımızın ham verilerini
nasıl aşar ve bu deneyimleri değeri ve amacı olan bir şeye nasıl dönüştürür?
Ayna nöronların yalnızca davranışı yansıtmakla kalmayıp aynı zamanda davranışın
anlamını yorumlamaya yardımcı olduğu bu sürece zihin teorisi denir.
Zihin teorisi, beynimizin, zihinsel
durumlarımızın gerçekliğini -inançlarımızın ve bilgilerimizin gerçek olduğunu-
takdir etme, kabul etme ve başkalarının da eşit derecede gerçek
olan inanç ve bilgilere sahip
olduğunu anlama konusundaki benzersiz yeteneğini tanımlar. 13 Zihin teorisi,
tamamen bize ait olmayan bir bakış açısıyla, bir şeyi deneyimlemenin nasıl bir
his olduğunu hayal etmek için kendimizi başkasının yerine koyma kabiliyetini
kapsar. Bu bakış açısı, başkalarının görünmez bir zihne sahip olduğu inancına
dayanır.
Zihinsel durumları başkalarına
dayandırabilmek, zihnin (doğası gereği) bir tasvir üreticisi olarak işlev
gördüğünün anlaşılmasını da gerektirir. Yüce olanın veya acı deneyimin anlamını
bu tasvirler aracılığıyla biliyoruz. Bu, ayna nöronlar ve onların aksi takdirde
doğrulanamayacak olam hayal edebileceğimiz ve buna inanabileceğimiz bir zihin
teorisi üretme kabiliyeti aracılığıyla olur. Özünde, bir başkasının deneyimini
kendi deneyimimizmiş gibi yansıtabilmek empati yeteneğidir.
Beynimizdeki özelleşmiş nöron
grupları, bir başkasının duygusal durumuyla ilgili deneyimimiz tarafından
harekete geçirildiğinde, bir anlamda diğer kişiyi somutlaştırmış oluyoruz.
Başkaları hakkında ayna nöronların anatomik alanını işgal ederek oluşturduğumuz
farkındalık artık teorik değildir. Bu organik bir "arada kalma''
durumudur. Ayna nöron akti- vitesi, temelinde empati, yani başka bir kişiyi
somutlaştırma kabiliyetidir. Beynin empati kabiliyeti sayesinde ilişkiler mümkün
olur ve en derin bağlarımız gelişir.
Bu neden bu kadar önemli? Ayna
nöronlar, başka birinin zihninde olup bitenleri keşfetmemize yardımcı olur.
Yani, eğer sıcak bir ocağa dokunduğunuzda sizin zihninizde oluşan acı hissini
keşfedebiliyorsam, o zaman (bir ilişki olduğu sürece) teorik olarak herkesin
zihninde bir şeyler keşfedebilirim.
Merhamet gibi niteliklerin var
olmasının nedeni bu olabilir. Unutmayın, katı evrimsel çerçeve içinde
insanlarda şefkat üretecek hiçbir şey yoktur. Hayat sadece en uygun olanın
hayatta kalmasıyla ilgiliyse, o zaman şefkatli insanlar olmamız, hatta şefkatin
ne olduğunu bilmemiz için hiçbir zorlayıcı biyolojik
neden yoktur. Elbette kendimizi daha
büyük bir tehlikeye karşı korumak için ilk insanlar olarak birbirimize
bağlanmış olabiliriz, ancak bu yine de empatinin esas niteliğini açıklamaz.
Bir grup insan, mutlaka empatik bir insan grubu demek değildir. Yine de bugün
hala bu şefkat özelliğine sahip olmak için ev- rimleştik. Neden?
Çünkü "Tanrı" şefkatlidir
ve beynimizin ayna nöronları fazlasıyla çalışıp aynı duyguyu yansıttı. Bugün
şefkat duyuyoruz, çünkü önce Tanrı şefkatlidir. Umut ve sevgi, sevinç ve şefkat
gibi somut olmayan niteliklerin tümü, Tanrı'nın zihninde bulunur.
Eylemlerimizin daha derin bir gerçekliğin yansıması olduğunu fark ederiz, tıpkı
atasözünde dediği gibi, "Suyun bir yüzü yansıtması gibi, kalp bir diğerine
karşılık verir:'
Kişisel ruhani gelişimimle ilgili
olarak, bir Yüce Varlık'ın varoluşuyla ilgili yaşadığım aydınlanma anlarından
biri, birkaç yıl önce iki genç kızım Julia ve Sofia'yı New York'ta Amerikan
Doğa Tarihi Müzesi'ndeki Hayden Planetaryumu'na götürdüğümde oldu.
Oditoryumdaki "üç boyutlu ortam'' gösterilerinden birini beklemek için
koltuklarımıza yerleştik. Sofia bana, "Baba, Tanrı'nın bizi neden
yarattığını biliyorum;' dedi. Neden diye sorunca, Sofia ekledi, "Çünkü
yalnızdı:'
Sinirbilim perspektifinden, Sofia'nın
neyi kastettiğini biliyordum: Tanrı'nın evrende onunki gibi bir beyne, onun
hissettiklerini yansıtabilecek bir beyne sahip başka bir şey isteyebileceği
fikri.
Program başladığında hala Sofia'nın
yorumunu düşünüyordum. Gökbilimciler, uzayda milyonlarca ışık-yılı boyunca
uzanan ve evrenin yapısı için büyük ölçekli yapıyı, aynı zamanda belki de
bizim derinliğini ölçemediğimiz bir iletişim ağını sağlayan -Samanyolumuz da
dahil olmak üzere- uçsuz bucaksız bir ağ olan fılamentler ağını gözlemliyorlar.
Bu gözlemler, evrendeki galaksilerin ne bağlantılarının koptuğunu ne
de uçsuz bucaksız genişliklerle izole
edildiğini gösteriyor. Ancak belirli bir işleviçin tasarlanmış karmaşık bir
makro-mima- rinin birbirine bağlı parçalarını oluşturduğunu, yani bağlantı
olduğunu gösteriyor.
Tepedeki yarım küre şeklindeki
kubbeye yansıyan görüntü bana o kadar tanıdık geldi ki, deja vu yaşıyormuşum
gibi hissettim. Bir sinirbilimci olarak, bir beyne defalarca mikroskop altında
baktım. Evrenle neredeyse aynı göründüğünü tam o anda anladım! Evren ağının
görünümü, beyin anatomisinin bir kesitiyle esrarengiz -neredeyse ürkütücü- bir
benzerlik taşır; bağlantı, bilgi iletişimi, karşılıklı ilişkiler ve tabii ki
bilinç için tasarlanmış genişleyen dendritler ve sinaptik bağlantılar gibi
nöronlara ve galaksilere benzeyen yıldız ağlarıyla doludur. Ulaşılmaz karanlığa
karşı parıldayan kozmolojik yıldız tozu ağına bakarken, bu görüntüyü Evrensel
Zihin olarak hayal etmekten kendimi alamadım.
Benim aydınlanma anım şuydu: Beynimiz
bize Tanrı'nın zihninin bir görüntüsünü verecek şekilde yapılandırılmıştır.
Evrenin ve insan beyninin dikkate değer ölçüde paralel yapılarından bölünerek,
yabancılaşarak, ayrışarak veya izole olarak değil, bağlı olarak ilişkileri
hakkında bir mesaj sezebiliriz. Zihin teorisi ve beynimizin empati deneyimleme
kabiliyeti, Tanrı'ya olan inancımızın temel taşlarıdır. Empati, içimizde ve
aramızda bağlantı kurmak için gereklidir. Tanrı'nın zihnini de keşfetmeye
meyilli olduğumuz yer, bu bağlılığın bağlantı noktasındadır. Kızım Sofıa,
planetaryumda başka türlü hayal edilemeyecek kadar geniş bir kozmolojik boşluk
genişliğini gözlemlediğimiz sırada Tanrı'nın zihni üzerine uzun uzun düşündüğünde,
yalnızca bir çocuğun yapabileceği gibi Tanrı'nın bakış açısını sorguladı.
Tanrı'nın aklında ne olabileceğine dair kendi zihninde bir tasvir inşa ederek
Tanrı'yla "empati" kurdu.
Tanrı'nın zihnini bilmek, kendi
düşünme biçimimizde bir değişiklik gerektirir. Tanrı'yı kabul etmeyi bir
"teori" veya
inanç olmaktan çıkarıp, bunun kendi
içimizdeki ötekini kabul etmek anlamına geldiği, zihnin birincil ve temel
aksiyomu olmaya doğru kaydıracak bir değişikliktir bu. Her varoluş, beynin
içinde yer alan bir evreni kapsar; her birinde kendi tarihi, etkinliği ve
kaderi vardır. Ve hepimizin içinde, bu Tanrı'nın zihni, birbirimize ve
ölçülemez "bilinmeyene" bir kanal görevi görür. Bu mevcut beyin
dünyalarının her biri, daha büyük evrenin bir mikro-kozmosundan oluşur:
içerideki evren. Beynimiz ve ötesindeki evren, gemilerin demirlerine, zihnin
bedene ve ruhun Kaynağa bağlı olduğu gibi birbirine bağlıdır.
Bedensel varlığımızın dışında bir
varlığın olduğunu anlayarak Tanrı'yı kabul edebiliriz. Beynimizin sağ
yarımküresi, ötekinin varlığına dair güçlü kanıtlar sağlar. Bu, Tanrı'nın
varlığının kesin kanıtı mıdır? Her ne kadar soruyu ciddiyetle sormaya
başladığımızda cevabın keşfedilmeye hazır olduğu devam eden bir soruşturmayı
kabul etse de, cevap hayır. Belki de son bir hikaye bunu en iyi şekilde
açıklayabilir.
Bir zamanlar bir kocanın, karısının
bir ilişkisi olduğuna dair şüphesini doğrulamak için tutulan bir özel dedektif
vardı. Özel dedektif, adamın karısını takip etti ve onu başka bir adamla gizli
gizli öğle yemeği yerken yakaladı. Onu takip etmeye devam etti ve kısa süre
sonra çiftin otel odası kiraladığını doğruladı. Onların odasının karşısında bir
oda tuttu. Uzağı büyüten bir fotoğraf makinası kurdu ve yasak buluşmaya odakladı.
Ama tam fotoğrafı çekecekken kadın ve adam panjurları kapattılar. Hayal
kırıklığına uğrayan -ancak emin olmaya çok yakın- dedektif, "Kesin kanıt
elde etmeye çok yakındık;' diyerek davayı sonuçlandırdı.
Bizim payımıza düşen de bu. Biz,
Tanrı var "gibi davrandığımızda" vardır. Kaçınılmaz bir öznel
gerçeklikte yaşıyoruz. Sinirbilim, dış dünyaya ait bir görüntü gördüğümüzde,
aslında
gördüğümüzün yalnızca beynimizin
retinamızdan geçen ve görsel kortekse yansıtılan ışığın kendi özel yeniden
oluşturulmuş hali olduğunu hatırlatır bize. Beynimizin yapısıyla bizim
dışımızdaki evren arasında "olan" ile gerçek olduğuna inandığımız
şey arasında neredeyse sonsuz bir boşluk vardır.
Dünyayla ilgili deneyimlerimize
dayanarak inanırız: çevremizde ne gördüğümüze, onun neye benzediğine ve böyle
bir deneyimden ortaya çıkardığımız sonuçtaki anlama nasıl tepki vermeyi
seçtiğimize göre. "inanma'' kabiliyetimiz, esasen hiçbir zaman eksiksiz
ve tam bilgili bir resme asla erişemeyeceğimiz tümevarımsal mantığın bir
versiyonu olan ekstrapolasyon kullanmamızı gerektirir. Bir şeye inandığımızda,
bu, yaşamın görünür işaretlerinden görünmez bir düzenin olası -hatta muhtemel-
varlığını sezerek, gerçekliğin "yanıltıcı dış hatlarını" doldurma
kabiliyetine zihnimizi açtığımız anlamına gelir. Bu gizli gerçek bize ifşa
olurken biz de zihnimizi açarız. Bu, görünürde yoklukta mevcudiyet algısıdır ve
bunu yapmak o kadar da zor değildir. Beynimiz, kısmen duyusal girdilerden
oluşan deneyim boşluklarını doldurmaya özellikle yatkındır. O beceri olmasaydı,
asla bir şey keşfedemez, icat edemez veya hiçbir şeye dönüşemezdik.
Tanrı anlayışımız biyolojik doğamızla
ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır ve ona tamamen bağlıdır. Beynimiz inanç için
tasarlanmıştır. İnanç, insan deneyiminin ayrılmaz bir parçasıdır ve
beyinlerimiz bu kapasiteyle daha yüksek bir amaç için evrimleşmiştir. İnanç,
bizi yalnızca gerçekleri değil, aynı zamanda anlamlarını da sorgulamaya
çağırır. Bu amaç, ilişki -birbirimiz ve kendimiz ve belki de görünmeyen bir
Yaratıcı arasındaki ilişki- içindir. İlişkiler empati, anlayış ve ötekini
içtenlikle kabul etmeyi gerektirir. Sol beynimiz, ilişkileri bize olan
faydalarına dayalı görmeye meyillidir, oysa sağ beynimiz bireysel varlığımızı
çok daha büyük, birbirine bağımlı bir manzaranın parçası olarak görür.
Hemen hemen her dinin temel ilkesi
olan empati olmadan, sosyal uyum, işbirliği veya kendinden başka hiçbir şeye
saygı olmazdı. Sağ beynimiz ve onunla ilişkili ayna nöronlar, yalnızca nesnel
olarak bilmek için değil, aynı zamanda onlar hakkında bilgelik sahibi olmak
için de evrimleşmiştir. Tanrı'ya olan inancımız, temelde, diğer canlı
varlıklarla dolu evrenin ve belki de bunu aşan bir Yüce Varlık'ın
farkındalığıdır. Bu varoluşun gerçekliğini, onu hissederek, onu deneyimleyerek,
duyumlayarak "bilebiliriz" ve bu şekilde sağ beynimiz, sınırlı
duyularımızla rahatlıkla görebileceğimiz veya ölçebileceğimizden daha derin
olan anlayış düzeyine giden bir yol sağlar.
Tanrı'nın başka türlü bilinemeyecek
gerçekliğini, yaşamlarımız -inançlarımız ve eylemlerimiz- aracılığıyla ortaya
çıkarırız.
"Ve artık tüm bedenlere yayılan
ve gizlenmiş olan belirli ve çok mahir bir Ruh hakkında bir şeyler
ekleyebiliriz. Ruh'un gücü ve eylemiyle, cisimlerin parçacıkları yakın
mesafelerde birbirini çekerler, eğer bitişiklerse birleşirler; elektriksel
cisimler daha uzak mesafelere etki eder ve komşu cisimcikleri çekmenin yanı
sıra iter. Işık yayılır, yansır, kırılır, bükülür ve cisimleri ısıtır; tüm
duyular uyaqhr ve hayvan bedenlerinin üyeleri iradenin emriyle, yani Ruh'un
titreşimleriyle, karşılıklı olarak sinirlerin sağlam lifleri boyunca, duyuların
dış organlarından beyne ve beyinden kaslara doğru hareket eder:'
- SÖR ISAAC NEWTON1
Gerçekten bir ruhumuz var mı?
Müziğin "ruhundan'' veya güçlü
bir toplumun "ruhundan" bahsetmiyorum. Kıvılcım, yaşam, duygular,
düşünceler ve "zihin" içeren bir kişinin gerçek anlamda maddi
olmayan kısmından bahsediyorum.
Soru çok ateşli bir tartışmayı
kışkırtıyor. Felsefe salonları, ruhun varlığına ve aleyhine olan argümanların
cesetleriyle doludur. Filozoflar bu açmazı kırmak için bilime başvurdular ve sinirbilim
beynin iç işleyişini açığa çıkardığından, katkı sağlayacak çok şeyi var.
Bilimin bize ruh hakkında henüz tahmin ettiğimizden çok daha fazlasını
söylemesi gerekiyor.
Din filozofları genellikle ruhun
varlığını onaylarlar. Ancak bugün bilimde olduğu gibi ana akım felsefede de
hüküm süren görüş materyalizmdir. Materyalistler, başlı başına bir ruh ol-
madığına inanırlar; sadece
bedenlerimiz veya maddemiz vardır. Materyalistler için, diğer tüm görüşler
fantastik edebiyat veya din kategorisine konur ve bu nedenle şüphelidir. Materyalist
filozof ve bilişsel bilim insanı Daniel Dennett'in dediği gibi, insanın bir
"ruhu" vardır. ''.Ama (ruh) neyden yapılmıştır? Nöronlardan
yapılmıştır. Çok sayıda küçük robottan yapılmıştır. Ve biz aslında bu tür bir
ruhun yapısını ve işleyişini açıklayabiliriz. Oysa ebedi, ölümsüz, maddi
olmayan bir ruh, herhangi bir açıklamanız olmadığı için utancınızı altına süpürdüğünüz
metafizik bir halıdır:'2 Dennett'in ruhu gerçekten de bir ruh değil. Bir
santraldir. Birçok bilim insanı aynı fikirde.
Bir nörolog olarak, temel biyoloji ve
maddenin işleyişinin ruhla ilgili açıklayacak çok şeyi olduğu konusunda
hemfiki- rim, ancak tüm zihinsel fenomenleri veya bilinci maddi eylemlere
indirgeyen görüşe katılmıyorum. Zihinsel durumlarımızı salt sinirsel,
elektrokimyasal reaksiyonlara indirgeyen, beyni salt bir bilgisayar olarak
gören herhangi bir görüş ne yazık ki yetersizdir. Birazdan göreceğimiz gibi,
sinirbilimdeki ilerlemeler, ruhsal durumlarımızın maddi beyin yapısını ve işlevini
aştığını gösteriyor. Yeni kanıtlar zihin ve ruh diye bir şeyin olabileceğini
gösteriyor.
Sinirbilim, ruhumuzun varlığına olan
inancımızın varlığımız için gerekli olduğunu da gösterebilir. Bir ruhumuz olup
olmadığı sorusu boş bir soru değildir; yapabileceğimiz en önemli
sorgulamalardan biridir. Hatta evrimin en yüksek amacının ruha inanmak olduğu
bile söylenebilir. Çünkü bu inanç sadece varlığımızın anlamı ve amacına dair
araştırmamızın temelini sağlamakla kalmaz, eylemlerimizi bilgilendirir ve hayatımızın
en yüce ahlaki boyutlarını temin eder.
Sinirbilim ruhun varlığını nasıl
kanıtlayabilir? Kanıt, biyolojimizin - beynimizin ve zihnimizin - nasıl
çalıştığı hakkında
zaten bildiklerimizde bulunur.
Yaratılışımızın derinliklerinde bulunan bağlantı, anlam ve ilişki çabası
hakkında bildiklerimizde bulunur.
En basit düzeyde ruh, vücudun
bağlantı kurma çabasının bir uzantısıdır. Bağlanma yeteneği olmadan ruh, aksine
uzaktır ve doğası gereği kendisi için bile bilinmez olur. Ruh iradesi ve
bağlantısı aracılığıyla kendini ifşa eder. Bu, canlılığının ve ifadesinin
ötesinde olanla ilişkisine bağlı olduğunu kabul eden bir bağlantıdır.
Bu yeni bir fikir değil. Ruha dair
ilk görüşlerden bazıları onun bedenle olan ilişkisini doğruladı. İlk düşünürlerin
çoğu, ruhu, bedeni canlandıran, ancak tamamen bedenden olmayan canlandırıcı bir
öz olarak gördü. Yunanlılar için ruh, kelime anlamı "yaşamın nefesi"
olan psuche veya psykhe idi. Thomas Aquinas ve Aristoteles için ruh ya da
anima, bedeni canlandıran ama beden tarafından tüketilmeyen şeydi. Sör Isaac
New- ton bunu enerji, nefes ve Ruh olarak gördü.
Newton, bedenlerimizin gerçekte nasıl
çalıştığına dair bilimsel bir anlayış ekledi ve bu, ruhun yaşam gücü olduğu
görüşüne ağırlık verdi. Ruhu enerji olarak tanımlaması hala kulağa doğru
geliyor. Ruh, vücudumuzun canlılığını koruyan varlıktır; organlarımıza ve
uzuvlarımıza hayat aşılar. Ruh aynı zamanda onun "akıl" dediği şeye
ve bizim "zihin'' dediğimiz şeye -yaratma, anlama ve ilişki kurma gücü ve
iradesine- nefes veren şeydir. Bize hem benlik duygusunu hem de bu bireysellik
aracılığıyla bedenin ötesinde bağlantı kurmamızı ve canlılığı korumamızı
sağlayan yolu veren zihnimiz/aklımızdır.
Terminoloji üzerine bir not. Ben
zihin ve ruh kelimelerini fazlasıyla birbirinin yerine kullanıyorum.
Tartışıldığı gibi, yapmak istediğim en önemli ayrım maddi (beden) ve maddi olmayan
(ruh) arasındadır. Ruh bedene indirgenemez ve bedenden daha fazlası vardır.
Ancak buna "zihin': "akıl" veya "ruh" dememiz, genel
argüman için zihnin/aklın/ruhun onlara bağlı
kalırken tamamen fiziksel süreçleri
nasıl aştığını anlamaktan daha az önem taşır.
Newton'un Ruh'u bedenlerimizi ve
ruhlarımızı nasıl hayatla doldurur? Newton, Ruh'un eylem veya güce sahip
olduğuna inanıyordu. Ruh, gücü aracılığıyla duyumları harekete geçirdi,
bedenlerin karşılıklı çekimini zorladı ve hatta ışığı yaydı ya da kırdı. Bu
gücün bağlantı kurma çabamız olduğunu savunuyorum. Ve bu çaba, ruhun biyolojik
temelini anlamak için esastır. Ancak, temel bağlantımızın biyolojik temelini
daha derinlemesine incelemeden önce, bu "bağlılık için çabalamanın'' neye
benzediği hakkında bir şeyler gösteren kişisel bir hikaye anlatmak istiyorum.
Aynı zamanda, ruh hakkında konuşmanın -ki bunun nöronları içerdiğini kabul
edeceğim- neden ölçülebilir fiziksel unsurlarla sınırlı olmaması gerektiğini de
gösteriyor. Ruhu tartışırsak, o zaman sadece biyoloji düzeyindeki çabalarımızı
değil, aynı zamanda daha derin bağlantı çabalarımızı da incelememiz gerekir.
Aslında, bedensel çabalarımızla ruhsal çabalarımız arasındaki paralellik, her
şeyden önce bir ruha sahip olmamız gerektiğine inanma nedenimin merkezinde yer
alıyor. Daha da önemlisi, eğer ruhla ilgili tüm konuşmaları bedene
indirgersek, kim olduğumuza dair önemli bir unsuru geri dönüşü olmayan bir
şekilde kaybederiz.
Ben on dokuz yaşındayken, babam
California'ya kardeşimi ziyarete gitti. Babam oradayken bir kalp ameliyatı
oldu ve ameliyathanede büyük bir felç geçirdi. Bu komplikasyon, çoğu insanın
düşündüğünden daha yaygındır. Felcin sonucunda komaya girdi ve günlerce
tepkisiz bir şekilde öylece yattı. Ailem en kötüsünden korkuyordu. Haberi
alınca, kardeşim ve ailemin geri kalanıyla onun başucunda beklemek için bir
uçuş ayarladım. Ama daha East Coast'tan ayrılmadan önce yapmaya mecbur
hissettiğim önemli -ve sıra dışı- bir şey vardı.
Ben çoğunlukla dindar olmayan bir
ailede büyüdüm. Kendimizi Yahudi olarak kabul etmemize rağmen, dindar Yahudi-
liğe maruz kaldığım tek şey
arkadaşlarımın bar mitzvahlarına• gitmekti. Amerika'daki çoğu Reform Yahudisi
için tam olarak manevi bir deneyim sayılmazdı. Ama üniversitedeyken, sarsılmaz
bir inanca sahip, güzel ve nazik Rabbi'" Guary ile tanıştım ve benim için
arkadaş, akıl hocası ve ruhani bir öğretmen oldu. Rabbi Guary, kökleri benim
baba tarafımın kökenlerinden pek uzak olmayan, Rusya'nın bir bölgesindeki
Hasidik Yahudiliğin bir mezhebi olan Lubavitch geleneğinden geliyordu. Lubavit-
ch, "Sevgi Şehri" anlamına gelir. Hahamdan insanları sevmenin
ve Tanrı'yı sevmenin tek ve aynı süreç, tek ve aynı yükümlülük olduğunu
öğrendim.
Babamı görmek için uçmadan önce,
Rabbi Guary'den, mezhebin Büyük Hahamı ve gezegen genelinde milyonlarca kişi
tarafından saygı duyulan Lubavitch Rebbe'sinden babam için dua etmesini
istemesi için ricada bulundum. Bu büyük bir onur ve uzak bir ihtimaldi:
Chabad-Lubavitch hanedanının yedinci lideri olan Haham Menachem Mendel
Schneerson, modern zamanların en olağanüstü etkili Yahudi kişiliği olarak kabul
edildi (1994'te ölmesine rağmen hala öyledir). Tekrar ediyorum, özellikle
dindar değildim, ancak Rebbe'nin dualarını takiben birçok "mucize"
hikayesi duymuştum ve babam için bir mucize istiyordum. Mantıklı, rasyonel
beynim babamın fizyolojik durumunun ne kadar ciddi olduğunu bilirken, böyle
bir mucizeye küçük bir kapı açık bıraktım ve küçük bir duanın -ya da bu durumda
büyük bir duanın- zarar vermeyeceğini biliyordum.
California'ya geldiğimde kız
kardeşimi, annemi ve erkek kardeşimi, yoğun bakım ünitesiyle kız kardeşime ait
olan hepimizin kamp kurduğu ve nöbet tuttuğu küçük evi arasında mekik dokurken
buldum. Kriz durumlarında yaygın olduğu gibi, aile üyeleri ağlıyor,
boşluğa bakıyor, en ufak bir terslikte • Yahudilikte reşit olan erkek çocukları
için yapılan tören. (ed.n.)
•
• Yahudilikte din adamı, haham.
(ç.n.)
patlıyor ya da kendilerini gerekli ve
gereksiz işlerle aşırı meşgul ediyorlardı. Annem günlerdir ne yemek yemiş ne de
uyumuştu. Bana yuvadan düşerse kemikleri kırılabilecek kanatsız ve tüysüz bir
kuş gibi göründü. O güçlü kadını daha önce hiç bu kadar kırılgan görmemiştim.
Kız kardeşim, babamın görünüşü
hakkında beni uyarmıştı. Ona kaldırabileceğimi söyledim. Ama o beni, hiçbir
şeyin sizi, sevdiğiniz birini serum borularına dolanmış, şişmiş, solunum
cihazına bağlı ve söylediğiniz hiçbir şeye, hatta dokunuşunuza bile tepkisiz
görmeye hazırlamadığı konusunda uyardı. Bana uzun uzun baktı ve babamızın
komadan çıkacağını düşünmediği mesajını iletmeye çalıştığını görebiliyordum.
Nereden bakılırsa bakılsın, ölü bir adamı ziyaret edecektim.
Brooklyn'de, Eastern Parkway'deki
Rebbe'nin babam adına bir dua talebimi aldığını umarak nefesimi tuttum. Az çok
dinsiz olan ailemden hiç kimseye, bu gizli dileğimden ya da yükselen
inancımın sezgilerinden bahsetmedim.
Hastaneye vardığımızda annem sonunda
kopma noktasına geldi. Yorgunluktan bayılacağından korktuk, bekleme salonundaki
bir sandalyeye oturmasına yardım ettik ve kız kardeşim onunla kaldı. Ağabeyim
ona kafeteryadan çok ihtiyaç duyduğu bazı yiyecekleri almaya gitti. Bu yüzden
beklenmedik bir şekilde babamın odasına tek başıma girdim.
Kız kardeşim haklıydı. Babam, bir
insan, adli tabip odasının dışında ne kadar ölüye yakın hayal edilebilirse o
kadar ölüye yakın görünüyordu. Gözleri kapalıydı; sakalı yarı uzamıştı ve
vücudu anormal bir duruşa bükülmüştü. Ne yapacağımı bilmiyordum. Ona zayıf bir
merhaba fısıldadım ve sıcak elini ovuşturdum. Sonra bir kelime söyledim:
"Baba:' Tekrar tekrar söyledim. Sonra ekledim, "Oğlun geldi. Ben Jay!
Beni duyabi- liyorsan, gözlerini aç. Ya da bana bir işaret ver. Beni duyabildiğini
göster. Elimi sıkmaya ne dersin?"
Yatağın yanında diz çökerek ve en
ufak bir hareket belirtisi için dikkatle parmaklarına bakarak bir süre el
sıkma işine odaklandım. Çok uzun süre her şey sessizdi. Sonra, gözümün ucuyla,
yatağın üstünde bir şeylerin belli belirsiz değiştiğini fark ettim. Yavaşça
yukarı baktım. Babamın başını bana çevirdiğini ve günlerdir ilk kez gözlerini
açtığını gördüm. Şok olmuş gibiydi ve korkmuş görünüyordu. Ben de korktum. Geceleri
ormanda ne yapacağını bilemeyen iki hayvan gibiydik.
Babamın gözlerinin tüm gücüyle bana
yöneltilmiş olmasındaki şok ve huşunun altında yatan şey, derin bir bağ ve
duygulanım hissiydi. Pek çok baba ve oğulun sahip olduğu türden derin bir
bağdı; ama bundan da öte, gücüyle bizi korkutan bir bağlantıydı. Sanki babamla
konuşurken Tanrı'ya seslenmiş gibiydim ve Tanrı, babamın gözlerini açmasuu
sağlayarak yanıt vermişti. Bu mümkün müydü? Hızla odadan çıktım ve hastane
personelini aradım. Sonra aileme babamın komadan çıktığını söylemek için
bekleme odasına koştum. Bu, her zaman verebileceğiniz türden bir müjde
değildi.
Bir hemşire anneme odaya kadar eşlik
ederken, tüm aile üyelerimde ve hatta personelde mutlak bir inançsızlık hüküm
sürüyor gibiydi. Annem yarı gülümseyerek babamın adını söyledi. Peşinden
yatağın yanına kadar gitmedim. Bunun· yerine kapının yanında kaldım, sonra
kendimi koridorda diğer yönde yürürken, az önce tanık olduklarıma bir anlam
vermeye çalışırken buldum. Yangın merdiveninin üzerinde kırmızı bir çıkış
işareti gördüğümde, doğrudan oraya ilerledim, ama asla o kadar ileri gitmedim.
Bacaklarım beni taşımayı bıraktı, yere yığıldım ve çocukluğumdan beri
ağlamadığım bir şekilde ağladım. Perişan hissettim. Benimkinden daha büyük bir
güç de- neyimlemiştim, ama her şey kabullenemeyecek kadar fazlaydı.
O zamandan beri, babamla o gün
yaşadığımız bağlantıyı sık sık düşündüm. Görünmeyen bir elin dokunduğu tarifsiz
huşu ve minnet, son derece güçlü ve gizemli bir bağı, bir birliği
iliklerimin derinliklerinde
hissetmeme neden oldu. Birçok kişi ona aynı sözleri söylemişti: "Bana bir
işaret ver:' Ama sadece ben söyleyince gözleri açıldı. Babamla ikimizin de
birbirimize ulaşmak için çabaladığımızı, ama aynı zamanda birbirimize
birbirimizin ötesinde bağlı olduğumuzu da hissedebiliyordum. O kısacık anda hem
babamla hem de Tanrı ile bağlantım oldu. Bu, ruhlarımızın birliğiyd.
Ruhlarımızın birliğinde daha yüksek bir şeyle bağlantı ve iletişim vardı,
Tanrı ile daha büyük bir birliktelik.
Yine de ruhların var olduğuna ve çaba
gösterdiğine dair somut delillere sahip miyiz? Ruhlarımızın birbiriyle bağlantı
kurmaya veya Tanrı ile iletişim kurmaya yönlendirildiğine dair somut delillere
sahip miyiz? Babam ve benim birbirimizle ve hatta daha yüksek bir şeyle
hissettiğimiz türden bir birliğe sürüklendiklerine dair somut delillere sahip
miyiz? Eğer ruh bedensel değilse, biyolojik değilse ama belki de "meta
biyolojikse': o zaman beden hakkında, beyin hakkında bildiklerimiz, bir
ruhumuz olup olmadığını anlamamıza nasıl yardımcı olabilir?
Bağlantı için temel çabamızı düşünün.
Bağlanma dürtüsü biyolojik yapımızın derinliklerindedir. Beyin sürekli kendini
aşanla ilişki kurmaya çalışan bir organdır. Her türlü dürtüye sahibiz: yeme,
içme, seks yapma ve hayatta kalma dürtüleri gibi hayatta kalma kaynaklı biyolojik
dürtüler. Biyolojimizde ne zaman bir dengesizlik olsa, fızyolojimiz devreye
girer ve bizde eksik olanı ararız. Örneğin yeterli suyumuz yoksa susarız ve su
bulmak, su içmek için psikolojik ve fiziksel olarak motive oluruz. Vücut, içsel
fizyolojik süreçlerin çoğunda sürekli olarak bir denge durumu veya
"homeostaz" sağlamak için çalışır.
Termodinamik yasalarına göre, tüm
canlı biyolojik sistemler en kararlı durumlarını ararlar. Beyin de benzer
şekilde
dengeyi korumaya yönelik bir eğilime
sahiptir.3 Bu dengeye ulaşmak için, beyin kesinlik aramaya yönlendirilir ve
zaten tanıdığı kalıplara dayalı olarak neler olup bittiğini doğru bir şekilde
tahmin edebildiği zaman en kararlı enerji durumunu bulur. Beynin kesinliğe
-karmaşık ve genellikle kaotik bir evrende düzen bulmaya- yönelişi, onu
tahminler ve inançlar yaratmaya yönlendirir. Yani, tahminler ve inançlar
yoluyla tahmin edilebilir bir sonuç üretebilir.4 Ama bu tahminleri nasıl
üretir ve kesinliğini nasıl sağlar? İşte burada "zihin'' devreye girer.
Beyin, "sezilir" madde
dünyasıyla, yani varoluşun fiziksel düzlemiyle karıştırılabilir, oysa zihin
"anlaşıl!r" dünyayı -idealler dünyasını- oluşturur. Zihin,
senaryoların tasvirlerini oluşturma kapasitemizdir; bir tür "yaşam simülatörüdür':
Beynin bağlantı kurma dürtüsü nispeten basit ve kaba bir biyolojik güçse, o
zaman zihnin bağlantı kurma dürtüsü, belki de yerinde olarak, daha soyut
gerçeklik, dil, imgeleme, metafor ve din kavramlarına dayanan çok daha karmaşık
ve güçlü bir araçtır. Örneğin, dil aracılığıyla temsiller, yani oluşturduğumuz
ve genellikle üzerinde anlaşmaya vardığımız gerçeklik modelleri üretiriz.
Bellek dediğimiz bu şeyde, değeri üzerinde önceden anlaştığımız, adına para
dediğimiz yeşil kağıt parçalarını, sizin satmak istediğiniz ve benim almak
istediğim mallarla değiştireceğimde, bu işlemin zorlama olmadan, ancak
potansiyel olarak daha çok ikna yoluyla gerçekleşeceği konusunda hemfikir
olabiliriz.
Dil, her zamankinden daha karmaşık
inançlar inşa etmemizi ve günlük yaşamlarımızda bu inançlara güvenmemizi
sağlar. Dünyamızın karmaşıklığı göz önüne alındığında, bunların hepsi çok
gereklidir. Dil, herkesin bir şeyin ne kadara mal olduğunu ve karşılığında neyi
yeşil kağıtla, bir plastik parçasıy-
la, hatta bir telefonla ödediğini
anladığı, paraya dayalı sofistike mübadele sistemimizi mümkün kılan şeydir. Dil
aracılığıyla güvenebileceğimiz karmaşık inançların inşası, diğer insanların
karmaşıklığıyla başa çıkmamıza ve onları anlamamıza da yardımcı olur. Dil,
çatışmayı çözmemize yardımcı olur. Her şeyi konuşuruz ve anlaşmaya varırız. Dil
aracılığıyla, anlaşmalarımızın yerine getirileceğine güveniriz.
Din, zihnimizin bağlantı kurmak ve
güven oluşturmak için geliştirdiği bir başka karmaşık araçtır. Daha dünyevi
meselelerle ilgili inanç mekanizmaları, daha varoluşsal meseleler için de aynı
şekilde geçerlidir. Dini inançlar, belirsizliği azaltan tahminler üretmeye
çalışır. Bir takım gerçeklik modelleri ve üzerinde anlaşabileceğimiz davranış
modelleri yaratırlar. İdeal olarak, zihnimiz tarafından üretilen dini inançlar,
diğer insanlara karşı empatiyi yansıtır. Böylece yakınlık, bağlantı, karşılıklı
saygı ve amaca dayalı ilişkilere izin verir.
İnandığımız şeyin gerçek olup
olmadığını nasıl bilebiliriz? Gerçekliğin temsili doğasına dayanarak,
inandığımız şey bizim gerçeğimiz olur. Zihin sadece olayların kendi versiyonunu
bilebilir.
İşin püf noktası, beynimizin ürettiği
yapıların veya kalıpların mutlaka doğru olmasının gerekmemesidir. Biz yine de
onlara inanırız. Ancak inanç, ortaya çıktığı üzere, sadece maddi veya geçici
değildir. Zihnin fızikselliğimiz üzerinde doğrudan bir etkisi vardır. Fiziksel
ve psikolojik durumlarımızı, sinapsla- rın işlevini ve bunların etkinleştirdiği
deneyim ve algıları bağlayan doğrudan bir köprü vardır. İnançlar kendilerini
bedensel varlığımıza harcarlar. İnandığımız ve inanmadığımız şeylerin
bedenlerimiz üzerinde güçlü bir etkisi vardır. Tıp kariyerimin en başındaki bir
vaka, sağlığımızın, hatta varlığımızın tamamen neye inandığımıza bağlı olduğunu
gösteriyor.
Ben genç bir stajyerken,
hamileliğinin son dönemlerindeki Karayipli bir kadın olan Celestine, solunum
sıkıntısı şika-
yetiyle acil servise geldi. Tıbbi
muayenesi tamamen normaldi ve personel, muhtemelen yaklaşan doğumuyla ilgili,
olağandışı bir anksiyete atağı geçirdiği sonucuna vardı, bu hiç de nadir
olmayan bir tepkiydi. Bu yüzden bir psikiyatri konsültasyonu -standart bir
muayene- istediler ve onunla tanıştım. Kısa süre sonra Celestine'in
hamileliğinin (sekiz buçuk aylıktı) Batı Afrika yerlisi olan evli bir adamla
yaşadığı yasadışı bir ilişkinin sonucu olduğu şeklindeki talihsiz gerçekle
kadıncağızın duygusal olarak harap olduğunu öğrendim. Hamileliğin başlarında
adam onu bebeği aldırmaya zorlamaya çalışmış, ancak kadın dini gerekçelerle
reddetmiş, çocuğunu doğurmakta ısrar etmişti. Onun anlattığına göre adam
ilişkilerini sonlandırmış ve isteğine uymadığı takdirde, Celestine'i defalarca
öldürmekle ve bebeğini lanetlemek için ona bir. :'hoodoo büyüsü" yapmakla
te.hdit etmiş. Bu tehdidi anlatırken kan basıncının ve solunum hızının
yükseldiğini anlayabiliyordum. Celestine öleceğine inandığını söyledi, ama yine
de bebeğini doğurmaya kararlıydı.
