Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

İNSANIN KADERİ

 

Lytle W.ROBINSON

"KAHİN"

İNSANIN KADERİ

Çeviren
Halfık ÖZDEN

Edgar Cayce et le destin de l'homme

İkinci baskı: İstanbul, Mayıs 2002

İÇİND EKİLER

Sunuş ..................................................................... 7

Önsöz ..................................................................... 9

Birinci Bölüm

Dünya Üzerindeki Yabancılar ............................. 13

Birinci Kısım Atlantis Var mıydı? ...................... 13

İkinci Kısım Yaradılış ......................................... 24

Üçüncü Kısım Atlantis'in Parlak Dönemi ve Çöküşü          47

Dördüncü Kısım Piramitleri İnşa Edenler ........... 71

İkinci Bölüm Amerika'nın Kaybolmuş Milletleri 100

Birinci Kısım İnkalar Muamması....................... 100

İkinci Kısım Şaşırtıcı Mayalar .......................... 114

Üçüncü Kısım İlk Kuzeyli Amerikalılar ........... 129

Dördüncü Kısım Tümülüsleri Yapanlar Kimlerdi? 141

Beşinci Kısım İskandinavyalılar Yeni İngiltere'de 146

Üçüncü Bölüm 1998 ve Ötesi .................................. 152

Birinci Kısım Modem Amerikan Krizi..................... 152

İkinci Kısım Gelecek ve Yeni Düzen....................... 165

Üçüncü Kısım Tekrardoğuş - Hayatin Sürekliliği ... 170

Dördüncü Kısım İnsanlığın Kaderi......................... 1 90

Ek Bölüm ................................................................. 194

SUNUŞ

Edgar CAYCE bir Tanrı Adamı, gördüğü ve söylediği ''doğru haber", kendi dünyasal kişiliğini aşıp geçen bilgiyi alıp vermekten başka bir görevi yok. Darwin'in cevapsız bıraktığı bütün sorulara bir çözüm getirebilen tek "kahin-insan" Cayce'dir.

Daima derin bir letarjik trans halinde iken insanın zuhu­runu gördü, Atlantisli atalarla düşünce beraberliği yöntemi ile birarada yaşadı, kıtaların yitip gitmesine sebep olan tufanla­ra şahit oldu, felaketlerin doğmasına neden olan istek ve dav­ranışların neler olduğunu anladı.

Geçmişte ve şimdiki çağda, büyük felaketleri yaşayan ve tekrar bedenlenen kadın ve erkekleri buldu. Bu insanların çoğu kendi çağlarının "öncü-yapıcı" insanları olarak yaşadılar.

Bu kitap Cayce'nin ruhsal görmeleri ve anlayışından meydana gelmiş, çok dikkate değer bir kitaptır. Şiddet yolunun değil, sevgi ve bilgi yolunun insanları esenliğe ve barışa götürdüğünü, aksi bir yol izlemenin insanlığı Atlantis'in akibe- tine uğramaya namzet hale getirdiğini söylemektedir.

Metapisişik araştıncılar kadar öteki bilim dallarını da ilgilendirecek bu kitabın oluşmasına esas olan "Okumalar" Cayce'nin zaman-mekan aşan varlığının bir hediyesidir.

Ergün ARIKDAL

Ruh ve Madde Yayanları

ÖNSÖZ

Zaman zaman adaminn biri ortaya çıkıverir ve ona kadar kabul edilmiş olan fikirleri tamamen alt üst eder. Söyledikleri ve yap­tıkları, "doğal" ya da "normal"e ilişkin kavramlarımıza meydan okur; bilinmezler ormanında yeni bir yol çizilmiştir artık.

Sigmund Freud, büyük bir buluşun üç devresi olduğunu yaznuşbr. Birinci safhada, hasımları, mucidin deli olduğunu iddia ederler. Biraz daha sonra, bedenen ve akıl bakınundan sağlıklı ol­duğunu, ancak buluşunun önemsiz olduğunu belirtirler. Ve en sonunda da, bu buluşun hiç şüphesiz önemli olduğunu, ama bir ye­nilik getirmediğini, çünki herkesin zaten uzun zamandan beri bundan haberdar olduğunu açıklarlar.

Edgar Cayce hiçbir şey "keşfetmiş" değildir. Ancak hastalık- lan teşhis edişi, analizleri, yaptığı tedaviler ve gelecekten verdiği haberler, insan ruhunun kudretine ilişkin yeni bir kavrama dikkat­leri çekmiştir. Cayce'e "uyuyan kahin" (ya da uyuyan peygamber), "Amerika'run en büyük durugörürü", "sırların adamı", "bugünü, yarını ve dünü gören adam." gibi sıfatlar yakıştınlmışbr.

Cayce 1945 senesinde ölmüştür, ancak otoipnoz halinde ver­miş olduğu 14 246 adet "okuma", giderek daha bir canlılık ve önem kazanan bir niteliktedir. Hayatı ve öğretileri üzerine yazılnuş dört eser Almanca'ya, Fransızca'ya, Japonca'ya ve Seylan diline çevril­miştir. Onun modem düşünceye; bp, felsefe, teoloji ve parapsiko- loji alanlannda yaptırdığı aşamalar hayli önemlidir. Günümüzde, en şüpheci araştırmacılar bile Cayce dosyalarına başvururlar ve bunların, hayret uyandırıcı bilgilerin kaynağı olduklarını kabul ederler. Bu kitapta verilmiş olan tarihlere ait açıklamalar, bazıla­rınca tartışmalı da olsalar, yine de bir hayli fikir ve bilgi v^kit

dirler. Aynca uluslararası işlerle ilgili olarak bulunulan kehanetle­rin de özel bir yeri vardır ve z.aten bunlann bir kısmı z.arnanla doğ­rulanmıştır.

Edgar Cayce'in kendi iradesine bağlı olarak istediği anda uy­ku durumuna geçme (•) ve bilgilerini çok aşan konular üzerinde hakim bir şekilde konuşma gibi özel bir yeteneği vardı. Kültürlü değildi, tahsil hayatını sürdürmemişti; hatta pek kitap okuduğu da yoktu. Onun için, tartışılacak olan konuyu ya da kendisine da­nışan kişinin adresini ve bulunduğu yeri bilmek ve yanı başında da sorulan soracak birinin ve cevaplan yaz.an bir stenografın bu­lunması yeterliydi. Kırk iki sene boyunca hemen her gün uyumuş ve tasavvur edilebilecek her türlü konuya ilişkin sorulara cevap vermişti. Bunun için de karartılmış odalara, sanklara, tütsülere, kristal kürelere ve karşısında para ödeyen insanlara hiç ihtiyaç duymamıştı.

Cayce'in zihni, z.arnanı ve mekanı aşmaya muktedirdi. Örne­ğin, Wyoming'de oturan bir danışman, "okurna"nın başlangıcında "evin içinde dönüp durmayı bırakıp oturması" emrini almıştı. New York'daki dairesinde bulunan bir diğerine ise bir iltifatta bu­lunmuştu: "Pijarnaruz hiç fena değil." Bu söylediklerini ispat etmek gayet kolaydı ve hepsi de şaşmaz şekilde doğru çıkmıştı.

Şüpheci bir iş adamı Cayce'e, o özel hali içerisinde bulundu­ğu bir esnada kendisini bürosuna gidene kadar izlemesini teklif etmiş ve meydan okumuştu. Adam her z.aman alış veriş yaptığı tü­tün bayiinin önünde durmuş, ama bu kez bir yerine iki adet püro almıştı. Bürosuna ise bu kez asansör yerine merdivenleri kullana­rak çıkmıştı. Buraya varınca da hep yaptığı gibi mektup kutusunu açmıştı.

Virginia'da, Virginia Beach'deki evinde uyumuş olan Cayce ise "okurna"sını vermişti. Şüpheci danışman raporu aldığında çok şaşırdı. Cayce en ufak davranışlarını ve hareketlerini tarif etmekle kalmamış, mektuplarını bile okumuştu!

Görünüşe göre, Cayce'in zihni, şimdide olan ya da gelecekte olacak vakalar kadar, geçmişte olanları da aynı berraklıkta "göre-

(•) Transa girmek.

biliyordu". Özel bir dedektif, eylemlerinden sonra hiçbir ipucu bı­rakmayan bir hırsızı ya da hırsızları araşbrmakla görevlendiril­mişti ki, Cayce'den bir "okuma" geldi. Cayce uyumuş ve hırsızı ta­rif etrnşti. Aynca hırsım bir kad^n yardım ettiğini ve ikisinin ^ raterce Pennsylvania'da bir otelde kaldıklannı telirtmiş; ek olvak da kadının kalçasında bir leke bulunduğu ve çocukluğunda geçir­miş olduğu bir yangın sonucu sol ayağının iki parmağının birbiri­ne yapışık olduğu tarifini yapmışb.

Dedektif, müşterisine hemen telefon ederek tarif edilen ada­mı tanımadığını, ancak kadının tarifinin kendisine Chicago'ya kız- kardeşini görmeye gittiğini söyleyerek evden aynlan kansına bpa- tıp uyduğunu açıklamıştı.

Polis otele vardığında çift daha önceden yola koyulmuştu bi­le. Ama yeni bir "okuma", onların Ohio'da, Columbus'da bulun­duklarını bildirmiş ve orada da ele geçirilmişlerdi. Bunun ardın­dan Cayce şöyle diyecekti: "Suçlu bile olsalar, insanları böyle izle­meyi sevmiyorum."

Cayce'in hayatının ve yaptığı çalışmalarının hikayesi, çağı­mızdaki en şaşırtıcı olanlardan biridir. Biyografisi hem Eski Ahit'i, hem de bir bilim kurgu romanını çağrıştırmaktadır. O tuhaf duru- görü yeteneğinin seviyesine çağımızda henüz ulaşılmış değildir. Kırk iki sene boyunca kendini, düşüncenin sayısız alanlarında Du­yular Dışı İdrak uygulamasına adadı. Normal satır aralıklı 50 00 daktilo sayfası tutan "okumaları" Virginia Beach'deki Edgar Cayce Vakfı'nda muhafaza edilmektedir ve hiç şüphesiz dünya üzerin­deki en önemli psişik bilgiler koleksiyonunu oluşturmaktadır.

Vakıf, "okumalar" içindeki bilgi ve belgeleri yayınlamakla görevli olan Bilgi ve Araştırma Demeği'ni de koruması albnda bu­lundurmaktadır. Burası hayli canlı bir yerdir. Kütüphanenin ve büroların dışında bir konferans salonu, bir tedavi servisi, bir oku­ma salonu, bir basın servisi ve okyanusa hakim konumda geniş bir terası vardır. Ziyaretçiler gayet iyi karşılanırlar ve tüm yapılan ge­zebilirler; tabii ki pek çoğu "okumalar"ı incelemek isterler. Şüphe­ci olanlara gelince, onlara Abraham Lincoln'un şu sözleri ile cevap verilir: "Dünyadaki hiçbir insanın iyi bir yalancı olabilmek için ye-

terli hafızası yoktur."

Cayce dosyalan dünyada tektir. Şuuraltından çıkıp gelmiş yirmi milyon kelime; bu bulunabilir şey değildir. Şayet bunlara inanılırsa, aşılması gereken yeni engeller belirmektedir. Durugö- rü, duruişiti, rüyalar, ipnotizma; tarihi ve insan ruhunun derinlik­lerini daha iyi anlamayı sağlayan yolu açarlar.

Edgar Cayce'in dosyalan üzerine kurulu olan bu kronik, in­sanın ruhsal bir varlık olduğunu, muazzam Atlantis Kıtası'nın bir gerçek olduğunu ve aralarında Güney ve Kuzey Amerika'nın da bulunduğu çevredeki ülkelere kaçan Atlantisliler'in buralarda yüksek medeniyetler kurduklarını ve bu faal ve cesur halkları meydana getirmiş olan insanların, günümüzde de tekrar doğmak­ta olduklarını kanıtlamak amacındadır.

Bir zamanlar büyük bir İngiliz bilgininin de söylediği gibi: "Tüm olasılıkları reddedemeyecek kadar çok şüpheciyim."

L. w. R.

Tucson, Arizona,

Ekim 1971

Not: Aktanlan bütün "okumalar" gerçektir. Şahıs isimlerinden başka bir şey değiştirmedik. Aktarılan metinlerin yanında bulunan rakamlar, tartışma ko­nusu olan okumanın bölüm sırasını belirtmektedir.

BİRİNCİ BÖLÜM

DÜNYA UZERİNDEKİ

YABANCILAR

BİRİNCİ KISIM

ATLANTİSVAR MIYDI?

Edgar Cayce tarafından verilmiş olan 2 50 kadar "hayat oku- maları"nın içinde, tarihin bilinen ya da bilinmeyen sayısız dönemi ortaya çıkarılmaktadır. Demek ki, bu dosyalar, dünyadaki esra­rengiz ırkların kökenleri ve gelişmeleri konusuna çok önemli bir ışık tutmaktadır. İyi tanınmayan bu tarih öncesi kavimler bilim adamlarını daima çıkmaza sokmuşlardır.

Günümüzde, sadece bu uygarlıklardan arta kalmış olan bazı parçalara sahip bulunduğumuzdan dolayı bu bilgi eksikliğimiz gayet normaldir. Arkeologların, bunların kültürleri hakkında el­de edebildikleri pek az bilgi, tarihe öyle bizler kadar meraklı olma­dıkları şüphe götürmez olan bu halklar tarafından, orada burada terk edilmiş olan eşya kınnbları biraraya getirilerek elde edilmiş­tir. Görünüşe bakılırsa, kendi zamanlanrun vakalarını kaydetme­yi gereksiz bulmuşlar veya bunu yapblarsa da bu metinler kaybol­muşlardır.

Bundan şu sonuç çıkmaktadır ki bu "esrarengiz kabilelerin"

yaşarnlan ile ilgili pek çok teori, hipotez ve cevaplanamayan soru vardır. Bilim adamları arasında, burada yorumlanması gereksiz olan pek çok tartışma çıkmıştır. Bunlardan sadece birkaçı bizleri il­gilendirmektedir. Bunlar Atlantis'in kolonileri ve bu eski medeni­yetin dünyanın pek çok bölgesinde, özellikle de Amerika'da etkide bulunduğu halklar ve kültürlerdir.

Okuyucu, birbirlerinden çok uzaklarda bulunan uygarlıklar arasındaki benzerlikleri görmekte hiç zorlanmayacaktır, çünki hepsi tek bir ortak kaynaktan, Atlantis kaynağından hayat bul­muşlardır. Cayce'in "okumalan", kıtalannın yavaş yavaş batmak­ta olduğunu hisseden Atlantis sakinlerinin, değişik bölgelere göç etmiş olduklarını ve buralardaki etkilerinin, göç etmiş olduklan çağa göre değişik biçimlerde kendini belli ettiğini açığa kavuştur­maktadır.

Maalesef, resmi bilim Atlantis'in varlığına inanmayı reddet­mektedir. Bazı cesur bilim adarnlan bu konuyu tetkik etmeyi göze almışlarsa da, dışlanmak veya deli olarak nitelendirilmekten kork­maları yüzünden aralarında, elde edilen verilerden yola çıkarak bir teori oluşhırmaya kalkmış olanlann sayısı hayli azdır. İster ta­rih, ister felsefe, ister tıp, isterse de teoloji ya da fizik alanında ol­sun, yeni bir hipotez öne sürüldüğünde, bu maalesef hep böyle ol­muştur. Martin Luther dini akidelere karşı geliyordu, yani bir he- retik (rafızi) idi; Alexander Graham Beli bir kaçıktı ve Robert Ful- ton da herkesin gerçekleşmeyeceğini bildikleri bir şeyi imal etme­ye çalışan bir hayalperestti. Böyle nitelendirilen insanlann sayısı hayli kabanktır ama bununla birlikte bizleri yeni ufuklara doğru götüren onlar olmuşlardır. Sadoe büyük olanlar farklı olmaya ^ saret edebilirler ve zaten işte bu yüzden büyüktürler. Toplumun kıskançlıklanna ve alaylanna dayanabilmek içinse hayli güçlü ol- malan gerekir. Bununla beraber, açık bir anlayışa sahip olmayı is­tiyorsak da, yine de saf davranmayı istemeyiz.

Sonuçta, günümüzde prensip olarak en geniş şekilde kabul edilmiş olan bilgileri araştırdıktan sonra, bu konu üzerinde Cayce dosyalannın neler söylediğini inceleyeceğiz. Şunu da unutmama­lıyız ki, günümüzde kabul edilmiş olan bilgiler, yeni buluşlar ya-

pıldığı sürece yann ya da yirmi sene içinde büyük bir değişime uğrayıp bugünkü ile taban tabana zıt bir duruma da gelebilir. Modern bilim yanılmaz değildir. Asırlar boyunca insanlar dün­yanın yuvarlak olduğuna inanmışlardır; ama bugün biliyoruz ki dünyamız elips biçimindedir.

Cayce'in Atlantis'e ilişkin açıklamaları içinde en ikna edici olan husus, onun şimdiye kadar hiçbir çözüme ulaştırılamamış olan sorulan yanıtlamasıdır. Buna ek olarak "okumalar", birçok durumda, hiçbir zaman tam manasıyla yerine oturmamış ancak jeologlar ve arkeologlar tarafından ileri götürülmüş postülatlar olarak nitelendirilebilecek noktaları da destekler ve güçlendirir. Bazen, gerçek olarak kabul edilenin tam tersini ve kesin bir ifa­deyle söylerler. Bazı iddiaların geçerliliğinin ispatı ancak zaman­la, araşhrma ile ve yeni buluşlar sayesinde mümkün olacaktır.

"Okumalar" bize ülkelerinden kaçan Atlantisliler'in değişik istikametlere doğru göç etmiş olduklarını öğretmektedir. hk göç edenler birinci tufan esnasında M.Ö. 50.700'e doğru Pireneler' e ve Kuzey Amerika'ya sığınmışlardır; ikinci afet sırasında, M.Ö. 28.000'e doğru, bir bölümü Orta Amerika ve Fas'a göç etmişler­dir; ve en nihayet üçüncü ve sonuncu sulara gömülüş sırasında da, M.Ö. 10600'de son göç ede::tler, piramitleri inşa ettikleri Mı­sır'a ve Meksika'ya, Yucatan'a yerleşmişlerdir. Bu göçler binlerce yıl ara ile gerçekleşmiş olduğundan, şu veya bu bölgeye getiril­miş olan kültür, çok uzun bir zaman sonra başka bir ülkeye taşın­mış olan kültürden haliyle farklı olacaktı. Dünyanın her yerinde fasılalarla gelen buzul çağlan, yer sarsıntıları, volkanik patlama­lar ve köklü değişiklikler meydana geldi. Bu yüzden, zamanın et­kisini hesaba katmasak dahi, bu medeniyetlerden bizlere pek bü­yük bir iz kalmamıştır. ·

İspanyol veya Fransız Baskları, bu esrarengiz kavimlerin ·klasik bir örneğidirler. Cayce dosyalarında, Pireneler'e doğrı.ı kaçmış ve burada bir krallık kurmuş olan ve ardından kuzeye doğru sey.ahat etmiş olan Atlantisliler'e ilişkin bilgiler vardır. Ku­zeye doğru gelmiş oldukları Calais'nin kireçli falezlerinde bırak­mış oldukları ve hala belirgin olan izlerden anlaşılmaktadır.

Günümüzde yaşayan Basklar çok özel bir dil ve kültürü mu­hafaza etmişlerdir. Öyle ki, her kim Cayce'in "okumaları" ışığında Atlantis tarihi ile bir yakınlık kursa, onların Atlantis kökenli ol­dukları sonucunu rahatlıkla çıkarabilir. Ama bunun somut bir ka­nıtı yoktur. Zamanla ve teknoloji sayesinde tüm bu soruların gü­nün birinde yanıtlanacağı umudunu yitirmeksizin, tüm bu incele­memiz boyunca aşmamız gereken sorun da budur zaten. Bekle­mekten başka çaremiz yoktur.

Tarih öncesi insanı inceleyecek olursak, günümüz biliminin söyledikleri ile Cayce'in "okumaları" arasında sayısız farklılıklar beliriverir. Örneğin, Cayce'e göre, uygar insanın dünya üzerindeki varlığı, bilim adamlanrun tespit ettikleri tarihten çok daha öncele­ri, yani on milyon beş yüz bin sene evveline uzanıyordu. Ama top­lumlar arasında ilk düzenli ilişkiler ve uyum 52.00 sene önce ger­çekleşmişe benzer. Çünki yeryüzünü kaplamaya başlayan dev bo­yutlardaki vahşi hayvanlarla mücadele etmek için işbirliği şart ol­muştu.

Tarih bakımından, günümüzde, Meksiko'nun yakınlarında­ki kazılar sonucu bulunan kemik parçalarından anlaşıldığına göre, Orta Amerika'da 30 00 sene önce insanların yaşamış oldukları ka­nıtlanmıştır. Bölgede, gelenek bakımından doğudan, Aztlan adı verilen geniş bir ülkeden gelmiş ziyaretçilerle ilgili hikayeler ve büyük bir evrensel tufana ilişkin efsaneler hayli boldur.

Pizzarro ve arkadaşları (konkistadorlar) Peru'da 15.00 km uzunluğunda, kaldırım taşlan döşenmiş ve kenarlarında sayısız han kalıntıları bulunan yollar bulmuşlardı. Bu yolları hangi yük­sek uygarlığa sahip toplumlar kullanmışlardı ve buralara nereden .gelmişlerdi? Mısır'dan Andlar'a ve Kuzey Amerika'ya kadar o za­manın değişik medeniyetlerini etkilemiş olan bir kültür dalgasının varlığı görülmektedir. Şu da gayet bellidir ki, tarih öncesinin her hangi bir döneminde -belki de M.Ö. 10.00 'e doğru- ani ve köklü değişimler meydana gelmiştir.

Amerikalı arkeologlar uzun yıllardan beri, Eski ve Yeni Dün­ya arasında okyanus aşın temasların yapılmış olduğunun tartışma götürmez kanıtlarını bulmaktadırlar.

Leo Duel, "Silahsız Konkistadorlar" isimli kitabında şöyle ya­zar:

"Uzun süreden beri, Amerika'nın kadim çağlarını incele­mekte olan herkes, özellikle Amerika ve Güneydoğu Asya, aynı şekilde Polinezya ve Melanezya'ya ait eşyalar, örf ve adetler ve ya­pılar arasındaki benzerlik karşısında şaşkına dönmüşlerdir. "Par- tolli" isimli Meksika oyunu, Hindistan' daki "Parchesi" oyununun bir yansıması gibidir. Andlar'da ve Brezilya'da kullanılan Pan flüt­leri, Birmanya'da ve Salomon Adaları'nda bulunanların aynısıdır. Melanezya'nın başı yıldızlı silahlan Peru'nunkilerden çok az fark­lıdır. Paskalya Adası halkları, hpkı İnkalar'ın yaptıkları gibi, du­varları çokgenli taş bloklardan oluşan binalar yapmışlardı. Ameri­ka kökenli olan patates, Polinezya'da beyaz adamın gelişinden çok daha evvel de sadece yetiştirilmekle kalmıyor, hatta aynı ismi taşı­yordu..."

Orta Amerika'da Chol-ula, Calua-can, Zuivan, Colima:, Xa- lisco isminde köy ve şehirlere rastlanır. Okyanus'un diğer tarafın­da küçük Asya'da (Anadolu) ise hemen hemen aynı denebilecek isimler vardır: Chol, Colua, Zuivana, Cholima ve Zalissa (•). Hiç şüphe yoktur ki bu isimler tek bir kaynaktan çıkmıştır.

İnceleyeceğimiz farklı kültürlerde çok sayıda ortak ve belir­gin özellikler vardır. Tüm bu toplumlar avcı ya da ilkel çobanlar olarak kalmak yerine ziraate dayalı bir ekonomi geliştirmişlerdir. Yaratıcı gücün sembolü olarak kabul ettikleri güneş, dinlerinde önemli bir rol oynuyordu. Bu insanların güneşe taptıklarını söyle­mek Çok hatalı olacakbr. Tümü de doğayı seviyordu, çünki topra­ğa bağımlı idiler. Örneğin Amerika yerlileri, güneşin yaşamların­daki önemini kavramışlardı ve onun da bpkı kendileri gibi Yüce Varlık tarafından yaratılmış olduğunu biliyorlardı.

Tüm bu toplumlar dinlerine çok bağlıydılar, tek bir Tann'ya inanıyorlar ve O'nun emirlerine itaat ediyorlardı. Din onlar için büyük bir önem taşıyor ve tüm faaliyetlerinin merkezini oluşturu­yordu. Tümünde de ölülerini yakma adeti vardı. Hepsinin de bi­zimkine benzer bir tufana ait efsaneleri vardı ve pek çoğunun gele-

(•) Tüm isimler^ki "C" farfi "K" olarak telâf^z edilmelidir.

neklerinde doğudan gelmiş ve çok yüksek uygarlık seviyesinde olan bir halktan bahsediliyordu. Yakında, modem bilim adamları­mızın bu efsaneleri pek hafife almakta olduklarını göreceğiz. Bu eski halklar kurgu nedir bilmiyorlardı ve nesilden nesile aktarıl­mış olan şarkıları, hikayeleri ve şiirleri, hepsinde aynı şekilde bir gerçek üzerine kurulmuştu. Hakikat yaşamaya devam eder, ancak yalan kısa ömürlüdür. Alelacele verilen bir kararla mitolojiler ola­rak kabullenilmiş olan bu geleneklerin önemsenmeyişi, modem zihniyet ve maneviyatımızın feci halinin bir yansımasıdır.

Cayce'in "okumaları" bu ilk halkların muammalarını iyi açık­lar. İnkalar'ın kökenlerinin kaynağı, ülkenin hem içinde hem de dı­şındadır. Son Mayalar'ın esrarengiz göçleri, Atlantik Okyanusu' nun sularının tehdidi yüzündendi. Tümülüsleri yapanlar, yani Es­ki Mayalar, ileride Birleşik Devletler adını alacak olan ülkenin merkezine ilk gelenlerdir. Yeni buluntular, insanın bu bölgelerde çağımızdan 7 00 yıl öncesinde de yaşamakta olduğunu kanıtla­maktadır. Ne kadar imkansız gibi görünürse görünsün Kuzey Av- rupalılar'ın bu kıtada Montana'ya kadar ulaşmış oldukları kanaati belirmektedir.

Aynca, coğrafi konum bakımından birbirlerinden çok uzak­larda bulunan uygarlıklar, hemen hemen aynı sosyo politik sis­temle birleşmiş durumdadırlar. Uygulama olarak hepsi toplum­cu, müşterek çalışma ve iştirak düzenini uyguluyorlardı. Toplum için, cemaat için iyi olan, ferdin yararına olandan önce geliyor ve egoizmaya, kibre ve gereksiz özel zenginliklerin oluşmasına imkan tanımıyordu. Günümüzde dünyanın hiçbir bölgesinde rastlanamayacak türden bir eşitlik ve kardeşlik vardı. Şu konuda emin olabiliriz: Kari Marx komünizmi icat ehnedi. Onu ruhsal kaynağından çekip çıkarmış ve ekonomik bakımdan dayandığı gerekçeleri ile ilan ehniştir.

Tarih öncesini, bilinen Amerikan tarihinin ilk zamanlarına kadar olan kesitinde eşeleyecek olursak, Lemuryalılar ve Atlantis- liler'e ilişkin teorilerin cevapsız kalmaya mahkum olan sırlan bir hayli çözüme ulaştırdıklarını göreceğiz. Atlantis Kıtası'ndan ya­pılmış olan bir göçün kanıtları,hiçbir desteği olmayan, insanın Be-

ringBoğazı'ndan geldiğine dair hipoteze ait kanıtlardan çok daha fazladır.

Deniz bilimindeki ve diğer bilimlerdeki hızlı gelişmeler ve aynca genç nesilden çıkan bilim adamlarının geniş zihinleri ve me­raklı yapılan, bizlere Atlantis'in varlığına ilişkin en yeni kanıtlan inceleme imkanı vermektedir. Çünki tüm tarih kavramımız bu bil­gi ve hükümlere dayanmaktadır.

Gün ışığına çıkmakta olan pek çok husus, bilim adamlarımı­za adeta göz kırpmaktadır. 1968 Ekimi'nde, Kenneth Whiting im­zasını taşıyan ve Associated Press'e ait resmi bir mektup şu haberi veriyordu:

"Birkaç milyon sene önce Afrika, Güney Amerika, Hindistan, Avustralya ve Antarktika Kıtalan'nın birbirlerinden ayrılmadan önce bir bütün halinde dev bir kıta oluşturmuş oldukları giderek daha belirginleşmektedir. Güney yarımküredeki kara parçaları­nın eskiden birbirlerine yapışık durumda olduğunu gösteren fosil­ler, bilim adamlarına bu jeolojik puzzle'ı (*)yeniden oluşturma imkanı vermektedir.

Kıtalann kökenlerine ilişkin bu hipotezin taraftarları, bu mu­azzam kara kütlesinin bölünmeye uğradığını ve değişik kısımları­nın birbirlerinden yavaş yavaş ayrılmış olduklarını iddia etmekte­dirler. Şayet haklı iseler, bir kıta üzerinde bulunan hayat belirtileri diğerleri üzerinde de bulunmalıdır; ayru zamanda da bu bitkilerin, böceklerin veya hayvanların aynı devirde yaşamış oldukları kanıt- lanmalıdır."

Buzul yolları, toprak çatlakları, maden kuşaklan ya da 200 milyon yıllık, hatta belki de daha eskiye ait fosiller bu teoriyi red­detmeyi imkansızlaştırmaktadır. Toprak üzerinde kırılarak ilerle­yen buzullar, geniş vadiler meydana getiriyorlar ve gerilerinde kı­rık dökük kütleler bırakıyorlardı. Güney Afrika'da, Johannes- burg'daki Witwatersrand Üniversitesi'nden Prof. Cruickshank şöyle yazmışb:

"Bu buzul yollarını inceleyerek, bunların hareket yönünü

(,.) Puzzle: (pazıl okunur). Birçok parçaların birleştirilmesiyle tamamlanan bir tür bilmece.

saptayabiliriz.Buzulların aynı noktadan yayılmış olduklarını var­sayalım: Değişik kıtalar ayn ayn ele alındıklarında, üzerlerindeki buzul hareketinin yönünün hiçbir anlamı olmadığı görülür. An­cak bu kıtaları birbirine yaklaştırdığımızda düzgün ve bitişik bir şema elde edebiliriz ve buzullaşma hareketinin ortak bir yönü ol­duğu ortaya çıkar."

Gerçekten de, şayet haritaya bakılırsa görülür ki, Afrika, Gü­ney Amerika, Hindistan ve Avustralya pekala birleştirilebilirler. Ve birbirlerinden ayrılışları da pekala 200 milyon yıl öncesinde gerçekleşmiş olabilir. Bu ileri sürülenler şüphesiz ki hayli tuhaf gelmektedir, ama en olağanüstü olan taraf şudur ki, dünyadaki tüm bilim adamları bunu kabul ederler de, Atlantis Kıtası'nın var olduğuna ilişkin hiç de daha garip gelmeyen bir fikri nedense hep reddedip dururlar.

Ünlü dil bilgini, arkeolog ve deniz dibine dalışın öncüsünün torunu olan CharlesBerlitz "Atlantis'in Sırrı" adlı yeni bir kitapta şöyle yazar: "Denizlerin dibinde, karmaşık Atlantis kültürüne ait yeni buluşlar yapmayı bekleyebiliriz; halbuki çok daha modern ve etkili bir alet sayesinde araşhrmacılar deniz dibindeki incelemele­rini sürdürmektedirler. Günümüzde, Atlantis'in aranmasının epeyce eskilere dayanan tarihinde ilk kez onu bulmak imkanlarına ve tanımamıza yarayacak bilgilere sahip durumdayız."

Ünlü bir arkeolog ve Yale Üniversitesi'nde eskiden zooloji kürsüsü olan Prof. MansonValentine,1968,1969 ve1970 yılların­da, Aorida kıyıları açıklarındaBahama Adalan civarında, deniz dibinde Maya tipi tapınaklar keşfedildiğini bildinnişti. Denizin di­binde bir meydan, insan eliyle ve duvar işçiliğiyle yapılmış ve ba­samakları olan eğimli duvarlar görmüştü. Prof.Valentine pirami­de benzer bu yapıların Atlantis'te inşa edildiklerine kanaat getir­mişti. Yucatan'da incelemiş olduğu Maya tapınaklarına çok benzi­yorlardı.

Cayce'in "okumaları"na göre, Aorida'nın bah kıyılarının elli mil açığında bulunanBimfni Adalan eskiden büyük bir Atlantis adası olan Poseydia'ya aittiler. Uyuyan durugörür, 28 Haziran 1940'da şöyle açıklamıştı: "Ve Poseydia, Atlantis'in sular üzerine

yeniden çıkacak olan ilk topraklan arasında yer alacakhr.Bu 20 ve­ya 30 sene sonra, belki de biraz daha ileri bir tarihte gerçekleşecek­tir." (9^-3 L-1)

Bahama'run daha az derinlikteki sularında, esrarengiz ve in­san eliyle yapıldıkları açıkça belli olan diğer bazı yapılar da görül­düler. Bunlardan biri, otuz metre genişliğinde beşgen bir şekil, Andros Adası yakınlarında ve tapınağa benzeyen bir yapının pek uzağında bulunmayan bir yerde keşfedildi. Prof.Valentine yakın zamanda başka yapıların da ortaya çıkacağına kanaat getirdi, çünkiBahamalar'daki değişken sualb akımları yüzünden okyanu­sun dibi sürekli olarak aşınmaktaydı.

1969 ilkbaharında "Son haftalarda kolaylıkla tanınabilir di­ğer bazı yapılar da görüldü." şeklinde yazmıştı. Bu buluntular fo­toğraflarla da saptandı ve doğrulandı. Aynı ekip, Andros açıkla­rındaki beşgenden başka Abaco yakınlarında daire biçiminde bir yapı, bir piramit, bir yolun kalınblannı, bir heykelin parçalarını ve taştan tekerlekler buldu.

Prof. Valentine, kayıp kıta Atlantis teorisine kesin biçimde inanıyordu.Bahamalar'da yapılan keşiflerin, batık bir uygarlığın ilk kanıtlan olduğuna emindi.Bu arada, o bölgede 1920 yılına doğ­ru bir sünger "çiftliğinin" kurulmuş, sonra da terk edilmiş olduğu­nu itiraf ediyordu.

Diğer araştırmacılarBimini bölgesinde çalışblar. Aralarında, Prof.Valentine'in ekibinde çalışmış olan ikisi, Robert Ferro ve Mic- hael Grumley yaptıkları çalışmaları, "Atlantis, Bir Araşbrmanın Otobiyografisi" isimli kitapta anlattılar.

"1969yılında, 26 Şubat çarşamba günü bir su bendi ya da şose bulduk...Bu, bir sualb yapısı değildi ve insan eliyle inşa edilmişti... berrak suyun on metre derinliğinde çok eski bir uygarlığın alışıl­mamış ve muhteşem kanıtını seyrederken allak bullak olmuş­tuk."

Deniz dibi araşbrmalan, sıralanmış taşların gel git olaylan sı­rasında kumlarla örtülmüş olan bir duvan meydana getirdiklerini ortaya koymuştur. Karbon-14 testleri, yaklaşık12 OO yıllık olan bu kalınbların yaşını saptama imkanı vermiştir.

Diğer bir araştınnaa, Kont Pino Turolla, bazıları hala ayakta, bazıları da devrilmiş olan ve bir daire oluşturan kırk-elli adet taş kolonun geri kalanlarını bulmuştur. Bunlar, o bölgede bilinmeyen beyaz bir mermerden yontulmuşlardı. Bu keşifin fotoğraflan Fer­ro ve Grumley'in kitabında yer almaktadır.

Atlantis'iİl varlığına ait herhangi somut bir kanıt henüz orta­ya konamamışsa da, bu tezin taraftarlarının giderek artışı gibi, şa­şırtıcı unsurlar da giderek yığılmaktadır. Bir Fransız filozofu olan Prof. Denis Saurat, Atlantis'in And Sıradağlan'na kadar uzanmış olabileceğini ileri süren Avusturyalı bir kozmogonist tarafından geliştirilen bir teoriyi korkusuzca savundu. Peru ve Bolivya ara­sında Titicaca Gölü kıyılarında esrarengiz ve bilinmeyen bir şehrin kalıntıları keşfedildi ve And Dağları'nın tepesinde, 600 km uzun­luğunda bir hat üzerine sıralanmış vaziyette okyanusa ait esraren­giz bir fosiller topluluğu bulunmuştur.

1952 senesinde, beraberinde kendisine İsviçreli bir tarihçi ve arkeoloğun da eşlik ettiği bir Alman papaz, Kuzey Denizi'nde He- ligoland kıyılarından birkaç mil açıkta ve dikkatle seçilmiş bir şeh­rin üstünde demir atmış olan bir gemide dört gün geçirmişti. Bir dalgıç on metre derinlikte, ama altı mil açıkta insan elinden çıkma bir dizi duvar ve hendek gördüğünü iddia etmişti. Papaz Jurgen Spamuth, keşfini şöyle özetliyordu:

"Mısır'ın kadim devirlerini incelerken Firavun il. Ramses'e ait Medinet Habu Tapınağı'nın içinde, Mısırlı rahipin, Solon ile yaptığı görüşmeler esnasında Atlantis'in varlığını kanıtlamak için kullanmış olduğu yazılan ve belgeleri buldum. Bu eski Mısır papi­rüslerinin paha biçilmez bir tarihi değerleri vardır. Atlantis'in sır­rının anahtarı yalnızca bunlarda mevcuttur. Belgeler, ada biçimin­deki kıtanın ve doğal afetler esnasında batan Kral Adası'nın pozis­yonunu büyük bir kesinlikle tarif etmektedir. Bu bilgiler sayesin­de, tam belirtilen noktada batık durumdaki küçük bir kalenin ka­lıntılarını buldum ve üç değişik gezim esnasında bunu tamamen inceledim. Yukarı Mısır'da, Solon tarafından anlatılan Atlantis' in hikayesine reddedilemez kanıtlar kazandıran kayıtların ve fresk­lerin (Bunlardan biri Atlantisli işgalciler ile Mısırlılar arasındaki

bir deniz savaşını temsil ediyordu.) fotoğraflarını çektim."

Yeni buluşlar, Atlantik Okyanusu'nun dibindeki tabakayı kaplayan tortularda, bu bölgelerin daha önce suyun üstünde oldu­ğunu kanıtlayan tatlı su bitkilerinin varlığını gün ışığına çıkarmış­tır. Ünlü bir Rus jeoloğu, Prof. Maria Klionova, S.S.C.B. Bilimler Akademisi'ne verdiği bir raporda, Azor Adalan açıklarında ve 200 m derinlikte bulunan kayaların, M.Ö. aşağı yukarı 15 OOO'ler- de atmosferle temas halinde olduklarını kanıtlayan özelliklere sa­hip olduğunu bildirmişti. Ayru sonuçlara zaten1898 yılından iti­baren ulaşılmaya başlanmıştı. O yıl okyanusun dibinden alınmış olan lav örneklerinde, bunların yüzünün sadece hava ile temasta katılaşabilecek türden cam cinsi bir tabaka ile ^aplı olduğu görül­müştü.

Okyanus yatağının, oyucu ya da yükseltici akımlara maruz olması nedeniyle kalıcı olmadığı bilinir. Volkanik adalar su yüze­yine çıkarlar, kaybolurlar, tekrar belirirler. Bununla beraber, Flori­da Boğazı'nda sonar kullanarak yapılan sondajlar, 600 ya da 700 metre derinlikte, muntazam olarak sıralanmış ve ev gibi büyük, bir dizi tümseğin varlığını ortaya çıkarmıştır. Daha yeni yapılan diğer bazı araştırmalar da Florida'nın ve Bahama Adaları'nın yakınla­rındaki geniş alanların en az 8 00 sene önce batmış olduklarını açı­ğa çıkarmıştır.

Böylece, Atlantis teorisini doğrulayan işaretler günden güne çoğalıp durmaktadır. Bilim adamları da artık bu konuya gülünç deyip geçmekten çok, önem vermeye başlamışlardır. Şuna da ina­nıyoruz ki modem teknoloji, şimdiye kadar çözümlenememiş pek çok sorunu muhtemelen çözecektir.

Sonuç olarak, önümüzdeki yıllarda hepimizde tutkular u­yandıracak bazı açıklamalar bekleyebiliriz. Çünki Atlantisliler eş­siz varlıklardı ve şu da mümkündür ki günümüz Amerikan yaşa­mını, hiç şüphe uyandırmayan ve umulmadık bir şekilde etkiliyor olabilirler.

Ama yine de işin başından başlayalım.

İKİNCİ KISIM

YAR A DILIŞ

İnsan, düşünmeye başladığında sorular sordu. İlk sorulan şunlardı: "Ben kimim?... Nereden geldim?... Hayatın amacı ne­dir?... Niçin ölüyoruz ve öldükten sonra nereye gidiyoruz?..." Ama insan her zaman, bunlan cevaplandırmak yerine, devamlı sorular sormaya daha yatkın olmuştur ve bu da onun zihinsel geli­şimine yardım eden bir dürtü vazifesi görmüştür. İnsan henüz öğ­renme susuzluğunu giderebilmiş değildir, ama bununla birlikte tüm cevaplar hemen oracıkta, elinin altında, yani şuuraltında yat­maktadır ve bundan haberi bile yoktur.

Asırlar boyunca insanın ve evrenin kökeninin sım,imajinas- yonlan tahrik edip durmuş ve dünyanın en büyük düşünürleri her biri kendilerinden önce gelenlerin çalışmalarına dayanarak kendi teorilerini oluşturmak tarzında, kendilerini bu muammanın çö­zümlenmesine adamışlardır. Demek ki insanın ve evrenin tabiat­ları, felsefenin başlıca iki problemini oluşturmaktadır. Dünya, İlahi İrade'nin bir etkisi ile mi yaratılnuştı? Ya da rastlantısal bir ge­lişimin sonucu mudur? Temel cevheri nedir ve neden çok çeşitli­dir? İnsanın evrendeki rolü nedir? Sınırsız bir uzaydaki basit bir toz ya da madde zerreciğinden mi ibarettir? Ya da En Yüce Aklın en büyük eserini, ulvi bir varlığı mı temsil etmektedir?

Bu problemlere ilk dalan filozof, Eski Yunan'da M.Ö. 600 yıl­larına doğru yaşanuş olan Thales'tir. Kainatın ve insanın, meyda­na getirilmiş oldukları ilk madqenin su olması gerektiğini söyler; çünki donduğu zaman katılaşmakta, ısıtıldığı zaman da buhar ve

atmosfer haline dönüşmektedir. Sonuç olarak sudan kaynaklanan her şeyin sonunda muhtemelen yine suya döneceği sonucunu çı­karmıştır. Thales gerçeğe ne kadar yaklaşmış olduğunu hiçbir za­man fark edemedi. Şayet "su" kelimesi yerine "ruh" kelimesini kul­lanmış olsaydı, hiç şüphesiz, bu görüşü ve ilhamı dolayısıyla dai­ma alkışlanacakb. Ama bu sözcüğü seçmemişti ve Thales günü­müzde pratik olarak unutulmuştur. .

Bir süre sonra Anaximandros isminde başta bir Yunan düşü­nürü, evrenin tüm uzayı kaplayan canlı bir kütle olduğunu iddia etti. Ona "sonsuz" adını veriyor ve onun hareketi içerdiğini açıklı­yordu. Anaximandros'un diğer bazı fikirlerinin hayli garip olma­sına karşın bu, yine de ileri doğru ablmış yeni bir adım sayılırdı.

Bu kavramlar, Eski Yunan'daki diğer bir filozof grubu olan atomistlerin yolunu hazırlamışbr. Bunlar, kendilerinden önce ge­lenlerle aynı fikirde olarak, değişim ve çeşitliliğin çok küçük birim­lerin karışımı ve ayrışmasından kaynaklandığını kabul ediyorlar­dı; fakat bu birimler ya da atomların, daha önce inanıldığı biçimde cevherleri bakımından pek farklı olmadıklarını bildiriyorlardı. Her atomun hareketli olduğunu ve bunların değişik şekillerde ve çeşitli sayılarda birleşerek maddeyi oluşturduğunu iddia ediyor­lardı. Atomların kendileri hiç değişmiyorlar, ebediyen ve çok kü­çük halde sürüp gidiyorlardı. Atomların biraraya gelişleri hayatı oluşturuyor, ayrılmaları ise ölüm getiriyordu. Atomistlerin var­dıkları bazı sonuçlar günümüzde anlamsız gibi gözükse de şurası kesindir ki, onların kavramları doğru yönde ablmış iyi bir adım­dı.

Yine daha sonralan, apolojistler, Tekvin'in (Yaradılış) tercü­mesini savunmaya ve bunu felsefe ile uzlaştırmaya kalkışbkların- da, septikler (şüpheci filozoflar) onların vardıkları sonuçları, se­bepler ve deliller ileri sürerek çürütme yoluna gittiler. M.Ö. 300 yı­lına doğru Pyrrhon tarafından meydana getirilen bu şüpheci felse­fe okulu, evrenin tabiatına ilişkin yapılmış olan tüm açıklamaların önemsiz olduklarını ve hiçbir gerçeğe uymadıklarını iddia etmek­teydi. Bu ekolün mensupları, insanın hiçbir şey bilmediğini ve nes­nelerin tabiatını hiçbir zaman öğrenemeyeceğini düşünürlerdi.

Onlara göre insan yalnızca görebildiği ve ölçebildiği şeyleri tanı­yabiliyordu ve başka bir şey aramaya kalkışmamalıydı. Bu pesi­mist felsefe her şeyi tümden reddediyor ve karşılığında da birşey getirmiyordu.

Musa Peygamber'in kutsal kitabında (Tevrat) yer alan Tek­vin (Yaradılış) kısmı ile Yunan felsefesi arasında bir yakınlaşma kurmaya gayret eden kişi, İsa döneminde yaşamış Yahudi filozof Philon olmuştur. Philon, hepsi de tek bir kaynaktan, Tann'dan ge­len sayısız güçlerin -ya da ruhlann- mevcut olduğunu ve bunlar içinde Logos adı verilen birinin, alemin yaradılışından sorumlu ol­duğunu öğretiyordu. Ek olarak, kainatta var olan her şeyin, Tan- n'nın ruhundan fışkıran bir fikrin ifadesi ya da kopyası olduğunu iddia ediyordu.

Onun felsefesi, Yahudi ve Hristiyan dini literatürü (edebiyat) üzerinde derin bir etki meydana getirdi. İlk Hristiyan alimleri Phi- lon'un Logos'u ile İsa'yı, tene bağlannuş Kelam'ı, Tanrı'nın alemin yaradılışındaki vekilini çok çabuk özdeşleştirmişlerdir.

Ardından, 3. yüzyılda, fikirleri Philonunkiler'den pek farklı olmayan Platin gelir. Onun doktrinine göre varlıklar ya da sudur­lar (çıkanlar, yayılanlar), an (saO bir Tann tarafından neşredilmiş­lerdi; bpkı ışığın, gücünden hiçbir şey yitirmeksizin güneş tarafın­dan yayılması gibi... Işık, kaynağından ne kadar uzaklaşırsa o ka­dar zayıflamaktadır. En uzak uçta madde ya da karanlık bulunur - toprak (veya dünya) ve mevkiinden düşmüş olan insan- ama Tann ve madde arasında hüküm süren ruhtur.

Evrenin aslı ile ilgili modern teoriler üç gruba ayrılabilirler. llk olar^k, kainabn bir kaza eseri olduğunu, alemin mekanik oldu­ğunu, kendiliğinden mevcut olduğunu ve hiçbir dış etkiye bağlı olmadığını iddia eden materyalist monizmi görüyoruz. Buna göre evren, bir tekamül süreci ile ve rastlantılann da en büyüğü saye­sinde basit bir halden yola çıkarak şimdiki karmaşık halini almış- br. Bu fikir pek de yeni değildir, çünki M.Ö. 306 yılında Epikür ta­rafından ortaya atılnuşbr. Bu, evolüsyonizm (tekamülcülük) teo­risidir ve o "basit hal"in ne olduğunu ve nasıl belirmiş olduğunu açıklayamadığı için de problemin çözümünü ertelemekte, cevabı-

verememektedir.

Diğer bir modem teori ise alemin, ister bir hahi Varlığın doğ­rudan sudum, ister tekamül ile olsun, dış bir etkiden meydana gel­diğini iddia eder. Bu panteizmdir. 17. yüzyılda Spinoza, evrendeki her şeyin Tanrı'run tezahürleri olduğunu ve tüm varlığın aynı cev­herden yapılmış olduğunu, bunun, Tanrı ya da Maddi Alem oldu­ğunu korkusuzca iddia etmeye kadar varmışhr. Ona göre kötülük, anlayışı dar olanlar için mevcuttur ve bir bütünün parçası olarak kabul edildiğinde erir gider. Hollandalı bir Yahudi olan Spinoza bu fikirleri yüzünden sinagogdan çıkarıldı. Onun için, "Tanrı'run zehirlenmiş kişisi" denmekteydi. Bununla beraber, enteresan fi­kirler ,getirmişti.

Uçüncü modern inanış, alemin kendiliğinden, hiçlikten ya­ratılmış olmasıdır. Bu, geleneksel dini görüş açısı bakımından kre- asyonizmdir (yaradılışcılık). Tanrı, Yaradan olduğu kadar bölüne­mez de. Ve O'ndan bir şeyin sadır olması (yayılması) imkansızdır. Üstelik evren, herhangi bir ilk cevherden değil, tüm parçalarıyla birden yaratılmıştır. Bu teori, biliminki ile birleşmektedir. Madde atomlardan yapılmıştır, atomlar enerjidir, enerji ruhtur, ruh Tanrı' dır.

Ruhun kökeni üzerine kurulmuş Hristiyan doktrinleri ara­sında ilk olarak, 200 yılına doğru, Tertullien tarafından öğretilen ve ruhun, iki bedenin birleşmesinden gebelik ile yeni bir bedenin meydana gelişi ile aynı şekilde ve aynı anda diğer bazı ruhlar ya da fizik varlıklar tarafından yaratılmış olduğunu iddia eden "tradusi- yanizm"dir. Kreasyonizm, Tanrı'run her beden için yeni bir ruh ya­ratmış olduğunu söyler. Bu soru, kilise tarafından hiçbir zaman ta­mamen çözümlenmiş değildir. St. Augustin ve Martin Luther de, ruhun tabiatı üzerinde hiçbir zaman fazla durmamışlardır. Gele­neksel Hristiyan felsefesi, ruhun yeni bir organizma içine üflendi­ği esnada yaratılmış olduğunu iddia eder.

İlk Yunan filozofları arasında Eflatun, ruhların daha önce mevcut olduklarına ve bedenler içine ard arda, sırayla enkame ol­duklarına inanıyordu. Kısa bir süre sonra Philon ve Orijen -ki gö­rüşleri yüzünden aforoz edilmişti- ruhun ilahi kökenli olduğunu,

her zaman varolmuş olduğunu ve ruhtan maddeye ve maddeden de ruha dönüşmekte olduğunu öğretiyorlardı.

Hintli filozoflar, Brahmanizm (dünyanın en eski dini) ile Bu­dizm, ruh ile beden arasında bir ayınm (düalizm) oluşturuyorlardı ve fizik yaşamın, ruhun tekamülünde geçici bir maceradan ibaret olduğunu öğretmekteydiler. Bazı Hint mezhepleri reenkamasyo- nun (tekrardoğuş) insan bedeninde olabileceği gibi bir hayvan be- dei;inde de gerçekleşeceği inancını taşırlar. Yahudi Kabbalası ve Gnostisizm (Yahudi ve Hristiyan doktrinlerinin bir karışımı) he­men hemen aynı kuralları öğretiyorlardı, şu farkla ki, ruhun tek- rardoğuşu sadece insan ırkına mahsustu.

Eski İsrailliler iki ekole ayrılıyorlardı. Ferisiler ölümsüzlüğe ve ruhsal bir varlığa, ruhun önceden var olduğuna ve ruhsal ya­şamdan maddi yaşama geçişine inanıyorlardı. Sadukiler ise ma­teryalist idiler, ölümsüzlüğü ve tüm ruhsal mevcudiyeti inkar edi­yorlardı; onlara göre insan doğar, yaşar ve ölürdü ve bundan baş­ka bir şey de yoktu.

Modem bilim, bildiğimiz gibi, gaz halinde olan bir ilk cevhe­rin ahenkli bir evren haline dönüşmesi üzerine çok sayıda teori oluşturmuştur, ama ruh ile ilgilenmez; çünki ona göre ruhun varlı­ğı kanıtlanmamışbr, dolayısıyla böyle bir imkan yoktur. Bununla birlikte parapsikoloji alanında yeni olarak eşsiz gelişmeler kayde­dilmiş ama insanın psişik yetenekleri hala, resmen ruha bağlı ola­rak kabul edilememiştir.

Böylece, bilim adamları her zaman insanın ve kainabn tabiab problemini çözmeye uğraşıp durmuşlardır. Musa'run kozmogoni­sini, Tevrat adı verilen bu dikkate değer kitapta ortaya konduğu haliyle sırasıyla savunmuşlar, reddetmişler ve "düzenlemişler­dir". Tüm tartışmalara rağmen Tekvin'de anlatılan yaradılışın hikayesi hiçbir zaman kesin olarak inkar edilmemiştir. Hikaye, edebi olmaktan çok sembolik olduğundan, derinliği ve ezoterik anlanu, edebi bir yorum arayan herkesin gözünden kaçmakta­dır.

Edgar Cayce'in "okumaları" genel olarak Musa'nın anlatbğı hikayeyi, ayrıntıda olmasa da prensipte izlemektedir. Bunun ^-

şırtıcı bir tarafı yoktur. Çünki Tekvin'in ayetlerinde eksik olan un­sur ayrıntılardır. "Okumalar" her şeye rağmen, eksik olan unsurlar hususunda epeyce aydınlatıcı bilgi vermektedir. Buna ek olarak, asırlar boyunca her türlüsünden tahminlerde bulunulmasına yol açnuş olan bazı karanlık bölümlere sağlam ve ikna edici açıklama­lar getirmektedir. "Okumalar" tarafından meydana getirilen bu bilgi ocağından, yaradılışın mantıklı ve anlaşılır bir tercümesi fış­kırmaktadır adeta. Normal olarak insan anlayışının erişememesi gereken bir dizi karmaşık olayların, gayet açık ve sade bir tasvirini yapmaktadırlar.

Cayce Dosyalarından Aktarmalar

Başlangıçta Ruh vardı; muazzam bir ruhsal güç , muazzam bir ayırt edici enerji okyanusu, tüm mekanı ve tüm zamanları dol­duruyordu. Her şeyi bilendi, her şeye kaadirdi, her yerde mevcut­tu, her şeyin kaynağı idi; İlk Sebep'ti, Evrensel Güç'tü. O, Her şey idi, hayatın özü idi; "BEN, BEN OLANIM" idi. O, Ebedi Olan Tanrı idi.

Tann'nın ruhu tüm hayati enerjiyi kapsar, çünki onun basit formu içinde her şey BİR'dir. Tüm zaman, tüm mekan, tüm güç ve madde esas (öz) olarak Bir'dir; çekici ve itici güç, tüm evreni yöne­ten Pozitif ve Negatif Yasası üzerine kurulmuşlardır. Hareket, bu atomik yapının titreşimleri, Yaradan'ın tezahürüdürler. Nebülöz faaliyeti süresince, pozitif negatif güçlerin bir^aya gelişleri yuatı- cı bir güç haline dönüşür. Atomlar, moleküller, hücreler ve madde hal değiştirirler, ama öz, ruh, değişmezler. Sadece tezahürün şekli değişir; İlk Sebep ile olan ilişkileri asla değişmez.

İkinci sebep, istek idi: Kendini ifade etme isteği, yaratma is­teği, ortaklık isteği. Ruh yer değiştirdi ve kendinden çıkarak ayn bir titreşim, farklı bir tezahür yarattı. Böylece, bu sakin ve ahenkli titreşimler okyanusunun içinden Işık, ilahi ruhun ilk ifadesi, ru­hun ilk tezahürü, kaynağın ruhundan sadır olan (yayılan, çıkan) İlk Oğul, yani Amilius, tıpkı güzel bir düşüncenin yaratılması ya

da bir fikrin doğması gibi ortaya çıkıverdi. Bu, ilk yaradılış idi.

Amilius, kaçınılmaz olarak akıl ve hür irade ile bezenmişti. Öyle olmasaydı Bütün'ün bir parçası olarak kalacak ve Bütün'ün iradesine bağlı olacaktı. Kaynağın bir parçası olarak ve kaynak ile olan ayniyetinin şuurunda olarak o, ruh bakımından Yaradan ile tek bir bütün oluşturmakla birlikte kendi öz ferdiyetinin şuurunda olan ayn bir varlıktı.

Diğer ruhların bu elektro ruhsal aleme gelmesine sebep olan Amilius'tur, çünki bütün ruhlar başlangıçta yaratılmışlardır; hiç­biri asla daha sonra yaratılmış değildir. Akıllan ve hür iradeleri sa­yesinde, çocukken bile, kaynaklarının ilahi iradesi ile tam uyum içinde, bir tekamül hali içinde mevcutturlar. Ruhun, bu cinsiyeti olmayan, gerçek bir ruhsal alemde gerçek bir ruhsal hayatın zevki­ni çıkaran sayısız tezahürleri, şefkatli bir Baba'mn kusursuz evlat- lan idiler. Yüce İrade ile Amilius gibi tam bir uyum içinde olarak, onlar Baba'nın istemiş olduğu gibi arkadaşları idiler. Bütünün bir parçası idiler, ama kendi bireyselliklerinin de şuurundaydılar.

Bu varlıkların her biri hür irade sahibi olduğu için, ilk düşün­celeri, ilk tepkileri ve ilk ifadeleri birbirinden az da olsa farklı idi. Böylece her bireysel fikir, her gerçekleştirme, her harekete geçirici güç, varlığın bir parçası haline geldi. Kendi öz karakterini keşfetti ve düşüncesi sayesinde kendini oluşturdu. Her biri, olmak istediği gibi oldu.

Kısa bir sürede, ruhların iradesi kaynağın iradesinden ayrıl­dı. Kendi yaratıcı öz bireyselliklerinin gücünden ötürü büyülen­miş bir halde, tecrübelere daldılar. Arzu ve kibir, yıkıa güçlere, iyi olana karşıt olan her şeye, ilahi iradenin iyiliğine karşıt ol^ her ^ ye hayat verdi. Kendi öz iradelerini ve bağımsızlıklarını azdırarak egoizmayı keşfettiler. Ayrılığa, tekamül halinin son bulmasına yol açan da, Tann'nın iradesine bu karşı gelişleri oldu. Bu, meleklerin isyanı, insanın da düşüşü idi.

Ruhlar kendi iradelerine hizmet etmek amacıyla Tann'nın iradesini reddettiklerinde, uzun bir süre için ruhsal merkezlerin­den, doğal ülkelerinden de ayrıldılar. Kendi öz iradeleri ile bu bağ kopmuştu ve yeniden kurulabilmesi de yine onlann iradelerine

bağlıydı. Kısa süre içinde geriye dönüş imkansız hale geldi; doğ­muş olduklan esnadaki kusursuz tekamül halini yeniden elde et­meleri çok çok zordu. Özerk bir tekamül başladı. Ruhlar, gerçek evlerine geri dönmelerini sağlayabilecek en küçük bir mücadele ümitlerini dahi yitirecek denli ilahi iradeye sırtlarını çevirdiler.

Amilius neler olup bittiğini anlamışh. "Kayıp" ruhların, ken­dilerini koruyabilmeleri için bir plan tasarlandı. Onların lehine olarak araya girdi, kendi isteği ile gelecekte dünyanın yükünü sırt- lanmayı, ezici büyüklükteki bir vazifeyi kabullendi. Bu, uzun bir fedakarlıklar dizisinin ilk merhalesiydi.

Plan, maddiyatın yarahlmasını öngörüyordu; çünki madde, ruhların, içinde bulundukları düşüşün şuuruna varabilmeleri için, ruhun aynlışını fiziksel olarak gösterebilmek açısından esash. Bu arada, dünya sadece insan için yaratılmış değildi. Güneş Sis­temleri, gezegenler ve dünya, Tann'nın ruhundan sadır olan aynı düşünce titreşimleri ve aynı hayati öz tarafından yaratılmışlar ve şekillenmişlerdi. Kutuplar -dünyanın Çevresinde döndüğü pozitif ve negatif kutuplar- kubbenin anahtarlan idiler. Pozitif protonlar­la beraber dönen negatif elektronlardan meydana gelen atom, açı taşıydı. Her bir atom, her bir hücre, Yaradan'ın kendisi tarafından değil, ama Yaradan'ın tezahürü olan aynı hayat dağıhcı ruh tara­fından meydana getirilmişlerdi ve her biri kendi içind^ bir alem idi.

Kozmos; sonradan müzik, aritmetik, geometri, armoni, sis­tem, denge adıyla tanınmış olan prensiplere göre meydana getiril­miştir. Titreşimlerin hızını değiştirerek -başka deyişle dalgaların boyunu ve frekansını- değişik hareketler, şemalar, formlar ve cev­herler yaratıldı. Bu, Evrenin Sahibi için sonsuzluğa suretler sunan Farklılık Yasası'nın başlangıcı oldu.

Her bir proje kendisinde, kendi öz gelişme ve tekamül planı­nı da taşıyordu ve bu, bir müzik notasının sesinin karşılığı idi. N^ talar akortları meydana getirmek için birleşirler, akortlar cümleler halini alırlar, cümleler melodilere dönüşürler; melodiler de birbir­lerine karışırlar ve bir senfoni yaratırlar. Böylece, Tanrı'nın ruhu evrenin klavyesini çalıyordu. Madde, formunu kendi öz titreşim-

leri ile alarak ve faaliyetini de Çekme ve İbne, ya da Pozitif ve Ne­gatif Yasası sayesinde sürdürerek hareket ediyor ve değişiyordu. Madde aleminde mevcut olan her şey Tanrı ruhunun düşüncesi­nin bir görünümü idi.

Her maddenin bir ruhu vardır ve işlevi elektriktir; çeşitli tit­reşim ya da hız düzenleri tarafından sebep olunan değişik fonnlar halinde tezahür eder. Maddi planda mevcut olan tüm şartların, kozmik ya da ruhsal planda bir karşıtları ve şemaları vardır. Bütün kuvvet Tek'tir. Maddenin ve ruhun her şeyleri aynı ve tek bir öz­dendir; farklılıklar, kendilerini ifade edişlerinde ya da tezahür edişlerindedir.

Dünya, alemler kainabnda bir atomdan ibarettir. Güneş sis­temi başka boyutlara, ya da başka varlık şuuru hallerine de sahip­. tir. Eğer her boyutun kendine özel yasaları var ise, aynı güç hem dünyayı, hem gezegenleri, hem yıldızlan, hem de takım yıldızlan aynı anda yönetiyor dernektir, çünki bunların hepsi uzayda ebedi Çekme ve İtme Yasası ile tutulmaktadır. Dünya üçüncü boyutu temsil eder; bu tüm kozmik sistemin deneme laboratuvarıdır. Di­ğer planlar -Merkür, Mars, Venüs, Jüpiter, Satürn, Neptün, Ura­nüs- ruhun tekamül planında kendilerine düşen rolü, düşünülen­den biraz farklı bir şekilde oynamalı idiler.

"Başlangıçta, kendinden kaynayan bir sis tabakasının yük­seldiği, titreşen bir ısı kütlesinden yapılmış olan dünya planı, bu alemler kainabnda, sonunda bir istikrar kazandı. Kendi ekseni et­rafında doğal dönüşüne başladıktan sonra, kendisinden hayabn her çeşidini uyarıcı unsurların uyanması için gerekli olan etkileri aldığı Güneş'e yavaşça yaklaşh." ( 364-6)

Yaratıcı Güç'ün Yasaları evrenseldir. Birincisi Sevgi Yasası, ikincisi Çoğalma Yasası, üçüncüsü de Tekamül ya da Büyüme ve Gelişme Yasası'dır. Böylece Tann'run ruhu gelip dünya yüzeyinde süzülüyordu ve o kaostan, tabiahn güzelliği tüm ihtişamıyla orta­ya çıkıyordu.

Cayce'e kulak verelim:

"Tanrı'nın ruhu, tüm biçimleriyle, tüm gelişim safhalarıyla, şahsi görüş açılarıyla, tüm şuurlanmalarıyla, bizler de dahil tüm

yaratıklarıyla beraber, kainatın ruh adı verilen bu parçası ile birlik­te hayatın bütün gücünü içermektedir. Ama bu fizik formumuz al­tında bizler Yaradan'ın ruhuna sahip değiliz; sadece maddiyattan hasıl olan bir ruha sahibiz." (792-Ca)

"İlk Sebep, yaratılmış olanın Yaradan'ı için bir ortak olmasını istiyordu; bu, şu demekti ki yaratılmış olan, kendisine verilmiş olan faaliyet içinde hem Yaradan'a layık olduğunu, hem de top­lum halinde yaşamaya kabiliyetli olduğunu göstermeliydi. Sonuç olarak, insanın maddi alemde gördüğü tüm yaşam biçimleri Yara- dan'ın özü ya da tezahürüdür, onlar Yaradan değil ama yaratılmış olandır, llk Sebep'in bir tezahürüdür." (364-Sd-1)

Amilius Dünya küresini idare etmekle vazifelendirilmişti. Mineraller, bitkiler ve hayvanlar, insan henüz gelmeden önce bu­rada gayet iyi yaşıyorlardı. Daha önceden kurulmuş olan değiş­mez nitelikli yasalarla yönetiliyorlardı. Henüz çok saf bir durum­da bulunan ruhlar, madde tarafından cezbedildiler ve giderek ar­tan sayılarla bu yeni alanlara doğru yöneldiler. Dünya da, rastla­mış ve çekilmiş oldukları sayısız kürelerden biriydi.

