Lytle
W.ROBINSON
"KAHİN"
•
İNSANIN KADERİ
Çeviren
Halfık ÖZDEN
Edgar
Cayce et le destin de l'homme
İkinci
baskı: İstanbul, Mayıs 2002
Sunuş
..................................................................... 7
Önsöz
..................................................................... 9
Birinci Bölüm
Dünya
Üzerindeki Yabancılar ............................. 13
Birinci Kısım
Atlantis Var mıydı? ...................... 13
İkinci
Kısım Yaradılış ......................................... 24
Üçüncü
Kısım Atlantis'in Parlak Dönemi ve Çöküşü 47
Dördüncü
Kısım Piramitleri İnşa Edenler ........... 71
İkinci
Bölüm Amerika'nın Kaybolmuş Milletleri 100
Birinci Kısım
İnkalar
Muamması....................... 100
İkinci
Kısım Şaşırtıcı Mayalar .......................... 114
Üçüncü
Kısım İlk Kuzeyli Amerikalılar ........... 129
Dördüncü
Kısım Tümülüsleri Yapanlar Kimlerdi? 141
Beşinci
Kısım İskandinavyalılar
Yeni İngiltere'de 146
Üçüncü
Bölüm 1998
ve Ötesi .................................. 152
Birinci Kısım
Modem Amerikan Krizi..................... 152
İkinci
Kısım Gelecek ve Yeni Düzen....................... 165
Üçüncü
Kısım Tekrardoğuş - Hayatin Sürekliliği ... 170
Dördüncü
Kısım İnsanlığın Kaderi......................... 1 90
Ek Bölüm
................................................................. 194
Edgar
CAYCE bir Tanrı
Adamı, gördüğü ve
söylediği
''doğru haber", kendi dünyasal kişiliğini aşıp geçen bilgiyi alıp vermekten
başka bir görevi yok.
Darwin'in cevapsız
bıraktığı bütün sorulara
bir çözüm getirebilen tek
"kahin-insan" Cayce'dir.
Daima
derin bir letarjik trans halinde iken insanın zuhurunu gördü, Atlantisli
atalarla düşünce
beraberliği yöntemi ile
birarada yaşadı,
kıtaların yitip gitmesine sebep olan tufanlara şahit oldu,
felaketlerin doğmasına
neden olan istek ve davranışların neler olduğunu anladı.
Geçmişte ve
şimdiki
çağda, büyük felaketleri
yaşayan ve tekrar bedenlenen kadın ve
erkekleri buldu. Bu insanların çoğu kendi çağlarının "öncü-yapıcı" insanları olarak yaşadılar.
Bu
kitap Cayce'nin ruhsal görmeleri ve
anlayışından
meydana gelmiş, çok dikkate değer bir
kitaptır.
Şiddet yolunun değil, sevgi
ve bilgi yolunun insanları
esenliğe ve barışa götürdüğünü, aksi bir yol izlemenin insanlığı Atlantis'in
akibe- tine uğramaya
namzet hale getirdiğini söylemektedir.
Metapisişik araştıncılar kadar öteki bilim
dallarını
da ilgilendirecek bu kitabın oluşmasına esas olan "Okumalar"
Cayce'nin zaman-mekan aşan varlığının bir hediyesidir.
Ergün ARIKDAL
Ruh
ve Madde Yayanları
Zaman zaman adaminn biri ortaya çıkıverir ve ona kadar kabul
edilmiş olan fikirleri tamamen alt üst eder. Söyledikleri ve yaptıkları,
"doğal" ya da "normal"e ilişkin kavramlarımıza meydan okur;
bilinmezler ormanında yeni bir yol çizilmiştir artık.
Sigmund Freud, büyük bir buluşun üç devresi
olduğunu yaznuşbr. Birinci safhada, hasımları, mucidin deli olduğunu iddia
ederler. Biraz daha sonra, bedenen ve akıl bakınundan sağlıklı olduğunu, ancak
buluşunun önemsiz olduğunu belirtirler. Ve en sonunda da, bu buluşun hiç
şüphesiz önemli olduğunu, ama bir yenilik getirmediğini, çünki herkesin zaten
uzun zamandan beri bundan haberdar olduğunu açıklarlar.
Edgar Cayce hiçbir şey "keşfetmiş"
değildir. Ancak hastalık- lan teşhis edişi, analizleri, yaptığı tedaviler ve
gelecekten verdiği haberler, insan ruhunun kudretine ilişkin yeni bir kavrama
dikkatleri çekmiştir. Cayce'e "uyuyan kahin" (ya da uyuyan
peygamber), "Amerika'run en büyük durugörürü", "sırların
adamı", "bugünü, yarını ve dünü gören adam." gibi sıfatlar
yakıştınlmışbr.
Cayce 1945 senesinde ölmüştür, ancak otoipnoz
halinde vermiş olduğu 14 246 adet "okuma", giderek daha bir canlılık
ve önem kazanan bir niteliktedir. Hayatı ve öğretileri üzerine yazılnuş dört
eser Almanca'ya, Fransızca'ya, Japonca'ya ve Seylan diline çevrilmiştir. Onun
modem düşünceye; bp, felsefe, teoloji ve parapsiko- loji alanlannda yaptırdığı
aşamalar hayli önemlidir. Günümüzde, en şüpheci araştırmacılar bile Cayce
dosyalarına başvururlar ve bunların, hayret uyandırıcı bilgilerin kaynağı
olduklarını kabul ederler. Bu kitapta verilmiş olan tarihlere ait açıklamalar,
bazılarınca tartışmalı da olsalar, yine de bir hayli fikir ve bilgi v^kit
dirler.
Aynca uluslararası
işlerle ilgili olarak bulunulan kehanetlerin de özel bir
yeri vardır ve z.aten bunlann bir kısmı z.arnanla
doğrulanmıştır.
Edgar
Cayce'in kendi iradesine bağlı olarak
istediği
anda uyku
durumuna geçme (•) ve bilgilerini çok aşan konular
üzerinde
hakim bir şekilde konuşma gibi özel bir
yeteneği
vardı. Kültürlü değildi, tahsil
hayatını
sürdürmemişti; hatta
pek kitap okuduğu da yoktu. Onun için, tartışılacak olan konuyu ya da kendisine danışan kişinin adresini ve bulunduğu yeri
bilmek ve yanı
başında da sorulan soracak birinin ve
cevaplan yaz.an bir stenografın bulunması yeterliydi. Kırk iki
sene boyunca hemen her gün uyumuş ve tasavvur edilebilecek her türlü konuya
ilişkin sorulara cevap vermişti. Bunun
için de karartılmış odalara, sanklara, tütsülere, kristal kürelere ve
karşısında
para ödeyen insanlara
hiç
ihtiyaç duymamıştı.
Cayce'in
zihni, z.arnanı
ve mekanı aşmaya muktedirdi. Örneğin, Wyoming'de
oturan bir danışman,
"okurna"nın başlangıcında "evin
içinde
dönüp durmayı bırakıp oturması" emrini
almıştı.
New York'daki dairesinde bulunan
bir diğerine
ise bir iltifatta bulunmuştu: "Pijarnaruz hiç fena
değil."
Bu söylediklerini ispat etmek gayet kolaydı ve
hepsi de şaşmaz
şekilde doğru çıkmıştı.
Şüpheci bir
iş adamı
Cayce'e, o özel hali
içerisinde
bulunduğu bir esnada kendisini bürosuna gidene
kadar izlemesini teklif etmiş ve
meydan okumuştu.
Adam her z.aman alış veriş yaptığı tütün bayiinin önünde durmuş, ama bu kez bir yerine iki adet püro almıştı. Bürosuna ise bu kez asansör yerine
merdivenleri kullanarak çıkmıştı. Buraya
varınca da hep yaptığı gibi
mektup kutusunu açmıştı.
Virginia'da,
Virginia Beach'deki evinde uyumuş olan
Cayce ise "okurna"sını
vermişti. Şüpheci danışman raporu
aldığında
çok şaşırdı. Cayce
en ufak davranışlarını
ve hareketlerini tarif etmekle kalmamış, mektuplarını bile okumuştu!
Görünüşe göre, Cayce'in zihni, şimdide olan
ya da gelecekte olacak vakalar kadar, geçmişte olanları da aynı berraklıkta "göre-
(•)
Transa girmek.
biliyordu".
Özel bir
dedektif, eylemlerinden sonra hiçbir ipucu
bırakmayan bir hırsızı ya
da hırsızları
araşbrmakla görevlendirilmişti ki,
Cayce'den bir "okuma" geldi. Cayce uyumuş ve
hırsızı
tarif etrnşti. Aynca hırsım bir kad^n yardım ettiğini ve ikisinin ^ raterce
Pennsylvania'da bir otelde kaldıklannı telirtmiş; ek olvak da kadının
kalçasında bir leke bulunduğu ve çocukluğunda geçirmiş olduğu bir yangın
sonucu sol ayağının iki parmağının birbirine yapışık olduğu tarifini yapmışb.
Dedektif, müşterisine hemen telefon ederek
tarif edilen adamı tanımadığını, ancak kadının tarifinin kendisine Chicago'ya
kız- kardeşini görmeye gittiğini söyleyerek evden aynlan kansına bpa- tıp
uyduğunu açıklamıştı.
Polis otele vardığında çift daha önceden yola
koyulmuştu bile. Ama yeni bir "okuma", onların
Ohio'da, Columbus'da bulunduklarını bildirmiş ve orada da ele geçirilmişlerdi.
Bunun ardından Cayce şöyle diyecekti: "Suçlu bile olsalar, insanları
böyle izlemeyi sevmiyorum."
Cayce'in hayatının ve yaptığı çalışmalarının
hikayesi, çağımızdaki en şaşırtıcı olanlardan biridir. Biyografisi hem Eski
Ahit'i, hem de bir bilim kurgu romanını çağrıştırmaktadır. O tuhaf duru- görü
yeteneğinin seviyesine çağımızda henüz ulaşılmış değildir. Kırk iki sene
boyunca kendini, düşüncenin sayısız alanlarında Duyular Dışı İdrak
uygulamasına adadı. Normal satır aralıklı 50 00 daktilo sayfası tutan
"okumaları" Virginia Beach'deki Edgar Cayce Vakfı'nda muhafaza
edilmektedir ve hiç şüphesiz dünya üzerindeki en önemli psişik bilgiler
koleksiyonunu oluşturmaktadır.
Vakıf, "okumalar" içindeki bilgi ve
belgeleri yayınlamakla görevli olan Bilgi ve Araştırma Demeği'ni de koruması
albnda bulundurmaktadır. Burası hayli canlı bir yerdir. Kütüphanenin ve
büroların dışında bir konferans salonu, bir tedavi servisi, bir okuma salonu,
bir basın servisi ve okyanusa hakim konumda geniş bir terası vardır. Ziyaretçiler
gayet iyi karşılanırlar ve tüm yapılan gezebilirler; tabii ki pek çoğu
"okumalar"ı incelemek isterler. Şüpheci olanlara gelince, onlara
Abraham Lincoln'un şu sözleri ile cevap verilir: "Dünyadaki hiçbir insanın
iyi bir yalancı olabilmek için ye-
terli
hafızası
yoktur."
Cayce
dosyalan dünyada tektir. Şuuraltından çıkıp gelmiş yirmi milyon kelime; bu
bulunabilir şey
değildir. Şayet bunlara
inanılırsa,
aşılması gereken yeni engeller
belirmektedir. Durugö-
rü, duruişiti, rüyalar, ipnotizma;
tarihi ve insan ruhunun derinliklerini daha iyi anlamayı sağlayan yolu açarlar.
Edgar
Cayce'in dosyalan üzerine kurulu olan bu kronik, insanın ruhsal
bir varlık
olduğunu, muazzam Atlantis Kıtası'nın bir gerçek olduğunu ve aralarında Güney ve Kuzey Amerika'nın da bulunduğu çevredeki ülkelere kaçan Atlantisliler'in buralarda yüksek medeniyetler
kurduklarını
ve bu faal ve cesur halkları meydana
getirmiş
olan insanların, günümüzde de tekrar doğmakta olduklarını kanıtlamak amacındadır.
Bir
zamanlar büyük bir İngiliz bilgininin
de söylediği
gibi: "Tüm olasılıkları reddedemeyecek kadar çok şüpheciyim."
L.
w. R.
Tucson,
Arizona,
Ekim
1971
Not:
Aktanlan bütün "okumalar" gerçektir. Şahıs isimlerinden başka bir
şey
değiştirmedik. Aktarılan metinlerin
yanında bulunan rakamlar, tartışma konusu olan okumanın bölüm sırasını belirtmektedir.
DÜNYA UZERİNDEKİ
YABANCILAR
BİRİNCİ KISIM
ATLANTİSVAR
MIYDI?
Edgar
Cayce tarafından
verilmiş olan 2 50 kadar
"hayat oku- maları"nın
içinde, tarihin bilinen ya da bilinmeyen sayısız dönemi ortaya çıkarılmaktadır. Demek ki, bu dosyalar, dünyadaki esrarengiz ırkların kökenleri ve gelişmeleri konusuna çok önemli bir
ışık
tutmaktadır. İyi tanınmayan bu
tarih öncesi kavimler bilim adamlarını daima
çıkmaza
sokmuşlardır.
Günümüzde, sadece
bu uygarlıklardan
arta kalmış olan
bazı
parçalara sahip bulunduğumuzdan dolayı bu bilgi eksikliğimiz gayet normaldir. Arkeologların, bunların kültürleri hakkında elde edebildikleri pek az bilgi,
tarihe öyle bizler kadar meraklı olmadıkları şüphe götürmez olan bu halklar tarafından, orada burada terk edilmiş olan
eşya
kınnbları biraraya getirilerek elde edilmiştir. Görünüşe bakılırsa, kendi zamanlanrun vakalarını kaydetmeyi gereksiz bulmuşlar veya
bunu yapblarsa da bu metinler kaybolmuşlardır.
Bundan
şu sonuç
çıkmaktadır ki bu "esrarengiz
kabilelerin"
yaşarnlan ile
ilgili pek çok teori, hipotez ve cevaplanamayan
soru vardır. Bilim adamları arasında, burada yorumlanması gereksiz olan pek çok tartışma çıkmıştır. Bunlardan sadece birkaçı bizleri
ilgilendirmektedir. Bunlar Atlantis'in kolonileri ve
bu eski medeniyetin dünyanın pek
çok
bölgesinde, özellikle de
Amerika'da etkide bulunduğu
halklar ve kültürlerdir.
Okuyucu,
birbirlerinden çok uzaklarda bulunan uygarlıklar arasındaki benzerlikleri görmekte hiç zorlanmayacaktır, çünki hepsi tek bir ortak kaynaktan,
Atlantis kaynağından
hayat bulmuşlardır. Cayce'in "okumalan", kıtalannın yavaş yavaş batmakta olduğunu hisseden
Atlantis sakinlerinin, değişik bölgelere göç etmiş olduklarını ve buralardaki etkilerinin, göç etmiş olduklan
çağa
göre değişik biçimlerde kendini
belli ettiğini
açığa kavuşturmaktadır.
Maalesef,
resmi bilim Atlantis'in varlığına inanmayı reddetmektedir. Bazı cesur
bilim adarnlan bu konuyu tetkik etmeyi göze almışlarsa da, dışlanmak veya
deli olarak nitelendirilmekten korkmaları yüzünden aralarında, elde edilen verilerden yola çıkarak bir
teori oluşhırmaya
kalkmış olanlann sayısı hayli
azdır.
İster tarih,
ister felsefe, ister tıp, isterse
de teoloji ya da fizik alanında olsun, yeni bir hipotez öne sürüldüğünde, bu maalesef hep böyle olmuştur. Martin Luther dini akidelere karşı geliyordu,
yani bir he- retik (rafızi)
idi; Alexander Graham Beli bir kaçıktı ve
Robert Ful- ton da herkesin gerçekleşmeyeceğini bildikleri bir şeyi imal
etmeye çalışan bir
hayalperestti. Böyle nitelendirilen insanlann sayısı hayli
kabanktır
ama bununla birlikte bizleri yeni
ufuklara doğru
götüren onlar olmuşlardır. Sadoe büyük olanlar farklı olmaya ^ saret
edebilirler ve zaten işte bu yüzden büyüktürler. Toplumun kıskançlıklanna ve
alaylanna dayanabilmek içinse hayli güçlü ol- malan gerekir. Bununla beraber,
açık bir anlayışa sahip olmayı istiyorsak da, yine de saf davranmayı
istemeyiz.
Sonuçta, günümüzde prensip olarak en geniş
şekilde kabul edilmiş olan bilgileri araştırdıktan sonra, bu konu üzerinde
Cayce dosyalannın neler söylediğini inceleyeceğiz. Şunu da unutmamalıyız ki,
günümüzde kabul edilmiş olan bilgiler, yeni buluşlar ya-
pıldığı sürece yann ya da yirmi sene içinde büyük bir değişime uğrayıp bugünkü ile taban tabana zıt bir
duruma da gelebilir. Modern bilim yanılmaz değildir. Asırlar boyunca insanlar dünyanın yuvarlak
olduğuna
inanmışlardır; ama
bugün biliyoruz ki dünyamız elips
biçimindedir.
Cayce'in
Atlantis'e ilişkin
açıklamaları içinde en
ikna edici olan husus, onun şimdiye kadar
hiçbir
çözüme ulaştırılamamış olan
sorulan yanıtlamasıdır.
Buna ek olarak
"okumalar", birçok durumda,
hiçbir zaman tam manasıyla yerine
oturmamış
ancak jeologlar ve arkeologlar tarafından ileri götürülmüş postülatlar olarak nitelendirilebilecek noktaları da
destekler ve güçlendirir.
Bazen, gerçek olarak
kabul edilenin tam tersini ve kesin bir ifadeyle söylerler. Bazı iddiaların geçerliliğinin
ispatı ancak zamanla, araşhrma ile
ve yeni buluşlar
sayesinde mümkün olacaktır.
"Okumalar"
bize ülkelerinden
kaçan Atlantisliler'in değişik istikametlere
doğru
göç etmiş olduklarını öğretmektedir. hk
göç edenler birinci tufan esnasında M.Ö. 50.700'e doğru Pireneler'
e ve Kuzey Amerika'ya sığınmışlardır; ikinci afet sırasında, M.Ö. 28.000'e doğru, bir
bölümü Orta Amerika ve Fas'a göç etmişlerdir; ve en nihayet üçüncü ve
sonuncu sulara gömülüş
sırasında da, M.Ö. 10600'de
son göç ede::tler, piramitleri inşa ettikleri
Mısır'a
ve Meksika'ya, Yucatan'a yerleşmişlerdir. Bu göçler binlerce
yıl ara ile gerçekleşmiş olduğundan, şu veya bu bölgeye getirilmiş olan kültür, çok uzun bir zaman sonra başka bir
ülkeye
taşınmış olan kültürden haliyle
farklı
olacaktı. Dünyanın her
yerinde fasılalarla
gelen buzul çağlan, yer
sarsıntıları,
volkanik patlamalar ve köklü değişiklikler meydana geldi. Bu yüzden, zamanın etkisini hesaba katmasak dahi, bu
medeniyetlerden bizlere pek büyük bir
iz kalmamıştır.
·
İspanyol veya
Fransız
Baskları, bu esrarengiz kavimlerin ·klasik
bir örneğidirler.
Cayce dosyalarında, Pireneler'e doğrı.ı kaçmış ve burada bir krallık kurmuş olan ve ardından kuzeye
doğru sey.ahat etmiş olan
Atlantisliler'e ilişkin bilgiler vardır. Kuzeye doğru gelmiş oldukları Calais'nin kireçli falezlerinde
bırakmış
oldukları ve hala belirgin olan izlerden anlaşılmaktadır.
Günümüzde yaşayan Basklar çok özel bir
dil ve kültürü
muhafaza etmişlerdir. Öyle ki, her kim Cayce'in "okumaları" ışığında Atlantis tarihi ile bir yakınlık kursa,
onların Atlantis kökenli oldukları sonucunu rahatlıkla çıkarabilir. Ama bunun somut bir kanıtı yoktur.
Zamanla ve teknoloji sayesinde tüm bu
soruların
günün birinde yanıtlanacağı umudunu yitirmeksizin, tüm bu
incelememiz boyunca aşmamız gereken
sorun da budur zaten. Beklemekten başka çaremiz yoktur.
Tarih
öncesi
insanı inceleyecek olursak, günümüz biliminin
söyledikleri
ile Cayce'in "okumaları" arasında sayısız
farklılıklar beliriverir.
Örneğin,
Cayce'e göre, uygar
insanın
dünya üzerindeki varlığı, bilim
adamlanrun tespit ettikleri tarihten çok daha
önceleri, yani on milyon beş yüz bin
sene evveline uzanıyordu.
Ama toplumlar arasında ilk
düzenli
ilişkiler ve uyum 52.00 sene önce gerçekleşmişe benzer. Çünki yeryüzünü kaplamaya başlayan dev
boyutlardaki vahşi hayvanlarla
mücadele
etmek için işbirliği şart olmuştu.
Tarih
bakımından,
günümüzde, Meksiko'nun yakınlarındaki kazılar sonucu
bulunan kemik parçalarından
anlaşıldığına göre, Orta
Amerika'da 30 00 sene önce insanların yaşamış oldukları kanıtlanmıştır.
Bölgede, gelenek bakımından doğudan, Aztlan adı verilen
geniş bir ülkeden gelmiş ziyaretçilerle ilgili hikayeler ve büyük bir
evrensel tufana ilişkin efsaneler hayli boldur.
Pizzarro
ve arkadaşları
(konkistadorlar) Peru'da 15.00 km
uzunluğunda,
kaldırım taşlan döşenmiş ve
kenarlarında
sayısız han kalıntıları bulunan yollar bulmuşlardı. Bu yolları hangi
yüksek uygarlığa sahip
toplumlar kullanmışlardı
ve buralara nereden .gelmişlerdi? Mısır'dan Andlar'a ve Kuzey Amerika'ya
kadar o zamanın
değişik medeniyetlerini etkilemiş olan
bir kültür
dalgasının varlığı görülmektedir. Şu da
gayet bellidir ki, tarih öncesinin her
hangi bir döneminde
-belki de M.Ö. 10.00
'e doğru- ani ve köklü değişimler meydana gelmiştir.
Amerikalı arkeologlar
uzun yıllardan
beri, Eski ve Yeni Dünya arasında okyanus
aşın
temasların yapılmış olduğunun tartışma götürmez kanıtlarını bulmaktadırlar.
Leo
Duel, "Silahsız
Konkistadorlar" isimli kitabında şöyle yazar:
"Uzun
süreden beri, Amerika'nın kadim çağlarını incelemekte olan herkes, özellikle Amerika
ve Güneydoğu
Asya, aynı şekilde Polinezya ve Melanezya'ya ait eşyalar, örf ve adetler ve yapılar arasındaki benzerlik karşısında şaşkına dönmüşlerdir. "Par- tolli" isimli
Meksika oyunu, Hindistan' daki "Parchesi" oyununun bir yansıması gibidir.
Andlar'da ve Brezilya'da kullanılan Pan
flütleri, Birmanya'da ve Salomon Adaları'nda bulunanların aynısıdır.
Melanezya'nın başı yıldızlı silahlan
Peru'nunkilerden çok az farklıdır. Paskalya Adası halkları, hpkı İnkalar'ın yaptıkları gibi, duvarları çokgenli taş bloklardan oluşan binalar
yapmışlardı.
Amerika kökenli olan
patates, Polinezya'da beyaz adamın gelişinden çok daha evvel de sadece yetiştirilmekle kalmıyor, hatta aynı ismi
taşıyordu..."
Orta Amerika'da Chol-ula, Calua-can, Zuivan,
Colima:, Xa- lisco isminde köy ve şehirlere rastlanır. Okyanus'un diğer tarafında
küçük Asya'da (Anadolu) ise hemen hemen aynı denebilecek isimler vardır: Chol,
Colua, Zuivana, Cholima ve Zalissa (•). Hiç şüphe yoktur ki bu isimler tek bir
kaynaktan çıkmıştır.
İnceleyeceğimiz farklı kültürlerde çok sayıda
ortak ve belirgin özellikler vardır. Tüm bu toplumlar avcı ya da ilkel
çobanlar olarak kalmak yerine ziraate dayalı bir ekonomi geliştirmişlerdir.
Yaratıcı gücün sembolü olarak kabul ettikleri güneş, dinlerinde önemli bir rol
oynuyordu. Bu insanların güneşe taptıklarını söylemek Çok hatalı olacakbr.
Tümü de doğayı seviyordu, çünki toprağa bağımlı idiler. Örneğin Amerika
yerlileri, güneşin yaşamlarındaki önemini kavramışlardı ve onun da bpkı
kendileri gibi Yüce Varlık tarafından yaratılmış olduğunu biliyorlardı.
Tüm bu toplumlar dinlerine çok bağlıydılar, tek
bir Tann'ya inanıyorlar ve O'nun emirlerine itaat ediyorlardı. Din onlar için
büyük bir önem taşıyor ve tüm faaliyetlerinin merkezini oluşturuyordu. Tümünde
de ölülerini yakma adeti vardı. Hepsinin de bizimkine benzer bir tufana ait
efsaneleri vardı ve pek çoğunun gele-
(•) Tüm isimler^ki "C" farfi
"K" olarak telâf^z edilmelidir.
neklerinde
doğudan
gelmiş ve çok yüksek uygarlık seviyesinde olan bir halktan
bahsediliyordu. Yakında,
modem bilim adamlarımızın bu efsaneleri pek hafife almakta olduklarını göreceğiz. Bu eski halklar kurgu nedir bilmiyorlardı ve nesilden nesile aktarılmış olan şarkıları, hikayeleri
ve şiirleri,
hepsinde aynı şekilde bir gerçek üzerine kurulmuştu. Hakikat yaşamaya devam
eder, ancak yalan kısa
ömürlüdür. Alelacele verilen bir kararla
mitolojiler olarak kabullenilmiş olan bu geleneklerin önemsenmeyişi, modem zihniyet ve maneviyatımızın feci halinin bir yansımasıdır.
Cayce'in
"okumaları"
bu ilk halkların muammalarını iyi açıklar. İnkalar'ın kökenlerinin kaynağı, ülkenin hem içinde hem
de dışındadır.
Son Mayalar'ın esrarengiz
göçleri,
Atlantik Okyanusu' nun sularının tehdidi
yüzündendi.
Tümülüsleri yapanlar, yani Eski
Mayalar, ileride Birleşik
Devletler adını alacak
olan ülkenin merkezine ilk gelenlerdir. Yeni
buluntular, insanın bu bölgelerde çağımızdan 7 00 yıl öncesinde de yaşamakta olduğunu kanıtlamaktadır. Ne kadar imkansız gibi
görünürse
görünsün Kuzey Av- rupalılar'ın bu kıtada Montana'ya
kadar ulaşmış
oldukları kanaati belirmektedir.
Aynca,
coğrafi konum bakımından birbirlerinden
çok uzaklarda bulunan uygarlıklar, hemen hemen aynı sosyo
politik sistemle birleşmiş durumdadırlar. Uygulama olarak hepsi toplumcu, müşterek çalışma ve iştirak düzenini uyguluyorlardı. Toplum için, cemaat
için iyi olan, ferdin yararına olandan
önce geliyor ve egoizmaya, kibre ve
gereksiz özel zenginliklerin oluşmasına imkan
tanımıyordu.
Günümüzde dünyanın hiçbir bölgesinde rastlanamayacak
türden bir eşitlik ve
kardeşlik
vardı. Şu konuda emin olabiliriz: Kari Marx
komünizmi
icat ehnedi. Onu ruhsal kaynağından çekip çıkarmış ve ekonomik bakımdan dayandığı gerekçeleri ile ilan ehniştir.
Tarih
öncesini,
bilinen Amerikan tarihinin ilk zamanlarına kadar olan kesitinde eşeleyecek olursak,
Lemuryalılar
ve Atlantis- liler'e ilişkin teorilerin
cevapsız
kalmaya mahkum olan sırlan bir
hayli çözüme
ulaştırdıklarını göreceğiz. Atlantis
Kıtası'ndan
yapılmış olan bir göçün kanıtları,hiçbir desteği olmayan, insanın Be-
ringBoğazı'ndan geldiğine dair hipoteze ait kanıtlardan çok daha fazladır.
Deniz
bilimindeki ve diğer bilimlerdeki hızlı gelişmeler ve aynca genç nesilden
çıkan bilim adamlarının geniş zihinleri ve meraklı yapılan, bizlere Atlantis'in varlığına ilişkin en yeni kanıtlan inceleme
imkanı vermektedir. Çünki tüm tarih
kavramımız
bu bilgi
ve hükümlere
dayanmaktadır.
Gün ışığına çıkmakta olan pek çok husus,
bilim adamlarımıza adeta göz kırpmaktadır. 1968 Ekimi'nde, Kenneth Whiting imzasını taşıyan ve Associated Press'e ait resmi
bir mektup şu haberi veriyordu:
"Birkaç milyon sene önce Afrika,
Güney Amerika, Hindistan, Avustralya ve
Antarktika Kıtalan'nın
birbirlerinden ayrılmadan önce bir bütün halinde
dev bir kıta
oluşturmuş oldukları giderek
daha belirginleşmektedir.
Güney yarımküredeki kara
parçalarının
eskiden birbirlerine yapışık durumda
olduğunu
gösteren fosiller,
bilim adamlarına
bu jeolojik puzzle'ı (*)yeniden
oluşturma
imkanı vermektedir.
Kıtalann kökenlerine ilişkin bu hipotezin taraftarları, bu muazzam
kara kütlesinin
bölünmeye uğradığını ve
değişik
kısımlarının birbirlerinden
yavaş
yavaş ayrılmış olduklarını iddia
etmektedirler. Şayet haklı iseler, bir kıta üzerinde bulunan hayat belirtileri diğerleri üzerinde de bulunmalıdır; ayru zamanda da bu bitkilerin, böceklerin veya hayvanların aynı devirde yaşamış oldukları kanıt- lanmalıdır."
Buzul
yolları,
toprak çatlakları, maden kuşaklan ya
da 200 milyon yıllık, hatta belki de daha eskiye ait
fosiller bu teoriyi reddetmeyi imkansızlaştırmaktadır. Toprak üzerinde kırılarak ilerleyen buzullar, geniş vadiler
meydana getiriyorlar ve gerilerinde kırık dökük kütleler bırakıyorlardı. Güney Afrika'da, Johannes- burg'daki
Witwatersrand Üniversitesi'nden
Prof. Cruickshank şöyle yazmışb:
"Bu
buzul yollarını
inceleyerek, bunların hareket
yönünü
(,.)
Puzzle: (pazıl okunur). Birçok parçaların birleştirilmesiyle tamamlanan bir tür bilmece.
saptayabiliriz.Buzulların aynı noktadan yayılmış olduklarını varsayalım: Değişik
kıtalar ayn ayn ele alındıklarında, üzerlerindeki buzul hareketinin yönünün hiçbir anlamı olmadığı görülür. Ancak bu kıtaları birbirine
yaklaştırdığımızda
düzgün ve bitişik bir
şema elde edebiliriz ve buzullaşma hareketinin ortak bir yönü olduğu ortaya çıkar."
Gerçekten de,
şayet haritaya bakılırsa görülür ki, Afrika, Güney
Amerika, Hindistan ve Avustralya pekala birleştirilebilirler. Ve birbirlerinden ayrılışları da pekala 200 milyon yıl öncesinde gerçekleşmiş olabilir. Bu ileri sürülenler şüphesiz ki hayli tuhaf gelmektedir, ama
en olağanüstü
olan taraf şudur ki,
dünyadaki
tüm bilim adamları bunu
kabul ederler de, Atlantis Kıtası'nın var olduğuna ilişkin hiç de daha garip gelmeyen bir fikri
nedense hep reddedip dururlar.
Ünlü dil
bilgini, arkeolog ve deniz dibine dalışın öncüsünün torunu olan CharlesBerlitz
"Atlantis'in Sırrı"
adlı yeni bir kitapta şöyle yazar:
"Denizlerin dibinde, karmaşık Atlantis
kültürüne
ait yeni buluşlar yapmayı bekleyebiliriz; halbuki çok daha
modern ve etkili bir alet sayesinde araşhrmacılar deniz dibindeki incelemelerini sürdürmektedirler. Günümüzde, Atlantis'in aranmasının epeyce eskilere dayanan tarihinde
ilk kez onu bulmak imkanlarına
ve tanımamıza yarayacak bilgilere sahip durumdayız."
Ünlü bir
arkeolog ve Yale Üniversitesi'nde
eskiden zooloji kürsüsü olan
Prof. MansonValentine,1968,1969 ve1970 yıllarında, Aorida kıyıları açıklarındaBahama Adalan civarında, deniz dibinde Maya tipi tapınaklar keşfedildiğini bildinnişti. Denizin dibinde
bir meydan, insan eliyle ve duvar işçiliğiyle yapılmış ve basamakları olan eğimli duvarlar
görmüştü.
Prof.Valentine piramide
benzer bu yapıların
Atlantis'te inşa edildiklerine
kanaat getirmişti.
Yucatan'da incelemiş olduğu Maya tapınaklarına çok benziyorlardı.
Cayce'in
"okumaları"na
göre, Aorida'nın bah
kıyılarının
elli mil açığında bulunanBimfni
Adalan eskiden büyük bir Atlantis adası olan
Poseydia'ya aittiler. Uyuyan durugörür, 28 Haziran 1940'da şöyle açıklamıştı: "Ve Poseydia, Atlantis'in
sular üzerine
yeniden
çıkacak olan ilk topraklan arasında yer
alacakhr.Bu 20 veya 30 sene sonra, belki de biraz daha ileri bir
tarihte gerçekleşecektir."
(9^-3 L-1)
Bahama'run daha az derinlikteki sularında,
esrarengiz ve insan eliyle yapıldıkları açıkça belli olan diğer bazı yapılar
da görüldüler. Bunlardan biri, otuz metre genişliğinde beşgen bir şekil,
Andros Adası yakınlarında ve tapınağa benzeyen bir yapının pek uzağında
bulunmayan bir yerde keşfedildi. Prof.Valentine yakın zamanda başka yapıların
da ortaya çıkacağına kanaat getirdi, çünkiBahamalar'daki değişken sualb
akımları yüzünden okyanusun dibi sürekli olarak aşınmaktaydı.
1969 ilkbaharında "Son haftalarda
kolaylıkla tanınabilir diğer bazı yapılar da görüldü." şeklinde yazmıştı.
Bu buluntular fotoğraflarla da saptandı ve doğrulandı. Aynı ekip, Andros
açıklarındaki beşgenden başka Abaco yakınlarında daire biçiminde bir yapı, bir
piramit, bir yolun kalınblannı, bir heykelin parçalarını ve taştan tekerlekler
buldu.
Prof. Valentine, kayıp kıta Atlantis teorisine
kesin biçimde inanıyordu.Bahamalar'da yapılan keşiflerin, batık bir uygarlığın
ilk kanıtlan olduğuna emindi.Bu arada, o bölgede 1920 yılına doğru bir sünger
"çiftliğinin" kurulmuş, sonra da terk edilmiş olduğunu itiraf
ediyordu.
Diğer araştırmacılarBimini bölgesinde
çalışblar. Aralarında, Prof.Valentine'in ekibinde çalışmış olan ikisi, Robert
Ferro ve Mic- hael Grumley yaptıkları çalışmaları, "Atlantis, Bir
Araşbrmanın Otobiyografisi" isimli kitapta anlattılar.
"1969yılında, 26 Şubat çarşamba günü bir
su bendi ya da şose bulduk...Bu, bir sualb yapısı değildi ve insan eliyle inşa
edilmişti... berrak suyun on metre derinliğinde çok eski bir uygarlığın alışılmamış
ve muhteşem kanıtını seyrederken allak bullak olmuştuk."
Deniz dibi araşbrmalan, sıralanmış taşların gel
git olaylan sırasında kumlarla örtülmüş olan bir duvan meydana getirdiklerini
ortaya koymuştur. Karbon-14 testleri, yaklaşık12 OO yıllık olan bu kalınbların
yaşını saptama imkanı vermiştir.
Diğer bir
araştınnaa,
Kont Pino Turolla, bazıları hala
ayakta, bazıları
da devrilmiş olan
ve bir daire oluşturan
kırk-elli adet taş kolonun
geri kalanlarını
bulmuştur. Bunlar, o bölgede bilinmeyen
beyaz bir mermerden yontulmuşlardı.
Bu keşifin fotoğraflan Ferro ve Grumley'in kitabında yer
almaktadır.
Atlantis'iİl varlığına ait herhangi somut bir kanıt henüz ortaya konamamışsa da, bu tezin taraftarlarının giderek artışı gibi,
şaşırtıcı
unsurlar da giderek yığılmaktadır. Bir Fransız filozofu
olan Prof. Denis Saurat, Atlantis'in And Sıradağlan'na kadar uzanmış olabileceğini ileri süren Avusturyalı bir kozmogonist tarafından geliştirilen bir teoriyi korkusuzca savundu.
Peru ve Bolivya arasında
Titicaca Gölü kıyılarında esrarengiz ve bilinmeyen bir şehrin kalıntıları keşfedildi ve And Dağları'nın tepesinde, 600 km uzunluğunda bir hat üzerine sıralanmış vaziyette okyanusa ait esrarengiz
bir fosiller topluluğu
bulunmuştur.
1952
senesinde, beraberinde kendisine İsviçreli bir
tarihçi ve arkeoloğun da
eşlik
ettiği bir Alman papaz, Kuzey Denizi'nde
He- ligoland kıyılarından
birkaç mil açıkta ve
dikkatle seçilmiş
bir şehrin üstünde demir
atmış olan bir gemide dört gün geçirmişti. Bir dalgıç on
metre derinlikte, ama altı mil
açıkta insan elinden çıkma bir
dizi duvar ve hendek gördüğünü iddia
etmişti.
Papaz Jurgen Spamuth, keşfini şöyle özetliyordu:
"Mısır'ın kadim devirlerini incelerken
Firavun il. Ramses'e ait Medinet Habu Tapınağı'nın içinde, Mısırlı rahipin, Solon ile yaptığı görüşmeler esnasında Atlantis'in varlığını kanıtlamak için kullanmış olduğu
yazılan ve belgeleri buldum. Bu eski Mısır papirüslerinin paha biçilmez bir
tarihi değerleri
vardır. Atlantis'in sırrının anahtarı yalnızca bunlarda mevcuttur. Belgeler, ada
biçimindeki kıtanın ve
doğal afetler esnasında batan
Kral Adası'nın
pozisyonunu büyük bir
kesinlikle tarif etmektedir. Bu bilgiler sayesinde,
tam belirtilen noktada batık durumdaki
küçük bir kalenin kalıntılarını buldum ve üç değişik gezim
esnasında
bunu tamamen inceledim. Yukarı Mısır'da, Solon tarafından anlatılan Atlantis' in hikayesine
reddedilemez kanıtlar
kazandıran kayıtların ve
fresklerin (Bunlardan biri Atlantisli işgalciler ile
Mısırlılar
arasındaki
bir
deniz savaşını
temsil ediyordu.) fotoğraflarını çektim."
Yeni
buluşlar,
Atlantik Okyanusu'nun dibindeki tabakayı kaplayan
tortularda, bu bölgelerin
daha önce suyun
üstünde
olduğunu kanıtlayan tatlı su
bitkilerinin varlığını
gün ışığına çıkarmıştır. Ünlü bir
Rus jeoloğu,
Prof. Maria Klionova, S.S.C.B.
Bilimler Akademisi'ne verdiği bir
raporda, Azor Adalan açıklarında ve 200 m derinlikte bulunan kayaların, M.Ö. aşağı yukarı 15 OOO'ler- de atmosferle temas
halinde olduklarını
kanıtlayan özelliklere sahip olduğunu bildirmişti. Ayru sonuçlara zaten1898
yılından
itibaren ulaşılmaya başlanmıştı. O yıl okyanusun
dibinden alınmış olan lav örneklerinde, bunların yüzünün sadece hava ile temasta katılaşabilecek türden cam cinsi bir tabaka ile ^aplı olduğu görülmüştü.