"Merak etme;' diye ona güvence
verdim. "Bu yaşadığın sadece kaygı. Yaptığımız testler normal gelecek:'
''Anlamıyor musun?" diye
karşılık verdi. "Bu bir lanet ve ben öleceğim:'
Celestine'i sakinleştirmek neredeyse
imkansızdı. Bütün gece kalp atışları yükseldi. Ertesi sabah erken doğuma girdi,
kasılmaları sırasında hiperventilasyona girdi ve oksijen verilmesine rağmen
nefesi normale dönmedi. Sürekli, "Beni öldürdü. Lütfen bebeğimi kurtarın,
lütfen;' diye tekrarlayıp durdu.
Sadece on iki saat önce üzerinde tam
bir inceleme yaptıktan sonra, bu semptomları yaşaması için tıbbi bir neden
olmadığı sonucuna vardık. Sağlık personeli, şikayetlerini ve semptomlarını
tekrar kaygıya bağladı ve sinirlerini yatıştırmaya çalıştı. Celestine sağlıklı
küçük bir erkek çocuğu dünyaya getirdi, ancak kısa süre sonra solunum durması
geçirdi. Üstün gayretle
;
hayata döndürme çabalarına rağmen,
çocuğunu kucaklama şansı bulamadan öldü.
İnançlar o kadar güçlüdür ki
gerçekliğimizi paramparça edebilir ve onun yerine alternatif bir gerçeklik
koyabilirler. Gerçekten de, kendimiz için yarattığımız sanal gerçeklikler her
şeyi kapsayıcı olabilir. Celestine bize her şeyin kafamızda olmadığını
gösteriyor; inançlarımız da vücudumuzu güçlü bir şekilde etkiler.
· Eğer bu zihin/ruh gerçekten varsa,
o zaman biyolojimizde nerede bulunuyor? Neyse ki, beynimizin fiziksel doğası
ile zihnin ölçülemeyen nitelikleri arasındaki "boşluklar" her geçen
yıl ve her yeni keşifle küçüldükçe küçülüyor. Beyin yapınızı bilgisayar
donanımı olarak düşünün. Nöronlar, yani gliya, aktivi- tenin gerçekleştiği
anatomik yapıdır. Geleneksel olarak, görüp teşhis edebildiğimiz tek şey bu
donanımdır. Ancak yeni görüntüleme araçları sayesinde artık sadece donanımı
değil, yazılımı da bir dereceye kadar ölçebiliyoruz. Günümüzde, doktorların
beynin içine bakabilecekleri ve -bir insanın içinde, bilinç veya ruh, hangisi
derseniz- neler olduğunu görebilecekleri bir manyetik rezonans görüntüleme
(MRI) tekniği olan difüzyon ten- sör görüntülemeyi (DTI) kullanabiliyoruz.
DTI, sinir sistemi içindeki sayısız
ağlar boyunca suyun akışını ölçerek, "hareket halindeki ruhun'' görsel
bir görüntüsünü yaratmak için beyindeki serbest enerjiyi ölçmemizi sağlar.
Beynin sinaptik haritasının görüntülerini kelimenin tam anlamıyla görebiliriz.
Otoyolları, köprüleri ve tali yolları... Nörolojik bozuklukları daha önce
bizim için mümkün olmayan şekillerde tespit edebiliriz.5
Ama en önemlisi, şimdi Newton'un
bahsettiği Ruh'u gör- selleştirebiliriz: beynin enerjilerini hareket ettiren ve
sırayla uzuvlarımızı, organlarımızı ve vücudumuzun geri kalanını yönlendiren
dinamik güçler. Bu enerjiyi ölçebiliriz. Şimdi
MRI'larla sadece nöronlara ve gliyaya
bakmıyoruz; faaliyete de bakıyoruz. Ve bu bize zihnin ne yaptığına dair bir
fikir verir. Kelimenin tam anlamıyla "zihni" beyinde görebiliriz.
Eylemde inancı görebiliriz. Ve çeşitli zihinsel durumların (ruhsal aktivi- te
veya zihin yazılımı) donanımın yapısını nasıl değiştirdiğini görebiliriz.
Zihin ve Beden Arasındaki Köprü
Duygusal durumlarımız veya
inançlarımız biyolojimizi etkiler. Fakat düşüncelerimiz ve inançlarımız
fizyolojimizde nasıl yaşıyor? Başka bir deyişle, beynimizin algılar üreten bir
sanal gerçeklik üreticisi olduğunu varsayarsak, bu algılar fiziksel
süreçlerimizle nasıl etkileşime girer? Fiziksel olmayan olaylar veya metafizik
durumlar beynin fizi^sel yapısıyla nasıl etkileşime girer? Zihin/ruh vücudumuzu
nasıl etkiler? Algılarımızın veya inançlarımızın beynimizin fiziksel yapısıyla
nasıl etkileşime girdiğini anlamak için zihnimizin/ruhumuzun bir hologram
olarak nasıl çalıştığını anlamamız gerekir.
1930'larda, Kanadalı öncü beyin
cerrahı Wilder Penfield, ilk olarak hologram ile beynin sanal gerçekliğini
nasıl yansıttığı arasındaki bağlantıyı kurdu. Hologram, tek bir ışık kaynağı
tarafından üretilen üç boyutlu bir resimdir. Hologram kelimesi, Yunanca
"bütün'' anlamına gelen holos ve "mesaj" anlamına gelen gramma
sözcüklerinden türemiştir. Bir hologram oluşturmak için bir nesnenin, örneğin
bir tenis topunun resmini çekeriz, sonra plakayı aydınlatırız ve çeşitli
açılardan bakarız. Sonuç, her yönden gözlemleyebileceğimiz gerçekçi üç boyutlu
bir görüntüdür. Işığın yayılması sanal modeli üretir. Ama tabii ki hologramda,
gösterilen tenis topunun kendisi mevcut değildir. Fiziksel alanı işgal etmez.
Penfield, hastalar tamamen
bilinçliyken hastaların açıkta kalan beyinlerini ameliyat ettiği bir cerrahi
prosedür geliştirdi. Hastalar, Penfield'in beyinlerine yaptığı elektriksel
uyarıların ortaya çıkardığı duyumların bedenlerinde hissettikleri kesin
konumlarını bildirdiler. Korkunç olsa
da, onun incelemelerini hissetmeleri çok şaşırtıcı değildi. Yine de Penfıeld,
beyin korteksinin vücuttaki karşılık gelen konumlarla ilgili işlevini
haritalamak için elektrotunun ucunu kullandığında, hastalarında kimsenin
beklemediği bir şey ortaya çıkardı: üç boyutlu rüyalar, kokular, işitsel ve görsel
halüsinasyonlar, uzun süredir kayıp olan hatıraların canlı bir şekilde
hatırlanması ve hatta güçlü beden dışı deneyimler. Örneğin, Penfıelde göre,
"Hastanın şakak lobuna bir elektrot yerleştirildiğinde, hasta hayatının
erken dönemlerinden bir bölüme doğru tam bir geçmişe dönüş yaşadı. Bunlar,
hastanın daha önceki deneyimleri sırasında ortaya konmuş bir kayıt olan ardışık
bilinç kaydının elektriksel aktivasyonlarıydı:'6
Penfıeld bu deneylerden, beynin
bölgelerinin hafızayı ho- lografık bir şekilde kaplayabildiği, yeniden
canlandırmamıza ve böylece önceki deneyimlerimizin kalıntılarını yeniden de-
neyimlememize izin veren bir algısal gerçeklik boyutu sağladığı sonucuna
vardı. Çocukken annenizin sizi yatıştırdığını hatırladığınızda, zihninizde
canlanan fotoğraf ya da resim gibi düz bir görsel değildir. Bunun yerine,
zihniniz gerçek olayı yeniden yaratma eğilimindedir. Annenizin yüzünü üç
boyutlu olarak görürsünüz. Kafanızda onun hareketlerinin bir filmini yeniden
canlandırırsınız. Annenizle ilgili hatıranız bir fotoğraftan çok bir holograma
yakındır. Bu tam olarak Penfıeld'ın bulduğu şey. Beyin dışarıdan uyarıldığında,
önceki deneyimin zorlayıcı bir kopyasını üretti. Bu yeniden üretim, hatırlanan
olayı tam bir çok boyutluluğun içinde temsil ediyordu.
Penfıeld'in hastalarının geçmişe
dönüşleri, sanki sürekli bir olay akışı varmış gibi, bir filmdeki sahneler gibi
uygun bir sırayla oynuyor gibiydi. Hastaların ameliyathanedeki mevcut
deneyimleri ile hatırladıkları canlı hatıraları ayırt edebildiklerini kaydetti.
Onlara "Filmden ne kadar zevk alıyorsunuz?" diye sorabilirdi. Ama tam
olarak anlamayacaklardı. Başka bir
deyişle, aynı anda iki "bilinç
akışı" yaşıyorlardı. Bir yandan tamamen canlanmış olarak anıyı
görebiliyor, hissedebiliyor ve deneyimleyebiliyorlar, öte yandan bunun sadece
bir gözlem olduğunu da biliyorlardı. Penfield'in denekleri, asıl gerçekliğe
demir atarken aynı zamanda sanal bir dünya oluşturduklarını biliyorlardı.
Hatta ikisini karşılaştırabiliyorlardı. Penfield'ın çift-akıştaki hastaları, onu
zihnin gerçekten de beyinden ayrı olduğu ve "farklı bir enerji formu"
tarafından desteklendiği sonucuna götürdü.7 Daha sonra yapılan çok sayıda
çalışma Pen- field'in bulgularını desteklemektedir.
Hologram analojisinin bize söylediği
şey, zihnin, beynin donanımı içinde açıkça tanımlanmış bir fiziksel alanı işgal
etmediğidir. Tüm ayrı düşünce akışları, hatırlanan deneyimlerin diğer
kümelerine ve bütüne ayrılmaz bağlı olduğundan, belirli bir bölgeyle
sınırlanmamıştır. Bu, işlevi genellikle beynin tanımlanmış belirli alanlarıyla
ilişkilendirdiğimiz nörolojideki geleneksel düşünceye aykırıdır. Ancak hologram
örneği bize, beyin fiziksel olsa da, somutlaştırdığı deneyimin - sanal veya
temsili gerçekliğinin- soyut olduğunu söyler. Sanki hologram, zihnin ve ruhun
görünmeyen güçlerinin, nöronların ve sinapsların geniş anatomik ağı
aracılığıyla tezahür ettirildiği bir tür dönüşümü mümkün kılıyor gibi.
Hologram, somut ve soyut, fiziksel ve metafizik arasındaki bağı sağlayarak
zihin ve beyni birbirine bağlar. 8
Zihni bir hologram olarak görmek,
algıların ve dolayısıyla inançların beyin tarafından nasıl oluşturulduğunu ve
maddi olmayan düşünce ve duyguların fiziksel süreçlerimizle nasıl etkileşime
girdiğini anlamamıza yardımcı olur. Holografik modelle ilgili zorluk, beynin
gerçekte ne algıladığını anlamaya çalıştığımızda ortaya çıkıyor. Yansıtılan
tenis topumuza geri dönersek, hologramdaki top, Platon'un Devlet'indeki mağara
duvarındaki gölgelerden daha fazla
orada değildir. Hologram bir algı hilesidir. Süper yoğunlaştırılmış gerçekçi
bilgilerdir, kaydedilmiş ve yeniden canlandırılmıştır. Holograma baktığımızda,
tenis topumuzun uzaya yansıtıldığını görürüz ve farklı açılardan baktığımızda
topun perspektifi değişir. Holografık model, algılarımızın yalnızca bir
yanılsama olduğunu ima eder. Bir imge algılıyorsak, algıladığımız şeyin gerçek
doğası nedir? Yansıtılan şeyin doğası nedir?
Burada önemli bir paradoks var.
Hologramın düşünce veya duyguyla beden arasındaki, anılarımızla fızikselliğimiz
arasındaki kanal olduğunu iddia etmek bir şeydir. Ama eğer beynimizin
yanılsamaları yansıtma yeteneğine sahip olduğunu biliyorsak, o zaman o sanal
yansıtma ekranının arkasında ne olduğunu da bilmek isteriz. Hologramın gerçek
olduğunu -ya da en azından hologram tarafından temsil edilenin gerçek
olduğunu- bilmek isteriz. İnançlarımızın gerçek olduğunu bilmek isteriz. Sihir
numarasının sırlarını kaldırdığımızda perdenin arkasında hiçbir şey olmadığı
sonucuna varabiliriz. Yoksa var mı?
Hologramın, onu oluşturan bir ışık
kaynağına ihtiyacı olan aydınlatılmış bir görüntü olduğunu unutmayın. Işık
olmadan ne bir nesne ne de onun bir simülasyonu vardır. Bu ışık da insan
bilincinin, yani algılama yeteneğimizin kıvılcımını tutuşturur. Ve nasıl ki
ışık her zaman kaynağına bağlıysa, ruhlarımız da Tanrı'nın yaydığı ışığa
bağlı, onun varlığını aydınlatan "nesnelerdir': On sekizinci yüzyıl Alman
filozofu Hegel bize 1807'de şöyle demişti: "Işık, bütünsel doğasını sonsuz
sayıda biçime dağıtır ve kendini bir kurban olarak sunar. . . Böylece birey,
onun özünden kendisi için kalıcı bir varoluş edinebilir:'9
Öyleyse ruh, Tanrı'yla olan
bağlantımızdır, diğer yandan bizim için bilinmeyen olarak kalacak daha derin
bir gerçekliğe giden kanalımızdır. Ruha inanmak, bağlantı için somut dürtüye
(yani beyin ve zihnin dürtüsüne) benzer soyut bir dürtü
olduğuna inanmak anlamına gelir.
Paralel enerji güçleri var da diyebilirsiniz. Bu bağlantı dürtüsü, bizi içsel
birliğimizi ve bağlılığımızı aramaya iten şeydir.
Tıpkı bir alevin kaynağını kucaklamak
için yukarı doğru yükselmesi gibi, Tanrı'ya bağlanmaya yönlendiriliriz. Des-
cartes, ruhu, yalnızca biyolojik olmayan değil, aynı zamanda insanın ruhsal
ilkesini ve içindeki "Tanrısallık kıvılcımını" da kuran olarak gördü.
Hepimiz ruhlarla, yani Tanrı'ya bağlı bölünmez özlerle doğduk, ancak
tanrısallığın bize ifşa edilen ve bizden gizlenen birden çok seviyesi vardır.
Üst düzeyde iletişim veya birlik, ruhun özünü, ruhun kaynağıyla birliğini,
Tanrı'nın tekil özünü ifade eder. Ruh, bir uçta fiziksel dünyayla ve diğer uçta
Tanrı'yla olan ilişkimiz arasındaki odak noktası ya da bağlantı olarak kabul
edilebilir. Her ruh, ilahi .ışığın ayrılmaz bir parçası,10 ulu bir Tanrı'yla
onun içsel tezahürü arasındaki temel kıvılcım olarak görülebilir. Ruh, bizi
Tanrı'ya, birbirimize ve kendimize bağlayan şeydir.
Babam sonunda komadan çıkmasına
rağmen, felçten asla tam olarak kurtulamadı. Neticesinde duygusal acı, sonraki
on iki ay boyunca hem kendisinin hem de ailemizin inancını ve metanetini
defalarca test etti. Yaklaşık bir yıl sonra, felcin meydana getirdiği
komplikasyonlar yüzünden öldü.
Babam son derece sosyal, konuşkan ve
esprili bir adamdı. Hastalarıyla şakalaşan, onlarla derinden ilgilenen ve
onları yakından tanıyan bir ayak hastalıkları uzmanıydı. Ömrünün son yılında
geçirdiği felç, onda belirgin bir konuşma bozukluğu, körlük ve vücudunun sol
tarafında kısmı felç bıraktı, bir zamanlar kişiliğinin olduğu yerde kalan
büyük boşluktan bahsetmiyorum bile. O yoğun bakım ünitesinden hala yaşayan bir
adam olarak çıkması beni sürekli şaşırtıyordu, evet, ama farklı ve besbelli
eksik bir adamdı.
Babamın o dönemdeki derin kopukluğu
(konuşamıyor ya da sevdiklerinin kim olduğunu fiziksel olarak açıkça tanıyamı-
yordu), beni daha önceki bağlantı
anımız kadar etkiledi. Her zaman tanıdığım adama ulaşamadığım için korktum ve
sarsıldım. Beyninde ve zihninde, eğilimini bu kadar çarpıcı biçimde
değiştirecek ne olmuştu? Babamda kapalı olan her neyse, bende zihnin
gizemlerini çözmeye yönelik büyük bir susuzluk uyandırdı. Nöroloji ve
sinirbilim okumaya karar verdim. Zihnimizin -ve beynimizin- içsel işleyişi
beni büyüledi. Babamla olan kopukluk benim için tamamen yeni bir yol ve kariyer
yarattı.
Birlikte yaşadığımız kopukluk ve
bağlantı anlarımız beni ileriye taşıdı. Yine de benim için, önde gelen ve bende
kalan, öncelikle heyecan verici olan o bağlantı anıdır. Bu, içimizdeki bir
şeyin sadece birbirimize değil, aynı zamanda daha yüksek bir güce de bağlandığı
bir andı. Her birimizin yapısında derin bir şey tarafından yönlendirilen bir
an. Bilimsel ve dini arayışlarımda beni ileriye götüren bir an.
Birbirimize bağlanma dürtümüz son
derece travmatik bir deneyim tarafından kesintiye uğradığında benzer bir şeyin
herkesin başına gelebileceğini düşünüyorum. Savaş, suç eylemleri, bir ruhu
başka bir ruhla karşı karşıya getiren herhangi bir şey, insan yaşamının büyük
bir kaybıyla sonuçlanmakla kalmaz; aynı zamanda ruhlarımızın bağlantı aramaktan
vazgeçmesine ve sadece hayatta kalmaya odaklanmasına da yol açabilir. En derin
travmamız her şeyden önce kendimize olan güvenimizin, buna paralel olarak
başkalarına olan güvenimizin ve Tan- rı'ya olan güvenimizin kaybıdır. İbrani
dilinde günah kelimesi aynı zamanda "azalmak" anlamına da gelir;
Tanrı'dan ve birbirimizden ayrılmamız, esasen iletişimden ve
bağlanılabiliğimi- zin olduğu özümüzden de bir ayrılmadır.11
Yine de umut var. Beyin ve zihinle
ilgili tartışmamızda gördüğümüz gibi, varlığımızı fiziksel sınırlarının
ötesine taşıdığımızda bu bağlantıyı yeniden kurabiliriz. Fizikselin ötesindeki
metafiziğe ulaştığımızda, birbirimizle olan bağlarımızı yeni-
den keşfederiz. Beynin/zihnin inanç
yaratmasının amacı bize, güven, deneyimin öngörülebilirliği ve uyumlu ilişkiler
sağlamaktır. Gerçekliğin tamamen öznel olarak kabul edildiği bir dünyada
hareket etme kapasitemiz, kendi içimizdeki ve kendi aramızdaki bağların
dayanağıdır. Kendimizin ve birbirimizin özünü kavrayabilmemiz ve bu bağlantı
yoluyla Tanrı'ya da bağlanabilmemiz, soyut olanı tutma yeteneğimiz
sayesindedir.
"Dilin sınırları, dünyamın
sınırlarıdır:'
-
LUDWIG WITTGENSTEIN1
"Zihin, semboller yaratarak
kendi içinde anlaşılmaz olanı kavrar; böylece sembol ve özdeyişte, sınırsız
Tanrı insan zihnine Kendisini ifşa eder:'
-
MARTIN BUBER2
Size yakın bir arkadaşımı tanıtayım.
Bu arkadaşımı severim. Gerçekten
severim. Arkadaşım ka- bulleniş, sevgi ve eğlencenin vücut bulmuş halidir.
Yıllar içinde ailemin güvenilir bir üyesi oldu. Bakalım onu daha iyi tarif
edebilecek miyim?
Kahverengi ve basketbol topu kadar
büyük bir kafası var. Karımı ve çocuklarımı seviyor ve onlara karşı son derece
korumacı. Bazen insanlar arkadaşıma ilk baktıklarında ondan biraz korkuyorlar.
Tam bir kas yığını, ama kalbi pamuk gibidir. Karıncayı bile incitmez. Yaklaşık
kırk kilo ağırlığında, her şeyiyle çok güzel ve Tiger ismine cevap veriyor.
Arkadaşım kim?
O benim köpeğim, yarı pitbull, yarı
çoban köpeği. Onu görene ve onu tanıyana kadar kulağa şok edici gelebilecek bir
cins kombinasyonuydu bu. Önce, yaklaşık bir yaşındayken terk edilen, bir deri
bir kemik halde bulunan evsiz Tiger'ı kur-
tardık. Ben yokken evde bir bekçi
köpeğim olsun istiyordum. Ancak Tiger, köpek tarihindeki en büyük korkak-kedi
olduğunu kanıtladı. O bir bekçi kedisi olduğu kadar bekçi köpeği olamamıştı.
Onun için vahşi ve maceralı bir zaman geçirmek, biz araba kullanırken arabanın
ön koltuğuna binmesi olabilirdi ancak.
Tiger'dan bahsediyorum, çünkü
köpeğimi çok sevdiğim ve ailemin değerli bir üyesi olmasının yanında daha büyük
bir soruyu da su yüzüne çıkarmak istiyorum: Tiger ile ailemin geri kalanı
arasında bir fark var mı? Tiger ile hevesli bir sihirbaz ve insan
davranışlarının keskin bir gözlemcisi olan, aynı zamanda sadık bir hokey
hayranı ve oyuncusu olan on bir yaşındaki kızım Sofia arasında bir fark var mı?
Tiger ile sanatçı, doğuştan aktris ve hayatı boyunca şarkı söyleyen soprano
olan on dört yaşındaki Julia Grace arasında bir fark var mı? Tiger ile dünyanın
en güzel kadını, corazon'um• ve ailemin ruhu olan karım Rita arasında bir fark
var mı?
İnsanlar ve diğer hayvanlar
arasındaki farklar sorunu, ilk bakışta göründüğü kadar basit bir sorun
değildir. Şu şekilde ortaya çıkıyor: Biyolojik düzeyde belirgin bir fark var mı
ve manevi düzeyde bir fark var mı?
İnsanlar ve diğer hayvanlar
arasındaki farklar sorunu, ilk bakışta göründüğü kadar basit değildir.
Ayrıntılarıyla sormak gerekirse şöyle: Biyolojik düzeyde belirgin bir fark var
mı ve manevi düzeyde bir fark var mı?
Bu ayrımla boğuşmamız gerekiyor.
Hayvan haklarını ana akıma kabul ettirmek için iyi niyetli küresel bir hareket
var. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki on üç eyalet, bir köpeği direğe veya
ağaca zincirlemeyi veya bağlamayı yasa dışı kılan yasalar çıkardı. İsviçre'de
bir akvaryum balığının kendi başına bakılması yasalara aykırıdır. Ve İspanyada
artık pek çok yasal hak, insan olmayan primatları da kapsayacak şekilde
genişle- • (İsp.) Kalp. (ed.n.)
tildi. Bir hayvanın kendisini
mahkemede savunması için bir avukata sahip olmasını mümkün kılmaktan söz
ediliyor ve hayvanların alınıp satılmasının yasa dışı hale getirilmesiyle ilgili
tartışmalar var.
Hareket, hayvanlara insancıl
muameleyi savunmaktan veya güvenli olmayan yavru köpek çiftliklerini
bitirmekten çok daha ileri gidiyor. Hareket, özünde "türcülük"ü
-insanlar ve hayvanlar arasında farklılıklar olduğu fikrini- devirmeye ça-
lışıyor.3 Savunucuları, evcil hayvanların evcil olmadığını, mülk olmadığını
söylüyor ve ekliyor; evcil hayvanlar da candır.4
Ama onlar? İnsanların diğer
memelilerden hiç farkı yok mu? Yoksa insanlar -söylemeye cesaret edelim- özel
mi?
Doğa bilimci ve evrim teorisinin
kurucusu Charles Darwin, evrim ve toplum mühendisliği hakkındaki düşüncelerini
öne sürdü. Darwin'in bu pasajından, biricikliğimizi de kabul ederek ortak
biyolojimiz arasında temel bir ayrım yapmazsak ne olacağını anlamak oldukça
kolaydır:
Vahşilerde, bedensel veya zihinsel
zayıflıklar kısa sürede elimine edilir ve hayatta kalanlar genellikle güçlü bir
sağlık durumu sergilerler. Biz medeni insanlar ise eleme sürecini kontrol
etmek için elimizden gelenin en iyisini yaparız. Embesiller, sakatlar ve
hastalar için tımarhaneler yaparız. Yoksullar için koruma kanunları
oluştururuz. Sağlıkçılarımız son ana kadar her birinin hayatını kurtarmak için
ellerinden gelenin en iyisini yaparlar. .. Böylece uygar toplumların zayıf
üyeleri kendi türlerini çoğaltır. Evcil hayvan bakan hiç kimse, bunun insan
ırkına son derece zararlı olduğundan şüphe etmeyecektir. Bir bakım eksikliğinin
veya yanlış yönlendirilmiş bir bakımın bu kadar kısa sürede evcil bir ırkın
yozlaşmasına yol açması şaşırtıcıdır. Ama insanlık dışında neredeyse hiç
kimse, en kötü hayvanlarının üremesine izin verecek kadar cahil değildir.5
Bu alıntıyı dahil etme amacım
Darwin'i karalamak değil. Bunun yerine, evrim teorisiyle ilgili argümanları
bilim veya dinin göreceli perspektiflerinden tartışırken gerçekte neye inandığımız
hakkında çok daha dürüst bir konuşmanın gerekliliğini savunuyorum. İnandığımız
şeylerin incelenmeden bırakılan sonuçları bizi sosyal Darwinizm'e ve "en
uygun olanın hayatta kalması" kavramına götürdü. Çok kaygan bir zemin bu.
Benim de bir parçası olduğum bilim
camiasında, çok fazla bilim insanı, Tanrı'nın olmadığını kanıtlamak için kutsal
bir ayinmiş gibi evrimci cübbesini kuşanır. Laikler daha sonra bu bilim
adamlarının yazılarını okur, belki de onların akademik kimliklerine üstünkörü
bir bakış atar, onlardan etkilenir ve sonra aynı Tanrı karşıtı düşünce
çizgisine sorgusuz sualsiz inanırlar. Sonuç olarak, bugün bilim insanları ve
dindarlar arasında bir tür ayrışma görüyoruz. Bu ayrışma, özellikle bilimsel
topluluk ile akıllı tasarım teorisine bağlı yaratılışçılar arasında fark
edilir. Bu yaratılışçılar bazen bilim camiası tarafından alaya alınır ve bunun
tersi de geçerlidir. Tartışmanın her iki tarafı da bunun bir "ya o ya
bu" tartışması olduğuna inanıyor.
Ama bu bir "ya o ya bu"
tartışması değil. Her iki taraf da haklı. Evrim, oldukça mutlu bir şekilde
Tanrı'nın varlığıyla bir arada var olabilir. Görünüşte çelişkili olan bu iki
inanç, hiç de çelişkili değil, paradoksaldır.
Bizim sorunumuz, bilimsel
araştırmadan sosyal politikaya kadar her konuda, bu iddiaları veya Homo
sapiens'in ("bilen varlıklar" anlamına gelir) kökenleri hakkındaki
çıkarımları gerçek anlamda anlamadan, şu ya da bu grup tarafından kolayca
etkilenebilmemizdir. Evrim teorisi, her iki tarafın da kabul etmeyi umduğundan
çok daha incelikli ve ayrıntılıdır. Ve böylelikle Tanrı'ya olan inanç da öyle.
Daha önce de yazdığım gibi, hiçbir şekilde "körü körüne inancı" ya da
zekayı ve araştırmayı geride bırakan bir inancı savunmuyorum. Aksine, kanıtlara
dayalı inancı savunuyorum.
Bu bölüm bizi insanlar olarak
benzersiz kılan şeyle ilgili olduğundan, kendi biyolojik ve
"metabiyolojik'' kökenlerimizi, insanlık ve evrenin bu karmaşık ve
gelişen hikayesine nasıl uyduğumuzu da anlamamız gerekiyor. Biz insanlar
yalnızca evrim grubuna düşersek ve yalnızca hayvan olarak görülürsek, o zaman
tam potansiyelimizi yaşayamayız. Öyle olsa bile, Darwin alıntısının iddia
ettiği gibi, bu düşünce tarzının ciddi tehlikeleri vardır. Yani, bizi neyin
özel kıldığını tam olarak anlamazsak, o zaman kendi insanlığımızın
metalaşmasını riske atarız. Biyolojik evrim yasalarında istisnalar olduğunu
unutmamalıyız, insan zihninin yaratılışı da ilk sırada yer alır.
Doğanın bakış açısından insan
zihninin ortaya çıkışı, evrim makinesinde bir bükülme, bir sapmadır. Kendinize
şunu sorun: Son derece gelişmiş olan ve suda yaşamayan primatların bir zihne
sahip olmasının avantajı nedir? Tamamen evrimsel ve hayatta kalma
perspektifinden bakıldığında, akılsız, düşünmeden hareket eden canlılar olarak
ortaya çıkmak, biz insanların daha çok işine yarardı. Savaş ya da çatışma
olmayacaktı, inanılacak ya da üzerinde anlaşmazlığa düşülecek bir ideoloji
olmayacaktı. Bir zihin olmadan hayatta kalma olasılıkları kesinlikle artardı.
Yine de insan zihni bir şekilde doğal
seleksiyonun dizginlerinden kaydı. Kendini biyolojik nedenselliğin
pençesinden, fiziksel determinizmin zincirlerinden kurtardı. O halde iki şeyden
birini sonuca bağlamalıyız: Ya evrimin yol gösteren bir amacı vardır ya da
evrim amaçsızdır. Ve doğal seçilimden başka kendi kendini örgütleyen hiçbir
ilke, yöntem veya amaç olmadığını söylesek bile, yine de zihnin yaratılmasının,
yeni baştan yaratma gücünün ve iradesinin, onun mucizevi ortaya çıkışının ve
bunun yönteminin, amaç ile eş anlamlı olduğunu iddia etmemiz gerekir. Zihnin
varlığı, emsaller veya sabit yasalar olmaksızın, insanın benzersiz yaratma
yeteneğini yansı-
tır. Evreni kavrayan bu bilinç
yaratımı, zihnimizin kendi sanat eseridir. Bu yetenekle, gelişme ve kendimizi
maddi varlığımızın ötesinde dönüştürme özgürlüğüne sahibiz.
İnsan dili olgusu, insanlığın
evrendeki yerini anlamanın merkezinde yer alır ve bu bölüm boyunca dilin neden
her şeyi değiştiren en büyük dönüm noktası olduğunu tartışacağız. Si- nirbilim,
bize düşünme ve akıl yürütme kapasitesi sağlamak için beyinlerimizin dil
aracılığıyla nasıl daha fazla karmaşıklık ve fayda ile evrimleştiğini
anlamamıza yardımcı oldu. Soyut düşünmemizi, araçlar yaratmamızı ve hatta kendi
kaderimizi kontrol etmemizi sağlayan, benzersiz insan beynidir. Dilin ortaya
çıkışı, benzersiz bir evrimsel algoritmayı, zihnimizin fikirleri kodlamasını,
içsel durumlarımıza şekil vermeyi ve bunları başkalarıyla paylaşma yollarını
yaratma yeteneğini temsil eder.
Dil gelişimimizi kapsayıcı olarak,
imgeler ve genişletilmiş metaforlar yarattık. Kitle iletişimi anlamında, bir
kişinin zihninin başka bir kişinin zihniyle veya hatta bir dizi başka insanın
zihniyle bağlantı kurması için son derece karmaşık ve sofistike bir sistem
geliştirdik. Bunu yapan hayvanlar görmüyoruz. Hayvanlarda TED Talks yoktur.
Yunuslar veya balinalar, siyasi veya dini tartışmalara katıldıkları toplantılar
düzenlemezler.
Dil üstündür. Başka hiçbir şeye
benzemeyen bir yetenektir. Yine de dil, kelimelerin hem bizi aydınlatmak hem
de bizi alevlendirmek için kullanılabileceği ve kullanılmış olması bakımından
iki ucu keskin bir kılıçtır. Dil ile birlikte büyük sorumluluk gelir. Bu
nedenle dilin gücünü tam olarak anlamamız gerekir. Seçtiğimiz kelimelerle
içimizdeki dünyayı ve kendi dışımızdaki dünyayı kelimenin tam anlamıyla
yaratabilir ve yok edebiliriz. Düşünceyi ifade etme kabiliyeti, kendi çeviri
hatalarıyla ve aramızdaki kopuk uzaydan oluşan bir "Babil Kulesi"
yaratma riskiyle doludur.
Dilin içimizde nasıl örüldüğünü hiç
düşündünüz mü? Biz sadece dili kullanmıyoruz. Biz diliz. Anonim bir yazar
tarafından yazılmış, tüm canlıların uyduğu bir kanun vardır. Bu kanun,
yaşamın kendisinin anayasasını sağlar. Bu yasayı, doğaya eylem nedenini veren
öncül bir bilgi sistemi olarak düşünebiliriz. DNA, biyolojinin iradesidir.
Tohumları, yaşama potansiyelinin somut ifadesine, kelebeğe uçmak için
kanatlarını veren plana dönüştürür.
DNA metninde, yaşamın tüm gizli
mesajları ve gelecekteki olasılıkları, yaratılıştan gelen ama ortaya çıkmamış
potansiyel, varoluşun "ne olduğu" ile "ne olması gerektiği"
arasındaki gerilim yazılıdır. Genler, DNA'.nın harfidir; clüzenlemeleri, olası
ve ortaya çıkan fikirleri barındırır. Herhangi bir dilde olduğu gibi, anlamlar
çeşitli diziler yoluyla değişebilir. Gen ifadesinin biyolojik söyleminin kendi
düzenlemeleri, farklı anlamları ve sansür örnekleri vardır. Onun çeşitli
tezahürleri, DNA metni içindeki ifadenin doğruluğuna bağlıdır.
Bir örnek verirsek, biyolojik
mekanizmanın yapısında buna karşılık gelen değişikliklerle birlikte atlanabilen
veya susturu- labilen DNA bölgeleri vardır. Hayata yorumlama kapasitesini,
anlamı değiştirebilen çeşitli aktarım modlarını veren şey, DNA'.nın
harflerindeki değişikliklerdir. Doğa, mirasına bir özgürlük kaynağı verdi. Bu
da, olmazsa değişmez biyolojik kısıtlamalara neden olacak şeylere yanıt verme
ve bunlara uyum sağlamak için bir diyalog yaratma yeteneğidir. Başka bir deyişle,
herhangi bir kelime oyunu olmaksızın, DNA gelişen bir dildir.
Genler, kromozom adı verilen uzun DNA
zincirleri üzerinde konumlanmıştır. Kromozomlar o kadar uzundur ki yılan gibi
kıvrılmaları gerekir. Bu yılanlar, DNA'.nın aktivitesini ve ifadesini kontrol
eden histon adı verilen protein katmanlarına
sarılır. Eski bir mumya gibi, DNA da
çözülebilir ve bu da hemen ardından gizli gen kodunu harekete geçirir. Sonuç
olarak, DNA'nın kendisi değişmez, ancak genomun ifadesi değiştirilebilir. Bu
süreç, epigenetik olarak bilinir ve genin kendisinin "yazılı"
metninde veya kodunda herhangi bir değişim veya "mutasyon" olmadan
genlerin işlevindeki değişiklikler olması anlamına gelir.
Canlıların deneyime dayalı olarak ve
epigenetik mekanizma yoluyla adapte olduğu fikri, aynı zamanda, beynin
çevresel etkilere dayalı olarak kendilerini değiştirebileceği fikri olan
nöroplastisitenin de altında yatan bir ilkedir. Bu nesiller arası kalıtım
biçimleri, dilin evrimi yoluyla izlenebilir.
Ve epigenetik -DNA'nın yorumlama
kapasitesi- ile insan dilinin evrimi arasındaki bağlantı nedir? Sabit ve
değişmez görünen şeyleri alternatif anlam ve varlık gerçekliklerine taşımak
insana özgü benzersiz bir olasılıktır.
Dilin icadı, zihnimizin fikirleri
kodlama, içsel durumlarımızı sokacak kılıflar yaratma ve bunları başkalarıyla
paylaşma yollarının evrimini temsil eder. Zihnimizle, insan dilinin yüce
potansiyeli aracılığıyla alternatif anlamlar inşa etme yeteneğine sahibiz.
Dilin gelişimindeki bu yücelik, tasvir güçlüklerinde bir ilerleme gerektirir,
bu da DNA'nın yaşamın özündeki zekasını nasıl kodladığına benzemeyen bir bilgi
kavramsallaştır- masıdır. DNA'nın ve kendimizin evrimini anlama becerimiz,
hatta bu evrimleri kendimizi ve birbirimizi anlamak için bir araç olarak
kullanma yeteneğimiz, hayatta kalmamız için de daha az önemli değildir. Dil
asıl özümüzü aktarmamızı ve böy- lece birbirimizi daha derinden anlamamızı
sağlar. Kültür ve en derin inançlarımız gibi, zihinler de dil yoluyla değişir.6
Zihnimizin zaman içinde nasıl
değiştiğine dair yazının evrimi yoluyla bir örnek gösterilebilir. Fenike ve
İbrani alfabeleri
gibi eski dillerde, kayda geçen
insanlık tarihi belirli bir yön ve biçimde yazılırdı. Bu alfabelerin okunması
ve yazılması sağdan sola doğruydu. Dilin bu yöndeki belirli sözdizimi, fikirlerin
başlatılması ve yayılmasıyla sağ beyin aktivitesinin güçlü bir ilişkisi
olduğunu gösterir. Daha önceki bir bölümde bahsettiğim gibi, beynimizin sağ
tarafı gerçeği daha örtük ve ilişki odaklı bir şekilde algılamaya yatkındır.
Beynimizin sağ tarafı devreye girdiğinde iman ve inanç gibi kavramları anlamak
daha kolaydır.7
Yunan uygarlığının yazının yönünü
soldan sağa olarak değiştirmesi ancak tarihin çok sonralarında oldu. Yunanlar
çok rasyonalistti. Batı medeniyetinin temel taşları haline gelen mantık ve
bilimi teşvik ettiler. Daha eski uygarlıkların birçok dini mitini reddettiler
ve inananlarla rasyc;^>nalistler arasında bir mücadele ortaya çıktı. Dilin
evrimi ve insan bilinci üzerindeki etkisi bu tartışmaya seyirci kalmamıştı.
Fakat beynin iki düello halindeki algılama biçimini yansıtarak, rasyonalizm ve
inanç arasındaki ikilemi aktif olarak şekillendirdi. Yunanların verdiği yön
kararı sayesinde bu günlerde imanı ve inancı anlamakta güçlük çekiyoruz.