Daima ruhsal formlar halindeki bu varlıklar, dünya üzerin­deki hayvani yaşamın değişik şekillerini ve bunların bedensel bir­leşmelerini izlediler. Henüz tropikal olan ve soğumaya yüz tut­muş gezegenin üzerindeki bitki örtüsünün bolluğunu seyrettiler. Dünyanın meyvelerini gördüler ve bunları tatmak istediler; hay­vanların cinsel yaşamlarına dikkatle baktılar ve bunu tatmayı ha­yal ettiler. Arzu ve istek onları, kendilerini madde içinde ifade et­me yolu aramaya yöneltti ve bu saf fizik ortama giderek daha fazla gömüldüler.

Bu ruhlar doğrudan Tann'nın ruhundan çıkmış oldukların­dan ve Tanrı'run vasıflarına sahip olduklarından ötürü, Yaradan'ı taklit etmek amacıyla yaratmaya koyuldular. Bu en başından beri sahip oldukları yaratma melekelerinin cazibesine kapılarak tutku­ları giderek artan bu varlıklar, kendilerine uygun beden modeli olarak toprak üzerinde yaşayan hayvan ve havada uçan kuş be­denlerini seçtiler.

Düşünceleri aynı zamanda fiilleri olduklarından, bu arzular

sonunda maddileştiler; çünki en başından beri tüm yarablışın kay­naklan insanın hizmetindeydi. Tasarlanan bu formlar başlangıçta sadece fikirlere, imajinasyondan doğan hayallere benziyordu, benliğin ayrılışı tarafından meydana getirilmişlerdi, tıpkı atom çe­kirdeğinin parçalanmasından sonra o atomun iki eksiksiz atom meydana getirmesini ya da durgun sularda sonsuza dek bölünüp duran amibin gelişmesini andırırcasına... Bununla beraber, beden­sel ve maddi arzulan kesinlik kazandığı ölçüde, bu formlar beden- lenmeye, saf madde halinde katılaşmaya veya donmaya başladılar ve tıpkı kendisini çevreleyen renklere göre değişen ve uyum sağla­yan bir bukalemun gibi bunlar da çevrelerinin rengini aldılar.

Ruhun başlıca faaliyeti, gelişme istikametine doğru yönlen­dirilen zihinsel faaliyetti. Zihnin kendini sürekli bir şekilde madde içinde ifade etmek istemesi bir ruh-gücü bölünmesini gerektirdi. Bunun sonucunda düşüncenin üç süreci meydana geldi: Maddeyi düzenleyen ve kontrol eden şuur; aracı ve hafızanın depolanma yeri vazifesini gören şuuraltı ve son olarak da tamamen ruha ait olan süper şuur ya da şuurüstü.

Burada söz konusu olan üç ayrı ruh değil, üç değişik seviye­de faaliyet gösteren tek bir ruhtur.Şuur ve şuurüstü sürekli savaş halindedirler, ama sonuç olarak şuurüstü galip gelen olmalıdır.

Ruh varlıktan, sahip oldukları imtiyazları iyiye ve kötüye kullandıkları ölçüde, ilahi güçlerin en yüksek ve en aşağı seviyeli uygulamalarının doğmasına neden oldular. Bazıları -ki ender rast- lananlardan- gerçek yolu arayanlar oldular ve tabii ki onlara reh­berlik edildi. Büyük kitleler ise kendi kendilerine isteyerek yüz çe­virdiler ve arzularını tatmin etmekten başka bir şey aramadılar. Ve bunlar, tuzağa yakalananlar oldular. .

Meydana çıkan kaos, sadece seçilen formların değil, aynı za­manda ve bilhassa ruhsal güçlerin kötüye kullanınurun bir sonucu idi. Erkek ve dişi ortaya çıkblar. Bu, cinsiyetlere ayrılma idi; "in- san"ın tabiatının negatif ve pozitif güçlere ayrılması idi.

Havva'nın bir taslağı olan ilk kadına Lilith deniyordu. Onun­la aynı zamanda, yeryüzünde, korkunç ve acayip mahluklar türe­di: Mitolojide sözü geçen kikloplar, satirler, kentorlar (kentauros)

ve hayvan bedeni ama insan başı olan nice garip mahlukat... Dün­ya üzerinde dolanan ve merak yüzünden çılgına dönmüş olan ruh varlıklan, bir yaratılışı etkilemişler ve yönetmişler, kendi zihinsel fantezilerinin yansımalarından ibaret olan bedenlere enkame ol­muşlar ve böylece bir hilkat garibeleri ırkının doğmasına yol aç­mışlardı.

Sahip olduklan bedenler Tann'nın değil, bizzat kendi eserle­ri idi. Bunlar, Eski Ahit'te bahsedilen insanların kızları, yeryüzü­nün devleri idiler. Böylelikle, ruhun yeni bir tekamül devresinden geçeceğinin, ruhun maddeye karşı uzun sürecek savaşının bir işa­reti olan tuhaf ve bozuk bir hal yaşanıyordu.

Bu korkunç mahluklar dünyaya musallat oluyorlar ve hay­vanlarla birleşiyorlardı. Bunun sebebi, yılan ile sembolleştirilmiş olan cinsellikti. Doğmalanna neden oldukları bu çocuklan yüzün­den ruhlar, kendilerini çekip kurtaramadıklan bir madde hapisha­nesine yorulmak bilmeden tekrar tekrar doğuyorlardı. Bu kaba ve biçimsiz bedenlerin esiri haline gelen insan, kendine ait sevgi ve barıştan oluşan ahenkli varlıktan, kendi öz kaynağından gittikçe uzaklaşıyordu. O, bencilce ve bedensel zevkleri tercih etmiş ve bu kaynağı kendi isteğiyle terk etmişti. tık günah (yasak meyvenin yenmesi) işte budur.

Ruhlar materyalize oluyorlar ve dünya üzerinde fizik bir form alıyorlardı; başka bir yerde değil. Diğer alanlarda ya da sevi­yelerde -diğer şuur halleri- ruhun tekamül planı değişiyordu. Bir plandandiğerbir plana geçiş, doğum ve ölüm denen süreci yalnız­ca bu fizik ve üç boyutlu planda gerekli kılıyordu. Ruh, insanın içindeki Tanrı ruhu zamanların başlangıcından beri ölümsüzdür. O doğmaz ve ölmez, çünki ruhlar Her şey Olan'ın, Tann'nın anato­misi içindeki küçük parçalardır.

Manevi kalnuş ruh varlıklan tarafından, bu diğer vasatlann varlıklan "En Yukan'nın Oğullan" tarafından yardım gören Amili- us, yeryüzü beşerinin yol açtığı bu garip tekamüle müdahale etti. Dünyadaki çeşitli fizik formlar arasından insanın ihtiyaçlanna en iyi cevap verecek olanı, onun Yaradan'a kavuşmak için yapacağı mücadelesinde kendine en iyi yardımcı olacak bedeni seçti.

Sonuç olarak Amilius yeryüzüne indi, maddeyi giyindi ve mükemmel ırkın ilk bireyi, hybridlerden (melez yarabklar) doğan ve "İnsanların Kızlan" adı verilen o hilkat garibelerine karşı olan "Tann Çocuklan"nın ilki, etten ve kandan yapılma Adem adındaki ilk insan oldu. Bu sebepten dolayı Tann, ırkın saf halde korunma­sını istedi, çünki "Allah Oğullan, adam (insan) kızlarının güzel ol- duklannı gördüler." (Tekvin 6:2)

Adem bir bireydi ve bundan başka, tüm insanlığın, insanlı­ğın beş ırkının sembolü idi. İnsanın ruhsal tabiabndaki pozitif ve negatif bölünmeden dolayı, Adem'e ideal bir olarak Havva ya­ratıldı. Havva bütün ırklarda, insan doğasının "diğer yarısı"nın sembolüdür. O, önemli yarabkların sonuncusu olmuştur.

Negatif ve alıcı tabiat kendini kadında ifade etmektedir, po­zitif olan kaldınlmışhr. Erkekte ise pozitif ve aktif olan kendini ifa­de eder, negatif kaldırılmıştır. Çünki başlangıçta Tanrı Oğulları, ruhlar çiftcinsiyeUi idiler ve tek bir varlıkta hem erkek, hem de dişi prensipleri birleştiriyorlardı. İlk dişi arkadaş olan Lilith, hayvan aleminin bir yansıması, uyanmakta olan arzuların tatmin edilmesi için bir araçh. Yaratıcı'nın planlannın alt üst olması ve yaratıcı iç te- pilere geri dönüş, Tann'ya geri dönüş yolundaki uzun sürecek mücadelede bir ve yardımcı olacak olan Havva'nın yarahlışını gerektiriyordu.

"Tanrı dedi: Hayat olsun." ve hayat oldu.

Adem'in mükemmel bir tamamlayıcısı olan Havva sayesin­de kusursuz ırk meydana gelebilirdi. Kabil, tamamen fizik bir ana- babadan dünyaya geldi. Adem ile Havva ve bunların çağdaşları özel olarak yaratılmışlardı ve daha önce yarahlmış olanların teka­mülünden (evrim) gelmiyorlardı. "İnsan, maymundan gelmiyor­du" ve onunla hiçbir ortak atası da yoktu.

Dünya üzerinde her şey insanın gelişi için hazırlanmıştı. Ya­şamı ve beslenmesi için doğanın değişmez yasaları kurulmuştu. Rölativite ve Pozitif - Negatif Yasaları sayesinde erkek ve kadın yeryüzünü, geceyi ve gündüzü, soğuk ve sıcağı, iyiyi ve kötüyü ta­nıdılar. Bu tanıma işi beş duyu vasıtasıyla ve ruhun akli muhake­mesinden geçerek gerçekleşiyordu.

Bununla birlikte insan daima -hiç şüphesiz ki farkında olma­dan- bir albncı, bir yedinci ve bir sekizinci duyuyu da muhafaza et­mektedir. Bunlar ruhun, insan maddeye giderek daha derinine doğru daldıkça geri plana çekilen psişik ya da duyular dışı faal olan unsurlarıdır.

Kusursuz ırkın maddeye yansıtılması sadece Aden bahçe­sinde -ki Cayce'in "okumalan"na göre İran'da ve Kafkasya'da bu­lunur- değil, aynı anda dünyanın beş ayrı bölgesinde birden ger­çekleşti.

Dünyanın bu beş işgali, ruhsal gelişme elde edilmeden önce fethedilmesi gereken beş fiziksel duyuyu temsil etmekteydiler. O devirde dünya üzerinde133 milyon ruh vardı. Beyaz ırk İran'da, Kafkasya'da, Karadeniz kıyılarında ve Karpatlar'da yaşıyordu. San ırk, daha sonralan Gobi Çölü'ne dönüşecek olan bölgede, Orta Asya' da yaşıyordu. Siyah ırk Sudan' da ve Doğu Afrika'nın kuze­yinde bulunuyordu. Esmer ırk Andlar'da ve Lemurya ya da Mu adı verilen ve günümüzde Pasifik Okyanusu'nun bulunduğu böl­gede yer alan büyük kıtada, kızıl ırk ise Atlantis ve Amerika'da ya­şıyordu.

Çevre şartları ve iklim her ırkın rengini belirliyordu; çünki renkleri ne olursa olsun tüm bu insan topluluklan aynı kanı taşı­yorlardı ve "mükemmel ırk"ın üyeleri idiler. Derisinin rengi, insa­na sadece içinde yaşamak zorunda olduğu şartlara uyum sağlama imkanı veriyor ve bu ırkın iı\sanlannın başlıca niteliğini temsil edi­yordu. Beyazlarda, görme hakimdi; kızıllarda duygu ya da heye­can, san ırkta duyma, siyahlarda tat alma ve esmerlerde de koku alma duyusu hakimdi.

Yahudiler, halk olarak çok daha sonra belirdiler. Aynı şekil­de beyazlardan, kızıllardan ve siyahlardan oluşma melez bir ırk olan Mısırlılar da, çok daha sonra, M.Ö. 10 OO' e doğru ortaya çıkb- lar.

Atlantis Kıtası dünyanın en geniş kara parçası ve ilk medeni­yetin beşiği idi. Ruhların ikinci tesirleri ile -yani mükemmel ırkın yaratılışı- aşağı yukarı on veya on bir milyon sene önce insan için yeni bir çağ başlamış oldu.

Atlantisliler, doğanın tüm kaynaklarını kullanarak çabucak gelişme gösteren, sakin ve sulhu seven insanlardı. Doğal gaz ve ateş, onların ilk buluşları arasında yer alır. Daha sonra o ana ka­dar tüm başarılmış olanların da üstünde bir uygarlık seviyesi el­de etmişlerdir.

Ruhun güçlerinin bölünüşü, yeryüzünün bu mükemmel ırk tarafından işgal edilişinin ilk bin yılında meydana geldi. Bu ay­rışmanın ardından zihinsel güçlerin bir kısmı maddi olana, diğer bir kısmı da ruhsal olana meyletti. Bunun altında yatan sebep, in­sanın, kendi doğasının ilahi görünümüne giderek daha az ilgi duyması ve kökeni hakkında hiçbir şuura sahip olmamasıydı. Çevresinin bir parçası olduğunu kabul ediyor, maddenin ve gü­cün birliği karşısında eğiliyor ve tüm bedensel yorumları ile bir­likte fiziksel anlayışa daha çok itimat ediyordu. Zamanla geride, ona ilahi aslını anımsatmak için sadece rüyalar, dua ve din kaldı. Arzu, onu, içgüdüsel olarak yanlış olduğunu bildiği şeyleri ka­bul etmeye sevk ediyordu. O hilkat garibeleri ile birleşti ve "yarı insan, yarı hayvan" olan o melez yaratıkları (hybrid) meydana getirdi. Son olarak da kendi kibirini her şeyin üstünde tuttu ve "RAB yeryüzünde adamı yaptığına nadim oldu ve yüreğinde acı duydu." (Tekvin 6: 6) Tevrat, M.Ö. 28.000 yılına doğru meydana gelen ve Atlantis'in pek çok büyük adasının batmasına yol açan tufanı anlatır. Lemurya ya da Mu Kıtası da Pasifiğe gömüldü.

Atlantis Kıtası'nda yaşayan insanlar, dünyadaki diğer ırk­larla aynı gelişme aşamalarından geçiyorlardı ama, ruhsal ba­kımdan olmasa da maddi bakımdan kaydettikleri ilerlemeler çok daha hızlı gerçekleşiyordu. Kurtarıcı'nın ruhu ile -Adem'de ve ırk olarak insanda mevcut olan Kutsal Ruh- yeryüzünün fethe­dilmesi için, ruhun maddeye, iyinin kötüye karşı zaferi için yeni bir yol döşendi. Böylece Adem, birey olduğu kadar grup olarak da (Adem, İnsan demektir.) Yaradanı'na layık o arınmışlık haline giden uzun yolda insanlığın önderi oldu. Bu uzun ve zor bir yol­culuk olmalıydı, çünki insanlar yeryüzünde birer yabancı idiler.

1930'a doğru, Edgar Cayce, Kutsal Yazıların Yaratılışı üzeri­ne bir dizi konferans verdi. İşte söylemiş olduklarının bir özeti:

Tekvin'in yaz.an, Tevrat'ta, yüce alemlerdeki sonsuz olaylan, yöntem olarak değilse bile, hiç değilse prensipte belirli bir anlayış seviyesine hitap eder biçimde iz.ah etmekle yükümlüydü. İlk bab- lar, Kurtarıcı Ruh'un, yani Arnilius'un dünya planına beş nokta­dan yansıması öncesindeki ve esnasındaki devreden bahseder.

Tekvin'in kitabı, inanışa göre Musa tarafından Yeşu'nun da yardımlarıyla yazılmıştır ve görünüşe göre Musa zamanındaki toplumlara, insanın maddi şuura bağlanışının başlangıanda, olup bitmiş olanlar hakkında bir kavram sunabilecek bir tarzda kaleme alınmıştır.

· Melkisedek tarafından yazılmış olan Eyub'un kitabı, kendi­sine dünyanın emanet edildiği ve insanlığın kurtarıcısı olmak amacıyla beden imtihanından geçen Oğul'un hikayesini anlatır.

Tevrat her şeyden önce ezoterik bir eserdir, sembolik bir ki­taptır. Tekvin, yaradılışın birkaç ayet içinde özetlenmesidir. Dün­ya planında kullanılan semboller ve imajlar, tüm kainatta, ruhsal alanda ve insan bedeninde cereyan etmekte olan olayların albnda saklı bulunan fikirleri (ideler) aktarmaya yararlar.

Tekvin'in Adem'in hayatının anlatıldığı ikinci babında, insa­nın bu kez bir beşer olarak gerçek hikayesi başlar. Bu, daha önce söylenenlerin bir tekrarı değildir. Birinci bap, ruh-insandan söz et­mektedir; ikincisi ise, kusursuz insan ırkının fiziksel olarak dünya­ya gelişi ve buradaki bedenli yaşamından bahseder, "Ve toprağı iş­lemek için adam yoktu." (Bap 25). Dünya bir bütün oluştumyordu ve üreme için gerekli olan tüm imkanları sunabilecek kapasitedey­di.

Yaradılışın altıncı gününden sonra, yeryüzü kendilerini maddeye yansıtan, dünyada sürüp giden fiziksel tekamüle ilgi du­yan, ama böylelikle de kendi öz yaradılışlarının suretinden ayrıl­makta olduklarını hfila anlayamayan ruhlar tarafından işgal edil­di. Kendilerini hayvanlara yansıtmış ve bunun neticesinde garip ve korkunç mahluklar meydana getirmiş olan ruhlara bir kıyas yapma imkanı vermek üzere mükemmel bir fizik insan meydana getirilmeli, ayn bir yaradılış gerçekleştirilmeliydi. Tekvin'in 2. ba­bında 7. ayette yaradılışı anlatılan yeryüzü insanı, 1. babın 26. aye-

tinde anlatılan ruhsal varlığın fizik karşıtı, kusursuz bir fiziksel ör­nekti. Maddi insan Tann'nın suretinde ve toprağın tozuyla şekil­lendirilerek yaratılmıştı; bu, insan bedeninin kimyasal bakımdan toprağın tüm unsurlarının bileşkesinden oluşmuştur.

Başlangıçta yaratılmış olan ruhlar ne eril ne de dişil idiler, ama her iki cinse de sahiptiler ve bir bütün oluşturuyorlardı. Ru­hun kendisinin bir cinsiyeti yoktur ve kendini pozitif ya da negatif olarak ifade ediş haline, gelişme seviyesi ve tamamlaması gereken işlerin ışığında, maddiyata girdiği anda bürünür.

Öyle bir an geldi ki, Adem de diğer bir yaradılış safhasına gö­re ikiye bölündü. Havva, kendini tezahür ettirişi diğerlerine de ör­nek oluştursun diye Adem'i tamamlamak için yaratıldı. Adem ek­siksiz yaratılmıştı. Bu yüzden Havva tarafından kendini göstere­cek olan negatif gücü onun fizik bedeninden çıkarmak gerekiyor­du. Bu, Adem'in ruhunun bölünmüş olduğu anlanuna gelmiyor­du. Ama Havva olarak enkarne olan yeni bir ruh (can) meydana getirmek için onun bedeninden negatif bir güç çekip çıkarılmıştı. Onlar, bizim tabirimizle ikiz ruhlardır, kardeş ruhlardır. Her biri kendi içinde, bir diğerine göre eksiksizdir, tamdır; erkek pozitif, kadın ise negatif olarak.

Bu şekilde, kainat Yaradan'ın ruhu tarafından yaratıldı. Dün­ya, kendi kendilerine çoğalan atom hücreleri ile aynı tarzda oluştu ve günümüzde de alemler hala aynı tarzda meydana gelmektedir­ler.

Dünya soğuyup da oturulabilir duruma gelince, insan Yara- dan'ın ruhu sayesinde bir beşer olarak buraya yerleşti. Beden-in- san halinde, ölebilen, çürüyebilen ve toza dönüşen bedenli bir var­lık halinde maddi yaşama girdi. Ama insanın ruhu, Yaradan ile ye­niden bir bütün oluşturabilmesi için, ölümsüz ve ebedi kılınnuştır. "Hiç bilmez misiniz ki, sizler Tann'nın tapınağısınız ve Tann'nın ruhu sizin içinizdedir?"

İnsan çok yollar katetti ve maddi ve bilimsel olarak dünyaya hakim olmayı hemen hemen başardı; ancak buna rağmen kendi benzerlerine hükmetme konusunda inatla direnmektedir.İnsani kardeşlik ve Tann'nın babalığı fikrini tamamen kabullenemedi.

Çünki gerçekte tüm insanlar kardeştirler; bundan daha başka ger­çek bir akrabalık yoktur.

İnsanlar yeniden doğuş, cerrahi ve daha ülvi bir maksada yö­nelmiş olan gelişme süreçleri sayesinde hilkat garibelerine, melez yaratıklara (hybridler) ve hayvani tesirlere galip geldiler. Hayvani etkiler en sonunda M.Ö. 900 'e doğru ortadan kalktı. Çok daha sonra Asur ve Mısır sanatı bu acınacak durumdaki yarabklan, ^ denlerindeki acayip eklentilerle, kuyruklarıyla, kanatlarıyla, tüy­leriyle, pençeleri ve toynaklarıyla beraber gösteren resimlerini ya da kabartma veya heykellerini meydana getirmiştir. Sfenks de bu ilk ucubelerin kayda değer bir örneğidir.

Cayce'in "Okumaları"ndan Aktarmalar

"Evrenin güçleri birleştiklerinde Tann Oğullan'nın ayak sesi sular üzerinde aksetti. Ve sabah yıldızlan koro halinde şarkı söyle­diler. Suların yüzeyinde, insanın gelişini haber veren şanlı ses ak­sediyordu. Dünya şeklini buldu ve yaşanabilir bir yer oldu; ve bu­nun ardından insan adı verilen mahluku barındırabildi." ( 34-L- 1)

"Varlık, bir bedenden, bir candan ve bir ruhtan meydana ge­tirilmiştir ki bunlar, Üçleme'nin (Trinite) yani Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'un üç boyutlu alemde temsilcisidirler. Tann hareket etti ve ruh faaliyete geçti. Hareket önce ışığı, sonra da kaosu getirdi. Bu ışığın içinde, dünyada ve dünyayı çevreleyen kürelerde ve zaman­da ve mekanda, maddeye dönüşecek olanın yaradılışı gerçekleşti. Maddi plandaki bu faaliyetler, gökler ve tüm takımyıldızlar, yıl­dızlar ve bilindiği -ya da öğrenmeye çalışılan- şekliyle kainat olu­şuncaya dek sabırla devam etti. Ardından, maddenin içine giren Ruh'un gücü ile maddiyat dünyaya geldi. Ruh varlığı ferdileşti ve kendine has bireyler olarak tanıdığımız şahısları meydana getirdi. Maddeyi kullanan, yeryüzüne ait ortamda mevcut bulunan tüm tesirleri Yaratıcı Güçler'in zaferi için kullanan ruh, Evrensel Şu- ur'un bir parçasıdır. Dolayısıyla varlık, birey, yaptığı uygulama ile

ve sabır, zaman, mekan ve Tanrı ile olan ilişkisi sayesinde şuurla- nır. Çünki bizzat kendisinde hem bedeni, hem canı, hem de ruhu bulur. Ve nasıl ki Oğul inşa edicidir, ruh da ferdi varlığı meydana getirendir." (35-08-MS-1)

"Unutmayalım ki, yeryüzü insandan önce hayvanlarla do­luydu. İlk önce kendisinden bir buhann yükseldiği bir kütle vardı; ve ardından kainattaki bu gezegenlere arkadaşlık ebnek için yeni­den düştüğünde ışık onu aydınlattı; ve değişik kısımlarında farklı farklı sonuçlar doğuran o kendi ekseni etrafında doğal dönüşüne başladığında da yavaşça yer değiştirdi ve Güneş'le bulunan ben­zer unsurların ışınımı vasıtasıyla hayat verici duruma geçen un­surlarının uyanması amacıyla, etkisini alabilmek için güneşe doğ­ru yaklaşb... Bu unsurlann çekme ya da itme ... veya düşmanlık ya da birleştiricilik kudretleri vardır. Bunu, ister yıldızlarda olsun, is­ter gezegenlerde olsun, bahsetmekte olduğumuz tüm gökyüzü krallığında müşahede etmekteyiz." ( 364-6)

"İnsan, başlangıçta Dünya planı üzerinde ihtiyaçları karşı­lansın diye hazırlanmış olan tüm bu unsurlara hükmebnek için ya­ratıldı. Bu plan, insan, buradaki güçler ve şartlar vasıtasıyla hayat­ta kalabilecek denli yararlanılabilecek bir duruma geldiğinde de insan dünya yüzeyinde belirdi. Ve tüm dünyada ve diğerlerinde de insanın dışındaki her şey gölgede kalıyordu; çünki insanın ru­hu, onu, yeryüzünün hayvanlarından da, bitkilerinden de, mine­rallerinden de üstün kılıyordu. İnsan maymundan gelmemiştir ama, zaman zaman biraz şurada, birazcık burada, ufak ufak evrim geçirmiş ve yenilenmiştir. İnsan insandır ve aynen Oğul'un Ba- ba'yı temsil etmesi gibi, insanın Tann'ya ait yaradılış düzenini temsil etmesi onu insan, yani yarablmış olanların en yükseği yap­mıştır; ve bu, insan için Yol'u,Yön'ü, Hayat'ı, Su'yu, Ebedi'nin Ba- ğı'nı gösteren unsur durumuna gelmiştir... Bütün ruhlar başlan­gıçta yaratıldılar ve menşelerine geri dönüyorlar." ( 8337-D-276)

"...Tanrı dedi: Işık olsun ve ışık oldu. Bu, Güneş'in ışığı değil­dir ama, ruhlardan yayılan, tüm ruhlann daima sahip oldukları ve hep de sahip olacaklan ışıktır." ( 5246-L-1)

"Bizim gördüğümüz ve şekli (sureti) olan için ilk önce hay-

vanlar alemine yansıma söz konusuydu; çünki beden fikirleri de­rece derece şekil kazanıyorlardı ve çeşitli tertipler, hayvan sürüleri veya kuşlar veya balıklar üzerinde hüküm sürmek için kendi ken­dilerine sınıflandılar ve bunlar, büyük çoğunlukla günümüz insa­nına bir hayli benziyorlardı. Her boydan formlar vardı; yani pig­meler ya da cüceler ve devler; çünki o zamanlarda yeryüzünde devler vardı. Bunlar iki üç metre boyunda ve gayet oranhlı beden­lere sahip insanlardı." ( 264-11)

"Yeryüzü, ekinlerini mevsimlere göre büyütüyordu ve in­san, bu küre üzerinde bulunan her şeyin hakimi olmak için dünya planına indi. İnsan, aynı anda beş bölgede birden ortaya çıkh. Beş duyu, beş akıl, beş küre, beş gelişme, beş ulus vardı. Dünya üzerin­deki ruhların sayısı 133 00 00 kişi idi." ( 5748-1, 2)

"Başlangıçta, madde, Yaratıcı Tesir'in ruhu içine girdiği es­nada insan da kendi çevresinde (ortamında) varlığını sürdürmeye geldi ve kendisini bu Yarahcı Güç ile bir yapan bir ruha sahipti. Bu madde ruha girebildi ve ruh da ayrılmış olduğundan dolayı başı­boş bir şekilde dolanıp durdu ve günah işledi; ve iyilik kaynağının vasıflarının tezahür edebilmesi sadece bu maddi ya da et bedensel ortam vasıtasıyla mümkün olabildi. Çünki, kötülük ruhu henüz maddede tezahür etmemişti; o madde tarafından henüz aranmak­taydı sadece..."

"Tıpkı zaman usulünün gelmesi ve madde tarafından çoğal­tılıp yayılması gibi, insan da -sınırlı aklı ile- ruhunun, canının ve bedeninin şuuruna vardı ... Sonuç olarak, gördüğümüz gibi insa­nın ruhu, fizik plandaki şuurun anlaşılması için bölündü; bireysel varlıkta şuuralh (şuurdışı) ve şuurüstü (süper şuur) meydana gel­di." ( 5752-3)

Soru: "Yaratılışın aşağı seviyeli formlarının, örneğin hay­vanların herhangi bir ruhları ya da ruhsal bir hayatları var mı­dır?"

Cevap: "Tüm varlıklar can gücüne sahiptirler. İnsan, yarahl- mış olduğu üzere, ruhun gücüne sahiptir ve bu da var olduğu plan üzerinde, diğer varlıklarla ilgili olarak, onu ta başından itibaren Yaradan'a eşit kılrnışbr... Çünki insanda hem ruh varlığını, hem de

fizik varlığı birarada görebiliriz." (9W-24)

"Güçlü olanın hayatta kalabilmesi hayvan aleminde uygula­nabilir, ama insanda asla. Tarihe bir göz atalım. Kaba kuvvete baş­vuran ile Tann'ya yönelmiş olandan hangisi hayatta kalabilmiştir? Tann'yı arayan ve onun emirlerine uymaya çaba sarf eden insan ile dünyanın ve bedenin güçleriyle yanşa kalkışan insandan hangisi varlığını sürdürebilmiştir? Cevap bellidir..." (9W-340)

Soru : "Şayet ruhlar mükemmel iseler ve başlangıçta Tanrı tarafından yaratılmış iseler, niçin gelişmeye ihtiyaçlan vardır?"

Cevap : " Bu problemin çözümü telirli bir akıl tarafından da anlaşılabileceği üzere, yalnızca hayatın tekamülünde bulunabilir. İlk Sebep'te ya da Prensip'te her şey eksiksizdir. Bütünün bu par­çası (ruhların yaratılışında tezahür eder) Yaradan'a eşit olan canlı bir ruh haline gelebilir. Bu duruma erişebilmek için, O'ndan ayrıl­mış olarak, Yaradan'ı ile tek bir bütün meydana getirebilmek (O'nunla bir olabilmek) için tüm gelişme aşamalarından geçmek zorundadır." (900-10)

S.                  1: "İlk sorun, yaratılışın sebebi ile ilgilidir. Bu, Tanrı'nın Kendini Kendine kanıtlamak amacıyla ya da Kendine bir refakatçi bulmak veya Kendini ifade etme isteği olarak mı ele alınmalıdır, ya da başka ne olabilir?"

C.                  1: "Tann'nın refakatçi bulmak ve Kendini ifade etmek iste­ğidir."

S.                  2: "İkinci sorun, kötülük, karanlık, olumsuzluk ve günaha ilişkindir. Bu halin yaratılışın gerekli bir unsuru olarak mevcut ol­duğu ve hür iradeye sahip ruhun kendini buna kaptırmak ve ken­dini bunun içinde kaybetmek imkanına sahip olduğu mu düşü­nülmelidir? Ya da kötülüğün, günahın, ruhun bizzat kendi faali­yetleri ile yaratılmış olduklan söylenebilir mi?

C.                  2: "Sahip olduğu hür irade, ruha, kendini ve Tann ile olan bağlarını kaybetme imkanını verir."

S.                  3: "Uçüncü sorun insanın düşüşü ile alakalıdır. Bunun, ruhlann kaderi bakımından önlenemez olduğu mu düşünülmeli­dir? Ya da bu, Tann'nın da aslında istemediği, ancak hür iradeyi verdikten sonra da pek önlemeye çalışmamış olduğu bir şey mi-

dir?"

C. 3: "O, bunu önlemek için hiçbir şey yapmamışhr. Çünki O, en başlangıçta bireysel varlıklar ya da ruhlar yaratrnışh... Ruhlar kendilerini Tanrı tarafından gösterilen yolun ya da planın dışında ifade etmek istediklerinde de günah başlamış oldu. Gördüğünüz gibi, bireyler hür imişler, değil mi?"

T.                   4: "Dördüncü problem insanın dünya üzerindeki varlığı­nın süresi ile alakalıdır. Acaba başlangıçta ruhların dünyasal bir forma bağlanmaksızın yaşayacaklan düşünülmüş fakat bir hata sonucu ırklann yaratılması kaçınılmaz mı olmuştur?"

C.                  4: "Dünya ve tezahürleri, Tann'nın ifadesinden ibarettiler ve insarun mevcut şartların ihtiyaçlarına cevap vermek üzere yara­tılışından önce, mutlaka yaşanması gerekli olan bir yer değil­di..."

S.                  6: "Bu alhncı problem dünyasal yaşamlar arasındaki geze­genler arası mevcudiyetle alakalıdır. Daha önceden de bilmekte­yiz ki bu varlık, Arcturus sistemine doğru gitmiş ve sonra dünyaya tekrar geri gelmiştir. Bu, ruhun normal bir tekamülü müdür, yoksa alışılmamış bir durum mudur?"

C.                  6: "Belirtilmiş olduğu üzere, burada ve hatta başka yerde de Arcturus, bu kainahn merkezi, bireylerin içinden geçmek zo­runda olduk.lan sistem olarak adlandınlabilir ve bu varlıklar dün­yasal tekamül vasabna, yani bu gezegenler sistemine, Güneşimiz'e ve onun sistemine geri geleceklerini ya da başka sistemlere geçe­ceklerini bilme konusunda bir seçim yapabilirler. Bu alışılmamış bir tekamüldür, ama normaldir."

S.                  7: "Diğer sistemlere geçmeden önce, Güneş Sistemi'ndeki . mevcudiyeti tamamlamak gerekli midir?"

C. 7: "Güneş'e ait siklusu (devre) bitirmek elzemdir ..."

T.                 9: "Güneş devresi dünyada mı tamamlanmalıdır, yoksa başka bir gezegende de tamamlanabilir mi? Ya da her gezegenin bitirilmesi gereken şahsi bir devresi mevcut mudur?"

C.                  9: "Şayet işe dünya üzerinde başlamışsa, sonuna kadar bu­rada götürecektir. Dünyanın ait olduğu Güneş Sistemi, bütünün bir parçasından ibarettir. Güneş çevresinde dönen planetlerin sa-

yılan ne olursa olsun hepsi de aynı bir bütünün parçalarıdırlar ve aralarında ilişkiler mevcuttur.

5.                  15: "Varlığın kaydettiği ilerlemelerde ya da gelişme gecik­melerinde ırsiyetin, iradenin ve ortamın rolleri eşit midir?"

C. 15: "İrade, başlıca sebeptir; çünki diğer hepsinden üstün­dür, şu şartla ki irade, yaşanun ana hatları ile bir bütün oluşturma­lıdır. Çünki hiçbir ırsiyet, ortam veya başka ne derseniz de- yin,hiçbir dış tesir iradeyi aşamaz; aksi takdirde ta başlangıçtan beri öngörüldüğü gibi -geçirdiği haller ve günahları ne olursa ol­sun- tüm bireysel ruhlara azizlerin azizi içinde Tann'ya kavuşma hakkı da tanınmazdı." ( 5749-14)

11Alemler, kozmos adını verdiğimiz heterojen kütlenin için­de, insanın başını kaldırıp da görebileceği uzayda yaratılnuşlardır - ve hala da yarablma halindedirler. Buharlar biraraya toplanmak­tadırlar... Başlangıç nedendir? Bu, yerkürenin de yarablmış oldu­ğu aynı başlangıçtır..." (900-340)

ÜÇÜNCÜ KISIM

ATLANTİS'İNPARLAK DÖNEMİ
VE ÇÖKÜŞÜ

Eflatun batık bir kıtarun şaşırtıcı hikayesini yazdığından be­ridir insanlar bu ifşaatın doğruluk derecemi kendi kendilerine ^ rup durmuşlardır.Hiçbir tarihi konu, bu denli uzun süren tartış­malara ve gerçeği öğrenme tutkusuna sebep olmamıştır. İşte tarih­çilerin tamamen bihaber oldukları, zamanın karanlığında yitip git­miş bir kıta ve bir millet. Eflatun'un anlatısına ve bu konu üstüne yazılmış 25 00 adet esere rağmen modem araştırmacılar arasında ancak en cesur olanları Atlantis'e inandıklarını ilan etıne yüreklili­ğini gösterebilmişlerdir.

Bu kara parçası hakkında ilk kez Eflatun'un M.Ö. 5. yüzyılda yazmış olduğu Timea (Timaios) adlı eserinde söz edildiğini görü­yoruz. Büyük filozof bu eserinde, bazı Mısırlı rahipler ile M.Ö. 7. yüzyılda yaşamış Atinalı politikacı Solon arasındaki bir görüşme­yi aktarıyordu. Rahipler, Atlantis'in dev bir ada olduğunu, Anado­lu ve Libya'nın birleşmiş halinden de daha büyük olduğunu ve Ce- bclitarık Boğazı'nın ya da o zamanki adıyla Herkül Sütunları'run ötesinde yer aldığını anlatıyorlardi. Bu ülke Solon'un doğumun­dan 9 000 seneönce çok güçlü bir krallıktı ve buradan gelen işgalci kabileler, Akdeniz kıyısındaki tüm ülkelere yayılmışlardı.

Atlantisli işgalcilereyalnızca Atina başarıyla direnmişti. So­nuç olarak üzerinde yaşayanların insafsızlıkları yüzünden zelze­leler Atlantis'i epeyce salladı ve sonunda okyanus da onu yuttu. Eflatun, yarım kalmış olan Kriton adlı eserinde buna Atlantis'in,

başka bir çağın politik ütopyası niteliğindeki ideal yönetiminin bir hikayesini de ekler.

Romalı doğa bilimci Pilinius'da, birinci yüzyılda yazmış ol­duğu ve bir tür ansiklopedi olan ''Doğal Tarih" adlı eserinde At- lantis'ten bahseder. hk Arap coğrafyacılan haritalannda Atlantis'i gösteriyorlardı. Orta Çağ yazarlan onun varlığına kuvvetle inanı­yorlardı ve bu kanaatleri Atlantis ile sayısız benzerlikler taşıyan eski adalara ait tradisyonlarla (geleneklerle) destekleniyordu. Bu batmış adalardan bazdan 16. yüzyıla kadar haritalarda hala yer alıyorlardı.

Hemen hemen tüm eski ırklann büyük bir hıfana ilişkin söz­lü gelenekleri vardır; bu da onların ortak bir kökenleri olduğunu ve bu efsaneye olan inancın evrensel bir yaygınlığı olduğunu gös­terir. 17. ve 18. yüzyıllarda Atlantis konusu çok şiddetle tartışıldı ve varlığı Montaigne, Buffon ve Voltaire gibi kişiler tarafından ka­bul edildi. 1627'de yayınlanan ''Yeni Atlantis" adlı temsili eserinde Francis Bacon bu ülkeyi sanatlann ve doğa bilimlerinin geliştirildi­ği bilimsel prensiplere dayanan sembolik bir ütopya olarak temsil etmiştir.

Atlantis'in hikayesini kanıtlamak amacıyla pek çok eser mey­dana getirilmişse de bunlann içinde en iyisi muhtemelen İgnatius Donnelly tarafından yazılan "Atlantis: Tufan Öncesi Dünya" isimli eserdir. Bu kara parçası sırasıyla Amerika, ardından İskan­dinav Ülkeleri, sonra Kanarya Adalan ve daha sonra da Filistin ile bir tuhılmuşsa da genel olarak Atlantik'in ortasında yer almış ol­duğu kabul ediliyordu.

Onun en ateşli savunucusu hiç şüphesiz, yirmi dört sene bo­yunca A.B.D.'nin Yucatan konsolosluğunu yapmış olan, arkeolog Edward H. Thompson'dur. Orta Amerika'nın esrarengiz kabilesi Mayalar'ın Atlantis kökenli olduklarına daima inanmış olarak 1935 yılında öldü. Bilim adamlarının çoğunluğunun onunla alay etmesine rağmen diğer bazı kişiler kendisini desteklediler.

Jeologlar, Avrupa'nın batı kıyılarının eskiden Amerika isti­kametinde denizin çok daha açıklanna dek uzanmakta olduğunu ve bu alçak toprakların tarih öncesi çağlarda sular alhnda olduğu-

nu keşfettiler. Atlantiğin dibinde dağ silsileleri, vadiler ve bilinen çıkıntılar vardır. Günün birinde Brest ile A.B.D.'nin kuzeyi arasın­daki bölgede bir deniz alh kablosu kopmuş ve böylece jeologlar, burada, en az 15 00 sene öncesinde, atmosfer şartlarında -yani açık havada- katılaşmış olan lav parçalan keşfebnişlerdi. Colora­do'da bulunan bir köpek kafatasının Avrupa kökenli olduğu orta­ya çıknuştı; hayvan 12 ya da 15 milyon yıl evvelde yaşanuş eski bir türe aitti ve bu da, Avrupa ile Amerika arasında bir kara köprüsü olduğunu düşündürüyordu.

Arkeolojik keşifler, Eski Mısır ve Orta Amerika'da bulunan mimari, sanat ve yazıtlar arasında çarpıcı benzerlikleri ortaya çıka­rıyordu. Oysa ki bu iki ülke birbirlerinden binlerce kilometrelik dev bir okyanusla ayrılmaktaydılar. Bu muammanın en akla yakın çözümü, bu her iki bölgeye de bir Atlantis göçünün yapılnuş olma­sında yabnaktadır; zaten başka bir açıklama da getirilebilmiş de­ğildir.

Atlantis, Cayce tarafından ilk kez 1923 yılında yapılan bir "okuma"da söz konusu edildi. Bunun ardından, yirmi üç sene ^ yunca, değişik kişiler için yapılan yüzlerce "okuma"da, Atlantis ta­rihinin sayısız çehresi gözler önüne serildi. Bu "okumalar" kayıp kıtanın varlığını kanıtlamakla ve onun hakkında şimdiye dek tüm söylenmiş ve yazılnuş olanların içinde en kayda değer olan niteli­ğini taşımakla kalnuyor, ayrıca pek çok ifşaatta da bulunuyor ve bu kıtanın ve üzerinde yaşayanların da çok ayrıntılı, eksiksiz bir tablosunu çiziyordu. Bundan da başka ve belki de en önemlisi, bu şaşırtıcı uygarlık ile çağınuz arasında heyecanlandırıcı, inandına ve telaşa düşüren ürkütücü bağlar kuruyordu.

Böylece, Atlantis kültürünün son çağına ait, günümüz dün­yasının güncel sorunlarını doğrudan ve anlamlı şekilde etkilemek­te olan unsurların varlığı ortaya çıkmaktadır. Bu bir rastlantı değil­dir; her iki medeniyet arasındaki sayısız paralellikler, Amerika'nın bugün almaya mecbur olduğu bazı kesin kararların önemini kav­rama imkanı vermektedir.

Cayce Dosyalarından Aktarmalar

İnsan dünyaya fizik formu (sureti) ile geldiğinde, topografya bugünkünden çok farklıydı. Kutupların yer değiştirmesinden sonra ve binlerce yıl sonra da kıtaların ayrışması neticesinde önemli değişimler meydana gelmişti.

Kutup bölgeleri tropikal veya yarı tropikal idiler. Kuzey Amerika'nın büyük bölümü, Utah, Nevada, Arizona ve New Me- xico hariç, sularla kaplıydı. Bu bölgeler ise, tıpkı Gobi Çölü gibi, çok bereketli ovalar durumundaydılar. Güney Amerika'daki Andlar'ın kıyı bölgesi de, bpkı bu kıtanın büyük bölümü gibi, sıra­dağların güney kısmı ve Peru hariç, suların albndaydı. Doğu Afri­ka'nın bütün kuzeyi -Mısır ve Sudan- suların üstündeydi ve Nil Nehri, Atlantik Okyanusu'na dökülüyordu. Avrupa'da ve As­ya'da, Karpatlar, Kafkas Dağlan, Norveç, Moğolistan ve Tibet, su­ların üstündeydiler. Çok zengin topraklar olan İran ve Kafkasya, Aden Bahçesi'ni hatırlatıyordu.

Lemurya ve Atlantis Kıtaları, dünyanın en geniş kara parça­ları durumundaydılar. İleride Pasifik Okyanusu'na dönüşecek olan bölgede yer alan Lemurya, A.B.D.'nin bah kıyısından Güney Amerika'ya, And Sıradağlan'nın ucuna kadar uzanıyordu.

İleride Kuzey Atlantik durumuna gelecek olan bölgenin bü­yük bir kısmını işgal eden Atlantis, daha da büyüktü. Yüzölçümü Avrupa ve Rusya'nın birleşik yüzölçümlerine eşitti. Meksika Kör- fezi'nden Akdeniz'e kadar uzanıyordu ve bah kıyısı, günümüzde A.B.D.'nin doğu kıyısı olan ve o devirde sular altında bulunan böl­geye değiyordu. Florida açıklarında yer alan Bimini Adası da, tıpkı Bahama Adalan ve Yucatan Yarımadası gibi bu kıtarun bir parçası idi.

Mükemmel ırk Atlantis'te ortaya çıktığında, yani kızıl ırk meydana geldiğinde, dünya acayip mahluklarla doluydu; bunlar, yeryüzünde maddi varoluş deneyini yapabilmek için her türlü tu­haf ve kaba bedenlere bağlanmayı kabullenmiş olan ruh varlık- lar'dı. Bu yarahklar yüz binlerce yıldan beridir yaşamaktaydılar ve dünyanın diğer bölgelerinde de olduğu gibi pigmelerden dört

metrelik devlere kadar tüm boylarda ve hayvanlarla olan ilişkileri­nin sonucu ortaya çıkan inanılmaz yarabkları da hesaba katarsak, hemen hemen tüm formlarda bedenlere bürünmüşlerdi.

Başlangıçta, tüm dünya barış içinde yaşıyordu. Çünki yeryü­züne hakim olmak için gelişmek ve çoğalmakla vazifeli olan Tanrı Oğulları'nın mücadelesi, işin başında öyle organize olmuş bir di­rençle karşılaşmamıştı. Kusursuz bir bedenle doğan ruhlar, den­geyi sağlamak ve ileride Belial Oğulları ile patlaKverecek olan, ilahi iradeye giderek sırtını dönen iki ırk arasında ortaya çıkacak olan anlaşmazlıklara hazırlanabilmek için büyük sayılarla yeryü­züne gelmeye devam ediyorlardı.

Kısa sürede, bu yeni insanlar aileler ve topluluklar halinde birleştiler. O dönemde çok bereketli olan toprağın ürünlerini yi­yorlar ve vücutlarının, hilkat garibeleriyle yapmış oldukları cinsel temaslar sonucu epeyce tahrip edici etkiler meydana gelmiş olan, o bölgesini de hayvan derileriyle örtüyorlardı. Mağaralarda ve ağaçlarda yaşıyorlardı. Hakimiyet kurmak, ıslah olmak ve dost­luklar edinmek arzusu sonucu kabileler oluştu. İnsanlar kısa süre­de birleşmeyi öğrendiler ve rahat yaşamalarının beraberliklerine bağlı olduğunu anladılar.

Atlantis'te yaşayan insanlar, dünyanın diğer bölgelere dağıl­mış olan başka ırkları ile aynı tekamül aşamalarından geçmek w- rundaydılar, ancak gelişmeleri çok daha hızlı olmuştu. İnsanların geri kalan bölümünün tersine, Atlantisliler, daha başlangıçta, do­ğanın kendine sunduğu nimetlerden yararlanmaya çalışan, sulh içinde bir ulus meydana getirmişlerdir.

Taş, başlangıçta vahşi hayvanlardan korunmak ve beslen­mek amacıyla, alet ve silah yapımında kullanıldı. Çok kısa sürede, önce tahtadan, sonra da taştan, yuvarlak biçimli evler yapmaya başladılar. lik Atlantisliler avcı idiler; daha sonra çoban ve çiftçi ol­muşlardır ve taştan ya da tahtadan aletler kullanmışlardır. Ateş ve doğal gaz ilk buluşları arasında yer alıyordu, bunları demir veba- kır izlemiştir. Daha sonra fillerin veya başka dev hayvanların deri­lerinden balonlar yapmayı tasarlamışlar ve bunları yapı malzeme­lerini taşımada kullanmışlardır. Köyler ve şehirler ortaya çıkmış

ve insanlar iletişim yöntemlerini bulmuşlardır.

Akıldan mahrum, ağır ve kaba bedenleri yüzünden hayli ra­hatsız durumdaki o hilkat garibeleri, hiç gelişme kaydedemiyorlar ve yalnızca sahiplerinin kendilerine sağladıklarından yararlana­biliyorlardı. Fizik bakımından, geçen asırlar boyunca ırklar arası birleşmeler ve tekrar edilen reenkamasyonlar sayesinde hayvani görünümlerini ve içgüdülerini azar azar kaybettiler.

En büyük sorun, hayvanlardı. Devasa boylardaki etobur hayvanlar dağlardaki ormanları ve vadilerdeki cangılları sık sık ziyaret ediyorlardı. Dev kuşlar toprağın üstünde süzülüyor ve ne bulurlarsa yiyorlardı. Bedensel olarak hiçbir savunması olmayan insanın çok güçlü bir savunma silahı vardı: Zekası, aklı ve iradesi sayesinde, "kuvvetli olan yaşar" yasasına bağlı olan hayvanların kaba gücüne karşı büyük bir başarıyla savaşh.

Madde içine düşüşüne rağmen Tann'ya hala yakın durumda olan insan, yeryüzündeki ilk birkaç bin senelik yaşanu esnasında, ruh varlığının, günümüzdekine nazaran kendini çok daha kolayca ifade edebileceği bir bedene sahipti. Okült (gizli) melekeler, gayet normal şeylerdi. Alnın ortasında yer alan üçüncü göz ya da sü- müksü bez çok gelişmiş durumdaydı. Ruhun psişik melekeleri bu gudde sayesinde çalışıyordu. Kusursuz ırka mensup insanlar uzak bölgelerde neler olup bittiğini ve gelecekte olacakları görebi­liyorlardı. Hilkat garibesi mahluklara da hakim olmak ve iradeleri alhna almak yetenekleri vardı. Bununla birlikte, insan, dünyevi amaçlara bağlanmakta olması yüzünden giderek kaynağından uzaklaşıyordu; böylece kendisine Tanrı tarafından verilmiş olan nitelikleri, sonunda kaybetti. Ruhun bu melekeleri, insan, düşün­ce ve fiil ile yeniden ruhsallaşıncaya dek kayıp olarak kalacaklardı. Bunu başaranların sayısı çok az oldu.

Hayvanlar alemi giderek daha büyük bir sorun haline gelme­ye başlanuştı ve sürekli olarak ölüm tehlikesi alhnda olması, insa­nın yaşamını zorlaştırıyordu. Dünyanın beş ulusundan gelen ve beş ırkı temsil eden bir bilgeler konseyi M.Ö. 5200'0e doğru toplan­dı. Beyaz ırkın temsilcileri Kafkasya'dan, Karpatlar'dan ve Pers Ül- kesi'nden; sarı ırkın temsilcileri, ileride Gabi Çölü olacak bölge-

den; siyah ırkın temsilcileri Sudan' dan ve Kuzeydoğu Afrika'dan; ve esmer ırkın temsilcileri de Lemurya'dan gelmişlerdi. Delegeler, daha ilk konferanstan başlayarak dünyaya zarar veren yaratıklar­la beraberce mücadele etmenin yollarını aradılar. Topraktaki ve havadaki unsurlarda (element) bulunan güçlü kimyasal enerjileri kullanmak hususunda fikir birliğine vardılar. Bu karar, umulan sonuçları doğurdu; ancak gelecek senelerde başka sonuçlar da meydana getirecekti.

Melez yaratıklar ve o hilkat garibeleri toplumun paryaları idiler ve en usandırıcı işlerde kullanılıyorlardı. Toplumdaki sınıf­ları evcil hayvanlar ve yük hayvanlarından çok az daha üstteydi. Onlar yüzünden, kusursuz ırkın insanları, tamamen zıt görüşlere sahip iki kampa ayrıldılar. Büyük ayrılıkların ve sıkıntıların doğ­masına sebep olan husus, saf ırkın insanları ile bu henüz hayvani tesirlerden kurtulamamış olan ırkın birleşmesiydi.

Bu paryalar, Baal veya Belzebuth'un -kötülüğün güçleri- ta­raftarlarından oluşan Belial kabilesinin köleleri idiler ve çok sert muamele görüyorlardı. Sahipleri bunları, gizli güçleri, ipnoz ve telepati sayesinde hakimiyetleri altında tutuyorlardı. Bunlar, ken­dilerine ayrılmış olan işleri yapabilmeleri için adeta çiftlik hay­vanları gibi yetiştiriliyorlar ve ağır emekleri karşılığında kendile­rine hiçbir fayda sağlayamıyorlardı; üstelik aile hayatları da yok­tu. Onlar alelade bir şekilde şeyler -dokunulmazlar ("'), robotlar- diye isimlendiriliyorlardı ve tarım işçisi veya hizmetçi olarak, ba­zen de ticaret hizmetinde kullanılıyorlardı.

Belial Oğulları'nın hırsları, kibirleri ve nefretleri yüzünden kastlar ve sınıflar meydana geldi. Onların, insan haklarına ve baş­kalarının hürriyetlerine önem vermez tutumları kan dökülmesine yol açtı. Büyük çoğunluk, sadece çıkarını gözeten aç gözlü bir azınlığın arzu ve heveslerine boyun eğiyordu.

irsiyet ve çevrenin yasaları, sonunda etkilerini gösterdiler; kişilerin dış görünümünde soylarının anlığına ve her birinin amaçlarına, ideallerine ve kendilerini harekete geçiren güçlerin ni-

("') Hint'teki paryalar gibi, kast dışı ve yanına yaklaşılamayacak denli geri du­rumda anlamındadır.

teliğine göre değişiklikler oluşmaya başladı. Bazıları beden ve yüz bakımından neredeyse kusursuz bir görünüme kavuşurlarken, di­ğerleri de insan bedeni üzerinde hayvani eklentiler, yani toynak­lar, pençeler, kanatlar, tüyler ya da kuyruklar taşımaya devam etti­ler. Bu garip yaratıklara Asur ve Mısır'a ait kabartma heykellerde ve fresklerde rastlanır. Bunların tamamen kaybolmaya yüz hıtma- ları Mısır'da gerçekleşmiştir.

Eski Ahit'te bahsedilen "bu insan kızlan ve yeryüzünde yaşa­yan devler", "Saf ırkı koruyunuz." bilgisini ilham etmişlerdi. Bazen de, ırklar arası birleşmeler beden bakımından gayet ilahi (insan formunda) ve eksiksiz ancak menfi ruhlu varlıkların, kimi zaman da adeta insan taklidi gibi ve son derece çirkin bedenli ancak son derece saf ve güzel ruhlu olan, ruhsal ışığa aç varlıkların meydana gelmelerine sebep olmuşhı. Önemli olan fizik yapı değil, amaçlar­daki anlık, fikirlerdeki mükemmellikti.

"Şayet benim halkım olmak istiyorsanız, sizin Tanrınız olaca­ğım." emrine dayanarak Atlantisliler'in içlerinde en ruhanileşmiş olanlan, halkı Tek Tann'ya tapmaya ikna etmek için bir gayret gös­terdiler. Bir Yasası'nın Çocukları adıyla bilinen bu insanlar, ırkı, bedenen olduğu kadar ruhen de saflaştırmaya teşebbüs ettiler. Ku­ralları - bir din, bir devlet, bir eş, bir ev, bir Tanrı- Belial Oğulla- rı'nın hiç de hoşuna gitmiyordu.

Sunağa ilk getirilen adaklar, toprağın ve insan emeğinin ürünleri, tarlalardan alınan hasatlar, küçük kuzular ve buzağılar oldu. İnsanın belli belirsiz hissetmekte olduğu ama gözden kay­betmiş olduğu ilahi tarafının etkisiyle din bir realite haline geldi ve Bir'in Yasası'nın öğretisi sürüp gitti:

"Birbirinizi seviniz. Kendinizi günlük vazifelerinize; Baba- nız'ın size vermesini dilediğiniz tüm o sevgi ile adayınız. Yakınla­rınızla olan ilişkilerinizde Bir'in Yasası'na sadık kalınız."

Tann tarafından çocuklarına gösterilen bu ilk yasanın üzeri­ne kurulmuş ilk inanç dogması şudur: "Ey İsrail, işit, Efendin olan Tanrın Bir'dir. Benim karşımda başka Tanrıların olmayacak­tır''.

Tapınaklar inşa edildi ve kısa zamanda dini semboller -mera-

simler, ayinler, dualar, neşideler- oluşturuldu. Anlığı sembolize etmek ve hayatlarına daha ilahi bir amaç kazandırmak ve ışığı ara­mak gayesiyle sunaklara gelen melez yaratıkları (hybridler) yıka­mak ve ruhsallaştırrnak için kutsal ateşler yakıldı. Din yavaş yavaş bir sistem haline, insana Tanrısal aslını hatırlatma tarzı haline dö­nüştü. Hayatın sürekli oluşu, ya da tekrardoğuş, ruhun tekamül planının esas kısmı olarak kabul edildi. Karma, ya da Sebep-Sonuç Yasası (Ne ekerseniz onu biçeceksiniz.) temel olarak benimşen- di.

Giderek, Bir Yasası'nın Çocukları ile Belial Oğullan arasında bir çukur oluşmaya başladı ve bu çukur daha sonra bir uçuruma dönüştü. Belial Oğullan'nın bedene bağlı ve materyalist yaşam bi­çimleri Bir Yasası'nın Çocuklan'ndan pek çoğunu da baştan çıka­rabiliyordu. Bunlar o tür bir hayata imreniyorl\lr ve dayanamaya­rak sonunda onlar gibi yaşamaya başlıyorlardı. Dünyevi değerleri iyice azdırmak ve ruhsal olanı aşağılamak amacıyla bazdan, putla­ra ibadetin dine girmesine göz yumuyorlardı.

Büyük tufanlardan birincisi son batıştan binlerce yıl önce M.Ö. 50700'e doğru meydana geldi. Sebebi, dev boyutlardaki vah­şi hayvanları yok etmek amacıyla gelişigüzel kullanılan kimyasal maddelerin ve güçlü patlayıcıların daha önceden kestirilemeyen ve doğanın dengesini bozucu etkileriydi. Ancak görünenin ardın­da yatan gerçek sebep, insanın içine düşmüş olduğu insafsızlık haliydi.

Hayvanların yaşadıkları mağaraların içine muazzam mik­tarlarda gaz verildi ve bu da henüz hala soğumakta olan yerküre­de volkanik patlamalara ve zelzelelere yol açtı. Felaketin büyüklü­ğü kutupların yer değiştirmesine yol açb ve bugünkü pozisyonla­rına geldiler; ayrıca son buzul çağına da neden oldu.

Lemurya bundan hemen etkilendi. Z.aten yavaş yavaş Pasifi- ğe gömülmekte idi ve topraklarının büyük bir bölümü okyanus ta­rafından yutuldu. Atlantis'te ise, bugünkü Antiller açıklarında bu­lunan ve Saragossa Denizi olarak isimlendirilen bölge, sulara ilk gömülen kısım oldu. Kıtanın geri kalanı çok sayıda büyük adalara ayrıldı ve bunlarda da derin yarıklar, kanallar, çukurlar, körfezler,

koylar, dereler oluştu. Ilıman olan iklim, kavurucu hale geldi.

Göçler, ilk toprak sarsıntıları esnasında başladı ve az sayıda Atlantisli kıtanın batısına ya da doğusuna doğru göç ettiler. tik grup Pireneler'e yerleşti, diğerleri ise Orta ya da Güney Amerika' ya gittiler. Diğer taraftan Lemuryalılar da ilk önce Güney Amerika' ya göç ettiler. Pasifik kıyısında bulunan ve daha sonra Peru adını alacak olan ülkenin güneyinde yer alan Og Ülkesi'ni işgal ettiler. Bu, İnkalar adı verilen esrarengiz yerli kabilesinin kökenini oluş­turmaktadır.

Bu andan itibaren ve maddi (teknolojik) uygarlığın kayda değer gelişmesine rağmen Atlantisliler'de çalkalanmalar hüküm sürüyordu. Zengin, topraklan geniş ve bereketli bir ülkede barış, yerini ayaklanmalara ve isyanlara terk etti. Sunaklar, Tek Tanrı kavramına sırtlarını dönenler tarafından insan kurban etmede kullanılır oldu. Güneşe tapıyorlardı. Sadece Bir Yasası'na en sadık olanlar imanlarını sıkı şekilde muhafaza ediyorlardı.

Her türlü sapıklık, frenlenemeyen cinsel azgınlıklar ve hay­dutluk, şiddetle hüküm sürüyordu. Köylüler, emekçi sınıflar açlık ve sefalet çekiyorlardı. Fizik ve ruhsal bedenler de, bpkı denize gö­mülen dağlar ve vadiler gibi aşındılar, kemirildiler. Bilimsel ve teknolojik aşamalara rağmen, içteki bu çürüme hali, kendini be­ğenmiş, ihanet halinde, insaf ve adaletten mahrum bir milletin da­ğılmasına ve sonunda yok olmasına yol açmalıydı.

İkinci tufan, birincisinden çok çok sonra, M.Ö. 2800'0e doğru meydana geldi ve pek çok büyük ada sulara battı. Bu ikinci afet Tevrat'ta Nuh Tufanı olarak anlatılır.

Volkanik patlamalar ve görülmemiş şiddette fırtınaların ^- dından gelen tufandan sonra, dünyanın bu bölgesinde varlıklarını sürdürmeye devam eden başlıca kara parçalan kuzeyde Poseydon (Antiller bölgesinde), Atlantik'in merkezindeki Aryaz, ve batıda 0g (Peru) idi. Birçok Atlantisli buralara sığmnuşlardı; daha büyük bir çoğunluk ise dünyanın diğer bölgelerine sığınmaya çalışıyor­du.

Lemurya, Pasifik Okyanusu'na gömüldü. Üzerinde yaşa­yanların bazıları aşağı California'ya, Arizona'ya ve New Mexi-

co'ya kaçtılar ve burada, "Mayra" Ülkesi'nde, Mu Kardeşliği'ni kurdular.

Atlantisliler için bu, bir çağın sona ermesi ve pek çok bakım­dan seviyesine hiçbir zaman ulaşılamanuş yeni bir uygarlığın baş­langıcıydı.

Tufandan sonra, Atlantis'te bir yeniden inşa dönemi başladı. Atlantisliler'in, enerjileriyle ve çalışma kudretleriyle birleşmiş olan bilimsel zihin yapılarının hızlı gelişimi, onlara mekanik, kim­ya, fizik ve psikoloji alanında ileri doğru harikulade adımlar atma imkanı verdi, çünki her şeye rağmen üstün bir millet idiler.

tık tufandan sonra keşfedilen elektrik, elektronik alanında önemli gelişmelerin yapılmasına ve her türden elektrikli aletin icat edilmesine neden oldu. Uranyumdan elde edilen atom enerjisi ta­şımacılık ve ağır cisimlerin taşınması için bile kullanıldı. Bunlar, egoistçe maksatlarla kötüye de kullanıldılar. Atlantisliler en geliş­miş ısıtma ve aydınlatma sistemlerine sahiptiler ve diğer ülkelerle iletişim imkanları çok gelişmiş ve çok çeşitli idi. Laser gibi, her tür­den ışıklı şualar, keşfedilmişlerdi ve kullanılıyorlardı; bunlara ölüm şuası da dahildi. Sıvı hava, sıkıştırılmış hava ve kauçuk da keşfedilmişti. Bugün henüz bilinmeyen bakır, alüminyum ve uranyumdan meydana gelen madeni alaşımlar, uçan araçların, ge­milerin ve denizaltıların yapımında kullanılıyordu. Telefon ve asansör gayet yaygındı, radyo ve televizyon da tıpkı teleskopla ya­pılan gözlemlerde ve uzun mesafeden fotoğraf çekmede kullanı­lan ışıklı şuaların büyütülmesi işlemi gibi çok gelişmiş bir durum­daydı. Her türden süs eşyası ve mücevher imal ediliyordu. Ordu ve polis, politika sahnesinde rol oynuyorlardı.

Bununla beraber, Atlantisliler'in en önemli bilimsel başarıla­rı, güneş enerjisine hakim olmalarıdır. Esas olarak, sonlu ve son­suz olan arasındaki ruhsal irtibab kolaylaşbrmak amacıyla kulla­nılan bu devasa boyutlardaki yansıtıcı kristallere önceleri Tuaoil Taşı adı veriliyordu. Ardından, geçen asırlarla birlikte bunun kul- lanınu geliştikçe ve ilerledikçe, enerjinin, ne kablo ne de tel kulla­nılmaksızın tüm ülkeye dağıtılmasında kullanıldı. Ona Ateş Taşı ya da Büyük Kristaller adı verilmeye başlandı.