Okyanus
yatağının,
oyucu ya da yükseltici akımlara maruz olması nedeniyle
kalıcı
olmadığı bilinir. Volkanik adalar su yüzeyine çıkarlar, kaybolurlar,
tekrar belirirler. Bununla beraber, Florida Boğazı'nda sonar
kullanarak yapılan sondajlar, 600 ya da 700 metre derinlikte,
muntazam olarak sıralanmış
ve ev gibi büyük, bir
dizi tümseğin
varlığını ortaya çıkarmıştır. Daha yeni yapılan diğer bazı araştırmalar da Florida'nın ve Bahama Adaları'nın yakınlarındaki geniş alanların en az 8 00 sene önce batmış olduklarını açığa çıkarmıştır.
Böylece, Atlantis
teorisini doğrulayan
işaretler günden güne çoğalıp durmaktadır. Bilim
adamları
da artık bu
konuya gülünç deyip geçmekten çok, önem vermeye başlamışlardır. Şuna da inanıyoruz ki modem teknoloji, şimdiye kadar
çözümlenememiş
pek çok sorunu
muhtemelen çözecektir.
Sonuç olarak,
önümüzdeki
yıllarda hepimizde tutkular uyandıracak bazı açıklamalar bekleyebiliriz. Çünki Atlantisliler
eşsiz varlıklardı ve şu da
mümkündür
ki günümüz Amerikan
yaşamını,
hiç şüphe uyandırmayan ve
umulmadık
bir şekilde etkiliyor
olabilirler.
Ama
yine de işin
başından başlayalım.
İKİNCİ KISIM
YAR A DILIŞ
İnsan, düşünmeye başladığında sorular sordu. İlk sorulan
şunlardı:
"Ben kimim?... Nereden
geldim?... Hayatın
amacı nedir?...
Niçin
ölüyoruz ve öldükten sonra
nereye gidiyoruz?..." Ama insan her zaman, bunlan cevaplandırmak yerine, devamlı sorular
sormaya daha yatkın
olmuştur ve bu da onun zihinsel gelişimine yardım eden bir dürtü vazifesi
görmüştür.
İnsan henüz öğrenme susuzluğunu giderebilmiş değildir, ama bununla birlikte tüm cevaplar
hemen oracıkta,
elinin altında, yani
şuuraltında
yatmaktadır ve
bundan haberi bile yoktur.
Asırlar boyunca
insanın ve evrenin kökeninin sım,imajinas- yonlan tahrik edip durmuş ve
dünyanın
en büyük düşünürleri her biri kendilerinden önce gelenlerin
çalışmalarına
dayanarak kendi teorilerini oluşturmak tarzında, kendilerini bu muammanın çözümlenmesine adamışlardır. Demek ki insanın ve
evrenin tabiatları,
felsefenin başlıca iki
problemini oluşturmaktadır.
Dünya, İlahi İrade'nin bir
etkisi ile mi yaratılnuştı?
Ya da rastlantısal bir gelişimin sonucu mudur? Temel cevheri nedir
ve neden çok
çeşitlidir? İnsanın evrendeki
rolü nedir? Sınırsız bir
uzaydaki basit bir toz ya da madde zerreciğinden mi ibarettir? Ya da En Yüce Aklın en büyük eserini,
ulvi bir varlığı
mı temsil etmektedir?
Bu
problemlere ilk dalan filozof, Eski Yunan'da M.Ö. 600
yıllarına
doğru yaşanuş olan
Thales'tir. Kainatın
ve insanın, meydana getirilmiş oldukları ilk madqenin su olması gerektiğini söyler; çünki donduğu zaman katılaşmakta, ısıtıldığı zaman da buhar ve
atmosfer
haline dönüşmektedir.
Sonuç olarak sudan kaynaklanan her şeyin sonunda
muhtemelen yine suya döneceği sonucunu
çıkarmıştır.
Thales gerçeğe ne
kadar yaklaşmış
olduğunu hiçbir zaman fark edemedi. Şayet "su"
kelimesi yerine "ruh" kelimesini kullanmış olsaydı, hiç şüphesiz, bu görüşü ve
ilhamı
dolayısıyla daima alkışlanacakb. Ama bu sözcüğü seçmemişti ve Thales günümüzde pratik
olarak unutulmuştur.
.
Bir süre sonra Anaximandros isminde başta bir Yunan düşünürü, evrenin tüm
uzayı kaplayan canlı bir kütle olduğunu iddia etti. Ona "sonsuz"
adını veriyor ve onun hareketi içerdiğini açıklıyordu. Anaximandros'un diğer
bazı fikirlerinin hayli garip olmasına karşın bu, yine de ileri doğru ablmış
yeni bir adım sayılırdı.
Bu kavramlar, Eski Yunan'daki diğer bir filozof
grubu olan atomistlerin yolunu hazırlamışbr. Bunlar, kendilerinden önce gelenlerle
aynı fikirde olarak, değişim ve çeşitliliğin çok küçük birimlerin karışımı ve
ayrışmasından kaynaklandığını kabul ediyorlardı; fakat bu birimler ya da
atomların, daha önce inanıldığı biçimde cevherleri bakımından pek farklı
olmadıklarını bildiriyorlardı. Her atomun hareketli olduğunu ve bunların
değişik şekillerde ve çeşitli sayılarda birleşerek maddeyi oluşturduğunu iddia
ediyorlardı. Atomların kendileri hiç değişmiyorlar, ebediyen ve çok küçük
halde sürüp gidiyorlardı. Atomların biraraya gelişleri hayatı oluşturuyor,
ayrılmaları ise ölüm getiriyordu. Atomistlerin vardıkları bazı sonuçlar günümüzde
anlamsız gibi gözükse de şurası kesindir ki, onların kavramları doğru yönde
ablmış iyi bir adımdı.
Yine daha sonralan, apolojistler, Tekvin'in
(Yaradılış) tercümesini savunmaya ve bunu felsefe ile uzlaştırmaya
kalkışbkların- da, septikler (şüpheci filozoflar) onların vardıkları sonuçları,
sebepler ve deliller ileri sürerek çürütme yoluna gittiler. M.Ö. 300 yılına
doğru Pyrrhon tarafından meydana getirilen bu şüpheci felsefe okulu, evrenin
tabiatına ilişkin yapılmış olan tüm açıklamaların önemsiz olduklarını ve hiçbir
gerçeğe uymadıklarını iddia etmekteydi. Bu ekolün mensupları, insanın hiçbir
şey bilmediğini ve nesnelerin tabiatını hiçbir zaman öğrenemeyeceğini
düşünürlerdi.
Onlara
göre insan yalnızca görebildiği ve ölçebildiği şeyleri tanıyabiliyordu ve başka bir
şey aramaya kalkışmamalıydı. Bu pesimist
felsefe her şeyi
tümden reddediyor ve karşılığında da birşey getirmiyordu.
Musa
Peygamber'in kutsal kitabında
(Tevrat) yer alan Tekvin (Yaradılış) kısmı ile Yunan felsefesi arasında bir
yakınlaşma
kurmaya gayret eden kişi, İsa döneminde yaşamış Yahudi filozof Philon olmuştur. Philon,
hepsi de tek bir kaynaktan, Tann'dan gelen sayısız güçlerin -ya da ruhlann- mevcut olduğunu ve
bunlar içinde Logos adı verilen
birinin, alemin yaradılışından
sorumlu olduğunu öğretiyordu. Ek olarak, kainatta var olan her şeyin, Tan-
n'nın ruhundan fışkıran bir
fikrin ifadesi ya da kopyası olduğunu iddia ediyordu.
Onun
felsefesi, Yahudi ve Hristiyan dini literatürü (edebiyat)
üzerinde
derin bir etki meydana getirdi. İlk Hristiyan
alimleri Phi- lon'un Logos'u ile İsa'yı, tene
bağlannuş
Kelam'ı, Tanrı'nın alemin
yaradılışındaki
vekilini çok çabuk özdeşleştirmişlerdir.
Ardından, 3.
yüzyılda,
fikirleri Philonunkiler'den pek farklı olmayan
Platin gelir. Onun doktrinine göre varlıklar ya da sudurlar (çıkanlar, yayılanlar), an (saO bir Tann tarafından neşredilmişlerdi; bpkı ışığın, gücünden hiçbir şey yitirmeksizin güneş tarafından yayılması gibi...
Işık,
kaynağından ne kadar uzaklaşırsa o kadar zayıflamaktadır. En uzak uçta madde
ya da karanlık
bulunur - toprak (veya dünya) ve
mevkiinden düşmüş olan insan- ama Tann ve madde arasında hüküm süren ruhtur.
Evrenin
aslı ile ilgili modern teoriler üç gruba
ayrılabilirler.
llk olar^k, kainabn bir kaza
eseri olduğunu,
alemin mekanik olduğunu, kendiliğinden mevcut olduğunu ve
hiçbir
dış etkiye bağlı olmadığını iddia eden materyalist monizmi görüyoruz. Buna
göre evren, bir tekamül süreci ile ve rastlantılann da en büyüğü sayesinde basit bir halden yola çıkarak şimdiki karmaşık halini almış- br.
Bu fikir pek de yeni değildir, çünki M.Ö. 306 yılında Epikür tarafından ortaya atılnuşbr. Bu,
evolüsyonizm
(tekamülcülük) teorisidir
ve o "basit hal"in ne olduğunu ve
nasıl
belirmiş olduğunu açıklayamadığı için de
problemin çözümünü
ertelemekte, cevabı-
nı verememektedir.
Diğer bir
modem teori ise alemin, ister bir hahi Varlığın doğrudan sudum, ister tekamül ile
olsun, dış bir etkiden meydana geldiğini iddia eder. Bu panteizmdir. 17. yüzyılda Spinoza,
evrendeki her şeyin
Tanrı'run tezahürleri olduğunu ve
tüm
varlığın aynı cevherden yapılmış olduğunu, bunun, Tanrı ya
da Maddi Alem olduğunu
korkusuzca iddia etmeye kadar varmışhr. Ona
göre
kötülük, anlayışı dar
olanlar için mevcuttur ve bir bütünün parçası olarak kabul edildiğinde erir gider. Hollandalı bir Yahudi olan Spinoza bu
fikirleri yüzünden
sinagogdan çıkarıldı. Onun için, "Tanrı'run zehirlenmiş kişisi" denmekteydi. Bununla beraber,
enteresan fikirler ,getirmişti.
Uçüncü modern
inanış, alemin kendiliğinden, hiçlikten yaratılmış olmasıdır.
Bu, geleneksel dini görüş açısı bakımından kre- asyonizmdir (yaradılışcılık). Tanrı, Yaradan olduğu kadar
bölünemez de. Ve O'ndan bir şeyin sadır olması (yayılması) imkansızdır.
Üstelik evren, herhangi bir ilk cevherden
değil,
tüm parçalarıyla birden
yaratılmıştır.
Bu teori, biliminki ile birleşmektedir. Madde atomlardan yapılmıştır, atomlar enerjidir, enerji ruhtur,
ruh Tanrı'
dır.
Ruhun
kökeni
üzerine kurulmuş Hristiyan
doktrinleri arasında
ilk olarak, 200 yılına doğru, Tertullien tarafından öğretilen ve ruhun, iki bedenin birleşmesinden gebelik ile yeni bir bedenin
meydana gelişi ile aynı şekilde ve aynı anda
diğer
bazı ruhlar ya da fizik varlıklar tarafından yaratılmış olduğunu iddia eden "tradusi-
yanizm"dir. Kreasyonizm, Tanrı'run her
beden için yeni bir ruh yaratmış olduğunu söyler. Bu soru, kilise tarafından hiçbir zaman tamamen çözümlenmiş değildir. St. Augustin ve Martin Luther de,
ruhun tabiatı
üzerinde hiçbir zaman
fazla durmamışlardır.
Geleneksel Hristiyan felsefesi, ruhun yeni
bir organizma içine
üflendiği esnada yaratılmış olduğunu iddia eder.
İlk Yunan
filozofları
arasında Eflatun, ruhların daha
önce mevcut olduklarına ve bedenler içine ard
arda, sırayla enkame olduklarına inanıyordu. Kısa bir süre sonra
Philon ve Orijen -ki görüşleri yüzünden aforoz edilmişti- ruhun ilahi kökenli olduğunu,
her
zaman varolmuş
olduğunu ve ruhtan maddeye ve maddeden de
ruha dönüşmekte
olduğunu öğretiyorlardı.
Hintli
filozoflar, Brahmanizm (dünyanın en
eski dini) ile Budizm, ruh ile beden arasında bir
ayınm
(düalizm) oluşturuyorlardı ve
fizik yaşamın,
ruhun tekamülünde geçici bir maceradan ibaret olduğunu öğretmekteydiler. Bazı Hint mezhepleri reenkamasyo- nun (tekrardoğuş) insan bedeninde olabileceği gibi bir hayvan be- dei;inde de gerçekleşeceği inancını taşırlar. Yahudi Kabbalası ve
Gnostisizm (Yahudi ve Hristiyan doktrinlerinin bir karışımı) hemen hemen aynı kuralları öğretiyorlardı, şu farkla ki, ruhun tek- rardoğuşu sadece
insan ırkına mahsustu.
Eski
İsrailliler
iki ekole ayrılıyorlardı. Ferisiler ölümsüzlüğe ve ruhsal bir varlığa, ruhun
önceden var olduğuna ve
ruhsal yaşamdan
maddi yaşama geçişine inanıyorlardı. Sadukiler ise materyalist idiler, ölümsüzlüğü ve tüm ruhsal
mevcudiyeti inkar ediyorlardı;
onlara göre insan
doğar,
yaşar ve ölürdü ve
bundan başka bir şey de
yoktu.
Modem
bilim, bildiğimiz
gibi, gaz halinde olan bir ilk cevherin
ahenkli bir evren haline dönüşmesi üzerine çok sayıda teori oluşturmuştur, ama ruh ile ilgilenmez; çünki ona
göre ruhun varlığı kanıtlanmamışbr, dolayısıyla böyle bir imkan yoktur. Bununla
birlikte parapsikoloji alanında yeni
olarak eşsiz
gelişmeler kaydedilmiş ama
insanın
psişik yetenekleri hala, resmen ruha bağlı olarak kabul edilememiştir.
Böylece, bilim
adamları
her zaman insanın ve
kainabn tabiab problemini çözmeye uğraşıp durmuşlardır. Musa'run kozmogonisini, Tevrat adı verilen
bu dikkate değer kitapta ortaya konduğu haliyle
sırasıyla
savunmuşlar, reddetmişler ve
"düzenlemişlerdir". Tüm tartışmalara rağmen Tekvin'de anlatılan yaradılışın hikayesi hiçbir zaman
kesin olarak inkar edilmemiştir.
Hikaye, edebi olmaktan çok sembolik
olduğundan,
derinliği ve ezoterik anlanu, edebi bir
yorum arayan herkesin gözünden kaçmaktadır.
Edgar
Cayce'in "okumaları"
genel olarak Musa'nın anlatbğı hikayeyi, ayrıntıda olmasa da
prensipte izlemektedir. Bunun ^-
şırtıcı bir
tarafı yoktur. Çünki Tekvin'in
ayetlerinde eksik olan unsur ayrıntılardır. "Okumalar" her şeye rağmen, eksik olan unsurlar hususunda
epeyce aydınlatıcı
bilgi vermektedir. Buna ek
olarak, asırlar boyunca her türlüsünden tahminlerde bulunulmasına yol açnuş olan
bazı
karanlık bölümlere sağlam ve
ikna edici açıklamalar getirmektedir.
"Okumalar" tarafından meydana
getirilen bu bilgi ocağından,
yaradılışın mantıklı ve
anlaşılır
bir tercümesi fışkırmaktadır adeta. Normal olarak insan anlayışının erişememesi gereken bir dizi karmaşık olayların, gayet açık ve
sade bir tasvirini yapmaktadırlar.
Cayce
Dosyalarından
Aktarmalar
Başlangıçta Ruh vardı; muazzam
bir ruhsal güç , muazzam bir ayırt edici
enerji okyanusu, tüm
mekanı ve tüm zamanları dolduruyordu. Her şeyi bilendi,
her şeye kaadirdi, her yerde mevcuttu,
her şeyin
kaynağı idi; İlk Sebep'ti,
Evrensel Güç'tü. O, Her şey idi,
hayatın
özü idi; "BEN, BEN OLANIM"
idi. O, Ebedi Olan Tanrı idi.
Tann'nın ruhu
tüm hayati enerjiyi kapsar, çünki onun
basit formu içinde her şey BİR'dir. Tüm zaman, tüm mekan,
tüm güç ve madde esas (öz) olarak
Bir'dir; çekici ve itici güç, tüm evreni
yöneten Pozitif ve Negatif Yasası üzerine kurulmuşlardır. Hareket, bu atomik yapının titreşimleri, Yaradan'ın
tezahürüdürler. Nebülöz faaliyeti süresince, pozitif negatif güçlerin bir^aya
gelişleri yuatı- cı bir güç haline dönüşür. Atomlar, moleküller,
hücreler ve madde hal değiştirirler, ama öz, ruh, değişmezler. Sadece tezahürün
şekli değişir; İlk Sebep ile olan ilişkileri asla değişmez.
İkinci sebep, istek idi: Kendini ifade etme isteği,
yaratma isteği, ortaklık isteği. Ruh yer değiştirdi ve kendinden çıkarak ayn
bir titreşim, farklı bir tezahür yarattı. Böylece, bu sakin ve ahenkli titreşimler
okyanusunun içinden Işık, ilahi ruhun ilk ifadesi, ruhun ilk tezahürü,
kaynağın ruhundan sadır olan (yayılan, çıkan) İlk Oğul, yani Amilius, tıpkı
güzel bir düşüncenin yaratılması ya
da
bir fikrin doğması gibi ortaya çıkıverdi. Bu,
ilk yaradılış
idi.
Amilius,
kaçınılmaz
olarak akıl ve
hür irade ile bezenmişti. Öyle olmasaydı Bütün'ün bir parçası olarak
kalacak ve Bütün'ün
iradesine bağlı olacaktı. Kaynağın bir parçası olarak
ve kaynak ile olan ayniyetinin şuurunda olarak
o, ruh bakımından
Yaradan ile tek bir bütün oluşturmakla birlikte kendi öz ferdiyetinin
şuurunda
olan ayn bir varlıktı.
Diğer ruhların bu elektro ruhsal aleme gelmesine
sebep olan Amilius'tur, çünki bütün ruhlar başlangıçta yaratılmışlardır; hiçbiri asla daha sonra yaratılmış değildir. Akıllan ve hür iradeleri
sayesinde, çocukken bile,
kaynaklarının
ilahi iradesi ile tam uyum içinde, bir
tekamül hali içinde mevcutturlar.
Ruhun, bu cinsiyeti olmayan, gerçek bir
ruhsal alemde gerçek bir ruhsal hayatın zevkini çıkaran sayısız tezahürleri, şefkatli bir Baba'mn kusursuz evlat- lan
idiler. Yüce
İrade ile Amilius gibi tam bir uyum içinde olarak,
onlar Baba'nın
istemiş olduğu gibi
arkadaşları
idiler. Bütünün bir
parçası idiler, ama kendi
bireyselliklerinin de şuurundaydılar.
Bu
varlıkların
her biri hür irade
sahibi olduğu
için, ilk düşünceleri, ilk tepkileri ve ilk ifadeleri
birbirinden az da olsa farklı idi.
Böylece her bireysel fikir, her gerçekleştirme, her harekete geçirici güç, varlığın bir parçası haline
geldi. Kendi öz karakterini keşfetti ve
düşüncesi
sayesinde kendini oluşturdu. Her
biri, olmak istediği
gibi oldu.
Kısa bir
sürede,
ruhların iradesi kaynağın iradesinden
ayrıldı.
Kendi yaratıcı öz bireyselliklerinin gücünden ötürü büyülenmiş bir halde, tecrübelere daldılar. Arzu ve kibir, yıkıa güçlere, iyi olana karşıt olan her şeye, ilahi iradenin
iyiliğine karşıt ol^ her ^ ye hayat verdi. Kendi öz iradelerini ve
bağımsızlıklarını azdırarak egoizmayı keşfettiler. Ayrılığa, tekamül halinin
son bulmasına yol açan da, Tann'nın iradesine bu karşı gelişleri oldu. Bu,
meleklerin isyanı, insanın da düşüşü idi.
Ruhlar kendi iradelerine hizmet etmek amacıyla
Tann'nın iradesini reddettiklerinde, uzun bir süre için ruhsal merkezlerinden,
doğal ülkelerinden de ayrıldılar. Kendi öz iradeleri ile bu bağ kopmuştu ve
yeniden kurulabilmesi de yine onlann iradelerine
bağlıydı. Kısa süre içinde geriye dönüş imkansız hale geldi; doğmuş olduklan
esnadaki kusursuz tekamül halini yeniden elde etmeleri çok çok zordu.
Özerk bir tekamül başladı. Ruhlar, gerçek evlerine
geri dönmelerini
sağlayabilecek en
küçük bir mücadele ümitlerini dahi yitirecek denli ilahi
iradeye sırtlarını
çevirdiler.
Amilius
neler olup bittiğini
anlamışh. "Kayıp" ruhların, kendilerini koruyabilmeleri için bir
plan tasarlandı.
Onların lehine olarak araya girdi, kendi isteği ile
gelecekte dünyanın
yükünü sırt- lanmayı, ezici
büyüklükteki
bir vazifeyi kabullendi. Bu, uzun
bir fedakarlıklar
dizisinin ilk merhalesiydi.
Plan,
maddiyatın
yarahlmasını öngörüyordu; çünki madde,
ruhların,
içinde bulundukları düşüşün şuuruna varabilmeleri
için, ruhun aynlışını fiziksel
olarak gösterebilmek
açısından esash. Bu arada, dünya sadece
insan için
yaratılmış değildi. Güneş Sistemleri,
gezegenler ve dünya,
Tann'nın ruhundan sadır olan
aynı
düşünce titreşimleri ve
aynı hayati öz tarafından yaratılmışlar ve şekillenmişlerdi. Kutuplar -dünyanın Çevresinde döndüğü pozitif ve negatif kutuplar-
kubbenin anahtarlan idiler. Pozitif protonlarla beraber dönen negatif
elektronlardan meydana gelen atom, açı taşıydı. Her bir atom, her bir hücre, Yaradan'ın kendisi tarafından değil, ama Yaradan'ın tezahürü olan aynı hayat
dağıhcı ruh tarafından meydana getirilmişlerdi ve her biri kendi içind^ bir
alem idi.
Kozmos;
sonradan müzik, aritmetik, geometri, armoni, sistem,
denge adıyla
tanınmış olan prensiplere göre meydana
getirilmiştir.
Titreşimlerin hızını değiştirerek -başka deyişle dalgaların boyunu ve frekansını- değişik hareketler, şemalar, formlar
ve cevherler yaratıldı. Bu,
Evrenin Sahibi için
sonsuzluğa suretler sunan Farklılık Yasası'nın başlangıcı oldu.
Her
bir proje kendisinde, kendi öz gelişme ve
tekamül
planını da taşıyordu ve bu, bir müzik notasının sesinin karşılığı idi. N^
talar akortları meydana getirmek için birleşirler, akortlar cümleler halini
alırlar, cümleler melodilere dönüşürler; melodiler de birbirlerine karışırlar
ve bir senfoni yaratırlar. Böylece, Tanrı'nın ruhu evrenin klavyesini
çalıyordu. Madde, formunu kendi öz titreşim-
leri
ile alarak ve faaliyetini de Çekme ve
İbne, ya da Pozitif ve Negatif Yasası sayesinde
sürdürerek
hareket ediyor ve değişiyordu. Madde aleminde mevcut olan her şey Tanrı ruhunun
düşüncesinin bir görünümü idi.
Her
maddenin bir ruhu vardır ve işlevi elektriktir;
çeşitli
titreşim ya da hız düzenleri tarafından sebep olunan değişik fonnlar
halinde tezahür eder. Maddi planda mevcut olan tüm şartların, kozmik ya da ruhsal planda bir karşıtları ve
şemaları
vardır. Bütün kuvvet
Tek'tir. Maddenin ve ruhun her şeyleri aynı ve tek bir özdendir; farklılıklar, kendilerini ifade edişlerinde ya da tezahür edişlerindedir.
Dünya, alemler
kainabnda bir atomdan ibarettir. Güneş sistemi başka boyutlara,
ya da başka
varlık şuuru hallerine
de sahip. tir. Eğer her
boyutun kendine özel
yasaları var ise, aynı güç hem
dünyayı,
hem gezegenleri, hem yıldızlan, hem
de takım
yıldızlan aynı anda
yönetiyor
dernektir, çünki bunların hepsi uzayda ebedi Çekme ve
İtme
Yasası ile tutulmaktadır. Dünya üçüncü boyutu temsil eder; bu tüm kozmik
sistemin deneme laboratuvarıdır.
Diğer planlar -Merkür, Mars,
Venüs,
Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs- ruhun
tekamül
planında kendilerine düşen rolü, düşünülenden biraz farklı bir
şekilde
oynamalı idiler.
"Başlangıçta, kendinden kaynayan bir sis tabakasının yükseldiği, titreşen bir ısı kütlesinden yapılmış olan dünya planı, bu alemler kainabnda, sonunda bir
istikrar kazandı.
Kendi ekseni etrafında doğal dönüşüne başladıktan sonra, kendisinden hayabn her çeşidini uyarıcı unsurların uyanması için gerekli olan etkileri aldığı Güneş'e yavaşça yaklaşh." ( 364-6)
Yaratıcı Güç'ün Yasaları evrenseldir. Birincisi
Sevgi Yasası, ikincisi Çoğalma Yasası, üçüncüsü de Tekamül ya da Büyüme ve
Gelişme Yasası'dır. Böylece Tann'run ruhu gelip dünya yüzeyinde süzülüyordu ve
o kaostan, tabiahn güzelliği tüm ihtişamıyla ortaya çıkıyordu.
Cayce'e kulak verelim:
"Tanrı'nın ruhu, tüm biçimleriyle, tüm
gelişim safhalarıyla, şahsi görüş açılarıyla, tüm şuurlanmalarıyla, bizler de
dahil tüm
yaratıklarıyla beraber, kainatın ruh
adı verilen bu parçası ile
birlikte hayatın bütün gücünü içermektedir. Ama bu fizik formumuz altında bizler
Yaradan'ın
ruhuna sahip değiliz; sadece
maddiyattan hasıl olan bir ruha sahibiz."
(792-Ca)
"İlk Sebep,
yaratılmış
olanın Yaradan'ı için bir
ortak olmasını
istiyordu; bu, şu demekti
ki yaratılmış
olan, kendisine verilmiş olan
faaliyet içinde hem Yaradan'a layık olduğunu, hem de toplum
halinde yaşamaya
kabiliyetli olduğunu göstermeliydi. Sonuç olarak, insanın maddi
alemde gördüğü
tüm yaşam biçimleri Yara-
dan'ın
özü ya da tezahürüdür, onlar Yaradan değil ama
yaratılmış
olandır, llk Sebep'in bir tezahürüdür." (364-Sd-1)
Amilius
Dünya
küresini idare etmekle vazifelendirilmişti. Mineraller, bitkiler ve
hayvanlar, insan henüz gelmeden önce burada gayet iyi yaşıyorlardı. Daha önceden kurulmuş olan değişmez
nitelikli yasalarla yönetiliyorlardı.
Henüz çok saf bir durumda
bulunan ruhlar, madde tarafından cezbedildiler
ve giderek artan sayılarla bu
yeni alanlara doğru
yöneldiler. Dünya da,
rastlamış
ve çekilmiş oldukları sayısız kürelerden biriydi.
Daima
ruhsal formlar halindeki bu varlıklar, dünya üzerindeki hayvani yaşamın değişik şekillerini ve bunların bedensel
birleşmelerini
izlediler. Henüz tropikal
olan ve soğumaya
yüz tutmuş gezegenin üzerindeki bitki
örtüsünün
bolluğunu seyrettiler. Dünyanın meyvelerini
gördüler
ve bunları tatmak
istediler; hayvanların
cinsel yaşamlarına dikkatle baktılar ve
bunu tatmayı
hayal ettiler. Arzu ve istek onları, kendilerini
madde içinde ifade etme
yolu aramaya yöneltti
ve bu saf fizik ortama
giderek daha fazla gömüldüler.
Bu
ruhlar doğrudan
Tann'nın ruhundan çıkmış olduklarından ve Tanrı'run vasıflarına sahip olduklarından ötürü, Yaradan'ı taklit etmek amacıyla yaratmaya
koyuldular. Bu en başından
beri sahip oldukları yaratma
melekelerinin cazibesine kapılarak tutkuları giderek artan bu varlıklar, kendilerine
uygun beden modeli olarak toprak üzerinde yaşayan hayvan ve havada uçan kuş bedenlerini seçtiler.
Düşünceleri aynı zamanda fiilleri olduklarından, bu arzular
sonunda
maddileştiler;
çünki en başından beri
tüm
yarablışın kaynaklan insanın hizmetindeydi.
Tasarlanan bu formlar başlangıçta sadece fikirlere, imajinasyondan doğan hayallere
benziyordu, benliğin
ayrılışı tarafından meydana
getirilmişlerdi,
tıpkı atom çekirdeğinin parçalanmasından sonra o atomun iki eksiksiz atom
meydana getirmesini ya da durgun sularda sonsuza dek bölünüp duran
amibin gelişmesini
andırırcasına...
Bununla beraber, bedensel ve maddi arzulan kesinlik kazandığı ölçüde, bu formlar beden- lenmeye, saf
madde halinde katılaşmaya
veya donmaya başladılar ve
tıpkı kendisini çevreleyen renklere
göre
değişen ve uyum sağlayan
bir bukalemun gibi bunlar da çevrelerinin rengini aldılar.
Ruhun
başlıca faaliyeti, gelişme istikametine
doğru
yönlendirilen
zihinsel faaliyetti. Zihnin kendini sürekli bir
şekilde madde içinde ifade
etmek istemesi bir ruh-gücü
bölünmesini gerektirdi. Bunun sonucunda düşüncenin üç süreci meydana geldi: Maddeyi düzenleyen ve
kontrol eden şuur;
aracı ve hafızanın depolanma
yeri vazifesini gören
şuuraltı ve son olarak da tamamen ruha ait
olan süper
şuur ya da şuurüstü.
Burada
söz konusu olan üç ayrı ruh
değil,
üç değişik seviyede
faaliyet gösteren
tek bir ruhtur.Şuur ve şuurüstü sürekli savaş halindedirler, ama sonuç olarak
şuurüstü
galip gelen olmalıdır.
Ruh
varlıktan,
sahip oldukları imtiyazları iyiye ve kötüye kullandıkları ölçüde, ilahi güçlerin en
yüksek ve en aşağı seviyeli
uygulamalarının
doğmasına neden oldular. Bazıları -ki
ender rast- lananlardan- gerçek yolu
arayanlar oldular ve tabii ki onlara rehberlik
edildi. Büyük kitleler ise kendi kendilerine
isteyerek yüz çevirdiler ve arzularını tatmin
etmekten başka bir şey aramadılar. Ve bunlar, tuzağa yakalananlar
oldular. .
Meydana
çıkan kaos, sadece seçilen formların değil, aynı zamanda ve bilhassa ruhsal güçlerin kötüye kullanınurun bir sonucu idi. Erkek ve dişi ortaya
çıkblar.
Bu, cinsiyetlere ayrılma idi;
"in- san"ın
tabiatının negatif ve pozitif güçlere ayrılması idi.
Havva'nın bir
taslağı olan ilk kadına Lilith
deniyordu. Onunla aynı zamanda,
yeryüzünde,
korkunç ve acayip mahluklar türedi:
Mitolojide sözü
geçen kikloplar, satirler, kentorlar
(kentauros)
ve
hayvan bedeni ama insan başı olan
nice garip mahlukat... Dünya üzerinde dolanan
ve merak yüzünden
çılgına dönmüş olan
ruh varlıklan,
bir yaratılışı etkilemişler ve yönetmişler, kendi zihinsel fantezilerinin yansımalarından ibaret olan bedenlere enkame olmuşlar ve
böylece bir hilkat garibeleri ırkının doğmasına yol açmışlardı.
Sahip
olduklan bedenler Tann'nın
değil, bizzat kendi eserleri
idi. Bunlar, Eski Ahit'te bahsedilen insanların kızları, yeryüzünün devleri idiler. Böylelikle, ruhun yeni bir tekamül devresinden
geçeceğinin,
ruhun maddeye karşı uzun
sürecek
savaşının bir işareti
olan tuhaf ve bozuk bir hal yaşanıyordu.
Bu
korkunç mahluklar dünyaya musallat
oluyorlar ve hayvanlarla birleşiyorlardı. Bunun sebebi, yılan ile
sembolleştirilmiş
olan cinsellikti. Doğmalanna neden oldukları bu
çocuklan
yüzünden ruhlar, kendilerini çekip kurtaramadıklan bir madde hapishanesine yorulmak bilmeden tekrar tekrar doğuyorlardı. Bu kaba ve biçimsiz bedenlerin
esiri haline gelen insan, kendine ait sevgi ve barıştan oluşan ahenkli varlıktan, kendi öz kaynağından gittikçe uzaklaşıyordu. O, bencilce ve bedensel zevkleri
tercih etmiş ve bu kaynağı kendi
isteğiyle
terk etmişti. tık günah (yasak meyvenin yenmesi) işte budur.
Ruhlar
materyalize oluyorlar ve dünya üzerinde fizik bir form alıyorlardı; başka bir yerde değil. Diğer alanlarda ya da seviyelerde -diğer şuur halleri- ruhun tekamül planı değişiyordu. Bir plandandiğerbir plana geçiş, doğum ve ölüm denen
süreci
yalnızca bu fizik ve üç boyutlu
planda gerekli kılıyordu.
Ruh, insanın içindeki Tanrı ruhu zamanların başlangıcından beri ölümsüzdür. O doğmaz ve
ölmez,
çünki ruhlar Her şey Olan'ın, Tann'nın anatomisi içindeki küçük parçalardır.
Manevi
kalnuş ruh varlıklan tarafından, bu diğer vasatlann
varlıklan
"En Yukan'nın Oğullan" tarafından yardım gören
Amili- us, yeryüzü beşerinin yol açtığı bu
garip tekamüle
müdahale etti. Dünyadaki çeşitli fizik formlar arasından insanın ihtiyaçlanna en iyi cevap verecek olanı, onun
Yaradan'a kavuşmak
için yapacağı mücadelesinde kendine
en iyi yardımcı
olacak bedeni seçti.
Sonuç olarak
Amilius yeryüzüne
indi, maddeyi giyindi ve mükemmel ırkın ilk bireyi, hybridlerden (melez
yarabklar) doğan ve "İnsanların Kızlan" adı verilen o hilkat garibelerine karşı olan
"Tann Çocuklan"nın
ilki, etten ve kandan yapılma Adem
adındaki
ilk insan oldu. Bu sebepten dolayı Tann,
ırkın saf halde korunmasını istedi, çünki "Allah
Oğullan,
adam (insan) kızlarının güzel ol- duklannı gördüler." (Tekvin 6:2)
Adem
bir bireydi ve bundan başka, tüm insanlığın, insanlığın beş ırkının
sembolü idi. İnsanın ruhsal
tabiabndaki pozitif ve negatif bölünmeden dolayı, Adem'e ideal bir eş olarak
Havva yaratıldı.
Havva bütün ırklarda, insan doğasının "diğer yarısı"nın
sembolüdür. O,
önemli
yarabkların sonuncusu
olmuştur.
Negatif
ve alıcı tabiat kendini kadında ifade
etmektedir, pozitif olan kaldınlmışhr. Erkekte ise pozitif ve aktif olan
kendini ifade eder, negatif kaldırılmıştır. Çünki başlangıçta Tanrı
Oğulları, ruhlar çiftcinsiyeUi idiler ve tek bir varlıkta hem
erkek, hem de dişi prensipleri birleştiriyorlardı. İlk dişi arkadaş olan Lilith, hayvan aleminin bir yansıması, uyanmakta olan arzuların tatmin
edilmesi için bir araçh. Yaratıcı'nın planlannın alt üst olması ve yaratıcı iç te- pilere geri dönüş, Tann'ya
geri dönüş yolundaki uzun sürecek mücadelede bir eş ve
yardımcı
olacak olan Havva'nın yarahlışını gerektiriyordu.
"Tanrı dedi: Hayat olsun." ve hayat
oldu.
Adem'in
mükemmel
bir tamamlayıcısı olan Havva sayesinde
kusursuz ırk meydana gelebilirdi. Kabil,
tamamen fizik bir ana- babadan dünyaya geldi.
Adem ile Havva ve bunların
çağdaşları özel olarak
yaratılmışlardı
ve daha önce yarahlmış olanların tekamülünden (evrim) gelmiyorlardı. "İnsan, maymundan gelmiyordu" ve onunla hiçbir ortak
atası da yoktu.
Dünya üzerinde her şey insanın gelişi için hazırlanmıştı. Yaşamı ve beslenmesi için doğanın değişmez yasaları kurulmuştu.
Rölativite ve Pozitif - Negatif Yasaları sayesinde
erkek ve kadın yeryüzünü,
geceyi ve gündüzü, soğuk ve sıcağı, iyiyi
ve kötüyü
tanıdılar. Bu
tanıma
işi beş duyu vasıtasıyla ve ruhun akli muhakemesinden geçerek gerçekleşiyordu.
Bununla
birlikte insan daima -hiç şüphesiz ki farkında olmadan- bir albncı, bir
yedinci ve bir sekizinci duyuyu da muhafaza etmektedir. Bunlar ruhun, insan maddeye
giderek daha derinine doğru daldıkça geri plana çekilen psişik ya da duyular dışı faal
olan unsurlarıdır.
Kusursuz
ırkın maddeye yansıtılması sadece Aden bahçesinde -ki Cayce'in "okumalan"na
göre
İran'da ve Kafkasya'da bulunur- değil, aynı anda dünyanın beş ayrı bölgesinde birden gerçekleşti.
Dünyanın bu
beş
işgali, ruhsal gelişme elde
edilmeden önce fethedilmesi gereken beş fiziksel
duyuyu temsil etmekteydiler. O devirde dünya üzerinde133 milyon ruh vardı. Beyaz
ırk
İran'da, Kafkasya'da, Karadeniz kıyılarında ve Karpatlar'da yaşıyordu. San ırk, daha
sonralan Gobi Çölü'ne
dönüşecek olan bölgede, Orta
Asya' da yaşıyordu.
Siyah ırk Sudan'
da ve Doğu
Afrika'nın kuzeyinde
bulunuyordu. Esmer ırk Andlar'da ve Lemurya ya da Mu adı verilen
ve günümüzde
Pasifik Okyanusu'nun bulunduğu bölgede yer alan büyük kıtada, kızıl ırk ise Atlantis ve Amerika'da yaşıyordu.
Çevre şartları ve iklim her ırkın rengini
belirliyordu; çünki renkleri ne olursa olsun tüm bu
insan topluluklan aynı
kanı taşıyorlardı ve
"mükemmel
ırk"ın üyeleri idiler.
Derisinin rengi, insana sadece içinde yaşamak zorunda olduğu şartlara uyum sağlama imkanı veriyor ve bu ırkın iı\sanlannın başlıca niteliğini temsil ediyordu.
Beyazlarda, görme hakimdi; kızıllarda duygu ya da heyecan,
san ırkta duyma, siyahlarda tat alma ve
esmerlerde de koku alma duyusu hakimdi.
Yahudiler,
halk olarak çok daha sonra belirdiler. Aynı şekilde beyazlardan, kızıllardan ve siyahlardan oluşma melez
bir ırk olan Mısırlılar da, çok daha
sonra, M.Ö. 10 OO' e doğru ortaya
çıkb- lar.
Atlantis
Kıtası
dünyanın en geniş kara
parçası ve ilk medeniyetin beşiği idi.
Ruhların
ikinci tesirleri ile -yani mükemmel ırkın yaratılışı- aşağı yukarı on veya on bir milyon sene önce insan
için yeni bir çağ başlamış oldu.
Atlantisliler,
doğanın
tüm kaynaklarını kullanarak
çabucak
gelişme gösteren, sakin
ve sulhu seven insanlardı.
Doğal gaz ve ateş, onların ilk buluşları arasında yer alır. Daha
sonra o ana kadar tüm başarılmış olanların da üstünde bir
uygarlık
seviyesi elde etmişlerdir.
Ruhun
güçlerinin
bölünüşü, yeryüzünün bu
mükemmel
ırk tarafından işgal edilişinin ilk
bin yılında meydana geldi. Bu ayrışmanın ardından zihinsel güçlerin bir
kısmı maddi olana, diğer bir
kısmı da ruhsal olana meyletti. Bunun altında yatan
sebep, insanın,
kendi doğasının ilahi
görünümüne
giderek daha az ilgi duyması ve
kökeni
hakkında hiçbir şuura sahip
olmamasıydı.
