BİLİM ve MİT:
AYNI ve BİR OLABİLİRLER Mİ?
Adem ilk tüp bebek miydi? Havva ilk organ nakli ameliyatından yararlanan kişi miydi?
Sodom ve Gomorra'yı yıkan nükleer fizyon muydu?
Bilgisayar çıktıları 5000 yıl önce mevcut muydu?
Bugün ancak derin uzay sondaları ile keşfedebildiğimiz güneş sistemimizle ilgili bilgileri, kadim halklar ayrıntısıyla ve doğru olarak nasıl tarif edebilmişlerdi?
İnanılmaz cevapların hepsini, en son bilimsel bulgularla birlikte tamamen belgelenmiş halde, DÜNYA TARİHÇESİ dizisinin saygın yazan Zecharia Sitchin'in bu yeni, önemli ve şaşırba kitabında bulacaksınız.
Nefilimler hakkında
"konuşmayı bırak da bir şeyler yaz"
diye beni teşvik eden,
evlenmeden önceki soyadı Regenbaurn olan
eşim Frieda (Rina)'ya
Zecharia SITCHIN
İnsanoğlunun uzak geçmişindeki şaşkınlık verici
derecede ileri bilimsel bilgilerin
akıllara durgunluk veren yeni kanıtlan!
KOZMİK TOHUM
MODERN BİLİM,
KADİM BİLGİYE YETİŞİYOR MU?
Çeviren
Yasemin TOKATLI
Baskı: İstanbul, Ocak 2002
SUNUŞ
Zecharia Sitchin, bestseller kitabı olan 12. Gezegen' den sonra yazdığı eserlerinde kadim öğretilerle modem bilimin en son keşiflerini bir potada eritmektedir. Okuyucuya derin ve olması gereken yeni ufuklar açan bu kitap, insan DNA'sından kozmosa uzanan gizemli bağı tekrar bulduruyor.
Spiritüel hakikatle bilimsel hakikatin ayrılmaz bir bütün oluşunu, canlılığın meydana gelişini sağlayan kozmik iradelerin, insanlık kültürünün genel evrimi için nasıl ve ne yollarla çaba gösterdiğini apaçık okuyucunun gözleri önüne seriyor.
Yeni Çağın bilgisi dört koldan gelişirken ve ilerlerken, bizim geçmişimizdeki ana bilgilerle tam paralellik göstermesi bizleri her devrin hakikatlerine, ama en önemlisi hakikatlerin birliğine götürüyor.
Bilimirı -ve insanlığın, geçmişle geleceği rasyonel bir şekilde bağlayabilen gerçek bilim adamlarına ihtiyacı gittikçe artmaktadır.
Elinizdeki kitap kendi perspektifinden bu vazifeyi yapmaya çalışıyor. Şüphesiz bilinmeyenler, bilinenlerin yanında çok azdır.
Zecharia Sitchin'in bu ^nd ki^ım da Türkçe'ye akıa bir dille kazandıran çevirmen Yasemin Tokatlı'ya teşekkür ederiz.
BİLYAY Vakfı
Ruh ve Madde Yayınlan
İÇİNDEKİLER
Önsöz 9
Göklerdeki Ordu 11
Uzaydan Geldi 32
Başlangıçta 50
Yaratılış'ın Habercileri 72
Gaia: Oyulmuş Gezegen 100
Yarahlış'ın Tanığı 120
Yaşam Tohumu 146
Ademoğlu: Yarablan Köle 172
Havva I:>enilen Ana 199
Bilgelik Göklerden İndirildiğinde 219
Mars'ta Bir Uzay Üsü 245
Phobos: Bir Arıza mı Yoksa Bir
Yıldız Savaşları Vakası mı? 287
Olacakları Gizlice Beklerken 317
İndeks 354
ÖNSÖZ
Yirminci yüzyılın son otuz-kırk yılı, insanoğlunun bilgisinde akıllara durgunluk veren bir gelişmeye tanıklık et. Bilim ve teknolojinin her alanındaki ilerlemeleriıniz, artık yüzyıllar veya onyıllarla değil, yıllar, hatta aylarla ölçülmeye başladı ve öyle gö- ıi nüyor ki, insanoğlunun geçmişinde ulaşabildiği herhangi bir haşan veya faaliyet alanını kat be kat aşmış durumda.
Ama acaba Karanlık Çağ ve Orta Çağdan çıkan, Aydınlanma Çağına ulaşan, Sanayi Devrimini deneyimleyen, yüksek teknoloji, genetik mühendislik ve uz.ay uçuşlan çağına giren İnsanoğlunun, kadim bilgiye ancak yetişmiş olması mümkün olabilir mi?
Kitabı Mukaddes ve öğretileri birçok nesil boyunca İnsanoğlunun arayışı için bir çapa görevi görmüştü ama modem bilim yüzünden hepimiz sularda sürükleniyor gibiyiz, özellikle de Evrim ve Yarablış arasındaki uyuşmazlıkta. Bu kitapta bu çatışmanın temelsiz olduğu, Tekvin Kitabı ve kaynaklarının en yüksek bilimsel bilgiyi yansıthğı gösterilecektir.
Öyleyse, uygarlığımızın, bugün gezegenimiz Dünya ve evrendeki köşemiz, yani gökler hakkında keşfet erinin sadece ''Yarablış'ı Yeniden Ziyaret" denilebilecek bir drama olması, Dünya'da ve başka bir gezegendeki çok daha eski bir uygarlığın bildiklerinin yeniden keşfi olması mümkün müdür?
Soru, sadece bilimsel bir merakla sorulmamışbr; İnsanoğlunun varoluşunun merkezine, kökenine ve kaderine kadar gider. Dünya'run yaşayabilecek bir gezegen olarak geleceğini ilgilendirir çünki Dünya'nın geçmişindeki olaylarla ilgilidir; nereye gittiğimizle ilgilidir çünki nereden geldiğimizi açığa çıkarır. Ve cevaplar, göreceğimiz gibi, bazılan kabul edilemeyecek kadar inanılmaz ve bazılan da yüzleşilemeyecek kadar ürkütücü olan kaçınılmaz çıkanmlara yol açmaktadır.
GÖKLERDEKİ ORDU
Başlangıçta
Tann gökleri ve yeri yarath.
Her şeyin başlangıcı kavramı, modern gökbilimi ve astrofiziğin temelidir. Düzen olmadan önce bir boşluk ve kaos olduğu cümlesi, evrende hüküm sürenin kalıcı bir düzenlilik değil de kaos olduğuna ilişkin en son teorilere de uymaktadır. Sonra da yaratılış işlemini başlatan yıldırım hakkındaki cümle gelir.
Acaba bu, evrenin ilksel bir patlamadan yarabldığıru; yıldızlan, gezegenleri, kayaları ve insan varlıklarını oluşturan, göklerde ve Dünya'da gördüğümüz harikaları yaratan maddeyi dört bir yana dağıtan, ışık biçimindeki enerji patlamasını öneren Big Bang (Büyük Patlama) teorisine bir gönderme miydi? Bize en çok ilham veren kayrıaktan aldıkları bilgilerle ilhamlanan bazı bilimciler, öyle olduğunu düşünüyorlar. Ama öyleyse, kadim İnsanoğlu bu kadar uzun zaman önce Büyük Patlama teorisini nasıl biliyordu? Yoksa bu kutsal kitap hikayesi, küçük gezegenimiz Dün- ya'nın ve Gökkubbe ya da "dövülmüş bilezik" (asteroit kuşağı) denilen göksel bölgenin nasıl biçimlendiği meselesini olabildiğince basitçe tarif mi ediyordu?
Gerçekten de, nasıl olmuş da kadim İnsanoğlu bir kozmogoniye ("") sahip olabilmişti? Aslında ne kadar biliyordu ve bunu nasıl öğrenmişti?
Cevaplan aramaya, olayların açılmaya başladığı yerde başlamak uygun olacakhr: İnsanoğlunun zamanın başlangıcından bu yana kökeninin, yüksek değerlerin ve Tann'nın bulunduğunu
(•) Kozmogoni: Ebenin gelişimi ve kökeni üzerine çalışma. Evrenin gelişimini ve kökenini açıklamaya kararlı ilkeler bütünü. (Ç.N.)
Şekil 1
hissettiği göklerde. Mikroskopların kullanımı sayesinde yapılan keşiflerin heyecan vericiliği gibi, teleskopların görmemizi sağladıktan da doğanın ve evrenin muhteşemliğinin farkındalığı ile dolduruyor içimizi. Yeni ilerlemelerin içinde en etkileyici olanı, hiç şüphesiz, gezegenimizi çevreleyen göklerdeki keşifler olmuş- hır. Ne afallahcı gelişmelerdi bunlar! Sadece birkaç on yıl içinde Dünyalılar gezegenimizin yüzeyinden havalanmış; yüzeyinin binlerce kilometre üstünde Dünya'nın semalarını arşınlamış; tek uydusunun, yani Ay'ın üstüne inmiş; ve göksel komşulanınızı incelemek üzere bir dizi insansız uz.ay aracı yollayarak renkleriyle, yüzey özellikleriyle, yapılanyla, uydulanyla, halkalanyla göz kamaşhncı canlı ve aktif dünyalan keşfetmiştir. Belki de ilk kez, Mezmur (•) yazarının sözlerinin anlamını kavrayabilir ve kapsamını hissedebiliriz:
Gökler Tann'nın izzetini beyan eder;
Ve gökkubbe Ellerinin işini ilin eyler.
Gezegensel keşif gezilerinin harika çağı, Ağustos 1989' da in- ansu uay aran V^ago 2, saktaki Neptün'ün yanından geçti-
(•) Mezmur: Eski Ahit'te Mezmurlar başlıklı bölümde yer alan ilihileri ya:zan kişiler. (Ç.N.)
ğinde ve Dünya'ya resimler ve diğer verileri yolladığında muhteşem bir zirveye ulaşh. Sadece bir ton ağırlığında olan ancak televizyon kameraları, algılama ve ölçme cihazları, nükleer çözünme temelli bir güç kaynağı, aktarıcı antenler ve küçücük bilgisayarlarla (Şekil 1) dahice doldurulmuş olan araç, Dünya'ya varması ışık hızında bile dört saatten fazla süren hsılhya benzer darbe sesleri yolladı. Bu darbeler Dünya üzerinde Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi'nin (NASA) Derin Uzay Ağı'ru oluşturan radyoteleskopları dizisi tarafından yakalandı; sonra zayıf sinyaller Pasadena/Califomia'da projeyi NASA adına yöneten Jet itki Uboratuvan'nın (JPL) gelişmiş tesislerinde elektronik sihir-· bazlık yoluyla fotoğraflara, tablolara ve diğer veri biçimlerine çevrildi.
Bu son görevin başarılmasından, yani Neptün ziyaretinden on iki yıl önce Ağustos 1977'de fırlatılan Voyager 2 ve refakatçisi Voyager l'in aslında sadece Jüpiter ve Satürn'e ulaşması ve daha önce Pioneer 10 ve Pioneer 11 adlı insansız uzay araçları tarafından bu iki dev gazımsı gezegen hakkında elde edilen verileri artırması niyetleniyordu. Ama kayda değer bir deha ve beceri ile JPL bilimcileri ve teknisyenleri, dış gezegenlerin nadir bir şekilde hiza-
Kaynak: JPL
ya girmesinden faydalanarak ve bu gezegenlerin yerçekimi güçlerini "sapan" gibi kullanarak, Voyager 2'yi ilk önce Satüm'den Uranüs'e ve sonra da Uranüs'ten Neptün'e fırlatmayı başardılar · (Şekil 2).
Dolayısıyla Ağustos 1980'nin sonlarında birkaç gün boyunca başka bir dünyayı ilgilendiren manşetler, İnsanoğlunun günlük istihkakını dolduran silahlı çatışmalar, politik hareketler, maç sonuçlan ve borsa raporlarını bir kenara ihnişti. Birkaç gün için Dünya dediğimiz dünya, bir başka dünyayı izlemek üzere mola verdi; televizyonlarımızın başına çakılmış biz Dünyalılar, Neptün dediğimiz bir başka gezegenin yakın plan resimleriyle heyecana kapıldık.
Televizyon ekranlarımızda göz kamaşbncı turkuaz bir kürenin imgeleri göründüğünde, yorumcular İnsanoğlunun Dünya üstündeki en iyi teleskoplarla bile bizden yaklaşık beş milyar kilometre uzakta, uzayın karanlığında ancak hafifçe aydınlanmış bir nokta olarak görülebilen bu gezegeni ilk kez görebildiğini tekrar tekrar vurguluyorlardı. İzleyicilere, Neptün'ün ancak 1846'da, nispeten daha yakın olan Uranüs gezegeninin yörüngesindeki düzensizliklerin ötesinde bir diğer gök cisminin varlığım belirtmesinden sonra keşfedildiğini habrlabyorlardı. Bundan önce hiç kimsenin -ne on yedinci ve on sekizinci yüzyıllar arasında gök cisimlerinin hareketlerinin kanunlarını keşfeden ve belirleyen Sir Isaac Newton ve Johannes Kepler'in, ne on albna yüzyılda gezegensel sistemimizin merkezinde Dünya'nın değil de Güneş'in olduğunu belirleyen Kopemik'in, ne de bir yüzyıl sonra teleskop kullanarak Jüpiter'in dört ayı olduğunu ilan eden Gali- le'nin- on dokuzuncu yüzyılın ortalarına dek hiçbir büyük gökbilimcinin ve şüphesiz daha önceleri de hiç kimsenin Neptün'ü bilmediğini bize habrlatblar. Ve sadece sıradan TV izleyicileri değil gökbilimcilerinin ta kendileri de daha önce hiç görülmemiş olanı görmek üzereydiler; Neptün'ün gerçek tonlarını ve yapısını ilk kez öğrenecektik.
Ama Ağustos karşılaşmasından iki ay önce, birçok Amerikan, Avrupa ve Güney Amerika aylık dergisi için uzun zamandır kabul gören fikirlere karşı çıkan bir makale yazmışhm: Neptün
eski çağlarda bilinmekteydi, diye yazmışhm; ve yapılmak üzere olan keşifler sadece kadim bilgiyi doğrulayacakh. Neptün mavi- yeşil renkli, sulu ve "bataklık bitkisi" renginde lekeleri olan bir gezegen olacakhr, diye kehanette bulunmuştum!
Voyager 2'den gelen elektronik sinyaller bunlann hepsini ve fazlasını doğruladı. Helyum, hidrojen ve metan gazlanndan oluşan bir ahnosferin kucakladığı, Dünya'run kasırgalarını küçücük kılan, burgaçlı, yüksek şiddette rüzgarların süpürdüğü güzel bir mavi-yeşil renge sahip, turkuaz bir gezegeni açığa çıkardılar. Bu ahnosferin alhnda, belki de güneş ışığının onlara çarphğı açıya bağlı olarak rengi bazen daha koyu mavi ve bazen de yeşilimsi san olan gizemli dev "lekeler" görünmekteydi. Beklendiği gibi, ahnosfer ve yüzey ısıları donma noktasının alhndaydı ama Neptün'ün, beklenmedik biçimde, gezegen içinden çıkan bir ısı yaydığı bulundu. Neptün'ün bir "gaz devi" olduğu yolundaki daha önceki fikirlerin aksine gezegenin, JPL bilimcilerinin kelimeleriyle, üstünde "su buzundan oluşan yan erimiş bir karışım"ın yüzdüğü kayalık bir çekirdeğe sahip olduğu, Voyager 2 tarafından belirlendi. Gezegen kendi çevresinde on alb saatte bir döndükçe, kayalık çekirdeğin çevresinde dolanan bu sulu katman, kayda değer bir manyetik alan yaratan bir dinamo gibi iş görmekteydi.
Bu güzel gezegenin (bkz. Neptün, s. 17) büyük kayalardan, taşlardan ve tozlardan oluşan birkaç halka ile çevrili olduğu ve çevresinde en azından sekiz uydu veya ayın yörüngede olduğu bulundu. Ayların en büyüğü olan Triton da en az gezegensel efendisi kadar şahaneydi. Voyager 2, neredeyse Dünya'nın Ay'ının boyutunda olan bu küçük gök cisminin geriye doğru hareketini doğruladı; Neptün'ün ve Güneş Sistemimizdeki diğer bütün bilinen gezegenlerin rotasının ters yönünde yörüngedeydi; onlar gibi saatin aksi yönünde değil, saat yönünde dönmekteydi. Gökbilimciler onun var olduğundan, yaklaşık ölçülerinden ve geriye doğru hareketinden başka bir şey bilmiyorlardı. Voyager 2, Triton'un, ahnosferindeki metandan kaynaklanan görünüm yüzünden bir "mavi ay'' olduğunu açığa çıkarmıştı. Triton'un yüzeyi ince ahnosferin arasından görünmekteydi; bir yanda sarp kayalık dağlardan oluşan pembemsi gri bir yüzey ve öte yanda pü-
rüzsüz, neredeyse krater bile olmayan yüzey özellikleri vardı. Yakın plan resimler yakın zamanda çok garip türden bir volkanik aktivite olduğunu önernekteydi: Gök cisrnnm aktif, sıcak iç ^ mının dışanya püskürten erimiş lavlar değil, sulu buz fıskiyeleriydi. Hazırlık aşamasındaki değerlendirmeler Triton'un geçmişinde yüzeyde akan sular olduğunu, hatta jeolojik ölçeğe göre nispeten yakın zamana kadar yüzeyde göller bile olduğunu ^ lirtmekteydi. Gökbilimciler yüzlerce kilometre boyunca dümdüz uzanan ve bir veya hatta iki noktada, dik açıya benzeyen bir şeyle k^mtiye uğrayan, dikdörtgen alanlan ima eden "çift hatlı bayır çizgileri" için hemen açıklama yapamadılar (Şekil 3).
Keşifler, tahminimi tam olarak doğrulamaktaydı: Neptün gerçekten de mavi-yeşil idi, büyük kısmı sudan oluşmaktaydı ve rengi ''bataklık bitkileri"ni andıran lekeleri vardı. Bu afallahcı son unsur, eğer Triton hakkındaki keşiflerin ima ettikleri tam olarak dikkate alınırsa, bir renk kodundan çok daha fazlasından söz etmektedir: ''Daha parlak haleli daha koyu lekeler" NASA bilimcilerine "derin organik çamur (•) göletleri"nin mevcudiyetini önermekteydi. The Wall Street /ournal için Pasadena'dan bildiren Bob Davis, atmosferi Dünya'nın atmosferi kadar azot (nitrojen) içeren Triton'un aktif volkanlanndan sadece gaz ve sulu buz değil, aynı zamanda "organik maddeler, Triton'un bazı kısımlannı kapladığı anlaşılan karbon bazlı bileşikler" de püskürtebileceğini söylemekteydi.
Kehanetiınin böylesine tatmin edici ve karşı konulamaz bir denklikle doğrulanması, sadece şanslı bir tahmin sonucu değildi. Ta 1976'ya, ilk kitabı olan 12. Gezegen adlı kitabımın yayınlandığı tarihe dek gidiyordu. Binlerce yıl Sümer- ce metinler hakkındaki çıkarımlarıma dayanarak, biraz da edebiyat yaparak sormuştum: "Bir gün Neptün'ü incelediğimizde, onun ısrarla sularla ilişkilendirilmesinin sebebinin" bir zamanlar orada görülen "sulak bataklıklar olduğunu keşfeder miyiz?"
Bu sözler, Voyager 2 fırlatılmadan bir yıl önce yazılmış ve ya- (•) ^ganik ^w (organik prba): Chicago Ünivereiteinden Harold Urey ve Stanley MüUer'in litoratavarda ilke) yerk^i koşullanra oluşmak üzere ^- zırladık.lan deneyde elde ettikleri içinde amino asitler gibi organik bileşikler taşıyan suya verilen ad. (Ç.N.)
Şekil 3
Neptün
Uranüs
yınlanmışh ve Neptün karşılaşmasından iki ay önce tarafımdan bir makalede yeniden belirtilmişti.
Voyager'ın Neptün'le karşılaşmasının arifesinde, 1976 yılındaki tahminimin doğrulanacağından nasıl bu kadar emin olabiliyordum? Makalemin yayınlanmasından sonraki haftalar içinde tahminlerimin yalanlanabileceği ihtimalini nasıl göze alabilmiştim? Kendime güvenim, Ocak 1986'da Voyager 2, Uranüs gezegeninin yanından geçtiğinde olan şeye dayanıyordu.
Uranüs, bize biraz daha yakın -"sadece" 3,2 milyar kilometre uzaklıktadır-olmasına rağmen, Satürn'ün o kadar uzağındadır ki Dünya'dan çıplak gözle görülemez. 1781'de müzisyenlikten amatör gökbilimciliğe geçen Frederick Wilhelm Herschel tarafından, ancak teleskop mükemmelleştirildikten sonra keşfedilebil- miştir. Keşfedildiğinde ve bugüne dek, Uranüs modern zamanlarda keşfedilen ve eski çağlarda bilinmeyen ilk gezegen olarak düşünülmüştür; çünki kadim halkların Güneş, Ay ve Dünya'nın çevresinde "sema"da döndüğüne inanılan sadece beş gezegeni (Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn) bildikleri ve saygı gösterdikleri kabul ediliyordu; Satürn'ün ötesinde hiçbir şey görülemiyor veya bilinemiyordu.
Ancak Voyager 2 tarafından Uranüs'te elde edilen kanıtlar bunun tam tersini kanıtladı: Bir zamanlar kadim halklar Uranüs'ü, Neptün'ü ve hatta daha da uzaktaki Plüton'u biliyorlardı!
Bilimciler Uranüs'ten ve şaşkınlık verici aylarından alınan fotoğraflan ve verileri hala analiz ediyorlar, birçok soruya cevap anyorlar. Uranüs niçin anki başka bir gök cismiyle çarpışmış p- bi bir yana yatmaktadır? Rüzgarlan niçin, Güneş Sisteminde normal olanın tersi yönde eser? Güneş'ten uzak olan yüzündeki ısı ile Güneş'e dönük yüzündeki ısı niçin aynıdır? Ve Uranüs aylan-. nın sıra dışı yüzey özelliklerine ve biçimlerine sebep olan nedir? Bilhassa merak uyandıran Miranda adlı aydır; NASA gökbilimcilerinin sözleriyle "güneş sistemindeki en muamma nesnelerden biri"; burada yüksek, düzleşmiş bir platoda 160 kilometre uzunluğundaki kazıntılar bir dik açı oluşturmaktadır (gökbilimciler buna Amerikan markalı bir draje sakızı andırdığı için "Chevron" adını veriyorlar) ve bu platonun her iki yanında sanki ortak mer-
Resim A
kezli sabanlar tarafından kazınmış yarış pistini andıran eliptik yüzey şekilleri görünmektedir (Resim A ve Şekil 4).
Ancak Uranüs hakkında yapılan büyük keşifler arasında ortaya çıkan iki fenomen, onu diğer gezegenlerden ayırmaktadır. Biri, rengidir. Dünya'da yerleşik teleskoplann ve insansız uzay araçlannın yardımı ile, Merkür'ün gri kahverengisine, Venüs'ü saran sülfür rengi sise, kızılımsı Mars'a, kırmızı-kahverengi-san
Şekil 4
hareli Jüpiter ve Satürn'e aşina olmuştuk. Ama Uranüs'ün nefes kesici görüntüleri Ocak 1986'da televizyon ekranlarında yayınlanmaya başladığında, en çarpıcı özelliği yeşilimsi mavi rengi idi; daha önceki tüm gezegenlerden tamamen farklı bir renk (bkz. Uranüs, s. 17).
Diğer farklı ve beklenmedik bulgu ise Uranüs'ün neden yapıldığıyla ilgiliydi. Uranüs'ün de Jüpiter ve Satürn gibi bir "gaz devi" olduğunu öneren gökbilimcilerin önceki fikirlerini boşa çıkaran Vayager 2'nin bulgulan, gezegenin gazlarla değil suyla kaplı olduğunu ve yüzeyinde sadece bir donmuş su katmam değil, bir su okyanusu olduğunu ortaya çıkardı. Bulgulara göre ger-
çekten de gezegeni çevreleyen bir gazımsı abnosfer vardı ama onun alhnda muazzam kalınlıkta QPL analizcilerinin sözleriyle 9.60 kilometre kalınlığında!) "4427°C sıcaklığında süper ısınmış su" kaynar. Bu sıvı sıcak su kabnaru, radyoaktif elementlerin (v^ ya bilinmeyen işlemlerin) muazzam içsel ısı ürettiği, erimiş kayalık bir çekirdeğin çevresini sarmaktadır.
Voyager 2 gezegene yaklaştıkça, Uranüs'ün görüntüleri, tel^ vizyon ekranında gittikçe büyürken Jet İtki Laboratuvarındaki kontrolör dikkati onun sıra dışı yeşil-mavi rengine çekti. Kendime hakim olamadım, "Aman tanrım, tam olarak Sümerlilerin tarif ettiği gibi!" diye çığlık atbm. Çalışma odama koşturdum, 12. Gezegen'in bir kopyasını aldım ve titreyen ellerle 289. sayfayı aç- hm (Türkçe baskısında). Kadim metinlerden alınb yapan satırla- n tekrar tekrar okudum. Evet, şüphe yoktu: Teleskoplan olmamasına rağmen, Sümerliler Uranüs'ü MAŞ.SİG diye tarif etmişlerdi; "parlak yeşilimsi" diye tercüme ettiğim terim.
Birkaç gün sonra Voyager 2'nin verilerinin analiz sonuçlan geldi ve Sümerlilerin Uranüs'teki suya yaptık.lan gönderme de doğrulandı. Gerçekten de, her yeri suyla kaplı görünüyordu; NOVA adlı televizyon dizisinin ''Yana Yabnış Gezegen" adlı bir bölümde bildirildiğine göre Voyager 2, Uranüs'ün tüm aylarının kayadan ve sıradan su buzundan oluştuğunu bulmuştu. Güneş Sisteminin dış sınırlarındaki sözde "gaz" gezegenlerindeki suyun bu bolluğu, hatta sadece mevcudiyeti bile tamamen beklenmedikti.
Ama elimizdeki kanıtlar, 12. Gezegen'de sunulan metinlerden anlaşıldığı gibi, binlerce yıl önce kadim Sümerlilerin sadece Uranüs'ün var olduğunu bilmekle kalmayıp onu, yeşilimsi mavi ve sulu diye doğru biçimde tarif ete rini de göstermekteydi!
Tüm bunlar ne anlama geliyordu? Şu anlama geliyordu: 1986' da modern bilim bilinmeyeni keşfetmemişti, daha ziyade kadim bilgiyi yeniden keşfetmiş ve ona yetişmişti. Dolayısıyla, 1976' da yazdıklarımın 1986' da doğrulanması ve Sümer metinl^ rinin gerçekliği nedeniyle, Voyager 2'nin Neptün ile karşılaşmasının arifesinde orada ne keşfedeceğini tahmin edecek kadar kendime güvenmiştim.
V11,1111xı·r 2'nin Uranüs ve Neptün'ün yanından geçişi böyle- n’ bu iki gezegenin bizzat mevcudiyeti hakkındaki değil aynı m- mnndıı onlitrln ilgili çok öm•mli aynnhlar hakkındaki kadim bilgileri de dtı>\rulamış oldu. Neptün yanından 1989 yılında geçişi iw kadim metinler için daha çok doğ^lama getirdi. Bu metinlerde NL·ptün, Uranüs'ten önce sıralanmışh; Güneş Sistemine yaklaşmakta olan birinden ilk önce Plüton'u, sonra Neptün'ü ve daha sonra Uranüs'ü görmesi bekleneceği gibi. Bu metinlerde veya gezegen listelerinde Uranüs, Kakkab şanamma, yani Neptün'e "Çift Olan Gezegen" diye adlandınlmaktaydı. Vayager 2 verileri bu kadim fikri fazlasıyla doğruladı. Uranüs gerçekten de boyut, renk ve sulu içerik açısından Neptün'ün benzeriydi; her iki gezegenin çevresinde de halkalar ve çok sayıda uydular veya aylar dolaşmaktaydı. İki gezegenin manyetik alanlanyla ilgili beklenmedik bir benzerlik de bulundu: Her ikisi de gezegenin kendi çevresinde dönüş eksenine göre sıra dışı biçimde aşın meyil gösteriyordu: Uranüs 58 derece yana yabkb, Neptün ise 50 derece. The New York Times muhabiri John Noble Wilford ''Neptün adeta Uranüs'ün manyetik ikizi gibi görünüyor'' diye yazmışh. İki gezegen bir günlerinin uzunluğu konusunda da benzerdi; on alh ila on yedi saat.
Neptün'ün şiddetli rüzgarlan ve yüzeyindeki su buzundan oluşan erimiş katman, Uranüs gibi ürettiği büyük iç ısıyı tutmaktaydı. Aslında, JPL'den alınan raporlar ''Neptün'ün ısılanrun, Güneş'e 1,6 milyar kilometre daha yakın olan Uranüs'ün ısılan- na benzer olduğunu" belirtmekteydi. Dolayısıyla, bilimciler "Neptün bir biçimde Uranüs'ten daha fazla iç ısı üretmektedir'' varsayımında bulundular; bir biçimde Uranüs'ün ürettiği enerjiyi yakalamak üzere Güneş'ten olan büyük uzaklığını böyle karşılamaktaydı; sonuçta benzer ısıda oluyorlardı. Böylece "Uranüs'ü Neptün'iiİl yaklaşık bir ikizi kılan boyut ve diğer özelliklere" bir tane daha katilıyordu.
"Çift olan gezegen" demişti Uranüs'ü Neptün'le kıyaslayan Sümerliler. NASA bilimcileri ''Uranüs'ü Neptün'ün yaklaşık bir ikizi kılan boyut ve diğer özellikler'' diye ilan etmişlerdi. Sadece tarif edilen özellikler değil, terminoloji bile benzerdir: "çift olan
gezegen" ve "Neptün'ün yaklaşık ikizi". Ama Sümerlilerin cümlesi M.Ö. 40 yılı civarında söylenmişti ve diğeri, NASA'nınki M.S. 1989' da, yaklaşık 600 yıl sonra...
Bu iki uzak gezegen vakasında olduğu gibi, görünen o ki modem bilim kadim bilgiye henüz yetişmiştir. Kulağa inanılmaz geliyor ama veriler ve olgular kendi kendilerini anlahyor. Dahası, bu; 12. Gezegen yayınlandıktan sonraki yıllar içinde kitapta yer alan bulgulan birer birer doğrulayan bir dizi bilimsel keşfin sadece ilkiydi.
Kitaplannu (12. Gezegen'in ardından sırasıyla yayınlanan The Stairway to Heaven, The Wars of Gods and Men, The Lost Realms, When the Time Begun, Divine Encounters, The Cosmic Code) okuyanlar bu kitapların her şeyden önce Sümerlilerden bizlere miras kalan bilgiye dayandığını bilirler.
Onlarınki, bilinen ilk uygarlıkh. Yaklaşık 60 yıl önce birdenbire ve hiç yoktan ortaya çıkan bu uygarlık, yüksek bir uygarlığın tüm "ilkleri" ile donahlmışb: icatlar ve yenilikler, Bah uy- garlığınuzın temelini ve aslında Dünya üstündeki diğer tüm uygarlık ve kültürlerin temelini oluşturan kavramlar ve inançlar. Tekerlek ve hayvanlann koşulduğu araçlar, nehirler için kayıklar ve denizler için gemiler, çömlek ocağı ve tuğla, yüksek binalar, yazı ve okullar ve kitaplar, yasalar ve yargıçlar ve jüriler, krallık ve vatandaş konseyleri, müzik ve dans ve resim, bp ve kimya, dokuma ve tekstiller, din ve ruhbanlık ve tapınaklar; hepsi orada, bugün Irak'ın güney kesimlerinde, kadim Mezopotamya'da yerleşik bir ülkede, Sümer'de başladı. Her şeyden önemlisi matematik ve gökbilim bilgisi de orada başladı.
Gerçekten de, modem gökbilimciliğin tüm temel unsurlan Sümer kökenlidir: Gökküre, ufuk ve başucu, dairenin 360 dereceye bölünmesi, üstünde gezegenlerin Güneş çevresinde döndükleri göksel bant, yıldızlan takımyıldızlar halinde gruplandırma ve onlara zodyak dediğimiz adlan ve resimli imgeleri atfetme, bu zodyağa ve zaman bölümlerine 12 sayısını uygulama ve bugüne dek tüm takvimlerin temeli olan bir takvim tasarlama kavramla- n. Tüm bunlar ve daha fazlası, Sümer'de başladı.
Sümerliler ticari ve yasal işlemlerini, masallarını ve tarihlerini kil tabletler üstüne kaydettiler (Şekil Sa); resimlerini bir negatif gibi, silindir mühürler üstüne tersten kazıdılar, mühür ıslak kil üstünde yuvarlandığında pozitif resim elde ediliyordu (Şekil Sb). Geçen bir buçuk asır içinde arkeologlar tarafından kazılıp çıkan- lan Sümer şehir harabelerinde gökbilim ile ilgili binlerce değilse de yüzlerce metin ve çizim bulundu. Bunlar arasında yıldızlar ve takımyıldızlann doğru göksel konumlarını gösteren listeler ve yıldızlar ve gezegenlerin doğuşlarını ve bahşlarını gözlemlemek için kitapçıklar vardı. Özellikle Güneş Sistemi ile ilgili metinler vardı. Gün ışığına çıkartılan tabletler arasında Güneş çevresinde dönen gezegenleri doğru sırasıyla gösteren metinler vardı; hatta bir metin gezegenler arasındaki uzaklık.lan bile vermekteydi. Ve Resim B'de görüldüğü gibi en azından 4500 yıllık silindir mühürler üstünde Güneş Sistemini resmeden betimlemeler vardı ve şimdi Berlin'de bulunan Devlet Müzesinin Yakın D' oğu Bölü- mü'nde, VA/243 no ile korunmaktadır.
Eğer Sümer betimlemesinin (Şekil 6a) sol üst köşesinde yer alan çizimi incelersek, merkezde (Dünya değil!) Güneş'in, çevre-
Resim B
sinde ise bugün bildiğimiz tüm gezegenlerin olduğu tam bir Güneş Sistemi görürüz. Bu durum, bu bilinen gezegenleri Güneş çevresine doğru nispî boyutları ve sıralan ile çizdiğimizde daha açık hâle gelir (Şekil 6b). Kadim betimleme ve şimdiki arasındaki benzerlik çarpıcıdır: Uranüs ve Neptün'ün ikiz gibi oluşlannın eski çağlarda da bilindiği konusunda hiç şüphe bırakmaz.
Ancak Sümer betimlemesi bazı farklılıklar da içermektedir. Bunlar ressamın hatalan veya yanlış bilgilenmiş olması sonucu değildir; tam tersine, farklılıklar -özellikle iki tanesi- çok önemlidir.
îlk farklılık Plüton'la ilgilidir. Çok garip bir yörüngesi vardır; Güneş çevresinde yörüngede olan gezegenlerin (ekliptik denilen) düzleminde çok eğimlidir ve öylesine eliptiktir ki, Plüton bazen (kitap yazıldığı sırada ve 1999*3 kadar) kendisini Neptün'den ziyade Güneş'e yakm bulur. Dolayısıyla gökbilimciler 1930'da keşfedilişinden bu yana Plüton'un başlangıçta başka bir gezegenin uydusu olduğu yolunda spekülasyon yapmaktadırlar; genel varsayım, Plüton'un Neptün'ün bir ay'ı olduğu ve "bir biçimde" -hiç kimse nasıl olduğunu anlayamaz- Neptün'e olan bağından koptuğu ve Güneş çevresinde kendi bağımsız (ancak garip) yörüngesine oturduğu biçimindedir.
Bu durum, kadim betimleme tarafından da doğrulanmakta- dır ama önemli bir farkla. Sümer betimlemesinde Plüton, Neptün'e yakın değil de Satürn ve Uranüs arasında gösterilmektedir. Ve uzun uzun inceleyeceğimiz Sümer kozmolojik metinleri, Plüton'dan, Satürn'ün en sonunda kendi "kaderini" yani Güneş çevresinde bağımsız yörüngesini elde etmek üzere bırakılan bir uydusu olarak söz ederler.
Plüton'un kökeni ile ilgili kadim açıklama, sadece olaylara dayanan bilgiyi değil aynı zamanda göksel meselelerle ilgili büyük gelişmişliği de açığa çıkarmaktadır. Bu bilgi, Güneş Sistemini biçimlendiren karmaşık kuvvetlerle ilgili bir anlayış kadar ayların gezegenler haline gelişi veya oluşmakta olan gezegenlerin başarısız olup ay olarak kalışları ile ilgili astrofiziksel teorilerin gelişimini de içermektedir. Sümer kozmogonisine göre Plüton bunu başamuşh; bağımsız bir gezegen olma yolundaki bizim Ay'ırnız ise bağımsız statü kazanmaktan göksel olaylar yüzünden alı.konmuştu.
Modern gökbilirnciler, Güneş Sistemimizde gerçekten de böyle bir sürecin yer aldığı konusunda spekülasyon yapmaktan, Pioneer ve Voyager uzay araçları tarafından yapılan gözlemlerin, Satürn'ün en büyük ayı olan Titan'ın, Satürn'den kopuşu henüz tamamlanmamış, oluşmakta olan bir gezegen olduğunu geçen yıllarda belirlemesiyle, ikna oluş aşamasına geçtiler. Neptün'deki keşifler, çapı Dünya'nın Ay'ından 640 kilometre küçük olan uydusu Triton ile ilgili karşı spekülasyonları güçlendirdi. Garip yörüngesi, volkanları ve diğer beklenmedik özellikleri JPL bilimcilerine, Voyager projesinin baş bilimcisi Edward Stone'un sözleriyle şunu önermekteydi: ''Triton birkaç milyar yıl önce Güneş Sistemimiz içinden geçen ve Neptün'e çok yaklaşhğında onun kütle çekimine kapılan ve gezegenin çevresinde yörüngeye oturan bir cisim olabilir."
Bu hipotez, gezegen aylarının gezegen haline gelebileceği, göksel konumlarını değiştirebileceği veya bağımsız yörüngeler elde etmede başarısız olabileceği yolundaki Sümer fikrinden ne kadar uzakbr? Aslında, Sümer kozmogonisini araşbr ya devam ettikçe, modem keşiflerin çoğunun sadece kadim bilginin
yeniden keşfi olmakla kalmayıp, kadim bilginin modem bilimin henüz açıklayamadığı birçok fenomen için de açıklamalar sunduğu daha belirgin hale gelecektir.
Bu cümleyi destekleyen kanıtlann geri kalanı sunulmadan önce, daha ilk başta kaçınılmaz olarak şu soru ortaya çıkar: Nasıl olur da Sümerliler, daha uygarlığın doğduğu zamanlarda tüm bunlan bilebilirdi?
, Cevap, Gün^ Sistemi betimlememin Sümer vereiyonu (^ kil 6a) ve bununla ilgili bugünkü bilgimiz (Şekil 6b) arasındaki ikinci farkta yatmaktadır. Bu, Mars ve Jüpiter arasındaki boş yere büyük bir gezegenin eklenmiş olmasıdır. Biz böyle bir gezegenin farkında değiliz; ama Sümer kozmolojisi, gökbilimi ve tarihsel metinleri Güneş Sistemimizde gerçekten de bir gezegen daha olduğu konusunda ısrarcıdırla·r: on ikinci gezegen. Onlar Güneş'i, (metinlerde belirtilen nedenlerle kendi başına bir gök cismi olarak sayılan) Ay'ı ve dokuz değil, on gezegeni sayıyorlardı. Sümer metinlerinde NİBİRU ("Geçiş Gezegeni") denilen bir gezegenin bazı bilginlerin tartışhğı gibi Mars veya Jüpiter olmayıp, onlar arasından her 360 yılda bir geçen başka bir gezegen olduğunu fark edişim, ilk kitabımın adını belirledi: 12. Gezegen, yani Güneş Sisteminin "on ikinci üyesi" olan gezegen (ancak teknik açıdan bir gezegen olarak o sadece onuncu gezegendir).
Sümer metinleri Dünya'ya inen ANUNNAKİ'lerin geldikleri gezegenin bu olduğunu tekrar tekrar ve ısrarla belirtiyorlardı. Terim harfiyen "Gökten Yere İnenler" anlamına gelmektedir. Kitabı Mukaddes'te onlardan Anakim diye söz edilir ve Tekvin Kitabının 6. Babında aynca İbranicede aynı anlama, Göklerden Yere İnenler, Aşağıya İnenler anlamına gelen Nefilimler diye de anılırlar.
Ve Sümerliler, sanki sorumuzu tahmin etmişler gibi açıklarlar; tüm bildiklerini Anunnakilerden öğrenmişlerdir. Demek ki, Sümer metinlerinde bulduğumuz ileri bilgilere Nibiru'dan gelen Anunnakiler sahipti; ve onlannki çok ileri bir uygarlık olmalıydı, çünki Sümer metinlerinden çı.karthğım kadanyla Anunnakiler Dünya'ya yaklaşık 445.00 yıl önce gelmiş olmalıydılar. Daha o zamanlarda uzayda seyahat edebiliyorlardı. Engin eliptik yörün-
geleri tüm diğer dış gezegenlerin çevresinde bir çember -bu, Sü- merce terimin tam tercümesidir- oluşturuyor ve Anun kilerin tüm bu gezegenleri inceleyebileceği hareketli bir gözlemevi olarak iş görüyordu. Şimdilerde keşfediyor olduklarımızın Sümer zamanında çoktan biliniyor olmasına şaşmamak gerek.
Dünya dediğimiz bu madde noktasına birilerinin kazayla değil, şans eseri değil, bir kez değil her 360 yılda bir tekrar tekrar gelmeye niçin kalkışmış olabileceği sorusu, Sümer metinlerince cevaplanıyor. Gezegenleri Nibiru'da Anunnakiler/Nefilimler, kısa süre içinde bizim de Dünya'da karşılaşacağımız türden bir durumla karşı karşıyaydılar: Ekolojik bozunma, yaşamı gittikçe imkansız hale getirmekteydi. İncelen atmosferlerini korumak ih- tiyacındaydılar ve anlaşılan tek çözüm altın parçaaklarının bir kalkan gibi atmosferde asılı kalmasını sağlamakb. (Örneğin, Amerikan uzay aracının camlan astronotları radyasyondan korumak için ince bir albn tabakasıyla kaplanmışh.) Bu az bulunur metal, Anunnakiler tarafından (dıştan içe doğru sayılınca) Yedinci Gezegen denilen gezegende keşfedilmişti ve bunu elde etmek için Dünya uçuş programını oluşturdular. İlk başta bunu çaba göstermeden, Basra Körfezi sularından elde etmeye çalıştılar ama başarısız olunca, güneydoğu Afrika'da çok zorlu madencilik operasyonlarına giriştiler.
Yaklaşık 30 .00 yıl önce Afrika madenlerine atanan Anun- nakiler isyan etti. İşte o zaman Anun kilerin baş bilimcisi ve baş subay hekimi "ilkel işçiler'' yaratmak için genetik manipülasyon ve tüpte döllenme tekniklerini kullandı; yani albn madenlerindeki güç işleri üstlenecek ilk Homo sapiensleri.
Tüm bu olanları anlatan Sümer metinleri ve olan bitenin Tekvin Kitabındaki kısaltılmış versiyonu, 12. Gezegen adlı kitabımda bir hayli geniş incelenmiştir. Bu kitabın konusunu ise, bu gelişmelerin ve Anunnakiler tarafından uygulanan tekniklerin bilimsel unsurları oluşturacak. Modem bilimin, bilimsel gelişme yolunda büyük bir hızla yol aldığı ancak geleceğe giden yolun geçmişten gelen yol işaretleri, bilgi ve ilerlemelerle dolu olduğu gösterilecektir. Anunnakilerin daha önce burada oldukları; ve onlar ile yarathklan yarahklar arasındaki ilişkiler değiştikçe, İn-
sanoğluna uygarlığı vermeye karar verdikçe, kendi bilimsel ilerlememizi yapmak için yeteneklerinin ve bilgilerinin bazılarını bize de açtıkları gösterilecektir.
Önümüzdeki bölümlerde tarbşılacak bilimsel gelişmeler arasında aynca Nibiru'nun mevcudiyeti ile ilgili gittikçe artan kanıtlar da olacak. Eğer 12. Gezegen olmasaydı, Nibiru'nun keşfi gökbilim dalında büyük bir olay olurdu ama günlük yaşanhmız- da, diyelim ki Plüton'un 1930;daki keşfinden daha önemli olmazdı. Güneş Sistemimizde, "orada" bir gezegen daha olduğunu öğrenmek hoş karşılanır, gezegenlerin toplamının dokuz değil de on olduğunu öğrenmek tatmin hissi yarahr ve bu durum, zod- yaktaki on iki ev için ellerinde sadece on bir gök cismi bulunan astrologları özellikle sevindirirdi.
Ama 12. Gezegen'in basımından ve kitaptaki -1976'dan beri yalanlanmamış- kanıtlardan ve o zamandan bu yana bilimsel ilerlemeler tarafından sağlanan kanıtlardan sonra, Nibiru'nun keşfi sadece gökbilim ders kitaplarına ait bir mesele olarak kalamaz. Eğer yazdı.klanın doğruysa, başka bir deyişle Sümerliler kaydettikleri şeylerde doğruysalar, Nibiru'nun keşfi sadece orada bir başka gezegen olduğu anlamına gelmekle kalmayıp, aynı zamanda orada Yaşam olduğu anlamına da gelecektir. Dahası, orada zeki varlıkların olduğunu da doğrulayacakhr; hem de öylesine gelişmiş varlıklar ki, yaklaşık yanın milyon yıl önce uzayda yolculuk edebilen, her 360 yılda bir kendi gezegenleri ve Dünya arasında gelip gidebilen bir halk.
Dünya üzerinde var olan siyasi, dinsel, toplumsal, ekonomik ve askeri düzeni kökünden sarsacak olan onun mevcudiyeti değil, Nibiru'da kimlerin olduğudur. Nibiru bulunursa değil, bulunduğunda neler olacakbr?
İster inanın ister inanmayın, bu soru üstünde çoktan beci. düşünülüyor.
ALTIN MADENCİLİGİ -NE KADAR ZAMAN ÖNCE?
Güney Afrika'da, Eski Taş Devri sırasında madencilik yapıldığına dair kanıtlar var mıdır? Arkeolojik çalışmalar, gerçekten de var diyor.
Terk edilmiş kadim maden ocaklarının albnın bulunabileceği yeri işaret ettiğini fark eden Güney Afrika'nın önde gelen maden işletmesi Anglo-American Corporation 70'li yıllarda böylesi kadim maden sit- lerini araşhrmaları için arkeologları seferber etti. Şirketin yayın organı olan Optima'da yayınlanan raporlar, Swaziland ve Güney Afrika'daki diğer sitlerde şaftlan 18 metre derine inen yaygın maden ocaklarının keşfedilmesiyle ilgili ayrıntıları vermektedir. Taş nesneler ve kömür kalınblan, bu sitler için M.Ö. 35.TO, ^.^M ve M.^M talerini telirlt miştir. Buluntulan tarihlemeye kablan arkeolog ve antropologlar madencilik teknolopsimn güney AMka'da "M.Ö. 1M.^ öncemdeki d^ nem sırasında" kullanıldığına inanıyorlar.
Eylül 1988'de uluslararası bir fizikçiler ekibi, Swaziland ve Zulu- land'deki insan yerleşimlerinin yaşını saptamak üzere Güney Afrika'ya geldi. En modern teknikler, 80.00 ila 115.00 yaşında olduklarını göstermektedir.
Güney Zimbabwe'deki Monotapa'nın en eski albn madenleriyle ilgili Zulu efsaneleri, bunların "İlk İnsanlar tarafından yapay yolla üretilmiş kanlı canlı köleler" tarafından işletildiğini söylemektedir. Bu köleler, Zulu efsanesine göre, "büyük savaş yıldızı gökyüzünde göründüğünde Maymun-İnsan ile savaşa girdi" (Bkz. Zulu şamanı Credo Vusamazulu Mutwa tarafından yazılan Indaba My Children adlı eser).
DIŞ UZAYDAN GELDİ
"Dikkatimizi, çarpışmaların önemine odaklayan Voyager (projesi) idi" diye bildirmişti Califomia Teknoloji Enstitüsünde çalışan ve Voyager programının baş bilimcisi Edward Stone. "Kozmik çarpışmalar, Güneş Sisteminin güçlü heykeltraşlarıdır."
Sümerliler tam olarak aynı şeyi 60 yıl önce söylemişlerdi. Onlann kozmogonisinin, dünya görüşünün ve dininin merkezinde Gök.sel Savaş dedikleri felaket bir olay bulunur. Bu, çeşitli Sümer metinlerinde, ilahilerinde ve atasözlerinde göndermeler yapılan bir olaydır; hpkı Kitabı Mukaddes'teki Mezmurlar, Süleyman'ın Meselleri ve Eyüp kitabında bulduklarımız gibi. Ama Sü- merliler aynı zamanda olayı yedi tablet gerektiren uzun bir metinde aynnhlarıyla, adım adım tarif ehnişlerdir. Bu metnin Sü- merce orijinalinden ancak parçalar ve alınhlar bulunmuştur; en tamam olan metin bize Akkad dilinden, Mezopotamya'daki Sü- merleri izleyen Asurlu ve Babillilerin dilinden ulaşmışhr. Metin, Göksel Savaş öncesinde Güneş Sisteminin biçimlenişiyle, daha doğrusu bu büyük çarpışmanın doğası, nedenleri ve sonuçlarıyla ilgilidir. Ve tek bir kozmolojik önermeyle, gökbilimcilerimizi l/e gökfizikçilerimizi hala uğraşhran bulmacaları açıklayıverir.
Daha da önemlisi, modem bilimciler her ne zaman tahnin edici bir cevap bulsalar, bu Sümerlilerin cevabına uymakta ve onu doğrulamaktadır!
Voyager keşiflerine kadar, kabul gören bilimsel görüş açısı, Güneş Sisteminin bugün gördüğümüz halinin, başlangıandan kısa süre sonra değişmez göksel hareket kanunları ve kütle çekim gücü ile şekillenen hali olduğunu düşünmekteydi. Şüphesiz gariplikler vardı; bir yerlerden gelen ve Güneş Sisteminin sabit üyeleri ile çarpışan, onları kraterle delik deşik eden meteoritler (yere
DIŞ UZAYDAN GEWi düşen meteortaşı) ve bir yerlerden ortaya çıkan, büyük ve uzamış yörüngelerde dolaşan ve yine kayıplara karışan kuyruklu yıldızlar. Ama bu kozmik süprüntü örneklerinin, Güneş Sisteminin ta en başına, yaklaşık 4,5 milyar yıl önceye dayandığı ve gezegenlere, halkalanna ve aylanna dahil olamamış gezegensel madde parçalan olduklan varsayılırdı. Daha akıl karışbncı olan; aster<r it kuşağı, Mars ve Jüpiter arasında bir yörünge zinciri oluşturan bir kaya grubu idi. Gezegenlerin niçin bulunduklan yerde oluş- tuklanru açıklayan deneysel bir kural olan Bode Yasasına göre, Mars ve Jüpiter arasında en azından Dünya'nın iki kah büyüklüğünde bir gezegen olmalıydı. Acaba yörüngedeki süprüntü böyle bir gezegenin kalınhsı olabilir miydi? Onaylayan bir cevap iki sorunla karşılaşıyordu: Asteroit kuşağındaki toplam madde mil<- tan böyle bir gezegenin kütlesine denle gelmiyordu ve böylesi bir varsayıma dayanan gezegenin parçalanmasına neyin sebep olabileceğine dair manhklı bir açıklama yoktu; tabi eğer bu bir göksel çarpışma değilse-ne zaman, neyle ve niçin? Bilimcilerin cevabı yoktu.
Güneş Sisteminin başlangıçtaki biçimini değiştiren bir veya daha fazla büyük çarpışmanın olması gerektiği düşüncesi, Dr. Stone'un da kabul ettiği gibi, 1986 yılında Uranüs'ün yanından geçildiğinde kaçınılmaz Mle geldi. Uranüs'ün yan tarafına yatmış olduğu, Voyager karşılaşmasından çok önceleri teleskoplar ve diğer aygıtlarla yapılan gözlemlerden dolayı zaten bilinmekteydi. Ama daha en başından böyle mi biçimlenmişti yoksa bir tür dış güç, başka bir büyük gök cismi ile kuvvetli bir çarpışma veya karşılaşma bu yana yatmayı ortaya çıkarmış olabilir miydi?
Cevap, Voyager 2'nin Uranüs aylannı yakın plan incelemesi ile sağlanabilirdi. Yana yatmış konumdaki Uranüs'ün ekvatoru çevresinde hızla dönen ve hep birlikte Güneş'e yüzünü dönmüş bir tür hedef tahtası (Şekil 7) oluşturan bu aylar, bilimcileri yana yatma olayı sırasında bu aylar orada mıydı yoksa olaydan sonra, belki de yana yatmış Uranüs'ten çarpışmanın kuvvetiyle fırlamış maddeden mi oluşmuşlardı, diye meraka sevk etmişti.
Cevap için teorik temel, Uranüs'le karşılaşmanın öncesinde, Fransız Jeodinamik Araşhrma ve Etüt Merkezinden Dr. Christian
Şekil 7
Vcillet tarafından söylendi. Eğer aylar Uranüs'le aynı zamanda oluşmuşlarsa, ortaya çıkmalanru sağlayan göksel "ham madde" daha ağır maddeyi gezegene daha yakın kısımda odaklamış olurdu; gezegene yakın aylarda daha ağır kayalık malzeme ve daha ince buz kabnanı ol.malı ve dış aylarda ise bu malzemelerin (daha çok su buzu, daha az kaya) hafif bir karışımı yer al.malıydı. Maddenin Güneş Sisteminde dağılımında geçerli olan -Güneş'e yakın kısımlarda daha büyük oranda ağır madde ve daha uzaklarda daha hafif ("gazımsı" halde) madde- ilkeye göre, daha uzakta olan Uranüs'ün aylan, daha yakın olan Satüm'ün aylan- na kıyasla uygun oranlarda daha hafif olmalıydılar.
Ama bulgular bu beklentilere tamamen ters bir durumu ortaya çıkardı. Science dergisinde 4 Temmuz 1986'da yayınlanan Uranüs karşılaşması hakkındaki ayrınhlı özet raporda, kırk bilimciden oluşan bir ekip Uranüs aylannın (Miranda dışında) yo- ğunluğuntın "Satüm'ün buzlu uydulannınkinden belirgin biçim-
de daha ağır" olduğu sonucuna varmışlardı. Benzer şekilde Vo- yager 2 verileri de, yine "olması gerekirdi"nin tersine, Uranüs'ün iki büyük iç ayının, Ariel ve Umbriel'in yapı bakımından (kalın, buzlu katmanlar; küçük, kayalık çekirdekler) neredeyse tamamen ağır kayalık malzemeden ve ince buz katmanlarından oluştuğu keşfedilen dış aylan Titania ve Oberon'dan çok daha hafif olduklarını göstermişti.
Voyager 2'nin bulgulan, Uranüs'ün aylannın gezegenle aynı zamanda değil de bir hayli zaman sonra, sıra dışı şartlarda oluştuklarını öneren tek ipucu değildi. Bilimcilerin aklını kanşhran bir diğer keşif de Uranüs'ün halkalannın katran karası olmalany- dı, "kömür tozundan daha kara", muhtemelen "karbon yüklü malzemeden, dış uzaydan boşaltılan bir tür ilksel katran"dan oluşmaktaydılar (vurgulama benim). Bu kara, yana yatmış, meyillen- miş ve "çok garip şekilde eliptik" halkalar, Satüm'ü çevreleyen simetrik buz parçacığı bileziklerinden tamamen farklıydı. Yine katran karası olan, bazılan halkalara "çobanlık yapan" alh yeni aycık da keşfedilmişti. En bariz çıkanın, halkaların ve aycıkların "Uranüs'ün geçmişindeki şiddetli bir olay''ın süprüntülerinden oluşmuş olmasıydı. JPL'deki proje bilim asistanı bunu daha basit sözlerle belirt : "Muhtemel bir olasılık, Uranüs sistemi dışından bir münasebetsizin gelip bir zamanlar büyük olan aya onu çatlatmaya yetecek hızla çarpmış olmasıdır."
Katastrofik (•) bir göksel çarpışma teorisinin Uranüs, aylan ve halkalarındaki tüm garip fenomenleri açıklayabilmesi; Uranüs halkalarını oluşturan büyük kayalar boyutundaki kara süprüntünün gezegen çevresini her sekiz saatte bir döndüğünün keşfedilmesiyle daha çok desteklendi; bu, gezegenin kendi ekseni çevresinde dönüş hızının iki kahdır. Bu, halkalardaki süprüntünün bu kadar yüksek hızı nasıl kazandığı sorusunu ortaya çıkarır.
Önceki verilere dayanarak, göksel bir çarpışma olasılığı en makul cevap olarak ortaya çıkmaktadır. "Uydu biçimlenme şart- lannın, Uranüs'ün büyük yana yatıklığını yaratan bir olay tarafından etkilendiği yolundaki güçlü olasılığı hesaba kabnalıyız." diyordu kırk bilimciden oluşan ekip. Daha basit sözlerle, büyük
(•) Katastrofik: FelAket meydana getiren. (Ç.N.)
olasılıkla söz konusu aylar, Uranüs'ü yana yahran çarpışmanın sonucunda yarahlmışhr, anlamına geliyordu. Basın toplanhların- da NASA bilimcileri daha açıkh. "Dünya boyutunda, saatte 64.00 kilometre hızla giden bir şeyle çarpışmak, bunu yapmış olabilir." diyorlar, bunun muhtemelen dört milyar yıl önce meydana geldiği hakkında spekülasyon yapıyorlardı.
Londra, Imperial College'dan gökbilimci Garry Hunt, bunu beş kelimeyle özetlemişti. "Uranüs eskiden sıkı tos yemiş."
Ama sözel özetler de, uzun uzadıya yazılmış raporlar da, bu ''bir şeyin" ne olduğunu, nereden geldiğini, nasıl olup da Uranüs'le çarpışhğını ya da tosladığını açıklama girişimi içermiyordu.
Bu cevaplar için, Sümerlilere geri dönmemiz gerekiyor...
70'li yılların sonlarında ve 80'li yıllarda elde edilen bilgilerden 60 yıl önce bilinenlere dönmeden önce, bulmacanın bir unsuruna daha göz atmalıyız: Neptün'de görülen çarpışmalann ya da tosların sonucu olan gariplikler, Uranüs' teki garipliklerle ilgisiz miydi yoksa bütün hepsi de tüm dış gezegenleri etkileyen tek bir katastrofik olayın sonucu muydu?
Voyager 2 Neptün'ün yanından geçmeden önce, gezegenin Nereid ve Triton adında sadece iki uydusu olduğu bilinmekteydi. Nereid'in garip bir yörüngesi vardı: Gezegenin ekvatoral düzlemine oranla sıra dışı biçimde (28 derece kadar) yana yatık ve çok düzensizdi; gezegenin çevresinde çembere yakın bir yol değil de, ayı Neptün'den 9,6 milyon kilometre kadar uzağa ve 1,6 milyon kilometre kadar yakına getiren çok uzamış bir yol izliyordu. Gezegensel oluşum kurallarına göre küresel olması gereken bir boyda olan Nereid, bükülmüş şekerli çöreğe benziyordu. Ay- nca bir yüzü parlak iken diğer yüzü katran karasıydı. Tüm bu gariplikler, Martha W. Schaefer ve Bradley E. Schaefer'i, Nature dergisinde 2 Haziran 1987'de yayınlanan büyük bir incelemede şu çıkanmda bulunmaya yöneltti: "Nereid, Neptün çevresinde bir aya veya başka bir gezegene yapışıp birleşti ve hem o hem de Triton bir büyük cisim veya gezegen tarafından bu garip yörüngelerine itildiler." Brad Schaefer şunu da ekliyordu: "Hayal edin, bir
zamanlar Neptün de, Jüpiter veya Satürn gibi sıradan bir uydu sistemine sahipti; derken iri bir cisim sisteme girdi ve işleri bir hayli düzensizleştirdi."
Nereid'in bir yüzünde bulunan koyu renkli madde bir veya iki biçimde açıklanabilir ama her il<lsi de bir çarpışma senaryosu gerektirmektedir. Ya uydunun bir yanım prpan bir şey orada ^ kiden de mevrat olan koyu renkli kataanı fazıyıp kaldırış, ^- zeyin albndaki daha açık renkli katmanı ortaya çıkarmışb ya da koyu renkli madde çarpan cisme aitti ve ''Nereid'in bir yüzüne yapışıp yayılmışb". İkinci olasılık, 29 Ağustos 1989'da JPL ekibinin açıkladığı keşfin önerdiğine göre daha akla yatkındı: Voyager 2 tarafından bulunan yeni uyduların (alb tane daha) hepsi de "çok koyu" idi ve "hepsi düzensiz şekillere sahipti"; hatta boyutu normalde küre olmasını gerektiren 1989N1 adı verilen ay bile.
Triton ve onun Neptün çevresindeki uzamış ve geriye doğru (saat yönünde) yörüngesi ile ilgili teoriler de bir çaprışma olayını ele almaktadır.
Voyager 2'nin Neptün'le randevusunun arifesinde, en itibarlı dergi olan Science'ta yazan bir Caltech bilim ekibi (P. Goldberg, N. Murray, P. Y. Longaretti ve O. Banfield), ''Triton güneş etrafındaki yörüngesinden, o sıralarda Neptün'ün düzenli uydula- nndan biri ile çarpışması »nucu yakalanmışta." diyordu. Bu ^ naryoda Neptün'ün ilk baştaki küçük uydusu ''Triton tarafından yutulmuş olurdu" ama çarpışmanın gücü Triton'un yörüngesel enerjisini, onu yavaşlatacak ve Nep^'ün kütle çekimi tarafından yakalanacak kadar dağıtmışb. Triton'un Neptün'ün orijinal uydusu olduğunu öneren bir başka teori ise bu çalışma tarafın:. dan hatalı görülmekte ve eleştirel analize değer görülmemekteydi.
Voyager 2 tarafından, Triton'un yanından geçerken toplanan veriler; bu teorik çıkanmı destekliyordu. Aynca Triton'un iç ısısının ve yüzey şekillerinin ancak Triton'un Neptün çevresinde yörüngeye oturacak biçimde yakalandığı bir çarpışma ile açıklanabileceğini gösteren (Caltech'ten David Stevenson'unki gibi) başka çalışmalar ile de uyumluydu.
NOVA televizyon dizisinin bir bölümünde NASA bilimcilerinden Gene Shoemakeı "Bu çarpan cisimler nereden gelmişti?" diye sormuştu. Ama soru cevapsız kaldı. Cevapsız kalan diğer soru ise Uranüs ve Neptün'deki felaketlerin tek bir olayın mı yoksa bağlanhsız olaylann mı sonucu 9lduğu idi.
Tüm bu bulmacalann cevaplanrun, kadim Sümer metinlerinde verilmiş olması ve Voyager uçuşlan tarafından keşfedilen ve doğrulanan tüın verilerin, Sümer bilgilerini ve dolayısıyla 12. Gezegen'de sunduklanmı ve yorumlanrnı destekliyor ve doğruluyor olması komik değil, tatmin edicidir.
Sümer metinleri tek ama kapsamlı bir olaydan söz ederler. Metinler, modem gökbilimcilerin dış gezegenlerle ilgili olarak açıklamaya çalışhklanndan çok daha fazlasını içermektedir. Ay- nca kadim metinler meseleleri daha basit ve kısa anlatırlar; Dün- ya'nın ve Ay'ın, Asteroit Kuşağının ve kuyruklu yıldızlann kökeni gibi. Metinler daha sonra Yarablış yanlılannın inancını Evrim teorisi ile birleştiren bir hikayeyi, Dünya'da neler olduğuna ve İnsanoğlunun ve uygarlığının nasıl ortaya çıktığına dair modem kavramlardan çok daha başanlı bir izahı sunan bir hikayeyi anlatmaya koyulurlar.
Her şey, der Sümer metinleri, Güneş Sistemi daha henüz gençken başladı. Güneş (Sümer metinlerinde, "Başlangıçtan Beri Var olan" anlamında APSU'dur), küçük refakatçisi MUM.MU ("Doğmuş Olan", bizim Merkür) ve daha uzakta Tİ.AMAT ("Yaşam Bakiresi") Güneş Sisteminin ilk üyeleriydiler; sistem üç gezegensel çiftin "doğumu" ile yavaş yavaş genişledi: Mummu ve Tiamat arasında Venüs ve Mars, Tiamat'ın ötesinde Jüpiter ve Satürn (modem isimlerini kullanıyoruz) ve daha da uzakta Uranüs ve Neptün dediğimiz gezegenler (Şekil 8).
Oluşmasından kısa süre sonra (dört milyar yıl kadar önce diye tahmin ediyorum) hala düzensiz olan bu ilk Güneş Sistemine bir İstilacı yaklaştı. Sümerliler ona NİBİRU demiş; Babilliler ona ulusal tanrılan onulma ^rduk adım vermişler. ^ rny- dan, kadim metinlerin sözleriyle "Derin"den ortaya çıkmış. Ama Güneş Sistemimizin dış gezegenlerine yaklaşhkça, ona doğru çe-
Şekil 8
kilmeye başlamış. Beklendiği gibi, kütle çekimi ile Nibiru'yu çeken ilk dış gezegen Neptün idi; Sümerce E.A ("Mekanı Su Olan"). "Onu sahiplenen Ea idi" diye açıklıyor kadim metin.
Nibiru/Marduk zaten başlı başına görülecek bir manzaraydı: Göz alıcı, parıltılı, ulu, ilahi gibi kelimeler onu tarif etmek için kullanılan sıfatlardan bazıları. Neptün ve Uranüs'ün yanından geçerken onlara kıvılcımlar ve yıldırımlar yolladı. Ya zaten çevresinde dönen kendi uyduları ile gelmişti ya da dış gezegenlerin
Şekil 9
kütle çekiminin sonucu olarak bazı uydular edinmişti. Kadim metin onun "algılaması güç... mükemmel uzuvlan"ndan söz eder: "dördü gözleriydi onun, dördü kulaklan".
Ea/Neptün'ün yakınından geçerken, Nibiru/Marduk'un bir yanı "sanki ikinci bir başı varmışçasına" dışan doğru şişmeye başladı. Acaba Neptün'ün ayı Triton olmak üzere kopan şişkinlik bu muydu? Bunu güçlü biçimde destekleyen bir unsur; Nibi- ru/Marduk'un Güneş Sistemine, diğer gezegenlerin aksine geriye doğru (saat yönünde) ginniş olmasıdır (Şekil 9). Ancak istilacı gezegenin diğer tüm gezegenlerin yörüngesel hareketinin tersine hareket ettiğini söyleyen bu Sümer aynnhsı; Triton'un geriye doğru hareketini, diğer uydu ve kuyruklu yıldızların eliptik yörüngelerini ve ele alacağımız diğer büyük olaylan açıklayabilir.
Nibiru/Marduk, Anu/Uranüs'ün yanından geçerken daha fazla uydu oluştu. Uranüs' ten geçişi tarif ederken metin "Anu dört rüzgar ortaya çıkardı ve dindi" diye belirtir: Uranüs'ü yana yahran çarpışma sırasında biçimlenmiş olması gereken dört büyük Uranüs ayına açık bir gönderme. Aynı zamanda daha sonra kadim metinde geçen bir pasajda, bu karşılaşmanın sonucu ola-
rak Nibiru/Marduk'un da üç uydu daha edindiğini öğreniriz.
Sümer metinleri, güneş sistemimize çekilmesinden sonra Nibiru/Marduk'un dış gezegenleri nasıl yeniden ziyaret ettiğini ve en sonunda onlan bugün bildiğimiz gibi biçimlendirdiğini tarif etmesine rağmen, ilk karşılaşma; modem gökbiliminin Nep- to, Uranüs, aylan ve halkalan ile ilgili olaak yüz yüze geldiği ya da hala yüz yüze olduğu çeşitli bulmacalan zaten bizzat açıklamaktadır.
Neptün ve Uranüs'ü geçen Nibiru/Marduk, Satüm'ün (AN.ŞAR, "Göklerin Önde Geleni") ve Jüpiter'in (l<İ.ŞAR, "Sağlam Karalann Önde Geleni") muazzam kütle çekimine yaklaşh- ğmda, gezegensel sistemin daha da içlerine doğru çekildi. Nibi- ru/Marduk, Anşar/Satürn yakınma "sanki çahşmadaymış gibi yaklaşıp durduğunda", iki gezegen "dudaklannı öptüler''. işte, Nibiru/Marduk'un "kaderi"nin veya yörüngesel yolunun sonsuza dek değiştiği an o andı. Aynca Satüm'ün baş uydusu GA.GA'nm (sonunda Plüton olacakhr), Mars ve Venüs yönüne çekildiği andır; bu ancak Nibiru/Marduk'un geriye doğru gücü sayesinde mümkün olabilecek bir yöndür. Geniş eliptik bir yörünge yapan Gaga en sonunda Güneş Sisteminin dış uçlarına geri döndü. Burada, geriye dönüşü sırasında Neptün ve Uranüs'ün yörüngelerinden geçerken onlara "hitap etti" (seslendi). Bu, Ga- ga'nm, eğimli ve garip yörüngesiyle bazen Neptün ve Uranüs arasına dek giden Plüton'umuz haline gelme sürecinin başlangı- aydı.
Nibiru/Marduk'un yeni ''kaderi" veya yörüngesi, arhk geriye döndürülmez biçimde eski gezegen Tiamat'a yönelmişti. O sıralarda, nispeten Güneş Sisteminin biçimlenmesinin ilk zaman- lannda, sistem (metinden öğreniyoruz ki) özellikle Tiamat bölgesinde düzensizdi. Yakındaki diğer gezegenler hala yörüngelerinde bir aşağı bir yukan oynayıp dururken, Tiamat hem ötesindeki iki dev gezegen hem de kendisi ile Güneş arasındaki iki küçük gezegen tarahndan birçok yöne çekilip dudaktaydı. Bunun ^ nucu, ondan kopan ya da çevresinde toplaşan, (bilginler tarafından Yaratılış Destanı diye adlandırılan) metnin şiirsel diliyle "öfkeden kuduran" bir uydu "ordusu" idi. Bu uydular, ''kükreyen
Şekil 10
canavarlar''; "dehşete bürünmüş" ve ''halelerle taçlanmışh", sanki "göksel tannlar'' yani gezegenlermişçesine öfkeyle kendi çevrelerinde ve Tiamat çevresinde dönüyorlardı.
Diğer gezegenlerin düzenliliği veya güvenliği için en tehlikelisi, neredeyse bir gezegen boyuna büyümüş ve kendi bağımsız "kader''ini, yani Güneş çevresinde kendi yörüngesini elde etmek üzere olan büyük bir uydu idi. Tiamat "onun için bir büyü yaph, göksel tanrılar arasında otursun diye onu yüceltti." Sümer- ce KİN.GU (''Yüce Elçi") diye adlandırılır.
Artık metin, 12. Gezegen'de adım adım aktardığım, gittikçe açılan dramanın perdesini kaldırmaktadır. Bir Grek trajedyasın- da olduğu gibi, meydana çıkan "göksel savaş", kütle çekimi ve
DIŞ UZAYDAN GELDi manyetik güçler ortaya çıktıkça kaçınılmaz hale gelmekte, yedi uydusuyla (kadim metinde "riizgıirlar") yaklaşmakta olan Nibi- ru/Marduk ve başını Kingu'nun çektiği on bir uydudan oluşan "ordu"suyla Tiamat arasındaki çarpışmaya doğru ilerlemektedir. Bir çarpışma rotasında ilerliyor olmalarına rağmen, Tiamat saatin ters yönünde ve Nibiru/Marduk da saat yönünde yörüngede olduklarından iki gez.egen çarpışmadı; bu, büyük astronomik önem taşıyan bir olgudur. Tiamat'a çarpan ve onun uydula- nyla çarpışan, Nibiru/Marduk'un uydulan ya da "rüzgarlan"dır (harfiyen Sümerce anlamı: ''Yanında olanlar'').
Bu ilk karşılaşmada (Şekil 10), Göksel Savaşın ilk safhası şöyle oldu:
Dört rizi gan öyle yerleştirdi ki hiçbir şeyi kaçamasın elinden;
Güney Rüzgan, Kuzey Rüzgin,
Doğu Rüzgan, Bah Rüzgan.
Ağını hemen yanında tuttu;
Kötü Rüzgar'ı, Hortum'u ve Kasırga'yı ortaya çıkaran büyükbabası Anu'nun hediyesi.
Yarathğı rüzgarlan ileri sürdü, yedisini birden, Tiamat'ı içten huzursuz etmek için ardında yükseldiler.
Nibiru/Marduk'un bu "riizgarlan" veya uydulan, "yedisi birden"; Göksel Savaşın ilk kısmında Tiamat'a saldırdığı asli "si- lahlan"ydı (Şekil 10). Ama istilacı gezegenin başka "silahlan" da vardı:
Önünde yıldırımı çakh,
Gövdesini yalazlı alevle doldurdu;
Sonra Tiamat'ı yakalamak için ağını yaydı...
Başının çevresi korkutucu bir haleye sannmışb, Ürkütücü dehşete sanki bir örtü gibi bürünmüştü.
İki gezegen ve uydulanndan oluşan ordulan Nibiru/Mar-
duk'un, Tiamat'm "iç kısmını taraması"na ve "Kingu'nun planını ıııılamıısına" yetecek kadar yaklaşmışh. Nibiru/Marduk "ağıyla" (manyetik alan mı?) "onu yakalamak" için yaşlı gezege- lll' muaz:1.am yıldınrnlar ("ilahi şimşekler'') yolluyordu. Tiamat "parlaklıkla dolmuştu"; yavaşlıyor, ısınıyor, "şişmeye başlıyordu". Kabuğunda geniş yarıklar oluştu, belki de buhar ve volkanik madde püskürtüyordu. Genişlemekte olan yarıklardan birine Nibiru/Marduk baş uydularından birini, "Kötü Rüzgar'' adında- kini fırlath. Bu, Tiamat'ın "göbeğini" yardı, "içini parçaladı, kalbini ayırdı".
Tiamat'ı ikiye ayırmanın ve "yaşamını söndürmenin" yanı sıra, bu ilk karşılaşma onun çevresinde dönen Kingu dışındaki bütün aycıklann kaderini de belirledi. Nibiru/Marduk'un "ağına", manyetik ve yerçekimi gücüne yakalandılar, "parçalandılar, kırıldılar'', "Tiamat çetesinin" üyeleri önceki rotalarından kurtuldu ve ters yönde yeni yörüngelerine girmeye zorlandılar: "Korkudan titreyerek sırtlarını döndüler."
İşte kuyruklu yıldızlar böyle yaratıldı; 60 yıllık metinden, kuyruklu yıldızların büyük ölçüde eliptik ve geriye doğru yörüngelerini elde ettiklerini böylece öğreniyoruz. Kingu'ya, Tiamat'ın baş uydusuna gelince, metin, göksel çarpışmanın bu ilk safhasında Kingu'nun elinden neredeyse bağımsız yörüngesinin alındığını bildiriyor. Nibiru/Marduk, ondan "kaderini" alır. Nibi- ru/Marduk, Kingu'yu bir DUG.GA.E'ye, atmosferden, sulardan ve radyoaktif malzemeden mahrum ve boyutları küçülmüş "cansız bir kil kütlesi"ne dönüştürdü ve "onu bağlayan bağlarla", harap olmuş Tiamat çevresinde bir yörüngede kalmasını sağladı.
Tiamat'ı yenen Nibiru/Marduk yeni "kaderi" üstünde yol almaya başladı. Sümer metni, kadim istilacının Güneş çevresinde döndüğü yolunda hiçbir şüpheye yer bırakmaz:
Gökleri geçti ve bölgeleri taradı, ve Apsu'nun bölgesini ölçü;
Efendi, Apsu'nun boyutlarını ölçtü.
Güneş'in (Apsu) çevresinde dönen Nibiru/Marduk uzak
uzaya doğru yoluna devam etti. Ama artık, sonsuza kadar Güneş çevresinde bir yörüngeye yakalandığından, geri dönmek zorundaydı. Geriye dönüşünde, Ea/Neptün onu selamlamak için oradaydı ve Anşar/Satüm zaferini kutladı. Derken bu yeni yörünge onu Göksel Savaş sahnesine geri getirdi; "bağladığı Tiamat'a geri döndü".
Efendi onun cansız bedenini seyretmek için durakladı.· Canavarı ikiye ayırmayı maharetle planlamışh.
Sonra, bir midye gibi onu iki parçaya ayırdı.
Bu yaratma eylemi ile "gök" son haline ulaşh ve Dünya ile Ay'ın yarahlması başladı. İlk olarak yeni darbeler Tiamat'ı ikiye ayırdı. Üst kısmına, "kafatası"na Nibiru/Marduk'un Kuzey Rüzgarı denilen uydusu çarph; darbe onu ve Kingu'yu "bilinmeyen yerlere", daha önce hiçbir gezegenin olmadığı yepyeni bir yörüngeye sürükledi. Dünya ve Ay'ımız yarahlmışb! (Şekil 11)
Tiamat'ın diğer yarısı darbelerle un ufak edüdi. Bu alt ^ mı, "kuyruğu" göklerde bir "bilezik" olsun diye "birarada dövüldü":
Biraraya getirerek,
bekçileri olarak onları yerleştirdi...
Tiamat'ın kuyruğunu Büyük Şerit'i bir bilezik gibi oluşturmak üzere büktü.
Böylece, "Büyük Şerit'', Asteroit Kuşağı yarahldı. Tiamat ve Kingu'dan kurtulan Nibiru/Marduk bir kez daha "gökleri geçti ve bölgeleri taradı". Bu kez dikkati "Ea'nın Mekanı" (Neptün) üstüne odaklandı ve bu gezegene ve ikiz benzeri Uranüs'e son şekillerini verdi. Kadim metne göre Nibiru/Marduk aynı zamanda Gaga/Plüton'a son ''kaderi"ini verdi, onu "gizli bir yere" atadı, yani göklerin o zamana dek bilinmeyen bir yerine. Bu, Neptün'ün yerinden daha uzaktaydı: "Derin'de" idi, uzayda uzaklarda. En dış gezegen olarak yeni konumuna uyacak biçimde, yeni bir ad almışh: US.Mİ, ''Yolu Gösteren"; yam Gün^ Sistemine $-
Şekil 11
rerken, dış uzaydan Güneş'e doğru yaklaşırken karşılaşılan ilk gezegen.
Böylece Plüton yarahldı ve bugün bulunduğu yörüngeye yerleştirildi.
Gezegenler için "istasyonları inşa eden" Nibiru/Marduk, kendisi için iki "mekan" yaph. Biri, kadim metinlerde asteroit kuşağına verilen isimle "Gökkubbe"de; uzaklarda ''Derin'de" olan diğeri ise "Büyük/Uzak Mekan" ya da E.ŞARRA ("Hüküm- dar/Prens'in Mekanı/Evi") adını taşır. Modem gökbilimciler bu iki gezegensel konuma hadid noktası (yörüngenin Güneş'e en yakın noktası) ve apoje (yörüngenin Güneş'ten en uzak noktası) olarak adlandırırlar (Şekil 12). Bu, 12. Gezegen' de biraraya getiri-
Şekil 13
len kanıtlardan çıkardığımız gibi, tamamlanması 360 Dünya yılı süren bir yörüngedir.
İşte dış uzaydan gelen İstilacı; merkezinde Güneş, eski dostu Merkür, üç yaşlı çift (Venüs ve Mars, Jüpiter ve Satürn, Uranüs ve Neptün); Dünya ve Ay'dan, büyük Tiamat'ın yeni bir konumda bulunan kanıtlarından, bağımsızlığını yeni kazanan Plüton'dan ve hepsini son şekline sokan Nibiru/Marduk gezegeninden oluşan Güneş Sisteminin on ikinci üyesi haline geldi (Şekil 13).
Modem gökbilimi ve en son keşifler, binlerce yıl bu hikayeyi destekliyor ve doğruluyor.
DUNYA OLUŞMADAN ONCE
1766'da D. Titius ve 1772'de Johann Elert Bode, gezegenler arasındaki uzaklığın, eğer formülü 3'le çarpıp, 4 ekleyip, lO'a bölerseniz, m ya da çok, O, 2, 4, 8, 16 ora^ izlediğini grnteren "^e Kanunu"nu popüler hale getirdiler. Dünya'run Güneş'e olan uzaklığım bir astronomik birim (AB) olarak kullanan formül, Mars ve Jüpiter arasında (orada asteroitler bulundu) bir gezegen ve Satürn'ün ötesinde (orada Uranüs keşfedildi) bir gezegen olması gerektiğini işaret eder. Formül, Uranüs'e varana dek kabul edilebilir değişkenlikler gösterirken, Neptün'den sonra yoldan çıkmaktadır.
Deneysel olarak vanlan Bode Kanunu, böylece arihnetik başlan- pç noktası olarak Dünya'yı kullamr. ^ma Sümer kozmogonisine göre, daha Dünya biçimlenmemişken, başlangıçta Mars ve Jüpiter arasında Tiamat vardı.
^. Amnon SitcHn, eğer ^^e Kanunu matematikten a^d^ ve ad«e geometrik ilerleme koranurea, fornülün, Dünya liste^m p- lcanldığı takdirde Sümer kozmogonisini doğrulayacak biçimde işlediğini göstermiştir:
BAŞLANGIÇTA
Başlangıçta
Tanrı gökleri ve yeri yarath.
Ve yer ıssız ve boştu;
ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı,
Ve Tanrı'nın Ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu;
Ve Tanrı dedi: Işık olsun; ve ışık oldu.
Nesiller boyunca, dünyamızın yaratılış tarzının bu muhteşem özeti; Yahudiliğin olduğu kadar Hristiyanlığın ve üçüncü tek tannlı din olan Islamın da merkezini oluşturdu. On yedinci yüzyılda İrlanda'da Başpiskopos Armagh'lı James Ussher, Tekvin Kitabının açılış dizelerinden hesaplayarak dünyanın yarahl- dığı kesin günü, hatta anı buldu: M.O. 4004 yılı. Kitabı Mukad- des'in eski baskılarının çoğu hala sayfaları arasında Ussher'in kronolojisini taşır; birçokları hala Dünya'nın ve bir parçası oldu. ğu Güneş Sisteminin aslında bundan daha eski olmadığına inanmaktadırlar. Ne yazık ki, Yarahlışçılık olarak bilinen bu inanç, kendine rakip olarak bilimi seçmiş ve Evrim Teorisine sımsıkı yapışmış olan bilim de bu kışkırtmaya yanıt vermiş ve savaşa kahl- mışhr.
Her iki tarafın da yaklaşık bir asırdan fazladır bilinmekte olanlara kulak asmıyor olması çok yazık; Tekvin Kitabındaki ya- rahlış hikayeleri, çok daha aynnhlı olan Mezopotamya metinlerinin kısalhlmış ve özetlenmiş versiyonlarıdır, onlar da çok çok daha ayrıntılı olan Sümer metinlerinin. Yaratılışçılar ve Evrimciler arasındaki savaş -ki birazdan sunacağımız kanıtların göstereceği gibi tamamen gereksiz bir sınır çekmedir-, şüphesiz Amerika Birleşik Devletler Anayasasında din ve devlet işlerinin aynlrnası il-
kesiyle daha kesin biçimde çizilmiştir. Ama böyle bir aynın, Dünya ulusları (hatta İngiltere gibi aydın demokrasilerde bile) arasında da, kutsal metin dizelerinin yazıldığı eski çağlarda da uygulanmamaktaydı.
Aslında, kadim zamanlarda kral aynı zamanda başrahipti, devletin ulusal bir dini ve ulusal bir tanrısı vardı, tapınaklar bilimsel bilginin merkeziydi ve rahipler bilgindi. Böyleydi çünki uygarlık başladığında, tapınılan tanrılar -yani "dinsel" olma füli- nin odağı- Dünya üzerindeki her türden bilginin ya da bilimin kaynağı olan Anunnakiler/Nefilimlerden başkası değildi.
Devlet, din ve bilimin kaynaşması, en tam haliyle Babil'de gerçekleşti. Orijinali Sümerce olan Yaratılış Destanı, Babil ulusal tanrısı Marduk'a göksel bir suret (karşılık) atfedilebilsin diye orada çevrildi ve düzeltildi. Babilliler, yaratılış hikayesinin Babil versiyonunda Nibiru'yu "Marduk" diye adlandırarak, Marduk için üstün bir "Gök ve Yer Tannsı"nın niteliklerini gaspettiler. Bugüne dek bulunabilen bu en hasarsız versiyon, açılış dizesine göre Enuma eliş (''Yükseklerde") adını alır. Ülkenin en kutsal din- sel-siyasal-bilimsel belgesi haline geldi; Yeni Yıl törenlerinin bir parçası olarak okundu; ve hikayeyi büyük bir tutkuyla canlandıran oyuncular, kalabalıklara önemli mesajını aktardılar. Üstüne yazıldık.lan kil tabletler (Şekil 14) antik çağlarda tapınakların ve kütüphanelerin en değerli mülkleri arasındaydı.
Kadim Mezopotamya'daki yıkınhlarda bir yüzyıl kadar önce keşfedilen kil tabletlerin üstündeki yazının deşifre edilmesi; Eski Ahit biraraya getirilmeden binlerce yıl.önce, kutsal metindeki yarahlış hikayesiyle ilgili metinlerin mevcut olduğunun fark edilmesine yol açh. Bilhassa önemli olanlar, Asur kralı Asurbani- pal'in (kutsal metinlerde de geçen bir şehir olan) Ninova'daki kütüphanesinde bulunan metinlerdi; bunlarda, bazı yerlerde kelimesi kelimesine Tekvin hikayesine denl< düşen bir yarahlış hikayesi kaydedilmişti. British Museum'dan George Smith yarablış metinlerinin yer aldığı kırık tabletleri biraraya getirdi ve 1876'da The Chaldean Genesis (Yaratılışın Kaide Yorumu) adlı kitabı yayınladı; bu, kutsal metinde yer alanın en az bin yıl öncesinde, Eski Babil lehçesinde yazılmış, Akkadça bir Yarahlış hikayesinin mev-
Şekil 14
cudiyetini kesinlikle saptamış oldu. 1902 ve 1914 arasında yapılan kazılar, yaratılış destanının Asurca versiyonunu taşıyan tabletleri gün ışığına çıkardı; burada Babilli Marduk yerine Asur ulusal tanrısı Aşur'un adı konmuştu. Ardından gelen keşifler, bu metnin antik çağlarda sadece kopya edilişindeki ve tercümelerindeki yaygınlığını saptamakla kalmadı, hataya yer bırakmayan şekilde kökeninin Sümer olduğunu da belirledi.
Çeşitli parçaların yedi tablet oluşturduğunu; alh tanenin yaratma işlemi ile ilgili olduğunu, yedinci tabletin ise tamamen "Rab'bin" -yani Babil versiyonunda Marduk'un, Asur versiyo-
nunda ise Aşur'un- yüceltilmesine adandığını gösteren kişi, 1902 yılında yazdığı The Seven Tablets of Creation (Yedi Yarahlış Tableti) adlı itabıyla L. W. King oldu. Bu yedi tablete bölme uygulamasının; bir biçimde kutsal metindeki hikayeyi, alh parçası ilahi el işi ile ilgili iken yedinci parçasının, dinlenerek ve tatminle başarılmış olanlara bir göz atmaya adandığı yedi zaman diliminin temeli olduğunu tahmin edebiliriz.
İbranice yazılan Tekvin Kitabının, her safha için, normalde "gün" anlamına gelen ve öyle tercüme edilen yom terimini kullandığı doğrudur. Bir kerkinde, bir '1ncü Kuşağı" (•) şehrmde katıldığım bir radyo programında tam da bu noktayı soran bir kadın telefon etti. "Gün" ile Kitabı Mukaddö'in bizim Dünya ^ tündeki yirmi dört saatlik süremizi değil, daha ziyade yaratılış sürecindeki bir safha kavramını kastettiğini söyledim. Hayır, diye ısrar etti. Kitabı Mukaddes'in söylemek istediği tam olarak bu- dur: yirmi-dört saat. Daha sonra ona, Tekvin Kitabının ilk babının insani bir zaman tablosu değil Yaradan'a ait bir zamanı içerdiğini ve Mezmurlar kitabında (W:4) Tann'nın gözünde "Bin ^ dün gibidir." dendiğini söyledim. En azından yarablışın alb bin yıl sürmüş olabileceğini kabul edebilir misiniz, diye sordum. Hayal kınklığına uğradım, uzlaşma yoktu. Alb gün, alh gündür, diye ısrar etti.
Kutsal metindeki yaratılış hikayesi dinsel bir belge midir, yani içeriği sadece iman edilecek veya edilmeyecek bir inanç meselesi midir; yoksa bize gökte ve Dünya'da işlerin nasıl başladığına dair temel bilgileri veren bilimsel bir belge midir? Şüphesiz bu, Yarahlışçılar ve Evrimciler arasında sürüp giden tartışmanın çekirdeğidir. Tekvin Kitabını der-leyenlerin, Babillilerin yaphğın- dan farklı bir şey yapmadıklarını fark etselerdi, her iki taraf da silahlarını çoktan bırakırdı: İbrahim'in torunları -Sümer başkenti Ur'dan çıkan kraliyet-ruhbanlık ailesinin çocuk.lan-, yani zamanın tek bilimsel kaynağını kullanıp, Yaratılış Destanı'nı da alarak, bunu kısalhp değiştirdiler ve bunu "Gökte ve Yerde olan", Yah- veh'yi yücelten ulusal bir dinin temeli kıldılar.
(•) AB^de köktenci dindarlann yo^m olarak ya^d^an ve çok İncil »tıl^^ için "Bible Belt" adını alan bölge. (Ç.N.)
Şekil 15
Babil'de Marduk ikili bir ilahh. Fiziksel olarak, gösterişli ve değerli giysiler içindeydi (Şekil 15), ona ("tanrı" olarak tercüme edilen ama harfiyen ''Yüce Olan" anlamına gelen) flu diye tapınılıyordu; diğer Anunnaki tanrıları üstünde egemenliği ele geçirme mücadelesi The Wars of Gods and Men adlı kitabımda aynnhlarıy- la işlenmiştir. Öte yandan ''Marduk" göksel bir ilahh, Sümerlile- rin Nibiru'ya atfettikleri ilksel yarahlışla ilgili nitelikleri, rolü ve itibarı üstlenen bir gezegen tanrıydı; en sık kullanılan sembolik tasviri kanatlı disk olan gezegendi (Şekil 16). Marduk'un yerine kendi ulusal tanrıları Aşur'u geçiren Asurlular bu iki unsuru birleştirdi ve Aşur'u kanatlı disk içinde bir tann olarak resmettiler (Şekil 17).
İbraniler de bunu izledi ama tek tanrıcılığı vaaz ettiklerinden ve -Sümer bilimsel bilgisine dayanarak- tanrının evrenselliğini tanıdıklarından, bu ikilik sorununu ve Dünya oluşlarına dahil olan Anunnaki ilahlarının çokluğu probl^mini ustalıkla çözdüler: Tek ama çoğul bir varlık tertipleyerek; El (Ilu'nun İbranice dengi) değil, Elohim: Çoğul (harfiyen "Tanrılar'') ama Tek olan 54
Şekil 16
Şekil 17
bir Yaradan. Babil ve Asur dinsel bakış açısından bu uzaklaşma ancak, İbranilerin şunu fark etmiş olmasıyla açıklanabilir: Hepsi de evrensel, ebedi ve her yerde mevcut olan bir Tann'run, yani Elohim'in -ki evren için yaphğı büyük planda her bir gezegenin rotası önceden belirlenen "kaderi"ndedir ve Anunnakilerin Dünya üzerinde yaptıkları da benzer şekilde önceden belirlenen bir misyondur- parçası olmasına karşın, İbrahim ve Musa'ya konuşabilen ilah ile Sümerlilerin Nibiru dedikleri göksel rab bir ve bilimsel açıdan aynı değildir. Böylece, Gökte ve Yerde tezahür eden evrensel Tann'nın elinin işiydi bunlar.
Yarahlış hikayesinin, Enuma eliş'in kutsal metinlere uyarlanışının temelinde yatan bu derin algılayışlara ancak, olayların an- lahrnını ve sıralanışını bilimsel temele göre korurken, din ve bilimi biraraya getirerek varılabilirdi.