İçimizdeki bu mücadele çoğu zaman
dışsallaştırılır. Doğuştan gelen beyin ikiliğimizin tehlikeleri öyle bir
kapsama ulaşmıştır ki, Tanrı'ya güçlü bir inanç ve iman beyan edenler (ve kendi
dinlerine güçlü bir şekilde katılanlar) bile derinden bölünmüş durumdadır. Bu
din ayrılıkları, yalnızca çok farklı inançlara sahip ötekilerle karşı karşıya
gelen tek bir inanca sahip insanlarda değil, aynı inancın halklarında bile
görülür: doktrinlerdeki anlaşmazlıklar sonu gelmez kan davalarına ve hatta kan
dökülmelerine neden olmuştur. Avrupalı şair Ril- ke'nin yazdığı gibi,
"Zihnimiz bölünmüş durumda. Ve kesiştiği yerde/iki yürek yolunun, tapınak
yoktur Apollon uğruna:'s
Dilin kullanımında yansıtıldığı
şekliyle bilim ve inanç arasındaki fark, temelde "anlamın varlığı
üzerinde bir anlaşmaz-
lık''tır.9 Değeri, amacı ve anlamı
özgürce keşfetmek, dili kullanarak ve yorumlayarak yaptığımız benzersiz bir
insan özelliği ve insan beyninin evriminin sorumluluğudur. Dil aracılığıyla,
oluşturduğumuz ve genellikle üzerinde anlaşmaya vardığımız tasvirler ve
gerçeklik modelleri üretiriz. Bu anlaşmalar sayesinde işbirliği yapabilir ve
birlikte barış içinde yaşayabiliriz.10
Ancak bu araçların kullanımı boyunca,
her zaman anlayışımızda bir sınırlamaya çarpacağız. Beyin, dünyayı tasvir etmeyi
en iyi hale getirmeyi amaçlayan evrimsel sıçramasında, deneyimi yorumlamak için
paradoksal bir şekilde dilin en azından küçük ve muhtemelen büyük uzaklaştırıcı
etkisinden mustariptir. Bir sevgi deneyimi var, bir de onu tanımlamak için
kullandığımız kelimeler var. Çevremizdeki dünyada bulunan görüntüler ve
fikirlerle bu modelleri kendimize ve birbirimize sıralamak için seçtiğimiz
kelimeler arasında bir fark var. Dilin sınırlamaları, şairlerin asilce ve
gayretle tercüme etmeye çalıştıkları kelimelerin ötesindeki dünyaya erişimi
önemli ölçüde kaybettirir. Bir şey için bir kelime yoksa, o zaman o şey olmamalıdır
diye yanlış bir sonuca varırız. Ancak ifade sözlüğümüzün amaca uygun kibrinin
gelişmesi için -yoksun kaldığımız- korkunç fedakarlık, insan deneyiminin
"barbarca feryadı"11 ile hayal gücümüzün sembolik temsilleri arasında
-ki bunların "çevrilemez" olduklarını biliyoruz- kara delikten başka
bir şey değildir.
Mistik, dini ve harikulade bir
tecrübenin karakteristik özelliği, tamamen tarif edilemez olmasıdır.
"Tapınmak'' ifade edilemeyeni ifade etmek için cılız girişimimizden başka
nedir? Çoğu insan, hayatta kelimelerin onu yarı yolda bıraktığı bir an
yaşamıştır. Büyük Kanyonun kenarında oturuyoruz ve rengarenk kaya katmanlarıyla
dolu geniş alanları görüyoruz. Hayretimizi anlatamayız. Yapabildiğimiz tek şey
hayranlıktan nefesimizin kesilmesi olur. Ya da henüz doğumhanede kucağımıza
verilen yeni doğmuş bebeğe hayret ediyoruz. Minnetta-
rız. Sarsıldık. Ama kelimeler
çıkmıyor. Sadece ağlayabiliyoruz. Tabii o zaman soyut bir şeylere dokunmuş
oluyoruz. Dilimizin sınırlarına ulaştık ve dilin ötesinde bir şey
deneyimledik. Bunlar olurken zihinlerimiz Tanrı'yla temas etti. Sınırlı da
olsa, başka bir dünyanın yankılarıyla karşılaştık.
Hz. Musa da bir konuşma sıkıntısı
olduğunu itiraf etmiş ve "Kelamı" iletme işini geri çevirmeye çalışmıştı.
Bize söylenene göre, "ağır bir ağzı ve ağır bir dili" vardı.
Dil Kaybı Bölünmüş Bir Beyindir
Afazi olarak adlandırılan nörolojik
bir dil kaybı durumu, dilin gücünü ve bu gücün silinmesinin ciddiyetini ortaya
serer. Afazi, felçten sonra sık görülür. Çocuklarda da nadiren görülebilir.
Landau-Kleffner sendromu (LKS) daha doğrusu, edinsel epileptik afazi (EEA)-
olarak bilinen bir durum vardır. Tam olarak beynin dil edinimi, anlama ve
görevlendirme bölgelerine yönelik yoğun bir bağışıklık saldırısı meydana
getirir. LKS, bir çocuğu dil becerilerinden acımasızca mahrum bırakabilir.
Ebeveynler (ve hekimler) sıklıkla bu sendromu otizm spektrumunda bir durumla
karıştırır ve yanlış teşhiste bulunur. MRI taramaları ve elektroensefalograf
(EEG) beyin dalgası çalışmaları genelde bu tanıyı koymakta faydalı olur.
Araştırmacılar LKS'yi ilk olarak
1957'de tanımladı. Bu bozukluk, bağışıklık merkezini tetikleyen bir anomali
nedeniyle önceden normal olan bir çocukta kademeli veya bazen de hızlı
gerçekleşen dil kaybı olarak karakterize edilir. Her zaman etkili olmasa da
bağışıklığı güçlendiren ilaçlarla tedavi edilebilir.
Ailesiyle yaşayan, on dokuz yaşındaki
Hanna, iki yaşında böyle bir problem yaşamıştı. Bebeklik ve ilk çocukluk döneminde,
oldukça iyi bir gelişim sergiledi. Hanna, ebeveynlerini memnun ederek çok erken
yaşta karmaşık cümleler kurma becerisine ulaştı. Ancak ikinci doğum gününden
kısa süre sonra ateşi yükseldi ve ağlama krizlerini kimse susturamadı. Bu
krizlerin ilk birkaçında, Hanna'nın
önceki sözel becerilerinde önemli bir gerileme yaşandı. Anormal bir şekilde
hiperaktif hale geldi ve tuhaf ki sendeleyerek yürümeye başladı. Çoğu zaman
nedensiz öfke nöbetleri ve ağlama krizlerine geçirdi. Bu semptomlar yavaş yavaş
azalsa da dil yeteneklerini periyodik olarak "yeniden kaybettiği"
başka bir tetikleyici olaydan sonra yeniden ortaya çıkıyordu.
Aileden bu tür olayları video
kameraya çekmelerini istedim (1990'ların başında, cep telefonlarının çıkışından
önceydi). Sağladıkları görsel kanıtlar, düşük bütçeli bir yapımda zombi rolü
için seçmeye katılıyormuşçasına vücudu aşırı katılaşan ve gözleri ağır ağır
yukarı kayan bir kızı gösterdi. Bu olaylardan biri sırasında beyinde konuşma
merkezine konuşlanmış anormal aktivite olduğunu doğrulayan bir EEG kaydı elde
edebildik.
Hanna'nın yaşadığı şey, gerçekliği
anlamlandıramamaktı. Dilin öngörücü konforu olmayınca, kalıplar yoktu, yalnızca
tehditkar bir gürültü vardı. Beyninin dil merkezinin temellerinin bozulması,
bizzat gerçekliğin yapıbozuma uğraması anlamına geliyordu. Beyni anlamı ayırt
etmekte, entropi hastalığından gelen düzeni dizginlemekte doğrudan ve
kesintisiz bir yetersizlik yaşıyordu.
Hanna'yla yıllar süren etkileşimim
bana bir kez daha dilin gerekliliğini ve mutlak harikasını gösterdi. Hikayesi,
bir kişinin gerçeklik algısından dil çıkarıldığında, gerçekliğin nasıl tamamen
farklı göründüğünü -ve bunun çok daha acımasız bir gerçeklik olduğunu-
gösterdi.
Bazı açılardan dile olan takdirimizi
kaybettik. Hepimiz bir dereceye kadar manevi bir afazi türü çekiyoruz. Tarihte
benzersiz bir zamandayız, insanlığın sözlerinin nasıl çarpıtıldığını, yanlış
yorumlandığını ve tamamen anlaşılmadığını görüyoruz. Bugün yazdığımızda ve
konuştuğumuzda, dedektifmişiz veya bir haber istasyonunda muhabirmişiz gibi
iletişim kurma eğili-
mindeyiz. Sadece gerçekleri
söylüyorum, teşekkürler efendim. Ve bu modern düşünce sisteminin hakikati talep
etme "hakkı" için verdiği son derece şiddetli savaşların sonuçlarını
bugün her yerde görüyoruz. Pek uzlaşma yok. Rahatlama ve orta yolu bulma arzusu
yok. İnsanlar kendi özel inanç sistemlerine o kadar kuvvetle bağlılar ki,
gerçeklik yorumlarının doğruluğunu bir şekilde kanıtlayan açıklamalar yapmak
için başka insanları ve kendilerini öldürmeye bile razılar.
Akılcı, sansürsüz beyin egemenliğindeki
düşünce ne kadar tehlikeli hale geldi? İdeolojinin değeri yaşamın kendi
değerine üstün geldiğinde sonuçlar ne kadar trajik hale geldi? Yarattığımız
ideolojisi, dilin ve fikirlerin bizi nasıl bağlayabileceğini anlamak yerine,
bizi bölmesi için kullanıyoruz.
Ama elbette bir umut var. Elbette
diliroize karşı sahip olduğumuz muazzam sorumluluk duygusunu geri alabilir ve
bu gücü fedakarca kullanabiliriz. İyileşmek ve incitmemek için. Birleştirmek ve
bölmemek için. Cevap, Tanrı'nın zihninde gelişen hikayemizde, dilimizin
"kutsal evrimi" dediğim şeyin içinde beklenmedik bir yerde yatıyor
olabilir.
Dil aracılığıyla, yaratılışın
kollarını kavrarız. Sembollerin şifresini çözebilmemiz sayesinde, yaratılışın
temel araçlarının, dünyanın entrikalarına ve Tanrı'nın zihnine açılan bir pencerenin
farkına varırız. Bu yeteneği sorumlu bir şekilde kullanma ya da kelimelerin
varlığımızı değiştirme potansiyelini görmezden gelme seçeneğine sahibiz. Çıkan
tüm gen düzenleme teknolojileri, dil temelli özelliklerin gücünü -gerçekliğin
tüm düzeylerinin şu ya da bu şekilde sembolik biçimde oluşturulduğunu- ortaya
çıkarıyor. Varlığımızın hem biyolojik hem manevi alemlerindeki harfler, başka
hiçbir aracın yapamayacağı şekilde hayatın kaderini dönüştürebilir,
düzeltebilir ve değiştirebilir.
Yani çıkaracağımız ders şu: Bu dil
aracıyla kutsanmış olmak, büyük bir sorumluluğu da beraberinde getirir. Dil
bize anlayış kazandırır; bize varlığımızı değiştirmenin ve başkalarının
varlığı hakkında seçimler yapmanın anahtarını verir. Farkındalığımız nedeniyle
çok daha fazla sorumluluk sahibi oluruz. Umut var. Elbette dil biz insanları
bölebilir. Ama bizi bir araya da getirebilir.
John Milton bu sorumluluğu Kayıp
Cennet'te şöyle ifade etti:
Tanrı'nın
Eylemleri dolaysızdır
Zamandan veya
hareketten daha hızlıdır
Konuşma süreci
olmadan dillendirilemez
Dünyevi düşüncenin
kaldırabileceği kadar anlatılır.13
Gerçekten de dilimizi yaratma ve
yeniden yorumlama yeteneği, aynı zamanda tanrısal doğamızı yeniden keşfetme
yeteneğidir. Milton bize şunu hatırlatıyor:
Zihin kendi
yeridir ve kendi içinde
Cehennemi cennete,
cenneti cehenneme çevirebilir. 14
Milton'ın şiiri, insan dilinin
potansiyeline atıfta bulunur. Dil aracılığıyla gerçekliğimizi birlikte yaratma
yeteneğimize işaret eder. Dilin evrimi ve engin konuşma kapsamı sayesinde,
yalnızca biyolojik süreçleri olan bir canlıdan daha yüce bir şeye
evrimleşebiliriz. Soyut ve yüce olan ilahi ruhlarımızı keşfedebiliriz.
Hikayelerimizi, hayatlarımızın ortak yaratıcıları olarak diğerlerine özverili
bir şekilde yansıtarak yazarız.
Sinirbilimciler, kendi kişisel
öykümüzü oluşturma becerisine, beynin kendi hikayelerini yaratma becerisine
otonoetik biliş adı verir. Dil aracılığıyla varlığımızın anlamını yaratırız
ama aynı zamanda birlik olma, "ötekini" derinlemesine tanıma fırsatı
da sağlar. İncil'deki bilmek ifadesi, özel bir birlik, paylaşılan bir diyalog
ve anlayış üzerine kurulu bir bağ anlamında okunabilir. Hayatlarımızın
ilerleyişi, Tanrı ile yarattıkları arasında bir diyalog olarak algılanabilir.
Hepimiz yol boyunca çatışmalarla
karşılaşıyoruz. Aslında ister kurgu
ister günlük olsun, her ilginç hikaye özünde çatışma gerektirir. Engeller,
meydan okumalar, meydan okuyanlar ve başka düşmanlar olmadan gerçekten anlamı
veya gerçeği bulamayız. Martin Buber'in yazdığı üzere, "Dünya onu anlayan
insanoğluna verilmiştir ve insan yaşamının kendisi bir alma vermedir:'15 Bu
hikayeler bize aktarılır ve biz de onları dil aracılığıyla iletiriz. Dil
aracılığıyla yararlandık ve ona aynı şekilde yanıt veriyoruz. Buber devam
ediyor, "Böy- lece dünyanın tüm tarihi - gizli, gerçek dünya tarihi -
Tanrı ile yarattığı arasındaki bir diyalogdur:'16 Ve bu diyalog sayesinde,
sevginin Tanrı'nın dili olduğunu keşfedebiliriz.
"Tanrı, cevabı bizim hayatlarımız olan bir
sorudur:'
- HAHAM JONATHAN SACKS1
"Nihayetinde insan, hayatının
anlamının ne olduğunu sormamalı, sorulanın kendisi olduğunu kabul etmelidir:'
- VIKTOR FRANK!}·
Douglas Adams'ın klasik bilim kurgu
serisi Bir Otostopçunun Galaksi Rehberi'nde, Derin Düşünce adlı devasa bir süper
bilgisayar, "yaşamın, evrenin ve her şeyin nihai sorusu" ile
beslenir. Yedi buçuk milyar yıl sonra, bilgisayar nihayet soruyu uzun süre
düşündüğünde, cevabı patlatır:
"Kırk iki:'
Adams'ın çalışmalarının hayranları on
yıllardır bunun içinde daha derin anlamlar arasa da, bu elbette saçma bir
cevap. Adams bizzat, "Bir şakaydı. Cevap, bir sayı -sıradan, ufak bir
sayı- olmalıydı ve ben bunu seçtim. Masama oturup bahçeye baktım ve '42 iş
görür; dedim. Yazdım. Hikayenin sonu böyle:'
Tüm ciddiyetiyle, herkes hayatın
nihai sorusunu merak ediyor. Anlamını. Amacını. Doğmamızın arkasında daha
büyük bir neden olup olmadığını merak ediyoruz. Bizler sadece biyolojinin
mahsulü müyüz? Yaşamın hayatta kalma ve neslini devam ettirme dışında daha
büyük bir anlamı yok mu? Amaç sadece hayal gücümüzün ürünü mü, biz insanların
uydurduğu
bir şey mi? Yoksa hayat daha büyük
bir şeyin, kendimizi aşan bir misyonun, Tanrı'yı gösteren bir şeyin işaretini
mi taşıyor?
Bununla örtüşen tamamlayıcı bir soru
var. Sadece kişisel alanda değil, aynı zamanda kozmoloji, fizik, kimya ve
biyoloji alanlarında da amaç buluyoruz. Hayatın başından beri yıkım ve düzen,
düzen ve kaos,4 kalıplar ve tamamen rastlantısallık arasında bir denge
olduğundan aslında şu soruyu da soruyoruz: Amaç ne demektir? Amaç, yön ve
niyet, hatta yıkıcı niyet anlamı barındırır. Bu yüzden amacımızı ele alırken
çok dikkatli olmalıyız. Onun hem biyolojik hem de manevi kaderimizi nasıl
şekillendirebileceğini anlamamız gerekiyor. Beynimiz sadece bir amaca ihtiyaç
duymakla kalmaz; ayrıca onsuz yaşayamaz.
Amacı anlama karmaşasına atılmak,
onun doğadaki karşıt gücünü anlamaktır. Bilimde, kaos öngörülemeyen ve düzensiz
olan demektir. Fizikte -hareketin incelenmesinde- kaos, doğanın ikinci yasası
olarak kabul edilir ve entropi kavramı (geri dönüşü olmayan veya yıkıcı bir
süreç), bir sistemin bileşenleri arasındaki düzensizlik derecesini ifade eder.
(Kaos ve entropi sayesinde, çırpılmış bir yumurtayı geri düzeltemezsiniz.) Biyolojide,
kaos normalde birbirine bağlı olan kümelerin ilişkilerinin ayrılmasını ifade
eder. Belirli bir organ veya sistem kaotik hale geldiğinde, davranışı rastgele
olur ve düzenini kaybeder. Örneğin, kanserde biyolojik kaos kontrolsüz hücre
bölünmesine ve metastaza; kalp hastalığında ani kardiyak ölüm riskine yol
açar. Beyinde epilepsi ve şizofreni gibi ciddi durumlar kaosla ilişkilendirilir
ve doğru bir şekilde "bozukluk" olarak adlandırılır. Hücre
popülasyonları birbirinden ayrıldığında ve ilgili aktivitelerini koordine etmek
için artık diğer hücreleri dikak te almadığında veya onlara göre hareket
etmediğinde ciddi patolojik sorunlar ortaya çıkar. Beyindeki biyolojik kaos,
aralıklı veya kronik olabilir ve hatta hayati tehlike taşıyabilir. Ayrıca hem
ilişkilerde hem de küresel olarak kendini göste-
ren psikolojik kaos vardır;
düzensizliğe meyleden toplumlarda mevcuttur.
Hayatın anlamının sorgulanması,
olabildiğine "insani" bir sorudur ve onun düzen ve düzensizlik
dinamikleriyle ilişkisini anlayarak anlamını çözmeye çalışabiliriz. Dini ve
felsefi gelenekler bu arayışa batmış durumdadır; hem Yunan • hem İbrani
teolojisinde kaos bir boşluk, bir esneme -anormal, istikrarsız ve belirsiz
olan- anlamı barındırır. İnsan yaşamının her alanında amaç, bu durumu dönüştürmek,
istikrarı yeniden oluşturmak, deneyimin bu kurucu unsurundan uzaklaşmaktır.
Düşünceler, dil, dua, çalışma, okuma
ve konuşmalar yoluyla zihnimizle bağlantı kurarak anlamı sorgularız, bir düzen
kanıtı ararız. Bu bölümde göreceğimiz üzere, hayatımıza düzen getiren eylemler
aracılığıyla, sevgi ve şdkate dayalı ilişkiler aracılığıyla amaç bulmaya
başlarız. Birbirimize ne kadar bağlı olursak, o kadar çok amaç buluruz.
Özellikle sinirbilim amaç hakkında
bizi bilgilendirebilir. Beynimiz onu yaratmak üzere tasarlanmıştır. Hayat,
entropi- yi amaç ve düzen ile dengelemeye bağlıdır. Tanımladığımız kavramlar
yalnızca mecazi değildir; vücudumuzdaki her hücrenin de bir amacı vardır. Bu
amaç, dengeyi bulmaktır, başka bir deyişle hastalığa yenik düşmek anlamına gelebilecek
karşıt zorlukların ortasında düzeni korumaktır. Bunu, tuhaf ve son derece
tehlikeli davranışları olan bir evlatlık çocuğu görmem istendiğinde ilk elden
yaşadım. Dorin'le tanışmadan önce, klinik muayenemde, kaosun psikolojik
sonuçlarının daha derin bir örneğini -o kadar şiddetli bir duygusal travma ve
ihmalin sadece kalıcı davranışsa} sonuçları değil, biyolojik sonuçlarının da
olduğunu- deneyimlememiştim hiç.
1989'da meydana gelen Romanya
Devriminden sonraki karanlık günlerde Dorin, ebeveynsiz beş yüz başka çocukla
do-
lup taşan derme çatma bir yetimhanede
yaşıyordu. Yetimhane güçbela ayaktaydı ve son derece kısıtlı bir kadroyla
işletiliyordu. Dorin'in yeni üvey babası Andy onu almaya geldiğinde, ilk önce
bu yerin kokusu karşısında şaşkına uğradı. Her yerde küçük çocuklar ağlıyor,
kimse onlarla ilgilenmiyordu. Bazılarında kirli bezler vardı ve bir süredir bu
durumdaymış gibiydiler. Bazı küçük çocuklar ilgisizlikten donmuş, oyuncak
bebekler gibi hareketsiz kalmışlardı.
Ama Andy ve karısı Janine, Dorin'in
solgun yüzünün ve çökmüş gözlerinin soluk bir fotoğrafını gördükleri o ilk
andan beri kendilerini ona adamışlardı. Andy, yetimhanede şaşırtıcı derecede az
evrak doldurdu ve ertesi gün, yanında dört buçuk yaşındaki Dorin'le uçakta
evine dönüyordu. Çocuk uçakta tek bir ses çıkarmadı, kısa ve huzursuz aralıklar
dışında uyumadı.
Onları havaalanında karşıladığında
kocaman gülümsedi Janine, ama Dorin karşılık vermedi. Getirdiği balonlara bakmadı
bile (neyse ki, Dorin'i fazla bunaltmamak için yeni büyükannesi, büyükbabası
ve kız kardeşini getirmemeye karar vermişlerdi). Janine, Dorin'i daha iyi
temizlemediği için Andy'yi azarladı. Ama pis yüzü ve vücudundan daha rahatsız
edici olan şey, ölçüleriydi. Göçmenlik bölümünün dışında gelen yolcu kısmında,
bir deri bir kemik halde biçimsizce duruyordu, beş yaşından çok üç yaşında bir
çocuk gibi görünüyordu. Janine, Yahudi Soykırımından kurtulanların olduğu o
eski filmleri düşünmeden edemedi, ama bu görüntüyü kafasından attı.
Eve gelir gelmez çocuğu beslemeye
çalıştılar, ama Dorin yemek yemedi. Andy ve Janine, onu banyo yaptırmak için
yukarı çıkardılar. Bakıcıların onun ayaklarını birkaç numara küçük ayakkabılara
sıkıştırmış olduğunu o zaman fark ettiler. Daha da rahatsız edici olan, kollarındaki
yeni fark ettikleri ısırık izleriydi. Kendisi mi yapmıştı? Yoksa diğer
çocuklardan biri mi?
Ertesi gün, Dorin'in yeni ablası olan
sekiz yaşındaki Emily, büyükanne ve büyükbabasının evinden döndü. Tiz
kıkırdama-
larla yeni kardeşine sarılmaya
çalıştı. Dorin tuhaf bir çığlıkla karşılık verdi, bu çıkardığı ilk sesti.
Emily'nin yüzünü tırmaladı ve omzunu ısırdı.
"Tanrım;' dedi Janine telefonda
kız kardeşine. "Kendimizi nasıl bir şeyin içine soktuk?"
Janine de Andy de pes etmeyi aklından
bile geçirmedi. Ancak işler aylarca şiddet dolu ve öngörülemez biçimde devam
etti. Dorin bir şekilde yeni çevresine alıştı, ama fiziksel olarak fevriliğine
devam etti. Bu fevriliği bazen tehlikeli bir boyuta vardı. Günler ya da
haftalar süren bir somurtkanlıktan sonra, elmasının üzerinde kalan bir parça
kabuk gibi basit bir durumdan patlayabiliyordu. Duvarları yumruklayarak
delikler açtı, son sürat koşarak mobilyalara atladı. Banyo aynasına dışkı bulaştırdı.
Yemek masasında, sohbeti sustur^qk için annesine, babasına veya ablasına
bıçak fırlattı. Sık sık uyku terörü yaşıyordu ve Janine'in nazik yatıştırma
çabalarına rağmen bazen saatlerce süren çığlıklar atıyordu.
Dorin, onu evlat edinen
ebeveynlerinden ve ablasından yavaş yavaş İngilizce kırıntıları kaptı. Hiç
anadilinden tek kelime etmiş miydi? Hiç kimse onunla konuşmuş muydu? Ja- nine,
sanki ormanda vahşi bir çocuk bulmuş gibi olduklarını düşündü. Sonunda Dorin'le
bazı şeyler hakkında iletişim kurabildiklerinde, ertesi sabah ebeveynleri
konuyu açmaya çalıştığında, gece yaşadığı rahatsızlıklara dair Dorin'in
bilinçli bir anısı olmadığını fark ettiler. Benzer bir şekilde, şiddetli uyanış
patlamalarını da meydana geldikten birkaç saat sonra hatırlayamıyordu. Aylar
böyle, döngüsel ve öngörülebilir hale gelen anormal davranışlarda gizemli bir
artış ve azalışla geçti.
Bir gün, henüz yedi yaşındayken Dorin
barbekü çakmağıyla evi yakmaya kalkıştı. Bir mucize eseri, Andy onu henüz iş
başındayken durdurdu. Janine'in kız kardeşi, "Bir gün hepinizi
öldürecek;' dedi. Onun haklı çıkmasından korktular. Klinik sosyopat ve
psikopatların olduğunu biliyorlardı. Onu evlat edi-
nerek bilmeden bir hata mı
yapmışlardı? Janine bunun imkansız olduğuna ikna olmuştu. Her zaman
yetiştirmenin doğaya baskın çıkabileceğine inanmıştı. Yeterince tutku herhangi
bir dağı yerinden oynatabilir; yeterince sevgi bir buzdağını eritebilirdi.
Çeşitli profesyoneller, Dorin'in
epizotlarının, şiddetli bir duygusal yoksunluk bozukluğunun semptomatik türü
olduğunu ileri sürdüler. Sonra onu tedavi edecek yeni bir terapist, epilepsi
gibi fiziksel nedenleri elemek için nörolojik bir değerlendirme istedi ve ben
burada devreye girdim. Dorin o ana dek gördüğüm en tuhaf vakalardan biriydi.
Davranışının, en güçlünün hayatta kalmasının çarpık bir versiyonunun sonucu olduğunu,
ilk çocukluk deneyimlerinin acımasızlığına nasıl adapte olduğuna dair beyninin
bir yansıması olduğunu düşündüm.
Darvinci evrim teorisi sadece evrimi
değil, son zamanlarda beyin gelişimini ve plastisiteyi açıklamak için de
kullanılmıştır. Nobel ödüllü Gerald Edelman, Neural Darwinism: 1he 1heo- ry of
Neuronal Group Selection· adında çığır açan bir kitap yayımlamıştır ve burada
beynimizdeki karmaşık adaptasyonların doğal seçilime benzer bir süreçle ortaya
çıktığı fikrini sa- vunur.5 Beyindeki bu aktivite kalıpları ve devreleri, en
uygun olanın hayatta kalması şeklinde çoğalabilir. Deneyim, içine yaşamı
onaylayan ya da yaşamı reddeden mesajlar ekleyerek beynimizi şekillendirir.
Bilimsel terimlerle, sinapslar arası bağlantılardaki değişiklikler, beyinde
evrimin organizmaları ileriye taşımasına benzer bir şekilde değişikliklere yol
açar. Beynimiz en iyi, bağlantılı olduğunda çalışır. Ya da daha basit bir
ifadeyle, beyin geliştikçe ya sadece en iyiyi seçer ya da en kötüyü sıyırıp
atar.
Adapte olmayı genellikle pozitif
güçlerle ilişkilendiririz. Örneğin, bebeklik döneminde felç geçiren bir
çocuk, diğer • Nöral Darvinizm: Nörona! Grup Seçilimi Teorisi (ç.n.)
beyin devrelerini kullanarak beynin
hasar görmemiş bölgelerinin hasarlıların rolünü üstlenmesine varacak kadar
hızla adapte olabilir ve bunu telafi edebilir. Felcin hiçbir etkisi klinik
olarak görülmez. Gerçekten de beyin plastisitesinin ana işlevi, genellikle
davranışsa! olarak yararlı olmasıdır. Sinirsel devreler, hayatta kalmayı
teşvik edici biçimlerde yanıt vermek için oluşturulur ve yeniden
şekillendirilir.
Ancak beyin olumsuz da etkilenebilir.
Beyni, başlıca görevi diğer beyinlerle etkileşime girmek olan ve bunun için
güçlendirilmesi gereken bir kas olarak düşünebiliriz. İlk günden itibaren
kullanmazsanız, onu kaybedersiniz. Yıllardır, hayvanat bahçelerinde, etrafı
çevrili alanlardaki hayvanların deneyimlerini "zenginleştirmeyi"
öğrendik ki beyinleri bozulmasın. Hayvanat bahçesindeki hayvanlar (ve diğer
organizmalar), diğer hayvanlar tarafından uyarılmazlarsa, sadece sıkılmazlar.
Geri çekilirler veya şiddete başvururlar (ve daha başka anormal, antisosyal,
verimsiz tepkiler verirler). Veya her ikisi de olabilir. Sonra da ölürler.
Dorin'in olağandışı davranışı, hayal
edilebilecek en kötü "en uygun olanın hayatta-kalması" tepkisi miydi?
Bir MRI çalışmasıyla devam ettik, bu da düzensiz beyin miyelin oluşumunu
gösterdi. Beyin, mesajları bir bölgeden diğerine göndermek için miyeline
bağlıdır. Beyindeki beyaz madde olan miyelin, memelilerde evrimsel olarak
geliştiğinde, çeşitli beyin bölgeleri arasında yüksek bağlantı sağlayarak
bilişsel ve duygusal becerilerimizin işlevinde bir kuantum sıçraması yarattı.
İnsan gelişiminde zenginleştirilmiş ve özenli ortamlar, büyük ölçüde daha güçlü
miyelin oluşumu aracılığıyla beynin optimal* gelişme becerisini arttırır. Her
şey gerçekten bağlantıyla ilgilidir.
Bazı araştırmacılar, çocukluktaki
ciddi ihmalin veya istismarın beynin miyelin seviyesini azaltabileceğini
teorileştir- di6. Duygusal bağlantılar olmazsa, fiziksel bağlantılar da
yok
•En uygun. (ed.n.)
olur. Bir Harvard çalışması,
çocuklukta ihmalin (terk edilme, bir de cinsel istismar) miyelin gelişiminde
gözlemlenebilir değişikliklere yol açtığını öne sürdü. Peki Dorin'in
miyelinine ne olmuştu? Beynini ne değiştirmişti? Cevap, en savunmasız gelişim
döneminde bir beyin için en uygunsuz ortam olan o kalabalık yetimhanede
başladı. Janine'in Dorin'in "garip beyni" dediği şeyin köklerinin,
Dorin'in beynini şekillendiren o yıllarda yaşadığı korkunç yetimhanede olduğuna
ikna oldum. Niteleyici duygusal durumun katıksız yoğunluğu, 7/24 korku ve acı
kanalı olarak işleyen bir sinaptik aktivite ağı olan sinir sistemine
sabitlenmişti. Ne yazık ki, bir "yeniden başlatma'' işlevimiz yok. Sabit
diskimizi silerek bu erken çocukluğun trav- matik anılarını yok edemeyiz.
Meslektaşlarım ve ben, Dorin için
geleneksel psikoterapi, oyun terapisi, hareket terapisi, beslenme ve tıbbi
desteğin kombinasyonunu içeren bir rehabilitasyon programı önerdik ve bu
programın oluşturulmasına yardımcı olduk. Dorin'in tam anlamıyla iyileşmiş bir
beyne giden yolu "düşünebileceğini" umduk. Zaman geçti ve yoğun
terapi olumlu sonuçlarla ilerledi. Sonuç olarak, Dorin'in tehlikeli ve
antisosyal davranışlarının sıklığı ve yoğunluğunda gözle görülür bir azalma
oldu. Ancak bugün bile, birkaç yıl sonra, tüm bu terapi onu tamamen "iyileştirmedi':
Ve ne yazık ki Dorin'in küçük beyninde meydana gelen yapısal ve işlevsel
değişikliklerin tamamen tersine çevrilebilir olup olmayacağını bilmiyoruz.
Milyonlarca çocuğun, Dorin'inki kadar
korkunç travmatik çocukluk deneyimleri yaşadığını hayal etmek zor değil (ama
trajik bir şekilde korkutucu). Dünyanın her yerinde çocuklar ihmal ediliyor,
yetersiz besleniyor ve akıl almaz derecede korkunç şiddete ve düşmanlığa maruz
kalıyor. Bu çocukların gelişen beyinlerini Dorin'inki kadar yakından
inceleyebilsey- dik, muhtemelen bu tür travmatik psikolojik deneyimlerin
gelişmekte olan beyinlerini tam anlamıyla yeniden ve yeniden şekillendirdiğine
dair kanıtlar bulabilirdik.
Daha önce bahsettiğimiz gibi, düzen
ve amaç ya da tam tersi, kaos ve anlamsızlık kavramları sadece mecazi değildir.
Freud'un dehası, metaforlarımızın ve hatta inançlarımızın biyolojik kökenleri
olduğunu tamamen anlamış olmasıydı. Biyolojik dürtülerin, Dorin'in durumunda
tanık olduğumuz gibi anormal davranışların aşırı biçimleriyle arasında bir
bağlantı olduğunu ileri sürdü. Freud, daha çok libido olarak bilinen kavramın
bir uzantısı olan, "ölüm dürtüsü" diye adlandırdığı, içsel olarak yönlendirilen
bir kendini yok etme gücünü ortaya koydu. Bazen ona Thanatos dedi.7 Freud bu
sonuçları eski bir filozof olan Empedokles'ten çıkardı. Empedokles, evrenin
yaşamındaki ve manevi yaşamdaki olayların,. .ilci karşıt, düalist prensipler
olan Sevgi ve Nefret tarafından yönetildiğini ileri sürdü. Bu kuvvetler genel
olarak evrenin unsurlarıydı ve her düzeyden insanın üzerinde eşit bir etkiye
sahipti.
Beynimizin bir ölüm dürtüsüne sahip
olduğunu anlamak zor olsa da bu teorinin bilimsel olarak doğrulanması, araştırmacı
Sydney Brenner, H. Robert Horvitz ve John E. Sulston'a, apoptoz olarak
adlandırılan programlanmış hücre ölümünün gömülü bir kodunu keşfettikleri için
2002 Nobel Tıp Ödülü'nü8 kazandırdı. Apoptoz, beynimiz de dahil olmak üzere
vücudumuzdaki her hücrede bulunan bir hücre ölüm programıdır. Yaşamın en
başından beri, bu ölüm dürtüsünün parçalayıcı unsurları paradoksal ve hazır
bir şekilde aktiftir. Biyolojik olarak DNA, önceden programlanmış kendi kendini
yok etme eğilimlerinin ana mesajlarını içinde barındırır.
Yine de apoptoz, yani hücre ölümü
tamamen kötü değildir. Bazen belirli hücrelerin "intiharı" aslında
iyi bir şeydir. Örneğin, anne karnında, başlangıçta tüm ayak parmaklarımız birleşiktir.
Bazı hücreler ölmeseydi veya kaybolmasaydı, o zaman hepimiz perdeli ayaklarla
doğardık.9 Apoptoz, en iyi haliyle
beynin ve vücudun geliş.im
sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. Sinaptik bağlantıların ve sağlıklı
yaşamların kurulmasıyla örtüşür. Mesela gelişmekte olan bir beyinde, sıkı bir
şekilde düzenlenmiş bu intihara meyilli hücre ölüm yollarıyla hücrenin hayatta
kalma sinyalleri arasında hassas bir denge vardır. Apoptoz, gelişen sinapsları
rafine ederek ve biçimlendirerek beyni şekillendirir. En kötü haliyle, apoptoz
çok zararlı olabilir. Hatta bazıları, otizmin aşırı apoptozdan kaynaklandığina
dair teori oluşturdu ve Alzheimer ve Parkinson gibi bazı hastalıklarda yapılan
çalışmalar bunların vücutta aşırı apoptoz gerçekleşmesiyle bağlantılı olduğunu
gösteriyor.
Psikiyatri alanında bile, şiddetli
duygusal sıkıntı ve umutsuzluk, gizli hücre ölümü yollarını tetikleyebilir.
Psikolojik yaralar, beyinde bir tür yara dokusu -nöronlarda ölçülebilen gerçek
bir biyolojik işaret- oluşturabilir. Yakın tarihli bir çalışmada,
araştırmacılar vefat etmiş ve tedaviye dirençli depresyondan mustarip
hastaların beyinlerine yakından baktılar ve bu bilim insanları, beyin hücresi
popülasyonlarındaki apoptoz derecesini ölçebildiler. Biyolojik ölüm
mesajlarıyla şiddetli duygusal kargaşanın varlığı arasında açık bir bağlantı
keşfettiler. 10 Ölmesi için seçilen hücreler, anlamlı bağlantılar kuramayan
hücrelerdir; başarısız bir ilişki halinde oluşan kopukluklar, hücrelerin
amaçlarını kaybetmelerine neden olur. Sanki beyin hayatın yaşamaya değmediği
sonucuna varır. Nihayetinde bu zararlı mesajlar genetik ve biyolojik
mekanizmalara arka arkaya iletilir ve bu da hayati yollarla bağlantının
kesilmesine yol açar.
Hayat, anlamdan yoksun olduğumuzda
fazlasıyla tehlikeli olabilir. İnsanda kaygı, beynimiz amaçtan koptuğunda ve
bunun yerine nihilizmle dolduğunda gerçekleşen boşluk korkusundan kaynaklanır.
Fiziksel kaidede bile içimizde umut-
suzluğun tetiklediği bir ölüm
dürtüsü, yaşamın hiçbir anlamı olmadığı sonucuna vardığımız yavaş bir ölüm
biçimi vardır. Sinirbilim, beynimizin ilişkilerimiz aracılığıyla amaç aradığını
doğrular. Amaç, varlığımızın en küçük atom altı bileşenlerine kodlanmıştır.
Demek istediğimi tekrarlayacağım: amaç, biz insanların basitçe hayal ettiği
basit bir şey değildir - DNA'.mızın içine kodlanmıştır!
Böylece ortaya çıkan en büyük ve
nihai soru, bu bilgiyi uygulamamızla ilgilidir: Madem hayatın bir amacı var, o
amaçla ne yapıyoruz? Gerekirse, kendi evrimimizi nasıl geliştirebiliriz?
Kanıtlar, deneyimlerin ve özellikle bağlantı kurduğumuz ilişkilerdeki
deneyimlerimizin beyni şekillendirdiğini gösteriyor. Bunun karşılığında beyin
de deneyimlerimizi şekillendirir. İnançlarımızın etkisi kelimenin tam
anlamıyla bir ölüm kalım meselesidir. Bu nedenle bağlantılarımızı dikkatli bir
şekilde korumalıyız.
Gandi bunu şu ünlü sözleriyle dile
getirmiştir:
İnançlarınıza
dikkat edin düşünceleriniz olur,
Düşüncelerinize
dikkat edin söyledikleriniz olur,
Söylediklerinize
dikkat edin eylemleriniz olur,
Gandi'nin sözleri, olumlu bir şekilde
görüldüğünde bize ilham veriyor. Dünyayı iyi şekillerde etkileyebileceğimize
inanıyorsak, o zaman bu iyi yollar hakkında konuşmaya, bu en iyi uygulamaları
yaşamaya, amaçlı yaşama alışkanlığı kazanmaya ve nihayetinde hayatımızın
gidişatını faydalı biçimde şekillendirmeye başlayacağız.
Gandi'nin sözünün altında yatan şey,
artık beyindeki hücresel aktivitenin bilişsel ve duygusal durumlarımız
üzerindeki doğrudan etkisini gösterebilen sinirbilimdir. Biyoloji gerçektir:
Bir insan ne düşünürse, o olur. Bir kişi sürekli olarak zararlı dü-
şünceler düşünürse, kendini
kontrolsüz ve uzun süreli öfkeye, izolasyona veya herhangi bir bağlantısızlık
durumuna sokarsa, o zaman kelimenin tam anlamıyla zararlı apoptozu tetikleye-
bilir ve beyin hücrelerini öldürebilir. Tersine, bir kişi beynini ne kadar
olumlu düşünceye maruz bırakırsa, o kadar olumlu hareket edecektir. Bir beyin
hasar görebilir ve bir beyne yardım edilebilir. Empati, ilişkiler, fedakar
olmak, şefkat göstermek ve içten bir varoluş yaşamak beynin yenilenmesini
teşvik eder.