Poseydia'daki Güneş Tapınağı'na yerleştirilmiş olan Ateş Taşı, ulusun merkez jeneratörü vazifesini görüyordu. Bu, üzerin­de bulunan bir mekanizma ile birlikte binanın merkezine asılı va­ziyette duran, sayısız yüzeyleri bulunan ve muazzam büyüklükte, camdan ya da taştan bir silindirdi, amyanta benzer özelliklere sa­hip ve bakalite benzeyen, iletken olmayan bir malzeme ile yalıbl- mıştı. Taşın üstünde, onu güneşe çıkarmak için yeri değiştirilebi- . len bir kubbe bulunuyordu.

Güneş ışığının sayısız prizmalardan geçerek yoğunlaştınl- ması ve güçlendirilmesi kayda değerdi. Enerji öylesine güçlüydü ki, bunu, radyo dalgalanna benzeyen ve görünmez şualarla tüm ülkeye dağıtabiliyorlardı. Bunun enerjisi her türlü aletin, gemile­rin, uçan araçlann ve hatta eğlence taşıtlanrun dahi çalışhnlmasın- da kullanılıyordu. Bu bütün olarak bir uzaktan kumanda sistemiy­di ve dalgalar, aletler tarafından endüksiyon vasıtasıyla alınıyor­du. Şehirler, köyler, elektrik enerjilerini ya da diğerlerini bu aynı kaynaktan alıyorlardı.

İnsan bedeni, kristallerden çıkan şualann hafifletilmiş bir uy­gulaması ile gençleştirilebiliyordu ve insanlar kendi kendilerini sık sık gençleştirebiliyorlardı. Bununla beraber, Ateş Taşı yıkıcı amaçlarla da veya işkence etmede ya da ağır biçimde cezalandır­mada da kullanılabiliyordu. Kuvvetinin şiddeti çok yüksek bir dü­zeye ulaştınldığında -hata sonucu- ikinci tufanın meydana gelme­sine yol açtı. Şualan diğer elektrik güçleriyle birleşerek toprağın bağrında sayısız yangınların çıkmasına yol açtı ve bunun sonu­cunda, doğanın güçlü enerji kaynağının neden olduğu korkunç volkanik patlamalar meydana geldi.

Amaki, Achaei ve özellikle de büyük adalardan sonuncusu olan ve kendi adını taşıyan adada yer alan ve o çağın dünyasında en önemli durumunda olan Poseydia gibi, beyaz taştan yapılma harikulade güzellikteki şehirler tüm ülkede, güneş ışığı albnda pı- . nl pınl parlıyorlardı. Şurada, Parfa Koyu'nda da dünyanın en işlek ve en iyi korunmuş limanı yer alıyordu. Su, şehirdeki evlere ve çok sayıda havuzlara ve su depolarına, dağlann yamaçlarına ve sayı­sız ırmaklara dek uzanan dev boyutlarda inşa edilmiş olan su ke-

merleri ile getiriliyordu. Su sporlan ülke sakinlerini çok cezbedi- yordu. Evlerin damlan düzdü, teras biçimindeydi ve dış duvarları cilalannuş ve çok güzel mozaiklerle bezenmiş beyaz taştan yapıl- mışb.

Şehrin merkezinde tapınak bulunuyordu ve Bir Yasası'run Çocuklan'nın yaşanu bunun çevresinde düzenleniyordu. Kubbe­si, çok büyük ve onixten, topazdan ve berilyumdan (zümrüt de olabilir) yapılma dev sütunlarla taşınıyordu. Bu sütunların üzerin­de mavi yakuttan ve canlı renklere sahip başka taşlardan yapılan işlemeler yer almaktaydı. Tapınağın kubbesi tüm güneş ışınlarını yansıtıyordu.

İçeride, tapınağın ana bölümünde yer alan mihraplarda kut­sal ateşler sürekli olarak yanmaktaydılar. Bu esrarengiz alevler, melez varlıkları bedenlerindeki o istenmeyen hayvansal eklenti­lerden kurtarmak için kullanılan -ve bir süre sonra da bileşkesi gi­derek unutulan- ışınlar meydana getiriyordu. Toplanb yapmakta kullanılan büyük bir avlu ve kahinlere, rahiplere, rahibelere ve tapınağın tüm hizmetçilerine aynlnuş olan küçük odalar bulunu­yordu. Sayılan hayli kalabalık olan din adamları, o devrin en bilgi­li kadın ve erkeklerinden oluşmaktaydı; bazıları hakimlik vazifesi de görüyorlardı, vicdani ahlak idarecisi ve danışmanı olarak da görev yapıyorlardı.

Atlantisliler ve özellikle de Poseydialılar, evrendeki yarabcı enerjileri inceliyorlar ve doğanın zenginliklerinin, bitkilerin, kıy­metli taşların, metallerin titreşimlerinin ve bunların insanların psi­şik ve sezgisel doğalarında meydana getirdiği titreşimsel sonucun özünü kavrayabiliyorlardı. Tanm da tıpkı astronomi ve astroloji gibi çok ilerlemişti. Atlantisliler sayıların anlamlanru hesaplayabi­liyorlardı; yıldızlar ve elementler hakkında bilmedikleri yoktu ve hatta sabah çiyinin faaliyetini ve meydana getirdiği sonuçlan dahi bilmekteydiler. Yerçekimini nötralize etmeyi öğrenmişlerdi. Tüm metafizik , ruhsal veya bilimsel yasaları anladıkları gibi insanın ve beş ırkın kökenine ait sırlan da kavrayabiliyorlardı.

Bir Yasası'run Çocukları'nın sahip oldukları bu eşi benzeri ol­mayan bilgileri, Belial Oğullan kendi fesatlıkları için kullanmak is-

tiyorlardı; bu materyalistler Tek Tann'ya tapanların sadece fikirle­rini değil, aldıkları tedbirleri ve yaptıkları uyanları da hor görü­yorlar ve aşağılamaya çalışıyorlardı. Bir Yasası'nın Çocukları ara­sından Belial Oğullan'nın iddialarını benimseyen ve yaşam biçim­lerine imrenerek onlara katılanlar ve sırf zevk ve tahrip etme arzu­larının tatmini için yaratıcı enerjileri ve evren yasalarını kullanma­larında yardım edenler de çıkıyordu.

Bu kötüye kullanıma, hayatın veya yasanın "noktürn tarafı " (•) adı veriliyordu. Çok sayıda tapınağın kutsiyeti tahrip ediliyor ve bunlar birer günah mağarası haline dönüştürülüyor, bir yan­dan da ruhsal yasalar bedensel arzuların doyurulmasında kullanı­lıyordu. Psişik yeteneklerin kötüye kullanılması pek çok felaketle­re sebep oldu. Gazların, sıvı havanın ve patlayıcıların egoistce amaçlarla kullanılması hususunda tartışmalar oldu. Yönetici du- rumundakilerin sahip oldukları özel imtiyazlar konusunda çatış­malar çıktı. Köleler, köylüler ve işçi sınıfı sadece eziyet çekmek ve zor koşullarda çalışmak ve yaşamak zorunda bırakılmakla kalmı­yor, aynca ödedikleri vergilerle de eziliyorlardı. İki grup arasında bir uçurum oluştu. Kudret, Bir Yasası Çocuklan'nın elinde de olsa, karşı taraf bunların otoritesini yıkmak için her şeyi yapıyordu. So­nunda iç savaş patlak verdi.

Yönetim şekli, sosyalist eğilimli bir monarşi idi. Kral özel bir konseyin yardımıyla hüküm sürüyordu. Kötü unsurlar, sonunda bu konseyin içine sızmayı başardılar; yalan, entrika ve komplo, kralın sarayında bile yaygınlaştı. Toplum üç sınıfa ayrıldı: Hü­kümran sınıf, her iki gruptan olup da nüfuzlu mevkileri işgal edenler ve yüksek ruhban takımı tarafından oluşturuluyordu; orta sınıf öğretmenlerden, idare memurlarından vs... oluşmaktaydı; ve son olarak da emekçi sınıfı geliyordu ve işçilerden, köylülerden ve melez yaratıklardan (hybridler) oluşuyordu. Ayrıca kraliyetin debdebeli yaşamına tutkun olan saray halkı, prensler ve prensesle­ri de unutmamak gerekir. Bir Yasası'nın Çocukları ise topluluk halinde yaşamaktaydılar. ·

lç çalkantılar, huzursuzluklar, anlaşmazlıklar, şahsi arzula-

(•) Noktürn: Gece yaşayan, Kece vakti Kerçekleşen.

nn iyice azgınlaşması, genelde hakim olan bu tatsızlık ortamı, At- lantis'in son çöküşünü hazırlayıverdi. Ve yıkılışı, daha önce çarpıcı bilimsel aşamalar yapmaya imkan vermiş olan doğal ve ruhsal ya­saların kötüye kullanılmışlıkları oranında da zorlu ve azap verici boyutlarda gerçekleşti. Tek Tanrı'ya sadık olanlar, sümüksü bez vasıtasıyla faaliyette olan, ancak giderek kaybolmaya yüz tutmuş o durugörü yetenekleri sayesinde Atlantis topraklarının batışının yaklaşmakta olduğunu anlamışlardı. Toplumları uyarmaya, ön­lenmesi imkansız olan o felakete mümkün olabildiğince engel ola­bilmek için onları birleştirmeye çok gayret sarf ettiler. Tanrı'nın emrine göre, Belial Oğulları'nın arzu ettikleri gibi hemcinslerini itaat altına almak yerine, üstünde yaşadıkları toprak parçalarını itaat alhna almaları gerektiğini anlatmaya çalışıyorlardı. Felaketi engellemek için, dünya üzerinde yaşayan tüm ulusların sahip ol- duk.lan tüm bilgileri biraraya getirme yollan aradılar ve bu amaçla büyük bir toplantı gerçekleştirildi. Tüm ülkelere mensup delege­ler, büyük felaketi önleyebilmek ümidiyle tüm bilgeliklerini ve bilgilerini ortaya koymak üzere Atlantis'e geldiler; ama tüm çaba­ları boşuna oldu.

Önlenemez olana boyun eğen Bir Yasası'nın Çocuk.lan başka çözümler ve kolonileştirebilecekleri yerler aradılar. Emniyetli sığı­naklar aramak amacıyla, Mısır'a, Honduras'a, Yucatan'a dünyanın diğer bölgelerine, denizden, havadan ve karadan olmak üzere sa­yısız araştırma seferi yapıldı. Her şeyden de önemlisi dini arşivle­rini, sembollerini, ibadet eşyalarını muhafaza etmek amacınday- dılar ve bunları beraberlerinde götürdüler.

Atlantis, M.Ö. 10700'de zaten tam bir çöküntü durumunday­dı, uçurumun dibini bulmuştu. İnsan kurban etmeler ve güneşe ta­pınma, gerçek dinin yerini almıştı, her yerde zina, ahlaksızlık ve her türlü bozukluk hüküm sürmekteydi. İnsan ve hayvan karışımı melez yaratıklar (hybridler) giderek daha çok eziyet görmeye baş­lamışlardı.

Doğa güçlerini çok kötüye kullanıyorlardı. Güneş prizmala­rı, birer zor kullanma, işkence ve ceza aracı haline gelmişti; öylesi­ne ki, halk bunlara "Korkunç Kristaller" adını takmıştı. İnsani de-

ğerlere hiç mi hiç saygı kalmamıştı ve ahlak, yeni yeni uçurum­larda yitip gidiyordu. Tüm ülkede şiddet ve isyan hüküm sür­mekteydi. Ve ardından, sonuncu afet geldi.

Muazzam yer sarsıntıları toprakların altını üstüne getirdi. Büyük adalar, kendilerini yutan okyanusun karanlık sularına gö­mülüp gittiler. Kısa bir sürede, su yüzeyinde adeta bir milletin mezarının yerini işaret edercesine sadece birkaç zirve kaldı. Ba­zıları kaçmaya muvaffak oldular; diğerleri ise zayıf olanlara di­ğer ülkelerde sığınma imkanları yaratmak amacıyla kahraman­ca kalmayı seçtiler. Büyük bir çoğunluk kıta ile birlikte sulara gömüldü. M.Ö. 9500'de, Atlantis yeryüzünden tamamen silindi.

Bununla beraber, Atlantis kültürü tamamen yok olmadı. Onun izlerine Çin'de ve Hindistan'da hala rastlanmaktadır ve etkisi, sayısız tekrardoğuşlarla kendini günümüzde de gayet kuvvetle hissettirmektedir.

Tarih, ebedi bir yeniden başlangıçtır ve bu batık kıtanın tüm bölgelerinin yeniden gün ışığına çıkacak olması gibi, Atlan- tisliler'in ruhu da günümüzde yeniden ortaya çıkmaktadır. Po- seydia Adası, suların üstüne çıkacak olan ilk bölgedir ve Atlan­tik Okyanusu'nda, A.B.D. kıyıları açıklarında yeni kara parçala­rı belirecektir. Bunun zamanı yakındır.

Bahama Adaları, ikinci tufandan önce geniş kıtanın bir parçasını oluşturan Poseydia Adası'nın zirve kısımlarından ye­gane geriye kalanlardır. Buraya çok yakın bir bölgede, Bimini sularında ve Florida kıyılarından elli mil açıkta, çamur tabaka­ları eski ve batık bir Atlantis tapınağının kalıntılarını örtmekte­dir. Günün birinde ortaya çıkarılacaktır.

Pireneler' de ve Fas'ta, eski bir Atlantis kolonisinin yıkıntı­ları hala keşfedilmeyi beklemektedir.

Atlantis'ten kaçıp sığınanlara, Honduras, Guatemala ve Mek­sika'da (Yucatan), ''Mayalar" deniyordu. Kuzey Amerika'da ise New Mexico'ya, Arizona'ya ve Colorado'ya yerleştiler; doğuya, Mississippi ve Ohio'ya kadar ilerlediler ve tümülüsleri (*) yaptılar.

(*) Tümülüs: Genellikle eskiden mezarların üstüne toprak veya taştan yapılan koni şeklindeki tepeye verilen isim. K. Amerika'da rastlanan kadim devirlere ·ait ve insan eliyle yapılmış olan koni biçiminde tepelere de tiimülüs denir.

lrokua (lroquois) yerlileri bunların doğrudan torunlarıdırlar ve Atlantis dininin izlerine hemen hemen tüm kızılderili kabilelerin­de rastlanır.

Atlantisliler'in etkisi, Mısır'da kendini piramitlerin yapınun- da gösterir, ki bu mimari şekline Meksika'da da rastlanır. Bazı ya­zıtlar birbirinin aynıdır ve Eski Ahit'in bazı kısımlarını aydınlatma imkanı verecektir. Buna ek olarak, Büyük Kristaller'in yapılış planlarını da içermektedir. Bu kalıntılardan bazıları, bunları çöz­meyi başaramayan arkeologlar tarafından Yucatan piramitlerinde bulunmuştur.

Cayce'in "okumalan"nda verilen ilk tarih on buçuk milyon yıl öncesine dek -kusursuz ırk ruhlarının ikinci tesirleri- uzanıyor­sa da, büyük Atlantis dönemi boyunca, M.Ö. 200 ile 10700 yılla­n arasında pek çok uygarlıklar geliştiler ve sönüp gittiler. İlk ve son tufanlar arasında binlerce yıl geçti. Birinci felaket zamanındaki göçler vasıtasıyla Pireneler'e ve Arnerika'ya götürülen kültür, ikin­ci göç esnasında Orta Amerika ve Fas'a aktarılan kültürden ve üçüncü ve son tufan zamanında Mısır ve Meksika'ya götürülen kültürden farklıydı. Atlantis uygarlığı, bir bütün olarak tek bir ke­rede nakledilmiş değildi. Kıta adalara ayrıldığında konuşulan dil­lerde de ayrılıklar başgösterdi. Halbuki dünyanın geri kalan kıs­mında hala aynı diller konuşulmaktaydı. Bu da Atlantisliler'in, göç ettikleri diğer ülkelere olan etkilerini hayli zora sokuyordu.

Çağımız, pek çok bakımdan eski Atlantis'in bir kopyası gibi­dir ve sahip olduğumuz teknoloji, Atlantislilerce kaydedilmiş olan gelişmelerle kıyaslandığında, daha da iyi anlaşılacakbr. Onlar gü­nümüzde de çok büyük miktarlarda tekrar doğup durmaktadırlar, halbuki insanlık devresi (siklus) Karma Yasalan'na -Etki ve Tepki- göre tekamül etmektedir ve insanlar yeniden, kendi elleriyle yarat­mış oldukları bir dünyaya karşı çıkmak zorundadırlar. Gelişmiş uygarlığımız bizlere ilk kez ve benzer şartlar alhnda, sadece yap­mış olduğumuz sayısız haksızlıkları ve insafsızlıkları telafi edebil­memiz değil, tabiat güçlerini yapıcı ya da yıkıcı amaçlarla kullan­ma konusunda bir·kere daha bir seçme yapabilmemiz imkanını vermektedir.

Cayce şöyle demişti:

"Bu varlığın Atlantisli olduğunu görmekteyim. Sonuç ola­rak o da, pek çok Atlantisli'nin yapmakta olduğu gibi, dünya üze­rinde içinde bulunduğumuz çağda tekrar doğmayı seçmiş bulun­maktadır. Bir şeyden emin olunuz: Hiçbir ülkenin hiçbir yöneticisi -varlığın inançların taraftarı ya da düşmanı olsun- bir Atlantis- li'den başka biri olamaz. Belirtmiş olduğumuz gibi, Atlantisliler çok yüksek bir uygarlık düzeyine ulaşmışlardı; ve onlara ilahi faa­liyetler emanet edilmişti. Ama -tıpkı bu varlığın da yaptığı gibi- onlar, tüm varlıkların kimin için ve kimin içinde yaşayabileceğini unutup gitmişlerdir. Ve sonunda bedenlerini tahrip etmişlerdir, ama ruhlarını değil. Bu varlığın da yeryüzündeki gayesi şudur: Di­ğer insanlara mutluluk getirmek, hem de bir an evvel. Yani Tan- rı'nın şu sözünün yaşayan bir numunesi olmak: 'Sizler, güçsüz olanlar ve ezilenler, bana gelin, haçımı taşıyın ve öğretilerime ku­lak verin.' Bu varlığın tekrardoğuşunun altında yatan sebep budur işte. Maksadında ya başarıya ulaşacak, ya da tıpkı Atlantis'te iken yapmış olduğu gibi ve diğer pek çok ruhun da bu özel alanda baş­larına gelmiş olduğu gibi acıklı bir başarısızlığa uğrayacaktır." (2794-L-1)

Bizi.er, hepimiz, bir imtihanlar devrinin eşiğindeyiz. Bugün yapmış olduğumuz şeyler insanlığın binlerce yıllık kaderini belir­leyecektir.

Cayce Dosyalarından Aktarmalar

"Bir 'hayat okuması' için verilen bilgilerin içinde, zaman za­man varlığın ya da kişinin, Atlantis Kıtası'nda iken özel bir konum işgal etmiş olduğuna, ya da bu kıta üzerinde herhangi bir faaliyete iştirak etmiş olduğuna, ya da varlığın bu kıtadan ayrılarak, o de­virde yeryüzünde bulunan başka bir bölgeye, buralara özel bir ge­lişme süreci aşılayabilmek için göç etmiş olduğuna rastladım. Bu kişiler çok faal olmalıydılar, çünki yeni gökler altına gelmiş olduk­ları halde, içine girmiş oldukları bu yeni ortamlarda bir hayli deği-

şiklikler oluşturmaya başladılar. Tekrardoğuşun bir olgu olduğu­nu ve dünyada önce yaşamış olan ruhların, bugünkü devirde de yeryüzüne doğmakta olduklarını kabul edersek, eskiden yaşa­mış oldukları devirde yaptıkları faaliyetlerle kendi yıkımlarını hazırlamış iseler, günümüzde de geri gelerek yeniden bazı deği­şimler meydana getirecek olduklarını düşünmek yanlış mı olur acaba? Onlar bu eski dünyaya mı aittirler? ·Yoksa bizimkine mi?" (364 -1)

"Varlık, yeryüzünde yaşayan ve dokunulmazlar denen o acayip mahh1kların oluşturduğu kastların, yüksek kastlara men­sup olanlarca köpeklerden bile daha çok aşağılanmaları ile ilgili olarak vicdanların sızlamaya başlamış olduğu ve sorunların orta­ya çıktığı o dönemde yaşamış olan bir Atlantisli'dir. Varlık, doku­nulmazlara içinde bulundukları durumdan kurtulmaları için yar­dım etmeye çabaladığında, yüksek bir konumda bulunuyordu. Günümüzde ise, geçmişteki bu deneyimi ile güçlenmiş olarak var­lık, metaller, konstrüksiyon (yapı) ve demokratik anlayışla ilgili her şeyi bilmektedir." (333-L-1)

" ... Varlık, o çağın toplumlarında bir üstat, bir öğretmendi ve karalarla birlikte okyanusa gömülenler arasında bulunuyordu. Ve varlık, yeni değişimlerin meydana gelecek olduğu bugünkü dö­nemde, yeniden dünyaya gelmiştir. Atlantis'te, Isshuta adıyla ya­şamış olan varlık korkuya yenik düştü ve gerçek ortaya çıktığında, diğer insanları doğru yoldan çıkardı. Günümüzde, bu korku onda doğuşundan beri sürmektedir." (105-L-1)

"O devirde dünya amanı şimdi olduğu gibi günler, haftalar ve yıllar değil, onluklarla, elliliklerle ve yüzlüklerle sayılıyordu... Buna göre, beş, alb ya da yedi yüz sene yaşamak, günümüz zama­nına göre sadece elli, altmış yada yetmiş yıl yaşamak demekti." (1968-L-2)

"... Belirtilmiş olduğu gibi varlık, mekanik ile ve mekaniğin kullanımı ile uğraşanlara katılmıştı. Ve bu, günümüzde henüz icat edilememiş olan şeylerin bulunduğu bir dönemdi. Örneğin, Ateş Taşı gibi... Varlığın içinde bulunduğu faaliyetler kendisini o çağın hem yapıcı hem de yıkıcı güçleri ile uğraşmaya sevk ediyordu.

Varlığın, günümüzde daha iyi anlayabilmesi için bu aletin bir tanı­mını yapmak iyi olacakbr..."

"Tabanı, günümüzde yalıtkan olmayan malzeme diye ad- landırdığınuzdan kaplannuş olan yapının ortasında, günümüz ln- gilteresi'nde bu tip şeylerle uğraşanların gayet iyi bildikleri bir isim altında üretilen diğerleri gibi, amyanta benzer, taştan ya da metalden bir elzeme bulunuyordu..."

"Taşın üstünde, bina oval (yumurta gibi) ya da kubbe şeklin­deydi ve taşın, faaliyetinde ateş halindeki cisimlerden yayılan enerjilerin yoğunlaştırılmasından, dünya atmosferinde bulunan ya da bulunmayan unsurlardan ve Güneş'in ya da yıldızların ışın­larından yararlanabilmesi için, bu kubbeyi geriye çekmeye yara­yan bir mekanizma bulunuyordu."

"Cam (günümüzdeki adıyla) prizmalar vasıtasıyla yapılan konsantrasyon (yoğunlaşbrma) işlemi, değişik nakil vasıtalarına monte ediliniş cihazlara etki edebilecek şekilde gerçekleştiriliyor­du; günümüzde uzaktan kumanda sisteminde radyo dalgalarının yönlendirilmesiyle çok benzeşen endüksiyon yöntemleri sayesin­de taştan yayılan ve taşıtların hareket ettirici gücüne etkide bulu­nan enerjinin türü sayesinde bu işler gerçekleştiriliyordu."

"Her şey öylesine tasarlannuşb ki kubbe açıldığında veya yer değiştirdiğinde, mekanda hareket eden değişik yapılara -bunlar ister gözün görüş alanı içinde, isterse de dışında, suyun albnda ve­ya havada ya da karada gidiyor olsun- yollanan direktifleri hiçbir şey bozamıyordu."

"Taşın hazırlanması sadece inisiyelere emanet edilmişti; ve varlık, bu radyasyon (ışınım, şua neşretme) etkilerini yönetenler arasında yer alıyordu. Bu dalgalar göze görünmez bir şekilde yük­seliyorlardı ve gerek o devirde mevcut bulunan gazlar sayesinde uçan taşıtları havalandırmak için, gerekse de karada ya da havada veya suda ya da suyun altında gidebilen eğlence taşıtlannı yönet­mede kullanılıyorlardı."

"Bunlar, jeneratörün (günümüzde söylendiği gibi) merkezi­ne yerleştirilmiş olan taştan yayılan dalgaların yoğunlaşbrılması ile hareket ettiriliyorlardı. Varlık bu aktif güçten yıkınun tohumla-

rını ekmek için yararlandı; bu amaçla ülkenin çeşitli bölgelerine, şehirlerde, köylerde ve kasabalarda sürdürülen faaliyetler için enerji üreten farklı cihazlar (ya da taşlar) yerleştirdi. Bu cihazlar beceriksizlik yüzünden yüksek hacimle ve çok güçlü çalışacak şe­kilde bağlandı ve bu da ülke halkına ikinci yıkım dönemini getirdi ve kara parçalarının adalara ayrılmasına neden oldu. Nitekim da­ha sonralan bu adalar da, getirilen yeni güçler yüzünden yıkılıp gi­deceklerdi."

11Aynı ateş türü sayesinde insan bedenleri yenileniyordu: Ta^ şın ışınımlarını kullanarak, canlı organizmaya yıkıa güçleri geti­ren etkiyi yakıyorlardı. Varlık, bu şekild^ pek çok kereler kendini gençleştirmişti; ve bu ülkede kah toprakların parçalanmasından sorumlu olanlarla, kah son yıkım esnasında Belial ile beraber çalı­şarak sonuna kadar yaşadı. Bu, varlığın düşüşü oldu. Başlangıçta, yıkıcı güçleri yönetmek arzusuyla hareket etmiyordu. Ama daha sonra iktidar hırsı üstün geldi."

"Bu taşın tanımlanmasına ve yapısına gelince: Büyük ve camdan -günümüzdeki adıyla- bir silindir görüyoruz. Bu, tepesi ya da başlığı, silindirin en alt yüzü ile tepesi arasında yoğunlaşnuş olan enerjiyi toplayabilecek şekilde façetalar (küçük satıhlar) halinde yontulmuş durumdadır."

"Bu yapının planlan ya da belgeleri, günümüzde halen dün­yanın üç bölgesinde bulunmaktadır: Atlantis'in batık bazı bölgele­rinde ya da Poseydia'da; ki buradaki tapınakların kalıntıları şu an­da Florida açıklarındaki Bimini Adası yakırundaki bir bölgede ok­yanusun dibinde çamur tabakasıyla örtülü bir durumdadır ve ya­kın bir zamanda keşfedilebilecektir. Ve (ikinci olarak) Mısır'm eski tapınaklarının arşivlerinde; ki varlık daha sonra buralarda, daha önce ülkelerinde bulundukları sırada muhafaza etmiş ve daha sonra Mısır'a getirmiş oldukları belgeleri korumak için diğerleriy­le birlikte çalışnuştı. Bunlara ek olarak (üçüncüsü) diğer arşivler de Amerika'ya, günümüzde Yucatan adı verilen bölgeye nakledildi­ler ve hatta bu taşlar (ki haklarında hiçbir şey bilinmemektedir) şu anda bile keşfedilmiş durumdadır." (440-5)

"... Atlantis topraklarında, Bir'in sayısız yasalarının ve esas-

lannın çiğnenmesi sonucu oluşan sıkınhlar ve felaketler zamanın­da; ve Poseydi Adası ahalisinin göç etmesine neden olan yer sar- sınhlan başladığında, varlık doğadaki harekete geçirici güçleri de- polayanlar arasında yaşıyordu. Bu güçler, ışığı, formları ve faali­yetleri çok kuvvetli bir şekilde yoğunlaştıran büyük kristallerden gelmekteydi. Bunlar sayesinde deniz dibinde vey,a havada giden taşıtları idare ediyorlardı. Bu güçler aynca birçok teknikte: Orne- ğin, cisimleri ulaştırmada, sesi ulaştırmada, bu faaliyetlerin kay­dedilmesinde ve günümüzdeki adıyla televizyonun çalıştırılması için özel titreşimlerin meydana getirilmesinde kullanılıyordu." (813-L-1)

"... Atlantis topraklarında... Yıkıcı güçleri harekete geçiren faaliyetlerin önceden bilinmesine dayanan ve Atlantis dışına yapı­lan göçlerin yaşandığı o garip devirlerde, varlığın, günümüzdeki isimleriyle sadece Yucatan denilen ülkeye değil, Pireneler'e ve Mı­sır'a da gidenler arasında bulunmuş olduğunu görüyoruz. Hava yoluyla taşımacılık ve iletişim yöntemleri o devirde, çok daha son­ra Hezekiel'in tarif edecek olduklarına çok benzemekteydi."( 1859- L-1)

" ... Atlantis topraklarında, son afetten önce ve milletlerin bü­yük göçü gerçekleştiği devirde varlık, çeşitli uzak ülkelere yapılan yolculukları düzenlemeye yardım edenler arasında bulunuyordu. Varlık, yargıç (bugünkü ismiyle) vazifesi görüyordu ve aynca mil­letlere uygun bir çevre, iklim ve etkinlikler sağlayabilecek kapasi­tede bölgeler araştırmakla da görevliydi. Ve varlık, günümüzde Orta Amerika diye adlandırılan ve ülkeden kaçanların günümüz­de keşfedilmiş olan o pek çok tapınakları inşa etmiş oldukları böl­geye geldi."

"Varlık, bu arkeolojik buluntulardan söz edildiğini duydu­ğunda, buna çok özel bir ilgi duydu; çünki bu, onun uzak geçmişi­nin bir parçasıdır. Varlık, kendi kendilerine bu ülkeyi terk eden in­sanların geride neden tek bir mezar dahi bırakmadıklarını ve otur­dukları evlerden neden tek bir kalınb dahi kalmadığını soranlara pek çok şeyi açıklayabilir. çünki varlık, ölüleri yakma adetini oluş­turanlardandı; ve çok sayıda insanın külleri bu amaç için kurul-

muş tapınaklardan birinde bulunabilir." ( 914-L-1)

"... Atlantis topraklarında, Belial Oğullan tarafından azdırı­lan yıkıa güçlerin neden olduğu göçün başlangıcında, varlık, bu ülkenin prenslerinden biriydi. Diğer bölgelere seyahatleri sağla­yan etkilerin ayrılmasına, belgelerin muhafaza edilmesine... ve gü­nümüzde medeniyet adını verdiğimiz şeyin bir bölümü haline gel­miş olan etkinliklerin sürekli olarak yerleştirilmesine taraftardı."

"Varlık, sadece hava ve deniz seferlerinde değil, doğa güçleri sayesinde diğer ülkelerle haberleşme sanabnda da ustaydı... So­nuç olarak doğanın, haberleşme ile alakalı bu şeyleri, o devirde varlığın yaşanunın bir parçasını oluşturmaktaydı... Yolculuk hika­yelerinde... imajinasyon (tahayyül)... yabancı ülkelere ve yabancı milletlere ve onların örf ve adetlerine ait her şey onun doğuştan var olan güçlerinin bir bölümü haline geldi." (1215-L-1)

"Varlık, korunması gereken kişilerin yollanabilecekleri, bir­den fazla sayıda ülkeyi araştıran grupta bulunuyordu. Böylece Yucatan Ülkesi'ni, Pireneler ve Mısır'da yapılan faaliyetleri tanıdı. Bugün de, bu milletlerin, adetlerinin ve yaşam biçimlerinin varlı­ğın ilgisini çektiğini görmekteyiz. Eski yaşanunın başlarında, var­lığın Poseydia'da yaşamış olduğunu görüyoruz; ama belirleyici faktörler Bir Yasası'run Çocukları ile Belial Oğullan arasındaki ça­tışmaları doğurduğunda varlık, yeniden inşa dönemi esnasında Mısır'a gidenler arasında bulunuyordu." (1908^L-1)

"Varlık, ikinci tufandan hemen önceki karışıklık ve huzur­suzluklar meydana geldiği sırada; Belial Oğulları ve Bir Yasası'nın Çocukları arasında tartışmalar ve anlaşmazlıklar çıkbğı zamanda Atlantis topraklarında yaşamaktaydı. Varlık, Bir Yasası'nın Ço- cukları'run prensiplerini izleyen, ancak bir yandan da Belial Oğul- ları'nın maddi avantajlarından yararlanmaya teşebbüs edenler arasına katıldı. Böylece varlığın maddi ve ruhsal ideallerinde bir zıtlık meydana geldi. Ama senin Sahibin Olan Tanrın birdir ve kendine karşı bölünmüş bir evi yoktur." ( 3102-L-1)

"... Atlantis topraklarında, kıtarun parçalandığı devirler es­nasında, ülkenin değişmesi için bir kanun ilan edildiği zamanda, varlık Mısır'a doğru yelken açan, ancak günümüzde Portekiz,

Fransız ve İspanyol Ülkesi denen yere, Pireneler'e gelenlere eşlik ediyordu. Ve Calais Falezlerinde varlığın arkadaşları tarafından bırakılmış olan izler hala görülebilir... Amaçlan Bir Yasası'na sa­dık olanlar için dini bir etkinlik kazandırmaktı ... Varlık önce kay­betti, sonra kazandı... Kazanması, Mısır topraklarını uygarlaştı- ranlarla işbirliği kurulduğunda gerçekleşti. Ve tüm bunlar, İsken­deriye çevresinde keşfedilmeyi bekleyen eşyalarla kanıtlanacak­tır. Çünki, şu da açıklanabilir ki varlık, Barış Prensi'nin, ilk inisi- yasyonu için Mısır'a gelişinden 10 30 sene önce İskenderiye'de bir bilgi kütüphanesini ilk kuran kişiydi. Çünki beni duyunuz: 'O, Mı­sır'da da çarmıha gerilmişti.' " ( 315-L-1)

DÖRDÜNCÜ KISIM

PİRAMİTLERİ İNŞ A EDENLER

Dünyanın tilin gizemleri içinde, Mısır'daki Büyük Piramit ilk sırayı almaktadır. Dünyanın yedi harikasından biridir ve yaşı, yö­nü, yapısı ile alakalı olarak sayısız münakaşalara yol açmıştır. Ama zaten tüm Mısır, bir araşbrmacı ya da bir arkeolog için büyü­leyici olduğu kadar da zengin bir ülkedir; çünki orada insanlığın en esrarengiz muammalan yer almaktadır.

Dünya üzerinde bilinen ilk tarih, M.Ö. 4241 yılında Mısır tak­viminin kabul edilişidir. Evrensel olarak kabul edilen bir sistem, Mısır tarihini M.Ö. 3400 ile 332 yıllan arasında yer alan otuz hane­dana bölmektedir. Bundan önceki zamanlara ait olarak hemen he­men hiçbir şey bilinmemektedir; aynca bu tarihlerin hiç biri de ke­sin değildir. Genel olarak, Gize Piramidi'nin M.Ö. 2900 yılına doğ­ru yapılmış olduğuna inanılır ("').

Eski ve tarihi Kahire kentinin on beş kilometre kadar babsın- da, 29° 58' 51" kuzey enleminde ve 31°09' doğu boylamında (Gre- enwich meridyeni) yer almaktadır. Kral Kufu ya da Keops'un me­zarı olduğu kabul edilmektedir ama içinde hiçbir ceset bulunabil­miş değildir. Bu dev piramit beş buçuk hektardan biraz daha az bir alanı kaplamaktadır; bir kenarı 231,6 metre, boyu ise 146,5 metre­dir.

Büyük Piramit yegane kare tabanlı olandır ve bütünüyle taş­tan, her biri 54 ton ağırlığında dev taş bloklardan yapılmışbr. Yapı­lışındaki kesinlik ve doğruluk, bir elmas ustasının çalışmasıyla fa- ("') Bkz: Büyük Piramitin Sırrı (G. Barbarin-Ruh ve Madde Yayınlan)

yaslanabilir. Taşların bitişme yerleri gözle seçilememektedir ve mimarlar ve mühendisler bu dev taşların nasıl kaldınldığını, yer­lerine nasıl konduğunu asırlar boyunca kendi kendilerine sorup durmuşlardır. Başlangıçta kalın ve beyaz alçı taşlarıyla kaplanmış durumdaydı, ama bunlar asırlar boyunca tıpkı en tepesindeki par­ça ya da apeks gibi, yerlerinden sökülmüşlerdir.

Geometrik şekil olarak Büyük Piramit tam tamına bir piramit formundadır. Tabanı kusursuz bir karedir; her bir yüzeyi diğerle­riyle en zirvede birleşecek şekilde eğimli olan eşkenar üçgenlerden oluşmaktadır ve en tepe noktası, tabandaki karenin diagonalleri- nin kesiştiği merkez noktaya tam dikey olarak yer almaktadır.

Tabanın, gerçek dört esasi noktaya (dört yön) göre olan po­zisyonu sadece beş saniye fark etmektedir, bu da hiç şüphesiz onu dünyanın en iyi yönlendirilmiş yapısı durumuna getirmektedir.

Sfenks (•), insan başı taşıyan ve uzanmış bir aslanı temsil et­mektedir. Bu yekpare taştan heykelin uzunluğu 57,60 metredir. Mısır'da Hu ismiyle bilinir ve Tanrı Horus'un bir temsilidir, yaşı da Büyük Piramit'den çok daha eskidir. Daha küçük olan diğer sfenksler bir koç ya da doğan büstünü temsil etmektedirler ve pek çok yazıtlarda da hayvani eklentileri olan, yani toynakları, pençe­leri, boynuzları, kuyrukları ya da tüyleri olan insan bedenleri tas­vir edilmektedir.

Esrarengiz sfenksler ve piramitler yalnızca Mısır'da bulun­maz. Asur Ülkesi'nde (Asuriye, bugünkü Suriye) bulunan taş ka­bartmalarda kanatlı sfenkslere rastlanır; Pers ve Yunan sanatı biz- lere bunun minyatür örneklerini sunarlar. Yucatan'da ise Maya- lar'ın yapmış oldukları sfenksler ve piramitler Mısırlılar'ınkine şa­şılacak denli benzemektedir, ancak daha küçüktürler. Bu tip yapı­ların meydana getirilebilmesi için gerekli olan gücün, imkanların, yöntemlerin ve zenginliğin ne olması gerektiği meydandadır ve kökenleri aynı ve yüksek seviyeli uygarlıkların işaretleridirler.

Eski Mısır'da astronominin çok önemli bir bilim olduğu bi­linmektedir, ancak dini hakkında çok az malumat vardır, hatta dini akidelerin esaslarının ve inançların bilerek ve isteyerek gizli (•) Bkz: Büyük Sfenks'in Sım (G.Barbarin - Ruh 'De Madde Yayınları)

tutulmuş olduktan izlenimi hakimdir. Görünüşe bakılırsa, Mısır­lılar güneşe tapıyorlardı. Re ya da Ra ismi, tüm tanrılann başı olan güneş tanrısı için kullanılıyordu. Kafkasya'dan gelmiş olabilirdi. Tüm tannçaların_prototipi olan lsis, doğa tanrıçasıydı. Onun kültü muhtemelen M.O_ . 1700 yıllanna doğru başlamış olmalıydı. "Her iki ulus" ya da Aşağı ve Yukan Mısır, Ra tarafından birleştirilmiş gibidir. Dinin ve devletin birbirlerine sıkıca bağlı olduklan görül­mektedir. Sırlarla ve "mitoloji" ile kaplı ve olağanüstü zenginlikte­ki kalınblann haricinde Eski Mısır hakkında çok az şey bilinmekte­dir. Pek çok arkeolojik buluntular anlaşılabilmiş değildir ve işte bu noktada, Edgar Cayce'in "okumalan" karanlık noktalara parlak bir ışık tutmaktadırlar. Ve neticede bu tarih öncesi döneme ait, ikna edici olduğu kadar da açığa kavuşturucu bir kavram ortaya çıkı- vermektedir.

"Okumalar", Büyük Piramit'in ve Sfenks'in yapılışları ile ilgi­li olarak çok daha eski bir tarih, M.Ö. lOO' lere doğru yer alan bir tarih vermekte ve insanın yeryüzündeki tekamülü ile alakalı bir anlam taşıdıklarına değinmektedirler. Yucatan ve Mısır arasında belirlenmiş olan kültürel benzerlikler, babk kıta Atlantis'te yaşa­yanların her iki ülkeye de yapmış oldukları sayısız göçlerle izah edilmektedir.

Bu "okumalar"da, hayvani eklentilere sahip insanların dış görünümleri son derece gerçekçi biçimde izah edilir; lsis belirgin­leşir ve eski yazıt "Ölüler Kitabı" yeni bir anlam kazanır.

İşte, hiçbir dış kaynağa başvurulmadan meydana getirilen, Mısır piramitlerini ilk inşa edenlerin Edgar Cayce'e göre hikaye­si.

Cayce Dosyalarından Aktarmalar

Yaklaşık olarak çeyrek milyon sene boyunca, Sahra' nın bazı bölgeleri ve Yukarı Nil Vadisi hariç, Mısır ve Kuzey Afrika sularla kaplı durumdaydılar. Diğer kara parçalarının su yüzüne çıkma­sından sonra buraların da yaşanabilir hale gelmesi için yine de

uzunca bir süre geçmesi gerekti. Siyah ırka ait ilk kabileler Yukan Nil'in bereketli topraklannda, günümüzde Krallar Vadisi diye ad­landırılan yerin yakınındaki bölgede göründüler. Nüfus, çadır al­tında ve mağaralarda yaşıyor ve yük hayvanlarından yararlanı­yordu. Dünyanın diğer bölgelerini tahrip etmekte olan büyük ve vahşi hayvanlann istilasından uzakta ve korunmuş durumda bu- lunmalanna rağmen ulus zayıfb ve iç kanşıklıklar ve uyuşmazlık­lar altında ezilmekteydi.

Banş ancak ikinci saltanat döneminde, tabiat yasalan ile ilgili büyük bir anlayışa ve yüksek ruhi vasıflara sahip bir bilge olan Kral Raai saltanab döneminde geldi. Halk kitlelerine, kendi içle­rinde taşıdıklan ilahi kıvılcımı tanıtmak amacıyla mümkün olabi­len her şey gerçekleştirildi. Hükümdarlığının yirmi sekizinci yılın­da, bu kral, tüm dünya yöneticilerinin kabldığı bir toplanb düzen­ledi. 44 rahip, kahin ve astrolog, insanın tekamülünü hızlandırma­ya yarayan ve ona fizik ortamın şartlanna direnmesinde yardımcı olan usulleri tartışmak ve diğer bölgelerdeki vahşi hayvanlar soru­nunu çözmek üzere biraraya geldiler. Bu yöneticiler mağaralarda ve çadırlann albnda toplandılar ve konferansın konusu "İnsanın sahip bulunduğu ve kendisini yeryüzünün en yüksek varlığı ya­pan ruhsal güçler." idi. Görünüşte, başka imkanlardan mahrum olan insandaki bu kudretin bir Yüce Kaynak'tan çıkhğını ilk açıkla­yan kişi Kral Raai oldu.

Ve böylece insanın ruhsal tabiabnın, insanın insanla ve insa­nın Bütün ile olan ilişkisinin incelenmesine başlandı: Ruhun bö­lümleri, şuur, şuurdışı, şuurüstü; daha iyi tekamül edebilmek amacıyla, insanın içinden geçmek zorunda olduğu Güneş Sistem- leri'nin bölümleri ve çeşitli varlık seviyeleri... gibi. Bu dogmalar, insanın, güneş, ay, yıldızlar ve unsurlar ile sembolize edilen yer­yüzü hayatının safhalarını iyi yönetiyorlardı. Bu ruhsal yasalann taştan veya arduvaz taşından (siyah bir taş) tabletler üzerine yazıl­ması ilk kutsal kitabı oluşturdu. Bu, ileride Ölüler Kitabı olarak adlandınlacak. olan ve aslında cenaze ile hiçbir alakası olmayan o kitabın başta gelen bölümü oldu.

Mısır'ın bu ikinci idaresi 199 sene sürdü ve daha sonralan

Kral Raai, Tann'nın yeryüzündeki temsilcisi olarak kabul edildi ve taparcasına sevildi. Bununla beraber ömrünün sonuna kadar hü­küm süremedi, çünki ülkesi işgal edildi.

O devirde, lsa'nın gelişinden 11 016 ve Atlantis'i yok edecek olan son yer sarsıntılanndan 300 sene önce, beyaz ırktan olan önemli bir grup insan Kafkasya'da yer alan Arart Ülkesi'nde yaşı­yorlardı. Başkanlannın ismi de Arart idi ve genç ve aziz bir rahip olan Ra-Ta'nıil tavsiyelerini izlemekteydi.

Ra-Ta 21 yaşındayken, Arabistan'dan göç eden Zu kabilesi­nin Mısır üzerine yürüyeceğini ve her iki ırkın da haynna olacak büyük bir yenileşme meydana getireceğini önceden haber vermiş­ti. Kehanetine göre Mısır, dünyanın en büyük gücü haline gelecek­ti. Ra-Ta tarafından teşvik edilen Kral Arart böyle bir girişimin ba­şarılı olacağına ikna oldu ve Mısır'a doğru büyük bir yolculuğun hazırlıklarına girişti. Arart'ın emrinde olan ve Ra-Ta tarafından sevk ve idare edilen bu sefer, Mısır'da, ülkenin tarihinde önemli bir rol oynayacak olan birinci hanedanın kurulmasını sağlayacaktı.

Mısır Kralı Raai kendisini metafizik araşbrmalanna öylesine derinden adamışb ki, danışmanlarının, kendisine kuzeyden gelen istilaya karşı ülkesini koruması için yapbklan baskıya aldırmıyor­du bile. Böylece Arart, hemen hemen hiçbir direnmeyle karşılaş­madan Mısır'ı kuşatb ve ele geçirdi. Raai, kan dökülmesine sebep olmaktansa derhal teslim olmayı tercih etti, ki bu tutumu her kasta mensup çok sayıda Mısırlı'nın kendisini mahkum etmesine neden oldu. Bununla beraber bu, kötülük görünümünde olan, ancak iyi olan için, hayırlı olan için yapılan bir davranıştı. Raai, ömrünün 17.eri kalan günlerini yeni bir dinin temelini teşkil edecek olan ve Olüler Kitabı'nda da yer alan bir çalışmaya adayacaktı.

Başlangıçta ülke halkı ile istilaalar şiddetli biçimde zıtlaşb- lar. Direnişin başı Raai değildi; bu kişi büyük bir etkiye sahip olan bir yazıcı idi. Öyle çok taraftan vardı ki, yeni kralın kanşıklıklara yeni bir çeki düzen vermekte olduğu ve yeni yasalan hakim kıl­makta olduğu bir zamanda bile vergi yasalanna karşı çıkarak bir isyan başlatacak güçteydi. Bir işgalci olduğunun ve Mısırlılar'ın kendisinden nefret ettiklerinin şuurunda olan Arart, çok ustaca ve

politik bir manevra tasarladı; hükümdarlıktan istifa ederek yerine genç oğlu Araaraat'ı geçirdi ve harbi seven mizaçlı yazıcıyı da, kendisine yalnızca kraliyet ailesi mensuplarına ait olan Aarat ün- vanını vererek çok önemli bir mevkiye getirdi. Bu davranışı, dire­nişin suskunluğa dönüşmesine neden oldu, kendisine de tüm Mı­sır halkının desteği sağlandı.

Bu arada, tahttan indirildikten sonraki dönemde Kral Raai, işgalci millete mensup büyüleyici güzellikteki bir kız tarafından baştan çıkarıldı; öylesine ki onu kendine olarak aldı. Bu kız gü­zelliği ve fazileti ile ünlüydü ve her iki milletin insanları tarafından öyle taparcasına seviliyordu ki, ölümünden sonra tanrılaştırıldı. Bu kızın adı İsai idi.

Luz kentinde ise genç Kral Araaraat daha on alh yaşından iti­baren hayli ürkütücü bir işe, çok çeşitli milletlerden meydana ge­len bir ulusu yönetme işine girişti; çünki o dönemde Mısır'da, yerli halkın dışında Hindistan'dan, Moğolistan'dan ve Atlantis'ten gel­miş göçmenler de bulunmaktaydı.

Yirmi sekiz yıl süren hükümdarlığı boyunca karışıklıklar ve sulh dönemleri, iç ve dış savaşlar yaşandı. Kral Araaraat on iki özel danışmandan ve çalışmadan, ekonomiden, ticaretten, kimyadan, inşaattan, eğitimden, tarihten ve sanatlardan ve bilhassa müzikten sorumlu bakanlardan meydana gelen bir kabineden yardım gör­mekteydi. Bu bakanlar, Mısırlılar, Atlantisliler ve kuzeyden gelen işgalciler arasından büyük bir bilgelikle seçilmiş kişilerdi.

Güçlü kıtanın tedrici olarak okyanusa gömülmesinin ardın­dan Atlantisli mülteciler giderek artan sayılarla buraya geliyorlar­dı. Beraberlerinde kölelerini ve hybridler'ini (melez yaratıklar), dinlerini ve bilimlerini de getiriyorlardı. Sayılan o kadar fazlaydı ki, günün birinde Arart, oğlunu devirmek amacıyla, bazı muhteris Atlantisliler tarafından düzenlenen bir komplonun başını ezmek için, çekilmiş olduğu köşesinden çıkmak zorunda kaldı. Bunlar, politik durumdaki istikrarsızlıktan yararlanıp kudret elde etmek niyetindeydiler. Ancak Arart'ın hızlı bir şekilde müdahale etmesi üzerine bu girişimleri pek kısa sürdü. İç barış sağlandıktan sonra da, pek çok alanda büyük gelişmeler gerçekleştirildi. Mısırlı yazıcı

insanin kaderi

Aarat otuz iki yaşındayken bir koalisyon yönetiminin başkanı ol­du ve genç Kral Araaraat ile birlikte her alanda ülkenin hayrına ça- lışh. Düzenli olarak kayıt tutan bir insandı ve kaydetmiş oldukları, kısmen kendi yaşamı esnasında inşa edilmiş olan ve Sfenks'in ya­kınında yer alan bir mezarda günün birinde keşfedilebilir.

İşgalcilerin kahini Ra-Ta, pek çok tarhşmalann ardından Mı­sır'ın büyük-rahibi ilan edildi. Kendisine uzun yıllar sürecek olan, bu ülkenin metafizik araşhrmalarını ve ruhsal incelemelerini yö­netme vazifesi verilmişti. Ra-Ta'nın, insanın tabiah ve onun Bütün ile olan ilişkisi hususunda kesin fikirleri vardı. O, insanın hem fi­ziksel hem de ruhsal tekamülüyle ilgil^niyordu; özellikle de, yal­nızca fizik doğumdan itibaren değil, zamanlann başlangıcından itibaren ruhun ölümsüzlüğü ve hayatın daimi oluşu; ruhsal plandaki Karma ya da Sebep-Sonuç Yasası ve ayrıca, ruh varlığı­nın dünya dışı planlardaki yaşamı ve tekamülü, onun fikirlerini ve inceleme konulannı oluşturmaktaydı. Ra-Ta, iyi bir eğitimden ge­çildiği takdirde bu ruhlarla irtibat kurulabileceğini öğretmektey­di. Ama özellikle ve o devir için en önemlisi ve devrim niteliğinde olanı, Mısırhlar'ın dinleri durumundaki güneşe tapınmaya (güneş kültü) karşıt olarak o, Tek Tann'nın yasasını -"Sahibin Olan Tanrı Bir'dir"- öğretiyordu.

Başlangıçta, yerli halk başkaldırdı. Ülkenin zenginliği ve sür­dürdükleri maddi hayatın kolay oluşu onların, birer bedenli varlık olarak o andaki dünya zevklerine daha çok ilgi duymalarına ne­den olmaktaydı; yeryüzüne gelecekte de enkarne olacakları veya diğer kozmik planlarda ruhsal bir yaşam sürdürecek olmalan on­lar için o anda pek bir şey ifade etmiyordu.

Mısır ulusunun sosyal düzeni, çok daha ileri seviyede bulu­nan Atlantisliler'inkinden farklıydı. Klanlar ve kabileler olmasına karşın gerçek bir aile hayatları yoktu. Kanun, geceleri kabilenin tüm kadınlarının ayn bir tapınağa yerleşmelerini ve erkeklerin de başka yerde uyumalarını şart koşuyordu. Kraliyet de bu kuralın dışına çıkamıyordu; kral, hizmetçileri ve danışmanları ile birlikte, yanında bir krali^ ya da herhangi bir eş olmaksızın ayn bir binada yaşıyordu. Irkın devam ettirilmesini sağlayan ilişkiler kutsal ola-

rak kabul ediliyor ve bu işe ayrılmış özel tapınaklarda gerçekleşti­riliyordu. Üç ya da dört katlı olan bu yapılarda hayli ufak sayılabi­lecek pek çok odalar mevcuttu, aynca dans ve eğlence için ayrılmış olan bir de büyük salon vardı. İçeride eşya olarak elde dokunmuş halılar, örtüler ve yastıklardan başka bir şey bulunmuyordu.

Çiftleşmeler her iki tarafın arzusuna göre değil, ırkı muhafa­za etmek amaayla krallığın bir emirnamesi ile gerçekleşiyordu. Doğum Tapınağı'nda doğan çocuklar, özel olarak yetiştirilmiş gruplar tarafından bu işe adanmış binalarda devlet için yetiştiril­mek üzere üç aylık olduklarında annelerinden alınırlardı.

Bütün bunlar Büyük-Rahip Ra-Ta'yı bir hayli rahatsız edi­yordu. Diğer ülkelere, özellikle de Atlantis'e yaptığı pek çok seya­hati esnasında aile bağlarının yararlarını gözlemleme imkanını bulmuştu. Aile yaşamının, bireysel yaşamların diğer bireylerle birlikte uyum içinde, tek bir gaye uğruna adanmasının ve böyle bir durumun getirdiği sorumlulukların bir millet için ifade ettiği ma­nevi değerinin önemini anlamıştı.

Atlantis'e yapbğı seyahatlerin birinden dönen Ra-Ta, aile ku- rumunun kurulması için ilk adım niteliğinde olan bir kararname çıkarttı. Buna göre erkekler ancak tek bir alabileceklerdi. Kendi­sine olarak da, kendisi ile beraber kuzeyden gelmiş olan ve ço­cuklarının da anası olan kadını seçti. Bu yasa büyük başarıya ulaş­tı, ancak eş seçimi ve çocukların eğitimi hala yönetim tarafından kontrol ediliyordu. Kusursuz olmasa da, bu yasa gerçek bir sosyal yaşamın yerleşmesine yönelik büyük ilerlemeler kaydedilmesini sağladı.

Zamanla Ra-Ta'run ünü ve nüfuzu giderek arttı, ancak önem­li mevkilere doğruluğu, yetkinliği ve namusu kanıtlanmış kişilerin getirilmesi için krala baskı yaptığından dolayı servet ve mevki hır­sı olan çok sayıda Mısırlı'nın da düşmanlığını çekmeye devam edi­yordu. Bu politikası onu, halkı kendi şahsi çıkarları için kullanma­ya çalışan zengin ve nüfuzlu sınıflarla karşı karşıya getiriyordu.

Ra-Ta'nın yönettiği araştırmalar ve arkeolojik kazılar sonu­cunda Mısır'da eski bir uygarlığın yaşamış olduğu ortaya çıkınca, yerli halk onun Bütün'ün Birliği ve Tek Tanrı h,akkındaki fikirlerini

dinlemeye başladı.

Yapbğı metafizik incelemeler Ra-Ta'nın kendisini, ilahi Yasa' nın bilinmesi sayesinde insanın tekamülünün hızlandırılabilece- ğine ikna etmişti. Doğal doğuş ve tekrardoğuş sürecinin gerektir­diği süreden çok daha kısa bir zamanda da zihinsel ve bedensel ba­kımdan kusursuz bir ırk yaratılabileceğine inanmaktaydı. En bü­yük umudu da mükemmel bedenler meydana getirmekti ve bu te­orilerini uygulamaya koymak suretiyle de Ra-Ta, insanlık alemine karşı kendi payına düşen en büyük vazifeyi yapmış oluyordu. Ama daha önce, uyuşmazlıklar ve fikir ayrılıkları ülkeyi epeyce sarsacak, bu da büyük rahibin. cesaretinin kırılmasına yol açacak­tı.

O sıralarda Kral Araaraat ise halkın yararına olacak şekilde kendini daha endüstriyel teşebbüslere vermiş ve büyük bir ticari faaliyet dönemi başlamıştı.

Kral, çeşitli ırkları biraraya getirerek yönetici sınıflardan zi­yade halk kitlelerinin yararına olmak üzere bunların yeteneklerini ve sanatlarını geliştirdi. Ülkenin muazzam maddi kaynaklan keş­fedildi. Kral, Pers Ülkesi'ndeki daha sonra Kadeş adını alacak olan Ophir'de (Ofir), Etyopya'da (Habeşistan) ve Yukarı Nil bölgelerin­de maden kuyuları kazdırdı; hakik taşı, oniks, zümrüt, elmas, ma­vi yakut ve opal gibi kıymetli taşların çıkarılması için maddi des­tek sağladı. Bugünkü adıyla Madagaskar'ın kıyılarında inci çıkarı­lıyordu. Taşların yontulması ve parlatılması işiyle çok sayıda za­naatkar uğraşmaktaydı. Diğer maden ocaklarından da altın, gü­müş, demir, kurşun, çinko, bakır ve kalay elde ediliyordu. Tannı hayli bereketliydi, sofrala.rdan şarap eksik olmuyordu, kürk ve mücevher kullanımı çok yaygındı. Çok geniş tahıl depolan, gemi­ler, köprüler, büyük kemerli köprüler inşa edildi. Daha sonra İs­kenderiye adını alacak olan Deosho (Deoşo)'da, o devrin en büyük elyazmalan koleksiyonunu muhafaza etmek amaayla kütüpha­neler kuruldu.

Kral sarayı ve diğer resmi binalar yükseldi. Bunlardan biri de kubbesi çok büyük kıymetli taşlarla işlenmiş ve salonları cilalı ve değişik renklerdeki tahta panolarla kaplanmış olan Altın Tapınak

idi. Bunun kalıntıları da günün birinde keşfedilecektir.

Mal değişimini ve dünyanın büyük ülkeleri ile olan iştirakle­ri sağlamak için dükkanlar ve bankalar kuruldu. Bunlar, Atlan- tis'in büyük adalannın sonuncusu olan Poseydia, Güney Ameri­ka'da Og (Peru), Avrupa'daki Pireneler bölgesi ve daha sonralan Sicilya, Norveç, Çin, Hindistan ve A.B.D. adını alacak olan ülkeler­di.

Dillerdeki aynlık, yalnızca büyük tufanın kıtayı adalara böl­müş olduğu Atlantis'te mevcuttu. Diğer tüm ülkelerde insanlar hep aynı ve tek bir dili konuşuyorlardı. Bununla birlikte Mısır'da, resmi dilin haricinde çeşitli lehçeler vardı.

Kral ülkenin politik ve sosyal yönetimi ile uğraşırken büyük- rahip Ra-Ta ve yardımcıları ise Tek Tanrı kültüne uygun olarak ruhsal yasalan hazırlıyorlardı. Rahip aynı zamanda bir medeni ya­sanın, bir ceza yasasının ve halkın manevi hayatını yöneten yasala- nn yazılmasına da yardım etti. Kitlelerin fiziksel ve ruhsal bakım­dan iyileştirilmeleri ve yenilenmeleri için gerekli olan faaliyetlerin yapılabilmesi maksadıyla yeni tapınaklar inşa edildi.

Ra-Ta, Bir'in Yasası'na sadık kalmayı sürdürenlerin yöntem­lerini ve yorumlarını incelemek arnaayla Poseydia'ya sayısız yol­culuklar yaptı. Alta'da Hept-Supht (sükUt etmeyi bilen kişi anla­mına gelir) ile karşılaştı ve bu konulan onunla birlikte tartıştı. Çok onurlu bir bilgin olan Hept-Supht, nesilden nesile aktarılmış olan sayısız gizli dogmanın ve arşivlerin muhafızı idi. Büyük-Rahip, Hept-Supht sayesinde, özellikle hybridler (melez yaratıklar) ve Belial Oğullan ile alakalı tüm sorunlara ilişkin pek çok bilgiler edindi. Hept-Supht, Bir'in Çocuklan'run yasalannın Mısır'da mu­hafaza edilmesini çok arzu ediyordu.

Ra-Ta ülkeye geri döner dönmez derhal iki büyük tapınağın, Fedakarlık (•) ve Güzellik Tapınaklan'nın planlanru çizdi. İnşaat otuz yıl kadar sürdü. Fedakarlık Tapınağı bir hastane ya da sağlık merkeziydi. Güzellik Tapınağı ise bir akademi, sırlann öğretilme-

(•) Sacrifice kelimesi: Kurban etme, fedakarlık, kendini adamak anlamındadır. Biz burada "fedakıirlık " diye yazmayı uygun gördük. Kurban Tapınağı da dene­bilir.

sine ayrılmış bir tür yüksek okul kimliğindeydi.

Diğer pek çok ülkelerde de olduğu gibi Mısır nüfusunun ço­ğunluğunu, değişik tekamül seviyelerindeki hybridler oluşturu­yordu. Bunlann çoğu da zihinsel, ruhsal ve fiziksel bakımdan ba­yağı geri bir seviyede idiler. Atlantis'ten, sahipleri olan Belial Oğulları ile beraber hala göç edip buraya sığınmaya devam eden çok sayıda köleler yüzünden sosyal sorunlar hala karmakanşık durumunu koruyordu.

Ra-Ta, bu yarahklann, tıpkı insanlar gibi düşünüp hareket e­decekleri ve tamamen sahiplerinin arzulanna bağlı durumlann- dan sıynlmalanru sağlayacak bir tekamül seviyesine kadar gelişti­rilebileceklerini ümit etmekteydi. Bu tekamülleri aynı zamanda toplum üzerinde yaptıklan geriletici etkilerini de önlemiş olacak­tı.

Fedakarlık Tapınağı hem fiziksel, hem de ruhsal rahatsızlık- lann giderildiği bir hastane idi. Burada cerrahi ilaçlar, elektro tera­pi, masajlar, kiroprakti (..) vs... ve aynı zamanda diyet, müzik titre­şimleri, renkler, dans, şarkı ve özellikle de derin meditasyon vası­tasıyla tüm şekil bozukluklan -bedensel ya da zihinsel- tedavi edi­liyordu. Hasta ile onu tedavi etmekle görevli rahipler ya da rahibe­ler; tümü bu faaliyetlere katılıyorlardı. Amaç, aşın bedensel arzu­lan zihinden silmek ve bedensel bozukluklan ortadan kaldırmak­tı.

Bir de sunaklardaki ateş vasıtasıyla anndırma usulü vardı. Yaratığın değişmesi ya da baştan aşağı yenilenmesi için genellikle altı veya yedi sene gerekiyordu. Bu arhk kısımlar bir kere yakıldı mı varlık, ruhu olan bir insan varlığı halinde ortaya çıkıveriyordu ve bir sonraki tekamül kademesine geçmeye hazır oluyordu. Ru­hun ve bedenin ideal bir gelişme seviyesine ulaştırılmasını hedef­leyen bu eprövlerde (imtihanlarda) ferdi fedakarlıkların çok yük­sek bir seviyede olmasından dolayı, insan bedenine kutsal bir şeye olduğu gibi adeta tapınmaya başlandı ve bunun tekamülü ve gü­zelliği kayda değer bir önem kazandı. Ra-Ta'nın da öğrebnekte ol-

(•) Kiroprakti: Bazı omurga kemiklerinin elle düzeltilmesine dayanan tedavi yöntemi.

duğu gibi, bu, Tann'nın yaşayan tapınağı idi; gerçekten de kutsal­dı.

Bu arada, yenileme işlemi her zaman eksiksiz olmuyordu; bazı durumlarda tam bir değişim meydana gelebilmesi için üç ve­ya dört tekrardoğuş gerekmekteydi. Ama her şeye rağmen hybrid- ler birkaç asır içerisinde yeryüzünden silinmeye başladılar. Hal­buki sadece saf ırk ile birleşme usulü ile temizlenmeye çalışılsaydı bu iş çok daha uzun bir süre alırdı ...

Hybrid adı verilen bu zavallı yarabklar birkaç binyıl sonra Yunan, Pers, Asur, Mısır sanabnda ve hiyerogliflerinde temsil edi­lecek ve "mitoloji"deki efsanelerin meydana getirilmesinde rol oy­nayacaklardı.

Fedakarlık Tapınağı'ndan çıkan hasta, bu kez ruhsal rehabili­tasyon kurslarına kablmak üzere Güzellik Tapınağı'na girmektey­di. Burada, yüksek seviyede uzmanlaşmış bir rahip ve rahibeler grubu kişinin kendi yolunu bulmasına nezaret ediyorlar ve ona, hem kendinin hem de toplumun yararına olacak şekilde istidatla­rının ortaya çıkmasında yardımcı oluyorlardı. Tereih önemli bir rol oynamaktaydı; çünki şahsın, dünyasal gelişme devresinin için­de yer alan ve yalnızca şimdiki değil, gelecek hayatlarına da ait bir tercihti bu.

Tapınaklarda öğreticilik yapmak vazifesi yalnızca çok yük­sek seviyeden gelişmiş ve üstün vasıflara sahip kadın ve erkeklere verilmekteydi. Burada kadın ve erkek eşitliği tamdı ve kostümleri hemen hemen aynıydı: Bunlar beze benzer beyaz bir kumaştandı, papirus ve lotüs'ten (nilüfer çiçeği) elde edilen iplikle dokunmuş ve kırmızı kumaşla da süslenmişti.