Ama Tekvin'in sadece dini değil aynı zamanda bilimi de temsil ettiğini kabul edebilmek için, kişinin Anunnakilerin rolünü ve Sümer metinlerinin "mit" değil, gerçek bildirimler olduğunu kabul etmesi gerekir. Bilginler bu açıdan çokça ilerleme kaydetmiştir ama metinlerin gerçek yapısı hakkında tam bir kabule varamamışlardır. Artık ilahiyatçılar da bilimciler de Tekvin'in Mezopotamya kökeninin pekala farkındaysalar da, bu kadim metinlerin bilimsel değerini ortaya çıkarmamakta inatçılık etmektedirler. Bu bilim olamaz, diyorlar çünki "bu hikayelerin insan hafızasının ürünü olması eşyanın tabiatına aykırıdır" [bu alınb Understanding Genesis'de (Tekvin'i Anlamak) yayınlanan Yahudi İlahiyat Seminerinden, N. M. Sama'dan]. Böyle bir cümleye ancak, yazılarımda tekrar tekrar yaptığım gibi, İnsanın yaratılışı dahil, işlerin nasıl başladığı hakkındaki bilginin Asurlulann veya Babillilerin veya Sümerlilerin hafızasından değil, Anunna- kiler /Nefilimlerin bilgi ve biliminden geldiğini açıklayarak meydan okunabilir. Şüphesiz onlar da Güneş Sisteminin nasıl yarabl- dığını ya da Nibiru/Marduk'un Güneş Sistemini nasıl istila ettiğini "hatırlayamazlardı" çünki henüz onlar da kendi gezegenlerinde yaratılmamışlardı. Ama bizim bilimcilerimizin Güneş Sisteminin nasıl oluştuğuna ve hatta tilin evrenin (favori teori Büyük Patlama' dır) nasıl ortaya çıktığına dair fikirleri varsa, 450.00
yıl önce uzayda yolculuk yapabilen Anunnakiler/Nefilimler de şüphesiz yarahlışla ilgili makul senaryolar üretebilmişlerdi; hatta daha fazlasını çünki onların tüın dış gezegenlerin yanından bir uzay aracı gibi geçen gezegeni, onlara kesinlikle bizim Voya- ger'la "göz atmalanmız"dan daha yaygın ve geniş olarak yakından inceleme imkanı vermekteydi.
Enuma eliş'in, Chicago Üniversitesi Doğubilimi Enstitüsünden Alexander Heidel'in The BalJylonian Genesis (Yaradılışın Babil Yorumu) gibi çeşitli güncelleştirilmiş incelemeleri; Mezopotamya v^ kutsal metin anlatımlan arasındaki tema ve yapısal paralellikler üstünde durmaktadır. Gerçekten, her il<isi de okuyucuyu (Ba- bil'de ise dinleyiciyi) Dünya'nın ve "göklerin" henüz yarablma- dığı ilksel bir zamana götüren bir ifade ile başlamaktadır. Ama Sümer kozmogonisi, Güneş Sisteminin yarablışı ile ve ancak ondan sonra göksel Rab'bin (Nibim/Marduk) ortaya p^ ahnai ile ilgilenirken, Kitabı Mukaddes versiyonu tüm bunlan atlıyor ve doğrudan Göksel Savaşa ve sonrasına geçiyordu.
Mezopotamya versiyonu, ilksel tabloyu muazzam bir tuval üstüne çizmeye şöyle başlamaktaydı:
Yükseklerde Gök henüz isimlendirilrnemişken,
Ve aşağıda, Dünya çağırılmamışken;
Boş ama bClşlangıçta mevcut olan APSU, Vücuda Getiren onlan,
Mummu ve Tiamat, hepsini doğurandı o;
Birbirine karışmışb sulan.
Saz bitmemişti,
bataklıklar ortaya çıkmamıştı.
Geleneksel Kral James versiyonunda bile, Kitabı Mukad- des'in açılışı daha doğrudandır; ilhamlandırıa dinsel bir kitap değil de, okuyucu gerçekten de Gök ve Yer'in henüz var olmadığı bir zamanın olduğu, Gök ve Yer'i bir yıldınm ışığı ile ortaya çıkarmak için "ruhu" "suların" üstünde hareket eden bir Göksel Rab'bin fiillinin gerektiği konusunda bilgilendiren, ilksel (başlangıçta var olan) bilim konulu bir ders kitabı gibidir.
Kral James zamanından bu yana İncil ve dilbilim konularındaki ilerlemeler, hem Katolik Yeni Amerikan İncili'nin hem de Büyük Britanya kiliselerince çıkarhlan Yeni İngiliz İncili'nin editörlerini, ''Tann'nın Ruhu" yerine "rüzgar" kelimesini koymaya yöneltti; zaten İbranice ru'ach da bu anlama gelir, şimdi cümle "sulann üstünden kudretli bir rüzgar esti" şeklinde okunmaktadır. Ancak orijinal İncil'de "derinlik" anlamında kullanılan İbra- nice Tehom kelimesini koruyorlar; ama arhk ilahiyatçılar bile bu göndermenin aslında Sümer dilindeki Tiamat'tan başkasına yapılmadığını kabul etmekteler.
Bu anlayışla, Mezopotamya versiyonundaki Tiamat'ın "su- lannın" karışmasına yapılan gönderme mecazi olmaktan çıkıp, gerçek bir değerlendirmeyi hak ediyor. Bu, Dünya'nın suyunun bolluğu sorusuna ve İncil'deki (doğruluğunu birazdan göreceğimiz) Dünya yarahldığında tamamen sularla kaplıydı, iddiasına gidiyor. Eğer su, daha Dünya yarahldığında bile bu kadar bol idiyse, yansından suyu bol bir Dünya yarahlabilmesi için Tiamat da sulak bir gezegen olmalıydı!
Tehom/Tiamat'ın sulak yapısından, çeşitli kutsal metin göndermelerde bahsedilmiştir. I^ya peygamber (51:10) Rab'- bin kudretinin ''Mağrur Olanı oyduğu, sulu canavan döndürdüğü, Tehom'un sulannı kuruttuğu" o "ilksel günleri" anar. Mez- mur yazan "kudretinle sulan böldün, sulu canavarların başını kırdın" diye Başlangıçlar Rab'bini yüceltir. ·
Tehom/Tiamat'ın "sulan üstünde hareket eden" R^b'bin "rüzgan" neydi? Tabi ki ilahi "Ruh" değil, Mezopotamya metinlerinde Nibiru/Marduk'un bu terimle adlandırılan uydusu idi! O metinler Nibiru/Marduk, Tiamat'a yaklaşhkça fırlayan şimşekleri ve parlamalan canlı bir biçimde tarif ediyordu. Bu bilgiyi, kutsal metne uygulayınca, doğru okunuş ortaya çıkar:
Başlangıçta
Tann Göğü ve Yeri yarath.
Ve Yer, henüz oluşmamışh, boşluktaydı;
ve Tiamat'ın üzerinde karanlık vardı,
Ve Rab'bin Rüzgan onun sulan üzerinde esti;
Ve Rab dedi: ''Yıldınrnlar çaksın!" ve parlak bir ışık oldu.
Tekvin'in devam eden anlahmı, Mezopotamya metinlerinde capcanlı betimlenmiş olan Tiamat'ın ikiye ayrılmasını veya ordusunu oluşturan uyduların kınlıp dağılmasını tarif etmez. Ancak yukarıda sözü edilen İşaya ve Mezmurlar'daki dizelerden ve Eyüp'ün (26:7-13) anlattıklanndan anlaşılmaktad^ ki, İbraniler orijinal hikayenin atlanıp geçilmiş kısımlarından haberdardı. Eyüp, göksel Rab'bin ''Mağrur Olanın yardımcılarını" nasıl vurup öldürdüğünü hahrlahr ve uzayın derinliklerinden çıkıp gelen, Tiama^ı (Tehom) oyan ve Güneş Sistemini değiştiren Rab'bi şöyle yüceltir:
Dövülmüş gökkubbeyi yayar
Tehom'un yerine,
ve hiçliğin üzerine Dünya'yı asar;
Kalın bulutların içine sulan sarar,
Ve bulut onların alhnda yırtılmaz...
Onun gücüdür sulan tutan,
Onun enerjisidir Mağrur Olanı yaran
Onun Rüzgarıyla Dövme Bilezik ölçüp biçildi;
Onun eliyle kıvranan ejderha söndü bitti.
Mezopotamya metinleri buradan itibaren Nibiru/Mar- duk'un, Tiamat'ın alt yansından asteroit kuşağını nasıl biçimlendirdiğini tarife devam eder:
Onun diğer yansını
gökler için bir perde olarak kurdu;
Biraraya getirerek .
bekçileri olarak onları yerleştirdi...
Tiamat'ın kuyruğunu
Büyük Şerit'i bir bilezik gibi oluşturmak üzere büktü.
Tekvin Kitabı burada ilksel hikayeyi yakalar ve asteroit kuşağının oluşumunu tarif eder:
Ve Elohim dedi:
Suların ortasında kubbe olsun ve sulan sulardan ayırsın.
Ve Elohim Gökkubbeyi yapb
ve Gökkubbe albnda olan sulan
Gökkubbe üzerinde olanlardan ayırdı;
Ve Elohim Gökkubbeye "Gök" dedi.
İbranice Şama'im kelimesinin Gök'ten ya da genelde göklerden söz ettiğini fark eden Tekvin editörleri, Tiamat'ın imhası ^ nucunda yarahlan "Gök" için iki terim kullanmak için bir hayli uğraşmışhr. "Üstündeki sulan" "alhndaki sular''dan ayıran şey, "Gökkubbe" olarak tercüme edilen, harfiyen "Dövülerek-açılmış Bilezik" anlamına gelen Raki'a olduğunu Tekvin metni vurgular. Derken Tekvin metni, Elohirn'in sözde "Gökkubbe" olan Ra- ki'a'ya Şama'im, "Gök" dediğini açıklamaya koyulur; bu, Kitabı Mukaddes'teki ilk kullanımı harfiyen "suların olduğu yer'' anlamına gelen şam ve ma'im kelimelerini içeren bir isimdi. Tek- vin'deki yarahlış hikayesinde "Gök", bir zamanlar Tiamat ve sularının olduğu, asteroit kuşağının dövülüp açıldığı belirli bir göksel yerdi.
Bu, Mezopotamya metinlerine göre Nibiru/Marduk Geçiş Yeri'ne döndüğünde, Tiamat'la savaşının ikinci safhasında olmuştu: Eğer Kitabı Mukaddes'in anlatımını tercih ederseniz, "İkinci Gün".
Kadim hikaye, her biri kendi başına şaşırhcı olan ayrınhlar- la doludur. Onlarla ilgili kadim farkındalık öylesine inanılmazdır ki, akla yatkın tek açıklama bizzat Sümerliler tarafından sunulandır, yani Nibiru'dan Dünya'ya inenler bu bilginin kaynağıydı. Modem gökbilirni bu aynnhlann birçoğunu çoktan doğrulamıştır; böyle yaparken, kadim kozmogoni ve gökbiliminin başlıca iddialarını da dolaylı olarak doğrulamışhr: Tiamat'ın ikiye ayni-
ması, Dünya'nın ve asteroit kuşağının yarablması ve Nibi- ru/Marduk'un Güneşimiz çevresinde kalıcı bir yörüngeye oturmasıyla sonuçlanan Göksel Savaş.
Kadim hikayenin bir unsuruna bakalım: "göksel tannlar''ın sahip olduğu uydular veya "rüzgarlar'' "ordusu".
Mars'ın iki ayı, Jüpiter'in on alb ayı ve daha birkaç aycığı, Satüm'ün yirmi bir veya daha fazla aycığı, Uranüs'ün en az on beş ayı ve Neptün'ün sekiz ayı olduğunu artık biliyoruz. Galile 1610'da teleskobuyla Jüpiter' in en parlak ve en büyük dört uydusunu keşfedene kadar, bir gök cisminin birden fazla refakatçisinin olduğu düşünülemezdi; kanıt ortada, Dünya ve tek uydusu Ay.
Ama Sümer metinlerinde okuyoruz ki, Nibiru/Marduk'un kütle çekimi Uranüs'ünki ile etkileştiğinde, İstilacı üç uydu ("rüzgar'') "meydana getirdi" ve Anu/Uranüs ise bunun gibi dört ay "meydana getirdi". Nibiru/Marduk Tiamat'a ulaşbğın- da, Tiamat'a saldırmak için yedi "rüzgar''ı vardı ve Tiamat'ın ise on bir uyduluk bir "ordu"su; aralarında bağımsızca yörüngesinde dolanan bir gezegen olmak üzereyken ama sonunda bizim Ay'ımız haline gelen "ordunun başı" vardı.
Sümer hikayesinin, kadim gökbilimciler için büyük önem taşıyan bir başka unsuru; Tiamat'ın alt yarısının süprüntüsünün bir zamanlar gezegenin bulunduğu yerde uzatılıp açıldığı iddiasıydı.
Mezopotamya metinleri ve kutsal metinlerdeki Tekvin versiyonu, asteroit kuşağının oluşumu hakkında vurgulayıcı ve ay- rınblıdır; Mars ve Jüpiter arasında böyle bir süprüntü ''bilezi- ği"nin var olduğu ve Güneş etrafında döndüğünde ısrar ederler. Ama bizim gökbilimcilerimiz on dokuzuncu yüzyıla dek bunun farkında bile değillerdi. Mars ve Jüpiter arasındaki uzayın sadece karanlık bir boşluk olmadığının ilk fark edilişi; 1 Ocak 1801'de Giuseppe Piazzi'nin iki gezegen arasındaki uzayda, Ceres adı verilen ve bilinen (ve ad verilen) ilk asteroit olmasıyla tanınan küçük bir gök cismini keşfetmesiyle oldu. 1807'ye dek üç asteroit (Pallas, Juno ve Vesta), 1845'e dek hiç, ondan sonra yüzlercesi keşfedildi; arbk yaklaşık 200 adedi biliniyor. Gökbilimciler çapı
en azından 1,6 km olan 50.00 asteroit, aynca sayılan milyonları bulan ve Dünya'dan görülemeyecek kadar küçük olan süprüntüler olabileceğine inanıyorlar.
Bir başka deyişle, Sümerlilerin 60 yıl önce bildiklerini bulmak modem gökbiliminin neredeyse iki yüzyılını aldı.
Bu bilgiyle bile, "Gökkubbenin alhndaki sulan" "Gökkub- benin üstündeki sulardan" ayıran "Gök" lakaplı "Dövülmüş Bilezik", Şama'im bir bulmacadır. Kitabı Mukaddes neden söz etmektedir Tanrı aşkına?
Şüphesiz, Dünya'nın sulak bir gezegen olduğunu biliyoruz ama onun bu konuda tek olduğu varsayılmaktaydı. Birçokları uzaylı yabancıların, nadir ve yaşam veren sıvısını, suyu alıp götürmek için Dünya'ya geldikleri bilim kurgu hikayelerini hahrla- yacaktır. Öyleyse, kadim metinler Tiamat'ın, dolayısıyla Dün- ya'nın sularını düşündüyseler ve "Gökkubbenin albndaki sular" ile kastedilen buysa, "Gökkubbenin üstünde" olduğu söylenen sular nerededir?
Asteroit kuşağının, kadim metinlerin bildirdiği gibi, gezegenleri iki gruba ayırdığını biliyoruz (değil mi?). "Aşağıda" karasal ya da iç gezegenler, "yukarıda" ise gazımsı ya da dış gezegenler vardır. Ama Dünya hariç, ilk grubun yüzeyleri çıplakb ve ikinci grubun da yüzeyleri yoktu ve uzun zamandır kabul gören görüşe göre (yine Dünya hariç) iki grupta da hiç su yoktu.
Eh, insansız uzay aracı uçuşlarının Plüton dışında tüm gezegenler uğraması sonucu, arhk daha bilgiliyiz. 1974/75'te Mariner 10 adlı uzay aracı tarafından gözlenen Merkür, suyu olsa bile bunu koruyamayacak kadar küçük ve Güneş'e yakındır. Ama nispeten Güneş'e yakınlığı nedeniyle yine susuz olduğuna inanılan Venüs bilimcileri şaşırth. Hem Amerikan hem de Sovyet insansız uzay araçları tarafından gezegenin son derece sıcak yüzeyinin (neredeyse 482°C), gezegenin Güneş'e yakınlığı yüzünden öyle pek de "sera" etkisine sebep olmadığı keşfedildi: Gezegen kalın bir karbondioksit atmosferi ve sülfürik asit içeren bulutlarla kaplıydı. Bunun sonucunda Güneş'in ısısı yakalanmakta ve gece sırasında uzaya geri dağılmamaktadır. Bu da, Venils'ün sahip olabileceği herhangi bir suyu buharlaşbracak sürekli artan bir sıcak-
lık yarahr. Ama acaba geçmişinde su var mıydı?
İnsansız sonda araçlannın sağladığı sonuçlann dikkatle analiz edilmesi, bilimcileri bu soruya "evet" demeye yöneltti. Radarla haritalandırma ile ortaya çıkan topoğrafik yüzey şekilleri, bir zamanlann okyanuslannı ve denizlerini önermektedir. Böyle su kütlelerinin bir zamanlar gerçekten de Venüs üstünde var olabilmiş olması; bazı bilimcilerin sözleriyle "cehennem benzeri at- mosferi"nin su buhan izleri içerdiği yolundaki bulgular tarafından destekleniyor.
Aralık 1978'den sonra Pioneer-Venus 1 ve 2 adlı iki insansız uzay aracı tarafından Venüs'ün uzun süre incelenmesiyle elde edilen veriler, bulgulan analiz eden bilimcilerden oluşan ekipleri, Venüs'ün ''bir zamanlar en azından ortalama 10 metre derinliğinde suyla kaplı olabileceği" konusunda ikna etmişti; Venüs: diye sonuca vardılar (Science, 7 Mayıs 1982) ''bugün buhar halinde sahip olduğu suyun en azından 100 kahna, bir zamanlar su olarak ahipti". Ardından gelen çalışmalar bu kadim su^n bir ^ lümünün sülfürik asit bulutlannı oluşturmakta kula nıldığını, bir kısmının da gezegenin kayalık yüzeyini okside etmek üzere oksijeninden vazgeçtiğini önermekteydi.
"Venüs'ün kayıp okyanuslan"nın izi kayalannda sürülebilirdi; bu, Science dergisinin Mayıs 1986 sayısında yayınlanan Amerikan ve Sovyet bilimcilerinin ortak raporunun sonucuydu. Gerçekten de "Gökkubbenin alhnda", sadece Dünya'da değil, aynı zamanda Venüs'te de su vardı.
On dokuzuncu yüzyılın sonunda, Mars'taki muamma "ka- nallar''ın varlığı, İtalyan gökbilimci Giovanni Schiaparelli ve Amerikalı Percival Lowell'ın teleskopik gözlemleriyle halka duyuruldu. Buna genelde gülünüp geçildi, Mars'ın kuru ve çorak olduğu kanısı hüküm sürüyordu. 1960'larda insansız araçlarla ilk incelenmesi Mars'ın "Ay gibi jeolojik açıdan cansız bir gezegen" olduğu fikrini doğrular gibi görünmekteydi. Ama bu fikir 197^'de Mars çewesinde yörüngeye oturan ve önceki sondaj araçlan ile incelenebildiği kadanyla sadece yüzde onunu değil tüm yüzeyi resimleyen Mariner 9'un fırlatılmasıyla tamamen gözden düştü. Projeyi yöneten gökbilirncilerin sözleriyle, sonuç-
lar "şaşırtıcıydı". Mariner 9, Mars üstünde volkanların, kanyonların ve kuru nehir yat aklarının bolca olduğunu (Resim C) açığa çıkardı. Fotoğrafları analiz eden ekibin başı olan ABD Jeolojik Tarama Kurumundan Harold Masursky, "Su, gezegenin evriminde aktif bir rol oynamış." diye belirtti. "En ikna edici kanıt, bir zamanlar hızla akan dereler olabilecek derin, dolambaçlı kanallan gösteren birçok fotoğrafta bulundu... Mars üstünde suyun etkilerini gördüğümüzden, başka çıkarımda bulunamıyoruz."
Mariner 9 bulgulan, beş yıl sonra fırlatılan Viking 1 ve Viking 2 uçuşlan tarafından da doğrulandı ve desteklendi; bunlar Mars'ı hem yörüngede dolanan araçlarla hem de yüzeye inen araçlarla incelediler. Chryse Planitis adı verilen bölgede büyük miktarda su tarafından birkaç sel baskınının kanıtı olarak yüzey şekilleri; bir zamanlar Vallis Marineris bölgesi civanndan gelen akan sulan tutan ve böylece şekillenmiş kanallar; ekvatoral bölgelerde devamlı don altında kalan toprak altı tabakalarda görülen devresel erime; su gücüyle aşınan ve şekillenen kayalar; ve bir zamanlar var olan göllerin, göletlerin ve diğer "su havzalarının" kanıtlan- nı gösterdiler.
Mars ataosferâde su buhan bulundu; Marino 9'un mor ^ tesi ölçümlerinden sorwnlu baş bilimci olan Charles A. Barth, buharlaşmanın günde 100.00 galon suya denk geldiğini hesapladı. Caltech'ten Norman Horowit:Z "geçmiş çağlar içinde büyük milc- tarlarda su bir biçimde Mars'ın yüzeyine ve abnosferine dahil olmuştur" diye akıl yürüttü çünki Mars abnosferinde bu kadar çok (% W) karbondioksit olması içm bu gerekliydi. 1977' de ^mer^an Coğrafya Birliği tarafından Viking projesinin bilimsel sonuçlan hakkında yayınlanan (30 Eylül 1977, /ournal of Geophysical Rese- arch) raporda, "uzun zaman önce dev ve ani su baskınlan Mars yüzeyini birçok yerde yonbnuştur; Erie Gölü'ne eşit miktarda su hacmi... büyük kanallar kazımışbr'' sonucuna varılmışb.
Viking 2'nin yüzeye konan aracı, durduğu yerdeki zeminde don olduğunu bildirmişti. Don tabakasının su, su buzu ve donmuş karbondioksit (kuru buz) içerdiği bulunmuştur. Mars'ın ku- tuplanndaki buz tabakalannın su buzu ya da kuru buz içerip içermediği tartışması, JPL bilimcilerinin Pasadena' daki (Caltech) Califomia Teknoloji Enstitüsünde Ocak 1979'da düzenlenen 2. Uluslararası Mars Toplanbsında güney kutbu değil ama ''kuzey kutbu su buzu içermektedir'' diye açıklama yapmalanyla sonuca bağlandı.
Viking uçuşlan hakkındaki son NASA raporu (Mars: The Vi- king Discoveries) şu sonuca varmışb: "Mars, bir zamanlar gezegenin tüm yüzeyi üstünde birkaç metre derinliğinde bir tabaka oluşturacak kadar suya sahipti." Artık bunun mümkün olduğuna inanılıyor çünki Mars (Dünya gibi) ekseni üstünde dönerken hafifçe yerinden oynamaktadır. Bu hareket, her 50.00 yılda bir önemli ilclirnsl değişiklikler halinde sonuçlanmaktadır. Gezegen daha ılıkken, Kuzey Amerilca'nın Büyük Gölleri kadar büyük ve en azından beş metre kadar derin göllere sahip olmuş olabilirdi. ABD Jeolojik Tarama Kurumundan Michael H. Carr ve Jack McCauley 1985 yılında "Bu neredeyse kaçınılmaz bir çıkanın." demişlerdi. Walter Sullivan, The New York Times'ta yayınlanan haberinde, Temmuz 1986'da Mars hakkında Washington D.C.'de NASA himayesinde düzenlenen iki konferansta, bilimcilerin "Mars kabuğu altında, teorilc olarak tüm gezegeni ortalama 550
metre derinliğinde su tabakasıyla kaplayacak miktarda su gizli" inancını ifade ettiklerini yazmışh. NASA için çalışan Arizona Devlet Üniversitesi bilimcileri, ke.ndi ülkelerinin Mars'a inme projesi üstünde çalışan Sovyet bilimcilerine, bazı derin Mars kan- yonlannın derinliklerinde ya da en azından kuru nehir yataklarının hemen alhnda hala akar su olabileceği konusunda tavsiyede bulunmuşlardı.
Kuru ve çorak bir gezegen diye bilinen bir gezegen, son on yıl içinde, bir zamanlar suyun bol olduğu bir gezegen olarak ortaya çıkmışh: hem öyle pasifçe duran sular değil, gezegenin yüzey şekillerini değiştirerek akan, fışkıran sular. Sümer metinlerinin "Gökkubbenin alhndaki", iç gezegenlerdeki sular hakkında- ki kavramlarını doğrulayan Dünya ve Venüs'e artık Mars da ka- tılmışh.
Asteroit kuşağının Gökkubbenin alhndaki sulan üstündeki sulardan ayırdığı yolundaki kadim iddia, daha uzaklarda yerleşik gezegenlerde de su olduğunu ima etmektedir. Voyager 2'nin en son keşiflerinin, Uranüs ve Neptün'ü "sulak" olarak niteleyen Sümer tasvirini doğruladığını daha önce incelemiştik. Peki ya diğer diş gezegenler ve asteroit kuşağı arasında yörüngede olan iki gök cismi, yani Satürn ve Jüpiter?
Dünya'runkinden sekiz yüz kez büyük olan hacmiyle bir gaz devi olan Satüm'ün yüzeyine henüz nüfuz edilemedi; engin hidrojen ve helyum atmosferinin alhnda bir yerlerde kab ya da sıvı bir çekirdek olduğu varsayılıyor. Ama nefes kesici halkaları kadar çeşitli aylannın da (Şekil 18), büyük ölçüde olmasa da, su buzundan ve hatta belki de sıvı sudan oluştuğu arhk biliniyor.
Başlangıçta, Satüm'ün Dünya üstünden yapılan gözlemleri sadece yedi halka göstermekteydi; arhk uzay sondalanndan biliyoruz ki, yedi büyük halka arasındaki boşlukları dolduran ince halkalar ve binlerce halkacıklar var; bunlar halkalar ve halkacık- larla "kazınmış" plak gibi bir disk etkisi yaratmaktadır. İnsansız uzay aracı Pioneer 11 1979'da, halka ve halkacıklann, o sıralarda çapı birkaç santim veya kar tanesi kadar küçük olan buz parçalan olduğuna inanılan buzlu maddelerden oluştuğunu saptadı.
Şekil 18
Ancak, ilk başlarda "parlak buz parçacıklarından oluşan bir dönme dolap" olarak tarif edilenlerin, 1980 ve 1981'de Voyager 1 ve Voyager 2'den gelen verilere göre büyük kayalardan "büyük ev" boyuna dek çeşitlilik gösteren buz parçalan içerdiği açığa çıktı. Bizler "parlak bir buz denizi" görüyoruz, dedi JPL bilimcileri. Buz, ilksel zamanm bir bölümünde, sıvı su idi.
Üç uzay aracı, özellikle Voyager 2 tarafından gözetlenen Satürn'ün birkaç büyük ayı, daha çok su içeriyor gibi görünmekteydi, hem de sadece buz hâlinde değil. 1979'da Pioneer 11 Satürn'ün iç aylannın -Janus, Mimas, Enceladus, Tethys, Dione ve Rhea- "büyük ölçüde buz içeren... buzlu cisimler" gibi göründüklerini
bildirdi. 1980'de Voyager 1 bu iç uydular kadar yeni keşfedilen aycıklann da ''buz küreler" olduklarını doğruladı. Daha yakından incelenen Enceladus üstündeki pürüzsüz düzlüklerin, yüzeye sızan ve donan sıvı suyun eski kraterleri doldurması sonucunda oluştuğunun belirtileri vardı.
Voyager 1 aynca Satürn'ün dış aylarının da buzla kaplı olduğunu açığa çıkardı. Koyu ve parlak ·kısımlar gösterdiği için gök.:. bilimcileri afallatan Iapetus adlı ayın, parlak kısımlannda "su buzuyla kaplı" olduğu bulundu. V^ago2, 1981'de Japet^'un "^- sen merkezinde biraz kaya bulunan bir buz topu" olduğunu doğruladı. Stanford Üniversitesinden Von R. Eshleman, verilerin Ia- petus'un yüzde 55 su buzu, yüzde 35 kaya ve yüzde 10 donmuş metandan oluştuğunu gösterdiği sonucuna vardı: Satürn'ün en büyük ayı Titan'ın (Merkür gezegeninden daha büyüktür) atmosfere ve hidrokarbonca zengin bir yüzeye sahip olduğu bulundu. Ama onların alhnda bir donmuş buz katmanı ve onun 95 km kadar aşağıda, gök cisminin iç ısısı artıkça, kalın bir sulu buz katmanı vardır. Daha da aşağıda, muhtemelen 160 km aşağısında, artık fokurdayan sıcak su tabakasının mevcut olduğuna inanılmaktadır. Toplamda, Voyager'lan verilerinin önerdiğine göre Titan, yüzde 15 kaya ve yüzde 85 su ve buzdur.
Satürn, en büyük ayı olan Titan'ın daha büyük bir versiyonu mu acaba? Gelecekteki uçuşlar bu cevabı sağlayabilir. Şimdilik, modem aygıtlarımızın erişebildiği her yerde, aylarda, ayaklarda ve halkalarda su vardı. Satürn de kadim iddialan doğrulamaktaydı.
Jüpiter Pioneer 10, Pioneer 11 ve iki Voyager tarafından incelendi. Sonuçlar, Satüm'dekilerden pek farklı değildi. Gaz devi gezegenin çok büyük miktarlarda radyasyon ve ısı yaydığı ve şiddetli fırtınalara tabi olan kalın bir atmosferle sarmalandığı bulundu. Ancak bu nüfuz edilemez örtünün, esasen hidrojen, helyum, metan, amonyak, su buhan ve muhtemelen su damlacıkla- nndan oluştuğu bulundu; bilimciler, bu kalın atmosferin daha da aşağılarında bir yerlerde sıvı suyun olduğu sonucuna vardılar.
Satürn'de olduğu gibi, Jüpiter'in aylan da gezegenin kendisinden daha büyüleyici, açıklayıCı ve şaşırtıcı olduklarını kanıtla-
Şekil 19
dılar. Dört Galile ayından Jüpiter'e en yakın olan lo (Şekil 19), beklenmedik volkanik faaliyeti açığa çıkardı. Volkanların püskürttüğü şeyin çoğu sülfür bazlı olmasına rağmen, patlayan malzemenin bir kısmı biraz su içermekteydi. lo'nun yüzeyi, sanki akan sularla kazmmış gibi, üstlerinden oluklar geçen engin düzlükler göstermektedir. Fikir birliği, lo'nun "biraz iç su kayna- ğı"na sahip olduğu yolundadır.
Europa da, lo gibi, kayalık bir cisim gibi görünmektedir ama daha düşük yoğımluğu bir biçimde, lo'dan daha fazla iç su içerebileceğini önermektedir. Yüzeyi, NASA ekiplerine bir donmuş buz denizi üstündeki sığ yarıklan hatırlatan, damar benzeri çizgilerden oluşan çaprazlama desenler göstermektedir. Vayager Znin Europa'ya yakmdan bakışı, çatlak yüzeyin altında lapa gibi bir su buzu katmanı ortaya çıkardı. Amerikan Jeofizik Birliği'nin
San Fr^dsco'daki Aralık 19M tarihli toplanbsmda, NASA'nın Ames Araşbrma Merkezinden iki bilimci (David Reynolds ve Steven Squyres) Europa'nın buz tabakası altında, canlı organiz- malan destekleyebilecek ılık, sıvı su vahalan bulunabileceğini önerdi. Voyager 2 fotoğraflannın yeniden incelenmesinden sonra, NASA bilimcileri biraz çekinerek uzay aracının, ayın iç kısmından dışanya volkanik patlamayla su ve amonyak püskürmesine tanık olduğu sonucuna vardılar. Artık Europa'nın "radyoaktif çözünme ve gel git kuvvetlerinin sürtünmesiyle donmaktan korunan, elli metre derinliğindeki bir sıııı su okyanusunun üstünde" birkaç kilometre kalınlığında buz örtüsüne sahip olduğuna inanılmaktadır.
Jüpiter'in aylarının en büyüğü olan Ganymede, donmuş buz kabuğunu çatlatan depremlergeçirdiğini öneren, kaya ile karışık su buzu ile kaplı gibi görünmektedir. Tamamen su buzundan ve çekirdeğine yakın bir iç sıvı su okyanusundan oluştuğuna inanılmaktadır. Dördüncü Galile ayı olan Callisto da (Merkür gezegeni kadardır) buz açısından zengin bir kabuğa sahiptir; bunun alhnda küçük, kayalık bir çekirdeği çevreleyen lapa ve sıvı su vardır. Callisto'nun yüzde SO'sinden fazlasının su olduğu tahmin edilmektedir. Jüpiter çevresinde keşfedilen bir halka da, tamamen olmasa da, çoğunlukla buz parçacıklarından oluşmuştur.
Modem bilim, kadim iddiayı sonuna }<adar doğrulamaktadır: Gerçekten de "Gökkubbenin üstünde sular'' vardır.
Jüpiter, Gün^ Sistemin en büyük gezegenidir: 1M ^- ya kadardır. Güneş'in bütün gezegen sisteminin toplam kütlesi- nm yüzde Wrn içernektedir. Daha önce de be^Üdiği gibi, Sü- merliler ona Kİ.ŞAR, gezegensel cisimler arasında "Sağlam Karaların Önde Geleni" diyorlardı. Satürn, Jüpiter'den daha küçük olmasına rağmen, 1.072.00 km çapında olan "disk"i halkalan nedeniyle, göklerde bir hayli yer kaplamaktadır. Sümerliler ona AN.ŞAR, "Göklerin Önde Geleni" diyorlardı.
Neden söz ettiklerini biliyor olduklan çok açık.
GÜNEŞ'İ GÖRMEK
Gün doğarken ya da batarken, çıplak gözle Güneş'e bakhğımız- da mükemmel bir yuvarlak görürüz. Ancak Sümerliler onu, VA/243 no.lu silindir mühürde görüldüğü gibi (Resim B ve Şekil 6a) yuvarlak yüzeyinden üçgen ışınlann çıkhğı bir disk olarak resmetmişlerdir. Niçin?
1980'de Colorado Üniversitesinin Yüksek İrtifa Gözlemevindeki gökbilimciler, Hindistan'da gözlenen bir tutulma sırasında özel bir kamera ile Güneş'in resimlerini çektiler. Resimlerin ortaya koyduğu şuydu: Manyetik tesirler nedeniyle Güneş'in halesi, yüzeyinden üçgen ışınların çıkhğı bir disk görüntüsü vermekteydi, hpkı binlerce yıl önce Sümerlilerin betimlediği gibi.
Gökbilimcilerin keşiflerini duyuran dergi olan Scimtific American editörünün dikkatini, Ocak 1983'te Sümer silindir mührü üstündeki "mua^rnlı tecile" çektim. Cevap olarak ditör ^^ Aanagw 27 Ocak 1983'te şu notu yazdı:
25 Ocak tarihli mektubunuza teşek r ederiz.
Anlattıklannız ftızlasıyla ilginç ve belki bunu yayınlayabiliriz.
"Bu temsilin ortaya koyduğu birçok bulmacaya ek olarak," diye yazmışbm mektubumda, "en önemlisi, Sümerlilerin bilgisinin kaynağıdır; görünüşe göre Güneş'in halesinin gerçek biçimine aşinaymışlar."
Scmtific Armican dergisinin "fazlasıyla ilginç" bulduğu ^ M- ^ yayınlamadığı, Sümerlilerin bilpsimn h^a^ tarama ihtiyacı M- la doğmamış mıdır?
YARATILIŞ'IN HABERCİLERİ
1986'da İnsanoğlu hayatta bir kez görülebilecek bir olay yaşadı: Geçmişten gelen bir habercinin, bir Yaratılış Habercisi'nin ortaya çıkışı. Adı, Halley kuyruklu yıldızı idi.
Göklerde yol alan birçok kuyruklu yıldız ve diğer küçük cisimlerden biri olan Halley kuyruklu yıldızı birçok açıdan özgündü; bunlar arasında, onun kaydedilen ortaya çıkışlarının bin yıl öncesine dek izlenebilen kayıtlarının olması kadar, 1986'da modern bilimin bir kuyruklu yıldız ve çekirdeğini elinden geldiğince yakından inceleyebilmesi sayılabilir. İlk olgu, kadim gökbiliminin mükemmelliğinin alhnı çizmekteyken, ikinci olguyla, elde edilen veriler, kadim bilgiyi ve Yaratılış hikayesini -bir kez daha- doğrulamaktaydı.
1720' de İngiliz Kraliyet Gökbilimcisi olan Edmund Halley'i, 1695-1705 yıllan arasında, 1682'de gözlemlediği ve daha sonra adını alacak olan kuyruklu yıldızın periyodik bir kuyruklu yıldız olduğunu, bunun 1531 ve 1607'de gözlemlenenin aynısı olduğunu tespit etmeye yönelten bilimsel gelişmeler zincirine; Sir Isaac Newton tarafından kütle çekimi ve göksel hareket kanunlarının ilan edilmesi ve Newton'un bulguları hakkında Halley'e danışması da dahildi. O zamana dek kuyruklu yıldızlarla ilgili teori, göğü düz bir çizgide boydan boya geçerek, göğün bir ucundan görünüp, bir daha görülmemek üzere gözden kayboldukları yolundaydı. Ama Newton kanunlarına dayanarak Halley, kuyruklu yıldızlar tarafından çizilen eğrinin eliptik olduğu, bu gök cisimlerini en sonunda daha önce gözlemlendikleri yere geri getirdiği sonucuna vardı. 1531, 1607 ve 1682'deki "üç" kuyruklu yıldız, "ters" yönde yol aldıklarından dolayı sıra dışıydı: Saatin ters yönünde değil, saat yönünde ilerliyorlardı ve Güneş çevresinde-
YARATIUŞ'IN HABERCiLERi ki gezegenlerin oluşturduğu genel yörünge düzleminden sapmaları (17 ila 18 derece kadar eğimliydiler) benzerdi ve görünümleri de benzerdi. Balara tek ve aynı kuyruHu yıldu olduklan ^ nucuna varan Halley, rotasını belirledi ve periyodunu (ortaya çıkışları arasında geçen zaman uzunluğu) yetmiş alh yıl olarak hesapladı. Daha sonra 1758 yılında tekrar ortaya çıkacağı tahmininde bulundu. Tahmininin doğra çıkhğını gördek kadar ^rn ya- şayamadı ama kuyruklu yıldıza adı verilerek onurlandırıldı.
Tüm gök cisimleri gibi ve özellikle de bir kuyruklu yıldızın küçük boyutu nedeniyle, yörüngesi, yanından geçtiği gezegenlerin (özellikle Jüpiter'in etkisi çoktur) kütle çekim gücüyle kolayca düzensizlikler göstermektedir. Bir kuyruklu yıldız Güneş'e her yaklaşmasında, donmuş malzemeleri canlanmaya başlar; kuyruklu yıldız bir baş ve uzun bir kuyruk oluşturur ve malzemesinin bir bölümünü buhara ve gaza dönüşürken yitirir. Tüm bu fenomenler kuyruklu yıldızın yörüngesini etkiler; dolayısıyla, daha kesin ölçümler kuyruklu yıldızın yörüngesinin Halley'in hesapladığı yetmiş dört ile yetmiş dokuz yıl aralığından daha dar olduğunu belirlemiş olmasına karşın, yetmiş alb yıl ortalama değerdi; gerçek yörünge ve periyodu, kuyruklu yıldızın her ortaya çıkışında yeniden hesaplanmalıdır.
Modern ekipmanların yardımıyla, her yıl ortalama beş veya alb kuyruklu yıldız bildirilmektedir; bunların bir veya ilcisi dönüş yolculuğunda iken, diğerleri yeni keşfedilmiştir. Geri dönen ku^^u yddızlann çoğu ^ periyotlu olanlarda; en ^ ^ri- yotlusu olarak Encke kuyruklu yıldızı bilinir; üç yıldan biraz fazla zaman içinde Güneş' e yaklaşır ve sonra asteroit kuşağının biraz ötemdeki Wigeye döner (Şekil 20). Çoğu ^ periyotlu kuyruklu yıldızlar ortalama yedi yıl yörüngelere sahiptir, bu da onları Jüpiter civarına taşır. En tipik olanları 6,5 yıl periyodu ile Giacobini-Zinner'dir (diğer kuyruklu yıldızlar gibi kaşiflerinin adı verilmiştir); Dünya'nın görüş alanından en son geçişi 1985'te idi. öte yandan Mart 1973'te keşfedilen Kohoutek gibi çok uzun periyotlu olanları da vardır; Aralık 1973 ve Ocak 1974'te tam olarak gözlendi ve gözden kayboldu, belki de 75.00 yıl sonra geri dönecek. Kıyaslarsak, Halley kuyruklu yıldızı için
Şekil 20
76 yıllık bir döngü, yaşayanlann hafızasında kalmaya yetecek kadar kısa ama hayatta bir kez görülecek bir olay olma büyüsünü koruyacak kadar da uzundur.
Halley kuyruklu yıldızı 1910 yılında Güneş çevresinde, bir sonrakine kadar sonuncu geçişinde ortaya çıktığında, rotası ve unsurları önceden çizilmişti (Şekil 21). Yine de o zamanlar anıldığı adıyla 1910 Büyük Kuyruklu Yıldızı, büyük bir endişeyle beklenmişti. Dünya ya da üstündeki yaşamın, beklenen geçişten sağ çıkamayacağından korkuluyordu çünki Dünya, kuyruklu yıldızın zehirli gazlardan oluşan kuyruğu ile örtülecekti. Aynca, daha eski çağlarda inanıldığı gibi, kuyruklu yıldızlann ortaya çıkmasının salgın hastalık, savaşlar ve krallann ölümü ile ilgili kötü işaretler olduğu konusunda bir panik yaşanıyordu. Kuyruklu yıldız Mayıs 1910'da en büyük ve en parlak haline eriştiğinde, kuyruğu göklerin yansını kaplayacak kadar uzamıştı (Şekil 22). Büyük Britanya Kralı 7. Edward öldü. Avrupa kıtasında, 1914'teki 1. Dünya Savaşının patlamasına yol açacak bir dizi politik çalkantı ortaya çıkmaya başladı.
Şekil 21
Halley kuyruklu yıldızını savaşlar ve çalkanblarla ilişkilen- diren inanç veya batıl inanç; onun daha önceki ortaya çıkışlanna tesadüf gelen olaylarla beslenmekteydi. 183S'te Seminole yerlilerinin Florida'daki beyaz göçmenlere karşı ayaklanması, 1755'teki Büyük Lizbon Depremi, 1618'de Otuz Yıl Savaşlarının patlaması, 1456'da Türklerin Belgrad'ı kuşatması, 1347'de Kara Vebanın (hı- yarcıklı veba) patlaması; hepsi de, en sonunda Halley kuyruklu yıldızı olduğu anlaşılan büyük bir kuyruklu yıldızla birlikte veya ondan sonra görülen olaylar olduğundan, kuyruklu yıldız Tan- n'nın gazabının habercisi rolünü sağlamlamıştı.
hahi maksatla olsun ya da olmasın, kuyruklu yıldızın ortaya çıkışının büyük tarihsel olaylarla çakışması, tarihte geriye gittikçe daha da artıyor gibi görünmektedir. Bir kuyruklu yıldızın, kesinlikle Halley'in, 106 'daki ortaya çıkışıyla, Hastings Savaşı sırasında Kral Harold'un komutasındaki Saksonlar, Fatih Wil- am tarafından mağlup edildi. Kuyruklu yıldız, Fatih Wila m'ın kansı Kraliçe Matilda tarafından, kocasının zaferini sergilemek üzere yapbnldığı düşünülen ünlü Bayeux duvar halısında (Şekil 23) resmedilmiştir. Kuyruklu yıldızın kuyruğunun hemen yanındaki yazı, isti mirant stella, "Yıldıza huşu ile bakarlar" anlamına
Şekil 22
gelir ve Kral Harold'un tahbnda sendelediğini resmeder.
M.S. 66 yılı, gökbilimciler tarafından Halley kuyruklu yıldızının ortaya ç^hğı yıllardan biri olarak düşünülmektedir; bu 9- kanmlannı en azından iki çağdaş Çin gözlemine dayandırırlar. Bu, Yudea'daki Yahudilerin Roma'ya karşı Büyük İsyanı'nın yılıdır. Yahudi tarihçi Josephus [Wars of the /ews (Yahudilerin Savaş- lan), 6. Kitap] Kudüs'ün düşüşünü ve kutsal tapınağının imha edilişinin suçunu, isyanın öncesindeki göksel işaretlerin Yahudilerce yanlış yorumlanmasına yükler: "Bir kılıa andıran bir yıldız şehrin üstünde durdu; tüm yıl devam eden bir kuyruklu yıldız."
Şekil 23
Yakm zamana kadar, bir ku^uklu yüdız gözlernnm en ^ ki kesin kaydı, M.Ö. 467 yılının Shih-chi Çin Kronolojik Tabletlerinde bulunmuştu; ilgili kayıt şöyledir: "Ch'in Lu-kung'un onun- ra yılında bir süpürge yılduı gömüldü." Bazılan, bk Grek yazısının da o yıl aynı kuyruklu yıldıza gönderme yaphğına inanmaktadır. Modem gökbilimciler M.Ö. 467 Shih-chi kaydının Halley kuyruklu yıldızı ile ilgili olduğundan pek emin değiller; ancak M.Ö. 240 yılının Shih-chi kaydından eminler (Şekil 24). Nisan 1985'te F. R. Stephenson, K. K. C. Yau ve H. Hunger, Nature dergisinde, bir yüzyıldan fazla zaman önce Mezopotamya'da bulun- duklanndan bu yana British Museum'un bodrumunda yatmakta olan Babil astronomi tabletlerinin yeniden incelenmesinin, bu tabletlerde M.Ö. 164 ve M.Ö. 87 yıllan için sıra dışı gök cisimlerinin, muhtemelen kuywklu ^dulam ortaya çıkışl^^^ kayd^ dildiğini gösterdiğini bildirmişlerdir. Yetmiş yedi yıllık periyot, bu bilginlere.sıra dışı gök cisminin Halley kuyruklu yıldızı olduğunu önermekteydi.
M.Ö. 164 yılı, Halley kuyruklu yıldızı ile meşgul olan bilginlerin hiçbirinin fark edemediği, Yahudi ve Yakın Doğu tarihinde büyük önem taşıyan bir yıldır. Makkabi önderliğindeki Yudea Yahudilerinin Grek-Suriye baskısına baş kaldırdığı, Kudüs'ü yeniden ele geçirdiği ve lekelenmiş Tapınağı yeniden anndırdığı yı-
Şekil 24
im ta kendisidir. Tapınağın yeniden adanış töreni, bugün bile Ya- hudiler tarafından Hanukkah ("Adanış") bayranu olarak kutlanmaktadır. British Museum'da WA-41462 sayılı M.Ö. 164 tableti (^W M), Makkabi Kitaplarmın alim krab Antiwhus olan SilH- ke (Grek-Suriye) kralı Antiochus Epiphanes'in hükümdarlığındaki ilgili yılı kaydettiği açıkhr. Üç bilginin Halley kuyruklu yıldızı olduğunu düşündükleri sıra dışı gök cisminin; Yahudi ayı Kislev olan ve gerçekten de Hanukkah bayramının kutlandığı Ba- bil ayı Kislirnu'da görüldüğü bildirilmektedir.
Şekil 25
Bir başka örnek de, Josephus'un kuyruklu yıldızı (aynca Ba- yem: duvar halısında da betimlenmiş görünmektedir) göksel bir kılıçla kıyaslamasının; bazı bilginleri, Kral Davud'un gördüğü "yer ve gök arasında ayakta duran, elinde Kudüs üstüne ^Ü- mış bk küıç b^unan", Rab tarafindan yaaklanmış bir ayım ^- rüten kralı cezalandırmak üzere gönderilmiş Rab'bin Meleği'nin gerçekte peka.la Halley kuyruklu yıldızı olabileceğini düşünmeye sevk etmesidir. M.Ö. 100 civarındaki bu olayın zamanı, Halley kuyruklu yıldızının görünmüş olabileceği yılların biriyle çakışmaktadır.
1986'da yayınlanan bir makalede, ''kuyruklu yıldız" için kullanılan İbranice kelimenin Kokhav shavit, yani "Asa yıldızı" olduğuna dikkat çekmiştim. Bunun, Kitabı Mukaddes'in kahin Bi-
lam hikayesi ile doğrudan ilgili olduğunu yazdım. İsrailoğulları Mısır'dan Çıkış'tan sonra çölde dolaşmalarını sona erdirip, Kenan ilini fethetmeye başladık.lannda, Moab kralı İsrailoğullanru lanetlesin diye Bilam'ı çağırhr. Ama İsrailoğullannın ilerlemesinin ilahi murat olduğunu fark eden Bilam, bunun yerine onları kutsar, çünki (Sayılar 24:17) açıkladığı gibi göksel bir vizyon görmüştür:
Onu görüyorum, fakat şimdi değil;
Ona bakıyorum, fakat yakın değil:
Yakup'dan bir yıldız çıkacak,
Ve İsrail'den bir asa kalkacak.
Stairway to Heaven adlı kitabımda, Mısır'dan Çıkış'ın tarihini M.Ö. 1433'e sabitleyen bir kronoloji sunmuştum; İsrailoğulla- nnın Kenan iline girişi kırk yıl sonra M.Ö. 1393'te başladı; Halley kuyruklu fıldızı, 76 veya 77 yıllık bir arayla, M.Ö. 1390'da ortaya çıkacakh. Acaba Bilam bu olayı İsrailoğullanrun ilerleyişinin durdurulmaması gerektiği yolunda ilahi bir işaret olarak mı düşünmüştü? Eğer, kutsal metinlerin anlathğı zamanlarda Halley kuyruklu yıldızı İsrail'in Asa Yıldızı olarak adlandırılmakta idiyse, bu durum; M.Ö. 164 ve M.S. 66 Yahudi isyanlarının niçin kuyruklu yıldızın ortaya çıkışına denk getirildiğini açıklayabilir. M.S. 66'daki Yahudi isyanının Romalılar tarafından'yıkıa biçimde bashnlmasına rağmen, Yahudilerin yetmiş yıl kadar sonra Kudüs'ü kurtarmak ve Tapınağı yeniden inşa etmek için kahramanca bir gayretle yeniden silaha davranmaları önemlidir. Bu başkaldırının önderi olan Shiıneon Bar Kosiba, dinsel liderler tarafından Bar Kokhba, ''Yıldız'ın Oğlu" olarak adlandınlmışb, özellikle de yukarıdaki şu dizeler yüzünden.
Romalıların ancak üç yıl sonra, M.Ö. 135'te bashrabildikleri isyanın da, bpkı Makkabi isyanı gibi, Tapınağın yeniden adanışı- nı Halley kuyruklu yıldızının M.S. 142'deki dönüşüne kadar başarma niyeti taşıdığını da düşünebiliriz. 1986'da, geçmişte büyük tarihsel etkilere Sa.hip olan muhteşem bir gök cisminin dönüşünü görmüş ve deneyimlemiş olduğumuzu fark etmek, aralarında be-
\
\
Şekil 26
nim de olduğum bazılanmızı huşu içinde titremesine yol açb.
Geçmişin bu habercisi ne kada.r gerilere gitmektedir? Sümer yarahlış destanlarına göre, Göksel Savaş zamanına dek gitmektedir. Halley kuyruklu yıldızı ve benzerleri, gerçekten de gerçek Yarablış Habercileridir.
Gökbilimciler ve fizikçiler, Güneş Sisteminin, evrendeki diğer her şey gibi ilksel bir gazımsı buluttan biçimlendiğine inanırlar; bu sürekli hareket halindeydi, galaksisi (Samanyolu) etrafında dolanmaktaydı ve kendi yerçekimi merkezi çevresinde de dönmekteydi. Bulut soğurken yavaşça yayıldı; merkezi yavaşça bir yıldız (Güneşimiz) haline geldi ve bu dönen gazımsı madde diskinden biraraya gelip birleşen gezegenler çıkh. Bundan dolayı, Güneş Sisteminin her parçasının hareketi, ilksel bulutun saat yönünün tersine olan orijinal yönünü korudu. Gezegenler Güneş çevresinde, orijinal nebula ile aynı yönde dönmektedir; onların uyduları ya da aylan da; dolayısıyla biraraya gelip birleşmeyen ya da kuyruklu yıldızlar ve asteroitler gibi cisimlerin parçalanmasından oluşan süprüntüler de. Her şey saat yönünün tersine gitmeyi sürdürmelidir. Her şey aynı zamanda ekliptik denilen
orijinal diskin düzleminde kalmaya da devam ebnelidir.
Nibiru/Marduk bunların hiçbirine uymaz. Daha önce de belirtildiği gibi yörüngesi geriye doğrudur; ters yönde, saat yönündedir. Sümer metinlerine göre GA.GA olan ve Nibiru tarafından, ekliptik (•) düzlem içinde olmayıp ona 17 derece eğimli olan şimdiki yörüngesine kaydınlan Plüton üstündeki etkisi, bizzat Nibiru'nun da eğimli bir yol izlediğini önermektedir. 12. G^- gen'de aynnhlanyla incelediğim, bu gezegenin izlenmesiyle ilgili Sümer açıklamaları; ekliptik düzleme göre güneydoğudan, ek- liptik düzlemin altından geldiğini, ekliptik üstünde bir yay çizdiğini, sonra da gelmiş olduğu yere doğru yolculuğuna devam etmek üzere ekliptik düzlem altına daldığını belirbnektedir.
Şaşırtıcı olan, Halley kuyruklu yıldızının yörüngesinin Ni- biru'nunkinden çok daha küçük olması (Nibiru'nun 360 Dünya yılı olan yörüngesine kıyasla yaklaşık 76 yıl) dışında, aynı özelliklere sahip olmasıdır; Halley'in yörüngesinin çizimi (Şekil 26) Nibiru'nun eğimli ve geriye doğru yörüngesi hakkında bize iyi bir fikir verebilir. Halley kuyruklu yıldızına baktığımızda, minyatür bir Nibiru görürüz! Bu yörüngesel benzerlik; bu kuyruklu yıldızı ve diğerlerini de, sadece tarihsel değil ta Yaratılış zamanından beri geçmişin habercileri yapan unsurlardan biridir.
Halley kuyruklu yıldızı, ekliptik düzleme bariz eğimli (ekseninin eğim açısı olarak ölçülen özellik) bir yörüngeye ve geriye doğru bir yöne sahip olma. konusunda yalnız değildir. Yörüngeleri elipsler değil de paraboller ve hatta hiperboler çizen, çok geniş ve hesaplanamayacak kadar uzak sınırlan olan, kısacası periyodik olmayan kuyruklu yıldızlar belirgin eğime sahip olup, yaklaşık yarısı geriye doğru yönde hareket ederler. Sınıflanan ve kataloglanan 60 periyodik kuyruklu yıldızın (adlarının önüne "P" harfi konmaktadır) yaklaşık ^'ünün yörünge periyodu 2W yıldan fazladır; hepsi de, periyodik olmayan kuyruklu yıldızların daha büyük olan eğimlerinden ziyade Halley'inkine benzer eğimlere sahiptir ve yarısından fazlası geriye doğru yönde yol almaktadır. Orta (200 ile 20 yıl arası) ve kısa (20 yılın alhnda) yö-
(•) Ekliptik, tutulum, bir yıl boyunca Güneş' in gökküre üzerinde çizdiği çemberin sınırladığı daire. (Ç.N.)
ri nge periyotları olan kuyruklu yıldızların ortalama 18 derece eğimleri vardır ve bazıları -Halley gibi- Jüpiter'in muaz kütle çekimi etkisine karşın geriye doğru yönde hareket etmeye devam etmektedir. Yakın zamanda keşfedilen kuyruklu yıldızlardan P/Hartley-IRAS (1983v) adı verilenin, 21 yıl bir yörünge periyodu olduğunu ve yörüngesinin hem ekliptik düzleme eğimli, hem de geriye doğru olması dikkate değer. Kuyruklu yıldızlar nereden gelmektedir ve gökbilimcilerin gözünde en garip yam geriye doğru yönü olan garip yörüngelerine sebep olan nedir?
1820'lerde Marquis Pierre-Simon de Laplace kuyruklu yıldızların buzdan yapıldığına, parlayan başlarının ("coma") ve Güneş'e yaklaşhkça biçimlenen kuyruklarının buharlaşmış buzdan oluştuğuna inanmaktaydı. Asteroit kuşağının genişliği ve yapısı -keşfedildikten sonra bu düşünce terk edildi ve kuyruklu yıldızların "uçan kum yığınlan", yani parçalanmış bir gezegenin kalınb- · lan olabilecek kaya parçalan olduğu teorileri geliştirildi. Bu düşünce 1950'lerde esasen iki hipotez nedeniyle yeniden değişti: Fred L. Whipple (o zamanlar Harvard'da idi) kuyruklu yıldızların kum benzeri koyu renkli malzemeden dolayı lekeli, buzdan (esasen su buzu) oluşan ''kirli kartoplan" olduklanru önerdi ve Hollandalı gökbilimci Jan Oort, uzun periyotlu kuyruklu yıldızların Güneş ve daha yakın yıldızlar arasındaki yan yolda yer alan engin bir hazneden geldiklerini önerdi. Ku}ru yıldızlar her yönden (doğru yönde ya da saat yönü tersine; geriye doğru; farklı eğimlerde) ortaya çıkhklarından, milyarlarcasından oluşan bu kuyruklu yıldız haznesi, asteroit kuşağı yeya Satürn'ün halkalan gibi bir kuşak veya halka değil, Güneş Sistemini çevreleyen bir küre gibiydi. Bu "Oort Bulutu", bu adla tanınmışb, Oort'un hesaplamalarına göre Güneş'ten ortalama 100.00 astronomik birim (AB) uzaklıkta yerleşikti; bir AB, Güneş'in Dünya'dan ortalama uzaklığıdır (148,8 milyon km). Yörüngelerindeki düzensizlikler ve kuyruklu yıldızlar arası çarpışmalar nedeniyle bu kuyruklu yıldız gürühunun bir kısmı Güneş'ten ancak 50.00 AB kadar uzağa gelebilirler (bu ise yine de Jüpiter'in Güneş'e olan uzaklığının on bin kahdır). Arada bir geçen yıldızlar bu kuyruklu yıldızlan düzensizleştirirler ve onlan Güneş'e doğru yollarlar. Bazı-
lan, gezegenlerin, esasen Jüpiter'in kütle çekim etkisi albnda orta veya kısa periyotlu hale gelirler; bazıları, bilhassa Jüpiter'in kütlesi tarafından etkilenerek, yönlerini tersine çevirmeye zorlanırlar (Şekil 27). İşte bu, Oort Bulutunun kısa bir açıklamasıdır.
1950'lerden bu yana gözlemlenen kuyruklu yıldızların sayısı yüzde 50 artmışhr ve bilgisayar teknolojisi, kuyruklu yıldızların hareketlerinin, kaynaklarını belirleyebilmek için geriye doğru izdüşümünü almayı mümkün kılmaktadır. Brian G. Marsden yönetiminde Harvard-Smithsonian Gözlemevinde yapılan böyle bir çalışma, 250 ve daha uzun periyotlu 200 gözlemlenen kuyruklu yıldızın yüzde 10'unun dış uzaydan Güneş Sistemine girdiğini, yüzde 90'ının yörüngelerinin odağı olarak dalına Güneş'e bağlı olduklarını göstermiştir. Kuyruklu yıldızların hızlan ile ilgili ça-
Şekil 27
lışrnalar ise, Fred L. Whipple'ın The Mystery of Comets (Kuyruklu Yıldızların Gizemi) adlı kitabındaki sözleriyle "eğer gerçekten kuyruklu yıldızların boşluktan gelişlerini görüyorsak, onlann saniyede sadece 0,8 km' den daha hızlı uçmalarını beklememiz" gerektiğini ama onların böyle yapmadıklarını göstermektedir. Whipple'ın karan "birkaç istisna dışında, kuyruklu yıldızların Güneş ailesine ait ve kütle çekimsel açıdan ona bağlı oldu.klan" yolundadır.
Boston Üniversitesinden Andrew Theokas, New Scientist dergisinde (11 Şubat 1988) yayınlanan makalesinde şöyle diyor: "Son birkaç yıl içinde gökbilimciler Oort Bulutunun basit manzarasını sorgulamaya başladılar; gökbilimciler Oort Bulutunun mevcut olduğuna hâlâ inanıyorlar ama yeni »nuçlar bunun ^ yutunu ve şeklini yeniden gözden geçirmeyi gerektiriyor." Ayn- ca Oort Bulut;unun kökeni ve yıldızlar arası uzaydan gelen "yeni" kuyruklu yıldızlar içerip içermediği konulan da yeniden açıldı. Theokas, alternatif bir fikir olarak Manchester Üniversitesinden Mark Bailey'nin, çoğu kuyruklu yıldızların "nispeten Güneş'e yakın, gezegenlerin yörüngelerinin hemen ötesinde kaldıklarını" önermesini gösteriyor. Acaba bu, Nibiru/Marduk'un "uzak mekanı"nın -yörüngesinin Güneş'ten en uzak noktası- bulunduğu yer mi, diye merak ediyor insan.
Oort Bulutu kavramının "yeniden düşünülmesinin" ve irili ufaklı kuyruklu yıldızların daima Güneş Sisteminin parçası olduklarını, arada bir sistemin içine dalan yabancılar olmadıklarını öneren yeni verilerin ilginç yanı, bunu bizzat Jan Oort'un söylemesidir. Yıldızlar arası uzayda bir kuyruklu yıldızlar bulutunun mevcudiyeti, onun geliştirdiği bir teori değil, parabolik ve hiperbolik kuyruklu yıldız yörüngeleri problemine bulduğu çözümdü. Onu ve Oort Bulutunu ünlü yapan çalışmada ("Güneş Sistemini Saran Kuyruklu Yıldızlar Bulutunun Yapısı ve Kökenine İlişkin Bir Hipotez", Bulletin of the Astrcmomical lnstitutions of the Netherlands, cilt 11, 13 Ocak 1950) Oort'un yeni teorisi, kendisi ta- ramdan bir "ku^^u yıldızlar ve küçük gezegenle^ (yani ^ teroitler) kökeni hipotezi" olarak tanımlanmaktaydı. Kuyruklu yıldızlar orada "doğdu.klan" için değil, oraya fırlatıldıklan için
oradaydılar, diye önermekteydi. Bunlar gezegenlerin, özellikle Jüpiter'in oluşturduğu düzensizlikler tarafından "uzağa dağıh- lan", daha büyük cisimlerin parçalarıydılar; hpkı daha yakın zamanda Pioneer uzay araanın Jüpiter ve Satüm'ün kütle çekiminin "sapan" (taş atmak için kullanılan alet) etkisi ile uzayın dış kısımlarına fırlahlması gibi.
"Arhk ana süreç," diye yazmışh Oort, "ilk süreci tersine çevirmektir; yani kuyruklu yıldulann bü^k bk buluttan ^ ^ riyotlu yörüngelere yavaşça aktarılması. Ama küçük gezegenlerin (asteroitlerin) oluştuğu çağda... eğilim ters yönde olmuş olmalıydı; daha çok cisim asteroit bölgesinden kuymklu yıldız bulutuna aktarılmaktaydı... Uzak bölgelerde kökenlenmek yerine, kuyruklu yıldızların gezegenler arasında doğmuş olması çok daha muhtemel görünmek^edir. İlk başta, küçük gezegenlerle (aste- roitlerle) bir ilişkiyi düşünmek doğaldır. İki cisim sınıfının yani kuyruklu yıldızların ve asteroitlerin aynı 'türe' ait olduğuna dair belirtiler vardır ... Kuymklu yıldızlann, küçük gezegenlerle birlikte ortaya çıktıklannı 11arsaymak akla yatkındır." Çalışmasını özetlerken Oort şöyle demiş:
Büyük kuyruklu yıldızlar bulutunun varlığı; eğer kuyruklu yıldızlar (ve meteoritler) gezegensel sistemin ilk safhalarında asteroit kuşağından kaçmışlardır, şeklinde düşünülürse, doğal bir açıklama bulur.
Her şey kulağa Enuma eliş gibi gelmeye başlıyor...
Kuyruklu yıldızların kökenini asteroit kuşağına yerleştirsek ve hem kuyruklu yıldızlan hem de asteroitleri aynı gök cismi "türü"ne ait olarak düşünürsek cevaplanmamış sorular kalıyor: Bu nesneler nasıl yarahldı? Onlan ne "doğurdu"? Kuyruklu yıldızlan "dağıtan" neydi? Kuyruklu yıldızlara eğimlerini ve geriye doğru hareketlerini veren neydi?
Konu hakkında büyük ve ses getiren bir çalışma, 1978' de ABD Donanma Gözlemevinden Thomas C. VanFlandem tarafından halka duyuruldu (Icarus, 36). Çalışmaya ''Kuyruklu Yıldızla-
rın Kökeni Olarak Eski Bir Asteroidal Gezegen" adını vermişti ve kuyruklu yıldızların ve asteroitlerin patlayan eski bir gezegenden geldikleri yolundaki on dokuzuncu yüzyıl önermelerine dayanmaktaydı. Oort'un çalışmasına yaphğı göndermede, Van Flandem'in meselenin özünü yakalamış olması kayda değer: "Modem 'kuyruklu yıldız buluhı' teorisinin babası bile eldeki kanıtlan temel alarak, bu kuyruklu yıldızlar için belki de 'astero- it kuşağını doğuran oluş'la bağlanhlı olan, Güneş Sistemi içinde bir kökenin hala en makul hipotez olduğu yolunda çıkarımda bulunmaktadır." Aynca, ''bir zamanlar Mars ve Jüpiter arasında, kütlesi Dünya'nınkinin 90 kah olan bir gezegenin var olduğunu ve bu gezegenin nispeten yakın bir zamanda, 10.00 .00 yıl önce 'kaybolduğu' " önermesinin sonucu olan "en az etkileşim hareketi ilkesi" kavramını sunan tanınmış Kanadalı gökbilimci Michael W. Ovenden'in 1972'de başlayan çalışmalarından da söz eder. Övenden, 1975'te ("Bode Kanunu: Gerçek mi ^nuçlar m?", cüt 18, Vistas in Astronomy) "kozmogonik teorinin direkt olduğu kadar geriye doğru gök hareketleri, üretme kapasitesinde de olması" gereksinimini karşılamanın tek yolunu açıklamaya devam eder.
Bulgularını özetleyen Van Flandem, 1978'de şöyle demişti:
Bu makalenin en önemli çıkarımı, kuyruklu yıldızların Güneş Sisteminin iç kısımlarında bir kırılıp ayrılma olayından doğmuş olmalarıdır.
Büyük olasılıkla asteroit kuşağını yaratan ve bugün görülebilir olan meteorların çoğunu üreten aynı olaydır.
Aynı "kırılıp ayrılma olayının" aynı zamanda Mars'ın uydularını ve de Jüpiter'in dış uydularını doğurmuş olmasının daha az kesin olduğunu söyler ve "kırılıp ayrılma olayının" beş milyar yıl önce meydana geldiğini tahmin eder. Ancak, "kırılıp ayrılma olayının", "asteroit kuşağında" meydana gelmiş olduğundan kuşkusu yoktur. Sonuçta ortaya çıkan gök cisimlerinin fiziksel, kimyasal ve dinamik özelliklerinin, bugün asteroit kuşağının olduğu yerde ''büyük bir gezegenin parçalara ayrılmış olduğu-
nu" gösterdiğini bilhassa vurgular.
Ama bu büyük gezegenin parçalara ayrılmasına sebep olan neydi? "Bu senaryo hakkında en sık sorulan soru,'' diye yazar Van Flandern, " 'Bir gezegen nasıl havaya uçabilir?' sorusudur... Şimdilik, bu sorunun tatmin edici bir cevabı yoktur." diye sonuca varır.
Hiçbir tatmin edici cevap yok, tabi Sümerlilerinki hariç: Ti- amat ve Nibiru/Marduk, Göksel Savaş, Tiamat'ın yarısının kırılması, aylarının (Kingu dışında) yok edilmesi ve kalınhlarının geriye doğru y.önde bir yörüngeye girmeye zorlanması hikayesi...
Tahrip olan gezegen teorisine yöneltilen ana eleştirilerden biri, gezegeni oluşturan .maddenin nerelerde olduğu sorunudur; gökbilimciler bilinen asteroitlerin ve kuyruklu yıldızların kütlelerini topladıklarında, bu ancak parçalanan gezegenin hesaplanan kütlesinin çok az bir kısmını oluşturmaktadır. Bu durum, Oven- den'in hesaplarında kullandığı, Dünya' dan doksan kat büyük bir gezegen söz konusu olunca daha da belirginleşir. Ovenden'in bu türden eleştirilere cevabı, kayıp kütlenin muhtemelen Jüpiter tarafından emildiği yolundaydı; hesaplamalarına göre (Monthly Notes of the Royal Astronomical Society, 173, 1975) Jüpiter'in kütlesinde, aralarında Jüpiter'in birkaç geriye doğru yol alan ayı da olan asteroitleri yakalamasının sonuru olarak 130 Dünya kütlesine eşdeğer bir artış olması gerekmektedir. Parçalanan gezegenin kütlesi (Dünya'nın 90 kab) ve Jüpiter'in 130 Dünya kütlesi kadar kütle kazanması arasındaki hıtarsızlığı açıklamak için Ovenden, Jüpiter' in kütlesinin geçmişinde bir ara azaldığı sonucuna varan diğer çalışmalardan alıntılar yapmış.
Jüpiter'in boyutlarını önce şişirip sonra indirmektense, tahrip olan gezegenin tahmini boyutunu indirmek daha iyi bir senaryo olacakhr. Sümer metinlerinin ileri sürdüğü de budur zaten. Eğer Dünya Tiamat'ın kalan yarısı ise, o zaman Tiamat kabaca Dünya'nın iki katı olurdu, doksan katı değil. Asteroit kuşağının incelenmesi, sadece Jüpiter tarafından yakalanmanın· değil, aynı zamanda asteroitlerin 2,8 AB'de olduğu varsayılan orijinal bölgelerinden, 1,8 AB ile 4 AB arasındaki çok geniş bir uzay alanına saçılmanın da söz konusu olduğunu göstermektedir. Jüpiter
Yıllık dönemler
Şekil 28
ve Satürn arasında bazı asteroitler bulunmuştur; yakınlarda keşfedilen bir tanesi (2060 Chiron) Satürn ve Uranüs arasında 13,6 AB'de yerleşiktir. Dolayısıyla tahrip olan gezegenin parçalanması, aşın derecede güçlü olmalıdır; hpkı katastrofik (felaket meydana getiren) bir çarpışmadaki gibi.
Asteroit grupları arasındaki boşluklara ek olarak, gökbiliın- ciler asteroit gruplaşmaları içindeki boşlukları da ayırt edebiliyorlar (Şekil 28). Son teoriler bu boşluklarda asteroitler olduğu ama bunların, dış gezegenlerin kütle çekimi tarafından yakalananlar hariç, ta dış uz.aya kadar fırlahldığı; aynca, bir zamanlar "boşluk"ları dolduran asteroitlerin muhtemelen ''katastrofik çarpışmalarla" tahrip olduğu yolundadır! [McGraw-Hill Encyclopedia of Astronomy (Mc:Graw-Hill Astronomi Ansiklopedisi), 1983). Böylesi fırlatılmalar ve katastrofik çarpışmalar için geçerli açıklamaların yokluğunda, akla yatkın tek teori; Nibiru/Marduk'un engin, eliptik yörüngesinin, onu periyodik (hesaplamalarıma göre her 360 Dünya yılında bir) asteroit kuşağına geri getirdiğini tarif eden Sümer metinleri tarafından sunulan teoridir. Şekil 10 ve 11 'de görüleceği gibi, kadim metinlerden çıkarblan sonuç; Ni- biru/Marduk'un Tiamat'ın dış yanından ya da Jüpiter tarafındaki yanından geçtiği, bu göksel bölgeye tekrar tekrar gelişinin oradaki "boşluğu" açıklayabileceği şeklindedir. "Fırlatılmaya" veya
"silinip süpürülmeye" neden olan, Nibinı/Marduk'un periyodik dönüşüdür.
Nibiru'nun ve Savaş Meydanı'na periyodik olarak geri dönüşünün kabul edilmesiyle, ''kayıp madde" meselesi de çözülmüş olur. Aynca, Jüpiter'in kütlesine, nispeten yakın zamanda (milyarlarca değil de milyonlarca yıl önce) eklemeler yapan teorilere de hitap eder. Nibiru'nun hadid noktasına (yörüngesinin Güneş'e en yakın noktası) vardığı sıralarda Jüpiter'in nerede olduğuna bağlı olarak, Nibiru'nun çeşitli geçişleri sırasında kütle eklenmeleri meydana gelmiş olabilir, yani Tiamat'ın ikiye aynl- ması sırasında tek bir olay sonucu olması şart değildir. Gerçekten de, asteroitlerin spektrografik incelenmesi, bazılannın onlan eritecek kadar yoğun bir ısıyla "güneş sisteminin oluşmasından birkaç yüz milyon yıl sonra içten ısınmış olduklarını" göstermektedir; öyle ki "demir, merkezlerine doğru batmış, sağlam taş-demir cevherleri oluşturmuş, bu arada bazalt lavlar yüzeylerine yükselmiş ve Vesta gibi küçük gezegenler oluşturmuştur'' (McGraw-Hill Encyclopedia ofAstronomy). Facianın tahmin edilen zamanı, 12. Gezegen' de belirtilen zamanın aynısıdır: Güneş Sisteminin oluşmasından 50 milyon yıl sonra.
Gökbilim ve gökfiziği alanlarında en son kaydedilen ilerlemeler; kuyruklu yıldızların ve asteroitlerin ortak kökeninin göksel çarpışmalar olduğunu, bu çarpışmanın yerini (asteroit kuşağı kalınhlarının hala döndüğü yörüngenin yeri) ve hatta bu felaketin zamanını (yaklaşık 4 milyar yıl önce) Sümer kozmogonisine göre doğrulamanın ötesine gitmiştir. Aynı zamanda, kadim metinleri yaşamsal bir mesele olan su konusunda da doğrulamakta- lar.
Suyun varlığı, sulann karışması, sulann aynlması; hepsi de Tiamat, Nibinı/Marduk, Göksel Savaş ve sonrası hikayesinde önemli bir rol oynadılar. Bulmacanın yansını; asteroit kuşağını "yukandaki" sulan "aşağıdaki" sulardan ayıran bir ayıraç gibi gören kadim görüşün modem bilim tarafından da doğrulandığını gösterdiğimizde zaten cevaplamışhk. Ama suyla meşguliyetin dahası vardı. Tiamat "sulu canavar'' olarak tarif edilirdi ve Me-
YARATIUŞ'IN 10BERCİLERi zopotamya metinleri, onun sulanrun Nibiru/Marduk tarafından ele alınışını şöyle anlatırlar:
Onun yansını Göğe tavan olsun diye gerdi,
Geçiş Yeri'ne bekçilik etsin diye bir direk gibi dikti;
Sulannın kaçmasına izin verme, idi emri.
Asteroit kuşağının, sadece altında ve üstünde yer alan gezegenlerin sulan arasına bir ayıraç gibi konmakla kalmayıp aynı zamanda Tiamat'ın kendi sularına da ''bekçi" olarak konması kavramı; Kitabı Mukaddes'te, "Dövülmüş Bilezik"in (Asteroit Kuşağı) aynı zamanda Şama'im, yani "suların olduğu yer" olarak ad- landırıldığı açıklamasının verildiği Tekvin dizelerinde yankılanır. Göksel Savaş'ın ve Dünya ile Şama'im'in yarahlmasının mey- d.ana geldiği yerde sulara yapılan göndermeler Eski Ahit'te çok s·ıktır, daha Peygamberler ve Yuda kralları zamanında bile Sümer kozmogonisine karşı binlerce yıl aşinalığı belirtmektedir. Bunun bir örneğini, Rab'bi betimleyen Mezmur 104'te buluruz:
Gökleri bir perde gibi geren;
Yukan odalarını sularda çah kuran.
Bu dizeler neredeyse Enuma eliş'teki dizelerin kelimesi kelimesine kopyasıdır; her iki durumda da, asteroit kuşağını "suların olduğu yere" yerleştirmek; Tiamat'ın ikiye ayrılması ve İstilaa- nın "rüzgan"nın onun bir yansını Dünya olacak şekilde yeni bir yörüngeye itmesi sahnelerinin ardından gelmektedir. Dünya'nın sulan, Tiamat'ın sularının birazının ya da çoğunun nerelerde olduğunu açıklayabilir. Ama ya diğer yarısının kalınhlan ve uyduları? Eğer asteroitler ve kuyruklu yıldızlar bu kalınhlar ise, onların da su içermesi gerekmez miydi?
Bu cisimlerin "moloz yığınları" ve "uçan kum yığınlan" olarak düşünüldüğü zamanlarda akla manhğa sığmayan bir öneri; son keşiflerin sonucunda anlaşıldı ki hiç de manbğa aykın değilmiş: Asteroitler, suyun, evet suyun ana bileşik olduğu gök cisimleridir.
Çoğu asteroitler iki sınıfa aittir. Yaklaşık yüzde lS'i S tipine aittir; silikatlardan ve metalik demirden oluşan kırmızımbrak yüzeyleri vardır. Yaklaşık yüzde 75'i ise karbon içermektedir ve su içerdiği keşfedilenler bunlardır. Böylesi asteroitlerde (spektrog- rafik inceleme yoluyla) keşfedilen su, sıvı halde değildir; astero- itlerin atmosferleri olmadığından, yüzeylerinde bulunan su hızla dağılırdı. Ama su moleküllerinin yüzey malzemeleri içindeki mevcudiyeti, asteroiti oluşturan minerallerin suyu yakaladığını ve onunla birleştiğini göstermektedir. Bu bulgunun doğrudan onaylanışı, Ağustos 1982' de Dünya'ya çok yaklaşan küçük bir as- teroitin atmosfere dalıp parçalanmasıyla gözlendi; "gökyüzünü geçen uzun kuyruklu bir gökkuşağı" gibi görüldü. Gökkuşağı yağmur, sis veya püskürtülen su gibi su damlacıklannın üstüne güneş ışığı düştüğünde ortaya çıkar.
Asteroitler, adlannın da ima ettiği gibi "küçük gezegenler" ise; sıvı haldeki su da mevcut olabilirdi. En büyük ve ilk keşfedilen asteroit olan Ceres'in kızıl ötesi spektrumunun incelenmesi; spektral okumalarda minerallere bağlı olan sudan ziyade serbest suyun sonucu olan ekstra bir etki göstermektedir. Serbest haldeki su Ceres'te bile hızla buharlaşacağından, gökbilimciler Ce- res'in içinden yüzeye yükselen sürekli bir su kaynağının olması gerektiğini düşünmekteler. İngiliz gökbilimci Jack Meadows [Space Garbage-Comets, Meteors and Other Solar-System Debris (Uzay Çöplüğü-Kuyruklu Yıldızlar, Meteorlar ve Diğer Güneş Sistemi Molozlan)tşöyle yazar: ''Eğer bu kaynak, Ceres'in varoluşundan beri oradaysa, o zaman yaşamına çok ıslak bir kaya parçası olarak başlamış olması gerekir." Aynca karbon içeren meteoritlerin "geçmiş zamanlarda sudan yaygın biçimde etkilenmiş olduklanna dair işaretler gösterdiklerine" dikkati çeker.
Birçok açıdan ilginç .olan 2060 Chiron adlı gök cismi, Göksel SAvaş'tan arta kalanlarda suyun mevcudiyetini de teyit etmektedir. California'daki Palomar Dağı Hale Gözlemevinden Charles Kowal, Kasım 1977' de onu keşfettiğinde ne olduğundan emin değildi. Onu bir gezegencik olarak düşünmüştü, geçici olarak "K- 0", yani "Kowal Objesi" olarak adlandırdı ve bunun ya Satürn'ün ya da Uranüs'ün düzensiz bir uydusu olabileceğini dü-
şündü. Birkaç haftalık izleme çalışması, gezegen veya gezegen- ciklerinkinden çok daha eliptik, kuyruklu yıldızlarınkine daha yakın bir yörüngesi olduğunu ortaya çıkardı. 1981'de cismin bir asteroit olduğuna karar verildi, belki de Uranüs, Neptün veya ötesine kadar ulaştığı bulunacak olanlardan biriydi ve 2060 Chiron adı verildi. Ancak 1989'da Kitt Peak Ulusal Gözlemevindeki (Arizona) gökbilimcilerin incelemeleri, Chiron çevresinde bir karbondioksit ve toz atmosferi olduğunu ortaya çıkardı, daha çok kuyrvldu yıldıza benziyordu. En son gözlemler de Chiron'un "su, toz ve karbondioksit buzun• dan oluşan kirli bir kartopu olduğunu" kesinleştirdi.
Eğer Chiron bir asteroitten çok bir kuyruklu yıldız ise, bu Yaratılış olayının kalıntılarının her iki sınıfının da su içerdiğine ilişkin ek kanıtlar sağlamaya hizmet edecektir.
Bir kuyruklu yıldız Güneş'ten uzaktayken, karanlık ve g^ rünmez bir cisimdir. Ama Güneş'e yaklaşbkça, Güneş'in radyasyonu kuyruklu yıldızın çekirdeğini yaşama döndürür. Gazımsı bir baş oluşturur (koma) ve sonra başı ısındıkça çekirdekten püsküren gazlardan ve tozdan oluşan bir kuyruk. Bu yayınımların gözlemlenmesi, Whipple'ın kuyruklu yıldızlan ''kirli kartopları" olarak görüşünü doğrulamıştır; ilk olarak çekirdeğin ısınmaya başlamasıyla kuyruklu yıldızda oluşan faaliyetin su buzunun termodinamik özellikleri ile tutarlı olduğunu belirleyerek, sonra da gazımsı yayınımlarda değişmez şekilde H20 (yani su) bileşiğinin varlığını gösteren spektroskopik analiz yoluyla.
Kuyruklu yıldızlarda suyun varlığı, son yıl rda, yaklaşan kuyruklu yıldızların daha yakından incelenebilmesi yoluyla kesinkes saptanmıştır. Kohoutek kuyruklu yıldızı (1974) sadece Dünya'dan değil aynı zamanda roketlerle, yörüngedeki insanlı uzay aracı (Skylab) ve Venüs ve Merkür'e doğru yol almakta olan Mariner 10 uzay aracıyla da incelenebilmişti. O sıralarda duyurulan bulgular, bir kuyruklu yıldızda "suyun varlığının doğrudan ilk kanıtı"nı sağlamıştı. NASA için bilimsel projeyi yöneten Step- hen P. Moran ''kuyruklu yıldızın kuyruğunda iki kompleks mcr lekülün keşfedilmesi kadar suyun bulunması da bugüne kadarki en önemli bulgular" demişti. Ve tüm bilimciler, Münih'teki Max
Planck Fizik ve Gökfizi.k Enstitüsündeki gökfizikçilerin bunu "Güneş Sisteminin doğumundan beri en eski ve esasen değişmemiş örnek" olarak değerlendirmelerine kahlınaktaydılar.
Ardından gelen kuyruklu yıldız gözlemleri bu bulgulan doğruladı. Ancak birçok aygıhn kullanıldığı bu çalışmaların hiçbiri, Halley kuyruklu yıldızının 1986' daki incelenme yoğunluğuna denk olamazdı. Halley bulgulan, kuyruklu yıldızın sulu bir gök cismi olduğunu karşı konulamaz biçimde kesinleştirdi.
Kuyruklu yıldızlan uzaktan incelemekle ilgili olarak ABD'nin kısmen başarılı gayretlerinden başka, Halley kuyruklu yıldızı, hepsi de insansız uzay araçlanndan oluşan küçük bir uluslararası karşılama filosunca incelendi. Sovyetler Vega 1 ve Vega 2 ile (Şekil 29a) bir Halley randevusu düzenlediler, Japonlar Sakigake ve Suisei uzay araçlarını gönderdiler ve Avrupa Uzay Ajansı da Giotto'yu (Şekil 29b) fırlattı; bu son araç adını, kendi çağında ortaya çıktığında Halley kuyruklu yıldızından büyülenen ve onun, İsa'nın doğuş hikâyesinde geçen Bethlehem yıldızı olduğunu öneren, Maj'lann Hayranlığı adlı ünlü freskine gökyüzünden geçer şekilde katan Floransak usta ressam Giotto di Bon-
done (on dördüncü yüzyıl) onuruna alınışh (Şekil 30).
Halley kuyruklu yıldızı komasını ve kuyruğunu Kasım 1985'te oluşturduğunda yoğun gözlemler yapılmaya başlandı, Kitt Peak Gözlemevinde teleskoplarıyla kuyruklu yıldızı izleyen gökbilirnciler "kuyruklu yıldızın baskın bileşeninin su buzu olduğunun ve onu saran 580 km genişliğindeki seyrek bulutun su buharı olduğunun" kesinliğini ilan ettiler. Arizona Devlet Üniversitesinden Susan Wyckoff "Bu, su buzunun yaygın olduğunun ilk sağlam kanıhdır." iddiasında bulundu. Bu teleskobik gözlemler, Ocak 1986'da yüksek irtifadaki bir hava aracından yapılan kızıl ötesi gözlemlerle de desteklendi; bu arada NASA'dan bilimciler ve birkaç Amerikan üniversitesinden gökbilimcilerin oluşturduğu bir ekip "suyun, Halley kuyruklu yıldızının temel bileşkesi olduğunun doğrudan onaylandığını" ilan etti.
Ocak 1986'da, Halley kuyruklu yıldızı muazzam bir kuyruk ve genişliği 20 milyon km (Güneş'in çapından on beş kez daha büyük) olarak ölçülen hidrojen gazından bir hale oluşturdu. O zaman NASA mühendisleri, (Venüs yörüngesinde olan) Pioneer- Venüs uzay aracına, aygıtlarını yaklaşan (Halley, hadid noktasında Venüs ve Merkür arasından geçmişti) kuyruklu yıldıza çevirmesi talimahnı gönder!liler. Uzay aracının, bakhğı nesnenin atomlarını "gören" spt:?ktrometresi, "kuyruklu yıldızın saniyede 12 ton su kaybettiğini" açığa çıkardı. 6 Mart 1986'da hadid noktasına yaklaşıyorken, Ames Araşhrma Merkezinde NASA'nın Halley projesinin müdürü olan lan Stewart, su kaybı hızının, ilk önce saniyede 30 tona, sonra da saniyede 70 tona "muazzam biçimde yükseldiğini" bildirdi; ancak bu hızda bile Halley kuyruklu yıldızının "binlerce yörünge dolanmasına yetecek kadar su buzuna sahip" olduğu konusunda basını temin etti.
Halley kuyruklu yıldızıyla yakın karşılaşmalar 6 Mart 1986'da Vega 1'in Halley'in parlak atmosferine dalması ve 950 km'den daha az bir mesafeden buzlu çekirdeğinin o güne dek çekilen ilk fotoğrafını yollamasıyla başladı. Medya organlan görevini bilerek, insanlığın gördüğü şeyin Güneş Sistemi başladığında evrimleşen bir gök cisminin buzlu çekirdeği olduğunu belirtti. 9 Mart 1986'da Vega 2 Halley'in çekirdeğinin 830 km yakının-
YARATIL! ŞTN HABERCİLERİ dan geçti ve Vega Tin bulgularını doğruladı. Uzay araa ayrıca, kuyruklu yıldızın "toz"unun, bazdan büyük kayalar boyutunda olan kah madde yığınlan içerdiğini ve bu daha ağır kabuk veya katmanın, Güneş'ten neredeyse 144 milyon km uzakta, ısısı 29,4°C olan bir çekirdeği örttüğünü ortaya çıkardı.
Güneş rüzgârının kuyruklu yıldızın kuyruğu ve büyük hidrojen bulutu üstündeki etkisini incelemek üzere tasarlanan iki Japon uzay araa, Halley'den bir hayli uzak geçmeyi hedeflemişti. Ama Gioffo'nun görevi kuyruklu yıldızla kafa kafaya gelmekti; kuyruklu yıldızın çekirdeğine 480 km mesafeden, muazzam bir karşdaşma hızı de geçecekti 14 Mart günü, Giotto Halley kuyruklu yıldızının kalbinin yanından geçti ve "gizemli çekirdeği" ortaya çıkardı; rengi kömürden büe kara, boyutu düşünülenden de büyük (Manhattan Adasının yansı kadar) olan bir çekirdek. Çekirdeğin şekli kaba ve düzensizdi (Şekil 31), bazdan bunu "bir kabukta iki bezelye" ve bazdan da düzensiz şekilli "patates" olarak tanımlıyordu. Çekirdekten beş ana toz fıskiyesi ve yüzde 80 su buharı fışkırmaktaydı; bu, karbon içeren kuyruklu yaldızın kabuğu alhnda "erimiş buz", yani sıvı su olduğunu göstermekteydi.
Tüm bu yakın plan gözlemlerin sonuçlannın ilk kapsamlı çalışması, Nature dergisinin 15-21 Mayıs 1986 tarihli özel ekinde yayınlandı. Çok ayrıntılı bir dizi raporda Sovyet ekibi suyun (H20) kuyruklu yıldızın temel maddesi olduğu, bunu karbon ve hidrojen bileşiklerinin izlediği yolundaki ilk bulguları doğruladı. Gi<ıtto raporu, tekrar tekrar "H20, Halley'in komasındaki ana baskın moleküldür" ve "kuyruklu yıldızdan çıkan gazlann yüzde 80'ini su buharı oluşturmaktadır'' diye belirtmekteydi. Bu hazırlık aşaması çıkarımları, Ekim 1986'da Alrnanya/Heidelberg'te düzenlenen uluslararası bir konferansta doğrulandı. Ve Aralık 1986'da John Hopkins Üniversitesindeki bilimciler Mart 1986'da Dünya yörüngesindeki küçük uydu IUE (Uluslararası Mor Ötesi Kaşif) tarafından toplanan verilerin, Halley kuyruklu yıldızındaki bir patlamanın kuyruklu yıldızın çekirdeğinden 2,83 ton su fışkırt ğını açığa çıkardığını ilan ettiler.
Bu Yaratılış Habercileri'nin her yanında su vardı!
Çalışmalar, soğuktan gelen kuyruklu yıldızlann 3 ila 2,5 AB mesafeye eriştiklerinde "yaşama dönerken", erimeye başlayan ilk şeyin su olduğunu göstermekteler. Güneş'ten bu uzaklığın, asteroit kuşağı bölgesi olduğuna pek önem verilmemiştir ama insan, kuyruklu yıldızların burada hayata dönmesinin nedeni doğmuş oldukları yerin burası olması olabilir mi, diye düşünmeden edemiyor; su burada hayata dönmektedir çünki üzerinde Tiamat ve onun sulak ordusunun olduğu yer burasıydı...
Kuyruklu yıldızlan ve asteroitleri ilgilendiren keşiflerle, bir ?ey daha hayata dönmüştü: Sümer'in kadim bilgisi.
GÖKSEL UGÖREN GÖZLER"
Anunnakilerin Dünya Uçuşu tamamlandığında, onlardan alb yüz kişi Dünya üstündeydi, üç yüzü ise mekik aracı hizmeti vermek üzere yörüngede kalmıştı. Yörüngede kalanlan tarif etmekte kullanılan Sümerce kelime İGİ.Gİ idi, harfiyen "Gözleyen ve görenler".
Arkeologlar Mezopotamya'da "göz idolleri" (a) dedikleri birçok nesne kadar, bu "tannlara" adanmış tapınaklar (b) da bulmuşlardır. Metinler, Anunnakilerin "Dünya'yı baştan sona taramak" için kullan- dıklan aygıtlara gönderme yapar. Bu metinler ve betimlemeler, Anun- nakilerin Dünya yörüngesinde "gören gözler", yani "gözleyen ve gören" uydular kullandıklannı ima etmektedir.
Belki de Intelsat-W ve Intelsat-W-A (c, d) gibi Dünya'yı tarayan, özellikle de modem çağımızda fırlahlan sabit konumlu haberleşme uy- dulanndan bazılannın, bu binlerce yıllık betimlemelere benzemesi pek de tesadüf değildir.
GAİA: OYULMUŞ GEZEGEN
Neden gezegenimize "Arz" deriz?
Almancada Erde'dir, Eski Yüksek Almancadaki Erda'dan gelir; İzlanda dilinde fördh, Dancada ford. Orta İngilizcede Erthe, Got dilinde (•) Airtha; ve coğrafi açıdan doğuya ve zamanda geriye doğru gidersek, Arami dilinde Ereds veya Aratha, Kürt dilinde Erd veya Ertz, İbranicede Eretz. Basra Körfezi ağzında yer alan ,ve günümüzde Umman Denizi dediğimiz deniz, antik çağlarda Eritre Denizi diye bilinirdi ve ordu kelimesi bugün bile Farsçada kamp kurma ve yerleşme anlamına gelir. Niçin?