Kalplerimiz
Aracılığıyla Tanrı'nın Zihnini Bulmak
Sinirbilim, duygu durumlarımızın
gerçeklik deneyimimizde vizyonun oynadığı role denk, hatta bazı durumlarda onu
aşan bir algı portalı olduğunu doğrulamıştır. Bunlar; dünya, kendimizi nasıl
gördüğümüz, başkalarını nasıl algıladığımız ve yargıladığımız hakkında
kurduğumuz zihinsel modellerle ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdırlar. Hem
bilinç hem de inanç konularında duygunun önceliği, neredeyse tüm
ilişkilerimizin onlara dayalı olması gerçeğinden gelir.
Duygusal durumlarımız ile beyin
fonksiyonumuz arasındaki bağlantıya dair o kadar çok örnek var ki, özellikle
beyin ve kalp arasındaki ilişkinin araştırılmasına ayrılmış nörokardi- yoloji
adı verilen yeni bir alan ortaya çıktı. Düşmanlık ve stres gibi olumsuz
duygular, kalp hastalığı ve hatta ani kardiyak ölümle (SCD) fazlasıyla
ilişkilendirilmiştir.12 Normal kalp atış hızı değişkenliği, kalpteki kaos ve
düzen arasındaki dengeyi düzenleyen belirli hücre gruplarının, yani
"osilatörlerin" ko- ordineli eşleşmesinden kaynaklanır. Bu dikkatlice
ayarlanmış hücre grubu bir şekilde radikalleştiğinde, karşıt güçler arasındaki
normal denge, yaşamı tehdit eden bir şiddet girdabına savrulur.
Ben nöroloji asistanıyken, genç bir
kadın, beyninde bir şişmeye neden olacak kadar büyük bir felç geçirdi ve
komaya girdi. Gençlerde felç çok nadir görülür. Bu özel durumda felcin sebebi
esrarını koruyordu ve bunu çözmemiz gerekiyordu.
Bir dizi tanı testiyle bu genç
kadının Takotsubo kardiyo- miyopatisi olduğu ortaya çıktı. Yani tam olarak
anlaşılmamış bir sebep yüzünden kapsamlı kalp hasarı yaşamış ve bundan dolayı
felç olmuştu. Bu durum, yaygın olarak da bilinen kırık kalp sendromudur. 13
Kırık kalp sendromunda ortak payda, genellikle duygusal travma ve şiddetli
stres sonrası adrenalin tipi hormonlarda keskin artıştır. Tıbbi literatürde
-silahlı bir soygunun kurbanı, sevilen birinin ani kaybı- çok sayıda klinik
vaka bulunmaktadır.
Böyle bir geçmişi öngöremedik. Kalbi
kırık hastamız nöroloji servisine sevk edildiğinde zaten solunum cihazına
bağlıydı, ama kolunda aşk acısı anlamına gelen bir dövme vardı. Ne zaman onun
başucunda olsam ve bu dövmeyi okusam, Pas- cal'ın gözlemlediği şeyi
hatırlıyordum: "l(albin kendine has nedenleri vardır ki akıl hiçbir zaman
anlayamaz:'14
Her sabah koğuşa gider ve tahlillerini
alırdım. Damarını bulmak zordu, oldukça kiloluydu. Günler böyle devam etti. Hiç
değişmeyen nörolojik durumunu incelerdim. Onun solunum ayarlarını, beslenme
tüpünü ayarlıyor ve daha fazla pıhtılaşmayı önlemek için profılaksiyi
yönetiyordum. Çevresinin farkında olup olmadığına dair hiçbir fikrim yoktu.
Felçli olmayan tarafında uyaranlar karşısında geri çekilmesi dışında
yaptığımız testlere hiçbir tepki göstermedi. Hastalığına dair tahminler korkunç
görünüyordu.
Sonra bir sabah odasına girdim ve her
zamanki ritüeli yaptım. Kanını aldığım için ondan özür diledim, ilerleme
kaydettiğini söyledim, annesinin onu görmeye geldiğinden bahsettim ve bir
sonraki hastaya geçmeye hazırlandım. Ama bu defa onun uyanık olduğunu fark
ettim, en azından gözleri açıktı. Bilincinin yerinde olduğunu anladım. Gözleri
beni takip etti ve basit bir komuta tepki verdi. Bir istekte bulundu ve bana
bir şeyler yazmak istediğini işaret etti, ben de ona hemen not aldığımı, bir
kalem ve kağıt uzattım.
İletişim açısından sancılı bir
egzersizdi, her seferinde bir harf karaladı:
Bir şeye ihtiyacı olmalıydı. Ağrısı
mı vardı? Neden hastanede olduğunu açıklamam gerekiyor muydu?
Beni alıp mı? Burada ne düşünüyordu?
Ricasını netleştirmek için önce beni,
sonra kendi kendini işaret etti. Ne? Red Lobster? Beni Red Lobster'a mı
götürmek istiyorsun?
Amacını dile getirdiğinden emin olmak
için önce kendini sonra da niyetini netleştirmek için beni işaret etti.
Tıbbi yardımım için bana teşekkür
etmek istediğini söyleme şekliydi bu.
Bir süre sonra solunum cihazını
çıkardık. Tıbbi açıdan onun için kahramanca bir şey yapmamıştım, ama hayatta
ikinci bir şansı olacaktı. Yine de geriye dönüp bu vakayı düşündüğümde fark
ediyorum, ona sağladığım şey, akla gelebilecek en izole deneyimde - komada -
beynine amaç vermek için ihtiyaç duyduğu bağlantıydı.
Onunla havadan sudan konuştuğum o
kısa anlarda beyninde tam olarak ne işlediğini asla bilemeyeceğim. Geriye
dönüp baktığımda sıradan bir konuşma olarak gördüğüm şey, ona yaşadığı tıbbi
krizin ötesinde hayatta kalacağına ve gelişeceğine dair güvence vermiş olmalı.
Ancak şunu öğrendim, konuştuğumuzda kimsenin bizi duymadığına inansak bile
iletişim asla tek yönlü değildir. Kariyerimde, komada olan hastaların, tepki
veremeyecek durumda olsalar bile, onlardan bahsettiğimizi duyabileceklerini
unuttuğumuz anlar oluyor.
Başkalarının zihninde ne olduğunu
-düşünceleri, hayalleri ve korkuları- asla bilemeyiz, ancak ilişkilerimiz
dünya deneyimlerimizi paylaştığımız daha derin, sözsüz bir anlayışın
kanıtıdır. Görünen o ki tek yönlü etkileşimler, bağlantısının
kesildiği birkaç hafta boyunca o genç
kadını besledi ve o anda bunu fark etsem de etmesem de bunun ona verebileceğim
en iyi ilaç olduğunu gösterdi. Bazen ufacık jestler en önemli olanlardır. Acı
veren şey sevgi değildir; acı çekmemize neden olan, ondan kopuşumuzdur.
Olağanüstü stresli ve belirsiz
zamanlarda yaşadığımızı anlamak için bir psikiyatr olmaya gerek yok. Dünyanın
her köşesinde muazzam bir ıstırap, büyüyen bir varoluşsal kaygı var ve
inancımızı kaybetmemiz için çok iyi nedenler mevcut. Sizin de benim de
özellikle intihara meyilli olduğumuzu ima etmek istemiyorum. Ama çok fazla
insan umutsuzluk ve kaygıyla boğuşuyor. Bu günlük umutsuzluk nedeniyle güven,
güç, empati ve şefkat dolu hayatlar yaşamak yerine umutsuzluk ve karanlık
hayatlar yaşıyoruz. Çok fazla insan intihara doğru ağır ağır ilerliyor.
Amaçlarının, bir anlamlarının olmadığına inanıyorlar. Onlar her şeyin rastgele
olduğunu söyleyen Kool-Aid'i iç- tiler·. Doğumumuz rastgeleydi, hayatımız
rastgele, ölümümüz rastgele olacak.
Bu büyük bir yalan. Hayat düzenle
ilgilidir, kaosla ilgili değil. Ve düzen anlamla doludur. Anlamlı hayatlara
devam edebilmemiz için olanaklarımızı düzensizliği geri püskürterek
harcamalıyız. Biz insanlar, hayatımızdaki anlam sayesinde daha bilinçli, daha
şefkatli yaşıyoruz.
Hayat, anlamsızlık kurgusunu ortadan
kaldıran bir gerçektir; çağrıldığımız ve tepki verebileceğimiz bir
gerçekliktir. Nihai anlam, birbirimizle olan bağlantımız ve sevgimiz aracılığıyla
keşfedilir ve bu sayede kendimizi Tanrı'ya bağlarız. Biz ilişkisel varlıklarız.
Beynimiz amacını, kişinin kendini arayışının başkalarıyla benlik arasındaki
bağlantı noktasında bulunduğuna dair derin bir farkındalıkla bulur. Bu,
birbirimizi insan olarak tanımayı ve aynı zamanda DNA'.sı yaşamlarımıza yansıyan
bir empati ve şefkat Tanrısını tanımayı içerir. Aradı- • 18 Kasım 1978Cie
Jim Jones'un önderliğinde 900'den fazla kişi, aynı gün aynı saatte içine siyanür
karıştırılmış toz içecek olan Kool-Aid içerek toplu intihar girişiminde
bulunmuştur. (ç.n.)
ğımız bu olumlu amacın aslında
Tanrı'nın zihninin bir yankısı olduğunun bilincinde olduğumuzda, daha güvenli
bir şekilde yaşayabiliriz. Amacımızın başkalarına karşı empatik olmak olduğunu
güvenle söyleyebiliriz ve bu amaçla yön ve sakinlik bulabiliriz.
Bağlanabilirliğimizin özü sayesinde, hepimizi saran evrensel kaosun aşırı
çekimine karşı koyabiliriz.
Amaç ve anlamın nasıl eş anlamlı
olduğunu ve kaderimizin nasıl asıl belirleyicileri olduğunu görüyoruz. Her
ikisi de yaşamın anlaşılır bir düzeni ve tutarlılığı olduğunu öne sürer.
Biyolojik ve soyut varlığımızın birçok parçasını ve zerresini bir araya getiren
daha büyük bir öykü var. Bu bilgi, varlığımız için hayati önem taşır ve
keşfetmemiz için hazırda bekler. Umuttan, inançtan, hafızadan, sevgiden,
empatiden, iletişimden ya da şefkatten bahsettiğimizde, hepsi ruhumuzun temel
gıdaları olabilir. Bunlar somut değiller, ancak rutin olarak güvendiğimiz
ilaçlardan daha önemsiz de değiller.
Ortaçağ Yahudi filozofu Musa bin
Meymun bir zamanlar, dünyanın dengede durduğunu yazmıştı. 15 Bu denge, küçük
bir hareketin bile en kalın direnç duvarlarından geçebileceği bir kelebek
etkisi gibidir. Amaçla ve amaç yoluyla, dengeyi kutsallığa, tamamlanmış bir
varoluşa çevirerek değişimi etkileyebiliriz. Biz insanların bir seçeneği var.
Bu zorlukların ortasında hareket edebiliriz. Bilinçli, hayırlı ilişkiler
yoluyla düzen ve anlam aşılayabiliriz. Eyleme geçme ve tüm etkileşimlerimizde,
ilişkilerimizde ve ahlaki kararlarımızda sevgiyi temel alma becerisine
sahibiz. Bu, hayatımızın nihai anlamıdır; hem iç hem dış karşıt güçlerin
bağlantı noktasında, kaderimizi hem ayırt eder hem şekillendiririz. Somut
dünyayı dönüştürmek, öbür türlü görünüşte rastgele ve değişken olacak bir
varoluşa düzen getirmek ve yaptığımız eylemlere ilahi doğamızı aşılayarak yaşamlarımızı
şekillendirmek için yaratıldık.
Amacımız bu: Kendimizle Yaratıcımız
arasındaki derin bir ittifakı anlamak ve yaratmak.
"Bir insan istediğini yapabilir,
ama istediğini isteyemez:' - ARTHUR SCHOPENHAUERi
"Biz dış dünyanın köleleriyiz,
ama ruhumuzda ve maneviyatımızda özgür erkeklerle kadınlarız:'
- PRAGLI MAHARAL2
Hayattaki tüm deneyimlerimiz
-eylemlerimiz, duygularımız ve motivasyonlarımız- kısmen beynimizin
aktivitesine dayanır. Hipokrat, ^e Sacred Dise^ede
aynı şekilde belirtmiştir: "insanlar bilmeli ki, zevklerimiz,
sevinçlerimiz, kahkahalarımız ve şakalarımız kadar üzüntülerimiz, acılarımız,
kederlerimiz ve gözyaşlarımız da sadece ve sadece beyinden kaynaklanır:'3
Sinirbilim, insan düşüncesinin ve
davranışının beynin biyolojik işlevine sıkı sıkıya bağlı olduğu ilkesine ve
çeşitli beyin hasarlanmaları ile nörolojik hastalıkların dil kaybı, felç ve körlük
gibi sonraki belirtileri arasındaki güçlü klinik gözlemlere dayanır. Bunun
akıllara getirdiği soru şudur: Yaptığımız şeylerin ne kadarı irademiz
dahilinde?
Bu predeterminizm· sorusunun, idam
davalarında yasal etkileri bile vardır. Örneğin 2015 yılında Cecil
Clayton, bir • Seçenekler ne olursa olsun, her koşulda deneyimin önceden
belirlenmiş şekliyle yaşanacak olduğunu varsayan felsefedir. Önceden
belirlenmişlik de denir. (ç.n.)
polis memurunu öldürmekten suçlu
bulunmasının ardından Missouriöe idam edildi. Ancak Clayton, 1970'lerde ciddi
bir beyin hasarı geçirmiş ve beyin cerrahları beyninin beşte birini çıkarmak
zorunda kalmışlardı. Bu kısımların normal işlevleri muhakeme, dürtü kontrolü
ve hatta ahlaki davranışla ilgili konular için gerekliydi. Clayton'un avukatları
da aynı şeyi savundu, ancak ABD Yüksek Mahkemesi bu tür beyin hasarının onu
cinayet işlemeye iteceği fikrini reddetti. Ceza hukukundaki bu tür uç örnekler
bizi şu soruyu sormaya yönlendiriyor: Beynimizin anatomisinin ne kadarı
kaderimizi belirliyor ve bu yüzden eylemlerimizden sorumlu değil miyiz?
Nörologların karşılaştığı en sıra
dışı vakalardan biri, yabancı el sendromu adı verilen bir durumdur. Bu
durumdaki hastaların elleri, bir elin diğer eldeki nesneleri alabildiği veya
bir uzvun diğerini tutmaya çalıştığı bir mücadeleye kilitlenmiş gibidir.
İnsanlar bu olağandışı vakaları gözlemlediğinde, beynin her bir yarısının
kendi özel deneyimine -bir kişinin davranışı üzerindeki arzu ve kontrol- sahip
olduğu ortaya çıkıyor neredeyse. Başka bir deyişle, kontrol gerçekten kimde?
Bizim için kim karar veriyor? Tek bir ben mi var, yoksa birden fazla kontrol
noktası mı mevcut?
Bu sorular, bu bölümde daha ayrıntılı
olarak incelemek istediğimiz sorulardır. Çalışmanın bir kısmı gerçek
özgürlüğün ne anlama geldiğini öğrenmeyi, başka bir kısmı bir adım geri atmayı
ve bizim için gerçek özgürlüğün var olup olmadığını incelemeyi içeriyor. Bu,
özgür irade ve predeterminizm arasındaki asırlık tartışmadır.
Kaderimize zaten karar verildi mi?
Tanrılar -ya da kendi biyolojimiz- bize önceden belirlenmiş bir hayatı
yaşamamız için değiştirilemez bir şablon mu verdi?
Yoksa bize açık seçenekler var mı?
Biyolojimizin düşünce ve eylemlerini seçtiğimiz ve hatta yarattığımız bağımsız
eylem diye bir şey var mı? Kendi kaderimizi kendimizin yazdığı bir hayat
yaşayabiliyor muyuz?
Özgür müyüz? Yoksa değil miyiz?
Kulağa çok vasat gelme riskini
alarak: Yoksa bu ikisi arasında bir yerde miyiz?
Hangisi Önceydi:
Özümüz Mü, Varlığımız Mı?
Predeterminizme karşı özgür irade
kavramını genel olarak anlamak için kendimize sormalıyız: Hangisi önce geldi,
özümüz mü yoksa varlığımız mı? Öz için başka bir kelime bilinç,
"öz-benliğimiz" veya ruhumuz olabilir. Varlığımız için başka bir
kelime, biyoloji veya fiziksel mevcudiyetimiz olabilir.
İlk olarak, özümüzün varlığımızdan
önce geldiğini iddia eden saf determinizm bakış açısını ele alalım.
Seri üretilen bir nesne düşünün,
mesela tenis raketi. Mühendisler üretim sürecine başlamadan önce, bir tenis
raketinin hangi amaca hizmet edeceğine karar verirleı:.-Bir tenis
kortunda oynamak için raketlere ihtiyacı olan iki tenisçiyi zihinlerinde
canlandırırlar. Bir amaç doğar. Daha sonra mühendisler gerçek raketleri
-"varlığı"- yaratmaya başlarlar ve bunu bir prototip -gelecek tüm
tenis raketleri için bir model veya standart görevi gören orijinal bir tenis
raketi- oluşturarak yaparlar.
Bu prototipi yapmak için mühendisler
ahşap, çelik veya fiberglası alır ve bildik tenis raketi şeklini verir. Raketin
baş kısmında çeşitli bağ, tel ve ip türleri denerler. Raketin sapını tutma
bandıyla sararlar ve voilil', bütün bir raket tasavvur edildi, tasarlandı,
oluşturuldu ve artık üretime hazır.
Prototip oluşturma sürecinin bir
parçası olarak, mühendisler ayrıca diğer tüm tenis raketleri için bir şablon
hazırlarlar. Tenis raketi şirketleri, tüketicilere satmak için çok sayıda raket
üretmeleri gerektiğinde, yaptıkları her tenis raketi için özgün bir tasarım
bulmaya çalışmaz. Sadece şablona bakar ve oradan çalışırlar. Bu şablon bir kez
çizildiğinde, o şablonla yapılan herhangi bir tenis raketi her zaman bir tenis
raketi olacaktır. Hammaddelerle birleştirilen şablon, bunun yerine bir
şezlong, • (Fr.) İşte. (ed.n.)
1
küvet veya roket gemisi
üretmeyecektir. Tenis raketi şablonu her zaman bir tenis raketi verecektir.
Benzer şekilde, eğer bir şey tenis
raketi olarak yapılmışsa, o halde her zaman amacına uygun olarak
kullanılacaktır. Elbette bir kişinin hayal gücünde tenis raketi başka bir şey
için kullanılabilir, belki bir taklit yarışmasında elektrogitar niyetine
kullanılabilir. Ama kesinlikle her zaman tenis oyuncuları tarafından tenis
kortunda kullanılmak üzere tasarlanmış bir tenis raketi olacak, asla gerçek bir
elektrogitar olmayacaktır.
Bir şeyin varoluş nedeninin (veya
amacının) önce gelmesi gerektiğini ve sonra her şeyin oradan akarak devam
edeceğini düşünmek mantıklıdır. Bu çalışmaya göre, insanların insan olmasının
amaçlanması, insanlığın özüdür. DNA'mızda kodlanmış bir insanlık şablonu
vardır ve tüm insanlar aynı temel şablona göre oluşturulmuştur. Tanrı'nın
zihnindeki insan olma kavramı, bir nesnenin nihai olarak niçin kullanılacağına
dair bir fikir ortaya çıktıktan sonra o nesneyi üretme kavramıyla
karşılaştırılabilir. Dolayısıyla her birey, ilahi akıl içinde belirli bir
kavramın gerçekleşmesidir.
Diğer tarafta, özgür irade bulunuyor.
Seküler hümanizm ve varoluşçuluk, özgür irade ile tüm bu denklemi tersine çevirmiş
ve önce varlığımızın, sonra özümüzün geldiğini ileri sürmüştür. Bizler,
zihnimiz ve bilincimiz de dahil olmak üzere, kendi varlığımızın yaratıcılarıyız.
Haliyle kendimizi ve dünyamızı mümkün olan her şekilde biçimlendirebiliriz.
Hiç kimse insanları tasarlamadı. Ne bir Yahudi-Hristiyan Tanrı'sı ne de
biyolojide kişi olmayan bir irade. Biz evrim yoluyla yeryüzünde belirdik ve
sonra görevimiz kendimizi şekillendirmek oldu.4
Bu düşünceye göre, yine tenis raketi
benzetmesini kullanırsak, başlangıçta bir tenis raketi tasarlamak için hiçbir
neden yoktu, hatta tenis kavramı bile yoktu. Tenis raketlerinin çeşitli
parçalarının bileşenlerinden başka mühendis yoktu. Ve tenis raketlerinin
bileşenlerinin kendileri tarafından tasarla-
nan fabrikadan başka fabrika yoktu.
Tenis raketleri tenis raketi olmakta özgürdür, ancak eğer yeterli eğilim ve
zaman varsa, amaçlarını da değiştirebilir ve başka bir şeye dönüşebilirler. Biz
insanlar bir öz olmadan önce var olduğumuz iÇin, bizim için tek anlam bir öz
yaratmaktır. Sahip olduğumuz tek anlam, kendimiz için yarattığımız anlamdır.
Böylece "çıplak maymun'' teorisi doğar. İnsanlığı kimse tasarlamadı. Kimse
ona bir amaç vermedi. Burada ortaya çıktık ve sonra kendimizi şekillendirmemiz
gerekti.4
Ama hangi bakış açısı doğru?
Predeterminizm mi özgür irade mi? Biz tavuk muyuz, yumurta mıyız? Hatta
hangisinin önce geldiğini anlayabilir miyiz?
Ben hem predeterminizme hem de özgür
iradeye bağlı kalmamız gerektiği iddiasındayım. İnsan evriminin büyüsü, bir
şablonla başlamamızdı; irade ve predeterminizmle başladık. İlahi bir kıvılcım
insanı topraktan yarattı ve sonra Tanrı insana ruh üfledi. Bilincimizin hem
amacı vardır hem de amaç yaratabilir. Bize özgür irademizi veren de budur. Bu
bölümün ilerleyen kısımlarında, beynimizdeki temel insan niteliği olan özgür
iradenin biyolojik kökenlerinden bahsedeceğim.
Kısıtlamalar var elbette. Tamamen
özgür irade veya tamamen predeterminizm diyemeyiz. Her ikisi de aynı derecede
doğrudur ve bu size bir çelişki yumağı gibi geliyorsa, kesinlikle haklısınız.
Predeterminizmin savunduğu gibi önceden belirlenmişiz ama aynı zamanda
özgürüz. Genel olarak biyolojimiz açısından önceden belirlenmişiz. Ama genel
olarak bilincimiz açısından özgürüz.
Bu durum daha yakından inceleme
gerektiriyor. Bariz bir şekilde zıt görüşlerin böyle bir birleşiminin aslında
bir çelişki olarak görülmesi gerekmez. Bunun yerine bunu bir paradoks olarak
düşünün, bilimde her zaman paradokslar vardır. Bilim, yaşamın gizemlerini
deneyselcilik ve akıl, rasyonalizm ve mantık yoluyla anlamaya çalışır. İlk
başta tamamen çürütüle-
mez görünen bu doğa yasalarının
çatlaklara meyilli olduğunu görürüz. Bu çatlaklar, düzenli olmayan keşiflerden gelmiştir:
Görelilik, yerel olmama, belirlenmezcilik ve belirsizlik ilkesi, esrarengiz
evrenimizi güvence yerine paradoks yoluyla kavramamıza yardımcı oldu. 5
Örneğin, evrenin ışığı artık doğanın
en büyük gizemlerinden biri olarak kabul ediliyor. Aynı anda h.em
parçacık hem dalga olabilir, ki bunlar tamamen farklı iki yapıdır. Dolayısıyla
paradoksların varlığının bu çalışmaya özgü olmadığını bilmek rahatlamamıza
yardımcı olur. Özgür iradeye karşı önce belirlenme paradoksunu daha çok bir
"bulmaca' ve daha az "çelişki" olarak görebiliriz.
Çeşitli mezheplerden ilahiyatçılar,
özgür iradeye karşı pre- determinizmin önceden belirlenme sorununu uzun süredir
tartışıyorlar ve birçok savunucu, cevap olarak bir paradoksa tutunuyor; özgür
irade ve önceden belirlenmişlik birbiriy- le çelişmez. Bu hibrit doktrinde
Tanrı kesinlikle egemendir. Evrene hükmeder, hüküm sürer ve Tanrı istediğini
yapabilir. Yaratılışı aşar. Bu, denklemin predeterminizm tarafıdır. Yine de
insanoğlunun, hayatında yaptıklarının yalnızca kaderini yönlendirmekle kalmayıp
aynı zamanda sayısız başka insanın hayatını da etkilediğinin bilincinde olmak
da dahil olmak üzere pek çok seçeneği vardır. Bu özgür iradedir. Tanrı
robotları yaratmadı; doğru ile yanlış arasında seçim yapabilen ve aynı zamanda
kendisini herhangi bir zorlama olmaksızın sevip sevmeyen insanlar ister. Bu
hibrit görüş, paradoksu itelemek yerine onu kucaklar.
Benzer şekilde, bilimsel çalışma
içinde hem predetermi- nizm hem de özgür irade paradoksal olarak ağırlık
taşıyabilir. Evrim, Tanrı'nın suretinde yaratılmayı temsil eder: özümüz
gerçekten özgürdür; gerçekliği nasıl tanımlayacağımızı ve hatta yaratacağımızı
seçebiliriz ve yaparız. Özümüz artık determinist değil ve özümüzü tanımlamakta
özgürüz. Ama evrimi-
mizin içinde, akılda tutularak
tasarlandık. Bu bir çelişki değil, bir bulmacadır.
Tanrı özümüzü bu şekilde yarattığı
için insanlık özgür oldu. Evrimde varlık ve öz birlikte meydana geldi;
çıplaklığımız, istediğimizi yapma, dışsal hiçbir şey tarafından kısıtlanmadığımızı
fark etme özgürlüğümüzdü. Sahip olduğumuz tek sınırlar, kendimize koyduğumuz
sınırlardır. Tanrı'ya inanmamayı seçebiliriz. Ama eğer Tanrı'ya inanmıyorsak, o
zaman Tanrı'yı suçlayamayacağımızı da kabul etmeliyiz. Eğer özgür seçimimiz
olmasaydı, önceden programlanmış otomatlar olsaydık, varlığımızın hiçbir amacı
ve anlamı olmazdı.
Üzücü olan şu ki, özgürlüğü çok sık
yanlış yorumlayarak ruhun hiçbir yükümlülüğünün olmadığı anlamını çıkarıyoruz.
İbranice charath kelimesi hem "özgürlük" hem de "kazımak"
anlamına gelebilir.6 Buradaki fikir, varlığımız hakkında önceden belirlenmiş
veya sabit olan tek şeyin özgürlüğümüz olduğudur. DNA'mızda kodlanmış, insan
olmanın ilahi olarak verilmiş bir niteliği vardır, bu nitelik, bize Tanrı'yı
insan aklının ve kalbinin tam özgürlüğünde deneyimlemek için bir farkındalık
düzeyi bahşeder. Ancak bu özgürlükle birlikte bizi dünyaya bağlayan varoluşsal
bir sorumluluk da gelir. Canımız ne isterse onu yapmak bizi özgür bırakmaz.
Gerçek özgürlük, görünüşte kilitli
bir kapının anahtarıdır. Hepimize anahtar verildi ve kapıyı açmaya davet
edildik. Ama ilerleyip ilerlememek bizim seçimimiz. Kapıdan geçtikten sonra,
diğer tarafta büyük bir olasılık genişliği buluyoruz. Gerçek özgürlüğü
kucakladığımızda yaşamamız gereken hayatları yaşamakta özgürüz. Gerçek amaçlı
hayatlar yaşayabiliriz.
Yani özgürüz. Yine de her
istediğimizi yapmakta özgür değiliz.
Dünyaya gerçekten yardım etmekte
özgürüz.
Ve bu gerçek özgürlüktür.
Özgür İradeyi Laboratuvarda Test
Etmek
Birkaç yıl önce, bilincimizin sadece
ve sadece önceden belirlenmiş olduğunu kanıtlamak için çalışan Dr. Benjamin
Libet adlı bir nöroloğa büyük bir ödül verildi.7Temel olarak onun ar- gümani,
beynimiz de dahil olmak üzere her şeyin bir nedeni ve sonucu olduğuydu.
Örneğin, eliniz sıcak hissediyorsa, bunun nedeni ocakta sıcak tava gibi bir
şeye dokunmanızdır. Isı, beyninizin nöronlarının sürecine iletilir. Sıcaklığı
hissedersiniz ve beyninizde beynin bir tepkisi hissedilir. Böylece Libet'in
daha büyük sorusu şu şekilde ortaya çıktı: İrade duygumuzun önceden
belirlenmiş bir kökeni var mı? Seçimlerimiz açısından, sekiz numaralı topun
arkasında mı yoksa önünde miyiz? Yaptığımız her şey tanımlanabilir bir neden
tarafından önceden belirlenmiş midir?
Libet'in hakkını vermek gerekirse,
hipotezi pek çok sağlam akıl yürütmeye dayalıydı ve ben onun çıkarımlarının
bir kısmına katılıyorum. Nedensellik yasasına göre (Platon ve Aristoteles gibi
zihinler tarafından anlaşılan ve onaylanan bir yasa), başlangıçtaki bir
durumdan yalnızca bir sonuç çıkabilir. Elimde tükenmez kalem varsa ve kalemi
sallarsam tsunami üretemem. Niye? Kalem yeterince büyük olmadığı için bu tür
bir sonucu üretmek için yeterli kütleye ve yerçekimine sahip değil. Yalnızca
yeterli bir neden dünya kadar büyük bir şeyin sarsılması gibi bir tsunami
meydana getirebilir.
Sebep ve sonuca dayalı böyle
determinist bir evrende, gerçekliği öngörülebilirlikle eşanlamlı olarak kabul
edebiliriz. Fi- lozofWilliam James, "Determinizm neyi savunur?" diye
sorar. ''Açığa çıkardığı şey şu... geleceğin içinde vaat edilen muğlak
olasılıklar yoktur; şimdi dediğimiz kısım sadece bir bütünlükle bağdaşır.
Ebediyetten beri sabit olandan başka bir gelecek bütünü imkansızdır:'s Yani,
eğer bir ev inşa etmek istiyorsam, o zaman bir ev inşa edebileceğimi tahmin
edebilmeliyim. Ev
inşa etmeyi, ancak önce bir ev inşa
etme niyetim varsa tahmin edebilirim. Öyleyse biyolojimize dokunmuş bir niyet
olmalı. Sebep-sonuç yasası sayesinde bir şablondan önce bir tasarımcının
olması gerekir. Ve bu şablon nedeniyle, genel denklemde önceden belirlenmişliği
hesaba katmalıyız. Ama özgür irade de var mı? Libet'in çürütmeye çalıştığı şey
buydu.
Örneğin, Libet'in deneylerinden
birinde, insanlara parmaklarıyla bir düğmeye basmaları söylendi. Bunu
yaparken, Libet beyin aktivitelerini izledi. Gerçek bir eylem gerçekleşmeden
önce bir dürtüyü EEG'ler aracılığıyla fizyolojik olarak ölçebileceğimizi
gösterdi. Bu durumda, ilk olarak beyin ateşlendi, kişi ikinci olarak parmağını
hareket ettirme kararının farkına vardı ve ardından üçüncü olarak gerçek parmak
hareket etti. Üç aşamanın her biri arasında yüzlerce milisaniyt!lik boşluklar
vardı. Libet, beynimizin, bilinçli bir niyetimiz olmadan önce hareket etmeye
karar verdiği sonucuna vardı ve "Hareket etmeyi seçiyorum'' bilinçli
kararının, basit bir motor görevle nedensel belirleyici gücün çok sonrasında
düşünüldüğünü öne sürdü. Bunun anlamı, özgür irademizin kontrolünde
olmadığımızdır, çünkü ilk etapta buna sahip değiliz. Eylemlerimiz gerçekleşmeden
önce, her eylemden önce gelen bilinçsiz bir sinyal vardır. Bir kişinin beyni,
kişi kararı verdiğinin farkında olmadan önce belirli kararları taahhüt eder.
Hatta Malcolm Gladwell bu konuda
yorumda bulundu: "(Araştırmalar gösteriyor ki) özgür irade olarak
gördüğümüz şey, büyük ölçüde bir yanılsamadır: Çoğu zaman otomatik pilotta
çalışıyoruz. Düşünme ve hareket etme şeklimiz -ve anlık durumlarda ne kadar iyi
düşünüp hareket ettiğimiz, dış etkilere düşündüğümüzden çok daha bağlıdır:'9
Ancak Libet'in vardığı sonuçlarda da
sorunlar vardı ve bunlar son otuz yıldır hararetle tartışılıyor. Yeni bulgular,
boşlukları yanlış zamanladığını gösteriyor örneğin. 10 Diğer araştırmalar
onun tüm sonucunun hatalı olduğunu gösteriyor. Ör-
neğin, Wisconsin Concordia
Üniversitesi'nde felsefe profesörü olan Dr. Angus Menuge şöyle yazıyor:
"Libet'in deneylerine yakından bakarsanız, talimat verilen özne tarafından
önceden bilinçli bir karar vardı, sonra bir hazırlık potansiyeli, sonra bu
hazır olma potansiyelinin farkındalığı ve ardından bir hareket vardı.
Dolayısıyla, yakın neden hazırlık potansiyeli olsa bile, uzak bilinçli bir
kararın hareketin nedeni olduğu söylenebi- lir:'11 Başka bir deyişle, hareket
etme iradesi hem hareket etme kararından hem de hareket eyleminin kendisinden
önce gelir.
Ve CUNY -City University of New York-
felsefe profesörü Dr. Massimo Pigliucci şöyle yazar: "Libet'in deneyleri,
daha farkına varmadan bilinçsiz kararlar verdiğimizi gösteriyor. Düşen bir
nesneyi ne yaptığını anlamadan yakalayan birinin şaşıracağından da herhangi
birinin bu tür bir deneyimi, bilincin kasıtlı karar verme sürecine
girmediğinin kanıtı olarak ciddiye alacağından da şüpheliyim:'12
Libet'in sonuçları, UCLA'daki David
Geffen Tıp Okulu'nda nöroşirürji ve psikiyatri profesörü olan Itzhak Fried
tarafından 201 1 'de yayınlanan bir deney de dahil olmak üzere çok sayıda
çalışmada tekrarlandı ve geliştirildi.13 Fried, Libet'in EEG kayıtlarını tek
nöronları izleyen elektrotlarla değiştirdi ve hazır olma potansiyelinin,
bazılarının iddia ettiği gibi yalnızca belirli olmayan bir hazırlık sinyali
olmadığını, daha çok bir kişinin bu bilinçli kararları vermeden önce hem
hareket edip etmeyeceğini hem de hangi eli kullanacağını öngören beyin
aktivitesi olduğunu buldu. Bir kez daha, bu, deneyimlerimizin bize bilinçli
hareket etme kararımızın, bu kararı harekete geçiren şey olduğunu söylediği
öznel özgür irade duygumuza ağırlık katıyor gibi görünüyor. Gerçekte, bu
kararın herhangi bir bilinçli far- kındalığı yapılmadan çok önce işler zaten
harekete geçmiştir.
Bir özgür irade var; bölünmez ve ilahi
özümüz. Bir de önceden belirlenmişlik var; neden ve sonucun tecelli eden
varlığı. Bu bir çelişki değil, bir gizem ve paradokstur.
Daha önce de belirtildiği gibi, ben
"inanca inanan'' bir nöroloğum ve bunun her evrede bazı açıklamalar gerektirdiğini
anlıyorum. Tüm varlığımızın bir inanç düzeyine dayandığı deneysel bir
gerçektir. Beynimizin tüm işletim sistemi -tüm algılarımız, duyumlarımız,
düşüncelerimiz ve duygularımız- inanç meseleleridir. Hiç şüphesiz dine
"psikolojik olarak hazırız". Akıldaki (ikilikteki) bu inanç, bazı
düşünürler tarafından temel bir nitelikten ziyade beynimizin gerçek olmayan bir
yan ürünü olarak reddedilir.
Daha fazla açıklamak gerekirse -
klasik teist (inançlı kişi), yaratılışın iç işleyişine aktif olarak katılan
yüce bir varlığa inanır. Amaca ve failliğe olan inanç, bir teistin t^mel
argümanıdır. Teistler, inançlarını, değer ve niyet aramak ve yaratmak için
doğal bir yatkınlığa sahip olduğumuza dair örtük bir anlayışa dayandırırlar.
Beynimiz sorgulama yeteneğine sahiptir. Gerçekten de bu şekilde tasarlandı,
tıpkı biz burada olduğumuz için evrenin bizim için mükemmel bir şekilde uygun
olması gibi ki bu, yine, nöro-antropik ilkenin fikridir.
Peki neden bu şekilde programlandık?
Ateist yazar Richard Dawkins bu fikri eleştirir: "Biyolojik olarak,
davranışları bizim için önemli olan varlıklara niyetler yüklemek üzere program-
landık:'14 Eğer bu yanlış bir inanç, bir yanılsama ise, insan beyninin bu
tasarımının evrimsel önemi nedir? Daha yüksek bir gerçeğin yokluğunda neden
amaç ve fail tayin edelim? ''Akıllı tasarım'' konusundaki evrime dayalı inanç,
genlerimizin hayatta kalması için uygun mu? Yoksa varoluşumuzun bir anlamı
olup olmadığını anlama arayışımızda derin bir sapma mı?
Cevap vermek için, varoluşun mu özden
yoksa özün mü varoluştan önce geldiğine dair varoluşsal fikre geri dönüyoruz.
Hümanistler, önce fiziksel varoluşun, ikinci olarak da özün olduğunu, ancak
ikincisinin özgür irademizle tanımlandığını ve
yaratıldığını iddia eder. Ben önce
özün -Tanrı'nın özü veya biyolojinin amacı- var olduğunu savunuyorum.
Tanrı'nın mecazi aklı sayesinde hem varlığımız hem de özümüz yaratıldı. Bu özü
kendi bilincimiz aracılığıyla yeniden keşfetmemiz evrimimiz sayesindedir ve
bunu yaparak Tanrı'nın özünü de keşfederiz. Nobel ödüllü Sör John Eccles,
başyapıtı Evolution ofBrain: Creation ofSelfte uzun yıllar beyin üzerine
yaptığı çalışmaları kısa ve öz bir şekilde özetledi: "Biyolojik evrim;
bilinçli varlıkların doğası gereği sevgi, hakikat ve güzellik arayışında umut
aramak, anlam aramaları için maddi temel olan insan beynini sağlama konusunda
kendini aşmaktadır:'15
Bir teistin inanç sisteminin
merkezinde, indirgenemez karmaşıklık denilen şey -eğer etkileşimli parçalardan
oluşan karmaşık bir sisteminiz varsa ve sistemi işleyen parçalardan herhangi
birini çıkarırsanız, o zaman bütünün de işleyişini durduracağı anlamına gelen
kavram- vardır. Örneğin, fare kapanı ile fare yakalamak istiyorsanız, sadece
bir yay ile başlayıp çalışmasını bekleyemezsiniz. Benzer şekilde, fare kapanının
yay hariç tüm parçalarını çıkarıp yine de düzgün çalışacağını bekleyemezsiniz.