Güzellik Tapınağı'nda başlıca yeri müzik alıyordu; müzik, "gümüş kordon" ya da omurilik vasıtasıyla adaylann Evrensel Güçler ile ahenk ha.tine geçmelerini sağlayacak şekilde onların dü­şüncelerini ve titreşimlerini yükseltiyordu. Flüt, lir, arp ve viola (kemana benzer bir çalgı) gibi enstrümanlar kullanılıyordu ve bunlardan geriye kalanlar günümüzde hala gizli mezarların için­de günün birinde keşfedilmeyi bekler halde gömülü durmaktadır; tıpkı tedavi görmekte olan o insanları belirleyen işaretleri taşıyan

plaketler ya da mühürler gibi.

Bu plaketler, kişiye, sanat, meslek veya serbest meslekler ala­nına kabul edilişinde rehberlik vazifesi gören bir dizi sembolleri ve sahneleri temsil eden bir tür ruhsal armalar idiler.

Güzellik Tapınağı'ndan diploma alanlar pek çok sahaya ka- naliz.e olabiliyorlardı: Ziraat, bahçecilik, müzik ve şan, çanak-çöm- lekçilik veya kalıpçılık, dokumacılık ve işlemecilik vs. gibi. Ku­maşlar pamuktan, kenevirden, papirüsten ve lotüsten dokunu­yordu ve erişilemez bir kalitede idi. O devirde tüccarlar yoktu, her­kese açık tek bir mağaza vardı.

Tapınaklar sağlam bir şeki'lde kurulup yerleştirildikten son­ra Ra-Ta, sorumluluk almaya ve dogmaları, yasaları ve bilimleri öğretmeye muktedir vasıfta gördüğü kişilere otoritesini azar azar aktardı, onlara yetkiler verdi. Diğer ülkelerde yapılmakta olanlar­dan sürekli haberdar olabilmek amacıyla çok yolculuk yapıyordu. Mısır'da bulunduğu zamanlarda bile, çok daha sonralan Hindu- lar'ın da yapacak oldukları gibi, zamanının büyük bölümünü yük­sek güçlerle daha yakın bir temas kurabilmek amacıyla dua ve me- ditasyona adamaktaydı. Yaratıcı Tesirler ile olan ilişkilerinde gi­derek daha da derinleştiği ölçüde, alışılmamış türden psişik mele­kelere ulaşmak onun için mümkün olmaktaydı.

Hemen hemen tam bir münzevi hayatı sürdürüyor ve birkaç yakını dışında kimseyi kabul etmiyordu. Kudretlerini başkalarına devretmesine bir de bu tutumu eklenince değişik ve hiç şüphe dahi etmediği bazı kaynaklar tarafından kendisine karşı tavır alınması­na ve bazı sıkıntıların doğmasına yol açılmış oldu. İnsanlara güven duyan bir tabiata sahip olduğundan dolayı, büyük rahip, tüm ül­keye yayılmış ve hatta tapınaklardaki ayinlerin içine dek sızmış olan bazı bozucu uygulamalardan tamamıyla habersizdi.

Tapınaklarda, bazı başkanlar, büyük rahibin kendi politik güçlenmeleri için bir engel olduğunu düşünen ihtiraslı bazı Atlan- tisli politik grupların etkisi altında kalıyorlardı. Tapınaklardaki bu otoritelere ve emirleri altındaki kişilere suikast tertipleniyordu. Bundan maksat, uygulamalarda ve ayinlerde, özellikle de adayla­rın o ana kadar çok ciddi biçimde denetlenen cinsel ilişkilerine ait

olanlarda değişiklikler meydana getirmekti. Kültün (•) ruhsal anla­mına karşı düşmanca tutum içinde olan pek çok tehlikeli kişiler kudreti ellerine geçirmeye başladılar.

Uzun süren seyahatlerinin birinden dönen Ra-Ta, munta­zam gelişmeler kaydedilmiş olduğunu ümit etmekte iken, ruhsal gayeden uzaklaşılmış ve nemelazımcılığın hüküm sürmekte oldu­ğunu gördüğünde adeta yıkıldı. Şehvet düşkünlüğü ve sarhoşluk almış başını gitmişti. Toprağın meyvelerinin adandığı sunaklarda bu kez kanlı kurban törenleri yapılmaktaydı.

Büyük rahip bu uygulamaları ülkeye sokanların maskelerini düşürünce karışıklıklar başladı ve giderek de büyüdü. Sayılan az, ama güçlü olan düşman grup, Ra-Ta'nın bedensel olarak kusursuz insanlar meydana getirme arzusundan yararlanarak daha değişik bir yöntemle kendisini düşürmeye çalıştılar.

Güzellik Tapınağı'nda eşsiz bir güzelliğe ve akla sahip Mısır­lı bir dansöz vardı. Mısır'da o güne dek görülmemiş mükemmel­likte ve güzellikteki yegane kusursuz insan varlığı olarak kabul ediliyordu ve ölümünden yıllar sonra Mısır güzelliğinin ve mü­kemmelleşme kabiliyetinin bir sembolü olarak kabul edildi. Adı İsiris idi, ama ona daha sonra İsis denmeye başlandı ve hahrası sa­yısız heykellerle günümüze dek ulaşmıştır.

İkinci rahibin kızı ve kralın da gözdesi olan İsiris'in, istediği zaman Ra-Ta'run huzuruna kabul edilmek gibi bir imtiyazı vardı. Büyük rahibi, uzun zamandır hayalini kurduğu kusursuz insanı yaratabilmek amaayla kendisi ile birleşmede bulunmaya ikna et­mesi için cazibesini kullanmasını söyleyerek ona baskı yaptılar; böylece bedence zaten kusursuz olanların daha çabuk çocuk yapa­bilmeleri bahanesiyle üstü kapalı bir şekilde izin de koparmasını istiyorlardı; çünki rahip namzetlerinin cinsel yaşamları sınırlı idi.

Kendisini teşvik edenlerin gerçek niyetleri konusunda her­hangi bir şüpheye düşmeyen İsiris ise, hiç farkında bile olmadan onların büyük rahibe karşı düzenledikleri komploya filet oldu. Ve yüksek cazibesine dayanamayan Ra-Ta'yı sonunda hem baştan çı-

(•) Kült: ibadet, tapınma

kardı, hem de onu kendileri gibi mükemmel bedenler dünyaya ge­tirmeye ikna etti.

Isiris, bu birleşmenin meyvesi olarak bir ç«uk -1» isminde bir kız- doğurduğunda, komplocular büyük-rahibi çocuğun baba­sı olarak ilan edip, ve de dinlerinin yine bizzat kendisi tarafından kurulmuş en önemli esaslanndan birisini en başta kendisinin çiğ­nediğini söyleyip suçlamaya başladılar. Hiçbir erkeğin birden faz­la kansı olmayacağını emreden yasayı çıkaran bizzat kendisi değil miydi? İşte, şimdi bu yasayı ilk çiğneyen de o olmuştu.

Büyük yaygaralar kopararak rahibin ülkeden kovulduğunu ilan ettiler ve kısa bir sürede tüm ülke bölündü. Kavga öylesine bü­yüdü ki, iş, yeni birtakım yasalar çıkarmaya, özellikle de ana baba­ları çocuklanndan aynlmaya ve onları devlete emanet etmeye zor­layan yasanın çıkanlmasına kadar vardı.

Kral Araaraat, karşıt gruplar arasında bir o yöne, bir bu yöne çekilmek isteniyordu ve sonunda bir karar almak ve en büyük ola­nın kim olduğunu söylemek zorunda kalmıştı: Kanun mu, yoksa kanunu yapan mı? Sonuç olarak epeyce vicdan muhasebesi ve ka­rarsızlıklar yaşadıktan ve tavsiyeler de aldıktan sonra (bu gizli komployu düzenleyenlerden) kararını verdi ve Ra-Ta'yı sürgüne yolladı. Bu, kilise (din müessesesi anlamında) ve devlet arasındaki ilk gerçek bölünme idi.

Rahip ülkep terk ederek Mısır'ın güneyine gitti ve Nubiye (•) denilen ülkeye sığındı. Kendisine beraberinde, en sadık olanlar­dan 232 kişi, lsiris, Hept-Supht (Atlantis'ten daha yeni göç edip gelmişti) ve çok sayıda Mısır yerlisi de eşlik ettiler. Kral, küçük lso'yu elinde rehine olarak tuttu, ama çocuk dört yaşında öldü.

Bu arada, rahibin ülkeden kovulmasından sonra, iç kanşık- lıklar giderek daha şiddetlenerek birbirini izledi, durdu. Taraflar­dan biri, hemen hemen hepsi e, Belial Oğullan olan Atlantisli- ler'den meydana geliyordu; bunlar, genç Mısır uygarlığını kendi zevklerine göre biçimlendirmek niyetinde idiler. Bunlar, ülkenin henüz oluşum halinde bulunduğunu kabule yanaşmıyorlar, dini ve medenî yasalan, ilkel ve geri olarak tanımlıyorlardı. Onlar için,

('>) Mısır ile Etyopya arasındaki bir ülke.

her şeyden önemlisi, tıpkı Atlantis'te yapmış oldukları gibi, hybridler'i (insan-hayvan karışımı yaratıklar) köle vaziyetinde tubnak ve tüm halkı boyunduruk altına almaktı. Büyük rahip de devre dışı bırakıldığına göre, kendilerine artık yol görünmüş olu­yordu.

Pek çok bölgede iç savaşlar patlak verdi. Kullanılan silahlar taş atan sapanlar ve mermi atan türden şeylerdi. Sapanlar daha çok yük hayvanlarının sırbna monte ediliyordu. Aynca eğitilmiş bo­ğalar, leoparlar, şahinler de düşmanın üstüne salınıyordu. Karada taşıma öküz arabaları ile, suda ise sallarla yapılıyordu.

Politik olduğu kadar sosyal sorunlardan da ötürü kralın ya­kın çevresine varıncaya dek isyanlar ve başkaldırmalar patlak ver­di. Bunlar içinde en anlamlısı İbex isyanı oldu ve kral bunu basbnr- ken bir yandan da ne kadar bilge, ne kadar ileri görüşlü ve insani sorunlara karşı ne denli yakından ve içten ilgili bir kişi olduğunu ispat ebniş oldu. İbex Prensi olan Ralif, kralın en küçük kardeşi idi ve kral onu Yukarı Nil bölgesinin yöneticisi yapmıştı. İki taşra böl­gesinde bulunan kilise ve devlet temsilcileri tıpkı elçiler gibi değiş­tirilmişlerdi. Kralın uzun bir yolculuk nedeniyle ülkeden ayrılma­sını fırsat bilen Ralif saraya yerleşti ve aralarında kralın karısı Osus'un da bulunduğu kraliyet ailesi fertlerini saraydan kovdur­du. Ardından da bağımsız bir güney devleti kurdu. Kral geri dön­düğünde başkentini alt üst edilmiş olarak buldu. Sert ve çok kanlı bir savaş çıktı ve Prens Ralif yenik düştü. Halk ise barış şartlarını öğrenince kulaklarına inanamadı. Kral Araaraat kardeşine Yukarı Nil bölgesindeki eski görevini geri vermekle kalmıyor, kendisine aşık olan kansı Osus'un da onunla beraber kalmasına izin veriyor­du! Ancak, ilerleyen zaman kralın bilgeliğinin ne denli büyük ol­duğunu ispat edecekti ve İbex Prensi kendine en sadık taraftarlar­dan biri ve rahibin öğretilerinin de koruyucusu durumuna gele­cekti.

Bu isyanlar dönemi boyunca pek çok ayaklanmalar Ax-Tell (veya Ajax) adında kudretli bir Atlantis lideri tarafından kışkırtıl­dı. Atlantis'te bulunduğu sırada Bir'in Yasası'nın sadıklanndan bi­ri olduğu halde kral ile medeni haklar, rahip ile de din konusunda

ters düşüyordu. Mısır'daki medeni ve dini durumu Atlantis'tekin- den çok geri bir seviyede buluyor ve devamlı olarak hor görüyor­du.

Bu arada, en faydalı aya^anma Mısırlılar'ın kendileri tara­fından düzenlendi. İsyanların doruk noktasına vardıkları bir anda silahlı taraftarlarca da desteklenen ve aydın sınıfa mensup Oelom adında biri kral ile görüşme talebinde bulundu. Kendisine bu imkan tanındığında ise, kendi görüşüne göre ülkede barışı sağla­yabilecek tek kişi olan Büyük-Rahip Ra-Ta'nın hemen geri çağırıl- masını talep etti; çünki, sayısız asi gruplarının da doğruladıkları gibi rahibin Nubiye'de gerçekleştirdiği kayda değer işlerin haber:. leri gelmekteydi. Kral Araaraat ve Oelom sonunda aynı görüşte birleştiklerinde ve aynı ülküyü taşıdıklarını anladıklarında da ra­hibi sürgünden geri çağırmak için en büyük ac:lım atılmış oluyor­du.

Ra-Ta'nın Nubiye'de kaldığı bu dokuz yıl içinde gerçekleştir­diği işler nelerdi?

Rahip buraya geldiği zaman Nubiyeliler savaşçı ve vahşi bir toplum idiler. Dokuz yıl içinde Ra-Ta ülkeye barış, birlik ve refah getirmişti; aile hayab düzenini kurmuş, astronomi ve astroloji öğ­retmişti. Derin mağaralarda gerçekleştirilen araştırmalardan son­ra, Ra-Ta, kendini, günümüzde enlem ve boylam çlenilenleri oluş­turan hesaplara verdi. Araştırmalarının sonunda uzaydaki cisim­leri bulundukları yerde tutan yasayı, güneşin dünya hayatına olan etkisini, ayın gel-git olaylarına olan etkisini, tohumların neden ayın bazı safhaları göz önünde tutularak ekilmesi gerektiğini anla­dı. Zaman ve mekanın aslında mevcut olmadığına, tüm güçlerin Bir olduğuna ve insanın, En Yüksek Şuur'un yeryüzündeki temsil­cisi olduğuna inandı.

Rahibi sürgünde iken izlemiş olanlar da onun bu ruhsal teka­mülünden yararlandılar. Bunların pek çoğu, rahibin geri dönüşü­nü organize edebilmek için, kral ve danışmanları ile temasta olan kişilerle gizliden gizliye görüşüyorlardı. Atlantisli Hept-Supht üç yıl sonra Mısır'a geri dönmüş ve kesin bir tarafsızlık içinde kalabil­meyi başarmıştı; çünki herkes tarafından hürmet ve saygı görü-

yordu. Kendi köşesinde, yeniden barışma sağlanması için çalış­mıştı.

Böylece, Oelom'un başkaldınsı sonucunda, rahibin Mısır'a geri dönüşü için hazırlıklar başladı. Nubiye'de kendisine yakın olan taraftarları, ilerlemiş bir yaşta böylesine zorlu faaliyetlerin yükünü kaldıramayacağından endişe ediyorlardı; çünki Ra-Ta o sıralarda yaklaşık olarak yüz yaşında idi.

Rahibin geri dönüş haberi tüm Mısır'ı sevince boğdu. Ve so­nunda büyük gün geldi çattı; Habeşistan (o devirde Yukarı Nil Vadisi'ni de kapsayan bölge) boyunca uzun ve zorlu bir yolcu­luktan sonra büyük rahip ve kendisine sadık dostları geniş yolla­ra çiçekler ve hurma dalları atan halkın alkışları arasında kraliyet şehrine girdiler. Ra-Ta bu denli güçlü bir iman karşısında hayli heyecanlanmış, duygulanmıştı.

Habeş Ülkesi'nden gelen kervan, hecin develerinden ve yük hayvanlarından oluşuyordu ve aynca, Atlantisliler'in kullanması­nı gayet iyi bildikleri oturulacak yerleri olan ve gazlarla çalışan ta­şıt araçları da vardı. Atlantisli taraftarları tarafından kendisine yol­lanmış olan bu taşıtlardan birinde Ra-Ta, İsiris ile beraber gelmişti, diğerlerinde ise taraftarları ve tapınağının hizmetkarları yolculuk etmişlerdi. Büyük rahip ile beraber tam 167 kişi Mısır'a gelmişti.

O andan itibaren Ra-Ta'ya kısaca Ra denilmeye başlandı. İsiris kraliçe olarak taçlandırıldı ve adı kısalarak İsis oldu. Kadın haklarını korumak, hemcinslerine tavsiyelerde bulunmak ve on­ların sosyal düzende bir yer edinmelerini sağlamak amacıyla bü­yük nüfuzundan yararlandı. Daha sonra da tanrıçalaştınldı.

Birkaç gün süren kutlamalardan sonra, bazı yasalarda tadi­lat yapmak ve dini merasimleri yeniden düzenlemek amacıyla Ra ve kral, yönetimin diğer üyeleri ile birlikte, biraraya geldiler. Ailenin bütünlüğü ve birliği, analığın kutsal yapısı yeniden ta­nındı. Gözden geçirilmiş ve düzeltilmiş olan yeni kanun bir erke­ğe birçok eş alma hakkı tanıyordu; ancak bunları artık devlet de­ğil, kişinin kendi seçecekti.

İsyanların tamamıyla bastırılmasından sonra kalelerin yeri­ni şehirler ve köyler aldı; böylece toplumsal ve ruhsal yenilenme-

yapılanma çağı başlamış oldu. Milliyetçilik belirdi, merkezileşmiş ve güçlü bir yönetim Luz'a yerleşti ve bir toplum böylelikle ilk kez vatan kavramına ulaşmış oldu. Kral yeniden politikanın başına geçmiŞti ve büyük rahip de tek başına dini yönetmekteydi.

Önceleri bozucu faaliyetlerde bulunmuş, ancak daha sonra kraliyet ailesi bünyesine kabil edilmiş olan Mısırlı yazıcı Aarat, ta- mamiyle kralın idaresine bağlandı ve halk üzerindeki etkisinden çok şeyler yitirdi.

Yeni Mısır uygarlığında gerçekleştirilen harikalann yankıla­rı diğer ülkelere ulaşmıştı. Rahibin ziyaret etmiş olduğu ülkelerin alimleri ve bilgeleri, buradaki maddi ve ruhsal tekamülü müşaha- de etmek ve doktrinlerini öğrenebilmek amacıyla akın akın geli­yorlardı. Daha sonraları Çin, Moğolistan, Hindistan, Norveç ve Peru adını alacak olan ülkelere temsilciler yollandı. Bunlar tüm dünyaya, pek çoğu son demlerini yaşamakta olan uluslann arasın­dan büyük bir güç olarak sivrilen Mısır'ın medeni ve ruhsal yasala­rını yayıyorlardı.

Otoriteyi ellerinde bulunduranlar, bu yeni imparatorluğun bilgeliğinin, gelecek nesillerinin yaran için ve onlann da eğitilmesi amacıyla emin bir yerde muhafaza edilmesi gerektiğine giderek daha fazla kani Qlmaya başlamışlardı. Ra, sayısız fedakarlıklarda bulunarak öğrenmiş olduğu büyük hakikatlerin korunması için gerekli olan bu girişimin kendi üzerine düştüğünü derhal anladı. Ayrıca, Hept-Supht'un Atlantis'ten getirmiş olduğu arşivler ve Ra- ai tarafından keşfedilmiş olan derin ruhsal gerçekler değer biçile­mez olarak nitelendiriliyordu. Tüm liderler, insanoğlunun bunla­rın anlarnlanru yeniden kavrayabileceği güne kadar bütün bu bel­gelerin muhafaza edilmesi ve kutsallıklanrun tahrip edilmekten korunması konusunda fikir birliğine vardılar. O gün, dünyanın tıpkı Atlantis'in batışı esnasında yapmış olduğu şekilde, ekseni ü­zerinde dönüşünden ve dolayısıyla yeni bir tufan yaşandıktan sonra doğacaktı. Kehanete göre, bu zamanlar öyle pek uzakta de­ğildi.

Belgelerin, arşivlerin ve ezoterik yasanın büyük sembolü­nün muhafaza edilmesi için, binlerce yıl önce dünyayı alt üst eden

tufana gayet iyi dayanmış olan verimli Gize Ovası seçildi. Bu bölge matematik olarak dünyanın merkezi kabul ediliyordu ve buranın sular altında kalması veya depreme uğraması gibi bir tehlike bu­lunmuyordu. Kıymetli belgeler burada, Sfenks ile Büyük Piramit arasında yer alan ve bunlara yeraltı koridorları vasıtasıyla bağla­nan küçük bir piramidin altındaki gizli yeraltı odalarına gömül- meliydi. Aynı bölgede diğer büyük piramitler de inşa edilecekti.

Sfenks'in inşası daha önce zaten başlamış, ancak çalışmaya, büyük rahibin geri dönüşünden sonra devam edilmek üzere ara verilmişti. Esas olarak bu, Araaraat'ıri şanını ve zaferini simgele­yen bir anıt olacakken, Ra'nın sürgünden dönüşünden sonra yapı­lış amacında değişiklik oldu ve insan ile hayvan, ya da şehvani a­lem ile ruh arasındaki münasebetleri, aynca da bedensel kusurla­rın kayboluşunu sembolize etmek maksadıyla meydana getiril­di.

Sfenks'in temeli tamamen yazıtlarla kaplıydı; Büyük Pira- mit'in karşısına gelen köşede, tüm bu anıtların niçin ve nasıl yapıl­dıklarını, ilk büyük istilaanın hikayesini ve Araaraat'ın yükselişi­ni anlatan hiyeroglifler vardı. Sağ ön ayağından başlayan bir geçit, arşivler salonunun ya da küçük piramidin girişine kadar uzan­maktaydı. İnsanoğlu egosunu yeninceye ve ruhsallığa geri dönün- ceye kadar burası gizli kalmak zorundaydı.

Küçük piramidin içine kapablmış olan arşivler salonu binler­ce yıl boyunca saklı kalmak üzere yapılmıştı. Sfenks ile Büyük Pi­ramit arasında yer alıyordu. Kuzey-doğu köşesinde, Kral Araara- at'tan geriye kalanlar ile beraber gömülmüş olan 32 adet tablet sak­lanmıştı. Bu, 1958 yılında keşfedilecek olan ilk piramit idi; bir diğe­ri ise henüz ne açılabilmiş ne de ziyaret edilebilmiştir.

Gize'deki Büyük Piramit'in yapımı M.Ö. 10490'dan 10390 yı­lına kadar tam yüz sene sürdü. Ra, bizzat kendisi araziyi incelemiş ve Sfenks'e göre geometrik mevkiini ve yönünü ayarlamıştır. Ama Ra ne kadar planlan çizmişse de eserin asıl sahibi, büyük rahip ile birlikte Nubiye'den gelmiş olan ve Hermes Trismegistis'in torun­larından birisi olan Hermes idi.

Büyük Piramit, demirin suda yüzmesini sağlayan tabiat güç-

lerinin ve evrendi kanu^arın prensibine göre in^ ^ildi. A^ ya­salar vasıtasıyla yerçekimini ya da çekim yasasını nötralize etmek ya da ortadan kaldırmak ve böylece taş blokları havalarda uçur­mak mümkün oluyordu. Böylece piramit, bizlere çok daha yakın zamanlarda Breton druidlerinin dev menhirlerini meydana geti­rirken kullandıkları yöntemle, yani levitasyon vasıtasıyla inşa edildi.

Gerekli olan malzemeler uzaktan, özellikle de Nubiye'den getiriliyordu; yapımında değişik taş türleri kullanıldı. Cilalanmış alçı taşından oluşan parçalar dört yüzünü de kaplamaktaydı ve öyle iyi pekiştirilmişlerdi ki, çimentosu gözükmüyordu bile. Bu kaplama daha sonra yerinden söküldü ve bunun parçalarına, Ka­hire' deki bazı binaların üstünde rastlamak hala mümkündür. Bu taşlar kumlara gömüldüler, ancak bazıları piramidin ku.zey tara­fındaki tabanında hala durmaktadır.

Piramidin tepesi bir bakır, tunç ve albn alaşımından meyda­na geliyordu. Bu da, İsrail çocuklarını köle olarak kullanan Fira- vun'un emri üzerine, Heth'in oğulları tarafından yerinden sökül­dü. Bazı mevsimlerde sadece Atlantisliler tarafından bilinen yön­temlerle, sembolik bir amaçla, Büyük Pirarnit'in tepesinde kozmik bir ateş yakılırdı.

Ucun yerine konmasından sonra büyük bir dini merasim ile piramit kutandı. Haber, büyük bir metal parçasına çok güçlü ^ kilde vurularak halka duyuruldu. Bu gürültü, daha sonra kilisenin çanları ile sembolize edilmiş olan ve duaya, dini merasime, ilahiler söyleme faaliyetlerine halkın davet edilişinin başlangıodır.

Büyük Piramit, insanoğlunun, içinde bulunduğumuz, Araa- raat ve Ra zamanından başlayıp 1998'de sona erecek olan dünya devresi boyunca tekamülünün hikayesini anlatan taştan bir kitap­tır. Arşivleri matematik, geometri ve astronomi diliyle yazılmışhr ve kullanılmış olan çeşitli taşların sembolik anlamlarını vermekte­dir. Bu devrenin (siklus) sonunda dünyanın pozisyonunda yeni bir değişiklik meydana gelecektir ve kehanetlerde de yazılmış ol­duğu gibi Büyük İnisiye yeniden gelecektir. Meydana gelmiş ve bundan »nra da gelmek olan tüm değişimler tabandan zirveye q-

kan geçitlerin içinde tasvir edilmişlerdir. Oluşacak olan değişiklik­ler taş tabakası, bunun rengi ve dönemeç noktalarının istikameti ile belirtilmiştir. Büyük Piramit içindeki tilin bölümler keşfeıJilmiş durumdadır.

1958'de keşfedilen arşivler piramidinin içinde çok sağlam in­şa edilmiş, kalın bir maden ile mühürlenmiş ve içinde 1958'den 1998'e kadar olan döneme ilişkin enteresan kehanetlerin bulundu­ğu bir oda mevcuth.ir. Burada, insanın dünyaya gelişinden itiba­ren Tek Tanrı'nın halkının arşivleri gömülüdür. Bu salonun mü­hürlenmesi dolayısıyla bir seremoni yapıldı ve buna Araaraat, Ra ve tapınakların rahip ve rahibeleri de iştirak ettiler.

İçinde yaşadığımız bu çağ, Büyük Piramit'te, Kral Odası'na götüren geçitin girişindeki tavanın alçalması ile sembolize edil­miştir. Bu meyil bir çöküntüyü işaret etmektedir. Bu çöküntü, yapı için kullanılmış olan çeşitli taşlarla da ifade edilmiştir. Sonuç ola­rak, içinde bulunduğumuz bu zaman dilimi, yeni alt-ırk'ın gelişi için hazırlıkların yapılmakta olduğu çağ olarak isimlendirilebilir. Astronomik ve sayısal faktörler, bu çağın 1932 sonbaharında baş­lamış olduğunu düşündürmektedirler.

Kutup yıldızının pozisyonun değişmesi -ki Büyük Piramit'in giriş bölümünden itibaren hesaplannuştır- görünür bir hale geldi­ğinde, bu, büyük çoğunluğu daha önce Atlantis, Lemurya, La, Ur veya Da uygarlıklarında yaşanuş olan varlıklardan oluşan yeni ır­kın gelişinin işareti olacaktır. Tüm bunlar, piramidi kateden geçit­te bulunan dönemeçlerle belirtilmiştir. Kral Odası'nda bulunan içi boş lahit, bir varlık planından diğer bir varlık planına geçiş olan ölümün, insan tarafından anlaşılmasının bir sembolüdür.

Piramit'in salonlarında ve geçitlerindeki sayısız taş tabaka­nın eni, uzunluğu, yüksekliği ve Çeşitli istikametlere yöneltilmiş olması, insanoğlunun dünya planı üzerindeki ruhsal tekamülü ile alakalı açıklayıcı ve anlamlı hadiseleri kesin bir biçimde tasvir et­mektedir. Nasıralı İsa'run doğumu ve ölüınü, senesine, gününe ve saatine varıncaya kadar, kraliçe odasına götüren geçitteki döne­meçte kayıtlıdır.

Çökmüş durumdaki geçitin bir yerinde, 1936'nın bir karışık-

lıklar, savaşlar, fırhnalar ve yer sarsınbları yılı olacağı kehaneti bu­lunmaktadır. Bu tarihten sonra bir yenilenme ve düzelme dönemi gelecek ve ardından da Kral Odası'nda belirtilmiş olduğu şekilde, dünya 1938 ile 1958 yılları arasında yeni bir çağa adım atmış ola­caktır. Bir hayli garip, alışılmamış tarzda birtakım olayların başla­masıyla ortaya çıkacak olan bu yeni dönem 1998 senesinde sona erecektir. Bu, Dünyanın Efendisi'nin gelişi için bir hazırlık dönemi olacaktır; ama bu dönüşün ne günü ne de saati bilinemez. Bu, bü­yük bir ruhsal ve zihinsel uyanış, yeni bir anlayış, yeni bir hayat, yeni bir iman çağı olacakbr. Bilim alanında önemli gelişmeler kay­dedilecek ve piramitlerin inşa edilmelerini sağlamış olan yerçeki­mi güçlerinin prensibi yeniden keşfedilecektir.

Şu anda içinde yaşadığımız çağ kısa bir süre sonra gelişimi­nin zirvesine ulaşacakbr. Dalganın en uç noktasında bir kırılma, ruhsal ve materyalist anlayışlar arasında bir sürtüşme meydana gelecektir. Pek çoğu babp gidecekler, ancak imanlarında sabır ve sebatla kalmayı başarabilenler geçmişin arşivlerinin depolanmış olduğu gizli yerlere sevk edilecekler ve genelde tüm insanlığın çok yararına olacak şekilde, bu belgeleri yorumlayışlarında büyük yardım görecekler. Önemli olan bunların keşfedilmeleri değil, doğru tefsir edilmeleridir.

Gize'deki Büyük Piramit tarihi bir anıtbr ve bugünkü ırkın şanına dikilmiştir. Hiyeroglifleri, insanın ruhsal bilgelik için yapb- ğı savaşın hikayesini içermektedir, ve asırlar boyunca dünyanın en büyük düşünürleri için bir inisiyasyon tapınağı vazifesi görmüş­tür. Büyük İnisiye, daha sonra Kurtarıcı (Christ, Mesih) olan İsa (Jesus), selefi olan Vaftizci Yahya ile beraber incelemelerini burada gerçekleştirmiştir.

Kral Araaraat yüz dört yaşında bedenli hayata gözlerini yumdu ve seksen sekiz yıl süren hükümdarlığı esnasında inşa edilmiş olan ilk piramidin kuzeydoğu köşesine defnedildi. Büyük- Rahip Ra ise, günümüzün zamanı hesaplama yöntemine göre asır­larca yaşamışbr.

Bu, karışıklıklar, barış ve ilerleme, sosyal ve ruhsal gelişme ile dolu, pek çok bakımdan kayda değer bir hükümdarlık dönemi

olmuştu. Araaraat ve Ra, Mısır'ı dünyanın diğer milletleri ile daha yakın bir temas durumuna getirmişlerdi. Beraberce elele vererek, maddi ve ruhsal bakımdan halkın yaşam standarhnı yükseltmiş­lerdi. Mısır kültürünü binlerce yıl boyunca temsil edecek olan bir uygarlık meydana getirmişlerdi. Ama, bilhassa, putatapar bir hal­ka ilk kez Tann'yı aramayı ilham etmişlerdi.

Günümüzde insanlık, yeni bir çağın, kitlenin kendi kendisi­nin şuuruna varacağı ve dünyanın yeni bir birliğe ulaşacağı Kova Çağı'nın eşiğinde bulunmaktadır.

Cayce'in "Okumaları"ndan Aktarmalar

"Varlığın ismi Amululu idi ve kendilerine üstatlan tarafın­dan aktarılnuş olan ve insanın Yaratıcı Güçler ile olan bağlanhla- rıyla alakalı gerçekleri açıklamaya yardım eden dogmalann ve esaslann muhafaza edilmesi için Mısır'a göç eden Bir Yasası'nın Çocuktan ile beraber gelmişti. Bu kişilerin, kendilerine benzeyen diğerleri ile olan temaslan onlara, ruh varlığının Yaradan'ı ile olan bağını ve gerçek kimliğini keşfetme imkanı vermekteydi. Bu, şu sözün daha değişik bir söylenişi gibiydi: 'Aranızda en küçük olana yapacağınız şeyi, bizzat bana yapnuş olursunuz'."

"Bu enkamasyonu boyunca varlık, günümüzde Hindistan adı verilen Saneid Ülkesi, Om Ülkesi ve Moğolistan halklarının öğ­retileri ile karşılıklı temasta bulunma faaliyetlerine katılmıştı, bu bilgiler en mükemmeli elde etmek, toplurnlann yaşanuna uygula­nabilecek türden gerçeklerin özünü çekip çıkarmak maksadıyla biraraya getirildiler. Bu grup içinde sürdürdüğü faaliyetler, varlığı Yaratıcı Güçler ile daha yakın temas haline ulaştırdı ve bunlan an­lamasına yardım etti."

''Varlığın burada, faaliyetlerinin başlangıcında, insanın biz­zat kendi elleriyle meydana getirdiği ve pek hayran olduğu toz ve pasın giderek çürüttüğü şeyleri reddederek nefsinden tam feda­karlık etmeye çalıştığını görmekteyiz. Çünki davranış değişiklik­leri, yer ve idareci etkilerdeki değişiklikler bµnlan tahrip etmekte-

dir. Tarzlar ve tavırlar değişir ama gaye sürer gider; çünki O şöyle demiştir: 'Gök ve yer geçicidir, ama benim sözlerim ve işlerim (iyilik, insan ve Tanrı sevgisi, yardımseverlik, sabır, hayır) geçici değildir.' Tanrı'yı tanımaya çalışan milletlerin, üzerine kurulduk­ları açı taşlan işte buradadır. Şayet bunlar ortadan kaldırılırsa, in- anoğlu alhn, putlar, ^, ^hret ve srvete tapmaya taşlayıp Tan- n'ya sırt çevirdiğinde, azmış ve azacak olan tahrip edici güçler yi­ne patlak verebilirler. Tüm bunlar dağılır giderler ama merhamet, hayırlı işler ve iyilik sözleri ebediyen yaşarlar." (1159)

"Varlık, yabana paralara, tohuma, şaraba, kürklere ve kıy­metli taşlara takçilik tenler arasındaydı, ve bu enkamasyonu ^ yunca krala hayli yakındı. Varlık, çeşitli komşu ülkelerin halkları ile mükemmel ilişkiler kurmakla kalmayıp, bu değişik uluslar ara­sındaki anlayışın gelişmesine de yardımcı olarak tekamülünde hayli mesafe katetti. Henüz keşfedilmemiş olan o piramidin içinde bu dönem boyunca tüm gerçekleştirilmiş olanlar bulunacakhr; sa­dece kralınki değil, varlığa ait olan ve üstünde güvercin ve koç boynuzlan taşıyan mühür de bulunacaktır."

"Günümüzde, bu insanların pek çoğu aramızda yaşamakta­dırlar ve aralarından birçokları, insanoğlunun dünya planı üstün­deki değişik tekamül safhaları boyunca tezahür etmiş olan 1Iahi Yasalar'ın anlaşılması için, insana yardım etmek üzere biraraya gelmişlerdir." (261)

"O dönemde bedene gayet samimi olarak adeta tapılmışhr; çünki bedenler, tapınaklardaki gelişimleri ve arındırılmaları ger­çekleştiği ölçüde şekil değiştiriyorlardı. Bu vücutlar, bacaklarını kaplamakta olan kuş tüyü cinsinden tüyleri giderek kaybediyor­lar... ve kıllar yavaş yavaş ortadan kalkıyordu. Pek çokları kuyruk­larını ya da değişik şekillerdeki çıkıntılarını yitirdiler. Birçok hay­van ayaklan ve toynaklar, daha mükemmel bir beden simetrisi el­de edilmek amaayla eller ve ayaklarla değiştirildi. Sonuç olarak... beden, çeşitli ihtiyaçlara daha iyi cevap verebilecek şekilde daha dik ve muntazam şekilli bir d:ıruma geldi. Hiç şüphesiz ki, deği­şimlerinde başarıy^ ulaşmış olanlar mükemmel ve neredeyse ilahi bir güzellikte olarak tanımlanıyorlardı, çünki şeklin güzelliğini

meydana getiren İlahi Olan'dır, çünki 'beden, Tanrı'nın yaşayan tapınağıdır'." ( 294-L-8)

"Güzellik Tapınağı şöyle inşa edildi: Kullanılan malzemeler Nil'in kaynağının yakınlarında yer alan dağlardan getiriliyordu. Piramit formundaydı ve içinde, tüm dünyanın yaran için burada hizmet verenleri temsil eden bir küre bulunuyordu. Dekoru ve eş­yaları zihinde canlandırılabilir, çünki her milletin en güzel ürünle­ri burada biraraya getirilmişti: Albn, gümüş, onniks taşı, demir, tunç, ipek, saten, ince bez..."

"Faaliyetlere gelince: Kendilerini rahatsız etmekte olan be­densel fazlalıklarından kurtulan kişiler buraya yalnızca sembolle­ri incelemek amacıyla gelmiyorlardı ... Önce şarkılar, müzik... ışık titreşimleri vardı ve bunlar renk, sesler, faaliyet haline geliyor­du."

"Müzik beraberinde dans da geliyordu ve bu, yıkıcı güçler ve kötü tesirler yüzünden ıstırap çekenlere kendilerini beden ve dü­şünce vasıtasıyla daha doğru hissetmelerini sağlıyordu."

"Ardından hayat mührü armağan ediliyordu. Bu, çalışmala­rı izlemiş olanlara rahibe tarafından takılıyordu ve varlığın, dün­yanın içinde olan ancak dünyadan olmayan maddi varlığı muha­faza etmek için kendine benzeyenler ile olan ilişkilerinin nasıl ve hangi sahada yer aldığını gösteriyordu. Eğitim, hazırlık, tedaviler, şarkı, müzik, kendini ifade etmeyi sağlayan faaliyetler... tüm bWl- lar insanın Güzellik Tapınağı içindeki çalışmalarından doğmuş­tur." (281-25)

"Bu politik durumda kral -henüz otuz yaşında olan genç kral- çevresine pek çok danışmanlar topladı. Bunların bazıları ge­nel düzenin yasalarını yazacak olan özel konseyde yer alıyorlardı, diğerleri ise halkın faaliyetlerine göre çeşitli idari vazifelerde bulu­nuyorlardı. Yani bugün söylendiği gibi, bakan idiler; çünki şurası unutulmamalıdır ki, günümüzde mevcut olan her şey, ta başlan­gıçtan itibaren daha önce de vardı. Yalnızca şekiller değişmiştir. Ve kullanılmakta olan sayısız unsurlar kaybolup gitmiş, günü­müzde bilim adamı diye adlandırılan kişiler tarafından pek çok.lan yeniden keşfedilmiştir. Tüm bunlar günümüzde cahil olarak ad-

landırılanlarca da biliniyorlardı ve yaygın biçimde kullanılıyor­lardı."

"Kral, yerli halkın faaliyetlerine ilgi duyuyordu ve dolayısıy­la günümüzde ilerleme olarak adlandırılanın değişik safhaları va­sıtasıyla, özel konseyin kudretleri ile halkın yeteneklerini birleştir­mek gerekli oldu. Dolayısıyla Araaraat tarafından, daha sonra Ka- desh (Kadeş) adını alacak olan Ophir'de (Ofir), daha ileride Pers adının verileceği ülkede maden ocakları oluşturuldu. Bu maden ocakları Etyopya'da da (Nil'in kaynaklan yakınındaki henüz bilin­meyen o kısımlarda) açıldı ve buralarda onniks, beril, sarduvan, elmas, mavi yakut, opal gibi kıymetli taşlar bulundu. İnciler ise gü­nümüzde Madagaskar adı verilen ülkenin yakınındaki denizden çıkarılıyordu. Mısır'ın kuzeyinde (ya da o zamanki güneyinde) yer alan bölgedeki ocaklardan önemli miktarlarda altın, gümüş, de­mir, kurşun, çinko, bakır, kalay ve diğer madenler elde edilmek­teydi. Aynca, halkın oturduğu evler için gerekli malzemeleri bira- raya getiren taş yontucuları da vardı. .. Ve Ra-Ta kendine sadık olanları ve adını ebediyen yaşatma vazifesi verilmiş olanları bira- raya getirmeye başladı. Ve içinde kültün çeşitli şekillerinin uygu­lanacağı tapınağın planlarım çizdi..." (294-L-13)

"Gize Piramidi adındaki bu yapının inşa edilmekte olduğu zamanda, bu varlık, inşaata nezaret ediyor ve temellerin atılması işini gerçekleştiriyordu. İnşa edilecek olan ya da Sfenks'e bağlı du­rumda bulunan diğer yapılarla bağlantılı olan piramidin geomet­rik pozisyonunu hesapladı."

"Sfenks şu şekilde yapıldı: Bunun için ovalarda, birkaç asır önce gerçekleşmiş olan tufan zamanında inşa edilmiş İsis Tapına­ğı 'mn bulunduğu bölgede çukurlar kazıldı. .. Sfenks'in temelinde yazılar bulunur ve Büyük Pramit'in karşısına gelen köşesinde ya­pılışının, ilk istilaa kralın ve Araaraat'ın tahta yükselişlerinin hika­yesi kayıtlıdır." (195-L-2)

"Araaraat Mısır'da, Barış Prensi'nin gelişinden 11.016 yıl ön­ce yaşıyordu. Bugünkü konumunda bulunan Mısır, onun zama­nında, bu konumundaki en yüksek uygarlık seviyesine ulaşmışb. Çünki bu bölge, yeryüzünün bu kesiminde uygarlığın mevcut olu-

şundan beridir, yaklaşık olarak çeyrek milyon sene boyunca sular­la kaplı bir durumdaydı ... Araaraat, halkları biraraya getirdi ve sı­nıfların yararından çok, büyük kitlelerin yararına kullanmayı dü­şünerek bunların yeteneklerini geliştirme yolunu tuttu ... Nüfusu oluşturan halkların değişik lehçelerinde kendisine pek çok isimler verildi. Ama diğer hükümdarların isimleriyle birlikte kaydedil­miş olanı, Araaraat adıdır." (254-39)

"Piramitlerle ve bunların insanın yeryüzü tecrübesindeki maksatlarıyla alakalı olarak şunlar söylenebilir ki, rahibin sürgün­den dönüşünden sonraki yeniden inşa döneminde -lsa'nıri bu ül­keye gelişinden yaklaşık olarak 10 500 sene önce- ilk aşamada, da­ha önce yapımına başlanmış, ancak yarım kalmış olan Sfenks'i ve Sfenks'in karşısında bulunan ve bunurlla Nil Nehri arasında yer a­lan ve içinde, o devirde Arart ve Araaraat tarafından belgelerin muhafaza edilmekte olduğu o sağlam odayı restore etmek ve ta­mamlamak amacıyla faaliyete girişildi."

"Ardından da Hermes ve Ra ile birlikte ... zaman zaman Be­yaz Kardeşlik olarak isimlendirilmiş olan İnisiyeler Tapınağı vazi­fesi görecek olan Büyük Piramit'in yapımına başlandı..."

"Bu aynı piramitin içinde, Büyük İnisiye, Efendi, selefi olan Yahya (Vaftizci Yahya - St. Jean Baptiste) eşliğinde Kardeşliğe ini- siye edilişinin son imtihanlarını vermekteydi... Yahya, Serhas'ın (Xerxes) geri dönüşünün söz konusu olduğu bu bölgede vazifeliy­di ve bir dilin ya da bilinmeyen toprakların kurtanası olarak kabul ediliyordu. Yazıtlarda bunun, Mesih'in bu yeni çağda, 1998 yılında gelişi sırasında gerçekleşecek olduğu görülmektedir." ( 5748-5)

"Demek ki böylece, ta başlangıçtan itibaren, Rahip, Arart, Araaraat ve Ra tarafından kaydedilmiş olanlar ve yine burada kay­dedilmiş olan kehanetlerin belirttiği şekilde, dünyanın pozisyo­nunda değişikliklerin meydana geleceği ve bu ülkeye ve diğer ül­kelere Büyük İnisiye'nin geri döneceği bu döneme dek uzanan tüm arşivler Büyük Piramit'de bulunmaktadır. Tüm dünyadaki dini düşüncenin bütün tekamülü burada, geçitin tabanından tavanına olan mesafenin alçalıp yükselmesi ile, ya da tepedeki açılmış olan o mezarla tasvir edilmiştir. Bu değişiklikler aynca, taş tabakaları,

bunlann renkleri ve geçitteki dönemeçlerin istikametleri ile de ^ lirtilmişlerdir." (5748-5)

"Piramidi katetmekte olan geçit boyunca mevcut olan bu şartlar -dünyanın, insanoğlunun dini ya da ruhsal idrakleri ile ilgi­li olarak yaşamış ve hali hazırda yakmakta olduğu dönemleri ^ lirten işaretler- vasıtasıyla içinde yaşamakta olduğumuz bugünkü dönem, geçitteki bir alçalma ya da bir tür çöküntü ile belirtilmiş olup, kullanılmış olan çeşitli türden taşlann da ifade ettiği gibi, aşağıya doğru bir temayülü, bir eğilimi göstermektedir."

'1çinde bulunduğumuz bu çağa yeni bir alt-ırkın gelişi için, ya da bir değişim için -astronomik ve sayısal belirtilere göre- hazır- lıklann yapıldığı dönem adı verilebilir ki, bu değişim günümüzde içinde bulunduğumuz bu düşüşün en yeni bölümüne dek uzanır." (1932).

_ "Büyük Ayı azar azar değişmektedir ve bu değişim kaçınıl­maz hale geldiğinde, şayet bunun hesabı piramidin eşiğinde yapı­lacak olursa, bu ırklann dönüşümünün başlangıanı işaret edecek­tir. Böylelikle, Atlantis, Mu (Lemurya), La, Ur veya Da uygarlıkla- nnda yaşanuş olan çok sayıda varlık enkarne olacaklardır. Tüm bu şartlar, piramidi kateden geçitin bu dönemecinde ifşa edilmiş du­rumdadır..."

Soru: "Boş lahitin anlamı nedir?"

Cevap: "Artık ölüm olmayacaktır demektir. Aldanmayınız ve yanlış yorumlamayınız! Ölümün yorumu açık bir şe· kilde izah edilecektir." (5748-6)

İKİN Cİ BÖLÜM

AMERİKA'NIN KAYBOLMUŞ
MİLLETLERİ

BİRİNCİ KISIM

İNK ALAR MU AMMASI

İnsanın, dünya üzerindeki hayatının uzun süren taş devri boyunca Asya'dan gelerek Kuzey ve Güney Amerika'yı kolonileş- tirdiği söylenmektedir. Göçlerin tarihlerini kesin biçimde sapta­mak mümkün değildir, ancak M.Ö. 2500' e doğru başlanuş olabi­lirler. Bazılanna göre bunlar buzdan bir köprüden veya günümüz­de Alaska ve Rusya arasında bulunan ve Bering Boğazı adını ver­diğimiz yerde mevcut olan ve şimdilerde sularla kaplı durumdaki dar bir geçitten geçerek gelmiş olmalıdırlar.

Şayet ırk kelimesinin, insan varlığının değişik türlerini belirt­mek gibi bir anlanu var ise, göç edenler gayet bari+ bir şekilde Mo- ğollar olmalıydılar. Ziraat henüz uygulanmadığından dolayı hep­si de ava idiler ve hiç şüphesiz av hayvanlannın peşinden koşarak böyle uzun yolculuklara kalkışmışlardı. Tek ve büyük bir göç ol- mamışb. Asırlar boyu kadınlı, erkekli ve çocuklu küçük gruplar, beraberlerinde köpekleri ile de birlikte yollarını kaybetmişler ve batıya doğru giderek Amerika'ya gelmişlerdi. Bazdan da güneye

doğru inmişler, Meksika'ya ve daha ötesine kadar da ulaşmışlardı. M.O. 1000 senesinde, bunlar hiç şüphesiz ki Andlar bölgesine, Pe­ru'ya yayılmışlardı. Zira buraları hem yaşanabilir bölgelerdi, hem de av hayvanları ve yenebilir bitkiler bakımından zengindi.

Arkeologlar Peru tarihini incelediler ve birbiri ardısıra gel­miş olan kültürlerin M.Ö. 900' e dek uzandığını keşfettiler; ancak maalesef bu İnka-öncesi uygarlıktan geriye hiçbir iz kalmamışhr. Yazı mevcut değildi, tarih belirtilmiş vesikalar ve para yoktu. Bu ilk gelenlerin isimleri hala bilinmemektedir; onlara basit olarak nk Avcılar adı verilmektedir. Orta Amerika'daki Mayalar'ın Ülkesi'n- de bulunanlar gibi "konuşan taşlar" da yoktu. 16. yüzyılda İspan­yol Pizzarro'nun buraya gelişinden ve Güney Amerika yerlileri içinde en ileri millet olan İnkalar'ın Ülkesi'ni zaptedişinden önceye ait zamanı belirleyen hiçbir unsur mevcut değildi.

Bilmekte olduklarımızın hemen hemen tümü de bu fetihçile- rin arşivlerinden gelmektedir. İyi Yönetimin İlk Yeni Kroniği. 1908 yılında Kopenhag Kraliyet Kütüphanesi'nde bulunmuştur. Bu paha biçilmez hikaye ancak 1927'de yayınlanabilmiştir.

Ama yine de ilk avalar hakkında kesinlikle hiçbir şey bilmi­yoruz. Sadece Cayce'in okumalarında rastlanan "Ohums" ismi de görünüşe göre zamanın karanlıklarında yitip gitmiştir. Karbon-14 ile yapılan tecrübeler Chavin (*) kültürünün M.Ö. 3OT yıllarına dek uzandığını ortaya çıkarmaktadır; ama insan, Peru'nun kuzey kıyılarında zaten binlerce yıldan beri yaşamaktaydı. Chavin sakin­leri hakkında bilinen pek az şey de kumaşları, seramikleri ve yapı­lan süsleyen desenlerden elde edilmiştir.

Tradisyona göre ilk İnkalar, Peru'nun güneyindeki Titicaca Gölü'nden inmişler ve Cuzco Vadisi'nden Andlar'a çıkarak bura­da imparatorluklarını kurmuşlardır. Arkeoloji bu tezi doğrular gi­bi gözükmekle birlikte bazı bilim adamları bunu reddetmekte ve tnkalar'ın dışarıdan gelerek burada yaşamakta olan ve örf ve adet­leri, dilleri ve efsaneleri birbirinden farklı sayısız küçük kabileleri boyunduruk alhna almış olduklarını iddia etmektedirler. Bununla beraber, bunların hepsi de aynı bitkileri yetiştiriyorlar, aynı kaba

(*) Penda bir şehir.

aletleri kullanıyorlar ve en güçlü yük hayvanlan olan lamayı evcil­leştiriyorlardı.

En eski kültürlerden biri olan Chimular'ın Lemurya ya da Mu halklarını anımsatan mu hecesini taşımakta olduğunu görmek enteresandır. Chimu halkı, dağlardaki İnkalar tarafından yenilgi­ye uğrablmadan evvel Pasifik kıyısında yaklaşık bin kilometrelik bir şeridi işgal ediyorlardı. Dokumacılık ve çanak-çömlekçilik sa- nabnda en yüksek seviyeye varmışlardı.

Chimular'dan pek çok asır önce ülke, 243 metre uzunluğun­da, 143 metre genişliğinde ve 60 metre yüksekliğinde kerpiçten bir piramit inşa etmiş olan Mochicaslar tarafından işgal edilmiş du­rumdaydı. Tradisyona göre bu piramidin içinde gizli odalar ve ge­çitler bulunmaktaydı ve bunlardan birinde de güçlü bir prensin bedeni yatmaktaydı. İlk kabileler kendilerinin kuşların ve hayvan­ların ve yıllarca evvel denizden gelmiş olan yabancıların torunları olduklarına inanmaktaydılar.

Bu İnka-öncesi insanlar kumaşlar dokuyorlar, seramik yapı­yorlar, ölülerini gömüyorlardı ve görünüşe göre savaşçı değildi­ler. Tapınaklar ve piramitler inşa ediyorlardı. Ama bir muamma çözümsüz kalmaktadır: Dağlardaki duvarları kim yapmışb? "Pe­ru'nun esrarengiz surları" adı verilen bu duvarlardan biri 80 kilo­metre uzunluğunda, 5 metre genişliğinde ve 5 metre yüksekliğin- dedir. Taştan ve kerpiçten yapılmış olan bu duvarların kökeni bi­linmemektedir.

İnkalar'ın kendilerinin de bir tradisyonu vardır ve buna göre işgalciler güneyden gelmişler ve kendilerini, büyük medeniyetle­rini ve güçlü İnka İmparatorluğu'nu kurmuş oldukları dağlara püskürtmüşlerdir. Bazı kalıntıların düşündürdüğü şekilde, bun­ların bir bölümü Mayalar ile karışmak üzere Meksika'ya göç etmiş­lerdi. Diğer taraftan yeni keşiflerden elde edilen sonuçlara göre Mayalar, İnkalar'la karışmak üzere güneye doğru göç etmişler­di.

Konu Cayce'in "okumaları" ışığında incelendiğinde, İnka- lar'ın kökenleri hakkındaki tartışmalar enteresandır. Bazı kanıtla­ra göre İnkalar Pasifik'deki bazı adalara, ta Polinezya'ya kadar göç

etmiş olabilirler (Thor Heyerdahl'ın "Kon-Tiki"si). Ama bunun ter­si de olmuş olabilir; ilk Perulular pekala Polinezya Adaları'ndan gelmiş olabilirler.

Diğer yandan Prof. John Rowe'un yapbğı kazılar İnkalar'ın Peru asıllı olduklarını belirtmektedir. "Her şey, İnka medeniyeti­nin Cuzco Vadisi'ndeki uzun bir gelişme sürecinin neticesi oldu­ğunu ispatlamaktadır ve dolayısıyla bu uygarlığın kökenini dışa­rıda aramak gereksizdir." diye yazmaktadır (Konkistadorlar Za­manında İnka Kültürü).

Bir İnka kabilesi olan Quechuaslar kızılderili idiler ve tipik Amerikan hatlarına sahiptiler. Victor Von Hagen "İnkalar Krallığı" adlı kitabında "Bunlar orta boylu, hatta kısa ve şişman (tıknaz), bü­yük elleri olan, ince bilekli, anormal şekilde gelişmiş göğüs kafesi­ne sahip (yüksek irtifada solumanın neticesi), iyi biçimlenmiş ba­cakları ve düz ve geniş ayaklan olan insanlardı: Kafaları genişti, el­macık kemikleri çıkık, burunları kavisli ve güçlü, gözleri küçük ve badem gibiydi." diye yazmaktadır. Bunlardan hala beş milyonu Andlar'da yaşamaktadır.

Bunlar çevrelerine kolayca uyum sağlayabiliyorlardı -ağaç bulunmayan bir çevre- ve ellerinin albnda bulunan şeyden, yani taştan yararlanıyorlardı. Tıpkı Meksika'daki Mayalar ve Mısırlılar gibi bunlar da olağanüstü duvarcılardı ve aynı şekilde harç kullan­madan piramitler, tapınaklar, surlar, kaplıcalar ve diğer binaları inşa ediyorlardı. Taş bloklar birbirlerine öylesine sıkıca bitiştiril­miş durumdaydı ki, aralarına bir jilet sokmak.bile imkansızdı. Bu insanların bu eserlerinin seviyesine günümüzde henüz ulaşılama- nuşbr, ama bunlar Mayalar'ın ve Mısırlılar'ın işleri ile rahatlıkla kı­yaslanabilir.

İlk Perulular kıyıdaki düzlüklerde ve Andlar'da yaşıyorlar­dı. Diğer tüm yarabklar gibi insan da çevresi tarafından devamlı olarak etkilenir, sonuç olarak birbirinden çok farklı iki tip -en az- . insan toplumu gelişti. Kıyılardaki düzlükler kurak çöllerdi ve bun­lar doğudan babya doğru dağlardan gelen ve verimli vadiler oluş­turan sellerle yarılıyordu. Bu vadiler insan için doğal bir mesken oluşturuyordu, çünki buralarda av hayvanı bulabiliyordu. Ama

Güney Amerika av hayvanı bakımından bir hayli fakirdir ve türle­rin sayısı da pek azdır. Bununla birlikte killi ve verimli topraklan, yenilebilir meyveler, tohumlar ve kökler sunmaktaydı.

Zamanla bazı kişiler bitkilerin sağda solda ve uzaklarda aranması yerine bizzat yetiştirilebileceğini öne sürdüler; onlara yol gösteren şey belki de kuşlar tarafından getirilen ya da humus tabakasında keşfedilen tohumlar oldu. Kısa zamanda, av hayva­nından mahrum vadiler ilk avalan bahçeciliğe ve sonuç olarak da tarıma zorladı. Başlıca ziraat, tipik Amerikan ürünü olan, mısır ye- tiştirilmesiydi. Bunun kökeni tam bilinmemektedir ama M.Ö. 300' e uzanan Maya öncesi mezarlarda mısır tohumlarına rastlan­mıştır.

Pasifik'ten Amazon'un kaynaklarına dek tüm İnka İmpara­torluğu birinci derece öneme sahip bir ziraat merkezi oldu. Sebze­ler, meyveler, ilaç olarak kullanılan bitkiler burada, dünyanın baş­ka hiçbir bölgesinde görülmeyen biçimde, gayet sistemli olarak yetiştiriliyordu. Bu yetiştirilenler arasında patates, büyük kabak­lar, domates, fasulye, fıstık, yeşil biber, papay, kaşu, ananas, ka­kao, avokado, dut, çilek, vs... de bulunuyordu. Bu ürünler, Avru­pa'da bir hayli uzun zamandan beridir yetiştirilmekte ve yenmek­tedir. Öylesine ki, hepsinin de Amerika'dan gelmiş olduğu unutu­lup gitmiştir.

Harika çiftçiler olan ilk Perulular ve onların torunları aynı za­manda yetenekli zanaatkarlardı da. G.H.S. Bushel, "Peru ve Eski Uygarlıkları" adlı kitabında "Orta Andlar'da yaşayan toplumların en önemli karakteristiklerinden biri, aletlerinin gayet basit olması­na rağmen el işlerine son derece yetenekli olmalarıydı." diye yaz­maktadır. "Dokumaları gayet özel, tipik ve dikkate değerdi. Basit bir dokuma tezgahından yararlanırlar, keten ve yün kullanırlar, bilinen tekniklerin çoğunu uygularlardı. Çanaklar ve çömlekler gayet ustaca biçimlendirilip resimleniyordu ve tornanın henüz mevcut olmamasına rağmen, sanatsal değeri çok yüksek vazolar ve mutfak eşyaları yapıyorlardı. Albn, gümüş, bakır ve diğer ala­şımları sanat değeri yüksek biçimde çeşitli yöntemlerle işliyorlar­dı; aynca bronzu işlemeyi de keşfetmişlerdi. Lüzumlu madenler

içinde eksik olan sadece demirdi, ki bu da zaten tüm Amerika'da hiç bilinmiyordu." Bu zanaatkarlar tahtayı da işliyorlar, sepetçilik yapıyorlar, taşı yontuyorlardı.

Din, Amerika yerlisi üzerinde önemli bir etkiye sahipti; ha­yat pratikti, din gerçekti. Kişinin kaderi görünmez güçlerce kont­rol ediliyordu ve çok sayıda tanrı olmasına karşılık yalnızca bir ta­nesi, Yarahcı-Tanrı ya da Tici Viracocha en güçlü olandı. Her tanrı kendine has, özel kudretlere ve fonksiyonlara sahip bulunmaktay­dı. Küçük insan, öldüğü vakit küçük tanrılarla yetinmek zorun­daydı. Doğumunda olduğu gibi, ölümünde de çok basit törenler yapılırdı. Olümsıizlüğe inanmaktaydı; hatta hiçbir zaman ölün- mcdiğine inanırdı, çünki son nefes verildikten sonra ölmüş olan beden yeniden doğmakta ve görünmez güçlerin sahip oldukları kudretlere kavuşmaktaydı.

İnka-öncesi Peru'da ve tüm İnka İmparatorluğu süresince de, dini ve medeni kanunlar öylesine birbirlerine karışıyorlardı ki, gü­nah olanı suç olandan ayırt etmek çoğu zaman hayli zor oluyordu; görünüşe göre birbirine benziyorlardı. Ama namussuzluk ya da cinayet, birazdan inceleyeceğimiz gibi, belki de sosyo-ekonomik sistem sayesinde hayli seyrekti. İnka milletinin, insanın yeryüzüne gelişine ilişkin bir hikayesi ve kurtulmak için kaçanların Aztlan is­mindeki bir ülkeden gelmiş oldukları bir tufana ilişkin tradisyon- ları vardı.

Güneş kültü ve güneşin zevcesi ve kızkardeşi olan ay kültü, İnkalar'ın dinlerini teşkil ebnişe benzer. Ancak Andlar bölgesini ele geçirdiklerinde bunu imparatorluklarına kattıkları tüm top- lumlara kabul ettiremediler, çünki otoriteleri, Büyük Canlandırıcı tarafından İnkalar'ı doğurmak için vazifelendirilmiş olan güneş tanrısının doğrudan evladı olarak kabul edilmelerine dayanmak­taydı. Geometriyi, astronomiyi biliyorlar; müzik ve felsefeyi ince­liyorlardı.

Yüksek ve asil olan diğer bir tanrı kavramı vardı ve adı Pac- hacamac idi. "Pachacamac" basit olarak Dünya'nın Yarahası anla­mına geliyordu, ama bu isim muhtemelen bir fikri ve daha seyyal duyguları ifade etmekteydi. Garcilaso de la Vega'ya göre ("İnka-

lar" adlı eserinde) bu kelime şunu ifade etmektedir: "Ruhun bede­ne yapmakta olduğu .şeyi kainata yapan." Bir İspanyol papazı yer­lilerin bir triniteye (üçlem) taptıklarını iddia etmişti: Baba Tanrı, Güneş Tanrı ve Ay Tanrı.

Rahip sınıfının nezaretinde pek çok güneş tapınakları ve gü­neş saatleri yapılmışh. Bir hiyerarşi vardı ve ruhani reis, hüküm sürmekte olan Sapa İnka'nın, yani Büyük İnka'nın yakın bir ebe­veyni idi. Kötü davranışlarda bulunmuş kadın ya da erkek, "söz­lerle ve fiillerle günah işlemiş olduğunu" halk önünde, bir rahibe itiraf ederdi. Rahip akan suda yıkanarak arınmak zorunda olan ve bunu yaparken hiç şüphesiz bir tür vaftiz ve kurtuluş şekli uygula­yan günahkara, yerine getirmesi için dini bir ceza verirdi. Keha­nette bulunulurdu, Orakller'e ('>) müracaat edilir, hayvanlar kur­ban edilirdi. İnka-öncesi dönemde insan kurban etmenin hayli yaygın olduğu da şüphesizdir.

Ekonomik bakımdan, İnka sistemi, sosyalist bir devletinkine benzemekteydi. Hyams ve Ordish, "İnkalar'ın Sonuncusu" adlı eserlerinde, ''Tüm üretim, dağıtım ve değiştirme imkanları yöneti­min elindeydi." diye yazmaktadırlar. Ülke aşın refah içindeydi ve zamanımızın en korkunç felaketi olan sefaleti tanımıyorlardı. Bu sosyal sistemin, And Dağlan'nda yaşayan toplumların İnka yöne­timi altına girmelerine yol açan fiziksel şartların bir neticesi oldu­ğu kesin gibidir. Tüm bu bölgenin jeolojik yapısı, toprağının cinsi ve iklimi öyle bir yapıda idi ki büyük birlikler, toplumların ancak katı bir disipline ve bir plana uyarak beraberce çalışmaları ile olu­şabilirdi. Bizim Bahlı hür teşebbüs sistemimiz kolayca elde edile­bilen ve tükenmek bilmez do'ğal kaynaklar sayesinde başarıya ula­şabilir; bizler doğanın zenginliğini israf edebilir ve kooperatifleş­meyi ve ihtisaslaşmayı sınırlayabiliriz. Ama Andlar'da yaşayan toplumlar bunu yapamıyorlardı; birlikleri ve zenginlikleri ancak büyük sulama sistemleri inşa ettiklerinde ve ziraate elverişli alan- lan, dağı ele geçirmek suretiyle genişletebildiklerinde bir gelişme gösterebilmekteydi. Ekili alanlar dağlarda kat kat teraslar halinde,

(..) Orakl: Vahiy, tannsal cevap. Esası durugörü ve duruişitiye dayalı, şuurlu tesirlerin alındığı, kendi çağına uygun bir medyomluktur.

dev bir merdiven gibi oluşmuştu. Ve hepsi de sanatçı, becerikli za­naatkar ve doğuştan mühendis olan ve teknik bakımından bronz çağını yaşamakta olan bu toplulukların yaşadıkları devirde böyle kayda değer çalışmaları tamamlayabilmenin tek yolu sıkı bir şekil­de organize olmuş bir cemiyet halinde birleşmekten geçiyordu.