Cevap, ilk Anunnaki/Nefilim grubunun Dünya'ya gelişini anlatan Sümer metinlerinde yabnaktadır. Onlar, Nibiru'nun hü- kümdan ANU'nun İlkdoğan oğlu ve büyük bilimci olan E.A'nın ("Evi Su Olan") önderliğinde elli kişiydiler. Umman Denizi'ne indiler ve iklim ılıman hale geldikten sonra Basra Körfezi haline gelecek olan bataklıklann kenanna dek geldiler (Şekil 32). Ve batak- lıklann başında yeni bir gezegendeki ilk yerleşimlerini kurdular; adına E.Rİ.DU -"Çok Uzaktaki Ev''- dediler. En uygun isimdi.
Ve böylece, zamanla tamamına yerleşilecek gezegen, bu ilk yerleşimin adıyla bilinir oldu: Erde, Erthe, Earth, Arz. Bugüne dek, gezegenimizin adını her anışımızda, Dünya üstündeki o ilk yerleşimin hatırasını canlandırmış oluruz; bilmeden, Eridu'yu hatırlar ve onu kuran ilk Anuna ki grubunu onurlandırırız.
Dünya'run küresi ve sağlam yüzeyi için Sümerlilerin kullandığı bilimsel veya teknik terim Ki idi. Piktografi ile meridyenlerin çağdaş resmedilişini (Şekil 33b) andıran dikey çizgiler içeren, bir biçimde yassılaşhnlmış bir küre (Şekil 33a) olarak gösteril- (") Got dili: Doğu Germen (Germanic) dil grubundan Piskopos Wulfila tarafından 4. yüzyılda yapılmış bir İncil tercümesiyle tanınan kaybolmuş bir dil. (Ç.N.)
Şekil 32
KUZEY KUTBU
GÜNEY KUTBU
MEAIO'ı'ENLEA
Şekil 33
mekteydi. Dünya gerçekten de ekvator kısmında bir biçimde dı- şan şiştiğinden, Sümerlilerin temsili, Dünya'yı mükemmel bir küre olarak gösteren alışıldık modem temsile kıyasla bilimsel açıdan daha doğrudur...
Ea, Anunnakilerin ilk yedi yerleşiminin beşinin kuruluşunu tamamladıktan sonra, ona EN.Kİ, "Dünya'nın Efendisi" unvanı verildi. Ama Kİ terimi, bir kök ya da fiil olarak, "Arz" diye adlan- dınlan gezegene bir nedenden dolayı verilmişti. "Kesip atmak, koparmak, içini boşaltmak" anlamlanna gelir. Bu kökten türemiş olanlar kavramı açıklamaktadır: Kİ.LA ''kazı", Kİ.MAH "mezar", Kİ.İN.DAR "yank, çatlak" anlamına gelir. Sümer astronomi metinlerinde Kİ terimi, belirleyici MUL ("gök cismi") önekiyle birliktedir. Böylece ne zaman mul.Kİ'den söz etseler, "oyulup ayn- lan gök cismi"nden söz ediyorlar demektir.
Dünya'ya Kİ diyerek Sümerliler kozmogonilerini de hatırlarlar: Göksel Savaş ve Tiamat'ın oyulması hikayesini.
Kökeninin farkında olmayarak, gezegenimizi bu tanımlayıcı unvanla anmaya bugün bile devam ediyoruz. İlginç olan şey, zaman içinde (Sümer uygarlığı, Babil uygarlığı yükseldiğinde iki bin yaşındaydı), ki telaffuzunun gi ve bazen de ge haline gelmiş olmasıydı. Akkad ve onun dilsel dallanna (Babilce, Asurca, İbra- nice) bu şekilde taşındı ve bir oyuk, bir yar, derin bir vadi gibi coğrafi veya topoğrafik çağnşımını her zaman korudu. Dolayısıyla Kitabı Mukaddes'in Grekçeye tercümesiyle Gehenna diye okunan kelime, İbranice Gai-Hinnom'dan çıkmışh; Kudüs dışında yank gibi dar ve derin bir vadi olup Hinnom'un adıyla anılan, Hüküm Günü'nde yeraltından çıkan ateşler yoluyla günahkarla- nn üstüne ilahi cezanın çökeceği yer.
Okulda bizlere geo ekini taşıyan tüm bilimsel terimlerin Arz bilimleriyle ilgili olduğu öğretilmişti (Türkçe'de bazen geo, bazen co ve bazen de jeo diye okunan yabancı kelime): Co-ğrafya, geometri, jeo-loji vb. Bu, Greklerin Dünya tannçası için kullandıklan Gaia (ya da Gaea) kelimesinden gelir. Greklerin bu terimi nereden bulduklan ya da gerçek anlamının ne olduğu bize öğretilmemiş- ti. Cevap: Sümerce Kİ veya Gİ'den.
Bilginler, ilksel olaylar ve tannlarla ilgili Grek kavramlan-
Şekil 34
nın, (bah ucunda Truva gibi ilk Grek yerleşimlerinin olduğu) Anadolu ve doğu Akdeniz'deki Girit adası yoluyla Yakın ^ ğu'dan ödünç alındığı konusunda hemfikirler. On iki Olimpiya- lının baş tanrısı olan Zeus, Grek geleneğine göre, Tire'nin Fenikeli kralının kızı olan güzel Europa'yı kaçırdıktan sonra kaçhğı yer olan Girit'ten Grek anakarasına geçer. Afrodit, Kıbrıs adası yoluyla Yakın Doğu'dan gelir. Poseidon (RomaWar ona Neptün derdi) Anadolu üzerinden at sırbnda gelir ve Atena ise Yunanistan'a kutsal topraklardan zeytin getirir. Grek alfabesinin, bir Yakın Doğu alfabesinden geliştiğine hiç şüphe yoktur (Şekil 34).
Cyrus H. Gordon [Forgotten Scripts: Evidence for the Minoan Uıngu- age (Unutulmuş Yazılar: Minos Dilinin Kanıh) ve diğer eserleri] Lineer A diye bilinen Girit yazısını, bunun bir Sami, Yakın Doğu dilini temsil ettiğini gösterek çözmüştü. Yakın Doğu tannlan ve terminolojisi ile, "mitler" ve efsaneler de geldi.
Eski çağlar ve tanrılar ile insanların meseleleriyle ilgili en eski Grek yazılan; Homer'in İlyada'sı, Teb'li Pindar'ın Odeler'i ve hepsinden de öte Hesiod'un Teogoni'si ("İlılhi Silsile") ve İşler ve Günler'idir. M.Ö. 8. yy.da Hesiod, en sonunda Zeus'un üstün gelişine -Dünya Tarihçesi dizisindeki üçüncü kitabım olan The Wars of Gods and Men' de anlahlan tutkular, düşmanlıklar ve çarpışmalar hikayesi- ve göksel tannlann, Gök ve Yer'in Kaos'tan yarahl- masına yol açan ilahi olayların hikayesine başladı, ki bu Kitabı Mukaddes'tekinden pek de farklı değildi:
En başta, Kaos ortaya çıkh,
ve sonra geniş göğüslü Gaia- tüın ölümsüzleri yaratan oydu karlı Olimpos'un zirvelerini tutan: Dim Tartarus, derinliklerde geniş yollan olan, ve Eros, ilahi ölümsüzler arasında en sevimlisi...
Kaos' tan Erebus ve kara Nyx vücut buldu;
Ve Nyx'ten Aether ve Hemera doğdu.
"İlahi ölümsüzler''in -göksel tannlann- oluşma sürecinin bu noktasında "Gök" henüz mevcut değildir; hpkı Mezopotamya kaynaklarının anlathğı gibi. Ve bu dizelerdeki "Gaia", Enuma eliş'e göre "hepsini doğuran" Tiamat'ı işaret eder. Hesiod "Kaos" ve "Gaia"yı izleyen göksel tannlan çiftler halinde sıralar (Tartarus ve Eros, Erebus ve Nyx, Aether ve Hemera). Sümer kozmogonisindeki üç çiftin (günümüzde Venüs ve Mars, Satürn ve Jüpiter, Uranüs ve Neptün adını alırlar) yarahlışı ile parallelik bariz olmalıdır (ancak bu kıyaslanabilirliğe hiç kimse dikkat etmemiş gibidir).
Hesiod; Ouranos'un, yani "Göğün" yaratılmasından, ancak -hpkı Mezopotamya ve Kitabı Mukaddes metinlerindeki gibi-
Güneş Sistemini oluşturan başlıca gezegenlerin yarahlmasından, Nibiru'nun onu istila etmek için ortaya çıkmasından sonra söz eder. Tekvin Kitabında açıklandığı gibi, bu Şama'im; Dövülmüş Bilezik'tir, asteroit kuşağıdır. Enuma eliş'te anlahldığı gibi, bu; diğer yansı Dünya haline gelen Tiamat'ın un ufak edilen yansıdır. Ve tüm bunlar Hesiod'un Teogoni'sinin şu dizelerinde yankılanır:
Ve derken Gaia yıldızlı Ouranos'u doğurdu
-kendine eşit-
her yandan onu sanp sarmalasın diye, tanrılar için ebedi bir mekan olsun diye.
Eşit olarak ikiye aynlan Gaia, artık Tiamat değildir. Gök- kubbe, yani asteroitlerin ve kuyruklu yıldızların ebedi mekanı haline gelen kınlıp dağıhlmış yansından kopartılan zarar görmemiş yan (başka bir yörüngeye fırlablarak) Gaia, yani Dünya Mli- ne gelmiştir. Ve böylece bu gezegen, ilk önce Tiamat ve sonra da Dünya olarak unvanına yaraşır şekilde yaşar: Gaia, Gi, Ki-Oyul- muş Olan.
Artık Gaia/Dünya olarak yörüngesine dönen Oyulmuş Gezegen, Göksel Savaş'ın sonrasında nasıl görünmektedir? Bir yanda Tiamat'ın kabuğunu oluşturmuş sağlam karalar; öte yanda ise bir zamanlar Tiamat'ın olan sulann içine döküldüğü bir delik, muazzam bir yank vardır. Hesiod'un sözleriyle Gaia (artık G^ ğün yan dengidir) bir yanda "Nymphlerin, tannçalann zarif mekanları olan uzun tepeleri vücuda getirdi"; ve öte yanda ise "öfkeli kabarmasıyla bereketsiz derini, Pontus'u doğurdu".
Tekvin Kitabı da oyulmuş gezegen için aynı tabloyu çizer:
Ve Elohim dedi:
"Gök alhndaki sular
bir yere biriksin,
ve kuru toprak görünsün."
Ve böyle oldu.
Ve Elohim kuru toprağa "Yer" dedi,
ve sulann birikintisine ''Denizler" dedi.
Dünya, yani yeni Gaia, şekillenmekteydi.
Hesiod ile Sümer uygarlığının doğduğu zaman arasında üç bin yıl vardır; ve bu binlerce yıl boyunca, aralarında Tekvin Kitabını derleyenler de olmak üzere kadim halkların Sümer kozmogonisini kabul ettiği açıktır. Bugünlerde "mit", "efsane" veya "dinsel inanç" denilen şeyler, o çağlarda bilim idi: Sümerlilerin öne sürdüğüne göre Anunnaki tarafından bahşedilen bilgiydi.
O kadim bilgiye göre, Dünya Güneş Sisteminin orijinal bir üy^i değildi. O zamanlar Tiamat denilen, "hepsini doğurmuş olan" bir gezegenin kopartılan yarısıydı. Dünya'nın yaratılmasına yol açan Göksel Savaş, Güneş Sistemi gezegenleriyle birlikte yarahldıktan birkaç yüz milyon yıl sonra meydana gelmişti. Ti- amat'ın bir parçası olan Dünya, "sulu canavar'' diye bilinen ti- amat'ın suyunun çoğunu koruyabilmişti. Dünya bağımsız bir gezegen halinde evrimleştikçe ve kütle çekim gücü alhnda bir küre şeklini aldıkça, sular oyulup koparhlmış kısımdan kalan muazzam boşluğa doluştular ve gezegenin diğer yanında kuru karalar ortaya çıkh.
Kadim halkların sıkıca inandıkları şey, özetle buydu. Peki modern bilim ne diyor?
Gezegensel şekillenmeyle ilgili teoriler, Güneş'ten yayılan gazımsı disklerin kahlaşarak biraraya gelmesinden oluşan toplar olarak başladıklarını kabul eder. Bunlar soğudukça, ağır metaller (Dünya için demir) merkezlerine doğru batarak, kah bir iç çekirdek oluşturdu. Daha az kah, plastik veya hatta sıvı dış çekirdek, bu iç çekirdeği sarar; Dünya söz konusu olunca, bunun erimiş demir içerdiğine inanılmaktadır. İki çekirdek ve hareketleri bir dinamo gibi iş görür, gezegenin manyetik alanını üretir. Kah ve sıvı çekirdeklerin çevresinde kayalar ve minerallerden oluşan ve manto adı verilen bir katman vardır; Dünya'da bunun kalınlığının 30 km civarında olduğu hesaplanmaktadır. Gezegenin çekirdeğinde üretilen ısı (Dünya'nın merkezinde 6649°C) ve sıvılık, mantoyu ve onun üstünde olanları etkiler; ama mantonun en üstündeki 500 km civarındaki kısım, gezegen üstünde gördüğümüz şeydir, yani soğumuş kabuğu.
Şekil 35
Milyarlarca yıl içinde küresel bir yuvarlak üreten süreçler -tek tip kütle çekim gücü ve gezegenin kendi ekseni çevresinde dönüşü-, aynı biçimde düzenli bir katmanlaşma da üretir. Kab iç çekirdek, esnek ya da sıvı dış çekirdek, sili.katlardan oluşan kah ara kuşak, kayalardan oluşan üst manto ve en üstteki kabuk; birbiri üstünde, bir soğanın zarları gibi sıralanmalıdır. Bu durum, Dünya adlı küre için de geçerlidir (Şekil 35) ama bir noktaya kadar; başlıca anormallikler Dünya'nın en üst katmanı, kabuğu ile ilgilidir.
1960 ve 1970'lerde Ay ve Mars'ın yaygın biçimde sondalarla incelenmesinden bu yana, jeofizikçilerin aklı Dünya'nın kabuğunun yetersizliği karşısında karışmışhr. Ay ve Mars'ın kabuklan, kütlelerinin yüzde lO'unu oluşturur; ama Dünya'nın kabuğu, Dünya'nın kara kütlesinin yüzde l'inin yarısı kadardır. 1988'de Caltech ve Urbana'daki Illinois Üniversitesinden Don Anderson önderliğindeki jeofaikçiler, Denver/Colorado'daki Amerikan Jt oloji Derneği toplantısında "kayıp kabuğu" bulduklarını açıkladılar. Depremlerin şok dalgalarını analiz ederek, bir zamanlar kabuğa ait olan malzemenin bathğını ve Dünya yüzeyinin 400 km alhnda yatmakta olduğu sonucuna varmışlardı. Dünya kabuğu-
nun kalınlığını on kat artıracak malzeme orada yatmaktadır, diye hesaplamışlardı. Ama bu bile, Dünya kabuğuna, kara kütlesinin yüzde 4'ten fazlasını katmayacaktı; yine de (Ay ve Mars'tan yola çıkarak) normalin ancak yansı kadar olacaktı; bu grubun bulgularının doğruluğu kanıtlansa bile Dünya kabuğunun yansı yine de kayıp kalacaktı. Bu teori aynı zamanda şu soruyu da cevapsız bırakmaktadır: Hangi güç, alt manto maddesinden daha hafif olan kabuk maddesinin -raporda söylendiği gibi- Dün- ya*nm yüzlerce kilometre içine "dalmasına" neden olmuştu? Ekibin önerisi, orada aşağıda yatan kabuk maddesi, kabuktaki yank- lann olduğu yerlerden "Dünya'nın içlerine dalan kocaman kabuk dilimleri" içermektedir, biçimindeydi. Ama kabuğu böylesi- ne "kocaman dilimler" hâlinde kıran hangi güçtü?
Dünya kabuğuyla ilgili bir diğer anormallik ise, tek tip olmayışıdır. "Kıtalar" dediğimiz kısımlarda, kalınlığı 19 km ile 70 km arasında değişir; ama okyanusların kapladığı alanda kabuğun kalınlığı sadece 5,5 ilâ 8 km arasındadır. Kıtaların ortalama yükseltisi 800 m civarında iken, okyanusların ortalama derinliği 4.400 metredir. Bu olguların birleşimi şu sonucu verir: Daha kaim olan kıta kabuğu mantonun iyice içlerine doğru uzanmaktayken, okyanus kabuğu ise katılaşmış madde ve tortulardan oluşan incecik bir katmandır (Şekil 36).
Şekil 36
Kıtalann olduğu yerdeki Dünya kabuğu ile okyanuslann olduğu yerdeki kabuk arasında başka farklar da vardır. Büyük ölçüde graniti andıran kayalar içeren kıta kabuğu, mantonun bileşimine kıyasla nispeten hafiftir: Ortalama kıta yoğunluğu santimetre küp başına 2,7-2,8 gramdır, halbuki mantonun yoğunluğu santimetre küp başına 3,3 gramdır. Okyanus kabuğu, kıta kabuğundan daha ağır ve daha yoğundur; ortalama santimetre küp başına 3,0 ila 3,1 gramdır; dolayısıyla bazalt ve diğer yoğun kayalardan oluşan yapısıyla kıta kabuğundan çok mantoya benzer. Bilimsel ekibin yukarıda sözü geçen, mantonun içine dalmış "kayıp kabuğunun"; yapısal bakımdan kıta kabuğuna değil de okyanus kabuğuna benzer olduğunu belirtmeye değer.
Bu ise bizi, Dünya'nın kıta ve okyanus kabuklan arasındaki önemli bir başka farklılığa getirir. Kabuğun kıta kısmı, sadece daha hafif ve daha kalın olmakla kalmayıp, aynı zamanda kabuğun okyanus kısmına göre daha da yaşlıdır. 1970'lerin sonunda bilimciler arasındaki oybirliği, günümüz kıta yüzeyinin yaklaşık 2,8 milyar yıl önce oluştuğu yolundaydı. Tüm kıtalarda bulunan, neredeyse bugünkü kadar kalın olan kıta kabuğunun kanıtlan je- ologlarca Arkean Kalkanı olarak anılır; ama bu alanlar içinde 3,8 milyar yaşında olduğu ortaya çıkan kabuk kayaları bulunmuştur. Ancak 1983'te Avustralya Ulusal Üniversitesinden jeologlar bah Avustralya'da, yaşının 4,1 ila 4,2 milyar yıl olduğu tahmin edilen bir kıta kabuğunun kaya kalınhlannı buldular. 1989'da yeni, gelişmiş metotlarla birkaç yıl önce kuzey Kanada'dan (St. L<r uis'deki Washington Üniversitesi ve Kanada Jeolojik Tarama Ku- rumundan araşhrmacılar tarafından) toplanan taş örneklerinden, kayalann 3,96 milyar yıl olduğu hesaplanmışhr; Washington Üniversitesinden Samuel Bowering bölgenin yakınındaki kayaların yaklaşık 4,1 milyar yaşında olduğunun kanıtlarını bildirmiştir.
Bilimciler, Dünya'nın yaşı (Arizona'daki Meteor Kraterinde bulunanlar gibi meteor parçalan 4,6 milyar yaşında olduğunu göstermektedir) ile bugüne dek bulunan en eski kayalann yaşı arasındaki 50 milyon yıllık boşluğu açıklamakta hala güçlük çekiyorlar; ancak açıklama ne olursa olsun, Dünya'nın kıta kabuğu-
nu en azından 4 milyar yıl önce edinmiş olduğu arhk karşı konulmaz bir gerçektir. Öte yandan, okyanus kabuğunun hiçbir parçasının 200 milyon yıldan daha eski olduğu bulunamamışhr. Bu, yükselen ve batan kıtalarla, oluşan ve yok olan denizler hakkında ne kadar spekülasyon yapılırsa yapılsın açıklanamayacak kadar muazzam bir farkhr. Birisi, Dünya kabuğunu bir elmanın kabuğuyla kıyaslamış. Okyanusların olduğu yerde "kabuk" tazedir; deyim yerindeyse, dün doğmuştur. İlksel zamanlarda okyanusların oluşmaya başladığı yerdeki "kabuk" ve "elma"nın büyük bir kısmı, kesilip çıkarhlmış gibi görünmektedir.
Kıta ve okyanus kabuklan arasındaki farklar, daha erken dönemlerde daha büyük olmalıdır; çünki kıta kabuğu doğa güçlerinin etkisiyle sürekli aşınmaktadır ve aşınan toprakların büyük kısmı okyanus çukurlarına taşınmakta, okyanus kabuğunun kalınlığını artırmaktadır. Dahası, okyanus kabuğu; deniz tabanındaki faylardan taşıp çıkan erimiş bazalt kayalar ve silikatların kabarmasıyla sürekli zenginleşmektedir. Sürekli yeni okyanus kabuğu katmanları yayan, okyanus kabuğuna bugünkü. şeklini veren bu süreç 200 milyon yıldan beri sürmektedir. Ondan önce denizlerin dibinde ne vardı? Yoksa hiçbir kabuk yoktu da, Dünya' nın yüzeyinde açık bir "yara" mı vardı sadece? Ve bu sürgit okyanus kabuğu oluşumu, derinin delinip yaralandığı yerde, kanın pıhhlaşma sürecine benzetilebilir mi?
Canlı bir gezegen olan Gaia, yaralarını iyileştirmeye mi çalışıyor?
Dünya yüzeyinde böylesine "yaralı" en bariz yer, Pasifik Okyanusu'dur. Okyanus kısımlarındaki kabuk yüzeyinin ortalama dalışı 4 km civarındayken; Pasifik'te kabuk, bugün bazı noktalarda 11 km'ye varacak biçimde oyulmuştur. Eğer Pasifik'in tabanından son 200 milyon yıl içinde biriken kabuğu kaldırabilsey- dik, su yüzeyinden 19 km dibe ve kıta yüzeyinden ise 32 ile 96 km derinliğe varırdık. Bu, bir hayli büyük bir oyuktur... Geçen 200 milyon yıl içinde oluşan kabuk birikiminden önce ne kadar derindi?' 500 milyon yıl önce, bir milyar yıl önce, 4 milyar yıl önce "yara" ne kadar büyüktü? Daha da derin olduğunu söylemek dışında, kimse ^ahmin bile edemez.
Kesinlikle söylenebilecek şey, oyulrnarun daha yaygın olduğu, gezegenin yüzeyinin daha geniş bir kısmını etkilediğidir. Şu an Pasifik Okyanusu, Dünya yüzeyinin üçte birini kaplamaktadır ama (son 200 milyon yıldan anlaşılabildiği kadanyla) büzülmektedir. Büzülmenin nedeni, çevresini saran kıtalann -doğuda Amerika, bahda ise Asya ve Avustralya·· birbirlerine gittikçe yak- laşmalan, Pasifik'i yavaşça ama acımasızca sıkışhrmalan, boyut- lannı her yıl santim santim azaltmalandır.
Bilim ve bu süreçle ilgili açıklamalar, Plaka Tektoniği teorisi olarak bilinmektedir. Bunun kökeni, Güneş Sisteminin incelenmesinde olduğu gibi, gezegenlerin tek tip, düzenli, kalıa şartlar içerdiği fikrinin; sadece flora ve faunanın ("") değil, aynı zamanda üstlerinde evrimleştikleri kürelerin de "canlı varlıklar" olarak büyüyebilip küçülebildikleriyle, bereketlenip kısırlaşabildikle- riyle, hatta doğup ölebildikleriyle ilgili evrimleşme, felaketler ve değişim içerdikleri fikri uğruna terk edilmesinde yatar.
Genelde kabul edildiği şekliyle yeni plaka tektoniği bilimi, başlangıanı Alfred Wegener adlı Alman meteoroloğa ve 1915'te yayınlanan Die Entstehung der Kontinente und Ozeane (Kıtalar ve Okyanuslann Oluşumu) adlı kitaba borçludur. Kendisinden öncekiler gibi, onun da başlangıç noktası; güney Atlantik'in her iki yanında yer alan kıtalann dış hatlan arasındaki bariz "uyum"du. Ama Wegener'in fikirlerinden önce, Çözüm; kıtalann veya· kıta köprülerinin batarak ortadan kaybolduğunu iddia etmekti: kıta- lann zamanın başlangıcından bu yana olduklan yerde kaldıklan- na inanılmaktaydı, ama orta kısım deniz dibine batmış ve kıtalara sanki ayrılmış gibi bir görüntü vermişti. Wegener ise Atlantik'in iki yakası arasındaki flora ve fauna verilerinden bir hayli jeolojik "eşler'' toplayarak Pangaea fikrini ortaya ath: Bir süperkıta, şu an var olan tüm kıta kütlelerini sanki parçalı bulmacaymışçasına biraraya getirebileceği tek, kocaman bir kıta kütlesi. Kürenin yansını kaplayan Pangaea, ilksel Pasifik Okyanusu ile çevrelen- mekteydi, diye önerdi Wegener. Sulann ortasında bir buz sahrası gibi yüzen, tek parça kıta kütlesi bir dizi çatlamalardan ve iyi-
(0) Aora: telli bir Mlg^e ya da çağda yeti^n bitkiler Hmü.
Fauna: Belli bir bölgede yetişen hayvanların tümü. (Ç.N.)
Şekil 37
leşmelerden geçti; sonunda 225 milyon yıl öncesinden 65 milyon yıl önekine dek süren jeolojik dönem olan Mezozoik Çağda (•) kesin ve son kırılmasını yaşadı. Parçalar yavaş yavaş sürüklenmeye başladılar. Antarktika, Avustralya, Hindistan ve Afrika kırılmaya ve ayrılmaya başladı (Şekil 37a). Ardından Afrika ve Güney Amerika ayrıldı (Şekil 37b); Kuzey Amerika, Avrupa'dan uzaklaşmaya başlamış ve Hindistan ise Asya'ya doğru savrulmuştu (Şekil 37c) ve böylece kıtalar, bugün bildiğimiz biçime yerleşene dek sürüklenmeye devam ettiler (Şekil 37d).
Pangaea'run birkaç ayn kıtaya ayrılmasına, kara kütlesinin ayrılan parçalan arasında su kütlelerinin açılıp kapanması eşlik ediyordu. Zamanla (eğer bir kelime uydurmama izin verirseniz) tekil "Panokyanus" da bir dizi birbirine bağlanan okyanus veya (Akdeniz, Karadeniz ve Hazar Denizi gibi) kapalı denizlere ve
(•) İkinci uman; Mnozoik ve paleozoik dedeler arasmda hl^, çiçekli bitkilerin ve dev memelilerin ortaya çıktıyla belirlenen dewe. (Ç.N.)
Atlantik ve Hint Okyanuslan şekillenirken büyük su alanlanna aynldı. Ama tüm bu su alanlan, hal! mevcut olan Pasifik Okya- nusu'nun, orijinal "Panokyanus"un "parçalan"ydılar.
Wegener'in btalan, Dünya'nın kalıcı olmayan pzeyi ^ tünde kayan "çatlamış bir buz sahrasının parçalan" olarak görüşü, zamanın jeologlan ve paleontologlan tarafından horgörü, hatta alayla karşılanmışb. Kıtasal Kayma fikrinin bilim çevrelerine kabul edilmesi yanın asır sürdü. Değişen tavrın ortaya çıkmasına yardım eden şey, 1960'larda okyanus tabanlannın taranmasının Orta Atlantik Sırtı gibi yüzey özelliklerini ortaya çıkarma- sıydı; bunun, Dünya'nın iç kısımlanndan yükselen erimiş kaya ya da "magma" tarafından oluşturulduğu varsayılmaktadır. Atlantik'te olduğu gibi, neredeyse tüm okyanus boyunca uzanan bir yanktan sızan magma soğumuş ve bir bazalt kaya sırtı oluşturmuştur. Ama bir kabarmayı diğeri izledikçe, sırtın eski kıyılan yeni magma akışına yol açmak için bir yana veya diğer yana doğru itilmiştir. Okyanus tabanlannın incelenmesindeki büyük bir ilerleme, Haziran 1978'de fırlatılan ve üç ay boyunca Dünya yörüngesinde kalan oşinografik (,.) uydu Seasat'ın yardımıyla meydana geldi; verileri deniz tabanı haritalan çıkartmakta kullanıldı ve sırtlan, gedikleri, deniz dağlan, su alh volkanlan ve çatlak bölgeleri ile okyanuslanmız hakkında tamamen yeni bir anlayış kazanmamızı sağladı. Soğuyan ve kablaşan her bir magma kabarmasının o sıradaki konumunun manyetik yönünü koruduğunun keşfedilmesini, neredeyse birbirine paralel olan böyle manyetik çizgilerin belirlenmesi izledi, böylece okyanus tabanının süregelen genişlemesi için yönlendirici bir harita ve aynı zamanda bir zaman cetveli elde edilebildi. Deniz tabanının Atlantik'teki bu genişlemesi; Afrika ve Güney Amerika'yı birbirinden ayıran ve Atlantik Okyanusu'nun (ve devam eden genişlemesinin) yarahlışında büyük bir faktördü.
Ay'ın kütle çekimi, Dünya'nın dönüşü ve hatta altta yatan mantonun hareketleri gibi diğer kuvvetlerin de, kıta kabuğunun parçalanıp aynlmasında ve kıtalann kaymasında rol oynadığına (")Oşinografi, anadenizbilim: Anadeniz ve denizlerin fiziksel, kimyasal ve dirim- bilimsel özeUikleri üzerinde deneyci araşh^alar yapan bilim kolu. (Ç.N.)
Şekil 38
inanılmaktadır. Bu kuvvetler etkilerini, doğal olarak, Pasifik bölgesine de yüklemektedirler. Pasifik Okyanusu'nda, Atlantik Okyanusunu genişletmede iş gören okyanus ortası sırtlar, çatlaklar, su alh volkanları ve diğer yüzey şekillerinin daha fazla sayıda olduğu ortaya çıkh. Öyleyse, tüm kanıtların gösterdiği gibi, Pasifik'i çevreleyen kıta kütleleri (Atlantik'i çevreleyen kıtaların yapmış olduğu gibi) niçin birbirinden ayrılmamış, aksine Pasifik Okyanusunun boyutlarını yavaş yavaş ama kesin bir şekilde azaltarak birbirlerine yaklaşmaktadır?
· Açıklamayı, kıtaların sürüklenmesi ile ilgili Plaka Tektoniği Teorisine eşlik eden bir teoride buluruz. Kıtaların, Dünya kabu- ğunın dev, hareketli "plaka"ları üstünde durduğu kabul edilir; okyanuslar da böyledir. Kıtalar sürüklendiğinde okyanuslar genişler (Atlantik) veya daralır (Pasifik), bunun alhnda yatan neden üstlerinde durdukları plakaların hareketidir. Günümüzde bilimciler alh büyük plaka (bazıları alt parçalara da ayrılmışhr) olduğunu kabul etmektedirler: Pasifik, Amerika, Avrasya, Afrika, Hint-Avustralya ve Antarktik (Şekil 38). Atlantik Okyanusunun deniz tabanının yayılması, Amerika'yı Avrupa ve Afrika'dan santim santim uzaklaştırmaya devam etmektedir. Bunun sonucunda Pasifik Okyanusu'nun daralmasının; Pasifik plakasının, Amerikan plakası alhna dalmasıyla mümkün olduğu arhk kabul
GAİA: OYULMUŞ GEZEGEN edilmektedir. Bu, Pasifik kenan boyunca meydana gelen kabuk kaymalannın ve depremlerin başlıca sebebi olduğu kadar, bu kenar boyunca uzanan büyük dağ sıralarının yükselmesinin de sebebidir. Hint plakasının Avrasya plakası ile çarpışması, Himala- yalan yaratmış ve Hint alt plakasının, Asya plakasına kaynamasına sebep olmuştur. 198S'te Comell Üniversitesi bilimcileri, bab Afrika plakası Amerikan plakasına bağlı olduğu yerden, yaklaşık elli milyon yıl önce ayrılmaya başladığında, Kuzey Amerika'nın Florida ve güney Georgia alanlannı "hibe ederek" koptuğunu kanıtlayan "jeolojik ek yeri"ni keşfettiler.
Bazı değişikliklerle, Wegener'in Dünya'nın başlangıçta çevresini tek bir okyanusun sardığı tek bir kara kütlesi içerdiği hipotezini, bugün nerdeyse tüm bilimciler kabul etmektedir. Gerçi şu anki deniz tabanının (jeolojik açıdan) genç yaşı (200 milyon yıl) hesaba kahlmıyor ama bilginler, bir zamanlar Dünya'da ilksel bir okyanus olduğunun izlerinin, okyanuslann yeni örtülen derinliklerinde değil de kıtalarda sürülebileceğini kabul etmekteler. En genç kayalann 2,8 milyar yaşında olduğu Arkean Kalkan bölgeleri iki tür kuşak içerirler: yeşiltaş ve granit-gnays. Mart 1977'de Scientific American'da yazan Stephen Moorbath ("En Eski Kayalar ve Kıtalann Büyümesi") jeologlann "yeşiltaş kuşağı ka- yalannın ilkel okyanus ortamında çökeldiğine ve kadim okyanusları temsil ettiğine; ve granit-gnays bölgelerinin kadim okya- nuslann kalınhlan olabileceğine inandıklanru" bildirmekteydi. Neredeyse tüm kıtalardaki yaygın kaya kayıtlan, bunlann üç milyar yıl önce okyanus suyuna bitişik olduklanru göstermektedir; güney Afrika'daki Zimbabwe gibi yerlerde tortul kayalann yaklaşık 3,5 milyar yıl önce büyük su kütleleri içinde biriktikleri görülmektedir. Ve bilimsel veri elde etmedeki en son ilerlemeler, -ilksel okyanuslar içinde çökelmiş kayalan da içeren- Arkean ku- şaklannın yaşının 3,8 milyar yıl önceye kadar gittiğini ortaya çıkardılar (Scientific American, Eylül)983; özel sayı: "Dinamik Dünya").
Kıtasal sürüklenme ne zamandır devam etmektedir? Bir Pangaea var mıydı?
Yukarıda sözü edilen çalışmasında Stephen Moorbath, kıtasal parçalanma sürecinin yaklaşık 60 milyon yıl önce başladığı çıkarımını öne sürdü: "Bundan önce Pangaea diye bilinen muazzam bir süperkıta ya da muhtemelen iki süper kıta vardı: Kuzeyde Laurasia ve güneyde Gondwanaland." Bilgisayar simülasyon- ları kullanan başka bilimciler, 550 milyon yıl önce Pangaea veya iki bağlanhlı parçasının bugün olduğundan daha az ayn olmadıklarını önerdiler; çünki öyle ya da böyle plaka tektoniği süreci en azından dört milyar yıldan beri sürüyor olmalıydı. Ama kuru kara kütlelerinin ilk olarak tek bir süperkıta ya da sonradan birleşen ayn kara kütleleri olup olmadığı, tek bir kara kütlesini çevreleyen bir süperokyanusun ya da birkaç kum kara arasmda ^- nan su kitlelerinin olup olmadığı sorusu, Moorbath'ın deyimiyle "tavuk-yumurta" probleminden pek farklı değildir: "Hangisi öncedir? Kıtalar mı yoksa okyanuslar mı?"
Modem bilim, kadim metinlerde ifade edilen bilimsel fikirleri böylece doğrulamaktadır ama kara kütlesi/ okyanus sıralanışını çözebilmek için yeterince geriye bakamıyor. Eğer her modem bilimsel keşif, kadim bil^m şu ya da bu uns^rnu doğruluyor görünüyorsa, bu durumda niçin kadim cevabı kabul etmeyelim: Dünya'nın yüzeyini kaplayan sular -"üçüncü gün" ya da safhada- kuru toprağı ortaya çıkarmak üzere Dünya'nın bir yanına doğru toplandılar. Ortaya çıkmayan kuru karalar, birbirinden ay- n kıtalardan mı yoksa tek bir süperhtadan, Pangaea' dan mı oluşmaktaydı? Aslında bu kadim bilginin doğrulanması açısından pek gerekli olmasa da, Greklerin Dünya fikrini ele almak ilginçtir: Dünya'nın küre değil de bir disk olduğu inancına yönelmiş olsalar da, onu, sularla çevrili, kah temeli olan bir kara kütlesi olarak düşünmekteydiler. Bu fikir de, Grek biliminin çoğu fikri gibi, daha eski ve daha doğru kaynaklardan alınmışhr. Eski Ahit'in tekrar tekrar Dünya'nın "temellerinden" söz ettiğini ve Dünya'nın ilk zamanlardaki şekli ile ilgili bilgiyi şu dizelerde ifade ettiğini görürüz:
Rab'bindir yeryüzü ve onun doluluğu Dünya ve onda oturanlar;
Çünki onu denizler üstüne kurdu ve ırmaklar üzerinde onu durdurdu.
(Mezmur 24:1-2)
Hem "Arz" gezegeni hem de "toprak, yer'' anlamına gelen Eretz kelimesine ek olarak, Tekvin'deki anlahm, sulann Yaba- şah'ın ortaya çıkmasına izin vermek için ''bir yere biriktiğini" belirtirken Yabaşah -harfiyen "kurutulmuş kara kütlesi"- terimini kullanır. Ama Eski Ahit boyunca bir başka terim, Tebel, Dün- ya'nın üstünde yaşanabilir, işlenebilir ve İnsanoğluna yararlı (cevher kaynağı anlamına da gelir) olan kısmını anlatmak için sık sık kullanılır. Genellikle "toprak" veya "yerküre" diye tercüme edilen Tebel terimi, çoğunlukla Dünya'nın sulak kısımlanndan ayn olan kısımlan için kullanılır; bu Tebel'in "temelleri", deniz havzalan ile yan yanadır. Bu, Davud'un Şarkısı'nda en iyi biçimde ifade edilir (il. Samuel 22:14-16 ve Mezmurlar 18:14-15)
Rab göklerden gürledi,
Ve Yüce Olan ses verdi.
Oklar salınıp onlan dağıtb;
Şimşek salıp onlan bozgun etti.
Denizin derinlikleri görüldü
ve Tebel'in temelleri açıldı.
Bugün "Dünya'nın temelleri" hakkında bildiklerimizle, Te- bel kelimesi; temelleri -tektonik plakalan- sulann ortasında olan kıtalar kavramını açıkça aktarmaktadır. En son jeolojik teorilerin, 300 yıllık bir mezmurda yankılandığını keşfetmek ne heyecan verici!
Tekvin'deki anlahm, sulann Dünya'nın bir yerine ''biriktiğini" ve böylece kuru karalann ortaya çıkabildiğini açıkça belirtir; bu ise, sulann içine toplanabileceği bir oyuğun varlığını ima eder. Neredeyse Dünya yüzeyinin yansını kaplayan böyle bir oyuk; biraz daralamış ve büzülmüş olarak, Pasifik Okyanusu biçiminde hala mevcuttur.
Niçin, dünya kabuğuyla ilgili olarak bulunan kanıtlar, Dün-
ya'run ve Güneş Sisteminin tahmini yaşı olan 4,6 milyar yıl yerine, 4 milyar yıldan daha eski değildir? 1967 yılında Prince- ton/New Jersey'de, NASA ve Srnithsonian Enstitüsü himayesinde düzenlenen ilk Yaşamın Kökeni konferansı, bu soru üstünde uzun uzadıya durdu. Eğitimli kahlırncılann oluşturabildikleri tek hipotez, Dünya'nın bir "felakete" maruz kaldığı yolundaydı. Dünya atmosferinin kökeni hakkındaki tarhşrnalarda, varılan oybirliği; bunun volkanik faaliyet sonucu "sürekli gaz çıkartma- sı"ndan değil (Harvard Üniversitesinden Rayrnond Siever'in sözleriyle) "nispeten daha erken ve daha büyük bir gaz çıkartma döneminin... artık Dünya atmosferinin ve çökeltilerinin karakteristiği olan büyük bir gaz geğirrnesi"nin sonucu olduğu şeklindeydi. Bu ''büyük geğirrne"nin tarihi de kayalar tarafından kaydedilen felaket ile aynı idi.
Dolayısıyla, Dünya kabuğunun kırılması, plaka tektoniği süreci, kıta ve okyanus kabuklan arasındaki farklar, suların altından bir Pangaea'nın ortaya çıkışı, onu çevreleyen ilksel okyanus gibi aynntılanyla modern bilimin bulguları, kadim bilgiyi doğrulamaktadır. Bu bulgular, tüm disiplinlerden bilimcilerin şu sonuca varmasına da yol açmıştır: Dünya'nın kara kütlelerinin, okya- nuslannın ve atmosferinin evrimleşme biçiminin tek açıklaması, yaklaşık dört milyar yıl önce -Dünya'nın Güneş Sisteminin bir parçası olarak başlangıçtaki oluşumundan yaklaşık yanın milyar yıl sonra- bir felaketin meydana geldiğini varsaymaktır.
Bu felaket neydi? İnsanoğlu, altı bin yıldır Sümerlilerin verdiği cevaba sahiptir: Nibiru/Marduk ve Tiamat arasındaki Göksel Savaş.
Bu Sümer kozrnogonisinde, Güneş Sisteminin üyeleri; yaratılmaları doğumla kıyaslanan, mevcudiyetleri canlı varlıklarrnış- çasına anlatılan eril ve dişil göksel tanrılar olarak resmedilir. Enu- w eliş metnmde, bilhas» Tiarnat; başını "yükselttiği" Kingu'nun çektiği on bir uydudan oluşan bir orduyu, "güruhu"nu doğuran bir anadır. Nibiru/Marduk ve güruhu ona yaklaştıkça, ''Tiarnat öfkeyle bir kükredi, ayaklarının kökü ileri geri sallandı ... saldırgana karşı sürekli lanetler savurdu." "Efendi onu yakalamak için ağını yaydığında", "Kötü Rüzgar'ı, en arkadakini, onun yüzüne
doğru fırlatb, Tiamat ağzını açıp onu yutmaya kalkınca"; ancak Nibiru/Marduk'un diğer "rüzgarlan", "onun göbeğine saldırdı" ve ''bedeni ayrıldı". Aslında, istilacıya dış gezegenlerce verilen emir "git ve onun yaşamına son ver!" idi; o ise bunu "onun içini parçalayıp, kalbini yararak. .. " başardı: "Onu böyle alt edip, yaşam nefesini söndürdü."
Gezegenlerin, özellikle Tiamat'ın doğabilen ve ölebilen canlı varlıklar olarak görülmesi, uzun zaman boyunca ilkel paganizm diye bir kenarda bırakılmışb. Ama gezegensel sistemle ilgili son yıllardaki keşifler, dünyalarla ilgili olarak "canlı" sözünün sık sık tekrarlandığını ortaya çıkarrnışbr. Dünya'nın bizzat canlı bir gezegen olduğu, 1970'lerde James E. Lovelock tarafından Ga- ia Hipotezi ile [Gaia-A New Look at Life on Earth (Gaia-Dünya'da Yaşam'a Yeni Bir Bakış)] güçlü bir biçimde öne sürülmüş ve kısa süre önce The Ages of Gaia: A Biography of Our Living Earth (Ga- ia'nın Çağlan: Yaşayan Dünyamızın Biyografisi) ile daha da güçlendirilmiştir. Bu, Dünya'yı ve onun üstünde evrimleşen yaşanu tek bir organizma olarak gören bir hipotezdir; Dünya, üstünde sadece hayat olan cansız bir küre değildir; kara kütleleri, okyanusları ve atmosferiyle, döteklediği ve desteklendiği flora ve faunasıyla bizzat canlı, tutarlı ve karmaşık bir bedendir. ''Dün- ya'da yaşayan en büyük yarabk", diye yazar Lovelock, "Dün- ya'nın kendisidir." Ve "Greklerin uzun zaman önce ona verdikleri adla, Gaia, Toprak Ana" kadim kavramını yeniden ele aldığını kabul eder.
Ama aslında, Sümer zamanına dek, onların oyulan gezegen hakkındaki kadim bilgisine dek geri gitmiştir.
YARATILIŞ'IN TANIGI
Belki de Yaratılışçılık'a aşın bir tepki olarak, bilimciler Tek- vin'deki hikayenin gerçek değil bir iman meselesi olduğunu dü- şünegelmişlerdir. Ancak Apollo astronotlan tarafından Ay'dan getirilen taşlardan birinin neredeyse 4,1 milyar yaşında olduğu ortaya çıkınca, taşa "Yaratılış Taşı" adı verildi. Apollo 14 astro- notlan tarafından toplanan ay toprağı örnekleri içinde kuru fasulye şeklini andıran küçük bir yeşil cam parçası bulununca, bilimciler ona "Yaratılış fasulyesi" adını verdiler. Öyle görünüyor ki, tüm itirazlara ve sakınmalara rağmen, bilimsel çevreler bile Tekvin Kitabı'nda anlablanlann altında ilksel bir hakikatin olduğu yolundaki eski inanç ve inanışlardan, sezgilerden veya belki de insanoğlu denilen türün genetik hafızasından kaçamıyor.
Ay, Dünya'nın sürekli refakatçisi haline gelmesine rağmen -çeşitli teorileri birazdan inceleyeceğiz- o da, Dünya gibi, aynı Güneş Sistemine aittir ve her ikisinin tarihçesi, onun yaratılışına dek gider. Dünya üstündeki aşınmaya, doğa güçleri kadar onun üstünde evrimleşen ve bu yarablışın kanıtlannın çoğunu ortadan kaldıran yaşam da neden olur, gezegeni değiştiren ve yüzünü yenileyen afet benzeri olaydan ise hiç söz etmeyelim. Ama Ay'ın şu bozulmamış haliyle değişmeden kaldığı varsayılır. Ne rüzgar, ne atmosfer, ne su ne de diğer aşındıncı kuvvetler vardır. Ay'a bir göz atmak, Yaratılış'a göz atmakla eşdeğerdir.
İnsanoğlu Ay'a ilk önce çıplak gözle, sonra da Dünya üstündeki cihazlarla çağlardan beri bakmaktadır. Uzay çağı, Ay'ı daha yakından incelemeyi mümkün kıldı. 1959 ve 1969 arasında, birçok Sovyet ve Amerikan insansız uzay aracı, ya çevresinde yörüngeye girerek ya da üstüne konarak Ay'ı inceledi ve fotoğraf-. ladı. Derken İnsanoğlu 20 Temmuz 1969'da Apollo 11'in iniş mo-
Resim D
dülünün Ay yüzeyine konması ve Neil Armstrong'un tüm dünyaya duyurduğu şu sözlerle Ay'a ayak bastı: "Houston! Burası Sükûnet Denizi Kartal kondu!"
Toplam altı Apollo uzay aracı, Ay'a toplam on iki astronot indirdi; son insanlı uçuş Aralık 1972'deki Apollo 17 idi. İlk uçu- şun, esasen "Ay yarışında Ruslan geçmek" niyetini taşıdığı kabul edilir, ancak Apollo programı ilerledikçe uçuşlar gittikçe daha bilimsel hâle geldi. Test ekipmanları ve deneyler daha geliştirildi, iniş alanlarının seçimi daha bilimsel yönelimli hâle geldi, incelenen alanlar yüzey araçlan yardımıyla genişledi ve kalış süresi saatlerden günlere uzadı. Hatta mürettebatın yapısı bile değişti; son uçuşa bir jeolog, Harrison Schmitt dahil edildi. Dünya'ya geri götürülecek kayaların ve toprağm yerinde seçilmesindeki; arkada bırakılan toz ve diğer Ay yüzey maddelerinin tanımlanmasında ve değerlendirilmesindeki; mevcut olmamaları hâlinde Ay'ın gerçek yüzünün hiç anlaşılmadan kalacağı topoğrafik yüzey şekillerini, yani tepeleri, vadileri, küçük kanyonları, dik hen-
dekleri ve dev kayalan (R«im D) seçmede ve tarif etaedeki uzmanlığına paha biçilmezdi. Uzun dönemler boyunca fenomenleri ölçmek ve kaydetmek üzere, Ay'da aygıtlar bırakıldı; Ay yüzeyinin delinmesiyle derin toprak örnekleri alındı; ama bilimsel açıdan en değerli ve ödüllendirici olan Ay'dan Dünya'ya geri getirilen 381 kg Ay taşlan ve toprağıydı. İncelenmeleri ve analiz edilmeleri, Ay'a ilk inişin yirminci yıldönümünün kutlandığı sıralarda hala sürmekteydi.
Ay üstünde "Yarahlış kayalarının" bulunacağı fikri NA- SA'ya Nobel adayı Harold Urey tarafından önerilmişti. Ay üstünden ilk toplanan sözde Yarahlış kayalarından birinin, Apollo programı ilerledikçe, en eskisi olmadığı ortaya çıktı. "Sadece" 4,1 milyar yaşındaydı, halbuki Ay'da daha sonra bulunan kayalar 3,3 milyar yıllık "yeni yetmelerden", 4,5 milyar yaşındaki "eski tüfeklere" kadar değişiklik göstermekteydi. Gelecekte daha yaşlı kayaların bulunabileceğini akıldan çıkarmayarak şöyle diyebiliriz: Ay' da bulunan en eski kayalar, onun yaşını; o güne dek ancak Dünya'ya çarpan meteoritlerin yaşından çıkarhlabilen Güneş Sisteminin tahmini yaşından -4,6 milyar yıl- 100 milyon yıl eksik olarak belirlemiştir.
Ay, ay inişlerinin kesinleştirdiği gibi, Yaratılış'ın Tanığıdır.
Ay'ın yaşının, yaratılışının zamanının belirlenmesi; Ay'ın nasıl yaratıldığı ile ilgili tartışmaları yoğunlaşhrdı.
James Gleick, The New York Times Bilim Servisi için Haziran 1986'da "Ay'ın kökeninin belirlenmesi ümidi; 1960'lardaki Apollo projesinin insanlı inişleri için, başlıca bilimsel temeldi." diye yazmıştı. Ancak bu "Apollo'nun cevaplayamadığı büyük soru" idi.
Nasıl olur da modem bilim, Güneş Sisteminin böylesine yakınında, böylesine incelenmiş, üstüne altı kez inilmiş bu aşınmamış ''Rosetta taşını" okur ve bu temel soruya bir cevap bulamazdı? Bu bulmacanın cevabı, görünen o ki, bulguların bir önyargılı fikirler takımına uygulanmış olmasıdır; bu fikirlerin hiçbiri de doğru olmadığından, bulgular soruyu cevaplayamamış gibi görünmektedir.
Ay'ın kökenine ilişkin ilk bilimsel teorilerden biri, Charles Darwin'in ikinci oğlu olan Sir George H. Darwin tarafından 1879'da yayınlandı. Babası Dünya üstündeki türlerin kökeni hak- kındaki teoriyi ortaya koyarken, Sir George, matematik analiz ve jeofiziksel teoriye dayanan Güneş-Dünya-Ay sistemi için bir köken teorisi geliştiren ilk kişiydi. Uzmanlık dalı gelgitlerdi; dolayısıyla Ay'ı güneşsel gelgitlerle Dünya'dan çekilen maddeden oluşmuş biçimde düşünmekteydi. Daha sonralan Pasifik Okya- nusu'nun, Dünya'nın gövdesinden "çekilip koparhlan" ve Ay haline gelen bu parçadan kalan yara izi olduğu öne sürüldü.
Britannica Ansiklopedisi'nin bir hayli yumuşakça belirtğti i gibi, bu "gerçek olması hiç de muhtemel görülemeyen bir hipotez" olmasına rağmen, bu fikir yirminci yüzyılda, aysal bulgular tarafından kanıtlanan ya da kanıtlanamayan üç münakaşadan biri olarak yeniden ortaya çıkh. Bir yüksek teknoloji adı verilip Fizyon Teorisi (ortadan ikiye ayrılma teorisi} denerek, bir farklılıkla yeniden canlandırıldı. Yeniden inşa edilen teoride, Güneş'in gelgit çekişi ile ilgili safiyane fikir bırakıldı; onun yerine Dünya'nın oluşumu sırasında çok hızlı dönerken iki cisim halinde ayrıldığı önerildi. Dönüş öylesine hızlıydı ki,,oluşmakta olan Dünya'dan kopan bir madde parçası, Dünya maddesinin cüs inin uzağında katılaşarak birleşti ve en sonunda kalıcı uydusu olarak büyük ikiz kardeşinin çevresinde yörüngede kaldı (Şekil 39).
"Kopan parça" teorisi, ister ilk halinde ister yenilenmiş halinde olsun, çeşitli disiplinlerden bilimciler tarafından reddedildi. Yaşamın Kökeni hakkındaki üçüncü konferansta (1970'te Ca- lifomia/Pacific Palisades'te yapıldı) sunulan çalışmalar; fizyo- nun nedeni olarak gelgit gücünün; beş Dünya yapıçapı bir uzaklığın ötesinde Ay'ın kökeni için izah olamayacağını kesinleştirdi; halbuki Ay, yaklaşık 60 Dünya yançapı kadar uzaktadır. Aynca bilimciler Kurt S. Hansen'in 1982'deki bir çalışmasının [Review of Geophysics and Space Physics (Jeofizik ve Uzay Fiziği dergisi), cilt 20) Ay'ın Dünya'ya asla 224.00 krn'den fazla yaklaşamayacağını kesin şekilde gösterdiğini düşünmekteydiler; bu da, Ay'ın bir zamanlar Dünya'run parçası olabileceğini söyleyen herhangi bir teoriyi geçersiz kılardı (Ay'ın Dünya'dan ortalama uzaklığı şim-
Şekil 39
di 384.00 km'dir ama bu uzaklık sabit değildir).
Fizyon Teorisi'ni önerenler, Roche limiti denilen (gelgit güçlerinin kütle çekim güçlerinin üstesinden geldiği mesafe) kavram tarafından daha da kısıtlanan uzaklık sorununun üstesinden gelebilmek için çeşitli varyantlar önerdiler. Ama fizyon teorisinin rum varyantlan, enerjinin korunumu kanununu ihlal etmesi nedeniyle reddedilmişlerdi. Teori, Dünya ve Ay'ı kendi eksenleri ve Güneş çevresinde döndürmek için var olan enerjide korunmuş olandan daha fazla açısal momentum gerektirmekteydi. Harvard-Smithsonian Gökfizik Merkezinden John A. Wood, Ori- gin of the Moon (Ay'ın Kökeni) (1986) adlı kitapta yer alan ''Dün- ya'nın Ay'ının Biçimlenmesi Hipotezlerine Bir Bakış" adlı makalesinde bu kısıtlamayı şöyle özetlemekteydi: ''Fizyon modelinin çok ciddi dinamik sorunlan var: Fizyonun, yani ikiye aynlmanın oluşması için Dünya; Dünya-Ay sisteminin şu an sahip olduğun- d^n dört kat fazla açısal momentuma sahip olmalıydı. Dünya'nın
YARATIUŞ'IN TANIGI ille başta böylesi aşın bir açısal momentuma neden sahip olduğunun ve bu fazla açısal momentumun fizyon gerçekleştikten sonra nereye gittiğinin iyi bir açıklaması yoktur."
Apollo programından Ay hakkında öğrenilen bilgiler, fiz- yon teorisini reddeden bilimciler kuyruğuna jeologları ve kimyacıları da ekledi. Ay'ın bileşimi birçok açıdan Dünya'yı andırmaktayken, bazı ana noktalarda farklıydı. Çok yakın akraba olduklarını belirtecek kadar "yakınlık" ama ikiz kardeşler olmadıklanru gösterecek kadar da farklılık vardır. Bu durum, fizyon teorisine göre Ay'ın ondan oluşmuş olması gereken Dünya kabuğu ve mantosu açısından bilhassa geçerliydi. Örneğin, Ay "siderofil" denilen tungsten, fosfor, kobalt, molibendwn ve nikel gibi el^ mentlere, Dünya kabuğunda ve mantosunda bulunana kıyasla çok az sahipken; alüminyum, kalsiyum, titanyum ve uranyum gibi "yansıhcı" elementlere de çok fazla sahiptir. Çeşitli bulguların son derece teknik bir özetinde ("Ay'ın Kökeni", American Scienti- st, Eylül-Ekim 1975) Stuart R. Taylor şöyle diyor: "Tüm bu nedenlerden dolayı, Ay'ın cüssesinin bileşimini, yeryüzü kabuğunun bileşimini eşleştirmek güçtür."
Giriş ve (yukarıda sözü edilen J. A. Wood'un makalesi gibi) özetler dışında, Origins of the Moon; Ekim 1984'te Kona/Hawa- ii'de düzenlenen Ay'ın Kökeni Konferansında albnış iki bilimci tarafından sunulan makalelerden derlenmişti; bu, yirmi yıl önce yapılan ve insanlı ve insansız Ay sondalarının bilimsel amaçlarını belirleyen konferanstan bu yana en kapsamlısıydı. Katkıda bulunan bilimciler, soruna çeşitli disiplinlerin bakış açısıyla yaklaşan makalelerinde, aynı şekilde fizyon teorisine karşı sonuçlar çıkarmışlardı. Dünya'nın üst kabuğunun bileşimi ile Ay'ınkinin kıyaslanması, Arizona Üniversitesinden Michael J. Drake'in de ^ lirttiği gibi Rotasyonel Fizyon hipotezini "şiddetle dışlamaktaydı".
Açısal momentum kanunlarına ek olarak Ay'a inişlerden sonra Ay'ın Dünya kabuğunun bileşimi ile kıyaslanması; ikinci favori teori olan Yakalanma teorisini de dışlamaktaydı. Bu teoriye göre, Ay; Dünya yakınında değil de dış gezegenler veya hatta onların da ötesinde oluşmuştu. Bir biçimde Güneş çevresinde elip-
tik bir yörüngeye fırlatılan Ay, Dünya'ya çok yaklaşhğında, Dün- ya'run kütle çekimine yakalanmış ve Dünya'nın uydusu haline gelmişti.
Bu teori, birçok bilgisayar çalışmasından sonra belirtildiği gibi, Ay'ın Dünya'ya doAru son derece yavaş yaklaşmasını gerektirmekteydi. Mars veya Venüs çevresinde yakalansın ve yörüngede kalsın diye fırlattığımız uydulardan pek de farklı olmayan bu yakalanma süreci, Dünya ve Ay'ın göreceli boyutlarını dikkate almada başarısız olmuştur. Dünya'ya göre .Ay (Dünya kütlesinin yaklaşık sekizde biridir) çok yavaş hareket ebnedikçe geniş bir eliptik yörüngeden çekilip alınamayacak kadar büyüktür; ama zaten, tüm hesaplamaların da gösterdiği gibi, sonuç yakalanma değil bir çarpışma olurdu. Bu teori, iki gök cisminin bileşimlerinin kıyaslanması ile bir kenara bırakıldı: Ay, Dünya'ya çok benziyor ama Dünya'dan çok uzakta doğan dıştaki gök cisimlerine hiç benzemiyordu.
Yakalanma Teorisi'nin enine boyuna incelenmesi şunu önermekteydi: Ay, Dünya'ya uzaklardan gelerek değil ancak Dünya'nın da oluştuğu aynı göksel bölgeden yaklaşırsa tek parça kalabilirdi. Bu çıkanın, -yakalanma teorisini önerenlerden biri olan- Goerge Mason Üniversitesinden S. Fred Singer tarafından bile, yukarıda sözü edilen konferans sırasında sunduğu makalede ("Ay'ın Yakalanma Yoluyla Kökeni") kabul edilmekteydi. "Düzensiz, güneş merkezli bir yörüngeden yakalanma; ihtimal dahilinde olmayıp, şart da değildir" diyordu; Ay'ın bileşimindeki gariplikler "Ay'ın Dünya benzeri bir yörüngede olmasıyla açıklanabilir"di: Ay, Dünya yakınlarında oluşmaktayken "yaka- lanmışh".
Fizyon ve yakalanma teorilerini öne sürenlerin söyledikleri, daha önceleri geçerli olan üçüncü ana teoriye, yani Ortak Doğum teorisine destek vermişti. Bu teorinin kökeni; Güneş Sisteminin zaman içinde Güneş ve gezegenleri oluşturacak biçimde katılaşan bir gaz nebulasından doğduğunu söyleyen Pierre-Simon de Laplace'ın on sekizinci yüzyılda önerdiği hipoteze dayanmaktaydı; bu, modem bilim tarafından korunan bir hipotezdi. Aysal hızlanmaların Dünya'nın yörüngesindeki düzensizliklere bağlı ol-
duğunu gösteren Laplace iki cismin yan yana, önce Dünya'nın ve sonra Ay'ın oluştuğu sonucuna varmışh. Dünya ve Ay kız kardeştir, ikili veya iki gezegenli sistemde ortakhr, birbirlerinin çevresinde "dans ederken" birlikte Güneş çevresinde dönmektedirler, diye önermişti.
Doğal uydulann ya da aylann, ana gezegen ile aynı ilksel maddenin kalınhlanndan kahlaşarak biçimlendiği; gezegenlerin aylannı nasıl edindikleriyle ilgili arhk genel olarak kabul edilen teoridir ve Dünya ve Ay'a da uygulanmalıdır. Pioneer ve Voya- ger uzay araçları tarafından bulunduğu gibi, dış gezegenlerin -öyle ya da böyle, kendi "ana" gezegenleriyle aynı ilksel maddeden biçimlenmiş olması gereken- aylan, ana gezegenlerine yeterince behzerdir ve aynı zamanda bpkı "çocuklar" gibi kendilerine has bireysel özelliklere de sahiptirler; bu durum, Dünya ve Ay arasındaki temel benzerlikler ve yeterli farklılıklar için de geçer- lidir.
Bilimcilerin, Dünya ve Ay'a uygulandığında bu teoriyi yine de reddetmelerine yol açan şey; onlann göreceli boyutlandır. Ay, Dünya için fazla büyüktür; sadece kütlesinin sekizde biri olmakla kalmayıp aynca çapının dört e biridir. Bu ilişki, Güneş Sisteminin diğer yerlerinde bulunanlara göre tamamen kural dışıdır. Her bir gezegenin tüm aylannın kütlesi (Plüton hariç), gezegenin kütlesine oranla verildiğinde, sonuçlar şöyledir:
Merkür 0,0 (ay yok)
Venüs 0,0 (ay yok)
DÜNYA 0,0122
Mars 0,002 (2 asteroit)
Jüpiter 0,002 1
Satürn 0,0020 5
Uranüs 0,00 17
Neptün 0,00130
Her bir gezegenin en büyük ayının boyutlannı, Dünya'ya göre Ay'ın boyutlanyla karşılaşhrmak (Şekil 40) anormalliği açıkça göstermektedir. Bu oranhsızlığın bir sonucu; bileşik Dün-
DUnya·ya oranla Ay
8 JiJpıter'e oranla Gaııymede
• Satürn'e oranla Tilan
e Uranüs'e oranla Tıtania
e Nepıün'e oranla Trııon
Şekil 40
ya-Ay sisteminde İkili Gezegen hipotezini desteklemek için gereğinden fazla açısal momentum olmasıdır.
Üç temel teorinin de gerekli kriterlerin bazılarını karşılayamaması karşısında insan düşünmeden edemiyor; nasıl oldu da Dünya bir uydu sahibi oldu... Böyle bir çıkarım, aslında bazılarını hiç rahatsız etmemektedir; bir karasal gezegenin (Dünya hariç) uydusu olmadığı gerçeğini işaret ederler; Mars çevresinde dolanan iki küçük cismin yakalanmış asteroitler olduğunu herkes kabul etmektedir. Eğer Güneş Sistemindeki koşullar, Güneş ve Mars (dahil) arasın<lflki gezegenlerin hiçbirinin ele alınan metotlardan -Fizyon, Yakalanma, Ortak Doğum- biriyle uydu elde edinebilecekleri türden değilse; bu aysız bölge içinde olduğuna göre Dünya da aysız olmak zorunda olmaz mıydı? Ama gerçek şu ki, bildiğimiz ve bildiğimiz yerindeki Dünya bir aya sahiptir ve bu, (oranlı açısından) tekmeleyip dışarı ahlamayacak kadar büyüktür. Öyleyse, açıklaması nedir?
Apollo programının bir başka bulgusu da ortak doğum teorisinin önünde dikilmektedir. Ay'ın yüzeyi kadar mineral içeriği de, Ay'ın iç kısmının kısmen erimesiyle yaratılan bir "magma okya- nusu"nu önermektedir. Bunun için, magmayı eritecek kadar yük-
sek bir ısı kaynağı gerekir. Böylesi ısı ancak afet veya katastrofik olayların sonucudur; ortak doğum senaryosunda ise böyle ısılar üretilmemiştir. Peki, magma okyanusunu ve Ay üstünde afetsel bir ısınmanın olduğunu gösteren kanıtlarını nasıl açıklarız?
Ay'ın doğru miktarda açısal momentum ve afetsel ısı üreten bir olayla doğmuş olması gereği; Büyük Darbe Teorisi adı verilen Apollo programı sonrası bir teoriye yol açh. Bu teori, Tusc- on/ Arizona'daki Gezegen Bilimleri Enstitüsünden jeokimyacı Wila m Hartmann ve meslektaşı Donald R. Davis'in 1975'te, Ay'ın yarahlmasında çarpışmaların ve darbelerin rol oynadığı ("Uydu Boyutlu Küçük Gezegenler ve Aysal Köken", lcarus, cilt 24) yolundaki önerilerinden geliştirilmişti. Hesaplamalarına göre, gezegenlerin küçük ve büyük asteroitler tarafından bombalanma oranı, gezegen oluşumunun son safhalarında, şimdikinden daha büyüktü; asteroitlerin bazıları çarphkları gezegenden parçalar kopartacak kadar büyüktü; söz konusu Dünya olunca, parçalanarak kopan kısım Ay haline gelmişti.
Bu fikir Harvard'dan Alastair G. W. Cameron ve Caltech'ten Wila m R. Ward adlı iki gökfizikçi tarafından ele alındı. "Ay'ın Kökeni" adlı çalışmaları (Lunar Sdence, cilt 7, 1976) Güneş Sisteminin dış kısmından gelen, rotası Güneş'e doğru olan, Dünya'ya saatte 40.00 km hızla yaklaşan gezegen boyutunda -en azından Mars gezegeni kadar büyük- bir Mm tahayyül eder; ancak, ^ killenen yörüngesinde olan Dünya, yolun ortasında durmaktaydı. Sonuçta "uçuran darbe" (Şekil 41) Dünya'yı hafifçe yana kay-
Şekil 41
dırdı ve (şu an 23,5 derece olan) ekliptik eğimini verdi; aynca her iki cismin de dış katmanlarını eritti, Dünya'run yörüngesi çevresine buharlaşmış kayalar fışkırmasına sebep oldu. Ay'ın oluşmasına yetecek olanın iki kah malzeme, süprüntüyü Dünya'dan uz.aklaşhran yayılan buhann gücüyle fışkırdı. Fışkıran bu malzemenin bir kısmı Dünya'ya geri düştü ama en sonunda soğuyup kahlaşarak Ay haline gelecek kadan kaldı.
Bu Çarpışma-Fışkırma teorisinin ortaya çıkardığı ç^itli ^ runlar yaz.arlan tarafından düzeltildi; aynca diğer bilimsel ekipler (önde gelenleri Caltech'ten A. C. Thompson ve D. Stevenson, Sandia Ulusal Laboratuvarlarından H. J. Melosh ve M. Kipp, Los Alamos Ulusal Laboratuvarından W. Benz ve W. L. Slattery) bilgisayar simülasyonlanyla bunu test ettikçe değişikliğe de uğradı.
Bu senaryoya göre (Şekil 42, toplam 18 dakika süren simü- lasyonun sıralanışını göstermektedir) darbe, her iki cismin erimesine sebep olan muazzam (belki de 6649°C) ısıyla sonuçlanmışh. Darbecinin cüssesi, eriyen Dünya'nın ortasına batlı; her iki cismin bir kısmı buharlaşh ve dışanya fırladı. Soğurken, Dünya darbecinin demir açısından zengin cüssesini çekirdeğinde yeniden biçimlendirdi. Dışan fışkıran malzemenin bir kısmı Dünya'ya geri düştü; çoğu darbecinin olan geri kalanı ise uz.akta soğudu ve kahlaşh: şimdi Dünya çevresinde dönen Ay haline geldi.
Orijinal Büyük Darbe hipotezinden bir başka büyük sapış; kimyasal bileşimler baskısını çözmek üzere, darbecinin, Güneş Sisteminin dış bölgelerinden değil de Dünya ile aynı göks^l bölgeden gelmesi gerektiğinin farkına varılmasıydı. Ama öyleyse, buharlaşhncı darbe için ihtiyacı olan muazzam momentumu nerede ve nasıl elde etmişti?
Aynca, Cameron'un bizzat Hawaii konferansındaki sunuşunda kabul ettiği gibi, akla yatkınlık sorunu vardı. "Gezegen sistemi dışından, yaklaşık Mars boyutunda veya daha büyük boyutta bir cismin, öne sürdüğümüz çarpışmaya kahlabilmek için uygun zamanda iç güneş sisteminde dolanmakta olması akla yatkın mıdır?" diye sormuştu. Gezegenler oluştuktan 100 milyon yıl sonra, yeni doğmuş Güneş Sistemi içinde yeterince gezegensel düzensizlik olduğunu ve büyük bir darbeci ve öne sürülen çar-
Şekil 42
pişmanın mevcudiyetini akla yatkın kılmaya yetecek kadar "ön- gezegensel kalıntı" olduğunu düşünüyordu.
Daha sonraki hesaplamalar, bu sonuçların ortaya çıkabilmesi için, darbecinin Mars'ın en azından üç kah olması gerektiğini gösterdi. Bu ise, Dünya yakınlannda böyle bir gök cisminin nerede ve nasıl birleşip büyüdüğü sorununu artırmaktaydı. Cevap olarak, Carnegie Enstitüsünden gökbilimci George Wetherill, geriye doğru hesapladı ve yeryüzü içeren gezegenlerin, yaklaşık beş yüz kadar gezegencikten oluşan bir gruptan evrimleşmiş olabileceğini buldu. Kendi aralannda tekrar tekrar çarpışan küçük aycıklar, gezegenlerin ve kendilerini bombardıman etmeye devam eden cisimlerin yapı taşlan olarak iş görmüşlerdi. Hesaplamalar, Büyük Darbe teorisinin Çarpışma-Fışkırma senaryosu ola-
rak düzeltilmiş versiyonunun akla yatkınlığını destekliyordu ama sonuçta ortaya çıkan muazzam ısı sorunu kalmışh. Wetherill "Böyl^i bir darberan ısısı, her iki cismi de eritmeliydi." diye ^ nuca varmışh. Bu ise a) Dünya'nın demir çekirdeğine nasıl sahip olduğunu, ve b) Ay'ın erimiş magma okyanuslarını nasıl elde ettiğini açıklayabilir gibi görünmekteydi.
Bu son versiyon da cevaplanamamış birçok kısıtlama içermesine karşın, 1984 yılı Ay'ın Kökeni konferansının birçok kah- lımcısı, konferans sona erdiğinde, çarpışma-fışkırma teorisini başı çeken öneri olarak kabul etmeye hazırdı; doğruluğuna ikna ol- duklanndan değil, çaresizlikten. Wood, özette şöyle yazar: "Bunun meydana gelmesinin nedeni, birkaç bağımsız araşhrmacının ay bilimcileri tarafından (en azından şuuralh seviyede) kabul edilen ortak doğum modelinin Dünya-Ay sisteminin açısal momentum içeriğini izah etmediğini göstermiş olmasıdır." Aslında, konferanstaki bazı katılımcılar, bizzat Wood da dahil, yeni teoride var olan zorlayıcı sorunlan görmüşlerdi. Wood'un işaret ettiği gibi "Demir, aslında kolayca buharlaşabilir; sodyum ve su gibi diğer buharlaşıcılarla aynı kaderi paylaşmalıydı."; başka bir deyişle, teorinin öne sürdüğü gibi hiç hasar görmeden Dünya'nın çekirdeğine batmazdı. Eğer Dünya erimiş olsaydı, Dünya kabuğundaki demir bolluğu bir yana, su bolluğundan bile söz edilemezdi.
Büyük darbe hipotezinin her bir varyanb, Dünya'nın toptan erimesini içerdiğinden, böyle bir erimenin başka kanıtlan da gerekliydi. ^ 1988 y^nda Berkeley /Cal^omia'da düzenlenen Dünya'nın Kökeni Konferansında yoğun bir şekilde bildirildiği gibi, böyle kanıtlar mevcut değildir. Eğer Dünya eriyip yeniden kahlaşhysa, kayalarındaki çeşitli elementler şu an olduklarından daha farklı biçimde kristalleşmiş olur ve belirli oranlarda yeniden ortaya çıkarlardı; ama durum böyle değildir. Bir başka sonuç ise, en ilkel meteoritlerde de bulunan Dünya' daki en ilksel madde olan kondrit maddesinin tahrif oluşu olurdu ama böyle bir tahrifat bulunmamışbr. Avustralya Ulusal Üri versitesinden A. E. Ringwood bu testleri; bir erime sonrasında Dünya'nın ilk kabuğunda biçimlenmiş olan bir düzine elemente kadcir genişletti ama
önemli derecede böylesi bir değişme bulunamadı. Bu bulguların Science dergisinde yayınlanan bir gözden geçirilişinde (17 Mart 1989), 1988'deki konferansta jeokimyaaların "dev bir darbe ve sonucunda Dünya'run kaçınılmaz olarak erimesinin, jeoki.mya- nın bildikleriyle hiç örtüşmediğinde hemfikir olduktan" belirtilmekteydi. "Özellikle de mantonun ilk birkaç yüz kilometresinin bileşimi, hiçbir zaman tamamen erimediğini ima etmektedir." Science dergisindeki yazarlar şu sonuca varmışlardı: "Jeokimya, bu nedenle ayın kökenini dev darbeyle açıklayan teorinin karşısında potansiyel bir engel olarak durmaktadır." "Bilim ve Teknoloji" de (The Economist, 22 Temmuz 1989) benzer şekilde çeşitli çalışmaların jeoki.myaalan "darbe hikAyesi konusunda eleştirel olmaya" yönelttiği bildirildi.
Önceki teoriler gibi Büyük Darbe teorisi de bazı kısıtları karşılarken bazılannı karşılamakta başansız oldu. Yine de insan sormadan edemiyor: Bu darbe-erime teorisi Dünya'ya uygulandığında sorunlar çıkartıyorsa, en azından Ay'da kanıtlanmış olan erime sorununu çözmesi gerekmez miydi?
Anlaşıldı ki, çözemiyordu. Termal incelemeler, Ay'ın gerçekten de büyük bir erime geçirdiğini belirtmektedir. 1984 yılındaki Ay'ın Kökeni konferansında NASA Johnson Uzay Merkezinden Alan B. Binder, "Belirtiler, Ay'ın eski tarihinde büyük ölçüde ya da tamamen erimiş olduğu yolundadır." demişti. Diğer bilimciler "eskiden, başlangıçta değil" diye karşı çıkblar. Bu önemli fark, hem Ay kabuğundaki gerilimlerle ilgili (Massachu- setts Teknoloji Enstitüsünden Sean C. Solomon'un) çalışmalara, hem de Comell Üniversitesinden D. L.Turcotte ve L. H. Kellog tarafından izotop oranlannm (aynı elementin atom çekirdekleri, farklı sayıda nötron içerdiklerinden farklı kütlelere sahip olduğu durum) incelenmesine dayanmaktadır. Bu çalışmalar, 1984 konferansında denildiğine göre "Ay için nispeten serin (soğuk) bir kökeni desteklemekteydi."
Peki, o zaman Ay'daki erimenin kanıtlan ne olacak? Bunla- nn oluştuğu konusunda hiç şüphe yoktur; bazılarının çapı yüzlerce mil olan dev kraterler, herkesin görebildiği şeylerin sesiz tanıklandır. Artık bilinmektedir ki denizler, su kitleleri değil Ay
yüzeyinin muazz.am darbelerle düzleşmiş alanlarıdır. Magma okyanusları vardır. Yüzeyin yüksek hızlı darbelerle (ısınl!l lav kaynağından farklı olarak) şok erimesinden kaynaklanan Ay yüzeyindeki taneciklerde ve kayalarda kaynamış camsı maddeler ve cam vardır. Yaşamın Kökeni hakkındaki üçüncü konferansta tam bir gün "Ay'daki Camlar" konusuna aynlmışb, konu bu kadar önemliydi. NASA ve Caltech'ten Eugene Shoemaker, Ay'da böyle "şok vitrifiye" camlar ve diğer erimiş kaya tipleriyle ilgili kanıtların bol olduğunu bildirmişti; camsı küreciklerde ve boncuklarda nikelin varlığı, darbecinin Ay' dan daha farklı bileşimde olduğunu önermekteydi çünki Ay'ın kendi kayalarında nikel bulunmuyordu.
Yüzey erimesine neden olan tüın bu darbeler ne z.aman meydana gelmişti? Bulguların gösterdiğine göre, Ay oluştuğunda değil, 50 milyon sonra. NASA bilimcileri 1972 yılındaki konferansta şöyle bildirmişlerdi: "Ancak o zaman Ay, sarsınblı bir evrimden geçti. En afet dolu dönem 4 milyar yıl önceydi; büyük şehirler ve küçük ülkeler boyutlarında gök cisimleri Ay'a çarpb- lar ve onun büyük havz.alarını ve yüksek dağlarını oluşturdular. Çarpışmalardan kalan büyük miktarda radyoaktif mineraller yüzey alhndaki kayaları ısıtmaya başladılar ve büyük bölümünü eriterek lav denizlerini yüzeyd^ki çatlaklardan yukarı çıkmaya zorladılar... Apollo 15, Tsiolovsky kraterinde, Dünya'daki herhangi bir toprak kaymasının alb kah büyüklüğünde toprak kaymaları olduğunu buldu. Apollo 16, Nektar Denizini yaratan çarpışmanın 160 km uz.ağa dek süprüntü biriktirdiğini bı,ıldu. Apollo 17, Dünya'dakinden sekiz kez daha yüksek bir uçurumun yanına indi.
Ay'daki en yaşlı kayaların 4,25 milyar yaşında olduğu hesaplandı; toprak parçacıkları 4,6 milyar yaşını göstermekteydi. Geri getirilen kayaları ve toprağı inceleyen bin beş yüz kadar bilimcinin hepsi, Ay'ın yaşının Güneş Sisteminin ilk şeklini aldığı z.amanlara dek gittiğinde hemfikirdi. Ama derken, 4 milyar yıl önce bir şey olmuştu. William Hartmann, Scientific American'daki (Ocak 1977) "Güneş Sisteminde Kraterleşme" adlı makalesinde, "Çeşitli Apollo analizcileri, ay taşı örneklerinin birçoğunun yaşı-
YARATIUŞ'IN TANICI nın dört milyanncı yılda oldukça kesin bir şekilde kesildiğini bulmuşlardır; daha yaşlı kayalardan pek azı hayatta kalabilmiştir." diyordu. Yoğun darbelerle biçimlenen camlan içeren kaya ve toprak örnekleri 3,9 milyar kadar yaşlıydı. Caltech'ten Gerald J. Wasserbug, son Apollo uçuşu arifesinde ''Yaygın bir afet döneminin yoğun bombardımanının yaşlı kayaları ve gezegenlerin yüzeyini tahrip ettiğini biliyoruz." demişti; o zaman açıklanmadan kalan tek soru şudur: "Ay'ın 4,6 milyar yıl önceki kökeni ile 4 milyar yıl önce felaket meydana geldiği zaman arasında ne oldu?"
Demek ki astronot David Scott tarafından bulunan ve ''Ya- rablış Taşı" denilen taş, Ay oluştuğunda oluşmamışb; aslında yaklaşık 60 milyon yıl sonraki katastrofik bir olayın sonucunda oluşmuştu. Yine de adı pek uygundu; çünki Tekvin'deki hikaye Güneş Sisteminin 4,6 milyar yıl önceki ilksel biçimlenişiyle değil, yaklaşık 4 milyar yıl önce Nibiru/Marduk ile Tiamat arasındaki Göksel Savaş'la ilgilidir.
Ay'ın kökenine ilişkin bugüne dek önerilen tüın teorilerden hoşnut olmayan bazı kişiler, teorileri çeşitli kısıtlar ve kriterlere göre derecelendirerek en iyisini seçmeye kalkıştılar. Arizona Üniversitesi Ay ve Gezegen U.boratuvanndan Michael J. Drake tarafından hazırlanan "Hakikat H.blosu", Ortak Doğum teorisini diğerlerinin önüne geçirmişti. John A. Wood'ın analizinde ise bu teori, Dünya-Ay açısal momentumu ve Ay'daki erime dışında tüm kriterleri karşılamaktaydı; bunun dışında diğerlerinden daha iyiydi. Oybirliği yine, Dev Darbe ve Fizyon teorilerinden birkaç şeyi ödünç almış olan Ortak Doğum teorisinde odaklanmışh. 1984 konferansında Camegie Enstitüsünden A. P. Boss ve Cali- fomia Üniversitesinden S. J. Peale tarafından önerilen teoriye göre, Ay gerçekten de Dünya ile aynı ilksel maddeden ortak doğumla oluşmuş ama ortak doğumun oluştuğu gaz bulutu, bazen şekil enmiş Ay'dan parçalanan bazen de onun kütlesine yabancı malzeme ekleyen küçük gezegenlerin bombardımanına maruz kalmış (Şekil 43). Net sonuç ise, yeryüzünü çevreleyen bu halka içinde biçimlenen diğer aycıklan çeken ve özümseyen, gittikçe
Şekil 43
büyüyen bir Ay idi: Dünya'ya hem yakın hem de ondan bir bakıma farklı olan bir Ay.
Teoriden teoriye savrulan modem bilim arhk Ay'ımızın kökeni teorisi olarak, dış gezegenlere kendi çoklu ay sistemlerini veren işlemin aynısını kucaklamaktadır. Hala üstesinden gelinmesi gereken engel ise, fazla küçük bir Dünya'nın daha küçük birsürü ay yerine, niçin tek ve fazla büyük bir Ay ile ortaya çık- hğıdır.
Cevap için, Sümer kozmogonisine geri dönmemiz gerekir. Modem bilime sunduğu ilk yardım, Ay'ın Dünya'nın değil, ondan daha büyük olan Tiamat'ın uydusu olarak ortaya çıkhğını ileri sürmesidir. O zamanlar, yani Bah medeniyeti Jüpiter, Sa- ^, Uranüs ve Neptün'ü çevreleyen ay sürülerini keşfetmeden binlerce yıl önce, Sümerliler Tiamat'a ''hepsi on bir tane" olan bir uydu sürüsü atfetmişlerdi. Tiamat'ı, onu bir dış gezegen olarak niteleyecek biçimde Mars'ın ötesine yerleştirmişlerdi; onun edindiği "göksel güruh" ise diğer dış gezegenlerinkinden pek farklı olmayan bir yolla edinilmişti.
En son bilimsel teorileri Sümer kozmogonisi ile kıyasladığımızda görüyoruz ki, modem bilimciler Sümer bilgi bütününde bu-
lunan fikirlerin aynısını kabul etmeye başlamakla kalmayıp Sümer metinlerini taklit eden bir terminoloji bile kullanmaktadırlar...
Tıpkı en son modem teoriler gibi Sümer kozmogonisi de ge- zegenciklerin ve ortaya çıkan kütle çekim güçlerinin gezegenler arası dengeyi bozduğu ve bazen aylann oransız büyümesine yol açbğı eski, düzensiz bir Güneş Sistemi sahnesini tarif etmektedir. 12. Gezegen'de, göksel şartlan şu şekilde tarif etmiştim: "Gezegenlerin doğumuyla ilgili muhteşem dramanın sona ermesiyle, Yaratılış destanının yazarlan fl.rtık ikinci perdeyi, göksel bir karmaşa dramını göstermek üzere açarlar. Yeni yaratılan gezegen aileleri, dengeli olmaktan ^ok uzakbr. Gezegenler birbirlerini çekmekte, Tiamat'ı sıkışhrmakta, ilksel cisimleri rahatsız etmekte ve tehlikeye sokmaktadırlar." Enuma eliş'in şairane sözleri ile:
İlahi biraderler birleşip gruplaştılar;
İleri geri gidip gelirken Tiamat'ı rahatsız ettiler.
Göklerdeki meskenlerindeki yaramazlıklarıyla
Tiamat'ın göbeğini karışhnyorlardı
Apsu [Güneş] şamatalannı azaltamıyordu;
Tiamat onlann yaphklan karşısında sessizdi,
Yaptıl<lan tiksindiriciydi... ·
Sıkınblı yollanyla zorba tavırlıydılar.
Gezegen'de "Burada düzensiz yörüngelere yapılan göndermeler var." diye yazmışım. Yeni gezegenler "ileri geri gidip gelirler"; birbirlerine çok yaklaşırlar ("birleşip gruplaşırlar"); Ti- amat'ın yörüngesine müdahale ederler, onun "göbeğine" fazla yaklaşırlar; "yollan" ortalık karışhncıdır; kütle çekimleri "aşındır'', diğerlerinin yörüngelerine karşı saygısızdırlar.
Yavaşça soğuyan ve sıcak ilksel buluttan tedricen şimdiki biçimine doğru donan bir Güneş Sistemi kavramını terk eden bilimsel fikir, şimdi de tam tersi yöne savrulmuştur. Richard A. Kerr, Science'ta ("Araşhrma Haberleri", 14 Nisan 1989) şöyle yaz- mışh: "Daha hızlı bilgisayarlar göksel mekanikçilerin gezegenlerin davranışlanna daha uzun süre bakmalannı sağladıkça, her yerde kaos ortaya çıkıyor." Massachusetts Teknoloji Enstitüsün-
den Gerald J. Sussman ve Jack Wisdom'un yaphğı gibi bilgisayar simülasyonlarıyla geriye gidilen ve "Uranüs ile Neptün arasında uz.anan birçok yörüngenin kaotik hale geldiğini", "P.üton'un yörüngesel davranışının kaotik ve tahmin edilemez hale geldiğini" keşfeden birçok çalışmadan da söz ediyordu. Paris Boylam Da- irt!Sinden J. Laskar tüın Güneş Sistemi boyunca başlangıçta, "ama özellikle Dünya dahil iç gezegenler arasında" kaos olduğunu buldu.
Beş yüz kadar küçük gezegenin çoklu çarpışmaları hakkın- daki hesaplamalarını güncelleştiren George Wetherill (Science, 17 Mayıs 1985), karasal gezegenler bölgesiıtdeki işlemi, "deneme gezegenleri" oluşturmak üzere çarpışan "çokça kız kardeş ve erkek kardeş"in ortaya çıkışı olarak tarif etmişti. Birbirine çarparak, kırılarak, diğerlerinin maddelerini yakalayarak, ta ki bazıları büyüyene ve karasal gezegenler haline gelene dek birleşerek büyümenin, Güneş Sisteminin ilk yüz milyon yılı boyunca süren "kraliyet savaşı"ndan hiçbir eksiğinin olmadığını söylemişti.
Saygın bilimcirun sözleri, şaşırhcı derecede Enuma eliş'in sözlerine benziyor. Wetheril etrafta dolanan, birbiri ile çarpışan, birbirlerinin yörüngelerini ve biza t mevcudiyetlerini etkileyen "çokça kız kardeş ve erkek kardeş"ten söz ediyor. Kadim metin ise bizzat Tiam^t'ın bulunduğu yerdeki göklerde, "göbeğinin" yakınını "rahatsız eden", "belalı", "ileri geri gidip gelen" "ilahi kardeşler"den söz eder. Wetherill bu ''kız kardeşler ve erkek kardeşler'' arasındaki çalışmayı ''kraliyet savaşı" diye adlandırır. Sümer anlahmı da neler olduğunu anlatmak için aynı kelimeyi, "savaş" .kelimesini kullanır ve her zaman için Yarahlış'ın olaylarını Göksel Savaş olarak kaydetmiştir.
Kadim metinlerde okuruz ki, göksel rahatsızlıklar arhkça Tiamat kendisine doğru gelen göksel "kardeşleri" ile "savaş yapmaları" için kendi "ordusu"nu vücuda getirir:
Bir Meclis oluşturdu, ve öfkeden ateş saçıyor... bir türden on bir tane doğurdu...
Tiamat'ın yanı sıra yürüdüler;
Öfkeliydiler, gece gündüz demeden plan yaptılar.
Çarı'ışmaya hazırlandılar, öfkeden soluyorlardı;
Biraraya geldiler, çabşmaya hazırdılar.
Modem gökbilimciler Ay'ın oranbsal büyüklüğünden nasıl rahatsız oluyorlarsa, Enuma eliş'in yazarları da öyleydi. Sözü diğer gezegenlerin ağzından söyletip, baş şikayetleri olarak ''Kin- gu"nun gittikçe büyüyen boyutlarına ve rahatsız edici cüsises ne işaret ediyorlardı:
Meclisini oluşturan tanrılar arasında,
Kingu'yu yüceltti, ilk doğanı.
Aralarında onu büyüle yaph,
Savaşın baş komutasını
Çatışma için silahlan kaldırmayı
Çarpışma için önde gitmeyi;
Bunlan Kingu'nun ellerine bırakh.
Onu ordusundan kılarken,
"Senin için bir büyü savurdum" dedi ona;
"Seni tanrılar meclisinde büyük kıldım;
tanrılar üstünde hükmü sana verdim.
Gerçekten de, sen en üstünsün!"
Bu kadim kozmogoniye göre, Tiamat'ın on bir ayından biri yeni oluşan Güneş Sistemi içindeki süregelen düzensizliklerden ve kaotik şartlardan ötürü sıra dışı bir boyutta büyümüştü. Bu canavar ayın yaratılmasının, bu şartlan nasıl etkilediği ne yazık ki kadim metinden anlaşılmıyor; orijinal kelimeleri farklı okumalara ve tercümelere maruz kalan muammalı dizeler, sanki Kin- gu'nun "yüceltilmesi"nin "ateşin hanrun alınmasıyla" (E. A. Spe- iser'e göre) veya "ateş tannsının sakinleşmesiyle" (A. Heidel'e göre) ve de "silip süpürüşü öylesine kudretli olan Güç-silahının" yenilmesi/alçakgönülü hale getirilmesiyle sonuçlandığını söyler gibidir; bu sonuncusu, muhtemelen rahatsız edici kütle çekimine bir göndermedir.
"Kingu"nun büyümesinin Tiamat ve ordusu üstünde ne gibi bir sakinleştirici etkisi olduysa, bunun diğer gezegenler üstünde artan şekilde rahatsız edici olduğu ortaya çıktı. Özellikle rahatsız edici olan, Kingu'nun tam teşekküllü bir gezegen konumuna yükseltilmesi idi:
Ona bir Kaderler Tableti verdi, göğsüne bağladı onun...
Kingu yüceltilmişti, göksel bir rütbe almıştı.
İşte, diğer gezegenleri Tiamat ve yoldan çıkmış eşine bir son vermesi için Nibiru/Marduk'u '^çağırma" noktasına getiren şey; Tiamat'ın bu "günahı", Kingu'suna kendi yörüngesel "kaderini" vermesiydi. Ardından gelen Göksel Savaş'ta, daha önce anlabldı- ğı gibi, Tiamat ^iye Ml^dü; bir Ml™ü parçalandı ve diğer ^ mı ise, Kingu'nun eşliğinde, Dünya ve Ay haline gelmek üzere yeni bir yörüngeye hrlabldı.
Burada, Ay'ın kökem, e^i ve wn kaderi hakkındaki ^ şitli modem teorilerin en iyi noktalanyla uyumlu bir sıralanış var. Kingu'nun oransız büyüinesine neden olan "silip süpürüşü... öylesine kudretli güç-silahı"nın ya da "ateş tannsı"nın yapısı açıklanmadan kalsa da, Ay'ın (daha büyük olan Tiamat'a göre bile) oransız boyutunun tüm rahatsız edici ayrıntılanyla kaydedildiği bir gerçektir. Hepsi buradadır; tek istisna: modem bilimi doğrulayan Sümer kozmogonisi değildir, modem bilim kadim bilgiye yetişmektedir.
Ay gerçekten de, Sümerlilerin dediği gibi bir gezegen olma yolunda mıydı? Daha önceki bölümlerde, bunun pekala olabileceğini incelemiştik. Peki, gezegensel unsurlan edinmiş miydi? Ay'ın her zaman atıl bir cisim olduğu yolundaki uzun süredir kabul edilen görüşün tam aksine, 1970'lerde ve 1980'lerde onun, Güneş çevresinde bağımsız bir yörünge dışında, bir gezegenin her türlü vasfına sahip olduğu bulunmuştur. Yüzeyinde sivri, kayalıklı, karmaşık dağlar vardır; düzlükleri ve suyla değil de muhtemelen erimiş lavla oluşmuş olsa bile denizleri vardır. Bilimcile-
rin şaşkınlığına rağmen Ay'ın, hpkı Dünya gibi katmanlar içerdiği bulunmuştur. Daha önce tarhşılan facia tarafından demirinde eksilme olmasına rağmen, demir çekirdeğini korumuş görünmektedir. Bilimciler çekirdeğin hala erimiş halde olup olmadığını tarhşmaktadır çünki şaşkınlıkla görmüşlerdi ki, bir zamanlar Ay, Dünya ve diğer gezegenlerde geçerli olduğu gibi, erimiş bir çekirdeğin dönüşünün neden olduğu bir manyetik alana sahipti. İngiltere'deki Newcastle-upon-Tyne Üniversitesinden Keith Runcom'un çalışmalanrun gösterdiği gibi, bu manyetizm "dört milyar yıl kadar önce azalıp gitmişti", yani Göksel Savaş zamanında.