Çevresinin bir parçası olduğunu kabul ediyor, maddenin ve gücün birliği karşısında eğiliyor ve tüm bedensel
yorumları
ile birlikte
fiziksel anlayışa
daha çok itimat
ediyordu. Zamanla geride, ona ilahi aslını anımsatmak için sadece rüyalar, dua
ve din kaldı. Arzu, onu, içgüdüsel olarak
yanlış
olduğunu bildiği şeyleri kabul
etmeye sevk ediyordu. O hilkat garibeleri ile birleşti ve
"yarı
insan, yarı hayvan"
olan o melez yaratıkları
(hybrid) meydana getirdi. Son
olarak da kendi kibirini her şeyin üstünde tuttu ve "RAB yeryüzünde adamı yaptığına nadim oldu ve yüreğinde acı duydu." (Tekvin 6: 6) Tevrat,
M.Ö. 28.000 yılına doğru meydana gelen ve Atlantis'in pek çok büyük adasının batmasına yol açan tufanı anlatır. Lemurya ya da Mu Kıtası da
Pasifiğe
gömüldü.
Atlantis
Kıtası'nda
yaşayan insanlar, dünyadaki diğer ırklarla aynı gelişme aşamalarından geçiyorlardı ama, ruhsal bakımdan olmasa
da maddi bakımdan
kaydettikleri ilerlemeler çok daha
hızlı
gerçekleşiyordu. Kurtarıcı'nın ruhu
ile -Adem'de ve ırk olarak insanda mevcut olan Kutsal
Ruh- yeryüzünün
fethedilmesi için, ruhun
maddeye, iyinin kötüye
karşı zaferi için yeni
bir yol döşendi.
Böylece Adem, birey olduğu kadar
grup olarak da (Adem, İnsan demektir.)
Yaradanı'na
layık o arınmışlık haline giden uzun yolda insanlığın önderi oldu. Bu uzun ve zor bir yolculuk olmalıydı, çünki insanlar yeryüzünde birer yabancı idiler.
1930'a
doğru, Edgar Cayce, Kutsal Yazıların Yaratılışı üzerine bir dizi konferans verdi. İşte söylemiş olduklarının bir özeti:
Tekvin'in
yaz.an, Tevrat'ta, yüce alemlerdeki sonsuz olaylan, yöntem olarak
değilse bile, hiç değilse prensipte belirli bir anlayış seviyesine
hitap eder biçimde iz.ah etmekle yükümlüydü. İlk bab- lar, Kurtarıcı Ruh'un,
yani Arnilius'un dünya
planına beş noktadan yansıması öncesindeki ve esnasındaki devreden bahseder.
Tekvin'in
kitabı,
inanışa göre Musa
tarafından
Yeşu'nun da yardımlarıyla yazılmıştır ve görünüşe göre Musa zamanındaki toplumlara, insanın maddi
şuura
bağlanışının başlangıanda, olup
bitmiş olanlar hakkında bir
kavram sunabilecek bir tarzda kaleme alınmıştır.
·
Melkisedek tarafından
yazılmış olan Eyub'un kitabı, kendisine dünyanın emanet
edildiği
ve insanlığın kurtarıcısı olmak amacıyla beden
imtihanından
geçen Oğul'un hikayesini
anlatır.
Tevrat
her şeyden
önce ezoterik bir eserdir, sembolik
bir kitaptır.
Tekvin, yaradılışın birkaç ayet içinde özetlenmesidir. Dünya planında kullanılan semboller ve imajlar, tüm kainatta,
ruhsal alanda ve insan bedeninde cereyan etmekte olan olayların albnda
saklı bulunan fikirleri (ideler)
aktarmaya yararlar.
Tekvin'in
Adem'in hayatının
anlatıldığı ikinci babında, insanın bu kez bir beşer olarak
gerçek hikayesi başlar. Bu,
daha önce
söylenenlerin bir
tekrarı
değildir. Birinci bap, ruh-insandan söz etmektedir; ikincisi ise, kusursuz insan ırkının fiziksel
olarak dünyaya gelişi ve
buradaki bedenli yaşamından
bahseder, "Ve toprağı işlemek için adam yoktu." (Bap
25). Dünya bir bütün oluştumyordu ve üreme için gerekli olan tüm imkanları
sunabilecek kapasitedeydi.
Yaradılışın altıncı gününden sonra, yeryüzü
kendilerini maddeye yansıtan, dünyada sürüp giden fiziksel tekamüle ilgi duyan,
ama böylelikle de kendi öz yaradılışlarının suretinden ayrılmakta olduklarını
hfila anlayamayan ruhlar tarafından işgal edildi. Kendilerini hayvanlara
yansıtmış ve bunun neticesinde garip ve korkunç mahluklar meydana getirmiş olan
ruhlara bir kıyas yapma imkanı vermek üzere mükemmel bir fizik insan meydana
getirilmeli, ayn bir yaradılış gerçekleştirilmeliydi. Tekvin'in 2. babında 7.
ayette yaradılışı anlatılan yeryüzü insanı, 1. babın 26. aye-
tinde anlatılan ruhsal varlığın fizik karşıtı, kusursuz bir fiziksel örnekti. Maddi insan Tann'nın suretinde ve toprağın
tozuyla şekillendirilerek yaratılmıştı; bu, insan bedeninin kimyasal bakımdan toprağın tüm unsurlarının bileşkesinden oluşmuştur.
Başlangıçta yaratılmış olan ruhlar ne eril ne
de dişil idiler, ama her iki cinse de sahiptiler ve bir bütün oluşturuyorlardı. Ruhun kendisinin bir cinsiyeti yoktur ve kendini pozitif ya da negatif olarak
ifade ediş haline, gelişme seviyesi ve tamamlaması
gereken işlerin ışığında, maddiyata girdiği anda bürünür.
Öyle bir an geldi ki, Adem de diğer bir yaradılış safhasına göre ikiye bölündü. Havva, kendini tezahür
ettirişi diğerlerine de örnek oluştursun diye Adem'i tamamlamak için yaratıldı. Adem eksiksiz yaratılmıştı. Bu yüzden Havva tarafından kendini gösterecek olan negatif gücü
onun fizik bedeninden çıkarmak gerekiyordu. Bu, Adem'in ruhunun bölünmüş olduğu anlanuna gelmiyordu. Ama Havva olarak enkarne olan yeni bir ruh (can) meydana getirmek için onun bedeninden
negatif bir güç çekip
çıkarılmıştı. Onlar, bizim
tabirimizle ikiz ruhlardır,
kardeş ruhlardır. Her biri kendi içinde, bir diğerine göre eksiksizdir, tamdır;
erkek pozitif, kadın ise negatif olarak.
Bu şekilde, kainat Yaradan'ın ruhu tarafından
yaratıldı. Dünya, kendi kendilerine çoğalan atom hücreleri ile aynı tarzda oluştu ve günümüzde de alemler hala aynı tarzda meydana gelmektedirler.
Dünya soğuyup da oturulabilir duruma
gelince, insan Yara- dan'ın ruhu sayesinde bir beşer olarak buraya yerleşti.
Beden-in- san halinde, ölebilen, çürüyebilen ve toza dönüşen bedenli bir varlık
halinde maddi yaşama girdi. Ama insanın ruhu, Yaradan ile yeniden bir bütün oluşturabilmesi için, ölümsüz ve ebedi kılınnuştır.
"Hiç bilmez misiniz ki, sizler Tann'nın tapınağısınız ve Tann'nın ruhu sizin içinizdedir?"
İnsan çok yollar katetti ve
maddi ve bilimsel olarak dünyaya hakim olmayı hemen hemen başardı;
ancak buna rağmen kendi benzerlerine hükmetme konusunda inatla direnmektedir.İnsani kardeşlik ve Tann'nın
babalığı fikrini tamamen kabullenemedi.
Çünki gerçekte tüm insanlar kardeştirler; bundan daha başka gerçek bir akrabalık yoktur.
İnsanlar yeniden
doğuş, cerrahi ve daha ülvi bir
maksada yönelmiş
olan gelişme süreçleri sayesinde hilkat garibelerine,
melez yaratıklara
(hybridler) ve hayvani tesirlere
galip geldiler. Hayvani etkiler en sonunda M.Ö. 900
'e doğru ortadan kalktı. Çok daha sonra Asur ve Mısır sanatı bu acınacak
durumdaki yarabklan, ^ denlerindeki acayip eklentilerle, kuyruklarıyla,
kanatlarıyla, tüyleriyle, pençeleri ve toynaklarıyla beraber gösteren
resimlerini ya da kabartma veya heykellerini meydana getirmiştir. Sfenks de bu
ilk ucubelerin kayda değer bir örneğidir.
Cayce'in
"Okumaları"ndan Aktarmalar
"Evrenin güçleri birleştiklerinde Tann
Oğullan'nın ayak sesi sular üzerinde aksetti. Ve sabah yıldızlan koro halinde
şarkı söylediler. Suların yüzeyinde, insanın gelişini haber veren şanlı ses aksediyordu.
Dünya şeklini buldu ve yaşanabilir bir yer oldu; ve bunun ardından insan adı
verilen mahluku barındırabildi." ( 34-L- 1)
"Varlık, bir bedenden, bir candan ve bir
ruhtan meydana getirilmiştir ki bunlar, Üçleme'nin (Trinite) yani Baba, Oğul
ve Kutsal Ruh'un üç boyutlu alemde temsilcisidirler. Tann hareket etti ve ruh
faaliyete geçti. Hareket önce ışığı, sonra da kaosu getirdi. Bu ışığın içinde,
dünyada ve dünyayı çevreleyen kürelerde ve zamanda ve mekanda, maddeye
dönüşecek olanın yaradılışı gerçekleşti. Maddi plandaki bu faaliyetler, gökler
ve tüm takımyıldızlar, yıldızlar ve bilindiği -ya da öğrenmeye çalışılan-
şekliyle kainat oluşuncaya dek sabırla devam etti. Ardından, maddenin içine
giren Ruh'un gücü ile maddiyat dünyaya geldi. Ruh varlığı ferdileşti ve kendine
has bireyler olarak tanıdığımız şahısları meydana getirdi. Maddeyi kullanan,
yeryüzüne ait ortamda mevcut bulunan tüm tesirleri Yaratıcı Güçler'in zaferi
için kullanan ruh, Evrensel Şu- ur'un bir parçasıdır. Dolayısıyla varlık,
birey, yaptığı uygulama ile
ve
sabır, zaman, mekan ve Tanrı ile
olan ilişkisi
sayesinde şuurla- nır. Çünki bizzat kendisinde hem bedeni, hem
canı, hem de ruhu bulur. Ve nasıl ki
Oğul
inşa edicidir, ruh da ferdi varlığı meydana
getirendir." (35-08-MS-1)
"Unutmayalım ki, yeryüzü insandan
önce hayvanlarla doluydu. İlk önce kendisinden
bir buhann yükseldiği
bir kütle vardı; ve ardından kainattaki
bu gezegenlere arkadaşlık
ebnek için yeniden düştüğünde ışık onu aydınlattı; ve değişik kısımlarında farklı farklı sonuçlar
doğuran o kendi ekseni etrafında doğal dönüşüne başladığında da yavaşça yer
değiştirdi
ve Güneş'le bulunan
benzer unsurların ışınımı vasıtasıyla hayat verici duruma geçen unsurlarının uyanması amacıyla, etkisini alabilmek için güneşe doğru yaklaşb...
Bu unsurlann çekme ya da itme ... veya düşmanlık ya
da birleştiricilik
kudretleri vardır. Bunu,
ister yıldızlarda
olsun, ister gezegenlerde olsun,
bahsetmekte olduğumuz
tüm gökyüzü krallığında müşahede etmekteyiz."
( 364-6)
"İnsan, başlangıçta Dünya planı üzerinde
ihtiyaçları karşılansın diye
hazırlanmış
olan tüm bu
unsurlara hükmebnek
için yaratıldı. Bu
plan, insan, buradaki güçler ve
şartlar
vasıtasıyla hayatta
kalabilecek denli yararlanılabilecek
bir duruma geldiğinde de
insan dünya
yüzeyinde belirdi. Ve tüm dünyada ve diğerlerinde de insanın dışındaki her şey gölgede kalıyordu; çünki insanın ruhu, onu, yeryüzünün hayvanlarından da, bitkilerinden de, minerallerinden de üstün kılıyordu. İnsan maymundan gelmemiştir ama, zaman zaman biraz şurada, birazcık burada, ufak ufak evrim geçirmiş ve
yenilenmiştir.
İnsan insandır ve
aynen Oğul'un Ba- ba'yı temsil
etmesi gibi, insanın Tann'ya ait yaradılış düzenini temsil etmesi onu insan, yani yarablmış olanların en yükseği yapmıştır; ve bu, insan için Yol'u,Yön'ü, Hayat'ı, Su'yu, Ebedi'nin Ba- ğı'nı gösteren unsur durumuna gelmiştir...
Bütün ruhlar başlangıçta yaratıldılar ve menşelerine geri dönüyorlar." ( 8337-D-276)
"...Tanrı dedi:
Işık olsun ve ışık oldu.
Bu, Güneş'in
ışığı değildir
ama, ruhlardan yayılan,
tüm ruhlann daima sahip oldukları ve
hep de sahip olacaklan ışıktır." ( 5246-L-1)
"Bizim
gördüğümüz
ve şekli (sureti)
olan için ilk önce hay-
vanlar
alemine yansıma
söz konusuydu; çünki beden
fikirleri derece derece şekil kazanıyorlardı ve çeşitli tertipler, hayvan sürüleri veya kuşlar veya
balıklar
üzerinde hüküm sürmek için kendi
kendilerine sınıflandılar ve bunlar, büyük çoğunlukla günümüz insanına bir hayli benziyorlardı. Her boydan formlar vardı; yani
pigmeler ya da cüceler ve devler; çünki o
zamanlarda yeryüzünde
devler vardı. Bunlar
iki üç metre boyunda ve gayet oranhlı bedenlere sahip insanlardı." ( 264-11)
"Yeryüzü, ekinlerini mevsimlere göre büyütüyordu ve insan,
bu küre
üzerinde bulunan
her şeyin hakimi olmak için dünya planına indi. İnsan, aynı anda beş bölgede birden ortaya çıkh. Beş duyu,
beş
akıl, beş küre, beş gelişme, beş ulus
vardı.
Dünya üzerindeki ruhların sayısı 133 00 00 kişi idi."
( 5748-1, 2)
"Başlangıçta, madde, Yaratıcı Tesir'in ruhu içine girdiği esnada insan da kendi çevresinde (ortamında) varlığını sürdürmeye geldi ve kendisini bu Yarahcı Güç ile bir yapan bir ruha sahipti.
Bu madde ruha girebildi ve ruh da ayrılmış olduğundan dolayı başıboş bir şekilde dolanıp durdu ve günah işledi; ve iyilik kaynağının vasıflarının tezahür edebilmesi sadece bu maddi ya da
et bedensel ortam vasıtasıyla mümkün olabildi. Çünki, kötülük ruhu henüz maddede
tezahür
etmemişti; o
madde tarafından
henüz aranmaktaydı sadece..."
"Tıpkı zaman usulünün gelmesi ve madde tarafından çoğaltılıp yayılması gibi, insan da -sınırlı aklı ile- ruhunun, canının ve bedeninin şuuruna vardı ... Sonuç olarak,
gördüğümüz
gibi insanın ruhu, fizik plandaki şuurun anlaşılması için bölündü; bireysel varlıkta şuuralh (şuurdışı) ve şuurüstü (süper şuur) meydana geldi." ( 5752-3)
Soru:
"Yaratılışın
aşağı seviyeli
formlarının,
örneğin hayvanların herhangi
bir ruhları ya da ruhsal bir hayatları var mıdır?"
Cevap:
"Tüm
varlıklar can
gücüne sahiptirler. İnsan, yarahl-
mış
olduğu üzere, ruhun
gücüne sahiptir ve bu da var olduğu plan
üzerinde,
diğer varlıklarla ilgili
olarak, onu ta başından itibaren Yaradan'a eşit kılrnışbr... Çünki insanda
hem ruh varlığını,
hem de
fizik varlığı birarada görebiliriz." (9W-24)
"Güçlü olanın hayatta kalabilmesi hayvan
aleminde uygulanabilir, ama insanda asla. Tarihe bir göz atalım. Kaba kuvvete
başvuran ile Tann'ya yönelmiş olandan hangisi hayatta kalabilmiştir? Tann'yı
arayan ve onun emirlerine uymaya çaba sarf eden insan ile dünyanın ve bedenin
güçleriyle yanşa kalkışan insandan hangisi varlığını sürdürebilmiştir? Cevap
bellidir..." (9W-340)
Soru : "Şayet ruhlar mükemmel iseler ve
başlangıçta Tanrı tarafından yaratılmış iseler, niçin gelişmeye ihtiyaçlan
vardır?"
Cevap : " Bu problemin çözümü telirli
bir akıl tarafından da anlaşılabileceği üzere, yalnızca hayatın tekamülünde
bulunabilir. İlk Sebep'te ya da Prensip'te her şey eksiksizdir. Bütünün bu parçası
(ruhların yaratılışında tezahür eder) Yaradan'a eşit olan canlı bir ruh haline
gelebilir. Bu duruma erişebilmek için, O'ndan ayrılmış olarak, Yaradan'ı
ile tek bir bütün meydana getirebilmek (O'nunla bir olabilmek) için tüm gelişme
aşamalarından geçmek zorundadır." (900-10)
S.
1: "İlk sorun, yaratılışın sebebi ile
ilgilidir. Bu, Tanrı'nın Kendini Kendine kanıtlamak amacıyla ya da Kendine bir
refakatçi bulmak veya Kendini ifade etme isteği olarak mı ele alınmalıdır, ya
da başka ne olabilir?"
C.
1: "Tann'nın refakatçi bulmak ve Kendini
ifade etmek isteğidir."
S.
2: "İkinci sorun, kötülük, karanlık,
olumsuzluk ve günaha ilişkindir. Bu halin yaratılışın gerekli bir unsuru olarak
mevcut olduğu ve hür iradeye sahip ruhun kendini buna kaptırmak ve kendini
bunun içinde kaybetmek imkanına sahip olduğu mu düşünülmelidir? Ya da
kötülüğün, günahın, ruhun bizzat kendi faaliyetleri ile yaratılmış olduklan
söylenebilir mi?
C.
2: "Sahip olduğu hür irade, ruha, kendini
ve Tann ile olan bağlarını kaybetme imkanını verir."
S.
3: "Uçüncü sorun insanın düşüşü ile
alakalıdır. Bunun, ruhlann kaderi bakımından önlenemez olduğu mu düşünülmelidir?
Ya da bu, Tann'nın da aslında istemediği, ancak hür iradeyi verdikten sonra da
pek önlemeye çalışmamış olduğu bir şey mi-
dir?"
C.
3: "O, bunu önlemek için hiçbir şey yapmamışhr. Çünki O, en başlangıçta bireysel varlıklar ya da ruhlar yaratrnışh... Ruhlar kendilerini Tanrı tarafından gösterilen yolun ya da planın dışında ifade etmek istediklerinde de günah başlamış oldu. Gördüğünüz gibi, bireyler hür imişler, değil mi?"
T.
4: "Dördüncü problem insanın dünya
üzerindeki varlığının süresi ile alakalıdır. Acaba başlangıçta ruhların
dünyasal bir forma bağlanmaksızın yaşayacaklan düşünülmüş fakat bir hata sonucu
ırklann yaratılması kaçınılmaz mı olmuştur?"
C.
4: "Dünya ve tezahürleri, Tann'nın
ifadesinden ibarettiler ve insarun mevcut şartların ihtiyaçlarına cevap vermek
üzere yaratılışından önce, mutlaka yaşanması gerekli olan bir yer değildi..."
S.
6: "Bu alhncı problem dünyasal yaşamlar
arasındaki gezegenler arası mevcudiyetle alakalıdır. Daha önceden de bilmekteyiz
ki bu
varlık, Arcturus sistemine doğru gitmiş ve sonra dünyaya tekrar geri gelmiştir.
Bu, ruhun normal bir tekamülü müdür, yoksa alışılmamış bir durum mudur?"
C.
6: "Belirtilmiş olduğu üzere, burada ve
hatta başka yerde de Arcturus, bu kainahn merkezi, bireylerin içinden geçmek zorunda
olduk.lan sistem olarak adlandınlabilir ve bu varlıklar dünyasal tekamül
vasabna, yani bu gezegenler sistemine, Güneşimiz'e ve onun sistemine geri
geleceklerini ya da başka sistemlere geçeceklerini bilme konusunda bir seçim
yapabilirler. Bu alışılmamış bir tekamüldür, ama normaldir."
S.
7: "Diğer sistemlere geçmeden önce,
Güneş Sistemi'ndeki . mevcudiyeti tamamlamak gerekli midir?"
C. 7: "Güneş'e ait siklusu (devre)
bitirmek elzemdir ..."
T.
9: "Güneş devresi dünyada mı
tamamlanmalıdır, yoksa başka bir gezegende de tamamlanabilir mi? Ya da her
gezegenin bitirilmesi gereken şahsi bir devresi mevcut mudur?"
C.
9: "Şayet işe dünya üzerinde
başlamışsa, sonuna kadar burada götürecektir. Dünyanın ait olduğu Güneş
Sistemi, bütünün bir parçasından ibarettir. Güneş çevresinde dönen planetlerin
sa-
yılan ne
olursa olsun hepsi de aynı bir
bütünün
parçalarıdırlar ve
aralarında
ilişkiler mevcuttur.
5.
15:
"Varlığın
kaydettiği ilerlemelerde ya da gelişme gecikmelerinde ırsiyetin, iradenin ve ortamın rolleri
eşit midir?"
C.
15: "İrade,
başlıca sebeptir; çünki diğer hepsinden üstündür, şu şartla ki irade, yaşanun ana
hatları ile bir bütün oluşturmalıdır. Çünki hiçbir ırsiyet, ortam veya başka ne
derseniz de- yin,hiçbir
dış tesir iradeyi aşamaz; aksi
takdirde ta başlangıçtan
beri öngörüldüğü gibi -geçirdiği haller ve günahları ne
olursa olsun- tüm bireysel
ruhlara azizlerin azizi içinde Tann'ya
kavuşma
hakkı da tanınmazdı." ( 5749-14)
11Alemler, kozmos adını verdiğimiz heterojen
kütlenin içinde, insanın başını kaldırıp da görebileceği uzayda
yaratılnuşlardır - ve hala da yarablma halindedirler. Buharlar biraraya
toplanmaktadırlar... Başlangıç nedendir? Bu, yerkürenin de yarablmış olduğu
aynı başlangıçtır..." (900-340)
ÜÇÜNCÜ KISIM
ATLANTİS'İNPARLAK
DÖNEMİ
VE
ÇÖKÜŞÜ
Eflatun
batık bir kıtarun şaşırtıcı hikayesini yazdığından beridir insanlar bu ifşaatın
doğruluk derecemi kendi kendilerine ^ rup durmuşlardır.Hiçbir tarihi konu, bu
denli uzun süren tartışmalara ve gerçeği öğrenme tutkusuna sebep olmamıştır.
İşte tarihçilerin tamamen bihaber oldukları, zamanın karanlığında yitip gitmiş
bir kıta ve bir millet. Eflatun'un anlatısına ve bu konu üstüne yazılmış 25 00
adet esere rağmen modem araştırmacılar arasında ancak en cesur olanları
Atlantis'e inandıklarını ilan etıne yürekliliğini gösterebilmişlerdir.
Bu kara parçası hakkında ilk kez Eflatun'un
M.Ö. 5. yüzyılda yazmış olduğu Timea (Timaios) adlı eserinde söz edildiğini
görüyoruz. Büyük filozof bu eserinde, bazı Mısırlı rahipler ile M.Ö. 7.
yüzyılda yaşamış Atinalı politikacı Solon arasındaki bir görüşmeyi
aktarıyordu. Rahipler, Atlantis'in dev bir ada olduğunu, Anadolu ve Libya'nın
birleşmiş halinden de daha büyük olduğunu ve Ce- bclitarık Boğazı'nın ya da o
zamanki adıyla Herkül Sütunları'run ötesinde yer aldığını anlatıyorlardi. Bu
ülke Solon'un doğumundan 9 000 seneönce çok güçlü bir krallıktı ve buradan
gelen işgalci kabileler, Akdeniz kıyısındaki tüm ülkelere yayılmışlardı.
Atlantisli işgalcilereyalnızca Atina başarıyla
direnmişti. Sonuç olarak üzerinde yaşayanların insafsızlıkları yüzünden zelzeleler
Atlantis'i epeyce salladı ve sonunda okyanus da onu yuttu. Eflatun, yarım
kalmış olan Kriton adlı eserinde buna Atlantis'in,
başka bir
çağın politik ütopyası niteliğindeki ideal yönetiminin bir hikayesini de ekler.
Romalı doğa bilimci Pilinius'da, birinci yüzyılda yazmış olduğu ve bir tür ansiklopedi
olan ''Doğal Tarih" adlı eserinde
At- lantis'ten bahseder. hk Arap coğrafyacılan haritalannda Atlantis'i gösteriyorlardı. Orta Çağ yazarlan
onun varlığına
kuvvetle inanıyorlardı ve bu kanaatleri Atlantis ile sayısız benzerlikler
taşıyan eski adalara ait tradisyonlarla
(geleneklerle) destekleniyordu. Bu batmış adalardan
bazdan 16. yüzyıla kadar haritalarda hala yer alıyorlardı.
Hemen
hemen tüm eski ırklann büyük bir hıfana ilişkin sözlü gelenekleri vardır; bu
da onların ortak bir kökenleri olduğunu ve bu efsaneye olan inancın evrensel
bir yaygınlığı
olduğunu gösterir.
17. ve 18. yüzyıllarda
Atlantis konusu çok şiddetle tartışıldı ve varlığı Montaigne,
Buffon ve Voltaire gibi kişiler tarafından kabul edildi. 1627'de yayınlanan ''Yeni
Atlantis" adlı temsili eserinde Francis Bacon bu
ülkeyi sanatlann ve doğa bilimlerinin
geliştirildiği
bilimsel prensiplere dayanan
sembolik bir ütopya olarak temsil etmiştir.
Atlantis'in
hikayesini kanıtlamak
amacıyla pek çok eser
meydana getirilmişse de bunlann içinde en
iyisi muhtemelen İgnatius
Donnelly tarafından yazılan "Atlantis: Tufan Öncesi Dünya" isimli eserdir. Bu kara parçası sırasıyla Amerika, ardından İskandinav Ülkeleri, sonra
Kanarya Adalan ve daha sonra da Filistin ile bir tuhılmuşsa da
genel olarak Atlantik'in ortasında yer
almış olduğu
kabul ediliyordu.
Onun
en ateşli savunucusu hiç şüphesiz, yirmi dört sene
boyunca A.B.D.'nin Yucatan konsolosluğunu yapmış olan, arkeolog Edward H.
Thompson'dur. Orta Amerika'nın
esrarengiz kabilesi Mayalar'ın Atlantis
kökenli
olduklarına daima inanmış olarak
1935 yılında
öldü. Bilim adamlarının çoğunluğunun onunla alay etmesine rağmen diğer bazı kişiler kendisini desteklediler.
Jeologlar,
Avrupa'nın
batı kıyılarının eskiden
Amerika istikametinde denizin çok daha
açıklanna
dek uzanmakta olduğunu ve
bu alçak
toprakların tarih öncesi çağlarda sular alhnda olduğu-
nu
keşfettiler.
Atlantiğin dibinde dağ silsileleri,
vadiler ve bilinen çıkıntılar
vardır. Günün birinde
Brest ile A.B.D.'nin kuzeyi arasındaki bölgede bir
deniz alh kablosu kopmuş ve böylece jeologlar,
burada, en az 15 00 sene öncesinde, atmosfer
şartlarında
-yani açık havada-
katılaşmış
olan lav parçalan keşfebnişlerdi. Colorado'da bulunan bir köpek kafatasının Avrupa kökenli olduğu ortaya çıknuştı; hayvan
12 ya da 15 milyon yıl evvelde yaşanuş eski
bir türe aitti ve bu da, Avrupa ile
Amerika arasında
bir kara köprüsü olduğunu düşündürüyordu.
Arkeolojik
keşifler,
Eski Mısır ve
Orta Amerika'da bulunan mimari, sanat ve yazıtlar arasında çarpıcı benzerlikleri ortaya çıkarıyordu. Oysa ki bu iki ülke birbirlerinden
binlerce kilometrelik dev bir okyanusla ayrılmaktaydılar. Bu muammanın en
akla yakın
çözümü, bu her iki bölgeye de
bir Atlantis göçünün
yapılnuş olmasında yabnaktadır; zaten
başka bir açıklama da
getirilebilmiş
değildir.
Atlantis,
Cayce tarafından
ilk kez 1923 yılında yapılan bir "okuma"da söz konusu edildi. Bunun
ardından, yirmi üç sene ^ yunca, değişik kişiler için yapılan yüzlerce
"okuma"da, Atlantis tarihinin sayısız çehresi gözler önüne serildi.
Bu "okumalar" kayıp kıtanın varlığını kanıtlamakla ve onun hakkında
şimdiye dek tüm söylenmiş ve yazılnuş olanların içinde en kayda değer olan
niteliğini taşımakla kalnuyor, ayrıca pek çok ifşaatta da bulunuyor ve bu
kıtanın ve üzerinde yaşayanların da çok ayrıntılı, eksiksiz bir tablosunu
çiziyordu. Bundan da başka ve belki de en önemlisi, bu şaşırtıcı uygarlık ile
çağınuz arasında heyecanlandırıcı, inandına ve telaşa düşüren ürkütücü bağlar
kuruyordu.
Böylece, Atlantis kültürünün son çağına ait,
günümüz dünyasının güncel sorunlarını doğrudan ve anlamlı şekilde etkilemekte
olan unsurların varlığı ortaya çıkmaktadır. Bu bir rastlantı değildir; her iki
medeniyet arasındaki sayısız paralellikler, Amerika'nın bugün almaya mecbur
olduğu bazı kesin kararların önemini kavrama imkanı vermektedir.
Cayce Dosyalarından Aktarmalar
İnsan dünyaya fizik formu (sureti) ile geldiğinde, topografya bugünkünden çok farklıydı. Kutupların yer değiştirmesinden sonra ve binlerce yıl sonra
da kıtaların
ayrışması neticesinde önemli değişimler meydana gelmişti.
Kutup
bölgeleri
tropikal veya yarı tropikal
idiler. Kuzey Amerika'nın
büyük bölümü, Utah,
Nevada, Arizona ve New Me- xico hariç, sularla
kaplıydı.
Bu bölgeler ise,
tıpkı Gobi Çölü gibi,
çok bereketli ovalar durumundaydılar. Güney Amerika'daki Andlar'ın kıyı bölgesi de, bpkı bu
kıtanın
büyük bölümü gibi,
sıradağların
güney kısmı ve Peru hariç, suların albndaydı. Doğu Afrika'nın
bütün kuzeyi -Mısır ve
Sudan- suların
üstündeydi ve Nil Nehri, Atlantik
Okyanusu'na dökülüyordu.
Avrupa'da ve Asya'da,
Karpatlar, Kafkas Dağlan,
Norveç, Moğolistan ve
Tibet, suların
üstündeydiler. Çok zengin
topraklar olan İran ve Kafkasya, Aden Bahçesi'ni hatırlatıyordu.
Lemurya
ve Atlantis Kıtaları,
dünyanın en geniş kara
parçaları
durumundaydılar. İleride Pasifik
Okyanusu'na dönüşecek
olan bölgede yer
alan Lemurya, A.B.D.'nin bah kıyısından Güney Amerika'ya, And Sıradağlan'nın ucuna kadar uzanıyordu.
İleride Kuzey
Atlantik durumuna gelecek olan bölgenin büyük bir kısmını işgal eden Atlantis, daha da büyüktü. Yüzölçümü Avrupa ve Rusya'nın birleşik yüzölçümlerine eşitti. Meksika Kör- fezi'nden
Akdeniz'e kadar uzanıyordu
ve bah kıyısı, günümüzde A.B.D.'nin doğu kıyısı olan ve o devirde sular altında bulunan
bölgeye değiyordu. Florida
açıklarında
yer alan Bimini Adası da,
tıpkı Bahama Adalan ve Yucatan Yarımadası gibi
bu kıtarun bir parçası idi.
Mükemmel ırk Atlantis'te ortaya çıktığında, yani kızıl ırk meydana
geldiğinde,
dünya acayip mahluklarla doluydu;
bunlar, yeryüzünde
maddi varoluş deneyini
yapabilmek için her türlü tuhaf ve kaba bedenlere bağlanmayı kabullenmiş olan ruh varlık- lar'dı. Bu yarahklar yüz binlerce
yıldan beridir yaşamaktaydılar ve dünyanın diğer bölgelerinde de olduğu gibi
pigmelerden dört
metrelik
devlere kadar tüm boylarda ve hayvanlarla olan ilişkilerinin sonucu ortaya çıkan inanılmaz yarabkları da hesaba katarsak, hemen hemen tüm formlarda
bedenlere bürünmüşlerdi.
Başlangıçta, tüm dünya barış içinde yaşıyordu.
Çünki yeryüzüne hakim
olmak için
gelişmek ve çoğalmakla vazifeli olan Tanrı Oğulları'nın mücadelesi, işin başında
öyle organize olmuş bir
dirençle
karşılaşmamıştı. Kusursuz
bir bedenle doğan ruhlar, dengeyi sağlamak ve
ileride Belial Oğulları
ile patlaKverecek olan, ilahi
iradeye giderek sırtını
dönen iki ırk arasında ortaya çıkacak olan
anlaşmazlıklara
hazırlanabilmek için büyük sayılarla yeryüzüne gelmeye devam ediyorlardı.
Kısa sürede, bu yeni insanlar aileler ve
topluluklar halinde birleştiler. O dönemde çok bereketli olan toprağın ürünlerini yiyorlar ve vücutlarının, hilkat garibeleriyle yapmış oldukları cinsel temaslar sonucu epeyce
tahrip edici etkiler meydana gelmiş olan,
o bölgesini
de hayvan derileriyle örtüyorlardı. Mağaralarda ve ağaçlarda yaşıyorlardı. Hakimiyet kurmak, ıslah olmak
ve dostluklar edinmek arzusu sonucu kabileler oluştu. İnsanlar kısa sürede birleşmeyi öğrendiler ve rahat yaşamalarının beraberliklerine bağlı olduğunu anladılar.
Atlantis'te
yaşayan insanlar, dünyanın diğer bölgelere dağılmış olan başka ırkları ile aynı tekamül aşamalarından geçmek w- rundaydılar, ancak gelişmeleri çok daha hızlı olmuştu. İnsanların geri kalan bölümünün tersine,
Atlantisliler, daha başlangıçta, doğanın kendine sunduğu nimetlerden
yararlanmaya çalışan,
sulh içinde bir
ulus meydana getirmişlerdir.
Taş, başlangıçta vahşi hayvanlardan korunmak ve beslenmek amacıyla, alet
ve silah yapımında
kullanıldı. Çok kısa sürede, önce tahtadan,
sonra da taştan, yuvarlak biçimli evler
yapmaya başladılar.
lik Atlantisliler avcı idiler;
daha sonra çoban ve çiftçi olmuşlardır ve taştan ya
da tahtadan aletler kullanmışlardır. Ateş ve doğal gaz
ilk buluşları
arasında yer alıyordu, bunları demir veba- kır izlemiştir. Daha sonra fillerin veya başka dev
hayvanların
derilerinden
balonlar yapmayı
tasarlamışlar ve
bunları
yapı malzemelerini taşımada kullanmışlardır. Köyler ve şehirler ortaya
çıkmış
ve
insanlar iletişim
yöntemlerini bulmuşlardır.
Akıldan mahrum,
ağır ve kaba bedenleri yüzünden hayli
rahatsız
durumdaki o hilkat garibeleri, hiç gelişme kaydedemiyorlar ve yalnızca sahiplerinin
kendilerine sağladıklarından
yararlanabiliyorlardı. Fizik
bakımından,
geçen asırlar boyunca
ırklar
arası birleşmeler ve
tekrar edilen reenkamasyonlar sayesinde hayvani görünümlerini ve içgüdülerini azar azar kaybettiler.
En
büyük sorun, hayvanlardı. Devasa boylardaki etobur
hayvanlar dağlardaki
ormanları ve vadilerdeki cangılları sık sık ziyaret ediyorlardı. Dev kuşlar toprağın üstünde süzülüyor ve ne bulurlarsa yiyorlardı. Bedensel olarak hiçbir savunması olmayan insanın çok güçlü bir savunma silahı vardı: Zekası, aklı ve iradesi sayesinde,
"kuvvetli olan yaşar"
yasasına bağlı olan
hayvanların
kaba gücüne karşı büyük bir başarıyla savaşh.
Madde
içine
düşüşüne rağmen Tann'ya
hala yakın durumda olan insan, yeryüzündeki ilk birkaç bin
senelik yaşanu
esnasında, ruh varlığının, günümüzdekine nazaran kendini çok daha
kolayca ifade edebileceği
bir bedene sahipti. Okült (gizli)
melekeler, gayet normal şeylerdi. Alnın ortasında yer alan üçüncü göz ya
da sü-
müksü bez çok gelişmiş durumdaydı. Ruhun psişik melekeleri
bu gudde sayesinde çalışıyordu.
Kusursuz ırka mensup
insanlar uzak bölgelerde
neler olup bittiğini ve
gelecekte olacakları
görebiliyorlardı. Hilkat
garibesi mahluklara da hakim olmak ve iradeleri alhna almak yetenekleri vardı. Bununla
birlikte, insan, dünyevi
amaçlara bağlanmakta olması yüzünden giderek
kaynağından
uzaklaşıyordu; böylece kendisine
Tanrı
tarafından verilmiş olan
nitelikleri, sonunda kaybetti. Ruhun bu melekeleri, insan, düşünce
ve fiil ile yeniden ruhsallaşıncaya
dek kayıp olarak
kalacaklardı.
Bunu başaranların sayısı çok az oldu.
Hayvanlar
alemi giderek daha büyük bir sorun haline gelmeye başlanuştı ve
sürekli olarak ölüm tehlikesi
alhnda olması,
insanın yaşamını zorlaştırıyordu. Dünyanın beş ulusundan gelen ve beş ırkı temsil
eden bir bilgeler konseyi M.Ö. 5200'0e
doğru
toplandı. Beyaz ırkın temsilcileri
Kafkasya'dan, Karpatlar'dan ve Pers Ül- kesi'nden;
sarı
ırkın temsilcileri, ileride Gabi Çölü olacak
bölge-
den;
siyah ırkın temsilcileri Sudan' dan ve Kuzeydoğu Afrika'dan;
ve esmer ırkın temsilcileri de Lemurya'dan gelmişlerdi. Delegeler, daha ilk konferanstan başlayarak dünyaya zarar veren yaratıklarla beraberce mücadele etmenin
yollarını
aradılar. Topraktaki ve havadaki unsurlarda
(element) bulunan güçlü kimyasal enerjileri kullanmak
hususunda fikir birliğine
vardılar. Bu karar, umulan sonuçları doğurdu; ancak gelecek senelerde başka sonuçlar da meydana getirecekti.
Melez
yaratıklar
ve o hilkat garibeleri toplumun paryaları idiler
ve en usandırıcı
işlerde kullanılıyorlardı. Toplumdaki
sınıfları
evcil hayvanlar ve yük hayvanlarından çok az daha üstteydi. Onlar
yüzünden,
kusursuz ırkın insanları, tamamen zıt görüşlere sahip iki kampa ayrıldılar. Büyük ayrılıkların ve sıkıntıların doğmasına sebep olan husus, saf ırkın insanları ile bu henüz hayvani
tesirlerden kurtulamamış
olan ırkın birleşmesiydi.
Bu
paryalar, Baal veya Belzebuth'un -kötülüğün güçleri- taraftarlarından oluşan Belial kabilesinin köleleri idiler
ve çok sert muamele görüyorlardı. Sahipleri bunları, gizli
güçleri,
ipnoz ve telepati sayesinde
hakimiyetleri altında
tutuyorlardı. Bunlar,
kendilerine ayrılmış olan
işleri yapabilmeleri için adeta
çiftlik
hayvanları gibi
yetiştiriliyorlar
ve ağır emekleri
karşılığında
kendilerine hiçbir fayda
sağlayamıyorlardı;
üstelik aile hayatları da
yoktu. Onlar alelade bir şekilde şeyler -dokunulmazlar ("'),
robotlar- diye isimlendiriliyorlardı
ve tarım işçisi veya hizmetçi olarak,
bazen de ticaret hizmetinde kullanılıyorlardı.