Allyu, İnkalar'ın temel sosyal birimleri idi. Bu ailelerden olu­şan bir klan, beraberce özel bir bölgede yaşayan ve arazileri, çiftlik hayvanlarını ve hasatları ortaklaşa kullanan bir kabileydi. Özel mülkiyet yoktu. Her yerli küçük ya da büyük, köyde ya da şehirde, bir allyu içinde doğmuştu. Başkent olan Cuzco bile aslında dev bir allyu idi. Bu ortaklaşa ve cemaat halinde yaşama biçimini İnkalar icat etmiş değildi; bu, onlardan önce de, Andlar'daki bu ilkel top­lumda mevcuttu. Ama İnkalar bunu organize ettiler ve genişletti­ler.

AHyu, seçilmiş bir lider ve bir ihtiyarlar konseyi tarafından sevk ve idare ediliyordu. Bu topluluklardan pek çoğu bir nahiye reisi tarafından yönetiliyordu; belirli sayıda nahiyeler bir vilayet oluşturuyordu ve bunlar sadece İnka Krallığı'na hesap vermekle yükümlü bir yöneticinin otoritesi albndaydı. Topraklar din mües- sesesi, devlet ve allyu arasında paylaşılmıştı.

Politik bakımdan bu sistem esas itibarıyla teokratik bir sos­yalizmdi. Ekonomik bakımdan piramit şeklindeydi. Tabanda e­mekçi ya da işçi bulunuyordu ve bunlara puric (pürik) adı verili­yordu. On işçi, seçilmiş bir ustabaşı tarafından yönetilen bir grup oluşturuyordu; on ustabaşı amir olarak vasıflandmlacak olan kişi­yi içiyorlardı. On amir de genellikle köy reisi olan bir efendi ^- yorlardı ve bu böylece ta 10 00 işçiden oluşan kabilenin reisinin seçilmesine dek uzanmaktaydı. Taşranın ve imparatorluğun "dört parçası"nın yöneticileri, zirvede bulunan Sapa-İnka tarafından ta­yin ediliyorlardı. 10 000 işçi için 1 300 ustabaşı, amirler ve ustalar vardı. Bir yerli normal olarak kendi allyu'su içinde doğar, büyür ve ölürdü; kendisini tamamıyla ona adamıştı, ki bu da yüksek bir ruhsallık seviyesinin belirtisidir. Kişinin, topluluğunun yararları­nı kendi çıkarlarından önde tutması, yakınlan ile rekabete giriş­mekten ziyade onlarla işbirliği yapması için dini bakımdan erişkin

olması gerekiyordu. Esseniler, sürdürmüş olduk.lan, Yahudiler'e ait o birleşik yaşam tarzı ile, İnkalar'ınkine çok benzeyen sosyal bir yapıya sahiptiler. Ama günümüzde, Peru'da, zirai reformlara ve bazı endüstrilerin ulusallaşhnlmasına rağmen elli civarında bü­yük İspanyol ailesi devlet topraklarının çoğunluğunu kontrolleri alhnda tutmaktadırlar. Doğal kaynaklar, altın, bakır, gümüş, va­nadium, bütünüyle yabancı kuşatıalann, özellikle de Kuzey Ame- rikalılar'ın ellerinde değildir.

lnka uygarlığı en parlak dönemini bin yılına doğru yaşadı ve altına susamış Pizzarro'nun 1600 yılına doğru gerçekleştirdiği kanlı istiladan sonra da ortadan kalktı. İnkalar' ın günümüzde ya­şayan bazı torunları, dünyanın en eski milleti olduklarından emin­dirler. Daima güneşe taparlar ve binlerce yıldır sürüp gelen adetle­re göre göz alıcı festivaller düzenlerler. Büyük medeniyetlerinin kalıntılan ve kaldırımları merak uyandırıa basamaklara sahip yollarının bazı kısımlan hala varlıklarını korumaktadırlar. Bu yol- lann, hpkı Mayalar'da olduğu gibi yalnızca dini tören geçitleri için inşa edilmiş olduğu varsayımı haricinde, ne için yapılmış oldukla­rına ve ne şekilde kullanıldıklarına dair bir açıklama getirileme­mektedir.

Cayce Dosyalarmdan Aktarmalar

Afetler sırasında kıtadan kaçan Atlantisliler'in ilk göç ettikle­ri ülkelerden biri de o devirde Og veya Oz, ya da On adıyla bilinen Peru idi. Bu, Güney Amerika'nın sularla kaplanmamış yegane önemli bölgesiydi ve Lemurya asıllı esmer ırktan olan ve Ohums (Ohumlar) ya da Ohlms (Ohlmlar) adıyla bilinen, bir kabile tara­fından istila edilmiş durumdaydı.

Lemurya ya da Mu, ilk tufan esnasında Pasifiğe gömülüp git­mişti. Ohlmlar, kıtalannın alçak topraklan M.Ö. 50700'e doğru su­lara gömüldüğü sırada ve güneyden gelmişlerdi. Topluluklarını ülkenin kuzeyine yerleştirdiler, evler yaphlar ve Mu Tapınakları inşa ettiler. Gruplarında rahipler, rahibeler, öğretmenler ve çalı-

şanlar bulunuyordu. Sulh içinde yaşamakta olan bir milletti.

Bölgede doğal kaynaklar, altın ve kıymetli taşlar keşfettiler ve kısa zamanda becerikli zanaatkarlar durumuna geldiler. Müzik ve resim anabnda mükemmel eviyeye ulaşnuşlardı ve ayrıca, ^ ramik boncuklan ipe diziyorlar, süsler ve mücevherler yapıyorlar­dı. Din sadece bir iman meselesiydi, bir yaşam biçimiydi ve bazıla- n insanın kainat ile olan ilişkisini mükemmel şekilde anlıyorlardı. Mu Tapınağı'nda adak olarak en kusursuz hasatlar ve hayvanlar sunulmaktaydı.

Halk bir hükümdarlar hanedanı tarafından yönetilmektey­di; bunlann en azından biri kadın oluyordu ve her birine Büyük Ohlm adı veriliyordu. Ancak, son hükümdarlık esnasında çıkan bir isyan, yeni demokratik prensiplerin ve bir halk yönetiminin kurulmasına yol açb. Bu isyan hiç şüphesiz ki birtakım felaketleri de beraberinde getirdi, bir süre kan döküldü, zulüm ve gaddarlık­lar yapıldı, sefalet çekildi; ancak yeni bir sosyo-ekonomik sisteme de hayat verdi. Bu yönetim, tüm dünyanın gelecekteki idare sis­temleri üz.erinde çok daha üstün ve hayal bile edilemeyecek bir et­kiye ^hip olacakb. Kastlar ve sınıflar hâlâ daha mevcuttuk, ^ zenginliklerin "sağlıklı olanlarla hasta olanlar, güçlüler ile zayıf­lar" arasında yeni bir bölünmeye tabi tutulması da söz konusuydu. Pek tabii ki bu felsefeyi reddedecek ve bununla mücadele edecek kişiler de hemen hazırdı.

Atlantisliler ve On ile Og'dan gelen güney milletleri buraya ulaşbklannda büyük değişiklikler oluştu. Son adalardan, yani ku- z.eyde Poseydia ve Eiz.en, doğuda Aryaz, güneyde Latinia Adala- n'ndan gelen Atlantisliler yalnızca ülkelerini kaplayan sulardan değil, aynı zamanda Bir Yasası'nın Çocuktan ile Belial Oğullan arasındaki iç savaştan da kaçıyorlardı. Bu her iki tarafın da men­supları Peru'nun yüksek topraklannda bannacak yerler aramak­taydılar; bunlara bir de güney halkları eklenince zaten karışık olan durum giderek daha da kanşıyordu.

Bu devirde, Ohlmlar'ın Ulkesi, kendisini cinsel aşınlıklara kapbrdığı için giderek düşen zayıf bir lider tarafından yönetiliyor­du. Atlantisli istilacılar çatışmalara ve ayaklanmalara yol açtılar,

ama Büyük Ohlm'u devirmeyi ve sürgüne göndermeyi de başard.ı- lar ki, bu da onlara halkın desteğini sağladı ve tüm bölgeye yerleş­melerine yardım etti.

Atlantisliler otoritelerini idarenin içinde de kullanıyorlar, ta- nmsal ekonomi ve dini dogmalarla da meşgul oluyorlardı. Daha modem tanın metotlan oluşturuldu ve maden ocaklanndaki çalış­malarda büyük gelişmeler kaydedildi. içlerinde daha büyük kai­delere dayalı yeni ayinlerin yapıldığı yeni tapınaklar inşa edildi.

Sosyal ve demokratik devlet gelişti. Halkın refahı her şeyden önde geliyordu, çünki lnka liderleri hükümdardan çok, birer vasi durumundaydılar. Kastlar yok oldu, eşitlik kuruldu. Halkın maddi ve eğitime dayalı ihtiyaçlanru karşılamak üzere ortak evler ve depolar yapıldı. Bununla beraber, her zamanki gibi, zenginlik ve kudret tutkunu bazı Atlantisliler diğerlerini köle etmenin yolla­rını aramakla meşguldüler.

Sonuç olarak lnkalar'ın ahlakında düşüş başladı. Güneş kül­tü, dini ayinlerde ve insan kurban etmelerde kendini gösterdi. Al­tın ve kıymetli taşlann biriktirilmesi, bunların sonunda para gibi kullanılmalanna yol açb. Hırslı ve otorite düşkünü Belial Oğullan tapınakların en dini olanına fesat getirmekte gecikmediler.

Bu arada, yeni ürünler kullanılıyor, yeni enstrümanlar icat ediliyor ve eski ola^ar da geliştiriliyordu. İnce kumaş, işleme, ^ petçilik, çanak-çömlekçilik, madenlerin işlenmesi ortaya çıkb. Al- bn, bakır ve kıymetli taşlar önemli miktarlarla topraktan elde edili­yor ve böylece ülkenin zenginleşmesini sağlıyordu.

Orta Amerika'daki Atlantisliler uzun yıllar boyu sürekli ola­rak Peru ile Yucaian arasında yolculuk ederek Og'a ve On'a gelme­ye devam ettiler. Ohlrnlar giderek kaybolmaya yüz tuttular. Kızıl ve esmer ırklar bpkı kültürleri ve dilleri gibi birbirleriyle karıştılar. Her şeye rağmen büyük İnka ulusu işte bu büyük insanlık potasın­dan ortaya çıkb. "Dağlardaki duvarları" ve "kanalları" yapanlar ln- kalar idi ve çağımıza dek ülkeye hakim oldular.

Böylelikle, Atlantisliler'in gelişleri Ohlmlar'ın kaybolmalan- rıa ve İnkalar'ın doğmasına yol açtı. Ülkelerinden kaçan bazı Ohl- mlar Yucatan'a sığındılar ve burada büyük kalabalıklar halinde

göç etmiş olan Poseydialılar'la birlikte yeni Maya Krallığı'run ku­rulmasına iştirak ettiler. Bazıları da kuzeye doğru, günümüzdeki Birleşik Devletlerin güneybabsına kadar -Arizona, New Mexico; Nevada- uzandılar ve bölgedeki mağaralarda yaşayan Lemuryalı ya da Atlantisliler ile karıştılar. Ohlmlar millet olarak yeryüziin- den silindiler. Tarih bakımından onlar hakkında hiçbir şey bilin­memektedir ve günümüzde onların isimlerini hatırlatacak hiçbir şey kalmamıştır.

Cayce'in "Okumaları"ndan Aktarmalar

"Varlık, günümüzde Peru adı verilen bu ülkede, o devrin halklarını, topraktaki unsurları insan tarafından kullanılacak hale getirme konusunda eğitmekte olan Ohlmlar arasında bulunuyor­du. Bu yüzden varlığın şimdiki enkarnasyonunda mücevherler, kıymetli taşlar ve parıldayan bu şeyler özel bir çekiciliğe sahiptir­ler; bu arada, bunları biriktirmesi endişe verici boyutlara varmış durumdadır." (2731-1)

"Varlık, Peru adı verilen bu ülkede, İnkalar'ın ve Poseydia halklarının gelişlerinden önceki Ohlmlar devrinde, ayaklanmaları başlatanlar ve daha sonra halkı büyük ölçüde şahsi arzu ve istekle­rini tatmin etmeye zorlayanlarla birlikte. olan bu hükümdarlık evinde ya da hükümdarlığın ortağı olan evde bir prenses idi. Bu- nu^a birlikte varlık yükak bir ruhal yapıya ahipti, bir hayli ^- lişmiş bir insandı ve bu devir boyunca bunu kaybetmedi ve daha da kazandı." (1916-5)

" ... Bu yaşamından önce, varlığın Peru Ülkesi'nde kendisini etkilemekte olan diğer kişiler yüzünden aşın dini gayret göstere­rek hataya düşmüş olduğunu görmekteyiz! Varlık kendi kendisiy­le meşguldü ve kitlenin yararlarını düşünmüyordu." (949-11)

''Bu yaşammda.n önce, varlık, adalara aynlmasma neden olan ilk tufandan sonraki sıkıntılı dönemde, günümüzde Atlantis adı verilen bu ülkede yaşamaktaydı. Varlık, tek tesirin, ya da insan ile yeryüzünde tezahür etmekte olan Yaratıcı Güçler'in ilişkisi olarak

bilinen güçlerin oğullan ile mücadele eden ^lial ^llan'nın ta- raftarlarındandı. Bununla beraber, tahrip oluş sırasında varlık kendini yararlı bir faaliyete verdi. Bu bölünmeler meydana geldi­ğinde, varlık diğer ülkelere gitmek için bu topraklardan kaçmaya çalı^nlar arasında yer alnuştı; ve bu faaliyetleri günümüzde ^ta Amerika denilen yere getirdi. Bu enkamasyonu boyunca varlık, yaşamının sonlarına doğru, İnka ulusunu meydana getiren aktif güçlere, yönetim düzeninde ikinci kişi olarak katıldı ve yaşanunın son bölümü süresince rahip oldu." (670-1)

" ... Günümüzde Peru'nun denilebilecek olan bu topraklarda, çok daha sonra İspanyollar tarafından yapılan değil, Maya veya Yucatan Ülkesi'nden olanlar arasındaki bölünmeden dolayı mey­dana gelen ve zulmün hüküm sürdüğü bu devirde... Burada, varlı­ğı bir rahip, ya da kralın veya büyük rahibin oğlu olarak görmekte­yiz, ama tam bir otoriteyi elinde bulunduran bu enkamasyondan yararlanmıyor. Bununla beraber varlık, grupların etkinliklerinin pek çoğundan haberdardı; bu ilgisi yalnızca tüm bedensel ihtiyaç­lar için kurulmuş olan ortak kullanıma açık depolar ile ilgili olarak halkın yaran için değil, aynca ruhsal ve zihinsel uygulamalarla da meşgul olmak şeklindeydi. Çünki o devirdeki yönetim şekli böy- leydi ve varlık bu depolardan ya da evlerden birini yönetmekle va­zifeliydi; halbuki ailesinde senyör durumuna gelip yakınlarını kö­leleştirmek amacını güdenler vardı ... Varlığı, bundan önce de Peru . topraklarında ancak başka bir bölgede, daha çok Atlantis'in ve ay­rıca ^ ya da İnçal Ülkesi (•) durumuna gelecek olan ülkenin bir kısnunı oluşturan bölgede yaşarken ... ve Bir Yasası Çocuklan'nın faaliyetlerine katılırken görmekteyiz. Burada varlığı grupların çok çeşitli etkilerinin birleştirilmesi için sürdürülen faaliyetlere çok iyi uyum sağlanuş olarak görüyoruz. Çünki varlıkta lisan ve grup halinde çalışma yeteneği vardı. Bu, varlığın enkamasyonlannın bir bölümünü oluşturduğu için, varlığın günümüzdeki enkarnas- yonunda çeşitli dilleri konuşma ya da lehçeleri tanıma ve insan gruplarının yöresel hayat şartlarını bilmenin özel bir alaka konusu teşkil ettiği görülmektedir." (1637-1) •                                                                  ...................

(•) Intel okunur.

"Varlığm, Peru adı verilen ve Ohlmlar'ın egemenliğinin son bulduğu bu ülkede Atlantis'ten gelmiş ve halklara evleri ve tapı- naklan inşa etme ve süslemede yardım etmiş olanlar arasında bu­lunduğunu görüyoruz. Varlık, güneş kültünü ve güneşe ait güçle­ri, adak olarak insan kurban etmeye varıncaya kadar ülkeye soktu; çünki varlık, bu ülkede, o devirdeki ilk insan kurban edilişini yö­neten ve güneşin ilk büyük rahibesi olan kişi idi. Ruhunu önce yi­tirmiş, sonradan yaptığı bir hizmet ile yeniden kazanmıştı. İsmi Rariru idi." (2887-1)

"Bu enkarnasyonund, varlık, daha sonra İncallar adı verile­cek olan, Kayıp Kabileler, Atlantis Ülkesi'nin halkları, Lemurya Ülkesi'nin batısından gelmiş olan halklar içinde bir rahibe idi. Bun­ların tüm faaliyetlerine iştirak ediyordu ve bu da günümüzdeki enkarnasyonunu etkilemektedir. Çünki madenler, cam, çanak, çömlek, dokuma..., bunlann ikamet edilen yerlerde sadece ihtiyaç için değil, eğlence ve kült için de kullanılmalan ve uygulaması, bu faaliyetleri birbirinden ayırmaya çalışan varlığın ilgisini çekiyor­du. Eski zamanlarda, ya da pek çok eski enkarnasyonlar esnasında herkes birlikte yaşıyordu. Varlık bir ayrılık istiyordu, ama bu ken­disine sıkınb getirdi." (1159-1)

İKİNCİ KISIM

ŞAŞIRTICI MAYAL AR

Atlantisliler'in göç etmiş olduk.lan ülkeler içinde hiç biri on- lann etkisini Meksika'daki Yucatan kadar açığa çıkaramaz. Bura­da, Atlantis kültürünün, daha eski ve ilkel bir kabile kültürü üze­rindeki derin izlerinin en kayda değer örneği sergilenmektedir. Ne mutlu ki, Mayalar hakkında bilimsel bakış açısından olduğu kadar Cayce'in "okumaları" vasıtasıyla da çok şey bilinmektedir.

Güney Meksika'daki bu yanmada, modern arkeologları u­zun bir süre şaşkınlığa düşürmüştür. Maya muamması, bu uy­garlıktan geriye kalanların 16. yüzyılın başlarında Cortez tarafın­dan ele geçirilişinden beri insanların imajinasyonlanna ilham kay­nağı teşkil etmiştir. Mayalar yüz sene içerisinde tamamen ortadan kaybolmuşlardı ve bu olay onların kökenleri kadar esrarengiz­di.

Kimdi bu insanlar? Nereden geliyorlardı? İlkel bir durum­dan hayli gelişmiş bir uygarlık düzeyine aniden nasıl geçebilmiş­lerdi? Yeni ve daha az tercih edilebilecek türden topraklara yer­leşmek amacıyla niçin sürekli olarak yer değiştiriyorlardı? Sonra­dan ne oldular? Tarihçilerin merakını uyandıran sorular bun­lardır. Biz önce bilimsel keşifleri inceleyeceğiz, ardından da, bili­nenler ve bilinmeyenler hakkında daha fazlasını öğrenebilmek amacıyla Cayce'in "okumalan"na döneceğiz.

Kaşifler Maya uygarlığına ait sayısız kalıntılar buldular, çün- ki ardında zengin bir arkeolojik kaynak bıraknuştı; ancak bunlann hemen hepsi de henüz ne çözülebilmiş, ne de gerçek değerleri tak-

dir edilebilmiştir. Ayrıca, Mayalar'ın kökenleri ve faaliyetleri hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir.

Maya kültürünün eserleri sayısızdır; "kitaplarından" bazıla­rı, görkemli piramitleri, içinde taştan yontulma sunaklar ve tahtlar bulunan büyük taş bloklardan yapılma tapınakları, küre biçimin­de, 65 tona varan ağırlıklarda dev, yekpare taştan anıtları ve hatta beyzbola benzer oyunları için kullandıkları sahaları zaten keşfe­dilmiş durumdadırlar.

Mayalar'ın içinde yaşadıkları çağa göre çok ileri bir seviyede bulundukları şüphe götürmez; öylesine ki, bu uygarlık konusun­da bir otorite durumunda olan S.G. Morley onlara "Yeni Dünya' nın Yunanlıları" adını vermiştir. Aslında "onlar eski Amerikan ru­hunun en parlak dışa vurumunu temsil etmekteydiler". Heykelci­lik ve mimarlık yetenekleri, hiyeroglif yazı, matematik, astronomi ve idarecilik bakımından yüksek seviyede gelişmiş sistemlerine eşit bir düzeydeydi.

Aritmetikte sıfın ilk kullananlar onlardı. Matematikte usta­laşmışlardı ve Amerika'nın keşfedildiği çağda kullanılmakta olan ve Eski Dünya'ya ait sistemden çok daha kesin bir kronoloji meto­du tahayyül etmişlerdi. Bu metot öylesine karmaşık ve incedir ki bilim adamlarının, bu formülün asırlar boyunca gelişmiş ve azar azar mükemmel duruma gelmiş olabileceğine inanmaları hayli zordur. M.Ö. 3. yüzyıla doğru, tamamıyla üstün bir beyinden çıkmışa benzemektedir. Maalesef arkeologlar bunun bilinen tarihi bir vaka ile bağlantısını kurmakta yetersiz kalmış olduklarından bu devrin tarihini belirlemek mümkün olmamaktadır. Ayrıca, bunların yazısı 600'den fazla ideogram (*) ihtiva etmektedir ve bunların yarısı bile çözülememiştir. Ne yazık ki İspanyollar da "ki­tapların" pek çoğunu tahrip etmişlerdir.

Mayalar çiftçi bir millet olduklarından mevsimlerin onlar için önemi büyüktü. Astronomları gezegenlerin çeşitli hareketleri­ni ve safhalarını kaydediyorlardı; ama bu konuda bile yapmış ol­dukları çalışmaların anlamlan bizler tarafından kavranılamamak- tadır.

(•) Her kavramın bir işaretle ifadesi. Hiyerogliflerde ve Çince'de olduğu gibi

İlk Mayalar'ın yaklaşık 12 00 sene önce Asya'dan gelmiş ola­bilecekleri düşünülmektedir. "Modem" Mayalar'ın tersine, onlar eski tarihleri hakkında pek az bir belge ve çok parçalara ayrılmış bir gelenek bırakmışlardır. Onlardan geriye ne en ufak bir mimari iz, ne de bir anıt kalıntısı kalmamıştır. Onlar hakkında çok az şey bilinmektedir ve onlara sadece Ön-Mayalar denilip geçilmiştir.

Görünüşe bakılırsa bu, sade, sakin, dine bağlı ve Bacablar (•) adı verilen bazı küçük tannlan olmasına rağmen Tek Tann'ya tap­makta olan bir milletti. Onlar için en yüce varlık, alemin yaratıcısı olan ve Hunab Ku adında bir Tann idi; Hunab Ku, Bir Tanrı an­lamına gelmektedir. Efsaneye göre Yucatan'a iki yönden gel­mişlerdi: Deniz yoluyla Meksika Körfezi'ne ve kara yoluyla da Zamma adındaki, Musa'yı andıran bir kahramanın önderliğinde güneyden ve batıdan gelmişlerdi. Tradisyonlanndan birine göre, onlardan önce burada, daha sonra tufan yüzünden ortadan kalkmış olan pek çok uygarlıklar yaşamıştı. İşte onlar hakkında bi­linenlerin hemen hepsi bundan ibarettir.

Bununla beraber, arkeologlar eskisinin ardından gelen en ye­ni uygarlığı keşfettiler. Bu esrarengiz hadisenin M.Ö. 100 yılına doğru meydana gelmiş olduğuna inanılmaktadır. Çok ani ve esaslı bir şey cereyan etmiş olmalıdır. Nerede ve ne zaman olduğu hak­kında hiçbir şey bilinmemektedir, ancak Morley, "Eski Mayalar" isimli kitabında şöyle bir soru sormaktadır: "Acaba bu, kültür nabzının dış bir etki ile hızlanışı mıdır?"

"Tanrılar, Mezarlar ve Bilim Adamları" adlı eserinde, C.W. Ceram, tarihi bakımdan doğruluğu ispat edilmiş bir efsanenin te­mellerine gayet sık bir şekilde rastladığını ve her ne kadar ilk bakışta inanılmaz gibi görünseler dahi efsaneleri bir kenara itmek ve bunlan şiirsel kurgular olarak ele almak gibi bir hataya düşme­memiz gerektiğini açıklar. Atlantis teorisinin en ateşli taraftan, A.B.D.'nin yirmi dört sene boyunca Yucatan konsolosluğu görevi­ni yapmış olan Edward H. Thompson olmuştur. Tam bir arkeoloji tutkunu idi, özellikle de Maya kültürü ile ilgileniyordu ve büro­sunda pek kalmıyordu. 1935 yılında, Mayalar'ın batık kıta Atlantis

(•) Ba^b okunur.

asıllı olduklanna daima inanmış biri olarak bu hayata gözlerini yumdu. Çevrelerinde oluşan bazı alaya tebessümlere ve muhafa­zakarca baş sallamalara rağmen diğer bazı kişiler de aynı tezin sa­vunucuları oldular.

Maya uygarlığının başlangıçta zannedilmiş olandan Çok da­ha eski olduğu kanıtlanmış gibidir. Mısır sanab ile olan benzerlik­ler son derece çarpıadır ve Mexico (Meksiko) yakınındaki bir pira­midin üzerinden alınnuş olan bir lav örneği vasıtasıyla bunun, ne­reden gelmiş olduğunu bilemeyen jeologlar tarafından 800 yıl­dan daha eski olduğu sonucuna vanlmıştır. Şayet bu doğru ise Meksika kültürü Babil, Yunan ve Mısır uygarlıklanndan bin yıl öncesine uzanmaktadır. İşte bu da, jeologlan yanlışlığa düşmekle suçlayan ve ileri sürdükleri tezi reddeden arkeologların canın( hayli sıkmış ve onlan kızdırmıştır. Eski kalıntılann halen Meksiko kentinin altında olduğu bilinmektedir ancak bunlara ulaşmak artık imkansızdır.

Mayalar'ın evrimlerinde "bir şey" meydana gelmiş olduğu tartışılmaz bir gerçektir ve bu muamy ı daha da karanlığa iterce- sine, son Mayalar'ın bilemediğimiz bir nedenden ötürü' ülkelerini terk ederek başka yerlere pek çok göçler düzenlemiş olduklannın sayısız kanıtlan bulunmuştur. Hasatlannı, tapınaklannı ve şehir­lerini öylece terk ederek kitleler halinde gitmişlerdi.

Bu olayı açıklamak üzere birçok varsayım ileri sürüldü: İç sa­vaş, yabancı istilası, toprağın bozulması, batıl inanç, veba ya da benzer bir felaket, zelzele, iklimde değişiklikler vs. gibi... Tüm in­sanlar, karmakanşık ormanının (cangıl) tam bir sorun olduğu, top­rağın verimsiz olduğu ve başlıca hububatlan olan nusınn yetişme­sine hiç uygun olmayan ve suyun da hayli az bulunduğu Yucatan Yarımadası'nın uç bölgesine yerleşmek üzere güneydeki kentleri terk etmişlerdi. Bununla beraber bu kitle hareketleriyle birlikte Maya halkının modern tarihi de başlamış oluyordu.

Eskisi üzerine kurulmuş olan yeni imparatorluk tamamen farklıydı ve ayırım noktası o kadar belirgindi ki Mayalar'ın Yucatan'da daha eski bir millete rastlanuş olduklan şüphesizdir. Aynca, M.S. 10. yüzyıldan itibaren güneye doğru meydana gelmiş

bazı sızmalar Maya uygarlığını daha da karışık duruma getir­miştir. Bu hareketin Mayalar'a sayısız tanrı, puta taparlık ve insan kurban etmeyi getirdiği düşünülmektedir.

Bir Maya tradisyonuna göre, ilk öncüler Yucatan'a doğudan geldiler ve sayıları çok azdı. Buna "Küçük İniş" adı verildi. Daha sonralan Mayalar büyük kalabalıklar halinde adeta aktılar ve bu­na da Noheniel ya da "Büyük İniş" adı verilmiştir. Efsane anlam­lıdır ve insan topluluklannın yer değiştirmiş oldukları, ülkenin doğusunda, batısına kıyasla daha eskiye ait tarihlerin keşfedilme­siyle de destek görmüş olmaktadır..

Maya şehirleri içinde en eski keşfedilmiş olanlarından biri ve şüphesiz en görülmeye değer olanı Honduras'ın kuzeyinde, Co- pan'da bulunan şehirdir. New Yorklu genç bir avukat olan John Llyod Stephens ve İngiliz ressamı Frederick Catherwood katır sırtında cangıla daldılar ve anıtlar ve heykellerle dopdolu görkem­li bir şehir buldular. 1839 yılında bölgeyi elli dolara satın aldılar ve keşiflerini kaplamakta olan bitki örtüsünü büyük bir sabır ve tut­kuyla açmaya koyuldular. Birkaç hafta içerisinde, yontulmuş fi­gürlerle ve hiyeroglif yazılarla kaplı on bir adet taş anıtı, taştan yontulmuş jaguar başlarını, sunakları, terasları, sarayları ve pira­mitleri gün ışığına çıkarmayı başardılar. Binalar birbirlerine bü­yük ve güzel görünümlü merdivenlerle bağlanmış durumdaydı ve bunlardan bir tanesi 500 adet ideogram ile süslenmişti. Step- hens günün birinde bu şehrin tüm geçmişini anlatabileceklerini ümit ediyordu. Maalesef bu işin büyük bölümü açığa kavuşama­mış bir durumdadır.

Her iki kaşif de araştırmalarına devam ettiler ve Meksika'run güneyinde toplam olarak 44 Maya şehri keşfettiler, ki bunlar arası­nda Palenque, Uxual, Chichen Itza gibi ünlüleri de bulunuyordu. Ardından Stephens şöyle yazacaktı:

''Ne anıtların, ne de heykel kalınblannın üzerinde, insan kur­ban edildiğine ilişkin ve hatta herhangi başka bir canlının kurban edilişine ilişkin hiçbir kanıta rastlamış değiliz; ancak her 'put'un önüne yerleştirilmiş olan yontulmuş büyük taşların kurban sunağı

işi görmüş olduğundan hiç şüphemiz yoktur. En yaygın heykel bi­çimi bir ölü başıdır ve bu bazen başlıca unsur rolü oynamaktadır; eskiden buraya bir ak^suar ol^ak yerleştirilmiştir..."

S.G. Morley 1938 yılında Yucatan'daki Uaxactun'da diğer bir tepenin albnda kalmış, klasik-öncesi döneme ait bir piramit keşfet­ti. Bu harika taş yapı beyaz alçı ile kaplannuşh, dört yüzünün her birinde bir merdiveni bulunuyordu ve bunlar arasında mermer ki­reci sıvasından yapılma jaguar masktan diziliydi. Bunlar, bazılan- na göre Mayalar'dan da daha eski, Polinezya tipi bir halk olan Ol- mekler'in stilinin işaretini taşımaktaydı.

En şaşırtıcı ve en izah edilemez keşif hiç şüphesiz alçı taşın­dan yapılma, beş ton ağırlığında dev bir tamburdur. Güftümüzde ikiye kınlmış durumdadır; uzunluğu 5 metre, çapı da 60 santimdir ve dev bir kompresör silindirini andırmaktadır. Ne için kulla­nılmış olduğu bilinmemektedir, ancak Mayalar'ın taşlar, çimento ve mermer kireci sıvası kullanarak kaldınmlı yollar yapmış olduk­tan kanıtlanmıştır. O devirde ülke baştan aşağı bir yol ağı ile örülmüşe benzemektedir. Mayalar'ın tekerlekli arabalara ve muh­temelen yük hayvanlarına sahip oldukları bilinmektedir.

Bazılanna göre bu yollar dini merasim alaylannın geçişi için kullanılıyordu. Thomas Gann, "Coba'dan yola çıkan, harikulade giysiler giymiş rahipler ve asillerden oluşan uzun alayı, renk renk kıyafetlerini, güneşte parıldayan rengarenk tüylerle donannuş saçlannı, bunların önünde giden şarkıcıları, flüt ve tambur çalan çalgıcıları, bunların ardından yürüyen, buhurdanlık taşıyan ve dört bir yana kopal tütsüsünün kokulu dumanını dağıtan beyazlar giymiş rahipleri zihnimizde canlandırabiliriz." diye yazar. Üç gün­lük bir yürüyüşten sonra hacılar kendi Mekkeleri'ne, yani Chichen ltza'nın "castillo"suna ulaşıyorlardı, burada büyük Tüylü Yılan'ın rahipleri tarafından karşılanıyorlar ve törenlerle adaklanru sunu­yorlardı.

Mayalar tarihten çok astroloji ve astronomiye meraklıydılar ki bu da bizler için bir şanssızlık olarak değerlendirilebilir. Tarihle meşgul olduklanna dair en ufak bir iz yoktur. Ancak bir Maya eseri olan kitapları "Chilan Balam'ın Kitabı" onların kültürlerini anlat-

makta ve büyük bir afetin ayrınhlı tanımını yapmaktadır. Meksi­ka'da, ilk uygarlıklan yok eden yanardağ patlamalannı, yer sar- sıntılannı ve deniz kabarmalannı anlatan diğer yazıtlar da bulun­muştur ve bunlar kitapta yazılı olan felaketi kanıtlamaktadır.

Mayalar'ın dinleri, tanm üzerinde de büyük bir etkiye sahip olan takvimlerine sıkı sıkıya bağlı bir durumdaydı. Takvim Mısır- lılar'ınki ile aynı düzeyde ve Avrupalılar'ınkinden çok üstündü. Dinin pragmatik (fiili) bir yapısı vardı. Nüfus bir tarafta rahipler, asiller ve ordu, diğer tarafta halk kitlesi olarak aynlmışh. Bunlann ikisi arasında esnaf sınıfı vardı. Pek çoğu şahsında toprağı ifade eden sayısız tannya hizmet amacıyla, çok sayıda rahip gerekiyor­du. Bunlar arasında yalnızca dört tanesi büyük bir önem taşıyor­du. Birincisi, diğec üçü ve dolayısıyla diğer küçük tanrılar kitfesine de hükmetmekte olan baş Tann idi. Bu, bir tür mesih olan Yılan Tann Kukulkan idi. "Modem" Mayalar'ın dininde, haç da dahil ol­mak üzere, Hristiyanlığa ait pek çok unsura rastlamak müm­kündür.

Büyük rahipler ancak, çok öz.el ve büyük bayramlarda ortaya çıkıyorlar, zamanlannın geri kalanını genç rahipleri yetiştirmekle geçiriyorlardı. En yüksek derece olarak ilk önce Chilanlar, ardın­dan Naconlar adı verilen özel rahipler ve en aşağı düzeyde de Chaclar adı verilen laik rahipler bulunuyordu. Bunların fonksi­yonları sınıflarına göre değişiyordu ve köy halkı tarafından de­mokratik biçimde bir yıllığına seçiliyorlar, süreleri dolunca da yer­lerini bir diğerine bırakıyorlardı.

Rahiplere ek olarak genç kızlardan oluşan gruplar tapınak- lann ve kutsal ateşlerin bakımı ile uğraşıyorlardı. Bu kızlar genel­likle en asil ailelere mensuptular ve gönüllü olarak çalışıyor­lardı.

Bazı işaretlere göre Mayalar insan da kurban ediyorlardı; ama tannlanna genel olarak bilhassa hayvanlar ve meyveler sun­maktaydılar. Bu adaklar daima tanm ile bağlantılı idi; bunları yağmur ya da iyi hava istemek, ya da iyi bir hasattan sonra teşekkür etmek gayesiyle sunuyorlardı. Harabeler arasında su­naklara ve kurban taşlanna gayet bolca rastlanmaktadır, ancak

bunların üstündeki hiyeroglifler hala çözülememiştir.

Maya uygarlığının en zirve noktasına 200 yılma doğru ulaş­mış olduğu, »nra açıklanamaz bir şekilde ^M yılına doğru bir düşüşe geçtiği ve 1600 yılına doğru İspanyol istilası sırasında ta­mamıyla parçalanmış bir durumda olduğu söylenebilir.

Cayce Dosyalarından Aktarmalar

Mayalar'ın gerçek tarihleri telki de ilk tufanlar anasında ^ murya ve Atlantis'te başlıyordu. O devirde Atlantis'in sonuçta "ki­birli, kötü ve zinaya düşkün" bir milletin ortadan kalkışına yol aça­cak olan manevi çöküşü zaten başlamışh. Materyalizm, ruhsal bil­gilerin ve kudretin kötüye kullanılışı Atlantisliler'i mahvedecekti. Bazıları yaklaşmakta olan felaketin şuuruna varmışlar ve insan­lığın elindeki tüm bilimleri ve bilgeliği biraraya getirerek bunu önlemeye gayret ediyorlardı. M.Ö. 10700 yılında büyük bir konsey toplandıysa da bir sonuç alınamadı.

Büyük buzul çağlarından sonuncusuna yol açan kutupların yer değiştirme hareketi beraberinde meydana gelen ilk kıyamet, zaten olup bitmişti. Kuzey ve Güney Amerika kıyıları açıklarında, Pasifik Okyanusu'nda yer alan Lemurya ya da Mu, zaten batmaya başlamıştı. Atlantis Kıtası da birçok büyük adaya ayrılmış ve gü­ney bölümü tamamen batmış durumdaydı.

Lemurya'da, Yucatan'a yapılan göçler ilk tufan sırasında başlamışh. Ancak milletlerin Atlantis'in Poseydia, Araz ve Og gibi en sona kal^n adalarını da terk etmeleri ve büyük göçün gerçekleş­mesi, Tevrat'ta anlatılan ve M.Ö. 28200'de gerçekleşen ikinci tufan­dan ve 1060 'de meydana gelen üçüncü ve son tufandan önce ol­muş değildir. O zaman adı Yuc olan Yucatan'ın bu kısımlarına ya­pılan göçler binlerce yıl devam etti. Son göçmenler uçan araçlarla geldiler.

Yucatan Yarımadası günümüzde olduğundan çok farklıydı. Düz ve tropikal değildi ve çok daha büyüktü, daha ılıman bir ikli­mi, daha değişkenlik gösteren bir topografyası vardı. Günümüz-

deki şeklini üçüncü ve son tufan esnasında aldı ve bu sırada alan­larından büyük bir bölümünü yitirdi, buralarda yaşayanlar da da­ha içerilere doğru sığınmak zorunda kaldılar.

Böylece, uzun dönemler boyunca doğudan, Atlantis' ten ge­len kızıl ırk ile ve bahdan, Lemurya'dan ve güneyde Peru'dan ge­len esmer ırka mensup ilk boylar arasında bir kaynaşma sürdü git­ti ve bu da sayısız kültürlerin ve inançların bir potada erimesini sağladı. İşleri daha da karıştırırcasına A.B.D.'nin güneybatısının ilk sakinlerinden bazıları, Mısır'ın Kayıp Kabileleri'ne mensup İs- railoğullan, beraberlerinde diğer şeylerle birlikte madeni ve kili de getirerek Yucatan'a indiler. Böylece, kazılar ilerledikçe sayısız uy­garlık bulunmuştur ve daha da bulunacakhr. Mayalar da ortaklaşa bir yaşam sürdürüyorlardı, yani "bir kişi herkes, herkes de bir kişi için" idi.

Yucatan'a yapılan göçün başlangıcında Atlantisliler beraber­lerinde büyük uygarlıklarını da getirdiler, ancak tüm teknolojileri­ni getirmediler. Pek tabii ki bunun hepsini birden bir seferde aktar­maları mümkün değildi, ama bilgilerini ve kültürlerini ve özellikle de Bir Yasası'nın dogmalarını korumaya büyük özen gösteriyor­lardı.

Kendi şehirlerini inşa ettiklerinde etkileri de kendini hisset­tirmeye başladı. Tapınakların ve sarayların görkemi, etraflıca dü­şünen yönetim biçimleri, tanm, matematik, dekoratif sanatlar, ku­yumculuk ve tekstil konusundaki bilgileri ile kendilerini gösteri­yorlardı.

"Varlık Yucatan topraklarına gelmeden önce, Atlantis'ten kaçan tüm bu milletler buraya yerleştikleri zamanda, giyim ku­şama ve kıymetli mücevherlere ilişkin tüm bu şeylerin, varlığın özellikle ilgisini çekmekte olduğunu görüyoruz; dekoratif sanat­lar ve bunun tekstile uygulanması onun faaliyetlerinin bir bölü­münü oluşturuyordu. Çünki varlık o zamanlar, otoriteye sahip ol maksızın, aynı aileye mensuptu ve adı Tep-k-eux idi. Bu enkamas- yonu boyunca varlık iyiye doğru gelişti ve bu kişiler içinde pek çokları arasında ruhsal yasaların uygulanışı hususundaki görüş aynlıkları yüzünden anlaşmazlıklar olduysa da o, bu özel dönem

boyunca diğerlerine göre daha başanlı şekilde güçlüklerin üste­sinden gelmeyi başardı." (1664-2)

Daha sonralan ölüleri yakma adetini kabul ettiler. Ve bu amaçla yapılmış bir tapınağın içinde ölülerin külleriyle dolu kava­nozlar günün birinde keşfedilebilecektir.

Bu Atlantisliler'in içinde pek çokları rahip ve rahibe idiler, çünki özellikle dini incelemelere ve sayısız dini merasimlere bü­yük ilgi duyuyorlardı. Işık (Güneş) Tapınağı, -ki henüz keşfedile­memiştir- çevresinde tüm faaliyetlerinin dönmekte olduğu hayat merkezlerini temsil ediyordu.

Atlantisliler tarafından inşa edilmiş olan ilk tapınaklar son tufan esnasında terk edilmiştir ve bunlardan geriye kalanlar keşfe· - dilmiş durumdadır.

Piramitler de gün ışığına çıkarılmışhr, ancak her ne kadar bu değişik kültürler arasındaki gerçek bağları ve birleşik faaliyetleri yeniden ortaya çıkarmak için teşebbüs edilmişse de piramitler ta­mamen açılmamışlardır. Bunlar, günümüzde derece derece öğ­renmekte olduğumuz, gazlann bu kaldırıcılık kudretinden istifa­de ederek inşa edilmişlerdir.

Kalıntılar içinde Mısır, Lemurya ve Peru etkilerine de rastla­nabilir. İkinci ve üçüncü uygarlıkların kalınhlan belki de hiçbir za­man bulunamayacaktır, çünki bunun için günümüz Meksika uy­garlığının ve bilhassa Mexico kentinin büyük bölümünün arkeolo­jik kazılıır için tahrip edilmesi, ortadan kaldırılması gerekmekte­dir.

Dev boyutlarda yuvarlak taştan anıtlar ya da abideler, Atlan- tisliler'in ilk yerleşme dönemlerine aittir ve dini işlerde belirleyici bir rol oynuyorlardı. Bunlar Tek Tanrı'nın ruhunun sembolü idi­ler. Sunaklar, kişilerin (hilkat garibeleri mi?) bedenlerini nefretten, gaddarlıktan ve bencillikten anndırmaya yanyorlardı; yoksa bun- lann üstünde insan kurban edildiği filan yoktu. Bu uygulama çok daha sonraları İsrailliler'in etkileri neticesinde gelmiştir. Piramit­ler ve sunaklar Og ve Mu -Peru ve Lemurya- milletlerinin eserleri­dir, ki bunlar hakkında yazıtlarda, sunaklan ve aile tanrılan olan yüksek ülkeler olarak bahsedilir.

Perulular beraberlerinde tahrip edici etkileri de getirdiler; sonuçta bölünmeye yol açan dini tartışmalar patlak verdi ve çok sayıda Mayalar A.B.D.'nin kuzeyine ve güneybatısına doğru göç etti.

"Varlık, diğer ülkelere göç edenler arasında bulunuyordu; Belial Oğullan'nın faaliyetlerini de, Bir Yasası Çocukları tarafın­dan alınan tedbirleri ve yapılan uyarılan da gayet iyi bilmekteydi. Dolayısıyla varlığı yeni bir ülkedeki ilk yerleşim dönemlerinde, yeni binalara girenler içinde, Og ve On Ülkeleri'nden gelen etkiler yüzünden yıkıcı bir hale dönüşen yeni faaliyetlere iştirak edenler arasında görmekteyiz ve burada, varlığın enkarnasyonu boyunca günümüzde A.B.D.'nin güneybatısı olarak bildiğimiz bölümün büyük kısmını oluşturan yüzey değişimleri meydana gelmiştir. Bu enkarnasyon süresince varlık, kurban rahibesi olmuştur. Dünya üzerindeki bu bedenli hayatında elleri ile çok kan dökmüştür." (1604-1)

lsrail'in Kayıp Kabileleri'nin göçebe halkının A.B.D.'nin gü­neybatısına inişleri M.Ö. 300 yılına rastlar. Bunların atalan bu kıtaya Mısır'dan gemilerle gelerek ve Lemurya'dan geçerek ulaş­mışlardı. Bunlar da, Yucatan'a kadar tüm Meksika'yı boydan boya geçtiler ve içinde, ortalığı kan denizine çeviren insan kurban etme­nin de bulunduğu örf ve adetlerini Og, Mu ve Atlantis milletlerine aşıladılar.

"Varlık, eskiden, kişilerin yabancı ülkelerdeki faaliyetlere hazırlanmakta olduğu dönemde Mısır'da yaşamaktaydı. Varlık, faaliyetlerini, günümüzde Yucatan denilen yerde uygulamak a­macıyla kendini Güzellik Tapınağı'nda yetiştirmekte olanlar arasında bulunuyordu." (3384-3)

Daha sonra, güneş kültü dinin içine sızdı, 16. yüzyıldaki İspanyol istilasından önceki dönemlerde duvarların ve binaların üzerine güneş resimleri ve yazıtlar kazındı.

. "Yucatan'da, sayısız gizli belgeler ve uygarlık eserleri hala daha gömülü bir durumdadırlar ve bunlar günün birinde Mayalar hakkındaki gerçeği ve Tevrat'ta bulunan, bazı karanlıkta kalmış bölümleri açıklayacaklardır. Bu aynı dogmalar Atlantis Okyanu-

su'nun derinliklerine de batmış ve Mısır piramitlerine de ka- pablmış bir durumdadırlar. Kehanetlere göre 1938 yılında keşfe­dilmeleri gereken ve tarihçilerin hakkında hiçbir şey bilmedikleri Mayalar'ın sunak taşlan da bu belgelerin bir kısmını oluşturmak­tadır. Bunlar sonuç olarak Washington'daki Pennsylvania Devlet Müzesi'nde ya da Chicago'da sergileneceklerdir." (Cayce)

Günümüzde Mayalar'ın soyundan gelen üç milyon insan Yucatan'a ve Guatemala'nın bazı bölgelerine dağılmış vaziyette hala yaşamaktadırlar. Gerçek bir feodal devlet olan Guatemala'da nüfusun % 2'si, topraklann %70'ine sahip durumdadır. Çoğunlu­ğu okuma-yazma bilmeyen Mayalar, çok düşük ücretlerle muz ağacı dikimi işinde çalışmaktadırlar ve sefalet çekmektedirler.

Günümüzde turistler arkeolojik bölgelere otobüs ile, vaktiy­le kılıç darbeleriyle açılmış bir cangılın içinden geçerek ulaşmak­tadırlar. Chichen Itza kenti bütünüyle en fazla gün ışığına çıkar­tılmış Maya başşehri durumundadır. Burada büyük Savaşçılar Tapınağı ve piramitler içinde en yükseği olan Castillo görülür. Bu­nun genişliği 58 metre, uzunluğu 70 metre, yüksekliği de 18 metre­dir. Mısır'daki Büyük Piramit'ten çok ufak olmasına karşın A.B. D.'deki tümülüsleri inşa edenlerin yapmış olduktan bu toprak abi­delerden çok daha büyüktür.

Kazı çalışmalan sürüp gitmektedir. Ulusal Coğrafya Cemi­yeti (National Geographic Society), Ulusal Bilim Vakfı (National Science Foundation), Washington Carnegie Enstitüsü, Pennsylva- . nia Üniversitesi ve United Fruit Co. yeni şehirler ve yeni tapınaklar bulunmasını sağlayan keşif çalışmalannı finanse etmişlerdir. An­cak Mayalar adı verilen bu esrarengiz yerli kabileleri hakkında keşfedilecek ve öğrenilecek olan daha pek çok şey vardır.

Cayce'in "okumaları" diğer Meksika kültürlerini, yani Tol- tekler'i, Aztekler'i ya da Olmekler'i isimleri ile söz konusu etmez­ler, bunlardan ancakima yolu ile bahsederler. Sonuç olarak bu uy­garlıkların da hikayemizde oynayacak bir rolleri vardır.

"Silahsız Konkistadorlar" adlı eserinde Deuel şöyle yazıyor: "Kuzeyden gelen göçebe kabileler durmak yorulmak bilmez dal­galar halinde Mexico Vadisi'ne yayıldılar, uygarlığın hem avantaj-

lanndan hem de zulmünden nasiplerini almak ve sıralan geldiğin­de yerlerini buraları fethedecek olanlara bırakmak üzere bölgenin ilk sakinlerinin yerini aldılar. Bu da kadim Meksika uygarlıklanru inceleyenler için ülkenin tarihinin delik deşik ve tam anlamıyla kavranılamaz nitelikli oluşunu ve öğrenme ihtirası uyandırıcı özelliğini açıklamaktadır." Gelecek olan bölüm bu konu ile ilgili­dir. İşin en zor tarafı da çeşitli devirlerin tarihlerini saptamakbr. En eski Maya şehrinin M.Ö. 1500 yıllarına kadar uzanan bir geçmişi olduğu tahmin edilmektedir.

Garip bir millet olan ve haklarında bir şey bilinmeyen 01- mekler, Mayalar gibi bilinen milletlerden farklı bir yapıya sahipti­ler. Mayalar yerli idiler; halbuki Olmekler, heykellerine bakılırsa dış görünüm olarak Polinezyalı ya da Mısırlı idiler. Ancak şöyle bir soru sorulabilir: "Olmekler kimlerdi ve nereden geliyorlardı?" Mayalar'a nazaran daha eski bir millete benzemektedirler ancak, onlarla sıkı ilişkiler kurmuş olsalar gerektir, çünki Mayalar'da bir­takım yabana etkilerin işaretleri hayli boldur. Olmekler Lemurya asıllı mıdırlar? Bu da bilinmiyor.

Cayce'in önceden bildirmiş olduğu gibi Maya ideogram- larının hemen hemen yarısı kadarı çözülmüştür ve üstü yazılı taşlarının bazıları, bugün Pennsylvania Üniversite Müzesi'nde, Chicago'daki Doğal Tarih Müzesi'nde ve Smithsonian Ens- titüsü'nde bulunmaktadır. Rus eksperler kod anahtarını bu:lduk- lannı iddia etmektedirler, ancak vadedilen tercümeler henüz hiç verilememiştir. Dolayısıyla Mayalar hakkında yeni bazı heyecan verici açıklamalar yapılacağı ümit edilebilir.

Cayce'in "Okumalan"ndan Aktarmalar

"Varlık, Yucatan'da, Atlantis'teki tufandan sonra bu ülkeye göç edenler ve burada yeni bir krallık kuranlar arasında bulunu­yordu; ancak varlık buraya günümüzde Peru adı verilen ve o za­manlar Ohumlar'ın Ülkesi olan yerden gelmişti." (170-31)

"O devirde adı İltar olan varlık, Atlantis'teki Poseydia Ada-

sı'ru, Bir Yasası'na sadık ve Atlantis evine mensup on kişilikbir ta­raftar grubu ile birlikte terk etmiş ve batıya doğru, Amerika'run, adı Yucatan olan bu kısmına doğru gelmişti. Bu kişilerin faaliyetle­ri ile birlikte, daha önce Atlantis Ülkesi'nde mevcut olana benze­yen bir medeniyet gelişmeye başladı. Bazıları ülkeyi daha geç terk ettiler, Azılan i^ daha erken. Mu ya da ^mu^a Kıtası'nda da ^- fanlar olmuştu ve buralardan göç edenler beraberlerinde, Atlan- tis'te meydana gelen ve Orta Amerika ile Meksika'run coğrafyasını değiştiren son kabarmalardan önce çok daha geniş bir yüzöl­çümüne sahip bulunan bu ülkeye kendi dogmalarını da getirdiler. 1Itar ve arkadaşları tarafından inşa edilen ilk tapınaklar karaların biçimi değişince tahrip oldular. Bunlar ve asırlar boyunca kayıp kalan ve Mu'dan, Oz'dan ve Atlantis'ten gelen milletlerin içinde yaşamış oldukları diğerleri, günümüzde keşfedilmiş durumda­dırlar." ( 5570-1)

"Varlık, yıkıcı güçlerin neden olduğu tufanlar ve karalann adalara bölündüğü dönemler süresince Atlantis Ülkesi'nde ya­şıyordu. Varlık Mısır'a gönderilenler arasında bulunmuyordu, o daha çok batıya ve Yucatan'a doğru gidenler arasındaydı; bu en- karnasyonunda varlık, bu yeni ülkede yaşamın sürdürülebilmesi amacıyla gerekli mahsulleri yetiştirmekle uğraşarak, ziraate da­yalı bir gelişimin kumcusu oldu." ( W1-1)

''Varlık, Bir Yasası Çocuktan ile Belial Oğulları arasındaki çatışmanın ardından kıtanın sonunu getiren son felakete sebep o­lan faaliyetlerde bulunulduğu dönemler süresince Atlantis Ülke- si'nde yaşamaktaydı. Varlık, bir tarafta Bir Yasası ve diğer tarafta da ruhsal güçleri kendi şahsi çıkarları uğrunda kullanmak isteyen­ler arasında hangi taraftan olacağına karar veremeyenler arasında bulunuyordu. Varlık Yucatan'a, Mayalar'a gönderildi. Burada ga­yet güçlendi; ancak burada da barışı bulamadı." (1599-1)

"Bu varlık, Atlantis'ten gelen halklann yerleştikleri dönem­de Yucatan Ülkesi'nde bulunuyordu. Varlık bu ülkede bir faaliyet biçimi oluşturanlar arasında bulunan bir rahibe idi; bu faaliyetlere Atlantis'teki eski düzeni temsil eden ve muhafaza edilmesi istenen belgelerle beraber iştirak etmişti. Varlığın iklime, çevreye ve şart-

lara uyum sağlamış ve bu hususta başkalanna da yardım etmiş ol­duğunu görüyoruz." (3590-1)

"Varlık, daha sonra Yucatan adını alacak olan bu ülkeye, külte ait olanlar ile hükümdar ve alt halk tabakası arasındaki ayı­rımı belirleyen tapınaktan düzenlemek için yönetici olarak gönde­rilenlerdendi. Varlık burada, lkunde adı altında, halktan sayısız insana büyük hizmetlerde bulundu; bu da günün birinde insan ile Yarabcı Güçler arasındaki bağların anlaşılmasını sağlayacak olan şeyleri muhafaza etti'." (1426-1)

"Varlık, o zamanlar doğal afetler devri boyunca, Bir Ya- sası'nın Çocuktan (ki varlık da bunlann arasındaydı) günümüzde Yucatan denilen yere kaçhklan zamanda Atlantis Ülkesi'nde, Po- seydia'da bulunuyordu."

"Varlık, Güneş Tapınağı'nda, ya da başka deyişle Işığın Tapı- nağı'nda bir prensesti; burada dünya yarabklan ile Yaratıcı Güçler arasındaki bağlann en iyi şekilde anlaşılmasını sağlamak için faali­yetleri organize etmeye gayret etmekteydi. Varlık, burada yüksek bir mevkide bulunuyordu, ama karışıklık yaratan güçlerin civar ülkelerde meydana getirdiği tozukluğa 3C!yr. üzülüyordu." (2073-2)

ÜÇÜNCÜ KISIM

İLK KUZ EYLİ AM ERİK ALIL AR

Atlantis boylarının ya da Maya göçmenlerinin Arizona ve New Mexico'ya gelişlerinden ve burada kaynaşmalarından önce, iklim, hayvanlar ve bitki örtüsü çok farklı idi. Sonuçta A.B.D.'nin güneybatısı, Atlantis fethinin genel görünümünde bir rol sahibi­dir.

Jeolojiye göre ilk buzul çağı bizim çağımızdan aşağı yukarı bir milyon sene öncesinde gerçekleşmiştir; demek oluyor ki Kuzey Amerika o zamanlar buzullarla kaplıydı. Son buzullaşmanın in­sanın dünyaya gelişinden 10 000 ya da 12 00 sene öncesine uzan­dığı uzun süre düşünülmüştür. Amerika yerlileri ya da "Amerin- dienler'' Avrupalılar'dan daha_yeni ancak Güney Amerika insa­nından daha eski gibidirler. M.O. lOO 'e doğru, o zamanlar Asya ve Amerika arasında buzdan bir geçit oluşturan Bering Boğa- zı'ndan geçmek suretiyle Moğolistan'dan gelmiş oldukları ve de­rece derece güneye doğru, Meksika'ya ve Orta Amerika'ya kadar inmiş oldukları tahmin edilmektedir; bazıları buradan A.B. D.'nin güney-batısına doğru gitmiş olmalıydılar.

Arizona ve New Mexico'nun o zamanlar verimli olan bölge­lerinde, çevrelerinin imkanlarından yararlandılar, yani falezlerin ve mağaraların kendilerine sunduğu doğal sığınaklarda yaşadılar ve tuğlalar yapmak için toprağın kilinden faydalandılar. Bazıları, Troglodytler (Troglodyt: Mağara sakini) kendilerine has ve kar­maşık bir uygarlığa sahiptiler. Günümüzdeki Pueblos yerlileri on­ların torunlarıdırlar.

İlk yerlilerin en azından M.Ö. 300 'den beri -bazılarına göre 7000- yaşamış olmaları gereken Middle West (Orta Batı)'de M.S. 1000 yılına dek gayet farklı bir uygarlık vardı. Burada daha sonra­ları tümülüsleri yapanlar olarak adlandırılanlar yaşıyorlardı.

John C. Mac Gregor "Güneybabnın Arkeolojisi" isimli kita­bında bu bölgedeki en eski kültürlerin 13 00 yıl öncesine dek u­zandığını açıklar. Buralarda 10 000 yıllık eski kalıntılar bulun­muştur ve A.B.D.'nin batısının bu kuzey kısmı 11 00 yıl önce buz­larla kaplı durumda olduğundan, insanın bu bölgede en azından buzul çağının sonuna doğru yaşamaya başlamış olduğu kesindir. Ancak bu kalıntıların pek çoğu daha güneye doğru olan bölgede bulunmuştur.

Eskiden, ek olarak yabani meyvelerle da beslenmiş avcılar tarafından işgal edilmiş sayısız kırsal mevki mevcuttur. New Me- xico'daki Sandia ve Clovis'de keşfedilen kalıntıların en az M.Ö. IOO 'e, diğerlerinin de 200' e dek uzandıktan karbon -14 testi ile belirlenmiştir. Nevada'da bulunan insan kemiklerinin karbon 14 testi sonucu M.Ö. 2380'0e ait olduktan saptaruruştır. Califomia'da- ki Mojave Çölü'nde ortaya çıkarılan ocak taşlan vasıtasıyla elde edilen bilgiler, insanın bu bölgede 100 00 sene önce yaşamakta ol­duğunu açığa kavuşturmuştur.

A.B.D.'nin güney-batısının ilk sakinleri büyük hayvanları avlayan avcılardı. Bunların kültürlerinin kalıntıları başlıca mezba­halar adı verilen mevkilerde, yani büyük hayvanların öldürüldü­ğü ve parçalandığı yerlerde bulunmaktadır. En çok bulunan alet^ ler yontulmuş taştan mızrak uçlarıdır. Şekillerindeki farklılıklar, ait olduktan çağların ve değişik kabilelerin işaretidir.

Bu çöllük fölgelerin ilk kültürünün karakteristik hatlan, rn- ğaralarda yaşayan ve mevsimlere göre hububatla beslenen küçük göçebe gruplardan oluşan seyrek bir nüfusun varlığını ortaya koy­maktadır. Hayvan postları ile giyiniyorlar, sepetçiliği biliyorlar, ipler, ağlar ve halılar imal ediyorlardı. Avlanmak için kullandık­ları silahlar, sapı tahtadan ve ucu yontulmuş taştan mızraklar ile kısa ve düz topuzdu.

M.Ö. 700 'den itibaren hububatı öğütmek için düz taşlar,

taştan çanaklar, bıÇaklar vs... kullanmaya başlamışlardı. Daha son­raları göçebe hayatı terk ederek, taştan ve kerpiçten yapbkları kulübelere yerleşmişe benzerler.

İlk insanların hayatını üç döneme ayırmak mümkündür. M.Ö. 2300 'den lOO 'e dek süren birincisi, bizlere insanın bu bölgedeki mevcudiyetinin ilk kanıtlarını sunar. Bu çağın bitimine doğru New Mexico'nun kuzeyindeki yaşam biçimi ve güney Ari- zona çöllerindeki kültür önceden beri iyice yerleşmişe benzemek­tedir. Bunu takip eden ve M.Ö. 100 ile 500 arasında yer alan , Avcılar çağı adı da verilen ikinci dönemde bu yaşam biçimlerinde bir olgunlaşma olmuş ve güneybab daha çok işgal edilmiştir. Her iki grup da hala birbirlerinden ayn idiler ancak ,her biri de çeşitli aletler ve daha az kaba eşyalar vücuda getirmişlerdi. Bazıları hala mağaralarda ve falezlerde yaşamaya devam ediyorlardı; diğerleri ise bunları terk etmişlerdi. M.Ö. 500 ile 200 arasında yer alan son dönem süresince tarım ortaya çıktı. İnsanlar bitkileri, özellikle de ırusın yetiştirdiler ve yeni bir uygarlığın, beyzbola benzer bir oyun oynayan Hohokamlar'ın ve diğer Colomb-öncesi grupların böyle- ce yolunu açmış oldular.

Güneybatının modem yerlileri bu ilk Amerikalılar'ın torun­larıdır. Bunların ırkının kalıntıları Ute, Navajo, Apaçi, Hopi, Zuni, Papago, Pima, vs... gibi sayısız kabilede sürüp gitmiştir; bu kabile­ler birbirlerinden farklıdırlar ancak hepsi de akrabadır. Çoğunluk­la kerpiç kulübelerde ve kendilerine tahsis edilmiş alanlarda yaşamaktadırlar ve ne Beyazlar'la ne de Meksikalılar'la a:;la birleş- memişlerdir; bunu pek arzu etmemişe benzemektedirler. Bun­ların tarihi vasıfları, Mayalar ile Orta Batı'daki (Middle West) tümülüsleri yapanlar arasındaki zincirin önemli bir halkası olma­larıdır.

İlk çöl kültürüne ilişkin en önemli keşiflerden birisi, hiç şüphesiz 1952'de Arizona'da, Naco yakınlarında bir "mezbaha" bölgesinin bulunuşudur. San Pedro Vadisi'nde, Greenbush Creek Nehri yataklarında bir mamuttan geriye kalanlar ve bazı mızrak uçları gün ışığına çıkarılrnışbr. Bu keşif, araştırmacıları, bu ilk av- alann günümüzde artık ortadan tamamen kalkmış olan, varlıkla-

rını sürdürebilmek için kalın bir bitki örtüsüne ihtiyaç duyan çok büyük boyda hayvanları öldürüp yediklerini kanıtlamaya sev- ketmiştir. Bölgenin çevresindeki iklim koşullarının bırakmış ol­duğu izler bir tarih saptama imkanı vermektedir. Bu tip inceleme­lerde ünlü bir uzman olan Prof. Ernst Antevs, Naca bölgesinin ta­rihini 11.000 ile 10.000 yıl öncesine dayandırmaktadır. Bu da, bu gözüpek, bronz tenli, uzun saçlı ve vücutlarına peştemal takmış bu avcıların, yeryüzünün dış görünümünün ve iklimlerinin deği­şime uğramakta olduğu zamanlarda bile avlarının peşinden koş­turmakta olduklarını göstermektedir.

Bu arada, en ilginç keşif hiç şüphesiz Sandia Adamı'dır. New Mexico'da, Albuquerque yakınlarında, Sandia Dağları'nda orta­ya çıkarıldığı için ona bu ad takılmıştır. Bu insan 20.000 ile 25.000 sene önce yaşıyordu. Toz, alüvyon, kil ve kireçli taş tabakalarına gömülmüş durumda at, deve, mamut, bizon, kurt ve diğer hay­vanlara ait kemikler bulunmuştur. Küller, kaba ocaklar, yontul­muş taştan birbirine uygun aletler, parçalanan hayvanların pişi­rilmek üzere mağaralara sürüklenmiş olduklarını göstermekte­dir. Katmanlaşma değişik seviyelerde ve gayet nettir. Günümüz­de kuru olan mağara daha önce nemli idi, ki bu da mamutların yaşadığı devirde bölgenin tropikal iklime sahip olduğunu göste­rir. Sandia İnsanları, bilindiği kadarıyla ilk Amerikalılar idiler.