Apollo astronottan tarafından Ay'a yerleştirilen aygıtlar "ay yüzeyi alhnda beklenmedik yükseklikte sıcak akımların akhğını" açığa çıkarmışhr; bu, "cansız küre" içinde süregelen faaliyeti göstermektedir. "Ay yüzeyindeki çatlaklardan fışkıran su buhan gayzerlerini ("")" gördüklerini bildiren Rice Üniversitesi bilimcileri tarafından buhar -su buhan- tespit edilmiştir. 1972'de Hous- ton'da yapılan Üçüncü Ay Bilim Konferansında bildirilen diğer beklenmedik bulgular, Ay'da sürmekte olan ve "ay yüzeyine yakın, önemli miktarlarda ısı ve suyun eşzamanlı mevcudiyetini ima eden" volkanik faaliyetleri açığa çıkarmışhr.
19^ ydında Ay'da gö^en "parlak ışıklar"m Ay'm iç ^ mından yükselen gaz yayınımlan olduğu bulundu. The New York Times bilim editörü Walter Sullivan, Ay'ın "canlı bir gök cismi" olmasa da "en azından nefes alır'' gibi göründüğü gözlemini yap- mışh. Böylesi gaz çıkarmalar ve koyu renkli sisler, daha ilk Apollo uçuşlarından başlayarak en azından 1980'lere dek Ay'ın birkaç derin kraterinde gözlenmişti.
Volkanik faaliyetin hala sürebildiğine dair belirtiler, bilimcilerin Ay'ın bir zamanlar buharlaşan elementler ve hidrojen, hel- ^, argon, sülto, karton butikleri ve ra gibi bü^Mer içeren tam teşekküllü bir atmosferi olduğunu varsaymalarına yol açtı. Ay yüzeyi albnda hala su olabilmesi ihtimali, bir zamanlar Ay yüzeyinde çok çabuk buharlaşabilen bir bileşik olan, buharlaşan
(•) Gayzer: Volkan bölgelerinde, belli aralıklarla su ve buhar fışkırtan sıcak kaynak. (Ç.N.)
ve uzaya dağılan sulann akmış olup olmadığı sorusunu ortaya çıkardı.
Bütçe kısıntıları olmasaydı, bir bilimciler panelinin Ay'ın mineral kaynaklannı çıkartmak üzere Ay'ı incelemek önerisini NASA kabul etmeye istekliydi. Ağustos 1977'de San Diego'daki Califomia Üniversitesinde toplanan ohız jeolog, kimyacı ve fizikçi, Ay üstünde hem yörüngeden hem de yüzeyden yapılan araş- tırmalann sadece ekvatoral bölgelerle sınırlı olduğuna dikkat çekerek, bir ay kutup yörünge araanın fırlatılmasının aciliyetini ^ lirt er. Böyle bir araç tüm Ay'dan veri toplamakla kalmayacak, aynca şimdi Ay'da su olup olmadığını keşfedebilecek bir görüşe de sahip olacaktı. Califomia Üniversitesinden James Arnold'a göre, "Yörünge aracının gözlemlerinin bir hedefi, Güneş'in hiç vurmadığı her iki kutbun yakınındaki küçük bölgeler olurdu. Bilimcilerin teorilerine göre bu yerlerde 100 milyar ton kadar suyun buz halinde bulunması çok muhtemeldi... Eğer uzayda madencilik ve üretim gibi büyük ölçekli faaliyetlere girişecekseniz, bu işe çok miktarda su gerekecektir;. Ay'ın kutup bölgeleri ise iyi bir kaynak olabilir."
Ay'da, geçirdiği onca afet ve faciadan sonra hala su olup olmadığı araşhnlacaktır. Ama iç kısmında hala su olabileceğine ve geçmişte yüzeyde su olduğuna dair artan kanıtlar şaşırhcı olmamalıdır. Zaten Ay, nam-ı diğer Kingu, "sulu canavar" Tiamat'ın önder uydusuydu.
Ay'a yapılan son Apollo uçuşu ile ilgili olarak The Economist (Bilim ve Teknoloji, 11 Aralık 1972) programın keşiflerini şu şekilde özetlemişti: "Belki de en önemlisi, aylann incelenmesi biz- lere bunlann basit, karmaşık olmayan bir küre yerine gerçek gezegensel cisimler olduklannı gösterdi."
"Gerçek gezegensel cisim." Tıpkı binlerce yıl önce Sümerli- lerin tarif ettiği gibi. Ve onlann binlerce yıl önce belirttiği gibi, gezegen olma yolundaki Ay, Güneş çevresinde yörüngesinde dönen bir gezegen olamamıştı çünki Göksel Savaş'ın bir sonucu olarak bu konumdan mahrum edilmişti. İşte Nibiru/Marduk'un "Kingu"ya yaptıkları:
Ve Kingu'yu, aralarında şef olanı,
Küçülttü; onu tanrı DUG.GA.E diye saydı.
Ondan Kaderler Tabletini aldı
zaten hakkı değildi;
üstüne kendi mührünü mühürledi ve k^ndi göğsü üstüne bağladı.
Yörüngesel momentumdan mahrum kalan Kingu, sadece bir uydu konumuna indirgenmişti: Ay'ınuz.
Sümerlilerin Nibiru/Marduk'un Kingu'yu "küçültmesi" gözlemi, hep rütbe ve önemde indirgenmeye gönderme olarak düşünülmüştür. Ama son bulgular göstermektedir ki, Ay; bir afet sonucunda demirini kaybetmiş ve yoğunluğunda belirgin bir düşüş olmuştllr. Alastair Cameron, Icarus'taki (cilt 64, 1985) yazısında şöyle der: "Güneş Sistemi içinde, garip yoğunluk ortalamaları, benzersiz ve muhtemelen sıra dışı şartların ürünü olduklarını ima eden iki gezegensel cisim vardır; bunlar Ay ve Merkür'dür. Birincisinin düşük bir yoğunluk ortalaması vardır ve demiri büyük ölçüde tükenmiştir." Bir baş^ deyişle, Kingu gerçekten de küçülmüştü!
Ay'ın ağır darbeler sonucu daha yoğun hale geldiğinin başka kanıtlan da vardır. Dünya'dan görünmeyen yüzünün -arka yüzü- yüzeyinde yüksek tepeler ve kalın bir kabuk varken, bize dönük yüzünde büyük, düz ovalar vardır; sanki yüksek yüzey şekilleri silinmiş gibidir. Ay'ın içinde, kütle çekimindeki varyasyonlar birkaç konsantrasyonda daha ağır kütlelerin, özellikle yüzeyin düzleşmiş olduğu yerlerdeki varlığını açığa çıkarmaktadır. Ay dışarıdan (hpkı minimal boyuttan daha büyük olan tüm gök cisimleri gibi) küre biçimine sahipse de, çekirdeğindeki kütle, bir bilgisayar çalışmasının da gösterdiği gibi (Şekil 44) su kabağını andırmaktadır. Bu, Ay'ı bastıran ve onu, bpkı Sümerlilerin anlat- hğı gibi, göklerdeki yeni yerine fırlatan "büyük darbe"nin izini taşıyan bir şekildir.
Sümerlilerin Kingu'nun bir DUG.GA.E'ye dönüştürüldüğünü söylemesi de bir o kadar ilginçtir. 12. Gezegen'de de yazdığım gibi, bu terim harfiyen "kurşun çömlek" anlamına gelir. O sırada
Şekil 44
bunu, Ay'ı "cansız bir kil kütlesi" olarak tanımlamanın şiirsel bir yolu olarak düşünmüştüm. Ama Apollo keşifleri bu Sümer teriminin sözün gelişi değil, kelimesi kelimesine ve bilimsel olarak doğru olduğunu örtermektedir. Ay'da karşılaşılan ilk bulmacalardan biri "kaynağı olmayan kurşun" idi. Apollo programı, Ay kabuğunun birkaç km'lik üst kısmının uranyum gibi radyoaktif elementlerle sıra dışı biçimde zengin olduğunu ortaya çıkarmıştı. Ayrıca, artık mevcut olmayan radonun varlığına dair kanıtlar da vardı. Bu elementler bozunur ve radyaoaktif bozunma sürecinin son ya da ara safhalarında kurşun hâline gelir.
Ay'ın nasıl olup da radyoaktif elementlerce böylesine zengin olduğu çözülememiş bir bulmacadır; ama bu elementlerin kurşun hâline gelecek biçimde bozunmuş olduğu artık açıktır. Yani Sümerlilerin Kingu'nun bir "kurşun çömleğe" döndüğünü iddia etmeleri, doğru bilimsel bir açıklamadır.
Ay, sadece Yara tılış'ın Tanığı değildir. Aynı zamanda kutsal metinlerdeki Yaratılış (Tekvin) bölümünün doğruluğuna da, kadim bilginin doğruluğuna da tanıktır.
ASTRONOTLARIN KENDİ SÖZLERİYLE
Neredeyse her Amerikalı astronot, kendileri hakkında, diğer insanlar hakkında ve Dünya'nın ötesinde zeki hayabn mevcudiyeti hakkında "neredeyse ruhsal nitelikli" bir görüş değişildiği hissettiklerini bildirmiştir.
1963'te Mercury 9'un pilotu ve 1965'te Gemini S'in yardıma pilotu olan Gordon Cooper "zeki, dünya dışı yaşamın geçmiş çağlarda Dünya'yı ziyaret ettiği" inana ile geri dönmüş ve arekoloji ile ilginlen- meye başlamıştır. Skylab 3'te (1974) bilimci olan Edward G. Gibson ise günlerce Dünya yörüngesinde olmanın "sizi evrenin diğer yerlerinde var olan hayat hakkında biraz daha spekülasyon yapmaya sevk ettiğini" söylemişti.
Ozellikle etkilenenler, Apollo uçuşlarıyla Ay'a giden astronotlardır. Apalla 14 astronotlarından Ed Mitchell "Size orada bir şeyler oluyor." demişti. Jim lrwin (Apalla 15) "derinden etkilenmiş... ve Tann'run varlığını hissetmiş"ti. Uçuş arkadaşı Al Worden, Ay'a ilk inişin yirminci yıldönümü nedeniyle bir 1V programında (Michael G. Lemle'nin yönettiği "Ay'ın Arka Yüzü") Ay'a konmak ve dikey olarak Ay'dan havalanmak için kullanılan ay modülünü, Hezekiel peygamberin vizyonunda tarif ettiği uzay gemisine benzetmişti.
"Bence," dedi Al Worden "evren dairesel olmalı; bir galakside yaşanamaz hale gelen bir gezegen vardır ve farklı bir galaksinin başka bir kısmında yerleşmek için harika olan bir gezegen vardır ve bizim gibi bazı zeki varlıkların gezegenden gezegene sıçrayarak, bplı Güney Pasifik yerlilerinin adalarda yaptığı gibi, türlerini sürdürürler. Sanının uzay programının ana amaa da budur... Sanının bizler, geçmişte bir zamanlar Dünya üstüne yaşayan varlıklar ve evrenin başka bir yerinden ziyarete gelmiş varlıklann bir karışımı olabiliriz; ve bu iki tür bira- raya gelir ve evlatlar edinirler... Aslında, çok az bir kaşif grubu bir gezegene inebilir ve kendilerinden sonra, evrenin geri kalanında yerleşme amacını er geç edinecek torunlar yaratabilirdi."
Ve Buzz Aldrin (Apalla 11) inananı şöyle ifade etmişti: "Bu günlerden birinde, Hubble teleskobu gibi yörüngede dolaşan teleskoplar veya başka teknik keşifler yoluyla, bu harikulade evrende gerçekten de yalnız olmadığımızı öğrenebiliriz."
YAŞAM TOHUMU
İnsanoğlunun bilgiyi arayışında karşısına çıkan gizemlerin en büyüğü "yaşam"dır.
Evrim teorisi, ilk baştaki tek hücreK yarahklardan Homo m- p^s'e kadar Dünya'nm nasd nrimleştiğini açıklar; Dünya'da yaşamın nasıl başladığını açıklamaz. Yalnız mıyız, sorusunun da ötesinde daha temel bir soru uzanır: Dünya'daki yaşam Güneş Sistemimizde, galaksimizde, bütün evrende tek midir?
Sümerlilere göre, yaşam Güneş Sistemine Nibiru tarafından getirilmişti; Tiamat'la yapbğı Göksel Savaş sırasında "yaşam to- humu"nu Dünya'ya veren Nibiru idi. Modem bilim, aynı sonuca varmak için bir hayli uzun yol aldı.
İlkel Dünya üstünde yaşamın nasıl başlamış olabileceğini düşünebilmek için bilimcilerin, yeni doğan Dünya üstündeki koşullan belirlemesi veya en azından varsayması gerekir. Su var mıydı? Bir atmosferi var mıydı? Ya yaşamın yapı taşlan? Yani hidrojen, karbon, oksijen, azot, sülfür ve fosfor gibi moleküler bileşikler? Canlı organizmaların öncüllerini başlatabilmek için bunlar genç Dünya üstünde mevcut muydular? Şu an Dünya'nın kuru havası yüzde 79 azot (N2), yüzde 20 oksijen (02) ve yüzde 1 argon (Ar) arh diğer elementlerin zerrelerinden oluşmaktadır (atmosfer, kuru havaya ek olarak su buharı içerir). Bu durum, evrendeki tüm bol bulunan elementlerin yüzde 99'unu oluşturan hidrojen (yüzde 87) ve helyum'un (yüzde 12) bolluğunu yansıtmamaktadır. Dolayısıyla (diğer nedenler arasında) şu anki dünya atmosferinin, Dünya'nın ilk atmosferi olmadığına inanılmaktadır. Hidrojen de helyum da kolay buharlaşıcıdır ve onların Dünya atmosferindeki azalmış varlığı kadar atmosferin neon, argon, kripton ve ksenon gibi "asil" gaz yetmezliği; bilim adamla-
rına Dünya'nın yaklaşık 3,8 milyar yıl önce bir "termal dönem" yaşadığını önermektedir; okurlarımın artık aşina olduklan bir olay...
Artık neredeyse tüm bilimciler Dünya atmosferinin başlangıçta, yaralanmış bir Dünya'nın volkanik çırpınmalan tarafından püskürtülen gazlardan yeniden oluştuğuna inanmaktadırlar. Bu patlamaların kustuğu bulutlar Dünya'yı kalkan gibi kapladıkça ve soğudukça, buharlaşan su yoğunlaşh ve sağanak yağmurlar olarak yere indi. Kayaların ve minerallerin oksidizasyonu, Dünya üstündeki daha yüksek oskijen seviyelerinin ilk rezervini sağladı; en sonunda, bitkisel yaşam atmosfere hem oksijen hem de karbondioksit (C0ı) ekledi ve (bakterilerin yardımıyla) azot döngüsünü başla th.
Kadim metinlerin bu bakımdan bile modem bilimin tahki. kini başanyla atlathğıru kaydetmeye değer. Enuma eliş'in beşinci tableti, çok kötü hasar görmüş olmasına rağmen, fışkıran lavlan Tiamat'ın "tükürüğü" olarak tarif eder ve volkanik faaliyetleri atmosferin, okyanusların ve kıtaların oluşumundan daha erkene yerleştirir. Tükürük, metnin belirttiğine göre, saçılmakta, ''katmanlar yaymakta"dır. Dünya'nın "temelleri" yükseldikten ve okyanuslar toplandıktan sonra; "soğuk yapma" ve "su bulutlan- nın toplanması" tarif edilir; hpkı Tekvin dizelerinde anlabldığı gibi. Ancak bundan sonradır ki, Dünya üstünde yaşam ortaya çıkar: kıtalar üstünde yeşil bitkiler ve sularda "sürüler".
Ama canlı hücreler, en basitleri bile ayn kimyasal elementlerden değil, çeşitli organik bileşiklerin karmaşık moleküllerinden meydana gelir. Bu moleküle r nasıl ortaya çıkınışhr? Bu bileşiklerin birkaçı Güneş Sisteminin diğer yerlerinde de bulunduğundan, yeterli zaman verilirse, doğal olarak oluşacaklan varsa- yılmışh. 1953'te Chicago Üniversitesinden Harold Urey ve Stan- ley Miller, o zamandan beri "en çarpıcı deney'' olarak tanımlanan şeyi yaphlar. Bir basınçlı tüp içinde metan, amonyak, hidrojen ve su buhan gibi basit organik molekülleri karışhnp, ilksel sulu "çorba"ya benzetmek için karışımı su içinde erittiler ve ilksel yıl- dınrnlara maruz bırakmak için karışımı elektrik kıvılcımlarına tabi tuttular. Deney birkaç amino asit ve hidroksi asit, yani canlı
madd.! için elzem olan protein yapı taşlarını üretti. Daha sonra başka araşhrmacılar da benzer kanşımlan Güneş ışınlan kadar Dünya'run ilksel atmosferi ve bulanık sulanndaki diğer radyasyon tiplerini canlandırabilmek için mor ötesi ışığa, iyonize edici radyasyona ve ısıya maruz bırakblar. Sonuçlar aynıydı.
Ama bizzat doğanın, belirli şartlar alhnda yaşamın yapı taş- lannı, -sadece basit değil karmaşık organik bileşikler- oluştura- bildiğini göstermek başka şeydi; sonuçta ortaya çıkan ama basınç odalannda cansız ve ahi duran bileşiklere yaşam üfleyebilmek başka şeydi. "Yaşam" (her türden) besini özümseyebilme ve çer ğalabilme olarak tanımlanır, sadece var olmak şeklinde değil. Kitabı Mukaddes'in Tekvin hikayesi bile Dünya üstündeki en karmaşık varlık, İnsan "kil"den yarahldığında, ona "yaşam üfle- mek/ruh üflemek" için ilahi müdahaleye gerek olduğunu kabul eder. Bu olmaksızın, ne kadar dahice yarahlnuş olursa olsun, canlı değildi.
1970'lerde ve 1980'lerde gökbilimi göksel alemde araşhrma- lamı genişletirken, biyokimya da yer^ü ya^mının birçok p- zini açığa çıkarmaktaydı. Canlı hücrelerin en ücra köşeleri açılmış, çoğalmayı yöneten genetik kod anlaşılmış ve en küçük tek hücreli yaratık.lan oluşturan karmaşık bileşikler ya da en ileri ya- ratıklann hücreleri sentezlenmişti. Artık San Diego'daki Califor- nia Üniversitesinde olan Stanley Miller, araşhrmalannı sürdürürken, "İnorganik elementlerden organik bileşikleri nasıl yapacağımızı öğrendik; sonraki adım bunlann kendilerini çoğaltan bir hücre halinde nasıl organize olabildiklerini öğrenmektir." diye yorum yapmışh.
Bulanık sular ya da "ilksel çorba", yani Dünya'da yaşamın kökeni hipotezi; bu ilk organik moleküllerden oluşan çokluğun okyanus içinde dalgalann, akınhlann ve ısı değişimlerinin sonucu olarak sürekli birbirlerine çarpıp durduklarını ve en sonunda, polimerler -beden biÇimıenmesinin temelinde yatan uzun molekül zincirleri- oluşuncaya dek hücre gruplaşmalan meydana getirmek üzere doğal hücre çekimi yoluyla birbirlerine yapışbklan görüşüne dayanır. Ama bu hücrelerin sadece birleşmekle kalmayıp, çoğalmayı, nihai bedenleri büyütmeyi bilmelerine yol açan
genetik habrayı onlara veren neydi? Cansız organik maddeden canlı hale geçişe genetik kodu dahil etme gereği, ''Kilden Yapılma" hipotezine yol açmıştır.
Bu teorinin ortaya ablışı, Nisan 1985'te Mountainview/Ca- lifornia'daki bir NASA tesisi olan Ames Araştırma Merkezi araştırmacılarının bir duyurusuna atfedilir ama aslında, kadim denizlerin kıyılarındaki kilin Dünya'da yaşamın kökeni konusunda önemli bir rol oynadığı fikri, Ekim 1977'de Pasifik Kimya konferansında halka duyurulmuştu. NASA'nın Ames Araştırma Merkezindeki araştırmacıların yöneticisi olan James A. Lawless, basit amino asitlerin (proteinlerin kimyasal yapı taşlarıdırlar) ve nük- leotitlerin (genlerin kimyasal yapı taşlarıdırlar) -bunların denizlerdeki bulanık "ilksel çorba"da zaten var olduklarını varsayarak- nikel veya çinko gibi metal zerreleri içeren killerde çökelip kurumalarına izin verildiğinde zincirler oluşturmaya başladıklarını gösteren deneyleri açıkladı.
Araştırmacıların önemli olduğunu düşündükleri şey, nikel zerrelerinin seçici davranarak Dünya üstündeki tüm canWarda ortak olan sadece yirmi tür amino asite tutunduğunu bulmalarıydı; kildeki çinko zerreleri ise tüm canlı hücrelerdeki genetik malzemenin parçalarını bağlayan elzem bir enzime (DNA-polimeraz adını alır) benzer bir bileşik halinde sonuçlanan nükleotitleri bi- raraya bağlamaya yardım etmektedir.
1985 yılında Ames Araştırma Merkezi araşbrmacıları, kilin Dünya'da yaşama yol açan süreçlerdeki rolünü anlamak konusunda bir hayli ilerleme kaydedildiğini duyurdular. Kilin, yaşam için elzem iki özelliğini keşfetmişlerdi: enerjiyi depolama ve aktarma yeteneği. İlksel şartlarda böylesi enerjiler diğer olası kaynaklar arasında radyoaktif bozurunadan gelebilirdi. Saklanan enerjiyi kullanan killer, inorganik ham maddelerin daha karmaşık moleküller halinde işlendiği kimyasal 18.boratuvarlar olarak iş görmüş olabilirler. Dahası da vardı: Münib Üniversitesinden Ar- min Weiss, kil kristallerinin kendilerini bir "ana kristal"den çoğaltarak üretmiş gibi göründüğü deneyleri bildirdi; ilkel bir üreme fenomeni. Aynca Glasgow Üniversitesinden Graham Cairns- Smith, kildeki inorganik "ön-organizmalar"ın, en sonunda canlı
organizmaların evrimleşeceği "şablon"u "yönettiği" ya da tam olarak bir şablon işi gördüklerine inanmaktaydı.
Kilin -hatta sıradan kilin- bu şaşkınlık verici özelliklerini inceleyen bir araştırma ekibinin başkanı olan Lelia Coyne, kilin enerjiyi yakalayıp aktarması yeteneğinin kil kristallerinin oluşumundaki ''hatalar"dan kaynaklandığını belirtmişti; kilin mikro- yapısındaki bu hatalar, enerjinin depolandığı ve ön-organizmala- nn oluşması için kimyasal talimahn yayınlandığı bölgeler olarak iş görmekteydi.
The New York Times açıklamalarla ilgili haberinde "Eğer teori doğrulanabilirse," diyordu "Dünya üstünde yaşama, kimyasal hataların birikiminin yol açtığı ortaya çıkacak gibi görünüyor." Demek ki "kilden gelen yaşam" teorisi, önerdiği ilerlemelere karşın, tıpkı "bulanık çorba" teorisi gibi, kimyasal elementlerden basit organik moleküllere, onlardan da karmaşık organik molekül ere geçişi ya da cansız maddeden canlı maddeye geçişi açıklamak için rastgele oluşlara -mikroyapısal hatalar burada, arada bir yıldınmlar düşer ve moleküllerin çarpışması orada- dayanmaktadır.
Ama geliştirilmiş trori, dikkatlerden kaçmayan başka bir ^ ye yol açmış gibiydi. The New York Times haberi şöyle devam ediyordu: ''Teori, kutsal metinlerde anlahlan Yarahlış hikayesini de çağnşhnyor. Tekvin'de 'Ve Rab Tanrı yerin toprağından adamı yaptı' diye yazar ve ilksel toprağa kil denir." Bu haber ve kutsal metinlerle paralelliği ima edişi, bu saygıdeğer gazetenin bir köşe yazısına taşınmayı hak etti: "Sıra Dışı Kil" başlığı alhndaki yazıda şöyle deniyordu:
Sıradan kil, anlaşılan o ki, yaşam için elzem olan iki temel özellik içermektedir. Enerjiyi depolayabilmekte ve aynca bunu aktarabilmektedir. Böylece bilimciler kilin inorganik ham maddeleri daha karmaşık moleküllere dönüştürmek için bir ''kimyasal fabrika" gibi iş görebilmiş olabileceği yolunda akıl yürüttüler. Bu karmaşık moleküllerden yaşam, derken bir gün, biz ortaya çıktık.
Kitabı Mukaddes'in başından beri, Tekvin'ln insanın ya-
pıldığı "yerin toprağı" derken kili kastettiği açıkbr. Ancak açık olmayan şey, bunu bilmeden birbirimize ne kadar sık söylediğimizdir.
Bulanık çorba ve kilden yaşam teorilerinin birleşiminin, kadim anlatılan destekleyecek kadar ileri gittiğini pek az kişi fark edebildi. Lelia Coyne ile İsrail İbrani Üniversitesinden Noam La- hab'ın birlikte yaphklan deneyler; kısa amino asit zincirlerinin oluşmasında bir katalizör olarak iş görebilmeleri için k^erin ^ lanma ve kuruma döngülerinden geçmesi gerektiğini ortaya çıkardı. Bu süreç, ya yağan ve kesilen yağmurlara maruz kalan kuru karalan ya da gelgitler nedeniyle ileri geri giden denizlerin bulunduğu, suyun kurulukla yer değiştirebildiği bir ortamı gerektirmekteydi. Miami Üniversitesi Moleküler ve Hücresel Evrim Enstitüsünde "önhücreleri" aramayı hedefleyen deneylerce de desteklenen sonuç, Dünya üstünde ilk canlı tek hücreli yarahklar olarak ilkel algleri (deniz yosunlan) işaret etmekteydi. Göletlerde ve rutubetli yerlerde hala bulunan algler, milyarlarca yıl geçmesine karşın hiç değişmemiş gibiler.
Birkaç yıl öncesine kadar karada yaşam hakkında 50 milyon yıldan daha eski bir kanıt bulunamadığından, alglerden ev- rimleşen yaşamın okyanuslarla sınırlı olduğu varsayılmaktaydı. Ders kitapları, "Okyanuslarda algler vardı ama karalarda henüz yaşam yoktu." derdi. Ama 1977'de Harvard'tan Elso S. Bargho- om önderliğindeki bir bilim ekibi Güney Afrika' daki tortul kayalarda (Swaziland'ın Figtree denilen bölgesinde) 3,1 (belki de 3,4) milyar yaşında tek hücreli mikroskobik yarahkların kalıntılarını buldu; bunlar günümüzdeki mavi-yeşil alglere benziyordu ve karmaşık yaşam biçimlerinin bu öncülünün Dünya üstünde evrimleşme zamanını neredeyse bir milyar yıl geriye itmişti.
O zaman dek evrimsel ilerlemenin esasen okyanuslarda meydana geldiğine, yüzer-gezer (amfibik) yaşam biçimlerinin oluşturduğu ara kısımdan sonra kara yaratıklarının deniz yaratıklarından evrirnleştiğine inanılmaktaydı. Ama böylesine yaşlı tortul kayalarda yeşil alglerin mevcudiyeti, teorilerin gözden geçirilmesini gerektirdi. Alglerin bitki ya da bitki olmayan şekilde
sınıflanması konusunda herhangi bir fikir birliği olmamasına rağmen, geriye doğra bakterilerle ya^nlığı ve ileri doğru ^ fl^ rayla olan yakınlığı, ister yeşil ister mavi-yeşil alglerin klorofilik bitkilerin, yani gün ışığını kullanarak besinlerini organik bileşiklere çeviren ve bu işlem sırasında oksijen salan bitkilerin öncülü olduğu konusunda şüpheye yer bırakmamaktadır: Kökleri, dallan ve yapraklan olmasa da yeşil algler, ardıla n günümüz Dün- ya'sını örten bitki ailesini başlatmışh.
Kutsal metinlerde anlatılanların doğruluğunu kavrayabilmek için Dünya üstünde yaşamın evrimleşmesiyle ilgili bilimsel teorileri izlemek çok önem taşımaktadır. Çünki daha karmaşık yaşam biçimleri evrimleşecekse, oksijene ihtiyaç olacakh. Bu oksijen, ancak algler veya ön-algler kuru topraklar üstünde yayılmaya başladıktan sonra kullanılabilir hale geldi. Bu yeşil bitki benzeri biçimlerin oksijeni kullanıp işlemesi için, oksijeni "bağlayan" demiri içeren kayalardan oluşan bir ortama ihtiyaçlan vardı (aksi takdirde oksidasyon yüzünden tahrip olurlardı; serbest oksijen bu yaşam biçimleri için hara zehir sayılır). Bilimciler böy- lesi "gruplaşmış demir oluşumlarının" çökelti olarak okyanus diplerine battıl<lanna, tek hücreli orgaİlizmaların çok hücreli hale suda evrimleştiklerine inanmaktalar. Başka bir deyişle, karaların yeşil alglerle örtülmesi, deniz yaşamının ortaya çıkmasından öna gerçekleşmiş olmalıydı.
Kitabı Mukaddes gerçekten de çok şey anlabr: Yeşil bitkilerin, Üçüncü Gün yaratıldığını söyler, ama Dördüncü Güne kadar deniz yaşamı yaratılıruımışhr. Yaratılışın üçüncü "günü" ya da safhasında Elohim şöyle dedi:
Yer ot, tohum veren sebze, ve yer üzerinde tohumu kendinde olup cinslerine göre meyve veren ağaçlar hasıl etsin.
Otlardan ağaçlara doğru büyüyen yeşilliğin içinde meyvelerin ve tohumların varlığı, eşeysiz üremeden eşeyli üremeye doğru evrimleşmeyi anlatmaktadır. Kitabı Mukaddes evrimi bilimsel
YAŞAM TOHUMU olarak anlahmına, modern bilimin alglerde iki milyar yıl kadar sürdüğüne inandığı evrim basamağını işte böylece dahil eder. Bu, "yeşil örtü"nün havadaki oksijeni artırmaya başladığı zamandır.
Bu noktada, Tekvin'e göre gezegenimiz üstünde hiçbir "ya- rahk" yoktur, ne sularda, ne havada ve ne de kuru karada. Omurgalı (iskeleti içinde olan) "yarahkların" en sonunda ortaya çıkışını mümkün kılmak için, Dünya; üstünde yaşayan tüm canlı varlıkların yaşam döngülerinin temelinde yatan biyolojik saatler modelini kurmak zorundaydı. Dünya yörünge ve rotasyon (eksen üzerinde devretme) modelleri içine yerleşmek, Güneş ve Ay'ın esasen aydınlık ve karanlık olarak tezahür eden tesirlerine tabi olmak zorundaydı. Tekvin Kitabı dördüncü "günü" bu düzenlemelere ve sonuçta tekrarlanan periyotlarla ortaya çıkan yıllara, aylara, günlere ve gecelere atfeder. Ancak o zaman; tüm göksel ilişkiler ve döngüler ve bunların tesirleri sağlam bir şekilde belirlendikten sonra deniz, hava ve kara yarabklan ortaya çıkarlar.
Modern bilim sadece bu kutsal metin senaryosuyla aynı fikirde olmakla kalmaz, aynı zamanda Tekvin adı verilen bu bilimsel özeti yazan kadim yazarların, evrimsel tarihin "üçüncü günü" -yaşam biçimleriJlİn ilk ortaya çıkhklan zaman- ile "yarabkların" ortaya çıkhğı" "beşinci gün" arasına göksel bir ''bölüm" ("dördüncü gün") eklemelerine neden olan şey hakkında bir ipucu da sağlayabilir. Modern bilimde de jeolojik ve fosil verilerdeki kesilme nedeniyle hakkında çok az şey bilinen 1,5 milyar yıllık -yaklaşık 2 milyar yıl önce ile 570 milyon yıl öncesine dek- doldurulmamış bir boşluk vardır. Modern bilim bu çağa ''Kambriyan Öncesi" der; ellerinde veri olmayan kadim alimler ise bu boşluğu göksel ilişkilerin ve biyolojik döngülerin kurulmasını tarifte kullanmışlar.
Modern bilim bunun ardından gelen Kambriyan (ilgili ilk jeolojik verinin elde edildiği Galler'de bir bölgenin adı verilmiştir) dönemini Paleozoik ("Eski Yaşam") çağın ilk safhası olarak düşünmekteyse de, bu henüz omurgahların, yani Kitabı Mukad-
Şekil 45
des'in "yaratıklar" dediği iç iskeletleri olan yaşam biçimlerinin zamanı değildir. İlk deniz omurgalıları yaklaşık 500 milyon yıl önce ortaya çıktı ve onları 100 milyon yıl sonra kara omurgalılan izledi; buz bilimciler tarafından Alt Paleozoik Çağdan Üst Paleozoik Çağa geçiş olarak düşünülen dönem sırasında meydana geldi. Bu çağ yaklaşık 225 milyon yıl önce (Şekil 45) sona erdiğinde sularda deniz bitkileri kadar balıklar da vardı; ve yüzer-gezerler sudan kuru karaya geçişi yapmışlar ve kuru karalar üstündeki bitkiler yüzer-gezerlerin sürüngenlere evrimleşmesi için onları cez- betmişti; bugünün timsahları bu evrimsel safhanın kalıntılarıdır.
Ardından gelen ve Mesozoik ("Orta Yaşam") adını alan çağ
225 milyon ile 65 milyon yıl öncesini kapsar ve sık sık "Dinozorlar Çağı" olarak adlandırılır. Bu dönemde, okyanuslardan ve onlarda kaynaşan deniz canWanndan uzakta evrimleşen yüzer-ge- zerlerin ve deniz kertenkelelerinin yanı sıra yumurtlayan sürüngenlerin iki ana kolu ortaya çıkh: Uçmaya başlayıp kuşlar halinde evrimleşenler ve büyük çeşitlilik içinde Dünya'da gezinen ve baskınlaşan dinozorlar ("korkunç kertenkeleler'') (Şekil 46).
Tekvin'deki beşinci "gün"ün yaratılma olaylannın yukanda sıralanan gelişmeleri tarif ettiğini fark etmeden kutsal metnin dizelerini açık fikirlilikle okumak mümkün değil:
Ve Elohim dedi:
"Sular canlı mahlfil<lann sürüleriyle kaynaşsın, ve yerin üstünde, gök kubbesinin yüzünde kuşlar uçsunlar."
Şekil 47
Ve Elohim büyük sürüngenleri ve sulann kendileriyle kaynaşhğı, cinslerine göre hareket eden her canlı mahliiku, ve cinsine göre her kanatlı kuşu yarath.
Ve Elohim onlan mübarek kıldı ve dedi:
"Semereli olun ve çoğalın, deniz1erde sulan doldurun, ve karada kuşlar çoğalsın."
Tekvin'in bu dizelerinde dinozorlann tanınması olan "büyük sürüngenler" göndermesi çok çarpıcıdır ve göz ardı edilemez. Burada kullanılan İbranice terim Taninim (Tanin kelimesinin çoğulu) "deniz yılanı", "deniz canavarlan" ve "timsah" gibi farklı biçimlerde tercüme edilmiştir. Britannica Ansiklope.disi'nden alırih yapalım: "Timsahlar tarih öncesi zamanlann dinozor benzeri sürüngenleri ile son canlı bağlanhdır; aynı zamanda onlar, kuşlann yaşayan en yakın akrabalandır." Kitabı Mukaddes'in "büyük Taninim" ile sadece büyük sürüngenleri değil dinozorla- n kastetmiş olması çıkanını akla yatkındır. Tabi ki Sümerliler di- nozorlan gördüklerinden değil, ama Anunnaki bilimcileri en azından yirminci yüzyıl bilimcilerinin yaphğı gibi Dünya üstündeki evrimleşmenin rotasını şüphesiz anlayabilmişlerdi.
Kadim metnin üç omurgalı sınıfını sıralama düzeni de bir o kadar ilginçtir. Bilimciler uzun zamandır kuşlann dinozorlardan evrimleştiğine inanıyorlardı; bu sürüngenler yiyecek ararken 156
Şekil 48
ağaç dallarından zıplamalarını kolaylaşhrmak için bir süzülme mekanizması geliştirmeye başlamışlar ya da başka bir teoriye göre, yere bağlı ağır dinozorlar boş kemikler geliştirme yoluyla ağırlıklarını azalhp daha yüksek koşma hızını elde etmişlerdi. Kuşların kökeninin, iki ayaklı olarak evrimleşerek süzülmek için daha da hızlanabilen sürüngenlere dayandığını doğrulayan bir fosil; kuyruk iskeleti bir tüy biçimi edinmiş olan hızlı koşucu De- inonychus'un ("korkunç pençeli" sürüngen) kalınhlarında bulunmuşa benzemektedir (Şekil 47). Artık Archaeopteryx ("eski tüy'' - Şekil 48a) adı verilen bir yarahğın fosilleşmiş kalınhlannın keşfi, dinozorlar ve kuşlar arasındaki "kayıp halka"yı sağlamış gibidir ve bu ikisinin, yani dinozorlann ve kuşların Triyas döneminin başlangıcında karada yaşayan ortak ve eski bir atalan olduğu teorisine yol açnuşhr. Ama kuşların ortaya çıkışının bu değişen ta- rihlemesi bile, Archaeopteryx'in ek fosil erinin Almanya'da keşfedilmesinden beri sorgulanmaktadır; fosiller bu yarahğın öyle ya da böyle tam olarak gelişmiş, dinozorlardan değil de doğrudan denizlerden gelen çok daha eski bir atadan evrimleşen bir kuş olduğunu işaret etmektedir (Şekil 48b).
Kutsal metin kaynaklan bunu başından beri biliyorlardı. Kitabı Mukaddes, dinozorlan kuşlardan önce (bilimcilerin bir süre yaphğının aksine) sıralamamakla kalmaz, kuşlan dinozorlardan önce sıralar. Fosil kayıtlan henüz bir hayli eksik olduğundan, pa- leontologlar ilk kuşların, çöl kertenkelelerinden ziyade deniz yaşamıyla daha çok ortak yönünün olduğunu gösteren kanıtlan hala bulabilirler.
Yaklaşık 65 milyon yıl önce dinozorlar çağı aniden sona erdi; nedenleri ile ilgili teoriler iklimsel değişikliklerden virüs salgınlarına ve hatta bir "Ölüm Yıldızı" tarafından imhalarına dek uzanmaktadır. Nedeni her ne idiyse, bir evrimsel dönemin hataya yer bırakmayan sonu ve bir diğerinin başlangıcı söz konusu idi. Tekvin'in sözleriyle, bu; albncı "gün"ün şafağıydı. Modem bilim bunu, memelilerin Dünya üstünde yayılmaya başladığı son jeolojik devir ("günümüz yaşamı") olarak adlandınr. Kitabı Mukaddes ise şöyle anlabr:
Ve Elohirn dedi:
"Yer, cinslerine göre canlı mahltlklan, sığırları ve sürünen şeyleri, ve cinslerine göre yerin hayvanlarını çıkarsın." Ve böyle oldu. ·
Ve Elohim yerin hayvanlarını cinslerine göre,
ve sığırları cinslerine göre,
ve toprakta sürünen her şeyi cinsine göre yapb.
Kitabı Mukaddes ve Bilim bu konuda tamamen hemfikirdirler. Yarahlışçılar ile Evrimciler arasındaki çahşma, daha sonra olan şeylerin yorumlanmasından kaynaklanır: İnsanoğlunun Dünya üstünde ortaya çıkışı. Bu, sonraki bölümde ele almacakhr. Burada işaret edilmesi gereken şey şudur: İnsanı diğer tüm hayvanlardan üstün gören ilkel ve hiçbir şey bilmeyen bir toplumun, Dünya üstündeki en eski ve dolayısıyla en zeki yarahğm İnsan olduğunu varsayması beklenebilir. Ama Tekvin Kitabı hiç de böyle söylememektedir. Tam tersine İnsan'ın Dünya'ya geç geldiğini iddia etmektedir. Bizler evrimin en eski hikayesi değil, sadece son birkaç sayfasıyız. Modem bilim de aynı fikirdedir.
Sümerlilerin okullarında öğrettikleri de tam olarak buydu. Kitabı Mukaddes'te okuduğumuz gibi, ancak yarahlışın "günleri" tamamlandıktan sonra, "denizin balıklan ve göklerin kuşları, sığırlar ve yerde sürünen her şey"den sonra "Elohim insanı yaratb".
Yarahlışın albncı "günü", Tann'nın Dünya üstündeki işi bitmişti.
Tekvin Kitabı şöyle der: ''Yarahldıklan zaman göklerin ve yerin asılları bunlardır."
İnsanın yarahlması noktasına kadar, modem bilim ve kadim bilgi birbirlerine paraleldir. Ama modem bilim evrimin rotasını çizmekle, yaşamın gelişmesinden ve evriminden farklı olan yaşamın kökeni hakkındaki ilk soruyu arkada bırakmışhr.
Bulanık çorba ve kilden yaşam teorileri sadece, doğru malzeme ve şartlar olursa, yaşamın doğaçlama ortaya çıkabileceğini önermektedir. Amonyak ve metan gibi (sırasıyla en basit düzen-
li azot ve hidrojen, karbon ve hidrojen bileşikleri) yaşamın temel yapı taşlarının doğal süreçlerden ayn olarak kendi başlarına oluşabilecekleri fikri, bu bileşiklerin diğer gezegenlerde mevcut hatta bol olduğunun keşfedilmesiyle güçlenmiş gibidir. Ama kimyasal bileşikler nasıl canlı hale gelmiştir?
Bunun mümkün olduğu açıkhr; kanıh ise yaşamın Dünya üstünde ortaya çıkmış olmasıdır. Yaşamın şu ya da bu biçimde Güneş Sistemimizdeki başka yerlerde veya muhtemelen başka yıldız sistemlerinde var olabileceği spekülasyonu, cansız maddeden canlı maddeye geçişin olabilirliğini varsaymaktadır. Demek ki som şöyledir: Bu olabilk m, değil, burada yani Dünya'da m- sıl olmuştur?
Dünya üstünde gördüğümüz yaşamın meydana gelebilmesi için iki temel molekül şarthr: canlı hücrelerin tüm karmaşık metabolik işlevlerini yerine getiren proteinler ve de genetik kodu taşıyan ve hücrenin işlemleri için talimat yayınlayan nükleik asitler. Bu iki tür molekül, tanımlarından da anlaşılacağı gibi, hücre denilen bir birim içinde iş görmektedirler; hücre kendi başına bir hayli karmaşık bir organizmadır, sadece kendisinin değil, tek bir hücrenin küçücük bir unsur olduğu bütün hayvanın da çoğalmasını tetikleme yeteneğine sahiptir. Protein haline gelebilmeleri için amino asitlerin uzun ve karmaşık zincirler oluşturmaları gerekir. Hücrede, bir nükleik asit (ONA - deoksiribonükleik asit) içinde depolanan ve diğer bir nükleik asitle (RNA - ribonükleik asit) yayınlanan talimata göre görevleri yerine getirirler. Ilksel Dünya'da hüküm süren şartlar amino asitlerin zincirler halinde birleşmelerine neden olmuş olabilir miydi? Çeşitli girişim ve teorilere (Illionis Üniversitesinden Clifford Matthews kayda değer deneyler yapmışh) rağmen, bilimciler tarafından düşülen yolların hepsi de erişilebilir olandan çok daha fazla "sı.kışhncı enerji" gerektirmekteydi.
Öyleyse ONA ve RNA Dünya üstündeki amino asitlerden önce mi gelmekteydi? Genetik dalındaki ilelemeler ve canlı hücrenin gizemlerinin açığa çıkarhlması, sorunları azaltacağına artırdı. 1953'te James O. Watson ve Francis H. Crick'in ONA'nın yapısı olan "çift sarmal"ı keşfi, bu iki yaşam kimyasalı ile ilgili mu-
azzam karmaşıklığın kapılannı ardına kadar açb. Nispeten dev ONA molekülleri, son derece karmaşık dört organik bileşikten (genetik tablolarda bileşik adlannın baş harfleriyle anılan A-G-C- T) olu^n "bakmaklarda bağlanan W ^^, bükmüş sicim halindeydi. Bu dört nükleotit sınırsız çeşitlilikteki dizilişlerde çiftler halinde birleşebilmekte ve fosfatlarla değişen şeker bileşikleri ile yerlerinde tutulmaktaydılar (Şekil 49). Yine karmaşık ve baş harfleri A-G-C-U olan dört nükleotit tarafından oluşturulan nükleik asit RNA da binlerce kombinasyon içerebilmekteydi.
Dünya üstünde bildiğimiz hayatın onlarsız asla gelişmeyecek olduğu bu karmaşık bileşiklerin gelişebilmesi için evrim ne kadar sürmüştü?
Şekil 50
1977'de Güney Afrika'da bulunan fosilleşmiş alg kalınhlan 3,1 ila 3,4 milyar yıl önceye aitti. Ama bu keşif mikroskobik, tek hücreli organizmaların keşfi iken, 1980'de bah Avustralya'da yapılan keşifler meraklan iyice derinleştirdi. Los Angeles'taki Cali- fomia Üniversitesinden J. William Schopf yönetimindeki bir ekip sadece çok daha yaşlı -3,5 milyar yıl- organizmaların fosilleşmiş kalınhlannı bulmakla kalmadı; bunlar çok hücreliydi ve mikroskop alhnda zincir benzeri liflere benziyorlardı (Şekil 50). Bu organizmalar hem amino asitleri hem de karmaşık nükleik asitleri, yani çoğalha genetik bileşikleri daha 3,5 milyar yıl önce edinmişlerdi; dolayısıyla Dünya üstündeki yaşam zincirinin başlangıanı değil, bunun bir hayli ileri bir safhasını temsil ediyor olmalıydılar.
Bu bulguların harekete geçirdiği şey, ilk geni arayış diye tanımlanabilir. Alglerden önce bakterilerin olduğuna inanan bilimcilerin sayısı artıyor. Ekibin Avustralyalı üyesi Malcolm R. Wal- ter, "Aslında bizzat böceklerin doğrudan morfolojik (şekilbilim- sel) kalınhlan olan hücrelere bakıyoruz. Modem bakterilere ben-
ziyorlar." diyor. Aslında yapılan, şaşırba derecede "günümüz modem bakterilerinin birkaçına neredeyse tamamen eş olan" beş farklı bakteri tipine benzemektedir.
Kendi kendine çoğalmanın Dünya üstünde alglerden önce bakterilerle başladığı fikri, genetik bilimindeki ilerlemelerin Dünya üstündeki en basitinden en karmaşığına tüm hayatin aynı "malzemeleri" ve aynı yirmi kadar temel amino asidi içerdiğini göstermesinden bu yana anlamlı görünmektedir. Gerçekten de ilk genetik araşhrmalann çoğu ve genetik mühendislik tekniklerinin geliştirilmesi, insanlarda ve davarlarda ishale yol açan Escherichia coli (kolibasili) üstünde yapılmışbr. Ama eşeyli üremeyen sadece bölünerek çoğalan bu küçücük tek hücreli bakteri bile yaklaşık 4.00 farklı gene sahiptir!
Bakterilerin evrimsel süreçte bir rol oynamış oldukJaı:ı; sadece bu kadar çok deniz, bitki ve hayvan yüksek organizmasının birçok yaşamsal işlemler için bakterilere dayanmasından dolayı değil, aynı zamanda ilk önce Pasifik Okyanusu'nda ve sonra diğer denizlerde, bakterilerin fotosentez yapmayan ama okyanus derinliklerindeki sülfür bileşiklerini özümseyen yaşam biçimlerini mümkün kılmış ve hala da mümkün kıldığının keşfedilmesiyle de açık hale geldi. Bu ilk bakterilere "arkeo-bakteri" adını veren, Illinois Üniversitesinden Carl R. Woese yönetimindeki bir ekip onları 3,5 ila 4 milyar yıl öncesine dayandırmaktadır. Böyle bir yaş, 1984 yılında Bah Almanya'daki Max Planck Enstitüsünden Hans Fricke ve Regensburg Üniversitesinden Karl Stetter'in bir Avusturya gölündeki bulgularıyla da doğrulanmış oldu.
öte yandan Grönland'da bulunan tortul r, 3,8 milyar yıl kadar erken bir tarihte fotosentezin varlığını işaret eden kimyasal belirtiler taşımaktadır. Tüm bu bulgular, birkaç yüz milyon yıl oynama ile 4 milyar yıl limiti içinde, Dünya üstünde belirgin çeşitlilikte çoğalabilen bakteri ve arkeo-bakteriler bulunduğunu göstermektedir. Daha yakın tarihli çalışmalarda (Nature, 9 Kasım 1989), Stanford Üniversitesinden Norman H. Sleep önderliğindeki bir ekip Dünya üstünde yaşamla ilgili "zaman çerçevesi"nin, 4 ile 3,8 milyar yıl önce arasındaki 200 milyon yıl olduğu sonucuna vardılar. "Bugün yaşayan her şey, bu z.aman Çerçevesi içinde kö-
ken bulan organizmalardan evrimleşmiştir" diye bildirdiler. Buna rağmen, o zaman yaşamın nasıl köken bulduğunu belirlemeye girişmediler.
Çok güvenilir olan izotopik karbon oranı okumaları dahil çeşitli kanıtlara dayanan bilimciler, Dünya üstünde yaşamın her nasd başlamış olura olsun, 4 milyar yıl kadar önce başladığı ^ nucuna vardılar. Neden o zaman başladı da, daha önce, gezegenler 4,6 milyar yıl kadar önce oluştuğunda başlamadı? Dünya' da olduğu kadar Ay'da da yürütülen tüın bilimsel araşhrınalar gelip bu 4 milyar yıl tarihinde kalmaktadır ve modem bilimin sunabileceği tek izah ''katastrofik bir olay''dır. Daha fazlasını öğrenmek için, Sümer metinlerini okuyun...
Fosiller ve diğer veriler (ister bakteri ister arkeo-bakteri olsunlar) hücreli ve çoğalan organizmaların, bu "Zaman Çerçevesi" başladıktan sonra sadece 200 milyon yıl içinde zaten mevcut olduklarını gösterdiğinden, bilimciler sonuçta ortaya çıkan organizmalardan ziyade yaşam "özü"nü, yani bizzat ONA ve RNA izlerini aramaya başladılar. Çoğalmak için hücre arayan nükleik asit parçalan olan virüsler sadece karada değil, aynı zamanda suda da mevcuttu ve bu da bazılarını, virüslerin bakterilerden de önce geldiklerini düşünmeye sevk et . Ama onlara nükleik asitlerini veren neydi?
La Jolla/California'daki Saik Enstitüsünden Leslie Orgel'in daha basit olan RNA'run çok daha karmaşık olan DNA'run öncülü olabileceğini önermesiyle birlikte birkaç yıl önce bir araştırma yolu açılmış oldu. RNA sadece ONA şablonunda bulunan genetik mesajları yayınlamasına rağmen, aralarında Colorado Üniversitesinden Thomas R. Cech ve yardımcıları ile Yale Üniversitesinden Sidney Altman'ın da bulunduğu diğer araştırmacılar bellrli bir RNA tipinin belirli şartlar altında kendi kendinin katalizörü olabildiği sonucuna vardılar. Tüm bunlar transfer-RNA denilen bir RNA tipinin, Nobel ödüllü Manfred Eigen tarafından, bilgisayarla incelenerek çalışılmasına yol açh. Science dergisinde yayınlanan (12 Mayıs 1989) bir makalede o ve Almanya'daki Max Planck Enstitüsündeki meslektaşları, transfer-RNA'yı Yaşam Ağacı üstünde geriye doğru sıralayarak, Dünya üstündeki gene-
tik kodun 60 milyon yıl eksiği ya da fazlasıyla 3,8 milyar yıldan daha eski olamayacağını bildirdiler. Manfred Eigen, o sıralarda "mesajı kutsal metinlerle ilişkilendirirsek 'Dünya'ya çıkın, semereli olun ve çoğalın.' olan" bir ilksel genin ortaya çıkmış olabileceğini söyledi. Eğer fark arb ise, ki öyle görünüyor, yani 3,8 milyar yıldan yaşlıysa "bu ancak dünya dışı bir köken yoluyla mümkün olabilirdi" diye sonuca vanyordu, bu bilgece makalenin ya- zarlan.
Yaşamın Kökeni konulu dördüncü konferansla ilgili özetinde Lynn Margulis bu akıllara durgunluk veren çıkanını önceden tahmin etmişti. "Eğer bizim kendi kendini çoğaltan sistemimiz Din ya'nın ilk dönemlerinde meydana geldiyse, bunun çok hızlı, yani milyarlarca değil milyonlarca yıl içinde meydana gelmiş olması gerektiğini arbk kabul ediyoruz." demiş ve eklemişti:
''Bu konferanslara ilham veren ana sorun, belki biraz daha iyi tanımlanmış olsa da eskisi gibi çözülmeden kalmışbr. Organik mtıddemizin kökeni yıldızlar arası uzay mıdır? Radyoastronomi bilimi henüz çok genç olsa da bazı daha · küçük organik moleküllerin orada olduklarının kanıbnı ortaya çıkardı."
1908'de Svante Arrhenius [Worlds in the Making (Oluşan Dünyalar)] yaşam taşıyan sporlann, yaşamın Dünya üstünde evrimleşmesinden çok önce evrimleştiği bir başka gezegen sisteminin yıldızından ışık dalgalarının basıncıyla Dini ya'ya yönlendirildiğini yazm^b. "Pans^rmia teorisi" olarak bilinegelen bu fi- ^; kabul edüen bilimin sınırlannda dolaşıyordu çünki o sıralarda Dünya üstündeki yaşamın kökeni için rakipsiz açıklama olan evrim teorisini destekler görünen fosil keşifleri art arda gelmekteydi.
Ancak bu fosil keşifleri de kendi sorularını ve şüphelerini beraberlerinde getirdi; öyle ki 1973'te Nobel adayı (artık Sir olan) Francis Crick ile Leslie Orgel "Yönlendirilmiş Panspermia" başlıklı bir makale yazarak (Icarus, cilt 19) bu fi^ yeniden canland^- dılar: Dünya, dünya dışı bir kökenden gelen ilk organizmalar ve-
ya sporlarla tohumlanmışb ancak bu şans eseri değil "dünya dışı bir toplumun maksatlı faaliyeti" sonucuydu. Güneş Sistemimiz sadece 4,6 milyar yıl önce oluşmuşken, evrendeki diğer güneş sistemleri 10 milyar yıl önce biçimlenmiş olabilirlerdi; Dünya'nın oluşumu ile Dünya üstünde yaşamın ortaya çıkışı arasındaki süre çok kısa olduğundan, diğer gezegen sistemlerinde bu süreç için alb milyar yıl kadar süre vardı. Crick ve Orgel'e göre "mevcut süre, Dünya'nın oluşumundan bile önu galaksinin başka yerlerinde teknolojik toplumlann var olmasını mümkün kılmaktadır''. Dolayısıyla bilim çevrelerine "yeni bir 'bulaşıcı' teori, yani ilkel bir yaşam biçiminin Dünya üstüne bir başka gezegendeki ileri bir toplum tarafından yerleştirildiği teorisi üstünde durma- lannı" önermekteydiler. Hiçbir canlı sporun uzayın zorluklarını aşamayacağı yolundaki eleştirileri beklediklerinden -ve de ne eleştiriler geldi!- mikroorganizmaların uzayda sürüklenmek üzere yollanmadığını, korunmalı ve yaşam destekleyici bir ortam içeren özel olarak tasarlanmış bir uzay gemisi içine yerleştirildiğini önerdiler.
Crick ve Orgel'in sorgulanamayacak bilimsel itibarlarına rağmen, Yönlendirilmiş Panspermia teorileri inançsızlık ve hatta alaycılıkla karşılandı. Ancak son bilimsel ilerlemeler, sadece z.a- man Çerçevesi'ni birkaç yüz milyon yıl daraltbklarından değil, aynı zamanda elzem genetik maddenin Dünya üstünde evrimle- şebilme olasılığını da ortadan kaldırdıklarından dolayı, bilim adamlarının bu alaycı tavırları değiştirdi. Fikirlerdeki değişmenin bir nedeni de şu keşifti: Var olan amino asitler arasında sadece aynı yirmi adedi Dünya üstündeki tüm canlılarda, bu organizmalar neye ve ne zaman evrimleşmiş olurlarsa olsunlar ortaklı; ve aynı dört nükleotitten oluşan aynı ONA Dünya üstündeki tüm canlılarda mevcuttu.
Dolayısıyla 1986 yılında Berkeley/ Californa'da d^enlenen sekizinci Yaşamın Kökeni konulu konferansın kahlırncılan, bulanık çorba veya kilden yaşam hipotezlerinde var olan yaşamın rastgele oluşumu kavramını artık kabul edemeyeceklerdi, çünki bu teorilere göre bir yaşam biçimi ve genetik kod çeşitliliği ortaya çıkmış olmalıydı. Bunun yerine, varılan fikir birliği ''Dünya
YAŞAM TOHUMU üstündeki yaşam, bakterilerden sekoya ağaçlanna ve insanlara kadar tüm yaşam tek bir ata hücreden evrimleşmiştir." biçimindeydi.
Ama bu ata hücre nereden gelmişti? 22 ülkeden gelen 285 bilimci, bazılanrun öne sürdüğü gibi, uzaydan gelen tam olarak oluşmuş hücrelerin Dünya'ya yerleştirildiği tarzındaki temkinli önerileri uygun bulmadı. Ancak birçoğu "yaşamın organik öncülleri desteğinin uzaydan eklendiğini" düşünmeye istekliydi. Söylenenler söylendikten ve yapılacaklar yapıldıktan sonra bilimciler meclisinin önünde kalan tek yolun Dünya üstünde yaşamın kökenine ilişkin bulmacanın cevabını sağlayabileceği umulmaktaydı: uzay araşhrmaları. Araşb.rmalar Dünya'dan Mars'a, Ay'a, Satürn'ün uydusu Titan'a kaymalıydı çünki onlann el değmemiş ortamları yaşamın başlangıcının izlerini daha iyi korumuş olabilir, diye önerilmekteydi.
Böyle bir araşhrma rotasının, yaşamın sadece Dünya'ya özgü olmadığı önermesinin kabulünü gerektirdiği açıktır. Böyle bir önermenin ilk nedeni, organik bileşiklerin Güneş Sistemi ve dış uzaya nüfuz ettiklerini gösteren yaygın kanıtlardır. Gezegenler arası sondalardan alınan verileri daha önceki bölümlerde incelemiştik; dış uzayda yaşamla ilgili elementler ve bileşikleri işaret eden veriler o kadar çoktur ki burada sadece bir ikisinden söz etmemiz yeterli olacaktır. Örneğin 1977'de Max Planck Enstitüsündeki bir uluslararası gökbilimci ekibi kendi galaksimizin dışında su moleküllerini keşfettiler. Su buharının yoğunluğu Dünya'nın galaksisindekiyle aynıydı; Bonn Radyo Astronomi Enstitüsünden Otto Hachenberg bu bulguyu "Dünya' daki gibi, yaşam için uygun koşullann başka yerlerde de mevcut olduğu" çıkarımına destek olarak düşünmekteydi. 1984 yılında Goddard Uzay Merkezindeki bilimciler yıldızlar arası uzayda "organik kimyanın başlangıcını da içeren şaşırtıa bir dizi molekül" buldular. Merkezin Uzay Araşhrmaları Enstitüsünden Patrick Thaddeus'a göre "canlı dokuları oluşturan aynı atomlardan yapılmış karmaşık moleküller'' keşfetmişlerdi ve "bu bileşiklerin oluşması sırasında Dünya'ya çökelmiş olduğunu ve yaşamın en sonunda onlardan geldiğini varsaymak akla yatkındı." Bir örnek daha verecek olur-
sak, 1987'de NASA cihazları, patlayan yıldızların (süpemovala- rın) Dünya'da yaşayan organizmaların içerdiği karbon dahil doksan küsur elementin çoğunu ürettiklerini saptamıştır.
Dünya üstünde yaşamın çiçeklenmesi için böylesi elzem bileşikler, yakın veya uzak uzaydan Dünya'ya nasıl varmışlardı? Düşünülen göksel aracılar değişmez biçimde kuyruklu yıldızlar, meteorlar, meteoritler ve çarpan asteroitlerdir. Bilimciler için bilhassa ilginç olan karbon içeren kondritler taşıyan meteoritlerdir; bunların Güneş Sistemindeki en ilksel gezegensel maddeyi temsil ettiğine inanılır. 1969' da Avustralya'da Victoria/Murchison yakınlarına düşen bir tanesi, ONA'da yer alan tüm bileşikleri içeren amino asitleri ve azot bazları dahil bir dizi organik bileşiği açığa çıkartmışhr. Melboume'daki Monash Üniversitesinden Ron Brown'a göre araştırmacılar "meteoritte çok ilkel bir hücre yapısını anımsatan oluşumlar'' bile bulmuştur.
İlk olarak 1806'da Fransa'da bulunan karbon içeren kondrit- li meteoritler, o güne dek, yaşamla ilgili bileşikleri yeryüzüyle temasa geçince kirlenmelerinden dolayıdır, diye açıklandığından güvenilmez kanıtlar olarak bir kenara bırakılmaktaydılar. Ama 1979'da bu tüpten iki meteorit Antartika'nın hiçbir kirlenmenin mümkün olmadığı buzlu düzlüklerine gömülü olarak keşfedildi. Bunlar ve Antarktika'nın başka yerlerinden Japon bilimciler tarafından toplanan meteorit parçalarının amino asitler açısından zengin ve de ONA ve/veya RNA'yı oluşturan nükleotitlerden (genetik "alfabe"nin A, G ve U'su) en azından üçünü içerdiği bulunmuştur. Scientific American dergisinde (Ağustos 1983) yayınlanan makalelerinde Roy S. Lewis ve Edward Anders "karbonlu kondritlerin, en ilkel meteoritlerin, süpernovalar ve diğer yıldızlar tarafından fırlatılan maddeler de dahil kökeni Güneş Sistemi dışında olan maddeler içerdikleri" sonucuna varmışlardı. Bu meteoritlerin radyokarbon tarihlemesi, 4,5 ila 4,7 milyar yıl önceyi göstermekteydi; bu da onları sadece yaşlı değil, Dünya'dan bile yaşlı kılmakta ve dünya dışı kökenli olduklarını kesinleştirmektedir.
Bir anlamda kuyruklu yıldızların Dünya'da salgınlara neden olduğuna dair eski inançları yeniden canlandıran iki saygın
İngiliz gökbiliınci, Sir Fred Hoyle ve Chandra Wickramasinghe N^ Sc^twf te (17 Kasım 19^) yayınlanan bir çabşmada "^- ya'da yaşam; yolundan çıkmış, yaşamın yapı taşlarını taşıyan bir kuyruklu yıldız ilkel Dünya'ya çarphğında başlamışhr." diye önermişlerdi. Diğer bilimcilerin eleştirilerine rağmen her ilcisi de bu teoriyi bilimsel konferanslarda, kitaplarda [Lifecloud (Yaşam- bulutu) ve diğer eserleri] ve bilimsel yayınlarda ısrarla öne sürmeye devam ettiler ve her defasında "dört milyar yıl kadar önce yaşam bir kuyruklu yıldızda geldi" yolundaki tezleri için daha fazla destekleyici tezler sunmaktaydılar.
Son zamanlarda Halley gibi kuyruklu yıldızların yakından incelenmesi, kuyruklu yıldızların da uzayda uzaklarda olan diğer haberciler gibi, su ve diğer yaşamsal yapı taşlan olan bileşikleri içerdiğini göstermektedir. Bu bulgular diğer gökbilimcilerin ve biyofizikçilerin de Dünya' da yaşamın ortaya çıkmasında kuyruklu yıldız çarpmalarının bir rol oynamış olabileceği olasılığının üstünde düşünmelerine yol açtı. Toledo Üniversitesinden AI- mand Delsemme'nin sözleriyle: ''Dünya'ya çarpan büyük sayıda kuyruklu yıldız, amino asitlerin oluşması için gereken kimyasalları sağlamışhr; bedenlerimizdeki molekül er muhtemelen bir zamanlar kuyruklu yıldızlardaydılar."
Bilimsel ilerlemeler meteoritlerin, kuyruklu yıldızların ve diğer gök cisimlerinin daha gelişmiş incelemelerini mümkün kıldıkça, sonuçlar yaşam için elzem olw daha büyük bildik ^^ larını içermektedir. Kendilerine "egzobiyolog" adı verilen yeni bir bilimci türü, bu gök cisimlerinde Güneş Sisteminin oluşumundan da öncesine ait bir kökeni işaret eden izotoplar ve başka elementler buldular. & sonunda D^ya üstende e^ml^n yaşam için güneş sistemi dışı bir köken, artık daha kabul edilebilir bir önermedir. Hoyle-Wickramashinge ekibi ve diğerleri arasındaki tarhşmanın odağı, artık bu ilcisinin, Dünya'ya kuyruklu yıl- dız/meteorit darbeleriyle gelen yaşam oluşturucu bileşiklerin atalan yerine "sporlan" -gerçek mikroorganizmaları- önermekte haklı olup olmadıklarına kaymışbr.
"Sporlar" dış uzayın radyasyonunu ve soğuğunu atlabp hayatta kalabilirler miydi? Bu olasılıkla ilgili şüpheler, 1985'te Hol-
landa'daki Leiden Üniversitesinde yapılan deneylerle bertaraf edildi. Nature dergisinde (cilt 316) yazan gökfizikçi J. Mayo Gre- enberg ve yardımcısı Peter Weber, "sporların" diğer tüm gök cisimlerinde z.aten mevcut olan bir su, metan, amonyak ve karbon- monoksit z.arfı içinde yolculuk etmeleri halinde, bunun mümkün olabileceğini buldular. Panspermia mümkündür, sonucuna varmışlardı.
Peki ya yönlendirilmiş panspermia? Daha önce Crick ve Or- gel tarafından önerilen, Dünya'nın bir başka uygarlık tarafından maksatlı olarak tohumlanması? Onların görüşünde, sporlan koruyan "zarf"; gerekli bileşiklerden oluşmamışh, içinde besinlere batmış ha.ide mikroorganizmaların bulunduğu bir uzaygemisiy- di. Önerileri bilim kurgu koksa da, bu ikisi "teorem"lerine sımsıkı sarıldılar. Sir Francis Crick The New York Times'ta (26 Ekim 1981), "Kulağa biraz çatlakça gelse de, tezin tüm aşamaları bilimsel açıdan makuldur." diye yazmışh. İnsanoğlunun da bir gün kendi "yaşam tohumu"nu başka dünyalara gönderebileceğini öngörürsek, niçin başka bir yerdeki gelişmiş bir uygarlık uzak geçmişte bunu Dünya'da yapmış olmasın?
Yaşamın Kökeni konferanslarının öncülerinden biri ve artık ABD Ulusal Bilimler Akademisinin bir üyesi olan Lynn Margulis yazılarında ve söyleşilerinde şu görüşü savunur: Mikroorganizmalar zorlu koşullarla yüzleştiklerinde, "genetik materyali daha uygun çevre koşullarına doğru taşıyacak sert küçük paketler salarlar" (Newsweke , 2 Ekim 1989). Bu, "uz.ay çağı sporlan" için doğal bir "hayatta kalma stratejisi"dir; gelecekte de olacakhr çünki geçmişte olmuştur.
The New York Times'ta yayınlanan ve tüm bu gelişmeleri ele alan, "NASA, Dünya'daki Yaşamın Kökeninin İpuçlarını Göklerde Arayacak" başlıklı, ayrınblı bir haberde (6 Eylül 1988) Sandra Blakeslee en son bilimsel düşünüşü şu şekilde özetlemiştir:
Yaşamın başlangıcının ipuçları ile ilgili yeni arayışın ardındaki neden; kuyruklu yıldızların, meteorların ve yıldızlar arası tozun canlı hücreler için elzem elementler kadar karmaşık organik kimyasalları da taşıdıklarının yakın z.a-
manlarda keşfedilmiş olmasıdır.
Bilimciler Dünya ve diğer gezegenlerin bu potansiyel yaşamsal yapı taşlan ile uzaydan tohumlanmış olduklanna inanıyorlar.
"Uzaydan tohumlanmış"; binlerce yıl önce Sümerlilerin yazdığı sözlerin aynısı!
Chandra Wickramasinghe'nin yazılannda M.Ö. 500 civann- da "yaşam tohurnlanrun" evren boyunca kaynaşhğıru, filizlenmeye ve uygun bir ortam bulunduğunda yaşamı yaratmaya hazır olduklanna inanan Grekli filozof Anaksagoras'ın yazılann- dan sık sık söz ettiğini belirtmekte fayda var. O da Anadolu'dan geldiğinden, erken Grek bilgisinin doğru olduğu kadanyla, kaynaklan Mezopotamya yazılan ve gelenekleriydi.
60 yıllık dolambaçlı bir yoldan sonra modern bilim, dış uzaydan gelen bir istilacının yaşam tohumunu Güneş Sisteminin içine getirdiği ve Göksel Savaş sırasında bunu "Gaia"ya bırakbğı yolundaki Sümer senaryosuna geri dönmüştür.
Bizden yaklaşık yanın milyon yıl önce uzay yolculuğu yapabilen Anunnakiler, bu fenomeni bizden çok önce keşfetmişlerdi; bu açıdan bakılırsa, modem bilim kadim bilgiye daha yeni yeni yetişiyor.
ADEMOGLU: YARATILAN KÖLE
Yarahlışçılar ile Evrimciler arasındaki -bazen çok tatsızlaşan- tartışmanın ve bazen mahkeme salonlarında, her zaman da okul yönetim toplanhlarında süregelen çabşmanın merkezinde, şüphesiz, İnsanoğlunun kutsal metinlerde anlahlan yaratılışı vardır. Daha önce de belirtildiği gibi, her iki taraf da Kitabı Mukad- des'i (tabi ki İbranice orijinalini) okusalar; Evrimciler Tekvin'in bilimsel temelini fark eder ve Yarahlışçılar da metnin aslında ne anlathğını anlar anlamaz çatışma ortadan kalkıvereeektir.
Bazılarının Tekvin Kitabının Yarahlış hikayesindeki "gün- ler''in çağlar ya da safhalar değil de yirmi dört saatlik süreler olduğu yolundaki safça iddialan bir yana buakılacakolursa, önceki bölümlerden de artık açıkça anlaşıldığı gibi, Evrim'in tarifi modem bilimin tarifi ile uyumludur. Aşılamaz sorun ise Yaratılışçı- ların, İnsanoğlunun, Homo sapiens sapiens'in "Tanrı" tarafından evrimsel öncülleri olmaksızın anında yarablmış olduğunda ısrar etmeleri ile ortaya çıkar. "Ve Rab Tann yerin toprağından adamı yaph, ve onun bumuna hayat nefesini üfledi; ve adam yaşayan can oldu." Tekvin Kitabının 2. Bap, 7. dizesinde anlatılan İnsanoğlunun yaratılış hikayesi böyledir ve aşın hevesli Yarahlışçıla- rın da sımsıkı inandıktan budur.
İbranice metni öğrenmiş olsalardı -zaten orijinali budur- her şeyden önce yaratma fiilinin belirli Elohim'e atfedildiğini keşfederlerdi; bu, ''Tanrı" değil, en azından "tannlar'' diye tercüme edilmesi gereken bir terimdir. İkincisi, yukanda alınh yaphğımız dizede aynı zamanda "adam"ın niçin yarahldığıru da açıkladığını fark edoeklerdi: ''Ve toprağı işlemek için adam yoktu." Bunlar, İnsanoğlunu kimin, niçin yaratmış olduğuna dair iki önemli ve rahatsız edici ipucudur.
Hem 7.aten, Tekvin'de 1:26-27'de İnsanoğlunun yarablışı ile ilgili bir başka sorun daha vardır. İlk olarak, "Ve Tanrı dedi: Suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım." ve sonra bu öneri yürürlüğe konur: "Ve Tanrı insanı kendi suretinde yaratb, onu Tanrı'nın suretinde yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı." Kutsal metindeki anlatım, Bap 2'de "Adem"in, Tanrı ona adamın kaburga kemiğinden yaratılan bir dişi eş sağlayana kadar yalnız olduğunu söyleyen hikaye ile iyice düğümlenir.
Yaratılışçılar arasında da birçok farklı Kitabı Mukaddes versiyonu içinde hangisinin doğru olduğuna karar verme sorunu yaşanmaktaysa da, çoğulluk sorunu her versiyonda geçerlidir. insanın yaratılması önerisi çoğul dinleyiciye seslenen çoğul bir varlıktan gelir: "Suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım." Kitabı Mukaddes'e inanan kişiler sormalıdır: Neler oluyor?
Artık hem Doğubilimciler hem de Kitabı Mukaddes bilginleri, olanların; Tekvin Kitabını ilk olarak Sümer'de yazılmış olan daha eski ve muhtemelen daha aynnblı metinlerden özetleyerek biraraya getiren derlemecilerden kaynaklandığını biliyorlar. 12. Gezegen'de gözden geçirilen, boka alıntılar yapılaR ve kaynakçada sıralananan bu metinler, insanın Anunnakiler tarafından yaratılmasını anlatmaktadır. Atra Hasis gibi uzun metinlerden öğrendik ki, bu; alhn uamak içm Dünya'ya inen küçük rütbeli ^^ notların isyan etmesi sonucu meydana gelmişti. Güneydoğu Afrika' daki altın madenlerindeki zorlu çalışma artık katlanılamaz hale gelir. Başkomutanları olan Enlil, Nibiru'nun hükümdarı olan babası Anu'dan Büyük Anunnaki Meclisi'ni toplamasını ve bu isyankar mürettebata sert ce7.alar verilmesini ister. Ama Anu daha anlayışlıdır. İsyancıların şikayetlerini duyduğunda, "Onları neyle suçlayabiliriz ki?" der. "İşleri ağır, rahatsızlıkları çoktu!" Yüksek sesle sordu, altın elde etmenin başka bir yolu olamaz mıydı acaba?
Evet, dedi diğer oğlu Enki (Enlil'in üvey kardeşi ve rakibi); An^nakilerin parlak baş b^mdsi. Bu zorlu işi bk başkasma p- karak Anunnakileri bu dayanılmaz zorlu çalışmadan kurtarmak mümkündü: Gelin bir İlkel ^ yaratalım!
Fikir, Anunnaki meclisine cazip geldi. Tartışbkça, böyle bir
hkel İşçinin, bir Adamu'nun iş yükünü devralmasına duydukları heves büyüdü. Ama, diye meraklandılar, araç gereç kullanacak ve talimat alacak kadar zeki bir varlığı nasıl yaratabilirsiniz? İlkel İşçiyi yaratma veya "vücuda getirme" işlemi nasıl başarılacakh? Bu, gerçekten de yapılabilir miydi?
Bir Sümer metni, Adamu'nun yarahlmasını çekilmez, dertlerinin çözümü olarak gören, şüphelerle dolu Anunnaki meclisine Enki'nin verdiği cevabı ölümsüzleştirmiştir:
"Adını söylediğiniz yarahk-
MEVCUITUR!"
Tüm yapmanız gereken, diye ekledi:
"tanrıların suretini üstüne tutturmakhr."
İşte bu sözler İnsanoğlunun yarahlış bulmacasının anahtarıdır, Evrim ve Yaratılış arasındaki çalışmayı ortadan kaldıran sihirli değnektir. Anunnakiler, yani kutsal metinlerin Elohim'i, İnsanı yoktan var etmemişti. Varlık, zaten Dünya üstünde yaşıyordu, eTJrimin bir ürünüydü. Tek yapılması gereken, gereken yetenek ve zeka düzeyine terfi ettirmek için ona Elohim'in suretini, "tanrıların suretini tutturmakh".
Basit ol.şun diye, gelin zaten mevcut olan bu "yarahğa" maymun adam/maymun kadın diyelim. Enki'nin düşündüğü işlem, zaten mevcut olan yarahğın üstüne Anunnakilerin "suretini" -içsel, genetik yapısını- tutturmakh; başka bir deyişle zaten var olan Maymunadam/Maymunkadını genetik manipülasyon yoluyla yükseltmek ve böylece evrimde sıçrama yaparak, "in- san"ı -Homo sapiens- ortaya çıkarmakh.
Kutsal metinlerdeki "adam" adına ilham verdiği açık olan Adamu terimi ve Sümer metinlerinde, kutsal metinlerde de aynen geçen "suret'' teri.minin kullanılması; Tekvin'deki İnsanın Yarah- lışı hikayesinin kökeninin Sümer/Mezopotamya olduğunun tek ipuçları değildir. Oy birliğine varan ve gerekli olanı yapmak için harekete geçen bir Elohim grubunun kutsal kitaptaki tasviri ve ço-
ğul zamir kullanımı, Mezopotamya kaynaklan hesaba kablınca, bilmecemsi görünümlerini kaybederler.
Bu kaynaklarda Anunnaki meclisinin projeye devam etme kararına vardığını ve Enki'nin önerisini baş hp subayı olan Nin- ti'ye görev olarak verdiklerini okuruz:
Çağırıp sordular tanrıçaya, tannlann ebesi, akıllı doğurtucuya, [dediler:]
"Bir yarahğa hayat ver, işçiler yarat!
Bir İlkel İşçi yarat,
O taksın boyunduruğu!
Enlil tarafından verilen boyunduruğu o taksın, İşçiler, tannlann yükünü taşısın!"
Tekvin'i derleyenlerin kısalhlmış versiyonlarını, yukandaki dizelerin yer aldığı Atra Hasis metninden mi, yok» çok daha ^ ki Sümer metinlerinden mi aldıklarını kesin olarak söylemek imkansız. Ama elimizde bir İlkel İşçi'ye ihtiyaç duyulmasına yol açan olayların, tanrılar meclisinin bir tane yaratılması için harekete geçilmesi önerisini onaylayıp karar vermesinin arka pi.anı mevcut. Ancak kutsal metinlerin kaynaklarının ne olduklannı idrak edersek, Kitabı Mukaddes'te anlatılan Elohim'in -Ulu Olanların, "tannlann"- söylediklerini anlayabiliriz: ''Toprağı işlemek için adam yoktu" sorununa çözüm olarak "Suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım."
Gezegen'de, Kitabı Mukaddes'de Adem'in, yani belirli bir kişinin silsilesini ve tarihçesini anlatmaya başlayana kadar yeni yarahlan varlığa "Adam" dendiğini, yani genel bir terimle sesle- nildiğini vurgulamışhm. Bu, Adam adında bir kişi değildir, harfiyen "Arzlı" demektir, çünki "Adam" kelimesi; Adamah, ''Toprak" ile aynı kökten geldiğinden bu anlama gelir; yani ''Dünyalı". Ama terim bir kelime oyunudur çünki "kan" anla^ra gelen dam, birazdan göreceğimiz gibi, adamın "üretilme" tarzını da yansıtmaktadır.
"İnsan" anlamına gelen Sümer terimi LU'dur. Ama kökü
"insan varlığı" değil; daha ziyade "işçi, hizmetkar" anlamındadır ve "evcilleştirilmiş" olduğu ima edilen hayvan isimlerinin bir parçasıdır. Atra Hasis metninin yazıldığı (ve tilin Sami dillerinin dallandığı) dil olan Akkadca, bu yeni yarahlan varlığa lulu terimini atfeder; Sümercede olduğu gibi "İnsan" anlamına gelir ama karışım kavramını da aktarmaktadır. Lulu kelimesi daha derin manada "karışmış olan" anlamına gelir. Bu durum, Adamın -hem "Dünyalı" hem de ''kandan Olan"- yarahlma tarzını da yansıhr.
Mezopotamya kil tabletleri üstünde korunmuş veya parçalanmış olma durumları çeşitlilik arz eden sayısız metinler bulunmuştur. 12. Gezegen' den sonra yazdığım Dünya Tarihçesi'nin diğer bölümlerinde, Eski ve Yeni Dünyalardan çeşitli halkların ya- rablış "mitleri"ni gözden geçirmiştim; hepsi de tanrısal bir unsurun dünyasal bir unsurla karışhnlmasını içeren bir işlemi kaydetmişlerdi. Ve sıklıkla, tanrısal unsur tanrının kanından elde edilen bir "öz" ve dünyasal unsur da "kil" veya "çamur'' olarak tarif edilmekteydi. Hepsinin de aynı hikayeyi anlatmaya kalkışbğın- dan hiç şüphe yoktur çünki hepsi de İlk Çift'ten söz ederler. Bunların kökeninin de Sümer olduğuna hiç kuşku yoktur; Sümer metinlerinde bu harikulade işin en aynnhlı tariflerini ve çok miktarda detayı buluruz: Anunnakilerin "ilahi" genleri ile Maymun- adamın "dünyasal" genlerini karışhnp, Maymunkadının yumurtasını döllemek.
Bu, Mpte döllenmedir; hpkı şu sildir mühm üstrndeH ^ timlemedeki gibi (Şekil 51). Ve modem bilim ve bp tüpte döllen-
me becerisini gösterdiğinden bu yana hep söylediğim gibi, Adam ilk tüp bebekti •..
Enki, genetik manipülasyon yoluyla bir İlkel İşçi yaratma önerisinde bulunduğunda, bunun yapılabilirliği sonucuna zaten vardığına inanmamız için nedenler var. Görev için Ninti'yi çağırma önerisi de o an aklına gelmiş bir fikir değildi.
Devamı gelecek olayların arka planını anlatan Atra Hasis metni, Dünya üzerindeki İnsanın, önde gelen Anunnakiler arasındaki görevlere atanmasının hikayesiyle başlar. İki üvey kardeş, Enlil ve Enki arasındaki düşmanlık tehlikeli düzeylere ulaş- hğında, Anu aralarında bir çekiliş yapar. &nuç olwak EnUl'e ^ ki yerleşimlerin ve E.DİN'in (kutsal metinlerdeki Aden) yönetimi verilir; Enki ise AB.ZU'ya, madenler ülkesine göz kulak olması için Afrika'ya yollanır. Büyük bir bilimci olan Enki zamanının bir bölümünü bulunduğu ortamdaki flora ve faunayı, ve yaklaşık M.M ^l sonra Leakey'ler ve diğer paleontologlann güneyde ğu ^^' da keşfedecekleri fosilleri inceleyerek geçirmeye başlar. Tıpkı bugünün bircilerinin yaphğı gibi Enki de Dünya ^ tündeki evrimin rotası hakkında düşünmüş olmalıdır. Sümer metinlerinden anlaşıldığına göre, Nibiru'nun göklerdeki bir önceki mekanından beraberinde getirdiği aynı "yaşam tohu- mu"nun, çok daha önce Nibiru'da ve daha sonra çarpışma sırasında tohumlanır tohumlanmaz Dünya' da olmak üzere her iki gezegende de yaşamın ortaya çıkmasını sağladığı sonucuna var- mışhr.
Onu en çok hayrete düşüren varlık Maymunadamdı; diğer primatlardan bir adım üstte, çoktan dik yüri eye başlamış ve araç olarak sivriltilmiş taşlan kullanan bir insanımsı, bir ön-in- san; ama henüz tam olarak insan halinde evrimleşmemişti. Ve Enki "Tanncılık oynamak'' ve genetik manipülasyon içeren deneyler yürütmek gibi ilginç ve müeadele gerektiren bir fikri kafasında evirip çevirmeye başlamış olmalıdır.
Deneylerinde yardımcı olması için Ninti'nin Afrika'ya gel-
mesini ve yanında kalmasını ister. Resmi neden akla yatkındır. Ninti baş bp subayıdır; adı "Yaşam veren hanım" (daha sonra Mammi lakabını alacakhr; tüm dünyada kuUanılan Mamma/^- ma/Ümmü (Anne) kellesinin kaynağıdn) anlamına getir. Madencilerin içinde çalışhğı zor koşullar düşünüldüğünde hp hizmetlerine kesinlikle ihtiyaç vardır. Ama dahası vardı: daha en başından beri Enlil ve Enki onu cinsel nedenlerle istemekteydiler; ^^ her ikisi de üvey kız kardeşleri olan Ninti'den bir erkek varis edinmek ihtiyacındaydılar. Ü^ de Anu'nun, Nibira'nun hükümdarının çocuklanydılar ama anneleri farklıydı; ve Anunnaki- lerin ardıllık kurallanna göre (daha sonralan Sümerliler tarafından da benimsendi ve kutsal metinlerdeki Atalann hikayelerinde yankılandı), Yasal Varis, aynı kraliyet sülalesi içinde bir üvey kız kardeşten doğan oğul olurdu, İlkdoğan erkek evlat olması şart değildi. Sümer metinleri Enki ve Ninti arasındaki şiddetli cinsel birleşmeleri tarif eder (ancak sonuçlar başarısızdı; çocuklann hepsi de kızdı); dolayısıyla Enki'nin Ninti'yi bu görevde kendisine yardım etmesi için çağırmasında bilimsel nedenlerin yanında başka nedenler de vardı.
Bunlan bilince, yarahlış metinlerinde Ninti'nin ilk olarak bunu yalnız başına yapamayacağını, Enki'nin yardımı ve tavsiyelerine ihtiyacı olduğunu söylemesini, sonra da doğru malzemelerin ve tesislerin yer aldığı Abzu'da bu göreve girişmek zorunda olduğunu söylemesi karşısında şaşırmamamız gerek. Aslında bu ikisi, Anunnaki meclisinde "suretimizde bir Adamu yaratalım" önerisinden çok önce birlikte deneyler yürütüyor olmalıydılar. Bazı kadim betimlemeler çıplak Maymun-adamlann eşlik ettiği "Boğa-adam"lan (Şekil 52) ya da "Kuş-adam"lan göstermektedir (Şekil 53). Birçok tapınağı süsleyen sfenksler (insan kafalı boğalar veya aslanlar) hayali temsillerden daha fazlası olabilirler ve Sümer kozmogonisini ve yarahlış hikayesini Grekler için yazan Ba- bil rahibi Berossus, "iki kanatlı insanlann" ya da ''bir beden ve iki kafanın" veya karışık eril dişil organların veya ''bazıları keçi bacaklı ve boynuzlu" birçok insanımsı-hayvan karışımının olduğu insan öncesi bir dönemi tarif eder.
Bu yarahklann doğanın ucubeleri değil de Enki ve Ninti'nin
Şekil 52
maksatlı deneylerinin bir sonucu olduklan Sümer metinlerinde açıkhr. Metinler bu ikisinin ne erkek ne de dişi organı olan bir varlık, çişini tutamayan bir erkek, çocuk doğuramayan bir kadın ve daha birçok kusuru olan yarabklar ortaya çıkardıklanru anla- hrlar. En sonunda, Ninti'nin biraz da kötülük kokan meydan okuyan bir tavırla şunlan söylediği kaydedilir:
İnsanın bedeni ne kadar iyi, ne kadar kötü?
Kalbim öyle diyor ki,
onun kaderini iyi veya kötü yapabilirim.
Genetik manipülasyonun sonuçta ortaya çıkan bedenin iyi veya kötü unsurlarını belirlemeyi sağlayacak ölçüde mükemmelleşmiş olduğu bu safhada, bu il<lsi en son mücadeleye girişebileceklerini hissettiler: İnsanımsıların, Maymun-adamların genlerini Anunnakilerin genleri ile kanşbrmak. Biraraya getirdikleri tüm bilgiyi kullanarak, bu il<l Elohim, Evrim sürecine müdahale etmeye ve hızlandırmaya koyuldular. Her ikisi de aynı "yaşam tohumu"ndan geldiklerinden, hpkı Nibiru'da olduğu gibi hiç şüphesiz modern insan Dünya üstünde de en sonunda evrimle- şecekti. Ama 30 .00 yıl önce insanımsıların bulunduğu safhadan, o sıralarda Anunnakilerin ulaşmış olduğu gelişim seviyesine varmaları için daha gidilecek uzun bir yol vardı. Eğer, 4 milyar yıl içinde Nibiru'da daha erken başlayan evrimsel süreç bu zamanın yüzde l'i bile olsa, Dünya'daki gidişahyla kıyaslandığında evrim Nibiru'da kırk milyon yıl önde olmuş olurdu. Acaba Anunnakiler gezegenimizde evrimin hızını bir ya da iki milyon yıl hızlandırmışlar mıydı? Hiç kimse Homo sapiens'in Dünya üstünde doğal olarak evrimleşmesinin ne kadar zaman alacağını bilemez ama kırk milyon yıl da bir hayli yeterli bir zaman olurdu şüphesiz.
"Tannlan için hizmetkarlar biçimlendirme", kadim metinlerin sözleri ile "büyük bir bilgelik işini ortaya çıkarma" görevini yerine getirmeye çağrılan Ninti, Enki'ye şu talimah verdi:
Dünya'run Bodrumundan,
Abzu'nun hemen üstünden kili al bir yumru halinde karıştır, ve onu bir göbek biçimine sok. Kili doğru hale getirecek olan iyi, bilgili, genç Anunnakileri ben sağlanın.
Gezegen'de, genellikle "kil" ve "çamur" diye tercüme edilen Sümerce ve Akkadca terimlerin etimolojisini analiz etmiş ve bunların "yaşamla olan" anlamına gelen Sümerce Tİ.İT' ten ev- rimleştiğini göstermiş ve sonra da türetilen anlamlar içinde ''kil" ve "çamur" kadar "yumurta" olabileceğini de varsaymışhm. De-
mek ki, zaten mevcut olan bir varlığın "üstüne tanrıların suretini tutturma" işlemindeki dünyasal unsur; o varlığın dişisinin, yani Maymunkadının yumurtasıydı.
Bu olayla ilgili tüm metinler Ninti'nin dünyasal unsuru temin etmesi, yani dişi Maymunkadırun yumurtasını Abzu'dan, güneydoğu Afrika'dan getirmesi için Enki'ye güvendiğini açıkça göstermektedir. Aslında yukandaki alıntıda belirli bir yer gösterilmektedir: Madenlerin olduğu bölge değil (madenlerin yeri 12. Gezegen'de Güney Rodezya, günümüz Zimbabwe'sindeki bir bölge olarak tanımlanmıştı), "yukanda" daha kuzeyde olan bir yerdi. Gerçekten de, son bulguların gösterdiğine göre, Homo sapi- ens'in ortaya çıktığı bölge burasıdır...
"İlahi" unsurlan elde etme işi ise Ninti'nindi. Anunnakiler- den birinden iki "öz" alınması gerekiyordu ve bu amaç için genç bir "tanrı" dikkatle seçildi. Enki'nin Ninti'ye talimatı, tanrının kanını ve şiru'sunu elde etmesi ve bunlan bir "saflaşhncı banyo"ya batınp "özlerini" elde etmesiydi. Kandan elde edilmesi gereken şey TE.E.MA olarak adlandınlır; en iyi "kişilik" diye tercüme edilir, kelimenin anlamını aktaran bir kelimedir: Bir kişiyi o kişi kılan ve başka bir kişiden farklı yapan şey. Ama "kişilik" olarak tercümesi kelimenin bilimsel kesinliğini aktarmaz; orijinal Sü- merce metinde bu "hafız.ayı yerinde tutanı barındıran" anlamına gelir. Bugünlerde ona "gen" diyoruz.
Genç Anunnaki'den alınan diğer unsur olan şiru g^nellikle "et" olarak tercüme edilir. Zaman içinde, bu kelime çeşitli çağn- şunlan arasında "et" anlamını da kazanmışhr. Ama en eski Sümer metinlerinde bu, cinsiyete ya da üreme organlanna bir göndermedir; kökü ise "tutturan", "bağlayan" anlamına gelir. Şi- ru'dan alınan özden, "tannlan " Anunnaki olmayan evlatlan ile ilgili diğer metinlerde kişru diye söz edilir; erkeğin organından gelen anlamında; "semen"dir, erkeğin spermi.
Bu iki ilahi öz arındıncı bir banyo içinde Ninti tarafından iyice kanşhnlacaktır ve ortaya çıkan İlkel İşçi'nin lakabı olan lu- lu'nun ("Kanşhnlmış Olan") bu kanşhrma işleminden kaynaklandığı açıktır. Modem terimleri kullanırsak, ona melez derdik.
Tüm bu işlemler kesinlikle temiz koşullar altında gerçekleş-
tirilmdiydi. Metinlerden biri "kil"e dokunmadan önce Ninti'nin ellerini nasıl yıkadığını bile anlabr. Bu işlemlerin yürütüldüğü yer, Akkadca Bit Şimti diye adlandınlan özel bir yapıdır; "yaşam rüzgarının içeri üflendiği yer'' anlamına gelen Sümerce Şİ.İM.Tİ'den gelmektedir. Hiç şüphesiz, Kitabı Mukaddes'in Adamı toprağın tozundan yarathktan sonra Elohim'in "onun burnuna hayat nefesini üfledi" yolundaki iddiasının kaynağı da bu- dur. Kutsal metnin "yaŞam nefesi" yerine bazen "can" diye tercüme edilen terimi Nefeş'tir. Akkad metninde, anndırma ve öz alma işlemleri tamamlandıktan sonra "yaşam rüzgarının içeri üflendiği yer" de meydana geleni anlabrken aynı terim ortaya çıkar:
Napiştu'yu saflaşbran tanrı Enki
konuştu.