Belial
Oğulları'nın
hırsları, kibirleri ve nefretleri yüzünden kastlar
ve sınıflar
meydana geldi. Onların, insan
haklarına
ve başkalarının hürriyetlerine önem vermez tutumları kan
dökülmesine
yol açtı. Büyük çoğunluk, sadece çıkarını gözeten aç gözlü bir azınlığın arzu
ve heveslerine boyun eğiyordu.
irsiyet
ve çevrenin
yasaları, sonunda etkilerini gösterdiler; kişilerin dış görünümünde
soylarının anlığına ve
her birinin amaçlarına,
ideallerine ve kendilerini
harekete geçiren
güçlerin ni-
("')
Hint'teki paryalar gibi, kast dışı ve
yanına
yaklaşılamayacak denli
geri durumda anlamındadır.
teliğine göre değişiklikler oluşmaya başladı.
Bazıları beden ve yüz bakımından neredeyse kusursuz bir görünüme kavuşurlarken, diğerleri de insan bedeni üzerinde hayvani
eklentiler, yani toynaklar, pençeler, kanatlar,
tüyler ya da kuyruklar taşımaya devam
ettiler. Bu garip yaratıklara Asur ve Mısır'a ait
kabartma heykellerde ve fresklerde rastlanır. Bunların tamamen kaybolmaya yüz hıtma- ları Mısır'da gerçekleşmiştir.
Eski
Ahit'te bahsedilen "bu insan kızlan ve
yeryüzünde
yaşayan devler", "Saf ırkı koruyunuz."
bilgisini ilham etmişlerdi.
Bazen de, ırklar arası birleşmeler beden bakımından gayet ilahi (insan formunda) ve
eksiksiz ancak menfi ruhlu varlıkların, kimi zaman da adeta insan taklidi
gibi ve son derece çirkin bedenli ancak son derece saf ve güzel ruhlu
olan, ruhsal ışığa aç
varlıkların meydana
gelmelerine sebep olmuşhı.
Önemli olan fizik yapı değil, amaçlardaki anlık, fikirlerdeki
mükemmellikti.
"Şayet benim halkım olmak
istiyorsanız,
sizin Tanrınız olacağım." emrine dayanarak Atlantisliler'in
içlerinde
en ruhanileşmiş olanlan, halkı Tek
Tann'ya tapmaya ikna etmek için bir
gayret gösterdiler. Bir Yasası'nın Çocukları adıyla bilinen bu insanlar, ırkı, bedenen
olduğu kadar ruhen de saflaştırmaya teşebbüs ettiler. Kuralları - bir din, bir devlet, bir eş, bir
ev, bir Tanrı- Belial Oğulla- rı'nın hiç de hoşuna gitmiyordu.
Sunağa ilk
getirilen adaklar, toprağın
ve insan emeğinin ürünleri, tarlalardan alınan hasatlar,
küçük kuzular ve buzağılar oldu.
İnsanın belli belirsiz hissetmekte olduğu ama
gözden
kaybetmiş olduğu ilahi
tarafının
etkisiyle din bir realite haline
geldi ve Bir'in Yasası'nın
öğretisi sürüp gitti:
"Birbirinizi
seviniz. Kendinizi günlük vazifelerinize; Baba- nız'ın size
vermesini dilediğiniz
tüm o sevgi ile adayınız. Yakınlarınızla olan ilişkilerinizde Bir'in Yasası'na sadık kalınız."
Tann
tarafından
çocuklarına gösterilen bu
ilk yasanın
üzerine kurulmuş ilk
inanç
dogması şudur: "Ey
İsrail,
işit, Efendin olan Tanrın Bir'dir.
Benim karşımda
başka Tanrıların olmayacaktır''.
Tapınaklar inşa edildi ve kısa zamanda
dini semboller -mera-
simler,
ayinler, dualar, neşideler-
oluşturuldu. Anlığı sembolize
etmek ve hayatlarına
daha ilahi bir amaç kazandırmak ve ışığı aramak gayesiyle sunaklara gelen melez yaratıkları (hybridler) yıkamak
ve ruhsallaştırrnak
için kutsal ateşler yakıldı. Din yavaş yavaş bir sistem haline, insana Tanrısal aslını hatırlatma tarzı haline dönüştü. Hayatın sürekli oluşu, ya da tekrardoğuş, ruhun tekamül planının esas kısmı olarak
kabul edildi. Karma, ya da Sebep-Sonuç Yasası (Ne ekerseniz onu biçeceksiniz.) temel olarak benimşen- di.
Giderek,
Bir Yasası'nın
Çocukları ile Belial Oğullan arasında bir çukur oluşmaya başladı ve bu çukur daha
sonra bir uçuruma
dönüştü. Belial Oğullan'nın bedene bağlı ve
materyalist yaşam biçimleri
Bir Yasası'nın Çocuklan'ndan pek çoğunu da
baştan
çıkarabiliyordu.
Bunlar o tür bir hayata imreniyorl\lr ve dayanamayarak sonunda onlar gibi yaşamaya başlıyorlardı. Dünyevi değerleri iyice azdırmak ve
ruhsal olanı
aşağılamak amacıyla bazdan,
putlara ibadetin dine girmesine göz yumuyorlardı.
Büyük tufanlardan
birincisi son batıştan
binlerce yıl önce M.Ö. 50700'e doğru meydana
geldi. Sebebi, dev boyutlardaki vahşi hayvanları yok etmek amacıyla gelişigüzel kullanılan kimyasal maddelerin ve güçlü patlayıcıların daha önceden kestirilemeyen
ve doğanın dengesini bozucu etkileriydi.
Ancak görünenin
ardında yatan gerçek sebep,
insanın
içine düşmüş olduğu insafsızlık haliydi.
Hayvanların yaşadıkları mağaraların içine muazzam miktarlarda gaz verildi ve bu da henüz hala
soğumakta
olan yerkürede
volkanik patlamalara ve zelzelelere yol açtı. Felaketin
büyüklüğü
kutupların yer değiştirmesine yol açb ve
bugünkü
pozisyonlarına geldiler;
ayrıca son buzul çağına da
neden oldu.
Lemurya
bundan hemen etkilendi. Z.aten yavaş yavaş Pasifi- ğe gömülmekte idi ve topraklarının büyük bir bölümü okyanus
tarafından
yutuldu. Atlantis'te ise, bugünkü Antiller
açıklarında
bulunan ve Saragossa Denizi olarak
isimlendirilen bölge, sulara ilk gömülen kısım oldu. Kıtanın geri
kalanı
çok sayıda büyük adalara
ayrıldı ve bunlarda da derin yarıklar, kanallar,
çukurlar,
körfezler,
koylar,
dereler oluştu.
Ilıman olan iklim, kavurucu hale geldi.
Göçler, ilk
toprak sarsıntıları
esnasında başladı ve
az sayıda Atlantisli kıtanın batısına ya da doğusuna doğru göç ettiler. tik grup Pireneler'e yerleşti, diğerleri ise Orta ya da Güney Amerika'
ya gittiler. Diğer taraftan Lemuryalılar da ilk önce Güney Amerika'
ya göç ettiler. Pasifik kıyısında bulunan
ve daha sonra Peru adını alacak olan ülkenin güneyinde yer alan Og Ülkesi'ni işgal ettiler. Bu, İnkalar adı verilen esrarengiz yerli
kabilesinin kökenini
oluşturmaktadır.
Bu
andan itibaren ve maddi (teknolojik) uygarlığın kayda
değer
gelişmesine rağmen Atlantisliler'de
çalkalanmalar
hüküm sürüyordu. Zengin,
topraklan geniş ve bereketli bir ülkede barış, yerini ayaklanmalara ve isyanlara
terk etti. Sunaklar, Tek Tanrı kavramına sırtlarını dönenler tarafından insan kurban etmede kullanılır oldu.
Güneşe
tapıyorlardı. Sadece
Bir Yasası'na
en sadık olanlar
imanlarını
sıkı şekilde muhafaza
ediyorlardı.
Her
türlü
sapıklık, frenlenemeyen cinsel azgınlıklar ve haydutluk, şiddetle hüküm sürüyordu. Köylüler, emekçi
sınıflar açlık ve
sefalet çekiyorlardı.
Fizik ve ruhsal bedenler de, bpkı denize
gömülen
dağlar ve vadiler gibi aşındılar, kemirildiler.
Bilimsel ve teknolojik aşamalara rağmen, içteki bu çürüme hali,
kendini beğenmiş,
ihanet halinde, insaf ve
adaletten mahrum bir milletin dağılmasına ve sonunda yok olmasına yol
açmalıydı.
İkinci tufan,
birincisinden çok çok sonra, M.Ö. 2800'0e
doğru meydana geldi ve pek çok büyük ada
sulara battı. Bu ikinci afet Tevrat'ta Nuh Tufanı olarak
anlatılır.
Volkanik patlamalar ve görülmemiş şiddette
fırtınaların ^- dından gelen tufandan sonra, dünyanın bu bölgesinde
varlıklarını sürdürmeye devam eden başlıca kara parçalan kuzeyde Poseydon (Antiller
bölgesinde), Atlantik'in merkezindeki Aryaz, ve batıda 0g (Peru) idi. Birçok
Atlantisli buralara sığmnuşlardı; daha büyük bir çoğunluk ise dünyanın diğer
bölgelerine sığınmaya çalışıyordu.
Lemurya, Pasifik Okyanusu'na gömüldü. Üzerinde
yaşayanların bazıları aşağı California'ya, Arizona'ya ve New Mexi-
co'ya
kaçtılar
ve burada, "Mayra" Ülkesi'nde, Mu Kardeşliği'ni kurdular.
Atlantisliler
için bu, bir çağın sona
ermesi ve pek çok
bakımdan seviyesine hiçbir zaman
ulaşılamanuş
yeni bir uygarlığın başlangıcıydı.
Tufandan
sonra, Atlantis'te bir yeniden inşa dönemi başladı. Atlantisliler'in, enerjileriyle
ve çalışma kudretleriyle birleşmiş olan
bilimsel zihin yapılarının
hızlı gelişimi, onlara
mekanik, kimya, fizik ve psikoloji alanında ileri
doğru harikulade adımlar atma
imkanı verdi, çünki her
şeye
rağmen üstün bir
millet idiler.
tık tufandan
sonra keşfedilen
elektrik, elektronik alanında önemli gelişmelerin yapılmasına ve her türden elektrikli
aletin icat edilmesine neden oldu. Uranyumdan elde edilen atom enerjisi taşımacılık ve ağır cisimlerin
taşınması
için bile kullanıldı. Bunlar, egoistçe maksatlarla
kötüye de kullanıldılar. Atlantisliler en gelişmiş ısıtma ve aydınlatma sistemlerine
sahiptiler ve diğer
ülkelerle iletişim imkanları çok gelişmiş ve
çok
çeşitli idi. Laser gibi, her türden ışıklı şualar, keşfedilmişlerdi ve kullanılıyorlardı; bunlara ölüm şuası da
dahildi. Sıvı hava, sıkıştırılmış hava ve kauçuk da
keşfedilmişti.
Bugün henüz bilinmeyen bakır, alüminyum ve uranyumdan meydana gelen
madeni alaşımlar,
uçan araçların, gemilerin
ve denizaltıların
yapımında kullanılıyordu. Telefon
ve asansör gayet yaygındı, radyo
ve televizyon da tıpkı teleskopla yapılan gözlemlerde ve uzun mesafeden fotoğraf çekmede kullanılan ışıklı şuaların büyütülmesi işlemi gibi çok gelişmiş bir durumdaydı. Her türden süs eşyası ve mücevher imal
ediliyordu. Ordu ve polis, politika sahnesinde rol oynuyorlardı.
Bununla
beraber, Atlantisliler'in en önemli bilimsel
başarıları,
güneş enerjisine hakim olmalarıdır. Esas olarak, sonlu ve sonsuz
olan arasındaki
ruhsal irtibab kolaylaşbrmak amacıyla kullanılan bu devasa boyutlardaki yansıtıcı kristallere
önceleri
Tuaoil Taşı adı veriliyordu.
Ardından,
geçen asırlarla birlikte
bunun kul- lanınu
geliştikçe ve ilerledikçe, enerjinin, ne kablo ne de tel kullanılmaksızın tüm ülkeye dağıtılmasında
kullanıldı. Ona Ateş Taşı ya
da Büyük Kristaller adı verilmeye
başlandı.
Poseydia'daki
Güneş
Tapınağı'na yerleştirilmiş olan
Ateş
Taşı, ulusun merkez jeneratörü vazifesini görüyordu. Bu, üzerinde
bulunan bir mekanizma ile birlikte binanın merkezine
asılı vaziyette duran, sayısız yüzeyleri bulunan ve muazzam büyüklükte, camdan ya da taştan bir
silindirdi, amyanta benzer özelliklere sahip ve bakalite benzeyen, iletken
olmayan bir malzeme ile yalıbl- mıştı. Taşın üstünde, onu güneşe çıkarmak için yeri değiştirilebi- . len bir kubbe bulunuyordu.
Güneş ışığının sayısız prizmalardan geçerek yoğunlaştınl- ması ve güçlendirilmesi kayda değerdi. Enerji
öylesine
güçlüydü ki, bunu, radyo dalgalanna
benzeyen ve görünmez
şualarla tüm ülkeye dağıtabiliyorlardı. Bunun
enerjisi her türlü aletin, gemilerin, uçan araçlann ve hatta eğlence taşıtlanrun dahi çalışhnlmasın- da kullanılıyordu. Bu bütün olarak
bir uzaktan kumanda sistemiydi ve dalgalar, aletler tarafından endüksiyon vasıtasıyla alınıyordu. Şehirler, köyler, elektrik enerjilerini ya da diğerlerini bu aynı kaynaktan
alıyorlardı.
İnsan bedeni,
kristallerden çıkan
şualann hafifletilmiş bir
uygulaması
ile gençleştirilebiliyordu ve insanlar kendi kendilerini sık sık gençleştirebiliyorlardı. Bununla beraber, Ateş Taşı yıkıcı amaçlarla da veya işkence etmede
ya da ağır
biçimde cezalandırmada
da kullanılabiliyordu.
Kuvvetinin şiddeti çok yüksek bir düzeye ulaştınldığında -hata sonucu- ikinci tufanın meydana
gelmesine yol açtı. Şualan diğer elektrik güçleriyle birleşerek toprağın bağrında sayısız
yangınların çıkmasına yol
açtı ve bunun sonucunda, doğanın güçlü enerji kaynağının neden olduğu korkunç volkanik patlamalar meydana
geldi.
Amaki,
Achaei ve özellikle
de büyük adalardan
sonuncusu olan ve kendi adını taşıyan adada yer alan ve o çağın dünyasında en önemli durumunda
olan Poseydia gibi, beyaz taştan yapılma harikulade güzellikteki şehirler tüm ülkede, güneş ışığı albnda pı- .
nl pınl
parlıyorlardı. Şurada, Parfa
Koyu'nda da dünyanın
en işlek ve
en iyi korunmuş
limanı yer alıyordu. Su,
şehirdeki
evlere ve çok sayıda havuzlara ve su depolarına, dağlann yamaçlarına ve sayısız ırmaklara dek uzanan dev boyutlarda inşa edilmiş olan su ke-
merleri
ile getiriliyordu. Su sporlan ülke sakinlerini
çok cezbedi- yordu. Evlerin damlan düzdü, teras
biçimindeydi
ve dış duvarları cilalannuş ve çok güzel mozaiklerle
bezenmiş
beyaz taştan yapıl- mışb.
Şehrin merkezinde
tapınak bulunuyordu ve Bir Yasası'run Çocuklan'nın yaşanu bunun çevresinde düzenleniyordu. Kubbesi, çok büyük ve
onixten, topazdan ve berilyumdan (zümrüt de
olabilir) yapılma dev sütunlarla taşınıyordu. Bu sütunların üzerinde mavi yakuttan ve canlı renklere
sahip başka
taşlardan yapılan işlemeler yer
almaktaydı.
Tapınağın kubbesi tüm güneş ışınlarını yansıtıyordu.
İçeride, tapınağın ana bölümünde yer
alan mihraplarda kutsal ateşler sürekli olarak yanmaktaydılar. Bu esrarengiz alevler, melez varlıkları bedenlerindeki
o istenmeyen hayvansal eklentilerden kurtarmak için kullanılan -ve bir süre sonra
da bileşkesi
giderek unutulan- ışınlar meydana
getiriyordu. Toplanb yapmakta kullanılan büyük bir iç avlu
ve kahinlere, rahiplere, rahibelere ve tapınağın tüm hizmetçilerine aynlnuş olan küçük odalar
bulunuyordu. Sayılan hayli
kalabalık
olan din adamları, o
devrin en bilgili kadın ve
erkeklerinden oluşmaktaydı;
bazıları hakimlik vazifesi de görüyorlardı, vicdani ahlak idarecisi ve danışmanı olarak
da görev
yapıyorlardı.
Atlantisliler
ve özellikle
de Poseydialılar, evrendeki yarabcı enerjileri
inceliyorlar ve doğanın zenginliklerinin, bitkilerin, kıymetli taşların, metallerin
titreşimlerinin
ve bunların insanların psişik ve sezgisel doğalarında meydana getirdiği titreşimsel sonucun özünü kavrayabiliyorlardı. Tanm da tıpkı astronomi
ve astroloji gibi çok
ilerlemişti. Atlantisliler
sayıların
anlamlanru hesaplayabiliyorlardı; yıldızlar ve elementler hakkında bilmedikleri
yoktu ve hatta sabah çiyinin faaliyetini
ve meydana getirdiği
sonuçlan dahi bilmekteydiler. Yerçekimini nötralize etmeyi öğrenmişlerdi. Tüm metafizik , ruhsal veya bilimsel yasaları anladıkları gibi insanın ve
beş
ırkın kökenine ait
sırlan da kavrayabiliyorlardı.
Bir
Yasası'run
Çocukları'nın sahip
oldukları
bu eşi benzeri
olmayan bilgileri, Belial Oğullan kendi
fesatlıkları
için kullanmak is-
tiyorlardı; bu materyalistler Tek Tann'ya tapanların sadece
fikirlerini değil, aldıkları tedbirleri ve yaptıkları uyanları da hor görüyorlar
ve aşağılamaya
çalışıyorlardı. Bir
Yasası'nın
Çocukları arasından Belial
Oğullan'nın
iddialarını benimseyen ve yaşam biçimlerine imrenerek onlara katılanlar ve
sırf zevk ve tahrip etme arzularının tatmini için yaratıcı enerjileri ve evren yasalarını kullanmalarında yardım edenler de çıkıyordu.
Bu
kötüye
kullanıma, hayatın veya
yasanın
"noktürn tarafı "
(•) adı veriliyordu. Çok sayıda tapınağın kutsiyeti tahrip ediliyor ve
bunlar birer günah
mağarası haline dönüştürülüyor, bir yandan
da ruhsal yasalar bedensel arzuların doyurulmasında kullanılıyordu.
Psişik yeteneklerin kötüye kullanılması pek çok felaketlere sebep oldu. Gazların, sıvı havanın ve patlayıcıların egoistce amaçlarla kullanılması hususunda tartışmalar oldu. Yönetici du-
rumundakilerin sahip oldukları özel imtiyazlar konusunda çatışmalar çıktı. Köleler, köylüler ve işçi sınıfı sadece eziyet çekmek ve
zor koşullarda
çalışmak ve yaşamak zorunda
bırakılmakla
kalmıyor, aynca ödedikleri vergilerle
de eziliyorlardı.
İki grup arasında bir
uçurum
oluştu. Kudret, Bir Yasası Çocuklan'nın elinde de olsa, karşı taraf
bunların
otoritesini yıkmak için her şeyi yapıyordu. Sonunda iç savaş patlak
verdi.
Yönetim şekli, sosyalist eğilimli bir
monarşi idi. Kral özel bir
konseyin yardımıyla
hüküm sürüyordu. Kötü unsurlar,
sonunda bu konseyin içine
sızmayı başardılar; yalan,
entrika ve komplo, kralın
sarayında bile yaygınlaştı. Toplum üç sınıfa ayrıldı: Hükümran sınıf, her iki gruptan olup da nüfuzlu mevkileri
işgal edenler ve yüksek ruhban
takımı
tarafından oluşturuluyordu; orta
sınıf
öğretmenlerden, idare
memurlarından
vs... oluşmaktaydı; ve son olarak da emekçi sınıfı geliyordu ve işçilerden, köylülerden ve melez yaratıklardan (hybridler) oluşuyordu. Ayrıca kraliyetin debdebeli yaşamına tutkun
olan saray halkı, prensler ve prensesleri de unutmamak gerekir. Bir Yasası'nın Çocukları ise topluluk halinde yaşamaktaydılar. ·
lç çalkantılar, huzursuzluklar, anlaşmazlıklar, şahsi arzula-
(•)
Noktürn:
Gece yaşayan, Kece
vakti Kerçekleşen.
nn
iyice azgınlaşması,
genelde hakim olan bu tatsızlık ortamı, At- lantis'in son çöküşünü hazırlayıverdi. Ve yıkılışı, daha
önce
çarpıcı bilimsel aşamalar yapmaya
imkan vermiş olan doğal ve
ruhsal yasaların
kötüye kullanılmışlıkları oranında da
zorlu ve azap verici boyutlarda gerçekleşti. Tek Tanrı'ya sadık olanlar, sümüksü bez
vasıtasıyla
faaliyette olan, ancak giderek
kaybolmaya yüz
tutmuş o durugörü yetenekleri
sayesinde Atlantis topraklarının
batışının yaklaşmakta olduğunu anlamışlardı. Toplumları uyarmaya, önlenmesi imkansız olan
o felakete mümkün
olabildiğince engel
olabilmek için onları birleştirmeye çok gayret sarf ettiler. Tanrı'nın emrine
göre, Belial Oğulları'nın arzu ettikleri gibi hemcinslerini
itaat altına almak yerine, üstünde yaşadıkları toprak parçalarını itaat alhna almaları gerektiğini anlatmaya çalışıyorlardı. Felaketi engellemek için, dünya üzerinde yaşayan tüm ulusların sahip ol- duk.lan tüm bilgileri
biraraya getirme yollan aradılar ve
bu amaçla
büyük bir toplantı gerçekleştirildi. Tüm ülkelere mensup delegeler, büyük felaketi
önleyebilmek
ümidiyle tüm bilgeliklerini
ve bilgilerini ortaya koymak üzere Atlantis'e
geldiler; ama tüm çabaları
boşuna oldu.
Önlenemez olana
boyun eğen Bir Yasası'nın Çocuk.lan başka çözümler ve kolonileştirebilecekleri yerler aradılar. Emniyetli
sığınaklar aramak amacıyla, Mısır'a, Honduras'a, Yucatan'a dünyanın diğer bölgelerine, denizden, havadan ve karadan
olmak üzere sayısız
araştırma seferi yapıldı. Her
şeyden de önemlisi dini
arşivlerini, sembollerini, ibadet eşyalarını muhafaza etmek amacınday- dılar ve bunları beraberlerinde
götürdüler.
Atlantis,
M.Ö. 10700'de zaten tam bir çöküntü durumundaydı, uçurumun dibini bulmuştu. İnsan kurban etmeler ve güneşe tapınma, gerçek dinin yerini almıştı, her
yerde zina, ahlaksızlık
ve her türlü bozukluk
hüküm
sürmekteydi. İnsan ve
hayvan karışımı
melez yaratıklar (hybridler) giderek daha çok eziyet
görmeye
başlamışlardı.
Doğa güçlerini çok kötüye kullanıyorlardı.
Güneş prizmaları, birer
zor kullanma, işkence ve ceza aracı haline
gelmişti;
öylesine ki, halk bunlara "Korkunç Kristaller" adını takmıştı. İnsani de-
ğerlere hiç mi hiç saygı kalmamıştı ve ahlak, yeni yeni uçurumlarda yitip gidiyordu. Tüm ülkede şiddet ve isyan hüküm sürmekteydi. Ve ardından, sonuncu
afet geldi.
Muazzam
yer sarsıntıları
toprakların altını üstüne getirdi.
Büyük adalar, kendilerini yutan
okyanusun karanlık
sularına gömülüp gittiler.
Kısa bir sürede, su
yüzeyinde
adeta bir milletin mezarının yerini
işaret edercesine sadece birkaç zirve
kaldı.
Bazıları kaçmaya muvaffak
oldular; diğerleri
ise zayıf olanlara
diğer
ülkelerde sığınma imkanları yaratmak
amacıyla
kahramanca kalmayı seçtiler. Büyük bir çoğunluk kıta ile birlikte sulara gömüldü. M.Ö. 9500'de, Atlantis yeryüzünden tamamen silindi.
Bununla
beraber, Atlantis kültürü tamamen yok olmadı. Onun
izlerine Çin'de ve Hindistan'da hala rastlanmaktadır ve etkisi, sayısız tekrardoğuşlarla kendini günümüzde de
gayet kuvvetle hissettirmektedir.
Tarih,
ebedi bir yeniden başlangıçtır
ve bu batık kıtanın tüm bölgelerinin yeniden gün ışığına çıkacak olması gibi, Atlan- tisliler'in ruhu da günümüzde yeniden
ortaya çıkmaktadır.
Po- seydia Adası, suların üstüne çıkacak olan ilk bölgedir ve
Atlantik Okyanusu'nda, A.B.D. kıyıları açıklarında yeni kara parçaları belirecektir. Bunun zamanı yakındır.
Bahama
Adaları,
ikinci tufandan önce geniş kıtanın bir parçasını oluşturan Poseydia Adası'nın zirve
kısımlarından
yegane geriye kalanlardır. Buraya çok yakın bir
bölgede,
Bimini sularında ve
Florida kıyılarından
elli mil açıkta, çamur tabakaları eski ve batık bir
Atlantis tapınağının
kalıntılarını örtmektedir. Günün birinde
ortaya çıkarılacaktır.
Pireneler'
de ve Fas'ta, eski bir Atlantis kolonisinin yıkıntıları hala keşfedilmeyi beklemektedir.
Atlantis'ten
kaçıp
sığınanlara, Honduras,
Guatemala ve Meksika'da (Yucatan), ''Mayalar" deniyordu.
Kuzey Amerika'da ise New Mexico'ya, Arizona'ya ve Colorado'ya yerleştiler; doğuya, Mississippi ve Ohio'ya kadar
ilerlediler ve tümülüsleri
(*) yaptılar.
(*) Tümülüs: Genellikle eskiden mezarların
üstüne toprak veya taştan yapılan koni şeklindeki tepeye verilen isim.
K. Amerika'da rastlanan kadim devirlere ·ait ve insan eliyle yapılmış
olan koni biçiminde tepelere de tiimülüs denir.
lrokua
(lroquois) yerlileri bunların doğrudan torunlarıdırlar ve Atlantis dininin izlerine
hemen hemen tüm
kızılderili kabilelerinde rastlanır.
Atlantisliler'in
etkisi, Mısır'da
kendini piramitlerin yapınun- da
gösterir,
ki bu mimari şekline Meksika'da
da rastlanır.
Bazı yazıtlar birbirinin
aynıdır ve Eski Ahit'in bazı kısımlarını aydınlatma imkanı verecektir. Buna ek olarak, Büyük Kristaller'in
yapılış
planlarını da içermektedir. Bu kalıntılardan bazıları, bunları çözmeyi başaramayan arkeologlar tarafından Yucatan piramitlerinde bulunmuştur.
Cayce'in
"okumalan"nda verilen ilk tarih on buçuk milyon
yıl
öncesine dek -kusursuz ırk ruhlarının ikinci tesirleri- uzanıyorsa da, büyük Atlantis
dönemi boyunca, M.Ö. 200
ile 10700 yıllan arasında pek
çok
uygarlıklar geliştiler ve
sönüp gittiler. İlk ve
son tufanlar arasında
binlerce yıl geçti. Birinci felaket zamanındaki göçler vasıtasıyla Pireneler'e ve Arnerika'ya götürülen kültür, ikinci göç esnasında Orta Amerika ve Fas'a aktarılan kültürden ve üçüncü ve
son tufan zamanında
Mısır ve Meksika'ya götürülen kültürden farklıydı. Atlantis uygarlığı, bir bütün olarak
tek bir kerede nakledilmiş değildi. Kıta adalara ayrıldığında konuşulan dillerde de ayrılıklar başgösterdi. Halbuki dünyanın geri
kalan kısmında
hala aynı diller
konuşulmaktaydı.
Bu da Atlantisliler'in, göç ettikleri
diğer
ülkelere olan etkilerini hayli zora
sokuyordu.
Çağımız, pek
çok
bakımdan eski Atlantis'in bir kopyası gibidir ve sahip olduğumuz teknoloji,
Atlantislilerce kaydedilmiş
olan gelişmelerle kıyaslandığında, daha da iyi anlaşılacakbr. Onlar günümüzde de çok büyük miktarlarda
tekrar doğup
durmaktadırlar, halbuki
insanlık
devresi (siklus) Karma Yasalan'na
-Etki ve Tepki- göre
tekamül etmektedir ve insanlar yeniden,
kendi elleriyle yaratmış
oldukları bir dünyaya karşı çıkmak zorundadırlar. Gelişmiş
uygarlığımız bizlere
ilk kez ve benzer şartlar alhnda, sadece yapmış olduğumuz sayısız haksızlıkları ve insafsızlıkları telafi edebilmemiz değil, tabiat
güçlerini
yapıcı ya da yıkıcı amaçlarla kullanma konusunda bir·kere daha bir seçme yapabilmemiz
imkanını
vermektedir.
Cayce
şöyle
demişti:
"Bu
varlığın
Atlantisli olduğunu görmekteyim. Sonuç olarak o da, pek çok Atlantisli'nin
yapmakta olduğu gibi, dünya üzerinde içinde bulunduğumuz çağda tekrar doğmayı seçmiş bulunmaktadır. Bir şeyden emin
olunuz: Hiçbir
ülkenin hiçbir yöneticisi -varlığın inançların taraftarı ya da düşmanı olsun-
bir Atlantis- li'den başka biri
olamaz. Belirtmiş
olduğumuz gibi, Atlantisliler çok yüksek bir
uygarlık
düzeyine ulaşmışlardı; ve
onlara ilahi faaliyetler emanet edilmişti. Ama
-tıpkı bu varlığın da
yaptığı gibi- onlar, tüm varlıkların kimin için ve
kimin içinde
yaşayabileceğini unutup
gitmişlerdir.
Ve sonunda bedenlerini tahrip etmişlerdir, ama ruhlarını değil. Bu varlığın da
yeryüzündeki
gayesi şudur: Diğer insanlara mutluluk getirmek, hem
de bir an evvel. Yani Tan- rı'nın şu sözünün yaşayan bir numunesi olmak: 'Sizler, güçsüz olanlar
ve ezilenler, bana gelin, haçımı taşıyın ve öğretilerime kulak verin.' Bu varlığın tekrardoğuşunun altında yatan sebep budur işte. Maksadında ya başarıya ulaşacak, ya da tıpkı Atlantis'te
iken yapmış
olduğu gibi ve diğer pek
çok ruhun da bu özel alanda
başlarına
gelmiş olduğu gibi
acıklı bir başarısızlığa uğrayacaktır." (2794-L-1)
Bizi.er,
hepimiz, bir imtihanlar devrinin eşiğindeyiz. Bugün yapmış olduğumuz şeyler
insanlığın binlerce yıllık kaderini
belirleyecektir.
Cayce Dosyalarından Aktarmalar
"Bir
'hayat okuması'
için verilen bilgilerin içinde, zaman
zaman varlığın ya
da kişinin,
Atlantis Kıtası'nda iken
özel bir konum işgal etmiş olduğuna, ya da bu kıta üzerinde herhangi bir faaliyete iştirak etmiş olduğuna, ya da varlığın bu
kıtadan
ayrılarak, o devirde yeryüzünde bulunan
başka bir bölgeye, buralara
özel bir gelişme süreci aşılayabilmek için göç etmiş
olduğuna rastladım. Bu
kişiler
çok faal olmalıydılar, çünki yeni gökler altına gelmiş oldukları halde, içine girmiş oldukları bu yeni ortamlarda bir hayli deği-
şiklikler oluşturmaya başladılar. Tekrardoğuşun
bir olgu olduğunu
ve dünyada
önce yaşamış olan
ruhların,
bugünkü devirde de yeryüzüne doğmakta olduklarını kabul edersek, eskiden yaşamış oldukları devirde yaptıkları faaliyetlerle kendi yıkımlarını hazırlamış iseler, günümüzde de
geri gelerek yeniden bazı değişimler meydana getirecek olduklarını düşünmek yanlış mı olur acaba? Onlar bu eski dünyaya mı aittirler? ·Yoksa bizimkine
mi?" (364 -1)
"Varlık, yeryüzünde yaşayan ve dokunulmazlar denen o acayip mahh1kların oluşturduğu kastların, yüksek kastlara mensup
olanlarca köpeklerden
bile daha çok aşağılanmaları ile ilgili olarak vicdanların sızlamaya başlamış olduğu ve sorunların ortaya çıktığı o dönemde yaşamış olan bir Atlantisli'dir. Varlık, dokunulmazlara içinde bulundukları durumdan kurtulmaları için yardım etmeye çabaladığında, yüksek bir konumda bulunuyordu. Günümüzde ise,
geçmişteki
bu deneyimi ile güçlenmiş olarak
varlık,
metaller, konstrüksiyon (yapı) ve demokratik anlayışla ilgili
her şeyi bilmektedir." (333-L-1)
"
... Varlık, o çağın toplumlarında bir üstat, bir
öğretmendi
ve karalarla birlikte okyanusa gömülenler arasında bulunuyordu. Ve varlık, yeni
değişimlerin
meydana gelecek olduğu bugünkü dönemde, yeniden dünyaya gelmiştir. Atlantis'te, Isshuta adıyla yaşamış olan varlık korkuya
yenik düştü ve gerçek ortaya
çıktığında,
diğer insanları doğru yoldan
çıkardı.
Günümüzde, bu korku onda doğuşundan beri sürmektedir." (105-L-1)
"O devirde dünya amanı şimdi olduğu gibi
günler, haftalar ve yıllar değil, onluklarla, elliliklerle ve yüzlüklerle
sayılıyordu... Buna göre, beş, alb ya da yedi yüz sene yaşamak, günümüz
zamanına göre sadece elli, altmış yada yetmiş yıl yaşamak demekti." (1968-L-2)
"... Belirtilmiş olduğu gibi varlık,
mekanik ile ve mekaniğin kullanımı ile uğraşanlara katılmıştı. Ve bu, günümüzde
henüz icat edilememiş olan şeylerin bulunduğu bir dönemdi. Örneğin, Ateş Taşı
gibi... Varlığın içinde bulunduğu faaliyetler kendisini o çağın hem yapıcı hem
de yıkıcı güçleri ile uğraşmaya sevk ediyordu.
Varlığın, günümüzde daha iyi anlayabilmesi için bu
aletin bir tanımını
yapmak iyi olacakbr..."
"Tabanı, günümüzde yalıtkan olmayan malzeme diye ad- landırdığınuzdan kaplannuş olan yapının ortasında, günümüz ln- gilteresi'nde bu tip şeylerle uğraşanların gayet iyi bildikleri bir isim altında üretilen diğerleri gibi, amyanta benzer, taştan ya
da metalden
bir elzeme bulunuyordu..."
"Taşın üstünde, bina oval (yumurta gibi)
ya da kubbe şeklindeydi ve taşın, faaliyetinde ateş halindeki cisimlerden
yayılan enerjilerin yoğunlaştırılmasından, dünya atmosferinde bulunan ya da
bulunmayan unsurlardan ve Güneş'in ya da yıldızların ışınlarından
yararlanabilmesi için, bu kubbeyi geriye çekmeye yarayan bir mekanizma
bulunuyordu."
"Cam (günümüzdeki adıyla) prizmalar
vasıtasıyla yapılan konsantrasyon (yoğunlaşbrma) işlemi, değişik nakil
vasıtalarına monte ediliniş cihazlara etki edebilecek şekilde
gerçekleştiriliyordu; günümüzde uzaktan kumanda sisteminde radyo dalgalarının
yönlendirilmesiyle çok benzeşen endüksiyon yöntemleri sayesinde taştan yayılan
ve taşıtların hareket ettirici gücüne etkide bulunan enerjinin türü sayesinde
bu işler gerçekleştiriliyordu."
"Her şey öylesine tasarlannuşb ki kubbe
açıldığında veya yer değiştirdiğinde, mekanda hareket eden değişik yapılara
-bunlar ister gözün görüş alanı içinde, isterse de dışında, suyun albnda veya
havada ya da karada gidiyor olsun- yollanan direktifleri hiçbir şey
bozamıyordu."
"Taşın hazırlanması sadece inisiyelere
emanet edilmişti; ve varlık, bu radyasyon (ışınım, şua neşretme) etkilerini
yönetenler arasında yer alıyordu. Bu dalgalar göze görünmez bir şekilde yükseliyorlardı
ve gerek o devirde mevcut bulunan gazlar sayesinde uçan taşıtları havalandırmak
için, gerekse de karada ya da havada veya suda ya da suyun altında gidebilen
eğlence taşıtlannı yönetmede kullanılıyorlardı."
"Bunlar, jeneratörün (günümüzde söylendiği
gibi) merkezine yerleştirilmiş olan taştan yayılan dalgaların yoğunlaşbrılması
ile hareket ettiriliyorlardı. Varlık bu aktif güçten yıkınun tohumla-
rını ekmek
için
yararlandı; bu amaçla ülkenin çeşitli bölgelerine, şehirlerde,
köylerde ve kasabalarda sürdürülen faaliyetler
için enerji üreten farklı cihazlar (ya da taşlar) yerleştirdi. Bu cihazlar beceriksizlik yüzünden yüksek hacimle ve çok güçlü çalışacak şekilde bağlandı ve
bu da ülke
halkına ikinci yıkım dönemini getirdi ve kara parçalarının adalara ayrılmasına neden oldu. Nitekim daha
sonralan bu adalar da, getirilen yeni güçler yüzünden yıkılıp gideceklerdi."
11Aynı ateş türü sayesinde insan bedenleri
yenileniyordu: Ta^ şın ışınımlarını kullanarak, canlı organizmaya
yıkıa
güçleri getiren
etkiyi yakıyorlardı.
Varlık, bu şekild^ pek
çok kereler kendini gençleştirmişti; ve bu ülkede kah
toprakların
parçalanmasından sorumlu
olanlarla, kah son yıkım
esnasında Belial ile beraber çalışarak sonuna
kadar yaşadı. Bu, varlığın düşüşü oldu. Başlangıçta, yıkıcı güçleri yönetmek arzusuyla hareket etmiyordu. Ama
daha sonra iktidar hırsı
üstün geldi."
"Bu
taşın
tanımlanmasına ve
yapısına
gelince: Büyük ve
camdan -günümüzdeki
adıyla- bir silindir görüyoruz. Bu,
tepesi ya da başlığı,
silindirin en alt yüzü ile
tepesi arasında
yoğunlaşnuş olan enerjiyi toplayabilecek şekilde façetalar (küçük satıhlar) halinde yontulmuş durumdadır."
"Bu
yapının planlan ya da belgeleri, günümüzde halen
dünyanın
üç bölgesinde bulunmaktadır: Atlantis'in
batık
bazı bölgelerinde
ya da Poseydia'da; ki buradaki tapınakların kalıntıları şu anda Florida açıklarındaki Bimini Adası yakırundaki bir bölgede okyanusun dibinde çamur tabakasıyla örtülü bir durumdadır ve
yakın bir zamanda keşfedilebilecektir. Ve (ikinci olarak) Mısır'm eski
tapınaklarının
arşivlerinde; ki
varlık daha sonra buralarda, daha önce ülkelerinde bulundukları sırada muhafaza etmiş ve
daha sonra Mısır'a
getirmiş oldukları belgeleri
korumak için
diğerleriyle
birlikte çalışnuştı.
Bunlara ek olarak (üçüncüsü) diğer arşivler de Amerika'ya, günümüzde Yucatan
adı verilen bölgeye nakledildiler ve hatta bu taşlar (ki
haklarında
hiçbir şey bilinmemektedir) şu anda
bile keşfedilmiş
durumdadır." (440-5)
"...