Daha sonraları Çöl Uygarlığı'nın Sepetçileri ve son olarak da Colorado'da, Mesaverde'nin Troglodytleri (mağara adamları) or­taya çıktılar. Sepetçiler olarak isimlendirilenlerin uzun ve dar ka- fatasları, ikincilerin geniş kafataslarından hayli farklıydı ve bu da iki değişik ırkın varlığını gösterir. Uzun kafalar mongoloid'den (•) çok australoide (..) (güneyli) benziyordu ve bazı bilim adamları bunları Kuzey Amerika'nın ilk göçmenleri olarak kabul ederler.

A.B.D.'nin güneybatısının ilk sakinlerinin günümüzdekin- den tamamen farklı bir ortamda yaşamış oldukları mamut ve mastodonttan (•*•) "kılıç dişli" kaplana kadar bir sürt hayvanı av-

(1)   Mongoloid: Moğol ırkına ait kimse.

(2)   ) Australoid: Avustralya'nın asıl yerlilerine ait kimse.

(3)   •) Eski çağlarda yaşamış olan file benzer dev bir hayvan.

ladıkları şüphesizdir. Hiç kuşkusuz, yeni bazı keşifler yapıla­caktır, ancak şundan şimdiden emin olabiliriz ki, şayet Texas'ta, Lewis-Ville yakınındaki Oovis'te gün ışığına çıkarılan mızrak uç­lan üzerinde yapılan karbon-14 testine de güveniyor isek, bu en ki aletlerin yaşı 37 00 yıldan da fazladır.

Kuzey Amerika'nın ilk sakinlerinin Orta ve Güney Amerika insanlarıyla pek çok ortak noktaları bulunmasına karşın, bazı te­mel farklar mevcuttur: Kuzeydekiler toprak siperler, yüksek tapı­naklar ve platfonnlar inşa etmiyorlardı. Yaratılışa ve tufana ait tra- disyonlan, yüksek bölgelere göç edişe ait bölüme varıncaya kadar dünyadaki diğer tradisyonlara çok benziyordu. Onlarda da şid­det, cinayet ve savaş yoktu, ya da çok azdı. Kuzey Amerika yerlile­ri beyaz istilacıların gelişinden önce hiç savaşçı yetiştirmemişlerdi. Topluluk halinde ortaklaşa bir yaşam sürdürüyorlar ve sahiplen­me duygusu yüzünden kavga etmiyorlardı; toprak burada herkes içindi, herkesin yararlanması içindi; kiı:nse ona "sahip değildi", o sadece Büyük Ruh'a aitti.

İsrail Oğullan'nın yerli kabileler üzerindeki etkilerinin an­cak çok silik bazı kanıtlan vardır. Bu arada metal ya da taş üzerine yazılmış olan ve birinci yüzyıla uzanan İbranice yazılar bulun­muştur. "Dağlar ve Ovalar" isimli eserinde, 1853 ile 1857 yılları arasında Arizona, New Mexico bölgesinin yöneticiliğini yapmış olan David Meiwether iyle yaraktadır: "Bu ülkedeki msyoner- ler bu yerlilerin (Navajo' lar) İsrail'in kayıp kabilelerinin torunları olduklarını düşünüyorlar, çünki örtülerini süsleyen desenler Mısır piramitlerine benziyor ve bunları yapmak için kullandıkları aletler Tevrat' ta anlatılan ve Yahudiler'in kullandıkları "iğ ve öre- ke" tanımına tıpatıp uymaktadır. Aynca ölülerini gömmeyip, bun­ları dağlardaki mağaralara yerleştiriyorlar, ki bu da Yahudi tari­hinde sözü geçen Machpelah Mağarası'nı ve diğerlerini anımsatı­yor. Peki ama İsrail'in bu kayıp kabileleri Amerika Kıtası'na nasıl ulaştılar?"

Navajolar (Navajos) diğer yerlilerden farklıdırlar. Kanlarına daha saygılı davranırlar, daha temizdirler ve Navajolar uzun süre ortaklaşa bir yaşam sürdürmüş olmalarına rağmen kadınların

kocalarından ayn olarak bazı şahsi mallan, koyunlan, yünleri vardır.

Diğer taraftan Hopiler'in, Mayalar'ınkine benzeyen bir yılan danstan ve daha önceki üç varoluş evrenine ilişkin bir efsaneleri vardır. İlk dünya, hayvanlar alemine kanşmıştı ve giderek bozul­muş, sonunda da ateş tarafından tahrip edilmişti. İkinci dünyada insanlar uygarlaşmışlar, evler ve köyler inşa etmişler, aletler ve edevatlar yapmışlar, ancak bu da bir düşüş döneminin ardından buz ve su tarafından tahrip edilmişti. Üçüncü dünya çok büyük sayıda Hopi, büyük şehirler, yeni ve ileri bir uygarlık meydana ge­tirmişti. Ancak halk öyle materyalist olmuştu ki sonunda hepsi boğuldular; yalnızca bir dağın zirvesine ulaşabilen birkaç kişi kur­tulmayı başarabildi. Dördüncü dünyada, yani günümüzdekinde, sayısız göçlerle güneybatıya geldiler ve burada mağaralarda ve kovuklarda yaşamaya koyuldular. Tradisyona göre kuzeyden de­ğil, batıdan gelmişlerdi. Burada da, Yaratılış planına uygun ya­şamak, ya da onu bir kez daha tahrip olmaya bırakmak arasında bir tercih yapma hakkına hala sahiptiler.

Kuzeybatıda Hupa yerlilerinin (Hupas) ve Oregonlu Kato yerlilerinin (Katos) totemciliğini görmekteyiz. Totemler esas ola­rak kutsal kabul edilen hayvanlan temsil ediyorlardı; bunlar kabi­lenin, klanın ya da bireyin işareti ya da sembolü idiler. Avustural- ya'daki Emu isimli yerli kabilesinin in.sanlan "emeu" isimli, kutsal kabul edilen yerli bir hayvandan geldiklerine inanıyorlardı. Ore- gon'dakilerden çok az farklı olan ve yan-hayvan, yan-insan figür­leriyle süslenmiş totemlere Polinezya, Asya ve Afrika'da da rast- lanmaktadır.

Bu düşündürücü nitelikteki ortak özellikler, Eski Mısır ve Asur zamanlanndan beri ve Cayce'e gore de, ta Atlantis'e ve dün­yanın yaratılışına dek uzanan tüm çağlarda, daima mevcut olmuş­tur.

Bilinmeyen bir tarihte Mayalar'ın Amerika'nın güneybatısı­na doğru göç ettiklerini, ancak din haricinde buralardaki etkileri­nin bahsetmiş olduğumuz diğer ülkelerdekine nazaran çok az ol­duğunu iddia etmektedir.

Cayce Dosyalarından Aktarmalar

Sayısız benzerliklere rağmen, Cayce Dosyaları'ndan kuzey­deki ilk Amerikalılar'a ilişkin bambaşka bir tablo gözler önüne ^ rilmektedir. İnsanın yeryüzünde beş bölgede, beş ayrı ırk görünümü altında belirdiği zamanda A.B.D.'nin güneybatısı, kıtarun sular üzerinde bulunan tek büyük uzanhsıydı. Aşağı Cali- fornia, esmer ırkın yaşamakta olduğu Lemurya Kıtası'nın kıyı bölgesini oluşturuyordu. Utah, Nevada, New Mexico ve Meksi­ka'nın bölgeleri ve geniş Atlantis Kıtası kızıl ırkın yaşadığı yerler­di. Demek ki "yerliler" (kızılderililer), aslen güneybatının yerli aha­lisini teşkil ediyorlardı.

İlk Amerikalılar başlarını sokacak yer olarak mağaraları ve falezleri seçtiler; onlara Troglodytler (mağara insanları) denilmesi bundandır. Poligami (çok eşlilik) halinde yaşıyorlardı; ancak yine de bazıları monogami (tek eşlilik) prensibini savunuyordu. Ma­denler para işi görüyor ve süs eşyası yapmaya yarıyordu. Demir, onların ilk keşiflerinden biridir ve hemen kullarununa geçilmiştir. Başlıca sanatları seramik ile resimdir ve bunlarda çok başarılı ol­muşlardır. Kehanet ve maji (büyü) ile de uğraşıyorlar, taşı yontu­yorlar, renkli incileri işliyorlardı.

M.Ö. 50722 senesinde, dünyanın sayısız bölgesinde insan ha- yahm tehdit etmekte olan etobur ve dev hayvanlarla mücadele et­me çareleri araştırılmak üzere, beş ulusun ya da ırkın biraraya gel­mesi için bir toplantı düzenlendi. Daha sonralan Mısır'da düzenle­nen diğer bir konferansa ve Atlantis'te düzenlenen ve bu kıtada meydana gelmekte olan karaların alt üst oluş hadisesine ilişkin diğer bir konferansa da temsilciler gönderildi.

Kuzeydeki ilk Amerikalılar tapınaklar da yapmaktaydılar ve çok kısa zamanda hemen hemen organize olmuş bir din kur­muşlardı. Lemurya'nın bahşına neden olan birinci tufan zamanın­da, Mu'da yaşayan halklardan bazıları buralardan kaçtılar ve A.B.D.'nin güneybahsına, Aşağı California'ya sığındılar, kuzeyde Oregon'a kadar çıktılar ve güneyde Peru'ya kadar indiler. Ore- gon'da, bunların dinlerinin kalıntıları totemlerde, soy ağaçlarında

görülebilir. Burada, kadınlar aile reisi durumundaydılar ve erkek­lerden daha çok hüküm sahibi idiler.

M.Ö. 2800 'de gerçekleşen Büyük Tufan esnasında Atlantis parçalara ayrıldı. Bazı Atlantisliler Meksika'ya ve buradan da gü­neybatının yüksek memleketlerine ve "Mayra Ülkesi'ne, Neva- da'ya ve Colorado'ya" gittiler. Bunların pek çoğu Bir Yasası Çocuk- lan'nın dini temsilcileri idiler ve yabancı bir millete yol göstermeye geliyorlardı. Hedefleri, Tek Tann'nın yasalarının neşredilmesi ve muhafaza edilmesiydi. Ayrıca Yucatan'dan ve Hindistan gibi uzak ülkelerden göç etmiş "Happapul-picks" adı verilen, madenleri ve kili işleyen insanlar da bulunmaktaydı. Daha sonraları İsrail'in Kayıp Kabileleri'nin soyundan bazı insanlar da Lemurya'dan gemi ile geldiler. Dolayısıyla, özellikle günümüzde Arizona adı verilen bölgede, çeşitli halklardan oluşan kayda değer bir topluluk mey­dana geldi.

"Bu ülkedeki faaliyetlerin birleştirilmesi, Lemurya'dan ge­len ve kayıp kabileden olan ya da yolunu şaşırarak oralara gitmiş olan o kabileye ait insanlar ile, ayrıca Persler tarafından esir edil­miş topraklarda!.1- gelenler ve daha sonralan Hinduçinliler adı veri­len ya da Hint Ulkesi'ni istila eden bu dağ insanları arasında bir uyuşma, bir anlaşma ortamı hazırladı. Varlık, burada, günü­müzde Arizona adı verilen yerde faaliyetlerin birleştirilmesine yardım etti." (1434-1)

M.Ö. 9500 senesinde, son tufanın bitişine doğru, güneybatı milletlerinin kültürleri hiç şüphesiz ki birbirine karışmış ve kar­maşık bir durumdaydı. Ek olarak, M.Ö. 30 'de, "kuzeyin ağır in­sanları" tarafından güneye doğru püskürtülenlerden pek çoğu be­raberlerinde el becerilerini, madeni ve kili işleme sanatlarını ve İs- railliler'in Mısır'dan getirmiş oldukları insan kurban etme uygula­masını da getirdiler. Bunlar Orta Amerika'da, özellikle Yuca- tan'daki Maya yerlilerine büyük etkide bulundular, ancak genel­likle Mexico Vadisi'nde kaldılar.

Açıklanmamış olan "kuzeyden gelen ağır insanlar" tanımı hayli şaşırtıcıdır. Bu muammanın çözümü, belki de Asyalılar'ın (Sibiryalılar mı?) az bir insan topluluğu halinde Bering Boğa-

zı'ndan geçerek Amerika Kıtası'na sızdıklarına ilişkin ve genellikle kabul edilmiş olan o teoride yabyor olabilir. Bu hipotez, esas ola­rak coğrafyaya, jeolojiye ve etnolojiye dayanmaktadır, ama arkeo­lojik olarak kanıtlanmamıştır. Hiç şüphesiz ki bu da mümkündür, çünki bir bilim adamı "Alaska'da, çok büyük ve güçlü bir insan ırkı" bulmuştur ki, bu incelemiş olduklarımızdan farklıdır. İmkan dışı olan bir ^ vara, o da güneybahnın bu yoldan geçerek istila ·

edilmiş olmasıdır.

Cayce, ilk Amerikalılar'ın, hpkı başka yerlerde de olduğu ^ kilde, sayısız işaretlere ve sembollere sahip, açıkça dini bir millet olduklarını söylüyor:

"Çünki, milletler, göklerin Tann'run şanını ilan ettiğini; tabi­atın da, gelişmesi ve büyümesi için mevcut olan her siklusun her devrenin yeniden doğuşunda O'na övgü dolu şarkılar söylemekte olduğunu günümüzdekinden çok daha iyi biliyorlardı." (2438-1)

Beyaz adanun Yeni Dünya'ya ayak bashktan sonra bulduğu çeşitli Amerika yerlileri, işte bu eski milletlerin beraberce karışmış oldukları potadan gelmekteydiler. Güney Arizona'da, esmer ırka mensup olanların yuvarlak biçimli kafaları, günümüzde diğer töslerdeki kızıl ırka mensup olanlann uzun kafalanndan ayırt ^ dilmektedir.

Güneybatının tarihine,ya da tarih öncesine ait en açıklayıo olgu ise, bu bölgenin Yarablış devrinden beri kızıl ırka mensup ba­zı insanların doğmuş oldukları bölge olmasıdır. İnsan burada taa başlangıçtan beri yaşamaktaydı. Daha sonralan bu tölgeler, L^ murya'run, Atlantis'in ve Yucatan'ın göçmen gruplarının içinde karıştığı bir pota durumuna geldi. Sonuç olarak, bazıları esraren­giz bir uygarlık kurmak üzere Orta Batı'ya (Middle West) göç etti­ler.

Cayce'in "Okumalan"ndan Aktarmalar

''Varlık, bazı kişilerin ülkeden kovuldukları ve karaların yakın bir zamanda ortadan kalkacağı bilindiğinden ötürü bilimin muhafaza edildiği o karışıklık zamanlan boyunca, günümüzde

Mu adı verdiğimiz ülkede, ya da başka deyişle Pasifik'teki kayıp kıtada bulunuyordu. Varlık, Mu'dan günümüzde Oregon denilen yere doğru kaçanlar arasındaydı; ve burada, totemlerde ve soy ağaçlarında, varlığın arkadaştan tarafından kurulmuş olan kültün izlerine hala rastlanabilir. Bu enkarnasyonunda, varlık, günü­müzde sahip olduğu ile aynı cinsiyete sahip idi, ancak başkanlar arasında bulunuyordu, çünki o zamanlar kadınlar erkeklerden da­ha fazla hüküm sahibi idiler." (630-2)

"Varlık, Mu ya da Lemurya'nın babşına yol açan değişimle­rin oluştuğu ve buradaki milletlerin günümüzde Kayalık Dağ- lan'nın bir bölümünü oluşturan bölgeye, Arizona' ya, New Mexi- co'ya, Nevada ve Utah'ın bazı bölgelerine geldikleri dönemde Amerika adı verilen bu ülkede bulunuyordu. Varlık burada kurul­muş olan ülkenin prenseslerinden biriydi ve Bir'in Yasası'nı ve in­san sevgisi için yapılmış şeyleri ayırarak ve bunlan bencilce amaç­lar uğruna kullanarak tahrip edici güçlerin yaratılmış olduğu o kıtanın faaliyetlerini öğretmekteydi. Varlık, her evin bir saray ya da kült mekanı olduğu çağda burada yerleşti ve bir merkez oluş­turdu... O zamanki ismi Ouowu idi." (851-2)

"Ve dünyanın, Lemurya veya diğer adıyla Mu'dan en son ka­çarak sığınanlar tarafından keşfedilen ve günümüzde Aşağı Cali- fomia'yı ve Ölüm Vadisi'nin bazı kısımlannı teşkil eden bu bölü­münde, bir aktiviteden söz edilmeye başlandığı, bir faaliyete gi- rişildiği zamanda varlık, görmek ve öğrenmek maksadıyla seya­hat ediyordu. Ve o, bu enkamasyonu boyunca günümüzde ya- rannı görmekte olduğu pek çok şey yapb; bugün onun ilgisini çek­mekte olan şeylerin sebebi budur ve günümüzde Canyon İsland denilen yerdeki doğal oluşumlann keşfedilmesinde bunun da payı vardır. Çünki varlığın tapınağı burada yer almaktaydı." (1473-1)

"Önceki yaşamına bakttğımızda, günümüzdeki Güney Cali- fornia ve Meksika'nın bahsında yer alan ve şimdi ortadan kaybol­muş vaziyetteki bilinmeyen bir ülkeyi (Mu) görmekteyiz. Varlık, bu ülkede gayet sert bir şekilde hüküm sürmekteydi, çünki sulann bölündüğü, karalann bölündüğü veya yeni kara parçalannın be-

lirdiği bu eski zamanlarda çok sayıda insan bu felaketlerden kaç­maktaydı. Bu enkarnasyonu boyunca varlık çok şeyler yitirdi, Çünki kendi egoizmasını tatmin etmek onun için her şeyden önemli idi. İsmi Olu idi." (266-1)

(Cayce tarafından verilen isimlerde sesli harflerin daha çok olduğu görülmektedir, tıpkı günümüz Polinezya ve Hawaii (Ha­vai) dillerindeki gibi...)

"Varlık, Mu ya da Lemurya adı verilen ülkeden gelenlerin yerleştikleri dönemde, günümüzde Amerika adı verilen bu ülke­de bulunuyordu. Varlık, günümüzde Arizona ve Utah adı verilen bölgede doğan ve burada bir uygarlık kuranlar arasında bulunu­yordu; varlığın ismi Uuluoou idi." (691-1)

"Varlık, Atlantislileı'in buraya yerleştikleri dönemde, şimdi Yucatan adı verilen bu ülkede bulunuyordu. Varlığın ismi Arst.h idi ve tapınaklarda arşivci olarak çalışıyordu. Bu enkarnasyonu boyunca, halkın çoğunun günümüzde Arizona'nın bir kısmını oluşturan bölgeye göç hareketine katılması karan alındığında, yöneticilerle uyuşmazlıkların ortaya çıktığı dönemlere şahit ol­du." (1245-1)

''Varlık, Yucatan' dan yola çıkarak uzaklara, batıya ya da ku­zeybatıya doğru yolculuk edenler arasında bulunuyordu; ve bu­rada, varlık, Bir Yasası Çocuklan'nın bir rahibesi idi." (1434-1)

"Varlık, karaların alt üst olduğu ve çeşitli ülkelere göç edil­diği zamanlarda Atlantis Ülkesi'nde bulunmaktaydı. Varlık, Yu- catan'a gelenler ve daha sonra A.B.D.'nin güneyine ve batısına doğru veya günümüzdeki adıyla Arizona denilen bölgeye giden­ler arasındaydı. Bu enkamasyonu boyunca ruhsal yasaları mad­di amaçlarla kullananlar arasında bulunuyordu; ancak bu uygu­lamaları arasında, fazla bir anlayışa ulaşmasa dahi "şeyler" gru­buna dahil diğerlerinin imdadına koşup, onlara yardım etmeyi ihmal edecek denli bir istismarı söz konusu değildi." (2576-1)

"Varlık, Belial Oğullan tarafından tahrip edici güçlerin hare­kete geçirilmesinin ardından başlayan göç esnasında Atlantis'te bulunuyordu. Varlık bu ülkenin prenslerinden biriydi ve bu tesir­leri uzaklaştırma işini organize etmek, diğer ülkelere yapılacak

yolculukları hazırlamak, belgeleri muhafaza etmek; Yucatan'da, Luzon'da, daha sonra İnka Ülkesi olan yerde, Kuzey Amerika'da ve daha sonra Ohio'daki tümülüsleri yapanların ülkesi olacak olan yerde, faaliyetlerin sürekli duruma getirilmesi işiyle uğraşıyor­du ... Varlık, havacı ve denizci olma sıfabyla sadece uçan ve yüzen araçlar konusunda eksper olmak.la kalmıyor, aynı zamanda, tüm bu enkamasyonu boyunca doğa güçleri vasıtasıyla diğer ülkelerle iletişim kurma sanabnda da büyük adımlar ahyordu." (1215-4)

DÖRDÜNCÜ KISIM

T ÜMÜL ÜSL ERİ YAPANLAR
KİML ER Dİ?

Bundan en az 5 000 sene önce -belki de 9 00 sene önce- Bir­leşik Devletler'in merkezini oluşturan bölgede önemli geometri alimlerine sahip bir millet yaşamaktaydı. Yazılı bir dilleri yokhı, tekerleği bilmiyorlardı, daima su kenarında yaşıyorlardı ve Mis- sissippi Nehri ve bunun kollan boyunca yolculuk etmişlerdi. İşin en ilginç yönü, toprak üzerinde mükemmel kare biçiminde, kusur­suz daireler, elipsler, y<rylar ve tıpkı Ohio'da, Peebles'daki Büyük Yılan tümülüsü gibi, kusursuz oranlara sahip binlerce eser bırak- nuşlardı.

Bu tümüsleri yapanlar kimlerdi? Üstün ve seçilmiş ırktan, yerlilere varıncaya dek birçok tahminde bulunulabilir. Kimse bun­ların nereden geldiklerini ve uygarlıklarının nasıl gelişmiş oldu­ğunu kesin şekilde bilememektedir; ancak bunların Asya kökenli oldukları ve güneybatıdaki Troglodytler'le az ya da çok akrabalık­larının bulunduğu varsayılmaktadır.

Bakın ve kili mükemmel işlemelerinin, kemikleri yontmala- nnın esrarengiz tümülüsleri yapmalarının ve başka hiçbir iz bırak­madan ortadan kaybolmuş olmalarının haricinde, onların top- lumları hakkında hiçbir şey bilinmiyor. Bununla birlikte yüzyıllar boyu yaşadılar ve gelişip zenginleştiler ve en azından Mısır'daki Büyük Piramit'ten daha büyük bir yapı meydana getirmeye mu­vaffak oldular.

Louisiana'daki Poverty Point'de yaklaşık 20 kilometre üze­rine yayılan bir tümülüs kompleksinin kalıntıları görülebilir. Bi­limsel bir dergi olan Saturday Review'un yazarlarından John Le- ar, bu mimarların Orta Amerika Maya kültürüne mensup olduk­larını düşünmekte ve Asya ile Amerika arasındaki ''bir kara köp­rüsü" teorisine inanmamaktadır. Lear şöyle yazıyor: "Günümüz­de (3 Ekim 1964) arkeologlar, Poverty Point'ın Mayaların ve Az- teklerin torunları için Mississippi ve Ohio Vadileri yolu üzerinde bir konaklama yeri olduğunu düşünmektedirler."

Som, cevaplanmış olmaktan uzaktır, çünki daima Amerin- dienlefin Mayalardan, Azteklerden ve İnkalardan daha eski ve bu milletlerden tamamen ayn olduklarına inanılmıştır. Onları ke­sin bir ırka ya da millete bağlayabilmek mümkün değildir. Ken­dilerine has ve çok gelişmiş olan uygarlıkları, Beyaz'lar tarafı­ndan keşfedilmiş Amerikan kızılderililerininkinden tamamen farklıdır.

Son Buzul Çağı boyunca günümüzdeki A.B.D.'nin doğu ve orta bölgesinin buzullarla kaplı olduğu anımsanacaktır. M.Ö. 10.000'e doğru üstü açılmış ve kuru toprakların belirmesiyle, tah­minen M.Ö. 7000 ile 3000 arasında orta bölgesinde insanlar yaşa­mıştır. Bu yeni gelenler, yani tümülüsleri yapanlar, avcı olmaktan çok çiftçi idiler. Çok dindar insanlardı ve Hayatın Yaratıcısı olan bir Tek Tanrı'ya inanıyorlardı. Ancak onları yalnızca yaptıkları tümülüsler vasıtasıyla tanımaktayız.

Bu topraktan yapılar mümkün olabildiğince değişiklikler göstermektedir; öyle ki en ufak konikten sekiz hektarlık bir alan kaplayan ve otuz metre yüksekliğinde dikdörtgen biçiminde olan­lara varıncaya dek türlü boylarda ve biçimdedirler. Bu tümülüs- lerden, Güney ve Kuzey Dakotalardan Pennsylvania'ya ve Bü­yük Göllerden Meksika Körfezi'ne dek uzanan bir alan üzerinde, yirmi eyalete dağıtılmış durumda en az bir milyon adet vardır. Bazıları kare biçimindedir ancak çoğunluğu yuvarlak veya dik­dörtgen formundadır. Tepeleri düz olanlarının tapınaklara temel vazifesi gördükleri varsayılmaktadır ki bu da onlara dini bir anlam kazandırmaktadır, ancak tümülüsler genel olarak mezar vazifesi

görmüş olmalıdırlar. Çünki bunların üzerinde kemiklerden ve bazı alet ve edevattan başka bir Şey bulunamanuşbr. Ölülerini hem yakbklan, hem de gömdükleri anlaşılmaktadır.

Politik bakımdan ve ekonomik bakımdan bu insanlar ortak­laşa bir komün hayatı sürdürmüşe benzemektedirler; görünüşe bakılırsa özel mülkiyet yoktu ve topraklar tüm toplumun ma­lıydı.

En ünlü olanı Ohio'daki Adams nahiyesinde bulunan Büyük Yılan idi. Tarihi meçhul kalmıştır; yaklaşık 380 metre uzunluğun­da, 6 metre genişliğinde, 1,5 metre yüksekliğindedir ve çöreklen­miş bir yılan görünümündedir. Ağzı açıktır ve yine önüne yapıl- nuş oval biçimli ufak bir tümülüs ile temsil edilmiş olan bir yumur­tayı yutmaya hazır durumdadır. Akla hemen Meksika tanrısı, Tüylü Yılan Kukulkan ve Aden Bahçesi'nin (Cennet Bahçesi) yıla­nı gelmektedir.

Tümülüsleri yapanların kendi aralarında ve geniş bir alan üzerinde ticaret de yapmış olduklan aşikardır. Toprağa gömülü vaziyette mücevherler ve Meksika Kötfezi'nden gelmiş deniz hay­vanı kabuklan, güneybatıdan gelmiş türkuvazlar, Kayalık Dağ­lan mağaralarının ayılarına ait dişler, Karolina (Carolines)'ya ait mika madeni, Süperior Gölü'nün bakırı ve Peru'da bulunanlara benzer çanak-çömlek parçalan bulunmuştur. Yakın zamanda Ge- orgia'da bulunan yazıtlarda Mayalar'a ait dini bir seremoni anlatıl­maktadır; aynı seremoni "Levililer" de de anlatılmaktadır ki bu da aynı uygulamanın eski Filistin Yahudileri'nde de bulunduğunu kanıtlamaktadır. Alabama'daki Huntsville yakınında yapılan yeni bir keşif insanın bu bölgelerde tahmin edilenden de çok daha önce­lerden, M.Ö. 700 yılından beri yaşamış olduğunu göstermekte­dir.

Tümülüs yapıcısı olan sayısız kabile mevcuttu ve bunların torunları yavaş yavaş bu toprak piramitler yapma işini terkettiler. Açıklanamaz bir şekilde ortadan kayboldular. Hiç şüphesiz, daha savaşçı bazı kabileler tarafından yenilmiş ve hakimiyet altına alınmışlar, ya sağa sola dağılnuşlar ya da bunların arasında eriyip gitmişlerdi. Genellikle bunların, son yerlilerin atalan oldukları

düşünülmektedir.

Beş büyük kabile ya da ulustan oluşan bir konfederasyon olan İrokualar'ın (İroquois) tıpkı Kanada'daki Algonquinler gibi bunların akrabası olduklarına ilişkin bazı belirtiler vardır. İroku- a'lar tanmlan ve yönetim biçimleri ile tanınırlar. Onlarda da, hpkı diğer modem yerlilerde olduğu gibi tufan ve eski dünyalıların tah­rip oluşuna ilişkin efsanelere rastlanır.

Cayce Dosyalarından Aktarmalar

"Hayat okumalan"ndan pek azı Atlantisliler'in ve onların to­runlarının Yucatan'dan yola çıkarak Mississippi Vadisi'ne, İndia- na'ya, Kentucky'ye ve Ohio'ya doğru yapmış oldukları göçten söz eder. Bunlar beraberlerinde eski Atlantis dogmalarını ve Yucatan, Honduras ve Guatemala'daki Maya uygarlığının etkilerini de ge­tirdiler; daha sonralan Lemurya'nın yerlisi olan bir grup ile bir­leştiler ve tümülüsleri yapanlar diye adlandırdığımız yeni bir ulus meydana getirdiler. Çiftçilikle uğraşıyorlar, buğday ve mısır ye­tiştiriyorlar, bunları öğütmeyi biliyorlardı. Çok dindar insanlardı, güneşe ve yağmura tapıyorlar, seremonilerinde dans ve şarkıları vasıtasıyla onlara saygılarını sunuyorlardı. Çağdaş İrokualar bun­ların doğrudan torunlandırlar.

İşin garip tarafı, 11. ve 12. yüzyılda A.B.D.'nin kuzeydoğu­suna gelen Viking torunları tümülüsleri yapanlar ile temasa geçti­ler ve onlarla sağlam bir dostluk kurdular.

"Varlık, Atlantis'ten sürülen toplumların ilk faaliyetleri sü­resince, şimdiki enkamasyonunda dogduğu ülkede bulunuyor­du. Varlık, günümüzde Kentucky'nin, İndiana'nın ve Ohio'nun bir bölümünü oluşturan bölgeye yerleşmek üzere Yucatan'dan yola çıkan Atlantisliler'in ikinci kuşağına mensuptu; daha önceden bu­rada yaşayan ve tümülüsleri yapanlar a^ verilenler arasında bu­lunuyordu. Varlık, insanlara toprağın meyvelerini üretenler ve onlara pişirilmeye uygun un yapmaları ve bunlardan besin mad­desi elde etmeleri için tahılı öğütmeyi öğretenler arasında bulunu-

yordu; kaldı ki o devirde bunları genellikle çiy olarak yiyorlardı. Ve şimdiki yaşamında çiy gıdalar, varlığın daha yararınadır." (3528-1)

Diğer bir "okuma", bilim adamlarının tümülüsleri yapanlar ile İrokualar arasındaki bağlanb hakkındaki kanaatlerini doğrular gibidir:

"Varlığın, bundan önceki enkarnasyonunda da, günü­müzde doğmuş olduğu ülkede yaşamış olduğunu görmekteyiz... Varlık, İrokua yerlileri adı verdiğimiz bu milletin bir ferdi idi; bun­ların içinde Atlantisliler'in doğrudan torunları olan ve doğa kültü­nü öğretmekte olan asil sınıfa mensuptu." (1219-1)

Görünüşe bakılırsa, şu "okuma"ya göre İskandinavyalılar'ın Amerika'daki kolonileri genelde tahmin edilenden çok daha uzun bir süre, belki de pek çok nesiller boyu sürmüştür:

"Varlık, bu ülkenin kuzeydoğu kıyılarına gelmişti ve kuzey ülkelerinin torunlarından olup buralara ilk gelen ve yerleşenler arasında bulunuyordu. Bedensel bakımdan çok güçlü olan varlık, daha güneyde yaşamakta olan ve tümülüsleri yapanlar olarak bili­nen diğer milletlerle daha sonralan birleşecek olan bu insanların inşa ettikleri küçük kalelerin ve ileri karakolların yapımında büyük katkılarda bulundu." (583-L-2)

Şimdi de, Colomb-öncesi Amerikan tarihinin en muammalı maceralarından biri olan, Vikingler ve onların Amerika'da sürdür­müş oldukları yaşama ilişkin sorulan inceleyebiliriz.

BEŞİNCİ KISIM

İSK AN DİNAVYALIL AR
YENİ İNGİL TER E' D E

Norveçli ve İsveçli Gotlar, hiç şüphesiz, yeni dünyaya ayak basan ilk Beyazlar'dır. Kızıl Eric (Eric le Rouge) bu gözü pek deniz­cilerin, Vikingler'in, ilk liderlerinden biridir. Leif Ericson'un ba­basıdır ve 1970 yılında İzlanda'ya doğru yelken açmış ve orada yerleşmiştir. Babda çok geniş bir ülke bulunduğu söylentileri üze­rine de yeniden denize açılmış, 1980 yılına doğru Groenland (Grönland) kıyılarına ulaşmış ve burada yeni bir koloni kurmuş- hır.

Kuzey Amerika'ya ilk ulaşan onun oğludur. İzlanda'da 1970 yılında dünyaya gelen Leif Ericson, cesaretleri ile övünen deniz a­damlarının geleneği içinde yetiştirilmiştir. Ancak 1003 yılında Amerika'yı keşfetmesi tamamen rastlanh ("") sonucudur. Kralın hi­mayesi altında Norveç'ten yola çıkmış, ancak patlayan bir fırtına onun yönünü saptırarak Yeni Dünya'nın doğu kıyısına doğru sürüklemiştir. Nereye ayak basmış olduğu tam olarak belli değil­dir, ancak burada buğdaya ve bağlara rastladığı ve bu yüzden bu bölgeye "Vinland" adı verdiği bilinmektedir, ki bu da hiç şüphesiz Massachusetts'deki Cap Cod'u belirtiyordu.

Bu keşif haberi etrafa yayılmıştı ve kısa bir süre sonra diğer İskandinavyalılar da gelmekte gecikmediler. Koloniler kurmaya kalktılarsa da bunların ömrü pek uzun olmadı. Sarı saçlı, mavi

(") Bu kitaptaki "ra· stlantı " sözcüğü "sebebi bilinemeyen " anlamında kul­lanılmıştır.

gözlü bu "renksiz insanlar" muhtemelen korkuya kapılan ve ken­dilerine düşman olan yerliler tarafından ülkeden kovuldular.

Kuzeyliler'in (Nordic) Minnesota'ya dek batıya ve kuzeye doğru ilerlediklerini gösteren sayısız işaret vardır, ancak buraya nasıl geldikleri bilinmemektedir; muhtemelen Büyük Göller'i kul­lanmışlardı, çünki denizci bir millettiler; karadan seyahat etmiş ol­maları ihtimal dışıdır.

Superior Gölü'nün Kanada kıyılannda, Beardmore'da yapı­lan bir keşif epeyce tartışmalara yol açmıştır; burada söz konusu olan kınlmış bir Kuzeyli (Nordic) kılıcı, bir baltanın kesici kısmı ve bazı kalkan parçalarıdır ve bunların Vikingler'e ait olduktan tar- hşmasızdır. Bununla beraber bu keşfin gerçekliği yıllarca göz ardı edilmiştir ve bazı bilim adamları bu tavırlarını hala sürdürmekte­dirler; ileri sürdükleri sebep de bu eşyaların sahte olduğu ve bu­nun bir şaka olduğudur. Bir kimsenin sırf şaka olsun diye böylesi- ne değerli parçalan nasıl olup da bırakmış olduğu ise açıklanacak şey değildir. Aynca, emin kaynaktan da bilinmektedir ki, Kuzeyli­ler kıyı bölgesini Hudson Körfezi'ne kadar ziyaret etmişlerdir.

1898 yılında Minnesotalı bir çiftçi tarlasını sürerken dikdört­gen biçiminde, üstü yabancı bir dilde yazıtlarla kaplı olan büyük bir taş buldu. Bilim adamları bunu büyük zorluklarla çözmeyi ba­şardılar ve on altı harften oluşan eski gotik dilinde yazılmış oldu­ğunu keşfettiler. Ancak bunun gerçek olduğunu kabule yanaş­madılar. Üstünde şu okunuyordu: "Bizler bahya, Vinland'a sefere giden 8 Got (İsveçli) ve 22 Norveçliyiz. İki küçük ve kayalık adası olan ve bu taştan kuzeye doğru yürüyerek bir günlük mesafede bulunan bir gölün kenarında kamp yaptık. Bir gün boyunca balık avladık. Geri döndüğümüzde arkadaşlarımızdan lO'unu adeta kendi kanlan içinde yüzer durumda, ölü olarak bulduk. Ave Ma­ria, bizi kötülükten kurtarınız. Bu adadan yürüyerek 14 gün uzak­ta, deniz kenarındaki gemilerimizde (ya da gemimizde) bizi bekle­yen 10 arkadaşımız daha var. Yıl 1362."

1%7 Eylülü'nde, Amerika Vikingleri konusundaki en büyük tarihçi olan Prof. 0.G. Landsverk, Kensington Taşı adı verilen bu taşın gerçek olduğunu açıkladı. Onun tarihini, Kuzeyli (Nordic)

tarihçi olan Prof. O.G. Landsverk, Kensington Taşı adı verilen bu taşın gerçek olduğunu açıkladı. Onun tarihini, Kuzeyli (Nordic) Katolik takvimine dayanarak 7 Mayıs 1244 olarak belirtti. Taş, Minnesota'da, Alexandria'da sergilendi. Bunun bir aldatmaca, bir şaka olduğunu iddia edenlerin asla açıklayamayacakları sorular doğuyordu: Kim eski gotik dilini öğrenmek, 100 kilodan fazla çe­ken bir taş üzerine bir metin yazmak, sonra da günün birinde belki birisi çıkar da bunu bulur ümidiyle tamamen tecrit edilmiş bir ala­na götürüp de bunu gömmek zahmetine katlanmış olabilirdi? Çift­çi mi? Bunu yazan adamcağızın bunun hiçbir zaman keşfcdilme- mesini dileyerek ölmüş olması daha mümkündür!

Maalesef, Kuzeyliler Birleşik Devletler'deki hayatları hak­kında pek az iz bırakmışlardır. Rhode Island'daki Newport Kulesi de tıpkı Kensington Taşı gibi şüpheciler tarafından reddetilmiştir. Bunlardan biri "Bu daha çok, 16. yüzyıla ait İngilizler'in pusu kur­mak için yaptıkları kulelerden biri olmalıdır. Atlantik kıyısında, Vikingler'in gemilerini bağlamak için kullandık.lan o meşhur gemi bağlama taşlan da sonuca götürücü bir kanıt getirememektedir. Burada bulunmuş olan ortaçağ İskandinav silahlan da hiç şüphe­siz, Amerika'ya yeni getirilmiş olan aile hatıraları ya da koleksiyon eşyalarıdır." diye yazmaktadır. Bu şüpheli açıklamalar, kadim de­virleri inceleyenlerin aşmaları gereken bir akli muhakeme tarzı­dır.

Vikingler hiç şüphesiz Kuzey Amerika'yı, İzlanda'yı ve Gro- enland'ı (Grönland) kolonileştirdiler ve buralarda muhtemelen beş yüz yıl kadar kaldılar. Sagalar'a (..) göre zengin bir Groenlandlı beraberinde 60 kişi ile birlikte Vinland'a geldi ve burada 1007 sene­sinde bir koloni kurdu. Bu koloni belli bir süre yaşadı ve gelişti, an­cak daha sonra hiç sözü edilmez oldu. Bu sömürgelerin ortadan kalkışı hala esrarını korumaktadır. Bölgenin bu yeni sakinleri, bel­ki de yerli halk tarafından emildiler ya da katledildiler. Belki de kendi kendilerine sönüp gittiler. Kuzey Dakota'daki Mandan yer­lileri açık tenli ve mavi gözlüdürler; bu da beyaz tenli İskandinav- yalılar'ın bu bölgede bir süre yaşamış olduklarını düşündürmek-

(,.) Saga: lskı ndinav efsaneleri.

tedir. Lewis ve Clark, kuzeybatı boyunca yaptıkları keşif gezile­rinde (1804-1806) burada gayet misafirperver yerlilere rastlamış­lardı.

Bunların taştan yapılarının ve kullandıkları eşyaların kalın­tıları keşfedilmiş ve bütünüyle tanımlanmıştı; hatta New Found- land'de bizzat Leif Ericson'a ait olması muhtemel olan bir kamp mevkii bulunmuştu. Yaptıkları bu sayısız uzun yolculuklar Vi- kingleı'in sayılarının azalmasına neden oldu; ayrıca ülkeleri de savunmasız kalıyordu ve hiç şüphesiz sonunda bu maceradan vazgeçtiler. Keşifleri 1300'e doğru sona erdi. Gözü pek Viking- leı'in sonuncusu da 1540 yılında Groenland'da öldü ve böylece ilk Amerikalıların tarihinin en etkileyici çağlarından biri son buldu.

Cayce Dosyalarından Aktarmalar

Dosyalar içinde muhafaza edilmiş yedi "hayat okuması"nda belirtildiğine göre Kızıl Eric, Leif Ericson ve diğer İskandinavyalı­lar Atlantik aşırı ve İzlanda, Groenland ve Amerika gibi yepyeni ülkelere doğru sayısız yolculuklar yaptılar. Vinland'da, Massac- husetts'de ve Rhode İsland' da sürekli koloniler kurmaya kalkıştı­lar. Bu kolonilerden hiç biri varlığını sürdüremedi ancak bazı kişi­ler dost yerliler ile ticaret yaparak zengin olmak amacıyla ülkede hayli uzun bir zaman kaldılar. Norveç'e cepleri dolu ve başarıları­ndan ötürü biraz da övünerek geri döndüler.

"Varlığın, Kızıl Eric'in onun günümüzde doğmuş olduğu bu ülkeye yolculuklar yaptığı zamanda da yaşamış olduğunu görü­yoruz. Varlık Vinland adı verilen, ya da günmüzdeki isimleriyle Rhode İsland ve Massachusetts kıyılarına yerleşmeye teşebbüs e­denler arasında bulunuyordu. Varlık o zamanlar bedensel ve ruh­sal bakımdan güçlü idi, karadaki ve denizdeki tüm faaliyetlere ga­yet yatkındı ve Osolo Din adını taşıyordu. Varlık, bu enkamasyo- nu boyunca kazandı ve kaybetti; şöyle ki, bu ülkede kaldıkları süre içinde ortaklara ve arkadaşlara getirilen yardım vasıtasıyla kazan­dı; bu ülkenin yerlileriyle yapılan ticaret neticesi elde etmiş olduğu

ülkeye geri döndüğünde yolculuklarında kendisine eşlik etmiş ^ lanları köle yaptı. Bu da, bu ülkedeki yaşamının son döneminde herkesin nefretini kazanmasına ve mahkum olmasına neden ol­du." (438-1)

Diğer denizcilere kanlan eşlik ettiği halde, Amerika'ya yap- hğı seyahatlerden birinde Kızıl Erle kansını evde bırakmışb. Kansı büyük bir hiddete kapıldı ve bu hadi^ aile hayatlarında uzun ^ neler sürecek bir yara açılmasına neden oldu. Gözü pek bir denizci idi ve aynı zamanda saldırgan bir tabiata sahipti; kendisi ile üstleri arasında sayısız kavgalar patlak verdi. Hayabnın sonuna doğru da denizden ve onun haşinliğinden nefret etti.

Amerika'da iken bir keresinde bahya, günümüzdeki Minne- sota'ya kadar ulaşmıştı ve arkadaşlarından bazıları hayatlarının geri kalan bölümünü yerliler ile beraber geçirmek üzere burada kalmayı tercih ettiler. Diğer Vikingler daha da uzağa, ta Montana' ya kadar gittiler.

"Varlık kuzey ülkesinde idi, Amerika'nın kuzey ve babsın- daki geniş topraklara, ya da varlığın günümüzdeki doğmuş ol­duğu ülke olan Minnesota'nın merkez bölgesinin yakınına, Kızıl Eric'in faaliyetlerini sürdürdüğü bölgeye doğru seyahat edenler a­rasında bulunuyordu. Varlığın ismi Olsen-Olsen idi ve bu ülkede kalanlar arasında bulunuyordu. Böylece, kuzeybatı toprakları yaptığı keşif gezisi esnasında Clark'a açık tutuldu ve kendisine karşı hiçbir girişim olmadı. Varlık, çeşitli gruplar, uluslar ya da ülkeler arasında çok faydalı olacak şekilde barışı sağlayabilirdi." (3651-1)

Leif Ericson, Olaf ve Olensen ile birlikte Connecticut ve Mas- sachusetts'de Vinland'a yanaşb. Bir sonraki yolculuklarında Eric- son ve ekibi, günümüzde Providence adı verilen ve Rhode İs- land'ın başşehri olan kentin yakınında bir koloni kurdular. Diğer­leri ise New Foundland ve Nova Scotia'ya (Yeni İskoçya) kadar sayısız yolculuklar yapblar. Bu arada, ilk yerleşim bölgesi Vinland oldu ve daha sonra terkedilmesine rağmen bazı Vikingler buranın yerli halkı ile "ruhsal" bir kardeşlik kurmak ve "bölgeyi katetmek i­çin bir kestirme yol bulmak" amacıyla burada kaldılar. Enteresan

bir ayrıntı da, Kızıl Eric'in günümüzde tekrar enkarne olmuş ol­masıdır:

"Bu varlık, daha önceleri kuzey ülkesinde (Nordic) yaşıyor­du ve cesur denizcilerden biriydi; ve varlık o enkarnasyonunda Kızıl Eric adını taşıyordu ve günümüzde doğmuş olduğu ülkeye yolculuk ediyordu veya yerleşmişti. Bununla beraber bu hayatı­nın son kısmında yaşamış olduğu bazı maceralar ve günümüz­de de belirtildiği üzere, girişmiş olduğu faaliyetler yüzünden varlık, sudan, su yollarından, suda yüzen gemilerden korkmak­tadır. Cesareti, diğer bir enkamasyonunun neticesi olarak hava- tla, ya da hava taşıtlarındaki faaliyetlerinde dahafazla ortaya çık­maktadır. O enkarnasyonunda (Kızıl Eric olduğu) varlık kazandı ve kaybetti; çünki sadece arkadaşlarıyla değil, aynı zamanda aile hayatında da güvensizlik dönemleri yaşadı ve kendi üstleri ile anlaşmazlıklara düştü." (2157-1)

Böylelikle, Cayce dosyalarına göre Vikingleı'in Amerika' daki öyküleri maalesef son buluyor.

İnsanoğlunun yaşamış olduklarını, çağdaş tarihin hudutla­rına dek gözden geçirmiş bulunuyoruz. Cayce'in arşivlerinde, A­merika tarihinin hemen hemen tüm dönemlerini içeren "okuma­lar" bulunmaktadır. Bunlar içerisinde Özgürlük Savaşı sırasında doğmuş ruhlara, Yeni İngiltere'deki (New England) büyücülük davalarına, Far-West öncüleri dönemine, iç savaşa, dünya savaş­larına ilişkin bilgiler mevcuttur.

"Okumalar", her ne kadar bazı ünlü ya da efsanevi kişilerin hayatlarını ortaya çıkardığı için şaşırtıcı ve etkileyici de olsa, da­ha önce bilinenlere pek büyük bir şey ilave etmemektedir. Sonuç olarak günümüz Amerikası'nın ve onun yarınlarının gözler önü­ne serdiği daha karmaşık ve kesin sorunlara yönelmek durumun­dayız. Çünki, şimdi ve gelecek, geçmişte örülen ağlardan oluşur.

ÜÇ ÜNC Ü BÖLÜM

1998 ve ÖTESİ

BİRİNCİ KISIM

MO DERN AMERİK ANKRİZİ

Birleşik Devletler'in geleceği hakkında Edgar Cayce'in söyle­yecek pek çok şeyi vardır. Tarihin çarkları dönmeye devam eder­ken insanlık da hızlı bir şekilde yeni bir devre geçmektedir. Bizler şimdi bir geçiş dönemi yaşamaktayız: "Bu zamanlar sona ermekte­dir. Doğrular yeryüzünün mirasçıları olacaklardır." denilmekte­dir "okumalar"da...

Ancak bu öyle pek de kolay olmayacaktır; tam tersine, insan­ların ruhlarını sınayacak olan bir anlaşmazlıklar, talihsizlikler ve felaketler dönemine girmekteyiz ve "pek çokları telef olup gide­ceklerdir". Ancak incinin de, istiridyenin içindeki sürtünmeler ve karışıklıklar neticesinde oluştuğunu unutmamak gerekir. Terslik­ler olmadan gelişme olmaz. Sık sık tekrar etmekte olan tarih bizle- re her güç için bir karşıt-güç bulunduğunu, her negatif için bir po­zitif bulunduğunu öğretmektedir. Bu, insanoğlunun tekamül sü­recinin bir parçasıdır.

1998'de yeni bir çağın başlayacağını Cayce 1930'larda söyle­mişti. O zamandan bu yana diğer birtakım kaynaklar da hemen hemen hep aynı tarihi öne sürmüşlerdir. Amerikan Sanatlar ve Bi­lim Akademisi gibi Ortodoks bir topluluk, Bab toplumunun 200

yılındaki geleceğini araştırmak üzere bir komisyon kurmuştu, çünki o senenin yeni ve önemli bir "kırılma sistemini" başlatacağını düşünmektedirler. Bildiri panolan şimdiden tüm kavşaklara di­kilmiştir.

Sosyal bilimler profesörü olan Henry Winthrop: "Bah -ve özellikle de A.B.D.- büyük bir ekonomik zenginlik yaşayacaktır. Pratik olarak şundan eminiz ki, 200 yılına doğru önceden de gör­mekte olduğumuz gibi otomasyon, ordinatörler ve gerçekleştirile­cek olan diğer teknolojik gelişmeler sayesinde tam bir bolluk yaşa­nacaktır." diye yazmaktadır.

Yazar büyük ve hassas bir sorun olan dağıtım hususundan (en başlıca sorun) söz etmemekte ancak insanların "eğitime, kül­türe, şuurun ufuklarını genişletmeye ve dini bilgilerin araş- bnlmasına" daha fazla zaman ayırabileceklerini iddia etmektedir. Tüm bu faaliyetler sanatlann, bilimlerin, matematiklerin incelen­mesini; yeni mimari formların ve toplu çalışma biçimlerinin, yeni sosyal kurumlar hususunda daha gerçekçi ve deneysel bir tutu­mun araştınlmasını içermektedir.

Ütopya! diye haykırmaktadır bazdan. Belki de öyledir. An­cak pekala da mümkündür ve hiç şüphesiz arzu da edilmektedir. Şimdiden, pek çok şeye yeni bir görüş ile yaklaşılması nesiller a­rasında bir hendek -bir bilgi hendeği- oluşmasına neden olmuş ve gençlerle daha az genç olanlar arasında suni bir duvar yüksel­miştir adeta. Gençliğin değerini takdir etmemek gibi trajik bir ha­taya asla düşmemeliyiz ve bunun yerine, yaşlı nesilin günümüzün gerektirdiği beceriyi mi göstermeyi başarabileceğini, yoksa bunun yerine, bugünün gençliğinin pek gerçekçi olmayan bir öğrenci kuşağından ibaret olduğunu ileri sürerek sahip olduğu materya­list değerleri empoze etmeyi mi sürdüreceğini kendi kendimize sormalıyız. Aynca yine kendi kendimize öz idealimiz doğrultu­sunda yaşayıp yaşamadığımızı da sormalı, hatalanmızın şuuruna varmalıyız.

Evet, gençler başkaldırmaktadırlar, çünki seks ve uyuşturu­cu konusuna bakışlan ne kadar hatalı olursa olsun, bu isyanlanrun temelinde iki yüzlü bir toplum tarafından aldatıldıklan şeklindeki

izlenimleri yatmaktadır. Örneğin, evde ve kilisede onlara başka­larının mülkiyetine ve haklanna saygı göstermeleri öğretilmekte­dir. Büyüdüklerinde ve asker olduklarında ise onlara bu kez tahrip etmeleri ve öldürmeleri öğretilmektedir. Dolayısıyla vicdani ^ beplerden ve inançlanndan ötürü askerlik görevlerini yapmaktan kaçınır ve askerlik cüzdanlannı yakarlar. Ustelik, kendilerinden öncekilerin mahrum olduktan bir kardeşlik duygusuna ve bir ^ den anlayışına sahiptirler. Onlar, üstünde durulması gereken ilk nesli temsil etmektedirler.

Pek tabii ki, Yeni Çağ'a girilmden önce çözümlenmesi ger^ ken başka ihtilaf alanlan da mevcuttur. Toplumumuzda fakirliğin maliyeti çok yüksektir. Tıpkı Gunnar Myrdal'ın söylediği gibi: "A­merika, yaşlı insanlanna, çocuklarına, hastalanna ve sakatlanna e­konomik güvence sağlama söz konusu olduğunda, en büyük işsiz­lik ve meskensizlik yüzdesine sahip olan yegane zengin ülke ola- · rak kalmak istememekte ve en cömerti olmaktadır."

Çağımızın en acı tuhaflıklarından ve çelişkilerinden biri de belli bir azınlık için onca zenginlik ve çoğunluk için de onca sefalet olmasıdır. Ahlaki ve manevi sebeplerden ötürü yaşamaya ve başkalannın da yaşamasına imkan tanımaya ihtiyacımız vardır ve bu gayet normaldir; ancak modem felaketlerle, yani şiddetle, cina­yetlerle, vergi kaçakçılığıyla, yalanla, enflasyonla, deliler gibi do­lar peşinde koşan zengin bir toplumun düşüşünü açığa vuran fiyat arbşlarıyla da savaşmak zorundayız. Amerikan toplumunu ezen kötülükler herkesçe malumdur, ancak bunların albnda yatan se­bepler daha incedir.

Soğuk savaşın nedeni askeri değil, sosyal ve ekonomik so­runlardır: Uluslararası pazarlar, doğal kaynaklar, az gelişmiş ül­kelerin hakimiyet altına alınması, zengin ulusların hegemonyası, halkın sosyal güvenliği gibi... Komünizm tehdit değil, bir kafa tut­madır. Gerçek cevaplanması gereken soru kapitalizmin sosyalizm ile rekabet edip edemeyeceğidir. Yoksa silahlara sanlması mı ge­rekmektedir?

Cayce, Büyük Savaş sırasında tam iki kez, gizlice Washing- ton'a davet edildi; Woodrow Wilson'ın hazırladığı banş antlaş-

masının on dört noktası, tıpkı yine kendisine ait olan Uluslar Ce­miyeti konusundaki projesi gibi, "okumalar"ın felsefesini yansıt­maktadır. Bu iki adanun birbirlerine neler söyledikleri bilinmiyor ancak, daha sonraya ait bir "okuma", Wilson'ın düşünülenden çok daha spiritüalist bir insan olduğunu ortaya koymaktadır. "İsa'nın ruhu banş masasına oturmuştu." demişti Cayce. Wilson'ın biyog­rafileri bunu doğrulamaktadır. Belial Oğullan'nın şiddetli muha­lefeti Wilson'ı mezara götürdü, 14 noktayı güçsüz bir hale koydu ve Uluslar Cemiyeti'ni de ortadan kaldırdı. Karma! Müttefikler bu­nun bedelini İkinci Dünya Savaşı boyunca ödediler.

O zamandan beri de ulus dejenere oldu. İdareciler buna rağmen halktan, kendilerinin göstermeyi başaramadıklan yüksek bir maneviyat göstermesini istemişlerdir. Bu da gerçekleşmesi imkansız bir ütopyadır.

Tüm bunlar, bazı kişilerin hırsından kaynaklanmaktadır. Silahlar imal etmek, şiddet filmleri ve pomo edebiyatı yapmak ga­yet ''karlıdır"; halkı bin türlü yollarla dolandırmak amacıyla değer­siz topraklan ve hisse senetlerini satarak fiyatları yükseltmek ga­yet kazançlıdır. Kurtların başıboş kalmış olduklan bir ortamda kurbanlann isyan ve haykırışlanna şaşmamak gerekir elbette!

Küçük ve dürüst tüccar, tıpkı aileden gelen tarlalannı süren çiftçi gibi giderek kaybolmaya yüz tutmuştur. Büyük, güçlü ve vic­dandan yana nasibini almamış anonim kuruluşların saldırıları karşısında hürriyetin ve ahlaki temizliğin yaşama şansları pek azdır.

Kapitalizm intihar etmekle meşguldür. Gerek oto-disiplin i­le, gerekse de mecburiyet ile kendini yenilemeyi başarabilecek mi­dir, ya da bunu isteyecek midir? Hür teşebbüsün, herkesin yaran- na daha iyi hizmet etmek ve kendini değiştirebilmek için yeterli zekayı gösterebilmesi mümkündür, ancak bu muhtemel gözük­memektedir ve maalesef bu güveni de vermemektedir.

Üniversitelerdeki öğrenciler tüm bunları, kendilerinden öncekilerden çok daha iyi anlayabilmekteler. Ortada dönen oyu­nun gaye^ iyi farkındadırlar. Amherst Üniversitesi'nden Prof. Cal- vin H. Plimpton, Başkan Nixon'a yazdığı bir mektupta, kampu-

sunun görüşlerini gayet kısa ve öz bir biçimde şöyle ifade ediyor­du: "Yöneticilerimizin sosyal sorunlan en etkin biçimde çözmeye gayret edecekleri zamana kadar, gerekli değişimlerin getirilmesi maksadıyla, gençlerin ve insanlık için kendilerini adanuş olanlann ruhlannda meydana gelen o alt üst oluşlan anlatabilmek için sesi­mizi yükseltmemiz ve bunu sürdürmemiz gerektiğini düşünüyo­ruz. Universitelerdeki kanşıklık ve sıkınblann büyük bir bölümü, Amerikan rüyası ile hakikat arasındaki uçurumdan kaynaklan­maktadır."

Bunun çaresi nasıl bulunacaktır?

Yeni nesile ilişkin ilk ifadeler, Cayce tarafından 1917 ile 1920 yılları arasında doğanlar için verilmiş "okumalar" da yer alıyordu. Bunlann çoğu, günümüz dünyasına, kesin bir amaç taşıyarak ye­niden doğan Atlantisliler'den oluşuyordu. Deneyimli, gelişmiş, sahiplenme duygusu taşıdığı ölçüde de saldırgan olan bu ruh var­lıklarının biraraya toplanmış olmalan bir grubun ya da ulusun "karma"sıru temsil ediyor gibidir. İçinde bulunduğumuz çağ onla­ra, Atlantis'in çöküşünden bu yana ilk kez benzer şartlar altında bazı sorunlan çözümleme fırsatım sunacaktır.

Bu insanlar yeni bir ahlak anlayışı getirmektedirler ve varlık­ları dünyanın sayısız bölgesinde kendini hissettirmektedir. Be­densel güçleri ve yüksek anlayışları, tarihleri, geçmişleri, şuuraltı­na depolanmış bilgileri tüm yeryüzündeki toplumları değiştire­cektir. Bazı ülkelerde daha şimdiden bunu yapmaya teşebbüs et­mişler ve bazen başanlı da olmuşlardır. Güney Kore gençliği bir despotu, Syngman Rhee'yi 1960 yılında devirirken, bunu yapan ilk gençlik olmuyordu; Castro da benzerini 1958'de gerçekleştir­mişti.

"Okumalar"a göre, "Geçiş dönemi 1958 ile 1998 arasında ya­şanacaktır. Bu dönemin sonunda Yeni Çağ başlayacaktır." (364)

Dünya küçüktür ve günden güne de insan için ufalmaktadır. İnsan nüfusundaki patlama faydalıdan çok zararlı olacağa benze­mektedir ve zaten de feryatlann yük^lmesine neden olmaktadır. Kaza sonucu değil, tam tersine maksatlı olarak meydana geldiği şüphesizdir. Hükumetleri, asırlardan beri kenara itilmiş sosyal ya

da ekonomik sorunlara eğilmeye mecbur etmekte ve bir önceki kuşağın daha hayal bile edemediği değişiklikler meydana getir­mektedir.

"İnsanın, tüm sorunları için gördüğü tek çözüm iktidar, para gücü ve mevki idi. Bu asla Tanrı'mn isteği değildi ve hiçbir zaman da olmayacaktır. Çünki insan, zirvedeki mevkileri işgal edenlere değil, genel olarak tüm insanlığa hizmet etmek zorundadır." (364)

Aşağıdaki pasaj, grup karmasına, önceki bir fiili telafi edici reaksiyona iyi bir örnek teşkil etmektedir: 1932 yılında Cayce şöyle diyordu: "Avrupa, iskambilden bir şatodur. Birkaç sene önce, güç­lü milletlerin, başkalarının haklarına saygısı olmayan bir azınlığın arzularına ve bencilliğine boyun eğdiği görüldü. Bu milletlerin fertleri tekrar bedenlenmektedirler ve Avrupa'mn ve dünyanın pek çok ülkesinin etine batmış birer diken durumundadırlar." (364)

Sorulan bir soruya verilen cevap, tekrar doğmakta olan bu milletin Rus halkı, ve hiç şüphesiz çarlar döneminin en çok ıstırap çekmiş varlıkları olduğunu ortaya koydu.

"Değişimlerin meydana geleceği, dini fikirlerde bir tekamül veya devrim şeklinde değişikliklerin oluşacağı şüphesizdir. Bu, Rusya'dan gelecektir, ancak bu komünizm olmayacaktır, HAYIR! Daha ziyade onun temelinde yatan, İsa'nın öğretmiş olduğu, o nun komünizm anlayışı gerçekleşecektir." (425-5)

Bu pasajın kesin anlanundan emin olanuyoruz. Küçük çocuk İsa'yı yetiştiren Esseniler topluluk halinde yaşıyorlar ve tüm mal­larını paylaşıyorlardı. Resullerin işlerinde bap 2:4 ve bap 4:32'de malların bu ortaklaşa oluşuna değinmeler vardır. Bununla birlik­te, bunun "temeli", bir grubun bireyleri arasındaki birliği daha güçlendiren kardeşlik ruhu olmalıydı.

1934'de Cayce şöyle söyledi: "Şayet daha sıkı bir kardeşlik, dostluk ve komşusunu da kendi gibi sevme fikrini kabul etmeye­cek olursak, uygarlık batıya doğru göç edecek ve lanetler yağdı­rılmış bir millet olan Moğollar yeniden yükseleceklerdir." İnsan­ların ve ulusların birbirlerine tabi ve muhtaç oluşlarıru da şöyle ek-

leyerek açıkladı:

"Tüm yeryüzündeki insanların yaptıkları işlerde, dünyayı, bazı insanlara ait olarak değil, tüm insanlığın ortak malı olarak ele almanın gereği kendini göstermiştir ve göstermektedir." (3976)

İhtiyaçlar büyüktür; zaman da kısıtlıdır. Uyan herkes içindir ve bilhassa da, "sermayenin kontrolünü yönetenler ya da elinde bulunduranlara" yöneliktir. Cayce hiçbir zaman tarih belirtmedi, ancak 1940 yılında bazı malumatlar verdi: "Okyanusun sayısız a­dası, toprakların birçoğu, ne insandan ne de şeytandan korkma­yanların, ancak tam tersine en güçlü olanın hakkını övenlerin haki­miyetine girdiğinde... (varlığın) ülkesi, kardeşin kardeşle savaş­tığı o devirlerdeki gibi kan aktığını görecektir."

Bu ifade, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Amerikan kontro­lüne geçen Pasifik'teki 2 00 adayı ve Latin Amerika'daki ya da As­ya'daki bazı ülkeleri mi ima etmektedir acaba? Bu durumda za­man hayli kısalmış demektir.

Sovyetler Birliği hakkında 1933'de söylenenler de hayli çar­pıcıdır: "Rusya'nın dini gelişiminden dünyanın büyük umudu or­taya çıkacaktır. Böylece bu varlık ya da grup, derece derece, mey­dana gelen değişimlerden ve dünyanın hakimiyet altına alınması­na ilişkin şartların son kez oluşturuluşundan en büyük faydayı sağlayacaktır." (364-Sa 3)

Bu beyanat ancak 1944'de aydınlatılnuştır.

"Dünyanın ümidi Rusya'dan doğacaktır, ama bu komü­nizm, bazen de bolşevizm adı verilen şey sayesinde olmayacaktır, hayır! Hürriyetten doğacaktır, hürriyetten; her insan için benzeriy­le beraber yaşama hürriyetinden. Prensip doğmuştur. Kristalize olması için seneler gerekecektir, ancak dünyanın ümidi yeniden, bu kez Rusya'dan ortaya çıkmaktadır. Bunu yöneten nedir? Parası üzerine 'Tann'ya güveniyoruz.' yaznuş olan ulus ile (A.B.D.) dost­luktur!" Ve daha ileride şunu okuyoruz: "... Çünki, yarın Çin uya­nacaktır!' "

Çin giderek tahrip olmakta olan bir kapitalizmin yükünü üzerinden atarak uyandı, ancak maalesef Çin halkı diğer bir otok­rasi şeklinin boyunduruğu altına girdi. Onun tekamül edeceğini

yine de ümit edebiliriz.

A.B.D. ve S.S.C.B. yıllardan beri birbirlerine yaklaşmaktadır­lar. Bir sükunet ve anlaşma ortamının gerçekleşmesi kimseyi şaşırtmayacaktır. Yeni düşmanın adı korkudur. Büyük sebep, banş ya da korku olabilir, ancak son neticeler aynı olacakbr: Daha geniş seviyede ve barış içinde bir beraberlik. Sovyetler Birliği ya­vaş yavaş sağa doğru kaymaktadır; Birleşik Devletler de, 1930'dan beri ağır ağır sola meyletmektedir. Her iki ulus da, özel isteklerini tatmin edebilmek için ellerindekinin en iyisini birbirlerine ödünç vereceklerdir. Politikadan ayn olan ekonomik sistemler, engelleri daha kolay aşabilmektedirler ve şeytanları birer aziz haline dö­nüştürmeyi biraz daha iyi bilmektedirler.