Onun [Ninti] önüne ohırdu, onu teşvik ediyordu.
Kendi ilahisini söyledikten sonra, Elini kile uzath.
Bir silindir mühür üstündeki resim (Şekil 54) pekala kadim metni betimliyor olabilir. Resim Enki'yi oturmuş, arkasında "test tüpleri" olan (sembolü olan göbek kordonu kesicisi ile tanımlanan) Ninti'yi "teşvik ederken" göstermektedir.
"Kil"in tüm "özler"le kanşhnlması, işlemin sonu anlamına
gelmiyordu. Maymunkadının "arındırıcı banyolarda" genç Anunnaki "tannsı"nın spermi ve genleri ile döllenen yumurtası, şimdi de "tutturma"nın tamamlanacağı bir ''kalıp" içine konmalıydı. İşlemin bu kısmı daha sonra tasarlanan varlığın cinsiyetinin belirlenmesi ile ilgili olarak tekrar tarif edileceğinden, şimdilik bunun "tutturma" safhası olduğunu kabul edebiliriz.
Döllenen yumurtanın ''kalıp"ta kalma süresi belirtilmez, ama onunla ne yapılacağı açıktır. Döllenen ve "kalıplanan" yumurta bir dişinin rahmine yerleştirilecektir, ama ilk baştaki May- munkadının rahmine değil. Bir "tannça"nınkine, bir Anunnaki dişisinin rahmine yerleştirilecektir! Başarılması gereken sonucun bu olduğu açık hale gelir.
Deneyi yapanlar, yani Enki ve Ninti, melezler yaratmak için o kadar deneme yanılmadan sonra, döllenen ve işlemden geçirilen yumurtanın kendi dişilerinden birine yerleştirmesiyle mükemmel bir lulu elde edebileceklerine emin midirler? Bu dişinin doğuracağı bir canavar olmasın? Dişinin hayah tehlikeye girmesin?
Anlaşılan pek de emin değildirler; ve bir insan gönüllü gerektiren tehlikeli bir ilk deney için kendilerini sık sık kobay olarak kullanan bilimciler gibi, Enki toplanan Anunnakilere kendi eşinin, Ninki'nin (''Toprağın Hanımı") bu iş için gönüllü olduğunu duyurur. "Ninki, tanrıça-eşim; sancılanacak kişi olacakbr." diye ilan etti; yeni varlığın kaderini belirleyecek kişi o olacakh:
Yeni doğanın kaderi açıklandı;
Ninki onun üstüne tanrıların suretini sabitleyecek;
ve olacak olan '1nsan" olacak.
Deney başarılı olduğu takdirde Doğum Tanrıçaları olarak görev yapmak üzere seçilen Anunnaki dişileri kalmalı ve olanla- n izlemeli, dedi Enki. MeMerin aç^ladığma göre bu basit ve ^ m^^ bir doğum değildi:
Doğum tanrıçaları biraradaydı, Ninti aylan sayıyordu.
Beklenen onuncu ay yaklaşıyordu;
onuncu ay geldi;
Rahmin açılması dönemi geçti.
Anlaşılan insanın yarahlış draması geç doğumla tamamlan- mışh; hbbi müdahale gerekiyordu. Yapılması gerekeni anlayan Ninti "başını örttü" ve tarifi kil tablet üstünde hasar görmüş olan bir aygıtla "bir açıklık yaptı". Bunu yapınca "rahimde olan fırladı." Yeni doğan bebeği kucaklarken, sevinçten coşmuştu. Herkesin görmesi için onu yukan kaldırıp (Şekil 51'de resmedildiği gibi) muzaffer bir edayla bağırdı:
Yarattım!
Onu ellerimle yapbm!
İlk Adam doğmuştu.
Adam'ın -kutsal metinlerde de belirtildiği gibi tek başına- başanlı doğumu işlemin doğruluğunu onaylamış ve çabaların sürdürülmesi yolunu açmışh. Artık, bir kerede on dört doğum tannçasında gebeliği başlatmak için yeterince ''karışmış kil" hazırlanır:
Ninti kilden on dört parça kopardı;
Yedisini sağa koydu,
Yedisini sola koydu.
Aralanna kalıbı koydu.
Artık işlemler, bir kerede yedi erkek ve yedi dişi ortaya çıkarmak için genetik mühendisliği ile yürütülüyordu. Bir başka tablette Enki ve Ninti hakkında şunlan okuruz:
Bilge ve bilgili,
Çifte-yedi doğum tannçası toplandı;
Yedisi erkek doğurdu,
Yedisi kız doğurdu.
Doğum Tannçalan
Yaşam Nefesinin Rüzgannı doğurdu.
Demek ki İnsanın yarahlışıyla ilgili farklı Kitabı Mukaddes versiyonları arasında herhangi bir tezat yoktur. hk olarak, adam tek başına yarahlrnışh; ama sonra, bir sonraki safhada Elohim gerçekten de ilk insanları "erkek ve dişi" olarak yaratrnışb.
Yarahlış metinlerinde, İlkel İşçilerin "toplu üretimi"nin kaç kez tekrarlandığı belirtilmiyor. Ama başka yerlerde Anunnakile- rin daha fazlası için bağrışıp çağrışılalı okuyomz ve en ^ nunda Edin'den, yani Mezopotamya'dan Afrika'daki Abzu'ya gelen Anunnakiler, Mezopotamya'da bedensel güç gerektiren işleri üstlensinler diye büyük ayıda İlkel ^yi kaçırırlar. Aynca zaman içinde, Doğum Tannçalanna duyulan sürekli ihtiyaçtan sıkılan Enki'nin bu melez hal.kın kendi aralarında üremelerini sağlayacak ikinci bir genetik manipülasyona giriştiğini de öğreniyoruz ama bu gelişmelerin hikayesi, bir sonraki bölümümüzde işlenecek.
Bu kadim metinlerin binlerce yıl öncesine uunan bir zaman köprüsünü aşarak bize ulaştıklarını hahrlarsak, en eski metinleri kaydeden, kopyalayan ve tercüme eden ve muhtemelen sıklıkla şu veya bu ifadenin ya da teknik terimin ilk başta ne anlama geldiğini aslında bilmeden kopyalanan metinlerin en titiz ve kesin kopyasının yapılmasını gerektiren geleneklere sabırla uyan kadim katiplere hayran olmamak elde değil.
Neyse ki, "Günümüz Çağı"nın yirminci yüzyılının bu son on yılına girerken, modem bilimin yararlan bizim tarafımızda. Hücre çoğaltma ve insan üreme "mekaniği", genlerin işlevi ve kodu, birçok kalıhmsal kusur ve hastalığın nedenleri; tüın bunlar ve daha birçoğu arhk, belki tamamen değil ama kadim hikayeyi ve verilerini değerlendirmemize yetecek kadar anlaşılmış olan biyolojik işlemlerdir.
Elimizin alhndaki tüm bu modem bilgiyle, kadim bilgiler hakkında vereceğimiz karar ne olmalıdır? Bu imkansız bir fanta- zi midir yoksa modem bilim tarafından da desteklenen, terminolojiye son derece dikkat edilerek tarif edilen işlemler ve prosedürler midir?
Cevap, evet; tam da bizlerin bugün yaptığı gibidir; aslında son yıllarda izlediğimiz yol gerçekten de budur.
Bugün, birisini ya da bir şeyi (bir ağaç, bir fare ya da bir insan olsun), var olan bir şeyin "suretinde" ve "benzeyişinde" "vücuda getirmek" için, yeni varlığın yaratıcısının genlerine sahip olması gerektiğini artık biliyoruz; aksi takdirde tamamen farklı bir varlık ortaya çıkardı. Sadece birkaç on yıl öncesine dek bilimin tek farkında olduğu şey, her canlı hücrenin içinde saklanan, doğacak olana hem fiziksel hem de zihinsel/duygusal özellikleri veren bir kromozom takımı idi. Ama artık biliyoruz ki, kromozomlar, uzun DNA sıralarının konuşlandığı dallardan ibarettir. Sadece dört nükleotit kullanan DNA, aralarına "dur" veya ''başla" anlamına gelebilecek (veya artık hiçbir şey yapmıyor gibi g^ rünen) kimyasal sinyaller serpiştirilmiş kısa veya uzun mesafelerde sonsuz 'kombinasyonlarda sıralanabilir. Enzimler üretilir ve kimyasal işgüzarlar gibi hareket ederler; kimyasal işlemleri baş- labr, RNA'ları işlerini yap1'laya gönderir, bedeni ve kasları oluşturmak için proteinleri yarabr, canlı bir varlığın sayısız farklılıktaki hücrelerini üretir, bağışıklık sistemini tetikler ve şüphesiz, varlığın kendi suretinde ve benzeyişinde evlatlar edinebilmesi için üremesine yardım ederler.
Genetik biliminin başlangıcı artık, bitki melezleştirme konusunda deneyler yapan ve 1866'da yayınlanan bir çalışmasında bahçe bezelyelerinin kalıtsal özelliklerini tarif eden bir Avusturyalı keşiş olan Gregor Johann Mendel'e atfedilir. Şüphesiz bu tür bir genetik mühendislik bahçecilikte (çiçek, sebze ve meyve yetiştiriciliği); bir bitkinin istenilen niteliklerinin bir başka bitkiye eklenmesi için, bu bitkinin bir kısmının alıcı bitkide açılan bir kesiğe eklendiği, aşılama denilen bir işlem yoluyla uygulanmaktaydı. Aşılama tekniği son zamanlarda hayvanlar aleminde de denenmiş ama verici ile alıcı arasında, alıcının bağışıklık sisteminin reddetmesinden dolayı sınırlı bir başarı elde edilmişti.
Bir aralar medya organlarında büyük yankı bulan bir sonraki ilerleme klonlama adı verilen işlemdi. Her bir hücre -diyelim ki insan hücresi- o insanı üretmek için gerekli tüm genetik bilgiyi içerdiğinden, bir dişinin yurnurtasırun içinde sahibinin aynısı
olan bir varlığın büyümesine yol açma potansiyelini taşır. Teoride, klonlama bizlere sonsuz sayıda Einstein'lar ya da Tanrı korusun, sonsuz sayıda Hitler'ler üretme yolunu sunmaktaydı.
Klonlama olasılığı, aşılamanın yerini alacak ileri bir metot olarak deneysel yöntemle bitkilerde tet edümeye başlandı. A^ lında klonlama terimi "dal" anlamına gelen Grekçe klon kelimesinden türetilmişti. İşlem, verici bitkiden alınması istenen bir hücrenin alıcı bitkiye yerleştirilmesi fikri ile başladı. Derken teknik, hiçbir alıcı bitkinin gerekmediği bir safhaya dek ilerledi; tüm yapılması gereken, istenen hücreyi büyümeye, bölünmeye başlayıp en sonunda tüm bitkiyi oluşturana dek bir besin eriyiği içinde tutmakh. 1970'lerde bu işleme bağlanan büyük umutlardan biri de arzu edilen türden birbirinin eşi ağaçlardan oluşan tam bir ormanın test tüplerinde yaratılması ve daha sonra ekilip büyüyecekleri adrese bir paketle yollanması idi.
Bu tekniğin bitkilerden hayvanlara uyarlanmasının daha zorlu olduğu ortaya çıkh. İlk olarak, klonlama eşeysiz üremeyi içermekteydi. Bir yumurtanın bir spermle döllenmesiyle üreyen hayvanlarda, üreme hücreleri (yumurta ve sperm), genleri dallarında taşıyan çift kromozom takımı değil, sadece tek bir kromozom takımı içermeleriyle diğer tüm hücrelerden farklılık gösterirler. Demek ki, döllenmiş bir insan yumurtasında ("ovum") gerekli yirmi üç• çifti oluşturan kırk alh kromozomun yansı anne (ovum yoluyla) ve diğer yansı da baba (sperm ile) tarafından sağlanır. Klonlamayı başarmak için ovumdaki kromozomlar cerrahi müdahale ile çıkarblmalı ve erkek sperminden değil de herhangi bir başka insan hücresinden tam bir kromozom takımı çifti yerleştirilmelidir. Eğer her şey başarılı olursa, rahimde korunan yumurta önce bir embriyo, sonra bir cenin ve derken bir bebek haline gelir; bebek, hücresinden büyüdüğü kişinin hpabp aynısı olacakbr.
İşlemde, burada anlablamayacak kadar teknik ayrıntılar içeren diğer başka sorunlar da vardı ama yavaş yavaş deneylerin, iyileştirilmiş cihazların ve genetiği anlayıştaki ilerlemenin yardımıyla aşıldılar. Deneylere yardımı olan ilginç bir bulgu da yerleştirilen hücre çekirdeğinin kaynağı ne kadar genç olursa, başarı
şansının o kadar arthğı yolundaydı. 1975'te İngiliz bilimciler iribaş hücrelerinden kurbağalan klonlamayı başardılar; işlem, bir kurbağa yumurtasının çekirdeğini çıkarhp yerine bir iribaşın hücre çekirdeğini yerleştirmeyi gerektiriyordu. Bu, mikrocerrahi ile başanlmışh çünki söz konusu hücreler, insan hücrelerinden bir hayli büyüktü. 1980 ve 1981 'de Çinli ve Amerikalı bilimciler benzer tekniklerle balıklan klonladıklannı açıkladılar; sinekler üstünde de deneyler yapılmaktaydı.
Deneyler memelilere kaydınldığında, kısa üreme döngüleri nedeniyle fareler ve tavşanlar seçildi. Memelilerdeki sorun sadece hücrelerinin ve hücre çekirdeklerinin karmaşıklığı değil, aynı zamanda döllenmiş yumurtanın bir rahim içinde büyümesi zorunluluğuydu. Yumurtanın çekirdeği cerrahi yolla çıkarhlmayıp radyasyonla hareketsiz hale getirildiğinde daha iyi sonuçlar elde edildi; bu çekirdek Wmyaal yolla "boşalhldığında" ve yeni ^ kirdek kimyasal yolla yerleştirildiğinde daha da iyi sonuçlar alındı; Oxford Üniversitesinden J. Derek Bromhall'ın tavşan yumur- talan üstünde yaphğı deneylerle gelişen bu prosedür Kimyasal Füzyon olarak tanındı.
Farelerin klonlanmasıyla ilgili diğer deneyler; bir memelinin yumurtasının döllenebilmesi, bölünmeye başlaması ve daha da önemlisi, farklılaşma işlemine {bedenin farklı kısımlan haline gelecek özelleşmiş hücreler şeklinde) başlayabilırlesi için vericinin kromozom takımından daha fazlasının gerektiğini işaret eder gibiydi. Yale' de deneyler yapan Clement L. Markert, erkek sperminde, kromozomların yanı sıra bu işlemleri teşvik eden bir şeyler olduğu sonucuna vardı; "Sperm, yumurtanın gelişmesini harekete geçiren tanımlanamayan bir tahrik mekanizmasına katkıda bulunuyor olabilir," diyordu.
Spermdeki eril kromozomların yumurtanın dişil kromo- zomlanyla kaynaşmasını önlemek üzere (aksi takdirde klonlama yerine normal döllenme olurdu) kaynaşma başlamadan ve kalan takım kendini ikiye katlamak için fiziksel veya kimyasal yolla "uyanlmadan" hemen önce bir takımın cerrahi müdahaleyle çı- i<arhlması gerekiyordu. Eğer kendini ikiye katlama işlemi için spermin kromozomlan seçilmişse, embriyo ya dişi ya erkek ola-
bilirdi; eğer yumurtadaki takım seçilir ve ikiye katlanırsa, embriyo sadece dişi olabilirdi. Markert hücre çekirdeği transferinde bu gibi metotlarla deneylerini sürdürürken, diğer iki bilimci (Peter C. Hoppe ve Kari Illmense) 1977' de Bar Harbor/Maine'deki Jackson Llboratuvannda yedi "tek ebeveynli fare"nin başanyla doğduğunu duyurdular. Ama işlem, klonlamadan ziyade ''bakire doğumu", daha doğru adıyla partenogenez idi; çünki deneycilerin yaphğı bir dişi farenin yumurtasındaki kromozomlann ikiye katlanmasına izin vermek, bu çift kromozom takımlı yumurtayı belkli eriyiHer içinde tutmak ve derken, hücre bkkaç kez ^ lündükten sonra, kendi kendine döllenmiş hücreyi bir dişi farenin rahmine yerleştirmekti. Ancak önemli olan, alıcı farenin, yumurtası kullanılan fare değil farklı bir dişi olması gerekiyordu.
1978' de, ölümü takınb haline getiren egzantrik bir Amerikalı milyarderin klonlanmayı ayarlayarak ölümsüzlüğü arayışını konu alan bir kitabın yayınlanması bir hayli gürültü kopardı. Kitabın iddiasına göre, milyarderden alınan bir hücrenin çekirdeği bir dişi yumurtaya zerk edilmiş ve bir gönüllü dişi tarafından taşınarak başanyla doğurulmuştu; her açıdan sağlam ve sağlıklı olan oğlanın, kitabın yayınlandığı sırada on dört aylık olduğu öne sürülmekteydi. Gerçek bir rapor gibi yazılmış olmasına karşın bu hikayeye kimse inanmadı. Bilimsel çevrelerin şüpheciliği, bu işin im^ns^lığından kaynaklanmıyordu; çünki ^ UgiUl^ rin kabul ettiği gibi bu bir gün mümkün olacakh ama bu işin Ka- rayipler' de bilinmeyen bir grup tarafından, hele de en iyi araşbr- macılar o sırada ancak farelere bakire doğumu yapbnrken, başa- nlıp başanlamadığı konusunda şüpheleri vardı. Aynca tüm deneyler vericinin hücreleri ne kadar yaşlı ise haşan şansının da o kadar düşük olacağını işaret ederken, yetişkin bir erkeğin başan- lı biçimde klonlanması hakkında da şüphe duyuluyordu.
"Üstün ırk" adına Nazi Almanyası'nda İnsanoğluna reva görülen dehşetlerin hahrası hala taze olduğundan, kötü amaçlarla seçilen insanlann klonlanması ihtimali bile [bu, Ira Levin'in çok satan romanı The Boys from Brazil'in (Brezilya'dan Çocuklar) temasıydı] genetik manipülasyonun bu türüne duyulan ilginin azalması için yeterli nedendi. '1nsan Tanncılık Oynamalı mı?"
çığlığının yerine "Bilim Kocaların Yerini Alabilir mi?" diyebileceğimiz diğer bir fikir ise, "tüp bebekler'' fenomenine yol açan işlemdi.
1976 yılında Texas A&M Üniversitesinde yürütülen deneyler, ovülasyondan (''") sonraki beş gün içinde bir memeliden (söz kon^u memeU bir şevkti) bir embriyoyu alıp bk başka dişi ^ beğin rahmine transfer etmenin vebaşarılı bir gebelik ve doğuma yol açabilmenin mümkün olduğunu göstermişti. Diğer araşhr- macılar ise küçük memelilerden yumurtaları çıkarhp test tüplerinde döllendirmenin yollarını bulmuşlardı. Embriyo Transferi ve Tüpte Döllenme denilen iki işlem; Temmuz 1978'de kuzeyba- h İngiltere'deki Oldham Bölge Hastahanesinde Louise Brown'ın doğmasıyla hp tarihine geçen bir olayda kullanıldı. Diğer birçok tüp bebeğin ilki olan Louise, ana babası tarafından değil, Dr. Pat- rick Steptoe ve Robert Edwards tarafından uygulanan tekniklerle bir test tübünde "gebe kalınmışh". Dokuz ay önce, Bayan Brown'un yumurtalığından olgun bir yumurtayı emip çıkarmak için ucunda ışık olan bir aygıt kullanmışlardı. Yaşam destekleyici besinler içeren bir kapta yıkanan bu çıkartılmış yumurta, Dr. Edwards'ın kullandığı deyimle, kocasının spermleriyle ''karışh- rılınışh". Spermlerden biri yumurtayı döller döllemez, yumurta başka besinler içeren ve içinde bölünmeye başlayacağı başka bir kaba aktarılmışh. Elli saat sonra sekiz hücreli bölünme safhasına varmışh ve bu noktada, yumurta Bayan Brown'un rahmine yerleştirilmişti. Dikkat ve özenli bakımla embriyo uygun biçimde gelişti; ve sezaryenle doğum gerçekleştirildi. Böylece, kadırun kusurlu yumurta kanalları yüzünden çocuk sahibi olamayan bir çift normal, sağlıklı bir kız çocuk edinmişti.
Sezaryeni gerçekleştiren jinekolog, bebeği havaya kaldırıp "fc oldu ve apaağlam!" diye bağırmışh.
Yüz binlerce yıl önce, sezaryenle Adamı doğurtan Ninti ''Ya^atbm! Onu ellerimle yaphm!" diye bağırmışb...
Enki ve Ninti'nin deneme ve yanılmalarla dolu uzunbir yol katettiklerini söyleyen kadim metinleri anımsatan bir başka şey (") Yumurtlama; yumurtalık içindeki yumurtacıkların oluşumu; yumurtaoklan yumurtalıktan dışan ahlmalan. (Ç.N.)
Şekil 55
de, medyanın çılgına döndüğü (Şekil 55) Bebek Louise ''hamle- si"nin kusurlu ceninlerin ve hatta bebeklerin ortaya çıkhğı on iki yıllık bir deneme yanılma sürecinden sonra gerçekleşmiş olmasıydı. Şüphesiz, besin ve sperm kanşımına kan serumu eklemenin başarı için elzem olduğunu keşfeden doktorların ve araşbr- macıların tamamen habersiz oldukları şey, Enki ve Ninti'nin uyguladığı işlemlerin aynısını izliyor olmalarıydı...
Bu beceri kısır kadınlara yeni bir umut vermesine (aynca taşıyıcı annelik, embriyo dondurma, sperm bankaları ve yeni yasal kanşıklıklara yol açmasına) rağmen, Enki ve Ninti tarafından başarılan beceriRin uzak bir akrabasıydı sadece. Yine de kadim metinlerde okuduğumuz teknikleri kullanmaktaydı; Sümer metinlerinin vurguladığı üzere, hücre çekirdeği transferine girişen bilimcilerin verici erkeğin genç olması gerektiğini keşfetmeleri gibi.
Tüp bebek varyasyonları ve kadim metinlerin tarif ettiği şey
arasındaki en bariz farklılık; ilk işlemde doğal üreme biçimi taklit edilmektedir: insan erkeğinin spermi insan dişisinin yumurtasını döller ve bu daha sonra rahimde gelişir. Adamın yaratılmasında ise, iki farklı (hiç benzemez değilseler bile) türün genetik malzemesi, iki "ebeveyn" arasında bir noktada yer alan yeni bir varlık yaratmak üzere kanştınlmışh.
Modern bilim son yıllarda, genetik manipülasyon alanında bir hayli ilerleme kaydetti. Gittikçe gelişen cihazlann, bilgisayar- lann ve gittikçe küçülen aygıtlann yardımıyla bilimciler, İnsa- noğlununki de dahil canlı organizmalann genetik kodunu "okumaya" başladılar. ONA'nın A-G-C-T'si ve genetik "alfabe"nin "harfleri" olan A-G-C-U'yu okumak mümkün oldu, aynca arbk genetik kodun üç harfli (AGG, AAT, GCC, CGG ve sonsuz kombinasyonda sıralaruşlan) "kelimele"rini de tanıyabiliyoruz; ONA iplikçiklerinde her biri belirli bir görev edinen, örneğin gözlerin rengini belirleyen, büyümeyi yöneten veya kalıtsal bir hastalığı yayan genleri oluşturan dilimler de ayırt edilmeye başlandı. Bilimciler aynca bazı kodlann "kelimeleri"nin kopyalama işleminin nerede başlayıp nerede biteceği talimahnı verme işini gördüklerini buldular. Yavaş yavaş bilimciler genetik kodu bilgisayar ekranında yazar ve çıktılarda (Şekil 56) "dur" ve "başla" işaretlerini tanır hale geldiler. Bir sonraki adım, kolibasilinde yaklaşık 4.00 adet ve insanlarda 100.00' in üstünde olan her bir kısmın ya da genin işleviıtj bulmakb. Artık insanın genetik yapısının tam bir "haritasını" ("Genom") çıkarma planlan yapılıyor; görevin muazzamlığı ve şu ana dek elde edilen bilgiyi takdir edebilmek için şunu bilsek yeter: Eğer tüm insan hücrelerindeki ONA'lar çı- kartılsa ve bir kutuya konsa, kutunun bir buz kübünden büyük olmasına gerek yoktur; ancak birbirine dolaşık ONA sarmallan açılıp uzahlırsa, bu 75 milyon kilometre uzunluğunda bir sicim oluşturacakhr...
Tüm bu karmaşıklıklara rağmen, enzimlerin yardımıyla ONA'lan istenilen yerden kesmek, bir geni oluşturan "cümleyi" kesip çıkartmak ve hatta ONA'ya yabancı bir gen eklemek bile mümkün hale gelmiştir; bu teknikler yoluyla istenmeyen bir özellik (mesela hastalığa yol açan bir özellik) çıkartılabilir ve iste-
M MI
Şekil 56
nilen bir özellik (meselA bir büyüme hormonu) eklenebilir. Bu temel yaşam kimyasının anlaşılması ve manipülasyonu ile ilgili ilerlemeler, 1980 yılında büyük ONA kısımlarının hızlı okunması metodunu geliştiren Harvard'dan Walter Gilbert ve Cambrid- ge Üniversitesinden Frederick Sanger'e ve "gen ayırma"daki öncü çalışmalanndan dolayı Stanford Üniversitesinden Paul Berg'e kimya dalında Nobel ödülü verilmesiyle tanındı. Prosedürler için kullanılan bir diğer terim ise "Rekombinant ONA teknolojisi"dir çünki ayırmadan sonra ONA, ONA'ya yeni eklenen dilimlerle yeniden birleştirilmektedir.
Bu beceriler gen terapisini, yani kalıtsal hastalıklara ve kusurlara yol açan genlerin insan hücreleri içinden alınması ya da
düzeltilmesini mümkün kıldı. Aynca Biyogenetik de mümkün hale geldi, yani genetik manipülasyon yoluyla hbbi tedavi için bakterilerin veya farelerin gerekli bir kimyasalı (mesela insülin) üretmeye teşvik edilmei. Rekombinant teknolojinin böyİKİ ^ cerileri mümkün olmuştu çünki Dünya üstündeki tüm canlı organizmalardaki ONA aynı yapıdan oluşmaktaydı; böylece bir bakterinin ONA sicimi, bir insan ONA'sının bir dilimini kabul ("rekombine") edecekti. (Gerçekten de Temmuz 1984'te Amerikalı ve İsviçreli araşhrmacılar, inanlarda, sineklerde, toprak ^ lucanlannda, tavuklarda ve kurbağalarda ortak olan bir ONA dilimi keşfettiler; bu da Dünya üstündeki yaşamın tek bir genetik kökenden geldiğini desteklemektedir.)
Bir eşek ve bir ahn çiftleşmesinin ürünü olan kahr gibi melezler, bu iki hayvanın çiftleşmesinden doğabilirler; çünki benzer kromozomlara sahiptirler (ancak melezler üreyemezler). Çok uzak akraba olmasalar da bir koyun ve bir keçi doğal olarak çift- leşemezler ancak genetik akrabalık.lan nedeniyle, deneyler (1983) onlan biraraya getirdi ve bir koyunun kıvırcık tüylerine ve bir keçinin boynuzlarına sahip bir "koyçi" oluştu (Şekil 57). Böylesi karışık ya da "mozaik" yarahklara, Grek mitolojisinde bir aslanın ön kısmına, bir keçinin orta kısmına ve bir ejderhanın kuyruğuna sahip canavarın adı verilir: chimera (Şekil 58). Bu haşan "Hücre Füzyonu" ile elde edilmişti; bir koyun embriyosu ile bir keçi embriyosu dört hücreye bölündüğü safhadalarken kaynaştınldı
Şekil 57
Şekil 58
ve taşıyıcı annelik yapacak olan bir koyunun rahmine aktarılana dek besinlerle dolu bir test tübünde bekletildi.
Böyl^i hüCTe kaynaşmalannda, wnuç (ya^yabilen bir ^ bek doğsa bile) tahınin edilemez; genlerin kromozomlar üstünde nerede yer alacağı ve hangi hücre vericiden hangi özelliklerin -"suretin" ve "benzeyişin"- alınacağı tamamen şansa bağlıdır. Grek mitolojisinde yer alan Girit'in Minotaur'u (yan boğa, yan insan) da dahil tüm canavarların; yararlandığı kaynaklan Enki ve Ninti'nin her türden chimeralar üreten deneme yanılma sürecini anlatan Sümer metinleri olan Babil rahibi Berossus'un Greklere aktardığı hikayelerin hatıraları olabilirler.
Genetikteki ilerlemeler, biyoteknolojiye bu tahmin edilemez chimera rotasının dışında yeni yollar açh; bunu yaparken modem bilimin, Enki ve Ninti'nin de üstlendiği (ancak daha zor olan) diğer seçeneği izlediği açıktır. Genetik iplikçikler üstünden parçalar kesip parçalar ekleyerek ya da Rekombinant Teknoloji ile ortadan kaldırılacak, eMenmek ve değiştirilmek özellikler ^ lirlenip, hedeflenebilmektedir. Genetik mühendislikteki bu ilerlemenin kilometre taşlarından bazıları; bitkilerin çeşitli hastalıklara karşı dayanıklı olmasını sağlamak için bakteri genlerinin bitkilere transferi ve daha sonra (1980) belirli bakterilerin farelere yer- · leştirilmesiydi. 1982'da bir sıçanın büyüme genleri (Pennsylvania
Üniversitesinden Ralph L. Brinster ve Howard Hughes Tıp Enstitüsünden Richard D. Palmiter önderliğindeki ekipler tarafından) bir farenin genetik koduna eklendi ve sonuçta bir farenin iki kah büyüklüğünde bir "Süper Fare" ortaya çıkh. 1985'te Nature dergisinde (27 Haziran) çeşitli bilimsel merkezlerdeki deneycilerin işlevsel olan insan büyüme genlerini tavşanlara, domuzlara ve koyunlara eklemeyi başardıklarını bildiren bir rapor yayınlandı; 1987'de (New Scientist, 17 Eylül) İsveçli bilimciler de bir Süper Somon balığı yarathlar. Şimdiye dek bakteriler, bitkiler ve memeliler arasında böyle "trans-genik" rekombinasyonlarda başka özellikler taşıyan genler kullanıldı. Teknikler, hastalıkların tedavisi konusunda belirli bir genin belirli işlevlerini mükemmelen taklit eden bileşiklerin yapay üretimine dek ilerledi.
Memelilerde, üstünde oynama yapılan döllenmiş dişi yumurtası en sonunda bir taşıyıa annenin rahmine yerleştirilmelidir; bu, Sümer hikayelerine göre "Doğum Tanrıçalan"na verilen bir görevdi. Ama bu safhadan önce, erkek vericinin istenen genetik özelliklerini dişi vericinin yumurtası içine eklemenin bir yolunun bulunması gerekiyordu. En bilinen metot mikro-enjeksiyon- dur; önceden döllenmiş olan dişi yumurtadan genetik malzeme çıkarhlır ve istenen genetik özelliğin eklendiği genetik malzeme ile doldurulur; bir cam kapta kısa bir süre bekledikten sonra, yumurta bir dişinin rahmine (fareler, domuzlar ve diğer memelilerde denendi) yerl^tirilir. ^lem zordur, birçok »ranu vardır ve çok az bir haşan yüzdesine sahiptir ama işe yaramaktadır. Bir başka teknik ise hücrelere doğal olarak saldıran ve onların genetik çekirdekleri ile kaynaşan virüsleri kullanır; bir hücreye eklenmesi istenen yeni genetik özellik çok karmaşık yollarla bir virüse bağlanır, virüs arhk taşıyıcı hale gelmiştir; buradaki sorun, genin eklenmesi gereken kromozom dalı üstündeki bölgenin seçiminin kontrol edilemeyişidir; çoğu kez chimeralar ortaya çıkmaktadır.
Haziran 1989'da Celi dergisinde, Roma'daki Biyomedikal Teknoloji Enstitüsünden Corrado Spadafora'run önderliğindeki İtalyan bilimcilerinin yeni gen taşıyıcısı olarak spermleri kullanmada başanlı olduklarını açıkladı. Prosedürleri şöyleydi; sperm yabana genlere doğal dirençlerinin azalhlması için endüklen-
mekte ve yeni genetik malzemeyi içeren eriyiklerde ıslatıldıktan sonra, spermler yeni genetik malzemeyi çekirdekleri içine almaktaydı. Daha sonra üstünde oynama yapıl<HpeH rmler dişi fareleri gebe bırakmakta kullanılmış; doğan bebekler kromowmlannda yeni geni taşır hilde doğmuşlardı (söz konusu gen, bakteriyal bir enzimdi).
Genetik malzemeyi dişi yumurtasına taşımak için en doğal aracı -sperm- kullanmanın basitliği bilimsel çevreleri şaşkına çevirmişti ve bu haber The New York Times'ta bile manşet oldu. Sci- ence dergisinde 11 Ağustos 1989'da yayınlanan haber, İtalyan tekniğini kullanan diğer bilimcilerin karışık başanlannı anlatmaktaydı. Ama rekombinant teknolojileri kul n tüm bilimciler, bazı düzeltmeler ve iyileştirmeler gerektirse de, yeni bir tekniğin -en doğal ve en basit tekniğin- geliştirilmiş olduğu sonucuna vardılar.
Bazıları spermlerin yabancı DNA'yı benimseme yeteneğinin, tavşan spermleri üstünde daha 1971'de yapılan deneylerde araşbrmacılar tarafından önerildiğine dik t çekti. Bu tekniğin çok daha öncelerde, Maymunkadırun yumurtasını genç bir Anunnaki'nin spermiyle kan serumu içeren bir test tübünde karıştıran Enki ve Ninti tarafından Adam'm yarablmasmı anlatan Sümer metiı:iı^de bildirildi_ğini ise çok az kişi fark etti.
1987'de ltalya Floransa Universitesi antropoloji dekanı, sürmekte olan deneylerin "annesi şempanze ve babası insan olan bir antropoidin, yeni bir köle ırkının yarablmasma" yol açabileceğini açıkladığında din adamlan ve hümanistlerin protestolanyla karşılaşh. Okurlanmdan biri haberi bana şu notla birlikte yolla- mışb: "Eh, Enki, yine başlıyoruz!"
Bu cümle, modem mikrobiyolojinin başarılarını en iyi şekilde özetliyor.
YABAN ARILARI, MAYMUNLAR ve
KİTADI MUKADDES'DEKİ ATALAR
Dünya üstünde meydana gelenler ve özellikle de ilk savaşlar; hü- kümdann üvey kız kardeşinden bir başka oğlu olursa, ilkdoğan oğlu varislikten mahrum eden Anunna.ki Ardıllık Kanunu'ndan kaynaklanmaktaydı.
Sümerliler tarafından benimsenen aynı ardıllık kurallan, İbrani Atalann hikayelerinde yankılanır. Kitabı Mukaddes (Sümer'in baş şehri Ur'dan gelen) İbrahim'in kansı Sara'ya (''Prenses" anlamına gelen bir addır) yabancı krallarla tanışhklarında kendisini İbrahim'in karısı değil kız kardeşi olarak tanıtmasını söyler. Tamamen doğru olmasa da bu bir yalan değildir; hpkı Tekvin 20:12'de açıklandığı gibi: ''Ve gerçekten kız kardeşimdir, kendisi babamın kızıdır, fakat annemin kızı değildir; ve benim kanın oldu."
İbrahim'in ardılı; hizmetkar Hacer'den doğan ilkdoğan oğlu İsmail değil, üvey kız kardeşi Sara'dan doğan İshak olmuştu; çok sonra doğmuş olmasına rağmen.
Antik çağlarda ister Eski Dünya'da Mısır'da ister Yeni Dünya'da İnka'da, kısacası tüm kraliyetlerde sıkı sıkıya uyulan bu ardıllık kural- lanna bağlılık; yakın akrabalarla çiftleşmenin iyi olmadığı inancına ters ve tezat görünen bir "zürriyet" veya genetik bir çizgiyi öneriyor gibi görünmektedir.
Acaba Anunnakiler modem bilimin henüz keşfetmediği bir şeyler mi biliyorlardı?
1980'de Washington Üniversitesinden Hannah Wu önderliğinde bir grup, seçme şansı verildiğinde dişi maymunların üvey erkek kardeşleri ile çiftleşmeyi tercih ettiklerini buldu. "Bu deneyde heyecan verici olan ^y" diye belirtilmişti rakorda, "tercih dilen üvey erkek to- deşlerle aynı babayı paylaşmalan ama annelerinin farklı olmasıydı". Diı:cover dergisi (Aralık 1988) "erkek yaban anlarının normalde kız kardeşleriyle çiftleştiklerini" gösteren çalışmaları yayınlamışh. Tek bir erkek yaban ansı birçok dişiyi döllediğinden, tercih edilen çiftleşmelerin aynı babadan ama farklı annelerden olan üvey kız kardeşlerle gerçekleştiği bulunmuştu.
Anunnakilerin ardıllık kurallannda kaprisin ötesinde bir şeyler var gibi görünüyor.
HAVVA DENİLEN ANA
Kitabı Mukaddes'teki İbranice kelimeleri Akkadca dallarından Sümerce kökenlerine doğru izleyerek, kutsal metinlerdeki hikayelerin gerçek anlamlarını, özellikle de Tekvin Kitabının gerçek manasını anlamak mümkün olmuştur. Sümer terimlerinin çoğunlukla tek bir orijinal piktograftan türetilmiş birden fazla anlamı olması, Sümerceyi anlama konusunda büyük bir zorluk oluşturmakta ve bunları konunun bağlanu.nda dikkatle okutnayı gerektirmektedir. öte yandan Sümer yazarlarının sık sık bu kelime oyunlarını kullanmaları, onların metinlerini zeki okuyucular için zevke dönüştürmektedir.
Örneğin, The Wars ofGods and Men adlı kitabımda Sodom ve Gomora'nın "yıkılması" ile ilgili kutsal metin hikayesini ele alırken, Lut'un kansının neler olduğunu görmek için geride kalınca "to sütununa" dönüştüğü fikrine dikkati çekiştim; asbnda orijinal Sümer terminolojisinde bu "buhar sütunu" anlamına geliyordu. Tuz, Sümer'de buhar dolu bataklıklardan elde edildiğinden, orijinal Sümerce terim olan Nİ.I^^ hem "to" hem de ''buhar'' anlamına geliyordu. Lut'un zavallı kansı tuza dönüşmemiş, düzlükteki şehirlerin alt üst olmasına neden olan nükleer patlamalarla buharlaşmışh.
Havva ile ilgib kutal metin hikayeleri hakkında, ta adın ^ ranicede "Yaşama sahip dişi" anlamına geldiğini ve onun Adem'in kaburgasından yarahlma hikayesinin muhtemelen, hem "yaşam" hem de "kaburga" anlamına gelen Sümerce Tİ sözcüğü ile bir kelime oyunundan dallandığını ilk işaret eden büyük sümerolog Samuel N. Kramer idi.
Yaratılış hikayelerindeki diğer bazı orijinal veya çifte anlamlardan önceki bölümlerde söz etmiştik. Kutsal metinlerle Sü-
mer metinlerinin karşılaşbnlmasıyla ve Sümer terminolojisinin analiziyle "Havva" ve onun kökeni hakkında daha fazlası çıkar- hlabilir.
Genetik manipülasyonlar, gördüğümüz gibi, Enki ve Ninti tarafından, Akkadca versiyonlarda Bit Şimti "yaşam rüzgannın içeri üflendiği yer'' denen özel bir tesiste yürütülüyordu; bu anlam, bu özelleşmiş yapının amacının ne olduğuna dair bir hayli doğru bir fikri aktarmaktadır: laboratuvar. Ama burada Sümer kelime oyunlannı tartışmaya dahil etmek ve böylece Adem'in kaburgası, kilin kullanılması ve yaşam nefesleri hikayesinin kaynağına yeni bir ışık tutmak zamanı geldi.
Daha önce de belirtildiği gibi Akkadca terim, Sümerce Şİ.İM.Tİ'nin biraz değiştirilmiş haliydi. Bu üç heceli bileşik kelime, diğer iki hecenin anlamı ile birleşen, onlan güçlendiren ve genişleten anlamlar içermekteydi. Şİ; genelde "can" olarak tercüme edilen, aslında "yaşam nefesi" anlamında olan, Kitabı Mukaddes' in Nefeş dediğine karşılık gelir. İM, bağlamına göre çeşitli anlamlara sahiptir. "Rüzgar'' anlamına gelirdi ama aynca "yan" anlamına da gelir. Gökbiliın metinlerinde gezegeninin "yanında" olan bir uyduyu anlatmakta; geometride bir kare veya üçgenin kenannı işaret etmekte ve anatomide ''kaburga" anlamına gelmektedir. Bugün de paraleli olan İbranice Şela kelimesi hem geometrik bir şeklin yanı hem de bir kişinin kaburgası anlamına gelir. Ve işte! İM tamamen ilgisiz dördüncü bir anlaırı da içerir: "kil"...
Sanki İM kelimesinin "rüzgar" /"yan" /"kaburga" /"kil" çoklu anlamlan yetmiyormuş gibi, Tİ terimi de Sümer dilbiliın eğlencesine eğlence katar. Daha önce de belirtildiği gibi hem ''kaburga" hem de "yaşam" anlamına gelmektedir; bu ikincisi İbra- nice Şela'nın geldiği Akkadca ^ilu'dan gelir. Çift olunca Tİ.Tİ "göbek", cenini tutan anlamına gelir; ve işte! Akkadca titu ''kil" anlamını kazanmış ve bundan İbranice Tit oluşmuştur. Demek ki, la- boratuvann Sümerce adı olan Şİ.İM.Tİ'nin Tİ hecesi de bize "yaşam" /"kil"/"göbek" /"kaburga" anlamlannı vermektedir.
Tekvin'i derleyenlerin verilerini toplamış olduğu orijinal Sümer versiyonlannın yokluğunda, hem İM hem de Tİ tarafın-
dan aktarıldığı için mi, yoksa devamındaki dizelerde bir toplumsal bildiri yapmalanna fırsat verdiği için mi ''kaburga" yorumunu seçtiklerini söylemek çok zor:
Ve Rab Tann adamın üzerine derin bir uyku getirdi
ve o uyudu,
ve <;lnun kaburga kemiklerinden birini aldı
ve yerini etle kapladı.
Ve Rab Tanrı adamdan aldığı kaburga kemiğinden
bir kadın yapb;
ve onu adama getirdi.
Ve adam dedi:
"Şimdi bu benim kemiklerimden kemik, ve etimden ettir."
Buna iş-şa (Nisa, "Kadın") denilecek
çünki o iş'ten ('1nsan") alındı.
Bunun için insan anasını ve babasını bırakacak, ve kansına yapışacakbr ve bir beden olacaklardır.
İnsanın dişi eşinin yaratılışı hikayesi; bahçelerine baksın ve korusun diye çoktan E.DİN' e yerleştirilmiş olan Adamın yapayalnız olduğunu anlabr. ''Ve Rab Tan, Adamın yalnız olması iyi değildir; kendisine uygun bir eş yapacağım." Bunun, İnsanoğlunun erkek ve dişi olarak yaratıldığı hikayesinin devamı değil de, Adam'ın tek başına yaratıldığı hikayenin bir devamı olduğu açıkbr.
Görünürdeki bu karmaşayı çözmek üzere, Dünyalıların yaratılış sıralaması akılda faturalıdır. ^ önce erkek tulu, ^^h- nlmış olan" mükemmelleştirildi; derken Maymunkadırun yıkanan ve genç bir Anun kinin kan serumu ve spermiyle karıştırılan döllenmiş yumurtalan, bölümler halinde ayrıldı ve bir ''kalıba" kondu; burada ya eril ya da dişil özellikler Arandılar. ^ ğum Tannçalannın rahimlerine yerleştirilen embriyolar her seferinde yedi dişi, yedi erkek ürettiler. Ama bu ''karışbnlmış olan"lar
melezdi; üreyemiyorlardı (hpkı kahrlar gibi). Onlardan daha fazlasını elde etmek için, işlemi sürekli tekrarlamak gerekiyordu.
Bir noktada bu hizmetkarları bu şekilde elde etmenin yeterince iyi olmadığı ortaya çıkh; dişi Anunnakileri gebe bırakıp do- ğurtr arak bu insanlardan daha fazlasını elde etmenin başka bir yolu olmalıydı. Bu da, Enki ve Ninti tarafından yapılan ve Adam'a kendi başına üreyebilme yeteneğini veren ikinci genetik manipülasyondu. Evlatlar edinebilmesi için adamın tam olarak uygun bir dişiyle çiftleşmesi gerekiyordu. Nasıl ve niçin yaratıldığı, Kaburga ve Aden Bahçesi hikayesini oluşturmaktadır.
Kaburga hikayesi neredeyse bir hp dergisinde iki sahrlık bir rapor özeti okumayı andırır. Hiç de muğlak olmayan sözlerle, bugünlerde gazetelerde manşet olan türden büyük bir operasyonu tarif eder: Yakın bir akrabanın (örneğin bir baba veya kız kardeş) bir organ bağışında bulunması türünden. Modem hp, rahatsızlık bir kanserse ya da bağışıklık sistemini etkiliyorsa, gittikçe artan bir şekilde kemik iliği transplantasyonuna başvurmaktadır.
Kitabı Mukaddes'teki organ bağışlayıcı, Adam idi. Genel anestezi verilmiş ve uyutulmuştur. Bir kesik açılır ve bir kaburga çıkarhlır. Daha sonra yarayı kapamak için deri gerilerek dikilir ve Adamın dinlenmesi ve iyileşmesi sağlanır.
Faaliyet, başka bir yerde devam etmektedir. Elohim şimdi de kemik parçasını bir kadın yaratmak için değil, bir kadın "oluşturmak" için kullanmaktadır. Terminolojideki farklılık önemlidir; söz konusu kadının zaten mevcut olduğunu ama Adamın eşi olabilmesi için oluşturma/inşa tarzında bazı manipülasyonlar gerektirdiğini işaret etmektedir. Gereken her ne idiyse kaburgadan elde edilmişti ve kaburganın sağlamış olduğu şey, İM ve Tİ'nin diğer anlamlarında yatar: yaşam, göbek, kil. Adamın kemik iliğinden bir özüt, dişi bir İlkel İşçinin göbeği yoluyla ''kili" içine mi konmuştu acaba? Ne yazık ki Kitabı Mukaddes (Adam tarafından Havva diye adlandırılan) dişiye neler yapıldığını açıklamaz ve şu ana dek, bu noktayla ilgili Sümer metni bulunama- mışhr. Bu türden bir şeylerin mevcut olduğu, Atra Hasis metninin en eski Asur (M.Ö. 850 civan) tercümesinde, kutsal metinde bir adamın babasının evini terk edip, kansı ile yahp bir olmaları hak-
H ' i ni
: î i i 'm
] 1 "9 1 1 "i
”6 ”8 ”8 ”6 g
.S j
Şekil 59
kındaki dizelerine paralel dizeler olmasından anlaşılmaktadır. Ancak bu metni taşıyan tablet, Sümer orijinal metninin anlathk- lannı açıkça belirtemeyecek kadar çok hasarlıdır.
Ama modem bilim sayesinde bugün biliyoruz ki cinsellik ve üreme yeteneği, insan kromozomlarında yatmaktadır; insanın her bir hücresi yirmi üç çift kromozom içerir: bir kadın ise bir çift X kromozomu ve bir erkek ise bir X ve bir Y kromozomu (Şekil 59). Ancak üreme hücreleri (dişi yumurta, eril sperm) çift değil, sadece bir kromozom takımı içerirler. Çiftleşme, yumurta sperm tarafından döllendiğinde meydana gelir; yani embriyo yine yirmi üç kromozom çiftine sahiptir ancak bunların yansı anneden, yansı da babadan gelmiştir. iki X kromozomu olan anne her zaman bir X verir. Hem X hem de Y kromozomuna sahip olan baba ise bunlardan birini verecektir; eğer X olursa bebek dişi olacakhr, eğer Y ise bebek erkek olacaktır.
Demek ki üremenin anahtarı iki tekil kromozom setinin kaynaşmasında yatmaktadır; eğer sayılan ve genetik kodu farklı ise birleşmeyecekler ve varlıklar üremeyecektir. Hem dişi hem de erkek İlkel İşçiler zaten mevcut olduğundan, kısırlıkları X veya Y kromozomu yokluğundan kaynaklanmıyordu. Bir kemiğe duyulan ihtiyaç; -Kitabı Mukaddes Havva'nın, Adem'in ''kemiklerinden kemik" olduğunu vurgular- dişi İlkel İşçi'nin erkeğin spermlerini reddetmesiyle ilgili bir bağışıklık sorununun üstesinden gelme gereğinin olduğunu önermektedir. Elohim tarafından yürütülen operasyonlar bu sorunun üstesinden gelir. Adem ve Havva cinselliklerini keşfetmiştir; kutsal metinlerde üreme amaçlı seksi çağrıştıran bir terim olan ''bilme"yi elde etmişlerdir ("Ve Adem kansı Havva'yı bildi; ve gebe kalıp Kain'i doğurdu.") Havva, bu ikisinin Aden Bahçesindeki hikAyesinin aktardığı gibi, Adem tarafından gebe bırakılab^r hale gelirken, üihtan da linetle kanşık bir kutsama alır: "Ağn ile evlat doğuracaksın."
Böylece, "Adam bizlerden biri gibi oldu." dedi Elohim. Ona "Bilme" bahşedilmişti. Homo sapiens kendi kendine üremeye ve çoğalmaya muktedirdi. ma in^nı kendi süetlerinde ve ^t yişlerinde yapan Anunnakiler kendi genetik yapılarının büyük kısmını üreme dahil ona aktarırken, bir özelliği aktarmamışlardı. Bu da Anunnakilerin ömürlerinin uzunluğuydu. İnsanı Anunna- kiler gibi uzun yaşatacak olan "Yaşam Ağacı"nın meyvesinden tadamazdı bile. Bu nokta, Enki tarafından yaratılan mükemmel i^n A^^ Ue ilgüi Sümer hikAy^inde daha açık biçimde ^- tılmışhr:
Onun için geniş anlayışı mükemmelleştirdi...
Bilgelik (verdi ona)...
Ona Bilme'yi verdi;
Ebedi hayat vermedi ona.
Gezegen'in 1976 y^ında yayınlanmasından bu yana, "tan- nlann" görünürdeki "ölümsüzlüğünü" açıklamak için hiçbir çaba sarf etmedim. Evimdeki sineklerden örnek verecek olursam, tabi sinekler konuşabilselerdi, Baba Sinek, Küçük Sineğe şöyle
derdi: "Bak oğlum, şuradaki insan ölümsüzdür; bunca zaman yaşadım, o hiç yaşlanmadı; ve babam bana onun babasının, habrla- yabildiğimiz kadarıyla tüm büyük büyük babalanm bu insanı hep böyle gördüğünü anlath: hep yaşar, ölümsüzdür!"
Benim (konuşan sineklerin gözündeki) "ölümsüzlüğüm" şüphesiz farklı yaşam döngülerinin sonucudur. İnsan onlarca yıl yaşar; sineklerin yaşamı günlerle sayılıdır. Ama bu terimler nedir ki? Bir "gün" gezegenimizin kendi ekseni çevresinde tam bir dönüşü tamamlaması için geçen süre; bir "yıl" gezegenimizin Güneş çevresinde tek bir yörünge dönüşü tamamlaması için geçen süredir. Anunkna ilerin Dünya üstündeki faaliyetlerinin uzunluğunun her biri 360 yıla denk gelen sar/arla ölçülmekteydi. Bir sar, önerdiğim gibi, Nibiru "yılı" idi, yani gezegenin Güneş çevresinde tek bir yö^ge dönüşünü tama^aması için g^en sme. ^ layısıyla Sümer Kral Listeleri, Anunnakilerin bir liderinin şehirlerinden birini 36.00 yıl yönettiğini söylediğinde, metin aslında on sar demek istemektedir. Eğer İnsanoğlu için tek bir nesil yirmi yıl ise, tek bir Anunnaki "yılı" içinde 180 insan nesli geçecek demektir; bu da onlan görünüşte Sonsuza Dek Yaşayan, "ölümsüz" haline getirir.
Kadim metinler bu uzun ömürlülüğün İnsana aktarılmadığını ama zekanın aktarıldığını açıkça belirtirler. Bu ise, bu iki özelliğin, yani zeka ve uzun ömrün onu genetik olarak yaratan- larca insana bahşedilebileceği ya da mahrum edilebileceğine dair bir inanç ya da bilginin çok eski zamanlarda mevcut olduğunu ™ eder. M^em bilim de aynı Erdedir, bwa ^şmamah. Sâ- entific American dergisi Mart 1989 sayısında "Son 60 yıl içinde biriken deliller bile zeka geninin olduğunu gösteriyor." diyordu. Yeteneklerini çocuklanna ve torunlanna aktaran çeşitli alanlardaki dahilerden örnekler vermenin yanı sıra makale, Boulder'de- ki Colorado Üniversitesinden ve Pennsylvania Devlet Üniversitesinden araş^acılarn (David W. F^ct, John C. ^Fri^ ve R^ bert Plomin) zihinsel yeteneklerde, genetik kalıbına atfedilebilecek "yakın biyolojik ilişkiler" saptadıklannı da vurgulamaktaydı. Dergi, makaleye "Genleri ve Zekayı Birbirine Bağlayan Yeni Kanıtlar" başlığinı vermişti. ''Habralann molekülel rden oluştuğu,.
nu" iddia eden başka çalışmalar, eğer bilgisayarlar bir gün insan zekasına denk hale gelecekse bunların "moleküler bilgisayarlar" olması gerektiği önerilerine yol açh. Bu yönde yapılan güncelleştirmiş öneriler, 1988'de (Science, cilt 241) bir "biyolojik bilgisa- yar''ın planlarını hazırlayan Washington D.C., Donanma Araşhr- ma Laborahıvarlarından Forrest Carter, Caltech'ten John Hopfi- eld ve AT&:T'nin Bell Laborahıvarlarından gelmişti.
Aynca canlı organizmaların yaşam döngülerinin genetik kaynağı hakkındaki kanıtlar da artmaktadir. Böceklerin yaşamlarının çeşitli safhaları ve yaşadıkları sürenin genetik olarak düzenlendiği açıkhr. Öyle ki, birçok yaratık -ama memeliler değil- üremeden sonra ölmektedirler. Örneğin, ahtapotların üremeden sonra optik salgı bezlerinde bulunan kimyasallar yoluyla ''kendi kendini yok etmeye" genetik olarak programlanmış oldukları . Brandeis Üniversitesinden Jerome Wodinsky tarafından keşfedilmiştir. Aslında bire bir ahtapotların yaşamları değil, hayvanlarda yaşlanma araştırmaları sürdüril mekteydi. Diğer birçok araştırma bazı hayvanların hücrelerindeki hasarlı genleri onarma ve yaşlanma sürecini durdurma ya da geri döndürme kapasitesine sahip olduklarını göstermektedir. Her türün, genleri tarafından belirlenen bir ömre sahip olduğu açıktır: su sineği için bir gün, bir kurbağa için alh yıl, bir köpek içinse on beş yıl kadar. Bugünlerde insanın yaşam sının yüz yılı pek geçmemektedir ama eski zamanlarda insanların ömrü çok daha uzundu.
Kitabı Mukaddes'e göre Adem 930 yıl yaşadı, oğlu Şit 912 yıl ve onun oğlu Enoş 905 yıl. Tekvin Kitabını derleyenlerin Sümer metinlerinde belirtilen çok daha uzun ömür sürelerini 60' a bölerek azalttıklarına inanmamız için nedenler olmasına rağmen, Kitabı Mukaddes insanoğlunun Tufan'dan önce çok daha uzun ömürler sürdüğünü kabul etmektedir. Ataların ömürleri binyıllar ilerledikçe k^lw. İbrahim'in babası Terah 205 yaşında öldü. ^ rahim 175 yıl yaşadı; oğlu İshak 180 yaşında öldü. İshak'ın oğlu Yakup 147 yaşına dek yaşadı ama Yakup'un oğlu 110 yaşındayken ötealeme göçtü.
Hücrelerde kendini üretmeye devam eden DNA'da genetik hataların birikmesinin, yaşlanma sürecine katkıda bulunduğuna
inanılırken, bilimsel kanıtlar tüm yarahklarda bir ''biyolojik sa- at''in, yani her bir türün ömür süresini kontrol eden temel, yapısal bir genetik özelliğin mevcudiyetini işaret etmektedir. Bu genin veya gen grubunun ne olduğu, onu çalışhranın, kendisini "ifade" etmesi için onu tetikleyenin ne olduğunu bulmak yoğun araşhrmalar gerektiriyor. Ama cevabın, genlerde yathğıru sayısız araşhrmalar göstermektedir. Virüsler üstünde yapılan bazı araş- hrmalar, bunların kendilerini kelimenin tam anlamıyla "ölümsüz" kılan ONA dilimlerine sahip olduklarını göstermektedir.
Enki tüm bunlan biliyor olmalıydı; çünki iş Adam'ı mükem- melleştirmeye -gerçek, üreyebilen bir Homo sapiens yaratmaya- geldiğinde Adama zeka ve "Bilme"yi verdi ama Anunnaki genlerinin sahip olduğu uzun ömrü vermedi.
İnsanoğlu bir Lulu, yani hem Yer hem de Gök'tengelenge- netik mirası taşıyan "karışhnlmış" bir varlık olarak yarabHığı günlerle arasını açtıkça, ortalama yaşam süresinin kısalması da, bazılarının "ilahi'' unsurlar dediği şeyin nesilden nesile azar azar azalması ve "içimizdeki hayvan"ın gittikçe baskmlaşmasırun bir belirtisi olarak görülebilir. Genetik yapunız içinde bazılarının "saçma" ONA dediği, adeta amaçlarını yitirmiş gibi görünen ONA dilimlerinin, bu orijinal ''kanşhrma"nın artıklan olduğu açıkhr. Beynin -biri daha ilkel ve duygusal, diğeri daha yeni ve daha akılcı olan- iki bağımsız ama bağlanblı kısmı da İnsanoğlunun kanşık genetik kökenini gösteren bir başka işaret.
Kadim yarahlış hikayesini destekleyen kanıtlar, şu ana dek yığınlar oluşturmasına rağmen, genetik manipülasyonla sona ermiyor. Daha çok şey var ve hepsi de Havva hakkında!
Paleontologlarca bulunan fosillerin ve diğer bilim alanlann- daki ilerlemelerin yardımıyla modem antropoloji, İnsanın kökenini geriye doğru izlerken büyük sıçramalar yapabildi. Artık "Nereden geldik?" sorusu net biçimde cevaplandı: İnsanlık güneydoğu Afrika'da ortaya çıkh.
Artık biliyoruz ki, insanın hikayesi insanla başlamadı; "primatlar'' denilen memeliler grubunun hikayesini anlatan "bölüm" bizi kırk beş veya elli milyon yıl öncesine, maymunların ve insa-
nın ortak atasının Afrika'da ortaya çıkhğı zamana götürür. Yirmi beş veya otuz milyon yıl sonra -evrim tekerlekleri işte böylesine yavaş dönmektedir- Büyük Maymunların bir öncülü primatlar dalından aynldı. 1920'lerde bu ilk maymunun, "prokonsül"ün fosilleri Victoria Gölü'ndeki bir adada şans eseri bulundu ve bu, en iyi bilinen kan-koca paleontolog ekibi olan Louis S. B. ve Mary Leakey'yi bu bölgeye çekti. Prokonsül fosillerin yanı sıra bölgede aynca Ramapithecus, ilk dik duran ya da insan benzeri primahn kalınblannı da buldular; on dört milyon yıl yaşındaydı, evrim ağacında prokonsül'den sekiz ile on milyon yıl yukarıdaydı.
Bu keşifler yeni fosillerin bulunmasından daha fazlası anlamına geliyordu; bunlar doğanın gizli laborahıvarının kapısını aralamışh, Doğa Ana'nın memelilerden primatlara, büyük maymunlardan insanımsılara doğru yapbğı evrimsel yürüyüşün sürüp gittiği gizli köşeydi burası; Etiyopya, Kenya ve Tanzanya'dan geçen bir yarık vadiydi, Ürdün Vadisi ve İsrail'de Ölü Deniz' den başlayan, Kızıl Denizi geçen ve ta güney Afrika'ya kadar uzanan yarık sisteminin bir parçasıydı bu yer (harita, Şekil 60).
Bölgede bulunan çeşitli fosiller Leakey'ler ve diğer paleon- tologlan meşhur etmişti. En zengin bulunhıların olduğu en iyi bilinen sitlerden bazıları Tanzanya'da Olduvai Vadisi; Kenya'da Rudolf Gölü (Turkana Gölü olarak değişti) ve Etiyopya'da Afar eyaleti idi. Birçok ulustan birçok kaşif vardı ama bulguların manası ve zaman cetveli açısından alimane tartışmalarda önde gelenlerin bazıları anılmalı: Leakey'lerin oğlu Richard (Kenya Ulusal Müzesinin kurucusu), Donald C. Johanson (keşifleri sırasında Cleveland Doğa Tarihi Müzesinin kurucusu), Tim White ve J. Desmond Clark (Berkeley, California Üniversitesi), Alan Walker (John Hopkins Üniversitesi), Harvard'dan Andrew Hill ve David Pilbeam ve Güney Afrika' dan Raymond Dart ve Phillip Tobias.
Keşiflerin verdiği gurur, bulguların farklı farklı yorumlanmaları ve türleri ve takımları daha küçük alt gruplara bölme eğilimi bir kenara bırakılırsa, dört ayaklı maymunlardan insanlara giden dalın yaklaşık on dört milyon yıl önce ayrıldığını ve insa- nunsı özelliklere sahip ilk maymun olan Australopithecus'un, doğanın "insan-yapma" laborahıvan olarak seçtiği bu yerde ortaya
Şekil 60
çıkmasının ise bir dokuz milyon yıl daha sürdüğünü söyleyebiliriz.
Aradaki bu on milyon yıllık sürenin fosil kayıtlan neredeyse boş iken, paleoantropologlar (yeni bir bilimci grubu bu adı al- mışh) ardından gelen üç milyon yıl sürenin kayıtlarını birara- ya getirmede bir hayli deha sergilemişlerdi. Bazen sadece bir çene kemiği, çatlamış bir kafatası, bir leğen kemiği, bazı parmakların kalınhlan ya da şanslıysalar kısmen iskeletlerden yola çıkarak fosillerin temsil ettiği varlıkları yeniden inşa edebilmişlerdi; hayvan kemikleri veya alet olarak iş gören kabaca şekil enmiş taşlar gibi diğer bulguların yardımıyla, bu varlıkların gelişim safhasını ve alışkanlıklarını belirlediler ve fosillerin bulunduğu jeolojik
katmanların tarihlendirilmesiyle de bizzat fosilleri tarihlendire- bildiler.
İskelet parçalan bulguları arasında sıra dışı kilometre taşlan olarak "Lucy'' adı verilen (Şekil 61'deki insanımsıya benziyor olmalıydı) ve 3,5 milyon yıl kadar önce yaşadığına inanılan ileri bir Australopithecus olduğuna inanılan bir dişinin iskeleti; :'Ka- fatası 1470" katalog numarasıyla bilinen, belki de 2 milyon yıl kadar önce yaşamış ve buluculan tarafından bir "yakın insan" veya birçok nesne kullanabildiğini ima eden bir terim olan Homo habilis ("Eli işe yatkın İnsan") diye adlandırılan bir erkek fosili; yaklaşık 1,5 milyon yıl öncesinden, belki de ilk gerçek insanımsı olan, WT. 1500 katalog numaralı, bir Homo erectus "iriyan genç erkek" iskeletinin kalınhlan sayılabilir. Eski Taş Devrine girmişti; taşlan araç olarak kullanmaktaydı, Afrika ve Asya arasında bir kara köprüsü gibi iş gören Sina yarımadası üzerinden bir kolu güneydoğu Asya'ya diğer bir kolu ise güney Avrupa'ya göçmüştü.
Homo takımının izi bundan sonra kaybolmaktadır; 1,5 mil- yop. yıl önce ile 30 .00 yıl kadar öncesi arasındaki ''bölüm", bu insanımsının göç yollarının yan çevresindeki Homo erectus izleri
dışında kayıphr. Derken, 300.00 yıl önce tedrici bir değişimin hiçbir kanıh olmaksızın, Homo sapiens ortaya çıkar. 35.00 yıl kadar önce karalara hakim olan Cro-Magnonların, Homo sapiens sa- piens'in atasının, ilk önce, 125.00 yıl önce Avrupa'da ve Asya'nın bazı kısımlarında baskın hale gelen Neanderthal adamı (Almanya'da ilk keşfedildiği yerin adını aldı), yani Homo sapiens neane- derthalis olduğu sanılmaktaydı. Derken daha "kaba" ve dolayısıyla daha "ilkel" olan Neanderthe.l'in farklı bir Homo sapiens dalından dallandığı, Cro-Magnon'un ise kendi dalı üstünde geliştiği düşüncesi kabul edildi. Artık bu ikinci düşüncenin tamame^ olmasa da daha doğru olduğu biliniyor. Akraba ama birbirinin dölü olmayan iki Homo sapiens hath 90.00, hatta 100.00 yıl öncesine kadar yan yana yaşamışlardı.
İsrail'de biri Karmel Dağı'nda diğeri Nasıra yakınlarındaki iki mağarada kanıtlar bulundu; bunlar tarih öncesi insanın kendine yuva yaphğı bölgedeki birçok mağaradan biriydi. 1930'lar- daki ilk bulgulann 70.00 yıllık ve sadece Neanderthal adamına ait olduğu düşünülmüştü; bu da o zamanlar kabul gören görüşlere uymaktaydı. 1960'larda bir İsrai.1,-Fransız ekibi Nasıra kenti yakınlarındaki Qafzeh mağarasını yeniden kazdı ve sadece Ne- anderthal değil Cro-Magnon tiplerinin kalınhlannı da keşfetti. Aslında, katmanlaşma Cro-Magnonların bu mağarayı Neandert- hallerden önce kullandıklannı işaret etmekteydi; bu durum, Cro- Magnonların ortaya çıkbğı sanılan 35.00 yıl önceyi 70.00 yıl önceye çekmişti.
Buldul<lanna kendileri de inanamayan Kudüs'teki İbrani Üniversitesindeki bilimciler, doğrulama için aynı katmanlarda bulunan kemirgen kalınhlanna başvurdular. Bunlann incelenmesi de aynı inanılmaz tarihi verdi: 35.00 yıl önce ortaya çıkmış olması gereken Cro-Magnonlar, Homo sapiens sapiens, 70.00 yıl önce Yakın Doğu'ya ulaşmış ve günümüzde İsrail olan yerde yerleşmişlerdi. Dahası, uzun bir süre bölgeyi Neanderthaller ile paylaşmışlardı.
1987'nin sonunda Qafzeh ve Karmel Dağı'ndaki Kebara mağaralarındaki buluntular; radyokarbon tekniğinin 40.00- 50.00 yıllık limitinden daha gerilere doğru, daha güvenilir tarihleme
yapabilen bir teknik olan Terorn lürninesans gibi yeni metotlarla tarihlendi. Nature dergisinin (cilt 330 ve 340) iki sayısında Fransız ekibinin başı olan Gif sur Yvette'teki Ulusal Araşhrma Merkezinden Helene Vallades tarafından bildirilen rapordaki sonuçlar, Neanderthaller ve Cro-Magnonların 90.00 ila 100.00 yıl önce (bilimciler arhk ortalama 92.00 yıl diyorlar) bölgede yaşadıkları konusunda hiç şüphe olmadığını gösteriyor. Bu bulgular, Gali- le'de bulunan bir başka sitteki bulgularla da doğrulandı.
Nature dergisinde bu bulgulara editör sayfasını açan British Museum'dan Christopher Stringer, Neanderthallerin Cro-Mag- nonlardan önce geldiği yolundaki geleneksel görüşün artık terk edilmesi gerektiğini kabul etti. Her iki hat da Homo sapiens'in daha erken bir biçiminden dallanmış gibiydi. "Modem insan için 'Aden' her nerede olursa olsun," deniyordu yazıda, 125.00 yıl kadar önce bir nedenle kuzeye doğru ilk göç edenlerin Neandert- haller olduğu anlaşılmaktaydı. Meslektaşları Peter Andrews ve İbrani Üniversitesinden Ofer Bar-Yosef'e kablarak bu bulguların "Afrika'nın Dışı" yorumu için tartışmaya başladılar. Bu ilk Homo sapiens'lerin bir Afrika doğum yerinden kuzeye doğru göçleri, Mısır' da Nil yakınlarında 80.00 yıl bir Neanderthal kafatasının (Dallas/Güney Metodist Üniversitesinden Fred Wendorf tarafından) keşfedilmesiyle doğrulandı.
Science dergisinin bir başlığı "Bunlar İnsan için Daha Erken bir Şafak Anlamına mı Geliyor?" idi. Diğer disiplinlerden bilimciler de arayışa kabldıkça, cevabın evet olduğu ortaya çıkh. Ne- anderthallerin Yakın Doğu'yu ziyaret etmedikleri, burada uzun zamandır yerleşik oldukları kesinleşmişti. Ve o ilk fikirlerin aksine, hiç de ilkel vahşiler değildiler. Ölülerini, dinsel uygulamaları işaret eden törenlerle gömüyorlardı ve "onları modem insanlarla müttefik yapan ruhsallığın harekete geçirdiği en azından bir tavır mevcuttu" (Los Angeles/Califomia Tıp Fakültesinden Jared M. Diamond). Şanidar mağarasında Neanderthal kalınblan bulan Columbia Üniversitesinden Ralph S. Solecki gibi bazıları ise Ne- anderthallerin şifalı bitkileri nasıl kullanacaklarını bildiklerine inanıyordu. 60.00 yıl önce İsrail mağaralarındaki iskeletler ise anatomistleri, daha önceki kabulün aksine, Neanderthallerin ko-
nuşabildiğine ikna etmişti: Albany/New York Devlet Üniversitesinden Dean Faik, "Fosilleşmiş beyin kalıplan, iyi gelişmiş bir lisan bölgesi gösteriyor." diye belirtiyordu. Ve Harvard'lı nöro- anotomist Terrence Deacon ''Neanderthalin beyni bizimkinden daha büyük... hiç de aptal ve sesi çıkmaz değilmiş." diye yorum yapıyordu.
Tüm bu en son keşifler Neanderthal adamının kesinlikle bir Homo sapiens olduğu, Cro-Magnon'un atası olmayıp, aynı insan türünün daha erken bir tipi olduğu konusunda şüpheye yer bırakmıyordu.
Mart 1987' de British Museum'dan Christopher Stringer meslektaşı Paul Mellars ile birlikte, ''Modem İnsanın Kökeni ve Dağılması" ile ilgili yeni bulguları güncelleştirmek ve özetlemek için bir konferans düzenledi. Antiquity dergisinde (Temmuz 1987) J. A. J. Gowlett tarafından bildirildiği gibi konferans ilk olarak fosil kanıtlan ele almışh. Şu sonuca varmışlardı: 1,2 na 1,5 milyon yıl bir boşluktan sonra Homo erectus'tan hemen 30. 00 yıl sonra Homo sapiens (Etiyopya, Kenya ve Güney Afrika' daki fosillerin gösterdiği gibi) aniden ortaya çıkmışh. Neanderthaller 230.00 yıl kadar önce bu ilk Homo sapiens'lerden ("Akıl adam") "farklılaşmışh" ve 100.00 yıl kadar sonra kuzeye doğru göçmeye başlamışlar, belki de Homo sapiens sapiens'in ortaya çıkışına denk gelmişlerdi.
Konferansta aynca biyo^ya alanında elde edilen yepyeni verileri içeren diğer kanıtlar da ele alınmışb. En heyecan verici olanları genetikle ilgili olanlardı. Genetikçilerin ONA "cümlelerini" kıyaslama yoluyla ana-babalık izini sürebilme yetenekleri, vesayet davalarında kanıtlanmışh. Yeni tekniklerin sadece ço- cuk-ebeveyn ilişkileriyle sınırlı kalmayıp türün tüm silsilesinin izini sürmeye doğru genişlemKÎ ka^^azdı. ^te bu yeni molt killer genetik bilimi, Berkeley'deki California Üniversitesinden Allan C. Wilson ve Vincent M. Sarich'in tam bir doğrulukla insanımsıların maymunlardan 15 milyon değil 5 milyon yıl önce fark- lılaşhklanru ve de insanımsıların en yakın "akrabası"nın goriller değil şempanzeler olduğunu belirlemelerini sağladı.
Bir kişinin DNA'sı nesillerden nesillere babaların genleri ile
karışıp durduğundan, hücre çekirdeğindeki (yansı anneden, yansı babadan gelen) ONA'nın kıyaslanması, birkaç nesil sonra işe yaramamaktadır. Ancak hücre çekirdeğindeki ONA'ya ek olarak, annenin hücresinde ama çekirdeğin dışında, "mitokondri" adı verilen bir cismin içinde (Şekil 62) ONA olduğu keşfedildi. Bu ONA babanın ONA'sıyla karışmıyordu; "hiç değişikliğe uğramadan" anneden kızına, kızından kız torununa nesiller boyu geçiyordu. Emory Üniversitesinden Oouglas Wallace'ın 1980'lerde yaphğı bu keşif onu 800 kadının bu "mtDNA"sını kıyaslamaya yöneltti. Temmuz 1986'da bir bilimsel konferansta açıkladığı şaşkınlık verici sonuç şuydu: Bu kadınların hepsinde bulunan mtONA öylesine benzer görünmekteydi ki, tüm bu kadınlar tek bir dişi atadan gelmiş olmalıydılar.
Araşhrma Michigan Üniversitesinden Wesley Brown tara- hndan ele alındı; mtONA'nın doğal mutasyon oranını belirleyerek bu ortak atanın canlı olduğu günlerden bu zamana ne kadar zaman geçtiğinin hesaplanabileceğini önermişti. Farklı coğrafi ve ırksal geçmişe sahip yirmi bir kadının mtONA'lannı kıyaslayarak, bu kadınların kökenlerini 30 .00 ila 180.00 yıl önce Afrika'da yaşayan "tek bir mitokondriyal Havva'ya" borçlu olduktan sonucuna vardı.
·Bu ilginç bulgular, ''Havva"yı aramaya koyulan diğer araş- tınnacılar tarafından ele alındı. Aralannda en önde gelen Berke-
ley Üniversitesinden (daha sonra Hawaii Üniversitesi) Rebecca Cann'dır. Farklı ırklardan ve coğrafi geçmişlerden ve San Francisco Hastanesinde doğum yapan 147 kadının plasentalarından parçalar alıp mtDNA'larını karşılaşbrdı. Sonuç, bu kadınların (mutasyon oranının, milyon yıl başına yüzde 2 veya yüzde 4 olmasına göre) 300.00 ila 150.00 yıl önce yaşamış ortak bir dişi ataya sahip olduklarıydı. Cann, "Genelde 250.00 yılı varsay- mak^yız." diyordu.
Ust sınır olan 300.00 yıl, paleoantropologların da dikkat çektiği gibi Homo sapiens'in ortaya çıkhğı döneme ait fosil kanıtlarıyla da denk düşmektedir. Cann ve Allan Wilson, "Bu değişikliği ortaya çıkartmak için 300.00 yıl önce ne olmuş olabilir?" diye sordular ama cevap veremediler.
Arhk "Havva Hipotezi" diye bilinmeye başlayan hipotezi yeni testlere tabi tuhnak üzere Cann ve meslektaşları Wilson ve Mark Stoneking, atalan Avrupa, Afrika ve Orta Doğu'dan olan, aynca Avustralya ve. Yeni Gineli toplam 150 kadının plasentalarını incelemeye giriştiler. SOnuçlar Afrikalı mtDNA'nın en eskisi olduğunu ve farklı ırklardan, çok çeşitli coğrafi ve kültürel geçmişlerden gelen tüm bu kadınların 290.000 illi 140.000 yıl kadar önce Afrika'da yaşamış tek ve aynı dişi ataya sahip olduklarını göstermekteydi.
Science dergisinin (11 Eylül 1987) tüm bu bulguların incelendiği bir sayısında, baskın kanıtların şunu gösterdiği belirtiliyordu: "Afrika, modem insanın beşiği idi. .. Moleküler biyolojinin anlathkları, modem insanın yaklaşık 200.00 yıl önce Afrika'da evrimleştiğini anlahyor."
O zamandan beri başka çalışmaların bulgularıyla da desteklenen bu sansasyonel bulgular, dünyanın dört bir yanında manşet oldu. ''Nereden geldik, sorusu cevaplandı" diye National Ge- ographic (Ekim 1988) açıklıyordu: güneydoğu Afrika. San Francisco Chronicle'ın başlığı "Hepimizin Anası" şeklindeydi. London Observer "Afrika'nın Dışı: İnsan'ın Dünyaya Hükmetme Rotası" diye ilan ediyordu. Newsweek (11 Ocak 1988) en çok satan sayısının kapağında bir yılanla birlikte bir "Adem" ve bir "Havva" resmetmekteydi, başlık ise "Adem ve Havva'yı Arayış" idi.
Başlık uygundu çünki Allan Wilson'un da belirttiği gibi: "Bir annenin olduğu yerde bir babanın olduğu da açıkbr."
Bu en son keşiflerin hepsi de, ilk Homo sapiens çifti ile ilgili olarak kutsal metinlerin ileri sürdüğü iddiayı doğrulamakta bir hayli yol aldılar:
Ve adam kansının adını Chava
(''Yaşamın Dişisi"-Türkçe "Havva") koydu; çünki bütün yaşayanların anası oldu.
Sümer verilerinde birkaç çıkarım önerilmektedir. Birincisi, Lulu'nun yarahlması Anunnakilerin 30 .00 yıl önceki isyanlarının bir sonucudur. Homo sapiens'in ilk ortaya çıkış tarihinin üst sının olan bu tarih, modem bilim tarafından da desteklenmektedir.
İkincisi, Lulu'nun oluşturulması "Abzu'nun yukansında", madencilik bölgaimn k^eyinde meydana gelmişti. Bu da en ^ ki insan yerleşimlerinin Tanzanya, Kenya ve Etiyopya'da, yani güney Afrika'daki alhn madenleri bölgesinin kuzeyinde bulun- masır^a desteklenmiştir. ../
Uçüncüsü, ilk Homo sapiens tipi olan Neanderthallerin -yaklaşık 230.00 yıl önce- ortaya çıkışının, "Havva" için mtDNA verilerinin önerdiği 250.00 yıl ile uyumlu olmasıdır, bunu Homo sapiens sapiens'in, yani "modem insan"ın ortaya çıkışı izler.
Daha sonraki bu tarihler ile isyanın 30 .00 yıl önce olması arasında hiçbir çelişki yoktur. Bunların Dünya yılı olduğunu, halbuki Anunnakiler için 360 yılın sadece bir yıl ettiğini düşünürsek, "Adamı yaratma" kararını, "mükemmel model" elde edilene dek ilk önce bir deneme yanılma döneminin izlediğini habrlama- mu gerekir. Sonra, her defasında yedi erkek yedi dişi olarak ^ ğum Tanrıçalarının gebelikleri yoluyla doğurulan İlkel İşçiler, kendi aralarında üreyemeyen melezlerdi.
Şüphesiz izi sürülen mtDNA, üreyemeyen bir dişi Lulu için değil, çocuk doğurabilen bir "Havva" içindir. İnsanoğluna bu yeteneğin bahşedilmesi, daha önce de gösterildiği gibi, Enki ve Nin- ti'nin, Kitabı Mukaddes'te Adem, Havva ve Aden Bahçesindeki
Yılan hikayesine yansıyan ikinci genetik manipülasyonlannın bir sonucudur. ·
Acaba bu ikinci genetik manipülasyon Rebecca Cann'ın "Havva" verilerinin önerdiği gibi 250.00 yıl önce mi meydana gelmişti, yoksa Science dergisindeki makalede belirtildiği gibi 200.00 yıl önce miydi?
Tekvin Kitabına göre Adem ve Havva ancak "Aden"den kovulmalarından sonra çocuk sahibi olmaya başlamışlardı. Büyük ağabeyi Kain tarafından öldürülen ikinci oğullan Habil'in evlatları olup olmadığını bilmiyoruz. Ama Kain ve torunlarına uz.ak ülkelere göç etme emrinin verildiğini biliyoruz. "Kain'in lanetli zür yetinin" bu torunları, göçebe Neanderthaller miydi? Bu, bir spekülasyon olarak kalması gereken ilginç bir olasılıktır.
Kesin gibi görünen şey, Kitabı Mukaddes'in Homo sapiens sapiens, yani modern insan varlıklannın son ortaya çıkışını tanımasıdır. Bizlere Adem ve Havva'nın üçüncü oğlu olan Şit'in Enoş adında bir oğlu olduğunu ve İnsanoğlunun zürriyetinin Enoş'tan başladığını söyler. Şimdi, İbranicede Enoş "insan, insan varlığı" anlamındadır: sen ve ben gibi. Kitabı Mukaddes aynca Enoş'un zamanında "Rab'bin ismini o zaman çağınnaya başladılar'' der. Başka bir deyişle, tamamen uygar insanın ve dinsel ibadetin kurulduğu zamandı.
Bununla birlikte, kadim hikayenin tüm unsurları desteklenmiş oluyor.
DOLANMIŞ YILANLAR AMBLEMİ
Adem ve Havva'run Aden Bahçesindeki hikayesinde, onlan "bilmeyi" (üreme yeteneğini) elde etmelerine neden olan ve Rab'bin muhalifi olan, Yılan' dır; İbranicede Nahaş diye geçer.
Terimin iki başka anlamı daha vardır: "gizleri bilen" ve "bakın bilen". Bu diğer anlamlar ya da kelime oyunları, Enki için kullanılan Sümer unvanı BUZUR'da yer alır; "gizleri çözen" ve "metal madenlerinden olan" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla daha önceki yazılanm- da, orijinal Sümerce versiyonda ''Yılan"ın Enki olduğunu önermiştim.
Onun amblem dolamış planlardı; "kült merkezi" Eridu'nun ^^ lüydü (a), genelde ^M^'daU bölgenin semtolüydü ^) ve özelde pi- ramtlerin ^mtolüydü (c); Sümer silindir mühürlerinde resmediliyor ve Kitabı Mukaddes'te anlatılan olaylarda geçiyordu.
Bugün bile bp ve şifanın sembolü olan dolanmış yılanlar amblemi neyi temsil eder? Modem bilim tarafından DNA'nın çift sarmallı yapısı ^k. ^kil 49) cevabı verir: Dolanmış Yılanlar genetik k^un, Enki'nin Adem'i yaratmasını ve daha sonra Adem ve Havva'ya üreme yeteneğini vermesini sağlayan gizli bilgiyi temsil eder.
Bir şifa işareti olarak Enki'nin amblemi; Musa tarafından İsrailo- ğullannı etkileyen bir salgını durdurmak için bir nahaş nehoşeth, yani bir "bakır yılap" yaphğında anılmıştı. Bakırın, terimin üçlü anlamıyla işe dahil edilmesi ve Musa'nın bir bakır yılan yapması, bakırın genetik ve şifadaki bilinmeyen rolünden dolayı olabilir mi?
Minnesota ve St. Louis Üniversitelerinde yürütülen son deneyler, durumun gerçekten de bu olduğunu işaret ediyor. Radyonükleit bakır- 62'nin kan akışını arbran bir "pozitron yayıcı" olduğunu ve diğer bakır bileşiklerinin beyin hücreleri de dahil canlı hücrelere tedavi edici kimyasalları taşıdıklarını göstermektedir.
e
BİLGELİK GÖKLERDEN
İNDİRİLDİGİNDE
Sümer Kral Listeleri -yöneticilerin, şehirlerin ve olayların kronolojik biçimde düzenlenmiş kayıtlan- tarih öncesini ve tarihi iki belirgin parçaya ayırır: İlk olarak, Tufan'dan önce neler olduğunun uzun kaydı ve derken, Tufan'dan son^a meydana_ gelenler, Biri Anunnaki "tannlan"nın ve sonra "insan kızlarından" olan oğullarının, yani sözde yan-tanrıların Dünya üstünde hüküm sürdükleri zamandır; diğeri ise insan hükümdarların -Enlil tarafından seçilen kralların- "tanrılar'' ve insanlaı: arasında iş gördükleri zamandır. Her iki durumda da düzenli bir toplum ve düzenli hükumet, yani "Krallık"; "göklerden indirilmiş" olarak tarif edilir: Nibiru'daki toplumsal ve hükumet örgütlenmesinin Dünya üstündeki taklidi. ·
Sümer Kral Listesi "krallık göklerden indirildiğinde" diye başlar, "Krallık Eridu'da idi. Eridu'da Alulim kral oldu ve.28.800 yıl hükmetti." Tufan-öncesi diğer kralları ye şehirleri sıralayan metin, "Derken Tufan Dünya'yı silip süpürdü." der. Ve devam eder: "Tufan Dünya'yı silip süpürdükten sonra, krallık Kiş'te idi." Ondan sonra, listeler bizi yazılı tarih zamanına dek getirir.
Bu kitabın konusu bizim deyişimizle Bilim ve kadirnlerin deyişiyle Bilgelik ise de "Krallık" -işlerin düzeni, örgütli:i. bir toplum ve kurumlan- hakkında birkaç söz söylemek hiç de° uygunsuz olmayacaktır çünki onlar olmaksızin hiçbir bilimsel ilerleme veya "Bilgeliğin" yayilması ve korunması söz konusu olamazdı. "Krallık", Enlil'.in, yani Anunnakilerin Dünya'daki Baş Yöneticisinin "portföyü" idi. Birçok bilimsel alanda hala Sümer mirasından yararlandığımız gibi krallar ve krallıklar kurumu da hala
mevcuttur; binlerce yıldan beri İnsanoğluna hizmet etmektedir. Samuel N. Kramer Histo^ Begins at Sum^ (Tarih Sümer'de ^ lar) adlı kitabında, burada başlayan "i^ler''i sıralar; bunlara ^ çilmiş (veya seçkin) mebusların iki kamaralı meclisi de dahildir.
Örgütlü ve düzenli bir toplumun çeşitli unsurları, krallık kavramının içindedir; bunların en önde geleni ise adalet ihtiyacıdır. "Adil" olması ve kanunlar çıkarması ve uyması için bir kral gerekliydi çünki Sümer toplumu, kanunlara uygun yaşayan bir toplumdu. Birçok kişi okul sıralarında M.Ö. ikinci bin yıla dayanan Babil kralı Hammurabi ve onun ünlü kanunlarını öğrenmiştir ama ondan en az iki bin yıl önce Sümer kralları çoktan yasalar ilan etmişlerdi bile. Fark, Hammurabi'nin yasasının bir suç ve ceza yasası olmasıdır: şunu yaparsan, cezası şu olur. Öte yanda Sümer yasaları sadece davranış kurallarını tespit ederdi; "bir dulun eşeğini almamalısın" ya da "gündelikçi işçinin ücretini geciktir- memelisin" derdi. Kitabı Mukaddes'in On Emir'i de, Sümer yasaları gibi bir cezalar listesi değil neyin doğru, neyin yalnış olduğunu ve neyin yapılmaması gerektiğini bildiren yasalardı.
Yasalar, adli kurum tarafından desteklenirdi. Yargıçlar, jüriler, tanıklar ve mukaveleler gibi kavramları Sümer'den miras aldık. Mukaveleli evliliğe dayanan, "aile" dediğimiz en küçük toplum birimi Sümer'de kurumlaşmışbr; tabi ki zürriyet, evlat edinme, dulların haklan ile ilgili kural ve gelenekler de. Kanunlar ve kurallar ekonomik faaliyetlere de uygulanıyordu: Mukavelelere dayanan alışverişler, işe alma kuralları, ücretler ve -başka ne ola. bilir ki- vergilendirme. Örneğin Sümer'in dış ticareti hakkında çok şey biliyoruz çünki Drehem adlı bir şehirde, mallar ve hayvanların tüm ticari hareketlerinin titiz kayıtlarının tutulduğu bir gümrük istasyonu vardı.
Tüm bunlar ve daha pek çok şey "Krallık" şemsiyesi albn- daydı. Enlil'in oğullan ve torunları, insanoğlu ve onun tannlan arasındaki ilişkiler safhasına geçtikçe, krallığın işlevleri ve kralların gözetmenliği de yavaş yavaş onlara devredildi; ve Hep Koruyucu olan Enlil saygı duyulan bir hahra olarak kaldı. Ama bugün "uygar bir toplum" dediğimiz şeyin temellerini "krallığın göklerden indirildiği" zamana borçluyuz.
"Bilgelik" -bilimler ve sanatlar, "know-how'' gerektiren faaliyetler- ilk olarak Enki'nin, Anunnakilerin Baş Bilimcisinin ve sonra da onun çocuklarının alanı idi.
Bilginlerin "İnanna ve Enki: Uygarlık Sanatlarının Aktarılması" adını verdikleri bir metinden şunu öğreniriz: Enki, ME denilen, bilimler, zanaat ve sanat için gereken bilgileri içeren bir tür bilgisayar veya veri disklerine sahipti. Sayılan yüzü aşan bu • ME'ler yazı, müzik, metal işleme, inşaat, taşımacılık, anatomi, hbbi tedaviler, su baskınlarını kontrol ve şehirsel bozunma ve başka metinlerde belirtildiğine göre gökbilim, matematik ve takvim gibi çok farklı konulan içermekteydiler.
Krallık gibi Bilgelik de "göklerden Dünya'ya indirilmişti", Anunnaki "tannlan" tarafından İnsanlığa bahşedilmişti. Bilimsel bilginin, Enki'nin daha önce sözünü ettiğimiz Adapa'ya "geniş anlayış" vermesinde olduğu gibi genellikle seçilmiş bireyler ara- alığıyla insanlığa aktarılması, onların kararıydı. Ancak, kural olarak, seçilen kişi ruhban sınıfına ait olurdu; bu da rahiplerin ve keşişlerin aynı zamanda bilimci olduklan Orta Çağ'a dek binlerce yıl boyunca insanoğluyla kalan "ilkler''den biridir.
Sümer metinleri, başrahip olmak üzere tanrılar tarafından hazırlanan Enmeduranki'yi anlabr:
Ona yağın ve suyun nasıl gözlemleneceğini öğrettiler
Anu, Enlil ve Enki'nin sırlarını
Ona İlahi Tableti verdiler,
üstüne kazılmış Gök ve Yer sırlarını.
Sayılarla hesaplama yapmayı öğrettiler ona.
Bu kısa açıklama, kayda değer miktarda bilgi içeriyor. En- meduranki'ye öğretilen ilk konu "yağ ve su" bilgisi, yani bpla ilgili bilgilerdi. Sümer zamanında doktorlar ya A.ZU ya da İA.ZU diye çağrılırdı, yani "Suyu Bilen" ve ''Yağı Bilen"; farklan ise ilaçlan uygulamalannda yatmaktaydı: kanşbrılıp suyla içilen veya yutulan ya da yağla karışbrılan ve lavmanla uygulanan. Daha sonra Enmeduranki'ye, üzerine "Gök ve Yer sırlan" -gezegenler, Güneş Sistemi ve görülebilen takımyıldızlar hakkında bilgi- ve
aynı zamanda "Yer Bilimleri" -coğrafya, jeoloji, geometri, (Enuma eliş Yeni Yıl arifesinde tapınak ayinlerine dahil edildiğinden itibaren kozmogoni ve evrim- kazınmış "ilahi" veya göksel bir tablet verildi. Ve tüm bunları anlayabilmek için üçüncü konu, yani matematik: "sayılarla hesaplama".
Tekvin'deki tufan öncesi atalardan Hanok'un hikayesi, onun ölmediği ama 365 yaşında iken (bir yıldaki gün sayısına denk bir rakam) Rab tarafından yukarı alındığı cümlesiyle özetlenir; ama Hanok Kitabı'ndan (birkaç farklı versiyonu bulunmuştur) Hanok hakkında çok daha fazla bilgi elde edilebilir. Bu kitapta melekler tarafından Hanok'a verilen bilgiler aynnhsıyla tarif edilir; madencilik ve metalütjiyi ve Aşağı Dünya'nın sırlarını, coğrafya ve Dünya'nın sulanma biçimini, gökbilirni ve göksel hareketleri yöneten yasaları, takvimin nasıl hesaplanacağını, bitkiler ve çiçekler ve besinlerin bilgisini içermektedir. Tilin bunlar Hanok'a özel kitaplarda ve "göksel tabletler'' üstünde gösterilmiştir.