Atlantis topraklarında,
Bir'in sayısız yasalarının ve esas-
lannın çiğnenmesi sonucu oluşan sıkınhlar ve felaketler zamanında;
ve Poseydi Adası ahalisinin göç etmesine
neden olan yer sar- sınhlan
başladığında, varlık doğadaki harekete
geçirici
güçleri de- polayanlar arasında yaşıyordu. Bu güçler, ışığı, formları ve faaliyetleri çok kuvvetli
bir şekilde
yoğunlaştıran büyük kristallerden
gelmekteydi. Bunlar sayesinde deniz dibinde vey,a havada giden taşıtları idare
ediyorlardı.
Bu güçler aynca
birçok teknikte: Orne- ğin, cisimleri
ulaştırmada,
sesi ulaştırmada, bu faaliyetlerin kaydedilmesinde ve günümüzdeki adıyla televizyonun çalıştırılması için özel titreşimlerin meydana getirilmesinde kullanılıyordu." (813-L-1)
"...
Atlantis topraklarında... Yıkıcı güçleri harekete geçiren faaliyetlerin
önceden bilinmesine dayanan ve Atlantis dışına yapılan göçlerin yaşandığı o garip devirlerde, varlığın, günümüzdeki isimleriyle sadece Yucatan
denilen ülkeye
değil, Pireneler'e ve Mısır'a da
gidenler arasında
bulunmuş olduğunu görüyoruz. Hava
yoluyla taşımacılık
ve iletişim yöntemleri o devirde, çok daha
sonra Hezekiel'in tarif edecek olduklarına çok benzemekteydi."( 1859- L-1)
"
... Atlantis topraklarında,
son afetten önce ve
milletlerin büyük
göçü gerçekleştiği devirde
varlık,
çeşitli uzak ülkelere yapılan yolculukları düzenlemeye
yardım edenler arasında bulunuyordu.
Varlık,
yargıç (bugünkü ismiyle)
vazifesi görüyordu
ve aynca milletlere
uygun bir çevre, iklim ve etkinlikler sağlayabilecek kapasitede bölgeler araştırmakla da görevliydi. Ve varlık, günümüzde Orta Amerika diye adlandırılan ve ülkeden kaçanların günümüzde keşfedilmiş olan o pek çok tapınakları inşa etmiş oldukları bölgeye geldi."
"Varlık, bu arkeolojik buluntulardan söz edildiğini duyduğunda, buna çok özel bir
ilgi duydu; çünki bu, onun uzak geçmişinin
bir parçasıdır.
Varlık, kendi kendilerine bu ülkeyi terk
eden insanların
geride neden tek bir mezar dahi bırakmadıklarını ve oturdukları evlerden neden tek bir kalınb dahi
kalmadığını
soranlara pek çok şeyi açıklayabilir. çünki varlık, ölüleri yakma adetini oluşturanlardandı; ve çok sayıda insanın külleri bu amaç için kurul-
muş tapınaklardan birinde bulunabilir." (
914-L-1)
"...
Atlantis topraklarında,
Belial Oğullan tarafından azdırılan yıkıa güçlerin neden olduğu göçün başlangıcında, varlık, bu ülkenin prenslerinden
biriydi. Diğer
bölgelere seyahatleri sağlayan
etkilerin ayrılmasına,
belgelerin muhafaza edilmesine...
ve günümüzde
medeniyet adını verdiğimiz şeyin bir bölümü haline
gelmiş olan etkinliklerin sürekli olarak
yerleştirilmesine
taraftardı."
"Varlık, sadece hava ve deniz seferlerinde
değil,
doğa güçleri sayesinde
diğer
ülkelerle haberleşme sanabnda
da ustaydı... Sonuç olarak
doğanın,
haberleşme ile alakalı bu
şeyleri,
o devirde varlığın yaşanunın bir parçasını oluşturmaktaydı... Yolculuk hikayelerinde... imajinasyon (tahayyül)...
yabancı
ülkelere ve yabancı milletlere
ve onların
örf ve adetlerine ait her şey onun
doğuştan
var olan güçlerinin bir bölümü haline
geldi." (1215-L-1)
"Varlık, korunması gereken kişilerin yollanabilecekleri,
birden fazla sayıda ülkeyi araştıran grupta bulunuyordu. Böylece Yucatan
Ülkesi'ni,
Pireneler ve Mısır'da yapılan faaliyetleri tanıdı. Bugün de, bu milletlerin, adetlerinin
ve yaşam
biçimlerinin varlığın ilgisini
çektiğini
görmekteyiz. Eski
yaşanunın
başlarında, varlığın Poseydia'da
yaşamış
olduğunu görüyoruz; ama
belirleyici faktörler
Bir Yasası'run Çocukları ile Belial Oğullan arasındaki çatışmaları doğurduğunda
varlık, yeniden inşa dönemi esnasında Mısır'a gidenler arasında bulunuyordu."
(1908^L-1)
"Varlık, ikinci tufandan hemen önceki karışıklık ve huzursuzluklar meydana geldiği sırada; Belial Oğulları ve
Bir Yasası'nın
Çocukları arasında tartışmalar ve
anlaşmazlıklar
çıkbğı zamanda Atlantis topraklarında yaşamaktaydı. Varlık, Bir Yasası'nın Ço- cukları'run prensiplerini izleyen, ancak bir
yandan da Belial Oğul-
ları'nın maddi avantajlarından yararlanmaya teşebbüs edenler
arasına
katıldı. Böylece varlığın maddi
ve ruhsal ideallerinde bir zıtlık meydana
geldi. Ama senin Sahibin Olan Tanrın birdir
ve kendine karşı
bölünmüş bir evi yoktur." ( 3102-L-1)
"...
Atlantis topraklarında,
kıtarun parçalandığı devirler
esnasında,
ülkenin değişmesi için bir
kanun ilan edildiği
zamanda, varlık Mısır'a doğru yelken açan, ancak
günümüzde
Portekiz,
Fransız ve
İspanyol
Ülkesi denen yere, Pireneler'e gelenlere
eşlik ediyordu. Ve Calais Falezlerinde varlığın arkadaşları tarafından bırakılmış olan izler hala görülebilir... Amaçlan Bir
Yasası'na
sadık olanlar için dini
bir etkinlik kazandırmaktı
... Varlık önce kaybetti, sonra kazandı...
Kazanması,
Mısır topraklarını uygarlaştı- ranlarla
işbirliği
kurulduğunda gerçekleşti. Ve
tüm bunlar, İskenderiye çevresinde keşfedilmeyi bekleyen eşyalarla kanıtlanacaktır. Çünki, şu da açıklanabilir ki varlık, Barış Prensi'nin, ilk inisi- yasyonu için Mısır'a gelişinden 10 30 sene önce İskenderiye'de bir bilgi kütüphanesini ilk kuran kişiydi. Çünki beni duyunuz: 'O, Mısır'da da
çarmıha
gerilmişti.' "
( 315-L-1)
DÖRDÜNCÜ
KISIM
PİRAMİTLERİ
İNŞ A
EDENLER
Dünyanın tilin gizemleri içinde, Mısır'daki Büyük Piramit ilk sırayı almaktadır. Dünyanın yedi harikasından biridir ve yaşı, yönü, yapısı ile alakalı olarak sayısız münakaşalara yol açmıştır. Ama zaten tüm Mısır, bir araşbrmacı ya da bir arkeolog için büyüleyici olduğu kadar
da zengin bir ülkedir; çünki orada insanlığın en esrarengiz muammalan yer almaktadır.
Dünya üzerinde bilinen ilk tarih, M.Ö. 4241
yılında
Mısır takviminin
kabul edilişidir.
Evrensel olarak kabul edilen bir
sistem, Mısır tarihini M.Ö. 3400
ile 332 yıllan
arasında yer
alan otuz hanedana bölmektedir. Bundan önceki zamanlara
ait olarak hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir; aynca bu
tarihlerin hiç biri de kesin değildir. Genel olarak, Gize Piramidi'nin M.Ö. 2900
yılına
doğru yapılmış olduğuna inanılır ("').
Eski
ve tarihi Kahire kentinin on beş kilometre
kadar babsın- da, 29° 58' 51" kuzey
enleminde ve 31°09' doğu boylamında (Gre- enwich meridyeni) yer almaktadır. Kral Kufu ya da Keops'un mezarı olduğu kabul edilmektedir ama içinde hiçbir ceset bulunabilmiş değildir. Bu dev piramit beş buçuk hektardan biraz daha az bir alanı kaplamaktadır; bir kenarı 231,6
metre, boyu ise 146,5 metredir.
Büyük Piramit
yegane kare tabanlı
olandır ve
bütünüyle
taştan,
her biri 54 ton ağırlığında dev taş bloklardan
yapılmışbr.
Yapılışındaki kesinlik ve doğruluk, bir elmas ustasının çalışmasıyla fa- ("') Bkz: Büyük Piramitin Sırrı (G.
Barbarin-Ruh ve Madde Yayınlan)
yaslanabilir.
Taşların
bitişme yerleri gözle seçilememektedir ve mimarlar ve mühendisler bu dev taşların nasıl kaldınldığını, yerlerine nasıl konduğunu asırlar boyunca kendi kendilerine sorup durmuşlardır. Başlangıçta kalın ve beyaz alçı taşlarıyla kaplanmış durumdaydı, ama bunlar asırlar boyunca
tıpkı en tepesindeki parça ya
da apeks gibi, yerlerinden sökülmüşlerdir.
Geometrik
şekil olarak Büyük Piramit
tam tamına bir piramit formundadır. Tabanı kusursuz bir karedir; her bir yüzeyi diğerleriyle en zirvede birleşecek şekilde eğimli olan eşkenar üçgenlerden oluşmaktadır ve en tepe noktası, tabandaki
karenin diagonalleri- nin kesiştiği merkez
noktaya tam dikey olarak yer almaktadır.
Tabanın, gerçek dört esasi noktaya (dört yön) göre olan pozisyonu
sadece beş saniye fark etmektedir, bu da hiç şüphesiz onu dünyanın en
iyi yönlendirilmiş
yapısı durumuna getirmektedir.
Sfenks
(•), insan başı
taşıyan ve uzanmış bir
aslanı temsil etmektedir. Bu yekpare taştan heykelin
uzunluğu
57,60 metredir. Mısır'da Hu
ismiyle bilinir ve Tanrı Horus'un bir temsilidir, yaşı da
Büyük Piramit'den çok daha
eskidir. Daha küçük olan diğer sfenksler
bir koç ya da doğan büstünü temsil etmektedirler ve pek çok yazıtlarda da hayvani eklentileri olan, yani
toynakları,
pençeleri, boynuzları, kuyrukları ya da tüyleri olan
insan bedenleri tasvir edilmektedir.
Esrarengiz
sfenksler ve piramitler yalnızca Mısır'da bulunmaz. Asur Ülkesi'nde (Asuriye, bugünkü Suriye)
bulunan taş kabartmalarda kanatlı sfenkslere
rastlanır;
Pers ve Yunan sanatı biz-
lere bunun minyatür
örneklerini sunarlar.
Yucatan'da ise Maya- lar'ın yapmış oldukları sfenksler ve piramitler Mısırlılar'ınkine şaşılacak denli benzemektedir, ancak daha küçüktürler. Bu tip yapıların meydana getirilebilmesi için gerekli
olan gücün,
imkanların, yöntemlerin ve
zenginliğin
ne olması gerektiği meydandadır ve kökenleri aynı ve yüksek seviyeli
uygarlıkların
işaretleridirler.
Eski
Mısır'da
astronominin çok önemli bir bilim olduğu bilinmektedir, ancak dini hakkında çok az malumat vardır, hatta
dini akidelerin esaslarının
ve inançların bilerek ve isteyerek gizli (•)
Bkz: Büyük Sfenks'in Sım (G.Barbarin
- Ruh 'De Madde Yayınları)
tutulmuş olduktan
izlenimi hakimdir. Görünüşe
bakılırsa, Mısırlılar güneşe tapıyorlardı. Re ya da Ra ismi, tüm tanrılann başı olan güneş tanrısı için kullanılıyordu. Kafkasya'dan gelmiş olabilirdi.
Tüm
tannçaların_prototipi olan
lsis, doğa
tanrıçasıydı. Onun
kültü muhtemelen M.O_ . 1700 yıllanna doğru başlamış olmalıydı. "Her iki ulus" ya da Aşağı ve
Yukan Mısır, Ra tarafından birleştirilmiş gibidir. Dinin ve devletin
birbirlerine sıkıca
bağlı olduklan görülmektedir. Sırlarla ve
"mitoloji" ile kaplı ve
olağanüstü
zenginlikteki kalınblann haricinde
Eski Mısır
hakkında çok az
şey bilinmektedir. Pek çok arkeolojik
buluntular anlaşılabilmiş
değildir ve işte bu
noktada, Edgar Cayce'in "okumalan" karanlık noktalara
parlak bir ışık
tutmaktadırlar. Ve
neticede bu tarih öncesi
döneme ait, ikna edici olduğu kadar
da açığa
kavuşturucu bir kavram ortaya çıkı- vermektedir.
"Okumalar",
Büyük Piramit'in ve Sfenks'in yapılışları ile ilgili
olarak çok daha eski bir tarih, M.Ö. lOO'
lere doğru yer alan bir tarih vermekte ve insanın yeryüzündeki tekamülü ile alakalı bir
anlam taşıdıklarına
değinmektedirler. Yucatan
ve Mısır
arasında belirlenmiş olan
kültürel
benzerlikler, babk kıta Atlantis'te
yaşayanların
her iki ülkeye de
yapmış
oldukları sayısız göçlerle izah
edilmektedir.
Bu
"okumalar"da, hayvani eklentilere sahip insanların dış görünümleri son derece gerçekçi biçimde izah edilir; lsis belirginleşir ve eski yazıt "Ölüler Kitabı" yeni bir anlam kazanır.
İşte, hiçbir dış kaynağa başvurulmadan meydana getirilen, Mısır piramitlerini
ilk inşa edenlerin Edgar Cayce'e göre hikayesi.
Cayce Dosyalarından Aktarmalar
Yaklaşık olarak
çeyrek milyon sene boyunca, Sahra' nın bazı bölgeleri ve Yukarı Nil
Vadisi hariç,
Mısır ve Kuzey Afrika sularla kaplı durumdaydılar. Diğer kara parçalarının su yüzüne çıkmasından sonra buraların da
yaşanabilir
hale gelmesi için yine
de
uzunca
bir süre
geçmesi gerekti. Siyah ırka ait
ilk kabileler Yukan Nil'in bereketli topraklannda, günümüzde Krallar
Vadisi diye adlandırılan
yerin yakınındaki bölgede göründüler. Nüfus, çadır altında
ve mağaralarda yaşıyor ve yük hayvanlarından yararlanıyordu. Dünyanın diğer bölgelerini tahrip etmekte olan büyük ve
vahşi hayvanlann istilasından uzakta ve korunmuş durumda
bu- lunmalanna rağmen ulus zayıfb ve
iç
kanşıklıklar ve
uyuşmazlıklar altında ezilmekteydi.
Banş ancak
ikinci saltanat döneminde,
tabiat yasalan ile ilgili büyük bir
anlayışa
ve yüksek ruhi
vasıflara
sahip bir bilge olan Kral Raai
saltanab döneminde
geldi. Halk kitlelerine, kendi içlerinde taşıdıklan ilahi kıvılcımı tanıtmak amacıyla mümkün olabilen her şey gerçekleştirildi. Hükümdarlığının yirmi sekizinci yılında,
bu kral, tüm
dünya yöneticilerinin kabldığı bir
toplanb düzenledi. 44 rahip, kahin ve astrolog, insanın tekamülünü hızlandırmaya yarayan ve ona fizik ortamın şartlanna direnmesinde yardımcı olan
usulleri tartışmak
ve diğer bölgelerdeki vahşi hayvanlar sorununu çözmek üzere biraraya geldiler. Bu yöneticiler mağaralarda ve çadırlann albnda
toplandılar
ve konferansın konusu "İnsanın sahip bulunduğu ve
kendisini yeryüzünün
en yüksek varlığı yapan ruhsal güçler." idi. Görünüşte, başka imkanlardan mahrum olan insandaki
bu kudretin bir Yüce Kaynak'tan çıkhğını ilk
açıklayan kişi Kral
Raai oldu.
Ve
böylece
insanın ruhsal tabiabnın, insanın insanla ve insanın Bütün ile olan ilişkisinin incelenmesine başlandı: Ruhun
bölümleri,
şuur, şuurdışı, şuurüstü; daha
iyi tekamül edebilmek amacıyla, insanın içinden geçmek zorunda olduğu Güneş Sistem- leri'nin bölümleri ve
çeşitli
varlık seviyeleri... gibi. Bu dogmalar, insanın, güneş, ay, yıldızlar ve
unsurlar ile sembolize edilen yeryüzü hayatının safhalarını iyi yönetiyorlardı. Bu ruhsal yasalann taştan veya
arduvaz taşından
(siyah bir taş) tabletler
üzerine
yazılması ilk kutsal kitabı oluşturdu. Bu, ileride Ölüler Kitabı olarak adlandınlacak. olan ve aslında cenaze
ile hiçbir alakası
olmayan o kitabın başta gelen bölümü oldu.
Mısır'ın bu
ikinci idaresi 199 sene sürdü ve
daha sonralan
Kral
Raai, Tann'nın
yeryüzündeki temsilcisi
olarak kabul edildi ve taparcasına sevildi. Bununla beraber ömrünün sonuna
kadar hüküm
süremedi, çünki ülkesi işgal edildi.
O
devirde, lsa'nın
gelişinden 11 016 ve Atlantis'i yok edecek
olan son yer sarsıntılanndan
300 sene önce, beyaz
ırktan olan önemli bir
grup insan Kafkasya'da yer alan Arart Ülkesi'nde yaşıyorlardı. Başkanlannın ismi de Arart idi ve genç ve
aziz bir rahip olan Ra-Ta'nıil
tavsiyelerini izlemekteydi.
Ra-Ta
21 yaşındayken,
Arabistan'dan göç eden
Zu kabilesinin Mısır üzerine yürüyeceğini ve her iki ırkın da
haynna olacak büyük bir yenileşme meydana
getireceğini
önceden haber vermişti.
Kehanetine göre
Mısır, dünyanın en
büyük
gücü haline gelecekti.
Ra-Ta tarafından
teşvik edilen Kral Arart böyle bir
girişimin
başarılı olacağına ikna
oldu ve Mısır'a
doğru büyük bir yolculuğun hazırlıklarına girişti. Arart'ın emrinde olan ve Ra-Ta tarafından sevk
ve idare edilen bu sefer, Mısır'da, ülkenin tarihinde önemli bir
rol oynayacak olan birinci hanedanın kurulmasını sağlayacaktı.
Mısır Kralı Raai kendisini metafizik araşbrmalanna öylesine derinden adamışb ki,
danışmanlarının,
kendisine kuzeyden gelen istilaya
karşı
ülkesini koruması için yapbklan
baskıya
aldırmıyordu
bile. Böylece Arart, hemen hemen hiçbir direnmeyle
karşılaşmadan Mısır'ı kuşatb ve ele geçirdi. Raai,
kan dökülmesine
sebep olmaktansa derhal teslim olmayı tercih
etti, ki bu tutumu her kasta mensup çok sayıda Mısırlı'nın kendisini mahkum etmesine neden
oldu. Bununla beraber bu, kötülük görünümünde olan, ancak iyi olan için, hayırlı olan için yapılan bir davranıştı. Raai, ömrünün 17.eri
kalan günlerini
yeni bir dinin temelini teşkil edecek
olan ve Olüler
Kitabı'nda da yer alan bir çalışmaya adayacaktı.
Başlangıçta ülke halkı ile istilaalar şiddetli biçimde zıtlaşb- lar. Direnişin başı Raai değildi; bu
kişi
büyük bir etkiye sahip olan bir yazıcı idi.
Öyle çok
taraftan vardı ki,
yeni kralın
kanşıklıklara yeni
bir çeki
düzen vermekte olduğu ve
yeni yasalan hakim kılmakta olduğu bir
zamanda bile vergi yasalanna karşı çıkarak bir isyan başlatacak güçteydi. Bir işgalci olduğunun ve Mısırlılar'ın kendisinden nefret ettiklerinin şuurunda olan
Arart, çok ustaca ve
politik
bir manevra tasarladı;
hükümdarlıktan istifa
ederek yerine genç
oğlu Araaraat'ı geçirdi ve
harbi seven mizaçlı
yazıcıyı da, kendisine yalnızca kraliyet
ailesi mensuplarına
ait olan Aarat ün- vanını vererek çok önemli bir mevkiye getirdi. Bu davranışı, direnişin suskunluğa dönüşmesine neden oldu, kendisine de tüm Mısır halkının desteği sağlandı.
Bu
arada, tahttan indirildikten sonraki dönemde Kral
Raai, işgalci millete mensup büyüleyici güzellikteki bir kız tarafından baştan çıkarıldı; öylesine ki onu kendine eş olarak
aldı. Bu kız güzelliği ve fazileti ile ünlüydü ve
her iki milletin insanları
tarafından öyle taparcasına seviliyordu
ki, ölümünden
sonra tanrılaştırıldı. Bu kızın adı İsai idi.
Luz
kentinde ise genç Kral Araaraat daha on alh yaşından itibaren hayli ürkütücü bir
işe, çok
çeşitli milletlerden meydana gelen
bir ulusu yönetme
işine girişti; çünki o dönemde Mısır'da, yerli halkın dışında Hindistan'dan, Moğolistan'dan ve Atlantis'ten gelmiş göçmenler de bulunmaktaydı.
Yirmi
sekiz yıl
süren hükümdarlığı boyunca
karışıklıklar
ve sulh dönemleri, iç ve dış savaşlar yaşandı. Kral Araaraat on iki özel danışmandan ve çalışmadan, ekonomiden, ticaretten, kimyadan,
inşaattan,
eğitimden, tarihten ve sanatlardan ve
bilhassa müzikten
sorumlu bakanlardan meydana gelen
bir kabineden yardım
görmekteydi.
Bu bakanlar, Mısırlılar,
Atlantisliler ve kuzeyden gelen işgalciler arasından büyük bir bilgelikle seçilmiş kişilerdi.
Güçlü kıtanın tedrici olarak okyanusa gömülmesinin ardından Atlantisli mülteciler giderek artan sayılarla buraya
geliyorlardı.
Beraberlerinde kölelerini ve hybridler'ini (melez yaratıklar), dinlerini ve bilimlerini de getiriyorlardı. Sayılan o kadar fazlaydı ki,
günün birinde Arart, oğlunu devirmek
amacıyla,
bazı muhteris Atlantisliler tarafından düzenlenen bir komplonun başını ezmek
için,
çekilmiş olduğu köşesinden çıkmak zorunda
kaldı. Bunlar, politik durumdaki istikrarsızlıktan yararlanıp kudret elde etmek
niyetindeydiler. Ancak Arart'ın hızlı bir şekilde müdahale etmesi üzerine bu
girişimleri
pek kısa sürdü. İç barış sağlandıktan sonra da, pek çok alanda
büyük
gelişmeler gerçekleştirildi. Mısırlı yazıcı
insanin kaderi
Aarat otuz iki yaşındayken bir koalisyon
yönetiminin başkanı oldu ve genç Kral Araaraat ile birlikte her alanda ülkenin
hayrına ça- lışh. Düzenli olarak kayıt tutan bir insandı ve kaydetmiş
oldukları, kısmen kendi yaşamı esnasında inşa edilmiş olan ve Sfenks'in yakınında
yer alan bir mezarda günün birinde keşfedilebilir.
İşgalcilerin kahini Ra-Ta, pek çok tarhşmalann
ardından Mısır'ın büyük-rahibi ilan edildi. Kendisine uzun yıllar sürecek
olan, bu ülkenin metafizik araşhrmalarını ve ruhsal incelemelerini yönetme
vazifesi verilmişti. Ra-Ta'nın, insanın tabiah ve onun Bütün ile olan ilişkisi
hususunda kesin fikirleri vardı. O, insanın hem fiziksel hem de ruhsal
tekamülüyle ilgil^niyordu; özellikle de, yalnızca fizik doğumdan itibaren
değil, zamanlann başlangıcından itibaren ruhun ölümsüzlüğü ve hayatın daimi
oluşu; ruhsal plandaki Karma ya da Sebep-Sonuç Yasası ve ayrıca, ruh varlığının
dünya dışı planlardaki yaşamı ve tekamülü, onun fikirlerini ve inceleme
konulannı oluşturmaktaydı. Ra-Ta, iyi bir eğitimden geçildiği takdirde bu
ruhlarla irtibat kurulabileceğini öğretmekteydi. Ama özellikle ve o devir için
en önemlisi ve devrim niteliğinde olanı, Mısırhlar'ın dinleri durumundaki
güneşe tapınmaya (güneş kültü) karşıt olarak o, Tek Tann'nın yasasını
-"Sahibin Olan Tanrı Bir'dir"- öğretiyordu.
Başlangıçta, yerli halk başkaldırdı. Ülkenin
zenginliği ve sürdürdükleri maddi hayatın kolay oluşu onların, birer bedenli
varlık olarak o andaki dünya zevklerine daha çok ilgi duymalarına neden
olmaktaydı; yeryüzüne gelecekte de enkarne olacakları veya diğer kozmik
planlarda ruhsal bir yaşam sürdürecek olmalan onlar için o anda pek bir şey
ifade etmiyordu.
Mısır ulusunun sosyal düzeni, çok daha ileri
seviyede bulunan Atlantisliler'inkinden farklıydı. Klanlar ve kabileler
olmasına karşın gerçek bir aile hayatları yoktu. Kanun, geceleri kabilenin tüm
kadınlarının ayn bir tapınağa yerleşmelerini ve erkeklerin de başka yerde
uyumalarını şart koşuyordu. Kraliyet de bu kuralın dışına çıkamıyordu; kral,
hizmetçileri ve danışmanları ile birlikte, yanında bir krali^ ya da herhangi
bir eş olmaksızın ayn bir binada yaşıyordu. Irkın devam ettirilmesini sağlayan
ilişkiler kutsal ola-
rak
kabul ediliyor ve bu işe ayrılmış özel tapınaklarda gerçekleştiriliyordu. Üç ya
da dört
katlı olan bu yapılarda hayli
ufak sayılabilecek pek çok odalar
mevcuttu, aynca dans ve eğlence için ayrılmış olan bir de büyük salon
vardı.
İçeride eşya olarak
elde dokunmuş
halılar, örtüler ve
yastıklardan
başka bir şey bulunmuyordu.
Çiftleşmeler her iki tarafın arzusuna
göre
değil, ırkı muhafaza
etmek amaayla krallığın
bir emirnamesi ile gerçekleşiyordu. Doğum Tapınağı'nda doğan
çocuklar, özel olarak
yetiştirilmiş
gruplar tarafından bu işe adanmış binalarda devlet için yetiştirilmek üzere üç aylık olduklarında annelerinden alınırlardı.
Bütün bunlar
Büyük-Rahip
Ra-Ta'yı bir hayli rahatsız ediyordu. Diğer ülkelere, özellikle de Atlantis'e yaptığı pek
çok seyahati esnasında aile
bağlarının
yararlarını gözlemleme imkanını bulmuştu. Aile
yaşamının,
bireysel yaşamların diğer bireylerle birlikte uyum içinde, tek
bir gaye uğruna
adanmasının ve
böyle bir durumun getirdiği sorumlulukların bir millet için ifade
ettiği
manevi değerinin önemini anlamıştı.
Atlantis'e
yapbğı seyahatlerin birinden dönen Ra-Ta,
aile ku- rumunun kurulması
için ilk adım niteliğinde olan bir kararname çıkarttı. Buna
göre erkekler ancak tek bir eş alabileceklerdi.
Kendisine eş olarak
da, kendisi ile beraber kuzeyden gelmiş olan
ve çocuklarının
da anası olan
kadını
seçti. Bu yasa büyük başarıya ulaştı, ancak eş seçimi ve
çocukların
eğitimi hala yönetim tarafından kontrol ediliyordu. Kusursuz
olmasa da, bu yasa gerçek bir sosyal yaşamın yerleşmesine yönelik büyük ilerlemeler kaydedilmesini sağladı.
Zamanla
Ra-Ta'run ünü ve nüfuzu giderek
arttı, ancak önemli
mevkilere doğruluğu,
yetkinliği ve namusu kanıtlanmış kişilerin getirilmesi için krala
baskı
yaptığından dolayı servet
ve mevki hırsı olan çok sayıda Mısırlı'nın da düşmanlığını çekmeye devam ediyordu.
Bu politikası
onu, halkı kendi
şahsi
çıkarları için kullanmaya çalışan zengin
ve nüfuzlu
sınıflarla karşı karşıya getiriyordu.
Ra-Ta'nın yönettiği araştırmalar ve arkeolojik kazılar sonucunda Mısır'da eski
bir uygarlığın
yaşamış olduğu ortaya
çıkınca,
yerli halk onun Bütün'ün Birliği ve Tek Tanrı h,akkındaki fikirlerini
dinlemeye
başladı.
Yapbğı metafizik
incelemeler Ra-Ta'nın
kendisini, ilahi Yasa' nın bilinmesi
sayesinde insanın
tekamülünün hızlandırılabilece- ğine ikna
etmişti.
Doğal doğuş ve
tekrardoğuş
sürecinin gerektirdiği süreden çok daha
kısa bir zamanda da zihinsel ve
bedensel bakımdan
kusursuz bir ırk yaratılabileceğine inanmaktaydı. En büyük umudu
da mükemmel
bedenler meydana getirmekti ve bu
teorilerini uygulamaya koymak suretiyle de
Ra-Ta, insanlık
alemine karşı kendi
payına
düşen en büyük vazifeyi
yapmış oluyordu. Ama daha önce, uyuşmazlıklar ve fikir ayrılıkları ülkeyi epeyce sarsacak, bu da büyük rahibin.
cesaretinin kırılmasına
yol açacaktı.
O sıralarda Kral
Araaraat ise halkın
yararına olacak şekilde kendini
daha endüstriyel
teşebbüslere vermiş ve
büyük bir ticari faaliyet dönemi başlamıştı.
Kral,
çeşitli
ırkları biraraya getirerek yönetici sınıflardan ziyade halk kitlelerinin yararına olmak
üzere
bunların yeteneklerini ve sanatlarını geliştirdi. Ülkenin muazzam maddi kaynaklan keşfedildi. Kral, Pers Ülkesi'ndeki daha sonra Kadeş adını alacak olan Ophir'de (Ofir),
Etyopya'da (Habeşistan)
ve Yukarı Nil
bölgelerinde maden kuyuları kazdırdı; hakik taşı, oniks,
zümrüt, elmas, mavi
yakut ve opal gibi kıymetli
taşların çıkarılması için maddi
destek sağladı. Bugünkü adıyla Madagaskar'ın
kıyılarında inci
çıkarılıyordu.
Taşların yontulması ve
parlatılması
işiyle çok sayıda zanaatkar uğraşmaktaydı. Diğer maden ocaklarından da altın, gümüş, demir, kurşun, çinko, bakır ve kalay elde ediliyordu. Tannı hayli
bereketliydi, sofrala.rdan şarap eksik
olmuyordu, kürk ve mücevher kullanımı çok yaygındı. Çok geniş
tahıl depolan, gemiler, köprüler, büyük kemerli köprüler inşa edildi. Daha sonra İskenderiye adını alacak
olan Deosho (Deoşo)'da,
o devrin en büyük elyazmalan
koleksiyonunu muhafaza etmek amaayla kütüphaneler kuruldu.
Kral
sarayı ve diğer resmi
binalar yükseldi.
Bunlardan biri de kubbesi çok büyük kıymetli taşlarla işlenmiş ve salonları cilalı ve değişik renklerdeki
tahta panolarla kaplanmış
olan Altın Tapınak
idi.
Bunun kalıntıları
da günün birinde
keşfedilecektir.
Mal
değişimini
ve dünyanın büyük ülkeleri ile olan iştirakleri sağlamak için dükkanlar ve bankalar kuruldu. Bunlar,
Atlan- tis'in büyük
adalannın sonuncusu olan Poseydia, Güney Amerika'da Og (Peru), Avrupa'daki Pireneler
bölgesi ve daha sonralan Sicilya, Norveç, Çin, Hindistan ve A.B.D. adını alacak
olan ülkelerdi.
Dillerdeki
aynlık,
yalnızca büyük tufanın kıtayı adalara
bölmüş
olduğu Atlantis'te mevcuttu. Diğer tüm ülkelerde insanlar hep aynı ve
tek bir dili konuşuyorlardı.
Bununla birlikte Mısır'da, resmi
dilin haricinde çeşitli
lehçeler vardı.
Kral
ülkenin politik ve sosyal yönetimi ile
uğraşırken
büyük- rahip Ra-Ta ve yardımcıları ise Tek Tanrı kültüne uygun olarak ruhsal yasalan hazırlıyorlardı. Rahip aynı zamanda
bir medeni yasanın,
bir ceza yasasının ve
halkın manevi hayatını yöneten yasala- nn yazılmasına da yardım etti.
Kitlelerin fiziksel ve ruhsal bakımdan iyileştirilmeleri ve yenilenmeleri için gerekli
olan faaliyetlerin yapılabilmesi
maksadıyla yeni tapınaklar inşa edildi.
Ra-Ta,
Bir'in Yasası'na
sadık kalmayı sürdürenlerin yöntemlerini
ve yorumlarını
incelemek arnaayla Poseydia'ya sayısız yolculuklar yaptı. Alta'da
Hept-Supht (sükUt etmeyi bilen kişi anlamına gelir) ile karşılaştı ve
bu konulan onunla birlikte tartıştı. Çok onurlu bir bilgin olan
Hept-Supht, nesilden nesile aktarılmış olan
sayısız gizli dogmanın ve
arşivlerin
muhafızı idi. Büyük-Rahip, Hept-Supht sayesinde, özellikle hybridler
(melez yaratıklar)
ve Belial Oğullan ile
alakalı
tüm sorunlara ilişkin pek
çok bilgiler edindi. Hept-Supht,
Bir'in Çocuklan'run
yasalannın Mısır'da muhafaza
edilmesini çok arzu ediyordu.
Ra-Ta
ülkeye geri döner dönmez derhal iki büyük tapınağın, Fedakarlık (•) ve Güzellik Tapınaklan'nın planlanru çizdi. İnşaat otuz yıl kadar
sürdü.
Fedakarlık Tapınağı bir
hastane ya da sağlık merkeziydi. Güzellik Tapınağı ise bir akademi, sırlann öğretilme-
(•)
Sacrifice kelimesi: Kurban etme, fedakarlık, kendini adamak anlamındadır. Biz burada "fedakıirlık " diye yazmayı uygun
gördük. Kurban Tapınağı da
denebilir.
sine
ayrılmış
bir tür yüksek okul kimliğindeydi.
Diğer pek
çok
ülkelerde de olduğu gibi
Mısır
nüfusunun çoğunluğunu, değişik tekamül seviyelerindeki
hybridler oluşturuyordu. Bunlann çoğu da
zihinsel, ruhsal ve fiziksel bakımdan bayağı geri bir seviyede idiler.
Atlantis'ten, sahipleri olan Belial Oğulları ile
beraber hala göç edip buraya sığınmaya devam
eden çok
sayıda köleler yüzünden sosyal
sorunlar hala karmakanşık
durumunu koruyordu.
Ra-Ta,
bu yarahklann, tıpkı insanlar gibi düşünüp hareket
edecekleri ve tamamen sahiplerinin
arzulanna bağlı durumlann- dan sıynlmalanru sağlayacak bir tekamül seviyesine
kadar geliştirilebileceklerini ümit etmekteydi.
Bu tekamülleri
aynı zamanda toplum üzerinde yaptıklan geriletici etkilerini de önlemiş olacaktı.
Fedakarlık Tapınağı hem fiziksel, hem de ruhsal rahatsızlık- lann giderildiği bir hastane idi. Burada cerrahi ilaçlar, elektro
terapi, masajlar, kiroprakti (..) vs...
ve aynı zamanda diyet, müzik titreşimleri, renkler, dans, şarkı ve
özellikle
de derin meditasyon vasıtasıyla tüm şekil bozukluklan -bedensel ya da
zihinsel- tedavi ediliyordu. Hasta ile onu tedavi etmekle görevli rahipler
ya da rahibeler; tümü bu
faaliyetlere katılıyorlardı.
Amaç, aşın bedensel arzulan
zihinden silmek ve bedensel bozukluklan ortadan kaldırmaktı.
Bir
de sunaklardaki ateş
vasıtasıyla anndırma usulü vardı. Yaratığın değişmesi ya da baştan aşağı yenilenmesi için genellikle
altı veya yedi sene gerekiyordu. Bu
arhk kısımlar
bir kere yakıldı mı varlık, ruhu olan bir insan varlığı halinde
ortaya çıkıveriyordu
ve bir sonraki tekamül kademesine
geçmeye
hazır oluyordu. Ruhun
ve bedenin ideal bir gelişme seviyesine
ulaştırılmasını
hedefleyen bu eprövlerde (imtihanlarda) ferdi fedakarlıkların çok yüksek bir seviyede olmasından dolayı, insan bedenine kutsal bir şeye olduğu gibi adeta tapınmaya başlandı ve bunun tekamülü ve
güzelliği
kayda değer bir
önem
kazandı. Ra-Ta'nın da
öğrebnekte
ol-
(•)
Kiroprakti: Bazı omurga kemiklerinin elle düzeltilmesine dayanan tedavi yöntemi.
duğu gibi,
bu, Tann'nın
yaşayan tapınağı idi;
gerçekten
de kutsaldı.
Bu
arada, yenileme işlemi her zaman eksiksiz olmuyordu; bazı durumlarda
tam bir değişim meydana gelebilmesi için üç veya dört tekrardoğuş gerekmekteydi. Ama her şeye rağmen hybrid- ler birkaç asır içerisinde yeryüzünden silinmeye başladılar. Halbuki sadece saf ırk ile
birleşme
usulü ile temizlenmeye çalışılsaydı bu iş çok daha
uzun bir süre
alırdı ...
Hybrid
adı verilen bu zavallı yarabklar
birkaç
binyıl sonra Yunan, Pers, Asur, Mısır sanabnda
ve hiyerogliflerinde temsil edilecek
ve "mitoloji"deki efsanelerin meydana getirilmesinde rol oynayacaklardı.
Fedakarlık Tapınağı'ndan çıkan hasta, bu kez ruhsal rehabilitasyon kurslarına kablmak
üzere
Güzellik Tapınağı'na girmekteydi.
Burada, yüksek seviyede uzmanlaşmış bir rahip ve rahibeler grubu kişinin kendi
yolunu bulmasına
nezaret ediyorlar ve ona, hem
kendinin hem de toplumun yararına olacak
şekilde
istidatlarının ortaya
çıkmasında
yardımcı oluyorlardı. Tereih
önemli bir rol oynamaktaydı; çünki şahsın, dünyasal gelişme devresinin içinde
yer alan ve yalnızca
şimdiki değil, gelecek
hayatlarına
da ait bir tercihti bu.
Tapınaklarda öğreticilik yapmak vazifesi yalnızca çok yüksek seviyeden gelişmiş ve
üstün
vasıflara sahip kadın ve
erkeklere verilmekteydi. Burada kadın ve
erkek eşitliği
tamdı ve kostümleri hemen
hemen aynıydı:
Bunlar beze benzer beyaz bir kumaştandı, papirus ve lotüs'ten (nilüfer çiçeği) elde edilen iplikle dokunmuş ve
kırmızı
kumaşla da süslenmişti.
Güzellik Tapınağı'nda başlıca yeri müzik alıyordu; müzik, "gümüş kordon" ya da omurilik vasıtasıyla adaylann Evrensel Güçler ile
ahenk ha.tine geçmelerini
sağlayacak şekilde onların düşüncelerini ve
titreşimlerini
yükseltiyordu. Flüt, lir,
arp ve viola (kemana benzer bir çalgı) gibi
enstrümanlar
kullanılıyordu ve
bunlardan geriye kalanlar günümüzde hala
gizli mezarların
içinde günün birinde
keşfedilmeyi
bekler halde gömülü durmaktadır; tıpkı tedavi görmekte olan
o insanları
belirleyen işaretleri taşıyan
plaketler
ya da mühürler
gibi.
Bu
plaketler, kişiye, sanat, meslek veya serbest
meslekler alanına
kabul edilişinde rehberlik vazifesi gören bir
dizi sembolleri ve sahneleri temsil eden bir tür ruhsal
armalar idiler.