Maalesef Amerika'nın dertleri başlamıştır; politik, sosyal ve ekonomik krizler patlak verecektir. Cayce dosyalarına göre, 1958 ile 1998 arasındaki dönem, batı yanmküresinin ve bilhassa Kuzey Amerika'nın coğrafyasında önemli değişiklikler meydana getire­cektir. Birleşik Devletler'in şekli değişecektir.

Adının açıklanmasını istemeyen ünlü bir jeolog, "Edgar Cay- ce'in 'okumalan'ndan elli kadarının incelenmesinin, 'okumalar' ta­rafından verilen bilgilerin hem mantıklı, hem de mümkün olduğu­nu ortaya çıkardığını" belirtmişti. "Yalnızca bazı ayrıntılar, gü­nümüz biliminin olguları ile uygunluk göstermektedir; geriye ka­lanların büyük bölümü yeryüzünün tarihine ait günümüzde ka­bul edilen fikirlere ters düşmektedir."

Yazar şöyle devam ediyor: "Bu dönemde gerçekleşeceği bil­dirilen ayısız do^l felaketler, üniformitarizme (•) ait ^olojik veri­lere uymamaktadır. Yine de, 'okumalar'da, 1928 ile 1958 arasında­ki dönemde olacağı önceden bildirilen bazı hadiselerin gerçek­leşmiş olması hayli enteresandır. Örnek olarak Califomia'da 22 E­kim 1926'da meydana gelen bir depremi, 1926 senesinin 15-20 Ekim tarihleri arasındaki şiddetli fırtınayı; Califomia'da 1926 ve 1950 yıllan arasında meydana gelen yeni yer sarsıntılarını gösterebili­riz."

1934 yılında, Cayce şöyle bildiriyordu: "Yeryüzünün pek çok

(•) Ani oluktan çok, derez d&az meydana gelen de^şimUr.

bölgesi alt üst olacak. İlk bölüm süresince (1958-1998) Birleşik Dev- letler'in batı kıyılannın fizik görünümünde değişiklikler meydana gelecek. Groenland'ın kuzeyinde körfezler ve su akımlan belire­cek. Karaibler Denizi'nde yeni kara parçalan su üstüne çıkacak... Güney Amerika, kuzeyinden güneyine kadar sallanacak ve An­tarktika'da, Ateş Ülkesi'nin kıyılan açıklannda kara parçalan beli­recek ve denizi kabank bir boğaz meydana gelecek." (3976-15)

1959 senesinde, A.B.D. Jeodezi (•) Dairesi, Macellan Boğazı' nın kuzeyinde, Amerika K.ıtası'nın en güney ucunda daha önce hiç yer sarsıntısı olmamış bir bölgede önemli bir deprem meydana gelmiş olduğunu rapor etti. Şili, California ve Alaska'da yer sarsın- tılan olmaktadır. Yoksa bunlar gelecekteki olaylann habercileri midirler?

"A.B.D.'nin batı kıyısındaki, aynı zamanda doğu kıyısındaki ve orta kısmındaki çok sayıda bölge altüst olacak. Önümüzdeki yıllarda Atlantik ve Pasifik'te karalar belirecek. Ve pek çok ülkenin kıyı bölgeleri sulara gömülecek. İçinde bulunduğumuz devre ait (1941) pek çok savaş alanlan bile batıp gidecek. New York şehrinin çevresindeki kıyı parçalannın ve hatta bizzat şehrin kendisinin büyük bölümü kaybolup gidecektir. Ancak bu, diğer bir nesilde meydana gelecektir; halbuki Carolina ve Georgia'nın güney kısım­ları çok daha erken bir zamanda batacaktır." (1151-11)

Birkaç seneden beri, Kanada'nın doğusunda, New England' da ve New York Eyaleti'nde yer sarsıntıları giderek artnuş durum­dadır. En azından bir sismolog, Harward'dan Don Leet bu işten ^ peyce endişe duymaktadır ve bu yüzyılın bitiminden önce ülkenin doğu kıyısında büyük bir deprem olabileceğini düşünmektedir. Carolina ve Georgia'ya ilişkin fazla malumat olmamasına rağmen 1959'da yapılan sondaj, Savannah bölgesinde toprak yüzeyinin 1933'ten bu yana sekiz santimetre alçaldığını ortaya koymuştur.

"Büyük Göller'in suları Meksika Körfezi'ne dökülecektir ve bu iş çok sözü edilen o su yolu (Sain-Laurent) vasıtasıyla olacaktır. Bununla beraber, Ohio'nun, İndiana'nın ve İllinois'in en büyük ^ lümleri felaketten kurtulacaktır."

(•) Jeodezi: Yerkürenin biçimi ve boyutlarının ölçümü ile uğraşan bilim dalı.

Cayce'in de günün birinde bahsetmiş olduğu "kutupların ye­niden yer değiştirmesi" hadisesinin, Büyük Göller'in sularının Mississippi Vadisi'ne doğru çekilmesine ve belki de, Nil ya da A­mazon'a eşit yeni bir nehrin oluşmasma yol açması kuvvetle müm­kündür. Bu olgu doğrulanmıştır, zira göllerin güneybatıya doğru yüz senede altı santim kadar kaydıkları saptanmıştır.

''Tümülkede, az ya da çok önemli değişimlere tanık olacağız. En büyük değişiklik Kuzey Atlantik kıyılarında oluşacaktır. New York Eyaletine, Connecticut ve komşularına dikkat ediniz." (311-8)

Manhattan Adası ve ileride A.B.D.'nin en büyük deniz limanı haline gelecek olan Virginia'daki Norfolk en büyük zararı görecek olan bölgelerdir.

"Los Angele ve San Franciao, New York'dan önce tahrip ^ lacaklardır." Tarihi de bir sonraki pasajda belirtilmiştir: "Şayet Vezüv ve Pele Yanardağları'nda büyük faaliyetler oluşursa, bun­dan üç ay sonra Güney Califomia kıyısı ve Tuzlu Göl ile Nevada' nın güneyi arasında kalan bölgeler, yer sarsıntılarına ve sel baskın­larına ahne olacaklardır." (27^35)

Cayce, ayrıca, Etna Yanardağı'na ve bunun yeni patlamaları­na da dikkat etmeyi tavsiye etmektedir.

Californa, yer kabuğunun 20 kilomefre derinliğinde ve ^ kilometreden fazla uzunluktaki kırıklarından biri olan büyük San Andreas Çatlağı üzerinde yer almaktadır. Yer sarsıntıları konu­sunda hiç şüphesiz en büyük uzman olan, Teknoloji Enstitü- sü'ndan Prof. Hugo Benioff, Los Angeles kentinin tek bir günde harabeye dönüşebileceğini iddia etmiştir; zaten kimse de bunu reddetmemektedir. Şayet son yıllarda California tarafından cezbe- dilmiş büyük insan sayısını düşünecek olursak bu felaketin kar- mik (•) bir anlamı olduğundan şüphemiz kalmamalıdır; bu konu­ya başka bir bölümde değineceğiz.

"Atlantik'te ve Pasifik'te karalar ortaya çıkacak". Şayet çok yakın bir zamanda, 1963 Kasırnı'nda, İzlanda açıklarındaki volka­nik bir patlamanın aniden yeni bir ada yaratmış olduğunu unutur-

() farm'ya ait.

sak, bu ifade bize hayli garip gelecektir. Surtsey adı verilen bu ada birgün zarfında on metreden fazla bir yüksekliğe ulaşmışh ve hala da orada durmaktadır.

Cayce, "Poseydia Adası, Atlantis'in sular üzerine çıkacak o­lan ilk parçaları arasında yer alacaktır." demiştir. "Bu, 1968 ya da 1969'da, çok kısa bir zaman sonra olacaktır!" Kendisiyle aynı ismi taşıyan büyük deniz limanının da bulunduğu Poseydia, Atlantis' in ilk tufandan sonraki adalan içinde en önemli olanıydı. Deniz di­binin bu bölgesinde 1968, 1969 ve 1970 yıllarında Prof. Manson Va- lentine tarafından keşfedilen ve tapınağı çağırıştıran yapılar Cay- ce'in kehanetini doğrulamaktadır.

"Değişiklikler zamanı yaklaştıkça, içinde (Atlantisliler'in) belgelerinin Tek Tann'nın yasasının inisiyeleri için muhafaza edil­miş olduğu bu üç yer belki de açılacaktır: Bimini Adası yakınında­ki tapınak yeniden su yüzeyine çıkacaktır; Mısır'da arşivler tapı­nağı bulunacaktır; ve hiç şüphesiz ki Atlantis Ülkesi'nin kalbine yerleştirilmiş olan bu belgeler de keşfedileceklerdir. Belgeler ay­nıdır." (57^1)

Bununla birlikte, Cayce asla aldanmaz da değildir; Alabama' da 1936 ile 1938 yıllan arasında meydana gelecek değişiklikleri bil­dirmişti. Ancak hiçbir şey olmadı.

Doğal olarak akla şöyle bir soru geliyor: Günümüzde, Bir­leşik Devletler tarihinin en özel dönemini yaŞarken, bu değişimler ve alt üst oluşlar da nereden çıkmaktadır? Ve niçin gerçekleşmek zorundadırlar? Cayce dosyaları, bunun başlıca nedeninin insan­ların günahları (•) olduğunu belirterek bazı şaşırtıcı sebepler orta­ya koymaktadır. Günün birinde güneşteki lekelere ilişkin bir soru­ya cevap verirken şöyle dedi:

"Güneş, Güneş Sistemi'ni yönetmek üzere yaratılmış oldu­ğuna göre, yeryüzündeki mineraller ve bitkilere olduğu kadar, in­sanlara da bir etkide bulunuyor olması gayet normal değil mi­dir?... Güneş, yeryüzündeki Tanrı çocuklarına ışığı ve ısıyı getir­mek için yapılmış olduğuna göre, insan ile ve dolayısıyla dünya ile

(•) Güna.h: Burada Hgünalı " sözü ile kastedilen anlam. insanlı rın llıihiirade Ya­saları 'na aylan dawanışlandır (ÇN.)

aynı bileşime sahiptir; bununla birlikte şunu da biliyoruz ki, katı madde, sıvı ve buhar da mevcuttur. Hepsi birleşmişlerdir, ancak hangi amaçla? İnsan için, ilahi insan için! Şayet o, Tanrı'nın şanını, güzelliğini, rahmetini, ümidini ve sabrını yüceltmek için meydana getirilmiş bu ışığa meydan okur ve karşı koyarsa, insanın işlediği, bu günahların sebep olduğu o sıkıntıların ve alt üst oluşların gü­neşin yüzeyine yansımasına pek şaşmamak gerekir." (5757-1)

Şayet bu doğru ise, Güneş'in hassasiyeti çok şaşırtıcıdır. Cay- ce şöyle açıklıyor: "Öfke, kıskançlık, nefret, düşmanlık sizleri na­sıl etkiliyor? Tıpkı yeryüzünde sebep olunan bu sıkıntı ve karışık­lığın Güneş'te bir leke oluşturması gibi... İnsanlar arasındaki her türden iletişim kopukluğu neyin nesidir? Tarihi, dilerseniz Babil Kulesi'ne ait temsili hikayeyi anımsayınız." Cayce şu uyarı ile noktalıyor: "Çünki, aranızda en küçük olana yaptığınız şeyi Yara­dan' a yapmış oluyorsunuz, tıpkı sizde meydana gelen karışıklık­ları, zelzelelere, savaşlara, nefretlere, günlük yaşamdaki tüm olay­lara varıncaya dek yansıtan Güneş'e yapmış olduğunuz gibi. O zaman Güneş'teki bu lekeler nedir? Tanrı'nın Oğulları'nın yeryü­zünde maruz kaldıkları bu sıkıntı ve karışıklıkların doğal bir so­nucu, bir yansımasıdır." (5757-1)

30 Ekim 1968'de Kentucky'de, Louisville "Kurye Gazetesi", Associated Press'in şu telgrafını yayınlıyordu: "Güneş'te meyda­na gelen fırtınalar, dün, kısa dalga radyo yayınlarında bozulma ve karışmalara neden oldu... Güneş manyetik alanının bazı bölgele­rinde yoğun bir faaliyet gözlenmektedir. Bu beklenmedik faaliye­tin, 1969 olarak tahmin edilen 'öfkeli Güneş'in yılı'nda meydana gelecek faaliyetlerin bir parçası olduğu sanılmaktadır. Dernek olu­yor ki, önümüzdeki sene, Güneş faaliyetinin on bir yıllık devrinin en azgın etkinliğine sahne olacaktır."

10 Ağustos 1969'da bir Güneş gözlem uydusu olan 050 6, A.P.'in bildirdiğine göre "yeryüzündeki radyo haberleşmelerini bozan ve astronotlar için gerçek bir tehlike oluşturan Güneş dalga­ları hakkında kesin bilgiler vermek" maksadıyla uzaya fırlatıldı. Bilim adamları özellikle dalgaların gücünü arttıran enerjetik dal­galar ile, Güneş yüzeyinde meydana gelen ve uzaya, yeryüzünde-

ki iklimlere, canlılann hayabna etkide bulunan ve hatta zelzelelere de sebep olan radyasyonlar yollayan termonükleer patlamalar ile ilgilenmektedirler.

Böylece Etki ve Tepki Yasası'nın ya da başka deyişle, Kar- ma'nın evrensel olduğu görülmektedir. Cayce, bıkmadan, usan­madan, geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki kanşıklıklann, sıkıntı- lann, alt üst oluşlann, zelzelelerin insanın itaatsizliğinin sonuçlan olduğunu tekrarlayıp durmaktaydı. Şayet bu doğru ise, Kutsal Ki- tap'daki "Kendi kendinizi kandırmayınız, Tann kendisiyle alay et­tirmeyecektir." ayeti yeni bir anlam kazanmaktadır. Sebep-Sonuç Yasası, şimdiye dek düşünemediğimiz ölçüde önemli olabilir.

İKİNCİ KISIM

GELE CEK VE YENİ DÜZ EN

Büyük ümitlerle dolu yeni bir çağ yakında başlayacaktır. Görünüşe göre statüko[*] daha fazla sürüp gidemez; zaten bizlere yeni zamanları karşılayabilmemizde hiçbir şekilde yardım ede­meyeceği de ortadadır. Ancak, yeni çağ tarafından tutulan yol ne olursa olsun, 1998'den itibaren bizleri nelerin beklediğini biliyor muyuz acaba?

Ortodoks komünizm, haksızlık ve insafsızlıkları yüzünden zaten çoktan aşılmış durumdadır. Sosyalizm, diktatorial bir ida­renin çok güçlü bürokrasisine ve zulmüne doğru götürme riski taşımaktadır. Zaten daha önceden miyop olan kapitalizm ise ar­tık iyice körleşmiştir ve görünüşe bakılırsa neleri riske soktuğu­nu görebilecek bir kapasitesi yoktur.

"Tüm insanlar kardeş olmaya mecburdurlar; bunun için de hiç değilse eşitlik, kardeşlik ve anlayış temelleri üzerine kurul­muş olan tek bir düşünce etrafında, ancak tek bir amaçla ve tek bir umutla birleşmeleri elzemdir." (5053-L-1)

İnsanlar arasında kardeşlik ve Tann'nın babalığı prensibi so­nuçta üstün gelecektir ve "beraberce çalışılan ve ahenkli" bir top­lumda "herkes, birliği göz önünde tutarak, tüm insanların hayrına çalışmak zorundadır." "Ancak işi dünya ölçülerinde ele almak, milliyetçiliği bir kenara atmak ve uluslararası bir para yaratmak ya da değiş-tokuş değerlerinde bir entemasyonalleştirmenin meyda­na getirilmesi şarttır." demektedir Cayce. Ve de gecikmemek zo-

rundayız. Altın rezervlerimiz ve ödemeler dengesi tehlikededir­ler, Fransız Frangı'run, Lira'run ya da Dolar'ın tahrip oluşları ağır bir enflasyon, ekonomik kriz ve bir kaos yaratma rizikosu göster­mektedir. Kapitalizmdeki Aşil'in topuğu belki de bu noktadadır. Cayce, bizleri, parasal sorunlar yüzünden yeni bir savaş çıkabile­ceği konusunda uyarmaktadır.

Yeni Çağ'a gelince, "Meydana gelecek olan değişikliklerle birlikte, gerçek Amerikaalık, hpkı Frank-masonlukta olduğu gibi, insanların kardeşliği ile ifade olunan ve tezahür eden evrensel dü­şünce, dünya işlerinin çözümünün kuralı haline geleceklerdir. Bundan, tüm dünyanın muazzam bir masonluk cemiyeti durumu­na geleceği anlamı çıkarılmamalıdır ancak, orada savunulan pren­sipler, oluşacak olan yeni barış düzeninin esasını, temelini teşkil edeceklerdir." (1152-11)

Böylelikle, yeni düzen evrensel olacakhr ve uluslar barış için­de, birbirleri ile dostça ilişkilere yeniden başlayacaklardır. Modem teknolojinin ihraç edilmesi -tarımdaki Yeşil Devrim- tam gelişim halindeki bir nüfusun beslenme sorunlarını çözebilir ve çözmek de zorundadır. Burada gerekli olan toprak değildir; hatta bu fazlasıy­la da vardır. Demografların açıkladıkları istatistikler yeryüzünde- ki tüm insan nüfusunun, üç buçuk milyar insanın (•), her beş kişilik bir aileye çeyrek hektarlık bir alan verildiği takdirde Alaska yüz.öl- çümündeki bir kara parçası üzerine yerleştirilebileceğini ortaya çı­karmıştır. Birleşik Devletler'de nüfusun %70'i, ülke yüzölçümü­nün %2'sini bile ancak işgal etmektedir. Sorunun çözümü hiç şüp­hesiz, endüstrinin merkezden idare edilmemesine ve kıral ve ^ hirsel bir dengeye bağlıdır.

"Demografik patlama"nın tehlikeleri hakkında anlatılması mümkün olan her şeye rağmen, bu, bizi inandırmak istediklerin­den çok daha az tehdit edici bir yapıdadır. Sorun, herkes için fazla­sıyla ve gayet bol olan doğal kaynakların dağılımının ekonomik sisteminde yatmaktadır. Büyük korku, günümüz rejimleri altında ihtiyaçların tatmin edilememesinden kaynaklanmaktadır.

Cayce, "okumaları"nda yeni çağın ekonomik sisteminin ke-

(•) (1972 'nin ratamı) Bu ratam günümüze (1990) 6 milyara yaklaşmıştır.

sin tabiahru tarif etmemekte, ancak onun esasını vermektedir. Bu, bizim tüketiciler ya da üreticiler kooperatiflerinin bir tür kopyası niteliğinde bir ''kooperatif, koordinasyon" toplumu olacakhr. Ara­cılığın, tam kudrete sahip işverenlerin, tröstlerin zararları böylece ortadan kaldırılmış olacakbr. Günümüzde yer yer görülen ortak­laşa yaşam biçimi, bunun şimdiden belirtisidir; hipilerin oluştur­duğu "komünler" belki de bu yolu açmaktadırlar. Ancak ekono­mik bakımdan, bir hususi kapitalizm sisteminde hayatlarını sür­düremezler. "Grup kapitalizmi" daha fazla ümit vermektedir.

Birkaç zamandan beri Amerikan ekonomik yaşamında ses­siz bir ihtilal gerçekleşmekte ve hür teşebbüs sistemine yeni bir bo­yut getirmektedir. Onar yıllık duraklamaların ardından koopera- , tif organizasyonlarının önemli ölçüde çoğalıp büyümeleri, eskinin o karşılıklı yardıma dayanan öncü ruhunu yenilemekte ve canlan­dırmaktadır. Bunlar tüm sosyal ve ekonomik sancılanmızın çözü­mü olabilirler. Ek olarak, sosyalist bir devlette ^iddetle hüküm sü­ren bir yönetimin koyduğu hacizi de önleme imkanını vermekte­dir.

Kooperatif teşebbüsler, gayet doğru bir şekilde "halkın kapi­talizmi" olarak isimlendirilebilirler. Herkes ona kablır ve bu, müş­terilerin herkesin yararını amaçlayarak yönettikleri kooperatif üyelerini kullanan müdürleri işe alan yönetim konseyinin üyeler tarafından seçildiği bir tür karşılıklı yardımlaşma cemiyetidir. Amaçlan, yahnmlar sayesinde para kazanmaktan çok, parayı bi­riktirmektir. Temel bakımından, kooperatifler herhangi bir teşeb­büs gibi yürütülmektedir ancak önemli farklılıklar da gösterir, çünki bunlar kazanma arzusu ile değil, birleşme ve karşılıklı yar­dımlaşma ile motive edilmektedir. Bu ortak ve paylaşılmış amaç duygusu, organizasyon ruhudur. Çoğunluğu kendi şahsi karları­nı asla gözetemeyecek olan iştirakçiler, operasyonu ve bitmiş ürünleri kontrol ederler. Sahip olunan işlerin sayısı ne olursa ol­sun, kural herkes için aynıdır: "Bir üye, bir oy'', ki bu da, toplulu­ğun bir büyük hissedarlar azınlığı tarafından yönetilmesine engel olur.

İsveç'te, ham ürünün %15'i, kooperatiflerin elindedir. Nor-

veç'tekiler ^rakende ticaretinin % 11 'inden ^rum^durlar. Dani­marka'da süt ürünleri ve kümes hayvanlarından elde edilen ürün­ler düzenlenmiş kooperatifler tarafından sahn alınmakta ve hatta yine bunlar tarafından sabşa çıkarılmaktadır ve küçük ziraatçiler, zirai malzemelerini ortaklaşa kullanmaktadırlar. Onlarca yıldan beri bu uluslar sağlam bir ekonomi ve pek az bir enflasyon yaşa­maktadırlar, aynca, işsizlik gibi bir sorunları da yoktur. Ve özel te­şebbüs, onlarda daima gelişme halindedir.

Dünya üzerindeki en eski kooperatif -hala daha mevcuttur-, 1812 senesinde İskoçya'da kurulmuştu. O zamandan bu yana, Av­rupa'daki kooperatifler, küçük perakende mağazalarından büyük pazarlara ve dağıhma, üretime ve fabrikasyona geçerek muazzam bir hamleyi gerçekleştirdiler; çiftliklerde yetişen hayvanların etle­rini muhafaza etmek için soğutma fabrikaları kurdular. Federal Almanya'da, İtalya'da, Fransa'da, Büyük Britanya'da, İrlanda'da, Yunanistan'da, Pakistan'da, Hindistan'da, Seylan'da, Kanada'da ve "hür dünya"nın diğer pek çok uluslarında gayet nüfuzlu tüketi­ciler birlikleri mevcuttur. Birleşik Devletler'de kooperatiflerin va­roluşları 1845'de başlar, ancak çoğalmaları 1961'den itibaren ol­muştur ve bilhassa son beş senedir (•) büyük ölçüde yayılmışlar­dır.

Ancak, tam bir değişimler devri yaşamaktayız ve bunlar, ^- nümüzde, tarihimizde hiçbir vakit görülmemiş olan bir süratle meydana gelmektedir. Bu kritik zamanlarda şu ya da bu ülkede yaşıyor olmamız da bir anlama sahiptir. Bizler hepimiz, Büyük Plan'ın parçalarıyız. Şayet insan, yaşamak için yeni bir kainat isti­yorsa, bunu bizzat kendisi şekillendirmek zorundadır. En korkunç düşmanı, yine kendisidir. Hür iradesi sayesinde, kuvvetli olanın hayatta kalabildiği orman kanununa uygun yaşamı seçebilir; hatta Tanrı'ya meydan okumayı bile tercih edebilir. "Ancak, kişilerin fa­aliyetinde, düşünce ve teşebbüslerinde, bir şehri ya da ulusu, ruh­sal yasaların uygulanışı vasıtasıyla, birlik içinde muhafaza etmeyi sağlayan şartlar mevcuttur. Kalplerin ve ruhların eğilimleri, bu alt üst oluşların mümkün olduğunu göstermektedir... İlahi Yasa

( ..) 1972 'de yazılmıştır.

önünde eğildiği zaman, insanın bu kaosa bir düzen kazandırdığı da gerçektir. Tam tersine hareket edip, önemsemediği zaman ise enkarnasyonu boyunca kaosu ve yıkıcı güçleri getirmektedir." (3976)

Bizler, kendi şahsımızı doğrudan ilgilendirmeyen tüm şeyle­re karşı vurdum duymaz kalma eğilimindeyizdir; bu da temelde tüm diğer sorunlarda da olduğu gibi, ruhsal bir problemdir. Kayıt­sızlığımız, egosantrizmimiz (benmerkezciliğimiz) ölçüsündedir. Örneğin, kamu işlerindeki topluca kendini tatmin ediş olgusu, kendi şahsi çıkartan peşinde koşan bir azınlık tarafından hızla ele geçirilen bir boşluk yaratmaktadır. Böylelikle, milletler genelola- rak layık oldukları hükumet tarafından yönetilmektedirler. Ancak bu günler de geçip gitmektedir; gelecek, mücadeleye atılmaya ha­zır olduklarını çoktan göstermiş olan gençlere aittir. Bu bir reform­cular neslidir; ama solculuklarını gayet tedbirli bir şekilde azalt­maya ihtiyaçları vardır. Tüm bu aşırıcılar, beatnikler, hipiler, uzun saçlı, kolyeleri, madalyonları olan çıplak ayaklı pasifistler, Atlan- tisliler'e benzemektedirler. Üstelik, Atlantis teorisine de gayet güç­lü bir ilgi duymaktadırlar.

Ulus daha da dikleşebilir. Tıpkı Cayce'in dediği gibi: "Tann' nın ruhu, kaostan banş ve ahenk çıkartmak için nasıl üzerinde uçuyor idiyse, böylece Ruh da, insanlara, ancak aynı ve tek bir ya­saya itaat ettikleri zaman mevcut olabilen bir banş ve ahenk içinde birlikte yaşayabilmeleri için, onlara banş, ahenk ve anlayış getir­mek üzere yeryüzüne inmek ve onların kalplerini, beyinlerini ve ruhlarını yüceltmek zorundadır. Tüm ruhların kendi kendilerine sorduktan tüm soruların tek cevabı ve tek çözümü Sevgi Yasası' dır. Günümüzdeki dünyasal şartların tek ilacı budur." (3976)

ÜÇÜNCÜ KISIM

TEKR AR DOGUŞ
HAYATINSÜR EKLİLİGİ

Böylece dünün, bugünün ve yarının mütecaviz ve ilerlemeyi seven tabiatlı insanları olan Atlantisliler'in hikayesi sona eriyor. Bu kronikte verilen bilgileri ancak zaman güçlendirebilir ya da za­yıflatabilir. Atlantis ve tekrardoğuş olgusu, insanın yeryüzündeki varlığının karmaşık sorunlarının tek çözümü olmasa bile, yine de en güçlüsü olarak görünmektedir. İnsan yalnızca doğru ve adil bir yaşam beklentisi içinde değildir; bu yaşamın bir anlamı olmasını da ister. Atlantis ve insanın tekrardoğuşu teorileri en azından, şim­diye kadar yayınlanmış diğer hiçbir varsayımın yapamadığı ölçü­de pek çok soruna çözüm getirecek yapıdadırlar.

Ancak geriye, incelenmemiş iki sorun daha kalmaktadır.

Hayatın anlamı ve amacı, 'Niçin yeryüzünde bulunmakta- ^?" »rasunun cevabı, inan ahunun varoluşunda ya da olmayı­şında yatmaktadır. Şayet insan ilahi ruha sahip değilse, o zaman bizler hepimiz diğerlerinden daha gelişmiş olan hayvanlardan ibaretiz, zeki primatlardan ("") gelişmiş bir ırkız demektir. Hayalın ne bir anlamı, ne de sürekli bir amacı olamaz; ebediyet içinde bir varoluş kıvılcımından ibaret kalır, daha fazlası değil. O zaman biz- ler de, tek kelimeyle uygarlaşmış hayvanlardan başka bir şey deği­liz demektir. Hayat da sadece bir hiç uğruna pek çok gürültü yap­maktan ibaret olur.

Ancak, uygarlaşmış kelimesinin biraz aydınlatılması gerek- ■ ■■»■»■(■■»«aaMMiMOUlKfıoıpıKM aaaaaaaaaaaaaaaataaaaaaaaaaıaaaa

("") Primatlar: Maymunların dahil olduğu hayvanlar sınıfı.

mektedir. Modern şehirlerden, ulaşım ve haberleşmeden, taşıma­cılıktan, yeni elektronik aletlerden daha başka şeyleri kapsayan bir sözcüktür. Şayet gerçekten bir anlamı varsa, bu daha çok manevi bir yasanın kabul edilişidir, insan onurunun ve haklannın şuurlu olarak müdafaa edilmesidir. İnsanın bir aklı, bir iradesi, bir şuuru vardır. İdealleri, prensipleri, asaleti vardır. Eflatun, hayatin en bü­yük üç kuralını, Doğruluk, Güzellik ve İyilik olarak yazmışbr.

Neden? Neden sadece insan için?.. Başka hangi hayvan doğ­ruluğun, güzelliğin ve iyiliğin değerini takdir edebilir ki? Güzellik tamamen izafidir ve görülen şeyde değil, onu görenlerin gözlerin­de ve ruhunda mevcuttur. İyilik ise, bu dünyada her şeye rağmen hala mevcuttur ve ilahi saltanabn dışına çıkıldığında sahip olun­ması imkansız bir fazilettir. Doğruluğa gelince, bu uçup gidici ^ yutlama, emin olabiliriz ki insan ailesi dışında hiçbir anlam ifade etmemektedir. Hiçbir şempanze bundan söz edildiğini duyma­mıştır!

Şayet sadece iyi yetiştirilmiş hayvanlardan ibaret olsaydık, hayvani içgüdülerden fazla pek bir şeye sahip olmazdık. Hayat sa­dece orman kanunu ile yönetilmek zorunda kalırdı; kas kuvveti ve hile her şeyden önemli olurdu. Kanun, adalet, edep ve terbiye için sebep kalmazdı; kibir, hırs, icatlar v<:' güven olmazdı; ve ne müzik, ne yarabcı sanatlar ve ne de görünmeyene tapınma olmazdı. An­cak insan, nerede bulunursa bulunsun, nerede rastlanırsa rastlan­sın daima yüce bir varlığa hürmet gösterme ihtiyacı duymuştur. Şayet yeryüzünde yüce ise, her şeyi tamamen miras almıştır; ken­disi için, bağımlılığını ve aşağı oluşunu anlamak için gözlerini yu­karı kaldırması yeterlidir.

İ^™ bu uygarlığını vebununiçin harradığı çabalan anak insan kalbindeki ilahi bir kıvılcım açıklayabilir. Hataları ve eksik­likleri ne olursa olsun, günümüz insanlığını; ruhun, insanın binler­ce yıl boyunca gerçekleştirdiği olağanüstü manevi ve kültürel ge­lişmeleri açıklayan bu mh^llık kakımının varlığma ina^adan ele alabilmek imkansızdır. Bu, onu ileri doğru iten harekete geçiri­ci güçtür ve onu sık sık hayvanlann bir hayli üstüne, neredeyse meleklerin biraz albna kadar yükseltir. Mark Twain günün birinde

insanın, utanan ve buna da aslında ihtiyaç duyan tek hayvan oldu­ğunu söylemişti.

Şayet insanın bir ruhu varsa, bu durumda o ruhsal kaynak­tan geliyor demektir. Demek ki onu yaratmış olan evrensel bir güç, varlık ya da şuur mevcut olmalıdır. Mutlaka yarabcı bir Tanrı ol­malıdır. K^nun, bir kanun yapıcıyı gerektirir. Ve bedenin meyve­lerinden ve zevklerinden haz almanın dışında da bir amaç, bir an­lam bulunmalıdır. "Doğa Yasaları" öyle tesadüfen yapılmış değil­lerdir.

Şayet tüm bunlar doğru ise, gerçekte bizler, yeryüzündeki yabancılarız. Ve hiçbir endişe duymaksızın şunu iddia edebiliriz ki, eğer bizleri sığınağımıza doğru götüren herhangi bir işaret, bir anlam, bir ışık olmasaydı burada bulunmayacakbk. Şu da bir ger­çektir ki hiçbir baba evlatlarını zalim bir dünyanın tehlikelerine vicdan azabı çekmeden terk edip gidemez, onlan "yaşamın" rast- lanblanna teslim edip de tamamen unutamaz. Demek ki, içine dal­mış olduğu bedbahtlıktan insanı kurtaracak olan bir çıkış yolu mevcuttur. Tekrardoğuş (reenkamasyon) ve Karma, bu içinden çı­kılamaz gibi göriinen durumun tek gerçekci çözümleri olarak be­lirmektedirler.

Tekrardoğuş teorisi, bilimsel olarak ispatlanması imkansız göriinmektedir ancak, onun geçerli olduğunu gösteren sayısız ka­nıtlar bulunmaktadır. Bunlardan bazıları ise gayet maddi, elle tu­tulabilir cinsten kanıtlardır.

Hemen hemen tüm insanlar, tanımadıkları birileri ile karşı- laştıklannda ya da yabancı bir ülkeyi ziyaret ederlerken bir "deja- vü" ([†]) halini yaşamışlardır. Şuuraltı hafızasına derin biçimde gö­mülmüş durumda bulunan bir şey aniden tanınan, bilinen bir hale gelir. Şair Shelley, ülkenin daha önce hiç gitmemiş olduğu bir böl­gesinde bir dostu ile birlikte seyahat etmekte iken, yanındakine buralardan daha önce geçmiş olduğuna dair garip bir duygu taşı­dığını söylemişti. "Şu tepenin ötesinde eski bir yel değirmeni var­dır." demişti. Yollarına devam etmişler ve tepenin üstüne ulaşbk- larında ileride öylece durmakta olan yel değirmenini görmüşler ve

hassas ruhlu bir kişi olan Shelley hemen bayılıvermişti.

Psişik ilimler sahasında ünlü bir uzman olan Prof. Hereward Carrington, eski bir şatoyu hayabnda ilk kez ziyaret eden bir ada- rnn öyküsünü anlatır. Tuğladan örülmüş bir duvarı işaret derek "Burada bir zamanlar bir kapı vardı." demişti. Kimse böyle bir ka­pının varlığından söz edildiğini duymamışh; ancak yapılan bir an­ket sonucu yüzyıllarca öncesinde üzerine duvar örülmeden evvel burada gerçekten de bir kapının bulunduğu kanıtlanmışb.

Laure Reynaud isimli bir Fransız kadın, sürekli olarak kendi­sinin geçmiş bir hayatında daha sıcak bir iklimde ve bir konakta yaşadığını, gayet zengin ancak verem hastası olduğunu söyleyip duruyordu. Evi ve manzarayı çok net biçimde hatırlıyordu. Kırk beş yaşına geldiğinde İtalya'ya ilk kez gitti ve Genes'de İtalyan bir dostuna "hatıralarından" söz etti. Konuşmasının bir yerinde İtal­yan arkadaşı "Ama ben bu evi tanıyorum." diye haykırdı ve onu oraya götürdü. Söz konusu yere vardıklarında Laure Reynaud ba­şını iki yana sallayarak "Hayır, burası değil ancak ev pek uzakta değil." dedi. Kendi bilgileri iyesinde, tarif etmiş olduğu yeri ^ nunda buldular. "İşte, yaşamış ve ölmüş olduğum yer! Ama me­zarlığa gömülmemiş olduğumdan çok eminim. Beni kiliseye göm­düler.'' Kütüklerdeki kayıtlara bakılınca, Laure Reynaud'nun bah­settiği kişinin uzun bir hastalıktan sonra Albaro'nun evinde öldü- ^ ve Notre-Dame du Mont Kili^si'ne gömülmüş olduğu ortaya çıkmaktadır.

Buna Hindistan'da, Muttra'daki meşhur Shanta Devi vakası da eklenebilir. O da eski yaşamındaki kocasını, aile büyüklerini, evini ve yaşadığı semti tanımıştı.

Birçok Amerikalı, Birleşik Devletler'de konser turnesine çı­kan beş yaşındaki küçük Çinli kızı hatırlamaktadırlar hiç şüphesiz. Çocuk hiçbir müzik öğrenimi görmemişti ve ailesindeki hiç kimse de müzikle uğraşmamıştı. İçgüdüsel olarak çalıyordu ve bununla beraber inanılmaz bir yeteneği vardı. Piyanonun klavyesine yeti­şebilmek için bile ayak parmaklan üstünde kalkan bu minik kız, herhangi bir parçayı tek bir dinleyişten sonra aynen çalabiliyor­du.

Harika çocuğun sım, ruh varlığın geçmişteki bir ya da birçok yaşamında mükemmel bir sanatçı olmasında yatmaktadır.

Bu fenomen hiç şüphesiz Amerikan Kuzey-Güney Savaşı'na karşı son zamanlarda gösterilen ilgi artışını da izah etmektedir. Bu savaşa katılmış olan çok sayıda kişi günümüzde yeniden dünyaya gelme fırsatı elde etmişlerdir. Böylelikle insanın sezgisel içgüdüle­rinin temelinde yatan neden açığa kavuşmuş olmaktadır.

Londralı bir marokenci olan Ted Sterrett vakası da en şaşırtıcı olanlardan biridir. Sterrett resim yapmayı çok seviyordu ancak ye­teneği orta düzeydeydi. Günün birinde, kendisine ıstırap vermek­te olan ve tıbbın da iyileştiremediği astım hastalığını kendi kendi­sinin geçirip geçiremeyeceğini sormak üzere bir ipnotizöre gitti. Ancak ipnoz durumuna geçtiğinde çok şiddetli biçimde resim yapma arzusu duydu. İpnotizör kendisine derhal bir resim sehpa­sı, tuval, boyalar ve fırçalar getirdi. Bir saat kadar sonra Sterrett uyandı ve karşısında bilinmeyen bir sokağın tanımadığı bir stilde yapılmış olan bir resmini görünce hayrete düştü.

Sterrett bu tuvali dükkanına astı ve birkaç gün sonra da bu­nun, Sterrett'in hiçbir zaman gitmemiş olduğu Milano'daki bir so­kak olduğunu söyleyen bir müşterisi resmi satın aldı. Cesaret bu­lan Sterrett yeniden ipnotizöre gitti ve uykuya geçtikten sonra bu kez, devrilmiş ya da kesilmiş ağaç gövdeleriyle dolu bir arazinin resmini yaptı. Bir yabancının dükkanına gelmesine ve bunun Gü­ney Amerikalı bir yerli kabilesinin mezarlığı olduğunu kendisine anlatmasına kadar resmin manasını anlamadı. Sterrett ipnoz altın­da resim yapmayı sürdürdü. Bir hafta içerisinde on dokuz tuval sattı ve bir resim galerisi kendisine eserleri ile bir sergi açması tekli­finde bulundu.

Bridey Murphy, İrene Specht ve Jean Donnelson olaylan da hayli tanınmıştır. Bu kişiler ipnoz altında iken, 19. yüzyıl İrlanda- sı'nda, Eski Mısır'da ve A.B.D.'deki iç savaş sırasında sürdürmüş olduklan geçmiş yaşamlarının aynntılarını hatırlamışlardır. Bu kişilerin anlattıklan şeyleri çürütmek maksadıyla yapılan bazı açıklamalar, tekrardoğuş varsayımından çok daha fantastik bir görünümdedir. İpnotize edilmiş olan süjenin ipnotizöre zevk ver-

mek amacıyla her şeyi söyleyebilecek bir hal içinde bulunduğu, ancak anlattıklarının gerçeklerle alakası olmadığını iddia etmek­tedirler. Bu üç kadın da iddialara karşı çıkmakta asla tereddüt et­memekte ve seans esnasında ipnotizör tarafından yöneltilen şaşır- bcı ve yanlış sorulan kesin ifadelerle düzeltmektedirler. Sorulan soran kişiler tarafından etki ve telkin albnda bırakıldıkları da iddia edilmiştir, ancak bu da imkansızdir. lpnotizörler bu iş için yeterli bilgiye sahip değildiler; söz konusu devirler ve ülkeler hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyorlardı. Son olarak ve özellikle şu­nu belirtmek gerekir ki insan kişiliği öyle çabucak etki albna alına­mayacak denli derinlere demir atnuş, karmaşık, çelişkili ve garip tavırlıdır.

Bizler hepimiz kendine has varlıklarız; ancak aramızdan ba­zıları diğerlerine nazaran biraz daha özeldirler. O hayatlarında içinde bulundukları durumu tek bir yaşamda elde etmiş olması imkansız kişilerin sayısı çoktur! Kalıbın ve genlerin de bir rolü var­dır ancak sadece nasıl sorusunun cevabı olarak söz konusu edil­mektedirler; asla neden sorusuna cevap oluşturmazlar ve fiziksel sebep ve sonuçlarla alakalıdırlar, asla psişik olanlarla değil.

Virginia Üniversitesi psikiyatrlarından Dr. lan Stevenson, geçmiş yaşamlarını habrlayan kişilerle ilgili sayısız vakayı incele­di ve başka şekilde açıklanması imkansız olan en az 44 olay tespit etti. Ancak kendisi, bilimsel çevrelerde tekrardoğuşa inanan ve il­gilenen tek kişidir. Enteresandır, bir Çekoslovak araştırmacılar grubu da bu konuda araştırmalar yapmaktadırlar. Ve Sovyetler Birliği, parapsikoloji incelemeleri için bir senede on üç milyon do­lar harcama yapmaktadır. A.B.D. yönetimi ise buna karşı tama­men ilgisizdir.

Amerika'da hala daha duyular dışı idrakin ve Duke Üniver- sitesi'nden Dr. Rhine'in çalışmalarının gerçekliğini "ispat etme" peşinde koşulurken, Ruslar ise bunu iletişimlerde, vs., nasıl dah<ı iyi kullanabileceklerini araştırmaktadırlar. PSİ'yi (psişik kabiliyet­ler) etkileyen faktörleri kontrol etmeye teşebbüs etmektedirler ve makaleleri bilimsel dergilerde yayınlanmaktadır. Bilim adamları Cayce, Croiset, Serios ve diğer "durugörürler" ile ilgili görüşmeler

ve konferanslar yapmaktadırlar. Rus bilim adamlarının telepati, telekinezi ve ipnotizma alanındaki çalışmalan A.B.D.'de yapılmış olanları aşmaktadır ve hatta auranın fotoğrafını çekmek için, özel bir alet bile yapnuşlardır; bu Amerikalı bilimciler tarafından hiç bi­linmeyen ve hatta kötülenen bir fenomendir. Ostrander ve Schroe- der, Demir Perde Gerisinde Psişik Keşifler isimli kitaplannda, in­san bedenini çevreleyen elektromanyetik alanı tespit eden aletin Leningrad Üniversitesi biyolojik sibernetik laboratuannda kulla­nılmakta olduğunu yazmaktadırlar.

Tüm bunlann dini anlanu gayet bellidir. Tüm dünya ile adeta alay edercesine, insan ruhunun varlığını bilimsel olarak ilk kanıt­layacak kişiler belki de komünistler olacaklardır. Ateizm de ölüp gidecektir. Bununla beraber ortodoks dinler kendilerini aniden ga­yet sıkıcı bir konumda bulma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.

Kilisenin tekrardoğuş karşısında alnuş olduğu tavır geçici gi­bidir. İ^^m oranları açmamak için yaptığı teşebbüsler gayet ^ lirsizdir, hayalidir ve pek ikna edici değildir. Şüpheciler durumu­na gelmiş olan entellektüeller kiliseyi terk ettiler, çünki rahipler bunun anahtarlannı kaybetmiş bir haldedirler. Bu zalim dünyanın tüm kötülükleri ve haksızlıklan, belirsiz bir "ahirette" tamir edile­ceklerdir. Asla kesinlik kazanmanuş olan herhangi bir maji saye­sinde ''kurtanlnuş olanlar" hak etseler de etmeseler de ebedi hayab miras olarak alacaklar. Şüphesiz, böyle bir "cennet" dünyanın tüm günahlarına bulanmış bir halde, bütün cennetsi vasfını yitirecek­tir. "Cehennemlikler" ise ebediyen arafta bırakılacaklardır; halbu­ki Kitab-ı Mukaddes 'Tann, ne günahkarın ne de ruhun ölümünü istemez." açıklamasını yapmaktadır. Daha da garip olanı, kilise, doğumdan itibaren ruhun ölümsüz olduğu hususunda fazlasıyla ısrar etmekte, ancak onun "doğumdan önceki" durumuna değin­mekten adeta korkmakta ve bunu yok saymaktadır.

Şayet kilise haklıysa, Yaradan'ın, evlatlarının %99'unu yitir­mekte olduğu rahatlıkla düşünülebilir, ki bu da ihtimal dışı bir haldir. "Ebediyen cehennemde kalmak" ise, gayet kısa sayılabile­cek bir yaşam süresince işlenmiş birkaç günahın bedelini ödemek açısından biraz fazla uzun bir zaman ve biraz fazla abarblı bir ceza

değil midir? Ancak "cehennem" ve "ateşte yanmak ve lanetlen- .mek" korkusu arhk mazide kalmışhr ve yetersiz olmaktadır. İşte bu yüzden modem vaizler arhk seslerini yükselterek ve adeta gür­leyerek konuşmayı bir kenara bırakmış, tehditkarca tavırları çok­tan terk etmişlerdir ve daha özgür, ancak iki anlama da gelebilir ni­telikli konulara itibar etmektedirler.

Geleneksel tarihte anlahlan İsa'nın (Ebedi Mesih'ten ayndır) tekrardoğuş fikrini doğrudan öğretmiş olduğu hususunun Yeni Ahit'te asla söz konusu edilmemiş olduğu doğrudur. Ancak bu onun inanmadığı ve asla söz etmemiş olduğu anlamına da gelmez; sadece İncil yazarları bunun hakkında hiçbir şey söylememişler­dir, o kadar. Fiilen, ölümsüzlük, ta başlangıçtan itibaren zımmen gerçek olarak kabul edilmiş görünmektedir. Bu, bazı toplumlarda, bilhassa Esseniler'de ve Gnostikler'de basit bir dogma durumun­daydı. İşin en çarpıcı yanı, İncil yazarlarının, tekrardoğuşu ne red­detmiş, ne de mevcut olmadığını iddia etmiş olmalarıdır. Çünki bu, onların yaşamış olduk.lan dönemin ortak bir inancı durumun­daydı ve sadece, materyalist Saddukiler tarafından sert biçimde rcddedilmekteydi, o kadar.

Cayce'in "okumaları" İsa'run Esseniler tarafından yetiştirildi­ğini, İsa'nın onların öğretisini aldığını ve Esseniler'in de doktrinle­rinin temeli olarak hayatın sürekli oluşunu kabul ettiklerini belirt­tiğine göre, İsa'nın, bu ortak şekilde kabul edilmiş olan kavram üzerinde hiç durmamış olduğunu varsaymak pek makul olmaya­caktır. Ya da şayet bundan söz etmişse ve İncilciler de onun sözleri­ni sadakatle aktarmışlarsa, demek oluyor ki o bölümler daha sonra metinden çıkarılmışlardır. Sayısız kaynaklar bunun aynen böyle cereyan etmiş olduğunu ortaya koymaktadırlar; ayrıca Nasırah' nın ([‡]) tüm söylemiş olduklarının Kutal Metinler'de yer aldığını ispat edebilecek hiçbir kanıt da mevcut değildir.

Londra'daki City Temple'ın (Şehir Tapınağı) ünlü tanrı bi­limcisi Prof. Leslie D. Weatherhead, "İlk Hristiyan kilisesi 533'deki İstanbul (Constantinople) ruhani meclisine dek tekrardoğuşu ka­bul etmiş ve bu olgu, bu meclis tarafından ikiye karşı üç oyla red-

dedilmiştir. Orijen, Aziz Augustin ve Aziz François d'Assise bunu gerçek kabul ediyorlardı." açıklamasını yapb. O devir^eki sayısız lanetlemelerin kurbanlarından biri olan ilk Hristiyan tanrı bilimci­lerinden Orijen (185-254), ruhun ölümsüzlüğü hakkındaki fikirleri yüzünden diğer pek çoklarıyla birlikte aforoz edilmişti.

Yeryüzündeki her doğumun yeni tek ve özel bir yaradılış ol­duğu yalnızca insan tarafından varsayılmıştır. Sonuç olarak, tek bir hayatın mevcut olduğu fikri Hristiyanlığın yanlış bir tefsirin­den kaynaklanmaktadır. Zaten Tevrat'ta ya da lnciller'de hiçbir bölümde bunu destekleyen bir ifadeye rastlanmaz. Tabiatta da bu­nun en ufak bir kanıtı bile yoktur. Tam tersine, tabiat bizlere bitip tükenmek bilmez şekilde hayatın sürekli oluşunun örneklerini ve­rip durmaktadır; tıpkı sonbaharda "ölen" ve ilkbaharda "tekrar do­ğan" ağaçlar gibi; tıpkı mevsimler siklusunun tekrarlanışı, tıpkı ye­ni günlerin doğuşu gibi...

Cayce'e ve diğerlerine göre reenkarnasyon (tekrardoğuş) doktrini, Hristiyanlığın ilk kilise babalan tarafından halka benim- setildiği zamanda terk edilmiştir. Yalnızca Yahudiler'in gizli din­leri olan Kabbala ve Gnostikler'in mukaddes kitapları bu prensibi muhafaza etmişlerdir, çünki Esseniler uzun süreden beri ortadan kalkmışlardı. Bunu bilen insan sayısının da az olduğu göz önünde tutulursa, din adanılan tarafından kısa bir sürede hasıraltı edilmiş olduğunu düşünebiliriz. Halkın bunu bilmesinin yararlı olmaya­cağı düşünülüyordu. Ve ardından da kitleler için daha cazip ve da­ha kolay bir dinin yaratılmasını sağlamak üzere sorumluluğun yü­kü bireyin omuzlarından alınıp İsa'nın omuzlarına aktarıldı. Ve Hristiyanlık dogmatikleştirildi, şekerlendirildi ve insana adapte edildi, çünki insan ona ruhsal bakımdan uyum sağlayabilecek bir kapasitede değildi.

Rahiplerin düşünce tarzları mantıklı idi ama ahlaki olmak­tan uzaktı. Materyalist olan insan Kanna'nın, Sebep-Sonuç ve Şaş­maz Adalet Yasası'nın sonuçlarını unutmak ya da göz ardı etmek suretiyle şöyle düşünme eğiliminde olacaktı: "Mademki başka ha­yatlarım da olacak, o halde şimdiki yaşamım için neden endişe edeyim?" Bundan, zaafları için mazeret uydurma şeklinde yarar-

lanma yoluna gidecekti. Üstelik de tekrardoğuş, ruhban sınıfının gücünü ve otoritesini azaltacak, itaat altına alma kudretlerini yok edecekti. Sonuç olarak tekrardoğuş doktrini, o devir için belki de bilgece sayılabilecek bir teşebbüs neticesinde ortadan kaldırıldı.

Bu arada Cayce'e göre tıpkı piramitlerde olduğu gibi, Vati­kan'da da insan ruhunun tekamülünün tüm öyküsü muhafaza edilmektedir ve bütünüyle açıklanması ancak insan bunu anlaya­bilecek ve buna bağlı sorumlulukları üstüne alabilecek bir ruhsal olgunluğa eriştiğinde mümkün olacaktır. Bazı kişiler başlangıçtan itibaren tüm hakikati bilmişlerdir.

Hayatın sürekliliği prensibine inananlar kiliseyi insafsızca suçlama hatasına düşmemelidirler. Çünki ne de olsa iki bin sene boyunca meşalenin taşıyıcısı o olmuştur; zaman zaman eksik bir biçimde de olsa sevgi mesajını vaaz etmiş ve insanların kardeşli­ğini ve Tanrı'nın babalığını öğretmiştir. Günümüzde daha derin bir felsefeyi içermeyişi, üzücü olmaktan ziyade gayet açık ve an­laşılır bir durumdur. Kilisenin değerini takdir ederken dürüst davranmak zorundayız. Günümüzün rahipler sınıfı ve tanrı bi­limcileri mabet merdivenlerinde ıvır zıvır satanlar derecesine düş­müş olmalarına rağmen 6. yüzyılda cereyan etmiş olanlardan yi­ne de şahsen sorumlu değillerdir. Tıpkı Billy Graham'ın dediği gi­bi: "Kilise kusursuz değildir ve şayet öyle idiyse bile siz içine gi­receğiniz andan itibaren kusurlu hale gelecekti." Bununla beraber doktrinlerin en müphem olanını vaaz etmektedir.

Böylelikle, asırlar boyunca etkisini ve gücünü yitirmiş olan kilisenin, içine düşmüş olduğu çıkmazın sorumlusu yine bizzat kendisidir. Şimdilerde ise geçmişteki yetersizliklerinin ve aşırılık­larının bedelini ödemek mecburiyetiyle karşı karşıyadır. Karma!

Kilise ayrıca, tekrardoğuş gerçeğinin en ufak bir şüphe dahi olmaksızın kabul edileceği ve yerleşeceği gün gayet sıkıntılı ve yı­kılmaya mahkum bir duruma düşme rizikosu içinde bulunmakta­dır. Ölü Deniz elyazmaları ya da keşfedilecek olan herhangi başka bir kadim belge bize bu kanıtı sağlayabilir. Böyle bir durum karşı­sında kilisenin ne yapacağı bilinememektedir. Bekleyiş sürerken, yapabileceği tek şey bu konuda açık bir bakış açısı içinde bulun-

mak ve bir doktrin değişikliği durumuna karşı bir çıkış yolu ara­maktan ibarettir.

Kutsal Kitap, yorulmak bilmez şekilde ebedi hayatı, ruhun ölümsüzlüğünü, insanın başlangıçtaki yaradılışını hatırlatıp dur­maktadır. Cayce, "tekrar diriliş" sözünün esas olarak "tekrardo- ğuş" anlamına geldiğini ve bu bütünlük içinde ele alındıklarında Yeni Ahit'te bulunan pek çok metnin daha derin bir anlam içerdik­lerini söylemektedir. Fikir yeni değildir ancak Kutal Kitap'ı (*) in­celemiş olanlara, daha önce hiçbir zaman iyi açıklanamamış olan karanlık bazı bölümleri aydınlatarak yeni bir anlayış ufku kazan­dırmaktadır. Diğer pek çok kısım da tekrardoğuş fikri göz ardı edi­lerek anlaşılmaya çalışıldığında pek maklll gelmemektedir. Bu arada tekrardoğuş kelimesini kullanışımız asla transmigrasyon (ruh göçü) ile karıştırılmamalıdır; bu sadece bazı Hindular'a ait olan ve ruhun insan bedenini terk ettikten sonra hayvan bedenine bağlanarak doğabileceği şeklindeki bir inançtır.

Tekrardoğuşun bizzat kendisi o kadar önemli değildir; Kut­sal Kitap'a ters düşmez ve Hristiyanlık ya da Museviliğin temel prensiplerinae hiçbir değişiklik meydana getirmez. Asıl önemli olan onun alt ürünüdür: Bu Karma'dır.

Toplumlar uzun bir süre kendilerine şu sorulan sorup dur­muşlardır: İnsanlar arasında eşitsizlik neden vardır? Niçin bazıları tüm imkanları, parayı, eğitimi ve mutlu bir aile ocağının avantajla­rını sağlayan ortamlarda doğarlarken diğerleri ise fakirlik, cehalet, elem ve sakatlıklar içinde dünyaya gelmektedirler? Niçin şu kişi zeka ve yetenek ile ödüllendirilirken bir diğeri daha hayatının baş­langıcından itibaren kendi hatalarından kaynaklanmayan ve ta­mamen kendi dışında gelişen bazı şartlar yüzünden geri zekalılık ya da bozuk bir sağlık durumu ile cezalandırılmaktadır? Adil bir Tanrı'nın adaleti nerededir?

Her insan kendine has bir kişilikle, hayli erken tezahür eden iyi ve kötü hatların karışımı olan bir şahsiyetle dünyaya gelir. Bu doğuştan mevcut olan eğilimler geçmiş hayatların hatıralarıdır. Fakat şayet ruh daha önce mevcut değil idiyse, o zaman bu karak-

(*) Kitab-ı Mu^ddes: (Twrat ve Incil ya fa Eski Ahit ve Yeni Ahit)

teristikler bizzat varlık tarafından meydana getirilmiş değildirler ve gerçekten ona ait olamazlar; bunlar ona önce kalıtım ve ardın­dan da çevre tarafından empoze edilmişlerdir. Bu takdirde kişi, gerçekte kendine ait olmayan ve kendi kontrolü dışındaki şartlar yüzünden oluşmuş olan arzulan ve zaafları dolayısıyla Tann tara­fından nasıl sorumlu tutulabilir ki?

Bu soruların cevabını yalnızca "Karma Yasası" vermektedir. "Her kim ki esaret albna almaktadır, kendisi de esaret albna alına­caktır. Her kim ki kılıçla öldürmektedir, kendisi de kılıçla öldürü­lecektir."; bu da tek bir hayat olduğu prensibi kabul edildiğinde, hiç anlam ifade etmemektedir. "Bir hayata karşılık bir hayat.", "Gö­ze göz ve dişe diş ..." Bu eski yasanın yaşlı kuralları efsaneleri oluş­turacaktı. Ancak Karma Yasası ışığında bakıldığında, tekrardoğuş ile birlikte asıl anlamlarına kavuşmaktadırlar.

Karma, tıpkı "Kendinize yapılmasını istediğiniz şeyleri baş­kalarına yapınız." sözünün de açıkladığı gibi, faaliyette olan Sebep ve Sonuç Yasası'dır. Karma'dan kaçmak mümkün değildir. "Kendi kendinizi kandırmayınız: Tann kendisiyle alay edilmesine izin vermez. Çünki insan ne ekecekse onu biçecektir." Tıpkı Nasıralı' run dediği gibi: "Doğrusu ve doğrusu size derim ki; yer ve gök sü­rüp gittikçe, her şey tamamlanıncaya dek, yasadan tek bir harf bile çıkanlmayacakbr." Ve aynca: "Doğrusu ve doğrusu size derim ki; tüm borçlarınızı ödemeden buradan gidemeyeceksiniz.", "Doğru­su ve doğrusu size derim ki; bu nesil her şey tamamlanmadan önce ortadan kalkmayacakbr." İnsan, hatalarının borçlarını son kuru­şuna varıncaya dek ödemek zorundadır ve insanın yeryüzündeki soylan, her şey tamanuna ermeden, tüm borç ödenmeden sona er­meyecektir. İnsan ancak faaliyette bulunarak öğrenebilmektedir, çünki ancak yaşanuş olduklarını gerçek anlamıyla bilebilmekte­dir. Tekamül ıstırapla olmaktadır.

Hayatın sürekli olduğu fikri ışığında, Tanrı gerçekten de merhametli, adaletli ve bilhassa sabırlı bir Tann'dır. "Kusursuz olunuz.", görünüş olarak gerçekleştirilmesi imkansız gelen bu em­re, İnciller'in hemen her kısmında rastlanmaktadır.

Böylece insanların hayab, yine bizzat insanlarca tasarlanmış

bir planı izlemektedir. Bu, aşkların, sevgilerin, nefretlerin, korku­ların, arzuların, ailelerin, dostların, grupların ve ulusların oluştur­duğu bir karmik plandır. Cayce'e göre her ruh varlığının kendi özel karmik şeması vardır. Bunlar iki tiptedir ve hpkı ölüm gibi sa­dece bir varlık seviyesinden diğer bir varlık seviyesine geçişten ibaret olan doğum ile birlikte getirilirler: İlk olarak beden dışında­ki, kozmik plandaki yaşamlardan hasıl olan zihinsel itilimler; ikin­ci olarak da çeşitli dünya hayatlarının sebep olduğu heyecansal eğilimler. "İlgi" kelimesi gezegenlerde sürdürülmüş olan yaşam­lardan kaynaklanan manevi eğilimleri tam hakkıyla ifade eder; "duygu" kelimesi ise geçmişteki bedenli yaşamlarımızdan kay­naklanan ve ortada görünür bir sebep yokken bizlerdeki kavra­mak, hissetmek ve öğrenmek gibi heyecansal itilimleri en iyi bi­çimde ifade etmektedir.

İşte bu yüzden insan hayli karmaşık bir varlıkhr. Her düşün­ce, her kelime, her hareket, doğasının genel yapısına katılırlar ve karmik şemasının bir parçası haline gelirler. Cayce, " 'büyük inşa edici' ruhtur ve hiçbir çaba asla boşuna değildir." demektedir. Ağır ve derece derece, şimdi olduğumuz ve gelecekte olacağınuz varlı­ğı inşa etmekteyiz. İçinde bulunduğumuz şartlar hak etmiş oldu­ğumuz, layık olduğumuz şartlardır. Ve bugün yaptıklarımız bizle- re daha ileride, daha sonraki bir yaşamda etkide bulunacaktır; çünki insan kendi ruhunun kaptanıdır, kendi kaderinin yaratıcısı­dır. Eski bir deyişe göre: "Tanrıların değirmenleri ağır dönerler, ancak çok ince öğütürler."

"İyi" ve "kötü" karma mevcuttur. Mutluluk, dostlar, sağlık, kabiliyetler, başarı ve refah "iyi" karma'ya aittirler. Hastalık, keder, imtihanlar (eprövler, hayat imtihanları), fakirlik ise "kötü" karma' nındırlar. Prof. Gina Cerminara bu konu üzerine yazılnuşların en mükemmeli olan eserinde (Many Mansions) insanın, iyi talihi iç­güdüsel olarak bir hak gibi gördüğünü, aynca pozitif karmik şart­ları da bir hak olarak gördüğünü yazar.

Ancak, negatif karma, hastalık, trajedi ve talihsizlik onu yo­lundan çıkarmakta ve isyan ettirmektedir. Analar ve babalar için de bir karma'nın söz konusu olduğunu unutarak "Benim çocuğum

niçin öldü?" diye sorar durur.

Her neticenin bir sebebi vardır. Hiçbir şey rastlantıya bağlı değildir. Kazalar bu kuralı doğrulayan istisnalardır. Şayet insan düşüncelerinin ve fiillerinin bedelini ödediğini anlarsa ve ödeme­ye de devam ederse, sadece bilgeliği değil, aynı zamanda iyi yaşa­manın da lüzumunu anlayacaktır (..). Karma öyle iyi düzenlenmiş, öyle kesin bir yasadır ki, adaleti daima garanti etmektedir. Amacı, ruhsal tekamülü ve güçleri tahrik edici bir manevi eğitim sağla­maktır ve bizler bunu her gün en iyisiyle ya da en kötüsüyle yeni­den yaratmaktayızdır. Yaptığımız her tercihte, aldığımız her ka­rarda kendimize sürekli şekilde yeni bir karma dokumakla meşgu­lüz. Bazen tepki ya da sonuç (reaksiyon) hemen hemen neredeyse derhal geliverir, genel olarak ise sonuçlar kendileri^ bu.Yaşamı- mızda ya da bir sonrakinde veya daha geç hissettirirler. Omeğin, şayet sefahat ve nefsani hazlara düşkün ve aşırılıklarla dolu bir ya- ^m sürdürülüyorsa, dejenerasyon belirtilerini görebilmek için ^ nelerce beklemek gerekir. "Bir ulus diğer bir ulusa savaş ilan edi­yorsa savaşın kendi aleyhine döndüğünü görecektir." demektedir Cayce.

"Kötü" karma, borcun ödenmesidir; eksiklikler aşılmalı, aşı­rılıklar yatıştınlmalı ve maklll ölçülere getirilmelidir. Bunu doğu­ran sebepler ölçüsüzlük, ihmalkarlık, kibirlilik, hırs, haset ve her türlü kin ve nefret olarak özetlenebilir. Şayet bununla mücadele edilmez ve sebeplerinin üstesinden gelinmezse bu rezilet çemberi, yaratıcısını tüm hayatları boyunca kuşatıp durur.

Affedici olmak Kutsal Kitap'ın başlıca temalarından biridir. Bu, negatif bir karmaya son vermenin, neredeyse yegane yoludur. "Affediniz ve sizler de affedileceksiniz." diye yazar Aziz Luka. Ni­çin? İntikam almak ateşin üstüne yağ atmak gibidir; bu yeni bir karma oluşturmak ve kötülüğü devam ettirmek demektir. Aziz Luka "İntikam almak yalnızca Tanrı'ya mahsustur... Çünki hepiniz aynı terazi ile tartılacaksınız" diye yazmaktadır.

Şayet Karma Yasası özgül ise, bu durumda kronolojik bir sıra (,.) lyi yaşamaktan kastedilen, doğru ve faydalı işler yaparak sürdürülen dü­rüst ve faal bir hayattır. (ÇN.)

takip etmiyor demektir. Varlık bunlan üzerine alabilecek denli ha­zır bir duruma gelinceye dek, aynı şartlar oluşuncaya kadar pek çok hayatlar boyu geciktirilebilir ya da "atlayabilir". Ruhlar, ruh gruplan, yasaya göre ya da kendi istekleriyle tekrar gelirler, ancak bu asla otomatik bir düzgünlük içerisinde cereyan etmez. Diğer ki­şileri kapsayan karmik sorunlar, enkamasyonlan ile uygunluk ka­zanabilmeleri amacıyla geciktirilebilirler. Samimi ve uzun süreli birlik-beraberlikler hemen hemen kesinlikle, iyi ya da kötü, kar- mik bir yapıdadırlar.