Kitabı Mukaddes'in Süleyrnan'ın Meselleri kısmının çoğu İnsanoğlunun Bilgeliğe duyduğu ihtiyaç ve bunun Tanrı tarafından sadece adil olanlara bahşedilmesine ayrılmıştır "çünki bilgeliği veren Rab'dir". Bilgeliğin kapsadığı Gök ve Yer'in birçok sırrı; Mesellerin 8. Babında yer alan Hikmet' e övgü kısmında açık- lanmaktadır. Aynı şekilde Eyüp Kitabı da Bilgeliğin erdemlerini yüceltir ve onunla İnsanoğlunun elde edebileceği bolluğu ulular ama şöyle sorar: "Ama Hikmet nereden geldi ve anlayışın kaynağı nerededir?" Buna verdiği cevap ''Bundan dolayı anlayan Tan- rı'dır." şeklindedir; ''Tann" olarak çevrilen İbranice kelime Elo- him'dir; ilk olarak yaratılış hikayesinde kullanılan çoğul terim. Kitabı Mukaddes'te yer alan bu iki kitabın gerçek kaynağı olmasa da ilhamının, Sümerce ve Akkadca Meseller metinleri ve de Eyüp Kitabının Sümerce dengi olan ve ilginçtir "Bilgelik Rab'bi- ni öveceğim" başlığını taşıyan metinler olduğu kesindir.
Kadim zamanlarda bilimsel bilginin, "tanrılardan" -Anun- nakilerden, Elohim' den- İnsanlığa bir hediye ve bir öğreti olduğuna hiç şüphe yok. Gökbilirninin ana konu olduğu tüm anlablarda açıkça belli olmaktadır; bu kitabın daha ilk bölümünden itibaren
netleşmiş olan şudur: Sümerliler zamanında tüm Güneş Sistemi ve Dünya'nın kökeni, asteroit kuşağı ve Nibiru'nun mevcudiyetini açıklayan kozmogoni hakkındaki akıllara durgunluk veren bilgi ancak Anunnakilerden gelmiş olabilirdi.
Yasalar, hbbi tedavi ve mutfak kültürü kavramlannın baş- langıana Sümerlilerin katkısı olduğu (bir dereceye kadar, bımda yazdıklanmın bir etkisinin olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor), gittikçe artan bir şekilde kabul edilmesine rağmen, gökbilimine Sümerlilerin yaphğı muazzam katkının aynı şekilde kabulü bir türlü oluşmadı; bunun nedeninin bir sonraki kaçınılmaz adımın "yasak eşiğini" geçmedeki tereddüt olduğundan kuşkulanıyorum çünki eğer Sümerlilerin göksel meseleler hakkında bildiklerini kabul ederseniz, sadece Nibiru'nun değil onun halkı olan Anunnakilerin de varlığını kabul etmek zorunda kalırsınız ... Yine de bu "geçiş korkusu" (Nibiru'nun adının "Geçiş Gezegeni" anlamına geldiğini düşünürsek, bu da hoş bir kelime oyunu oluyor...) hiçbir şekilde modem gökbiliminin tüm teknikleriyle küresel gökbiliminin temelini; Güneş çevresindeki gezegenlerin bir kuşak gibi olan ekliptik düzlemde yol aldıklan kavramını; yıldız- lann takımyıldızlar halinde gruplanmasıru; ekliptik düzlemde görünen takımyıldızlann Zodyak Evleri halinde gruplandınlma- sını ve 12 sayısının bu takımyıldızlara, yılın aylanna ve diğer göksel, yani "ilahi'' meselelere uygulanmasını Sümerlilere (ve onlar aracılığıyla Anunnakilere) borçlu olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. 12 sayısı üstündeki bu vurgulama; Güneş Sisteminin on iki üyesi olduğu ve her bir önde gelen Anunnakiye bir göksel denk tayin edildiği, her birine aynca birer takımyıldız ve bir ay tayin edilen on iki "Olimpiyalı"run bir panteon oluşturduğu olgusuna dek izlenebilir. Astrologlann bu göksel bölümlemelere çok şey borçlu olduklan kesindir; çünki Nibiru gezegeninde astrologlar çok uzun zamandır özledikleri Güneş Sisteminin on ikinci üyesini bulurlar.
Hanok Kitabı'nın ve Kitabı Mukaddes'in 365 sayısına yap- tıklan göndermeler; Güneş, Ay ve Dünya'nın ilişkili hareketlerinin ve takvimin geliştirilmesi bilgisinin doğrudan sonucudur: günleri (ve geceleri), aylan ve yıla n saymak. Bugün kullandığı-
mız Bah takviminin, Nippur Takvimi diye bilinen İnsanoğlunun en eski takvimine dayandığı arhk yaygın olarak kabul edilmektedir. Bilginler başlangıcının Boğa burcundaki bahar ekinoksuyla hizalanmasına dayanarak, bu takvimin M.Ö. dördüncü bin yılın başlangıcında oluşturulduğu sonucuna varmışlardır. Gerçekten de ekinokslardaki (Güneş'in ekvatoru geçtiği, gece ve gündüzün eşit olduğu zaman) Dünya-Güneş oluşumlan ile ya da gündö- nümleri (Güneş'in kuzey veya güney noktasında en uzak noktasına erişmiş göründüğü zaman) ile koordine edilen bir takvim kavramı -hem Eski hem de Yeni Dünya'daki tüm takvimlerde bulunan kavramlar- bizlere Sümer'den gelir.
Yahudi takvimi, kitaplarımda ve makalelerimde tekrar tekrar işaret ettiğim gibi, sadece biçim ve yapı olarak değil aynı zamanda yıllan sayma konusunda da hala Nippur takvimine sa- dıkhr. M.S. 1990'da Yahudi takvimi 5750 yılını göstermektedir ve bu açıklanageldiği gibi "dünyanın yarahlışı"ndan değil, M.Ö. 3760' da Nippur takviminin başlangıcından itibaren sayılmışhr.
The Lost Re.alms adlı kitabımda da önerdiğim gibi, bu yıl; Ni- biru'nun kralı olan Anu'nun resmi bir ziyaret için Dünya'ya geldiği yıldı. Sümerce AN ve Akkadca Anu olan adı "gök", "Göksel Olan" anlamına gelmektedir. Aynca AN.UR ("göksel ^") ve AN.PA ("zirve noktası") gibi birçok astronomi teriminin bir hecesi ve "Gökten Dünya'ya Gelenler'' anlamındaki Anunnaki kelimesinin de bir hecesidir. Heceleri Sümer kökenli olduklannı açığa vurur biçimde yazılan ve telaffuz edilen Eski Çince; örneğin, bir gözlemevi olarak hizmet veren bir tapınağı anlatmak için ku- an terimini kullandı. Bu terimin Sümerce kaynağı olan KU.AN "göklere doğru bir açıklık" anlamına gelirdi. (East-West /ounuıl dergisinin Şubat 1985 sayısında yayınlanan "Astrolojinin Kökleri" adlı makalemde Çin gökbiliminin ve astrolojisinin Sümer kökeni hakkında yazmışhm.) Şüphesiz Latince annum ("yıl") kelimesinden dallanan Fransızca annee ("yıl") ve İngilizce annual ("yıllık") kelimeleri ve daha birçoğu, AN'ın resmi ziyareti ile başlayan takvim ve yıllann sayılmasından kaynaklanmaktaydı.
Tapınaklan gözlemeyleri ile birleştirmeye yönelik Çin geleneği, şüphesiz sadece Çin ile sınırlı değildi; ta Sümer ve Babil'de-
Şekil 63
ki ziguratlara (basamaklı piramitlere) dek uz.anır. Gerçekten de, Anu ve eşi Anhı'nun bu ziyareti ile ilgili uzun bir metin, Nibi- ru'nun göklerde ortaya çıkışını gözlemlemek üzere, rahiplerin zi- gurahn en üst kısmına nasıl çıkbklan anlablır. Enki gökbilimi bilgisini (ve diğer bilim^ri) ilkdoğan oğlu Marduk'a vermişti ve Marduk'un Mezopotamya'da üstünlük sağlamasından sonra Ba- bil'de inşa edilen zigurat bir gökbilimsel gözlemevi olarak hizmet vermekteydi (Şekil 63).
Enki takvim, matematik ve yazı "sırlarını" daha küçük olan ve Mısırlıların Thoth dedikleri oğlu Ningişzidda'ya bahşetmişti. The Lost Realms adlı kitabımda, onun ve Quetzalcoatl, ''Tüylü Yılan" diye bilinen Mezoamerikan tanrısının aynı kişi olduklarını gösteren kayda değer kanıtlan sunmuştum. Bu tanrının (Sümer- ce) "Ya^m Ağacının Efendisi" anlamına gelen adı, Enki'nm h^ bi bilgiyi bahşettiği kişinin o olduğu gerçeğini yansıhr. Bir Babil metai, ölüleri canlandığa s^m da öğrenmeyi isteyen Mar- duk' a, bıkkın Enki'nin kendisine yeterince şey öğrettiğini söylemesini anlahr. Anunnakilerin bu beceriye (en azından kendileri
Şekil 64
söz konusu olduğunda) sahip oldukları "İnanna'run Aşağı Dün- ya'ya İnişi" başlıklı, orada kendi kız kardeşi tarafından öldürülüşünü anlatan bir metinden açıkça anlaşılmaktadır. Babası tanrıçanın canlandırılması için Enki'ye başvurunca Enki cesede "nabız gibi atan" ve "ışınlar saçan"ı doğrultmuş ve onu hayata geri döndürmüştür. Bir hastayı hastahane yatağında gösteren bir Mezopotamya betimlemesi, onu ışın tedavisi olurken göstermektedir (Şekil 64).
Ölüleri canlandırma yeteneğini (İncü'de bir olgu olarak ^ zü edilmiştir) bir kenara bırakır^k, EnmedwanU metomde ^ lirtildiği gibi anatomi ve hp öğretisinin rahiplik eğitiminin parçası olduğu kesindir. Geleneğin sonraki zamanlara taşınnuş olduğu Musa'run Beş Kitabı'ndan biri olan Levililer'den de anlaşılmaktadır; metin, Yehova'run İsrailoğlu rahiplere sağlık, hbbi teşhis, tedavi ve hijyen konularında verdiği kapsamlı talimatları içermektedir. "Uygun" (kosher) ve uygun olmayan gıdalarla ilgili diyet emirlerinin dinsel uygulamadan ziyade sağlık ve hijyenik kaygılardan kaynaklandığı kesindir; ve birçok kişi sünnet gereğinin de hbbi nedenlerden kaynaklandığını düşünmektedir. Bu talimatlar A.ZU'lar ve İA.ZU'lar için hbbi kitapçıklar biçiminde iş gören Mezopotamya metinlerinden pek farklı değildi; doktor-rahiplere ilk olarak belirtileri gözlemlemeleri, daha sonra uygulanacak re-
çeteyi belirtmelerini ve sonra da ilaçlann hazırlanmasında kullanılacak kimyasallar, şifalı bitkiler veya diğer farmakolojik malze- memn listesini vermelerini Eylemekteydi. E^i ve Ninti'nin h^ bi, anatomik ve genetik becerilerini habrlarsak bu öğretilerin kaynağının Elohim olması hiç de sürpriz olmamalı.
Gökbilimi ve takvimin işleyişi kadar ticaret ve ekonomik faaliyetin de temeli matematik bilgisi idi; Enmeduranki metninin sözleriyle "sayılarla hesaplar yapm^".
Sümer sayı sistemi altmışlık'br, yani "60'ı baz alır''. Sayma l'den 60'a kadardır, hpkı bizim bugün l'den 100'e kadar saymamız gibi. Ama bizim "iki yüz" dediğimiz yerde, Sümerliler "2 geş" derdi ya da yazardı; bu, 120'ye denk gelen 2 x 60 anlamına geliyordu. Hesaplamalannda metin "yansını al" ya da "üçte birini al" dediğinde, bunun anlamı 60'ın yansı = M, M'ın üçte bm = 20'dir. Ellerimizin parmaklanru saymaya alışbnlıp ondalık ("10 kez") sistemle yetiştirilen bizler için bu, alışılmadık ve karmaşık görünebilir ama matematikçiler için altmışlık sistem bir keyiftir.
10 sayısı pek az tam sayıyla (kesin olmak gerekirse 2 ve 5 ile) bölünebilir. 100 rakamı ise sadece 2, 4, 5, 10, 20, 25 ve SO'ye tam bölünebilir. Ama 60 sayısı 2, 3, 4, 5, 6, 10, 12, 15, 20 ve 30'a bölünebilir. Gün içindeki saatleri sayışımızda Sümerlilerin 12'sini, zamanı sayışımızda Sümerlilerin 60'ını (bir dakikada 60 saniye, bir saatte 60 dakika) ve geometride Sümerlilerin 360'ını (bir dairede 360 derece olması) kullanmamızdan da anlaŞıldığı gibi, altmışlık sistem göksel bilimlerde, zamanı hesaplamada ve (bir üçgenin açılarının toplamının 180 derece ve bir karenin açılarının toplamının 360 derece olduğu) geometride hala tek mükemmel sistemdir. Hem teorik hem de (arzi ölçümleri gibi) uygulamalı geometride bu sistem, çeşitli ve karmaşık bölgeleri (Şekil 65), (tahıl, yağ veya şarap) içeren her türden fıçının hacmini, kanallann uzunluğunu veya gezegenler arasındaki uzaklığı hesaplamayı mümkün kılmaktadır.
Kayıt tutma başladığında 1, 10, 60, 60 ve 360 (Şekil 66a) sa- yılanna karşılık gelen çeşitli sembolleri ıslak kil üstüne basmak için yuvarlak uçlu bir yazma aleti kullanıldı. Nihai sayı olan 360
Şekil 65
a D O O @ O
tO
^
4
1
1"
©
^
3,tO
^
3 Td
büyük bir daire ile gösteriliyordu; Nibiru'nun Güneş çevresinde bir yörünge tamamlayana dek geçen Dünya yıllarının sayısını gösteren rakam, "prens gibi" ya da "kraliyet" anlamına gelen SAR (Akkadca şar) diye adlandınlıyordu.
Katiplerin kama uçlu bir yazma aleti (Şekil 66b) kullandıkları çivi yazısının başlamasıyla sayılar da kama biçimli işaretlerle yazılmaya başlandı (Şekil 66c). Bölmeyi veya çarpmayı gösteren başka çivi yazısı işaretler (Şekil 66d) başka işaretlerle birleştiğinde hesaplayan kişiye ekleme, çıkartma, bölme veya çarpma talimatını veriyordu; bugün birçok öğrenciyi zorlayacak aritmetik ve cebir problemleri doğru olarak çözülüyordu. Bu problemlere karesini, kübünü alma ya da sayıların kare kökünü alma da dahildi. F. Thureau-Dangin'in Textes Mathematiques Babyloniens (Ba- bil'in Matematik Metinleri) adlı kitabında gösterildiği gibi kadimler bugün bile kullanılan iki ve hatta üç bilinmeyenli formüller kullanıyorlardı.
"Altmışlık" adı verilmiş olmasına rağmen Sümerlilerin sayı ve matematik sistemi aslında sadece 60 sayısına değil, 6 ve lO'un birleşimine dayanmaktaydı. Ondalık sistemde her bir üst basamak; bir önceki toplamı 10 ile çarparak elde edilirken (Şekil 67a), Sümer sisteminde sayılar almaşık çarpımlarla artırılıyordu; bir kez 10 ile, bir kez 6 ile, sonra 10 ile, sonra tekrar 6 ile (Şekil 67b). Bu metot günümüz bilginlerini pek şaşırtmaktadır. Ondalık sistemin insanın el parmaklarının sayısına dayandığı açıktır, Sümer sistemindeki 10 böyle anlaşılabilir; ama 6 nereden gelmiştir ve niçin?
Başka bulmacalar da vardır. Mezopotamya'da bulunan bin-
a. Ondalık b.
1
10
10 x 10
(io x io) X io
(io x io x io) x io
Şekil 67
lerce matematik tableti arasında, birçokları hazır hesaplamalar taşımaktadır. Ancak ilginçtir (1, 10, 60 vb. gibi) küçük sayılardan büyüklere doğru gitmemekte; ancak astronomik denilebilecek bir rakamdan, 12.960.00' den başlayarak aşağı doğru azalmaktadırlar. Th. G. Pinches [Some Mathematical Tablets of the British Museum (British Museum'dan Bazı Matematik Tabletleri)] tarafından alınb yapılan bir örnek en üst sabrda şöyle başlar:
129600 bunun üçte ikisi 8640
bunun yan kısmı 64800
bunun üçüncü kısmı 43200
bunun dördüncü kısmı 3240
"bunun sekseninci kısmı 180' deyip, 40'0 üncü kısmı "32400"a dek devam eder. Başka tabletler bu işlemi 16.00'0inci kısma (810'a eşittir) kadar izler; bu dizinin başlangıç rakanu 12.960.00' in 216.00'0 nci kısmı olan 60'a dek sürdüğüne hiç şüphe yok.
Nippur ve Sippar'daki tapınak kütüphanelerinden ve Asur kralı Asurbanipal'in Ninova'daki kütüphanesinden çıkarılan binlerce matematik tabletini inceledikten ronra H. V. Hilpraht [^ Babylonian Expedition of the University of Pennsylvania (Pennsylva- nia Üniversitesi Babil Keşif Gezisi)] 12.960.00 sayısının gerçekten de astronomik olduğu sonucuna vardı; her 2160 yılda bir Güneş'e karşı doğan burç takımyıldızlarını tam bir Ev kaydıran Pre- sesyon (•) fenomeninden kaynaklanmaktaydı. On iki Evin daireyi tamamlaması, yani Güneş'in başlangıçtaki arka fon konumuna gelmesi 25.920 yıl sürmektedir; 12.960.00 sayısı tamamlanan böylesi beş yüz Presesyon dairesini temsil etmektedir.
Hilprecht ve diğerlerinin de düşündüğü gibi, Sümerlilerin adece pr^yon fenomeninm farkında olmakla kalmayıp, ^- yakta bir Ev'den diğer Ev'e kayışın 2160 yıl sürdüğünün de farkında olduklarını öğrenmek inanılmaz bir şeydi; matematik sistemleri için her biri (insanın ömür süresi söz konusu olduğu kadarıyla) fantastik bir rakam olan 25.920 yıl gerektiren, beş yüz ta-
(•) fcvinme olayı, Yer'in dönme ekeninin, tatalum düzleminin noırnli çew sinde bir koni çizecek biçimde çok yavaş olarak dönmesi. (Ç.N.)
mamlanmış on iki Ev döngüsünü temsil eden bir sayıyı seçmiş olmaları ise iyice anlaşılmaz bir şeydi. Aslında modem gökbilimi, fenomenin varlığını ve Sümer'de hesaplandığı gibi dönemlerini kabul ediyorken, ne şimdi ne de geçmişte, tek bir Ev'in kaymasını bile (artık Kova'ya doğru bir kayış beklenmektedir) şahsen tecrübe eden tek bir bilim adamı yoktur ve tüm bilimcileri biraraya getirsek bile tek bir döngünün tamamlanmasına tanık olmamışlardır. Yine de, işte Sümer tabletlerinde mevcut.
Modem bilim Nibiru'nun varlığını ve Anunnakilerinkini bir olgu olarak kabul edecek olsa, tüın bu bulmacalar çözüme kavuşacak gibi geliyor bana. İnsanlığa matematiksel ''bilgeliği" bahşedenler onlar olduklarından, astronomik temel sayı ve altmışlık sistem Anunnaki tarafından kendi kullanımlarına göre ve kendi bakış açılarına göre geliştirilmiş ve sonra insani ölçülere göre küçültülmüştü.
Hilprecht'in doğru biçimde önerdiği gibi, 12.960.00 sayısı gerçekten de gökbiliminden kaynaklanmışh; tam bir presesyonel döngünün tamamlanması için gereken zaman (25.920 yıl). Ama bu döngü daha insani boyutta oranb.lara indirilebilirdi, yani tek bir zodyak Ev'inin presesyonuna. Aslında 2160 yıldaki tek bir kayma bile bir Dünyalının ömrünün çok ötesinde olmasına rağmen, her 72 yılda bir, bir derecelik kayma (gökbilimci-rahiplerin tanıklığı söz konusu olduğunda) gözlenebilir bir fenomendi. Formüldeki "dünyasal" unsur buydu.
Sonra, Anunnakilerin 360 Dünya yılı sürdüğünü bildikleri Nibiru'nun yörüngesi vardı. İşte bu noktada iki temel ve değişmez fenomen, yani Nibiru ve Dünya'run hareketlerini birleştiren belirli uzunluktaki döngüler 360 :2160 oranındaydı. Bu oran, 10:6'ya indirgenebilir. Her 21.600 yılda bir Nibiru, Güneş etrafında alh yörünge tamamlıyor ve Dünya on zodyak evi kayıyordu. İşte, "albnışlık" denilen 6 x 10 x 6 x 10 almaşık sayma sistemini yaratanın bu olduğunu öneriyorum.
Altmışlık sistem, daha önce de belirtildiği gibi, hala modem gökbiliminin ve zamanı saymanın merkezinde yatmaktadır. Tabi ki Anunnakilerin 10:6'lık oran efsanesi de. Mimariyi ve göze hoş gelen plastik sanatları mükemmelleştiren Grekler, Alhn Oran de-
nilen bir oranhlar yasası tasarladılar. Bir tapınağın ya da büyük bir odanın kenarlannın mükemmel ve göze hoş gelen oranına, uzun kenarın kısa kenara göre lOO'e 61,8 (ayak, kübit ya de seçilen ölçü her ne ise) oranını veren AB:AP=AP:PB formülü ile ulaşılabileceğini düşünüyorlardı. Bana öyle geliyor ki mimari, bu Alhn Oran'ı Greklere değil (Sümerliler üzerinden) Anunnakilere borçlu çünki aslında bu oran, altmışlık sistemin temeli olan 10:6 oranıdır.
Aynısı Fibonacci Sayılan diye bilinen matematiksel fenomen için de söylenebilir; bu dizide sayılar her bir ardışık sayının (mesela 5), kendisinden önceki ilci sayının (2+3) toplamıdır; 8, 3+5'in toplamıdır ve böylece sürüp gider. On beşinci yüzyıl matematikçisi Lucas Pacioli bu dizi için cebir denklemini oluşturmuş ve 1,618 olan bölümünü Alhn Sayı ve onun karşılığı olan 0,618'i İlahi Sayı diye adlandırmışhr. Bu da bizi tekrar Anunnaki- lere getiriyor...
Altmışlık sistemin nasıl tasarlandığını kendi fikrime göre açıkladıktan sonra gelin, şimdi de Hilprecht tarafından sistemin üst bazı olduğu sonucuna varılan 12.960.00 sayısına bakalım.
Bu sayının, Nibiru'nun yörüngesinin Dünya yılına göre uzunluğu olan gerçek temel Anunnaki ayısının (^) karrai olduğunu göstermek kolaydır. (3^ x 36K = 12.9M.OT) 3O'ü dünyasal lO'a bölerek, bir dairedeki 360 derecenin sayısı olan, daha kolay uğraşılabilir rakam elde edilmiştir. 360 sayısı da 60 sayısının karesidir; bu ilişki bir saatteki dakikaların ve (modem zamanlarda) bir dakikadaki saniyelerin sayısını ve şüphesiz temel altmışlık sistem sayısını sağlamışhr.
.960.00 gibi astronomik bir sayının zodyaksal kökeni ise kafa karışhncı bir Kitabı Mukaddes cümlesini açıklar. Mezmur 90'da mekanı sayısız nesillerdir ve "dağlar doğmadan önce, yer ve dünya yarahlmadan önce"den beri göklerde olan Rab'bin (gönderme "Göksel Rab'be" yapılır) bin yılı sadece tek bir gün gibi düşündüğü söylenir:
Çünki senin gözünde bin yıl
Geçen dünkü gün ve bir gece nöbeti gibidir.
Şimdi 12.960.00 sayısını (bir zodyak Ev'inden bir kayma gerçekleşmesi için gereken yıl sayısı olan) 2160'a bölersek, sonuç 60' dir: alh kere bin. "Günlerin" sayısı olarak alb hiç de yabancı değildir; ona Tekvin Kitabının başında ve alb yarablış günü hikayesinde rastlarız. Mezmur yazarları "12.960.00, 2160. kısmı al- h kere bin" dizesini içeren matematik tabletlerini görmüş olabilirler miydi? Aslında mezmurların, Anunnakilerin oynadığı sayılan yankıladığını görmek çok ilginçtir.
Mezmur 90 ve ilgili diğer mezmurlarda "nesil" olarak tercüme edilen İbranice kelime Dor'dur. "Yuvarlak olmak, dönmek" anlamına gelen dur kökünden dallanmıştır. İnsanlar açısından bu bir nesil anlamına gelir ama gök cisimleri açısından güneş çevresinde bir tur atmak anlamına gelir: yörünge. Bu anlayışla bakılınca, bir faninin her zaman Daim Olan'a duasını içeren Mezmur 102'nin gerçek anlamı yakalanabilir:
Fakat sen, ya Rab, ebediyen tahtında oturursun, ve anılman devirden devire sürer.
Çünki Rab tapınağının yüksekliğinden aşağıya baktt,
Ve Rab gökten yere bakh.
"Ey Tanrım, günlerimin ortasında beni alma" dedim;
senin yılların devirler devrinde kadardır.
Fakat sen osun (değişmezsin),
Ve yıllarının sonu yoktur.
Bunların hepsini Nibiru'nun yörüngesiyle, 360 Dünya yılı süren döngüsüyle, Dünya'run Güneş çevresindeki kendi yörüngesinin presesyonel gerilemesiyle ilişkilendirmek: Anunnakile- rin, Göklerden Yer'e indirdiği Sayılar Bilgeliğinin sır buydu.
İnsan "sayılarla hesaplama" yapabilmezden önce okuma ve yazmada ustalaşması gerekiyordu. Bizler İnsanın konuşabilmesini kanıksamışsızdır; hemcinsirnizle (ya da klanımızdan olanlarla)
iletişime geçtiğimiz lisanlara sahibizdir. Ama modem bilim böyle düşünmüyor; aslında, çok kısa bir süre öncesine kadar, konuşma ve lisanlarla uğraşan bilimciler "Konuşan İnsan"ın bir hayli geç bir fenomen olduğuna ve konuşabilen, birbirleriyle iletişime geçebilen Cro-Magnonların konuşmayan Neanderthallere baskın gelmesinin bir nedeninin de bu olabileceğine inanıyorlardı.
Ancak Kitabı Mukaddes'in görüşü farklıydı. Kitabı Mukaddes, örneğin, Adam'ın konuşabilip birbirine seslenebilmesinden çok önce Elohim'in Dünya üstünde olduğunu kanıksamıştır. Bu durum, Elohim'in "Adam'ı suretimizde ve benzeyişimizde yaratalım" diye kendi aralarında tartışmalarının sonucunda yaratıldığını anlatan cümlede açıktır. Bu, sadece konuşma yeteneğini değil aynı zamanda iletişimi sağlayan bir dilin varlığını da ima eder.
Şimdi de Adam'a bakalım. Aden Bahçesine yerleştirilmiş ve kendisine neyi yiyeceği, neden kaçınacağı öğretilmiştir. Ardından gelen Yılan ve Havva arasındaki konuşmaya bakılırsa, talimatlar Adam tarafından anlaşılmıştır. Yılan (kimliğini The Wars of Gods and Men' de tartışmışhın) "ve kadına dedi: Gerçekten, Tann, bahçeıµn hiçbir ağacından yemeyeceksiniz dedi mi?" Evet, der Havva; bir ağacın meyvesi yasakbr, yemenin cezası ise ölümdür. Ama Yılan durumun böyle olmadığına kadını ikna eder; o ve Adam yasak meyveyi yerler.
Ardından uzun bir diyalog gelir. Adam ve kadın "günün serinliğinde bahçede gezmekte olan" Yehova'nın sesini işittiklerinde saklandılar. Yehova Adama seslenir, "Neredesin?" ve aşağıdaki konuşmalar geçer:
Bu tamamen bir karşılıklı konuşmadır. Sadece İlah konuşabilmekle kalmaz, Adam ve kadın da konuşabilmekte ve İlah'ın li- anını ariayabitoektedir. ^mek ki bir lian kdlan^arna g^ re (Kitabı Mukaddes'e göre) bir lisan olmalıdır. Eğer kadın ilk Ana ise, bir İlk Lisan da olabilir miydi? Bir Ana Dil?
Bilginler yine Kitabı Mukaddes'ten farklılık gösterirler. Onlar lisanın evrimsel bir özellikten ziyade kültürel bir miras olduğunu varsaymışlardı. İnsanın homurtulardan (evi görünce veya tehlike sezdiğinde) anlamlı bağırtılara, buradan da klanlar oluşturdukça gelişmemiş bir konuşmaya doğru ilerlediği varsayılır- dı. Kelimelerden ve hecelerden, lisanlar doğdu; klanlar ve kabileler oluştukça birçok lisan ortaya çıkmışb.
Lisanların kökenine yönelik bu teori; Elohim'in ve Aden Bahçesi'ndeki olayın kutsal metinlerde hikaye edilmesindeki önemi ihmal etmekle kalmamış, aynca Kitabı Mukaddes'in Babil Kulesi olayından önce "ve bütün dünyanın dili bir, ve sözü birdi" şeklindeki iddiasını da inkar etmişti; yani İnsanoğlunu dünyanın dört bir yanına dağıtmak ve ''birbirinin dilini anlamasınlar diye" kullandığı dili "karışhrmak" Elohim'in kasıtlı bir hareketiydi.
Son yıllarda modem bilimin gerçekten de bir Ana Dil'in mevcut olmuş olduğu ve her iki Homo sapiens tipinin, yani hem Cro-Magnon hem de Neanderthal'in daha en başından beri konuşabildiği inancına varması iç rahatlabadır.
Birçok lisanın aynı ve benzer anlamlar içeren kelimelere sahip olduklan uzun zamandır kabul görmekte ve belirli lisanlann böylece dil aileleri biçiminde gruplandınlabileceği yüzyılı aşkın süredir kabul edilen bir teoridir, böylece Alman bilginler bu dil ailelerini ''Hint-Avrupa", "Sami'' ve "Hamf' vb. şeklinde adlandırmışlardır. Ama bu gruplandırmanın ta kendisi bir Ana Dil'in kabul edilmesine engel teşkil etmektedir çünki tamamen farklı ve alakasız dil gruplarının farklı "çekirdek bölgeler"de birbirinden bağımsız geliştiği ve buralardan göç edenlerin dillerini başka ülkelere taşıdıklan fikrine dayanmaktadır. En uzak gruplar arasında bile bariz kelime ve anlam benzerliklerinin bulunduğunu gös-
terme girişimleri, mesela Vaiz Charles Foster'ın [The One Primeval l.anguage (Tek İlksel Dil) adlı eserinde İbranicenin Mezopotamya'daki öncüllerine işaret ettiği] 19. yy.daki yazılan gibi; bir ilahiyatçının Kitabı Mukaddes'in dili olan İbraniceyi yüceltme girişiminden başka bir şey değilmiş gibi görülüp, dikkate alınmadı.
Bazılarının "dilsel genetik" dediği çalışmada yeni yollar açan şey esasen antropoloji, biyogenetik ve Dünya bilimleri gibi diğer alanlardaki gelişmelerdi. Dillerin, insanın uygarlığa yürüyüşünün oldukça geç bir döneminde gelişmiş olduğu, (sadece konuşmanın değil) dillerin başlangıcının da sadece beş bin yıl önceye dayandığı fikrinin artık düzeltilmesi gerektiği açık hale gelmişti ve arkeolojik bulgular alh bin yıl önce Sümerlilerin yazabil- diklerini gösterdiğinde ise bu tarih daha gerilere çekildi. On bin ila on iki bin yıl öncesi düşünülüyorken, bilgisayarların hızlandırdığı benzerlikler taramaları, bilginlerin ön-dilleri ve dolayısıyla daha büyük ve daha az bölünmüş gruplaşmaları keşfetmelerine yol açh.
Slav dillerinin ilk yakınlıklarını araşhran, Vladislav İlliç- Svityiç ve Aaron Dolgopolski önderliğindeki Sovyet bilimcileri 1960'larda Nostratik (Latince "Bizim Dilimiz" anlamına gelir) adını verdikleri bir ön-dilin (Slav dilleri de dahil) çoğu Avrupa dilinin çekirdeği olduğunu önerdiler. Daha sonralan Dene-Kafkasya adını verdikleri böyle bir ikinci ön-dilin Uzak Doğu dillerinin çekirdek dili olduğunu önerdiler. Dilsel bozuİunalardan hesaplandığına göre her iki ön-dil de on iki bin yıl kadar önce başlamışb. Amerika Birleşik Devletleri'nde Stanford Ünivereitesinden J^ seph Greenberg ve meslektaşı Merritt Ruhlen ise üçüncü bir ön- dil olan Amerind'i önerdiler.
Olgunun öneminin üstünde durmayalım; ama söylemeden geçemeyeceğim, yaklaşık on iki bin yıl öncesini gösteren tarihin, bu ön-dillerin ortaya çıkışını Tufan'ın hemen sonrasına yerleştirdiğine dikkatini?:i çekerim. 12. Gezegen' de bu olayın yaklaşık on üç bin yıl kadar önce meydana geldiğini göstermiştik; aynca bu olgu, Kitabı Mukaddes'in Tufan sonrası İnsanlığın Nuh'un üç oğlundan inen üç dala ayrıldığı yolundaki fikrine de uymaktadır.
Bu arada, arkeolojik bulgular insan göçlerinin zamanını ge-
riye itip durmaktaydı ve bu durum, özellikle Amerika'ya göçmenlerin gelişi açısından önemliydi. Yirmi bin, hatta otuz bin yıl öncesi gibi tarihler önermekteyken, 1987'de Joseph Greenberg [Languages in the Americas (Amerika Kıtası Dilleri)], Yeni Dün- ya'daki yüzlerce dilin Eskimo-Aleut, Na-Dene ve Amerind adını verdiği üç aile olarak gruplanabileceğini gösterdiğinde büyük sansasyon yarath. Vardığı sonuçlann daha büyük önem taşıyan yanı, bu üç grubun Amerika kıtasına Afrika, Avrupa, Asya ve Pasifik'ten getirilmiş olmasıydı; yani bunlar gerçek ön-diller değil, aslında Eski Dünya ön-dillerinden türemeydiler. "Na-Dene" adını verdiği ön-dil, Greenberg'in önerdiğine göre Sovyet bilginlerin Dene-Kafkasya grubu ile ilişkiliydi. Merritt Ruhlen Natural His- tory dergis^nde (Mart 1987) bu ailenin "artık var olmayan Etrüsk- çe ve Sümerce"yi içeren diller grubuna "genetik açıdan en yakın" gibi göründüğünü yazmışh. Eskirno-Aleut, yazdıklarına göre, Hint-Avrupa dillerine en yakın dil grubu idi. (Amerika kıtasına en eski göçleri öğrenmek isteyen okuyuculara, Dünya Tarihçesi dizisinin 4. kitabı olan The Lost Realms'ı okumalan önerilir.)
Ama acaba gerçek diller sadece on iki bin yıl kadar önce, Tufan' dan hemen sonra mı başlamışh? Lisanın Homo sapiens'in (Adem ve Havva'nın) başlangıcından itibaren mevcut oluşu, sadece kutsal metinlere göre değil, aynı zamanda Sümer metinlerinin Tufan öncesine ait yazılı tabletlere tekrar tekrar göndermeler yapmasına göre de doğrudur. Asur kralı Asurbanipal, Adapa kadar bilgili olmasıyla övünerek "Tufan'dan önceki tabletleri" okuyabilmesiyle gururlanırdı. Öyleyse, çok daha eskilerde gerçek bir dil mevcut olmalıdır.
Paleontologlar ve antropologlar tarafından yapılan keşifler dilbilimcileri, tahminlerini daha da geriye çekmeye zorladı. Daha önce de sözü edilen Kebara mağarasındaki keşifler, daha önceki zaman tablolarının tamamen yeniden elden geçirilmesini gerektirmişti.
Mağaradaki bulgular arasında, şaşırtıcı bir ipucu vardı. Altmış bin yıllık Neanderthal'in iskelet kalıntılan içinde hiç 7.arar görmemiş bir dil kemiği vardı; bu ilk kez keşfedilmişti. Çene ve gırtlak (ses telleri) arasında yer alan bu nal biçimli kemik; dili, alt
çeneyi ve gırtlağı hareket ettiren ve insanların konuşmasını mümkün kılan kası bağlamaktadır (Şekil 68).
Diğer iskeletsel özelliklerle birleştiğinde, dil kemiği insanın altmış bin yıl ve hatta belki de daha da önceleri tıpkı bugünkü gibi konuşabildiğinin karşı konulmaz kanıtını sunmaktaydı. Tel- Aviv Üniversitesinden Baruch Arensburg'un önderliğindeki uluslararası altı bilimciden oluşan ekip. Nature dergisinde (27 Nisan 1989) Neanderthal'in "insanın konuşma yeteneğinin morfolojik temeline sahip olduğunu" belirtiyordu.
Durum böyleyse, nasıl olurdu da kökeni ancak birkaç bin yıl öncesine dek izlenebilen Hint-Avrupa dil grubuna lisan ağacmda böylesine üstün bir konum verilebilmişti? Hint-Avrupa dil grubu hakkındaki iddialarından vazgeçebilmek bakımından Batılı meslektaşlarına göre daha rahat olan Sovyet bilginler bir ön-ön-dil için aramalarına şevkle devam ediyorlardı. Ana Dil'i arayışm başım, artık İsrail'deki Hayfa Üniversitesinde olan Aaron Dolgo- polski ve şimdi Michigan Üniversitesinde olan Vitali Şevoroşkin çekiyordu. Birazda bu ikinci bilimcinin teşviki ile Kasım 1988'de Michigan Üniversitesinde "öncü" bir konferans düzenlendi. "Dil ve Tarih Öncesi" başlıklı konferans yedi ülkeden gelen dilbilim,
antropoloji, arkeoloji ve genetik alanlarında çalışan kırktan fazla bilimciyi biraraya getirdi. Oybirliği, insan dillerinin bir "tek-ya- ratılışı" olduğu yönündeydi; yaklaşık 100.00 yıl kadar önce bir "ön-ön-ön safhada" bulunan bir Ana Dil.
Yine de, Brown Üniversitesinden Philip Liebennan ve Al- bany'deki New York Devlet Üniversitesinden Dean Faik gibi konuşmanın anatomisiyle ilgili başka sahalardaki bilimciler, konuşmayı bu "Düşünen/Akıllı Adam"ın ilk ortaya çıkhğı andan itibaren başlayan bir Homo sapiens yeteneği olarak görmekteydi. Ulusal İletişim Bozukluklan ve Felç Enstitüsünden Ronald E. Myers gibi beyin uzmanlan, insanlar iki parçalı beyinlerini elde eder etmez "insanın konuşma yeteneğinin, diğer primatların kaba sesler çıkartrnalanyla ilişkili olmaksızın kendiliğinden geliştiğine" inanmaktaydılar.
Ve "Herkesin-Tek-Anası" çıkanmına yol açan genetik araş- hrınada yer alan Allan Wilson, sözü "Havva"ya verdi: Ocak 1989'da Amerikan Bilimde İlerleme Birliği'nin (AAAS) toplanh- sında "İnsanın konuşma yeteneği, 200.00 yıl kadar önce Afrika'da yaşamış bir kadında meydana gelen genetik mutasyondan kaynaklanmış olabilir." diye açıklamada bulundu.
Bir gazete bu haberi "Konuşma kabiliyeti Havva'ya kadar uzanıyor" başlığıyla duyurdu. Eh, Kitabı Mukaddes'e göre, Havva'ya ve Adem'e kadar.
Ve şimdi de yazıya geldik.
Arhk Avrupa'daki Buz Çağı mağaralannda bulunan ve yirmi bin ila otuz bin yıl önceki dönemde yaşayan Cro-Magnonlara atfedilen birçok biçim ve sembolün kaba piktcgraflan, yani "resim yazı"yı temsil ettiğine inanılıyor. Şüphesiz, insan konuşmayı öğrendikten çok sonra yazmayı öğrenmişti. Mezopotamya metinleri Tufan' dan önce yazının olduğu konusunda ısrarlıdırlar ve buna inanmamak için bir neden yok. Ama modem çağda keşfedilen ilk yazı olan eski Sümer yazısı piktografikti. Bu yazının çivi yazısı biçimine dönüşmesi (Şekil 69) sadece birkaç yüzyıl aldı; çivi yazısı, binlerce yıl sonra yerini nihayet alfabeye verene dek Asya'daki tüm kadim dillerde yazı yazma yoluydu.
Şekil 69
İlk bakışta çivi yazısı uzun, kısa ve eşit ok ucu biçimli işaretlerden oluşan anlaşılması imkansız bir kördüğüm gibi görünür (Şekil 70). Yüzlerce çivi yazısı sembolü vardır ve kadim katiplerin bunlann nasıl yazıldıklannı ve ne anlama geldiklerini nasıl olup da hatırlamış olduğu akıllara durgunluk vermektedir, tıpkı Çinli olmayanlar için Çin dilindeki işaretlerin kafa kanşhncı olması gibi. Üç bilgin nesli bu işaretleri manhklı bir sıralamaya koymayı başardı ve sonuç olarak, çivi yazısı kullanan Sümerce, Babilce, Asurca, Hititçe, Elamice vb. gibi kadim diller için sözlükler oluşturdular.
MTWK *< W T H- W *^ T
Ete M4 4><wwm^> Y T* MmJwWwmwi^^ İT »«İT mYw^if«ffW*YmıiYu wW^ffl^Y^^^ffi^ ^H|« W* M# W1WT * mu fUMT m T W*HTf<îffl W * JKW WKHU ^ I WHTfc^4X »*Ml«M^W4«mUMW ^^^««Wlte^TJUM^
V * HTK«»rÖ«t»J»XI AAMMtW »
Şekil 70
Amcı modern bilim böylesine bir işaretler çeşitliliği yarabna- run alhnda mantıklı bir düzenden daha fazlasının yathğını açığa çıkarmıştır·.
Özellikle graf teorisini -çizgilerle birleşen noktalar teorisi- inceleyen matematikçiler, Ramsey Graf Teorisine.aşinadırlar: Bir İngiliz matematikçisi olan Frank P. Ramsey, 1928'de Londra Matematik Derneğinde okunan bir makalede, noktaların birbirine bağlanabildiği ve sonuçta şekillerin bunlara göre oluştuğu çeşitli biçimlerin sayısını hesaplamanın metodunu önermişti. Ramsey tarafından önerilen ve oyunlar ve bulmacalara olduğu kadar bi- Em ve mimariye de uygulanan teori, örneğin altı kişiyi temsil eden alh nokta (birbirini tanıyan herhangi iki kişiyi birleştiren) kırmızı çizgilerle veya (birbirine yabancı ^erhangi iki kişiyi birleştiren) mavi çizgilerle birleştirildiğinde, sonucun her zaman ya kırmızı ya da mavi bir üçgen olduğunu göstermeyi mümkün kıldı. Noktalan birleştirme (ya da birleştirmeme) olasılıklanru he-
Şekil 72
saplamanın sonuçlan, en iyi şekilde bazı örneklerle gösterilebilir (Şekil 71). Sonuçta ortaya çıkan graflann (yani şekiller) temeli, bir dizi noktayı birbirine bağlayan graflara dönüştürülebilen Ram- sey Sayılarıdır. Bunun, Mezopotamya çivi yazısı işaretlerine benzerliği inkar edilemez olan düzinelerce "graf' ile sonuçlandığını buldum (Şekil 72).
Burada sadece bir kısmı resmedilen yaklaşık yüz işaret, bir düzineden fazla olmayan Ramsey Sayılanna dayanan basit graf- lardır. Demek ki, Enki ya da Sümer "yazı tannçası" olan kızı Ni- daba, Frank Ramsey kadar biliyor idiyseler, Sümer katipleri için matematiksel açıdan mükemmel bir çivi yazısı sistemi tasarlama konusunda bir sorun yaşamamış olmalıydılar.
"Seni mübarek kılacağım ve tohumunu göklerdeki yıldızlar kadar çoğaltacağım." der Yehova İbrahim'e. Ve bu tek dizeyle,\ göklerden yere indirilen bilginin unsurlan ifade edilir: konuşma, astronomi ve "sayılarla sayma".
Modem bilim tüm bunlan doğrulama yolunda bir hayli yol katetti.
ADEN'İN MEYVELERİ
Kitabı Mukaddes'te bitkilerinin çeşitliliği ile ve Adem'e gösterilen hfila isimlendirilmemiş hayvanlanyla habrlanan Aden Bahçesi ney- d.,
Modem bilim İnsanın en iyi dostunun, yani ürettiğimiz bitki ve hayvanlann M.Ö. 10.00 den hemen sonra evcilleştirildiğini öğretmektedir. Buğday ve arpa, köpekler ve koyunlar (bazı örneklerdir) evcilleşmiş ve üretilebilir biçimleriyle iki bin yıllık bir süre içinde ortaya çıkmışlardır. Bunun, doğal seçilimin gerektirdiği zaman süresi olduğu kabul edilmektedir.
Sümer mefinleri bir açıklama öneriyorlar. Anunnakiler Dünya'ya indiklerinde böylesi "evcilleşmiş" bitki ve hayvanlann bulunmadığını belirtirler; onlan "Yarablış Oda"lannda ortaya çıkaran Anunnakiler- dir. Lahar ("yünlü davar'') ve Anşan ("tahıllar'') ile birlikte aynca "yayılan ve çoğalan bitkileri" de ortaya çıkarmışlardı. Bunlann hepsi Eılin' de yapılmışb, Adam yarabldıktan sonra bunlann hepsine baksın diye oraya götürülmüştü.
Demek ki şaşırbcı Aden Bahçesi "evcilleştirilmiş" tahılların, meyvelerin ve hayvanlann ortaya çıkarbldığı biyo-genetik çiftlik veya ''kö- şe"ydi.
Tufan'dan sonra (yaklaşık on üç bin yıl kadar önce) Anunnakiler İnsanlığa bitki ve hayvan tohumlannı verdiler ve onlar yeniden başlamak için bunlan korudular. Ama bu kez üretici, insanın kendisi olmak zorundaydı. Kitabı Mukaddes bunu doğrular ve ilk üretici olma şerefini Nuh'a atfeder. Aynca Tufan'dan sonra yetiştirilen ilk besinin üzüm olduğunu da belirtir. Modem bilim de üzümün eskiliğini doğrulamaktadır; bilim aynca besleyici bir gıda olmasının yanı sıra, üzüm şarabının güçlü bir mide-bağırsak ilacı olduğunu da keşfetmiştir. Demek ki, Nuh şarabı (aşın) içtiğinde, deyim yerindeyse, ilaç içiyordu.
MARS'TA BİR UZAY ÜSSÜ
Ay'a giden Dünyahlar Mars'a ayak basmaya heveslenmektedir.
İnsanoğlunun Ay'a ilk kez ayak basışının yirminci yıldönümü nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri başkanı ülkesinin, Dünya'nın en yakınındaki dış gezegene doğru atlama taşlanrun neler olduğunu açıkladı. Washington'daki Ulusal Havacılık ve Uzay Müzesi'nde konuşan ve yanında Apollo 11 astronotlan Ne- il A. Armstrong, Edwin E. Aldrin, Jr. ve Michael Collins de bulunan başkan George Bush, Amerika'nın Mars yolundaki istasyon- lannı özetlemişti. İlk olarak, mekik programından bir Uzay İstasyonunun Dünya yörüngesine kalıcı olarak yerleştirilmesine geçilecek, böylece burada daha ileri uçuşlar için gereken daha büyük araçlar monte edilebilecektir. Sonra Ay'da uzun uzay yolculukları için gereken malzemelerin, ekipmanın ve yakıtlann geliştirilip test edilebileceği ve İnsanoğlunun dış uzayda daha uzun zaman boyunca yaşaması ve çalışması hakkında deneyimin elde edileceği bir uzay üsüns ün kurulması geliyordu. Ve en sonunda, Mars'a gidiş.
Amerika Birleşik Devletleri'ni "uzayda yol alan bir ulus" yapmaya yemin eden başkan, hedefin "Ay'a geri dönmek, geleceğe dönmek. .. ve sonra yanna bir yolculuğa, başka bir gezegene doğru yolculuk: Mars'a insanlı uçuş" yapmak olduğunu söylemişti.
"Geleceğe Dönüş". Sözcük seçimi tesadüf olabilir de olmayabilir de; geleceğe gidişin geçmişe dönüşü içeriyor olması önermesi konuşma metnini yazan kişinin .slogan seçiminden daha fazlasını içeriyor olabilir.
Bu bölümün başlığındaki gibi "Mars'ta Bir Uzay Üssü"nün olduğunun kanıh, sadece gelecekteki planlara uygulanmamalıdır çünki geçmişte çoktan meydana gelmiş şeylerin açığa çıkması ile ilgilidir: Mars gezegeninde eski çağlarda bir uzay üssünün bulunduğunun kanıtı 'De daha da şaşırhcısı, bunun gözlerimizin önünde yeniden aktif hale geçirilebilecek olması.
Eğerİnsanoğlu Dünya gezegeninden uzaya açılacaksa, dışa- n doğru yapılacak bu yolculukta Mars'ın uğranılacak ilk gezegen olması manhksal ve teknik açıdan doğrudur. Diğer dünyalara giden yolda, göksel hareket yasalan, ağırlık ve enerji kısıtlan, insanın hayatta kalması açısından gereklilikler ve insanın fiziksel ve zihinsel dayanıklılığındaki sınırlar yüzünden yol istasyonlan olmalıdır. Bir astronot ekibini Mars'a götürüp geri getirecek bir uzay gemisi iki bin ton kadar ağır olabilir. Böylesi büyük kütleli bir aracı (yakın komşularına göre bir hayli kütle çekimine sahip olan) Dünya gezegeninin yüzeyinden fırlatmak, doğru orantılı olarak büyük yakıt yükü, onlan taşıyacak tanklar gerektireceğinden ve bunlar da fırlatma ağırlığını daha da arhracağından, fırlatmayı hiç de pratik kılmamaktadır (ABD uzay mekiklerinin taşıma yükü artık otuz iki bin kilodur, yani otuz iki ton).
Böylesi fırlatma ve yakıt sorunlan, eğer uzay gemileri Dünya yörüngesi çevresinde, ağırlıksız ortamda monte edilecekse büyük ölçüde azalacakhr. Bu senaryo mekik araçlannın parçalara aynlmış uzay gemisini getireceği yörüngede dolanan, insanlı bir uzay istasyonunu gerektirmektedir. Bu arada, Ay'daki kalıcı bir uzay üssünde yerleşik olan astronotlar İnsanoğlunun uzayda hayatta kalması için gereken teknolojiyi geliştireceklerdir. İnsan ve araç daha sonra, Mars'a yolculuk için biraraya gelecektir.
Gidiş dönüş yolculuk, Dünya-Mars hizalanışlanna ve rotaya göre iki ila üç yıl sürebilir. Mars'ta kalma süresi de tüm bu kısıtlamalara ve dikkate alınması gereken diğer hususlara göre; hiç kalmama (sadece Mars çevresinde birkaç tur atma) ile başlayarak, uzay gemisi ve astronot vardiyalan ile hizmet alan veya desteklenen kalıcı bir kolonide uzun kalışlara dek değişiklik gösterecektir. Gerçekten de, konu hakkındaki birkaç konferanstan sonra "Mars Yakası" diye anılmaya başlayan bu yaklaşımın yandaşla-
n, ancak orada kalıcı bir üs kurulacaksa Mars'a insanlı uçuşa değeceğini düşünmektedirler; bu, hem çok daha uzak gezegenlere yapılacak insanlı uçuşlann öncülü olacak hem de bir öncü koloni olarak, DünyaWann yeni bir dünyadaki kalıcı yerleşimini oluştu- racakhr.
Mekik aracından, yörüngedeki bir uzay istasyonuna, Ay'a inişlerden orada bir uzay üssünün kurulmasına dek Mars'a inişe doğru giden yoldaki ara istasyonlar veya atlama taşlan, sanki bir bilim kurgu senaryosu gibi okunmaktadır ama bilimsel bilgi ve elde edilebilir bilgiye dayanmaktadır. Ay'da ve Mars'ta üs kurmak, hatta Mars'ta bir koloni oluşhırmak uzun zamandır planlanmakta ve tamamen yapılabilir görülmektedir. Ay üstünde insan yaşamını ve faaliyetini sürdürmek gerçekten de mücadele gerektirmektedir ama çalışmalar bunun başanlabileceğini göstermektedir. İşler Mars söz konusu olunca daha çok mücadele gerektirmektedir, çünki Dünya'dan gelen tedarik (Ay projelerinin de öngördüğü gibi) daha zor ve maliyetlidir. Yine de İnsanoğlunun hayatta kalması ve işlev görmesi için gereken yaşamsal kaynaklar Mars üstünde erişilebilir durumdadır ve bilimciler İnsanoğlunun orada "karadan uzakta" yaşayabileceğine inanıyorlar.
Sonuç olarak Mars'ın yaşanabilir olduğuna karar verildi; çünki geçmişte de yaşanabilir bir gezegendi.
Mars günümüzde soğuk, yan donmuş, yüzeyinde yaşayabilecek şeyleri hoş karşılamayacak, dondurucu kışlan ve en ılık mevsiminde bile ısının ancak ekvatorda donma derecesinin üstüne çıkhğı, ya permafrost (•) ya da (gezegene kırmızımsı rengini veren) paslanmış demir kayalan ve mıarla kaplı geniş alanlany- la, yaşamı destekleyecek suyu olmayan, solunacak oksijeni olmayan bir gezegen gibi görünmektedir. Ama jeolojik açıdan pek de uzun olmayan bir süre önce nispeten hoş mevsimleri, akan suyu, okyanuslan ve nehirleri, bulutlu (mavi!) gökleri ve belki de -ama belki- bir tür basit bitkisel yaşam formu olan bir gezegendi.
Biraraya getirilen farklı çalışmaların hepsi de Mars'ın şimdilerde, i>ünya'nın da dönem dönem yaşadığı buzul çağlarından pek farklı olmayan biçimde, bir buzul çağından geçtiğini göster-
(•) Arktik bölgesinde don alhnda kalan toprak alt tabakası.
Şekil 73
mektedir. Birçok etkene atfedilen Dünya'nın buzul çağlanrun artık Dünya'nın Güneş çevresindeki yörüngesiyle ilgili üç temel fenomenden kaynaklandığına inanılmaktadır. ilki, bizzat yörüngenin biçimidir: Yörüngenin yaklaşık yüz bin yıllık dönemlerde da- in^elden daha eliptik bir hale doğru değiştiği sonucuna vanlmış- tır; bu, Dünya'yı bazen Güneş'e daha yakınlaştırmakta, bazen de daha uzaklaşhrmaktadır. Dünya'da mevsimler vardır çünki Dünya'nın ekseni, yörünge düzlemine (ekliptik düzleme) dik değil, biraz eğiktir; bu da kuzey yarıküreyi (kuzey) yazı sırasında ve güney yanküreyi de (güney) kışı sırasında veya tam tersi geçerli olmak üzere Güneş'in daha güçlü etkisi alhna sokar (Şekil 73) ama şimdilerde 23,5 derece olan bu eğiklik sabit değildir; Dünya, bir o yana bir bu yana yatan bir gemi gibi, bu eğimini, tamamlanması kırk bir bin yıl kadar süren bir döngü içinde 3 derece ileri geri değiştirir. Eğim daha büyük olduğunda kışlar ve yazlar daha şiddetlidir; hava ve su akımları değişir ve ''buzul çağlan" ve "ılıman" dediğimiz ılık dönemleri gibi iklimsel değişimleri şiddetlendirir. Katkıda bulunan üçüncü faktör ise Dünya'nın
kendi çevresinde dönerken sağa sola yatmasından dolayı, ekseninin göklerde çizdiği hayali dairedir; bu da Ekinoksların Presesyo- nu fenomenidir ve bu döngünün tamamlanması yaklaşık yirmi alb bin yıl sürer.
Mars gezegeni de bu üç döngüye tabidir, sadece Güneş çevresindeki daha büyük yörüngesi ve daha büyük olan eğim farkı, daha şiddetli iklimsel değişimlere sebep olmaktadır. Bu döngünün, daha önce de belirtildiği gibi, Mars'ta elli bin yıl kadar sürdüğüne inanılmaktadır (ancak daha kısa ve daha uzun dönemler de önerilmektedir).
Bir sonraki Mars ılıman dönemi geldiğinde, gezegen kelimenin tam anlamıyla akan sularla dolacakhr, mevsimleri bu kadar şiddetli olmayacak, atmosferi ise Dünyalılar için bugünkü kadar yaban olmayacakhr. Mars üstündeki son "ılıman'; dönem ne zamandı? Bu zaman çok uzak bir geçmişte olamaz çünki aksi takdirde Mars üstündeki toz fırbnalan bir zamanlar yüzeyde akan nehirlerin, okyanus kıyılarının ve göl havzalarının kanıtlarının çoğunu olmasa da daha fazlasını örtmüş olur ve Mars atmosferinde bugün bulunan kadar su buharı bile bulunmazdı. ABD Jeolojik Tarama Kurumundan Harold Masursky'ye göre "Jeolojik açıdan konuşursak, nispeten yakın zamanlarda kızıl gezegen üstünde akan sular mevcuttu." Bazıları son değişimin on bin yıl kadar önce oluştuğuna inanıyor.
Mars'a inişleri ve uzun süreli kalışları plinlayanlar tabi ki önümüzdeki yirmi yıl içinde oradaki iklimin ılıman hale dönüşeceğini beklemiyorlar ama Mars üstünde yaşam ve hayatta kalma için temel gereksinimlerin mevcut olduğuna inanıyorlar. Gösterildiği gibi, su geniş alanlarda perınafrost Mlinde mevcuttur ve uzaydan bakıldığında kuru nehir yatakları olarak görülen çamurda bulunabilir. NASA için çalışan Arizona Devlet Üniversitesindeki jeologlar Sovyet bilimcilere iniş bölgeleri önerdiklerinde, bir arazi aracının "eski nehir yataklarını ziyaret edip, havzaya akan eski bir nehir deltasındaki tortulan kazabileceği" ve sıvı su bulabileceği Lunae Planum havzasındaki büyük kanyonu işaret etmişlerdi. Birçok bilimcinin görüşüne göre yeralb su havuzlan da kesin su kaynaklarından. Uzay araçlarından ve Dünya'da ku-
ABD Jeolojik Tarama
Şekil 74
rulu aygıtlardan elde edilen verilerin analizi, Massachusetts Üniversitesinden Robert L. Huguenin başkanlığındaki bir ekibin Haziran 1980'de Mars'ın ekvatorunun güneyindeki su buharlaşmasının iki yoğunluğunun, Mars yüzeyinin birkaç santim altında geniş sıvı su haznelerinin mevcudiyetini önerdiği sonucuna varmasına yol açmıştı. O yıl daha sonra Westford/Massachu- setts'deki Haystack Gözlemevinden Stanley H. Zisk ve Rhode Is- land'daki Brown Üniversitesinden Peter J. Mouginis-Mark, Science and Nature dergisinde (Kasım 1980) gezegenin güney yarıküresindeki alanların radarla taranmasının yüzeyin hemen altında
"yaygın sıvı su" dan oluşan "nemli vahalan" işaret ettiğini bilcfir- diler. Ve sonra, şüphesiz, kuzey yazı sırasında tam kenarlarında eriyen ve görünebilir koyu renkli lekeler yaratan kuzey kutbundaki buz kütlesindeki sular vardı (Şekil 74). Mars üstünde gözlenmiş olan sabah sisleri ve buğular bilimcilere, Dünya üstündeki çorak bölgelerde birçok bitki ve hayvan için de su kaynağı olan çiğin mevcudiyetini ima etmekteydi.
İlk bakışta insan hayah için yaşanılmaz ve hatta zehirli gibi görünen Mars atmosferi de aslında yaşamsal kaynaklann kaynağı olabilirdi. Atmosferin, yoğuşturma ile elde edilebilecek biraz su buharı içerdiği bulundu. Aynca soluma ve yanma için bir oksijen kaynağı da olabilir. Mars'taki atmosfer esasen karbondioksit (C02) ile küçük yüzdelerle azot, argon ve oksijen kalıntıları içermektedir (Dünya atmosferi esasen· azot ve büyük yüzdeyle oksijen ve az miktarlarda diğer gazlar içerir). Karbondioksit! (C02) karbonmonoksite (CO) dönüştürmek ve böylece oksijen (CO + O) açığa çıkarma işlemi neredeyse en temel iştir, astronotlar ve yerleşenler tarafından kolayca yapılabilir. Bu durumda karbonmonoksit de basit bir roket yakıh olarak iş görebilir.
Gezegenin kızıl-kahve ya da "paslı" rengi de oksijenin erişilebilirliğini gösteren bir ipucudur çünki bu, Mars'taki demir kayaların gerçekten paslanması sonucu oluşmuştur. Çıkan ürün de- miroksittir: oksijen ile birleşmiş demir. Mars üstünde ise bu limonit denilen bir türdür, demiroksidin (Fe2ÜJ) birkaç su molekülü (H20) ile birleşimidir; uygun araç gereçle bir hayli oksijen ayrış- hnlabilir ve çıkartılabilir. Suyu bileşenlerine ayırma yoluyla elde edilebilen hidrojen ise, birçoğu hidrokarbon (hidrojen-karbon bileşikleri) temelli olan besinlerin ve yararlı malzemenin üretiminde kullanılabilir.
Mars toprağının tuz yüzdesi nispeten yüksek olmasına rağmen, bilimciler bunun su ile yeterince yıkanabileceğini ve seralarda bitki üretimi için uygun olacak alanlar oluşturulabileceğine inanıyorlar; böylece bilhassa tuza dayanıklı tahıl ve sebze tohumlarından yerel besinler yetiştirilebilir; insan dışkısı da Dünya üstünde birçok Üçüncü Dünya ülkesinde kullanıldığı gibi gübre olarak kullanılabilir. Bitkiler ve gübrelerin ihtiyacı olan azot
Mars' ta azdır ama yok değildir: Yüzde 95'i karbondioksit olan atmosfer neredeyse yüzde üç azot içermektedir. Tüm bu besinlerin yetiştirileceği seralar şişirilebilir plastik kubbelerden yapılacak, elektrik ise güneş pillerinden elde edilecek, arazi araçlan da güneş enerjisiyle çalışacaktır.
Mars üstünde suyun dışındaki bir başka kaynak olan ısının varlığını gösteren, buradaki geçmiş volkanik faaliyetlerdir. Dikkate değer volkanlar arasında Grek tanrılanrun dağı Olimpos'un adı verilen volkanın yanında, Dünya ve hatta Güneş Sistemindeki herhangi bir yükselti cüce kalmaktadır. Dünya'nın en yüksek volkanı olan Hawaü'deki Mauna Loa 5,7 km yüksekliğindedir; Mars'taki Olympus Mons ise çevresindeki düzlüğün üstünde 24 km yükselir; zirve kraterinin genişliği 72 km'dir. Mars'taki volkanlar ve gezegendeki volkanik faaliyetle ilgili diğer faaliyetler sıcak, erimiş bir çekirdeği ve dolayısıyla sıcak yüzey noktalan- nın, sıcak su pınarlannın ve iç ısı üretiminden kaynaklanan diğer fenomenlerin olası mevcudiyetini işaret etmektedir.
Neredeyse tam olarak bir Dünya günü uzunluğundaki bir günü, mevsimleri (ancak bunlar Dünya'dakilerin yaklaşık iki kah uzundur), ekvatoral bölgeleri, buzlu kuzey ve güney kutuplan, bir zamanlar denizler, göller vt! nehirler halindeki su kaynaklan, dağlık bölgeleri ve ovalan, volkanlan ve kanyonlan ile Mars birçok açıdan Dünya benzeridir. Gerçekten de bazı bilimciler, diğer gezegenlerle birlikte 4,6 milyar yıl kadar önce yarablınış olmasına rağmen Mars'ın şu an, Dünya'nın bitkilerin oksijen yaymaya ve atmosferi değiştirmeye başlamasından önceki o başlangıç halindeki gibi olduğuna inanmaktalar. Bu fikir, Gaia Teorisi taraftarlannca İnsanoğlunun bu gezegene hayat getirerek Mars evriminde nasıl "vaktinden önce çıkış yapabileceği" önerisinin temelini oluşturmaktadır çünki onlar Dünya'yı yaşama uygun kılanın Yaşam olduğu fikrindeler.
James Lovelock ve Michael Albla y, The Greening of Mars (Mars'ın Yeşil enmesi) adlı eseri yazarlarken biyolojik zinciri başlatmak için mikroorganizmalann ve Mars atmosferinde bir kalkan yaratması için "holokarbon gazlan"nin roketlerle nasıl Dün- ya'dan Mars'a gönderileceğini tarif etmek için bilim kurgudan
yararlanmışlardı. Bugün soğuk ve çorak olan gezegenin üstünde, atmosferde asılı duracak böyle bir holokarbon gazlan kalkanı, Mars'ın Güneş'ten aldığı sıcaklığın ve iç sıcaklığının uzaya dağılmasını engelleyecek ve yapay olarak harekete geçirilen bir "sera" etkisi yaratacaktır. Isınan ve kalınlaşan atmosfer Mars'ın donmuş sularını eritecek, bitkilerin büyümesini artıracak ve böylece gezegenin oksijen desteğini artıracaktır. Yapay olarak başlablan bu evrimdeki her adım süreci daha da güçlendirecektir, böylece Mars'a Yaşam getirmek onu yaşamaya uygun hale getirecektir.
Gezegenin yayılan ısısını ve su buharını korumak üzere gezegenin atmosferinde uygun bir malzemenin yapay olarak asılı kalmasını sağlayarak yapay bir kalkan yaratına ile başlaması gereken, Mars'ı yaşanabilir bir gezegen haline dönüştürme önerisi -onlar buna ''Terra forming'' demektedir- iki bilimci tarafından 1984 yılında yapıldı.
Tesadüfya da değil, bir kez daha modern bilimin kadim bilgiye yetişmesi vakası ile karşı karşıyayız. Çünki 12. Gezegen'de, Anunnakilerin 450.00 yıl kadar önce Dünya'ya albn elde etmeye nasıl geldikleri anlatılmaktadır: Anunnakiler kendi gezegenleri Nibiru'daki yaşamı korumak üzere ısı, hava·ve su kaybı sürecini geri çevirmek için incelen atmosfere albn parçaoklarından bir kalkan germede kullanılacak metali arıyorlardı.
Gaia Hipotezinin avukatları tarafından önerilen plAn bir tahmine ve bir zanna dayanmaktadır. Birincisi, Mars'ın kendi yaşam biçimlerine sahip olmadığı tahmini ve ikincisi, bir gezegenden gelen insanların kendi yaşam biçimlerini, başka bir dünyaya o gezegenin kendi yaşam biçimleri olup olmadığına bakmaksızın sunma hakkına sahip oldukları zannı.
Ama Mars' ta yaşam var mıydı ya da bazılarının sormayı tercih ettikleri şekliyle soralım, daha az sert dönemlerinde yaşam var mıydı? Bu soru, Mars'a yapılan çeşitli uçuşl^n planlayan ve yürütenlerin de zihnini meşgul etmişti ve tüm taramalardan, fo- toğraflamalardan ve sondaj çalışmalarından sonra, yaşamın Dünya'da yeşerdiği haliyle -ağaçlar ve ormanlar, çalılar ve otlar, uçan kuşlar ve koşturan hayvanlar- orada olmadığı açıkb. Peki,
Şekil 75
ya daha aşağı yaşam biçimleri? Likenler ("'), algler veya ikinci derece bakteriler?
Mars, Dünya'dan çok daha küçük (kütlesi Dünya'nınkinin onda biridir ve çapı yansı kadardır) olmasına rağmen, şimdilerde kuru toprak olan yüzeyi, Dünya yüzeyindeki kuru kara kitlesinin kapladığı alana yakındır. Dolayısıyla incelenecek alan; tilin l<.ıtalan, dağlan, vadileri, ekvatoral ve kutup bölgeleri, sıcak ve soğuk yerleri, nemli bölgeleri ve kuru çöl bölgeleriyle Dünya'da- ki alan kadardır. ABD'nin bir uçtan diğer uca alanı, Mars yüzeyine konulduğunda (^kil 75), araşılacak alanm ölçüsü ve arui ve iklim çeşitliliği daha iyi takdir edilebilir.
(•) Liken: Bir mantarla bir suyosununun ortak yaşamasıyla ortaya çıkan, genellikle gri ya da an renkli, kayalar, ağaçlar vb.de yeh^n kimi terleri yenebilen, diğerleri de boya, parfüm ve kozmetik yapımında kullanılan bitkilerin genel adı. (Ç.N.)
İlk ba^^ i^nsE Man ^ndalan olan Marino' 4, 6 ve 7 (1965-69) gezegenin yanından geçerken yüzeyin bazı kısımlarını fotoğrafladıklannda, ağır biçimde kraterlerle delinmiş, tamamen ıssız, geçmişinde pek az jeolojik faaliyet olan bir gezegeni açığa çıkardılar. Resimlerin neredeyse hepsi Mars'ın güneyindeki kraterlerle delik deşik yükseltiler Wlg^inde çeküm^ti. &doe ^ tünde yaşam olmayan bir gezegen olmakla kalmayıp aynı zamanda kendisi de cansız ve ölü bir küre olan bu gezegen tablosu; Mariner 9, 1971 yılında Mars çevresinde yörüngeye oturup neredeyse tüm yüzeyini taradığında tamamen değişti. Faaliyetler ve volkanizm geçmişi, Amerika' daki Büyük Kanyonun hiçbir iz bırakmadan içinde kaybolabileceği kanyonları ve akar su işaretleri olan canlı bir gezegeni göstermekteydi. Sadece yaşayan bir gezegen değil, aynı zamanda üstünde yaşam olabilecek bir gezegendi.
Böylece Viking uçuşlanrun asli hedefini, Mars'ta yaşamı araştırmak oluşturdu. Viking 1 ve Viking 2, Temuz ve Ağustos 1975'te Cape Canaveral'den fırlabldı. Her biri, gözlemler boyunca gezegenin yöri ngesinde kalacak bir Yöri nge aracı ve gezegenin yüzeyine inecek bir Yüzey aracı içermekteydi. Güvenli inişleri sağlamak üzere kuzey yanküredeki birbirinden pek de uzak olmayan, nispeten düzlük alanlar seçilmiş olmasına rağmen, "uzay aracının ineceği enlemle ilgili kararda baskın olan", "biyolojik kriterler'' (yani yaşam olasılığı) idi. Yörünge araçları Mars hakkında, hala analiz edilmekte ve incelenmekte olan çok zengin çeşitlilikte veriler sağladılar; sürekli biçimde yeni aynntılar ve bilgiler ortaya çıkıyordu; yüzey araçları yakın plandan çekilmiş, heyecan verici Mars manzaraları yolladılar ve Yaşam arayıŞıyla ilgili birçok deney dizisi gerçekleştirdiler.
Atmosferi analiz eden aygıtlara ve yüzeye kondukları bölgeleri fotoğraflamak için kameralara ek olarak, her bir yüzey aracı; topraktaki herhangi bir metabolik faaliyeti saptamak üzere tasarlanmış cihazların yanı sıra, yüzeyi organik maddeler açısından tarayan bir gaz-kromatograf/kütle-spek^ome^e (•) bileşimi
(•) Gaz-kromatografi: Bir sıw ya da g^ bnşırnndaki maddeleri aprnk için taşıyıcı görev yapan gaz kullanarak yapılan yöntem. (Ç.N.)
taşımaktaydı. Toprak, mekanik bir kolla alınıyor, küçük bir ocağa konuluyor, ısıhlıyor, başka türlü muamele ediliyor ve testten geçiriliyordu. Örneklerde canlı organizmalar yoktu; sadece karbondioksit ve küçük miktarda su buharı bulundu. Yüzeye çarpan meteoritlerin beraberlerinde getirdikleri organik molekülel r bile yoktu; böyle molekülel r Mars'a getirilmiş olsa bile, koruyucu atmosferi artık yok ol.muş olan gezegene çarpan morötesi ışınların yüksek yüzdesi onları çoktan yok etmiş ol.malıdır, diye varsayılıyordu.
Mars üstündeki deneylerle geçen uzun günler sırasında, dram ve heyecan da yok değildi. Geriye dönüp bakıldığında, NASA ekiplerinin Mars üstündeki ekipmanı Dünya'dan yönlendirme ve yönetme becerileri, sanki bir peri masalını andırıyor; ama hem planlı ratin işler hem de acü d^^lar hünerle yürütülmüştü. Mekanik kollar çalışmadı ama radyo komutları ile tamir edildi. Diğer başka bozukluklar ve ayarlamalar da vardı. Gaz-de- ğişimi deneyleri sırasında bir oksijen patlaması saptandığında uzun süre nefesler tutuldu; Viking 2 aygıtlarının, Viking 1 tarafından yürütülen deneylerin sonuçlarını, toplanan toprak örneklerindeki değişimlerin organik veya kimyasal, biyolojik ya da cansız olup olmadığına ilişkin sorulan doğrulaması veya yalanlaması beklenmek zorundaydı. Viking 2 sonuçlan, Viking 1 deneylerinin tepkilerini doğruladı: Bir "besin çorbasına" gazlar karışbnl- dığında ya da toprak eklendiğinde fa^ndioksit düzeyinde ^ lirli değişimler oluyordu ama değişimlerin kimyasal bir tepkimf mi yoksa biyolojik bir tepkime mi olduğu sorusu cevaplanama- mışh.
Bilimciler hem Mars üstünde yaşam bulmaya hem de yaşamın Dünya üstünde ilksel bir çorbadan başladığı yolundaki teorilerine destek bulmaya hevesli olduklarından, çoğu Mars üstünde hiçbir yaşam karuh bulunamamasıru üzülerek kabul ettiler. Cal- tech'ten Norman Horowitz ^Scientific American dergisi, Kasım 1977) hüküm süren görüşleri, "En azından Mars'ta iki uzay aracı tarafindan incelenen bu bölgelerde yaşam yok. feM de aynı ^ nuç tüm gezegene de uygulanabilir ama bu çetrefilli soruna henüz değinilmedi." şeklinde özetliyordu.
Sonraki yıllarda, Mars'taki toprak ve koşullan, laboratuvar deneylerinde ellerinden geldiğince oluşturan bilimciler, tepkilerin biyolojik cevaplar içerdiğini gördüler. Bilhassa ilginç olan bir deney, 1980 yılında Moskova Ünivereitrai Uzay Biyolojisi ü^ ratuvannda gerçekleştirilmişti: Yapay bir Mars ortamına, Dünyasal yaşam biçimleri sunulmuştu; kuşlar ve memeliler birkaç saniyede öldüler, kaplumbağalar ve kurbağalar birkaç saat yaşadı, böcekler haftalarca hayatta kaldı ama mantarlar, likenler, algler ve yosunlar yeni ortama çabucak uyum sağladılar; yulaflar, arpa ve fasulyeler çimlendi ve büyüdüler ama üreyernediler.
Dernek ki Yaşam Mars üstünde tutunabiliyordu, acaba daha önce tutunmuş muydu? Mars'ın elinin altında 4,6 milyar yıllık evrim süresi olduğunu düşünürsek, sadece (mevcut olabilecek ya da olamayacak) bazı mikroorganizmalar değil, daha yüksek yaşam biçimleri neredeydi? Yoksa Dünya üstünde yaşamın, gezegenin oluşmasından hemen sonra başlamış olmasının nedeni ''Yaşam Tohumu"nun bu gezegene Nibiru tarafından getirilmiş olmasıdır derken, Sümerliler haklı mıydılar?
Mars toprağının testlere verdiği tepkilerin kimyasal ve cansız mı yoksa biyolojik ve canlı organizmalar nedeniyle mi oluştuğu konusundaki bulmaca hala çözülmemişken, Mars kayaları daha da muammalı bulmacalar sunuyorlar.
Anlatmaya, Mars'ta değil Dünya'da bulunan Mars kayaları ile başlayabiliriz. Dünya üstünde bulunan binlerce meteorit arasında Hindistan, Mısır ve Fransa'da 1815-1865 yıla n arasında bulunanlar (bulundukları bölgelerin 'adlarının baş harfleri ile SNC grubu diye bilinirler) sadece 1,3 milyar yıllık olmaları nedeniyle özgündürler, meteoritler genellikle 4,5 milyar yıllıkhr. 1979'da Antarktika'da bunlardan daha fazlası keşfedildiğinde Mars atmosferinin gaz bileşimi artık biliniyordu; karşılaşhr alar SNC rneteoritlerinin Azot-14, Argon-40 ve 36, Neon-20, Kripton- 84 ve Ksenon-13 izotopu izleri içerdiğini gösterdi; bunlar Mars'ta bulunan nadir gazların mevcudiyetiyle neredeyse aynıydı.
Bu meteoritler ya da kayalar Dünya'ya nasıl ulaşrnışh? Niçin sadece 1,3 milyar yaşındaydılar? Mars'ta afet yaratan bir çarpma onların yerçekirninden kurtulup Dünya'ya uçmalarına
Şekil 76
neden olmuş olabilir miydi?
Antarktika'da keşfedilen kayalar daha da bilmece doluydu. NASA tarafından dağıtılan ve 1 Eylül 1987'de The New York Ti- mes'ta yayınlanan ve bu kayalardan birini gösteren bir fotoğraf; bunun hiç de bu kayalardan söz edilirken kullanıldığı gibi "futbol topu büyüklüğünde" olmadığını, sanki yapay olarak biçimlendirilmiş ve birbirine oturtulmuş köşeli taşlara benzeyen dört tuğla benzeri (Şekil 76) bir bloktan kopmuş bir parçayı andırdığını göstermektedir: Böyle bir şeyi Peru'daki Kutsal Vadi'de erken- İnka harabelerinde (Şekil 77) bulmayı bekleyebilirsiniz ama Mars' ta değil. Yine de kaya (artık ona meteorit denmiyor) üstünde yapılan tüm testler, Mars kökenli olduğunu göstermektedir.
Gizemi daha da derinleştiren şey, Mars yüzeyi fotoğraflarını gören astronotların "İnka şehri" adını takmalanna yol açan yüzey şekil erini ortaya çıkartmış olmasıydı. Gezegenin güney kısmında yer alan bu şekiller, karemsi veya dikdörtgenimsi parçalardan oluşturulmuş bir dizi dik duvarı göstermektedir (Şekil 78, Mariner 9 tarafından çekilen 4212-15 no.lu fotoğraf karesinden
Şekil 77
Şekil 78
Şekil 79
alınmışhr). Bir NASA jeoloğu olan John McCauley "çıkıntılann", "sürekli, kınlrna izi göstermeyen ve çevresindeki düzlükler ve küçük tepeler arasında sanki eski bir kalınhnın duvarları gibi belirgin" olduğu yorumunda bulunmuştu.
Bu muazzam duvar ya da şekillendirilmiş taş bloklar dizisi, Dünya üstünde yer alan büyük ve muamma dolu yapılarla şaşır- ha bir benzerlik taşımaktadır: Lübnan'da Ba^lbek'teki muazzam platformun tabanını oluşturan devasa taş bloklardan oluşan ko-
Şekil 80
caman duyar (Şekil 79) ya da Peru'daki Cuzco üstündeki Sacsa- huaman'ın zikzaklar çizen paralel taş duvarları gibi (Şekil 80). The Stairway loHeaven ve The Lost Realms adlı kitaplarımda her iki yapıyı da Anunnaki/Nefilimlere bağlamıştım. Mars'taki yüzey şekilleri doğal bir fenomen diye açıklanabilir ama uzunlukları beş ilâ sekiz kilometre arasında değişen taş bloklann boylan insan elinden ya da kaynak her neyse ondan ziyade doğanın elinden çıkmış olduklannı gösteriyor olabilir. Ancak öte yandan, akla yatkın hiçbir doğal açıklama ortaya çıkmadığımdan, bunlar yapay yapılann kalıntılan da olabilirler; hele Yakın Doğu ve And inanışlanndaki "devler" Mars'ı da ziyaret ettilerse...
Mars'taki "su kanallan" fikri -yıllarca alay edildikten sonra- Schiaparelli ve LowelFin gözlemledikleri ve haritasmı çıkarttıkla- n şeyin aslında kurumuş nehir yataklan olduğunu bilimciler önerdiklerinde bir kenara bırakıldı. Ancak Mars yüzeyinde bulunan diğer yüzey şekilleri kolayca açıklanamıyor. Bunlar arasında, kilometreler boyunca, bazen birbirine paralel ve bazen de daha dar olan diğer "izleri" keserek düz hatlar hâlinde uzanan beyaz "çizgiler" var (Şekil 81, üstünden çizilerek geçilmiş bir fotoğraftır). Bir kez daha NASA ekipleri rüzgânn uçurduğu tozlann bu
Şekil 81
yüzey şekillerine sebep olabileceğini önerdiler. Durum, çizgilerin düzenliliği ve bilhassa kesişmeleri yapay bir kökeni işaret etmesine rağmen, böyle olabilir. Dünya üstünde kıyaslanabilecek bir yüzey şekli arayanlar, güney Peru'daki "tanrılara" atfedilen ünlü Nazca çizgilerine bakmalıdır (Şekil 82).
Hem Yakın Doğu hem de And dağlan çeşitli piramitleriyle bilinirler Gize'deki muazzam ve özgün piramitler, Mezopotamya'nın ve erken Amerika uygarlıklarının basamaklı piramitleri ya da ziguratlan. Mariner ve Viking kameraları tarafmdan çekilen resimler, piramitler ya da piramite benzeyen şeylerin Mars üstünde olduğunu göstermekteydi.
Trivium Charontis adlı bölgedeki (Şekil 83'teki harita) Elysium plâtosunda üç yüzlü piramitleri andıran şeylere, ilk olarak 8 Şubat 1972'de çekilen 4205-78 no.lu ve altı ay sonra çekilen 429623 no.lu Mariner 9 karelerinde dikkat edildi. Dikkatler, temkinli bilimsel terimleri kullanırsak, iki çift "tetrahedron piramitimsi yapı"ya yoğunlaşmıştı; bir çifti kocaman piramitlerdi, diğer çift
Şekil 82
ise daha küçüktü ve eşkenar dörtgen bir desende yayılmış gibi görünmekteydiler (Şekil 84). Burada da, -büyükleri 3 km genişliğinde ve 800 m yüksekliğinde olan- "piramitlerin" boyutları bun- lann doğa şartlanyla oluştuklannı önermekteydi ve Icarus dergisinde yayınlanan (cilt 22, 1974'te Victor Ablordeppy ve Mark Gipson tarafından yazılan) bir çalışma, bu oluşumların doğal olarak biçimlenmelerini açıklayan dört açıklama sunuyordu. David
Şekil 83
Chandler [Ufe on Mars (Mars'ta Yaşam)) ve gökbilimci Francis Graham (Frontiers of Science dergisi, Kasım-Aralık 1980) ve başkaları her bir teorideki hataları gösterdiler. Yüzey şekillerinin altı ay arayla, farklı güneş ışığında ve farklı açılarda çekilmiş olması ve yine de tam dört yüzlü biçimler gösteriyor olmaları, büyük ölçülerinin nedenini anlamasak bile, birçok kişiyi bunların yapay yapılar olduğu konusunda ikna etmişti. Chandler, "Kolayca kabul edilebilecek bir açıklamanın yokluğu düşünüldüğünde, en bariz çıkarımı dışlamanın nedeni yok gibi görünmektedir Belki de bunlar zeki varlıklar tarafından inşa edilmiştir." diye yazıyordu. Ve Francis Graham, "Bu yapıların kadim bir Marslı ırkı tarafından yapıldığı, onlann kökenine ilişkin teoriler arasında yer almalıdır." derken, gelecekteki kâşiflerin bu yapılarda "rüzgârın on binlerce yıllık aşındırmasına" dayanmış iç odalar, gömülü girişler veya yazılar bulup bulamayacağını merak ediyordu.
Şekil 84
Şekil 85
Resim E
Mars fotoğraflarını tarayan araştırmanlar tarafından daha çok sayıda, yumuşak kenarlı çeşitli "piramitler" görüldü. İlgi ve tartışma, esasen Cydonia (bkz. Şekil 83'teki harita) adlı bölgeye yoğunlaşmıştı çünki yapay olabilecek bir grup yapı, bu yapıların doğusunda bulunan ve bir Mars "sfenksi" denilebilecek bir şeyle hizalanmış gibiydi; bu, 035-A-72 (Resim E) no*lu NASA fotoğrafında kolayca görülebilir. Dikkati çeken şey düzgün oranlı bir insan yüzünün hatlannı taşıyan bir kayaydı, görünüşe göre bir tür miğfer giymiş, ağzı hafifçe açık ve gözleriyle dimdik izleyenlere bakan bir insan (Şekil 85), tabi eğer izleyenler Mars üstündeki göklerde iseler. Mars'taki diğer "anıtlar" -yapay yapılan andıran yüzey şekilleri- gibi bu da büyük ölçekliydi: Yüz'ün boyu yaklaşık 13 km idi ve gölgesinden hesaplandığı kadanyla çevresindeki düzlükten 800 metre kadar yükseliyordu.
25 Temmuz 1976'da Viking 1 yörünge aracından alınan fotoğraftan inceleyen NASA bilimcisinin bu kareyi gördüğünde
"neredeyse sandalyesinden düştüğü" ve "Aman Tannm!" ya da duruma uygun başka sözcükler sarf ettiği söylenmesine karşın, gerçek olan, bu fotoğraf m herhangi bir harekete geçilmeksizin diğer binlerce Viking fotoğrafı gibi dosyalanıp kaldırılmış olduğuydu çünki insan yüzüne benzerlik, doğal nedenlerle (su, rüzgâr) aşınmış bir kaya üstündeki ışık ve gölge oyunları olarak düşünülmüştü. Gerçekten de, alınan resmi gören bazı gazeteciler bunun bir insan yüzünü gösterip göstermediğini merak ettiklerinde, uçuştan sorumlu baş bilimci, birkaç saat sonra çekilen bir başka fotoğrafta hiçbir hattın görülmediğini öne sürmüştü (Yıllar sonra NASA bunun hatalı, yanıltıcı ve talihsiz bir açıklama olduğunu kabul etti çünki "birkaç saat sonra" o bölgeye gece karanlığı çökmüştü ve Yüz'ü net bir şekilde gösteren diğer fotoğraflar da mevcuttu.)
Üç yıl sonra, popüler bir dergide daha önce "Yüz"ü gördüğünü hatırlayan bir elektrik mühendisi ve görüntü uzmanı olan Vincent DiPietro, Ulusal Uzay Bilimleri Veri Merkezinin arşivleri-
Resim F
ni elden geçirirken Mars resmiyle yüz yüze geldi. 76-A-593/17384 katalog sayılı Viking resmi, sadece "KAFA" adını taşıyordu. Fotoğrafın bilimsel veri merkezinde, varlığı inkar edilen "Kafa" adı albnda saklanması karan karşısında meraka kapılan DiPietro, Lockheed firmasında bilgisayar bilimcisi olan Greg Molenaar ile birlikte orijinal NASA resmini bulmak için bir arama başlatblar. Bir değil, iki tane buldular; diğeri 070-A-13 (Röim R a^lı idi. İzleyen araşbrmalar, Cydonia bölgesine ait farklı Viking yörünge araçları tarafından çekilen ve yüzey şekillerini hem sağdan hem de soldan gösteren çok sayıda resim ortaya çıkardı (şimdilik on bir tane var). Yüz gibi daha piramidimsi ve şaşırtıcı diğer yüzey şekilleri hepsinde görülebilmekteydi. Gelişmiş bilgisayar çözünürlük artırma ve görüntüleme teknikleri sayesinde DiPietro ve Molenaar, Yüz'ün yapay olarak biçimlendirilmiş olduğuna kendilerini ikna eden, büyütülmüş ve daha net imgeler elde ettiler.
Bulguları ile 1981'de düzenlenen Mars Yakası kongresine kabldılar ama orada toplanan bilimciler onlan kabullenecekleri yerde varsayımlarına sırt çevirdiler; şüphesiz Yüz'ün zeki varlıkların, gezegende yaşamış olan ''Marslılar"ın elişi olduğu sonucuna varmak zorunda kalacakları için böyle yapblar çünki bu, kesinlikle kabul edilemez bir öneriydi. Bulgularını özel çabalarıyla yayınlayan [Unusual Mars Surface Features (Sıra Dışı Mars Yüzey Şekilleri)] DiPietro ve Molenaar, bu sıra dışı yüzey şekillerini, kökenleri ile ilgili "çılgın spekülasyonlar''dan uzak hıtmak için çok özen göstermişlerdi. Tüın iddialan, kitabın girişinde de belirtildiği gibi, "yüzey şekilleri doğal görünmemekte ve daha ileri incelemeyi gerektirmektedir" şeklindeydi. Ancak NASA bilimcileri gelecekte yapılacak uçuşların Yüz'e yapılacak bir ziyareti içermesi önerisine şiddetle karşı çıkblar çünki bu sadece bir insan yüzünü andıracak biçimde doğa güçleri tarafından biçimle^iş bir kayadan başka bir şey değildi.
O noktadan sonra Mars'taki Yüz davasına, bir bilim yazan ve bir zamanlar Goddard Uzay Uçuş Merkezinde danışmanlık yapmış olan Richard C. Hoagland tarafından öncelikle ele alındı. Bağımsız Mars Araşbrma Ekibi başlığı albnda, yüzey şekillerinin ve diğer ilgili verilerin bir grup bilimci ve uzman tarafından in-
celenmesini sağlamak amacıyla bir bilgisayar konferansı düzenledi; en sonunda gruba bilimci-astronot Brian O'Leary ve ABD Başkanının Uzay Komisyonunun bir üyesi olan David Webb katıldı. Vardıkları sonuçlarda "Yüz"ün ve "piramitler''in yapay yapılar olduklarını söylemekle kalmadılar, aynca Mars üstündeki başka yüzey şekillerinin de bir zamanlar Mars'ta bulunmuş olan zeki varlıkların elinden çıkhğını öne sürdüler.
Beni bilhassa meraklandıran, raporlarındaki şu önermeydi: Yüz'ün ve büyük piramidin yönelimi, bunların yarım milyon yıl kadar önce güneşin Mars'taki gündönünümü ile hizalanarak in- ^ edildiğini göstermektedir. Hrngland ve bir bügiayar ^manı olan meslektaşı Thomas Rautenberg, fotoğraf kanıtlan ile ilgili olarak tavsiyemi almak istediklerinde, 12. Gezegen'deki çıkarım- lanma göre Anunnaki/Nefilim'in Dünya'ya 450.00 yıl kadar önce indiklerine dikkatlerini-çektim; belki de Hoagland ve Rauten- berg'in Mars'taki anıtları tarihlendirmesiyle, benim zaman cetvelimin çakışması tesadüf değildi. Hoagland tahminlerini ortaya sürmekte temkinli olmasına rağmen, The Monuments of Mars (Mars Anıtları) adlı kitabında yazılarıma ve Anunnakilerle ilgili Sümer kanıtlarına birçok sayfa ayırmışh.
DiPietro, Molenaar ve Hoagland'ın bulgularının medyada yer bulması, NASA'nın onların hatalı oldukları konusunda ısrar etmesine yol açh. Hiç de görülmedik bir tarzda, Greenbelt/Mary- land'de kurulu olan ve halka NASA verilerinin kopyalarını sağlayan Ulusal Uzay Uçuş Merkezi, ''Yüz" fotoğrafının kopyalarının yanına imgelerle ilgili iddiaların çürütülmesi yolundaki hiç de geleneğe) olmayan yorumlan da elemekteydi. Bu ^ta^ ler arasında, merkezde çalışan planetolog (•) Paul Butter- worth'un 6 Haziran 1987 tarihli üç sayfalık bir makalesi de vardı. Butterworth şöyle diyordu: "...gezegen üstündeki diğer on binlerce dağdan hiçbir farkı olmayan bu özel dağın, Mars üstündeki tüm yüzey biçimlerini üreten doğal jeolojik süreçlerin sonucu olmadığına inanmak için hiçbir neden yok. Mars üstündeki çok bü-
(•) Pianetolo^ Güneş çern«indeki yömngelermde gezegenlerin ve kuy^^lu yıldızlar, asteroitler vb. gibi diğer doğal gök cisimlerinin tarih, bileşim ve yapısını ele alan bilim dalıyla uğraşan kişi, gezegen-bilimci. (Ç.N.)
yük sayıdaki dağlar arasında bazılarının bize daha aşi!'a olduğumuz nesneleri hatırlatması hiç de şaşırtıcı değildir; bize en aşina olan da insan yüzüdür. Ben hala 'Mars'taki El'i ve 'Mars'taki Ba- cak'ı arıyorum!"