Güzellik Tapınağı'ndan diploma alanlar pek çok sahaya
ka- naliz.e olabiliyorlardı:
Ziraat, bahçecilik, müzik ve şan, çanak-çöm- lekçilik veya kalıpçılık, dokumacılık ve işlemecilik vs. gibi. Kumaşlar pamuktan,
kenevirden, papirüsten
ve lotüsten dokunuyordu ve erişilemez bir kalitede idi. O devirde tüccarlar yoktu,
herkese açık tek
bir mağaza
vardı.
Tapınaklar sağlam bir şeki'lde kurulup
yerleştirildikten
sonra Ra-Ta, sorumluluk almaya ve dogmaları, yasaları ve bilimleri öğretmeye muktedir
vasıfta
gördüğü kişilere otoritesini
azar azar aktardı,
onlara yetkiler verdi. Diğer ülkelerde yapılmakta olanlardan sürekli haberdar
olabilmek amacıyla
çok yolculuk yapıyordu. Mısır'da bulunduğu zamanlarda bile, çok daha
sonralan Hindu- lar'ın da yapacak oldukları gibi,
zamanının
büyük bölümünü yüksek güçlerle daha
yakın bir temas kurabilmek amacıyla dua
ve me- ditasyona adamaktaydı.
Yaratıcı Tesirler ile olan ilişkilerinde giderek daha da derinleştiği ölçüde, alışılmamış türden psişik
melekelere ulaşmak onun
için
mümkün olmaktaydı.
Hemen
hemen tam bir münzevi
hayatı sürdürüyor ve
birkaç
yakını dışında kimseyi
kabul etmiyordu. Kudretlerini başkalarına devretmesine bir de bu tutumu
eklenince değişik ve hiç şüphe dahi
etmediği
bazı kaynaklar tarafından kendisine karşı tavır alınmasına ve bazı sıkıntıların doğmasına yol açılmış oldu.
İnsanlara
güven duyan bir tabiata sahip olduğundan dolayı, büyük rahip, tüm ülkeye yayılmış ve
hatta tapınaklardaki
ayinlerin içine dek
sızmış olan bazı bozucu
uygulamalardan tamamıyla
habersizdi.
Tapınaklarda, bazı başkanlar, büyük rahibin kendi politik güçlenmeleri için bir engel olduğunu düşünen ihtiraslı bazı Atlan- tisli politik grupların etkisi
altında
kalıyorlardı. Tapınaklardaki bu
otoritelere ve emirleri altındaki kişilere suikast tertipleniyordu. Bundan
maksat, uygulamalarda ve ayinlerde, özellikle de
adayların
o ana kadar çok ciddi
biçimde denetlenen cinsel ilişkilerine ait
olanlarda
değişiklikler
meydana getirmekti. Kültün (•)
ruhsal anlamına
karşı düşmanca tutum
içinde olan pek çok tehlikeli
kişiler kudreti ellerine geçirmeye başladılar.
Uzun
süren seyahatlerinin birinden dönen Ra-Ta,
muntazam gelişmeler kaydedilmiş olduğunu ümit etmekte iken, ruhsal gayeden uzaklaşılmış ve nemelazımcılığın hüküm sürmekte olduğunu
gördüğünde adeta yıkıldı. Şehvet düşkünlüğü ve sarhoşluk almış başını gitmişti. Toprağın meyvelerinin adandığı sunaklarda
bu kez kanlı kurban törenleri yapılmaktaydı.
Büyük rahip
bu uygulamaları
ülkeye sokanların maskelerini
düşürünce
karışıklıklar başladı ve
giderek de büyüdü.
Sayılan az, ama güçlü olan
düşman grup, Ra-Ta'nın bedensel
olarak kusursuz insanlar meydana getirme arzusundan yararlanarak daha değişik bir
yöntemle
kendisini düşürmeye çalıştılar.
Güzellik Tapınağı'nda eşsiz bir güzelliğe ve
akla sahip Mısırlı
bir dansöz vardı. Mısır'da o güne dek
görülmemiş
mükemmellikte
ve güzellikteki
yegane kusursuz insan varlığı olarak
kabul ediliyordu ve ölümünden
yıllar sonra Mısır güzelliğinin ve mükemmelleşme kabiliyetinin bir sembolü olarak
kabul edildi. Adı
İsiris idi, ama ona daha sonra İsis denmeye
başlandı
ve hahrası sayısız heykellerle günümüze dek
ulaşmıştır.
İkinci rahibin
kızı ve kralın da
gözdesi olan İsiris'in, istediği zaman Ra-Ta'run huzuruna kabul
edilmek gibi bir imtiyazı
vardı. Büyük rahibi,
uzun zamandır
hayalini kurduğu kusursuz
insanı yaratabilmek amaayla kendisi ile birleşmede bulunmaya
ikna etmesi için cazibesini
kullanmasını
söyleyerek ona baskı yaptılar; böylece bedence zaten kusursuz olanların daha
çabuk
çocuk yapabilmeleri
bahanesiyle üstü
kapalı bir şekilde izin
de koparmasını
istiyorlardı; çünki rahip
namzetlerinin cinsel yaşamları sınırlı idi.
Kendisini
teşvik edenlerin gerçek niyetleri
konusunda herhangi bir şüpheye düşmeyen İsiris ise, hiç farkında bile olmadan onların büyük rahibe karşı düzenledikleri komploya filet oldu. Ve yüksek cazibesine
dayanamayan Ra-Ta'yı
sonunda hem baştan çı-
(•)
Kült: ibadet, tapınma
kardı, hem
de onu kendileri gibi mükemmel bedenler
dünyaya
getirmeye ikna etti.
Isiris, bu birleşmenin meyvesi olarak bir ç«uk -1»
isminde bir kız- doğurduğunda, komplocular büyük-rahibi çocuğun babası olarak
ilan edip, ve de dinlerinin yine bizzat kendisi tarafından kurulmuş en önemli
esaslanndan birisini en başta kendisinin çiğnediğini söyleyip suçlamaya
başladılar. Hiçbir erkeğin birden fazla kansı olmayacağını emreden yasayı
çıkaran bizzat kendisi değil miydi? İşte, şimdi bu yasayı ilk çiğneyen de o
olmuştu.
Büyük yaygaralar kopararak rahibin ülkeden
kovulduğunu ilan ettiler ve kısa bir sürede tüm ülke bölündü. Kavga öylesine büyüdü
ki, iş, yeni birtakım yasalar çıkarmaya, özellikle de ana babaları
çocuklanndan aynlmaya ve onları devlete emanet etmeye zorlayan yasanın
çıkanlmasına kadar vardı.
Kral Araaraat, karşıt gruplar arasında bir o
yöne, bir bu yöne çekilmek isteniyordu ve sonunda bir karar almak ve en büyük
olanın kim olduğunu söylemek zorunda kalmıştı: Kanun mu, yoksa kanunu yapan
mı? Sonuç olarak epeyce vicdan muhasebesi ve kararsızlıklar yaşadıktan ve
tavsiyeler de aldıktan sonra (bu gizli komployu düzenleyenlerden) kararını
verdi ve Ra-Ta'yı sürgüne yolladı. Bu, kilise (din müessesesi anlamında) ve
devlet arasındaki ilk gerçek bölünme idi.
Rahip ülkep terk ederek Mısır'ın güneyine gitti
ve Nubiye (•) denilen ülkeye sığındı. Kendisine beraberinde, en sadık
olanlardan 232 kişi, lsiris, Hept-Supht (Atlantis'ten daha yeni göç edip
gelmişti) ve çok sayıda Mısır yerlisi de eşlik ettiler. Kral, küçük lso'yu
elinde rehine olarak tuttu, ama çocuk dört yaşında öldü.
Bu arada, rahibin ülkeden kovulmasından sonra,
iç kanşık- lıklar giderek daha şiddetlenerek birbirini izledi, durdu. Taraflardan
biri, hemen hemen hepsi e, Belial Oğullan olan Atlantisli- ler'den meydana
geliyordu; bunlar, genç Mısır uygarlığını kendi zevklerine göre biçimlendirmek
niyetinde idiler. Bunlar, ülkenin henüz oluşum halinde bulunduğunu kabule
yanaşmıyorlar, dini ve medenî yasalan, ilkel ve geri olarak tanımlıyorlardı.
Onlar için,
('>) Mısır ile Etyopya arasındaki bir ülke.
her
şeyden
önemlisi, tıpkı Atlantis'te
yapmış
oldukları gibi, hybridler'i (insan-hayvan karışımı yaratıklar) köle vaziyetinde tubnak ve tüm halkı boyunduruk
altına
almaktı. Büyük rahip
de devre dışı
bırakıldığına göre, kendilerine
artık yol görünmüş oluyordu.
Pek
çok
bölgede iç savaşlar patlak
verdi. Kullanılan
silahlar taş atan
sapanlar ve mermi atan türden şeylerdi. Sapanlar daha çok yük hayvanlarının sırbna monte ediliyordu. Aynca eğitilmiş boğalar, leoparlar, şahinler de
düşmanın
üstüne salınıyordu. Karada
taşıma
öküz arabaları ile,
suda ise sallarla yapılıyordu.
Politik
olduğu kadar sosyal sorunlardan da ötürü kralın yakın çevresine varıncaya dek isyanlar ve başkaldırmalar patlak verdi.
Bunlar içinde en anlamlısı İbex isyanı oldu ve kral bunu basbnr- ken bir
yandan da ne kadar bilge, ne kadar ileri görüşlü ve
insani sorunlara karşı ne denli yakından ve
içten ilgili bir kişi olduğunu ispat ebniş oldu.
İbex Prensi olan Ralif, kralın en
küçük
kardeşi idi ve kral onu Yukarı Nil
bölgesinin
yöneticisi yapmıştı. İki taşra bölgesinde bulunan kilise ve devlet
temsilcileri tıpkı
elçiler gibi değiştirilmişlerdi. Kralın uzun bir yolculuk nedeniyle ülkeden ayrılmasını fırsat bilen Ralif saraya yerleşti ve
aralarında
kralın karısı Osus'un
da bulunduğu
kraliyet ailesi fertlerini
saraydan kovdurdu. Ardından da
bağımsız
bir güney devleti
kurdu. Kral geri döndüğünde
başkentini alt üst edilmiş olarak buldu. Sert ve çok kanlı bir
savaş
çıktı ve Prens Ralif yenik düştü. Halk
ise barış
şartlarını öğrenince kulaklarına inanamadı. Kral Araaraat kardeşine Yukarı Nil bölgesindeki eski görevini geri
vermekle kalmıyor,
kendisine aşık olan
kansı Osus'un da onunla beraber kalmasına izin
veriyordu! Ancak, ilerleyen zaman kralın bilgeliğinin ne denli büyük olduğunu ispat edecekti ve İbex Prensi
kendine en sadık
taraftarlardan
biri ve rahibin öğretilerinin
de koruyucusu durumuna gelecekti.
Bu
isyanlar dönemi boyunca pek çok ayaklanmalar
Ax-Tell (veya Ajax) adında kudretli bir Atlantis lideri tarafından kışkırtıldı. Atlantis'te bulunduğu sırada Bir'in Yasası'nın sadıklanndan biri olduğu halde
kral ile medeni haklar, rahip ile de din konusunda
ters
düşüyordu.
Mısır'daki medeni ve dini durumu
Atlantis'tekin- den çok geri
bir seviyede buluyor ve devamlı olarak
hor görüyordu.
Bu
arada, en faydalı aya^anma Mısırlılar'ın kendileri tarafından düzenlendi. İsyanların doruk noktasına vardıkları bir anda silahlı taraftarlarca
da desteklenen ve aydın
sınıfa mensup Oelom adında biri
kral ile görüşme talebinde bulundu. Kendisine bu
imkan tanındığında
ise, kendi görüşüne göre ülkede barışı sağlayabilecek tek kişi olan
Büyük-Rahip
Ra-Ta'nın hemen geri çağırıl- masını talep etti; çünki, sayısız asi gruplarının da doğruladıkları gibi rahibin Nubiye'de gerçekleştirdiği kayda değer işlerin haber:. leri gelmekteydi. Kral
Araaraat ve Oelom sonunda aynı görüşte birleştiklerinde ve aynı ülküyü taşıdıklarını anladıklarında da rahibi sürgünden geri
çağırmak
için en büyük ac:lım atılmış oluyordu.
Ra-Ta'nın Nubiye'de
kaldığı bu dokuz yıl içinde gerçekleştirdiği işler nelerdi?
Rahip
buraya geldiği zaman Nubiyeliler savaşçı ve
vahşi bir toplum idiler. Dokuz yıl içinde Ra-Ta ülkeye barış, birlik ve refah getirmişti; aile hayab düzenini kurmuş, astronomi ve astroloji öğretmişti. Derin mağaralarda gerçekleştirilen araştırmalardan
sonra, Ra-Ta, kendini, günümüzde enlem
ve boylam çlenilenleri
oluşturan hesaplara verdi. Araştırmalarının sonunda uzaydaki cisimleri bulundukları yerde tutan yasayı, güneşin dünya hayatına olan etkisini, ayın gel-git
olaylarına
olan etkisini, tohumların neden ayın bazı safhaları göz önünde tutularak ekilmesi gerektiğini anladı. Zaman ve mekanın aslında mevcut olmadığına, tüm güçlerin Bir olduğuna ve
insanın,
En Yüksek Şuur'un yeryüzündeki temsilcisi olduğuna inandı.
Rahibi
sürgünde
iken izlemiş olanlar
da onun bu ruhsal tekamülünden
yararlandılar. Bunların pek
çoğu, rahibin geri dönüşünü organize
edebilmek için, kral ve danışmanları ile temasta olan kişilerle gizliden
gizliye görüşüyorlardı.
Atlantisli Hept-Supht üç yıl sonra
Mısır'a geri dönmüş ve
kesin bir tarafsızlık
içinde kalabilmeyi başarmıştı; çünki herkes tarafından hürmet ve saygı görü-
yordu.
Kendi köşesinde,
yeniden barışma sağlanması için çalışmıştı.
Böylece, Oelom'un
başkaldınsı
sonucunda, rahibin Mısır'a geri
dönüşü
için hazırlıklar başladı. Nubiye'de
kendisine yakın olan taraftarları, ilerlemiş bir yaşta böylesine zorlu faaliyetlerin yükünü kaldıramayacağından endişe ediyorlardı;
çünki Ra-Ta o sıralarda yaklaşık olarak yüz yaşında idi.
Rahibin
geri dönüş haberi tüm Mısır'ı sevince boğdu. Ve
sonunda büyük gün geldi
çattı;
Habeşistan (o devirde Yukarı Nil
Vadisi'ni de kapsayan bölge) boyunca
uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra büyük rahip
ve kendisine sadık
dostları geniş yollara çiçekler ve
hurma dalları atan halkın alkışları arasında kraliyet şehrine girdiler.
Ra-Ta bu denli güçlü bir iman karşısında hayli heyecanlanmış, duygulanmıştı.
Habeş Ülkesi'nden gelen kervan, hecin develerinden
ve yük
hayvanlarından oluşuyordu ve
aynca, Atlantisliler'in kullanmasını gayet iyi bildikleri oturulacak
yerleri olan ve gazlarla çalışan taşıt araçları da vardı. Atlantisli
taraftarları
tarafından kendisine yollanmış olan bu taşıtlardan birinde Ra-Ta, İsiris ile
beraber gelmişti,
diğerlerinde ise
taraftarları
ve tapınağının hizmetkarları yolculuk etmişlerdi. Büyük rahip ile beraber tam 167 kişi Mısır'a gelmişti.
O
andan itibaren Ra-Ta'ya kısaca Ra
denilmeye başlandı.
İsiris kraliçe olarak
taçlandırıldı
ve adı kısalarak İsis oldu. Kadın haklarını korumak, hemcinslerine
tavsiyelerde bulunmak ve onların sosyal
düzende bir yer edinmelerini sağlamak amacıyla büyük nüfuzundan yararlandı.
Daha sonra da tanrıçalaştınldı.
Birkaç gün süren kutlamalardan sonra, bazı yasalarda
tadilat yapmak ve dini merasimleri
yeniden düzenlemek
amacıyla Ra ve kral, yönetimin diğer üyeleri ile birlikte, biraraya geldiler.
Ailenin bütünlüğü
ve birliği, analığın kutsal yapısı yeniden
tanındı.
Gözden geçirilmiş ve
düzeltilmiş
olan yeni kanun bir erkeğe birçok eş alma hakkı tanıyordu; ancak bunları artık devlet değil, kişinin kendi seçecekti.
İsyanların tamamıyla bastırılmasından sonra kalelerin yerini şehirler ve
köyler
aldı; böylece toplumsal
ve ruhsal yenilenme-
yapılanma çağı başlamış oldu. Milliyetçilik belirdi, merkezileşmiş ve güçlü bir
yönetim Luz'a yerleşti ve
bir toplum böylelikle
ilk kez vatan kavramına ulaşmış oldu. Kral yeniden politikanın başına geçmiŞti ve büyük rahip
de tek başına dini yönetmekteydi.
Önceleri bozucu
faaliyetlerde bulunmuş,
ancak daha sonra kraliyet ailesi bünyesine kabil
edilmiş olan Mısırlı yazıcı Aarat, ta- mamiyle kralın idaresine
bağlandı
ve halk üzerindeki etkisinden çok şeyler yitirdi.
Yeni
Mısır
uygarlığında gerçekleştirilen harikalann
yankıları
diğer ülkelere ulaşmıştı. Rahibin
ziyaret etmiş
olduğu ülkelerin alimleri
ve bilgeleri, buradaki maddi ve ruhsal tekamülü müşaha- de etmek ve doktrinlerini öğrenebilmek amacıyla akın akın geliyorlardı. Daha sonraları Çin, Moğolistan, Hindistan, Norveç ve
Peru adını alacak olan ülkelere temsilciler
yollandı.
Bunlar tüm dünyaya, pek çoğu son
demlerini yaşamakta
olan uluslann arasından büyük bir
güç olarak sivrilen Mısır'ın medeni
ve ruhsal yasalarını
yayıyorlardı.
Otoriteyi
ellerinde bulunduranlar, bu yeni imparatorluğun bilgeliğinin, gelecek nesillerinin yaran için ve
onlann da eğitilmesi
amacıyla emin bir yerde muhafaza edilmesi gerektiğine giderek daha fazla kani Qlmaya başlamışlardı. Ra, sayısız fedakarlıklarda bulunarak öğrenmiş olduğu büyük hakikatlerin korunması için gerekli olan bu girişimin kendi
üzerine
düştüğünü derhal anladı. Ayrıca, Hept-Supht'un Atlantis'ten getirmiş olduğu arşivler ve Ra- ai tarafından keşfedilmiş olan derin ruhsal gerçekler değer biçilemez olarak nitelendiriliyordu. Tüm liderler,
insanoğlunun
bunların anlarnlanru yeniden kavrayabileceği güne kadar bütün bu
belgelerin muhafaza edilmesi ve kutsallıklanrun tahrip edilmekten korunması konusunda
fikir birliğine
vardılar. O gün, dünyanın tıpkı Atlantis'in batışı esnasında yapmış olduğu şekilde, ekseni üzerinde dönüşünden ve dolayısıyla yeni bir tufan yaşandıktan sonra doğacaktı. Kehanete göre, bu
zamanlar öyle pek uzakta değildi.
Belgelerin,
arşivlerin
ve ezoterik yasanın büyük sembolünün muhafaza edilmesi için, binlerce
yıl önce
dünyayı alt üst eden
tufana gayet iyi dayanmış olan verimli Gize Ovası seçildi. Bu bölge matematik olarak dünyanın merkezi kabul
ediliyordu ve buranın sular altında kalması
veya depreme uğraması gibi bir tehlike bulunmuyordu. Kıymetli belgeler burada, Sfenks ile Büyük Piramit arasında yer alan ve bunlara yeraltı koridorları vasıtasıyla bağlanan küçük bir piramidin altındaki
gizli yeraltı odalarına gömül- meliydi. Aynı bölgede diğer büyük piramitler de inşa
edilecekti.
Sfenks'in inşası daha önce zaten başlamış, ancak çalışmaya,
büyük rahibin geri dönüşünden sonra devam edilmek üzere ara verilmişti. Esas olarak bu, Araaraat'ıri şanını ve zaferini simgeleyen bir anıt olacakken, Ra'nın
sürgünden dönüşünden sonra yapılış amacında değişiklik oldu ve insan ile hayvan, ya da şehvani alem ile ruh arasındaki münasebetleri, aynca da bedensel kusurların kayboluşunu sembolize etmek maksadıyla meydana getirildi.
Sfenks'in temeli
tamamen yazıtlarla
kaplıydı; Büyük Pira- mit'in karşısına gelen köşede, tüm bu anıtların niçin
ve nasıl yapıldıklarını, ilk büyük istilaanın hikayesini ve Araaraat'ın
yükselişini anlatan hiyeroglifler
vardı. Sağ ön
ayağından başlayan bir geçit, arşivler salonunun ya da küçük piramidin girişine kadar uzanmaktaydı.
İnsanoğlu egosunu yeninceye ve ruhsallığa geri dönün- ceye kadar burası
gizli kalmak zorundaydı.
Küçük piramidin içine kapablmış olan arşivler salonu binlerce yıl boyunca saklı kalmak üzere
yapılmıştı. Sfenks ile Büyük Piramit arasında yer alıyordu.
Kuzey-doğu köşesinde, Kral Araara- at'tan
geriye kalanlar ile beraber gömülmüş olan 32 adet tablet saklanmıştı. Bu, 1958 yılında
keşfedilecek olan ilk piramit idi;
bir diğeri ise henüz ne açılabilmiş ne de ziyaret edilebilmiştir.
Gize'deki Büyük Piramit'in yapımı
M.Ö. 10490'dan 10390 yılına kadar tam yüz sene sürdü. Ra, bizzat kendisi araziyi incelemiş ve Sfenks'e göre geometrik mevkiini ve yönünü ayarlamıştır. Ama Ra ne kadar
planlan çizmişse de eserin asıl sahibi, büyük rahip ile birlikte Nubiye'den gelmiş olan ve Hermes
Trismegistis'in torunlarından
birisi olan Hermes idi.
Büyük Piramit, demirin suda yüzmesini sağlayan tabiat güç-
lerinin
ve
evrendi kanu^arın prensibine göre in^ ^ildi. A^ yasalar vasıtasıyla
yerçekimini ya da çekim yasasını nötralize etmek ya da ortadan kaldırmak ve
böylece taş blokları havalarda uçurmak mümkün oluyordu. Böylece piramit,
bizlere çok daha yakın zamanlarda Breton druidlerinin dev menhirlerini meydana
getirirken kullandıkları yöntemle, yani levitasyon vasıtasıyla inşa edildi.
Gerekli olan malzemeler uzaktan, özellikle de
Nubiye'den getiriliyordu; yapımında değişik taş türleri kullanıldı. Cilalanmış
alçı taşından oluşan parçalar dört yüzünü de kaplamaktaydı ve öyle iyi
pekiştirilmişlerdi ki, çimentosu gözükmüyordu bile. Bu kaplama daha sonra
yerinden söküldü ve bunun parçalarına, Kahire' deki bazı binaların üstünde
rastlamak hala mümkündür. Bu taşlar kumlara gömüldüler, ancak bazıları
piramidin ku.zey tarafındaki tabanında hala durmaktadır.
Piramidin tepesi bir bakır, tunç ve albn
alaşımından meydana geliyordu. Bu da, İsrail çocuklarını köle olarak kullanan
Fira- vun'un emri üzerine, Heth'in oğulları tarafından yerinden söküldü. Bazı
mevsimlerde sadece Atlantisliler tarafından bilinen yöntemlerle, sembolik bir
amaçla, Büyük Pirarnit'in tepesinde kozmik bir ateş yakılırdı.
Ucun yerine konmasından sonra büyük bir dini
merasim ile piramit kutandı. Haber, büyük bir metal parçasına çok güçlü ^ kilde
vurularak halka duyuruldu. Bu gürültü, daha sonra kilisenin çanları ile sembolize
edilmiş olan ve duaya, dini merasime, ilahiler söyleme faaliyetlerine halkın
davet edilişinin başlangıodır.
Büyük Piramit, insanoğlunun, içinde
bulunduğumuz, Araa- raat ve Ra zamanından başlayıp 1998'de sona erecek olan
dünya devresi boyunca tekamülünün hikayesini anlatan taştan bir kitaptır.
Arşivleri matematik, geometri ve astronomi diliyle yazılmışhr ve kullanılmış
olan çeşitli taşların sembolik anlamlarını vermektedir. Bu devrenin (siklus)
sonunda dünyanın pozisyonunda yeni bir değişiklik meydana gelecektir ve
kehanetlerde de yazılmış olduğu gibi Büyük İnisiye yeniden gelecektir. Meydana
gelmiş ve bundan »nra da gelmek olan tüm değişimler tabandan zirveye q-
kan
geçitlerin
içinde tasvir edilmişlerdir. Oluşacak olan değişiklikler taş tabakası, bunun rengi ve dönemeç noktalarının istikameti ile belirtilmiştir. Büyük Piramit içindeki tilin
bölümler
keşfeıJilmiş durumdadır.
1958'de
keşfedilen
arşivler piramidinin içinde çok sağlam inşa edilmiş, kalın bir maden ile mühürlenmiş ve içinde 1958'den
1998'e kadar olan döneme
ilişkin enteresan kehanetlerin bulunduğu bir oda mevcuth.ir. Burada, insanın dünyaya gelişinden itibaren Tek Tanrı'nın halkının arşivleri gömülüdür. Bu salonun mühürlenmesi dolayısıyla bir seremoni yapıldı ve
buna Araaraat, Ra ve tapınakların rahip ve rahibeleri de iştirak ettiler.
İçinde yaşadığımız bu çağ, Büyük Piramit'te, Kral Odası'na götüren geçitin girişindeki tavanın
alçalması ile sembolize edilmiştir. Bu meyil bir çöküntüyü işaret etmektedir. Bu çöküntü, yapı için kullanılmış olan çeşitli taşlarla da ifade edilmiştir. Sonuç olarak, içinde bulunduğumuz bu zaman dilimi, yeni alt-ırk'ın gelişi için hazırlıkların yapılmakta
olduğu çağ olarak isimlendirilebilir.
Astronomik ve sayısal
faktörler, bu çağın 1932
sonbaharında
başlamış olduğunu düşündürmektedirler.
Kutup
yıldızının
pozisyonun değişmesi -ki
Büyük Piramit'in giriş bölümünden itibaren hesaplannuştır- görünür bir hale geldiğinde, bu, büyük çoğunluğu daha önce Atlantis,
Lemurya, La, Ur veya Da uygarlıklarında yaşanuş olan varlıklardan oluşan yeni ırkın gelişinin işareti olacaktır. Tüm bunlar, piramidi kateden geçitte
bulunan dönemeçlerle
belirtilmiştir. Kral
Odası'nda
bulunan içi boş lahit,
bir varlık
planından diğer bir
varlık
planına geçiş olan
ölümün, insan tarafından anlaşılmasının bir sembolüdür.
Piramit'in
salonlarında
ve geçitlerindeki sayısız taş tabakanın eni, uzunluğu, yüksekliği ve Çeşitli istikametlere
yöneltilmiş
olması, insanoğlunun dünya planı üzerindeki ruhsal tekamülü ile
alakalı
açıklayıcı ve anlamlı hadiseleri
kesin bir biçimde tasvir etmektedir. Nasıralı İsa'run doğumu ve ölüınü, senesine,
gününe ve saatine varıncaya kadar,
kraliçe
odasına götüren geçitteki dönemeçte kayıtlıdır.
Çökmüş durumdaki
geçitin bir yerinde, 1936'nın bir
karışık-
lıklar, savaşlar, fırhnalar ve yer sarsınbları yılı olacağı kehaneti bulunmaktadır. Bu tarihten sonra bir yenilenme
ve düzelme
dönemi gelecek ve ardından da
Kral Odası'nda
belirtilmiş olduğu şekilde, dünya 1938
ile 1958 yılları arasında yeni bir çağa adım atmış olacaktır. Bir hayli garip, alışılmamış tarzda birtakım olayların başlamasıyla ortaya çıkacak olan
bu yeni dönem 1998 senesinde sona erecektir. Bu, Dünyanın Efendisi'nin
gelişi
için bir hazırlık dönemi olacaktır; ama bu dönüşün ne
günü ne de saati bilinemez. Bu, büyük bir
ruhsal ve zihinsel uyanış, yeni bir anlayış, yeni
bir hayat, yeni bir iman çağı olacakbr.
Bilim alanında
önemli gelişmeler kaydedilecek
ve piramitlerin inşa edilmelerini sağlamış olan
yerçekimi güçlerinin prensibi yeniden keşfedilecektir.
Şu anda
içinde
yaşadığımız çağ kısa bir
süre sonra gelişiminin zirvesine ulaşacakbr. Dalganın en uç noktasında bir kırılma, ruhsal
ve materyalist anlayışlar
arasında bir sürtüşme meydana
gelecektir. Pek çoğu babp gidecekler, ancak imanlarında sabır ve sebatla kalmayı başarabilenler geçmişin arşivlerinin
depolanmış olduğu gizli
yerlere sevk edilecekler ve genelde tüm insanlığın çok yararına olacak şekilde, bu
belgeleri yorumlayışlarında
büyük yardım görecekler. Önemli olan
bunların
keşfedilmeleri değil, doğru tefsir
edilmeleridir.
Gize'deki
Büyük Piramit tarihi bir anıtbr ve
bugünkü
ırkın şanına dikilmiştir. Hiyeroglifleri,
insanın ruhsal bilgelik için yapb-
ğı
savaşın hikayesini içermektedir, ve asırlar boyunca
dünyanın
en büyük düşünürleri için bir inisiyasyon tapınağı vazifesi
görmüştür.
Büyük İnisiye, daha
sonra Kurtarıcı
(Christ, Mesih) olan İsa (Jesus),
selefi olan Vaftizci Yahya ile beraber incelemelerini burada gerçekleştirmiştir.
Kral
Araaraat yüz dört
yaşında bedenli hayata gözlerini yumdu
ve seksen sekiz yıl
süren hükümdarlığı esnasında inşa edilmiş olan
ilk piramidin kuzeydoğu
köşesine defnedildi. Büyük- Rahip
Ra ise, günümüzün
zamanı hesaplama yöntemine göre asırlarca yaşamışbr.
Bu,
karışıklıklar,
barış ve ilerleme, sosyal ve ruhsal gelişme ile
dolu, pek çok
bakımdan kayda değer bir
hükümdarlık
dönemi
olmuştu. Araaraat
ve Ra,
Mısır'ı
dünyanın diğer milletleri
ile daha yakın bir temas durumuna getirmişlerdi. Beraberce elele vererek, maddi ve
ruhsal bakımdan
halkın yaşam standarhnı yükseltmişlerdi. Mısır kültürünü binlerce yıl boyunca
temsil edecek olan bir uygarlık meydana
getirmişlerdi.
Ama, bilhassa, putatapar bir halka
ilk kez Tann'yı
aramayı ilham etmişlerdi.
Günümüzde insanlık, yeni bir çağın, kitlenin
kendi kendisinin şuuruna varacağı ve dünyanın yeni
bir birliğe
ulaşacağı Kova Çağı'nın eşiğinde bulunmaktadır.
Cayce'in "Okumaları"ndan Aktarmalar
"Varlığın ismi Amululu idi ve kendilerine üstatlan tarafından aktarılnuş olan
ve insanın
Yaratıcı Güçler ile
olan bağlanhla-
rıyla alakalı gerçekleri açıklamaya yardım eden
dogmalann ve esaslann muhafaza edilmesi için Mısır'a göç eden Bir Yasası'nın Çocuktan ile beraber gelmişti. Bu
kişilerin,
kendilerine benzeyen diğerleri ile
olan temaslan onlara, ruh varlığının Yaradan'ı ile olan bağını ve
gerçek
kimliğini keşfetme imkanı vermekteydi.
Bu, şu sözün
daha değişik bir
söylenişi
gibiydi: 'Aranızda en
küçük olana yapacağınız şeyi, bizzat bana yapnuş olursunuz'."
"Bu
enkamasyonu boyunca varlık,
günümüzde Hindistan adı verilen
Saneid Ülkesi, Om Ülkesi ve
Moğolistan
halklarının öğretileri
ile karşılıklı
temasta bulunma faaliyetlerine katılmıştı, bu bilgiler en mükemmeli elde
etmek, toplurnlann yaşanuna
uygulanabilecek türden gerçeklerin özünü çekip çıkarmak
maksadıyla biraraya getirildiler. Bu grup içinde sürdürdüğü faaliyetler, varlığı Yaratıcı Güçler ile daha yakın temas
haline ulaştırdı
ve bunlan anlamasına yardım etti."
''Varlığın burada,
faaliyetlerinin başlangıcında,
insanın bizzat
kendi elleriyle meydana getirdiği ve
pek hayran olduğu toz ve pasın giderek
çürüttüğü
şeyleri reddederek nefsinden tam fedakarlık etmeye çalıştığını görmekteyiz. Çünki davranış
değişiklikleri,
yer ve idareci etkilerdeki değişiklikler bµnlan tahrip etmekte-
dir.
Tarzlar ve tavırlar
değişir ama gaye sürer gider;
çünki O şöyle demiştir: 'Gök ve yer geçicidir, ama benim sözlerim ve
işlerim (iyilik, insan ve Tanrı sevgisi,
yardımseverlik,
sabır, hayır) geçici değildir.' Tanrı'yı tanımaya çalışan milletlerin, üzerine kuruldukları açı taşlan işte
buradadır. Şayet bunlar
ortadan kaldırılırsa,
in- anoğlu alhn, putlar, ^, ^hret ve srvete
tapmaya taşlayıp Tan- n'ya sırt çevirdiğinde, azmış ve azacak olan tahrip edici
güçler yine patlak verebilirler. Tüm bunlar dağılır giderler ama merhamet,
hayırlı işler ve iyilik sözleri ebediyen yaşarlar." (1159)
"Varlık, yabana paralara, tohuma, şaraba,
kürklere ve kıymetli taşlara takçilik tenler arasındaydı, ve bu enkamasyonu ^
yunca krala hayli yakındı. Varlık, çeşitli komşu ülkelerin halkları ile
mükemmel ilişkiler kurmakla kalmayıp, bu değişik uluslar arasındaki anlayışın
gelişmesine de yardımcı olarak tekamülünde hayli mesafe katetti. Henüz
keşfedilmemiş olan o piramidin içinde bu dönem boyunca tüm gerçekleştirilmiş
olanlar bulunacakhr; sadece kralınki değil, varlığa ait olan ve üstünde
güvercin ve koç boynuzlan taşıyan mühür de bulunacaktır."
"Günümüzde, bu insanların pek çoğu
aramızda yaşamaktadırlar ve aralarından birçokları, insanoğlunun dünya planı
üstündeki değişik tekamül safhaları boyunca tezahür etmiş olan 1Iahi
Yasalar'ın anlaşılması için, insana yardım etmek üzere biraraya
gelmişlerdir." (261)
"O dönemde bedene gayet samimi olarak
adeta tapılmışhr; çünki bedenler, tapınaklardaki gelişimleri ve arındırılmaları
gerçekleştiği ölçüde şekil değiştiriyorlardı. Bu vücutlar, bacaklarını
kaplamakta olan kuş tüyü cinsinden tüyleri giderek kaybediyorlar... ve kıllar
yavaş yavaş ortadan kalkıyordu. Pek çokları kuyruklarını ya da değişik
şekillerdeki çıkıntılarını yitirdiler. Birçok hayvan ayaklan ve toynaklar,
daha mükemmel bir beden simetrisi elde edilmek amaayla eller ve ayaklarla
değiştirildi. Sonuç olarak... beden, çeşitli ihtiyaçlara daha iyi cevap
verebilecek şekilde daha dik ve muntazam şekilli bir d:ıruma geldi. Hiç
şüphesiz ki, değişimlerinde başarıy^ ulaşmış olanlar mükemmel ve neredeyse
ilahi bir güzellikte olarak tanımlanıyorlardı, çünki şeklin güzelliğini
meydana
getiren İlahi
Olan'dır, çünki 'beden,
Tanrı'nın
yaşayan tapınağıdır'." (
294-L-8)
"Güzellik Tapınağı şöyle inşa edildi: Kullanılan malzemeler
Nil'in kaynağının
yakınlarında yer
alan dağlardan
getiriliyordu. Piramit formundaydı ve içinde, tüm dünyanın yaran için burada
hizmet verenleri temsil eden bir küre bulunuyordu.
Dekoru ve eşyaları
zihinde canlandırılabilir, çünki her milletin en güzel ürünleri burada biraraya getirilmişti: Albn, gümüş, onniks
taşı, demir, tunç, ipek,
saten, ince bez..."
"Faaliyetlere
gelince: Kendilerini rahatsız etmekte
olan bedensel fazlalıklarından kurtulan kişiler buraya
yalnızca
sembolleri incelemek amacıyla gelmiyorlardı ... Önce şarkılar, müzik... ışık titreşimleri vardı ve bunlar renk, sesler, faaliyet
haline geliyordu."
"Müzik beraberinde dans da geliyordu ve
bu, yıkıcı
güçler ve kötü tesirler
yüzünden
ıstırap çekenlere kendilerini
beden ve düşünce
vasıtasıyla daha doğru hissetmelerini
sağlıyordu."
"Ardından hayat mührü armağan ediliyordu. Bu, çalışmaları izlemiş olanlara rahibe tarafından takılıyordu ve varlığın, dünyanın içinde olan ancak dünyadan olmayan
maddi varlığı
muhafaza etmek için kendine
benzeyenler ile olan ilişkilerinin nasıl ve hangi sahada yer aldığını gösteriyordu. Eğitim, hazırlık, tedaviler, şarkı, müzik, kendini ifade etmeyi sağlayan faaliyetler...
tüm bWl- lar insanın Güzellik Tapınağı içindeki
çalışmalarından doğmuştur."
(281-25)
"Bu
politik durumda kral -henüz otuz
yaşında olan genç kral-
çevresine
pek çok danışmanlar topladı. Bunların bazıları genel düzenin yasalarını yazacak olan özel konseyde
yer alıyorlardı,
diğerleri ise halkın faaliyetlerine
göre
çeşitli idari vazifelerde bulunuyorlardı. Yani bugün söylendiği gibi, bakan idiler; çünki şurası unutulmamalıdır ki, günümüzde mevcut
olan her şey, ta başlangıçtan itibaren daha önce de
vardı.
Yalnızca şekiller değişmiştir. Ve
kullanılmakta
olan sayısız unsurlar
kaybolup gitmiş,
günümüzde bilim adamı diye
adlandırılan
kişiler tarafından pek
çok.lan yeniden keşfedilmiştir. Tüm bunlar günümüzde cahil
olarak ad-
landırılanlarca da biliniyorlardı ve yaygın biçimde kullanılıyorlardı."
"Kral,
yerli halkın faaliyetlerine ilgi duyuyordu ve dolayısıyla günümüzde ilerleme
olarak adlandırılanın
değişik safhaları vasıtasıyla, özel konseyin
kudretleri ile halkın yeteneklerini birleştirmek gerekli oldu. Dolayısıyla Araaraat tarafından, daha sonra Ka- desh (Kadeş) adını alacak olan Ophir'de (Ofir), daha
ileride Pers adının
verileceği ülkede maden
ocakları
oluşturuldu. Bu
maden ocakları
Etyopya'da da (Nil'in kaynaklan yakınındaki henüz bilinmeyen o kısımlarda) açıldı ve buralarda onniks, beril,
sarduvan, elmas, mavi yakut, opal gibi kıymetli taşlar bulundu. İnciler ise
günümüzde
Madagaskar adı verilen
ülkenin
yakınındaki denizden
çıkarılıyordu.
Mısır'ın kuzeyinde (ya da o zamanki güneyinde) yer alan bölgedeki ocaklardan
önemli miktarlarda altın, gümüş, demir, kurşun, çinko, bakır, kalay ve diğer madenler
elde edilmekteydi. Aynca, halkın oturduğu evler için gerekli
malzemeleri bira- raya getiren taş yontucuları da vardı. ..