Fare kapanı yalnızca tüm parçalar yerindeyse çalışır. Evrenimiz, gezegenimiz
olan dünya ve insan yaşamı gibi karmaşık, biyolojik ve organik bir sistemin
işlemesi için her bir bileşenin yerinde olması gerekir. Dolayısıyla karmaşık
bir sistem indirgenemez veya küçültülemez.
Dawkins, indirgenemez karmaşıklığı
keskin bir şekilde eleştirir ve birkaç konuda haklıdır. Evrendeki ve organik yaşamdaki
hemen hemen her biyolojik varlığın bileşenlerine ayrılabileceği bilimsel
olarak kanıtlanmıştır. İstediğiniz kadar indirgemeci olabilirsiniz. Bir
sonraki şeye köken veren önceden var olan bir "şey" bulacaksınız.
Örneğin, atoma ulaşabilirsiniz ve bundan daha küçük şeyler de vardır; kuarklar.
Ancak evrimde indirgenemez
karmaşıklıkta tek bir örnek vardır ve o da insan bilincidir. Bilinç alanına
girdiğimizde,
ampirik bilimlerimizin ağırlıklarını,
algılanan gerçekliğimizin kesinliğini kaybetmeye başladığını fark ederiz.
Bilinç işlevsel olarak bölünemez ve onunla ilgili sonuçlarımız asla deneysel
olarak test edilemez. İnsan bilincinin indirgenemez biçimde karmaşık olduğunu
biliyoruz. Bilincin bir kısmına zarar verir, kaldırır veya bastırırsak, o zaman
bütünün normal, entegre bir şekilde işlemesi sona erer. Aslında, indirgenemez
karmaşıklık kavramı kitabımızın temasının merkezinde yer almaktadır. Özümüz
(insan bilinci) Tanrı'nın zihnini kavramak için son derece uzmanlaşmış
aracımızdır (evrim sayesinde tasarlanmış bir araç). İnsan beynindeki kilit
bölgelerin karmaşık beyin görüntüleme çalışmalarıyla, kesinlikle sadece
açma-kapama anahtarları görmüyoruz. Bunun yerine, kelimenin tam anlamıyla
bağlantı ağları olarak daha uygun bir-şekilde tanımlanabilecek olan bu
haritalarda, mekanizmanın içindeki ruhu görebiliriz.
Nörologlar bazen dedektif gibi
davranırlar. İpuçları ararız, hipotezler geliştiririz ve içgüdülerimize ne
zaman güvenip ne zaman güvenmememiz gerektiğini öğrenmemiz gerekir. Ken adında
on dört yaşında bir çocuk, endişeli görünen annesiyle birlikte muayene odama
girdiğinde, tıbbi tetkikimin, insan beyninin içinde özgür iradenin meşhur
dumanlı silahını bulmaya yönelik bir arayışa dönüşeceği hakkında hiçbir fikrim
yoktu.
Ken'in sol bacağını sürükleyerek garip
bir şekilde yürüdüğünü fark ettim. Bu bir felç belirtisi olabilir, ki bir
çocukta görmeyi beklediğiniz bir şey değildir. Çocuğun bu alt ekstre- mitedeki
zayıflığına neyin sebep olabileceğini merak ettim. Bir avukat tarafından sevk
edilince, bir yanlış tedavi vakası dinleyeceğimi sandım. Bu bir yanlış tedavi
vakası değildi. Oğlan boş boş pencereden dışarı bakarken Ken'in annesi Sharon
bana
hikayenin çoğunu anlattı. O, bekar
bir anne olarak Ken'i ve küçük kız kardeşini yetiştiriyordu. Bunalmış
hissediyordu. Kocası, gizemli bir şekilde "Ken ile okulda olan olay"
olarak tanımladığı şeyden bir yıl önce onu terk etmişti. İsteksizce ve biraz
dürttükten sonra Sharon, Ken'in yasal olarak başının belada olduğunu bildirdi.
O, cezai suçlamalarla ve ıslah evinde uzun bir cezaya çarptırılma olasılığıyla
karşı karşıyaydı. Avukatı bir nöroloğun yardımcı olabileceğini önermişti. Ama
nasıl?
Ken'in yasal sorunu, başka bir
öğrencinin okul tuvaletinde bir tür rıza dışı cinsel deneyim yaşandığını
bildirmesiyle başlamıştı. İddiaya göre Ken, kendinden üç yaş küçük bir çocuğu
taciz etmişti.
Annesi, okul yöneticilerinin
kendisine ilettiği olayın acı detaylarını anlatırken ben, çocuğun yüz ifadesini
yakından izledim. Fark edilebilir bir tepki yoktu, en ufak bir duygu ya da
duygu belirtisi yoktu. Buna karşılık, Sharon gözyaşlarını zar zor
tutabiliyordu. Hatta biraz histerik görünüyordu.
Çocuğa olayla ilgili birkaç giriş
sorusu sordum, ama Ken olanları ne inkar etti ne de açıklamaya çalıştı.
Aleyhindeki iddianameyi anlayıp anlamadığı belli değildi ya da umursamadı.
Sanki buzdan yapılmış gibiydi.
Psikopatoloji, başkalarının zihinsel
durumunu tanıma, önemseme veya tepki verme yetersizliği olarak tanımlanır.16
Çocuklar doğaları gereği acımasız veya kayıtsız davranabilirler. Neler olup
bittiğini açıkça ifade edebilecek iletişim becerilerinden genelde
yoksundurlar. Bu nedenle, bir sosyopatın klinik profiline uyan bir gence,
vicdanı olmayan bir tür "genç canavar"a teşhis koymak her zaman zor
olmuştur. Ama konuştukça, Ken'in bu tasarıya uyup uymadığını daha çok merak
etmeye başladım. Ne zaman hareketlerini açıklamasını, hatta bana ne
hissettiğini söylemesini istesem, sadece omuz silkti ve "Bilmiyorum:'
dedi. Bir operatörün fişini çektiği bir robotla oturduğumuz izlenimine kapıldım.
"Ken, yaptığın şey hakkında
diğer çocuk ne hissetmiştir sence?"
"Bilmiyorum:'
"Sence o kişi şimdi incinmiş
midir, korkmuş mudur?"
"Bilmiyorum. Belki:'
"Bu olayın anneni ne kadar
incittiğinin farkında mısın?"
Sharon şimdi onun yanında otururken
göstere göstere ağlıyordu.
"Bilmiyorum. Sanırım:'
Çocuğun tutumu tamamen düzdü. Sesi
tamamen monotondu. Bu gençlere has bir ilgisizlik gibi değildi. Işıklar yanıyordu,
ama evde kimse yoktu.
Derin endişemi gizleyerek çocuğun
annesine nasıl yardım edebileceğimi düşündüğünü sordum. Çecuk doktorunun Ken'i
yerel bir psikiyatriste yönlendirdiğini söyledi. Psikiyat- rist, çocuğun bir
öğrenme güçlüğü ve muhtemelen yargısını bozan DEHBöen mustarip olduğu sonucuna
vardı. Bu sonucu, okuldaki zayıf odaklanması ve düşük motivasyonuyla ilgili tutulan
raporlara ve gözlemlere dayandırmıştı: Ken giderek daha dür^üsel olmaya
başlamıştı ve derslerinin çoğunda başarısız oluyordu. Buna rağmen, birkaç
farklı uyarıcıyla -ki bunlar DEHB'yi tedavi etmekte kullanılan tipik ilaçlar-
yapılan denemenin tamamen etkisiz olduğu kanıtlandı. Ken açıkça sorunlu bir
çocuktu. Ama neden?
Daha fazlasını araştırarak tıbbi
geçmişinin bazı ayrıntılarını öğrendim. Ken, beyinde aşırı omurilik sıvısı
birikmesiyle olan konjenital hidrosefali adı verilen bir durumla doğdu. Bebekken,
basıncını azaltmak için beyninin sağ lateral ventrikülüne bir şan(
yerleştirilmişti. İki yıl önce, normalde nispeten rutin bir prosedür olan bir
şant revizyonu geçirmişti. Ancak doktorlar Sharon'a bazı
"komplikasyonlar" olduğunu söylemişlerdi • Tıp literatüründe vücudun iki
bölümü arasında sıvı geçişini sağlamak amacıyla açılan geçit, kanal.
(ed.n.)
122 ^^^^^^B*^—
^— — — ^B ^— ^— ^B^^^^^^^^^^^^^B ^^^^^^B^^H^^^^BB—^^^^^^^B^^S^^^^B—^— —
^^^^^^B^^K^—B^^S^^^^^B^^S — ^^S^—^^^^^B>^^^^^^^^^^^^S^^S^^^^^^^^^^^B
(doktorların genellikle bir şeylerin
ters gittiğini söylemek için kullandıkları bir jargondur bu). Prosedürde, şant
Ken'in sağ motor korteksine zarar vermiş ve sol bacağında fark ettiğim kalıcı
zayıflığı bırakmıştı.
Sherlock Holmes zihniyetim devreye
girdi. Bu başarısız prosedür ile Ken'in davranışsal sorunları arasında herhangi
bir bağlantı olup olmadığını merak ettim, gerçi başta bu pek olası
görünmüyordu. Sharon sadece oğlunun bazen "depresif" göründüğünü fark
etti ve bunu düzenli hastaneye yatışların ve doktorlarla yapılan takip
ziyaretlerinin stresine bağladı.
Ken'e hiç depresyonda hissedip
hissetmediğini açıkça sordum.
"Hayır;' dedi. "Hiçbir şey
hissetmiyorum:'
Bu bir ipucuydu. Sohbette ilk kez
"Bilmiyorum;' diye cevap vermemişti.
Ama annesi ipucunu yakalayamamıştı.
"Ken;' dedi annesi, sesi çatlayarak, "sen gidebilirsin. Seni çocuk
hapishanesine götürebilirler:'
Çocuk cevap vermedi. Başını sallama,
gözlerin arkasında titreme yoktu.
Ken başından beri doğruyu söylüyordu.
Depresyonda değildi. En azından depresyon bir duygl,ldur. Ama Ken hiçbir şey
hissetmiyordu. Tamamen kayıtsızdı. Gerçek Ken gitmişti.
Seansımız bitmişti, en azından
şimdilik. Nöroşirürji öyküsü nedeniyle, bulgularımla mevcut antisosyal
davranışı ve yasal sorunları arasında doğrudan bir bağlantı kurmakta zorlansam
da, çocuğu fonksiyonel bir MRI (fMRI) ve bir difüzyon tensör görüntüleme (DTI)
testi için sevk ettim. DTI o sırada yeni piyasaya çıkmıştı: Daha önceki
çalışmaların normal göründüğü durumlarda beyindeki hasarı tespit edebiliyordu.
Bu çalışmalar tamamlandıktan birkaç
gün sonra, nörorad- yologdan oldukça sıra dışı bir telefon aldım. "Bunun
için teşekkürler;' dedi. "Hiç böyle bir vaka görmedim:'
Şant yerleştirmenin sadece Ken'in
motor korteksini -sereb- ral korteksin istemli hareketlerin planlanması,
kontrolü ve yürütülmesiyle ilgili bölgesi- değil, aynı zamanda sağ ön lobunda
önemli miktardaki beyaz maddeyi de bozduğu ortaya çıktı. Beyaz madde -beynin
"metro" veya "kablo ağı"- yüzeyin derinliklerinde bulunan
ve beyindeki gri maddenin her bir uzak bölgesini diğerlerine bağlayan, hızlı
hareket eden bilgi taşıma sistemidir. Ken'in şantının revizyonunun neden olduğu
hasar, böyle bir kopukluğu işaret ediyor ve muhakeme ile empati arasında
azalan bağlantı düzeyini açıklıyordu.
Prosedürün yol açtığı hasar, kişilik
değişikliğine ve diğer insanların duygularına saygı duymamasına neden oldu. Ken
bir sosyopat olarak doğmamıştı. Beyin hasarı onun öyle davranmasına neden
oldu. Şant yerleşiminden kaynaklanan hasar, kurbanlarına ne yaptığını ve hatta
neden yaptığını anlamak için kullanabileceği anlamlı bir model oluşturmasını
engelledi. Akıl yürütme gücü artık empatisine bağlı değildi. Oldukça basit bir
şekilde bağlantısı kesildi.
Hem savcı hem de yargıç, Ken'in
davasının benzersiz koşulları hakkındaki ifademi anladı. Ken, gerekli tıbbi ve
psikolojik müdahaleyi aldı ve hiçbir zaman hapse girmedi. Neyse ki, zamanla
iyileşti ve yavaş yavaş eski benliğine daha çok benzedi. Sonunda eylemleri için
gerçekten derin bir pişmanlık ve suçluluk gösterdi. Bu elbette daha fazla
tedavi gerektirdi.
Ken'in vakası, beyin anatomisinin
düşüncelerimiz ve duygularımız da dahil olmak üzere davranışlarımızı
yönlendirme gücünü gösteriyor. Beynimizde hareket eden ruhun her zaman bir
miktar biyolojik kısıtlaması vardır. Bir evrim ilkesi ve buna karşılık gelen
bir sinirbilim ilkesi, nedensellik fikridir; her şeyin bir nedeni olmalıdır.
Mesele, bilinçli durumlarımızın beynimizin temellerinin bir nedeni mi yoksa
bir sonucu mu olduğudur. Psikolojik olarak konuşursak, gerçekten özgür irade
meselesi şudur: Beyin durumlarımız organın kendisi ta-
rafından mı yönetiliyor yoksa
donanımımız mı -beynimizin iç mekanizmasının, beyin sapının ve talamusun tüm
işleyişi- nin-bilinçli durumlarımızı baştan sona oradan yönlendiriyor? O halde
boğuşmamız gereken diğer sorular şunlardır: Beynimizin neresinde özgürüz?
Beynimizin işletim sisteminin hangi bölümünde irade özgürlüğünü buluyoruz?
Özgür irademizin anatomik merkezi
olan kimliğin yeri, kendimiz dediğimiz hikayenin yazarlığından sorumlu olan
beynimizin bir bölgesidir. Benzersiz profilim, adımın Jay Lom- bard olduğunu,
bir nörolog olarak eğitim aldığımı ve şimdi sinirbilim, inanç ve insan ruhu
hakkında bir kitap yazdığımı hatırlatıyor. Karımı ve çocuklarımı sevdiğimi
hatırlamam işte buradadır, bu özel beyin devreleri ve yolları grubunda. Ve bu
nöronların anlaşılmaz temel süreçleri sayesinde en şahsi düşüncelerim,
hislerim, umutlarım ve duygularım doğuyor ve aklımda kalıyor. Hem kendi kişisel
geçmişimi oluşturuyor hem de başka birinin değil, benim kişisel geçmişimi
kaydediyor. Beyin usta bir hikaye anlatıcısıdır, hikayelerimizi bu anatomik sınırlar
çerçevesinde örer ve anlatırız.
Bu alt katmanı, düşünme ve hayal etme
kapasitemizin, yaratma gücümüzün ve irademizin, varoluşumuzun sınırlarını
aşmamızın, neye inandığımızı seçmemizin kaynağı olarak görebiliriz. Bizler
Homo sapiens'iz, yani kendi üzerine düşünme ve kendi kaderini tayin etme
kapasitesiyle doğan "bilen varlıklarız". Belirli bir amaçla hareket
etmek, gerçekliğin ortak bir versiyonunu yaratma yeteneğimiz aracılığıyla Tanrı
ile or- tak-yaratıcılar olduğumuza dair sürekli bir farkındalığa sahip
olmaktır. Bu özgürlüğün getirdiği muazzam bir sorumluluk var. Bu kozadan hangi
cins kelebeğin çiçek açacağını asla bilemeyiz; bu evren zincirlenmemiş bir
Prometheus'tur.
Kendimizin ve diğer insanların
zihinleri ve düşünceleri indirgenemez olduğundan ve doğrudan gözlemlenebilir
olma-
<lığından, diğer insanların
zihinlerinin olduğunu bile doğrulamanın doğrudan bir yolu yoktur; ancak kendi
zihnimize ve deneyimlerimize dayanarak diğer insanlarda zihnin varlığını örtük
biçimde ortaya çıkarabiliriz. Bu nedenle zihnin varlığına bir "teori"
diyoruz. ikinci bölümde belirtildiği gibi, başkalarının zihinsel durumu hakkında
çıkarımlarda bulunma kapasitesi zihin kuramına dahildir. Biz inandığımız için
başkalarının inandığını ve biz hissettiğimiz için başkalarının hissettiğini biliyoruz.
Ama bunun özgürlüğümüzle tam olarak ne ilgisi var?
Cambridge Üniversitesi psikopati
profesörü Simon Ba- ron-Cohen, otizmin bir zihin teorisi bozukluğu, başka
birinin bakış açısını tam ve eksiksiz olarak alamama olduğunu teori-
leştirdi.17 Anatomik olarak, otizmin üst temsil bozukluğunun aynı zamanda
işlevsel bağlantıdaki bir ajktar azalmadan ve zihin teorisinde yer alan
hesaplamaların bir "akıl körlüğü" durumuna yol açmasından
kaynaklandığı öne sürülmüştür. Bazıları, yanlış bir şekilde, bu durumun, bir
başkasının nasıl hissedebileceğini bilmeden kişiyi aciz kılacağını varsayabilir.
Ancak insan zihni köklerine bağlı
kalmayı reddeder ve anatomi otomatik olarak kadere eşit olmaz. On üç yaşında,
otistik Japon bir çocuk olan Naoki Higashida, -her seferinde bir tuş vuruşu
ile- iç sesini ifade etmek için yazılı dili kullanma kapasitesinde ustalaştı.
Hala konuşamasa da birçok dile çevrilmiş çok satan bir kitap yazmıştır.
Görünüşe göre başkalarının gerçek niyetini veya duygu durumunu kavrayamayan bu
otistik çocuk, sözde sağlam bir zihin teorisine sahip olan bizler hakkında
şunları gözlemledi: "Bence otizmli insanlar medeniyet rejiminin dışında
doğarlar... dünyadaki tüm cinayetlerin ve insanlığın yaptığı bencil gezegen
yıkımının bir sonucu bu... Otizm bir şekilde bundan doğdu... Bizler daha çok
uzak, uzak geçmişten gelen yolcular gibiyiz:'18
Görünüşe göre bizden kopuk olan
otistik insanlar, kömür madenindeki kanaryalar gibidir. Otizm kelimesi, Yunanca
"kendi" anlamına gelen
kelimeden türetilmiştir ve başkalarından kopuk ve ayrı görünen insanların
davranışlarını tanımlamak için kullanılır. Otizmin yaygın bir belirtisi,
yabancılardan aşırı derecede korkmaktır. Ama kim diğerlerinden daha çok korkar,
otistik çocuk mu yoksa içinde yaşadığı toplum mu? Yabancılaşma ve güvensizliğin
her an her yerde olduğu ve giderek içsel öznelliğimizi değersizleştirdiğimiz
Otizm Çağında yaşadığımızı söylemek adil olmaz mı? "Otistik" olduk.
Bize hizmet ettiği iddia edilen teknolojiler, bize hizmet etmek yerine
eziyetimizin araçları haline geldi. Aramızda, panoptik" bir toplumun ve
neredeyse mutlak sözlü gözetimin yerini alan düzeyde paranoya ve güvensizlik
yaşıyoruz. Özgürlük bu mu?
Eğer gerçekten özgürsek, o zaman
sorumluluğumuz nedir? Almamız gereken hangi dersler var? Özgürlük için
tasarlanmış bir beyinle nasıl eyleme geçmemiz gerekiyor ve dönüşümlü olarak
bizden nasıl bir karşılık bekleniyor? Başka bir deyişle, eğer özgürsek, ne
yapmakta özgürüz?
Özgür irade, hayatımızın anlamı ve
amacı hakkında kendi anlatımızı oluşturma yeteneğimiz anlamına gelir. Tanrı'ya
inanmakta veya bir Yaratıcı'nın varlığını inkar etmekte özgürüz. Ahlaki olarak
hareket etmekte özgürüz ya da yapmamayı seçebiliriz. Bu potansiyele,
varlığımızın sınırlarının ötesine geçme, kendimiz için belirli bir yolu özgürce
seçme kapasitesine yalnızca insanlar sahiptir. Hatta insanlık dışı davranmayı
bile seçebiliriz. Bu gerçeklerin apaçık olduğunu düşünüyoruz: beyinlerimiz
kendi özgürlüğünü, özerk olmayı, kendi kaderini yaratmakta özgür ve aynı
zamanda mutlak bir biyolojik determinizmin zincirlerinden kurtulmuş
durumda. Dünyayı, * Jeremy Bentham tarafından tasarlanan, ortada bir kulenin ve
etrafında hücrelerin olduğu hapishane projesi olan panoptikon, hiçbir zaman
hayata geçirilemese de pan- optik görüş literatürde yer edinmeyi başarmıştır.
Panoptik yapıya göre, bir gardiyan, tüm hücreleri izleyebileceği, ama
hücrelerden gardiyanın görünmeyeceği şekilde konumlanmış bir kulededir.
Gardiyanın kimi izlediğini mahkumlar asla bilemeyeceği için, kendilerini hep
gözetim altında hissederler ve izlendiklerini düşünerek hareket ederler.
(ed.n.)
kendi eylemlerimizle bir yöne veya
diğerine eğebilecek bir ölçekte, yani kolektif kaderimizin, bireyler olarak
birbirimiz için sahip olduğumuz sorumluluğa bağlı olduğunu hayal edersek, ilk
yaratıcı özgürlük eylemimiz affetmek olmalıdır. Hayatımızın sadece sebep ve
sonuca dayalı olduğuna inanıyoruz. Tepki vermek için önceden programlandık:
Eğer incinirsek, intikam veya iyileşme aramak normaldir. Bu eğilim, koşullu ve
beklenen determinist doğamıza dayanır. İnsanlık tarihinin çoğu bu ilkeye, bir
suça karşı beklenen tepkiye dayanır, ancak intikam yeni bir zemin kazanmaz.
Affetme yeteneği olmadan özgür irade
olamaz. İtalya'da hikaye anlatımı ve kimlikle ilgili beyin bölgelerinin
işlevini derinlemesine inceleyen araştırmacılar, teolojinin temel bir
desteğiyle tutarlı, şaşırtıcı bir bulguya ulaştılar. Emiliano Ric- ciardi ve
Pisa Üniversitesi'ndeki meslektaşları fMRI kullanarak bağışlamanın beyindeki
bağıntılarını inceledi. Beyindeki bu bölgenin önemli bir bileşeninin ancak
bireyler empatiyi de- neyimleyebildikleri ve dolayısıyla "diğerlerini"
atfedebildikleri zaman aktive olduğunu keşfettiler. 19 Özgür irade, koşulsuz hareket
etme iradesine, nedenselliğin sınırlarını aşma ve dolayısıyla Tanrı'nın
özgürlüğü ve potansiyelinin ortasında yaşama yeteneğine sahip olmak anlamına
gelir.
Affetme süreci tek gerçek
özgürlüktür. Bize tamamen koşulsuz bir şekilde hareket etme potansiyeli
bahşeder. Hem kişisel düzeyde hem de uluslar düzeyinde insanlık tarihinin
büyük bir kısmı intikam ilkesine, bir suça karşı beklenen tepkiye dayanmaktadır.
Ama intikam hiçbir zemin kazanmaz.
Affetmek beklenmeyen şeydir. 1he
Human Condition kitabının yazarı Hannah Arendt, affetmeyi, "sadece tepki
vermekle kalmayıp kendisini kışkırtan eylem tarafından koşulsuz olarak yeniden
hareket eden ve böylece hem bağışlayanı hem de bağışlananı bunun sonuçlarından
özgürleştiren bir tepki" diye yazmıştır.20 Bu özgürlük düzeyi, eylem ve
tepkinin kaçınılmaz
otomatizminden, uyaran ve tepkiden
-aksi takdirde asla sona ermeyecek bir döngüden- özgür olmaktır. Empatinin
kadere eşit olduğunu fark edebildiğimizde gerçek özgürlüğü deneyimleriz.
Dünyayı başkalarının bakış açılarından görebildiğimizde, onların ne
hissettiklerini hayal edip ilişkilendirebildi- ğimizde, onlara zihinsel
durumlar atfettiğimizde ve onların Tanrı'nın zihninde bizimki kadar gerçek
olduklarını gerçekten hissettiğimizde, ancak o zaman, gerçekten özgür olacağız.
"Tanrı'ya olan uzaklık fiziksel
bir mesafe değil, ruhsal bir ilişki sorunudur:'
-
RABBİ ADIN STEINSALTZ1
"Birey, tüm insanlık olan
insandır. İnsanlığın tüm tarihi kendi içimizde yazılıdır:'
-
KHRISHNAMURTF
1989 Noel Arifesiydi, New York'ta
Queens General Hos- pital'ın psikiyatrik acil servisi başlı başına bir evren
gibi geliyordu. Bu dinamiği, ikinci yılındaki psikiyatri asistanı olan
(nörolojiye geçişi daha yeni düşünmeye başlamıştım) ben, o zamanki en iyi
arkadaşımla asistan olarak acil serviste psişik rotasyon yaparken zaten
öğrenmiştim. Koğuşun ayrı bir girişi ve üç sürgülü kapıları vardı. Bir giriş,
bir de çıkış yolu. Bu, dengesiz hastaları ve savunmasız personeli korumak
içindi.
Arkadaşım tanıdığım en komik
adamlardan biriydi ve böyle ender rastlanan sönük geceleri katlanılabilir hale
getirirdi. Acil serviste çoğu gece zordu. İntihara meyilli gençler, ilaç
kullanmaması gereken uyuşturucu bağımlıları ve kullanmaları gereken ilaçlar
yüzünden akıl hastası olanlarla doluydu. Ama bu gece özellikle yavaştı. Gece
yarısına doğru arkadaşım bir sırıtışla yanıma geldi ve "Batı Cephesi'nde
her şey sessiz;' dedi.
Yüzümü buruşturdum. Beysbol
oyuncuları ve psikiyatri sakinlerinin kendi batıl inançları vardır. Psikiyatri
sakinleri, acil
servisin hiçbir zaman
"sessiz" olduğunu söylemezlerdi. Bu şom ağızlılıktı.
Tabii ki birkaç dakika sonra, iki
polis memuruyla ATT görevlileri, en fazla bir buçuk metre boyunda, ufak tefek,
koyu saçlı, koyu tenli bir kadın getirdi. Küçücük boyutuna rağmen, dört
noktadan bağlarla sedyeye bağlıydı (deli gömleğinin modern ve daha insancıl
eşdeğeri). Sadece başını hareket ettire- biliyordu. Kelimenin tam anlamıyla
hırlayıp homurdanırken başını yukarı kaldırıyordu.
Hemşirelerden biri, "Ele
geçirilmiş:' dedi.
Ele geçirilmiş? Korku filmlerini
izlemiştim ve gerçek bir şeytanın varlığına inanmasam da bu hastayı
gözlemledikçe hemşirenin değerlendirmesine katılmaya meyilliydim. Bize doğru
tekrar homurdanıp hırladı. Ondan gelen sesler insani değildi. Yine de tanık
olduğumuz şeyin kesinlikle biyolojik ve psikolojik bir açıklaması olmalıydı.
Değil mi?
Gece daha da tuhaf bir hal aldı.
Bu kadın gibi potansiyel olarak
patlamaya hazır bir hastayı uygun şekilde zapt etme tekniği, bir kolunu başın
üstünde, diğer kolunu aşağıda sabitlemektir. Kadını acil servise götürmelerinden
saniyeler sonra, bir şekilde üst kolunu kurtardı. Bu insanüstü bir güç gerektirir,
unutmayın. Ve iri yarı bir polise sert bir yumruk indirdi, neredeyse onu
deviriyordu.
Polislerden biri oluşan çürüğü
ovuşturarak, "Tamamen si- zindir:' dedikten sonra iki polis de acil
servisten kaçmak için çıkış düğmesine basarak hızla topukladı.
ATT görevlileri evraklarını
imzalatırken nöbetçi hemşire onları uyardı ve kadınla ilk yakın karşılaşmam
için kendimi hazırladım. Nöbetçi olarak, en iyi hareket tarzını bulmak bana
düşüyordu. Hasta o kadar sadırgandı ki, hemen 1 mililitre
Haldol'u kas içi enjeksiyon yoluyla
vermek için harekete geçtim. Bu ilaç, saldırganlığı ve başkalarına zarar verme
arzusunu azaltmada ve bir hastanın düşüncelerini temizlemede harikalar yaratma
eğilimindedir. Ama ben ve en deneyimli hemşirelerimizden ikisi, antipsikotik
ilacı verebilmek için kadını zapt etmeye çalışırken, o bağlarının içinde
çırpındı ve kuduz bir pitbull gibi kolumu ısırmak için elinden geleni yaptı.
Normalde, bu giriş odasında hayati
değerleri alırken aynı zamanda bir tıbbi hikayeyi de alırdım. Ama bu hasta hala
fazlasıyla saldırgandı. Gırtlaktan gelen homurtular ve yaklaştığımızda
dişlerini birbirine çarpması dışında, hala iletişim kurmuyordu. Gelişinin
üzerinden iki dakika geçmemişti ve çoktan tam olarak neler olduğu konusunda
şaşkına dönmüştüm. Neyse ki triyaj hemşiresi perdeden içeri girdi ve bana
hastanın kocasının geldiğini, dışarıda beklediğini söyledi. Hal- dol'u o zamana
kadar uygulamıştık, bu yüzden geçici olarak kaçma fırsatını yakaladım ve
antipsikotik etkisini gösterirken adamla görüştüm.
Kocası, bekleme odasında volta
atıyordu ve gerginlik belirtileri gösteriyordu. Ancak bu böyle durumlarda
olağandışı değildir. İlk birkaç soruma cevaben karısının adının Magdale- na
olduğunu söyledi. Yirmi dokuz yaşındaydı, Guatemala doğumluydu, fiziksel
sağlığı iyiydi ve "bunun zaman zaman başına geldiğini;' söyledi. Bu son
bölümün başlangıcı beş gün önce olmuştu ve belirgin bir tetikleyici olay yoktu.
Bana, ambulans çağırdığı için polise, onu hastaneye götürdüğü için de sağlık
görevlilerine kızgın olduğunu söyledi.
"Neden kızgınsınız ki?"
diye sordum, ses tonumun epey kuşku yüklü olduğunun farkındaydım.
"Çünkü doktora ihtiyacı yok;'
dedi aksanıyla kelimeleri yuvarlayarak.
"O zaman neye ihtiyacı var,
efendim?"
"Şeytan çıkaracak birine
ihtiyacı var!"
Normalde bir hasta sıkıntılıysa, aile
üyesiyle görüşmeyi bu kadar uzun tutmam. Ancak Haldol'un tehlikeli bir hastayı
sakinleştirmesinin biraz zaman alabileceğini biliyordum (ona geri dönmekiçin
hiç acelem yoktu). Bu yüzden daha fazla bilgi toplamak için oturdum ve kocasını
da aynı şeyi yapmaya davet ettim. Onun da sıkıntısını gidermeyi umdum.
"Şizofreni için herhangi bir
ilaç kullanıyor mu?" diye sordum, makul koşulların bir listesini
inceleyerek. "Bipolar bozukluk? Herhangi bir şey?"
"Hayır;' dedi. "O deli bir
kadın değil, size söylüyorum:'
"Başını herhangi bir noktada
vurdu mu? Araba kazası? Bir düşüş?"
"Hayır. Hayır!" Şakağında
bir damar endişeyle titreşti.
"Peki nöbetler? Hatırladığınız
kadarıyla, hiç..."
"Neden beni
dinlemiyorsunuz?"
Aniden ayağa kalktı. "O buraya
ait değil! O hasta değil. İçinde kötü ruh var! Onu çıkarın, yoksa onu başka bir
yere götürürüm!
Gelecek kuşaklara bu konuşmanın
-özellikle debu adamın tek ve kesin teşhis üzerindeki ısrarının- beni derinden
sarstığını yazmaktan utanmıyorum. Ama aynı zamanda durumu "tıb-
bileştirmeye" çalışma girişimime ve acil bir psikiyatrik tesise kabulün
onun için bariz bir seçim olduğundan emindim. Sadece ikinci yılındaki
asistanların teşhisleri konusunda kendini beğenmiş davranmaya meyilli olmaları
yüzünden değil, aynı zamanda bu açıkça sıkıntılı kadına gerçekten yardım etmek
istediğim için. Şu anda tam olarak nasıl yapacağımdan emin olmasam da ona
burada yardım edebileceğimizden emindim. Kocası konusunda yapabileceğim her şey
bu kadardı, bu yüzden Magdalena açıkça uyuşturulduğunda odasına tekrar girdim.
O anın öncesinde ve sonrasında tıbbi bir durumda hiç bu kadar korkmadım.
Ve hiç daha fazla şaşırmadım!
Odada karşılaştığım, hayal
edebileceğim en uysal ve yumuşak huylu genç kadındı. Tam anlamıyla nezaket,
alçakgönüllülük, çekicilik ve dinginlik gösteren bir çehre sergiledi. Hatta
bir Eski Dünya hizmetçisinin yaptığı gibi, gözlerini biraz kaçırdı.
Kocasınınkinden daha az Orta Amerika
Kızılderili atalarını anımsatan tiz, cıvıl cıvıl bir konuşmayla, "Doktor,
umarım kimseye sorun çıkarmamışımdır:' dedi.
Bu, tüm yetersiz ifadelerin anasıydı.
Kişilik farklılığından o kadar çok etkilenmiştim ki hemen odadaki hemşirelerin
ikisiyle de göz göze geldik. Sırayla ikisi de kaşlarını kaldırdı. Hal- dol
güçlü bir ilaçtır, ancak Hyde'ı tekrar Jekyll'e dönüştürmek için bu kadar kısa
bir çalışma yapmasına imkan yoktur.
Kadın, az önce meydana gelen
olaylarla ilgili tamamen amneziye sahipti, ancak hemşirelerden biri zat^ neden
hastanede olduğunu ona anlatmıştı. Ve olay buydu. İşe yarayanın hiç de ilaç
olmadığını anladım. Önümde sedyede olan şey, gerçek ve ciddi bir çoklu kişilik
bozukluğu vakasıydı ya da şimdi dis- sosiyatif kimlik bozukluğu olarak
adlandırılan şeydi.
Bir çırpıda kendini dramatik bir
şekilde değiştiren bir beyin, korkunç olsa da tanık olduğum en büyüleyici
süreçlerden biriydi. Ve hala hastama odaklanırken, neredeyse tam o anda
kariyerimi nörolojiye çevirmeye karar verdim.
Kadının kusurlu muayenesi sırasında,
kalp atış hızının, nabzının, vücut ısısının ve diğer işaretlerin, kısa bir
süre önce ambulansta acil tıp teknisyenleri tarafından alınanlardan önemli
ölçüde farklı olduğunu keşfettim. Çoklu kişilik bozukluğu önsezimi doğrulamak
için işi daha deneyimli profesyonellere bırakmam gerektiğinden, onu BTA (Başka Türlü
Adlandırıla- mayan) Psikotik Bozukluk teşhisiyle standart bir nezaretle kilitli
psikiyatri koğuşuna girişini yaptım. Psikiyatri koğuşunda tam bir tetkik
yaptıracaktı.
Altmışlı yaşlarının sonlarında bir
adam olan psikiyatri uzmanımız "Dr. s·: onun vakasını devraldı. Sonraki
birkaç gün
içinde, zaman zaman Dr. S ile
Magdalena'nın vakası hakkında görüştüm ve diğer kişiİiğinin, yani kocasının
kötü ruh dediği kişiliğinin, Magdalena kabul edildiğinden beri tezahür etmediğini
öğrendim. Ancak bu kişiliğin saldırganlığının şiddeti, aniden başlaması ve
bitmesi ve onunla kadının diğer, itaatkar benliği arasındaki karşıtlık,
Magdalena'nın durumunu hastanedeki herkes için çok ilginç hale getirdi.
Dr. S bana Magdalena'nın "diğer
yarısı" ile tanışmaya kararlı olduğunu söyledi. Bunu yapmak için bir
planı vardı ve tüm psikiyatri asistanları davet edildi.
Dr. S'nin planı, Amerikan Psikiyatri
Birliği tarafından yayınlanan Mental Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El
Kitabı adındaki rutin standart çalışma kitabına başvurmayla başladı.3 Kitap,
çoklu kişilik bozukluğu ve dissosiyatif kimlik bozukluğu gibi bir dizi ciddi
zihinsel rahatsızlıkların temel nedenini ciddi, genellikle cinsel, çocukluk
çağı travmasında bulur.
"Kötülük''ün uzak bir versiyonunu
aramaya gerek yok. Bu tanı hakkında bazı tartışmalar olsa da birçok uzman çocukluk
çağı travmasının, bir kişinin ruhunda yoğun olarak his- sedilebileceğine ve
bunun bir parçalanmayı, rahatsızlıkların bölümlere ayrılmasını sağlayacağına ve
böylece travmanın bilince erişemeyeceğine inanıyor. Diğer "parçalar"
farklı yönlere "bölünmüş" ve travmatize kalmış olsa bile, kişinin
baskın bir "parçası" uyanık ve "normal" kalabilir.
Çoklu kişilik bozukluğu ve
dissosiyatif kimlik bozukluğu için standart tedavi stratejisinin temel bir
parçası, benliğin bölünmüş parçalarını baskın ev sahibi kişiliğe dayalı bir
bütün halinde birleştirmektir.
Bu amaca yönelik olarak Dr. S,
Magdalena'nın kocasıyla işbirliği içinde ve aldığı psikoterapiye ek olarak,
Magdalena gibi hastalara sıklıkla fayda sağlayan yardımcı bir modaliteyi de
dahil etmek istedi: hipnoz. Ve Dr. S,
ilk seansını tüm psikiyatri asistanlarının önünde gerçekleştirmenin öğretici
olacağını düşündü.
Seans, Dr. S'nin Magdalena'yı transa
girene kadar nazikçe sakinleştirmesiyle başladı. Gözleri kaydı. Tüm sorularını
kibar ve ağırbaşlı bir tavırla yanıtladı:
"Evet, Doktor, rahatım:'
"Evet, Doktor, sizi gayet iyi duyuyorum:'
Ama ona, yanında olabilecek
"başka birine" hitap etmeye hazır olup olmadığını sorduğunda, normal
sesiyle ama biraz daha yalvarırcasına, "Lütfen, Doktor, hayır;' dedi.
"Hayır, ne?" diye sordu
doktor.
Fısıldadı:
"Onu dışarı çıkarmamalıyız:'
Bunun üzerine “o” padoktan^ çıkmış
bir tay gibi çıktı. Diğer şahsiyet bizimleydi. Sanki o şalter tekrar kapandı ve
kadının gözlerinin arkasındaki ışıklar karardı. Normal Magdalena'ya dair her
şey uçup gitti, bir bakıma o öldü ve "Kötü Olan" diğer kişiliği onun
tenini doldurdu. Ondan derin bir boğaz kükremesi geldi. Vücudu çarpıktı. Tüm
çehresi hiçbir şekilde insana benzemiyordu.
Psikiyatri asistanları hemen odanın
diğer ucuna koştular - bazıları bu sırada sandalyelerini devirdi- ve köşeye
yığıldılar. Dr. S, Magdalena'nın karşısındaki sandalyesinde kaldı. Kötü Olan,
çenesini göğsüne dayamış, burun delikleri genişlemiş, gözlerini dikmişti ve
salyası akıyordu. Dr. S, koltuğunun kollarını kavradı ve kendisinin de kapıya
doğru fırlaması gerekebileceği ihtimaline karşı (kelimenin tam anlamıyla)
parmak uçlarının üzerinde durdu. Kuru dudaklarını yaladı ve şu ricada bulundu:
"Bana adını söyle:'
İnsan konuşması türünde bir cevap
gelmedi. Sadece uzun bir homurtu. Ahır kapısının sürgüsü çekilmeden önce
kafese • Hipodromda yarış atlarının yedekte tutuldukları ve bakıldıkları kısım.