Yüzey şeklinin doğal olmak dışında başka bir şey olacağına "inanmak için hiçbir neden yok" demek, şüphesiz, bu yüzey ^ killerinin yapay yapılar olduklarına inanmak için nedenleri olduğuna kani olan karşı tarafın iddiasını çürütmek için gerçek bir tartışma olamaz. Yine de Dünya üstünde de, tamamen doğanın işi olmasına rağmen, yontulmuş bir insan veya hayvan kafasını andıran tepeler veya dağlar olduğu doğrudur. Bunun, Elysium plâtreundaki "piramitler" ya da "to şehri" için geçerli bir tartışma olabileceğini düşünüyorum. Ama Yüz ve yakınındaki bazı yüzey şekilleri, özellikle de düz kenarlı olanlar, mücadeleye davet eden bir muamma olarak kalıyorlar.
Bir optik bilimci olan Mark J. Carlotto tarafından yapılan bilimsel bir inceleme, saygın dergi Applied Optics'in Mayıs 1988 sayısında yayınlandı. Carlotto, Viking yörünge aracı tarafından dört farklı yörüngede farklı kameralarla çekilen NASA görüntülerinden dört kareye, Yüz'ün üç boyutlu bir temsilini çıkarmak için optik bilimlerde geliştirilen bilgisayar çizim tekniklerini uyguladı. Çalışma, karmaşık optik işlemler ve üç boyutlu analizin matematiksel formülleri hakkında ayrınblı açıklamalar içermektedir ve Carlotto'nun vardığı sonuç, gerçekten de "Yüz"ün bir gözü gölgeli kısımda kalan ve "dişleri akla getiren ağzın mükemmel yapısı" ile simetrik bir insan yüzü olduğu yolundaydı. Carlotto bunların "yüz hatları olup, geçici bir fenomen olmadığını" ya da ışık-gölge oyunu olmadığını belirtiyordu. "Viking verileri bu nesnelerin kökeni ile ilgili muhtemel mekanizmaların tanımlanmasına izin verecek yeterli çözünürlükte olmamasına rağmen, şu ana kadarki veriler bunlann doğal olmayabileuğini önermektedir."
Applied Optics dergisi bu incelemeye, haberini kapaktan girecek kadar önem vermekteydi ve bilim dergisi New Scientist de yayınlanan bu rapora özel bir haber ayırdı ve yazarıyla görüştü. Dergi de onun "en sonunda bu muammalı nesneler''in, yani Yüz ve bazılarının "Şehir" adını taktıkları piramidimsi şekillerin
"l988 ^vyet Phobos uçuşu veya ABD Mare Observer gibi gel^ cekteki Mars sondalan tarafından daha sıkı gözden geçirilmeyi hak ettiği" yolundaki önerisine katılmaktaydı.
Kontrol alhndaki Sovyet basınının, jeoloji ve mineraloji konusunda saygın bir araşhrmacı olan ve anıtların doğal olmayan kökeni iddiasını destekleyen Vladirnir Avinski'nin makalelerini yayınlamış olması gerçeği, Sovyetlerin uzayla ilgili yetkililerinin konuyla ilgili tavrını belirtmekteydi. Bu konuyu daha sonra ele alacağız. Ancak Dr. Avinski tarafından belirtilen iki noktadan burada söz edelim. Avinski (yayınlanan makalelerde ve şahsen açıkladığı makalelerde) Mars oluşumlarının muazzam ölçülerini dikkate alırken, Mars üstündeki düşük yerçekimi nedeniyle bir insanın orada devlere yaraşır işler çıkartabileceği gerçeğinin unutulmaması gerektiğini öne sürmekte ve Yüz ile piramitler arasındaki düzlük alanda açıkça görülebilen koyu renkli daireye büyük önem atfetmektedir. NASA bilimcileri onu "Viking yörünge aracının merceğindeki bir su lekesi" diyerek önemsemezken, Avins- ki bunm "Mare töisleri"nm "tüm kompozisyonunun merkezi" olduğunu düşünmektedir (Şekil 86).
Dünyalıların on binlerce ve hatta yanın milyon yıl kadar ön* ce uzay yolculuğuna girişmelerine izin veren yüksek bir uygarlı* ğa ve gelişmiş teknolojiye sahip olup da, Mars'a gelip, Yüz dahil birçok anıt diktiği varsayılmadığı takdirde, mantıklı iki seçenek kalmaktadır. Birincisi, Mars üstünde evrimleşmiş zeki varlıklann sadece megalitik (anıt olarak ya da inşaatta kullanılan büyük taş Ç.N.) inşalara girişebilmekle kalmayıp, aynı zamanda bize de benzedikleridir. Ama Mars toprağında mikroorganizmaların bile yokluğu veya insan benzeri Marslılara gıda sağlayacak bitki ve hayvan yaşamından eser bile olmaması karşısında, Dünyalılara benzeyen bir Marslı nüfusun ortaya çıkması ve Dünya üstünde de bulunan yapısal biçimleri taklit etmesi hiç de muhtemel görünmemektedir.
Geriye kalan tek akla yatkın seçenek, ne Dünya'dan ne de Mars'tan olan ve yarım milyon yıl kadar önce uzay yolculuğu yapabilen birilerinin Güneş Sisteminin bu kısmını ziyaret edip kaldığı ve hem Dünya'da hem de Mars'ta ardında anıtlar bıraktığıdır. Sümer metinlerinde, kutsal metinlerde ve tüm kadim "mito- lojiler"de mevcudiyetlerine dair kanıtlar olan tek varlıklar Nibi-
ru'dan gelen Anunnakilerdir. Onların neye benzediğini biliyoruz; bize benziyorlardı çünki bizi kendilerine benzer yaratuuşlar- dı; Tekvin'in sözleriyle, kendi suretlerinde ve kendi benzeyişlerinde.
Onların insana benzeyen suretleri, Gize'deki ünlü Sfenks (Şekil 87) de dahil sayısız kadim betimlerde ortaya çıkar. Sfenks'in yüzü Mısır yazılarına göre Horem-Akhet'inkiydi, yani "Ufkun Şahin Tanrısı": Enki'nin ilk doğan ve Göksel Sandalı ile en uzak göklere uçabilen oğlu Ra'run unvanı idi.
Gize Sfenksi öyle yerleştirilmiştir ki, bakışı; Sina yarımadasındaki Anunnaki QZa.Y limanına doğru, otuzuncu paralel boyunca tam olarak doğuya doğru yöneliktir. Kadim metinler iletişim işlevlerini Sfenks'e (ve alhnda olduğu iddia edilen yeralb odalarına) atfederler:
Gökten bir mesaj gönderilir;
Heliapolis'te duyulur ve Güzel Yüz tarafından
Memfis'te tekrarlanır.
Thoth'un yazısıyla yazılmış bir mesajdır
Amen şehriyle ilgili...
Tanrılar emre göre davranıyorlar.
"Güzel Yüz"ün, Gize Sfenksi'nin mesaj aktarmadaki rolüne yapılan gönderme, Mars'taki Yüz'ün amacının ne olduğu sorusunu ortaya çıkartır, çünki eğer zeki varlıkların elinden çıkmış ise, o zaman tanım gereği manhksız bir nedenle Yüz'ü ortaya çıkarmak için zaman ve çaba harcamazlardı. Acaba amaç, Mısır metninin önerdiği gibi, "gökten bir mesajı" Dünya'daki sfenkse mi göndermekti? Tanrıların ona göre hareket ettiği bir "emri", bir Yüz'den diğer bir Güzel Yüz'e mi yollamakh?
Eğer Mars'taki Yüz'ün amaa bu idiyse, o zaman gerçekten de yakınlarında piramitler olmalıdır, bpkı Gize'de bulduğumuz biri küçük diğer ikisi devasa olan, birbirlerine ve Sfenks'e göre simetri içinde yükselen üç özgün ve sıra dışı piramit gibi. İlginç olan, Dr. Avinski'nin Mars'taki Yüz yakınındaki bölgede üç gerçek piramit ayırt ediyor olmasıdır.
"Dünya Tarihçesi" dizisindeki kitaplarımda sunulan bol miktarda kanıhn da belirttiği gibi, Gize piramitleri firavunların elinden çıkmamış, Anunnakiler tarafından inşa edilmiştir. Tufan' dan önce uzay limanları Mezopotamya'da, Sippar'da (''Kuş Şehri") idi. Tufan'dan sonra uzay limanı Sina yarımadasına kuruldu ve Gize'deki iki büyük piramit, iki yapay dağ, uç kısmı Yakın Doğu'nun en gözle görülebilir doğal şekli olan Ağn Dağı olarak saptanan İniş Koridoru için işaret olarak hizmet ettiler. Eğer Cydonia bölgesindeki piramitlerin işlevi de bu idiyse, o zaman Mars üstündeki en aşikar doğal şekil olan Olympus Mons ile bazı bağlanhlar da bulunabilir.
Anunnakiler tarafından yapılan alhn üretiminin ana merkezi güneydoğu Afrika'dan Andlara kaydığında, metalürji merkezleri de günümüzde Tiahuanacu ve Puma-Punku harabeleri olan Titicaca Gölü'nün kıyılarında kurulmuştu. Tiahuanacu'da kanal-
larla göle bağlı olan başlıca yapılar şunlardı: Akapana denilen, cevherleri işlemek için tasarlanan büyük tepeler olan "piramitler'' ve Kalasasaya denilen, gökbilimle ilgili amaçlara hizmet eden, yönlenmesi gündönümlerine göre hizalanmış "içi boş" kare bir yapı (Şekil 88). Puma-Punku doğrudan göl kıyısında kurulmuştu; esas yapılan, zikzak yapan bir dizi iskele boyunca duran kocaman taş bloklardan inşa edilen "albn depolan" idi (Şekil 89).
Yörüngede dolaşan kameraların Mars yüzeyinde yakaladığı sıra dışı görüntülerden ikisi bana kesinlikle yapay gibi görünü-
Resim G
yor ve ker ikisi de Andlardaki Titicaca Gölü'nün kıyılarında bulunan yapıların benzeri gibi görünmektiler. Biri, Kalasasaya'yı andıranı, Mars'taki Yüz'ün batısındaki ilk şekildir, gizemli koyu renkli dairenin (bkz. Resim E) hemen üstünde (kuzeyinde) yer alır. Bu kısmın büyütülmüş hâlinin (Resim G) gösterdiğine göre, hâlâ ayakta duran güney kısmı, fotoğrafın açısı nedeniyle dar açıymış gibi görünen ama aslında tam bir dik açıda kesişen, mükemmel biçimde düz, belirgin iki kocaman duvar içermektedir. Hayal gücünüzü ne kadar zorlarsanız zorlaym doğal olması imkânsız olan yapı, afet benzeri şartlar altında üstüne düşen büyük bir kaya darbesi ile kuzey kısmında çökmüş gibi görünmektedir.
Doğal aşınmanın ürünü olamayacak bir diğer yüzey şekli ise, bazıları şaşırtıcı biçimde düz kenarlara sahip kaotik şekillerin yer aldığı, Yüz'ün tam güneyindeki bir bölgede yer alır (Resim M). Bir kanal veya su yolu olabilecek bir şeyle (bölgenin kadim bir Mars denizi veya gölünün kıyılannda olduğu konusunda herkes hemfikirdir) aynlmış olan bariz şeklin, kanala bakan yanı düz değil, bir dizi "girinti" ile düzenlenmiştir (Resim H). Bu fo- toğraflann Mars yüzeyinden yaklaşık 1900 km üstünden çekilmiş
Resim H
olduğu unutulmamalıdır; demek ki, gözlediğimiz şeyler pekâlâ Puma-Punku'da bulunanlar gibi bir dizi büyük iskele olabilir.
Işık ve gölge oyunu denilerek kolayca açıklanamayan iki yüzey şekli, Titicaca Gölü kıyısındaki tesisler ve yapılarla benzerlikler taşımaktadır. Bu açıdan, aynı ziyaretçiler, yani Anunnaki- ler tarafından kurulmuş yapıların kalıntıları oldukları yolundaki önerimi desteklemekle kalmamakta, ayrıca amaçlannı ve muhtemel işlevlerini açıklayan bir hipotez de sunmaktadır. Bu çıkarım, Utopia bölgesinde görülebilen yüzey şekilleriyle de desteklenir: Beş kenarlı bir yapı (NASA 086-A-07 sayılı kareden büyütülmüştür) ve bazılarına göre madenciliğin kanıtı sayılan şeyin yanında uzanan "pist" (NASA 086-A-08 sayılı kare): Resim I ve Resim J.
Anunnakilerin Dünya üstündeki uzay limam, Sümer ve Mısır kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla, bir Uçuş Kontrol Merkezi, İniş İşaretleri, bir yeraltı silosu (*) ve doğal yüzeyi pist olarak iş
(*) Silo: Tahıl, yumru, kök gibi ürünlerin korunduğu, saklandığı ya da depolandığı, genellikle silindir biçiminde ambar. (ÇN.)
Resim I
gören büyük bir düzlük içermekteydi. Uçuş Kontrol Merkezi ve belirli İniş İşaretleri, pistlerin bulunduğu uzay limanından uy- gun uzaklıklarda yer almaktaydı; uzay limanı Sina yanmadasın- da iken. Uçuş Kontrol Merkezi Kudüs'te idi ve İniş İşaretleri de Mısır'da Gize'deydi (Sina'daki yeraltı silosu, Mısır mezar resimlerinde betimlenir -bu bölümün sonunda yer alan vinyete bakınız- ve M.Ö. 2024'te nükleer silâhlarla tahrip edilmiştir). And dağlanndaki Nazca çizgilerinin ise, uzay mekiklerinin iniş ve kalkışlan için mükemmel, çorak düzlüklerin pist olarak kullanıldığının görsel kanıtım temsil ettiğine inanıyorum. Mars üstündeki birbirini kesen çizgiler, sözüm ona "izler" (bkz. Şekil 81) de pekâlâ aynı türden kamtı temsil edebilirler.
Ayrıca Mars yüzeyinde gerçek izler gibi görünen şeyler de vardır. Havadan bakıldığında, sivri bir nesneyle muşamba zemi-
Resim /
ne yapılmış işaretler gibi görünürler, Mars düzlüklerinde kalmış öyle ya da böyle düz "çizikleredir. Bu işaretler jeolojik şekiller, yani Mars yüzeyindeki doğal çatlaklar olarak açıklanmıştır. Ama NASA 651-A-06 (Resim K) karesinde de görülebileceği gibi, "çat- laklar" ya da izler, düz kenarlı ve bir yanında iskele benzeri "dişler" olan, artık büyük kısmı rüzgârla sürüklenen kumların altında kalmış, geometrik bir desene sahip, yükseltilmiş bir yapıdan çıkıyor ve bir zamanlar göl olduğu anlaşılan yerin kıyılarına gidiyor gibi görünmektedirler. Diğer hava fotoğrafları (Şekil 90) Mars ekvatoru yakınındaki Valles Marineris'deki büyük kanyonun üstündeki bir yamaçta bazı izleri göstermektedir; bu izler sadece bir arazinin kenar çizgilerini izlemekle kalmıyor, aynca doğal olması pek zor olan bir desenle birbirlerini kesiyorlar.
Yabana bir uzay araa Dünya üstüne yaşamın izlerini, şehirlerin dışındaki bölgelerde aramaya kalksa; Dünya üstündeki zeki varlıklann mevcudiyetini açığa çıkaracak olanın, bizim "yol-
Resim K
lar" dediğimiz izler ve tarım alanlarının dikdörtgenimsi desenleri olacağına dikkat çekilmişti. Mars üstündeki maksatlı tarımsal faaliyetin kanıtlan olabilecek şeyleri, bizzat NASA sağlamıştır. 52-A-35 sayılı (Resim L) kare, bir dizi çevrelenmiş çiftlik arazilerini andıran paralel yanklan göstermektedir; tıpkı Peru'nun Kutsal Vadisi'ndeki yüksek dağlarda bulunanlar gibi. Pasadena/Ca- lifornia'daki NASA Haber Merkezi tarafından, 18 Ağustos 1976'da resim yayınlanırken, yapılan bir açıklamada şöyle deniyor:
12 Ağustos günü 2053 kilometreden Viking 1 yörünge ara- a tarafından çekilen bu Mars resminde görülen garip geometrik işaretler, öylesine düzenli ki, neredeyse yapay ol- duklan söylenebilir.
Kenarlan belirlenmiş işaretler, muhtemelen rüzgâr aşındırmasıyla oluşan sığ bir çöküntüde ya da havzada yer almaktadır. Bir uçtan diğer uca yaklaşık bir kilometre olan işaretler sığ sırtlar ve vadilerdir ve aynı aşındırma süreciyle ilişkili olabilirler.
Şekil 90
Resim L
Paralel kontürler, sürülmüş tarlaların havadan çekilmiş görüntülerini andırmaktadır.
Yüzey şeklinin bir "çiftçinin sürdüğü tarlaya" benzerliği, görüntü alınır alınmaz fark edilmişti ve görüntüleme ekibinin başı olan Michael Carr'ın yorumu "Bazı garip şeyler alıyoruz, çok şaşırtıcı... doğal bir neden düşünmek zor çünki çizgiler öylesine düz ki." şeklinde olmuştu. Belki de bölgenin adı sizi şaşırtmayacak: Cydonia bölgesi, Yüz ve diğer muammalı yüzey şekillerinin alam!
Bazılannın üç yüzlü piramit grubunu tanımladığı Elysium bölgesinde, yapay sulama bölgesini andıran yüzey şekilleri görülmüştür (Resim M). Bilimsel incelemeler bu şekilleri, volkanik faaliyet ve zemin buzu arasında bu "çöküntü şekilleri "ne neden olan doğal etkileşimlerinden kaynaklanan "dış akıntı kanallarıyla erimiş su çökeltileri" diye açıklamaktaydı. Öte yandan, şekiller Orta Amerika ve Güney Amerika'da, yağmursuz ancak sulama
kanallan ile çevrelenmiş "adalarda" ürün yetiştirmeye yetecek yüzey su kaynaklan olan bölgelerde büyük tahıl üretimi yapabilen kadim uygarlıklann tanmsal faaliyetlerinin kısa süre önce keşfedilen kanıtlannı andırmaktaydı. Tüm bu diğer kanıtlar ve muammalı şekiller olmasaydı; karmaşık doğal süreçler açıklaması kabul edilebilirdi; ancak diğer tüm kanıtlarla, bu fotoğraflarda Mars üstünde insanınkine benzer faaliyetlerin kanıtlannı görmek pekala mümkündür.
Anunnakiler gezegenleri dışandan içeriye doğru saydıkla- nndan, Mars alhncı gezegendi ve Sümerliler onu buna uygun olarak alh uçlu bir yıldızla (hpkı yedinci gezegen olan Dünya'nın yedi köşeli bir yıldız veya sadece yedi nokta ile gösterilmesi gibi) resmederlerdi. Bu sembolleri ipucu olarak kullanarak, artık bir silindir mühür üstündeki şaşırbcı bir Sümer betimlemesini incelemeye koyulabiliriz (Şekil 91). Bu, güneş panelleri ve antenleri açılmış, alhncı ve yedinci gezegenler, yani Mars ve Dünya (Dün- ya'nın yedi noktalı sembolüne Ay'ın hilal sembolü de eşlik etmektedir) arasından geçen 'bir uz.ay aracını göstermektedir. Bir aygıt taşıyan kanatlı bir Anunnaki (Anunnakilerin astronot kuvvetlerine üye olanlan göstermek için kula nılan bir yol), anlaşılan Mars'ta olan ve bir cihazın bağlanmış olduğu bir miğfer giyen ve bir aygıt tutan diğerini selamlamaktadır. Sanki birbirlerine "Uzay gemisi artık Mars'tan Dünya'ya geliyor'' der gibidirler.
(Uzay aracının alhndaki çift balık sembolü, Balık Burcu' na karşılık gelmektedir.)
Arkeologlar tarafından kil tabletlere yazılmış gezegensel adlann listeleri bulunmuştur. O zamanlann geleneği gereği, isimler, ad verilen kişi ya da nesneyle ilgili bilgileri aktaran anlamlar taşıyan unvanlardı. Mars için kullanılan bir unvan Simug idi, "demirci" anlamına gelir, Sümer zamanında gezegenle ilişki- lendirilen tann Nergal'i onurlandınr. Enki'nin bir oğlu olan Ner- gal alhn madenciliğinin yapıldığı bölgeleri de içine alan Afrika bölgesinin yönetiminden sorumluydu. Mars aynca "suların kapısında kurulmuş ışık" anlamına gelen, ya Aşağı Sulan Yukan Sulardan ayıran asteroit kuşağının yanındaki konumu ya da daha tehlikeli dev gezegenler Satürn ve Jüpiter'in ötesine geçmezden önce astronotlar için bir su kaynağı oluşu biçiminde yorumlanabilecek UTU.KA.GAB.A diye de adlandınlmaktaydı.
Daha da ilginç olan, Dünya'ya yapılan bir uzay yolculuğu sırasında Anunnakiler yanlanndan geçerken gezegenleri tarif eden bir Sümer gezegen listesidir. Mars MUL APİN diye adlandırılmıştır: ''Doğru Rotanın Saptandığı Gezegen". Aynca Nibi- ru'dan Dünya'ya Enlil'in yaphğı bir yolculuğun yol haritasının kopyasından başka bir şey olmayan, Mars'ta "sağa dön" ibaresinin bulunduğu şaşırhcı bir yuvarlak tablet üstünde de bu adla anılmaktadır.
Mars'ın rolünün ya da üstündeki uzay tesislerinin, Anunna- kilerin Dünya'ya yaphğı yolculukta oynadığı rolü daha da aydınlatan şey, Akitu bayramını ilgilendiren bir Babil metnidir. Kadim Sümer geleneklerinden ödünç alınan metin, Yeni Yıl törenlerinin on günü boyunca törenleri ve sembolik işlemleri anlatmaktadır. Babil'de üstünlüğü diğerlerinden almış olan baş ilah Marduk idi; üstünlüğün ona aktarılmasının bir kısmı da Tanrılar Gezege- ni'nin adının Babilliler tarafından Sümerce Nibiru'dan Babilce Marduk' a çevrilmesi oldu.
Akitu törenleri, Anunnakilerin Nibiru/Marduk'tan Dün- ya'ya yaphklan yolculuğun Marduk tarafından canlandınlması- nı içermekteydi. Yol boyunca geçilen her bir gezegen, dinsel geçit alayının yolu üzerindeki istasyonlarla sembolize edilirdi ve
her bir gezegenin-veya istasyonun unvanı onun rolünü, görünüşünü veya özel biçimlerini ifade ederdi. Mars istasyonu/gezege- ni ''Yolcunun Gemisi" adını almışh ve ben bunun şu anlama geldiğini düşünüyorum: Nibiru'dan gelen astronotların ve kargonun, daha küçük uzay araçlarına aktarılıp Dünya'ya gönderildikleri (ya da tam tersi) yer Mars idi; böylece Mars ve Dünya arasında her üç bin alb yüz yılda bir kez değil, daha sık geliş gidiş yapılabiliyordu. Dünya'ya yaklaşırken, bu taşıyıcılar İgigi tarafından idare edilen Dünya yörüngesindeki istasyon(lar)a bağlanıyordu; Dünya'ya gerçek iniş ve kalkışlar, doğal "pistlere" süzülerek inen ve güçlerini artırarak yukarı havalanan daha küçük mekik araçları tarafından gerçekleştiriliyordu.
İnsanoğlunun uzaya atacağı adımlan planlayanlar da Dünya' ™ yerçekiminin kısıtlamalarını aşmak, yörtngeye oturnuş istasyonun ağırsızlığıru ve Mars'ın daha düşük yerçekimini (ve planlarına göre Ay'ın da) kullanmak için farklı araçlardan oluşan aynı sıralamayı düşünmektedirler. Bu noktada da, bir kez daha, modem bilim kadim bilgiye ancak yetişmektedir.
Kadim metinlere ve resiınlemelere ek olarak Mars yüzeyinden alınan fotoğrafik kanıtlan ve de Mars yüzeyindeki yapılar ile Anunnakilerin Dünya üstünde inşa ettikleri yapılar arasındaki benzerlileri düşündüğümüzde, varılabilecek tek aHa yatkın ^ nuç var:
Mars, geçmişinde bir zamanlar, bir uzay üssüne sahipti.
Ve aynca bu kadim uzay üssünün, tam da günümüzde, dahıı şu günlerde tekrar faaliyete geçirildiğini öneren kanıtlar da var.
DİKKAT ÇEKEN BİR ÇİZİM
Mısır genel valisi Huy öldüğünde, mezarı ünlü firavun Tutanka- mon'un hükümdarlığı sırasında Nubiya ve Sina valisi olarak geçirdiği yaşamından ve çalışmalarından sahnelerle süslenmişti. Çizimler arasında, ana gövdesi bir yeralh silosunda ve koni biçimli kumanda modülü yer üstünde olan, palmiye ağaçlan ve zürafaların arasında bulunan bir roket gemi vardı.
Gezegen' de, Anunnakilere atfedilen bir uzay araanın Sümerce piktograh ile birlikte yayınlanan bu çizim, o sıralarda NASA için bir araşhrma yürütmekte olan uzay mühendisi Stuart W. Grene wood'un gözüne çarpb. Kadim Astronot Demeği'nin yayın organı olan Ancient Skies (Temmuz-Ağustos 1977) için yazdığı makalede, bu kadim çizimde, gelişmiş bir teknoloji bilgisini işaret eden unsurlar bulduğunu yazıyor ve bilhassa dört "son derece bariz" özelliğe dikkati çekiyordu: (1) "itmenin geliştirilmesi için kullanılan bir tübün duvarları" için uygun gibi gömnen ve "roketi saran hava kabarcıklı fas^ k«iti"; (2) yerin üstünde olan "pencerelerin görünümüne ve (3) kararmış yüzey ve kütleşmiş uca kadar Gemini uzay kapsülünü andıran" roket başlığı; (4) uzay kapsülü üstünde havanın aerodinamik direncini azaltmak için NASA tarafından test edilen ama başarılı olmayan uzun çubuklan andıran, ancak çizimden anlaşıldığına göre ileri geri hareketli olan ve böylece NASA'nın çözemediği aşın ısınma sorununun üstesinden gelebilecek sıra dışı uzun çubuk.
Hesaplamalarına göre "eğer çizimde görülen roket başlığı ve ana gövdesinin birbirlerine göre konumlan, atmosfer içinde iş görürken de geçerliyse, roket başlığının ucundan tübün 'ucuna' dokunan eğri şok dalgası Mach-3 (Sesten üç kat hızlı) civarında olurdu."
PHOBOS: BİR ARIZA MI YOKSA
BİR YILDIZ SAVAŞLARI VAKASI MI?
4 Ekim 1957'de Sovyetler Birliği, Dünyalıların ilk yapay uydusu olan Sputnik 1'i fırlath ve İnsanoğlunu Ay'a ve onun uzay aracım ise Güneş Sisteminin sırurlanna ve ötesine yönelten yola soktu.
12 Temmuz 1988'de Sovyetler Birliği, Plwbos 2 adlı insansız bir uzay aracı fırlath ve insanlığın ilk Yıldız Savaşlan vakasına bulaşmasına yol açh. Bu, ABD'nin Stratejik Savunma Girişimi (SDI) projesinin takma adı olan ''Yıldız Savaşlan" değil, başka bir dünyadan olan bir halkla savaşh.
Phobos 2; Temmuz 1988'de Dünya'dan yola çıkan ve Mars'a doğru yola koyulan iki insansız uydudan biriydi (diğeri Plwbos 1 adını taşıyordu). Phobos 1, bildirildiğine göre bir radyo komutası hatası yüzünden iki ay sonra kayboldu. Phobos 2, Ocak 1989'da sağ salim Mars'a vardı ve nihai hedefine doğru alacağı yolun ilk adımı olarak Mars çevresinde yörüngeye girdi; sonra neredeyse Photos (aracın adı buradan geliyordu) adlı Mars uydusu ile ^ ^ uçacağı bir yöröngeye aktaracak ve bu ayağı ran derae gelişmiş aygıtlarla inceleyecek ve aycık yüzeyine iki paket aygıt yerleştirecekti.
Phobos 2, kendini Mars aycığı Phobos ile hizalayana dek her şey yolunda gitti. Derken 28 Mart 1989'da Sovyet uçuş kontrol merkezi, uay aracı ile "ani iletişim roranlan" ya^d^la™ ^ lirt ve Sovyet resmi haber ajansı Tass "Plwbos 2, Mars aycığı Phobos çevresinde dün tamamladığı bir işlemden sonra, planlandığı üzere Dünya ile iletişim kurma aşamasında başansız oldu. Uçuş merkezindeki bilimciler düzenli radyo teması kuramamak- tadırlar." diye bildirdi.
Bu açıklamalar sorunun çözümlenemez olduğu izlenimini
veriyordu ama uçuş kontrol bilimcilerinin uzay araa ile yeniden temas kurabilmek için manevralara giriştiklerine dair teminatlar da veriliyordu. Sovyet uzay programı görevlileri kadar birçok Batılı uzman da Phobos uçuşunun mali kaynak, planlama, gayret ve prestij açısından muazzam bir yahnmı temsil ettiğinin farkındaydılar. Sovyetler tarafından fırlahlmış olmasına rağmen, aslında bu uçuş daha önce hiç görülmemiş bir ölçekte uluslararası gayreti temsil ediyordu; (Avrupa Uzay Ajansı ve büyük Fransız ve Bah Alman bilimsel kuruluşlan dahil) on üç Avrupa ülkesi resmi olarak, İngiliz ve Amerikan bilimcileri ise "şahsen" (hüku- metlerinin bilgisi ve onayıyla) kahlıyordu. Dolayısıyla "sorun"un ilk başta, birkaç gün içinde üstesinden gelinebilecek bir mesele gibi sunulması anlaşılabilir. Sovyet televizyonu ve basını meydana gelen olayın ciddiyetini olduğundan az göstererek, uzay araa ile yeniden bağlanh kumlması girişimlerini vurguluyordu. ^- lında, programla ilişkili Amerikan bilimcileri sorunun yapısı hakkında resmen bilgilendirilmemişler ve iletişim sorununun, daha önce ilk aktana devreden çıkhktan sonra kullanımda olan daha düşük güçle çalışan yedek aktanm biriminin bozukluğundan kaynaklandığına inanmalan sağlanmışh.
Ama ertesi gün, halk hala uzay aracı ile temasın yeniden kurulacağından eminken, Sovyet uzay ajansı Glavkosmos'taki bir üst rütbeli subay, aslında hiç ümit olmadığının ipucunu verdi. Nikolay A. Simyonov "Phobos 2, yüzde 99 tamamen kayboldu." dedi. O gün kullandığı kelimeler, yani uzay araayla bağlantının değil, bizzat uzay aracının "tamamen kaybolduğunu" söylemesi, belirli bir ilgi uyandırmadı.
30 Mart günü Moskova'dan The New York Times'a geçilen bir haberde Esther B. Fein, Sovyet televizyonunun ana haber programı Vremya'nın "Phobos hakkındaki kötü haberleri hızlı hızlı geçtiğini" ve bunun yerine uzay aracının aranmasının başanlı biçimde sürdürüldüğüne odaklandığını belirtiyordu. Programa çıkan Sovyet bilimcileri ''bazı uzay görüntüleri gösterdiler ama bunla- nn Mars, Phobos, Güneş ve gezegenlerarası uzay hakkındaki anlayışımız için ne gibi ipuçlan sunduklannın henüz açık olmadığını söylediler''.
Hangi "görüntüler"den, hangi "ipuçlan"ndan söz ediyorlardı?
Ertesi gün Avrupa basınında (ama bir nedenle ABD basınında değil) çıkan haberlerin "uzay gemisi tarafından çekilen son resimlerde", Mars üstünde "açıklanamayan" bir nesne ya da "elips biçiminde gölge"yi gösteren bir "tanımlanamayan nesne"nin görüldüğünden söz etmesi üzerine durum açığa 'çıkh.
Moskova'dan çıkan şaşırhcı sözler sağanağı hızlıydı!
örneğin günlük İspanyol gazet^i ^ Epxa (ŞeWl 92), Avm- pa haber ajansı EFE'nin Moskova muhabiri tarafından geçilen haberi "Phobos 2, Üsle Bağlantısını Kaybetmeden Önce Mars'tan Garip Resimler Yolladı" başlığıyla duyurmuştu. Haber şöyleydi:
TV programı Vremya dünkü yayınında, Mars üstünde yörüngede iken Sovyet bilimcilerin Pazartesi günü bağlanbyı kaybettikleri Phobos 2'nin, bağlanh kopmadan saniyeler önce Mars yüzeyinde tanımlanamayan bir nesnenin fotoğrafı-
nı çektiğini bildirdi.
TV yayını uzay gemisi tarafından bağlanh kopmadan saniyeler önce çekilen garip fotoğraflara uzun bir bölüm ayırdı ve en önemli iki resmi gösterdi; birinde büyük bir gölge ve diğerinde ise elips şeklinde bir gölge yer almaktaydı.
Uzay gemisi tarafından çekilen ve ince elips şekli gösteren son resmi inceleyen bilimciler bunu "açıklayamıyoruz" dediler.
Belirtildiğine göre olay bir optik yanılma olamaz çünki kızıl ötesi görüntüler çeken kameralar gibi renkli kameralar tarafından da saptanmışh.
Kayıp uzay sondası ile yeniden bağlanh kurmak için gece gündüz çalışan Kalıcı Uzay Komisyonunun üyelerinden biri, Sovyet televizyonunda komisyondaki bilimcilerin görüşünün, nesnenin "Mars yüzeyinde bir gölgeye benzediği" yolunda olduğunu belirt .
Sovyetler Birliğinden araşhnnacılann hesaplamalarına göre, Phobos 2 tarafından çekilen son resim, "gölge"nin yaklaşık yirmi kilometre uzunluğunda olduğunu gösteriyor.
Birkaç gün önce, uzay gemisi aynen böyle bir olayı kaydetmişti ancak o ·kez "gölge" yirmi alh na otuz kilometre uzunluğunda idi.
"Vremya"nın sunucusu uzay komisyonu üyelerinden birine "fenomen"in biçiminin bir uzay roketini anımsahp anımsatmadığını sorduğunda, bilimci "Bu fantazi olur." diye cevapladı. (Haberin devamında uçuşun orijinal amaçlan yer almaktadır.)
Herhalde söylemeye gerek yok, bu şaşırtıcı ve kelimenin tam anlamıyla "dünya dışı" haber, verdiği cevaplardan daha çok soru yaratmaktadır. Uzay aracı ile bağlanbnın kaybı, açık açık söylenmese de ima edilerek, "saniyeler önce Mars yüzeyinde ta- nımlanamayan bir nesne"nin uzay aracı tarafından gözlemlenmesi ile ilişkilendirilmektedir. Suçlu "nesne", bir "ince elips" diye tarif edilmekte ve aynca "gölge" ve de "fenomen" diye de tanımlanmaktadır. En azından iki kez gözlenmiştir; -haber bunun
Mars yüzeyinde aynı yer mi olduğunu belirtmiyor- ve boyutlarını değiştirebilmektedir; ilk kez otuz kilometre ve öldürücü olan ikinci kez ise yirmi kilometre uzunluğundadır. Ve "Vremya"nın sunucusu acaba bu bir uzay roketi olabilir mi, diye sormuş ve bilimci "Bu fantazi olur." demiştir. Öyleyse, bu neydi ya da nedir?
Haftalık otorite dergi Aviation Week & Space Technology, 3 Ni- sa·n 1989 tarihli sayısında Moskova, Washington ve Paris'teki (Özellikle Fransız yetkililer bu konuyla çok ilgiliydi çünki aygıtlardaki bir bozukluk Fransızların bu uçuşa yapbklan katkıya kötü yansıyacakh, ancak bir "ilahi müdahele" Fransız uzay endüstrisini temize çıkarabilirdi) çeşitli kaynaklara dayanarak olayla ilgili bir haber yayınladı. A W&ST dergisinde verilen versiyonda, meydana gelen olay, "yeniden bağlanb kurmak" için bir haftalık girişimlere rağmen çözülemeyen bir " iletişim sorunu" olarak ele ahnmışh. Moskova'daki Sovyet Uzay Araşbrma Enstitüsü program subaylarının, sorunun ''bir görüntüleme ve veri toplama sürecini" takiben Phobos 2'nin anteninin yönünü değiştirmek zorunda oluşundan sonra meydana çıkhğını söylediklerine ilişkin bilgiyi de içermekteydi. "Veri toplama kısmı görünüşe göre planlandığı gibi yürütülmüş ama daha sonra Phobos 2 ile güvenilir bağlanb kurulamamışbr." O sırada, uzay aracı Mars çevresinde daireye yakın bir yörüngede ve (aycık) "Phobos ile karşılaşmak için son hazırlıklar" safhasındaydı.
Olayın bu versiyonu olaya bir "iletişim kaybı" sorunu diye değirunekteyken, birkaç gün sonra (7 Nisan 1989) Science dergisinde yer alan haber "Phobos 2'nin kaybı", yani sadece uyduyla iletişim bağlanhsının değil, bizzat uzay aracının da kaybından söz ediyordu. Saygın dergi "27 Mart'ta uz.ay aracı, esas uçuş görevi olan küçük ay Phobos'u görüntülemek üzere Dünya ile normal hizalanışından ayrıldı. Uzay aracının kendisini ve antenini Dünya'ya otomatik olarak çevirmesi zamanı geldiğinde, hiçbir şey duyulmadı." diye belirtiyordu.
Dergi daha sonra tüın olay ve Mars yüzeyindeki "ince elips" kadar açıklanamaz halde kalan bir cümleyle devam ediyordu:
Birkaç saat sonra, zayıf bir yayın alındı ama kontrol masa-
sındakiler sinyale kilitlenemediler. Bir sonraki hafta boyunca hiçbir şey duyulmadı.
Arhk, sanki önceki tüm haberlerin ve beyanahn tekran gibi, olay "iletişim bağlanhsının" aniden ve tamamen kaybedilmesi olarak tarif edilmekteydi. Nedeni ise, Phobos'u taramak üzere antenini döndüren uzay aracının bilinmeyen bir nedenle antenini Dünya'ya döndürmede başansız olmasıydı. Ama eğer anten yüzü Dünya'dan uzak bir pozisyonda takılı kaldıysa, "birkaç saat sonra zayıf bir yayın" nasıl alınabilmişti? Ve eğer anten kendini uygun biçimde Dünya'ya döndürdü ise, peşi sıra yeri belirlenemeyecek kadar zayıf bir sinyalin geldiği birkaç saatlik ani sessizliğe sebep olan neydi?
Ortaya çıkan soru aslında basit bir sorudur: Phobos 2 uzay aracına, onu, saatler sonra zayıfbir sinyal biçimindeki son bir iç çekişi hariç iletişimden koparan "bir şey" mi çarptı?
10 Nisan 1989 tarihli AW&ST dergisinde, Paris'ten son bir haber daha vardı. Denilene göre, Sovyet uzay bilimcileri Phobos 2'nin "kendisini yüksek yayın anteni dünyaya doğru olacak biçimde, doğru yönde dengeleyemediğini" önermişlerdi. Bu açıklamanın dergi editörlerini şaşırthğı açıkh çünki haberde Phobos 2 uzay aracının, Venüs uçuşlannda mükemmel biçimde iş gören Sovyet Venera uzay aracı için geliştirilen "üç eksende dengelenme" teknolojisine sahip olduğu belirtiliyordu.
Demek ki gizemli olan bir şey vardı: Uzay aracının kendisini dengeden çıkarmasına neden olan neydi? Bu bir bozukluk muydu yoksa dışsal bir neden mi vardı, mesela bir çarpma?
Haftalık derginin Fransız kaynaklan şu şaşırtıcı ayrınhyı vermişlerdi:
Kaliningrad kontrol merkezindeki kontrolörlerden biri, görüntüleme sürecinin sonuçlanmasından sonra aldığı sınırlı sinyallerin kendisine ''bir topacı izliyormuş" izlenimini verdiğini söyledi.
Phobos 2, diğer bir deyişle, sanki topaç gibi hareket etmişti.
Peki, olay meydana geldiğinde Phobos 2 neyi "görüntüle- mekte"ydi? "Vremya" ve Avrupa basınında çıkan haberlerden anlaşıldığı kadarıyla bu konuda zaten bir fikir sahibi olduk. Ama, A W&STnin Paris'ten geçtiği haberde Sovyet Glavkosmos uzay dairesinin başkanı olan Alexander Dunayev'in söylediklerine bir bakalım:
Bir görüntü, uzay aracı ve Mars arasında garip biçimli bir nesneyi içeriyor gibidir. Bu, Phobos yörüngesindeki bir moloz veya Phobos 2'nin Mars yörüngesine girdikten sonra araçtan ayrılan otonom itki alt sistemi olabilir. Bilemiyo- ^."
Bu ifade, birilerini memnun etme telaşıyla beyan edilmiş olmalıydı. Viking yörünge araçları Mars yörüngesinde hiçbir moloz bırakmamışlardı ve Dünya kökenli faaliyetlerden kaynaklanan başka bir "moloz" bilmiyoruz. Diğer "olasılık", yani gezegen ve Phobos 2 uzay aracı arasında Mars yörüngesinde olan nesnenin uzay aracından ayrılan bir parça olması ise, Phobos 2'nin parçalarına ve yapısına göz athğıruzda (Şekil 93) hemen bir kenara bırakılabilir; parçalarından hiçbiri "ince elips" değildir. Dahası,
"Vremya" programında "gölge"nin yirmi veya otuz kilometre uzunluğunda olduğu açıklanmıştı. Evet, bir nesne, güneş ışığının açısına bağlı olarak, kendisinden çok daha uzun gölge verebilir ama Phobos 2'nin sadece birkaç metre uzunluğundaki bir parçasının kilometrelerle ifade edilen bir gölge vermesi pek zordur. Gözlemlenen şey ne moloz ne de ayrılmış bir parçaydı.
O sıralarda resmî spekülasyonlarda, neden en doğal ve en inandır üçüncü olasılığın, yani gözlemlenen şeyin bir gölge olduğunun ama bizzat Mars ayağının, Phobos'un gölgesi olduğunun yer almadığını merak ediyordum. Sık sık "patates biçimli" (Şekil 94) ve 27 km çapmda diye tarif edilmekteydi; yani tam olarak ilk haberlerde sözü edilen "gölge"nin boyutunda. Aslında, Mariner ^un çektiği bir fotoğrafta Phobos'un gölgesinin neden olduğu bir
Mars tutulmasını gördüğümü habrlıyordum. Phobos 2 uzay aracının kaybolmasına neden olan olmasa da, en azından "görüngü" ile ilgili olarak tüm bu karmaşarun nedeni bu olamaz mıydı?
Cevap, üç ay kadar sonra geldi. Phobos uçuşlanyla ilgili olarak uluslararası kablımcılann daha kesin veriler sağlamalan yönündeki baskılan nedeniyle Sovyet yetkililer, Phobos 2'nin son anlannda, yani uzay aracı sessizleşmeden saniyeler önce gönderdiği yayının banda kaydedilmiş görüntülerini, son kareler hariç, açıkladılar. Bu küçük Wm, A^pa ve Kanada' da bazı W kanal- lan tarafından önemli bir haber olarak değil de ''haftarun ilginç olaylan"nın özeti içinde sunulup geçildi.
Açıklanan televizyon filmi, iki anormallik üstüne odaklan- mışh. Birincisi, Mars ekvator bölgesindeki bir düz çizgiler ağı idi; çizgUeto bazılan ^, bazılan ^^, baz^n ince, bazılan da Mars yüzeyine "oyulmuş" dikdörtgen şekilleri andıracak kadar kalındılar. Birbirine paralel sıralar halinde düzenlenen desen alb yüz kilometre karelik bir alanı kaplamaktaydı. "Anormallik" doğal bir olay olmanın çok ötesindeydi.
Görün::Here, İngiltere'nin Bilim Müzesinden Dr. John Beck- lake'in canlı yayındaki yorumlan eşlik ediyordu. Fenomenin çok şaşırhcı olduğunu açıklamışh çünki Mars yüzeyinde görülen desen, uzay aracının optik kamerasıyla değil kızıl ötesi kamerasıyla çekilmişti; yani nesnelerin resmini onlann üstündeki ışık ve gölge oyunlarıyla değil, nesnelerin yaydığı ısıyı kulal narak çeken bir kamerayla. Başka bir deyişle, yaklaşık alb yüz kilometre karelik bir bölgeyi kaplayan paralel çizgiler ve dikdörtgenlerden oluşan desen, doğal bir ısı kaynağı idi. Isı yayan doğal bir kaynağın (mesela bir gayzer (•) veya pzey altoda radyoaktif ^erallern y^ ğunlaşması) böylesine mükemmel biı geometrik desen yarabna- sı hiç de muhtemel değildi. Tekrar tekrar izlendiğinde, desen kesinlikle yapay görünmekteydi ama neydi, işte bilimri buna "Kesinlikle bilmiyorum." diye cevap vermişti.
Bu "anormal yüzey şekli"nin kesin konumunu belirleyen koordinatlar halka açıklanmadığından, onun, 4209-75 no.lu Mari-
(•) Gayzer: Volkan bölgelerinde, belli aralıklarla su ve buhar fışkırtan sıcak kaynak, kaynaç. (Ç.N.)
ner 9 karesinde görülebilen bir başka şaşırtıcı Mars yüzey şekli ile ilişkisi olup olmadığı konusunda yargıya varmak imkânsızdı. Burası da ekvatoral bölgede idi (186,4 boylamında) ve (NASA bilimcilerine göre) permafrost tabakalarının erimesi ve çökmesinin neden olduğu "bir merkezden çıkarak yayılan sıra dışı girintiler" olarak tarif edilmekteydi. Yüzey şeklinin, modem bir havalimanında görülen türden havayollarına ait uzun tüplerin bağlandığı merkez terminallerini andıran özellikleri, fotoğraf tersine çevrildiğinde (girintileri çıkıntı gibi gösterdiğinde) daha iyi görülmektedir (Şekil 95).
Şimdi, televizyonda gösterilen filmdeki ikinci "anormalli-
ğe" geldik. Mars yüzeyinde, "ince bir elips" diye tarif edilebilecek, ki Moskova'dan bildirilen ilk haber böyleydi, kesinkes belirgin koyu renkli bir şekil görülmekteydi (Resim N, Sovyet televizyon klibinden bir karedir). Bunun, on sekiz yıl önce Mariner 8 tarafından kaydedilen Phobos gölgesinden farklı olduğu kesindi (Resim 0). Phobos, ayağın girintili çıkınblı yüzeyi nedeniyle yuvarlak ve kenarları bulanık bir gölge yarabnışb. Phobos 2'nin yayınında görülen "anormallik" yuvarlak uçlu değil de çok keskin uçlan ve bulanık olmaktan ziyade Mars yüzeyindeki bir tür haleyi ardına alarak net bir şekilde görülen ince bir elipsti (mücevhercilikte bu taş kesim biçimine "markiz" denir). Dr. Becklake bunu "uzay araa ve Mars arasındaki bir şey, çünki onun albndaki Mars yüzeyini görebiliyoruz" diye tarif etti ve nesnenin hem optik hem de kızıl ötesi (ısıya duyarlı) kameralar tarafından görüldüğünü vurguladı.
Tüm bu nedenler, Sovyetlerin bu koyu renkli "ince elips"in, ayağın gölgesi olabileceğini niçin önermediklerini açıklamaktadır.
Görüntü ekranda gösterilmeye devam ederken, Dr. Beckla- ke bunun, uzay araa kendisini Phobos (aycık) ile hizaya soktuğu sırada çekildiğini açıkladı. "Son resim yan yarıya alınmışken, onlar (Sovyetler) orada olmaması gereken bir şey gördüler." dedi. Devamında ise Sovyetlerin "bu son resmi henüz açıklamadıklarını ve ne gösterdiği hakkında spekülasyon bile yapmadıklarını" açıkladı.
Bu son kare veya kareler olaydan bir yıl geçmiş olmasına rağmen hala açıklanmadıklarından, elimizden gelen ancak spekülasyon yapmak ya da söylentilere inanmakhr; ve bu söylentilere göre, bu son kare, gönderilme işleminin tam ortasında "orada olmaması gereken bir şeyin" Phobos 2'ye doğru hızla yaklaştığını ve ona çarptığını, aktarım işlemini aniden kestiğini göstermektedir. Derken, daha önce sözü edilen haberlere göre, birkaç saat sonra zayıf, anlaşılamayacak kadar karışık bir sinyal alınmış- h. (Zaten bu rapor, uzay araanın antenlerini Dünya'ya yayın yapacak konuma döndüremediği yolundaki ilk açıklamayı yalanlamaktadır.)
Resim N
Resim O
19 Ekim 1989 tarihli Nature dergisinde Sovyet bilimciler, Phobos 2'nin yürübneyi becerdiği deneyler hakkında bir dizi teknik rapor yayınladılar; otuz yedi sayfanın ancak üç paragrafı uz.ay aracının kaybıyla ilgiliydi. Bu rapor da uz.ay aracının ya bilgisayar hatasından ya da bilinmeyen bir nesnenin Phobos 2'ye "çarpmasından" dolayı ("toz parçacı.klan" ile çarpışma teorisi bu raporda reddedilmekteydi) kendi çevresinde dönmekte olduğunu doğrulamaktaydı.
Peki, Phobos 2'ye çarpan ya da onunla çarpışan, şu "orada olmaması gereken şey'' neydi? Hata gizli olan son kare ya da kareler neyi göstermekteydi? Sovyetlerin NASA dengi kuruluşunun başkanının AW&ST dergisine verdiği demeçte, bağlanbnın aniden kopmasını açıklamaya çalışırken bu son kareye gönderme yapmak için kullandığı dikkatle seçilmiş kelimeler şöyleydi:
"Bir görüntü, uz.ay aracı ve Mars arasında garip biçimli bir nesneyi içeriyor gibidir."
Eğer "süprüntü", "moloz", "toz" ya da "Phobos 2'nin ana gövdeden ayrılan parçası" değilse, olayla ilgili tüm haber ve raporlarda uz.ay aracı ile çarpışhğı kabul edilen, uz.ay aracını topaç gibi dönmeye başlatacak kadar güçlü bir darbeye yol açan, görüntüsü son karelerde yer alan "nesne" neyin nesiydi?
Sovyet uz.ay programının şefi "Bilmiyoruz." dedi.
Ama Mars üstündeki kadim bir uz.ay üssünün kanıtlan ile Mars semalarındaki garip biçimli "gölge"yi biraraya getirdiğimizde şu çok şaşırhcı sonuca varıyoruz: Fotoğraf karelerinde saklanan sır, Phobos 2,'nin kaybının bir kaza değil bir vaka olduğunun karuhdır.
Belki de ilk Yıldız Savaştan vakası; başka bir gezegenin halkı olan yabancılann, Dünya'dan gelen ve Mars'taki üslerini gözlemeye kalkan bir uzay aracını düşüml leridir.
Okuyucular, Sovyet uzay programı şefinin "uz.ay aracı ve Mars arasındaki garip biçimli nesne"nin ne olduğunu "Bilmiyoruz." biçimindeki sözlerinin, buna bir UFO, yani tanımlanamayan
uçan nesne demekle aynı kapıya çıkhğıru fark ettiler mi acaba?
İlk başlarda Uçan Fincan Tabaklan daha sonra da UFO'lar denilen dünya çapındaki muamma başladığından bu yana neredeyse elli yılı aşkın süre geçmiş olmasına karşın, kendisine saygısı olan hiçbir bilimci bu konuya parmağının ucunu bile değdir- memiştir, tabi fenomenle dalga geçmek ya da bu konuyu ciddiye alanlan aptal yerine koymak dışında.
Bir bilim yazan ve UFO'lar hakkında dünyanın dört bir yanında yaphğı konuşmalarla tanınan Antonio Huneeus'a göre "modern UFO çağı" 24 Haziran 1947'de, Amerikalı bir iş adamı ve püot olan Kenneth ^old'un, Washington eyaletindeki &^ cade Dağlan üstünde uçan dokuz gümüşi diski gözlemlemesiyle başlamışh. Daha sonra moda terim halinde gelen ''Uçan Fincan Tabaklan" terimi, Arnold'un bu gizemli nesneleri tarif ederken kullandığı kelimelere dayanmaktaydı.
"Arnold vakası"nı Amerika Birleşik Devletleri ve dünyanın diğer bölgelerindeki gözlem iddialan izlerken, en önemli ve halen tartışılan (ve W dramalanna konu olan) UFO vakası, Amold gözleminden bir hafta sonra, 2 Temmuz 1947'de Roswell, New Mexico'da bir çiftliğin yakınlarına düştüğü iddia edilen "yabancı araç''hr. O akşam bölge semalarında parlak, disk biçimli bir nesne görülmüştü, ertesi sabah Wil iam Brazel adlı bir çiftçi Ros- well' deki arazisinin kuzey hah ucunda etrafa dağılmış enkazı keşfetti. Enkaz ve enkazın yapıldığı "metal" çok garip görünümlüydü ve bu keşif, (o sıralarda dünyanın tek nükleer silah filosuna sahip olan) Roswell'deki Hava Kuvvetleri üssüne bildirildi. Bir haberalma subayı olan binbaşı }ese Marcel, yanına haberal- madan bir başka subayı da alarak enkazı ve molozları incelemeye gitti. Çeşitli biçimleri olan parçalar, balsa ('') ağacı tahtasını andırmaktaydı ama tahta değildi; araşhrmacılar ne kadar denediy- se de ne yanıyor ne de bükülüyordu. Kiriş biçimli parçalardan bazısının üstünde, daha sonra ''hiyeroglif' diye anılacak olan geometrik işaretler vardı. Üsse döndüklerinde, görevli subay üssün halkla ilişkiler subayına hava kuvvetleri personelinin "yere çakılan bir uçan fincan tabağının" parçalarını ele geçirdiği yolundaki
(•) Bk topihl ^e^n ağacı. (Ç.N.)
bir bülteni basına geçmesi emrini verdi (7 Temmuz 1947 tarihli bülten). Bu bülten, The Roswell Daily Record gazetesinde manşete çıktı (Şekil 96) ve Albuquerque, New Mexico'daki haber ajansı tarafından ülkeye bildirildi. Birkaç saat içinde, ilkini yalanlayan ve enkazın düşen bir meteoroloji balonunun parçalan olduğunu iddia eden ikinci bir basın açıklaması yapıldı. Gazeteler bu ikinci haberi yayınladılar ve bazı raporlara göre, radyo istasyonlanna "Yayım durdurun. Ulusal güvenlik meselesi. Yayınlamayın." denilerek hikâyenin ilk versiyonunu yayınlamayı kesmeleri söylendi.
ikinci versiyona ve ardmdan Roswell'de herhangi bir "uçan disk" vakasının resmî ağızlarca inkâr edilmesine rağmen, olaya şahsen karışan kişilerin birçoğu bugüne dek ilk versiyona bağlı kaldılar. Ayrıca birçok kişi, yakınlardaki bir başka "uçan diskin" yere çakıldığı enkaz alanında (Sorocco, New Mexico'nun batısındaki bir bölgede) sivil tanıkların sadece enkazı görmekle kalmayıp, ayrıca insana benzeyen birkaç ceset de gördüklerini öne sür- mekteler. Bu cesetler ve bu iki olaydan sonra yere çakıldığı iddia
edilen "uzaylı" cesetlerinin de Ohio'daki Wright-Patterson Hava Kuvvetleri Üssünde incelemeye alındığı birçok kez rapor edil- miştk. UFO çenelerinde M/-12 ya da ^jestik-12 diye bOinen ^- zılan bu ikisinin aynı olduğunu iddia etmektedir) bir belgeye göre, ABD başkanı Truman, Eylül 1947'de Roswell ve ilgili vakalan ele almalan için en üst düzeyde ve çok gizli bir komite oluşturmuştu ancak bu belgenin gerçekliği halen doğrulanamamıştır. Ancak bilinen bir gerçek var ki, o da ABD Senatosunun Haberal- ma, Silahlı Hizmetler, Taktik Savaş Silahlan, Bilim, Teknoloji ve Uzay gibi birçok komitesine başkanlık etmiş ya da görev alnuş olan senatör Barry Goldwater'ın bu üste yer alan sözüm ona Mavi Oda'ya giriş izni verilmesi talebinin sürekli reddedilmesidir. 1981 yılında bu konuda soru soran bir kişiye, "Ardı ardına birçok şef tarafmdan reddedüd^ten ^nra Wright-Patter»n'daki ^ züm ona mavi odaya girme iznini ele geçirmeye çabalamaktan vazgeçtim." diye yazmıştır. ''Bu şey, öylesine gizliydi ki... hakkında herhangi bir şey öğrenmek imkansızdır."
UFO gözlemlerinin sürekli biçimde rapor edilmesi ve aşın resmi gizlilik karşısında duyulan rahatsızlığa tepki olarak ABD Hava Kuvvetleri, Sign (İşaret), Grudge (Kin) ve Blue Book (Mavi Kitap) gibi projeler yoluyla UFO fenomenini incelemek için birkaç araşhrma yürütmüştür. 1947 ile 1969 arasında on üç bin UFO gözlem raporu incelenmiş ve bunlann büyük bölümü doğal fenomenler, balonlar, hava araçlan ve sadece hayal ürünü diye açıklanıp bir kenara bırakılmışhr. Ancak yedi yüz gözlem açıklana- mamışhr. 1953'te ABD Merkezi Haberalma Ajansının Bilimsel Haberalma Bürosu bilimciler ve hükfunet memurlanndan oluşan bir panel düzenledi. Robertson Paneli diye bilinen grup, tam on iki saat boyunca UFO filmlerini izlediler, vaka kayıtlanru incelediler ve "çoğu gözlemler için makul açıklamalar önerilebileceğini" buldular. Sunulan kanıtlann, muhtemel nedenlerle açıklanamayan diğer vakalar için "geriye kalan tek açıklamanın 'dünya dışı' kaynaklı olduğunu" gösterdiği bildirildi ancak panel "güneş sistemiyle ilgili mevcut bilgilerin, zeki varlıklann Dünya'dan başka yerlerde mevcut olmalannı pek muhtemel kılmadığını" da belirtmişti.
Şekil 97
UFO raporlarının resmi ağızlarca "yalanlanması" sürüyor- ken (benzer biçimde ve benzer çıkarımlarla sonuçlanan bir başka so^şt^ma ise 19^9 arasında Colorado ÜnivereitKİ tara^- dan yürütülen Tanımlanamayan Uçan Nesnelerin Bilimsel İncelenmesi idi), gözlemlerin ve ''karşılaşmalar"ın sayısı arth ve birçok ülkede sivil amatör araşhrma gruplan ortaya ^ü. Karşılaşmalar arbk bu gruplar tarafından sınıflanıyordu; "ikinci türden" olanlar UFO'lar tarafından geride bırakılan fiziksel kanıtlar (iniş izleri veya makinelerde parazit) idi; "üçüncü türden" olanlar ise UFO'lan kullananlarla temasa geçilen olaylardı.
UFO'ların tarifleri bir zamanlar "uçan disklerden" "puro bi- çimli"lere dek değişiklik göstermekteydi. Arbk çoğu kişi bunlan yuvarlak yapılı ve yere konduklarında üç ya da dört ayak üstünde durur biçimde tarif etmektedir. Araçlan kullananların tarifleri de daha tek tip hale gelmiştir: büyük, saçsız başlı ve çok büyük gözleri olan, bir ^ bir buçuk mete boyunda "mM^Ki"lar (^ kil 97a, b). "Arizona'daki gizli bir üste", "ele geçirilen UFO'lan ve uzaylı cesetlerini" gördüğünü iddia eden bir askeri haberalma subayının bildirdiğine göre, insanımsılar "çok, çok beyazdılar;
kulaklan, burun delikleri yoktu. Sadece açıklıklar vardı: çok küçük bir ağız ve gözleri kocamandı. Yüzlerinde, başlannda, apış aralarında tüy yoktu. Çıplaktılar. Sanının en uzun boylusu bir buçuk metre ya da biraz daha uzundu." Bu tanık hiç cinsel organ ya da göğüs görmediğini ancak bazı insarurnsılann erkeğe, bazı- lannın da dişiye benzediğini eklemişti.
Gözlemler ya da temaslar yaşadıklannı bildiren insanlar, her coğrafyadan, her meslektendi. Örneğin, ABD başkanı Jimmy Carter 1976'daki bir seçim kampanyası konuşması sırasında bir UFO gördüğünü açıkladı. "Bu ülkenin UFO gözlemleri hakkında sahip olduğu her bilgi parçasının halka ve bilimcilere açıklanacağı" sözünü verdi ama asla açıklanmayan nedenlerden dolayı, bu sözünü tutmadı.
UFO raporlannı "yalanlamak" tarzındaki ABD resmi politikasının yanı sıra, ABD'deki UFO taraftarlannı usandıran bir diğer şey ise, hükumet organlannın UFO raporlannı inceleme konusundaki ilgilerini bile yitirdikleri izlenimini veren resmi eğilime karşın, NASA dahil şu veya bu büronun bu konuyu dikkatle takip ettikleri yolundaki bilgilerin tekrar tekrar gün ışığına çıkıyor olmasıdır. öte yandan Sovyetler Birliği'nde 1979'da Uzay Araşhrma Enstitüsü tarafından "SSCB'deki Anormal Atmosferik Fenomenler" ("anormal atmosferik fenomen", Ruslann UFO için kullandıklan terimdir) hakkında bir analiz yayınladı ve 1984'te Sovyet Bilimler Akademisi fenomenleri incelemek üzere sürekli bir komisyon oluşturdu. Askeri açıdan ise bu konu GRU'nun (Sovyet Baş Haberalma Müdürlüğü) alanına girmekteydi; ona verilen emirler UFO'lann "yabancı güçlerin gizli araçlan" mı, bilinmeyen doğal fenomenler mi, yoksa "Dünya'yı inceleyen insanlı ya da insansız dünya dışı sondalar" mı olup olmadıklannı ortaya çıkartmakh.
Sovyetler Birliği'ndeki sayısız gözlem raporu ve iddiası içine bazı Sovyet kozmonotlannın gözlemleri de giriyordu. Eylül 1989'da Sovyet yetkililer resmi haber ajansı Tass'ın, Voronezh şehrindeki bir UFO olayını bildirmesini sağlayarak önemli bir adım attılar; bu, tüm dünyada manşetlere çıkh ve genel inanmazlığa rağmen, Tass hikayesinin doğruluğunda ısrarlı.
Fransız yetkililer de ABD görevlilerine oranla daha az "ya- lanlayıcı"lar (böylece yeni bir sözcük daha uydurduk). 1977'de Fransız Ulusal Uzay Ajansı (CNF.5), merkezi Toulouse'da bulunan tanımlanamayan Hava-Uzay Fenomenlerini İnceleme Gru- bu'nu (GEPAN) kurdu; bu kuruluş kısa bir süre önce, yine UFO raporlarını takip etmek ve analiz etmek üzere Service d'Expertise des Phenomenes de Rentree Atmospherique (Atmosfere Giriş Fenomenlerine İlişkin Bilirkişi Raporu Hizmetleri) adını aldı. Fransa' daki ünlü UFO olaylan arasında, UFO'ların yere konduğu görülen alanların ve toprakların incelenmesi ve analiz edilmesi vardır ve sonuçlar, "tatmin edici bir açıklaması olmayan izlerin mev- cudiyeti"ni göstermektedir. Çoğu Fransız bilimci de konuyla ilgili olarak diğer ülkelerdeki meslektaşlanrun horgörüsünü paylaşmaktadırlar ama konuyla ilgili araşhrmalara dahil olup da fikirlerini açıklayan bilimciler arasındaki ortak görüş, fenomenleri "dünya dışı ziyaretçilerin faaliyetlerinin bir te7.ahürü" olarak görme biçimindedir.
İngiltere'de ise, UFO fenomeni üstüne çekilen sır perdesi, Lord Clancarty'nin önderliğindeki Lordlar Kamarası UFO Araştırma Grubunun (1980'de kendilerine bir konferans verme ayn- calığına sahip olmuştum) tüm çabalarına rağmen sımsıkı örtülüdür. Diğer birçok ülkede olduğu gibi İngiltere'deyaşananlar da Timothy Good'un Above Top Secret (Çok Gizlinin Ustünde, 1987) adlı kitabında bir hayli aynnhlı olarak ele alınmışhr. Good'un kitabında alınhlar yapılan ya da aynen yayınlanan belgelerin zenginliği, çeşitli hükfunetlerin UFO'larla ilgili bulgularını ilk başlarda bunlann bir başka süper gücün ileri teknoloji ürünü araçlan olduğunu sandıklarından düşmanın üstünlüğünü kabul etmenin ulusal çıkarlara uygun düşmeyeceği gerekçesiyle "örtbas" ettikleri sonucuna varmamıza yol açıyor. Ama UFO'lann dünya dışı yapısı başlıca tahmin (veya bilgi) haline gelir gelmez, Orson Wel- les'in "Dünyalar Savaşı" radyo tiyatrosu yayınının sebep olduğu paniğin hahrası, birçok UFO taraftannın bir örtbas dedikleri şey için bahane olarak kullanıldı.
UFO'ların birçoğu ile ilgili asıl sorun, onlann kökenini ve amacını açıklayacak tutarlı ve makul bir teorinin yokluğudur.
Nereden geliyorlar? Niçin?
Kaçırılmak ve eliptik başlı, kocaman gözlü, insana benzer varlıkları tarafından üstümde deneyler yapılması türünden olaylar yaşamak ne demek; şahsen ben bir UFO ile hiç karşılaşmadım: bunlar, eğer bu iddialar gerçek ise, diğer birçok kişi tarafından tanık olunan ve deneyimlenen olaylar. Ama "U'?O'lara inanıp in, nmadığım" sorulduğunda, bazen bir hikaye anlatarak cevap veririm. Konuşma yaphğım salonda oturan kişilere şöyle derim: Diyelim ki, giriş kapısı birden ardına kadar açılsa ve içeri genç bir adam giriverse, koşmaktan nefes nefese kaldığı ve bir hayli ürktüğü belli olsa ve bizim ne yaphğımız.a aldırmaksızın şöyle bağırsa: "Başıma gelenlere inanamazsınız!" Daha sonra başına gelenleri anlatsa; kırlarda yürümektedir, hava karanr ve yorulmuştur, sırt çantasını yashk olarak kullanıp uzanır ve uyuyakalır. Derken, birdenbire uyanır, seslerden değil parlak ışıklardan dolayı uyanmışhr. Başını kaldırır ve bir merdivenden inen çıkan varlıklar görür. Merdiven göğe doğru, havada asılı duran yuvarlak bir nesneye doğru uzanmaktadır. Nesnenin, içindeki ışığın dışarıya çıkhğı bir kapısı vardır. Varlı.klann komutanım ışığı arkasına almış, silüet şeklinde görür. Görüntü öylesine ürkütücüdür ki, bizim genç bayılıverir. Kendine geldiğinde, ortalıkta kimse yoktur. Orada olan her neyse, gitmiştir.
Yaşadı.klanndan dolayı hal?. '1eyecanlı olan genç adam hikayesini şöyle bitirir: Gördüklerinin gerçek mi yoksa bir vizyon mu olduğundan emin değildir, belki de bir rüya görümüştür. Ne düşünürdük? Ona inanır mıydık?
Sonra derim ki, eğer Kitabı Mukaddes'e inanıyorsak, bu genç adama da inanmalıyız çünki şimdi anlathğım şey, Tekvin, R . .., 28'de yer alan ·^ akup'un vizyonunun ta kendisidir. Bu, rü- yamsı bir trans halinde görülen bir vizyon olmasına rağmen Ya- kup gördüklerinin gerçek olduğuna emindi ve şöyle demişti:
Gerçek, Rab bu yerdedir ve ben onu bilmedim...
Bu başka bir şey değil, ancak Yehova'nın evidir...
ve göklerin kapısıdır.
Bir keresinde, diğer konuşmacıların UFOlar konusuna iyice daldıkları bir konferansta Tanımlanamayan Uçan Nesne diye bir şeyin olamayacağını söylemiştim. Bunlar ancak izleyen kişiler için tanımlanamayan ya da açıklanamayan nesnelerdir ama onları idare edenler ne olduklanru pekali bilmektedirler. Yakup'un gördüğü havada asılı duran araan, kendisi tarafından Elohim'e, çoğul tanrılara ait bir araç olarak tanımlanmış olduğu açıkbr. Onun bilmediği şey ise, Kitabı Mukaddes'ten anlaşıldığına göre, uyuyakaldığı yerin, tanrıların iniş kalkış yaptıkları bir alan olmasıydı.
Elişa peygamberin göklere yükselişini anlatan kutsal kitap, aracı Ateşten Araba diye tanımlar. Ve Hezekiel peygamber, iyi belgelenmiş vizyonunda, bir kasırga gibi işleyen ve dört tekerlekli ayak üstüne konabilen göksel ya da havada uçan bir araçtan söz eder.
Kadim betimlemeler ve terminoloji, daha o zamanda bile farklı uçan makineler ve pilotları arasında bir ayrımın yapıldığını göstermektedir. Mekik aracı ve yörünge araçları olarak iş gören roket gemiler (Şekil 98a) vardı ve daha önceden Anun ki astronotları ve yörüngedeki İgigilerin neye benzediğini görmüş- ^. Şrndi DKİH (D^ine balkan ve inen hava araçları) dediğimiz "kasırga kuşlar" ya da "gök odaları" vardı; antik zamanlarda bunların neye benzediği Ürdün'ün doğusunda bulunan, Elişa peygamberin göklere taşındığı yere yakın (Şekil 98b) bir sit alanındaki duvar resminde gösterilmiştir. Tanrıça İnanna/İştar kendi "gök ^ası"nı kullanmaktan hoşlandı^ zama^arda 1, Mnya Savaşı pilotları gibi giyinmekteydi (Şekil 98c).
Ama başka betimlemeler de bulunmuştur -elipsi andıran başlan ve kaaman, çekik gözleri olan kil heykelciler (^kil W)-; sıra dışı özelliklerinden biri bunların iki cinsliliği (ya da cinsellik- lerimn olmamasıd^): Alt kısımlan bk erkek ^sel organının ^ tünden geçen ya da onu kesen bir dişi vajina açıklığını göstermektedir.
Şimdi, UFO'lan kullananları gördüklerini iddia eden kişilerce çizilen "insanımsı"ların çizimlerine bakhğımızda, bunların
Şekil 98
bize benzemedikleri açıkhr, dolayısıyla Anunnakilere de benzemezler. Daha ziyade, kadim heykelciklerde betimlenen garip in- sanımsılan andırmaktadırlar.
Bu benzerlik; yumuşak ciltli, cinsel organlan, saçlan, tüyleri olmayan, elipsi andıran başlan ve garip kocaman gözleri olan ve sözü edilen UFO'lan çalışhrdı.klan iddia edilen küçük yarahk- lann kimliğine ilişkin önemli bir ipucunu içermektedir. Eğer anlatılanlar doğru ise, o zaman "temasa geçilenlerin" gördükleri bir başka gezegenden gelen zeki 'Darlıklar, insanlar değil, onlann anfropoit (•) robotlandır.
Ve eğer bildirilen gözlemlerin çok küçük bir yüzdesi bile doğru ise, son zamanlarda Dünya'yı böylesine bol ve sık ziyaret eden yabana araçlann nispeten büyük sayısı, bunlann muhtemelen uzak bir gezegenden gelemeyeceklerini önermektedir. Eğer geliyorlarsa, nispeten daha yakın bir yerden geliyor olmalıdırlar.
Ve tek makul aday Mars'tır ve onun küçük ayı olan Phobos.
{•)^na tenzeyen, ^ ^n ^ünü andvan, i^uı. (Ç.N.)
Şekil 99
Uzay adamlanrun Dünya'yı ziyaretlerinde bir sıçrama noktası olarak Mars'ı kullanma nedenleri artık açık hile gelmiş olmalıdır. Mars'ın geçmişte Anunnakiler için bir uzay üsü olarak hizmet verdiği yolundaki önerimi destekleyen kanıtlan sundum. Pho^ 2'nm kaytotaa k^ullan birilmnin Ma^ta olduğunu ^ lirtmektedir; kendilerine göre "yabancı" olan aracı yok etmeye hazır birileri. Peki ya Phobos, bu öneriye nasıl uyar?
Basitçe söylersek, çok iyi uyar.
Niçin olduğunu anlamak için, geriye dönmeli ve 1989'da Phobos uçuşuna yol açan nedenleri sıralamalıyız. Mars'ın Pho- ^ ve ^rnro adında iki küç^ uydusu vard^. Her ^^ de Mars'ın orijinal aylan olmayıp Mars yörüngesine yakalanmış as- teroitler olduklarına inanılmaktadır. Karbon içeren tiptedirler (''Yaratılış'ın Habercileri" başlıklı bölümdeki asteroitler bahsine bakınız) ve dolayısıyla kayda değer miktarda, çoğunlukla ayakların yüzeyi alhnda buz halinde bulunan su içermektedirler. Gü-
neş pillerinin veya küçük nükleer jenaratörlerin yardımı ile su elde etmek için buzun eritilebileceği önerilmiştir. Daha sonra su, soluma ve yakıt için oksijene ve hidrojene aynşhnlabilirdi. Hidrojen de hidrokarbonlar üretmek üzere ayakların karbonuyla birleştirilebilirdi. Tıpkı diğer asteroitler ve kuyruklu yıldızlar gibi bu küçük gezegencikler de azot, amonyak ve diğer organik molekül eri içermektedirler. Sonuçta, aycıklar kendi kendilerini destekleyen uzay üsleri, doğanın hediyeleri haline gelebilirlerdi.
Deimos, böyle bir amaç için daha az uygun olacakb. Boyutları sadece 14,5 km x 13 km x 11 km'dir ve Mars'tan 24.00 km uzaklıkta bir yörüngede seyretmektedir. Daha büyük olan Pho- bos (27 km x 21 km x18 km) ise Mars'tan sadece 9.30 km uzaklıktadır; yani bir mekik araa veya taşıyıa için kısa bir mesafe. Phobos (Deimos gibi) Mars çevresinde ekvatoral düzlemde dolandığından, Phobos'un kuzey ve güney otuz beşinci paralelleri arası, ki burası '1nka Şehri" dışında Mars üstündeki tüm sıra dışı ve yapay görünümlü yüzey şekillerinin bulunduğu banttır, Mars'tan rahatlıkla gözlemlenebilir (tabi, buradan da Mars'ta olan bitenler gözlemlenebilir). Dahası, yakınlığı nedeniyle Pho- bos, Mars çevresinde bir Mars günü boyunca 3,5 tur atar; yani sürekli göz önündedir.
Mars çevresindeki yörünge istasyonu olarak Phobos'un tavsiye edilmesinin bir nedeni de, Dünya'nınki ve hatta Mars'ırıki ile kıyaslandığında azıcık kalan yerçekimidir. Phobos'tan havalanmak için gereken güç, saatte 25 km'lik bir kaçış hızından fazla değildir; aynı şekilde, üstüne konarken fren yapmak için de çok az güç gerekecekti.
İki Sovyet aracının, Phobos 1 ve Phobos 2'nin oraya gönderilmesinin nedenleri bunlardı. Uçuşların, 1994'te Mars'a indirilmesi niyetlenen bir "robot arazi aracı" ve bundan sonra da, izleyen on yıl içinde orada bir üs kurmayı hedefleyerek insanlı uçuşlara başlamak için bir ön keşif olduğu açık bir sırdı. Moskova'daki uçuş kontrol merkezinde verilen varış öncesi brifingler, uzay ara- anın ''Mars üstündeki ısı yayan bölgeleri" saptamak ve ''Mars üstünde ne tür bir yaşam olduğuna dair daha iyi fikir edinmek" için ekipmanlar taşıdığını açığa çıkarmışb. Tabi bu düşünceye
hemen "eğer varsa" eklenmesine rağmen, Mars ve Phobos'u sadece kızıl ötesi ekipmanla değil aynca gama ışın saptayıcılarla da tarama planı, çok amaçlı bir araşbrmanın ipuçlarını vermekteydi.
Mars'ı taradıktan sonra iki uzay aracı dikkatlerini tamamen Phobos'a çevirecekti. Radarla olduğu kadar kızıl ötesi ve g· ma ışın tarayıcılarla da taranacak ve üç televizyon kamerası ile gö_ ün- tülenecekti. Böylesi bir yörüngesel taramadan ayn olarak, uzay aracı Phobos yüzeyine iki yüzey aracı bırakacakb; biri, kendisini yüzeye demirleyecek ve uzun vadeli veri aktarımı yapacak sabit bir araçb, diğeri ise yaylı bacak.lan olan ve aycık boyunca hoplaya hoplaya dolaşıp verilerini iletecek olan bir "hoplayıcı" idi.
Phobos 2'nin numaralan arasında başka deneyler de vardı. Bir iyon yayıncı ve bir lazer tabancası ile donablmıştı, küçük ayın üstüne bir ışın yollayacaklar, yüzeydeki tozu kaldı acaklar, ^- zey malzemesinin bir bölümiinü toz haline getirecekler ve uzay aracındaki ekipmanı sonuçta ortaya çıkan bulutu analiz ı L ^ek hale getireceklerdi. Bu noktada uzay aracı Phobos üstü...e elli metre kadar alçalacak ve kamerasıyla 15 santimetre kadar küçük cisimleri bile görüntüleyebilecekti.
Uçuşu planlayanlar bu kadar yakın planda ne keşfetmeyi bekliyorlardı acaba? Bu herhalde önemli bir görevdi çünki daha sonralan, uçuşların planlanması ve ekipman temini çalışmalarına dahil olan Ar'J'den kablan"bireysel bilimcilere", ABD-SSCB ilişkilerini geliş""rme çalışmaları çerçevesinde rolleri Amerikan hü- kfunetince resmen onaylanmış, tecrübeli Amerikalıların Mars araşbrmalarına dahil olduğu ortaya çıkb. Aynca, NASA sadece uydu iletişiminde değil Dünya Dışı Zeka Araştırma (SETi) programında da kullanılan radyo teleskoplarından oluşan Derin Uzay Şebekesini bu uçuşun emrine tahsis etmişti; Pasadena'daki JPL laboratuvarlarındaki bilimciler ise Phobos uzay aracını izlemeye ve onların veri yayınlamalarını izlemeye yardımcı oluyorlardı. Aynca projeye kablan İngiliz bilimcilerinin de aslında bu uçuş programı için İngiliz Ulusal Uzay Merkezi tarafından görevlendirildikleri ortaya çıkb.
Toulouse'daki Ulusal Uzay Ajansı'nm rehberliğinde Fransız kablımı ve Almanya'nın Max Planck Enstitüsünün verileri ve di-
ğer birçok Avrupa ülkesinin bilimsel kablımları da dikkate alındığında Phobos Misyonunun, modem bilimin Mars üstündeki perdeyi kaldırmak ve onu İnsanoğlunun Uzay yolculuğundaki rotanın bir parçası haline getirmek için ortaklaşa bir çabadan başka bir şey olmadığı görülebilir.
Ama Mars'taki birileri bu davetsiz misafiri hoş karşılamamış olabilir miydi?
Bu noktada, Phobos'un daha küçük ve pürüzsüz yüzeyli Deimos'a hiç benzemeyen bir şekilde ve bazı bilimcilerin onun geçmişte yapay olarak şekillendirildiğine inanmalarına yol açan garip yüzey şekillerine sahip olduğunu belirtmeye değer. Neredeyse düz ve birbirlerine paralel sürüp giden "yol izleri" (Şekil 100) vardır. Genişlikleri ise neredeyse tek tiptir; 250 ila 350 metre genişliğinde ve derinlikleri ise (Viking yörünge araçlarından öl- çülebildiği kadarıyla) 25 ila 30 metredir. Bu "çukurların" ya da izlerin akan sular ya da mzgâr tarahndan oluşturulduğu ^, bu ikisi Phobos üstünde hiç mevcut olmadığından reddedilmiştir. Bu izler, küçük ayın çapının üçte birinden fazlasını kaplayan ve kenarları mükemmel düzgünlükte olduğundan yapay gibi görünen bir kraterden çıkıyor ya da onun içine giriY.or gibidirler (bkz. Şekil 94).
Bu izler ya da çukurlar nedir, nasıl oluşmuşlardır, niçin yuvarlak kraterden dı^n doğru yayılırlar, krater küçük ayın iç tasımlarına doğru inmekte midir? Sovyet bilimciler genelde Pho- bos'ta bir şeylerin yapay olduğunu düşünmüşlerdi, çünki Mars çevresinde gezegene bu yakınlıkta çizdiği neredeyse mükemmel bir daire biçimindeki yörüngesiyle göksel hareket yasalarını hiçe saymaktadır: Phobos ve bir dereceye kadar Deimos da onları ya uzaya doğru itecek ya da uzun zaman önce Mars' a çarpmalarına neden olacak eliptik yörüngelere sahip olmalıydılar.
Phobos ve Deimos'un, Mars yörüngesine "birileri" tarafından yapay olarak yerleştirildiği iması, akıl almazdır. Ancak aslında, asteroitleri yakalamak ve onları Dünya yörüngesinde kalacak biçimde çekmek, 1984 yılında San Francisco'da düzenlenen 3. Yıllık Uzay Gelişim Konferansında sunulan plana göre teknolojik açıdan yapılabilir bir beceridir. Planı sunan araşhrmacılardan bi-
ri olan Colorado Maden Fakültesinden Richard Gertsch, uzayda "şaşırhcı çeşitlilikte malzemelerin var olduğunu", "asteroitlerin bilhassa kromiyum, germanyum ve galyum gibi stratejik mineraller açısından zengin" olduklarını belirtmişti. Bir başka sunumcu olan JPL'den Eleanor F. Helin ise "Erişilebilir ve yararlanılabilir asteroitleri tanımladığımıza inanıyorum." demişti.
Acaba başkaları, uzun zaman önce, modem bilimin gelecek için öngördüğü fikirleri ve planlan yürütmeye koymuş, yakalanmış iki asteroiti, yani Phobos ve Deirnos'u iç kısımlarını oyup yerleşmek üzere Mars çevresinde yörüngeye yerleştirmiş olabilir miydi?
1960'larda Phobos'un Mars çevresindeki yörüngesinde hızlandığı fark edildi; bu durum, Sovyet bilimcilerin Phobos'un her yutlanna göre çok daha hafif olduğunu önermelerine yol açh. Sovyet fizikçi 1. S. Şiklovski ise Phobos'un boş olduğu yolundaki şaşırhcı hipotezi önerdi.
Derk.:,\ diğer Sovyet yazarları Phobos'un Mars yörüngesine "binlerce } ıl önce soylan tükenmiş bir insanımsı ırk" tarafından yerleştirilen "yapay bir uydu" olduğu hakkında spekülasyon yaptılar. Başkaları ise içi boş bir uydu fikriyle alay ettiler ve Pho- bos'un hızlandığını çünki gittikçe Mars'a doğru sürüklendiğini önerdiler. Nature dergisindeki ayrıntılı rapor, artık Phobos'un sanıldığından daha az yoğun, dolayısıyla iç kısmının ya buzdan ya da boş olduğuna dair bulguları içermektedir.
Acaba Phobos içinde yaşayanları uzayın soğuğundan ve radyasyonundan korumak üzere bir sığınak yaratmak için, doğal bir krater ve iç kısımdaki faylar "birileri" tarafından genişletilmiş ve oyulmuş muydu? Sovyet raporları bu konuda spekülasyon yapmaz ama "izler'' hakkında söyledikleri pek aydınlabcıdır. Bunlara "oyuklar'' der ve yan kısımlarının aycığın yüzeyinden daha parlak bir malzemeden oluştuğunu bildirir ve gerçek bir ifşaat ise, büyük kraterin batısındaki bölgede "yeni oyukların ta- nımlanabilmesi"dir, yani Mariner 9 ve Viking araçları küçük ayın resimlerini çektiklerinde orada olmayan izler veya oyuklar.
Phobos üstünde rüzgar fırtınası, yağmur, akar su, volkanik faaliyet (doğal biçimli krater volkanik faaliyet sonucu değil, me-
teor darbeleriyle oluşmuştur) olmadığına göre, yeni oyulmuş izler nasıl ortaya çıkmışhr? 1970'lerden beri Phobos (ve dolayısıyla Mars) üstünde kimler vardı? Şimdi kimler var?
Eğer şimdi orada kimseler yoksa, 27 Mart 1989 vakası nasıl açıklanabilir?
Kadim bilgiye yetişen modem bilimin, insanlığı bir Dünyalar Savaşı vakasıyla burun buruna getirmiş olması olasılığı, neredeyse 5500 yıldır rafa kalkmış bir vakayı yeniden hahrlath.
Günümüzdeki duruma paralel olan olay, Babil Kulesi Olayı olarak bilinegelmiştir. Tekvin, Bap 11'de ve The Wars of Gods and Men adlı kitabımda ele aldığım, olayın daha eski ve daha·ayrınb- lı anlahrnlarını içeren Mezopotamya metinlerinde tarif edilmiştir. Ben bu olayı M.Ö. 3450 yılına yerleştirdim ve bunun, Marduk'un Enlil ve oğullarına karşı bir başkaldırı hareketi olarak Babil'de bir uzay üssü kurmaya ilk kez kalkışması olduğunu öne sürdüm.
Kutsal metinlerde, Marduk'un görevlendirdiği ha1k, Ba- bil'de "başı göklere erişecek bir kule" inşa ediyorlardı; üstüne bir Şem -bir uzay roketi- yerleştirilecek bir kule [büyük olasılıkla, Biblos'tan kalan bir madeni para üstünde resmedildiği şekildeydi (bkz. Şekil 101)). Ancak diğer ilahlar, insanoğlunun uzaya ya-
KOZMiK TOHUM
pacağı akından pek hoşnut değillerdi; böylece:
Ve Adem oğullannın yapmakta olduklan kuleyi ve şehri görmek için Rab indi.
Ve adlan belirtilmeyen meslektaşlanna şöyle dedi:
Yapmaya başladıklan şey budur, ve şimdi yapmaya niyet ettiklerinden hiçbir şey onlara men edilmeyecektir.
Gelin, inelim, ve birbirinin dilini anlamasınlar diye onların dilini orada kanşhralım.
Yaklaşık 5500 yıl sonra insanlar biraraya geldiler ve hepsinin "tek bir dili vardı"; Mars ve Phobos'a yapılacak uçuş için uluslararası bir işbirliği yaptılar.
Ve bir kez daha, birileri bundan hiç hoşlanmadı.
OLACAKLARI GİZLİCE BEKLERKEN
Bizler tek miyiz? Bizler yalnız mıyız?
1976'da yazdığım 12. Gezegen' deki ana sorular bunlardı ve bu kitap, Anunnakiler (Kitabı Mukaddes'deki Nefilimler) ve gezegenleri Nibiru'yla ilgili kadim kanıtlan sunmaktaydı.
1976'dan bu yana gerçekleşen ve önceki bölümlerde incelediğimiz bilimsel ilerlemeler, kadim bilgiyi desteklemek için bir hayli yol katettiler. Ama ya bu bilginin ilci temeli ve bu ana sorulara verilen kadim cevaplar? Modern bilim Güneş Sistemimizde bir gezegenin daha olduğunu doğruladı mı? Dünya dışında başka zeki varlıklar olduğunu buldu mu?
Hem başka bir gezegen, hem de başka varlıklar için sürüp giden bir arayışın olduğu kayıtlara geçmiş bir olgudur. Bu arayışın son yıllarda yoğunlaşmış olduğu ise halka açık belgelerden elde edilebilecek bir gerçektir. Ama artık halka açık olmasa da, sızıntıların, rivayetlerin ve inkarların sisleri aralandığında açA ^ çik belli olan şey, dünya liderlerinin bir süredir ilk önce Güneş Sistemimizde bir gezegenin daha olduğunun 'De ikincisi, yalnız olmadı8;ımızın farkında old":klandır. . . .. ..
DUNYA MESELELERiNDE GIITIKÇE DAHA BUYUK HIZLA MEYDANA GELEN İNANILMAZ DEGİŞİİ<LİKLERİ ANCAK BU BİLGİ AÇIKLAYABİLİR.
BU İKİ GERÇEGİN, BU DÜNYA GEZEGENİ ÜSTÜNDEKİ HALKIN ÜSTÜNE BOMBA GİBİ DÜŞECEGİ VE GELMESİ KESİN OLAN GÜN İÇİN YAPILAN GERÇEK HAZIRLIKLARI ANCAK BU BİLGİ AÇIKLAYABİLİR.
Birdenbire, dünya güçlerini yaklaşık yanın asırdır bölen ve ayıran şeyler artık önemsiz hale geliverdi. Tanklar, hava araçlan, ordular geri çekildi ve silahsızlandırıldı. Bir bölgesel çahşmanın
ardından diğeri beklenmedik biçimde çözümlendi. Avrupa'nın bölünmüşlüğünün simgesi olan Berlin Duvan yıkıldı. Bab'yı Do- ğu'dan askeri açıdan ayıran Demir Perde hem ideolojik hem de ekonomik açıdan çöktü. Tann tanımaz komünist imparatorluğun başındaki kişi Papa'yı ziyaret etti, konuştuklan odanın dekorasyonunun ana parçası bir UFO'nun Orta Çağlarda yapılmış resmiydi. 1989' da görevine bekle ve gör politikasıyla başlayan bir Amerikan başkanı olan George Bush, yılın sonunda tüm tedbiri elden bırakh ve Sovyet dengi olan Mikhail Gorbaçov'la tüm eski meseleleri ortadan kaldırmak konusunda ortaklaşa çalışmaya başladılar, ama niçin?
Birkaç yıl önce silahsızlanma konusunda herhangi bir ilerleme göstermesi kesinlikle Amerika Birleşik Devletleri'nin Stratejik Savunma Girişimi (SDI) -düşman füzeleri ve uzay araçlanna karşı uzayda savunma sağlayan sözüm ona Yıldız Savaşlan- programını bırakmasına bağlı olan Sovyet başkanı, aynı ABD başkanı- nın Amerikan askeri harcamalannda indirimlere gidildiği sıralarda kongreye bir sonraki mali yılda SOi/Yıldız Savaşlan programı için 4,5 milyar dolar daha eklenmesini istemesinden bir hafta sonra, birliklerin geri çekilmesini ve azaltılmasını daha önceden tahmin edilemeyen biçimde kabul etti. İngiltere ve Fransa, Almanya'nın birleşmesinin sürmesine izin vermeyi kabul ettiler. Kırk beş yıl boyunca bir daha birleşik bir Almanya'nın ortaya çıkmaması yemini Avrupa dengesinin temeli idi ve artık, birdenbire, önemsiz hale gelmişti.
Birdenbire, açıklanamaz biçimde, dünya liderlerinin gündeminde artık daha önemli, daha acil konular var gibi görünmekteydi. Ama neydi bunlar?
Cevaplar arayan kişi için ipuçlan tek bir yön göstermektedir: Uzay. Şüphesiz, Doğu Avrupa'daki kaynama uzun zamandır büyümekteydi. Şüphesiz, ekonomik başarısızlıklar, zamanı gelmiş de geçmiş reformlan gerekli kılıyordu. Ama şaşırbcı olan değişimin ortaya çıkıverişi değil, buna karşı Kremlin' de görülen direnç eksikliği idi. 1989 yılırun ortasından beri o güne dek ciddi biçimde savunulan ve kabaca bashrılan şeyler önemsiz hale gelmiş gibiydi ve 1989 yazından sonra, temkinli ve yavaş giden Ameri-
kan hükfuneti Sovyet liderliği ile işbirliğine hızla girişti ve bu gidiş, Başkan Bush ve Başkan Gorbaçov arasındaki bir zirve toplan- hsıyla sonuçlandı.
Mart 1989'daki Phobos 2 vakasına bir darbenin aracın kendi çevresinde dönmesine sebep olduğunun Haziran ayında kabul edilmesi sadece bir tesadüf müydü? Yoksa aynı Haziran ayında Bahlı izleyicilere Phobos 2'den alınan (son kare veya kareler dışında) ve Mars yüzeyindeki ısı yayan deseni ve hiçbir açıklaması olmayan "ince, eliptik gölgeyi" açıklayan muamma televizyon görüntülerinin gösterilmesi mi bir tesadüftü? ABD politikasındaki alelacele değişikliğin, Voyager 2'nin Ağustos 1989'da Neptün yakınlarından geçmesinden ve Neptün'ün ayı Triton (bkz. Şekil 3) üstünde, önceki yıllarda Mars ve Mart 1989'da Phobos üstünde fotoğraflanan izler kadar muammalı olan gizemli "çift izleri" gösteren resimler yollamasından sonra meydana gelmesi de zamanlamadaki bir tesadüf müdür?
1989 yılındaki Mart/Haziran/Ağustos uzay keşifleri dizisinden sonra dünya meseleleri ve uzayla ilgili faaliyetleri gözden geçirmek. bu keşiflerin etkisini anlatan faaliyet patlamaları ve r^ ta değişikliklerini gösteren bir deseni ortaya çıkarmaktadır.