Ve Ra-Ta kendine sadık
olanları ve adını ebediyen
yaşatma vazifesi verilmiş olanları bira- raya getirmeye başladı. Ve
içinde
kültün çeşitli şekillerinin uygulanacağı tapınağın planlarım çizdi..." (294-L-13)
"Gize
Piramidi adındaki
bu yapının inşa edilmekte olduğu zamanda,
bu varlık,
inşaata nezaret ediyor ve temellerin atılması işini gerçekleştiriyordu. İnşa edilecek olan ya da Sfenks'e bağlı durumda bulunan diğer yapılarla bağlantılı olan piramidin geometrik
pozisyonunu hesapladı."
"Sfenks
şu
şekilde yapıldı: Bunun
için ovalarda, birkaç asır önce gerçekleşmiş olan tufan zamanında inşa edilmiş İsis Tapınağı 'mn bulunduğu bölgede çukurlar kazıldı. .. Sfenks'in temelinde yazılar bulunur
ve Büyük Pramit'in karşısına gelen
köşesinde
yapılışının, ilk
istilaa kralın ve Araaraat'ın tahta yükselişlerinin hikayesi kayıtlıdır." (195-L-2)
"Araaraat
Mısır'da,
Barış Prensi'nin gelişinden 11.016 yıl önce yaşıyordu. Bugünkü konumunda bulunan Mısır, onun
zamanında,
bu konumundaki en yüksek uygarlık seviyesine ulaşmışb. Çünki bu bölge, yeryüzünün bu kesiminde uygarlığın mevcut olu-
şundan beridir,
yaklaşık
olarak çeyrek milyon
sene boyunca sularla kaplı bir
durumdaydı
... Araaraat, halkları biraraya
getirdi ve sınıfların
yararından çok, büyük kitlelerin
yararına
kullanmayı düşünerek bunların yeteneklerini
geliştirme
yolunu tuttu ... Nüfusu oluşturan halkların değişik lehçelerinde
kendisine pek çok isimler
verildi. Ama diğer
hükümdarların isimleriyle
birlikte kaydedilmiş
olanı, Araaraat adıdır." (254-39)
"Piramitlerle
ve bunların
insanın yeryüzü tecrübesindeki maksatlarıyla alakalı olarak şunlar söylenebilir ki, rahibin sürgünden dönüşünden sonraki yeniden inşa döneminde -lsa'nıri bu ülkeye gelişinden yaklaşık olarak 10 500 sene önce- ilk
aşamada,
daha önce yapımına başlanmış, ancak yarım kalmış olan Sfenks'i ve Sfenks'in karşısında bulunan ve bunurlla Nil Nehri arasında yer
alan ve içinde, o
devirde Arart ve Araaraat tarafından belgelerin muhafaza edilmekte olduğu o sağlam odayı restore etmek ve tamamlamak amacıyla faaliyete
girişildi."
"Ardından da Hermes ve Ra
ile birlikte ... zaman zaman Beyaz Kardeşlik olarak
isimlendirilmiş
olan İnisiyeler Tapınağı vazifesi görecek olan
Büyük Piramit'in yapımına başlandı..."
"Bu
aynı piramitin içinde, Büyük İnisiye, Efendi, selefi olan Yahya
(Vaftizci Yahya - St. Jean Baptiste) eşliğinde Kardeşliğe ini- siye edilişinin son imtihanlarını vermekteydi... Yahya, Serhas'ın (Xerxes)
geri dönüşünün
söz konusu olduğu bu
bölgede
vazifeliydi
ve bir dilin ya da bilinmeyen toprakların kurtanası olarak kabul ediliyordu. Yazıtlarda bunun, Mesih'in bu yeni çağda, 1998
yılında
gelişi sırasında gerçekleşecek olduğu görülmektedir." ( 5748-5)
"Demek
ki böylece,
ta başlangıçtan itibaren, Rahip, Arart, Araaraat
ve Ra tarafından
kaydedilmiş olanlar
ve yine burada kaydedilmiş
olan kehanetlerin belirttiği şekilde, dünyanın pozisyonunda değişikliklerin meydana geleceği ve
bu ülkeye ve diğer ülkelere Büyük İnisiye'nin geri döneceği bu
döneme dek uzanan tüm arşivler Büyük Piramit'de bulunmaktadır. Tüm dünyadaki dini düşüncenin bütün tekamülü burada, geçitin tabanından tavanına olan mesafenin alçalıp yükselmesi ile, ya da tepedeki açılmış olan
o mezarla tasvir edilmiştir.
Bu değişiklikler aynca, taş tabakaları,
bunlann renkleri ve geçitteki dönemeçlerin
istikametleri ile de ^ lirtilmişlerdir." (5748-5)
"Piramidi katetmekte olan geçit boyunca
mevcut olan bu şartlar -dünyanın, insanoğlunun dini ya da ruhsal idrakleri ile
ilgili olarak yaşamış ve hali hazırda yakmakta olduğu dönemleri ^ lirten
işaretler- vasıtasıyla içinde yaşamakta olduğumuz bugünkü dönem, geçitteki bir
alçalma ya da bir tür çöküntü ile belirtilmiş olup, kullanılmış olan çeşitli
türden taşlann da ifade ettiği gibi, aşağıya doğru bir temayülü, bir eğilimi
göstermektedir."
'1çinde bulunduğumuz bu çağa yeni bir alt-ırkın
gelişi için, ya da bir değişim için -astronomik ve sayısal belirtilere göre-
hazır- lıklann yapıldığı dönem adı verilebilir ki, bu değişim günümüzde içinde
bulunduğumuz bu düşüşün en yeni bölümüne dek uzanır." (1932).
_ "Büyük Ayı azar azar değişmektedir ve bu
değişim kaçınılmaz hale geldiğinde, şayet bunun hesabı piramidin eşiğinde yapılacak
olursa, bu ırklann dönüşümünün başlangıanı işaret edecektir. Böylelikle,
Atlantis, Mu (Lemurya), La, Ur veya Da uygarlıkla- nnda yaşanuş olan çok sayıda
varlık enkarne olacaklardır. Tüm bu şartlar, piramidi kateden geçitin bu
dönemecinde ifşa edilmiş durumdadır..."
Soru: "Boş lahitin anlamı nedir?"
Cevap: "Artık ölüm olmayacaktır demektir.
Aldanmayınız ve yanlış yorumlamayınız! Ölümün yorumu açık bir şe·
kilde izah edilecektir." (5748-6)
AMERİKA'NIN
KAYBOLMUŞ
MİLLETLERİ
BİRİNCİ KISIM
İNK ALAR
MU AMMASI
İnsanın, dünya üzerindeki hayatının uzun süren taş devri
boyunca Asya'dan gelerek Kuzey ve Güney Amerika'yı kolonileş- tirdiği
söylenmektedir. Göçlerin tarihlerini
kesin biçimde
saptamak mümkün değildir, ancak M.Ö. 2500'
e doğru
başlanuş olabilirler. Bazılanna göre bunlar buzdan bir köprüden veya
günümüzde Alaska ve Rusya arasında bulunan
ve Bering Boğazı
adını verdiğimiz yerde
mevcut olan ve şimdilerde
sularla kaplı durumdaki
dar bir geçitten
geçerek gelmiş olmalıdırlar.
Şayet ırk kelimesinin,
insan varlığının
değişik türlerini belirtmek
gibi bir anlanu var ise, göç edenler
gayet bari+ bir şekilde Mo- ğollar olmalıydılar. Ziraat henüz uygulanmadığından dolayı hepsi de ava idiler ve hiç şüphesiz av hayvanlannın peşinden koşarak böyle uzun yolculuklara kalkışmışlardı. Tek ve büyük bir
göç ol- mamışb. Asırlar boyu kadınlı, erkekli
ve çocuklu
küçük gruplar, beraberlerinde köpekleri ile
de birlikte yollarını
kaybetmişler ve
batıya
doğru giderek Amerika'ya gelmişlerdi. Bazdan da güneye
doğru inmişler, Meksika'ya ve daha ötesine kadar
da ulaşmışlardı.
M.O. 1000 senesinde, bunlar hiç şüphesiz ki Andlar bölgesine, Peru'ya yayılmışlardı. Zira buraları hem
yaşanabilir
bölgelerdi, hem
de av hayvanları
ve yenebilir bitkiler bakımından zengindi.
Arkeologlar
Peru tarihini incelediler ve birbiri ardısıra gelmiş olan kültürlerin M.Ö. 900' e dek uzandığını keşfettiler; ancak maalesef bu İnka-öncesi uygarlıktan geriye hiçbir iz
kalmamışhr.
Yazı mevcut değildi, tarih
belirtilmiş
vesikalar ve para yoktu. Bu ilk
gelenlerin isimleri hala bilinmemektedir; onlara basit olarak nk Avcılar adı verilmektedir. Orta Amerika'daki Mayalar'ın Ülkesi'n- de bulunanlar gibi "konuşan taşlar" da yoktu. 16. yüzyılda İspanyol Pizzarro'nun buraya gelişinden ve Güney Amerika
yerlileri içinde en ileri millet olan İnkalar'ın Ülkesi'ni zaptedişinden önceye ait zamanı belirleyen
hiçbir unsur mevcut değildi.
Bilmekte
olduklarımızın
hemen hemen tümü de
bu fetihçile-
rin arşivlerinden gelmektedir. İyi Yönetimin İlk Yeni Kroniği. 1908
yılında Kopenhag Kraliyet Kütüphanesi'nde bulunmuştur. Bu paha biçilmez hikaye
ancak 1927'de yayınlanabilmiştir.
Ama
yine de ilk avalar hakkında
kesinlikle hiçbir şey bilmiyoruz. Sadece Cayce'in okumalarında rastlanan "Ohums" ismi
de görünüşe
göre zamanın karanlıklarında yitip
gitmiştir.
Karbon-14 ile yapılan tecrübeler Chavin (*) kültürünün
M.Ö. 3OT yıllarına dek uzandığını ortaya çıkarmaktadır; ama insan, Peru'nun
kuzey kıyılarında zaten binlerce yıldan beri yaşamaktaydı. Chavin sakinleri
hakkında bilinen pek az şey de kumaşları, seramikleri ve yapılan süsleyen
desenlerden elde edilmiştir.
Tradisyona göre ilk İnkalar, Peru'nun
güneyindeki Titicaca Gölü'nden inmişler ve Cuzco Vadisi'nden Andlar'a çıkarak
burada imparatorluklarını kurmuşlardır. Arkeoloji bu tezi doğrular gibi gözükmekle
birlikte bazı bilim adamları bunu reddetmekte ve tnkalar'ın dışarıdan gelerek
burada yaşamakta olan ve örf ve adetleri, dilleri ve efsaneleri birbirinden
farklı sayısız küçük kabileleri boyunduruk alhna almış olduklarını iddia
etmektedirler. Bununla beraber, bunların hepsi de aynı bitkileri
yetiştiriyorlar, aynı kaba
(*) Penda bir şehir.
aletleri
kullanıyorlar
ve en güçlü yük hayvanlan
olan lamayı
evcilleştiriyorlardı.
En
eski kültürlerden
biri olan Chimular'ın Lemurya ya da Mu halklarını anımsatan mu hecesini taşımakta olduğunu görmek enteresandır. Chimu halkı, dağlardaki İnkalar tarafından yenilgiye uğrablmadan evvel Pasifik kıyısında yaklaşık bin kilometrelik bir şeridi işgal ediyorlardı. Dokumacılık ve çanak-çömlekçilik sa- nabnda en yüksek seviyeye
varmışlardı.
Chimular'dan
pek çok asır
önce ülke, 243
metre uzunluğunda, 143 metre genişliğinde ve 60 metre yüksekliğinde kerpiçten bir piramit inşa etmiş olan Mochicaslar tarafından işgal edilmiş durumdaydı. Tradisyona göre bu
piramidin içinde gizli odalar ve geçitler bulunmaktaydı ve bunlardan birinde de güçlü bir
prensin bedeni yatmaktaydı.
İlk kabileler kendilerinin kuşların ve
hayvanların
ve yıllarca evvel
denizden gelmiş olan yabancıların torunları olduklarına
inanmaktaydılar.
Bu
İnka-öncesi
insanlar kumaşlar dokuyorlar,
seramik yapıyorlar, ölülerini gömüyorlardı ve görünüşe göre savaşçı değildiler. Tapınaklar ve piramitler inşa ediyorlardı. Ama bir muamma çözümsüz kalmaktadır: Dağlardaki duvarları kim yapmışb? "Peru'nun esrarengiz surları" adı verilen bu duvarlardan biri 80
kilometre uzunluğunda, 5 metre genişliğinde ve 5 metre yüksekliğin- dedir. Taştan ve
kerpiçten
yapılmış olan bu duvarların kökeni bilinmemektedir.
İnkalar'ın kendilerinin de bir tradisyonu vardır ve
buna göre
işgalciler güneyden gelmişler ve
kendilerini, büyük
medeniyetlerini
ve güçlü
İnka İmparatorluğu'nu kurmuş oldukları dağlara püskürtmüşlerdir. Bazı
kalıntıların düşündürdüğü şekilde, bunların bir bölümü Mayalar
ile karışmak
üzere Meksika'ya göç etmişlerdi. Diğer taraftan
yeni keşiflerden
elde edilen sonuçlara göre Mayalar, İnkalar'la karışmak üzere güneye doğru göç
etmişlerdi.
Konu
Cayce'in "okumaları"
ışığında incelendiğinde, İnka- lar'ın kökenleri hakkındaki tartışmalar
enteresandır. Bazı kanıtlara göre İnkalar Pasifik'deki bazı adalara,
ta Polinezya'ya kadar göç
etmiş olabilirler (Thor Heyerdahl'ın "Kon-Tiki"si). Ama bunun tersi de olmuş olabilir; ilk Perulular pekala Polinezya Adaları'ndan gelmiş olabilirler.
Diğer yandan Prof. John
Rowe'un yapbğı kazılar
İnkalar'ın Peru asıllı olduklarını belirtmektedir. "Her şey, İnka medeniyetinin Cuzco Vadisi'ndeki
uzun bir gelişme
sürecinin neticesi olduğunu ispatlamaktadır ve dolayısıyla bu uygarlığın
kökenini dışarıda aramak
gereksizdir." diye yazmaktadır (Konkistadorlar Zamanında
İnka Kültürü).
Bir İnka kabilesi olan Quechuaslar kızılderili idiler ve tipik
Amerikan hatlarına sahiptiler. Victor Von Hagen "İnkalar Krallığı" adlı kitabında "Bunlar orta boylu, hatta kısa ve şişman (tıknaz), büyük elleri olan, ince bilekli, anormal şekilde gelişmiş göğüs kafesine sahip (yüksek irtifada solumanın neticesi), iyi biçimlenmiş
bacakları ve düz ve geniş ayaklan olan insanlardı:
Kafaları genişti, elmacık kemikleri çıkık, burunları kavisli ve güçlü,
gözleri küçük ve badem
gibiydi." diye yazmaktadır. Bunlardan hala beş milyonu Andlar'da yaşamaktadır.
Bunlar çevrelerine kolayca uyum sağlayabiliyorlardı
-ağaç bulunmayan bir çevre- ve ellerinin albnda bulunan şeyden, yani taştan yararlanıyorlardı. Tıpkı Meksika'daki Mayalar ve Mısırlılar gibi bunlar da olağanüstü duvarcılardı ve aynı şekilde
harç kullanmadan piramitler, tapınaklar, surlar, kaplıcalar ve diğer binaları
inşa ediyorlardı. Taş bloklar birbirlerine öylesine sıkıca bitiştirilmiş
durumdaydı ki, aralarına bir jilet sokmak.bile imkansızdı. Bu insanların bu eserlerinin seviyesine günümüzde henüz ulaşılama- nuşbr, ama bunlar Mayalar'ın
ve Mısırlılar'ın işleri ile rahatlıkla kıyaslanabilir.
İlk Perulular kıyıdaki düzlüklerde ve Andlar'da yaşıyorlardı.
Diğer tüm yarabklar gibi insan da çevresi tarafından devamlı olarak etkilenir, sonuç olarak birbirinden çok farklı iki tip -en az- . insan toplumu gelişti. Kıyılardaki düzlükler kurak çöllerdi ve bunlar doğudan babya doğru dağlardan
gelen ve verimli vadiler oluşturan sellerle yarılıyordu. Bu vadiler insan için doğal bir mesken oluşturuyordu, çünki buralarda av hayvanı
bulabiliyordu. Ama
Güney Amerika av hayvanı bakımından bir hayli fakirdir ve türlerin sayısı da pek azdır. Bununla birlikte killi ve verimli topraklan, yenilebilir meyveler, tohumlar
ve kökler
sunmaktaydı.
Zamanla bazı kişiler bitkilerin sağda
solda ve uzaklarda aranması yerine bizzat yetiştirilebileceğini
öne sürdüler; onlara yol gösteren şey belki de kuşlar
tarafından getirilen ya da humus tabakasında keşfedilen tohumlar oldu. Kısa
zamanda, av hayvanından mahrum vadiler ilk
avalan bahçeciliğe ve sonuç olarak da tarıma zorladı.
Başlıca ziraat, tipik Amerikan ürünü olan, mısır ye- tiştirilmesiydi.
Bunun kökeni tam bilinmemektedir
ama M.Ö. 300' e uzanan Maya öncesi mezarlarda mısır tohumlarına rastlanmıştır.
Pasifik'ten Amazon'un kaynaklarına dek tüm İnka İmparatorluğu
birinci derece öneme sahip bir ziraat merkezi oldu. Sebzeler, meyveler, ilaç olarak kullanılan bitkiler burada, dünyanın başka hiçbir bölgesinde görülmeyen
biçimde, gayet sistemli olarak yetiştiriliyordu. Bu yetiştirilenler
arasında patates, büyük kabaklar, domates, fasulye, fıstık, yeşil biber, papay, kaşu, ananas, kakao, avokado, dut, çilek,
vs... de bulunuyordu. Bu ürünler, Avrupa'da bir hayli uzun zamandan beridir yetiştirilmekte ve yenmektedir. Öylesine ki, hepsinin de
Amerika'dan gelmiş olduğu
unutulup gitmiştir.
Harika çiftçiler olan ilk Perulular ve onların torunları aynı zamanda yetenekli zanaatkarlardı
da. G.H.S. Bushel, "Peru ve Eski Uygarlıkları"
adlı kitabında "Orta Andlar'da yaşayan
toplumların en önemli karakteristiklerinden biri, aletlerinin gayet basit olmasına rağmen el işlerine son derece yetenekli olmalarıydı." diye yazmaktadır. "Dokumaları gayet özel, tipik ve dikkate değerdi. Basit bir dokuma tezgahından yararlanırlar, keten ve yün
kullanırlar, bilinen tekniklerin çoğunu uygularlardı. Çanaklar ve çömlekler gayet ustaca biçimlendirilip
resimleniyordu ve tornanın henüz mevcut olmamasına
rağmen, sanatsal değeri çok yüksek vazolar ve mutfak eşyaları yapıyorlardı. Albn, gümüş, bakır ve diğer alaşımları
sanat değeri yüksek biçimde çeşitli yöntemlerle işliyorlardı; aynca bronzu işlemeyi
de keşfetmişlerdi. Lüzumlu madenler
içinde eksik
olan sadece demirdi, ki bu da zaten tüm Amerika'da
hiç bilinmiyordu." Bu
zanaatkarlar tahtayı da işliyorlar, sepetçilik yapıyorlar, taşı
yontuyorlardı.
Din,
Amerika yerlisi üzerinde
önemli bir etkiye sahipti; hayat
pratikti, din gerçekti.
Kişinin kaderi görünmez güçlerce kontrol ediliyordu ve çok sayıda tanrı olmasına karşılık yalnızca bir tanesi, Yarahcı-Tanrı ya da Tici Viracocha en güçlü olandı. Her tanrı kendine
has, özel kudretlere ve fonksiyonlara sahip
bulunmaktaydı.
Küçük insan, öldüğü vakit
küçük
tanrılarla yetinmek zorundaydı. Doğumunda olduğu gibi, ölümünde de
çok basit törenler yapılırdı. Olümsıizlüğe inanmaktaydı; hatta hiçbir zaman
ölün-
mcdiğine inanırdı, çünki son
nefes verildikten sonra ölmüş olan
beden yeniden doğmakta
ve görünmez güçlerin sahip oldukları kudretlere
kavuşmaktaydı.
İnka-öncesi Peru'da ve tüm İnka İmparatorluğu süresince de, dini ve medeni kanunlar öylesine birbirlerine
karışıyorlardı
ki, günah olanı suç olandan
ayırt etmek çoğu zaman
hayli zor oluyordu; görünüşe göre birbirine benziyorlardı. Ama namussuzluk ya da cinayet,
birazdan inceleyeceğimiz
gibi, belki de sosyo-ekonomik
sistem sayesinde hayli seyrekti. İnka milletinin,
insanın
yeryüzüne gelişine ilişkin bir
hikayesi ve kurtulmak için kaçanların Aztlan ismindeki
bir ülkeden
gelmiş oldukları bir
tufana ilişkin tradisyon- ları vardı.
Güneş kültü ve güneşin zevcesi
ve kızkardeşi
olan ay kültü, İnkalar'ın dinlerini teşkil ebnişe benzer. Ancak Andlar bölgesini ele
geçirdiklerinde
bunu imparatorluklarına kattıkları tüm top- lumlara kabul ettiremediler,
çünki otoriteleri, Büyük Canlandırıcı tarafından İnkalar'ı
doğurmak için vazifelendirilmiş olan
güneş
tanrısının doğrudan evladı olarak
kabul edilmelerine dayanmaktaydı.
Geometriyi, astronomiyi
biliyorlar; müzik ve felsefeyi inceliyorlardı.
Yüksek ve
asil olan diğer bir tanrı kavramı vardı ve adı Pac-
hacamac idi. "Pachacamac" basit olarak Dünya'nın Yarahası anlamına geliyordu, ama bu isim muhtemelen
bir fikri ve daha seyyal duyguları ifade
etmekteydi. Garcilaso de la Vega'ya göre ("İnka-
lar"
adlı eserinde) bu kelime şunu ifade
etmektedir: "Ruhun bedene
yapmakta olduğu
.şeyi kainata yapan." Bir İspanyol papazı yerlilerin bir triniteye (üçlem) taptıklarını iddia etmişti: Baba
Tanrı,
Güneş Tanrı ve
Ay Tanrı.
Rahip
sınıfının
nezaretinde pek çok güneş tapınakları ve güneş saatleri
yapılmışh.
Bir hiyerarşi vardı ve ruhani reis, hüküm sürmekte olan Sapa İnka'nın, yani
Büyük
İnka'nın yakın bir
ebeveyni idi. Kötü davranışlarda bulunmuş kadın ya da erkek, "sözlerle ve fiillerle günah işlemiş olduğunu" halk önünde, bir
rahibe itiraf ederdi. Rahip akan suda yıkanarak arınmak zorunda olan ve bunu yaparken hiç şüphesiz bir tür vaftiz
ve kurtuluş
şekli uygulayan günahkara, yerine getirmesi için dini
bir ceza verirdi. Kehanette bulunulurdu, Orakller'e ('>) müracaat edilir,
hayvanlar kurban edilirdi. İnka-öncesi dönemde insan kurban etmenin hayli yaygın olduğu da şüphesizdir.
Ekonomik
bakımdan,
İnka sistemi, sosyalist bir
devletinkine benzemekteydi. Hyams ve Ordish, "İnkalar'ın Sonuncusu" adlı eserlerinde,
''Tüm
üretim, dağıtım ve
değiştirme
imkanları yönetimin
elindeydi." diye yazmaktadırlar. Ülke aşın refah içindeydi ve
zamanımızın
en korkunç felaketi
olan sefaleti tanımıyorlardı.
Bu sosyal sistemin, And Dağlan'nda yaşayan toplumların İnka yönetimi altına girmelerine
yol açan fiziksel şartların bir
neticesi olduğu kesin gibidir. Tüm bu
bölgenin
jeolojik yapısı, toprağının cinsi ve iklimi öyle bir
yapıda idi ki büyük birlikler,
toplumların
ancak katı bir
disipline ve bir plana uyarak beraberce çalışmaları ile oluşabilirdi. Bizim Bahlı hür teşebbüs sistemimiz kolayca elde edilebilen ve tükenmek bilmez
do'ğal kaynaklar sayesinde başarıya ulaşabilir; bizler doğanın zenginliğini israf edebilir ve kooperatifleşmeyi ve ihtisaslaşmayı sınırlayabiliriz. Ama Andlar'da yaşayan toplumlar
bunu yapamıyorlardı;
birlikleri ve zenginlikleri ancak
büyük sulama sistemleri inşa ettiklerinde
ve ziraate elverişli
alan- lan, dağı ele
geçirmek
suretiyle genişletebildiklerinde bir gelişme gösterebilmekteydi. Ekili alanlar dağlarda kat
kat teraslar halinde,
(..)
Orakl: Vahiy, tannsal cevap. Esası durugörü ve duruişitiye dayalı, şuurlu tesirlerin alındığı, kendi
çağına uygun bir medyomluktur.
dev
bir merdiven gibi oluşmuştu.
Ve hepsi de sanatçı, becerikli
zanaatkar ve doğuştan mühendis olan ve teknik bakımından bronz çağını yaşamakta olan bu toplulukların yaşadıkları devirde böyle kayda
değer
çalışmaları tamamlayabilmenin
tek yolu sıkı bir şekilde
organize olmuş bir cemiyet halinde birleşmekten geçiyordu.
Allyu,
İnkalar'ın
temel sosyal birimleri idi. Bu
ailelerden oluşan bir klan, beraberce özel bir
bölgede
yaşayan ve arazileri, çiftlik hayvanlarını ve hasatları ortaklaşa kullanan bir kabileydi. Özel mülkiyet yoktu. Her yerli küçük ya
da büyük,
köyde ya da şehirde, bir
allyu içinde
doğmuştu. Başkent olan
Cuzco bile aslında dev bir allyu idi. Bu ortaklaşa ve
cemaat halinde yaşama
biçimini İnkalar icat
etmiş
değildi; bu, onlardan önce de,
Andlar'daki bu ilkel toplumda
mevcuttu. Ama İnkalar bunu organize ettiler ve genişlettiler.
AHyu,
seçilmiş
bir lider ve bir ihtiyarlar
konseyi tarafından
sevk ve idare ediliyordu. Bu
topluluklardan pek çoğu bir nahiye reisi tarafından yönetiliyordu; belirli sayıda nahiyeler
bir vilayet oluşturuyordu
ve bunlar sadece İnka Krallığı'na hesap vermekle yükümlü bir
yöneticinin
otoritesi albndaydı. Topraklar din mües- sesesi,
devlet ve allyu arasında
paylaşılmıştı.
Politik
bakımdan
bu sistem esas itibarıyla teokratik bir sosyalizmdi. Ekonomik bakımdan piramit
şeklindeydi.
Tabanda emekçi ya
da işçi bulunuyordu ve bunlara puric (pürik) adı veriliyordu. On işçi, seçilmiş bir ustabaşı tarafından yönetilen bir grup oluşturuyordu; on ustabaşı amir
olarak vasıflandmlacak
olan kişiyi içiyorlardı. On amir de genellikle köy
reisi olan bir efendi ^- yorlardı ve bu böylece ta 10 00 işçiden oluşan kabilenin reisinin seçilmesine
dek uzanmaktaydı. Taşranın ve imparatorluğun "dört parçası"nın
yöneticileri, zirvede bulunan Sapa-İnka tarafından tayin ediliyorlardı. 10 000 işçi için 1 300 ustabaşı, amirler ve ustalar vardı. Bir yerli
normal olarak kendi allyu'su içinde doğar, büyür ve ölürdü; kendisini tamamıyla
ona adamıştı, ki bu da yüksek bir ruhsallık seviyesinin belirtisidir. Kişinin,
topluluğunun yararlarını kendi çıkarlarından önde tutması, yakınlan ile
rekabete girişmekten ziyade onlarla işbirliği yapması için dini bakımdan
erişkin
olması gerekiyordu.
Esseniler, sürdürmüş olduk.lan, Yahudiler'e ait o birleşik yaşam tarzı ile, İnkalar'ınkine çok benzeyen sosyal bir yapıya sahiptiler. Ama günümüzde, Peru'da, zirai reformlara ve bazı endüstrilerin ulusallaşhnlmasına rağmen elli civarında büyük
İspanyol ailesi devlet topraklarının çoğunluğunu kontrolleri alhnda tutmaktadırlar. Doğal kaynaklar, altın, bakır, gümüş, vanadium, bütünüyle
yabancı kuşatıalann, özellikle de Kuzey Ame- rikalılar'ın ellerinde değildir.
lnka uygarlığı en parlak dönemini bin yılına doğru
yaşadı ve altına susamış Pizzarro'nun 1600 yılına doğru gerçekleştirdiği kanlı istiladan sonra da ortadan kalktı. İnkalar' ın günümüzde yaşayan bazı torunları, dünyanın en eski milleti olduklarından emindirler. Daima güneşe taparlar ve binlerce yıldır sürüp gelen adetlere göre göz alıcı festivaller düzenlerler.
Büyük medeniyetlerinin kalıntılan ve kaldırımları merak uyandırıa basamaklara sahip yollarının bazı kısımlan hala varlıklarını
korumaktadırlar. Bu yol- lann, hpkı Mayalar'da olduğu
gibi yalnızca dini tören geçitleri için inşa edilmiş
olduğu varsayımı haricinde, ne için yapılmış olduklarına ve ne şekilde
kullanıldıklarına dair bir açıklama getirilememektedir.
Cayce Dosyalarmdan Aktarmalar
Afetler sırasında kıtadan kaçan Atlantisliler'in ilk göç ettikleri ülkelerden biri de o devirde Og veya Oz, ya da On adıyla bilinen Peru idi. Bu, Güney Amerika'nın sularla kaplanmamış yegane önemli
bölgesiydi ve Lemurya asıllı esmer ırktan olan ve Ohums (Ohumlar) ya da Ohlms (Ohlmlar) adıyla bilinen, bir kabile tarafından istila edilmiş durumdaydı.
Lemurya ya da Mu, ilk
tufan esnasında
Pasifiğe gömülüp gitmişti. Ohlmlar, kıtalannın alçak topraklan M.Ö. 50700'e doğru sulara gömüldüğü
sırada ve güneyden gelmişlerdi. Topluluklarını
ülkenin kuzeyine yerleştirdiler, evler yaphlar ve Mu Tapınakları inşa ettiler. Gruplarında rahipler, rahibeler, öğretmenler ve çalı-
şanlar bulunuyordu.
Sulh içinde
yaşamakta olan bir milletti.
Bölgede doğal kaynaklar, altın ve
kıymetli
taşlar keşfettiler ve
kısa zamanda becerikli zanaatkarlar
durumuna geldiler. Müzik ve
resim anabnda mükemmel eviyeye ulaşnuşlardı ve ayrıca, ^ ramik boncuklan ipe
diziyorlar, süsler ve mücevherler yapıyorlardı. Din sadece bir iman
meselesiydi, bir yaşam biçimiydi ve bazıla- n insanın kainat ile olan
ilişkisini mükemmel şekilde anlıyorlardı. Mu Tapınağı'nda adak olarak en
kusursuz hasatlar ve hayvanlar sunulmaktaydı.
Halk bir hükümdarlar hanedanı tarafından
yönetilmekteydi; bunlann en azından biri kadın oluyordu ve her birine Büyük
Ohlm adı veriliyordu. Ancak, son hükümdarlık esnasında çıkan bir isyan, yeni
demokratik prensiplerin ve bir halk yönetiminin kurulmasına yol açb. Bu isyan
hiç şüphesiz ki birtakım felaketleri de beraberinde getirdi, bir süre kan
döküldü, zulüm ve gaddarlıklar yapıldı, sefalet çekildi; ancak yeni bir
sosyo-ekonomik sisteme de hayat verdi. Bu yönetim, tüm dünyanın gelecekteki
idare sistemleri üz.erinde çok daha üstün ve hayal bile edilemeyecek bir etkiye
^hip olacakb. Kastlar ve sınıflar hâlâ daha mevcuttuk, ^ zenginliklerin
"sağlıklı olanlarla hasta olanlar, güçlüler ile zayıflar" arasında
yeni bir bölünmeye tabi tutulması da söz konusuydu. Pek tabii ki bu felsefeyi
reddedecek ve bununla mücadele edecek kişiler de hemen hazırdı.
Atlantisliler ve On ile Og'dan gelen güney
milletleri buraya ulaşbklannda büyük değişiklikler oluştu. Son adalardan, yani
ku- z.eyde Poseydia ve Eiz.en, doğuda Aryaz, güneyde Latinia Adala- n'ndan
gelen Atlantisliler yalnızca ülkelerini kaplayan sulardan değil, aynı zamanda
Bir Yasası'nın Çocuktan ile Belial Oğullan arasındaki iç savaştan da
kaçıyorlardı. Bu her iki tarafın da mensupları Peru'nun yüksek topraklannda
bannacak yerler aramaktaydılar; bunlara bir de güney halkları eklenince zaten
karışık olan durum giderek daha da kanşıyordu.
Bu devirde, Ohlmlar'ın Ulkesi, kendisini cinsel
aşınlıklara kapbrdığı için giderek düşen zayıf bir lider tarafından yönetiliyordu.
Atlantisli istilacılar çatışmalara ve ayaklanmalara yol açtılar,
ama
Büyük Ohlm'u devirmeyi ve sürgüne göndermeyi de başard.ı- lar
ki, bu da onlara halkın
desteğini sağladı ve
tüm
bölgeye yerleşmelerine yardım etti.
Atlantisliler
otoritelerini idarenin içinde de
kullanıyorlar,
ta- nmsal ekonomi ve dini
dogmalarla da meşgul
oluyorlardı. Daha
modem tanın metotlan oluşturuldu ve maden ocaklanndaki çalışmalarda büyük gelişmeler kaydedildi. içlerinde daha
büyük
kaidelere dayalı yeni
ayinlerin yapıldığı
yeni tapınaklar inşa edildi.
Sosyal
ve demokratik devlet gelişti. Halkın refahı her şeyden önde geliyordu, çünki lnka
liderleri hükümdardan
çok, birer vasi durumundaydılar. Kastlar yok oldu, eşitlik kuruldu.
Halkın maddi ve eğitime dayalı ihtiyaçlanru karşılamak üzere ortak evler ve depolar yapıldı. Bununla
beraber, her zamanki gibi, zenginlik ve kudret tutkunu bazı Atlantisliler
diğerlerini
köle etmenin yollarını aramakla meşguldüler.
Sonuç olarak
lnkalar'ın
ahlakında düşüş başladı. Güneş kültü, dini
ayinlerde ve insan kurban etmelerde kendini gösterdi. Altın ve kıymetli taşlann biriktirilmesi, bunların sonunda
para gibi kullanılmalanna
yol açb. Hırslı ve otorite düşkünü Belial
Oğullan
tapınakların en
dini olanına fesat getirmekte gecikmediler.
Bu
arada, yeni ürünler
kullanılıyor, yeni
enstrümanlar
icat ediliyor ve eski ola^ar da geliştiriliyordu.
İnce kumaş, işleme, ^ petçilik, çanak-çömlekçilik, madenlerin işlenmesi ortaya
çıkb. Al- bn, bakır ve kıymetli taşlar önemli miktarlarla topraktan elde ediliyor
ve böylece ülkenin zenginleşmesini sağlıyordu.
Orta Amerika'daki Atlantisliler uzun yıllar
boyu sürekli olarak Peru ile Yucaian arasında yolculuk ederek Og'a ve On'a
gelmeye devam ettiler. Ohlrnlar giderek kaybolmaya yüz tuttular. Kızıl ve
esmer ırklar bpkı kültürleri ve dilleri gibi birbirleriyle karıştılar. Her şeye
rağmen büyük İnka ulusu işte bu büyük insanlık potasından ortaya çıkb.
"Dağlardaki duvarları" ve "kanalları" yapanlar ln- kalar
idi ve çağımıza dek ülkeye hakim oldular.
Böylelikle, Atlantisliler'in gelişleri
Ohlmlar'ın kaybolmalan- rıa ve İnkalar'ın doğmasına yol açtı. Ülkelerinden
kaçan bazı Ohl- mlar Yucatan'a sığındılar ve burada büyük kalabalıklar halinde
göç etmiş olan
Poseydialılar'la
birlikte yeni Maya Krallığı'run kurulmasına iştirak ettiler. Bazıları da
kuzeye doğru,
günümüzdeki Birleşik Devletlerin
güneybabsına
kadar -Arizona, New Mexico;
Nevada- uzandılar
ve bölgedeki mağaralarda yaşayan Lemuryalı ya da Atlantisliler ile karıştılar. Ohlmlar millet olarak yeryüziin- den
silindiler. Tarih bakımından
onlar hakkında hiçbir şey bilinmemektedir ve günümüzde onların isimlerini hatırlatacak hiçbir şey kalmamıştır.
Cayce'in "Okumaları"ndan Aktarmalar
"Varlık, günümüzde Peru adı verilen
bu ülkede, o devrin halklarını, topraktaki unsurları insan
tarafından
kullanılacak hale
getirme konusunda eğitmekte
olan Ohlmlar arasında bulunuyordu. Bu yüzden varlığın şimdiki enkarnasyonunda mücevherler, kıymetli taşlar ve parıldayan bu
şeyler
özel bir çekiciliğe sahiptirler; bu arada, bunları biriktirmesi
endişe verici boyutlara varmış durumdadır." (2731-1)
"Varlık, Peru adı verilen
bu ülkede,
İnkalar'ın ve Poseydia halklarının gelişlerinden önceki Ohlmlar devrinde, ayaklanmaları başlatanlar ve daha sonra halkı büyük ölçüde şahsi arzu ve isteklerini tatmin etmeye zorlayanlarla
birlikte. olan bu hükümdarlık
evinde ya da hükümdarlığın ortağı olan evde bir prenses idi. Bu- nu^a birlikte varlık yükak bir ruhal yapıya
ahipti, bir hayli ^- lişmiş bir insandı ve bu devir boyunca bunu
kaybetmedi ve daha da kazandı." (1916-5)
" ... Bu yaşamından önce, varlığın Peru
Ülkesi'nde kendisini etkilemekte olan diğer kişiler yüzünden aşın dini gayret
göstererek hataya düşmüş olduğunu görmekteyiz! Varlık kendi kendisiyle
meşguldü ve kitlenin yararlarını düşünmüyordu." (949-11)
''Bu yaşammda.n önce, varlık, adalara aynlmasma
neden olan ilk tufandan sonraki sıkıntılı dönemde, günümüzde Atlantis adı
verilen bu ülkede yaşamaktaydı. Varlık, tek tesirin, ya da insan ile yeryüzünde
tezahür etmekte olan Yaratıcı Güçler'in ilişkisi olarak
bilinen güçlerin oğullan ile mücadele eden
^lial ^llan'nın ta- raftarlarındandı. Bununla beraber, tahrip oluş
sırasında varlık kendini yararlı bir faaliyete verdi. Bu bölünmeler meydana
geldiğinde, varlık diğer ülkelere gitmek için bu topraklardan kaçmaya
çalı^nlar arasında yer alnuştı; ve bu faaliyetleri günümüzde ^ta Amerika denilen yere getirdi. Bu enkamasyonu
boyunca varlık, yaşamının sonlarına doğru, İnka ulusunu meydana getiren aktif
güçlere, yönetim düzeninde ikinci kişi olarak katıldı ve yaşanunın son bölümü
süresince rahip oldu." (670-1)
" ... Günümüzde Peru'nun denilebilecek
olan bu topraklarda, çok daha sonra İspanyollar tarafından yapılan değil, Maya
veya Yucatan Ülkesi'nden olanlar arasındaki bölünmeden dolayı meydana gelen ve
zulmün hüküm sürdüğü bu devirde... Burada, varlığı bir rahip, ya da kralın
veya büyük rahibin oğlu olarak görmekteyiz, ama tam bir otoriteyi elinde
bulunduran bu enkamasyondan yararlanmıyor. Bununla beraber varlık, grupların
etkinliklerinin pek çoğundan haberdardı; bu ilgisi yalnızca tüm bedensel
ihtiyaçlar için kurulmuş olan ortak kullanıma açık depolar ile ilgili olarak
halkın yaran için değil, aynca ruhsal ve zihinsel uygulamalarla da meşgul olmak
şeklindeydi. Çünki o devirdeki yönetim şekli böy- leydi ve varlık bu depolardan
ya da evlerden birini yönetmekle vazifeliydi; halbuki ailesinde senyör
durumuna gelip yakınlarını köleleştirmek amacını güdenler vardı ... Varlığı,
bundan önce de Peru . topraklarında ancak başka bir bölgede, daha çok
Atlantis'in ve ayrıca ^ ya da İnçal Ülkesi (•) durumuna gelecek olan
ülkenin bir kısnunı oluşturan bölgede yaşarken ... ve Bir Yasası Çocuklan'nın
faaliyetlerine katılırken görmekteyiz. Burada varlığı grupların çok çeşitli
etkilerinin birleştirilmesi için sürdürülen faaliyetlere çok iyi uyum sağlanuş
olarak görüyoruz. Çünki varlıkta lisan ve grup halinde çalışma yeteneği vardı.