(ed.n.)
kapatılmış bir boğanın sesi gibi. Neden
daha önce onu dizginlemek kimsenin aklına gelmemişti?
Bu anormalliğin nedeni veya doğası ne
olursa olsun, kesinlikle söyleyebilirim ki, o anın öncesinde ve sonrasında
hastalıklı bir zihnin gücünü hayatımda hiç bu kadar derinden dene-
yimlememiştim. Ve bunun anlamı büyük. Bir kişinin zihninin, bölünmüş bir
kişiliğin gerçekliğine o kadar güçlü bir şekilde inanabileceğini, o kadar ki,
fiziksel bir bedenin aynı kişide bu gerçekliği fiilen gösterebileceğini
öğrendim. Bir kişilik yüksek kan şekerine sahip olabilir, diğeri olmayabilir.
El yazısı, sanatsal yetenek, dil akıcılığı, alerjiler, ilaç alerjileri\ hatta
klinik görme keskinliği, göz şekli ve eğriliği kişilikten kişiliğe farklılık
gösterebilir.5 Bir kişilik numaralı gözlüğe ihtiyaç duyarken diğer kişilik
gayet net görebilir.
Düşünen, inanan, umut eden, korkan
psikolojik benliğe karşılık, yürüyen, konuşan, nefes alan ve kalbi atan bir
"biyolojik benlik" vardır. Ve belirli koşullar altında ilki
değişirken, ikinci de buna göre değişir.
Bunu hepimiz sezgisel olarak anlarız:
Evde rahat bir odadaysanız ve son altı saattir huzur içinde uyuduğunuzdaki
nörobiyolojik durumunuzu hayal edin. Şimdi de alt katta kırılan camların
takırtısıyla ve birinin, "Yangın! Yangın! İtfaiye çağırın! Binada yangın
var!" diye bağırmasıyla aniden uyandıktan on saniye sonraki vücudunuzun
durumunu hayal edin.
Ayrışma, sürekliliğin en uç
noktasında çalışmasına rağmen, aslında psikolojiyi takip eden aynı biyokimya
mantığını takip eder. Beden, beynin inandığının peşinden koşar. Bu yüzden zihin
onun başka birine ait olduğunu düşündüğünde, aslında "başka biri"
bedende ikamet eder. Ortaya çıkması birkaç dakika veya sadece bir-iki saniye
sürebilen bu "diğer benlik'', böylece değişmiş bir kalp atışına, nefes
alma hızına, önce açık bir düzensizliği, ardından bir yeniden düzenlemeyi ve
oradan ortaya çıkan yeni kişiliğin tipik yeni bir modelini gösteren di-
ğer fizyolojik belirteçlere karşılık
gelecektir. En göze çarpan ve çarpıcı dönüşümlerden biri yüzdeki değişimdir.
Yüz kaslarının göreceli gerginliği ve yüz hatlarının yeniden şekillendirilmesi
yoluyla gerçekleşir.
Magdalena'yla olan rahatsız edici
olayın tamamı doksan saniye sürdü. Sonra Dr. S, belli ki hepimiz kadar dehşete
kapılarak Magdalena'yı bir anda transtan çıkardı. Kadın boyun kaslarını
gerdi, ağzını sildi ve Dr. S'ye nezaketle gülümsedi. Sonra biz tüm "beyaz
önlüklülerin'' odanın bir köşesine yığıldığını fark etti. Utanarak bakışlarını
kucağına indirdi. "Sizden rica ettim Doktor, lütfen onu salmayın;' dedi.
"Ciddiydim:'
Diğer doktorlar o odada yaşadıklarım-
inkar edemezler. Peki bu kadına ne olduğunu nasıl açıklayacağız? Bu bozukluğu
biyolojik, psikolojik ve bilimsel temelde nasıl yıkabiliriz?
Magdalena'nın kendi kimliğinin
düzensizliği, ayrışmanın kökenleri hakkında daha derin bir anlayış düzeyine,
belki de tüm bölünmelerinde ve işbirliklerinde insan kimliğinin daha eksiksiz
bir anlayışına işaret ediyor gibiydi. Robert Louis Ste- venson'ın, Dr. Jekyllöa
iddia ettiği gibi, "insan gerçekten bir değil, gerçekten ikidir:' Bir
kısım "iyi" ve diğer kısım iyinin zıddıdır. Buna "kötülük''
der.6 Ben başka bir şey önermek istiyorum: ayrılık.
Magdalena'nın vaka geçmişine
bakıldığında, o gerçekten de çocukken ciddi bir travma yaşamıştı. Özel
durumunda, bir yabancı tarafından tecavüze uğramış ve sodomize' edilmişti.
Travma Magdalena üzerinde o kadar derin bir etki yaratmıştı ki, kimliği fiilen
ikiye bölünmüştü. Bir parçası onun gerçek kişiliğini taşıyor gibiydi: kibar eş
ve anne. Diğer kısım, çocukluk travmasının dehşetine takılı kaldı ve
hatta onu somutlaştırdı. • Ana! yolla cinsel saldırı. (ed.n.)
Ayrışma, beynin kendisini travmatik
bir deneyimden uzaklaştırma şeklidir. Ne zaman bu diğer kişilik -travma
geçirmiş kişilik- Magdaleniyı ele geçirse, sanki Magdaleninın kendi gerçek
varlığını yerinden ediyor gibiydi. Dışsal kötülük, Mag- daleninın biyolojisine
o kadar sağlam bir şekilde girmişti ki, diğer kişilik zaman zaman etkili bir
şekilde onun yerini "devraldı:' Şiddetli bir ishali nasıl kontrol
edemiyorsak -ne kadar durdurmaya çalışsak da olmaya devam eder- Magdalena da bu
diğer kişiliği kontrol edemiyordu. Magdalena için, tecavüze uğrama ve sodomize
edilme travmasını yeniden yaşama gerçekliğini tecrübe etmektense, gerçek
kişiliğinin çözülme durumuna tutunması daha kolaydı. Bu dışsal kötülük benliği
devraldığında, gerçek Magdalena ayrılıyordu. Gidiyordu, yoktu. O küçük kız
artık orada değildi. Hem ilk travma döneminde hem de o anı her yeniden
yaşadığında.
Kötülük var mı? Kesinlikle.
Magdaleninın çocukluk travması, kötülüğün tanımının özüydü. Ona saldıran bu
yetişkin için, eylemlerinin Magdalenida yarattığı mutlak ve kati dehşetin bir
önemi yoktu. O saldırganın başka bir insanın benzersizliğini ve tanrısallığını
küstahça umursamaması, yerini içi boş, bencil ve vahşi bir enerjiye bırakması,
benim bedendeki kötülük tanımımdır. Magdaleninın bedeni tecavüze uğramakla
kalmadı; ruhu da paramparça oldu.
Magdaleninın kimliğinin tam ve mutlak
dönüşümünü katı bir şekilde biyolojik veya psikolojik terimlerle açıklamaya yönelik
herhangi bir girişime itiraz edecek insanlar olduğuna oldukça eminim. Aynı
şekilde yoğun cinsel istismar sonucunun açıkça ne olduğuna dair herhangi bir
"ürkütücü" metafizik açıklamaya itiraz edecek olanlar da çıkacaktır.
Bunu yapma konusundaki aynı isteksizlik, herhangi bir beyin bozukluğunun
biyolojik temellerinin ötesinde daha derin bir varoluşsal anlamı olup
olmadığını keşfetmeye yönelik benzer bir direnç anlamına gelir. İster
biyolojik ister ruhani olsun, her bakış açısının
kendi öznel geçerliliği vardır. İnsan
ıstırabını anlama çabalarımızda, özellikle duygusal durumlarımızın ve
inançlarımızın nasıl bunların hem nedeni hem de sonucu olduğunu sorguladığımızda,
bu öznelliği keşfetmemiz gerekir. Bunu yapmalıyız. Biyoloji her zaman yaşamın
incelenmesiyle ilgilidir ve yaşam her zaman anlamla ilgilidir. Tıpkı
Magdalena'nın durumunda olduğu gibi, biyolojimiz ve fenomenolojimiz ayrı şeyler
değildir. Onlar gerçekten insan bilincinin birbirine bağlı ayrılmaz
parçalarıdır.
Bu öznelliğin zorunluluğunu tanıyan
bir doktor ve bilim adamı olarak, kötülüğün tamamen bizim dışımızda olup biten
bir şey olmadığı perspektifinden geliyorum; bizim dışımızda gerçekleşse de
içimizde izlerini bırakır. Milton'ın Kayıp Cen- net'inde Şeytan, numenal
(gerçek, sıradan yeya normatif) ile fenomenal (olağanüstü) arasındaki farkı
tanıyamaz ve Hav- vayı -ki o da ayrılık ve bölünme getirecektir- ilk kandırdığında
insanlığa aynı laneti bulaştırır. İyi ve kötünün tezahürü biyolojimizde
mevcuttur; biz sadece başka bir isim veriyoruz. Zavallı Magdalena'nın yaşadığı
kötülük bedenseldi. Fizyolojisine bulaşarak kendini onun öznelliği içinde
boşalttı. Kadının deli olduğunu söyleyebiliriz. Onu ayrık olarak
adlandırabiliriz. Ama kötülük, yapay ya da soyut değil, gerçekti.
Peki, Magdalena'nın hikayesi nasıl
sona erdi? Tamamen mutlu bir son değildi. O zamanlar bir asistandım, bu yüzden
tüm ayrıntıları hatırlamıyorum. Stabilize olduğunu, ilaç verildiğini ve eve
gönderildiğini biliyorum. Epizotların bir süre devam ettiğinden oldukça
eminim. Tıp doktorları olarak bir şeyi gözden kaçırdık mı? Belki.
O zamanlar, ihtisasım sırasında,
kişisel kimliğimizi destekleyen psikolojik temelin asılsızlığı ve hem kendi
içimizde hem de ötesinde, birbirimiz arasındaki ilişkilerimizin tanım-
lanması/ayrılması yoluyla
yaşamlarımızın nasıl birleştiği veya ayrıldığı karşısında çok şaşırmıştım. Şoke
oldum desem daha doğru olur. Magdalena'nın kendi kimliğinin düzensizliği, yalnızca
ayrışmanın kökenleri hakkında daha derin bir anlayış düzeyine değil, aynı
zamanda belki de tüm bölünmeleri ve işbirliklerinde insan kimliğinin daha
eksiksiz bir anlayışına işaret ediyor gibiydi. Hepimiz ilişkilerimizde travma
yaşadık. En basit savunma, kendimizi daha fazla incinmekten korumak için
köprüler değil duvarlar inşa etmektir. Dr. Jekyll'ın "insan gerçekten bir
değil, gerçekten ikidir;'7 iddiasına geri dönersek, bu, evrene ve bizim
zihnimize hakim olmak için savaşan mecazi bir "melek" ve
"şeytan" için insan ruhunun bir cephe hattı olduğu anlamına mı gelir?
Benim için Magdalena'nın vakası,
zihnin varsayılan hayali durumlarının nasıl gerçeğe dönüştüğünün, mecaz olanın
nasıl ete dönüştüğünün en açık örneğiydi. Deneyimimi tarif edecek daha iyi
kelimeler bulamadığım için, acil serviste o anda, zihnin failliğinin ham ve
acımasız kuvvetine ve insan kimliğindeki tezahürüne kısa bir bakış yakaladım.
Elbette, bir rahibin veya vaizin
hastaneye gelip bir hasta için dua ettiği ve bozukluğun etkili bir şekilde
tedavi edildiği belgelenmiş kişilik bölünmesi vakaları vardır. Altta yatan
travma onarılır. Tıp doktorları olarak hastalara duayı reçete etmiyoruz, ama
belki de etmeliyiz. Bazı araştırmalar, "Yahudi-Hıris- tiyan'lıkta Tanrı'ya
yapılan şefaat duasının hastalarda faydalı bir tedavi edici etkisi
olduğunu"8 göstermiştir. Ve bu mantıklı, çünkü beyindeki çoğu hastalık ve
bozukluk hem biyolojik hem de deneyimsel unsurlar içeriyor. Bir açıklamaya
göre, bir kişinin inanç sistemi o kadar güçlüdür ki, bir kişinin bilincinden
bir kötülüğü kaldıracak bir Tanrı'ya güvenmek, gerçekten de iyi olma yolunun
bir parçası olabilir.
Bilimsel/felsefi açıdan bakıldığında,
içimizde açıkça birlik ve ayrışmanın biyolojik bir dinamiği vardır: duvarlar ve
köp-
rüler, ahlak ve ahlaksızlık vardır.
İtalyan Rönesans filozofu Gi- ovanni Pico della Mirandola'nm yazdığı gibi;
İlk olarak, şeylerde birlik vardır,
bu sayede her şey kendisiyle birdir. Kendisinden oluşur ve kendisiyle uyum
içindedir. İkinci olarak, bir yaratığın diğerleriyle birleştiği ve dünyanın tüm
bölümlerinin tek bir dünya oluşturduğu birlik vardır. Üçüncü ve en önemli olan
(birlik), bütün kainatın Yaratıcısı ile bir olmasıdır.9
Bu dinamikleri hayatın en temel yapı
taşlarında, yani hücresel yapımızda görebiliriz. Hücreler aslında,
endosimbiyoz olarak bilinen bir süreçte, antik ve orijinal olarak serbest yaşayan
organizmaları birleştiren inanılmaz derecede karmaşık yapılardır. Bu bileşik
kelimenin simbiyoz kısmı, hücrelerin aslında karşılıklı olarak faydalı ve
pekiştirici olduğu anlamına gelir. Bir tür karşılıklı fedakarlık sergilerler. Hücrel^r,
daha karmaşık organizmaları geliştirmek ve oluşturmak için işbirliği yapmalı ve
birbirleriyle ilişki kurmalıdır.
Kanser hücreleri, biyolojik kötülüğe
mükemmel bir benzetme oluşturur. Aktivitenin normal işbirliği ve birleşmesi
dağılır, özerk ve ayrı hale gelir ve tüm faaliyetleri sadece kendi amaçlarına
hizmet eder. Kanser hücreleri, temelde Magdalena'yı sodomize eden tecavüzcünün
kendi zevki için yaptığı şeyin aynısını yapıyorlar. Bu hücreler, sadece ve
sadece kendilerini beslemek için konakçılarını boğar. Kanser, bir kişinin kan
kaynağını, oksijenini ve besinlerini çalar. Sanki kanser hücreleri,
"Benim özüm, uygun olan tek öz;' diye savaş ilan ediyormuş gibidir. Güç
arzusu onun göze çarpan özelliğidir. Görevi, geri kalanınızdan çalınan
canlılıkla kendini güçlendirmesine bağlıdır. Baskın olmak zorundadır. Örneğin
yaşamak için karaciğeri yenmesi gerekir. Kanserin doğası ayrılık ve
bölünmedir, hayatın kendisini şiddetle birbirinden ayırmasıdır. Buradaki
paradoks, elbette, kanser nihayet ev sahibini devirdiğinde, öldürdüğü ev
sahibiyle birlikte onun da yok olmak mecburiyetinde kalmasıdır.
Herhangi bir iyi ve kötü
tartışmasında kendimize şunu sormalıyız: Birbirimizle derin ve temel bir
şekilde bağlantılı mıyız yoksa hepimiz tamamen ayrı, özerk varlıklar mıyız?
Tam özerkliği savunanlar, başkalarının eylemlerinin yankılarını
hissetmediğimizi iddia ediyor. Bağlantılı olduğumuzu savunanlar, tıpkı hücreler
gibi benliklerimizin başlangıçta düşündüğümüzden daha fazla birleşik olduğu
konusunda ısrar ediyorlar. Haliyle birbirimize karşı ahlaki bir sorumluluğumuz
var.
Algı yeteneğimiz, kendimizi
birbirimizle birleştirmeyi başaramadığımız, daha çok birbirimizi
nesneleştirdiğimiz ve me- talaştırdığımız bir duruma evrildi. Bu nesneleştirme
ciddi bir tehlikedir, çünkü bizim ve dünyamızın fayda sağlanacak nesnelere
dönüştürülmesine yol açar. Bu metalaştırmayla sürekli mücadele etmeliyiz. İnsan
ahlakı için basit bir ölçüt mevcut olmalıdır ve bu, insanların nesne ya da
meta olmadığı yolundaki açık inanca dayanmalıdır. Bizler ilahi kıvılcımlarız
ve bize, başka bir insana asla bir araç olarak bakmamamızı, her zaman başka bir
insanı kendi içinde bir amaç olarak görmemizi söyleyen zaruri bir Kantçı ahlak
vardır. Eylemlerimizin birbirimizi, hatta belki de kendi yaşamımızı nasıl
derinden etkilediğini anlamadan kendimiz hakkında hiçbir gerçeği keşfedemeyiz.
Klinik psikiyatri ve sinirbilim
araştırmalarında, ardı ardına yapılan araştırmalar, geniş bir dış kuvvet
dizisinin, beynimizi ve davranışlarımızı etkilediğini göstermiştir.
Holokost'tan kurtulanların yanı sıra ABD'li savaş gazilerinin çocuklarını
içeren çalışmalar, travmanın nesilden nesile aktarılan belirgin davranışsa!
etkilerini belgelemiştir.10 Travmanın bu geçişi, beynin hayatta kalmak için
programlanmış gen kodunun daha fazla zincirlemek için kendi kendini üreten bir
araç haline gelmesidir, adeta "Kabil'in işareti" gibi. Sonuç olarak,
eğer bir beyin
değiştirilirse bu değişiklik sonraki
nesillere aktarılabilir. On dokuzuncu yüzyıl rahibi Henry Melvill,
"Yalnızca kendimiz için yaşayamayız;' diye yazmıştı. "Bin iplik bizi
türümüze bağlar ve sempatik bağlar olan bu ipler boyunca, eylemlerimiz sebep
olarak ilerler ve bize sonuçlar olarak geri dönerler:'11
Böylece, bizlerin -bu yaşamdaki her bireyin-
uzun, karmaşık, nedensel bir zincirin bir parçasını oluşturduğumuzu tahmin
edebilir ve hayal edebiliriz. Sadece eylemlerimiz değil, sözlerimiz ve hatta
düşüncelerimiz de başkalarını etkiler. Hem biyolojik hem de psikolojik olarak
hayatlarımız, görünmez ama güçlü rezonanslara gömülüdür. Bu rezonanslar bizi hareket
ettirir ve sırayla başkalarını da hareket ettirir. Rezonans ve uyum, hem
anlaşma, tutarlılık, uygunluk hem de şeylerin doğal düzeni amacıyla başlar ve
biter. İyi v:e kötü, yalnızca bireyler tarafından yayılan eylemler
değildir. "Hepsi bir arada" düşünce tarzına ve eylemine uyan bir
görüş var: Eylemlerimiz ve davranışlarımız insanlığın büyük bir bölümünü, hatta
belki de tüm insanlığı etkiler.
Fizik, tüm evrenin iç içe olduğunu
göstermiştir. Enerji ve madde parçacıkları birbirine karışabilir ve karışır.
Evrenin bir köşesinde olan şey, evrenin binlerce ışık-yılı uzaklıkta başka bir
köşesindeki bir şeyi etkileyebilir. Evrendeki her şey, her zaman, gerçek
anlamda temas halindedir ve bu bizim en çılgın hayal gücümüzün bile gözünden
kaçar.
Beyinler birbirleriyle iletişim
kurar. İçsel biyolojik durumlarımız, duygusal ve bilişsel durumlarımıza bağlı
beyin dalgası aktivitesi kalıpları anlamına gelen kenetlenme adındaki bir
süreçte, hem bilinçli hem de bilinçsiz şekillerde değiştirilir. Bu karışıklığı,
sözlü ya da sözsüz olabilen günlük sosyal etkileşimlerde görüyoruz. Bir sosyal
gruptaki tüm insanların birlikte bir şakaya ne zaman güldüğünü düşünün ya da
bir konserdeki insanların müziğe uyum içinde ayaklarını nasıl vurduğunu. Bazen
bir arkadaşımızla konuşurken tesadüfen konuşma fre-
kanslarımızı ve el hareketlerimizi
farkında olmadan koordine edebiliyoruz.12
Psikolojide rezonans terimini benzer
şekilde kullanırız. Bu, başka bir rezonans sisteminin rezonans frekans kalıbını
eşleştirerek büyütme ve güçlendirme eğilimini ifade eder.13 Psikolojideki bu
tür rezonans örnekleri arasında, ebeveyn ve çocuk arasındaki bir dizi biyolojik
ve psikolojik faktörün sıkı bir şekilde birleştiği anne-bebek bağı sayılabilir.
Eşzamanlılığımızın bir nedeni var. Bu
tür bir bağlantı, biyolojik bir zorunluluktur. Yalnız kurtlar olmak için
yaratılmadık. Hayatta kalmamız, kelimenin tam anlamıyla sosyal bağlara
bağlıdır. Bebekken annelerimizle bağ kurduğumuz andan itibaren bu karşılıklı
bağlantıyı sıklıkla bilinçsizce yaşarız. Ya da belki bunu sevgililerimizle
birlikte yaşadık. Uyum içinde sallanan sarkaçlar gibi, ayrı beyinlerin bu
birleşimi, kısa sürede bizi sanki birmişiz gibi birbirimize bağlayabilir.
Birbirimizin cümlelerini tamamlayabiliriz. Birbirimizin konuşmasının ritmini
ve temposunu alabiliriz ve bu senkronizasyonun iyi arkadaşlar ve aile üyeleri
arasında var olduğu görülmüştür. Beyinlerimiz bu tür bir evrimsel adaptasyon
geliştirmeye programlanmıştır, böylece başarımızı en üst düzeye çıkarabiliriz,
çünkü bizler birbirimizin davranışlarına tepki veren sosyal hayvanlarız.
Bunun, eşzamanlı bağlantılarla ilgili
ürkütücü bir şey olması gerekmez. Bu rezonanslar, kalp atış hızımız ve beyin
dalgası faaliyetimiz dahil olmak üzere biyolojik düzeyde de bizi etkiler.
Beynimiz sürekli olarak klinik olarak ölçebileceğimiz dalgalar olan farklı
elektroensefalograf (EEG) modeller üretir. EEG'ler rezonans algılayan
teknolojilerdir ve örneğin epilepsiyi teşhis etmek için beynin elektriksel
aktivitesinin bu ölçümlerini kullanırız. Beynimizdeki her nöron, EEG
teknolojisi ile ölçülen dalgalanan elektromanyetik kuvvetler aracılığıyla
rezonansa girer. Biz bu nöronlardan yüz trilyonlarcasına sahibiz ve elektrik
yükleri, içsel olarak üretilen enerji dalgalanmaları yoluyla
düşüncelerimizi, anılarımızı ve
davranışlarımızı tanımlamaya yardımcı olan benzersiz aktivite dalgalarını
başlatır.
Yirminci yüzyılın başlarındaki Alman
nörolog Hans Ber- ger, kız kardeşiyle "kendiİiğinden telepatik bir
deneyim'' bildirdikten sonra farklı beyin dalgalarını tanımlayan ilk
kişiydi.14 Telepatik sözcüğünün bugün kullanılamayacak kadar yüklü bir kelime
olduğunu düşünüyorum, bu yüzden eşzamanlılık demeyi tercih ediyorum. Derin bir
duygusal bağlantıyı paylaşan bireylerde beyin aktivitesinin eşleştiği bir tür
bilinçsiz kenetlenmedir eşzamanlılık. Berger için, eşzamanlı duygular, 1892'de
bir topçu birliğiyle eğitim alırken yaşadığı neredeyse ölümcül bir süvari
kazasında meydana geldi. Olay sırasında, monte edilmiş bir topun yaklaşan
tekerleklerinden kılpayı kurtuldu ve neredeyse ölüyordu.
O akşam odasına döndüğünde Berger,
çok yakın olduğu kız kardeşinden sağlığını soran bir telgraf buldu. O sabah,
başına korkunç bir şey geldiği hissine kapılmıştı. Bu telgrafın zamanlaması
Berger'i şaşırttı. Birkaç ay önce orduya katıldığından beri ailesinden haber
almamıştı. Bu olayın eşzamanlılığının sadece tesadüf olmanın çok ötesine
geçtiğine inanıyordu. Sadece hayatını değil, aynı zamanda nöroloji tarihini de
değiştirecek şekilde onun için derin bir anlamla "rezonansa girdi': 15
Berger, özellikle büyük stres veya
ölümcül tehlike zamanlarında insanların telepatik olarak iletişim kurabileceği
kavramına takıntılı hale geldi. Hayatının geri kalanını psişik enerjinin
fizyolojik temellerini ve beyindeki nesnel aktivite ile öznel psişik
fenomenler arasındaki ilişkiyi keşfetmeye adadı.
Bu gözlemlerden ne öğrenebiliriz?
Sadece yaptıklarımızın değil, aynı zamanda kim olduğumuzun ve düşündüklerimizin
de başkalarında yankılanacağını ve onların düşünce, duygu ve eylemlerini de
etkileyeceğini varsaymalıyız. Karma ile kastedilenin bu olduğuna inanıyorum ve
artık eylemlerimizin başkaları üzerindeki etkilerini sadece davranışsa! olarak
değil, fızyo-
lojik olarak da ölçerek onu anlamaya
daha yatkınız.
Birbirimizi somut, biyolojik yollarla
etkileme gücümüzün bir örneği, bir kişi veya bir grup insan, bir başkasının
duygusal veya fiziksel iyiliği için dua ettiğinde, şefaat duasının etkileriyle
ilgili birçok tıbbi çalışmada incelenmiştir. Bu çalışmalar, bütünlükleri içinde
incelendiğinde sonuçsuz kalsa da, duanın sağlık üzerindeki etkileri hakkında
çok önemli bir şey öğrendik. Duanın belirli bir tıbbi hastalığa yakalananlar
üzerindeki etkisini içeren araştırmalar yapan başlıca araştırmacıların çoğu,
niyetin uzaktan iyileşmeyi kolaylaştırabileceği sonucuna varmıştır. Duanın
etkilerini kesinlikle maddi bir izah açıklaya- mazken, veriler içsel
bağlantımızı ve ilişki failliğini gösteriyor gibi görünüyor. Bu bağlantıların
etkilerini ister Tanrı'ya ister bir doğal güce atfedelim, dua açıkça biyolojik
dünyada hissedilen ölçülebilir bir enerji ortaya koyar.
Şu soruya yeterli cevap verebilecek
az kişi vardır: İyiliksever bir Tanrı neden kötülüğün var olmasına izin versin?
Bazıları, başımıza bir trajedi geldiğinde Tanrı hakkında iyi huylu bir şey
bulmanın neredeyse imkansız olduğunu iddia ediyor. Elbette, her gün
karşılaştığımız sayısız acıyla anlam bulmak ya da bizi veya çok değer
verdiğimiz birini etkileyen doğal felaketlerin ve hastalıkların önemini anlamak
zordur. Acılarımızın nedenini asla tam olarak anlayamayacağız. Sinirbilim,
neden bu kadar kayıtsız, güvencesiz ve genellikle acımasız bir evrende yaşadığımız
sorusunu yanıtlamamıza yardımcı olamaz. Bir çocuğunu hastalıktan kaybeden
büyük bir Amerikan filozofu olan William James, "hayatın yüzeyinin
altındaki güvensizlik çukuru" olarak nitelendirdiği fiziksel varlığımızın
öngörülemezliği üzerine düşündü. 16
Kötülüğün insan zihninde neden
sürekli bir veba olarak var olduğu sorusu, tamamen farklı varoluşsal bir
sorudur. Doğal
bir felaket gibi bizim için dışsal
veya harici olmayan bir şeydir. Kötülükle yüzleşirken mesele Tanrı'nın
hayatımızda yok olup olmadığı değildir. Kötülüğün doğası insan doğasıdır; bu nedenle,
onun varlığına dair soruyu yanıtlamak Tanrı'ya değil, bize aittir. Kötülük,
günün sonunda, bizim kendi insanlığımızdan nasıl ve neden ayrıldığımızın bir
sorunudur. Kötülüğün varlığına ilişkin cevabımız, sorunun kendisine değil,
soruya verdiğimiz yanıtta bulunur.
Kötülüğe sadece şefkat dolu eylemle
karşılık verebilir ve onunla yüzleşebiliriz, düşünüp taşınarak değil. Bu
nedenle, içimizde sahip olduğumuz her türlü iyilik kapasitesiyle karşılık
vermeliyiz. Kesinlikle inancın sorumluluğuyla karşı karşıyayız: Kendi yaşamımızın
etkinliği aracılığıyla, kendimize yalnızca Tanrı'nın var olduğuna değil, aynı
zama?da O'nun gerçek doğasının da iyi huylu olduğuna dair kanit sunmak.
Bunu ortaya çıkarabilmemizin tek yolu, birbirimizle olan ilişkilerimiz
aracılığıyla, sevgi ve koşulsuz nezaket yoluyla bir tür plasebo olmaktır. Din kelimesi,
"birbirine bağlamak" anlamındaki Latince bir kökten gelir.17 En iyi
haliyle, gerçek dini deneyim bizi başkalarına bağlar. Sahte bir dini deneyim
bizi böler.
Hz. Musa, Tanrı'dan adını
açıklamasını istediğinde, Tanrı basitçe, "BEN BEN'İM" dedi. 18
"Sen nasıl benimleysen, ben de seninleyim;' şeklinde yorumlanan İbranice
bir tercümesi vardır.19 Tanrı'nın bulunduğu yer bizim aralığımızdadır. Ahlak
bizden öte değildir; tamamen içimizdedir. İnancımız işlerimizde, sevgimizde ve
birbirimizi önemsememizde bulunur. Tanrı'nın acılarımıza verdiği yanıtı ve
aramızdaki algılanan bölünmelere olan yanıtımızı bulduğumuz yer burasıdır.
Ölümsüzlük: Var Olanm Hatırlanması
"Keşfetmekten vazgeçmeyeceğiz
Ve keşfimizin sonunda
Başladığımız yere varmış olacağız
Ve orayı ilk kez gerçekten
tanıyacağız:'
- T. ■ S. ELIOT1
Hepimizin hayatımızın bir döneminde
sorması ve yanıtlaması gereken en büyük sorulardan biri şudur: Sırada ne var?
Biz öldükten sonra ne olacak? O zaman şu soru akla gelir: Bu ölümlü sarmalın
ötesinde bir şey var mı? Bir tür ölümden sonra yaşam mı yaşıyoruz yoksa
dünyevi varlığımızın sona ermesi, ışıkların sonsuza kadar sönmesi anlamına mı
geliyor? Bu soru başka sorulara neden olur: Hayatta bir amaç var mı? Anlam
arayışımız, Tanrı'nın varlığı sorusuyla nasıl birleşir?
Hepsi olmasa da çoğu inanç, ölümden
sonraki yaşam deneyimini Tanrı'yla bir karşılaşma olarak tanımlar. Alternatif
olarak, ahiret olasılığı olmazsa, Milan Kundera'nın Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde
de yazdığı gibi, acımasız alternatifle karşı karşıyayızdır:
"Bir gölge gibi ağırlıksız, daha
başından ölmüş ve ister korkunç ister güzel ister yüce olsun, dehşeti,
yüceliği ve güzelliği hiçbir şey ifade etmeyen, tek kalemde kaybolan bir
hayat:'2
Ölümsüzlük sorusuna çeşitli
şekillerde yaklaşabiliriz. Bazıları agnostisizme ulaşır; sahip olduğumuz tek
kesinlik be-
lirsizliktir ve ölümden sonra ne
olacağını bilmenin tek yolu, yolculuğa kendimiz çıktığımız zaman görmektir.
Bazıları bir nihilistin ya da bir yok etme savunucusunun görüşünü alır; ölümden
sonra yaşam yoktur ya da tüm yaşam öylece biter ve diğer tarafta bizi bekleyen
tek şey büyük bir hiçliktir. Bazıları, bir tür gerçek cennet ve cehennemi -ya
bir bilincin ve mutluluğun varlığının ya da bir azap ve/veya Tanrı'dan
ayrılığın varlığını- ve bu durumların sonsuza kadar devam ettiğini savunur.
Yine de diğerleri çeşitli karışık görüşlere sahiptir. Örneğin Yahudilikte
ölümden sonraki yaşam kavramı, fiziksel varlığımızın yanıltıcı gerçeklerinin ortaya
çıktığı "anlayış dünyası" olarak kabul edilir.
Ancak, iddia ettiğim gibi, kesinlikle
beyinle aynı olmayan zihni de dikkate almalıyız. Ruhlarımız/zihinlerimiz özünde
maddi değildir. İsterseniz fazlasıyla somatiktir, yani vücudun işleyişinin
ötesindedir. Yine de zihin biyolojik kısıtlamalarından kurtulduğunda ne
olduğunu destekleyecek herhangi bir nesnel veri var mı?
Öldüğümüzde bize ne olduğunu kesin
olarak bilebilir miyiz?
Belki de öbür dünyamız sadece bir
hatıradır. Tüm anılar kaybolur ve bazı anılar tamamen yok olur gibi görünür,
ancak bir anıyı diriltmenin, bir olayı bir anlamda "hayata döndürmenin"
her zaman bir yolu vardır. Böylece hafıza, ölümsüzlüğün doğası hakkındaki
anlayışımızın anahtarı haline gelir. Görme ve algılama üzerine yaptığı
çalışmalarla tanınan Viyanalı fizyolog Ewald Hering'in dediği gibi:
· Hafıza, varlığımızın sayısız
bilinçli fenomenini tek bir bütün halinde toplar ve nasıl bedenlerimiz
maddenin çekimiyle bir arada tutulmasaydı bileşenlerinin atomlarının tozuna
dağılırdı, işte aynı şekilde belleğin bağlayıcı ve birleştirici gücü ol-
Tann'nın
Zihni: Sinirbilim, inanç ve Ruh Arayışı i 151 “ - <• ^— — • !
masaydı, bilincimiz de saniyeler
içinde yaşadığımız kadar çok parçaya bölünürdü.3
Biyolojik, kültürel, ruhsal ve
psikolojik tüm biçimleriyle bellek, şeyleri bir arada tutan şeydir. Hafıza
olmadan, tarihimizin hiçbir anlamı, kalıcı bir mirası yok gibidir. Belki de
şair W. B. Yeats'in ileri görüşlü 1919 şiiri "ikinci Geliş"te
bahsettiği şey budur: "Tutamaz merkez; nesneler dağılmış/Dünyada sırf
anarşi serbest bırakılmış:'4 Farklı amnezi biçimleri, şeylerin dağılmasına
neden olabilir mi? Kim olduğumuzu unuttuğumuz bir tarih döneminden mi
geçiyoruz? Bütün bu savaş, şiddet, kargaşa, ırkçılık, cinsiyetçilik ve korku,
kolektif bir hafıza kaybının belirtileri mi? Ve tekrar hatırlamaya
başladığımızda hepimiz kurtuluş bulabilir miyiz?
Yine de iş, ölümden sonra bir hayata
inanmaya geldiğinde, söz konusu olan şiirsel metaforlardan daha fazlasıdır. Bu
fikri, madde ve enerjinin formları değiştirebileceğini, ancak asla yok
edemeyeceğini veya yaratamayacağını belirten enerjinin korunumu yasaları
hakkında bildiklerimizin bağlamına yerleştirmeliyiz. Bir insan yaşamının
kendisi yok olabilir, ama o yaşamın içindeki enerjiye ne olur? Bir kişinin
zihninin bilincine ne olur? Enerji yok olmaz. Bildiğimiz gibi, enerji yok
edilemez. Dolayısıyla bir yaşamı oluşturan enerji, insan öldükten sonra da
"bir yerde" var olmalıdır. Ve belki de bu, bir yerde daha geniş bir
bellek anlayışında yatıyor, ille de kesinlikle fiziksel bir formda değil, başka
bir değiştirilebilir enerji for- mundadır. Biz insanlar sadece gölgelerden çok
daha fazlasıyız ve hayatta hiçlikten çok daha fazlası var. Kuşkusuz, enerjimiz,
soğuk bir günde bir evin kapısı açıldığında bir odadan çıkan ısı gibi, ölümden
sonra basitçe saçılır. Yine de belki de bu enerji kolektif zihinlerimizde
"hatırlanabilir".
Tamamen biyolojik bir bakış açısından
bakılınca, bir kişinin hafızasının bir tür topografyaya sahip olduğunu
biliyoruz. Yüz milyardan fazla nöron, bir milyon milyar sinaps ve yüz trilyon
bağlantı beynin üç boyutlu yapısı
içinde sıkıştırılmış. Evrendeki yıldızlardan daha fazla bağlantı noktasına
sahip olan kafatasımızın mağarasında uçsuz bucaksız bir orman. "Evrimin
tacı" olarak adlandırılan nöronlarımız, korteksimiz -kendi üzerine tekrar
tekrar katlanan buruşuk, ıslak bir tabaka- aracılığıyla beynimizi mikroskobik
iplikler gibi besler.
Biyolojik bilgi işlemenin temel
bölgesi olan sinaps (bunu orijinal bilgi otoyolu olarak düşünün), biyolojik
varlığımızın tüm bilgilerini taşıyan sinir uyarılarının aksonlar ve dendrit-
ler yoluyla iletildiği ve alındığı son derece küçük bir boşluktur. Bu ağlar,
düşüncelerimizi ve anılarımızı yöneten karmaşık bir bağlantı ağı yaratır.
Elektrik yüklerinin ve ince dengeli iyonların küçük dalgalarının çalıştığı bu
sinapsların yüz trilyonlarca sinyalleşme kavşağındaki ince temasta, tüm
düşüncelerimiz, anılarımız, kişilikler ve hayallerimiz, yaratılmış zamanın etki
alanında doğar ve yaşar.
Hipokampüsteki (spiral, denizatı
şeklindeki gri madde kıvrımı) beyin hücreleri, anatominin kadere eşit olduğu
hafızanın muhafazası ve ana deposu görevi görür. Burada, içimizde kişisel
tarihimizin arşivleri, beynin zamanın akışını kaydeden ve somutlaştıran alanı
bulunur. Hipokampüsü, sosyal anılarımızı yönlendiren ve birbirine bağlayan
bilişsel haritamız olarak düşünün; aramızdaki duygusal ve deneyimsel bölge.
Bir nörolog, bu piramidin içinde (hipokampüsün benzersiz şekli nedeniyle böyle
tanımlanır), bu bilişsel haritalarda akılda kalıcı yerlerin haritasını
çıkarmak isteyen bir haritacı gibidir. Anılarımız daimi izler bırakır, bunlar
deneyimin kimyasal ayak izleridir ve engram adı verilir, beyin hücrelerindeki
kalıcı etkilerdir.5 Spesifik bir anı, örneğin ilk öpücüğünüz, sinaptik
etiketleme olarak bilinen bir işlemle kodlanır. Spesifik proteinler deneyimle
"yüklenir". Beynimizde zamanı işlememize izin veren bu etiketli
proteinlerin dönüşümüdür.
Her kültürün kendine özgü bir tarihi
ve ona bağlı anıları olduğu gibi, her insan yaşamının da kendine özgü bir
tarihi vardır. Bu yüzden Amerika'da 4 Temmuz'u kutluyoruz. Milli hafızamızda
sabit bir noktayı anmanın bir yolu bu. Yine de bu tarihi kavramak için, bir
saatin tiktakları gibi, olayların ardışık olarak geçişi gibi, bir ülke olarak
bizi bugün olduğumuz yere getiren tüm olaylar gibi bir zaman duygusuna da sahip
olmalıyız. Bu olayların bazılarıyla ilgili yalnızca belirsiz bir anımız veya
hiç anımız olmayabilir, ancak yine de iyi ya da kötü, geçmişteki olaylar, bir
halk olarak bugün bulunduğumuz yeri şekillendirdi. Zamansız hayat, hayatsız
zaman olmaz. Fizikçi Ju- lian Barbour'a göre, "Beyin bir zaman kapsülüdür.