Phobos 1 ile yaşanan talihsizliğin hemen ardından Phobos 2'nin kaybından sonra Bahlı uzmanlar SSCB'nin 1992'deki Mars uçuşunda ve 1994'te oraya yüzey arazi araçları indirme programında payına düşen görevleri sürdürme planından vazgeçeceğini tahmin ettiler. Ama Sovyet sözcüleri böylesi kuşkulan bir kenara ittiler ve uzay programlarında ''Mars'a öncelik verdiklerini" güçlü bir biçimde tekrarladılar. Mars'a gitmeye ve bunu Birleşik Devletler ile ortaklaşa yapmaya kararlıydılar.
Peki, ya Phobos 2 vakasından sonraki birkaç gün içinde Beyaz Saray'ın, NASA'nın 1994 yılına dek Dünya'dan havalanabi- len ve yörüngeye girip askeri uzay savunması için kendi kendini fırlatan uzay gemileri olacak iki X-30 hipersoni.k uçak geliştirip inşa edeceği, 3,3 milyar dolarlık programın Savunma Bakanlığınca iptal edilmesi kararını geriye almak için beklenmedik adımlar atması da tesadüf müydü? Bu, Başkan Bush'un, Ulusal Uzay Konseyinin (NSC) yeni atanmış başkanı olan başkan y^rdımcısı
Dan Quayle ile Nisan 1989'daki ilk NSC toplanhsında aldı.klan karardı. Haziran ayında NSC, NASA'ya Uzay İstasyonu hazırlıklarını hızlandırması talimahnı verdi; bu, 1990 mali yılında 13,3 milyar dolar fon aktanlan bir programdı. Temmuz 1989'da başkan yardımcısı kongreye ve uzay endüstrisine Ay'a ve Mars'a inanlı uçuşlarla ilgili ç^itli öneriler hakkında brifing verdi. B^ ^ çenek içinden "dtl<kati en çok toplayan, Mars'a bir atlama taşı olarak iş görecek bir ay üs ünün geliştirilmesi" olduğu açıkb. Bir hafta sonra, askeri bir füze ile fırlahlan araçların, SOi uzay savunma programının bir parçası olarak başanyla bir "nötr-parçacık ^rn" -bir "ölüm ^rn"- ateşlediği açtandı.
Dışandan bakan bir gözlemci bile Beyaz Saray'ın, bizzat Başkan'ın artık uzay programının, onun SOi ile bağlanhlarının ve hızlandınlmış takvimlerinin yönetiminin başına geçtiğini görebilirdi. Ve durum öyleydi ki, Sovyet lideri ile Malta'da alelacele yaphklan zirve toplanpsından sonra başkan Bush kongreye yıllık bütçesini sundu; ''Yıldız Savaşlan" için milyarlarca dolarlık arhş söz konusuydu. Medya, Mikhail Gorbaçov'un bu "tokata" nasıl tepki vereceğini merak ediyordu. Ama Moskova'dan eleştiri yerine daha da hızlandınlmış işbirliği geldi. Anlaşılan, Sovyet lideri SDI'nın ne olduğunu çok iyi biliyordu: Başkan Bush, ortak basın toplanhlarında, hem "savunmaya" hem de "caydırmaya" yönelik olan SDI'yı tarhşhklanru açıkladı: "füzeler kadar insanlan da ... geniş bir tarhşmaydı."
Bütçe teklifinde aynca NASA için yüzde 24 fon arhşı isteniyordu; bilhassa, artık o sıralarda Başkan'ın "astronotları Ay'a geri döndürmek ve en sonunda Mars'ın insanlarca keşfedilmesine" olan "taahhüaü" olarak bilinen şeyi yürütmek için. Bu taahhüdü başkan, hahrlanacak olursa, Temmuz 1989'da Ay'a ilk ayak basışın yirminci yılı nedeniyle yaphğı konuşmasında etmişti; zamanlaması bakımından kafa karışhncı bir taahhüt idi. Challenger mekiği ^ak 1 9^' da kara »eri yok olunca, tüm uray çalışmalanna ara verilmişti. Ama Temmuz 1989'da, Phobos 2'nin kaybından birkas ay sonra Amerika Birleşik Devletleri geriye çekilmek yerine Mars'a gitme kararlılığını yineliyordu. Zorlayıcı bir nedeni olmalıydı...
Önerilen bütçenin İnsan Keşif Girişimi kısmı alhnda bir idari memur, uzayla ilgili çabaların Beyaz Saray'ın Ulusal Uzay Konseyi tarafından hazırlanan bir programa uygun olarak geliştirilmesi gerektiğini söylemişti; bu programa yeni fırlatma tesislerinin geliştirilmesi, "insanlı ve insansız keşifler için yeni cephelerin açılması" ve "uzay programının ulusal askeri güvenliğe katkıda bulunmasının temin edilmesi" dahildi. Ay ve Mars'ın insanlar tarafından keşfi, tanımlanmış hedeflerdi.
Bu gelişmelere paralel olarak NASA hem yeryüzünde hem de yörüngede bulunan uzay teleskoptan şebekesini genişletiyordu ve uydulardan bazılarını gökleri tarayan cihazlarla donatmaktaydı. Radyo teleskoplarından oluşan Derin Uzay Şebekesi kullanılmayan tesislerin yeniden faaliyete geçirilmesi ve de güney semalarının gözlemlenmesinin alb çizilerek başka uluslarla yapılan düzenlemelerle genişletildi. ABD kongresi SETi programlan için istemiye istemiye fon aktarıyor, tahsis edilen fonlan her yıl biraz daha azalhyordu ve bu durum, bütçeden tamamen çıkarbldığı 1982 yılına dek sürdü. Ama -o esas yıl olan- 1983'te fonlar yine akmaya başladı. 1989'da NASA, dünya dışı varlıkların mevcudiyetine ikna olmuş eski bir mekik astronotu olan Utah senatörü John Gam'ın aktif desteği sayesinde "Dünya Dışı Zeka Arayışı" programı için fonlan ikiye ve üçe katladı. Önemli olan nokta, NASA'run peşinden koştuğu fonlar sadece (SETi programında daha önce yapıldığı gibi) uzak yıldızlardan veya galaksilerden gelen radyo sinyallerini değil, mikro dalga bandı ve Dünya ' üstündeki göklerdeki yayınımlan analiz etmek üzere yeni tarama ve arama aygıtları içindi. Açıklayıcı broşürÜnde NASA, "Gök Taraması" ile ilgili olarak eski yöneticilerinden Thomas O. Paine'den şu alınhyı yapmaktaydı:
Güneş Sistemindeki diğer dsimleri inceleyerek, başka yıldızların çevresinde dönen gezegenleri arayarak ve Galaksinin başka yerlerindeki zeki yaşam tarafından yayınlanan sinyalleri arayarak Dünya'nın ötesinde yaşamın var olmuş ya da var olduğunun kanıtlarını aramak için süregelen bir program.
Bu gelişmeler üzerine yorumda bulunan Washington'daki Amerikan Bilimcileri Federasyonu sözcüsü "Gelecek, gelmeye başladı." dedi. Ve The New York Times gazetesi 6 Şubat 1990'da kuvvetlendirilmiş SETI programlanyla ilgili haberini ''UZAYDA UZAYLI AVI: GELECEK NESİL" başlığı ile verdi. Küçük ama sembolik bir değişiklik vardı: Artık dünya dışı "zeka" değil, Uzaylılar aranıyordu.
Olacaklan gizlice beklerken yapılan bir araşhrma.
1989 şokuna, 1983'ün sonundaki belirgin bir değişik öncülük etmişti.
Geriye bakınca, süper güçlerin düşmanlık hislerindeki azalmanın uzayla ilgili gayretlerde işbirliği madalyonunun arka yüzü olduğu açık hale geliyor ve 1984'ten bu yana tüm zihinlerde hüküm süren tek ortaklaşa çaba ise ''Mars'a Gidiyoruz, Birlikte!" idi.
ABD'nin Phobos uçuşundaki katılınunı ve yahnmlarının kapsamını daha önce incelemiştik. Amerikan bilimcilerin bu uçuştaki rolleri bilinir hale gelince, "Sovyet-Amerikan ilişkilerindeki iyileşmeler nedeniyle resmen kabul gördüğü" açıklanrnışh. Aynca Amerikan savunma uzmanlarının, Sovyetlerin uzayda (Phobos'un yüzeyini bombardıman etmek üzere) güçlü bir lazer kullan^aya niyetli olmalarından kaygılandıklan, bunun Sovyet- lere kendi "Yıldız Savaşlan" olan uzay savunma programında bir avantaj »ğlayacağmdan korkt^dan da ortaya çıkh ama ^ yaz Saray, savunma uzmanlarının görüşünü kabul etmedi ve programa bhlacak bilimcilere onay verdi.
Böylesi bir işbirliği, daha önce yaşananlara göre bir hayli büyük bir değişiklikti. Geçmişte Sovyetler uzay sırlannı kıskançlıkla korumakla kalmamışlar, Amerikahlan geçmek için ellerinden gelen her çabayı göstennişlerdi. 1969'da Ay yanşında Ame- rikahlan geçmek için Luna 15'i fırlattılar ama başarısız oldular; 1971'de Mariner 9' dan sadece birkaç gün önce Mars yörüngesine araçlar yerleştirme niyetiyle Mars'a bir değil üç uzay aracı gönderdiler. İki süper güç bir detent ("") için mola verdiklerinde, (•) Ülkeler arasındaki gerginliğin yumuşaması.
1972'de bir uzayda işbirliği anlaşmasıru imzaladılar; bunun gt>z- le görülür tek sonucu 1975'teki Apollo-Soyuz bağlantısı idi. Bunu izleyen Polonya'daki Dayanışma hareketinin bastınlrnası ve Afganistan'ın işgali gibi olaylar soğuk savaş gerilimini yeniledi. 1982'de başkan Reagan, 1972 anlaşmasını yenilemeyi reddetti ve bunun yerine "Şeytani İmparatorluğa" karşı büyük bir yeniden silahlanma çabasına girişti.
Mart 1983'te başkan Reagan televizyonda ulusa seslenirken, Amerikan halkını, dünya uluslarını (ve sonradan açığa çıkb ki, kendi yönetiminde görev alan en tepedeki memurlan) Stratejik Savunma Girişimi (501) -füzelere ve uzay gemilerine karşı uzayda koruyucu bir kalkan oluşturma kavramı- ile şaşırth; bunun tek amacının Sovyetler Birliğine karşı askeri üstünlük elde etmek olduğunu varsaymak doğaldı. Sovyetlerin tepkisi de bu yöndeydi ve şiddetliydi. 1985'te Konstantin Çernenko'nun ardından Sov- yetlerin lideri olan Mikhail Gorbaçov, Doğu-Bab ilişkilerindeki herhangi bir iyileşmenin her şeyden önce SDl'nın terk edilmesine dayandığı yolundaki tuhımuna sıkı sıkıya bağlıydı. Ama artık iyice açık hale gelmiş olmalıdır ki, SDI'nın gerçek nedenleri Sovyet liderine bildirildiğinde yılın sonu gelmeden yepyeni bir halet yaşanmaya başladı. Zıtlığın yerini "Gelin konuşalım" tavrı aldı ve konuşulan konu da uzayda işbirliği ve daha da belirgin olarak, birlikte Mars'a gitmekti.
Sovyetlerin aniden "uzay programları hakkında takıntılı biçimde kehım olma huylannı bırakmasıru" gözlemleyen The Eco- nomist (15 Haziran 1985), son zamanlarda "dürüstçe ve hevesle planlanndan söz eden" Sovyet bilimcilerin dürüstlüğünün Batılı bilimcileri şaşkına çevirdiğini belirtmekteydi. Haftalık dergi, ana konunun Mars uçuşlan olduğunu işaret etmekteydi.
Bu belirgin değişiklik, 1983 ve 1984'ten beri uzayla ilgili gelişmelerde Sovyetler Birliğinin Amerika Birleşik Devletlerinin bir hayli önünde olduğu göz önüne alındığında daha da akıl karıştırmaktaydı. O zamana dek bir dizi Salyut uzay istasyonunu Dünya yörüngesine yerleştirmişler, bunlara rekor sürelerde uzayda kalmayı başaran kozmonotlan yerleştirmişler ve çeşitli hizmet ve destekleme uzay araçlan ile bu istasyonlan birbirleri-
ne bağlama alışbrmalan yapmışlardı. İki ulusal programı kıyaslayınca, bir ABD kongre inceleme raporunda da belirtildiği gibi, 1983'ün sonunda AmerikaWar kaplumbağa ve Sovyetler tavşan gibiydi. Yine de, 1984 yılının sonunda Halley kuyruklu yıldızı ile buluşmak üzere fırlatılan bir Sovyet uzay araa olan Vega'ya bir ABD cihazı yerleştirildiğinde bu yenilenen işbirliğinin ilk işareti verilmiş oldu.
SDI'ya rağmen, uzayda işbirliği yolundaki bu yeni tavnn yan resmi ya da resmi başka tezahürleri de vardı. Ocak 1985'te SDl'yı tarbşmak üzere Washington'da toplanan bilimciler ve savunma memurlan, toplanhya en üst düzeyli bir Sovyet uzay görevlisi (ve daha sonralan Gorbaçov'un baş danışmanı) olan Roald Sagdeyev'i davet ettiler. Aynı sırada ABD Devlet Bakanı George Shultz, Cenevre'de kendi Sovyet dengi ile görüşüyordu ve arhk geçersiz hale gelen ABD-SSCB uzay işbirliği anlaşmasını yenileme karan aldılar.
Temmuz 1985'te ABD'den ve Sovyetler Birliği'nden bilimciler, uzayla ilgili memurlar ve astronotlar, görünüşte 1975 yılındaki Apollo-Soyuz buluşmasını anmak üzere Washington'da toplandılar. Aslında bu, Mars'a yapılacak ortak uçuşu tarbşmak üzere düzenlenen bir seminerdi. Bir hafta sonra, Uluslararası Havaa- lık-Uzay Sistemleri Bilim Uygulama Grubunda aktif hale gelen eski astronot Brian T. O'Leary, Los Angeles'te düzenlenen Uzayda İlerleme Derneğinin bir toplanhsında insanoğlunun bir sonraki dev adımının Mars'ın aylanndan birinde atılması gerektiğini söyledi: "Bin yılın sonunu, Phobos ve Deimos'tan dönen insanlı bir uçuşla, hele bir de uluslararası bir uçuşla kutlamaktan daha iyisi ne olabilir?" Ve aynı yılın, yani 1985'in Ekim ayında birkaç kongre üyesi, hükfunet görevlisi ve eski astronot, ilk kez olmak üzere, Sovyetlerin uzay tesislerini görmek üzere Sovyet Bilimler Akademisi tarafından davet edildiler.
Tüm bunlar evrimsel bir sürecin, SSCB'de yeni bir liderin yeni politikalannın, Demir Perde'nin ardındaki değişen koşulların bir parçası mıydı? Gittikçe derinleşen huzursuzluklar, gittikçe büyüyen ekonomik zorluklar Sovyetlerin Bahlı yardıma ihti- yaanı mı arthrmışh? Şüphesiz. Ama bu durum Sovyet uzay
programının planlarını ve sırlan açık etmedeki aceleyi gerektirir miydi? Belki de başka bir neden, birdenbire büyük bir farklılık oluşturan önemli bir olay gündem değiştirmiş, yeni öncelikleri ortaya çıkarmış ve 2. Dünya Savaşı'ndaki ittifakın yeniden canlandırılmasını gerektirmişti. Ama durum böyleyse, şu anki müşterek düşman kimdi? ABD ve SSCB uzay programlarını kime karşı biraraya getiriyorlardı? Ve niçin öncelik, her iki ulus tarafından da Mars'a gitmeye verilmekteydi?
Şüphesiz, her iki ülkede de böylesi bir yakınlaşmaya itiraz edenler vardı. ABD'de birçok savunma subayı ve muhafazakar politikacılar Soğuk Savaş'ta, özellikle uzayda "gardın indirilmesine" karşıydılar. Geçmişte başkan Reagan da aynı fikirdeydi; beş yıl Oyunca "Şeytanî İmpratorluğun" lideriyle tanışmap ^- detmişti. Ama artık tanışmak ve baş başa görüşmek için zorlayıcı nedenler vardı. Kasım 1985'te Reagan ve Gorbaçov tanışb ve toplanbdan yeni bir işbirliği, güven ve anlayış çağını -duyuran dost müttefikler olarak çıkblar.
Reagan'a bu u-dönüşünü nasıl açıklayabileceği soruldu. Cevabı, ortak nedenin uzay olduğunu söylemek oldu. Daha doğrusu, uzaydan Dünya üstündeki tim uluslara doğru gelen bir tehlike.
Halka bu konuda daha ayrıntılı açıklama yapma fırsahru ilk yakaladığında, başkan Reagan 4 Aralık 1985'te Fallston, Mary- land'te yaphğı konuşmada şunları söyledi:
Bildiğiniz gibi, Nancy ve ben Cenevre'den iki hafta kadar önce döndük, orada Sovyetler Birliği'nin genel sekreteri Gorbaçov ile birkaç uzun toplanb yapbm.
Beş saati baş başa görüşmeyle geçen on beş saatten fazla süreyle kendisiyle konuştum. Onun kararlı ama dinlemeye istekli bir adam olduğunu gördüm. Ve ona Amerika'nın uzay için duyduğu derin tutkuyu, Sovyetler Birliğini tehdit etmediğimizi ve ülkelerimizin her ikisinin de aynı şeyi istediğine inandığımı anlathm; kendileri ve çocukları için daha güvenli ve daha iyi bir gelecek...
Bir durup da dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım, he-
pimizin de Tanrı'nın evlatları olduğumuzu düşünürseniz, -Genel Sekreter Gorbaçov'la yaphğımız özel görüşmenin bir noktasında- şunları söylememezlik edemedim.
"Eğer birdenbire, evrenimizde bir başka gezegenden bir başka türün bu dünyaya yönelttiği bir tehdit olsa idi, bu görüşmeler onun ve benim için ne kadar kolaylaşmış olurdu. Ülkelerimiz arasındaki tüm küçük bölgesel farklılıkları unutur ve bir kez daha ve kesinkes bu dünya üstündeki insan varlıklarının hep birlikte olduğunu görürdük."
Aynca bay Gorbaçov'a ulusumuzun Stratejik Savunma Girişi.mi konusundaki kararlılığını da vurguladım; bizi balistik füzelere karşı koruyacak nükleer olmayan, yüksek teknoloji ürünü bir kalkan geliştirme yolundaki araştırmalarımızı ve bu konudaki kararlılığımızı vurguladım, ona SDI'run korku değil bir umut nedeni olduğunu söyledim.
Bu ibare önemsiz bir aynnh mıydı yoksa ABD başkanının Sovyet lideri ile baş başa yaphğı görüşmede ''başka bir gezegendeki başka bir türden bu dünyaya yönelik tehdidi" iki ulusu bi- raraya getirmek ve Sovyetlerin SDl'ya muhalefetini durdurmak nedeni olarak ortaya koyduğunu kasıtlı bir biçimde açıklaması mıydı?
Geriye bakınca, "tehdit" ve buna karşı uzayda savunmaya duyulan ihtiyacın Amerikan başkanının zihnini uzun zamandır meşgul ettiği açıkb. 197^1982 arasında NASA/Caltech JPL Müdürü [ve Cari Sagan ile birlikte The Plenatary Society (Gezegenler Derneği) kurucusu] Bruce Murray fourney Into Space (Uzaya Yolculuk) adlı kitabında, Mart 1986'da alh kişiden oluşan uzay bilimcileri grubunun başkana Voyager'ın Uranüs'teki keşifleri hakkında brifing verdiği günü anlatır. Başkan, "Beyler, siz uzayda çok şeyi incelediniz, peki orada başka insanların olabileceğini gösteren kanıtlar buldunuz mu?" diye sorar. Gruptakiler olumsuz cevap verdiklerinde ise "zaman ilerledikçe daha çok heyecan yaşayacaklarını" umduğunu söyleyerek toplanhya son verir.
Bunlar, yaşlı bir liderin, gençler ve arhk Sovyet imparatorluğunu yöneten "kararlı adam" tarafından bir gülümsemeyle ge-
çiştirilen derin düşünceleri miydi? Yoksa Reagan, beş saatlik baş başa görüşmeleri sırasında Gorbaçov'u uzaydan gelecek uzaylı tehdidinin şaka olmadığına ikna mı etmişti?
Bildiğimiz şey, Gorbaçov'un 16 Şubat 1987'de Moskova'daki Büyük Kremlin Sarayında uluslararası "İnanlığın ^ta" f^ rumunda verdiği söylevde başkan Reagan'la yaphğı görüşmeyi anarken, Amerikan başkanının kullandıklanna neredeyse eş olan kelimeler kullandığıdır. Söylevinin en başında ''Dünyanın kaderi ve insanlığın geleceği, insanoğlu gelecek hakkında düşünmeye başladığından bu yana en iyi zihinleri meşgul etmiştir." demişti. "Nispeten yakın bir zamana dek bunlar ve ilgili düşünceler hayal gücünün egzersizleri olarak, filozofların, bilginlerin ve ilahiyatçıların öte dünyayla ilgili arayışları olarak görülegelmiştir. Ancak son birkaç on yıl içinde, bu sorunlar bir hayli pratik bir düzleme taşınmış durumdadır." Nükleer silahlar ve "insan uygarlığının" müşterek çıkarlarına dikkati çektikten sonra, şöyle devam eder:
Cenevre'deki görüşmemizde ABD başkanı eğer dünya, dünya dışı varlıklarca istila ile karşı karşıya kalırsa, Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği'nin böylesi bir istilayı savuşturmak üzere güçlerini birleştireceğini söyledi.
Hipotezi tartışmayacağım ancak böyle bir istila hakkında endişelenmek için henüz erken olduğunu düşünüyorum.
"Hipotezi tarhşmamak" sözlerini seçen Sovyet lideri, bu tehdidi, başkan Reagan'ın daha yumuşak olan konuşmasına kıyasla daha kesin terimlerle tanımlıyor gibiydi: "Uzayhların istila- sı"ndan söz etmiş ve başkan Reagan'ın Cenevre'deki özel görüşmede birleşmiş bir insanlığın faydalan hakkında sadece felsefi konuşmalar yapmadığını, "Birleşik Devletler ve Sovyetler Birli- ği'nin böylesi bir istilayı savuştunnak üzere güçlerini birleştirmelerini" önerdiğini açıklıyordu.
Bu potansiyel tehdidin ve "süçleri birleştirme" ihtiyacının uluslararası bir forumda doğrulanmasından da önemli olan şey, bunun zamanlamasıydı. Sadece bir yıl önce, 28 Ocak 1986'da
uzay mekiği Challenger fırlatılmasından kısa s1:lı"e sonra patladığında ve içindeki yedi astronot öldüğünde, Amerika'run uzay programı da yere çakılmışh ve Birleşik Devletler ciddi bir gerileme yaşamaktaydı. öte yandan 20 Şubat 1986'da Sovyetler Birliği, daha önceki Salyut dizisinden nispeten daha ileri bir model olan yeni Mir uzay istasyonunu fırlatmışh. İlerleyen aylarda, durumdan avantaj sağlamak ve ABD ile uzayda işbirliğinden bağımsızlığını ilan etmek yerine Sovyetler işbirliğini artırdılar; ahlan adımlar arasında ABD televizyon kanallarının o zamana dek çok gizli olan Baykonur uzay limanından bir sonraki fırlahlışı izlemeleri için davet edilmeleri de vardı. 4 Mart'ta bilimsel sondalanru atmak için Venüs yanından geçen Sovyet uzay aracı Vega 1, Hal- ley kuyruklu yıldızı ile buluşmasını gerçekleştirdi: Avrupahlar ve Japonlar da oradaydı ama ABD değildi. Yine de 1985 yılında SDI'yı tartışmak üzere Washington'a davet edilen Uzay Araşhr- ma Enstitüsü müdürü Roald Sagdeyev aracılığı ile Sovyetler Birliği Mars' a gidişin ABD ile ortak bir girişim olmasında ısrar etti.
Challenger felaketinin kasveti ortasında Mars'la ilgili olanla- nn dışında tüm uzay programı askıya alınmışh. Ay ve Mars yolunda kalmak üzere NASA, bunların planlarını ve olabilirli.kleri- ni yeniden değerlendirmek üzere astronot Dr. Sally K. Ride'ın başkanlığında bir grup görevlendirdi. Panel, ''Dünya yörüngesinin ötesindeki, Ay'ın tepelerinden Mars'ın düzlüklerine uzanan insan yerleşimi" için astronotlan ve kargolan taşımak üzere göksel feribotların ve aktarma gemilerinin geliştirilmesini kuvvetle önermekteydi.
Kongre oturumlannın da apaçık ortaya koyduğu kanıtlarla, Mars'a gitme hevesi ABD-Sovyet çabalannı birleştirmeyi ve uzay programlan arasında işbirliğini gerekli kılıyordu. Ama ABD'de- ki herkes bunun arkasında değildi. Özellikle savunma planlama- cılan insanlı mekik programındaki gerilemenin, daha güçlü insansız roketlere daha büyük bağımhlık anlamına geldiğini düşünmekteydi; halkın ve kongrenin desteğini kazanmak için Hava Kuvvetlerinin yeni itme roketlerinin "Yıldız Savaşlan" savunmasında kullanılacağına dair verileri açıklıyorlardı.
Tüm itirazlan aşan Amerika Birleşik Devletleri ve SSCB, Ni-
san 1987'de uzayda işbirliği için yeni bir anlaşma imzaladılar. Anlaşmanın imzalanmasının ardından, Beyaz Saray NASA'ya Mars Observer adlı uzay aracı üstünde çalışmayı derhal askıya alması talimatını verdi; o andan itibaren Phobos uçuşunu desteklemek üzere Sovyetler Birliği ile ortak çaba harcanacakh.
Birleşmiş Devletler'de Sovyetler Birliği ile uzay sırlarını paylaşmaya karşı itirazlar devam etmekteydi ve bazı uzmanlar Sovyetlerin, Birleşik Devletleri kendi Mars uçuşlarına kahlmaya tekrar tekrar davet edişini Bah teknolojisine erişme girişimleri olarak görmekteydi. Şüphesiz, böylesi itirazlar nedeniyle başkan Reagan bir kez daha halka konuşurken dünya dışı tehditten söz etti; 21 Eylül 1987'de Birleşmiş Milletler Genel Meclisine seslenmekteydi. Kılıçlan sahanlara döndürme ihtiyacından söz ederken, şöyle dedi:
Şu anki zıtlıklara takıntımız nedeniyle, sıklıkla insanlığın tüm üyelerini ne kadar çok şeyin birleştirdiğini unutuveriyoruz. Belki de bu ortak bağı kabullenmemiz için bir dış, evrensel tehdide ihtiyacımız var.
Arada bir, eğer bu dünyanın dışından bir uzaylı tehdidi ile karşı karşıya olsaydık, farklılıklarımız ne kadar çabuk ortadan kalkardı, diye düşünüyorum.
O sıralarda The New Republic'te editörülük yapan Fred Bar- nes'ın da belirttiği gibi, başkan Reagan 5 Eylül'de düzenlenen bir Beyaz Saray yemeğinde Sovyet dış işleri bakanına, dış uzaydan bir tehdit gelse Sovyetler Birliği gerçekten de Birleşik Devletler'le güçlerini birleştirir mi, diye sormuş ve Şevardnadze "Evet, kesinlikle." diye cevaplamışh.
Aralık 1987'deki ikinci Reagan-Gorbaçov zirve toplanhsına yol açan bir sonraki üç ay içinde Kremlin'de ne tarhşmalann meydana geldiğini insan ancak tahmin edebiliyor; Washing- ton'daki çahşan görüşler ise halk tarafından açıkça bilinmekteydi. Sovyetlerin amaçlarını sorgulayan ve de bilimsel teknolojiyi paylaşma ile askeri sırlan paylaşma arasına kesin bir çizgi çekmeyi zor bulanlar vardı. Ve Temsilciler Meclisinin Bilim, Uzay ve
Teknoloji Komitesinin başkanı temsilci Robert A. Roe gibi, Mars'ı keşfetmeye yönelik ortak çabanın uluslararası ilgiyi "Yıldız Sa- vaşları"ndan "Uzay Yolu"na doğru değiştireceğine inananlar vardı. O ve diğerleri başkan Reagan'ı, yaklaşmakta olan zirve toplantısında Mars'a birlikte gitme rotasında kalması için cesaretlendirdiler. Aslında, Amerikan başkanı beş NASA delegesini Mars projelerini Ruslarla tartışmak üzere görevlendirmişti.
Ancak Aralık 1987 zirvesinden sonra bile Washington'daki tartışma dinmemişti. Amerikan Savunma Bakanı Casper Wein- berger'ın da Sovyetler Birliği'ni "Yıldız Savaşları" türü bir uydu- öldürücü sistem geliştirmekle ve yörüngedeki Mir uzay istasyonundan lazer silahı denemeleri yürütmekle suçlayanlar arasında olduğu bildirildi. Böylece, başkan Reagan bir kez daha bu gizli tehdit konusunu açtı. Mayıs 1988'de Chicago'da Ulusal Strateji Forum'undaki üyelere seslenirken, şöyle diyordu:
Başka bir gezegenden -dış uzaydan- gelen bir dış güç tarafından tehdit edildiğimizi keşfetsek, acaba dünyadaki bizle- re ne olurdu, çok merak ediyorum.
Artık bu, "dış uzaydan" gelen belirsiz bir tehdit değil, "başka bir gezegenden" gelen bir tehdit idi.
O ayın sonunda iki süper gücün liderleri Moskova'daki üçüncü zirvede toplandılar ve Mars'a ortak uçuş konusunda karara vardılar.
İki ay sonra Phobos uzay aracı fırlahldı. Ol^ olmuştu: ^- ya'run iki süper gücü, ''başka bir gezegenden -dış uzaydan- gelen bir dış gücü" incelemek üzere meydan okuyucularını fırlatmışlardı.
Olacakları gizlice beklediler. Sonuçta Phobos 2 vakası meydana geldi.
1983'te süper güçler arasındaki ilişkilere bu devasa değişikliği getiren ve liderlerin ''başka bir gezegenden" gelen "tehdit"e odaklanmasına neden olan olaylar nelerdi?
Şubat 1987 tarihli söylevinde böyle bir tehdidi ortaya atan
ve bunu tartışmamayı seçen Sovyet liderinin dinleyicilerini ''böyle bir istila hakkında endişelenmek için henüz erken" olduğu yolunda temin etmesi dikkate değer.
Phobos 2 vakasına kadar ve kesinlikle, 1983 yılı sona ermeden önce, ''Dünya Dışı Varlıklar'' meselesi, paralel ama ayrı ilci biçimde görülmekteydi. Bir yanda, sadece manhk ve olasılık hesabı kullanarak "oralarda" bir ''Dünya Dışı Zeka" olması gerektiğini varsayan kişiler vardı. Bu teorisyenler arasında bilinen for- mill, Sanla Cruz'daki California Üniversitesinde çalışan ve View Dağı, California' daki SETi (Dünya Dışı Zeka Araştırma programı) müdürü olan Frank O. Drake tarafından geliştirilmişti. Bu formill, kendi galaksimiz olan Samanyolu'nda 10.00 ile 100.00 ileri uygarlık olması gerekir çıkanmına yol açar. SETi projeleri yıldızların, galaksilerin ve diğer göksel fenomenlerin doğal yayınımlarının kakofonisi (•) arasından yapaylığı işaret edecek tutarlı veya tekrarlanan sinyalleri tefrik etme girişimiyle uzak uzaydan gelen radyo sinyallerini dinleyen çeşitli radyo teleskoplan kullanmaktaydı. Böylesi "zeki" sinyallerle birkaç kez karşılaşıl- mışb 'ama bilimciler daha fazlasını saptayamadı ya da yakalaya- madılar.
SETi araşbrması, şu ana dek bir sonuç vermemesinin yanı sıra, ilci soru doğurmaktadır. Birincisi (Kongrenin 1983'te tamamen kesene dek her yıl bütçeden aynlan fonlan azaltmasının ana nedeni de buydu), bize erişmesi ışık yıllan (ışık saniyede 300.00 km yol alır) alabilecek ve cevaplaması da bir o kadar sürecek zeki bir sinyali keşfetmeye çabalamanın bir anlamı var mı? İkincisi ise (bu da benim sorum): İleri uygarlıkların iletişim için radyo kullanmalanru beklemek niye? Arayışa yüzyıllar önce başlasay- dık, bir dağ başından diğerine yollanan işaret ateşleri kullanmalarını mı bekleyecektik? Ya elektrikten elektromanyetizme ve fi- beroptiklere, lazer pulsarlardan proton ışınlarına ve kristal osila- törlere ve daha keşfedilecek yeni metotlara dek Dünya'run yaşadığı tüm bu ilerlemeler?
Beklenmedik ama belki de kaçınılmaz biçimde SETi araşhr-
(•) Kakofoni: Kimi sözlerde, söz öbeklerinde, çıkaklan yakın seslerin art arda gelmesi sonucu söyleyişin güçlüğe uğraması, kulağı rahatsız etmesi; kakışma. (Ç.N.)
ması, Dünya üstünde yaşamın kökenini araşhran bilimciler tarafından Dünya'nın daha yakınlarına (ve sadece dünya dışı "zekalara" değil, "varlıklara" da) yoğunlaşmaya zorlandı. İki grup, Temmuz 1980'de Massachusetts Teknoloji Enstitüsünden Philip Morrison'un girişimiyle Boston Üniversitesinde toplandı. Pans- permia (maksatlı tohumlama) teorilerinin tartışılmasından sonra, Los Alamos Ulusal Laboratuvarından fizikçi Erle M. Jones, "eğer dünya dışı varlıklar mevcut iseler, çoktan galaksiyi kolonize etmiş ve Dünya'ya varmış olmalıydılar görüşünü destekledi". Dünya'da yaşamın kökenini arama ile dünya dışı varlıkları aramanın kenetlenmesi, 1986'da Berkeley'de düzenlenen uluslararası Dünya'da Yaşam konferansında daha belirgin hale geldi. ''Dünya dışı zekanın işaretleri avı", Erik Eckholın'ün The New York Times'taki haberinde belirttiği gibi yaşamın kökenini arayanlar için "Birçoklarına göre araşhrma gayretlerinin en üst düzeyidir." Kimyacılar ve biyologlar Dünya'daki yaşamın gizeminin cevaplarını arbk Mars'ın ve Satüm'ün ayı Titan'ın keşfinde arıyorlardı.
Mars toprağının testleri oradaki yaşamla ilgili olarak sonuçsuz kalırken, NASA ve diğer hassas örgütlerin Mars üstündeki tüm o muammalı yüzey şekillerinin (resmi olarak "spekülasyonları" yalanlasalar bile) ne anlama geldiğini merak etmediklerini varsaymak safdillik olur. Daha 1968'da ABD Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA), UFO fenomeni ile ilgili bir çalışmada "teknolojik bakımdan ileri bir dünya dışı toplum ile Dünya'daki daha önemsiz toplum arasındaki bir çatışmanın" sonuçlarını analiz ebniştir. Herhalde, birilerinin böyle bir dünya dışı toplumun ana gezegeni ile ilgili bir teorisi de olmalıdır.
Mars mıydı? Bu (inanılmaz olsa da) tek makul cevap olabilirdi, ta ki Dünya Dışı Varlıklar meselesi ile bir başka -Güneş Sistemimizde bir gezegen daha arayan- araşbrma kolu birleşene dek.
Uzun zamandır Uranüs ve Neptün'ün yörüngelerindeki düzensizliklerden dolayı şaşıran gökbilimciler, Güneş'ten bir hayli uzakta bir gezegenin daha mevcut olması olasılığını düşünmektedirler. Buna Gezegen X dediler; hem ''bilinmeyen" ·hem de
"onuncu" anlamına geliyor. 12. Gezegen'de Gezegen X ve Nibi- ru'nun bir ve aynı oldukları açıklanmışh çünki Sümerliler Güneş Sisteminin on iki üyesi olduğunu düşünmekteydiler: Güneş, Ay, bildiğimiz dokuz gezegen ve on ikinci üye haline gelen üye, İstilacı, Nibiru/Marduk.
Aslında, Uranüs'ün keşfinin Neptün'ün keşfine ve onun da (1930'da) Plüton'un keşfine yol açmasının nedeni yörüngelerindeki düzensizliklerdi. 1972'de Halley kuyruklu yıldızının tahmin edilen rotası üstünde çalışan California'daki Lawrence Livermo- re Laboratuvarından Joseph L. Brady, Halley'in yörüngesinde de düzensizlik olduğunu gördü. Hesaplamaları, 64 AB uzaklıkta ve 1800 Dünya yılı süren yörüngeye sahip bir Gezegen X'in varlığını önermesine yol açh. O ve Gezegen X'i arayan diğerleri, bunun diğer gezegenler gibi Güneş çevresinde döndüğünü varsaydıklarından dolayı, gezegenin uzaklığını büyük ekseninin yarısından ' (Şekil 102, "a" mesafesi) hesaplamaktaydılar. Ama Sümerlilerin sağladığı kanıtlara göre Nibiru Güneş çevresinde bir kuyruklu yıldız gibi, Güneş'i en uçtaki odağına alarak dönmektedir, böyle-
\ 1 O. Gezegenin Yörüngesi mi?
Şekil 102
ce Güneş'ten uzaklığı büyük eksenin yansı değil, neredeyse ta- marn olmalıdır (Şekil 102, 'V meafKİ). Nibim'nun geri dönüş yolunu yarılamış olması, Brady'nin hesapladığı 1800 yıllık yörüngenin, Sümerlilerin Nibiru için kayıt düştüğü 360 Dünya yıllık yörüngenin tam yansına denk gelmesini açıklayabilir mi?
Brady tarafından vanlan ve Sümer verileriyle belirgin bi:- çimde uyumlu olan başka çıkanmlar da vardır: Gezegenin yörüngesinin geriye doğru olması, bu yörüngenin (Plüton dışında) diğer gezegenlerle aynı düzlemde (ekliptik) olmayıp, bu düzleme eğimli.olması.
Gökbilimciler bir süre Plüton'un Uranüs ve Neptün'ün yörüngelerindeki düzensizliklerin nedeni olabileceğini düşünmüşlerdi. Ama Haziran 1978'de Washington'daki ABD Donanma Gözlemevinden James W. Christie, Plüton'un bir ayı olduğunu (buna Charon adını verdi) ve Plüton'un sanıldığından çok daha küçük olduğunu keşfetti. Bu durum, düzensizliklere Plüton'un sebep olabileceği olasılığını dışlıyordu. Dahası, Charon'un Plüton çevresindeki yörüngesi, Plüton'un da bpkı Uranüs gibi yana yatık olduğunu açığa çıkarmışh. Bu ve garip yörüngesi; Uranüs'ü yana yatıran, Plüton'u da yerinden ederek yana yatırıp Triton'un (Neptün'ün bir ayıdır) geriye doğru yörüngede olmasına neden olan şeyin tek bir dış güç -bir İstilacı- olduğu yolundaki kuşkulan güçlendirdi.
Christie'nin ABD Donanma Gözlemevinde çalışan ve bu bulgularla meraklan artan meslektaştan Robert S. Harrington (Charon'un tanımlanmasında Christie ile birlikte çalışmışb) ve Thomas C. Van Aandem bir dm bilgisayar hoplamasının ^ nunda bir İstilacı'nın, yani Dünya'nın iki ila beş kah büyüklükte, eğimli bir yörüngeye sahip, yan ekseni "100 AB' den az" (Icarus, cilt 39, 1979) olan bir gezegen olrri.ası gerektiği sonucuna vardılar. Bu, kadim bilginin modem bilim tarafından doğrulanmasındaki bir başka adımdı: Tüm bu garipliklere yol açan bir İstilacı düşüncesi, Sümerlilerin Nibiru hikayesine uymaktaydı; ve 100 AB uzaklık, eğer Güneş'in odaksal konumu yüzünden. ikiye katlanırsa, Gezegen X'i, Sümerlilerin onun bulunduğu yer olarak gösterdiği yere koyuyordu.
198l'de Pioneer 10 ve Pione ll'den ve Jüpiter ve Satürn' deki iki Voyager aracından alınan verilerle Van Flandem ve ABD Donanma Gözlemevindeki dört meslektaşı, bu gezegenlerin ve diğer dış gezegenlerin yörüngelerini incelediler. Amerikan Gökbilim Derneğinde yaphğı bir konuşmada Van Flandem, karmaşık kütle çekimi denklemlerine dayanan yeni kanıtlan sundu: En azından bin yıl k bir yörüngesel döngüye sahip, Plüton'dan en azından 2,5 milyar kilometre uzaklıkta Güneş çevresinde dönen ve Dünya'nın en azından iki katı büyüklükte bir cisim. 16 Ocak 1981 tarihli The Detroit News gazetesi bu haberi birinci sayfaya koydu ve 12. Gezegen'den alınan Sümerlilerin Güneş Sistemini betimleyen bir resmi ve kitabın ana tezinin bir özetini de ekledi (Şekil 103).
Artık Gezegen X arayışına, o sıralarda Pioneer araçlanrun göksel mekaniği konusunda deneyler yapan JPL' den John D. An- derson'un başkanlığında NASA da kahldı. 17 Haziran 1982'de Ames Araşhrma Merkezinden yapılan "Pioneerlar Onuncu Gezegeni Bulabilir" başlıklı açıklamada NASA bu iki uzay aracının Gezegen X'in aranmasında görevlendirildiğini açıklıyordu. ''Uranüs ve Neptün'ün yörüngelerindeki ısrarlı düzensizlikler, bir tür gizemli cismin oralarda bir yerde, en dış gezegenlerin de ötesinde olduğunu kuvvetle önermektedir." diyordu NASA bildirisi. Pioneer araçlan birbirlerine ters yönde yol almakta olduklann- dan, bu cismin ne kadar uzakta olduğunu belirleyebileceklerdi: Eğer birinden biri güçlü bir çekilme hissederse, gizemli cisim yakın demektir ve bir gezegen olmalıdır; eğer her ikisi de aynı çekilmeyi hisserse, bu cisim 80 ila 160 milyar kilometre uzakta olmalıdır ve bir ''kara yıldız" veya ''kahverengi cüce" olabilir ama Güneş Sisteminin bir üyesi olamaz.
O yılın, yani 1982'nin Eylül ayında, ABD Donanma Gözlemevi Gezegen X arayışını "ciddi biçimde sürdürdüğünü" doğruladı. Dr. Harrington, ekibinin ''kendilerini gökyüzünün çok dar bir kesimi ile sınırladıklarını" açıkladı ve gezegenin "bildiğimiz herhangi bir gezegenden çok daha yavaş yol aldığı" sonucuna vardıklarını ekledi.
(Herhalde söylemeye gerek yok ama yukanda adı geçen
Friday — |
. The Detroit News ””*
ısı
Şekil 103
tüm gökbilimciler benden uzun birer mektup ve ekinde de 12. Gezegen'in birer kopyasmı aldılar; yazdıklan cevaplar da bir o kadar uzun, aynntılı ve zarifti.)
Gezegen X'i arayışın, esasen ABD Donanma Gözlemevini içeren akademik bir arayıştan çıkıp NASA tarafından gözlemlenen bir arayışa dönüşmesi; arama için insanlı uzay araçlannın kullanılmasındaki yoğunlaşmayla denk düşer. ABD uzay mekik-
lerinin çeşitli gizli görevlerde, uzak gökleri tarayan yeni telesko- bik aygıtlan kullandıklan ve Salyut uzay istasyonundaki Sovyet kozmonotlann da gezegenle ilgili gizli arayışlara giriştikleri artık bilinmektedir.
Göklerdeki sayısız ışık noktası arasında, gezegenler (tabi kuyruklu yıldızlar ve asteroitler de) hareket ettikleri için sabit yıldızlardan ve galaksilerden ayırt edilirler. Kul anılan teknik, g^ ğün aynı kısmının birkaç fotoğrafını çekmek ve sonra da kıyaslama yapan bir izleme aygıhnda bunlan "art arda izleyip kıyaslamak" hr; eğitimli bir göz, bazı ışık noktacıklannın hareket edip etmediğini fark eder. Bu metodun, eğer bu kadar uzakta ise ve bu kadar yavaş ilerliyor ise Gezegen X için işlemeyeceği açıkhr.
Pioneer uzay aracının Gezegen X'in aranmasındaki rolü Haziran 1982'de açıklandığında bile, Planetary Society için hazırladığı bir incelemede John Anderson, Pioneer uzay aracının sağlayabileceği cevaplara ek olarak, bu bilinmeyen gezegen muammasının "Kızıl ôtesi Gökbilim Uydusunun (IRAS) tüın gökleri taramasıyla" ve "güneş sistemine yakın çevrenin kızıl ötesi araşbnlma- sı" yoluyla çözülebileceğini bildirdi. IRAS'ın "yıldızlaşmamış cisimlerin iç kısımlannda kalan ısıya karşı duyarlı olacağını" açıklıyordu; yani kızıl ötesi radyasyon biçiminde yavaş yavaş uzaya yayılan ısıya karşı.
Bu ısıya duyarlı uydu, kısaca IRAS, Ocak 1983'te ABD-İngi- liz-Hollanda ortak girişimi olarak Dünya'nın 90 kilometre yukarısında yörüngeye girecek biçimde fırlatılıruşh. Jüpiter boyutla- nnda bir gezegeni 277 AB uzaklıkta algılayabilmesi beklenmekteydi. Kendisini soğutan sıvı helyum tükenmeden önce 250.00 gök cismini gözlemledi: galaksiler, yıldızlar, yıldızlar arası toz bulutlan, kozmik toz, asteroitler, kuyruklu yıldızlar ve gezegenler. Onuncu gezegeni aramak, onun açıklanan hedefleri arasındaydı. Uydu hakkında haber yapan 30 Ocak 1983 tarihli The New York Times gazetesi "Gezegen X Arayışında İpuçlan Isınıyor" başlığını kullanmışb. Ames Araşhna Merkezinden Ray T. Rey- nolds ise "Gökbilimciler onuncu gezegenden öylesine eminler ki, adını koymaktan başka yapılacak bir şey kalmadığına inanıyorlar." diyordu.
IRAS, onunra gezegeni bulmuş muydu?
Uzmanlar IRAS'ın on ayl^ çalışma süreince yolladığı ^.^ gör^tünün arasından a^n yaparak bralan "art arda izleyip kıyaslama" metfuna tabi tutmanın y^ar süreceğini kabul etmelerine rağmen, bu »raya verilen remî cevap "hayır" idi: Onunra gezegen bulunmamıştı.
Ama, kibarca Eylersek, doğru cevap bu değildi.
Göky^ün^ aynı tasmım en azmdan iki kez tarayan IRAS, görantüleri "art arda izleyip kıyaslamayı" mümkün kılıştı ve verilen izlenimin ahine, hareket eden cisimler gözlemlenmişti. Buhara önceden bilmeyen beş kuyraklu yılda, gökbilimcilerin "kaybettiği" birkaç kuyraklu ^da, dört yem asteroit ve bir "kuyrnklu yıldızı andıran muamma bir cisim" daMldi.
Yoka bu Gezegen X miydi?
Remî ağızlara m^rlanna rağmen, yıl sonunda bk açıklama dı^rı sızdı. Bu sızıntı, IRAS bilimcilerinin, Washington Post'ra bilim muhabiri Thorns O'Toole ile yaptığı özel görüşmenin »nura biçiminde oldu. Genelde göraezden gelmen ve belki de örtülen M^ye, birkaç günlük gazete tarardan "Dev Cisim GökbUimcileri Şaşırt", "Uzayda Gizemli Bir Cisim Bulundu" ve "Gün^ Sisteminin Kenarındaki Dev Cisim Bir Gizem" başlıkla- nyla duruldu (Şekil 1M). Bu özel haberin açılış paragraftan şöyleydi:
•
WASHINGTON - Dünya yörüngemde bulunan ve Kızıl Ötei Gökbilim Gözlemcisi (IRAS) adb telekop, Orion ta- tamyıldızı yönünde, bu güneş sisteminin bir parçası olabilecek, dev gezegen Jüpiter kadar büyük ve muhtemelen Dün- ya'ya ya^ bir gök cismi buldu.
Bu cisim öyleine ^emli ki, gökbibmciler bunun bir gezegen mi, dev bir kuyruklu yılda m, bir yılda hâline gelecek kadar ısınmamış bir "ön-yılda" mı, daha ^ yıldızlannı oluşturma sürecinde olan genç ve uzak bir galaksi mi, yok- u yıldızlannın yaydığı ışığın hiçbirinin içinden geçemediği kadar tozlarla örtülü bir galaksi mi olduğunu bilerayor.
5H»SHE»a-2ZZZZZ=ZZIZZZÜZ^3! Hfcavenly bödy pota a coamfc riddle «OMtmanen
Şekil 104
Baş IRAS bilimcisi Gerry Neugebauer, "Size söyleyebileceğim tek şey, bunun ne olduğunu bilmediğimizdir." dedi.
Ama bu bir gezegen, yani güneş sistemimizin bir başka üyesi olabilir miydi? Bu olasılık, NASA'run da aklına gelmiş gibiydi. Washington Post gazetesine göre,
IRAS bilimcileri bu gizemli cismi ilk kez gördüklerinde, 80 milyar kilometre kadar yakın oldugunu hesaplamışlar; bu cismin Dünya'ya doğru hareket ettiği yolunda spekülasyonlar da yapılıyor.
"Bu gizemli cisim" diye devam ediyordu haber, "IRAS tarafından iki kez görüldü." İkinci gözlem, ilkinden alh ay sonra ya- pılrnışh ve cismin gökyüzündeki noktadan pek de ayrılmadığını önermekteydi. IRAS bilim ekibiriin bir üyesi ve Comell Radyo Fi-
ziği ve Uzay Araşhrması Merkezinden James Houck "Bu onun bir kuyruklu yıldız olmadığını önermektedir çünki bir kuyruklu yıldız gözlemlediğimiz kadar büyük olamaz, hem bir kuyruklu yıldız zaten hareket ebniş olurdu." demişti.
Bu, eğer hızlı hareket eden bir kuyruklu yıldız değilse, yavaş hareket eden ve çok uzakta olan bir gezegen olabilir miydi?
Washington Post haberi şöyle bitiyordu: "Bu, gökbilimcilerin boş yere aradıklan Onuncu Gezegen olabilir."
Şubat 1984'te JPL'nin Halkı Bilgilendirme Bürosuna yazarak IRAS'ın ne keşfettiğini sordum. İşte aldığım cevap:
Basında çıkan haberlerde kendisinden alınb yapılan bilimci, IRAS tarafından görülen cisim hakkındaki veri eksi.k- liğini yansıtan cümleler kullanmışhr.
Gerçekbilimsel tarza uygun olarak, eğer cisim yakında ise Neptün boyutunda olmalıdır, diye dikkatle belirbnişti. Ama eğer uzakta ise, tam bir galaksi ol.malıdır.
Öyleyse, Jüpiter'le kıyaslanan boyuttan vazgeçilmişti, artık bu Neptün boyutunda bir gezegendi, tabi "eğer cisim yakın ise". Ama eğer (!) ^akta i^ bir galaksiydi.
Peki, IRAS ısıyı algılayarak Onuncu Gezegeni saptamış mıydı? Birçok gökbilimci durumun böyle olduğuna inanıyor. Örneğin, New York'taki Amerikan Müzesi-1-layden Planetarium'un başkanı (ve WABC-TV kanalının bilim editörü) olan William Gutsch'tan bir alınb yapalım. "Skywatch" adlı köşesinde IRAS keşiflerinden söz ederken şöyle demişti: Optik teleskoplarla henüz görülememiş olmasına karşın "onuncu gezegen çoktan saptanmış ve hatta sınıflandırılmış olabilir".
Beyaz Saray'ın vardığı sonuç da bu muydu? 1983'teki süper güçlerin ilişkilerini izleyen gelişmeler ve iki liderin uzaydan gelen uzaylılarla ilgili olarak tekrarladıklan "hipoteze dayalı" sözleri bunu akla getiriyor.
Plüton 1930'da keşfedildiğinde, bu büyük bir gökbilimsel ve bilimsel keşifti ama dünyayı sarsan bir keşif değildi. Aynı şey Gezegen X'in keşfine de uygulanabilirdi ama eğer Gezegen X ve Ni-
biru bir ve aynı iseler, artık böyle olamaz. Çünki eğer Nibiru mevcut ise, o z.aman Sümerliler Anunnakiler konusunda da haklıydılar demektir.
Eğer Gezegen X meTJcut ise, bu Güneş Sisteminde yalnız değiliz. Ve bu durumun İnsanlık ailesi, toplumlan, ulusal bölünmeleri ve silahlanma yanşı açısından ima ettikleri gerçekten de öylesine derindir ki, Amerikan başkanı süpergüçlerin Dünya üstünde çatışmasının ve uz.ayda işbirliği yapmalannın sonuçlanın vurgulamakta haklıydı, diyebiliriz.
IRAS'ın saptadığı şeyin "uzak bir galaksi" değil de ''Neptün boyutunda bir gezegen" olduğunun güçlü bir göı;tergesi; gökyü- zünün-belirli bir bölümünün optik teleskoplarla taranması çaba- lannın yoğunlaşbnlması ve bu araştırmalann güney semalannda yürütülmesi yolundaki ani baskı tarafından da desteklenmektedir.
Tam da Washington Post haberinin birkaç gazetede yer aldığı gün, NASA kızıl ötesi ışın yayan bir değil dokuz "gizemli kaynağın" optik taramasına başlandığının bilinmesine izin verdi. Açıklamaya göre amaç, "göğün uz.ak bir galaksi ya da yıldızlann oluşturduğu büyük gruplar gibi bariz bir radyasyon kaynağı bulunmayan kısımlannda" bu "tanımlanamayan cisimleri" bul- makh. Bu iş, dünyanın bazı "en güçlü teleskoplan" (Califor- nia' daki Palomar Dağında bulunan biri devasa, diğeri daha küçük iki adet teleskop, Şili And dağlanndaki Cerro Tololo'de bulunan son derece güçlü bir teleskop) ve Hawaii'deki Mauna Dağının tepesine kurulu olan dahil dünyadaki "diğer her büyük te- leskobun" yardımıyla yapılacakb.
Gezegen X' in optik aranması swasmda, gökbilimciler Plüton'un kaşifi Clyde Tombaugh'un keşfinden sonraki on yıl içinde elde edilen negatif sonuçlan da dikkate almaktalar. Onun vardığı sonuç, onuncu gezegenin "son derece elips biçimli ve eğimli bir yörüngeye sahip olduğu ve şimdi Güneş'ten çok çok uz.aklar- da olduğu" biçimindeydi. Aralannda Chiron da olan birkaç kuyruklu yıldız ve asteroitin kaşifi olan bir başka ünlü gökbilimci Charles T. Kowal ise 1984'te ekliptik düzlemin 15 derece üstüne
ya da allına kadar olan göksel kuşakta başka bir gezegen bulunmadığı sonucuna vardı. Ama hesaplamalan böyle bir onuncu gezegenin varlığı konusunda ikna olmasını sağladığından, bunun ekliptik düzleme 30 derecelik eğimli bölgelerde aranması gerektiğini önerdi.
1985 yılına gelindiğinde birkaç gökbilimci, ilk olarak Berke- ley' deki California Üniversitesinden jeolog Walter Alvarez ve Nobel ödüllü fizikçi babası Luis Alvarez tarafından önerilen ''Nemesis teorisi" ile ilgilenmeye başlamışh. Dünya üstündeki (dinozorlar da dahil) türlerin tükenmesindeki düzenliliğe dikkat ederek, son derece eğimli ve muazzam genişlikte eliptik bir yörüngeye sahip olan bir "ölüm yıldızı"nın veya gezegenin, dönemsel olarak bir kuyruklu yıldız yağmurunu harekete geçirdiğini ve derken Dünya dahil iç Güneş Sistemine ölüm ve felaket getirdiğini öne sürdüler. Daha fazla sayıda (Güneybah Louisiana Üniversitesinden Daniel Whitmire ve John Matese gibi) gökbilimci ve gökfizikçinin olasılık.lan incelemesi, bir "ölüm yıldızı" ile değil ama Gezegen X ile sonuçlandı. IRAS veri ekibinin şefi olan Thomas Chester ile birlikte kızıl ötesi yayınımlan ayıklayan Whitmire Mayıs 1985'te "Gezegen X'in çoktan kaydedildiği ve şu an keşfedilmeyi beklediği olasılığı mevcut." açıklamasını yaph. Lawrence Berkeley Llboratuvannda bir fizikçi olan Jordin Kare ise Avustralya'daki Schmidt teleskobunun, güney semalannı taraması için "Yıldız Ezici" denilen bir bilgisayar tarama sistemi ile birlikte kullanılmasını önerdi. Eğer gezegen orada saptanamaz.sa, Whitmire ekliptiği geçerken saptayabilmeleri için "gökbilimcile- m 2^ yı^ teklemeleri gerektiğini" söylemişti.
Bu arada, bilinen gezegenlerin aleminin ötesine doğru zıt yönlerde uçan iki Pio^^ aracı algdapcdann gözlemlerini ada- katle aktarmaya devam ediyorlardı. Gezegli!n X ile ilgili olarak neler bildiriyorlardı? K Haziran 1987'de NASA, ''NASA B^md- leri Bir Onuncu Gezegenin Var Olabileceğine İnanıyorlar" başlıklı bir basın bülteni yayınladı. Bu bülten, John Andereon'un Pio^- ^ araçlannın hiçbir şey bulamadıklannı aç^adı^ basm toplan- hsına dayanmaktaydı. Bunun iyi haber olduğunu açıklamışh çünki dış gezegenlerin düzensizliklerinin bir "kara yıldız" veya
"kahverengi cüce" tarafından oluşturulduğu olasılığını tamamen ve kesinkes ortadan kaldırmaktaydı. Ama düzensizlikler oradaydı; basın mensuplarına verilerin kontrol edildiğini ve bu konuda hiçbir şüphenin olmadığını söylemişti; aslında, düzensizlikler, Uranüs ve Neptün Güneş'in diğer yanında iken, bir asır önce daha da belirgindi. Bu durum Dr. Anderson'u Gezegen X'in mevcut olduğu sonucuna varmaya yöneltmişti; yörüngesi Plüton'unkin- den çok daha eğimli idi ve Dünya'nın beş kah l:?üyüklükteydi. Ama bunlar, demişti, gezegen gerçekten gözlemlenene dek doğru ya da yanlış olduğu kanıtlanamayacak tahminlerdi.
NASA'nın basın toplantısı hakkında yorumda bulunan Newsweek (13 Temmuz 1987) dergisi şöyle bildiriyordu: "NASA geçen hafta şu garip duyuruyu yapmak üzere bir basın toplanh- sı düzenledi: Egzantrik bir Onuncu Gezegen, Güneş çevresinde dönüyor ya da dönmüyor olabilirdi." Ama dikkatlerde.n kaçan nokta, basın konferansının JPL, Ames Araşhrma Merkezi ve Washington'daki NASA genel merkezi himayesinde yapılmış olmasıydı. Bu, bilinecek hale gelen ne ise, en üst düzeyli uzay yetkililerinin onay damgasını taşıdığı anlamına geliyordu. Mesaj, Dr. Anderson'un son yorumunda gizliydi. Gezegen X'in ne zaman bulunacağı sorulduğunda, şöyle demişti: "100 yıl içinde bulunsa veya asla bulunmasa şaşırmazdım ... 'CJe gelecek hafta bulunacak olsa da şaşırmazdım."
Hiç şüphe yok ki, basın toplantısını üç NASA kuruluşunun desteklemesinin nedeni buydu: Haber, bu idi.
Tüm bu gelişmelerden açıkça anlaşılan şey, Gezegen X'i arayışın başında her kim var idiyse, onun şüpheye yer bırakmayan biçimde oralarda bir yerde olduğuna ikna olmuştu ama varlığı, konumu ve kesin yörüngesi kesinleştirilmeden önce onun yine de "eski moda biçimde", görsel olarak, teleskoplarla gözlemlenmesi gerekmekteydi. 1984' ten, yani muammalı IRAS açıklamasından beri ABD'de, Sovyetler Birliğinde ve Avrupa ülkelerinde yeni teleskopların inşaasına ya da eski güçlü teleskopların güçlendirilmesine hevesle girişildiğini belirtmeye değer. En büyük özen de güney yanküredeki teleskoplara verilmekteydi. Örneğin,
Fransa'da Paris Gözlemevi Gezegen X'i aramak için özel bir ekip oluşturdu ve Avrupa Güney Gözlemevi tarafından Şili'deki Cerro La Silla'da bir Yeni Teknoloji Teleskobu (NTI) harekete geçirildi. Aynı zamanda iki süpergüç, aynı araştırmayla ilgili olarak gözlerini uzaya diktiler. Sovyetlerin 1987'de yeni uzay istasyon- lan Mir'i birkaç güçlü teleskopla donathğı öğrenildi; istasyona "yüksek enerjili gökfizik tesisi" diye tarif edilen ve Kvant adı verilen on bir tonluk bir ''bilim modülü" eklemişlerdi. Teleskopla- nn dördünün güney semalannı araşhrdığı açıklandı. 1986'dan sonra Challenger kazası ile mekik programı rotadan çıkhğında NASA bugüne dek inşa edilen en güçlü teleskobu, Hubble'ı uzaya çıkarmayı planlıyordu; Gezegen X'in Haziran 1987'de bulunacağı beklentisinin, Hubble'ın o sıralarda uzayda olacağı ümidine dayandığına inanmak için nedenler var (en sonunda 1990'ın başında yörüngeye yerleştirildi ama hatalı olduğu anlaşıldı).
Bu arada, Gezegen X için en sistematik ve gittikçe artan kesinlikle sürdürülen karadan arama, ABD Donanma Gözlemevi tarafından yapılmaktaydı. Ağustos 1988'de bilimsel dergilerde yayınlanan bir dizi kapsamlı makale, gezegensel düzensizliklerin hesaplamalanru yeniden doğruluyor ve önde gelen gökbilimcilerin Gezegen X'in mevcudiyetine ikna olduklannı tekrarlıyordu. O zamana dek birçok bilimci Dr. Harrington'un, bu gezegenin ekliptiğe göre yaklaşık 30 derece eğimli olduğu ve yan ekseninin yaklaşık 101 AB (ya da tam büyük ekseninin 200 AB' den fazla olduğu) varsayımını desteklemeye başlamışh. Harrington, gezegenin kütlesinin, Dünya'nınkinin dört kah olduğuna inanmaktaydı.
Halley kuyruklu yıldızınınkini taklit eden bir yörünge ile Gezegen X, zamanının bir kısmını ekliptik düzlemin üstünde (kuzey semalannda) ve çoğunu da bunun altında (güney semala- nnda) geçirmekteydi. ABD Donanma Gözlemevindeki ekip gittikçe artan bir şekilde Gezegen X'i şu anki arayışın güney yankü- reye, Neptün ve Plüton'un şimdi bulunduklan yerin 2,5 kez daha uzağına odaklanması gerektiğine karar verdi. Dr. Harrington son bulgulanru The Astronomical /ournal (Ekim 1988) adlı dergide "Gezegen X'in Konumu" adlı makalesinde sundu. Makalenin ekinde en iyi konumun "uyduğu" (Gezegen X'in arhk bulunabi-
leceği) yeri belirten güney ve kuzey semaları şeması da vardı. Ama makalenin yayınlanmasından bu yana, Uranüs ve Neptün yanından geçen Voyager 2'den alınan ve bu gezegenlerin yörüngelerinde küçük olsa da ayırt edilebilen, süregelen düzensizlikler, Harrington'un zihninde Gezegen X'in artık güney semalarında olması gerektiği konusunda hiçbir şüphe bırakmamışb.
Bana makalesinin bir kopyasını yollarken, Harrington şemanın kuzey kısmına "Neptün'e uymuyor'' ve güney semalannı gösteren kısmın yanına ise "Şimdi en iyi bölge" diye not düşmüştü (Şekil 105).
16 Ocak 1990'da Dr. Harrington Arlington/Virginia'daki Gökbilim Derneğinin toplanbsında, ABD Donanma Gözlemevinin onuncu gezegeni aradığı alanı daralttığını bildirdi ve Yeni Zelanda' daki Black Birch Gökbilim Gözlemevine bir gökbilimci ekibinin yollandığını duyurdu. Voyager 2'den alınan veriler, artık
ekibinin onuncu gezegenin Dünya'dan beş kat büyük ve Güneş'ten Neptün ya da Plüton'a olan uzaklığın üç kab kadar uzakta olduğuna inanmalarına yol açhğını da açıkladı.
Bunlar, sadece modem bilim Sümerlilerin çok uzun zamandır zaten bildikleri şeyi, yani Güneş Sisteminde bir gezegen daha olduğunu açıklamanın sınırına getirdiğinden değil, aynca gezegenin boyutu ve yörüngesi ile ilgili ayrınhlan doğrulamaya doğru uzun bir yol katetmeleri nedeniyle de heyecan verici gelişmelerdi.
Sümer gökbilimi, Dünya'yı çevreleyen gökleri üç banda ya da ''Yol"a bölmüştü. Ortadaki bant, Nibiru'nun hükümdarına atfen "Anu Yolu" idi ve 30 derece kuzeye ve otuz derece güneye dek uzanıyordu. Üstünde "Enlil Yolu" ve alhnda ise "Ea/Enki Yolu" vardı (Şekil 106). Bu bölümleme, Sümer metinlerini inceleyen modem gökbilimciler için hiçbir şey ifade etmiyordu; bunun için metinlerde bulabildiğim tek açıklama Dünya' dan görünür hale gelen Nibiru/Marduk'un yörüngesi ile ilgiliydi:
Tanrı Marduk'un gezegeni
Ortaya çıkhğında: Merkür.
Gök yayının otuzuncu derecesinden yükselen: Jüpiter.
Göksel savaşın olduğu yerde durduğunda: Nibiru.
Yaklaşan gezegeni gözlemlemek için verilen bu talimat, ilerleyişinin Merkür'le hizalanmasından 30 derece yükselerek Jüpiter'le hizalanmasına gönderme yaphğı açıkbr. Bu, ancak Nibi- ru/Marduk'un yörüngesi ekliptik düzleme 30 derece eğimli ise olabilirdi. Ekliptik düzlemin 30 derece üstünde ortaya çıkıp, düzlemin 30 derece alhnda (Mezopotamya'da.ki bir gözlemci için) gözden kaybolarak; ekv° atorun 30 derece üstünde ve albnda uzanan bir bant oluşturan °"Anu Yolu"nu yarahr.
The Stairway to Heaven adlı kitabımda da belirtildiği gibi, kuzey otuzuncu paralel; Sina yarımadasındaki uzay limanı, Gi- ze'deki büyük piramitler ve Sfenks'in bakış yönününün yer aldığı "kutsal" bir çizgidir. Bu hizalanmanın, yörüngesinde hadid noktasına, kuzey semalarında 30 derecede ulaşan Nibiru'nun konumuyla ilgili olması manhklıdır. Gezegen X'in eğiminin 30 derece kadar yüksek olabileceği sonucuna varan modern gökbilimciler de Sümerlilerin sağladığı gökbilimsel verileri doğrulamaktadırlar.
Demek ki, varılan en son karar, gezegenin bize doğru güneydoğudan, Centaurus (Erboğa) takımyıldızı yönünden yaklaşmakta olduğu biçimindedir. Bugünlerde biz orada zodyaktaki Terazi takımyıldızını görüyoruz ama Babil/Kitabı Mukaddes'te anlatılan zamanlarda orası Yay takımyıldızının yeri idi. R. Camp- bell Thompson'un Reports of the Magicians and Astronomers of Ni- neveh and Babylon (Ninova ve Babil'in Büyücülerinin ve Astrolog- lannın Anlathklan) adlı kitabında yer alan bir metin, yaklaşan gezegenin asteroit kuşağındaki Göksel Savaş alanına, yani "Geçiş Yeri"ne (Nibiru adı da hurdan gelir) varmak üzere Jüpiter çevresinde kıvrıldığını anlabr:
Jüpiter'in durağından Gezegen bahya doğru geçer,
Bir süre güven içinde yaşayış olacakhr.
Diyara yavaşça huzur çöker.
Jüpiter'in durağından başlayarak
Gezegenin parlaklığı arbnaya başlar
ve Yengeç Burcunda Nibiru haline gelecektir;
Akkad bollukla dolacakhr.
Gezegen'in hadid noktası Yengeç'te olduğunda, ilk ortaya çıkışının Yay yönünden olınası gerektiği kolayca gösterilebilir (Şekil 107). Bununla ilgili olarak, Göksel Rab'bin ortaya çıkışını ve uzaktaki mekanına dönüşünü tarif eden Eyüp Kitabındaki şu dizeleri hamlamak gerekiypr:
Tek başına gökleri geren O'dur
ve en Derin üstünde yol alan.
Büyük Ayı, Orlon ve Sirius'a varan
ve güneyin takıınyıldızlarına ...
O'nun yüzü Boğa ve Koç üstüne gülümser,
Boğa' dan Yay'a doğru gider O.
Bu sadece güneydoğudan yaklaşmanın (ve oraya doğru dönmenin) değil, aynı zamanda geriye doğru bir yörüngenin de tarifidir.
Eğer Dünya Dışı Varlıklar mevcutsalar, Dünyahlar onlara ulaşmayı denemeliler mi? Eğer uz.ayda yolculuk yapabilir ve Dünya'ya erişebilirlerse, iyi mi olacaklardır yoksa H. G. Wells'in The War of the Worlds (Dünyaların Savaşı) adlı eserinde betimlediği gibi yakıp yıkmaya, ele geçirmeye ve yok ebneye mi geleceklerdir?
Pione 10, 1971 yılında fırlatıldığında, uz.ay aracına ya da kalıntılanna rastgelebilecek Dünya Dışı Varlıklara, onun nereden geldiğini ve kimin tarafından yollandığını anlabna niyeti taşıyan bir gravür plaka taşıyordu. Voyager araçlan 1877 yılında fırlahldı- ğında benzer biçimde hazırlanmış, şifreli dijital bir mesaj ve de Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin ve on üç ülke delegesinin sesli mesajlarını içeren albn diskler taşıyorlardı. O sıralarda BM'de konu^n NAsA'dan Timothy F^ "Eğer diğer dünyaların sakinlerinin bu kayıtlardan birine girişim yapabilecek teknolojileri varsa, kaydı nasıl çalacaklarını da bulacaklardır." demişti.
Bunun iyi bir fikir olduğunu düşünmeyenler de vardı. İngiltere'de Kraliyet gökbilimcisi Sir Martin Ryle, Dünya üstündeki halklann mevcudiyetlerini duy^alan girişimlerine karşı ^- yordu. Onun kaygısı bir başka uygarlığın Dünya'yı ve Dünyalı- lan dayanılmaz bir mineral, besin ve köle kaynağı olarak görebilecek olmasıydı. Sadece bu tür temaslardan kazanılacak şeyler olasılığını kulak asmamakla değil, ayrıca gereksiz yere panik yaratmakla da eleştirildi. The New York Times'ın editörü ''Uzayın muazzamlığı düşünülürse, en yakın zeki varlıkların yüzlerce ya da binlerce ışık yılından daha yakında mevcut olması pek müın- kün değil." diye yazıyordu.
Ama keşiflerin ve süper güçlerin arasındaki ilişkilerin kronolojisinin de işaret ettiği gibi, ilk ABD-Sovyet zirvesinde böyle- si zeki varlıkların bize bundan çok daha yakın olduğu, Güneş Sistemimizde bir gezegenin daha mevcut olduğu, antik çağlarda bunun Nibiru olarak bilindiği ve cansız ve boş olmayıp, bizden çok
daha ileri ·varlıklarla dolu olduğu fikri kabul edilmekteydi.
1985 yılındaki ilk Reagan-Gorbaçov görüşmesinden bir süre sonra, büyük bir gizlilik içinde değilse bile, şamatasız ya da zamansız açıklamalar olmaksızın, Birleşik Devletler bilimcilerden, hukuk uzmanlarından ve diplomatlardan oluşan bir "çalışma grubu"nu NASA temsilcileri ve diğer ABD örgütlerinden memurlarla toplanıp Dünya Dışı Varlıklar meselesi üstünde düşünmeleri için biraraya getirdi. Birleşik Devletler, Sovyetler Birliği ve diğer birkaç ülkeden temsilcileri de içeren çalışma komitesi çalışmalarını Devlet Bakanlığının İleri Teknoloji Bürosu ile işbirliği içinde yürütecekti.
Komitenin düşünmesi istenen şey neydi? Dünya Dışı Varlıkların kaç ışık yılı uzakta olabileceğine ya da mevcut olmalan şansına göre böyle Dünya Dışı Varlı.klan nasıl arayacağımıza ilişkin teorik sorular değildi elbette. Komitenin önündeki görev daha acil ve uğursuz idi: Mevcudiyetleri keşfedildiğinde derhal yapılması gerekenler.
Bu çalışma komitesinin ayrıntılan hakkında halka çok az şey açıklanmışbr ama anlaşıldığı kadanyla, ana amaanın dünya dışı varlıklarla temas durumunda otoriter kontrolün nasıl korunacağı ve olayın yetki haricinde, gereğinden erken ve tahrip edici biçimde açığa çıkmasının önlenmesi olduğu açıkb. Bilgi ne kadar süreyle sır olarak saklanabilirdi? Bilgi halka nasıl açıklanabi- lirdi? Söylentilerden dünya çapında bir paniğe kadar yükselmesi beklenen şeyle nasıl başa çıkılabilirdi? Sorular selini kim cevapla- malıydı ve ne söylenmeliydi?
Nisan 1989'da, Mars'taki Phobos 2 vakasından hemen sonra bu uluslararası ekip bir rehber hazırlayıverdi. Bu, DÜNYA DIŞI ZEKANIN SAPTANMASINI TAKİP EDEN FAALİYETLERLE İLGİLİ İLKELER DEKLARASYONU adını taşıyan iki sayfalık bir belge idi. On maddeden ve bir ekten oluşuyordu ve başlıca amacının "dünya dışı zekanın saptanmasını" takip eden haberlerin belirli otoritelerce kontrolünün korunması olduğu açıkb.
"İlkeler'', belgeye aşina olanlann belirttiği gibi, "insanlığın evrende yalnız olmadığının ilk kanıhna halkın panik içinde tepki verme potansiyelini" minimize etmeyi amaçlıyordu. İlkeler Dekla-
rasyonu "Dünya dışı zeki arayışında yer alan kurumlar ve bireyler olan bizler, dünya dışı zeki arayışının, uzayı araşhrmanın bir parçası olduğunu ve banşçıl amaçlar için ve tüın insanlığın ortak çıkan için yürütüldüğünü kabul ederiz." ibaresiyle açılır ve kah- lımcılanrun "dünya dışı zekanın saptanması hakkındaki bilginin yayılmasıyla ilgili aşağıdaki ilkeleri izleyeceğine" yemin eder.
İlkeler "dünya dışı zekadan gelen bir sinyali saptadığına veya başka bir kanıh elde ettiğine inanan herhangi bir bireye, özel ya da tüzel araşhrma kurumuna veya hükfunet örgütüne" uygulanacaktır. "Keşif yapan kişi"yi, bu deklarasyonun taraflanru haberdar etmeksizin "saptanan dünya dışı zeki kanıbru halka açıklamaktan" men eder, böylece "sinyalin ya da fenomenin sürekli izlenmesini sağlayacak bir şebeke kurulabilir".
İlkeler daha sonra sinyallerin ve yayınlandıklan frekansla- nn değerlendirilmesi, kaydedilmesi ve korunması ile ilgili olarak izlenecek işlemleri aynnhsıyla anlabr ve Madde B'de yetkisiz cevaplamayı yasaklar:
Dünya dışı zekanın sinyaline veya diğer kanıtlara, uygun uluslararası görüşmeler yapılana dek hiçbir cevap gönderil- memelidir. Böylesi görüşmelerin işlemleri ayn bir anlaşma, deklarasyon veya düzenlemeye tabi olacaktır.
Çalışma komitesi "sinyal"in zeki kökenini bildiren basit bir sinyal olmayıp, deşifre etmeyi gerektiren gerçek bir "mesaj" olabileceği olasılığını düşünmüş ve olayın duyulup, söylentilerin havada uçuşup ç).urumun kontrol edilemez hale gelmesinden önce bilimcilerin mesajı deşifre etmek için ancak bir günü olacağını varsaymışhr. Komite otoriter ve sakinleştirici bir açıklamanın yapılması için medyadan, genelde halktan ve "politikacılardan" baskı geleceğini de öngörmektedir.
Diyelim ki, yetkililer birkaç ışık yılı uzaklıktaki bir yıldız sisteminde zeki yaşam olasılığı olduğunu duyurdular, niçin kıyamet kopsun ve dünya çapında panik yaşansın ki? Eğer, örneğin böyle bir sinyalin Voyager'ın Güneş Sistemini terk ettikten sonra karşılaşacağı ilk yıldız sisteminden gelebileceğini düşünüyorlar
ise, bu karşılaşma kırk bin yıl sonra, gelecekte meydana gelecekti! Komiteyi endişelendiren kesinlikle bu değildi... Demek ki, İlkelerin yuvamıza daha yakın, Güneş Sistemi içindeki bir mesaj ya da fenomen beklentisiyle hazırlanmış olduğu açıkh. Gerçekten de, İlkeler Deklarasyonunun yasal temeli; Ay'ın ve Güneş Sistemi içindeki diğer gök cisimlerinin "keşif ve kullanım" faaliyetlerini konu alan Birleşmiş Milletler anlaşmasıdır. Buna göre, ulusal hükumetler bilgilendirildikten ve kanıh inceleme ve bunun hakkında ne yapacaklarına karar verme şansını elde etmelerinden sonra BM Genel Sekreteri de haberdar edilecektir.
"Dünya dışı zekanın mevcudiyeti sorusuyla ilgili olarak ilgilerini ve uzmanlıklarını sergileyen" çeşitli uluslararası gökbilim, astronotluk ve diğer örgütlerin, bu keşfin tamamen politik ya da ulusal bir mesele haline geleceği yolundaki kaygılarını ya- hşhrmayı hedefleyen deklarasyoncular, sadece kanıtlan incelemeye yardım etmekle kalmayıp aynca ''bilginin halka açıklanmasında tavsiyeleri alınacak" bir "uluslararası bilimciler ve diğer uzmanlar komitesi" oluştuı:ulması konusunda da anlaşmışlardı. NASA'nın SETi bürosu Temmuz 1989'da bu gruba "özel saptama- sonrası komitesi" diye gönderme yapmaktaydı. Başka belgeler de bu özel saptama-sonrası komitesinin oluşumunun ve faaliyetlerinin NASA'nın SETi büro şefi tarafından idare edileceğini açıklıyordu.
Temmuz 1989'da süpergüçler Phobos'ta meydana gelenlerin bir bozukluk olmadığının farkına vardılar ve "Dünya Dışı Zekanın Saptanmasını Takip Eden Faaliyetler" mekanizması da böylece işlemeye koyuldu.
Modem bilim gerçekten de kadim bilgiye, yani Nibiru ve Anunnakiler hakkındaki bilgiye yetişti. Ve İnsanoğlu, bir kez daha, yalnız olmadığını biliyor.
VE ADI..••
Yeni bir gök cismini keşfeden kişinin, ona adını verme ayncalığı- na sahip olması bir gelenektir.
31 Ocak 1983'te, bu kitabın yazan Planetary Society'ye aşağıdaki mektubu yazmıştır: ·
Bn. Charlene Anderson
The Planetary Society
110 S. Euclid
Pasadena, Calif. 91 101
Sevgili Bn. Anderson,
Basında yer alan ve onuncu gezegen için sürdürülen yoğun arayışla ilgili haberlerin ışığında, size konu hakkında Dr. John D. Anderson ile yapbğım yazışmaların bir kopyasını yolluyorum.
Bu Pazar günü yayınlanan (ektedir) The New York Times haberine göre "gökbilimciler onuncu gezegenden öylesine eminler ki, geriye bir tek adını koymak kaldı, diye düşünü- yorlar''mış.
Efendim, eskiler ona adını çok önce zaten vermişlerdi: Sümerce Nibiru, Babilce Marduk ve onun yine böyle çağrılması için ısrar etme hakkımın olduğuna inanıyorum.
Saygılarımla,
Z. Sitchin
İNDEKS
ABD Donanma Gözlemevi 334, 34
Abotıe Top Secret (Go ) 305
Adam, ilk insan 174-85
Afrika, alhn madenciliği 29, 31
Akkadça metinler 32, 51, 102, 175-6,
180-2, 200-2
Aldrin, Edwin E. 145, 245
algler 151-3, 162-3
Almanya 318
Albn madenciliği 29, 31
Amerikan Coğrafya Birliği 65
Ames Araşbnna Merkezi 70, 96
Anaksagoras 171
Anuna kiler 28-30, 54-56
"gören gözler" (uydular) 99
insanoğlunun kökeni üstüne
173-85, 198, 216-7
ve dişinin yarablışı 201-4
ve Mars 272-85
ve matematiksel bilgelik 231-3
ve uzun ömür 203-207
(bkz. Nefilim)
Apollo uçuşlan 120-2, 134, 141-5
Apollo-Soyuz bağlanbsı 323-4
Ariel 35
Armstrong, Neil A. 121, 245
Amold, Kenneth 30
asteroit kuşağı 33, 45, 61-2
ve kuyruklu yıldızlar 85-7
ve tahrip olan gezegen teorisi
87-90
Tevrat'taki tanımı 59-60
AsteroiUer ve su 91-2
Astronomi
Güneş Sistemindeki çarpışrı,talar 3Hi
Halley kuyruklu yıldızı 72-83 Sümer kökeni ^30, ^ ve kadim matematik 227-33
(bkz. Sümer kozmolojisi)
Asurbanipal 51
Asurlu 32, 51-2, 54
Aşur 52-3, 54
Atmosfer ve Dünya'run kökeni 146-7
Ay 120-46
Sümer kozmogonisinde 136-4 ve Apollo uçuşlan 120-1
ve "Büyük Darbe" teorisi 129-30 ve Fizyon teorisi 124-5
ve Ortak Doğum teorisi 126-7
ve Yakalanma teorisi 12.!Hi
Aylar 120-146
Jüpiter 61
Babil Kulesi 315-6
Babilliler 32, 38, 51, 53-4
Bakteri ve yaşamın kökeni 162-4
Bayeux duvar halısı 75-6
Bell Uboratuvarlan 206
Besin, antik çağlarda 244
Bilam 80
Biyokimya, modem 148 ve insanoğlunun kökeni 213
Biyoteknoloji, bkz. genetik deneyler
Bode Yasası 33, 49
Bode, Johann Elert 49
Bush, George 245, 318-20
Callisto 70
Carter, Jimmy 304
Ceres 92
Chı llenger mekiği 320, 328, 34
Charon 334
Chiron (2060 Chiron) 92-3
Cooper, Gordon 145
Crick, Francis H. 160-1, 16!Hi, 170
Darwin, George H. 122
Deimos 306-7, 312-4, 324
Derin Uzay Şebekesi, uzay
teleskoplan 13, 311
Dillerin kökeni 234-9
ONA 149, 160-3, 188
Dünya
kabuğu 105-10
atmosferi 1^
Gaia olarak 102-3
kökeniyle ilgili modem bilim
teorileri 106-19
kökeniyle ilgili Sümer kavramlan
^,ım
Dünya Dışı Varlık araşhnnalan 311,
321
Dünya Dışı Varlıklar Çalışma Komitesi 350-2
''Dünyalar Savaşı" (Wells) 305
Egzobiyoloji 169
Encke kuyruklu yıldızı 73
Enumı Eliş 51-2, 91, 104-5, 147
ve Ay 137-8
Eun:ıpa 69-70
Evrimciliğe karşı yarahlışçılık 172-3
Fibonacci Sayılan 232
Forgotten Scripts: Evidence fer the
Minoan Language (Gordon) İ04
Fransa
ve Gezegen X'i arayış 343-4
ve UFO'lar 305
Gaia, etimolojik kökeni 102
Gaia-A New Lo at Life on fırtı h
(Lovelock) 119
Gaia Hipotezi 119, 253
Galile 14, 61
Ganymede 70
Genetik deneyler 186-97
Gezegen X'i arayış 332-53
Gezegenler
ön gezegen olarak Ay 141-3
Sümer metinlerindeki Göksel
Savaş 38-49
tahrip olan gezegen teorisi 87-90
Giotto 93, 97
Gize Sfenksi 273
Gorbaçov, Mikhail 318-20, 323-9, 350
Göksel Savaş 32, 38-48
ve Ay'ın kökeni 138-40
ve Dünya'nın evrimi 118-9
ve su 90-2
Grek, kadim
Dünya teorileri 116
kozmoloji 102-4
Güneş 71
Güneş Sistemi
çarpışmalar 32-6
ve kuyruklu yıldızlar 81-3
Halley kuyruklu yıldızı 72-84, 94-8,
33
"Havva Hipotezi" 214-5
Hilprecht, H. V. 231
History Begins at Sumer O<ramer) 220
Hoagland, Richard C. 268-9
Homer 104-5
Homo sapiens, bkz. İnsanoğlu
Hoyle, Fred 169
Hubble uzay teleskobu 34
Hücre Füzyonu 194-5
lo 69
IRAS (Kızıl Ötesi Gökbilim Uydusu) 337-41
IUE (Uluslararası Mor ôtesi K4^if) 98
İbraniler, antik çağda
llyada (Homer) 104
İngiltere ve UFO'lar 30%
İnsanoğlu
ve dil 234-9
ve yazı 239-43
İnsanoğlunun kökeni 172-99
ve biyokimya 213
ve Kitabı Mukaddes 172
ve modem bilim 208-17
ve Sümerler 172-85, 198, 217
Jüpiter 68-9
Kil ve yaşamın kökeni 148-51
Kingu 4HI
ve Ay 138-4
Kıta sürüklenmesi teorisi 111-5
Kitabı Mukaddes 57^
su göndermeleri 91
ve ardıllık kanunu 198
ve astronomi 223-4, 232-3
ve bilgelik 22, 226-7
ve Dünya 116-7
ve Evrim 172
ve Gezegen-X 348
ve Halley kuyruklu yıldızı 80
ve Havva hiUyesi 201-2
ve insanın konuşması 234-5
ve insanoğlunun kökeni 173
ve UFO'lar 306
ve yaşamın kökeni 153-9
(bkz. Tekvin Kitabı)
Kitt Peak Ulusal Gözlemevi 93, 96
klonlama 186-9
Kohoutek kuyruklu yıldızı 73, 93
Kopemik 14
Kozmoloji, bkz. Sümer kozmolojisi
Kral listeleri 205
Kuyruklu yıldızlar
Güneş Sisteminde 81-6
periyodik ve periyodik olmayan 82-3
su içeren gök cisimleri 90-
ve Halley kuyruklu yıldızı 72-84, 94-8, 33
ve kökenleri 86-90
ve yaşamın kökeni 169-71
Marduk 54, 315
Mariner uçuşlan 64-5, 93, 25, 294-5 Mars 64-6, 245-87
ve ''Yüz" 266-72
ve ABD-Sovyetler Birliği ortak girişimi 327-30
ve Annunakiler 272-85
ve Dünya'ya benzerliği 247-55
ve yüzeyindeki yapılar 258-62 Matematik ve Sümerliler 227-33 Max Planck Enstitüsü 163, 311 Mende!, GregorJ. 186 Metemitler 168, 256-7 Mezopotamya 23, 50-1, 56, 22% Miller, Stanley 147-8 Mir uzay istasyonu 328 Miranda 18, 34 Mitchell, Ed 145 Modem bilim
ve genetik den^yler 185-97
ve insanlığın kökeni 208-17 Moleküler genetik 213
NASA
ve ''Yarahlış kayası" 120
ve Ames Araşhrma Merkezi 70, 96
ve Dünya kabuğu 118
ve Gezegen X'i arayış 335-7, 341-3 ve Halley kuyruklu yıldızı 96 ve Hubble uzay telekskobu 34 ve Mars 249-50, 262-9, 279-83 ve yeni uzay girişimleri 319-21
Nefilim 28-9
bkz. Annunakiler
"Nemesis" teorisi 342
Neptün 12-31, 36-a, 332-3
Nereid 36
Newton, Isaac 14, 72
Nibiru 28-30, 51, 224, 333, 346-8, 353
ve Ay 143
ve Göksel Savaş 38-49
ve Halley kuyruklu yıldızı 81-3
ve tahrip olan gezegen teorisi 89-90 bkz. Marduk
Ninova 51
NOVA (televizyon programı) 21, 38
Oberon 35
Ode/er (Pindar) 104
Okyanuslar ve Dünya kabuğu 107-19
Oort Bulutu 83-6
Orgel, Leslie 164, 165, 170
Origin of the Mocm (O'Toole) 124-5
Pangea 111-9
Phobos 2, bkz. Phobos vakası
Phobos vakası 287-316, 319, 322
Picme uçuştan 13, 66-8, 335-7, 342-3,
349
Piımeer-Venüs uçuşu 63
Plaka Tektoniği teorisi 112-5
Plüton 25-7, l3-3 5, 340
Presesyon 230
Reagan, Ronald 323-7, 329
Reports of the Mıgı icians and Astronomers ofNineueh and Babyfon (Thompson) 347
RNA 160, 164
Roket gemilerin Mısırdaki çizimleri
286
Roswell olayı 30-02
Sakigake ve Suisei 95
Safyut uzay istasyonu 323, 328, 337
Satürn 13-4, 27, ^
SETi Enstitüsü 331-2, 352
Sitchin, Zecharia
Gezegen 16, 21, 28-30, 82, 137,
175, 253, 317, 333
The Lost Realms 23, 224, 237, 261
The Stainuay to Heaven 23, 261, 347
The Wars ofGodsand Men 104, 199
Sovyetler Birliği
ve ABD ile ortaklaşa Mars uçuşu gayretleri 327-30
ve Gezegen X'i arayış 343-4
ve Phobos vakası 287-316
Sputnik-1 287
Stratejik Savunma Girişimi (SDO 287, 318, 320-323
Su
veAy 141
ve gök cisimleri 16
ve kuyruklu yıldızlar 90-
ve Mars 249-53
Sümer kozmolojisi 27-36, 38-49, 225, 346
ve Ay'ın kökeni 136-4
ve dünyanın kökeni 100-5
ve Göksel Savaş 32, 38-48
ve sular 89-98
ve tahrip olan gezegen teorisi 90-1 Sümerler
dil 199
kral listeleri 205-6
ve astronomi, bkz. Sümer kozmolojisi
ve bilgelik 221-7
ve dişinin yaratılışı 199-204
ve insanoğlunun kökeni 172-85,
216
ve matematik 227-33
ve modem bilim 56
ve Nibiru, bkz. Nibiru
ve yaşamın kökeni 146
Yaratılış Destanı 51, 53
Tekvin Kitabı 28, 50-72
ve Ay 120
ve Babil Kulesi 31%
ve Dünya'nın kökeni 105
ve yaşamın kökeni 150-1
bkz. Kitabı Mukaddes
The Ages of Gaiı: A Biography of Dur
Living f.arth (Lovelock) 119
The Babyloniı n Genesis (Heidel) 57
The Boys From Brazil (Levin) 189
The Chaldean Genesis (Smith) 51
The Greening ofMars (Lovelock ve
Allaby) 252-3
The Myslery of Comets (Whipple) 85
The One Primeval l. nguage (Foster) 236
The Seven Tablets of Creation (King) 53
Teogoni (Hesiod) 104
1iamat 38-49, 105, 119
Kitabı Mukaddes'teki
göndermeler 57-60
ve Ay'ın kökeni 136-4
ve su 89-91
litan 27, 68
litania 35
liticaca Gölü 274-5
"Tüp bebekler" 190-2
Uçan Daireler, bkz. UFO'lar
UFO'lar 29-9 308
Umbriel 35
Understanding Genesis (Sama) 56
Uranüs 14, 18-22, 326
ve aylan 33-6
ve halkaları 34
Uydular
ve Annunakiler 99
Seasat 113
Uzay teleskopları 343-4
Uzun ömür ve kahhm 204-5
Vega uçuşları 94, 96, 324
Venüs 62-3
Viking uçuşları 64, 25
Voyager uçuşları 12-23, 32, 34-6, 66-8,
70, 319, 326, 335, 345
Wor/ds in lhe Making (Svante) 165
Yaratılış Destanı 51, 53
Yaratılışçılığa karşı evrimcil 50, 172-3
Yaşamın Kökeni 146-72
Yaşanun kökeni ve dış uzay 168-70
ve kil 149-52
ve Kitabı Mukaddes 152-9
ve kuyruklu yıldızlar 169-70
ve sporlar 169
ve Sümerler 146
ve Tekvin Kitabı 150-2
Yazının kökeni 239-43
Yılanlar 217-8
''Yönlendirilmiş Panspennia" (Crick ve Oıgel) 166