Sonuç olarak, aslında ''kötü" karma diye bir şey yoktur, çünki amacı ruhsal tekamülü harekete geçirmek, tahrik etmektir. Bu tıp­kı dişçiye gitmeye benzer; o an için çok kötüdür, bayağı ısbraplı an­lar yaşanır, ancak daha sonra kendimizi çok daha iyi hissederiz. İyi karma sabnn, anlayışın, iyiliğin, sevincin, nefsinden fedakarlığın, zorlu çalışmanın, cömertliğin, ruhun ürünlerinin bir sonucudur. Şayet mükemmelleşme aranıyorsa, bu ilk önce bizzat kendisi için aramaya başlanmalıdır!

Yeryüzünde ümitsiz durumda, yetersiz beslenen, kötü yer­lerde oturan, mahrumiyet içinde ve hayal kınklığına uğramış sayı­sız toplum vardır. Bunların maddi ya da ruhsal sebepleri neler olursa olsun, bu insanların ihtiyaçlanna asla sırt çevirmemeliyiz, çünki bizler kesinlikle kardeşimizin koruyucusuyuz, demektedir Cayce. Onlann yükünü hafifletirsek, başkalannın dertlerine deva olmaya çalışırsak, yalnızca onlara bir hizmette bulunmuş olmaz, aynı zamanda kendimiz için de iyi bir karma ve belki de aynı za­manda iyi bir toplum yaratmış oluruz. İşte bu yüzden, vermek al­maktan daima iyidir.

Cinsiyet, ırk, renk, din, bir enkamasyondan (bedenli hayat­tan) diğerine değişiklikler gösterebilir, ancak varlık genellikle aynı cinsiyeti muhafaza eder. Müsamahasızlık, ırkçılık ve yabancı düş­manlığı birer çılgınlıktan ibarettir. Kendimize başkalan hakkında hüküm verme imkanı tanıdığımızda, aslında bizzat kendi kendi­mizi mahkum etmekteyizdir. Görülüyor ki tekrardoğuş ve Karma, tüm bu kötülükleri kökünden silip atmaktadır. Tüm insanlar bir­birlerinin kardeşleridirler.

Tıpkı bir merdivenin basamaklan gibi, ruhlar için de sayısız tekamül dereceleri vardır. Dünyadaki ve diğer gezegenlerdeki mevcudiyetlerin denge unsurlanru henüz benimseyip özümseye- memiş durumda olanlan vardır; bunlar isteklerin ya da hür irade­nin, her yaşamı iyi ya da kötü şekilde etkilediğini bilmeyen ruhlar­dır. Tekamül yolunun hangi safhasında olursa olsun insan sürçe­bilir ve geriye adımlar atabilir; bu duruma girdiğinde başkalarını da kendisiyle beraber sürüklemesi mümkündür. Atlantis'te olmuş olan da budur ve bozulmaya, manevi dejenerasyona, kendi kudre­tinden sarhoş olmuş bir imparatorluğun çöküşüne ve ortadan kal­kışına damgasını vurmuştur. Atlantis'in bitip tükenmek bilmez bir kibri ve gururu vardı.

Bazı Atlantisliler ellerinde bulunan psişik ya da elektriksel kudretler vasıtasıyla diğer insanlan istismar ettiler ve böylece kö­tülüğün güçleri halini aldılar. Ünlü psikolog Prof. Cerminara, elektriğin, ipnozun ve psikolojinin mevcut olmadığı çağlarda, böylesine bir karakter bozukluğunun selamete ulaştırılmasının mümkün olmadığım yazmaktadır. Demek ki bu kudretleri kötüye kullanmış olanlar içlerindeki bu üstünlük hırslannı, ancak aynı şartlar içinde bulunarak, aynı imtiyazlara sahip olarak, ama bu kez bu kudretleri yapıcı amaçlarla kullanmak suretiyle değiştirebilir­ler.

"İnsanlığın devresel ilerleyişleri, 20. yüzyılı bu çağlardan biri haline getirmiştir... Çok büyük ve giderek artan sayılarda Atlantis- liler günümüzde tekrar doğmaktadırlar ... Çağımızın şaşırtıcı tek­nolojisi demek ki ... bu mucit, dahi, gözü pek, ve bu dünyaya Atlan­tis başanlannın bir hatırasını taşımakta olan bu varlıkların gelişle­rinin sonucudur."

İçinde yaşamakta olduğumuz çağ, "geçtiğimiz yüzyıllar içe­risinde varlıklann, egoizmanın ve uygarlaşbrılmış barbarlığın te­mayüllerine karşı direnmelerinde kendilerine yardımcı olabilecek vasıflan ve faziletleri elde edip edemediklerinin belirlenmesi mak­sadıyla" bir imtihanlar dönemidir. Bu garip devrenin meydana ge­tirmiş olduğu karma ile mücadele edebilmeleri için bu onlara tanı­nan ilk fırsattır. Bekleyiş dönemi boyunca, mücadele için gerekli

bilgeliği ve faziletleri elde edebilmeleri için yeterince fırsatları ol­muştur. Bugün yapmakta oldukları şeyler ise dünyanın kaderini belirleyecektir.

Ellerinde çok korkunç bir kudret bulunduran Pentagon, C.l.A. ve Wall Street hiyerarşilerini düşündükçe korku ve endişe içinde titremekten kendimizi alabilmemiz zordur. Mücadeleci hassaları meydandadır, ancak bunlar kötüdür; zeka.lan, görüş ge­nişlikleri, bilgelikleri, hepsi de kötü istikamete yönelmiş durum­dadır.

Karma, Hindistan'da halkın çoğunun zarar görmesine sebep olan bir hale geldiği şekilde, yani fatalist ("") bir tavır asla değildir. İrade daima ve her şeyin üstünde hüküm sürmektedir. Karşısına çıkan fırsatları kabullenen ya da reddeden, tercihleri yapan irade­nin kendisidir; çünki varlık her bedenli yaşamı süresince kendi hür iradesini muhafaza etmektedir. İrade, ruhun daha önceki faa­liyetleri tarafından meydana getirilmiş şemayı ve kaderi değiştire­bilme kudretine sahip olan yönetici unsurdur. Karma sayesinde, belirlenmiş olan bir dizi şartlar kesinlik kazannuş durumdadır an­cak irade ve akıl vasıtasıyla bunları değiştirebilmek mümkündür. Böylece, ayru kişide hem bir hür irade, hem de önceden belirlenmiş bir kader aynı anda mevcut bulunurlar. Bu halimizle tıpkı kafese kapatılmış arslan gibiyizdir, serbestçe dönenebilir, bir uçtan diğe­rine gidip gelebiliriz; ancak aşabilme kudretinde olmadığımız bazı sınırlar mevcuttur.

Şayet, hayatın bu müthiş imtihanında başarılı olamazsak, onu herhangi bir şekilde yeniden geçmek, bir kez daha imtihan edilmek zorundayız, ta ki başarıncaya kadar. Çünki, önce dersleri­mizi öğrenip zaaflannuzın üstesinden gelmeden cennete (....) gire- bilseydik hiçbir şekilde asıl amacımıza ulaşmış olamazdık. Ve o takdirde bizi yolumuzdan çıkaran ve bizlere korkunç zararları do­kunacak olan bir ortama girmiş olurduk.

Tekrardoğuş ve Karma, insana, daha iyi bir hayat ve dünya

(,.) Kaderci

(....) Cennet:. Bu kelimeden kastedilen "cennet hıili"ne ulaşmak yani dünyaya tek- rardoğma zorunluluğundan kurtulmuş olmaktır.

için yaphğı mücadelede yeni bir umut ve yeni bir-anlayış kazan­dırmaktadır. Kutsal Kitap yeni bir anlama bürünüvermektedir. İn­sanlar arasındaki fiziksel ve zihinsel bakımdan görünür eşitsizlik­ler, hpkı adil bir Tann'nın "adaletsizlikleri" imiş gibi görünenler bu kez gerçek yüzleriyle, asıl anlamlan ile belirivermektedir. Adalet­sizlik insanların işidir. "Şans", "adaletsizlik", "kaza" gibi sebeplere bağlı imiş gibi görünenler, aslında tesadüf ya da kaprisli bir Yarab- a'nın kötülükleri üzerine değil de, daha sağlam bir başka temel üzerine kurulmuşlardır.

Cayce'in "Okumaları"ndan Aktarmalar

"Burada, karmik reaksiyonlara dek varan gerçek patolojik ve psikolojikbir durum (aslım) karşısındayız. Çünki kendi hayatını söndürmeksizin başkalarının hayatını söndürebilmek mümkün değildir." (390^P-1)

''Burada, geçmişe ait yolunu şaşırmışlıklann ve egoizmanın zihinsel, ruhsal ve fiziksel (kişi mongolien tiptir) melekelerdeki ek­sikliklerle tezahür ebnekte olan bedensel bir ifadesini görmekte­yiz. Varlık (yüksek bir mevkide bulunuyordu), bedenen ve ruhen ıstırap içinde olanlara sırt çevirdi; zevkleri ve arzularının tabnini peşinde koşmayı tercih etti. Varlığın, günümüzde biçmekte olduk­larını ekmiş olduğunu görüyoruz... Ancak anne ve babasının sev­gisi ve ihtimamlan sayesinde bu varlığın ruhu, gerçek sevginin ve vefakarhğın, en ufak ilgi ve ihtimamlar için bile başkalarına gü­venmekten başka çareleri olmayan insanlar üzerinde neler gerçek­leştirebileceğinin şuuruna varabilecektir; çünki bu varlığın ruhu şimdilerde uyanmaya başlamıştır. Bu ruha 'Ben kardeşimin muha- fızıyım'ı örnekleyerek anlatabilmek için, hakikatin, ümidin, şefka­tin, iyiliğin ve sabnn tohumlarını ekiniz." (M19-P-1)

"Sebep-Sonuç Yasası burada ispat edilmiş durumdadır (has­tada doku sertleşmesi vardır). Burada karmik şartlar vardır. Çünki hpkı yazılmış olduğu gibi her ruh, boşuna ifade edilmiş her keli­menin dahi farkında olmaya mecburdur. Onu son kuruşuna kadar ödemek zorunda olacakhr. Varlık kendi kendine karşı savaş halin-

dedir. Ruh tüm nefretten, tüm kötülükten, insanı ürküten her şey­den temizlenmelidir. Beden kendi egoizması üzerine, değişmeyi reddedecek denli eğilmiş durumda bulunduğu bu doyum nokta­sına ulaştığında; kendisinde nefreti, zalimliği, adaletsizliği, kin ve nefreti oluşturan ve nefsinden fedakarlığın, kardeşçe sevginin, iyi­liğin, kibarlığın, tatlılığın zıttı olan ve nefreti, kıskançlığı, sabırsız­lığı meydana getiren bu şeyleri barındırdığı ölçüde bu bedenin iyi­leşmesi imkansızdır. Niçin iyileşecek ki? Fiziksel arzularını ve aç- lıklannı;tatmin etmeyi sürdürmek için mi? Bu onun egoizmasını daha da kabartmaktan başka bir işe yaramaz." (3124-P-1)

"Bu hayatınızda bu tip şeylerin (sertlik, hoşgörüsüzlük) orta­ya çıkmasına izin vermeyin, çünki sadece sizde değil, çevrenizde- kilerde de içkiye karşı bir eğilim olacak. Çünki nefret ettiğiniz şey­ler tekrar sizin üstünüze gelmektedir. Bugünkü hayatınızda hiçbir şeyden nefret etmeyiniz." (8059-L-1)

" ... Çünki yeryüzündeki her varlık daha önce ne idiyse, şimdi onun sonucu olarak böyledir! Ve her an, diğer bir ana bağlıdır. De­mek ki, belirtilmiş olduğu gibi, yeryüzünde sürdürülen bir yaşam, hayat okulunda okutulan derslerden birisidir." (2823-L-2)

Soru: "Kendileriyle evlendiğimizde mutlu olabileceğimiz ya da birisine kıyasla diğeriyle daha mutlu olabileceğimiz başka in­sanlar da var mıdır?"

Cevap: "Ah, şayet isteseydik en az yirmi beş-otuz kişi sayar­dık! Evlilik, yapılması gereken şeydir! Şayet dilerseniz, bu enkar- nasyondan alınacak dersler mevcuttur. Mademki er veya geç bu yapılacaktır... şayet isteğiniz de varsa bir an evvel başlamak iyi­dir..." (2525-L)

"Fizik bedenlerde mevcut olan şartların üstesinden gelinebi­lecek şeyler tarafından meydana getirildiğini görmekteyiz. Gerçi hayat seviyesi değişebilir ama ne olursa olsun hakikatte tedavi edi­lemeyecek hiçbir vaka yoktur. Şu anda mevcut olan durum bir ilk sebep tarafından meydana getirildi, ki bu da yenilebilir, aşılabilir, iyileştirilebilir. Çünki her hastalık, bir yasanın ihlal edilişinin bir sonucudur. Yasalar'a ([§]) uyulduğu takdirde, iyileşme kaçınılmaz

olacaktır. Bu, kişiye ve onun çeşitli şartlar karşısındaki tutumuna bağlıdır; kişide tezahür edebilecek olan şuurlanmanın idrak edili­şine bağlıdır... Yasanın ihlal edilmesi son iyileşmeyi geciktirmek­tedir." (3744)

"Çünki öfke, herhangi diğer bir hastalık gibi ruhu tahrip et­mektedir. Çünki kendisi de bizzat bir ruh hastalığıdır!" (47^37, P- 38)

"Varlığı, bundan önceki yaşamında yine şimdiki doğduğu ülkede, Kuzey-Güney Savaşı esnasındaki o felaketler ve büyük sı­kıntılar döneminde yaşarken görmekteyiz. Varlık Güneyli bir as­kerdi ve orduya erzak sağlayanlar arasında bulunuyordu, ya da başka bir deyişle levazım sınıfındandı. Böylece görmekteyiz ki varlık pek çok sıkıntılı şartların üstesinden gelmiştir; yiyecek içe­cek dağılımı ve bu kaynakların elde edilmesi sırasında doğan güç­lükleri yenmeyi başarabilmiştir. O yaşamındaki ismi Cari Brinc- kner idi. Bu enkarnasyonu boyunca varlık iyiye doğru gelişme kaydetti, çünki niyetlerindeki samimiyet ve içtenlik varlığın hal ve tavrında kendini göstermektedir." (10225-CA)

DÖRDÜNCÜ KISIM

İNSANLIGINKADERİ

İnsanın, bizzat kendisi hakkında ve bütün ile olan ilişkisi hu­susunda yaptığı incelemeler esnasında, her an, muazzam yaradılış şemasında oynamakla yükümlü olduğu rol ile karşı karşıya gelip de sarsılmaması imkansızdır. Kendisine, enerjinin madde içinde olağanüstü bölünmesi gibi görünen şey onu belki tereddüte sevk etmektedir; ancak olup bitmekte olanları ve objeleri yeni bir bakış açısı ile algılamasını sağlayabilecek olan ve de aşmaya muktedir olduğu bir kapı kendisine daima açık tutulmaktadır. Bu kapı, mu­hakkak ki onu kendi "iç ben"ine götüren kapıdır. İnsan, bu sonsuz ve daha yüksek bir boyuttan olan ''ben"i ve Kaynağı ile olan ilişkile­rini anlamak zorundadır.

Cayce'in "Okumaları"ndan Aktarmalar

"Tanrı, maddi bir tezahür içine enkame olmuş olanın ve bir plan olarak kabul edilenin başı ve sonudur; insan işte bu plandan hareketle, sınırlı olanın hudutları içinde akıl yürütmektedir. O, Al­fa ve Omega'dır, başlangıç ve sondur. Tanrı, Baba, Ruh, tüm faali­yetin tesir kudreti, dünyanın selameti için tek başına yeterli değil­dir; çünki insan, başlangıç ve son arasında icra edilen ayrılık, tas­dik, ayırt etme, inşa etme, ilerleme gibi bu faaliyetler için gerekli olanları gerçekleştirebilmesi maksadıyla hür irade ile donahlmış- tır." (8337)

"İnsan, maddi planda bu safhaya, yaptığının, bilginin ve İlk

Sebep'e özgü zekanın şuuruna sahip olmak suretiyle ulaşır. Ruha faydalı olan şeyin, insanı, kabul olunabilir bir vaziyete ve Yarabcı Güç'ün faaliyetine iştirak edebilir bir duruma getirecek olduğu­nun ispat edilmesi amacıyla insan, kendisini İlk Sebep'e, prensibe ya da öze ulaştırabilecek olan her şeyi yapar ya da meydana getirir. Her varlık, her ruh bir şuur seviyesinden diğer bir şuur seviyesine geçmekte ve ulaşmış olduğu bu kimliğin ve kürenin şuuruna var­maktadır. Sonuç olarak varlık, yeryüzünde ve Güneş Sistemi'nde- ki çeşitli planlardan geçmek suretiyle gelişmektedir. Bir ruh varlı­ğı, tıpkı bir fizik beden gibidir; yani yasalara bağlıdır. Kişisel de­ney, ölümsüz ruh üzerinde etki sahibidir. Ruhlann maddi, zihin­sel (mantal) ve ruhsal enkarnasyonlannda bu etkiler, şunu veya bunu yapmak istemek şeklinde sonuçlanru gösterirler. Yolu göste­ren kimdir? Ben'dir! Varlık, yüreğini bedensel güçleri azdıran tüm bu şeylerle doldurduğu vakit, ruh inşa edici duruma geçmektedir ve can da et bedene yönelmektedir."

"Anlayış kudreti, ruh için olduğu kadar beden için de ebedi yapıcı durumundadır. Şayet bir insanın şuuru, ruhtan gelen tüm bu şeylerle dolu ise, bu takdirde o, ruhsal bir varlık durumuna gel­mektedir. Şunu görmekteyiz ki, maddi alemde kendisini arzuya, kötü davranışlara, egoizmaya, hırsa terk edenler beşer çocuklann- dan ibarettirler; nefsinden feragat, ıstırap, sabır, iyilik, kardeşçe sevgi, merhamet, hoşgörü, yardımseverlik ise ruhun çocuklarını belirleyen özelliklerdir. Kime hizmet edeceğinize kendiniz karar veriniz."

"Bir birey olarak, hangi hayatta ve hangi dönemde olursa ol­sun, kendinizi Yaradan'a doğru yükseltmek için, Yaratıcı Güçler'in yasalanna bağlı olan şeyleri kullanınız. Her kim ki içsel bir yaşamı vardır o daha yüksektir, çünki ruh, kendini yaratanın ruhunu tanır ve O'nun çocuklan, tamamen O'nun yapmış olduğu gibidirler. 'Hayatı Veren, benim ruhum senin ruhunda şehadet etmektedir.' " demektedir. "Hayat nedir? İlk Sebep'in, Tann'nın bir tezahürü­dür!" (720-CA)

"Tann nedir? Yann yemek yiyip yemeyeceğinizi, ya da nasıl giyineceğinizi kendi kendinize soruyor musunuz? Kendi öz şuur-

lannın temelinde endişelerle dolu, imanı az, ümidi az insanlar! Bil­mez misiniz ki sizler O'na aitsiniz? Çünki sizleri yaratan O'dur! O sizin ölümünüzü istememiştir, ama sizleri, Kendisi ile olan bağını­zı anlayıp anlayamayacağınızı öğrenmek maksadıyla hür bırak­mıştır!" (281-41)

"Varlık yeryüzü planına daldı ve et bedende tezahür edince Satürn'e sürüldü; çünki bedende öyle şartlar oluştu ki, ruhsal var­lığın Güneş Sistemi'ndeki bu ruh haline layık olduğu ortaya çıktı; çünki orası, tüm yetersiz maddelerin bedenden atıldığı ve yeniden düzenlendiği yerdi...

Merkür, Mars, Venüs, Jüpiter, Dünya, Uranüs ve Neptün adı verilen bu küreler arasındaki ilişkileri görmekteyiz. Burada, bir tekamülden diğerine değişiklikler oluşmaktadır ve bu, varlığın Arcturus ya da Septimus'tan geçerek Güneş Sistemi'nden çıkışına dek sürmektedir...

Yeryüzü planında böylesine bir nefreti, beden yasalannın her arzunun anormal hale dönüşmesine yol açacak şekilde ifrada vardırılmasını tezahür ettiren bu varlık, Satürn'e ait rölatif güçle­rin kürelerinde yeniden yapılmak, tekrar tanzim edilmek ve tek­rardan yaratılmak zorundadır." (8337-47/-11)

"Banş Prensi yeryüzündeki kendi tekamülünü tamamlamak üzere dünyaya indiğinde, bedenin ve arzulann üstesinden geldi. Böylece o, bedendeki seyyaleler bunu kendi taraflanna çektiği hal­de bile göğe yükseltmeye muktedir olduğu bedeni aydınlatmak ve yeniden hayata kavuşturmak için ... bedende yaşamakta iken ölü­mü yenenlerin ilki oldu ..." (1152-L-2)

"Niçin bir haç üzerinde ölmek için yeryüzüne gelmişti? Bu sadece bir sözün yerine getirilmesi, beşeri halin sona erdirilmesi için miydi? Peki ama neden insan suretine bürünmüş ve yeryüzü­ne inmişti? Yoksa Baba ile bir olmak için mi? İnsana ilahi karakteri­ni, Yaradan ile olan bağlannı göstermek amacıyla mı? O, Baba'nın insanlara: 'Şayet beni çağınrsanız, sizleri duyacağım. Uz.akta da ol­sanız, hatta her tarafınız günahlarla kaplanmış dahi olsa, şayet ku­zunun kanında yıkanacak olursanız, bana geri gelebileceksiniz.' dediği zaman, bunu içten söylemiş olduğunu ispat etmek amacıy-

la gelmişti. Mademki o, insanlar içinde ruhen, bedene bağlanmış olan ilk Tann Oğlu idi, o halde verilmiş sözü tutmalı, beşeriyetin yaşanunda insanı Yaradan'dan ayıran her şeyi temizlemeli, silmeli idi." (3014-CA)

" (Tıpkı Üstat'ın demiş olduğu gibi) Her kim ki bende yaşar, o Mesih'te yaşar, Mesih ile bir olur ve artık dünya arzularının esare­tinde değildir ve demek ki onun ile bir duruma gelir... Bu gibiler için, artık bedene geri dönüş yoktur." (2094-CA)

"Tesadüf ve rastlantılar mevcut değildirler. Her şahıs, daha önceki şartlardan elde etmiş oldukları neticesinde, günümüz yer­yüzü planında kendi varlığının tekamülünü sürmektedir. Her bir düşünce parçası, her bir olay, bizzat varlığın kendisi tarafından ya- ratılnuş olan şartların birer sonucudurlar." (8337-46/51)

"Kudret, emniyet ve Tann'nın kusursuz olarak bilinişi, zen­ginlikleri, topraklan, çiftlik hayvanlarını ve altım biriktirmede de­ğil, kardeşine hizmet etme isteğinde yatmaktadır." (900-D 301)

"Ona nasıl itaat edebilirsiniz? Yiğitlik gösterileriyle, bilginizi ve kudretinizi aşırıya vardırmaya çalışmakla değil, ancak ruha ait şeylerin letafeti ile bunu yapmış olursunuz... Birbirinizden kopup ayrılmak nu istiyorsunuz? Çünki ne yeryüzünde, ne gökyüzünde, ne de cehennemlerde sizleri Tann sevgisinden ve kardeşçe sevgi­den ayırabilecek yine bizzat sizlerden başka hiçbir şey mevcut de­ğildir."

"O halde haydi, kalkın ayağa ve hayatta sizlerin şahsiyetinizi azdıran, ancak alçak gönüllülükle ve sabırla reddedilmesi ve orta­dan kaldırılması gereken bu şeylere karşı hücum etmekte olduğu­nuzu, savaş ilan etmiş olduğunuzu bilerek hareket edin. Çünki göstereceğiniz sabır sayesinde, ruhunuzun, O'nda kaybolmuş bi­reyliğinizin, Tannmz'ın ve Mürşidiniz'in şuur ve sevgisi tarafın­dan güdülenmekte olan bir şey mesabesindeki ışıklı kişiliğinizin şuuruna varacaksınızdır."

''Böylece, kaderiniz bizzat kendi ellerinizdedir, bpkı dünya­nın kaderi gibi." (281-56)

••

EK BOLUM

Edgar Cayce'in yaşanu hiç de "okumalan"ndan daha az şaşır­tıcı ve olağanüstü değildir. Daha çocukluğundan itibaren kendisi­ne garip şeyler olmaya başlamışb: Görünmez oyun arkadaşlarıyla konuşuyordu; bir ders kitabının üzerinde uykuya geçiyor ve ertesi gün bu kitabı, basıldığı tarih de dahil olmak üzere baştan sona ez­bere okuyabiliyordu; annesine bir yaranın nasıl tedavi edileceğini öğretiyordu; fizik bakımdan ortada görüruneyen meleksi bir "var­lık" ile görüşüyordu.

Dindar bir ailenin beş çocuğu içinde tek erkek olan Edgar Cayce, Kenhıcky'de, Hopkinsville yakınındaki bir çiftlikte 18^ ^ nesinde dünyaya geldi. Sadece ilk öğrenimini tamamladı ve orta derecede bir öğrenci olmaktan öteye de geçemedi; daha sonralan meslek olarak fotoğrafçılığı seçti. Psişik melekeleri 1901 senesinde, 24 yaşında iken bir rastlantı sonucu keşfedildi. Soğuk alrnışb ve birdenbire sesini yitirmişti. Bir sene boyunca pek çok tıbbi tedavi denedi ve durumunda en ufak bir değişiklik olmadığını görünce, tüm hayatı boyunca kısık bir sesle, adeta fısıldayarak konuşacak olmayı kabullendi ve duruma boyun eğdi.

O devirde ipnotizma tüm ülkede büyük rağbet görüyordu ve bir dostu kendisine iyileşmek için bu yöntemi denemesini telkin etti. Cayce de zaten sesini yeniden kazanabilmek için ne olursa yapmaya hazırdı. O yöredeki bir ipnotizör kendisine yardım etme­yi teklif etti ve Edgar bunu derhal kabul etti. Ancak kendi kendisi­ne uykuya geçmeyi arzu etti ve arkadaşı, ancak o "transa" geçtikten sonra telkinlerini yapabildi.

Deney tüm umulanların da ötesinde bir başarıya ulaşb. Cay-

ce derin bir uykuya daldı ve işin garip tarafı, bir tedavi şekli de tavsiye etmek suretiyle ses tellerinin vaziyetini tarif etti. Tavsiye­ler -burada, boğazın bu bölgesindeki kan dolaşımını artırmak söz konusuydu- ipnotizör tarafından yerine getirildi ve Cayce uyandığında artık normal olarak konuşmaya başlamıştı. Diğer birkaç seanstan sonra, iyileşmenin kesin olduğu gözlendi.

Cayce, ailesi ve arkadaşları hayretler içinde kalmışlardı. Bu alışılmadık olayın haberi yayılınca da, teşhis ve tedavi yöntemle­rini kendi Üzerlerinde denemesi için yalvaran çok sayıda hasta insan onun çevresini sarmakta gecikmediler. Cayce tereddüt etti. İlk başta, bu konuda hiçbir eğitimi yoktu ve uyanık durumda iken tıp ve anatomi hakkında kesinlikle hiçbir şey bilmiyordu; ayrıca kendisine telkinlerde bulunmuş olan ipnotizör de bir dok­tor değildi. Edgar uyku sırasında bir insanı öldürme tehlikesi olan bir ilaç yazdırmaktan korkuyordu. Üstelik, uykuya geçtik­ten sonra neler olup bittiği hakkında da en ufak bir fikri dahi yoktu. Bununla birlikte, sonunda yapılan teklifleri kabul etti ve korkularının ne kadar yersiz olduğu meydana çıktı.

Daha önceden en ufak bir bilgi dahi edinmemiş olduğu hal­de ters dönmüş bir mideyi, tıkanmış bir dalağı, mide ülserlerini ve bunların kesin yerlerini, bağırsak kurtlarını, bir hamileliği, bir anemiyi (kan azlığı), şeker hastalığını, epilepsiyi (sara hastalığı), yerinden oynamış omurları, bütün olarak hemen hemen bilinen ya da bilinmeyen tüm hastalıkları doğru şekilde teşhis ve tarif et­ti. Konsültasyonlar, genellikle bilgince bir tıbbi terimler bütünü. ile ifade ediliyordu ve tavsiye edilen tedaviler iyi sonuçlar doğu­ruyordu.

Geçen yıllarla birlikte ünlü şifacı, vakaların pek çoğunda kendisinden tedavi talep eden insanların yüzünü hiç görmez oldu; talepler posta ile geliyordu ve "okumalar"dan yarar sağlayanlar yüzlerce kilometre uzaklarda bulunuyorlardı. Cayce için kişinin adını ve soyadım, adresini ve tam "okuma"nın verildiği saatte ke­sin olarak nerede bulunduğunu bilmek yeterliydi. Bir kanepeye uzanmış, "okumalar"ın dediğine göre de dolaşımı kolaylaştırmak amacıyla kravatını ve ayakkabı bağlarını çözmüş bir durumdaki

Cayce her soruya cevap verebilme kudretindeydi. Kansı Gertrude genellikle telkinleri yapıyor ve sorulan soruyor, o esnada da sadık sekreteri Gladys Davis -ki Cayce'i hiçbir zaman terk etmedi- tüm konuşmayı not alıyordu. Cayce uykuya geçiyor ve bir süre sonra sanki söyleyecek bir şey arıyormuş gibi nunldanmaya başlıyordu. Aniden sesini yükseltiyor ve kuvvetli, otoriter bir tonda konuşma­ya koyuluyordu, Başlamak için "Evet, beden şu anda elimizin al­tındadır." diyordu ve ardından da hastanın fiziksel durumu hak­kında yarım saatlik bir açiklamaya girişiyordu.

Cayce dosyaları şaşırtıcı vakalarla dolup taşmaktadır. İlk "okumalar"dan birisi 1906 senesinde, sahayı terk eden ve ardından çok şiddetli sarsıntılarla aniden yere yıkılan üniversiteli bir futbol­cu için verilmişti. Durumu giderek fenalaşıyor ve delikanlı gittikçe daha istikrarsız, sert, çok şey isteyen, zihnen dengesiz bir hale geli­yordu. Ortada hiçbir sebep bulamayan doktorlar ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Ailesi kendisini en büyük profesörlere göstermek için Nashvill, Louisville, New York hastanelerine ve hatta Minne- sota'daki ünlü Mayo Kliniği'ne götürmüştü. Özel odalara kapatıl­ması ya da çok sıkı nezaret edilmesi gerekmekteydi. Yapılan son teşhis de dementia praecox idi ve bunun da hiçbir iyileşme umudu yoktu.

İlahi bir lütuf eseri, ailesi, Edgar Cayce'den söz edildiğini duymuş olan bir bölge doktoruna güvendiler ve durumu açtılar. Onların haberi olmaksızın sordu ve bir "okuma" aldı.

"Evet, beden elimizin altındadır." diye açıkladı, uykuya geç­miş olan Cayce... Ve devam etti: "Beyni yanıyor. Beyninin kıvrım- lan tıpkı alev gibi, kıpkımuzı. Varlık deforme olmuş durumda­dır. Şayet bir şey yapılmazsa, kısa bir sürede azgın bir deli haline gelecek. Bu eskilere, çok eskilere, çok çok eskilere dayanmakta­dır."

Cayce çok zehirli ve güçlü bir ilaç yazdı ve ilave etti:

"Bu, sınırlan wrlayan ve son derece güçlü doza sahip özgül bir tedavidir."

Doktor, giderek artan dozlarla ilacın uygulamasına başladı. Sabah 10 damla, öğlen 11, akşam 12, sonra 13, 14 ve20'ye kadar arb- rıyor, ardından yine 10 damla ile başlıyordu. Ancak, hiçbir reaksi-

yon olmadı. İkinci şişe, üçüncü şişe derken dozu çok tehlikeli bir miktara, 60 damlaya kadar yükseltti. Böylece üç hafta geçti.

Ve sonra aniden, bir sabah vakti genç adam odasından gayet sakin bir şekilde indi ve tıpkı eskiden olduğu gibi:

-                 Günaydın anne, kahvaltıda ne var? dedi.

Tamamen iyileşmişti.

Doktor daha sonralan ''Tüm kutlamalan ve tebrikleri ben ka­bul ettim, çünki o dönemde Cayce'den söz edebilmem im.kansız- dı!" diye itiraf etmişti.

Genellikle, halk arasında "kocakarı ilacı" olarak tabir edilen türden garip ilaçlar tavsiye ediliyordu. İşte, Cayce Vakfı'nın dosya- lanndan alınmış gayet tipik bir vaka: Hasta, Kanada'da yaşamakta olan bir katolik papazdı. Yıllardan beri epilepsi (sara) krizleri geçir­mekteydi. Tıpkı kendisine başvuran insanların çoğunda olduğu gi­bi, Cayce bu rahip hakkında da, kendisinden bir "okuma" talebinde bulunmak için yazmış olduğu mektubun dışında hiçbir şey bilmi­yordu.

"Sebepleri ortadan kaldırmak amacıyla akşamlan, iki akşam toyunca, hint yağına batınlmış kalın kompresler (*) tatbik Geçeğiz. Üç kat kalın fanila kumaşından oluşan pansuman hint yağına batı­rılacak ve iyice sıkılacak; bunlar vücudun dayanabileceği bir dere­cede sıcak olacak ve karaciğerin aşağı bölgesine, safra kesesi bölge­sine ve kalın bağırsakların ilk kısmı bölgesine, göbek deliğine ka­dar uzanacak şekilde yerleştirilecek. Her uygulamada, kompresle­ri yerlerinde bir saat boyunca tutunuz, bunların sıcaklıklarını koru­yunuz ve uygulama boyunca bunları iki veya üç defa büke­rek sıkınız."

"İki gün süren bu kompreslerin ardından, bilhassa, belirtilmiş olduğu gibi dokuzuncu ya da onuncu ve onbirinci sırt merkezleri­nin alt bölgelerinde keşfedilecek olan bir kemik oynaması (çıkık) ile ilgilenmek suretiyle, kemik düzeltme işine başlayacağız. Bel ekseni ile üst sırt ve beyin merkezleri arasındaki düzeltmeleri yapınız."

Rahip daha sonra yaptığı açıklamada krizlerinin sona erdiğini ve görünüşe göre tamamen iyileşmiş durumda olduğunu bildir­di.

(*) Kompres: Bir sim ite yapıten pansumanlarda kultenıten bezler.

Virginia Beach dosyalarında, tedaviyi yapan doktorların, hastanelerin ve bizzat hastaların yeminli ifadeleri, açıklamaları ve mektuplan ile doğrulanmış olan buna benzer yüzlerce vaka bulun­maktadır.

Cayce'in durugörü melekelerinin, uyanık durumda iken na­sıl faaliyet gösterdiğinden pek söz edilmedi. Her türden oyunu se­verdi, ancak zihinsel bir jimnastiği gerektiren oyunları tercih eder­di. Bir akşam, kendisine beraber briç oynamayı teklif edenlere, kar- şısındakilerin ellerinde bulunan her karh "görebildiğini" ispat etti ve oynamayı reddetti. Bu garip yeteneği, oyunun tüm zevkini kaçı­rıyordu çünki...

Auralan, bir insanın başını ve omuzlarını çevreleyen renkleri de görebiliyordu. Bir keresinde kendisi ile aynı mahallede otur­makta olan bir kadının aurası olmadığını görmüş ve çok endişelen- mişti. Nitekim bu endişesinde yanılmadığı ortaya çıkb: Kadın, kar­şılaşmalarından birkaç gün sonra öldü. Diğer bir keresinde de, pos­taneye girerken hiç tanımadığı bir kadına rastladı. Postaneye gir­medi ve gerisin geriye dönerek koştu ve kadını kolundan sıkıca ya­kalayarak:

-                  Çok rica ediyorum, lütfen bugün araba ile çıkmayın, dedi.

Kadın ona şaşkın şaşkın baktı ve Cayce de gayet sıkıntılı ve mahçup bir halde oradan ayrıldı. Ancak kadın, kendisine yapılan bu uyarının tesirinde kaldı ve bir kadın arkadaşı ile birlikte yapma­yı kararlaştırmış oldukları gezintiye gitmekten vazgeçti. Arkadaşı ise tek başına çıkb ve ciddi bir kaza geçirdi. Kadıncağız ise hiç tanı­madığı o adama minnettarlığını ifade edebilmeyi hep arzu etti dur­du. Bir başka seferinde Cayce, genç bir basketbol oyuncusuna, ak­şam yapacakları maçta kaç basket kaydedeceğini söylemişti.

Bir gün, Cayce'in "okumalan"ndan birini kaydetmekte olan sekreteri, küçük yeğeninin, Cayce'in Virginia Beach'teki evinin ar­kasında, bir gölün kenarında son derece tehlikeli bir şekilde oyna­makta olduğunu gördü. Korkuya kapılan kadıncağız yaphğı işe konsantre olamıyordu. Bir kanepenin üzerinde uyumuş olan Cay- ce "okuması"nı yarıda kesti ve ona: "Gidip küçüğe bakınız." dedi. Sekreteri geri döndüğünde ise tam kalmış olduğu yerden alarak devam etti.

Aynı zamanda su kaynaklarını da keşfedebiliyordu; bir izci­ler grubuna kuyu kazmaları için gerekli yeri göstermiş, suyun 10 metre derinlikte olduğunu söylemişti. O noktayı kazdılar ve 10,2 metre derinlikte suyu buldular.

Günün birinde Cayce tanımadığı bir adamı ismiyle hitap ederek selamladı. O semtteki bir bankanın müdürü olan adam me­raklanarak Cayce'e sorular sordu, ancak merakı giderek arttı ve onu yemeğe davet etti. Yemek esnasında Cayce ona durugörüsü- nü ispat etmek için bankanın kasa odasının şifresini doğru olarak yazarak verdi. Bankacının adeta nefesi kesilmişti.

IJir keresinde Cayce, dostu Marsden Godfrey'denkendisini New York'a götürmesini rica etmişti. Ancak Godfrey özür dileye­rek reddetti, çok işi vardı ve zaten patronu da kendisine izin ver­mezdi.

-                  Her şeye rağmen git kendisine bir sor, dedi Cayce.

Godfrey kabul etti ve patronu büyük bir anlayışla davranıp da izin verince şaştı kaldı. Direksiyonun başında arabasıyla Cay- ce'in evine geldiğinde ise Edgar'ı tamamen hazırlanmış şekilde, kaldırımda kendisini beklerken buldu.

Uzun bir zaman sonra emekli olduğunda, Godfrey bu öykü­yü patronuna anlattı. Nitekim kendisi de o günü gayet net hatırlı­yordu:

-                  Siz gittikten sonra kendi kendime nasıl olup da size izin ve­rebilmiş olduğumu sorup durdum. Halbuki tam o esnada size çok fazla ihtiyacım vardı. Cayce ve siz bana böyle bir oyun oynamama-: lıydınız!

Bununla beraber Cayce, garip kudretlerini bu tarzda kullan­mayı asla sevmiyordu ve her zaman da bunun karşısında oldu.

1923 senesinde, "okumalar"ın yeni ve çok şaşırtıcı bir şekli keşfedildi. Cayce'in Alabama'da Selma'da bir fotoğraf stüdyosu vardı ve günün birinde Ohio'dan Daytonlu zengin bir matbaacı buraya geldi. Adamın adı Arthur Lanmers idi, ne kendisi ne de ai­lesinden hiç kimse hasta değildi, ancak metafizik felsefenin tutku­nu olmuştu ve öğrenmek istediği hususlar Edgar'ın normal bilgile­rini kat kat aşıyordu.

- Hayatın anlamı nedir? diye sormuştu. Kabiliyetlerin, mele­kelerin, eksikliklerin, faziletlerin esası nedir? İnsanlar arasındaki eşitsizlik nasıl açıklanabilir?

Cayce tereddüt etti. Kendi kendine bu tip sorular hiç sorma- mışb.

-Tüm bunları bulup ortaya çıkarmış olmalıydınız, diye ısrar etti Lanmers. İnsanın gerçek tabiatı nedir? Doğum ve ölüm ne an­lama gelmektedir? Niçin buradayız? Bunları kendi kendinize hiç sormadınız mı?

- Hayır, diye itiraf etti Edgar.

- Bu inanılmaz bir şey! diye haykırdı matbaacı. Şayet hayabn muammalarını çözebilmenin bir yolu var ise, bu "okumalar"dan başka bir şey olamaz. Dayton'a, benim evime buyrun, sizi davet ediyorum ve size söz.veriyorum, bitirdiğimiz zaman çok daha faz­la şey öğrenmiş olacaksınız!

Cayce "okumalar" konusunda asla hiçbir söz vermiyordu, ancak yine de daveti kabul etti ve böylece de o ana kadar vermiş ol­duğu "bedene ilişkin okumalar"dan ayırt edilmesi için "hayat oku­maları" olarak isimlendirilen 250 "okuma"dan fışkıracak olan me­tafizik düşünce şekli de başlamış oldu.

Bu, pek çoklarının hem akla yakın hem de fantastik olarak ni­telendirdikleri gayet iddialı bir tasan idi. Cayce için bu, yeni bir şüphe ve tereddüt döneminin başlangıa oldu. Gayet sıkı bir Pro­testan atmosferde yetiştirilmişti, doğru yol yanlısı idi ve dünya üzerindeki tüm diğer dinler ve onların kendisininki ile olan ben­zerlikleri hakkında hiçbir şey bilmiyordu. "Okumalar"da iddia edilenler, kendisine tüm öğretilmiş olanlar ve kendisinin de Pazar Okulu'nda öğretmiş olduklarının aksini söyler gibiydi. "Okuma- lar"da, tüm dinlerin esas prensiplerinin değişik görünümler altın­da ancak birbirinin aynı olduğu söyleniyordu.

eayce uzunca bir süre herhangi bir hüküm vermekten kaçın­dı. Sonuç olarak da hem kendisi, hem de beraber çalışbğı insanlar reenkarnasyon (tekrardoğuş) fikrini kabul ettiler. Pek tabii ki bunu kanıtlamak mümkün değildi, ancak bazı ispat edici nitelikteki va­kalarda "okumalar" gayet samimi, içten ve asla aldanmaz bir görü­nümdeydi. Cevaplar gayet mantıklı gibiydi; çok sayıda kişiye iliş-

kin ve pek çok seneler ara ile verilmiş olmalarına rağmen çelişkiye çok seyrek rastlanabiliyordu.

Bir "hayat okuması" -bir tür karakter veya yetenek analizi- için uyumuş olan kahine yapılan telkinler farklılıklar gösteriyor­du. Örneğin, "monitör" (..) şöyle diyordu: "Bu varlığın kainat ile olan bağlarını belirteceksiniz; günümüzdeki yaşamındaki kişisel ve gizli kalmış durumları, yeryüzü planında daha önceki hayatla­rını, çağını, yerini ve ismini belirterek ve varlığın her bir yaşamın­da kendisini geciktirmiş ya da ilerlemesini sağlamış olan şeyleri de aktaracaksınız. Varlığın günümüzdeki hayahnda sahip bulundu­ğu yetenekleri ve melekeleri, nelerin gerçekleşeceğini ümit edebi­leceğini ve bunu nasıl yapacağını anlatacaksınız. Sorulmuş olan tüm bu soruları cevaplayacaksınız."

Aradan bir süre geçtikten, hatta genellikle kendisine yapılan telkinleri duymamış olduğunu zannettirecek kadar uzunca bir sü­re geçtikten sonra Cayce, şahsın ismini ve adresini tekrarlıyor ve ardından başlıyordu: "Evet, dosyalar elimizdedir, günümüzde X adını taşıyan bu varlığın dosyası elimizdedir           " Neden sonra, şah­sın eksikliklerini ve vasıflarını, geçmiş üç ya da dört yaşamını, en önemli enkarnasyonlarını (bedenli yaşamlarını) ve günümüzdeki yeteneklerini açıklıyordu.

Adamın biri, Amerikan Kuzey-Güney Savaşı esnasında kon­federasyon ordusu saflarında yer almış olduğunu, o yaşamında Barnett A. Seay adını taşıdığını ve dosyasının da halen Rich- mond'daki Virginia Tarih Kütüphanesi arşivlerinde bulunduğu­nu öğrendi. Oraya gitti ve yaphğı sayısız araştırmalar sonucunda bir alaya ait listede Barnett A. Seay ismini buldu. 1861 senesinde yirmi bir yaşındayken Virginia'daki Lee ordusuna bayrak taşıyıa olarak gönüllü katılmıştı.

Sayısız "hayat okumaları" bu iç savaş sırasındaki enkarnas- yonları ortaya çıkarmaktadır, ki bu da günümüzde o devre karşı duyulan olağanüstü merak ve ilginin sebebini açıklıyor. Bu savaşa ait eserler ve romanlar günümüzde büyük bir başarı elde etmekte­dirler, ki böyle bir şey bundan yirmi yıl önce tasavvur bile edile­mezdi ve kimse de bunun nedenini bilememektedir. Bu yoğun il-

(..) Monitor: Eğiten, ders veren.

ginin sebebi bu insanların günümüzde Birleşik Devletler'de tekrar doğmakta olmaları değil midir? Bunlar barış yanlısı mıdırlar?

Cayce, kadının birine, geniş su kütlelerinden marazi bir şe­kilde korkmasının nedeninin geçmiş bir hayatında boğularak öl­müş olmasından kaynaklandığını açıklamıştı. Büyük bir şahsiyet ve çekicilik sahibi olan bir müzikal sanatçısı ise bugünkü durumu­nu geçmiş hayatında Far-West'e (Uzak Batı) giden ilk öncülerden biri olduğu sırada, nefsinden yapmış olduğu fedakarlıklar ve kar­şılıklı yardımlaşma anlayışı neticesinde hak etmiş olduğunu öğ­rendi. Bu açıklamalarının pek çoğunun kanıtlanması imkansızdı ancak bazı sakat ve özürlü olan kişiler bu sayede, şimdiye kadar açıklanamamış olan bu bahtsızlıklarının mümkün sebeplerini da­ha iyi anlayabilme fırsatı elde ettiler.

Son olarak, birisi, Cayce'e ipnoz altında iken bu bilgileri nere­den aldığını sordu. Cayce iki kaynak gösterdi; birincisi danışan ki­şinin bizzat kendi şuuraltı, ikincisi ise "tabiatın evrensel hafızası" adı verilen, Jung'un Kollektif Gayri-Şuur diye isimlendirdiği, ya da Hint metafiziği tarafından Akaşik Dosyalar olarak tanımlanan idi. Burada söz konusu olan "Meleğin Tuttuğu Sicil Defteri" ya da "Hayat Kitabı" idi.

Dosyalara göre "Cayce'in varlığı da tıpkı tüm şuuraltı varlık­ları gibi telkine cevap vermekteydi; ancak buna ek olarak kendi­sinde aynı tipteki diğer şahısların şuuraltı varlıklarından çekip ala­bildiğini başkalarının objektif anlayışlarına uygun hale getirip yo- rumlayabilme yeteneği vardı. Şuuraltı asla hiçbir şeyi unutmaz. Şuurlu varlık dışarıdan izlenimleri alır ve tüm düşünceleri şuural­tına aktarır ve bunlar orada tıpkı ölüm esnasında olduğu gibi, şuur (•) tahrip dahi olsa varlıklarını sürdürmeye devam ederler.

Şuuraltı varlığının, uzak geçmişinin hatırasını muhafaza ediyor olması, ya da bir hastalık durumunda fizik bedeninin kötü işleyişinden haberdar edilip uyarılıyor olması şaşırtıcı gelmemeli­dir. Bunlar, modern psikiyatrinin kuralları ile uygunluk göster­mektedir.

"Okumalar", "Ancak, bu beden tarafından (Edgar Cayce'in kendisi) elde edilen ve aktarılan bilgiler, telkin vasıtasıyla çekip al-

(•) Bedme bağlı oton şuur.

ma imkanı bulmuş olduğu kaynaklara göre biraraya getirilmişler­dir." diye ilave etmektedirler. "Bu durumda (trans) bulunduğu za­man şuur kendini şuuraltının ya da başka deyişle, ruha ait zihnin yönetimine terk eder ve böylece diğer ruhlarla haberleşebilir; hal­buki şuurüstü (super conscient) ya da ruhun gücü evrenselleşir. Bilgi, ister bu plandan, isterse de daha önce gelmiş olan varlıkların izlenimleri ya da bırakmış oldukları izler sayesinde, hangi şuuraltı varlığından olursa olsun alınabilir. Tıpkı önünde bulunanları yan­sıtmakta olan bir aynayı görüşümüz gibidir; bu, objenin kendisi değil ancak bir yansımasıdır."

Bu, yeni bir kavramdı. Şayet doğru ise, o halde Cayce'in varlı­ğı, ölüm neticesinde diğer ruhsal ve kozmik seviyelere intikal et­miş olanlar da dahil olmak üzere, diğer şuuraltı varlıklarının sahip oldukları bir bilgiler kitlesini çekip almak kudretine sahipti. O halde bu, sonsuz bir bilgelik kaynağı idi, çünki evrenseldi; demek ki Cayce ne zaman içinde, ne de mekan içinde hiçbir sınır tanımı­yordu. "Akaşik Dosya" prensip olarak zamanların başlangıcından itibaren tüm sesleri, tüm düşünceleri, tüm titreşimleri ihtiva et­mektedir. Cayce demek ki bir medyom değildi. Ne zaman ki bu fi­kir ilk kez bir "okuma"da ortaya çıktı, Cayce de dahil olmak üzere pek azı buna inanabildiler. Bilim, esiri (eterik) cevher hakkında hiçbir şey bilmemektedir. Ona bir şarlatan, dine ihanet eden, falcı, dini fanatik gibi sıfatlar yakıştırdılar. New York'ta onu izinsiz ola­rak "falcılık" yapmaktan tutukladılar. Hakim Cayce'in hikayesini öğrenince kendisini serbest bıraktı.

Gazetelerde yer alan büyük manşetler de onun için en az ken­disine yapılan para teklifleri ve şan şöhret kadar önemsizdi. Hiçbir zaman refah içinde yaşayacak kadar kazanmadı, maddi gelirleri daima gayet mütevazi oldu; "okumalar"ı ticarileştirmek için yapı­lan tüm teklifleri hep reddetti. Çok sık şekilde içine düştüğü fakir­lik dönemlerinde dahi kendisinden günde bin dolar karşılığında sahneye çıkması talep edildiğinde kabul etmedi. Zevkleri gayet sa­de idi; balık tutmayı seviyordu ve hayli usta bir balıkçıydı; ve de golf oyununu seviyordu ki bunu pek iyi oynadığı söylenemezdi. Kutsal Kitap üzerine tartışmayı seviyordu ve en ufak bir teşvik gördüğünde bir vaaz vermekten kaçırunıyordu. Tüm bunlar onu

arada sırada fırsat olduğunda bir kadeh içki ve günde bir paket de sigara içmekten alıkoymuyordu.

Ünü yayıldıkça "okuma" talepleri de giderek çoğaldı. Edgar, kendini yalnızca "okumalar"a adamak üzere, evvelce başarılı ça­lışmalar yapmış olduğu fotoğraf stüdyosunu terk etmek zorunda kaldı. Gayet düşük, ortalama 20 dolarlık bir ücret alıyordu. An­cak, şayet bir şahsın bunu dahi ödeyebilme imkanı bulunmadığı­nı hissetmişse ya da o kişi bu parayı mektubun içine koymayı unutmuşsa, asla talep etmiyordu.

Cayce 1925 senesinde kırk sekiz yaşına geldiği zaman, kişi­sel "okumaları"ndan birinin tavsiyelerine uyarak Virginia Beach'e yerleşmeye gitti. Çalışmaları zengin ve nüfuzlu kişilerin dikkatini çekti. Ulusal Araştırma Cemiyeti, psişik araştırmaları finanse et­mek üzere 1927 senesinde kuruldu. Zengin bir New Yorklu olan Morton Blume}lthal, 1928 senesinde Cayce Hastanesi'ni inşa ettir­di ve gerekli tüm teçhizatla donattı. Yine onun yaptığı para yar­dımları sayesinde 1930 senesinde Atlantik Üniversitesi kuruldu ve başkanı da Washington ve Lee Üniversiteleri'nin eski psikoloji profesörü William M. Brown oldu. New Tomorrow dergisi de ay­nı sene içerisinde yayınlanmaya başladı.

Edgar mutluydu. Eseri giderek büyüyordu. Ve ardından fe­laket geldi çattı. Daha önceden bildirmiş olduğu şekilde 1929 yı- lıı'ıda büyük ekonomik bunalım patlak verdi, Blumenthal tüm ser­vetini yitirdi ve dolayısıyla Cemiyet, Hastane, Üniversite ve Der­gi elden gitti. Cayce'in elinde "okumaları"ndan ve "inananlar­dan" oluşan sağlam bir çekirdek gruptan başka hiçbir şey kalma­dı. Bunun ardından yokluklarla dolu yıllar yaşandı ama o diren­mesini bildi. Ve derken İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Ulusal bir dergi Virginia-Beachli Mucize Adam hakkında bir makale ya­yınladı, böylece Edgar yeniden lanse edilmiş oldu; bunun sonu­cunda 25.000 adet "okuma" talebiyle karşı karşıya kaldı ve bu ağır yükün altında adeta ezildi. 1944 senesinde, bir yıl öncesinden ran­devu vermek zorunda kalıyor, sürmenaj geçiriyor ve ciğerlerinde­ki bir ödemden (su toplanması) dolayı hastalanıyordu.

Bir damar tıkanması yüzünden yatağa düştü. Altmış yedi ya­şındaydı ve bir daha asla iyileşemedi. Son kişisel "okuması" kendi-

sini tedavi etmekte olan doktorlar tarafından dinlenmedi bile. 3 Haziran19 4S'de Edgar Cayce öte aleme geçti. Yeryüzünde hiçbir insan ardında bu denli şaşırtıcı bir miras bırakmış değildir.

Cayce Dosyaları'nın biraraya toplanması Association for Research and Enleightenment (A.R.E.), S.A.'ya, Edgar CayceVak- fı'na ve bunun bir organizasyonu olan A.R.E. Press'e hayat verdi. Vakıf, günümüzde,14 246"okumayı" sınıflandırmak ve önem sıra­sına göre tasnif etmekle meşguldür; bundaki amacı vesikalarla is­pat işlemini kolaylaştırmaktır. "Okumalar"da ele alınanlar, Ara­bistan fıstığının değerinden tekrar dirilişin anlamına, bağırsak so­lucanını geçirme yönteminden Hz. İsa'nın son akşam yemeğine varıncaya dek insan düşüncesinin gezindiği tüm sahaları kapsa- maktadır.Vakıf, Edgar'ın büyük oğlu Hugh Lynn tarafından yö­netilmektedir. Hugh Lynn ciddi, dış görünümüyle bir profesörü andıran ve güneyli aksanıyla konuşan bir adamdır, ancak babası­nın psişik kudretleri kendisine geçmemiştir.

Association for Research and Engleightenment kazanç sağ­layan bir organizasyon değildir; kaydolmak isteyen tüm üyelere açıktır veVirginia eyaleti yasalarına göre psişik araştırmalar yap­mak üzere yürütülmektedir. "Okumalar"ı incelemekte ve çeşitli psişik fenomenlere ilişkin sayısız tecrübelerde bulunmaktadır. Tıp alanında, psikoloji ve teoloji alanlarında vasıflı insanlarla işbir­liği yapmakta, onlara cesaret vermekte veya yardım etmektedir. A.R.E.'nin faal üyeleri her dinden ve her ulusdan insanlardan meydana gelmiştir; işin dikkat çekici tarafı, hepsinin de inançlarını Cayce'in "okumaları"ndan yayılan metafizik felsefe ile bağdaştıra- bilmiş olmalarıdır. Dünyanın her yerinden gelmişlerdir; içlerinde doktorlar, avukatlar, din temsilcileri, sanatçılar, iş adamları, öğret­menler, öğrenciler, işçiler, ev hanımları vs... bulunmaktadır. Adaylardan tüm istenilenler, içtenlik ve yılda15 dolarlık bir aidat­tan ibarettir.

Cemiyet ise gönüllü bir yönetim konseyince yönetilmektedir ve yüklü bir programı vardır. Tüm ülke çapında konferans turne­leri finanse etmekte, televizyon ya da radyo yayınlarındaki tartış­malara katılmakta ve her seneVirginia Beach'te kongre ve çok sa­yıda seminerler düzenlemektedir. Çalışmaları arasında New

York'da, Dallas'da, Phoenix'de, Denver'de Los Angeles'de ve diğer büyük şehirlerde düzenlediği bölgesel konferanslar da yer almak­tadır.

A.R.E., psişik fenomenler, metafizik ve diğer benzeri konular üzerine yazılmış eserlerden oluşan yaklaşık 10 00 ciltlik bir halk kütüphanesine de sahiptir; ve bu kendi türünde dünya üzerinde en önemlisi konumundadır. Buna ek olarak, parapsikoloji alanın­da tanınmış olan Amerikalı ve İngiliz konferansçılarının sesli ka­yıtlarından oluşan bir arşivin, yani fonotek'in sahibidir. Ayrıca, ai­leler ya da çocuklar için tatil kamptan düzenlemekte, hususi konu­lara ait bir yanıtlama servisi bulunmakta ve bünyesindeki tıbbi araştırmalar "okumalar"a büyük ilgi duyan doktorlar tarafından yönetilmektedir. Hatta Arizona'nın başşehri Phoenix'de bir klinik bile kurmuşlardır.

A.R.E.'nin New York, Los Angeles ve Phoenix'de özel prog­ramlarla meşgul olan bölgesel merkezleri de bulunmaktadır. "Okumalar"dan alınmış olan ruhsal kaidelerin uygulanmasına kendilerini adamış olan kişilerden oluşan binden fazla inceleme grubu tüm Birleşik Devletler'e yayılmış durumdadır. Sayılan yak­laşık 13 00 olan üyelere Virginia Beach'den her ay bir bülten ve bir dergi (A.R.E. Journal) gönderilmektedir.

Edgar Cayce Yayınevi, ya da bugünkü ismiyle A.R.E. Press, halkın talebi doğrultusunda "okumalar"ı neşretmek amacıyla C^yce'in ölümünden kısa bir süre sonra kuruldu. Yeni "hayat oku­maları" alabilmek günümüzde artık imkansız bulunduğundan, dosyalarda daha önce yer almış olanlardan bir bilgi elde edebil­mek amacında olan pek çok insan buraya akın edip durmaktadır. Sayısız konulara ilişkin ayrıntılar "okumalar"dan çıkartılmış ve antoloji halinde yayınlanmıştır: İsa'nın Doğuşu, Apokalips (Yu- hanna'nın Vahyi), ilaçsız tedavi, ruhsal şifa, perhiz, psikosomatik tıp, evlilik, çocukların eğitimi, rüyaların anlamları ve yorumları, meditasyon, Kutsal Kitap vs...

Bu konuların çoğu şimdiye dek pek çok kez tartışılmıştır an­cak Cayce'in sözleri cevapsız kalmış sorulara genellikle şaşırtıcı ve ikna edici yanıtlar getirmektedir. Örneğin ruhlarla irtibat kurul­ması "okumalar"a göre pekala mümkündür, ancak bu konuda hiç-

bir teşvik ve tavsiyede bulunulmamaktadır. Bundan bir yarar sağ­layabilme ihtimali azdır; büyük babanın tüm yaşanu boyunca ken­dinde kırıntısına dahi rastlanmamış bilgeliğe öte aleme geçtikten sonra aniden kavuşmuş olduğu da düşünülmemelidir!

Bazen de gayet şaşırtıcı ve sert bir üslupla söylenmiş emirlere rastlanmaktadır: Kahvenize krema koymayın, bu karışım beden için zararlıdır; bir marul yaprağı bin kurt (vücuttaki) öldürür, şey­tan bir adamı baştan çıkarmaya muvaffak olamadığı zaman kendi yerine bir kadım yollar; başkaları hakkında hüküm verecek tarzda yaşayınız, fakat bizzat kendiniz hakkında hüküm verilmemesi için uyanık ve dikkatli olunuz!

A.R.E.'de, Cayce'in "okumalan"na ilgi duyan 100 00 den faz­la insana ait fişlerin saklandığı bir bölüm bulunmaktadır. Cemiyet aynca, inceleme yapanlara, yeni gelenlere, meraklılara ve hevesli­lere parasız olarak malumatlar ve belgeler vermektedir. Postacı her gelişinde ülkenin dört bir yanından, hatta Japonya'dan, Hin­distan'dan, Avrupa'dan gönderilmiş olan ve bilgi talebinde bulu­nan mektuplar getirmektedir.

Edgar Cayce Vakfı vebuna bağlı servisler deniz kenarındaki iki katlı bir villada çalışmalarını sürdürmektedirler. Virginia ^ ach'in en yüksek noktasında yer almakta, bahçeleri ve çevresiyle birlikte bir hektarlık bir alanı kaplamakta ve okyanusa hakim bir konumda bulunmaktadır.

Bu bölgenin de garip bir öyküsü vardır. 1920'li yıllarda Cay- ce'in kişisel "okumaları" kendisine sürekli olarak yerleşmek üzere Virginia Beach'e gitmesi için ısrar ediyorlardı. Kendisi de uzun bi^ süredir, içinde hastaların "okumalar"da belirtildiği şekilde tedavi görebilecekleri bir hastanenin hayalini kurmaktaydı. Aynı "oku­malar" burada bir hastanenin inşa edilebileceğini ve aynca Cay- ce'in de, çalışmalarına yardımı dokunacağından ötürü "su ken:ı.- nnda" yaşamaya mecbur olduğunu tekrarlamışlardı. En iyi mevki ise şehrin tam sınırlan dışında, kuzeyde bulunuyordu. Bölge tam idealdi ve ana yerleşim bölgesinin burası olacağına kesin gözüyle bakılıyordu.

Cayce Virginia Beach'e geldiğinde burası sadece küçük bir balıkçı köyünden ibaretti ve "okumaları"nın kendisini yanıltmış

olduğuna kanaat getirdi. Gelişme güneye doğru yayılıyordu. Yeni arazi parçalan, öncüler tarafından başlahlan yeni ticari yerleşimler kapanın elinde kalıyordu. Bazıları çoktan inşa edilmeye başlamışh bile. Hiç kimse yerleşim bölgesinin kuzeyini düşünmüyordu. Tüm gayrimenkul ajanlarının ve köydeki tüccarların görüşlerinin tersi­ne olarak, Blumenthal'in finansmanı sayesinde hastane 1928 sene­sinde "okumalar"da belirtildiği şekilde kuzeyde yer alan tepe üze­rine inşa edildi. Gayrimenkul ajanlan ve tüccarlara göre bu bölge­nin hiçbir değeri yoktu.

Ancak kısa bir süre sonra, açıklanması mümkün olmayan bir biçimde, güneye doğru olan gelişme aniden durdu ve tamamen öl­dü. Geniş şehircilik projeleri bir kenarda terk edildi. Daha önceden yerleri çizilen yollan yabani otlar kapladı, tasarlanan evler ise asla inşa edilmedi. Ve çok uzun yıllardan beri genişleme hareketi arhk kuzeye yönelmiş durumdadır. Şehir, hastanenin çevresini kapla­mış ve onu da geçerek gelişmeyi sürdürmüştür. En yüksek tepede bulunan bu mevki, günümüzde bu bölgenin en güzel ve en değerli yeri kabul edilmektedir.

Maalesef, hastane para kazanmayı amaçlayan bir organizas­yon değildi ve Cayce'in de parası olmadığından dolayı, 1929'da patlak veren krizin ardından bunun mülkiyeti maliyeye iade edil­mek zorunda kalındı. Ve içlerinde kayda değer pek çok vakanın te­davi edilmiş olduğu binalar kapahldı.

Bu felaketin ardından eski hastane sırasıyla, otel, dans salo­nu, gazino, hastabakıcıların merkezi, özel kulüp, resim galerisi olarak kullanıldı. Bu teşebbüslerin hepsi de iflas ettiler. O bölgenin uğursuz olduğu söylentisi her tarafa yayıldı: Hiç kimse orada yer­leşmek istemiyordu, hiçbir girişimin başarılı olma şansı yoktu. So­nuç olarak 1956 senesinde, beklenmedik bir bağış sayesinde A.R.E. araziyi ve üstündeki binaları sabn aldı. Aradan yirmi sene geçtik­ten sonra Cayce Dosyaları ilk barınaklarına yeniden kavuşmuşlar­dı.

Günümüzde sürdürülen faaliyetlere bakılacak olursa, orada daha uzun bir süre kalacağa benzemektedirler.

insanın kaderi

"Edgar Cayce'nln Dosyalan üzerine kurulu olan bu kronik, insanın ruhsal bir varlık

olduğunu, muazzam Atlantis kıtasının bir gerçek olduğunu ve aralarında Güney ve Kuzey Amerika'nın da bulunduğu çevredeki ülkelere kaçan Atlantisliler'in buralarda yüksek medeniyetler kurduklarını ve bu faal ve cesur halkları meydana

 



[*] Süregelen durum.

[†] Dejavü: Önceden görmüşlük, önceden yaşamışlık duygusu.

[‡] Nasıralı: Hz. lsa.

[§] 11.ahflrade Yasal.arı.

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to