Tarih onun yapısında bulunur:'6
Nitekim bellek, zaman ve tarih iç
içediL- Bellek ancak zamanın içinde var olabilir. Bedenimizin düşüncelerimizi
ve ruhumuzu biçimlendirdiği gibi, zaman da hafızayı biçimlendirir. Zaman;
geçmiş, şimdi veya gelecek ya da bir şey oldu, oluyor veya olacaktır. Olaylar
her zaman kronolojik bir şekilde meydana gelir. Yine de zamanın yönlü akan bir
süreç olduğu fikri, kendi beynimizde tasarlanmış bir yanılsama olabilir.
Örneğin, ölüm kalım durumundaki birçok insan, zamanın hızını değişik algılar.
Önemli bir şekilde, olaylar ya hızlanıyor ya da yavaşlıyor gibi görünür. Trafik
kazası kurbanları bazen "her şeyin ağır çekimde gerçekleştiğinden"
bahseder. Çünkü zaman aslında nesnel varlığı olmayan algısal bir özelliktir.
Bilincin dışında zaman yoktur.
Eğer bu yeterli değilse, denkleme
beynin bir işlevini daha eklememiz gerekir: rüya. Talmud, uykunun ölümün
altmışta birine benzediğini söyler.7 Bu gizemli ifade ne anlama geliyor? Bize
fiziksel bedenlerimizin ötesindeki varoluş olasılığına dair bir ipucu veriyor
mu?
Rüyalar zamansızdır ve hafızamız için
gereklidir. Örneğin, uyku dinamiklerinin alt beyin sapı tarafından üretildiği
rüya durumunda, resmi bir zaman duygusu bulamıyoruz. Zihinlerimiz,
"gerçek"i "imkansız"dan ayırma ihtiyacından vazgeçiyor gibi
görünüyor. Uyuduğumuzda, tahmin edilebilir bir sebep ve sonuç yoktur. Rüya
halleri deneyimi, rüyalarımızda sıradan bir zaman algımızın olmaması
bakımından uyanık halden çok farklıdır. Başlangıçlar ve sonlar yoktur. Ve
şimdi, o zaman, önce, sonra, sırasında, daha önce, daha sonra ve benzeri zaman
belirteçleri, hikayenin gelişmesiyle veya rüyayı görenin deneyimiyle ilgili
değildir.
Freud, rüyaların, bilinçaltına giden
"kraliyet yolunu" temsil ettiği konusunda ısrarcıydı.8 Beynimizi
incelemek için, mevcut araçlarımızın faydası olmadan, temsili olayların akışının
normal uyanıklık dinamiklerinden ayrıldığını ve bu çözülmenin ruhun
derinliklerinden kaynaklandığını sezdi. Hipokampüsün kısıtlamalarından kurtulan
bu uyku odaklı nöronlar, beynimiz için zamansız, gerçek ve sınırsız özümüze
daha yakın görünen bir deneyim üretebildi.
Sinirbilimin mevcut bakış açısı,
rüyaların ikincil bir fenomeni veya epifenomeni temsil etmesidir. İnsan
beyninin motorundan çıkan egzoz dumanları gibidirler, herhangi bir içsel
değeri veya anlamı olmayan rastgele bir psişik enerji boşalmasıdır. Ama bu
bakış açısına tamamen katılmıyorum. Fazla indirgemecidir, rüyalarımızın
anlamını ve değerini en aza indirir. Rüyalarımızı sadece günlük hayatımızın
motor-egzoz gibi ürünleri olarak, uyanık halimizde gerçekleşen tek anlamlı
eylemin bir yan gösterisi olarak görürsek, bu bakış açısı kendi içsel ve öznel
durumlarımıza olan güvenimizi ve onlara verdiğimiz değeri aşındırır. William
James, öznelliğin bilimden çıkarılmasına karşı uyarıda bulunarak, bireysel
deneyimin "özel
hiçbir şeyi hesaba katmamasıyla
övünen... bir Bilimden sonsuz derecede daha az boş ve soyut olduğunu"
yazdı.9
Bilinç, uyku tarafından gizlenir,
tıpkı ölüm esnasında bilincin görünüşte yok olduğu gibi. Rüyamızın, zamanın
ötesinde ve fiziksel gerçekliğin kısıtlamalarından bağımsız olan ruhsal
özümüzle bağlantısı, Davut Peygamber'in, "Rab bizi sürgünümüzden geri
döndüreceği zaman, rüya görenler gibi olacağız;' diye yazmasının nedenidir.10
Bu, bilişsiz ilkel durum uyanışından hayata ve bilince gizemli bir dönüşümü
temsil etmek için alınabilir.
Alacağımız mesaj nedir? Kendimizin
ötesinde, ölçemediğimiz, anlayamadığımız veya çoğunlukla sınırlı zihinlerimizle
asla kavrayamadığımız bir yaşam var. Uygar beyinlerimiz devre dışı kaldığında,
ileri görüşümüzü eugelleyen güvenlik duvarının ötesinde anlık bir görüntü
görüyor, alternatif bir gerçekliğe bir bakış atıyoruz. Kendimizin ötesinde
başka bir gerçekliği biliyoruz ve bu, alıştığımızdan tamamen farklı anlam ve
gerçeklerle dolu bir gerçeklik. Rüyalar, zaman, hafıza ve ölümsüzlük birbirine
bağlıdır. Ama nasıl bağlanırlar? Varlığımızı, hayallerimizi, anılarımızı ve
yaşamlarımızı birbirine bağlayan görünmez yapıştırıcı nedir?
Kadim felsefede duygularımız,
hayatımızın anlamını nasıl deneyimlediğimizde ve yorumladığımızda ayrılmaz bir
rol oynar. Kendimizle ve evrenle olan bağlantılarımız, siyah-beyaz düşüncenin
"gergin lifleriyle" renkli duygusal iplikler örmesi sayesinde
birbirine dikilir. Deneyimin anlamını -manasını- tamamı duygu aracından geçen
değerlerin
belirlenmesine göre inşa ederiz.11 Mekanik biyoloji ile maddi olmayan ruh
arasındaki geniş uçurumda varoluşumuzun gerçek ağırlığını taşıyan, bilişsel
durumlarımız değil, duygusal durumlarımızdır. Duygu durumlarımız, ölçülemeyen,
belirlenemeyen, indirgenemez ve tarif edilemez olan özümüze ve temelimize çok
daha yakındır; benlik duygumuz için diğer tüm "vücut parçalarımızın'' bir-
leşiminden daha temeldir. Jean-Paül
Sartre'ın gerçeklik dediğimiz şeyin inşasındaki duygusal süreçlerin
"büyüsü" üzerine yazdıklarına dikkat edin: "Duygu, kendi
tarzında bilincin bütününü ifade eder... Belirli bir bakış açısından insanın
sentetik bütünlüğünü kendi bütünlüğü içinde ifade eder:'12
Duygusal ve hissi durumlar, bizi
birbirimize bağlayan görünmez metaforik bir yapıştırıcıdır. Fizikteki devinim
gibi duygu durumlarımız da, varlığımızın esas anlamı olan bu soyut kuvvetin
nesneler üzerindeki, yani etimiz ve kanımız üzerindeki etkisiyle üretilir.
Einstein'ın zekice denklemi , gerçekliğimizi oluşturan temel yönlerin
birbirinin yerine geçebi- lirliğini işaret ederek, on sekizinci yüzyıl İngiliz
şairi William Wordsworth'ün dediği gibi, enerji ve maddenin "derinden
birbirine karışmış" olduğunu kanıtladı.13 Bütün bunlar, fiziksel
bedenlerimizden ve ölçebildiklerimizden çok daha fazlası olduğumuzu
söylemektetir. Bizi sadece kendimize değil, aynı zamanda tüm evrene, sadece bu
hayatta değil, aynı zamanda öbür dünya hayatında da bağlayan evrenin
merkezindeki kalp, duygularımızdır.
Ölüm, bir varlığın fiziksel kaybı
anlamına gelir. Bir insan öldüğünde biyolojisi durur. Ancak biyolojinin sona
ermesi, rüyaların, duyguların ve bilincin de sona erdiği anlamına gelmez. Bu
kitapta daha önce bahsettiğim gibi, babam ben on dokuz yaşındayken felç
geçirdi. Güzel bir adamdı, komik, zeki ve ailesine bağlıydı. Özellikle benim
için endişeleniyordu. Uyuşturucuyla deneyler yapar, Grateful Dead konserlerine
otostop çekerek giderdim. Gençlik yıllarımda amacım yoktu ve kendimi bulmak
için üniversiteyi bıraktım. Babamın felç geçirmesi onu ciddi derecede sakat bıraktı.
Tanıdığım, ironi ve kendini küçümsemeyle dolu şakalar yapan adam gitmişti.
Güvencemin kaynağı gitmişti.
Felç geçirdikten sonra bir gaziler
hastanesine nakledildi, onu orada ziyaret ederdim. Artık beni tanımadığı için
bu karşılaşmalar acı verici olurdu. Oda arkadaşı, durmadan "Saatin kaç
olduğunu bilen var mı?" diye soran zihinsel engelli bir gaziydi. Ve babam
bunu tekrar tekrar dinlemek zorunda kaldı. Cevap ne olursa olsun, soru sanki
hiç sorulmamış gibi on dakika sonra tekrarlanıyordu. Babamda felç geçirdikten
sonra kalan tüm mizah, bir öğleden sonra verdiği yanıtla canlandı: "Biri
lütfen bu adama bir saat verebilir mi, kahretsin:'
Felç geçirmesinden yaklaşık bir yıl
sonra babam öldü. Ölümünden sonra onu düzenli olarak rüyamda görürdüm. Rüyalarımın
konusu neredeyse hep aynı şekilde gelişti. Babamın bir yere, muhtemelen harap
bir depoya terk edilmiş olduğunu görürdüm. Hayatta, ama yatalak ve
tamamen-sakattı. Rüyada o kadar uzun süre ihmal edilmiş ya da terk edilmişti
ki, yeteneklerinin çoğu yok olmuştu. Ona yalvarmama ve onu sersemliğinden
uyandırmaya çalışmama rağmen beni tanımazdı, hatta oğlu olduğumu bile kabul
etmezdi. Bana hiçbir tanıma kıvılcımı göstermeyen gözlerle bakardı. Bu
rüyaların bende uyandırdığı çaresiz ıstırabı ya da bazen o ıstırapları
yaşadıktan sonra günlerce, sanki babam gerçekten bir yerde kapana kısılmış, iletişim
kuramaz ve ben onun tek kurtuluş umuduymuşum gibi çekmeye devam ettiğim arta
kalan sancıları kelimelerle tarif edemezdim. Eğer onu serbest bırakmak için bir
anahtar bula- bilseydim, kurtuluşa erecekti sanki.
Yıllar sonra, onlarca yıl önce
katlandıklarımdan oldukça farklı bir tonda, babamla ilgili, yine tekrarlanacak
olan farklı bir rüyanın birincisini gördüm. Yine rüyalar aynı şekilde başladı.
Yeni rüyamda zavallı babamı yine harap bir depoda, yalnız, bir deri bir kemik
ve yatalak halde buldum. "Seni eve götürmek için buradayım baba;' dedim.
Ama bu sefer, gözlerinin arkasında köze dönmüş bir bilinçten fazlası vardı.
Bana, oğlu-
na sevgi vardı. Bana son derece rahatlamış
bir ifadeyle, minnet ve nezaketle baktı ve "Seni çok uzun zamandır
bekliyorum. Ah, şimdi çok mutluyum Jay!" dedi. Onu yıpranmış yataktan
kaldırdım ve ağladım, onu omuzlarımda özgürlüğe taşırken yıllarca bastırılmış
korku ve ıstırabı serbest bıraktım. Onun varlığını canlı bir şekilde
hissedebiliyordum; sert kemiklerini, zayıflamış kaslarını, harap vücudunun
tatlı, hüzünlü kokusunu. Ben ağladıkça o güldü, çok hafifti.
Bugün bile, bilincimdeki bir
değişimin beni babam ve onunla olan ilişkim hakkında yeni bir farkındalığa
götürdüğüne inanıyorum.
Freud için bilinçaltı,
düşüncelerimizi, inançlarımızı ve eylemlerimizi derinden etkileyebilecek
bastırılmış hatıraların bir deposunu temsil ediyordu. 14 Elbette rüyalar
aslında asla unutulmaz. Sadece onları hatırlayamadığımız için kaybolurlar.
Bahsettiğimiz gibi enerji asla kaybolmaz, bu yüzden hayallerimiz beynimizin ve
zihnimizin derinliklerinde bir yere gömülür. Bu rüyalar hala erişilebilir,
hala gerçek, hala üretken, hala hayatımızı tam olarak farkında olmadığımız
şekillerde şekillendiriyor. Bu, ölümlü. sarmalın ötesinde bir şeye işaret eden
bir kanıt değil mi?
Bu özgürleştirici rüyayı ilk
gördüğümden sonraki gün, konuşmam planlanan bir tıp konferansına gidiyordum.
Ancak beklenmedik bir yol çalışması beni otoyoldan daha küçük bir eyalet yoluna
çıkardı. Turuncu tali yol tabelaları ve önümdeki arabaları bir süre takip
ettim, ama kafamın içinde dersimin sözlerini gözden geçirirken birden
kaybolduğumu fark ettim. Otoyolun olduğunu düşündüğüm yönde birkaç dönüş yaptım
ve sonra bir mezarlığın yanından geçtim. Mezarlığın girişinin üzerindeki
tabeladaki isim belli belirsiz bir şeyler anımsattı. Kız kardeşimi aradım ve
buranın babamın gömülü olduğu mezarlık olduğunu doğruladı. Uzun yıl ardır
oraya gitmemiştim
ve beklenmedik bir tesadüf eseri tali
yola sapmasaydım bu yere asla gelemezdim.
Çakıllı yola girdim, arabayı park
ettim ve ona ait küçük mezar yerini bulmak için uzun süre uğraştım. Sonunda
bulduğumda, orada oturup küçücük mezar taşına, etrafındaki birkaç
karahindibaya ve hayatının tek yakın fiziksel anıtına baktım. Mezar taşında
yazan şuydu: sevgi dolu koca, baba ve büyükbaba. Babamın hayatının tüm içeriği
-tüm umutları ve hayalleri; evliliği, çocukları ve torunları; işi, dinlenmesi
ve oyunu; eksiklikleri ve katkıları- kardeşlerim ve benim yıllar önce
seçtiğimiz birkaç kısa kelimeyle özetlenmişti.
Bu sözleri tekrar gördüğümde, ilk
başta gözüme cılız göründüler. Anlamsızlıkları ve zayıflıkları yüzünden
kendimi suçlu hissettim. Yine de onları tekrar okuyup-değerini düşündüğümde,
taşa kazınmış bu holografik kelimelerin babam hakkında söylenmesi gereken her
şeyi söylediğini fark ettim. Ve babamın sesi duyuldu. Duyulabilir kelimelerle
değil, ama bir anlamda kalbimde işittim: "Seni çok uzun zamandır bekliyordum;'
dedi. ''.Ah, şimdi çok mutluyum, Jay!"
Bu tarif edilemez bir deneyimdi,
ancak çoğumuzun kendi yöntemleriyle deneyimlediği bir deneyimdi. Bir inanç
sıçraması gibi görünse de beni ölümden sonra bir hayat olduğuna ikna eden bir
deneyimdi. Ve mezarlıktaki o anları düşünürken kendimi bu bölümün ve aslında
tüm kitabın temel dayanağına geri dönerken buluyorum: ''.Asıl görülmesi
gerekeni gözler göremez:' Ölüm, bir insanın fiziksel olarak kaybı anlamına
gelir, ancak o "insanın" parçası olan varlığın öldüğü anlamına
gelmez. Mezarlıktaki deneyimim beni bu gerçeğe uyandırdı. Babam var olmayı
bırakmamıştı. Elbette bedeni ölmüştü, ama kendisinin bütünlüğü, işte bu
gitmemişti.
Ben, bir bilim adamı ve inançla
mücadele eden bir adam olarak bundan eminim.
Bellek genellikle çok güvenilir
değildir. Hastalığa, yaralanmaya, hileli hareketlere ve hatta izinsiz
silinmelere karşı bağışıklığı yoktur. Örneğin, geçmişi romantikleştirmeye
meyil- liyizdir ve sıklıkla, geçmişimizdeki olayları tanımlamak için
kullandığımız öyküleri ayıklayarak ve seçerek seçici amnezi geliştiririz. Bunu
sadece kişisel olarak yapmayız; kültürel olarak da yaparız. Mesela
savaşlarımızın sonuçlarını yüceltiriz. Bu normaldir ve beklenebilir, ancak
hafıza, beyin hastalığıyla birleştiğinde tamamen farklı bir yol alır.
Anılarımızın kırılganlığı en çok Alzheimer'den mustarip hastalarda görülür. Bir
insanda alenen hafıza kaybı gördüğümüzde, ölümsüz hallerimiz hakkında çok şey
öğrenebiliriz.
Bir keresinde Aspen'de, Alzheimer'ın
biyolojisi üzerine bir konuşma yapmıştım. Konuşmanın ardından, Budizm öğrencisi
olan bir beyefen,diyle tanıştım. Tibetli yaşlı bir keşiş olan öğretmenini
tedavi edip etmeyeceğimi sordu bana. Bu keşiş, en çok sevdiğim ve onur duyduğum
hastalardan biri olacaktı. Saygıdeğer keşiş, genç ve kibar bakıcısıyla
gerçekleştirdiğim bir dizi telefon görüşmesinden sonra nihayet ofisime geldi.
Keşiş tek bir isim kullanıyordu -Tenzin- ve bakıcısı bana İngilizcesinin
oldukça iyi olduğunu söyledi.
"Sizinle tanışmak bir onur efendim;'
dedim keşişe.
"Onur bana ait;' dedi eğilerek,
iki eliyle de elimi tutarken. Sessizce gülümsemek mecburiyetinde kaldım. Daha
önce de minnettar hastalarım olmuştu, ama hiçbiri karşımda başını eğerek
selamlamamıştı, özellikle de onları tedavi etmeden önce.
İlerleyen bunamasına rağmen Tenzin'in
yetmiş yaşında cana yakın bir insan olduğunu hemen öğrendim. Bakıcı-ra- hibesi
Ani Pema bana, herkesin bunu Alzheimer hastalığı dediğini söyledi. Tenzin'e en
yakın olanlar, hastalığın geldiğini
yaklaşık iki yıl önce fark etmişti.
Artık herkes onun sağlığı için çok endişeliydi. Hastalık ilerliyor gibiydi ve
unutkanlığı daha belirgin hale geliyordu. Değerlendirmeye ve tavsiyelere
ihtiyaç duyuyorlardı çaresizce.
Ani Pema tüm bunları açıklarken,
Tenzin'in, çalışanlarım girip çıkarken, hatta kapıdan geçerken bile, onların
önünde eğilmeye devam ettiğini fark ettim. Herkese gülümsedi. Raflarımdaki ve
masamdaki günlük eşyalara hayretle ve şaşkınlıkla baktı. Basmakalıp olduğumun
ve klişeye düştüğümün farkın- daydım, ama o gerçek bir neşeye ve saf bir ruha
sahip, alçaklığın ve materyalizmin tuzaklarından etkilenmeyen bir adama
benziyordu. Özellikle iki çocuğumun masamın üzerinde duran fotoğrafına bayıldı,
ben de Ani Pema'yı dinlerken fotoğrafı ona verdim. Çocuklara bakarken Tenzin'in
gözleri parıldadı. Başını eğmiş, hoş bir hatıranın eşiğinde gibi gÖrünüyordu.
Sonra bulutla kaplanan bir su gibi, yüzünü asık bir ifade kapladı ve o an
anısının gittiğini söyleyebilirdim.
Elbette, kısa bir süre sonra
muayenesinde, önemli ölçüde azalmış kısa süreli hafızadan mustarip olduğunu
anladım. Alzheimer teşhisinin bir işaretiydi bu. Ardından bir dizi değerlendirme
planladım ve bu teşhisi biraz kesin olarak doğrulayabildim. Bu süre zarfında
Tenzin'le daha çok yakınlaştım. Hatta ziyaretlerini sabırsızlıkla bekledim.
İtiraf ediyorum ki gördüğüm tüm hastalar için aynı şeyi söyleyemem. Hastalarıma
karşı her zaman olabildiğince objektif kalmaya çalışırım; aşırı duygusal, aşırı
ilgili bir doktor kimseye iyi gelmez. Ama Ani Pema bile bu özel adama teşhis
koymanın benim için çok zor bir şey olduğunu anlayabildi. Tenzin'e kesinlikle
saygı duyuluyordu ve dharma • öğretileri aracılığıyla binlerce kişiye dokundu.
Ama bana Budizm hakkında tek kelime etmemişti. O yalnızca gerçek Zen
"tarzındaydı': Varlığından memnundu. Bu nazik ve zeki varlık modeli, sırf
onun yanında olduğum için bir şekilde beni daha iyi bir insan yaptı.
•
Budizm. (ed.n.)
Alzheimer tanısının bulgularını bir
hastaya ve ailesine iletmek her zaman zordur. Hatırlama yeteneğinin kaybı, yaşayabileceğimiz
en korkunç dertlerden biridir. Birçoğu Alzheimer hastalığını
"acımasız" olarak adlandırıyor, belki de haklılardır. Birçoğumuzun
düşündüğü ve hissettiği gibi, kimliğimiz ve "benlik" duygumuz tamamen
hayatımızdaki olaylara, tarihimize ve bizi tanımlayan bu hatıralara bağlıdır.
Alzheimer hastalığı, kurbanlarını bireyselliklerinden yoksun bırakır. Nispeten
istikrarlı anılarımız olmadan, kimlik sorusuyla boğuşmak zorunda kalırız: Biz
kimiz ve nerede duruyoruz? Hayatlarımızı, dostluklarımızı, aşklarımızı ve
kayıplarımızı oluşturan tüm mutluluklar ve imtihanlar, bir zamanlar hayatımızın
istikrarlı, ileri akışı olarak deneyimlediğimiz şeyler, hastalık denen bu
acımasız akıntı tarafından sürüklenen ve bırakılan bir sürü deniz kabuğu gibi
savrulur. Ve daha da kötüsü, bu gelgitlerden birkaçı için amansız dalga bir
tsunamiye dönüşmeden önce, hastalığın yavaş yavaş yayılarak başımıza geldiğinin
farkında- yızdır. Hızlı bir akıntıda, elleri bir şeyi kavramak için kaygan ve
çok küçük olan çocuklarmışçasına, hatıralarımız okyanusun derinliklerine
süzülüyormuş gibi hissedilebilir. Bir süre onları duyabiliriz. Kollarının
dalgalandığını görebiliriz. Sonra yok olurlar. Anılarımız yok olunca biz de yok
oluruz. Unutkanlığın kıyısında, yapayalnız, kendimize bile yabancı, öylece
dururuz.
Hafıza egodur ve ego olmadan ben
olmaz. Dolayısıyla hafızanın yokluğunda ego da yok olur. Alzheimer
hastalığının benzersiz trajedisi, kurbanlarını tekil doğalarından mahrum etmesi
ve beyinde "benlik-hatırlama-kismını" depolayan hafızanın sabit
diskini silmesidir. Yine de, egonun her halükarda aşılması gereken bir
yanılsama olduğu inancını barındıran Budist Tenzin'inki gibi bir durumda bariz
paradoks şu sorudur: Kişinin acı ya da zevk anılarının dağılmasına karşı
direnmesinin amacı nedir? Bir Budist için nihai hedef, zihinden kurtuluş olan
Nirvana'dır; hiçbir özlem, hiçbir dilek, hiçbir entelektüel
yaşam çabası yoktur. Bu, en üst
düzeyde arınmayı ve aydınlanmayı temsil eder. Buda'nın öğrencilerine öğrettiği
gibi:
Cehalet terk edilip gerçek bilgi
ortaya çıktığında... cehaletin kaybolması ve gerçek bilginin ortaya çıkmasıyla
kişi artık bedensel zevklere sarılmaz, görüşlere tutunmaz... artık bir benlik
doktrinine tutunmaz. Tutunmadığı zaman, huzursuz olmaz. Huzursuz olmadığında, kişisel
olarak Nibbana'ya (Nir- vana) ulaşır. 15
Tenzin bu paradoksu anlamış ve hatta
kucaklamış görünüyordu. Beyninin, bu illüzyonların onun çabası olmadan yok
olacağı konusunda -biyolojinin tüm gücüyle- ısrar edecek bir hastalık sürecine
bayrak sallamasından son derece memnun görünüyordu.
Üçüncü ziyaretimde başka bir dizi
test yaptım. Bu noktada Tenzin, Alzheimer hastalarının sıklıkla yaptığı gibi,
hayatındaki zaman dilimlerini ve insanları birleştirmeye ve karıştırmaya
başlamıştı. Bununla birlikte, bu ilişkiler dikkate değer bir şekilde kırgınlık
hatıralarında değil de şefkat ve sevgide de- mirlenmişti. Ani Pema'yla bir
tartışmadan sonra, Tenzin'e teşhisini ve sonuçlarını ayrıntılı olarak
açıklamaya hazırlandım. Her zamanki gibi gülümseyerek masamın karşısına oturdu.
Beyninde neler olduğunu halk diliyle açıklamak için elimden geleni yaptım.
Gözleri, söz konusu diyaloğumuzun beyninde anlaşıldığını gösteriyordu. Uygun
bir şekilde başını sallaması ve kaşlarını kaldırması, herhangi bir kritik
noktayı yanlış anlamadığını açıkça gösterdi. Alzheimer süreciyle ilgili
açıklamamı bitirdiğimde, yaşlı adama ne anladığını, bu teşhisin kendisi,
çağrısı, görev aşkı, geleceği için ne anlama geldiğini sordum ve cevabı beni
şaşırttı.
"Sorun değil, her şey yolunda.
Bu konuda kimsenin endişelenmesine gerek yok;' dedi.
Doğru duyduğumdan emin olmak için Ani
Pema'ya döndüm. Tenzin'e bir şeyler fısıldadı; o da İngilizce olmayan bir
dilde fısıldayarak. karşılık verdi ve
ikisi de bana döndü. Ani Pema, "Yardımınız için minnettar olduğunu
söylüyor Dr. Lombard, ancak yapılması gereken bir şey olduğunu hissetmenin
gereksiz olduğunu söylüyor:'
''Ama neden?" diye cevap verdim.
Keşiş kollarını genişçe açtı, cüppeli
ve cübbesiz olanı, öyle ki sadece bir sarı kanadı varmış gibi görünüyordu.
"Şimdi, her şey;' dedi. "Güzel ve yeni. Gördüğüm her şey. Evet, hepsi
çok güzel:'
Neredeyse mutlu görünüyordu,
kesinlikle halinden memnundu. Sanki küçük bir çocukken annesiyle köyündeyken
nasıl güvende, rahat ve huzur içinde olması gerekiyorsa, öyle görünüyordu. Bir
Alzheimer hastalığı teşhisine hiç bu kadar paradoksal, alçak.gönüllü, bu kadar
kabullenici bir tepki duymamıştım.
O gün işten sonra Tenzin, ben ve
felsefe profesörü olan bir arkadaşım ofisimden çok uzak olmayan bir göl
kenarında yürüyüşe çıktık. Soğuk bir kış günüydü ve göl donmuştu. Budizm
hakkında daha çok şey öğrenmek istiyordum, özellikle de böy- lesine saygı
duyulan bir öğretmen varken.
"Hayır, hafızamı kaybetmekten
korkmuyorum;' dedi bize. "Bu bir fırsat, eksiklik değil. Tüm bunları üstü
örtük olmadan deneyimlememe izin veriyor. Hafıza, gölü kaplayan bu bulutlar
gibidir, bu yüzden onun gerçek yansımasını göremeyiz. Şimdi her şeyi görüyorum
ve burada her şey oldukça güzel:'
Ne yazık ki göldeki günün, Tenzin'in
hayatındaki huzur dolu son birkaç gününden biri olduğu anlaşıldı. Tenzin'in
kontrol ziyaretlerinin her birinde, bu biyolojik destekli aydınlanma biçimi,
hastalığın yarattığı günlük davranışsal gerçekler tarafından gizlendi. Daha çok
bir kabus gibi hissetmeye başladı. Ani Pema'ya göre Tenzin "zor"
hale geldi. Bir aylık rapor: Geceleri dolaştı. Sonraki: Giyinmeyi veya yemek
yemeyi reddetti. Kısa süre sonra temel ilaçlarını bile reddetti. Sonunda
sadık bakıcılarına bile karşı çıktı.
Kontrol ziyaretlerinde bu sorunları doğrudan ele almamız gerekiyordu.
"Önemli değil;' dedi, inandırıcı
ve oldukça Buda benzeri bir savunmayla durarak.
"Fakat kendinize bakmaktan
vazgeçme kararını sevdikleriniz bağlamında düşünmeniz gerekmez mi?" diye
sordum. "Sizin azalan yaşama arzunuz karşısında dehşete düşmediler mi?
Hepsi, karşılıklı yaşam sürekliliğimizde sizinle bağlantılı değil mi?"
Buna ciddiyetle başını salladı.
Egom gülümsedi ve ekledim, "Yani
yemek yemeyi ve ilaçlarını almayı kabul edeceksin?"
Tekrar başını salladı.
"Bir şey daha var;' dedi Ani
Pema. Aptalca, başı aşağıda, bana fısıldadı, "Kendini silmiyor:'
"Tuvalette kendini temizlemeyi
mi unutuyorsun?" diye sordum ona.
"Hayır;' dedi ve Ani Pema'nın
kulağına doğru eğildi. Bariz bir utançla geri çekildi. Bir parmak hareketiyle
ona tercüme etmesi gerektiğini işaret etti.
"Diyor ki, Buda'yı görüyormuş...
her yerde:'
''Anlıyorum;' dedim ve bunu Zen
paradokslarındaki becerilerimi daha fazla test etmek için bir fırsat olarak
aldım: "Saygıdeğer efendim, Buda her yerdeyse, tuvalet kağıdınızda bile
olsa, o zaman bu basit yükümlülüğü her gün yerine getirmek bile bir kutsallık
eylemi olarak kabul edilebilir:'
Tenzin, bizim hazırcevabımızın
koan'-vari tavrını takdir ederek gülümsedi. Alzheimer hastalığıyla olan kişisel
karşılaşmasının meşhur "tek elin alkış sesi" olmadığını anlamış görünüyordu,
çevresindekileri de etkiliyordu. O gün bakıcılarının isteklerine uymayı kabul
ederek ofisten ayrıldı ve küçük bir zafer kazandığım için tatmin oldum.
•
Zen budizminde öğrencilere verilen
mantıksal ödevlere verilen isim. (ed.n.)
Ne yazık ki bu anlaşmayı hemen unuttu
ve sorunlu davranışları daha da şiddetlendi. Herkesin onu tanıdığı ve yetmiş
yıldır kendisinin tanıdığı Tenzin uzaklaşıyordu. Artık etrafındaki hiç kimse
onun duygularını ve buna bağlı davranışlarını akıl ve sabırla yönetemezdi.
Bunları farmakolojik olarak ele almamız gerekiyordu. Ancak Alzheimer'ı kontrol
etmek için kullanılan ilaçlar sınırlıdır ve sonraki birkaç ay içinde Tenzin'in
hafızası giderek daha da parçalandı. Acımasız bir gücün, onun hayatının
kitabını aldığı, sayfalarını yırttığı, buruşturduğu ve ateşe verdiği izlenimine
kapıldım. Benlik öyküsünün bu yozlaşmasıyla, tarzı neredeyse kontrol edilemez
bir duruma dönüştü. Bu bir zamanlar uysal olan kutsal adam, zaman zaman
düşmanca ve öfkeli bir duruma geri döndü. Kısacası artık Tenzin değildi.
Alzheimer hastalığı, örtük
bağlarımızın çözülmesi ve hatırlamaktan çok parçalanmasıdır. Bu hastalıkta,
geri dönüşü olmayan hafıza kaybı ve geçmişimizden bedensel kopukluk belki de
sadece beynin fiziksel bir hastalığı değil, aynı zamanda ruhun varoluşsal bir
hastalığıdır. Alzheimer hastalığının ruhsal bir biçiminden mustarip olduğumuz
konusunda Papa Francis'e tüm kalbimle katılıyorum. 16 Gerçekten de karanlık
tarihimizin kayıtlarını, hatalarımızı ve yanlış yönlendirmelerimizi temizlemek,
en kötü eğilimlerimizi fiilen gömmek için bilinmeyen bir istek var gibi
görünüyor. Bize kalan sadece iki seçenek var: tam bir duyarsızlaşma (uyuşukluk,
çözülme, sorumsuzluk) ya da kendi içimizde veya kendi aramızda topyekun savaşa
geçme. Bunu sağlayacak kadar ahlaksız ve bitmek bilmeyen bir şiddete maruz
kalmamızla reddedilen ve belleğin toplumsal yozlaşmasına neden olan bir
mekanizma üzerinde düşünmek mantıksız mı?
Gerçek zihinlerimiz ve kalplerimiz
solup açlıktan ölürken, çoğumuzu sanal bir gerçeklikte yaşamaya yönlendiren
teknolojiler, iç yaşamlarımızın bütünlüğünü kesinlikle aşındırıyor.
Artık çok fazla insan, neredeyse
tamamen, "benlik'' ordularının hayatlarını sanal izolasyonda (ayrı ve kökten
kopuk), yani dijital bir evrende deneyimlediği ilişkilere bağımlı hale geldi. Arkadaş eklemenin çok az anlamı
olan veya hiç anlamı olmayan bir fiil haline geldiği bir dünya. İnternet bizi
bir araya getirmek için fırsatlar sunsa da, bu yeniçağın bizi gerçek ve
anlamlı etkileşimlerden ayırdığını ve uzaklaştırdığını söyleyebiliriz. İncecik
iplikler örüyoruz, ama herhangi bir şeye veya herhangi birine tutunuyor mu?
Meta-karışıklık ve bağlantı çağında yaşamanın ironisi, yapılanların çoğunun
radikal izolasyon olmasıdır. Bu her şeyde var olan tanrısal kıvılcımların
ayrılması ve değersizleştirilmesi, Tanrı'nın amaçla yarattığı diğer hayatların
öneminin reddidir.
Eve dönüş yolumuzu nasıl bulacağız?
Hafızanın korunması ve hatta diriltilmesi kurtuluşumuzla nasıl bağlantılıdır?
Sinirbilim, belleğin maddi olmayan varlığımızla bağlantısı ve ölümden sonraki
yaşamın olasılığı hakkında bize herhangi bir anlayış sunabilir mi?
Fikirler beynimizde kalıcıdır ve mem'
olarak diğer zihinlerde dağılır. Memler insan düşüncesinin polenleridir; beynimizde
çoğalırlar, ancak onları bu şekilde ölçemeyiz. Kendimizi "günün
sonunda" gibi anahtar ifadeleri tekrarlarken bulduğumuz her an, memlerin
üreme kapasitesinin kanıtlarını görürüz. Hafıza memleri bir tür nörolojik
propagandadır. Sosyal medya vb. teknolojik temelli vektörler aracılığıyla bir
kez kök saldığında alevlenip yayılabilen nöbetçi deneyimin mirasıdır. Tarihin
büyük şahsiyetleri, beynimizde memler olarak ölümsüzleştirilir. Bu yaşamlar,
Don DeLillo'nun yazdığı gibi, "ışıkları zamana hapsolduğu için
hala parlayan ölü yıldızlardır:'17 • Kişiden kişiye ve nesilden nesile kültürel
veya sosyolojik yollarla aktarılan soyut bilgi kodlarıdır. İsimlendirmesini
Richard Dawkins yapmıştır. Fikirler, gelenekler, bazı öğretiler buna örnek
olarak gösterilebilir. (ed.n.)
Ortak kökenlerimizin hatırası,
zihnimizin gelişimi ve kaderimizi belirleme özgürlüğü bize güven verebilir.
Özellikle hatırlamayı seçebileceğimiz şey nedir? "Sanki öğrenmemizin tek
yolu akılmış gibi!" demiştir Pascal. 18 Hangi memler o kadar acil olabilir
ki hayatlarımız onları reenkarne etme yeteneğimize bağlı olsun? Ya da geçici,
acımasız ve olası bir dünyada özlediğimiz güvenliği bize sağlayabilecek olan
sevginin deneyimi ve hatırası mı sadece? Her yerde bulunan yerçekimi kuvveti
gibi sevgi de bizi hem bir araya getirir hem de birleştirir. Zihnimize ve
beynimize düzen ve anlam aşılar. Bize fiziksel duyularımıza nüfuz edilemez,
görünmez ve ölçülemez, boş bir alan gibi görünebilir. Neyse ki duyarlı ama
dağınık parçalarımızın içindeki sönük bir ışığı geri getirme kabiliyetine
sahibiz ve bu restorasyon temel Bütünün ışığını kıvılcımlayabilir. O sönmeyen
ölümsüz bir ışıktır. Zamanın dışında ikamet eder.
Yaratılışın bir açıklaması olarak
Eski bir Yahudi mistik anlayışı göze çarpmaktadır. Vakayiname şöyle gelişir:
Sonlu bir fiziksel evrende, Tanrı sonsuz yaratılışının evrenine yer açmak için
kendi özünü gizleyerek İlahi Benliğini "küçültmek" zorunda
kalmıştır.19 Dolayısıyla bu göksel kısıtlamanın üzerine, İlahi Işığın bir
süreliğine sınırlanması ve saklanması gerekti. Henüz evrende buna yer yoktu. Bu
nedenle, Tanrı onu geçici olarak özel kaplarda depoladı ve bu kaplar sonunda
parçalandı, ilahi enerjiyi tutamadı ve böylece onu yeni evrene dağıttı.
Gizli gerçek şu ki, bizler "tüm
varoluşun yalnızca bir parçası değil, bir anlamda bütünün'' ilahi
kıvılcımlarıyız.20 Eşsiz yaratılışımız, Tanrı'nın iradesini ve varlığımızı
ifade etme araçlarını seçme şeklidir. Bizim, bu dağılmış ışık parçalarını -bu
sevgiyi-, bedenlerdeki ruhlar olarak bireysel ve kolektif insan eylemlerimiz
aracılığıyla varlığımıza geri döndürme kabiliyetimiz ve sorumluluğumuz var.
Olduğumuz kişinin ana unsuru olan, Tanrı'nın bir parçası olan özümüzün ölümsüz
olduğunu, sadece bu şekilde anlayabiliriz; eylem yoluyla.
Tanrı'nın
Zihni: Sinirbilim, inanç ve Ruh Arayışı ! 169 ^^^B—^^^^^^^^^^&^^^^^^^^^^^^^B^^^^B
>^^^^^S^^^^^B^^^^^^^^^^^^^^B^^^B^^>^B— — — >^^^^^a — !
Hafıza bu şekilde kurtuluşa
götürür:21 Tanrı sayesinde varız ve O da bizim aracılığımızla somut yollarla
var olur. Tanrı'nın zihnini -varlığımızın yüce bir varlığın düşüncesi içinde
yer aldığını- tasavvur edebilirsek, o zaman onun aracılığıyla yaşamaya devam
edeceğimize dair güvenceye sahip olabiliriz.
Bu büyük bir olasılık doğurur.
Neredeyse her saygıdeğer geleneğin sözleriyle -ve uzlaşmaya yer yoktur-
komşumuzu kendimiz gibi sevmeliyiz. Komşumuzun bizimle ve Tanrı'yla bir
olduğunu görmeliyiz. Bu dünyaya bir nedenle gönderildik. Amacımız biyolojimizde
doğar. Tanrı anlayışımız, iç çatışmayı teşvik etmek veya bizi ayırmak anlamına
gelmez.
Bunun yerine -ve bu, tüm kolektif
anılarımızın derinliklerinde bir aşılama taşır- Tanrı, biz insanları sevgiyle
birbirimize dokur. Evrenin yaratılışına kadar giden bir hC!tJ.radır bu.
Ve sonsuza kadar yaşadığımız sevginin
içindedir.
1. Bölüm: Tanrı'nın Zihni
2.
Stephen Hawking, A BriefHistory ofTime:
From the Big Bang to Black Holes (New York: Bantam Books, 1988), 175.
"Tanrı'nın zihni" herhangi
bir esere başlamak için zor bir başlıktır ve bu konudaki düşüncelerimi sunmaktan
onur duyuyorum.
3.
Ipsos Global. @dvisory, "Supreme
Being(s), the Afterlife and Evolution;' http://ww. ipsos-na.com/news-polls/.
4.
Antoine de Saint-Exupery, 1he Little Prince, trans. Kat-
herine Woods ( 1943; repr. Waterville, ME: Thorndike Press, 2005).
5.
David Chalmers, 1he Conscious Mind: In
Search of a Fundamental 1heory (Oxford: Oxford University Press,
1996), xiii. Chalmers, materyalizm ve bilinç arasındaki boşluğu tanımlamak
için "bilincin zor sorunu" terimini kullandı. Bir ruhun varlığına
dair fiziksel olmayan hiçbir kanıt olmadığını yazar.
6.
"Thomas Nagel: Thoughts Are
Real;' New
Yorker, July 16, 2013; Thomas Nagel, Mind and Cosmos: Why the
Materialist Neo Darwinian Conception ofNature Is Almost Certainly Fal- se
(Oxford: Oxford University Press, 2012).
7.
Max Planck, Albert Einstein, and
James Murphy, "Epi- logue: A Socratic Dialogue;' - Where Is Science Going?
1he Universe in the Light ofModern Physics, trans. James
Murphy (New York: W. W. Norton, 1932).
8.
John Polkinghorne, 1he Polkinghorne Reader:
Science, Faith and the Searchfor Meaning, ed. Thomas Jay Oord (Landon: SPCK
and Templeton Foundation Press, 2010).
9. (a.g.e)
10. Immanuel Kant, Critique ofPure Reason, trans. Narman
Kemp Smith {1781; repr. New York: St.
Martin's Press, 1965), 521.
11.
Thomas Moore, Care of the
Soul: A Guide for Cultiva- ting Depth and Sacredness in Everyday Life (New York:
Har- perCollins, 1994), .xix.
12. Jonathan Sacks, The Great Partnership: Science, Religi- on, and the
Search for Meaning (New York: Schocken Books, 2011).
Rabbi Sacks'in kitabı, bilim ve
inancın nasıl farklı sistemler değil, bütünleşik olarak kabul edilebileceğine
dair düşünceli bir araştırmadır. Çalışmaları için Rabbi Sacks, 2016 yılında
Temp- leton Ödülü'ne layıkgörüldü.
13.
Siman Jacobson, Toward a
Meaningful Life: Ihe Wis- dom ofthe Rebbe Menachem Mendel Schneerson (New York:
HarperCollins, 1995).
Daha çok Rebbe olarak bilinen
Menachem Mendel Schneer- son, Lubavitch hareketinin sevilen lideriydi.
Rebbe'nin tüm hayatı, ruhun hayatını canlandırmaya ve benimki de dahil olmak
üzere her bireyin Tanrı'yla olan bağlantısına katalizör olmaya adandı. Son
notlarımı yazarken, bu kitap kendi inançlarımı netleştirmeme ve hayatımdaki
kutsalı geliştirmeme yardımcı oldu. Böylesine önemli bir eser yazdığı için
Rabbi Jacobson'a minnettarım.
2. Bölüm: Tanrı Var Mı?
1.
T. S. Eliot, "Choruses from 'The
Rock;" - Ihe
Complete Poems and Plays (New York: Harcourt Brace, 1971), 96.
2.
lain McGilchrist, Ihe Master and His
Emissary: Ihe Divided Brain and the Making of the Western World (New Haven and
Landon: Yale University Press, 2009). Beynimizin zaman içinde dini düşünce, dil
ve inanç sistemlerini nasıl şekillendirdiğiyle ilgilenen okuyucular için bu
kitap temel bir okumadır. McGilchrist bir psikiyatri profesörüdür ve kitabı
beyinlerimizin doğasında var olan ikiliği ve her bir yarıkürenin kendi
gerçeklik yapısını nasıl sunduğunu araştırır.
3.
Gabriel Anton, "On Focal
Diseases of the Brain Which Are Not Perceived by the Patient;' dersi, Society
of Physicians of Styria, Austria, December 20, 1897.
4.
Andrew Newberg, "Cerebral Blood
Flow During Medita- tive Prayer: Preliminary Findings and Methodological
Issues;' Perceptual
and Motor Skills 97, no. 2 (October 2003): 625-30.
5.
Paul Ekman and Richard J. Davidson,
eds., Nature
of Emotion: Fundamental Questions, Series in Affective Science (New
York: Oxford University Press, 1994).
6.
6. McGilchrist, Ihe Master and
His Emissary.
7.
Brandon Carter, "Large Number
Coincidences and the Anthropic Principle - CosmologY:' - Confrontation ofCosmo-
logical Iheories with Observational Data, ed. M. S. Longair Proceedings of the
Symposium, Krakow Poland, September 10-12, 1973 (Dordrecht: D. Reidel
Publishing, 1974), 291-98; daha sonra yayımlandığı General Relativity and
Gravitation 43, no. 11 (November 2011): 3225-33.
8.
Tim Folger, "Does the Universe
Exist If We're Not Loo- king? ;' Discover, June 2002.
9.
Ronald H. Naslı, The Light of the Mind: St.
Augustine's Iheory ofKnowledge (Lexington, KY: University Press
ofKen- tucky, 1969).
10.
Michael Mayne, Ihe Sunrise of Wonder:
Letters for the /ourney (London: Fount Paperbacks !
HarperCollins, 1995), 112.
11.
Aldous Huxley, Ihe Perennial Philosophy (New York:
Harper Perennial, 2004).
12.
Giacomo Rizzolatti, Leonardo Fogassi,
and Vittorio Gallese, "Neurophysiological Mechanisms Underlying the Un-
derstanding and Imitation of Action;' Nature Reviews Neuros- cience 2, no. 9
(September 2001): 661-70.
Dr. Rizzolatti, İtalya'daki Parma
Üniversitesi'nde nörofızyo- log ve profesördür. Motor hareketlerin sinirsel
temsili üzerine araştırma yaparken ayna nöronları keşfetti. Ayna nöronlar, neden
diğer insanların zihinlerini "okuyabildiğimizi" ve empati
deneyimlediğimizi açıklayabilir.
13.
Simon Baron-Cohen, "Precursors
to a Theory of Mind: Understanding Attention in Others;' - Natural Iheories of
Mind:
Evolution, Development, and Simulation of Everyday Mindreading, ed. Andrew
Whiten (Oxford: Basil Blackwell, 1991), 233-51.
14.
David Constantine, "Science
Illustrated: They Look Ali- ke, but There's a Little Matter of Size;' New York Times, 15 Ağustos,
2006.
3. Bölüm: Ruhun Sinirbilimi
1.
Isaac Newton, Mathematical Principles
ofNatural Philo- sophy, trans. Andrew Motte, revised by Florian Cajore, Great
Books of the Western World 34 (Chicago: Encyclopedia Bri- tannica and William
Benton, 1952).
Isaac Newton, tüm zamanların en büyük
bilim adamlarından biriydi ve aynı zamanda derin bir inanç adamıydı. Yaygın olarak
yerçekimi ve hareketle ilgili keşifleriyle tanınırken, New- ton, evrenin
doğasıyla ilgili Kabalistik kavramlar da dahil olmak üzere dini mistisizmle iç
içeydi.
2.
Daniel Dennet, The Atheism Tapes, bölüm 6, BBC TV
belgeseli, sunan Jonathan Miller, yapımcı Richard Denton, re- corded 2003,
broadcast 2004.
3.
Hermann Helmholtz, "Concerning
the Perceptions in General;' in Treatise on Physiological Optics, ed. James P.
C. Southall, 3rd ed., vol. 3 (1866; repr., New York: Dover, 1962). Hermann
Ludwig Ferdinand von Helmholtz, fizik ve biyolojideki koruma yasaları da dahil
olmak üzere bilimde birçok önemli atılımla tanınan on dokuzuncu yüzyıldan bir
Alman bilim adamıydı. Helmholtz, enerji korunumu ilkelerine dayanan nörona}
enerji için bir temel aradı ve onun görüşleri, Sigmund Freud'un zihnin işlevi
hakkındaki fikirlerinin ve daha yakın zamanda Karl Friston'ın fikirlerinin
temelidir. Helmholtz ayrıca oftalmoskopu geliştirdi.
4.
Karl J. Friston and Klaas E. Stephan,
"Free-Energy and the Brain;' Synthese 159, no. 3 (2007): 417-58.
Karl Friston, Wellcome Trust Centre for
Human Neuroima- ging"in bilimsel direktörüdür. Dünyanın önde
gelen sinirbi- limcilerinden biridir ve en çok beyin görüntüleme
verilerini
• (lng.) Welkome Trust Beyin
Görüntüleme Merkezi. (ed.n.)
analiz etmek için uluslararası
standartlar geliştirme konusundaki çalışmalarıyla tanınır. Friston, ayrıca
Freud'un duyguların biyolojisiyle ilgili orijinal çalışmasının sinirbilimsel
temeli üzerine kapsamlı yazılar yazmıştır. Beyin, fizyolojik homeos- tazı veya
dengeyi sürdürmek için sürekli çalışan kendi kendini organize eden bir
sistemdir. Düşüncelerimiz, inançlarımız ve eylemlerimiz belirsizliği ve
öngörülemez olanı azaltmak için tasarlanmıştır.
Karl J. Friston, "The Free
Energy Principle: A Unifıed Brain Theory?;' Nature Reviews
Neuroscience il, no. 2 (2010): 12738.
5.
K. O. Lim and J. A. Helpern,
"Neuropsychiatric Applica- tions of DTI-A Review;' NMR in Biomedicine 15, nos. 7-8
(2002): 587-93.
DTI, beyindeki suyun hareketini
değerlendiren gelişmekte olan bir beyin görüntüleme teknolojisidir. Travmatik
beyin yaralanmaları ve geleneksel beyin görüntüleme çalışmalarının beyindeki
hasarın boyutunu ortaya çıkaramadığı diğer bozukluklar için giderek daha fazla
kullanılmaktadır.
6.
Wilder Penfield, The Mystery of the
Mind: A Critical Study of Consciousness and the Human Brain, Princeton Le- gacy
Library (Princeton, NJ: Princeton University Press, 1978), 80-81.
7.
(a.g.e.)
8.
David Bohm, Wholeness and the
Implicate Order (Lon- don: Routledge and Kegan Paul, 1980).
9.
G. W F. Hegel,
PhenomenologyofSpirit, trans. A. V. Miller (Oxford: Oxford University Press,
1977), 420.
10.
"Tanrı'nın ışığı insanın
ruhudur;' Proverbs 20:27.
11.
Adin Steinsaltz, 1he 1hirteen
Petalled Rose: A Discourse on the Essence of/ewish Existence and Belief (New York:
Basic Books, 1980).
4.
Bölüm: İnanç ve Mantığın Evrimi
1.
Ludwig Wittgenstein, Tractatus
Logico-Philosophicus (New York: Harcourt Brace and
Company, 1922).
2.
The Martin Buber Reader: Essential
Writings, ed. Asher
Biemann (New York: Palgrave
Macmillan, 2002).
3.
Adam Cohen, "Can Animal Rights
Go Too Far?" Time,
14 Temmuz, 2010, http://content.time.com/time/nation/artic-
le/0,8599,2003682,00.html.
4.
Rachel Hartigan Shea, "Q&A:
Pets Are Becoming People, Legally Speaking;' National Geographic, 7 Nisan, 2014,
http://news.nationalgeographic.com/news/2014/04/ 140406
-pets-cats-dogs-animal-rights-citizen-canine
5.
Charles Darwin, The Descent of Man (London: John
Murray, 1871), 1:168.
6.
Tamara B. Franklin et al.,
"Epigenetic Transmission of the Impact of Early Stress Across
Generations;' Biological
Psy- chiatry 68, no. 5 (2010): 408-15.
7.
McGilchrist, The Master and
His Emissary.
8.
The Selected Poetry ofRainer Marta Rilke, trans. Step-
hen Mitchell (New York: Vintage, 1982).
9.
Stuart Kauffman, Reinventing
the Sacred: A New View of Science, Reason, and Religion (New York:
Basic Books, 2008), 129-30.
10. Sacks,
The Great Partnership.
11.
"Barbarca feryadı" terimi
Walt Whitman'ın Leaves
of Grass'taki "Song ofMyself;' eserinden gelmektedir. (1855; repr.
Philadelphia: Sherman & Co., 1990).
12.
Exodus 4:10.
13.
John Milton, Paradise Lost, bk. 7, lines
176-79.
14.
(a.g.e.), bk. 1, lines 254-55.
15.
Martin Buber, "The Faith of
Judaism:' - The
Martin Bu- ber Reader: Essential Writings, ed. Asher D. Biemann (New York:
Palgrave Macmillan, 2002), 99.
16.
(a.g.e.)
5. Bölüm: Hayatın Anlamı Nedir?
1.
Sacks, The Great
Partnership, 37.
2.
Viktor Frankl, Man's Search for Meaning. İlk olarak yayımlandığı
tarih 1946.
3.
Paul Bignell, "42: The Answer to
Life, the Universe and
Everything;' Independent, 5 Şubat, 201 l,
h ttp: ! !www. independent. co.
uk/life-s tyle/histor- y / 42-the-answer-to-life-the-universe-and-everyt-
hing-2205734.html.
4.
Erwin Schrodinger, What Is Life? With Mind
and Mat- ter (Cambridge, UK: Cambridge University Press, 1944).
5.
Gerald Edelman, Neural
Darwinism: 1he 1heory of Neuronal Group Selection (New York:
Basic Books, 1987).
6.
Martin H. Teicher et al.,
"Childhood Neglect Is Associa- ted with Reduced Corpus Callosum Area;' Biological Psychi- atry 56, no. 2
(2004): 80-85.
7.
Sigmund Freud, Beyond the
Pleasure Principle, in 1he Essentials of Psycho-Analysis: 1he Definitive
Collection of Sigmund Freud's Writing, trans. James Strachey (London: Pen-
guin Books, 1991).
Yeniden ortaya çıkan Yunan mitlerine
Freud'un tamamen battığına dair yaygın yanlış kanıya rağmen, gerçek şu ki
Freud, sinirbilimce onaylanmış biyolojik güçler açısından insan zihninin bir
modelini inşa etti. Bunlar, beyindeki kendi kendini yok etme gücünü tanımlayan,
şu anda apoptoz olarak adlandırılan ve bir süreçte aktif olarak gösterilen
"ölüm arzusu" kavramlarını içerir.
8.
Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü, 2002
yılında Sydney Brenner, H. Robert Horvitz ve John E. Sulston'a "organ
gelişiminin genetik düzenlenmesi ve programlanmış hücre ölümüyle ilgili
keşifleri nedeniyle" ortaklaşa verildi. Nobelprize.org
9.
Andrew G. Renehan, Catherine Booth,
and Christop- her S. Potten, "What Is Apoptosis, and Why Is it Important?
;· British
Medical /ournal 322, no. 7301 (2001): 1536-38, http:// ww.
ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMCl 120576.
10.
J. J. Miguel-Hidalgo et al.,
“Apoptosis-Related Prote- ins and Proliferation Markers - the Orbitofrontal
Cortex in Major Depressive Disorder;' /ournal ofAffective Disorders 158 (2014):
62-70.
11.
Taro Gold'un, Open Your Mind, Open Your
Life: A Little Book ofEastern Wisdom (Kansas City, MO: Andrews McMeel
Publishing, 2001) eserinden alıntılanarak Mahatma Gandi'ye
dayandırılmıştır.
12.
"Heart Disease: It's Partly in
Your Head;' Harvard
Heart Letter, March 2014, Harvard Health Publications.
13.
Salim S. Virani et al.,
"Takotsubo Cardiomyopathy, or Broken-Heart Syndrome;' Texas Heart lnstitute
/ournal 34, no. 1 (2007): 76-79.
14.
Blaise Pascal, Pensees, trans. A. J.
Krailsheimer (London: Penguin Books, 1966), 423.
15.
Maimonides, Code of Law, Laws
ofRepentance 3.4.
6.
Bölüm: Özgür Müyüz?
1.
Arthur Schopenhauer, The World as
Will and Represen-
tation.
2.
Yosef Y. Jacobson, "On the
Essence of Freedom;' Week- ly Torah, Kabbalah Online, http://ww.
chabad.org/kabbalah/ article_cdo/aid/3182099/jewish/On-the-Ess^nce-of-Freedom.
htm.
3.
Hippocrates, The Genuine Works
ofHippocrates, trans. Francis Adams (London: Sydenham Society, 1849),
2:344-45.
4.
Jean-Paul Sartre, Existentialism Is a
Humanism, trans. Carol Macomber (New Haven, CT: Yale University Press,
2007).
İlk kez 1946Öa basılan bu önemli
kitap, varoluşçuluk perspektifi ve doğuştan gelen kendi kendimizi yaratma
yeteneğimiz hakkındadır.
5.
Walter lsaacson, Einstein: His
Life and Universe (New
York: Simon and Schuster, 2007).
6.
Rabbi Daniel Lapin, Thought Tools,
no. 16, April 17, 2008,
http://www.rabbidaniellapin.com/thoughttools/TT
1641708. pdf.
7.
Benjamin Libet, Curtis A. Gleason,
Elwood W. Wright, and Dennis K. Pearl, "Time of Conscious Intention to Act
in Relation to Onset of Cerebral Activity (Readiness Potential): The
Unconscious Initiation of a Freely Voluntary Act;' Brain 106, pt. 3
(1983): 623-42.
1980'lerin başında Libet, merkezi
kafatası konumları üzerindeki hazır olma potansiyelinin (RP), bildirilen
hareket etmeye
istekli olma farkındalığından (W)
ortalama olarak birkaç yüz milisaniye önce başladığını buldu. Patrick Haggard
ve Martin Eimer daha sonra RP ve W'nin zamanlaması arasında hiçbir korelasyon
bulamadılar. Bu da RP'nin W'nin nedensel süreçlerini yansıtmadığını öne sürdü.
Bu sonucun, özgür irade ve bilincin nedensel rolü hakkındaki tartışmalar
üzerinde önemli etkileri vardır.
(Patrick Haggard and Martin Eimer,
"On the Relation Between Brain Potentials and the Awareness of Voluntary
Movements;' Experimental
Brain Research 126, no. 1 [1999]: 128-33.)
8.
William James, "The Dilemma of
Determinism;' - Phi-
losophers of Process, eds. Douglas Browning and William T.
Myers (New York: Fordham University Press, 1998).
9.
Malcom Gladwell, Blink: The Power of
Thinking Wit- hout Thinking (New York: Little, Brown, 2007), 58.
10.
S. Pockett, "On Subjective Back-Referral
and How Long it Takes to Become Conscious of a Stimulus: A Reinterpreta- tion
of Libet's Data;' Consciousness
and Cognition il, no. 2 (2002): 144-61.
Benjamin Libet ve meslektaşları
tarafından rapor edilen orijinal veriler, makale dizilerinin ilkinde deneysel
olarak gösterilen kolaylaştırma dikkate alınarak yeniden yorumlanmıştır.
Orijinal verilerin, Libet tarafından çıkarılanlardan oldukça farklı bir dizi
sonucu eşit derecede iyi veya daha iyi desteklediği gösterilmiştir. Yeni
sonuçlar, uyaranların bilince gelmesinin yalnızca 80 ms (500 ms yerine) sürmesi
ve uyaran zamanına "zamanda duyumların öznel olarak geri gönderilmesinin''
ger- çekleşmemesidir (Libet'in sonuçlarına ilişkin orijinal yorumunun aksine).
11.
Angus Menuge, "Does Neuroscience
Undermine Rttri- butive Justice?;' - Free Will in Criminal Law and Procedure, ed. Friedrich
Toepel, Proceedings of the 23rd and 24th IVR World Congress, Krak6w 2007 and
Beijing 2009 (Stuttgart: Franz Steiner Verlag, 2010), 73-94.
12.
Massimo Pigliucci, "Is Science All
You Need?;' Philosop-
hers' Magazine 57 (2nd quarter 2012): 111-12, http://philpa-
pers.org/archive/PIGISA.
13.
Itzhak Fried, "Internally
Generated Preactivation of Single Neurons in Humarı Medial Frontal Cortex
Predicts Vo- lition;' Neuron 69, no. 3 (2011): 548-62.
14.
Richard Dawkins, The God Delusion
(New York: Hou- ghton Miffilin, 2006), 213.
Dawkins, evrimi tartışır ve
"indirgenemeyecek kadar karmaşık'' olan her şeyin var olduğu fikrini
reddeder. Ateist bir kişiliğe sahip olan Dawkins, varlığımızın materyalizmin
sonsuz bir gerilemesi olduğuna inanır: "Tam olarak kaplumbağalara kadar:'
Ancak Dawkins'in hasır altı edemediği şey, indirgemecilik kurallarının geçerli
olmadığı insan bilincidir. Bilincin biyolojik ve fiziksel mekanizmaları,
natüralist bir açıklamadan kaçtı.
15.
John C. Eccles, Evolution of the Brain:
Creation ofthe Self (Oxford: Taylor & Francis, 1991).
16.
Martha Stout, 1h e Sociopath Next Doo^ (New York: Bro-
adway Books, 2005).
17.
Simon Baron-Cohen, "Precursors
to a Theory of Mind: Understanding Attention in Others;' - Natural 1heories of Mind:
Evolution, Development and Simulation ofEveryday Mindreading, ed. Andrew
Whiten (Oxford: Basil Blackwell, 1991), 233-51; Simon Baron-Cohen, ''Autism: A
Specifıc Cog- nitive Disorder of 'Mind-Blindness;" International Review of
Psychiatry 2, no. 1 (1990): 81-90.
Simon Baron-Cohen, Cambridge
Üniversitesi'nde gelişimsel psikopatoloji profesörü ve Autism Research
Centre'ın (Otizm Araştırma Merkezi) direktörüdür. Baron-Cohen, otizmin bir
zihin teorisi bozukluğu olduğunu teorileştirdi. Hepimiz bir "zihin
teorisine" sahibiz çünkü diğer insanların zihinleri indirgenemez ve
doğrudan gözlemlenebilir değil. Diğer insanların zihinleri olduğunu bile
doğrulamanın doğrudan bir yolu yok; kendi zihinlerimize ve deneyimlerimize dayanarak
yalnızca dolaylı olarak diğer insanlarda zihnin varlığını çıkarabiliriz.
18.
Naoki Higashida, 1he Reason I ]ump: 1he
Inner Voice ofa 1hirteen-Year-Old Boy with Autism, trans. K. A.
Yoshida and David Mitchell (New York: Random House, 2013).
19.
Emiliano Ricciardi et al., "How
the Brain Heals Emoti- onal Wounds: The Functional Neuroanatomy of
Forgiveness;'
Frontiers in Humarı Neuroscience 7
(2013): 839.
20.
Hannah Arendt, 1he Human Condition (Chicago: Uni-
versity Chicago Press, 1958), 241. Arendt en çok "kötülüğün
sıradanlığı" ifadesi ile tanınır. Düşüncelerini dahil ettim çünkü bugün
hayatta olsaydı Naoki Higashida'nın dünya ve insan davranışları hakkındaki
açıklamasına katılırdı.
7.
Bölüm: İyi ve Kötü Gerçekten Var Mı?
1.
Adin Steinsaltz, Thirteen Petalled
Rose, 96.
Ruhun doğası hakkındaki fikirlerimin
çoğu bu kitaptan ilham aldı. Steinsaltz, önde gelen bir bilim adamıdır ve
Yahudi düşüncesi konusunda çok sayıda kitap yazmıştır.
2.
J. Krishnamurti, Freedom from the Known (New York:
Harper and Row, 1969), 13.
3.
American Psychiatric Association, Diagnostic and Sta- tistical Manual of Mental
Disorders, Sth ed. (Washington, DC: American Psychiatric Association,
2013).
4.
Daniel Goleman, "Probing the
Enigma of Multiple Per-
sonality;' New York Times,
28 Haziran, 1988,
http://ww. nytimes.com/
1988/06/28/science/probing-the-e- nigma-of-multiple-personality.html.
5.
Scott D. Miller, "Optical
Differences in Cases of Multiple Personality Disorder;' /ournal ofNervous
and Mental Disease 177, no. 8 (1989): 480-86.
6.
Robert Louis Stevenson, Dr. Jekyll
and Mr. Hyde (1886;
repr. London: Bibliolis Books, 2010),
95.
7.
(a.g.e.)
8.
R. C. Byrd, "Positive
Therapeutic Effects of Intercessory Prayer in a Coronary Care Unit Population;'
Southern Medical /ournal 81, no. 7 (1988): 826-29.
9.
Giovanni Pico della Mirandola, Heptaplus,
alıntı: C. G. Jung and W. E. Pauli, The Interpretation
ofNature and the Ps- yche (New Jersey: Princeton University Press,
1975).
10.
Sharon Dekel, Zahava Solomon, and
Eyal Rozenstrei- ch, "Secoridary Salutogenic Effects in Veterans Whose
Parents Were Holocaust Survivors? ;• Journal of Psychiatric Research 47,
no. 2 {2013): 266-71.
11.
Henry Melvill, "Partaking in
Other Men's Sins;' St. Mar- garet Kilisesi, Lothbury, İngiltere'ye hitaben, 12
Haziran, 1855, The
Golden Lectures (London: James Paul, 1855) basıldı.
12.
Masahiro Kawasaki et al.,
"Inter-Brain Synchronization During Coordination of Speech Rhythm in
Human-to-Hu- man Social Interaction:· Scientific Reports 3, no. 1692 (2013); Uri Hasson et
al., "Brain-to-Brain Coupling: A Mechanism for Creating and Sharing a
Social World;' Trends
in Cognitive Sciences 16, no. 2 (2012): 114-21.
13.
Allan N. Schore, Affect Regulation and the
Repair of the Self, Norton Series on Interpersonal Neurobiology (New York:
W. W. Norton, 2003).
14.
Sara Laskow, "The Role ofthe
Supernatural in the Disco- very of EEGs;' The Atlantic, November 23, 2014.
Bu, beyin dalgalarını ölçmek için ilk
cihazı geJiştiren Hans Ber- ger hak nda güzel bir hikaye. Berger'in telepatiye
de inanması tesadüf değil mi?
ıs. (a.g.e.)
16.
Donald Capps, The Religious
Life: The Insights of Willi- · am /ames (Eugene, OR:
Cascade Books, 2015).
17.
Philologus, "Roots of
'Religion;" The
Forward, May 25, 2007.
18.
Exodus 3:14.
19.
Avivah Gottlieb Zornberg, The Particulars of
Rapture: Reflections on Exodus (New York: Doubleday, 2001), 75.
Avivah Zornberg, Prag'daki Maharal'ın
orijinal yazılarına ve öğretilerine dayanarak, Hz. Musa'nın Tanrı'nın adı
hakkındaki soruşturmasına Tanrı'nın gizemli cevabının güzel ve zarif bir
yorumunu sunuyor.
8.
Bölüm: Ölümsüzlük: Var Olanın
Hatırlanması
1.
T. S. Eliot, "Little Gidding;' Four Quartets, in The
Comp- lete Poems and Plays, 1909-1950 (New York: Harcourt Brace,
1971), 145.
2.
Milan Kundera, The Unbearable Lightness
of Being (1984; repr. New York: Perennial Classics, 1999).
3.
Ewald Hering, On Memory and the Specific
Energies of the Nervous System (Chicago: Open Court Publishing Com-
pany, 1895).
4.
William Butler Yeats, The Second Coming (Ireland: The
Cuala Press, 1921):
5.
Karl Pribram, Rethinking Neural Networks: Quantum
Fields and Biological Data (New York: Lawrence Erlbaum As-
sociates, 1993).
6.
Julian B. Barbour, The End ofTime: The Next
Revolution in Physics (London: Weidenfeld & Nicolson,
1999).
7.
Talmud Tractate Berachot 57b.
8.
Freud, Dream
Psychology, 172.
9.
William James, The Varieties ofReligious
Experience: A Study in Human Nature, The Gifford Lectures on Natural Re-
ligion Delivered at Edinburgh 1901-1902 (New York: Modern Library ! Random
House, 1902), 490.
10.
Psalms 126:1.
11.
Max Scheler, On the Eternal in Man (1960; repr.
New Brunswick, NJ: Transaction Publishers, 2009). Max Scheler, din felsefesi
konusunda önemli bir bilgindi ve Papa il. John Paul, eserlerinden büyük
ölçüde etkilendi.
12.
Jean-Paul Sartre, The Emotions Outline of a
Theory, trans. Bernard Frechtman (New York: Philosophical Library,
1948).
13.
William Wordsworth, "Lines
Written a Few Miles Above Tintern Abbey;' Lyrical Ballads ( 1798; repr. London: Penguin Books,
2006), 112.
14.
Sigmund Freud, "The Project fora
Scientifıc Psychology" - The Standard Edition ofthe Complete Psychological Works
ofSigmund Freud, vol. 16, ed. James Strachey (London, Ho- garth Press,
1963).
15.
Thubten Chodron, Buddhism for Beginners (Boston: Snow
Lion, 2001).
16.
"Pope Francis to Religious: Do
Not Fail into Spiritual Al- zheimer's;' Rome Reports news agency, July 9, 2015.
17.
Don DeLillo, Cosmopolis: A Novel (New
York: Scribner, 2003), 155.
18.
Pascal, Pensees.
19.
Rabbi Isaac Luria, 1534-1572, modern
Kabalanın babası.
20.
Erwin Schrödinger, What Is Life? (Cambridge:
Cambri- dge University Press, 1967), 21.
21.
"Hatırlamak kurtuluşa götürür;'
sözü Baal Şem Tov'a atfedilir ve Yad Vashem Holokost Tarih Müzesi'nin
kapılarında yazılıdır.
TEŞEKKÜR
Bu kitabın yaratılmasına giden yol,
Sterling Lord Literistic'te- ki (SLL) edebi temsilcim Celeste Fine ile yaptığım
birkaç tutkulu tartışmayla başladı. Celeste'nin inanılmaz merakı ve yeni
fikirlere açıklığı sayesinde bu kitap doğdu. Onun en iyi iltifatını aldığımı
hatırlıyorum; bu müsveddenin orijinal taslağı, ona büyükbabasının inançla
ilgili sözlerini yüzlerce ayrı nota yazma girişimini hatırlatmış. Umarım aynı
şeyi yapma girişimimde onu hayal kırıklığına uğratmamışımdır. SLllieki
temsilci John Maas'a da bu projeyi savunduğu ve onu sürekli geliştirdiği için
teşekkürler.
Penguin Random House'un bir markası
olan Crown'daki editörüm Gary Jansen ile ilk kez 2013 yılında soğuk bir kış
günü Midtown Manhattan'daki bir Küba restoranında öğle yemeğinde tanıştım.
Bilim ve dine olan karşılıklı ilgimiz ve William James'e derin takdirimiz
hakkında birkaç saat konuştuk. Tüm insan anlayışının (bilim ve din) bu iki
temel çerçevesi için bir heyecan paylaştığımızı ve ikimiz de yaşamlarımızda,
herkesin iyiliği için bu görünüşte farklı dünya görüşlerini uzlaştırmayı
amaçladığımızı defalarca keşfettik. Bu sürecin her adımında Gary, her zaman
asıl amacı olan ana mesaja saygı gösterirken, daha derin bir içgörü kaynağından
yararlanmam için beni zorladı. Bu işi teklif etmesi, büyük ölçüde
zenginleştirdi.
Editörler lan Blake Newhem ve Marcus
Brotherton, süreç boyunca taslağı şekillendirmeme yardımcı oldular. Tartışmaya
netlik ve bu mesajın nasıl sonuna kadar genişletileceğine dair içgörü
katkısında bulundular. Her ikisi de olağanüstü bireyler ve büyük yazarlardır.
Onların yardımları olmasaydı bu kitap asla gerçekle- şemezdi. lan, dilin
doğada, doğanın da dilde zarafetini görmeme yardımcı olan bir şair gibidir. Bu
kitabı yazma sürecinde derinden gelişmeme yardımcı olan, içimdeki inancın ve
anlamın daha derin yönlerini keşfetmeme yol açan Marcus'a özel bir teşekkürüm
var. ·
Bu kitabın yazıldığı yıl boyunca, mucizevi bir şekilde Papa Francis'in
beklenmedik bir ilham kaynağı olduğunu söylemeye 184
cürret ediyorum. İster din ister
bilim ister felsefe yoluyla olsun, daha iyi insanlar olmak için inançtaki bariz
farklılıklara veya açık bir inancın yokluğuna bakılmaksızın hepimize meydan
okuyor. Başyapıtı, 1he
Name of God is Mercy, dini inancımız ne olursa olsun,
yaşamımızın en önemli mesajıdır.
Hem bu kitabın ortaya çıkmasından
önce hem de bu kitabın ortaya çıktığı sırada, hayatımda öğrenmeme aracı olan
pek çok insanı tanımaktan onur duyuyorum. Birincisi, ailem, özellikle her gün
hayatımda olduğu için kutsanmış olduğum bir nezaket ve sevgi düzeyinde yaşayan
eşim Rita ve kızlarım Julia ve Sofia, bilim, din ve yaşamın anlamı konusundaki
sorularında acımasızlar. Tanrı ile bağlantımız ve ilişkiler hakkındaki fikirlerimin
çoğu, onların varoluşsal açıdan zengin soruları ve onları en iyi şekilde
yanıtlamak için bulunduğum girişimler sayesinde doğdu. Ve onların sevgisi
sayesinde Tanrı'nın varlığının gerçekliğini öğrendim. Her iki ebeveynim de
şimdi "Anlayış Dünyasında" ama her zaman örnek olarak sevgi ve
ailenin önemini öğretiyorlar. Ailemin ve özellikle kız kardeşim Joanne, erkek
kardeşim Robert, Scott Ross, kuzenlerim Ken, Marion, Warren ve Steve,
yeğenlerim ve küçük yeğenlerim Blanca, Raul, Cathy, Lou ve Bea'nin yakınlığı,
kişisel inancın nasıl gerçekleştiğine dair benim kişisel örneklerim.
Dini ve felsefi bir bakış açısından,
en özel ve sevgili arkadaşım Rabbi Noson Guary'nin bana öğrettiği şekliyle Lubavitcher Rebbe
ofBlessed Memory'nin öğretilerine derinden borçluyum.
Rabbi Guary'yi seviyorum, gerçekten dürüst bir insan. Hayatımda olduğu için çok
mutluyum. Onun inancı, onu tanıyan herkes için bir ilham kaynağıdır.
Ayrıca, fazlasıyla kalıcı
dostluklarım da dahil olmak üzere, sahip olabileceğim kadar gerçek ve sadık
birçok sevgili arkadaşım olduğu için çok mutluyum; Sammy Fox, Dr. Bert Pepper
-hayatımın zor bir döneminde bana böyle bir nezaket ve cömertlik gösteren,
kelimenin tam anlamıyla bir bilge- Tim Flaherety, Dan Kolak, Perry Bard, Larry
Zaret, Michael Shulman, Madeline Sor- rentino, Steve Kraskow, Mitch Golden,
Thom Gencarelli, Kath- leen O' Connell, Jay ve Brenda Lender, Robin Matza,
Peter Kaslı, Linda Friedland, Peter Madill, Cari Germano, Kamran Fallapour,
James Gordon, Aron Weber, David Ober, Michael Kelly, Dr. Chris
Renna ve Harvey Weinstein. Hayatımda
bu insanlara sahip olduğum için çok şanslıyım, sevgileri ve nezaketleri için
minnettarım.
Ayrıca bir iş olmanın ötesine geçen
bu işte, ortak vizyonumuz nedeniyle dostluklarına sahip olduğum için bu isimlere
çok minnettarım ve teşekkür ederim: Dr. Ron Dozoretz, Robert Gibbs, Nancy
Grden, Laura Miles, Dr. Rudy Tanzi, Patrick Kennedy, Dr. Lloyd Sederer, Darnley
Stewart, Dr. Chris Renna, Dr. Jonathan Mann, Dr. Duane Mitchell ve Dr. Dan
Lucksaker.
Maimonides, Spinoza, Martin Buber,
William James, Sigmund Freud, Hanna Arendt, lain McGilchrist, Rabbi Jonathan
Sacks, Avivah Zornberg, Adin Steinsaltz, Jean-Paul Sartre ve Dr. Dan Kolak,
dünyanın entelektüel devlerinden ve sık sık yararlandığım bilgelik kaynaklarından
bazılarıdır.
Görkemli George Gölü'ne bakan
bilgisayarımın başına oturduğum birçok yaz günü oldu ve bu kitabın
bölümlerinin yazılması sırasında böylesine harika manevi görevliler oldukları
için Canoe Island Lodge'un sahiplerine ve çalışanlarına teşekkür etmek
istiyorum.
Son olarak, sadece hatır için değil,
aynı zamanda bir hayatın sorgularının doruk noktası olan bu eseri okumaya
başlayanlara minnettarım. Bu ortamda neye dikkat etmemiz gerektiğini bilmek
bizim için zor ve bu kitabın mesajını kişisel olarak faydalı ve anlamlı
bulmanız en büyük umudum.
En derin şükranla,
Dr. Jay Lombard
New York, Temmuz 2016
Tanrı
var mı?
Ruhumuz
var mı?
Ölümden
sonra hayat var mı?
Hayatın
anlamı nedir?
Uzman
nörolog Dr. Jay Lombard, Tann’nın Zihni adlı kitabında, sinir- bilim
aracılığıyla, belki de hayatımız boyunca içinden çıkamadığımız soruları
yanıtlamak yerine, bizi o sorularla bir keşfe çıkarıyor. Belki de cevaplar bu
soruların içinde saklıdır. Kim bilir?
DNA’mız,
beynimiz, organlarımız, bedenimizdeki her şey somut ve biyolojik bir karşılık
bulabiliyor. Peki maddi olmayan yanımız? Zihnimiz? Anılarımızın, hafızamızın
ve bilhassa inancımızın kanıtlanabilir varlığını nerede ve nasıl bulabiliriz?
Öldüğümüzde
hatıralarımıza, benlik duygumuza, bilincimize, zihnimize ne oluyor? Onlar da
ölüyor mu? Biz hayattayken bile somut bir şekilde kanıtlayamadığımız, sadece
hissedebildiğimiz bu olgulara öldükten sonra ne olduğunu nasıl
açıklayabiliriz?
Tanrının
zihnini anlayamadan bu sorulara cevap bulamayacağımızı ileri süren uzman nörolog,
meslek yaşamında karşılaştığı hastalarından örneklerle bizi zihnimizde ve
biyolojik varlığımızın ötesinde bir yolculuğa çıkarıyor. Tanrının
Zihni’nde, bilime gönülden bağlı bir sinirbilim uzmanı olan Dr. Jay
Lombard, bilim yüzünden inancımızı kaybetmek yerine, bilim yoluyla inancımıza
sıkı sıkı tutunmamızı telkin ediyor. Gerçeği, bilimin ötesinde ararken bilimi
asla göz ardı etmiyor. Aksine bilimden faydalanıyor.
Belki
de tüm bu sorulara cevap bulabilmek için özellikle inanç ve empa- ti gibi kavramlar
üzerinde durmamız gerekiyordur. Belki de Tanrının zihni içimizdeki sevgide ve
merhamette saklıdır.