Bu, varlığın enkamasyonlannın bir bölümünü oluşturduğu için, varlığın
günümüzdeki enkarnas- yonunda çeşitli dilleri konuşma ya da lehçeleri tanıma ve
insan gruplarının yöresel hayat şartlarını bilmenin özel bir alaka konusu
teşkil ettiği görülmektedir." (1637-1) • • ...................
(•) Intel okunur.
"Varlığm, Peru adı verilen
ve Ohlmlar'ın
egemenliğinin son
bulduğu bu ülkede Atlantis'ten
gelmiş ve halklara evleri ve tapı- naklan
inşa etme ve süslemede yardım etmiş olanlar arasında bulunduğunu görüyoruz. Varlık, güneş
kültünü ve güneşe ait
güçleri, adak olarak insan kurban etmeye varıncaya kadar
ülkeye soktu; çünki varlık, bu ülkede, o
devirdeki ilk insan kurban edilişini yöneten ve güneşin ilk
büyük rahibesi olan kişi idi.
Ruhunu önce yitirmiş,
sonradan yaptığı bir
hizmet ile yeniden kazanmıştı.
İsmi Rariru idi." (2887-1)
"Bu enkarnasyonund, varlık, daha sonra
İncallar adı verilecek olan, Kayıp Kabileler, Atlantis Ülkesi'nin halkları,
Lemurya Ülkesi'nin batısından gelmiş olan halklar içinde bir rahibe idi. Bunların
tüm faaliyetlerine iştirak ediyordu ve bu da günümüzdeki enkarnasyonunu
etkilemektedir. Çünki madenler, cam, çanak, çömlek, dokuma..., bunlann ikamet
edilen yerlerde sadece ihtiyaç için değil, eğlence ve kült için de
kullanılmalan ve uygulaması, bu faaliyetleri birbirinden ayırmaya çalışan
varlığın ilgisini çekiyordu. Eski zamanlarda, ya da pek çok eski
enkarnasyonlar esnasında herkes birlikte yaşıyordu. Varlık bir ayrılık
istiyordu, ama bu kendisine sıkınb getirdi." (1159-1)
İKİNCİ KISIM
ŞAŞIRTICI
MAYAL
AR
Atlantisliler'in
göç
etmiş olduk.lan ülkeler içinde hiç biri on- lann etkisini
Meksika'daki Yucatan kadar açığa çıkaramaz. Burada, Atlantis kültürünün, daha eski ve ilkel bir kabile kültürü üzerindeki derin izlerinin en kayda değer örneği sergilenmektedir. Ne mutlu ki,
Mayalar hakkında
bilimsel bakış açısından olduğu kadar Cayce'in "okumaları" vasıtasıyla da çok şey bilinmektedir.
Güney Meksika'daki
bu yanmada, modern arkeologları
uzun bir süre şaşkınlığa düşürmüştür. Maya muamması, bu
uygarlıktan
geriye kalanların 16.
yüzyılın
başlarında Cortez tarafından ele geçirilişinden beri insanların imajinasyonlanna ilham kaynağı teşkil etmiştir. Mayalar yüz sene
içerisinde
tamamen ortadan kaybolmuşlardı ve bu olay onların kökenleri kadar esrarengizdi.
Kimdi
bu insanlar? Nereden geliyorlardı? İlkel bir durumdan
hayli gelişmiş
bir uygarlık düzeyine aniden nasıl geçebilmişlerdi? Yeni ve daha az tercih
edilebilecek türden topraklara yerleşmek amacıyla niçin sürekli olarak yer değiştiriyorlardı? Sonradan ne oldular? Tarihçilerin merakını uyandıran sorular bunlardır. Biz önce bilimsel
keşifleri
inceleyeceğiz, ardından da,
bilinenler ve bilinmeyenler hakkında daha
fazlasını
öğrenebilmek amacıyla Cayce'in
"okumalan"na döneceğiz.
Kaşifler Maya
uygarlığına
ait sayısız kalıntılar buldular, çün- ki
ardında zengin bir arkeolojik kaynak bıraknuştı; ancak bunlann hemen hepsi de henüz ne
çözülebilmiş,
ne de gerçek değerleri tak-
dir
edilebilmiştir.
Ayrıca, Mayalar'ın kökenleri ve
faaliyetleri hakkında
hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir.
Maya
kültürünün
eserleri sayısızdır; "kitaplarından" bazıları,
görkemli piramitleri, içinde taştan yontulma sunaklar ve tahtlar
bulunan büyük
taş bloklardan yapılma tapınakları, küre biçiminde, 65 tona varan ağırlıklarda dev, yekpare taştan anıtları ve hatta beyzbola benzer oyunları için kullandıkları sahaları zaten keşfedilmiş durumdadırlar.
Mayalar'ın içinde yaşadıkları çağa göre çok ileri bir seviyede bulundukları şüphe götürmez; öylesine ki, bu uygarlık konusunda bir otorite durumunda olan S.G.
Morley onlara "Yeni Dünya' nın Yunanlıları" adını vermiştir.
Aslında "onlar eski Amerikan ruhunun
en parlak dışa vurumunu temsil
etmekteydiler". Heykelcilik ve mimarlık yetenekleri,
hiyeroglif yazı, matematik, astronomi ve
idarecilik bakımından
yüksek seviyede gelişmiş sistemlerine
eşit bir düzeydeydi.
Aritmetikte
sıfın ilk kullananlar onlardı. Matematikte
ustalaşmışlardı
ve Amerika'nın keşfedildiği çağda kullanılmakta olan ve Eski Dünya'ya ait
sistemden çok daha kesin bir kronoloji metodu tahayyül etmişlerdi. Bu metot öylesine karmaşık ve incedir ki bilim adamlarının, bu formülün asırlar boyunca gelişmiş ve
azar azar mükemmel
duruma gelmiş olabileceğine inanmaları hayli zordur. M.Ö. 3. yüzyıla doğru, tamamıyla üstün bir beyinden çıkmışa benzemektedir.
Maalesef arkeologlar bunun bilinen tarihi bir vaka ile bağlantısını kurmakta yetersiz kalmış olduklarından bu devrin tarihini belirlemek mümkün olmamaktadır. Ayrıca, bunların yazısı
600'den fazla ideogram (*) ihtiva etmektedir ve bunların yarısı bile
çözülememiştir. Ne yazık ki İspanyollar da "kitapların" pek çoğunu
tahrip etmişlerdir.
Mayalar çiftçi bir millet olduklarından
mevsimlerin onlar için önemi büyüktü. Astronomları gezegenlerin çeşitli
hareketlerini ve safhalarını kaydediyorlardı; ama bu konuda bile yapmış oldukları
çalışmaların anlamlan bizler tarafından kavranılamamak- tadır.
(•) Her kavramın bir işaretle ifadesi.
Hiyerogliflerde ve Çince'de olduğu gibi
İlk Mayalar'ın yaklaşık 12
00 sene önce Asya'dan
gelmiş
olabilecekleri düşünülmektedir. "Modem" Mayalar'ın tersine,
onlar eski tarihleri hakkında pek
az bir belge ve çok
parçalara ayrılmış bir
gelenek bırakmışlardır.
Onlardan geriye ne en ufak bir
mimari iz, ne de bir anıt kalıntısı kalmamıştır. Onlar hakkında çok az şey bilinmektedir
ve onlara sadece Ön-Mayalar
denilip geçilmiştir.
Görünüşe bakılırsa bu, sade, sakin, dine bağlı ve
Bacablar (•) adı verilen bazı küçük tannlan
olmasına
rağmen Tek Tann'ya tapmakta
olan bir milletti. Onlar için en
yüce
varlık, alemin yaratıcısı olan
ve Hunab Ku adında bir Tann idi; Hunab Ku, Bir Tanrı anlamına gelmektedir. Efsaneye göre Yucatan'a
iki yönden
gelmişlerdi: Deniz
yoluyla Meksika Körfezi'ne
ve kara yoluyla da Zamma adındaki, Musa'yı andıran bir kahramanın önderliğinde güneyden ve batıdan gelmişlerdi. Tradisyonlanndan birine göre, onlardan
önce burada, daha sonra tufan yüzünden ortadan
kalkmış olan pek çok uygarlıklar yaşamıştı. İşte onlar hakkında bilinenlerin hemen hepsi bundan ibarettir.
Bununla
beraber, arkeologlar eskisinin ardından gelen
en yeni uygarlığı keşfettiler. Bu esrarengiz hadisenin M.Ö. 100 yılına doğru meydana gelmiş olduğuna inanılmaktadır. Çok ani ve esaslı bir
şey cereyan etmiş olmalıdır. Nerede ve ne zaman olduğu hakkında hiçbir şey bilinmemektedir, ancak Morley,
"Eski Mayalar" isimli kitabında şöyle bir soru sormaktadır: "Acaba bu, kültür nabzının dış bir etki ile hızlanışı mıdır?"
"Tanrılar, Mezarlar ve Bilim Adamları" adlı eserinde, C.W. Ceram, tarihi bakımdan doğruluğu ispat edilmiş bir
efsanenin temellerine gayet sık bir
şekilde
rastladığını ve
her ne kadar ilk bakışta
inanılmaz gibi görünseler dahi
efsaneleri bir kenara itmek ve bunlan şiirsel kurgular
olarak ele almak gibi bir hataya düşmememiz gerektiğini açıklar. Atlantis teorisinin en ateşli taraftan,
A.B.D.'nin yirmi dört sene boyunca Yucatan konsolosluğu görevini yapmış olan
Edward H. Thompson olmuştur.
Tam bir arkeoloji tutkunu idi, özellikle de
Maya kültürü ile ilgileniyordu ve bürosunda
pek kalmıyordu.
1935
yılında,
Mayalar'ın batık kıta Atlantis
(•) Ba^b okunur.
asıllı olduklanna
daima inanmış biri olarak bu hayata gözlerini yumdu.
Çevrelerinde
oluşan bazı alaya
tebessümlere
ve muhafazakarca baş sallamalara
rağmen
diğer bazı kişiler de
aynı tezin savunucuları oldular.
Maya
uygarlığının
başlangıçta zannedilmiş olandan
Çok daha eski olduğu kanıtlanmış gibidir. Mısır sanab
ile olan benzerlikler son derece çarpıadır ve
Mexico (Meksiko) yakınındaki
bir piramidin üzerinden alınnuş olan bir lav örneği vasıtasıyla bunun, nereden gelmiş olduğunu bilemeyen jeologlar tarafından 800 yıldan
daha eski olduğu sonucuna vanlmıştır. Şayet bu doğru ise
Meksika kültürü Babil, Yunan ve Mısır uygarlıklanndan bin yıl öncesine uzanmaktadır. İşte bu da, jeologlan yanlışlığa düşmekle suçlayan ve ileri sürdükleri tezi reddeden arkeologların canın( hayli sıkmış ve
onlan kızdırmıştır.
Eski kalıntılann halen Meksiko kentinin altında olduğu bilinmektedir ancak bunlara ulaşmak artık imkansızdır.
Mayalar'ın evrimlerinde "bir şey" meydana
gelmiş
olduğu tartışılmaz bir
gerçektir
ve bu muamy ı daha
da karanlığa
iterce- sine, son Mayalar'ın bilemediğimiz bir nedenden ötürü' ülkelerini terk ederek başka yerlere
pek çok
göçler düzenlemiş olduklannın sayısız kanıtlan bulunmuştur. Hasatlannı,
tapınaklannı ve
şehirlerini öylece terk
ederek kitleler halinde gitmişlerdi.
Bu
olayı
açıklamak üzere birçok varsayım ileri
sürüldü:
İç savaş, yabancı istilası, toprağın bozulması, batıl inanç, veba ya da benzer bir felaket,
zelzele, iklimde değişiklikler
vs. gibi... Tüm insanlar, karmakanşık ormanının (cangıl) tam bir sorun olduğu, toprağın verimsiz olduğu ve
başlıca hububatlan olan nusınn yetişmesine hiç uygun
olmayan ve suyun da hayli az bulunduğu Yucatan
Yarımadası'nın
uç bölgesine yerleşmek üzere güneydeki kentleri
terk etmişlerdi.
Bununla beraber bu kitle
hareketleriyle birlikte Maya halkının modern
tarihi de başlamış
oluyordu.
Eskisi
üzerine
kurulmuş olan yeni imparatorluk tamamen farklıydı ve
ayırım
noktası o kadar belirgindi ki Mayalar'ın Yucatan'da daha eski bir millete rastlanuş olduklan
şüphesizdir.
Aynca, M.S. 10.
yüzyıldan
itibaren güneye doğru meydana gelmiş
bazı sızmalar Maya uygarlığını daha da karışık duruma
getirmiştir.
Bu hareketin Mayalar'a sayısız tanrı, puta taparlık ve
insan kurban etmeyi getirdiği düşünülmektedir.
Bir
Maya tradisyonuna göre, ilk öncüler Yucatan'a
doğudan geldiler ve sayıları çok azdı. Buna "Küçük İniş" adı verildi. Daha sonralan Mayalar büyük kalabalıklar halinde adeta aktılar ve
buna da Noheniel ya da "Büyük İniş" adı verilmiştir. Efsane anlamlıdır ve insan topluluklannın yer değiştirmiş oldukları, ülkenin doğusunda,
batısına kıyasla daha
eskiye ait tarihlerin keşfedilmesiyle de destek görmüş olmaktadır..
Maya
şehirleri
içinde en eski keşfedilmiş olanlarından biri ve şüphesiz en
görülmeye
değer olanı Honduras'ın kuzeyinde,
Co- pan'da bulunan şehirdir.
New Yorklu genç bir
avukat olan John Llyod Stephens ve İngiliz ressamı Frederick Catherwood katır sırtında cangıla daldılar ve anıtlar ve
heykellerle dopdolu görkemli
bir şehir buldular. 1839
yılında
bölgeyi elli dolara satın aldılar ve keşiflerini kaplamakta olan bitki örtüsünü büyük bir sabır ve
tutkuyla açmaya koyuldular.
Birkaç hafta içerisinde, yontulmuş figürlerle ve hiyeroglif yazılarla kaplı on bir adet taş anıtı, taştan yontulmuş jaguar başlarını, sunakları, terasları, sarayları ve piramitleri gün ışığına çıkarmayı başardılar. Binalar birbirlerine büyük ve
güzel
görünümlü merdivenlerle bağlanmış durumdaydı ve bunlardan bir tanesi 500 adet
ideogram ile süslenmişti.
Step- hens günün birinde
bu şehrin
tüm geçmişini anlatabileceklerini
ümit ediyordu. Maalesef bu işin büyük bölümü açığa kavuşamamış bir durumdadır.
Her
iki kaşif de araştırmalarına devam ettiler ve Meksika'run güneyinde toplam
olarak 44 Maya şehri
keşfettiler, ki
bunlar arasında Palenque, Uxual, Chichen Itza
gibi ünlüleri
de bulunuyordu. Ardından Stephens
şöyle
yazacaktı:
''Ne
anıtların,
ne de heykel kalınblannın üzerinde, insan kurban edildiğine ilişkin ve hatta herhangi başka bir
canlının
kurban edilişine ilişkin hiçbir kanıta rastlamış
değiliz; ancak her 'put'un önüne yerleştirilmiş olan yontulmuş büyük taşların kurban sunağı
işi görmüş olduğundan hiç şüphemiz yoktur. En yaygın heykel
biçimi bir ölü başıdır ve bu bazen başlıca unsur
rolü
oynamaktadır; eskiden buraya bir ak^suar ol^ak yerleştirilmiştir..."
S.G. Morley 1938 yılında Yucatan'daki Uaxactun'da diğer bir
tepenin albnda kalmış, klasik-öncesi döneme ait bir piramit keşfetti. Bu
harika taş yapı beyaz alçı ile kaplannuşh, dört yüzünün her birinde bir
merdiveni bulunuyordu ve bunlar arasında mermer kireci sıvasından yapılma
jaguar masktan diziliydi. Bunlar, bazılan- na göre Mayalar'dan da daha eski,
Polinezya tipi bir halk olan Ol- mekler'in stilinin işaretini taşımaktaydı.
En şaşırtıcı ve en izah edilemez keşif hiç
şüphesiz alçı taşından yapılma, beş ton ağırlığında dev bir tamburdur.
Güftümüzde ikiye kınlmış durumdadır; uzunluğu 5 metre, çapı da 60 santimdir ve dev bir
kompresör silindirini andırmaktadır. Ne için kullanılmış olduğu
bilinmemektedir, ancak Mayalar'ın taşlar, çimento ve mermer kireci sıvası
kullanarak kaldınmlı yollar yapmış olduktan kanıtlanmıştır. O devirde ülke
baştan aşağı bir yol ağı ile örülmüşe benzemektedir. Mayalar'ın tekerlekli
arabalara ve muhtemelen yük hayvanlarına sahip oldukları bilinmektedir.
Bazılanna göre bu yollar dini merasim
alaylannın geçişi için kullanılıyordu. Thomas Gann, "Coba'dan yola çıkan,
harikulade giysiler giymiş rahipler ve asillerden oluşan uzun alayı, renk renk kıyafetlerini,
güneşte parıldayan rengarenk tüylerle donannuş saçlannı, bunların önünde giden
şarkıcıları, flüt ve tambur çalan çalgıcıları, bunların ardından yürüyen,
buhurdanlık taşıyan ve dört bir yana kopal tütsüsünün kokulu dumanını dağıtan
beyazlar giymiş rahipleri zihnimizde canlandırabiliriz." diye yazar. Üç
günlük bir yürüyüşten sonra hacılar kendi Mekkeleri'ne, yani Chichen ltza'nın
"castillo"suna ulaşıyorlardı, burada büyük Tüylü Yılan'ın rahipleri
tarafından karşılanıyorlar ve törenlerle adaklanru sunuyorlardı.
Mayalar tarihten çok astroloji ve astronomiye
meraklıydılar ki bu da bizler için bir şanssızlık olarak değerlendirilebilir.
Tarihle meşgul olduklanna dair en ufak bir iz yoktur. Ancak bir Maya eseri olan
kitapları "Chilan Balam'ın Kitabı" onların kültürlerini anlat-
makta
ve büyük bir afetin ayrınhlı tanımını yapmaktadır. Meksika'da, ilk uygarlıklan yok eden yanardağ patlamalannı, yer sar- sıntılannı ve deniz kabarmalannı anlatan diğer yazıtlar da bulunmuştur ve bunlar kitapta yazılı olan
felaketi kanıtlamaktadır.
Mayalar'ın dinleri, tanm üzerinde de
büyük bir etkiye sahip olan
takvimlerine sıkı
sıkıya bağlı bir
durumdaydı.
Takvim Mısır- lılar'ınki ile aynı düzeyde ve Avrupalılar'ınkinden çok üstündü. Dinin pragmatik (fiili) bir yapısı vardı. Nüfus bir tarafta rahipler, asiller ve
ordu, diğer tarafta halk kitlesi olarak aynlmışh. Bunlann
ikisi arasında
esnaf sınıfı vardı. Pek çoğu şahsında toprağı ifade eden sayısız tannya
hizmet amacıyla,
çok sayıda rahip gerekiyordu. Bunlar arasında yalnızca dört tanesi büyük bir
önem
taşıyordu. Birincisi, diğec üçü ve
dolayısıyla
diğer küçük tanrılar kitfesine
de hükmetmekte
olan baş Tann
idi. Bu, bir tür mesih olan Yılan Tann
Kukulkan idi. "Modem" Mayalar'ın dininde, haç da
dahil olmak üzere, Hristiyanlığa ait pek çok unsura
rastlamak mümkündür.
Büyük rahipler
ancak, çok
öz.el ve büyük bayramlarda
ortaya çıkıyorlar,
zamanlannın geri
kalanını
genç rahipleri yetiştirmekle geçiriyorlardı. En yüksek derece
olarak ilk önce Chilanlar, ardından
Naconlar adı verilen özel rahipler
ve en aşağı
düzeyde de Chaclar adı verilen
laik rahipler bulunuyordu. Bunların fonksiyonları sınıflarına göre
değişiyordu ve
köy
halkı tarafından demokratik biçimde bir
yıllığına
seçiliyorlar, süreleri dolunca
da yerlerini bir diğerine bırakıyorlardı.
Rahiplere
ek olarak genç
kızlardan oluşan gruplar
tapınak-
lann ve kutsal ateşlerin bakımı ile uğraşıyorlardı. Bu kızlar genellikle en asil ailelere mensuptular ve gönüllü olarak
çalışıyorlardı.
Bazı işaretlere göre Mayalar insan da kurban ediyorlardı; ama tannlanna genel olarak
bilhassa hayvanlar ve meyveler sunmaktaydılar. Bu adaklar daima tanm ile bağlantılı idi; bunları yağmur ya da iyi hava istemek, ya da iyi
bir hasattan sonra teşekkür
etmek gayesiyle sunuyorlardı. Harabeler arasında sunaklara ve kurban taşlanna gayet
bolca rastlanmaktadır,
ancak
bunların üstündeki hiyeroglifler hala çözülememiştir.
Maya
uygarlığının
en zirve noktasına 200
yılma
doğru ulaşmış olduğu, »nra açıklanamaz bir şekilde ^M yılına doğru bir düşüşe
geçtiği ve 1600 yılına doğru İspanyol istilası sırasında tamamıyla parçalanmış
bir durumda olduğu söylenebilir.
Cayce
Dosyalarından Aktarmalar
Mayalar'ın gerçek tarihleri telki de ilk
tufanlar anasında ^ murya ve Atlantis'te başlıyordu. O devirde Atlantis'in
sonuçta "kibirli, kötü ve zinaya düşkün" bir milletin ortadan
kalkışına yol açacak olan manevi çöküşü zaten başlamışh. Materyalizm, ruhsal
bilgilerin ve kudretin kötüye kullanılışı Atlantisliler'i mahvedecekti.
Bazıları yaklaşmakta olan felaketin şuuruna varmışlar ve insanlığın elindeki
tüm bilimleri ve bilgeliği biraraya getirerek bunu önlemeye gayret ediyorlardı.
M.Ö. 10700 yılında büyük bir konsey toplandıysa da bir sonuç alınamadı.
Büyük buzul çağlarından sonuncusuna yol açan
kutupların yer değiştirme hareketi beraberinde meydana gelen ilk kıyamet, zaten
olup bitmişti. Kuzey ve Güney Amerika kıyıları açıklarında, Pasifik
Okyanusu'nda yer alan Lemurya ya da Mu, zaten batmaya başlamıştı. Atlantis
Kıtası da birçok büyük adaya ayrılmış ve güney bölümü tamamen batmış
durumdaydı.
Lemurya'da, Yucatan'a yapılan göçler ilk tufan
sırasında başlamışh. Ancak milletlerin Atlantis'in Poseydia, Araz ve Og gibi en
sona kal^n adalarını da terk etmeleri ve büyük göçün gerçekleşmesi, Tevrat'ta
anlatılan ve M.Ö. 28200'de gerçekleşen ikinci tufandan ve 1060 'de meydana
gelen üçüncü ve son tufandan önce olmuş değildir. O zaman adı Yuc olan
Yucatan'ın bu kısımlarına yapılan göçler binlerce yıl devam etti. Son
göçmenler uçan araçlarla geldiler.
Yucatan Yarımadası günümüzde olduğundan çok
farklıydı. Düz ve tropikal değildi ve çok daha büyüktü, daha ılıman bir iklimi,
daha değişkenlik gösteren bir topografyası vardı. Günümüz-
deki
şeklini
üçüncü ve son tufan esnasında aldı ve bu sırada alanlarından büyük bir bölümünü yitirdi,
buralarda yaşayanlar
da daha içerilere doğru sığınmak zorunda kaldılar.
Böylece, uzun
dönemler
boyunca doğudan, Atlantis'
ten gelen kızıl ırk ile
ve bahdan, Lemurya'dan ve güneyde Peru'dan
gelen esmer ırka mensup
ilk boylar arasında
bir kaynaşma sürdü gitti ve bu da sayısız kültürlerin ve inançların bir potada erimesini sağladı. İşleri daha da karıştırırcasına A.B.D.'nin güneybatısının ilk sakinlerinden bazıları, Mısır'ın Kayıp Kabileleri'ne mensup İs- railoğullan, beraberlerinde diğer şeylerle birlikte madeni ve kili de
getirerek Yucatan'a indiler. Böylece, kazılar ilerledikçe sayısız uygarlık
bulunmuştur ve
daha da bulunacakhr. Mayalar da ortaklaşa bir
yaşam
sürdürüyorlardı, yani
"bir kişi herkes, herkes de bir kişi için" idi.
Yucatan'a
yapılan
göçün başlangıcında Atlantisliler
beraberlerinde büyük uygarlıklarını da getirdiler, ancak tüm teknolojilerini getirmediler. Pek tabii ki bunun
hepsini birden bir seferde aktarmaları mümkün değildi, ama bilgilerini ve kültürlerini ve özellikle de
Bir Yasası'nın
dogmalarını korumaya
büyük
özen gösteriyorlardı.
Kendi
şehirlerini
inşa ettiklerinde etkileri de kendini hissettirmeye başladı. Tapınakların ve sarayların görkemi, etraflıca düşünen yönetim
biçimleri, tanm, matematik, dekoratif
sanatlar, kuyumculuk ve tekstil konusundaki bilgileri
ile kendilerini gösteriyorlardı.
"Varlık Yucatan topraklarına gelmeden önce, Atlantis'ten
kaçan
tüm bu milletler buraya yerleştikleri zamanda, giyim kuşama ve
kıymetli
mücevherlere ilişkin tüm bu
şeylerin,
varlığın özellikle ilgisini
çekmekte
olduğunu görüyoruz; dekoratif
sanatlar ve bunun tekstile uygulanması onun faaliyetlerinin bir bölümünü oluşturuyordu. Çünki varlık o zamanlar, otoriteye sahip ol maksızın, aynı aileye mensuptu ve adı Tep-k-eux
idi. Bu enkamas- yonu boyunca varlık iyiye
doğru
gelişti ve bu kişiler içinde pek çokları arasında ruhsal yasaların uygulanışı hususundaki görüş aynlıkları yüzünden anlaşmazlıklar olduysa da o, bu özel dönem
boyunca
diğerlerine
göre daha başanlı şekilde güçlüklerin üstesinden gelmeyi
başardı." (1664-2)
Daha sonralan ölüleri yakma adetini kabul
ettiler. Ve bu amaçla yapılmış bir tapınağın içinde ölülerin külleriyle dolu
kavanozlar günün birinde keşfedilebilecektir.
Bu Atlantisliler'in içinde pek çokları rahip ve
rahibe idiler, çünki özellikle dini incelemelere ve sayısız dini merasimlere büyük
ilgi duyuyorlardı. Işık (Güneş) Tapınağı, -ki henüz keşfedilememiştir-
çevresinde tüm faaliyetlerinin dönmekte olduğu hayat merkezlerini temsil
ediyordu.
Atlantisliler tarafından inşa edilmiş olan ilk
tapınaklar son tufan esnasında terk edilmiştir ve bunlardan geriye kalanlar
keşfe· - dilmiş durumdadır.
Piramitler de gün ışığına çıkarılmışhr, ancak
her ne kadar bu değişik kültürler arasındaki gerçek bağları ve birleşik
faaliyetleri yeniden ortaya çıkarmak için teşebbüs edilmişse de piramitler tamamen
açılmamışlardır. Bunlar, günümüzde derece derece öğrenmekte olduğumuz, gazlann
bu kaldırıcılık kudretinden istifade ederek inşa edilmişlerdir.
Kalıntılar içinde Mısır, Lemurya ve Peru
etkilerine de rastlanabilir. İkinci ve üçüncü uygarlıkların kalınhlan belki de
hiçbir zaman bulunamayacaktır, çünki bunun için günümüz Meksika uygarlığının
ve bilhassa Mexico kentinin büyük bölümünün arkeolojik kazılıır için tahrip
edilmesi, ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Dev boyutlarda yuvarlak taştan anıtlar ya da
abideler, Atlan- tisliler'in ilk yerleşme dönemlerine aittir ve dini işlerde
belirleyici bir rol oynuyorlardı. Bunlar Tek Tanrı'nın ruhunun sembolü idiler.
Sunaklar, kişilerin (hilkat garibeleri mi?) bedenlerini nefretten, gaddarlıktan
ve bencillikten anndırmaya yanyorlardı; yoksa bun- lann üstünde insan kurban
edildiği filan yoktu. Bu uygulama çok daha sonraları İsrailliler'in etkileri
neticesinde gelmiştir. Piramitler ve sunaklar Og ve Mu -Peru ve Lemurya-
milletlerinin eserleridir, ki bunlar hakkında yazıtlarda, sunaklan ve aile
tanrılan olan yüksek ülkeler olarak bahsedilir.
Perulular
beraberlerinde tahrip edici etkileri de getirdiler; sonuçta bölünmeye yol açan dini
tartışmalar
patlak verdi ve çok sayıda Mayalar A.B.D.'nin kuzeyine ve güneybatısına doğru göç etti.
"Varlık, diğer ülkelere göç edenler arasında bulunuyordu;
Belial Oğullan'nın
faaliyetlerini de, Bir Yasası Çocukları tarafından alınan tedbirleri
ve yapılan
uyarılan da gayet iyi bilmekteydi. Dolayısıyla varlığı yeni bir ülkedeki ilk
yerleşim
dönemlerinde, yeni
binalara girenler içinde, Og ve On Ülkeleri'nden gelen etkiler yüzünden yıkıcı bir hale dönüşen yeni
faaliyetlere iştirak edenler arasında görmekteyiz ve burada, varlığın enkarnasyonu
boyunca günümüzde
A.B.D.'nin güneybatısı olarak bildiğimiz bölümün büyük kısmını oluşturan
yüzey değişimleri meydana
gelmiştir.
Bu enkarnasyon süresince varlık, kurban rahibesi olmuştur. Dünya üzerindeki bu bedenli hayatında elleri
ile çok kan dökmüştür." (1604-1)
lsrail'in
Kayıp Kabileleri'nin göçebe halkının A.B.D.'nin güneybatısına inişleri M.Ö. 300 yılına rastlar.
Bunların
atalan bu kıtaya Mısır'dan gemilerle gelerek ve Lemurya'dan geçerek ulaşmışlardı. Bunlar da, Yucatan'a kadar tüm Meksika'yı boydan boya geçtiler ve
içinde,
ortalığı kan denizine çeviren insan
kurban etmenin de bulunduğu örf ve adetlerini Og, Mu ve Atlantis
milletlerine aşıladılar.
"Varlık, eskiden, kişilerin yabancı ülkelerdeki faaliyetlere hazırlanmakta olduğu dönemde Mısır'da
yaşamaktaydı. Varlık, faaliyetlerini,
günümüzde
Yucatan denilen yerde uygulamak amacıyla kendini
Güzellik
Tapınağı'nda yetiştirmekte olanlar
arasında
bulunuyordu." (3384-3)
Daha
sonra, güneş
kültü dinin içine sızdı, 16. yüzyıldaki İspanyol istilasından önceki
dönemlerde duvarların ve
binaların
üzerine güneş resimleri
ve yazıtlar
kazındı.
.
"Yucatan'da, sayısız gizli belgeler ve uygarlık eserleri
hala daha gömülü bir durumdadırlar ve bunlar günün birinde
Mayalar hakkındaki
gerçeği ve Tevrat'ta bulunan, bazı karanlıkta kalmış bölümleri
açıklayacaklardır. Bu
aynı dogmalar Atlantis Okyanu-
su'nun
derinliklerine de batmış ve Mısır piramitlerine
de ka- pablmış bir durumdadırlar. Kehanetlere göre 1938
yılında
keşfedilmeleri
gereken ve tarihçilerin
hakkında hiçbir şey bilmedikleri
Mayalar'ın
sunak taşlan da
bu belgelerin bir kısmını
oluşturmaktadır. Bunlar
sonuç olarak Washington'daki
Pennsylvania Devlet Müzesi'nde ya da Chicago'da
sergileneceklerdir." (Cayce)
Günümüzde Mayalar'ın soyundan gelen üç milyon
insan Yucatan'a ve Guatemala'nın
bazı bölgelerine dağılmış vaziyette
hala yaşamaktadırlar.
Gerçek bir feodal devlet olan
Guatemala'da nüfusun % 2'si, topraklann %70'ine sahip durumdadır. Çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen Mayalar, çok düşük ücretlerle muz ağacı dikimi
işinde
çalışmaktadırlar ve
sefalet çekmektedirler.
Günümüzde turistler
arkeolojik bölgelere
otobüs ile, vaktiyle kılıç darbeleriyle
açılmış bir cangılın içinden geçerek ulaşmaktadırlar. Chichen Itza kenti bütünüyle en
fazla gün ışığına
çıkartılmış Maya
başşehri
durumundadır. Burada
büyük
Savaşçılar Tapınağı ve
piramitler içinde en yükseği olan
Castillo görülür.
Bunun genişliği 58 metre, uzunluğu 70
metre, yüksekliği
de 18 metredir. Mısır'daki Büyük Piramit'ten çok ufak
olmasına
karşın A.B. D.'deki tümülüsleri inşa edenlerin yapmış olduktan
bu toprak abidelerden çok daha
büyüktür.
Kazı çalışmalan sürüp gitmektedir. Ulusal Coğrafya Cemiyeti (National Geographic Society),
Ulusal Bilim Vakfı (National Science Foundation),
Washington Carnegie Enstitüsü, Pennsylva- . nia Üniversitesi ve United Fruit Co. yeni şehirler ve
yeni tapınaklar
bulunmasını sağlayan keşif çalışmalannı finanse
etmişlerdir.
Ancak Mayalar adı verilen
bu esrarengiz yerli kabileleri hakkında keşfedilecek ve öğrenilecek olan daha pek çok şey vardır.
Cayce'in
"okumaları"
diğer Meksika kültürlerini, yani Tol- tekler'i, Aztekler'i ya
da Olmekler'i isimleri ile söz konusu
etmezler, bunlardan ancakima yolu ile
bahsederler. Sonuç olarak bu uygarlıkların da hikayemizde oynayacak bir
rolleri vardır.
"Silahsız Konkistadorlar" adlı eserinde
Deuel şöyle
yazıyor: "Kuzeyden gelen göçebe kabileler
durmak yorulmak bilmez dalgalar
halinde Mexico Vadisi'ne yayıldılar, uygarlığın hem avantaj-
lanndan
hem de zulmünden
nasiplerini almak ve sıralan geldiğinde yerlerini buraları fethedecek
olanlara bırakmak
üzere bölgenin ilk
sakinlerinin yerini aldılar. Bu
da kadim Meksika uygarlıklanru
inceleyenler için ülkenin tarihinin delik deşik ve
tam anlamıyla
kavranılamaz nitelikli
oluşunu ve öğrenme ihtirası uyandırıcı özelliğini
açıklamaktadır." Gelecek
olan bölüm bu konu ile ilgilidir. İşin en
zor tarafı da çeşitli devirlerin
tarihlerini saptamakbr. En eski Maya şehrinin M.Ö. 1500
yıllarına
kadar uzanan bir geçmişi olduğu tahmin edilmektedir.
Garip bir millet olan ve haklarında bir şey
bilinmeyen 01- mekler, Mayalar gibi bilinen milletlerden farklı bir
yapıya sahiptiler. Mayalar yerli idiler; halbuki Olmekler, heykellerine
bakılırsa dış görünüm olarak Polinezyalı ya da Mısırlı idiler. Ancak şöyle bir
soru sorulabilir: "Olmekler kimlerdi ve nereden geliyorlardı?"
Mayalar'a nazaran daha eski bir millete benzemektedirler ancak, onlarla sıkı
ilişkiler kurmuş olsalar gerektir, çünki Mayalar'da birtakım yabana etkilerin
işaretleri hayli boldur. Olmekler Lemurya asıllı mıdırlar? Bu da bilinmiyor.
Cayce'in önceden bildirmiş olduğu gibi Maya
ideogram- larının hemen hemen yarısı kadarı çözülmüştür ve üstü yazılı
taşlarının bazıları, bugün Pennsylvania Üniversite Müzesi'nde, Chicago'daki
Doğal Tarih Müzesi'nde ve Smithsonian Ens- titüsü'nde bulunmaktadır. Rus
eksperler kod anahtarını bu:lduk- lannı iddia etmektedirler, ancak vadedilen
tercümeler henüz hiç verilememiştir. Dolayısıyla Mayalar hakkında yeni bazı
heyecan verici açıklamalar yapılacağı ümit edilebilir.
Cayce'in
"Okumalan"ndan Aktarmalar
"Varlık, Yucatan'da, Atlantis'teki
tufandan sonra bu ülkeye göç edenler ve burada yeni bir krallık kuranlar
arasında bulunuyordu; ancak varlık buraya günümüzde Peru adı verilen ve o zamanlar
Ohumlar'ın Ülkesi olan yerden gelmişti." (170-31)
"O devirde adı İltar olan varlık,
Atlantis'teki Poseydia Ada-
sı'ru, Bir
Yasası'na
sadık ve Atlantis evine mensup on kişilikbir taraftar grubu ile birlikte terk etmiş ve
batıya
doğru, Amerika'run, adı Yucatan
olan bu kısmına
doğru gelmişti. Bu
kişilerin
faaliyetleri
ile birlikte, daha önce Atlantis Ülkesi'nde mevcut
olana benzeyen bir medeniyet gelişmeye başladı. Bazıları ülkeyi daha geç terk
ettiler,
Azılan i^ daha erken. Mu ya da ^mu^a Kıtası'nda da ^- fanlar olmuştu ve buralardan
göç edenler beraberlerinde, Atlan- tis'te meydana gelen ve Orta Amerika ile
Meksika'run coğrafyasını değiştiren son kabarmalardan önce çok daha geniş bir
yüzölçümüne sahip bulunan bu ülkeye kendi dogmalarını da getirdiler. 1Itar ve
arkadaşları tarafından inşa edilen ilk tapınaklar karaların biçimi değişince
tahrip oldular. Bunlar ve asırlar boyunca kayıp kalan ve Mu'dan, Oz'dan ve
Atlantis'ten gelen milletlerin içinde yaşamış oldukları diğerleri, günümüzde
keşfedilmiş durumdadırlar." ( 5570-1)
"Varlık, yıkıcı güçlerin neden olduğu
tufanlar ve karalann adalara bölündüğü dönemler süresince Atlantis Ülkesi'nde
yaşıyordu. Varlık Mısır'a gönderilenler arasında bulunmuyordu, o daha çok
batıya ve Yucatan'a doğru gidenler arasındaydı; bu en- karnasyonunda varlık, bu
yeni ülkede yaşamın sürdürülebilmesi amacıyla gerekli mahsulleri yetiştirmekle
uğraşarak, ziraate dayalı bir gelişimin kumcusu oldu." ( W1-1)
''Varlık, Bir Yasası Çocuktan ile Belial
Oğulları arasındaki çatışmanın ardından kıtanın sonunu getiren son felakete
sebep olan faaliyetlerde bulunulduğu dönemler süresince Atlantis Ülke- si'nde
yaşamaktaydı. Varlık, bir tarafta Bir Yasası ve diğer tarafta da ruhsal güçleri
kendi şahsi çıkarları uğrunda kullanmak isteyenler arasında hangi taraftan olacağına
karar veremeyenler arasında bulunuyordu. Varlık Yucatan'a, Mayalar'a
gönderildi. Burada gayet güçlendi; ancak burada da barışı bulamadı."
(1599-1)
"Bu varlık, Atlantis'ten gelen halklann
yerleştikleri dönemde Yucatan Ülkesi'nde bulunuyordu. Varlık bu ülkede bir
faaliyet biçimi oluşturanlar arasında bulunan bir rahibe idi; bu faaliyetlere
Atlantis'teki eski düzeni temsil eden ve muhafaza edilmesi istenen belgelerle
beraber iştirak etmişti. Varlığın iklime, çevreye ve şart-
lara
uyum sağlamış
ve bu hususta başkalanna da yardım etmiş olduğunu görüyoruz." (3590-1)
"Varlık, daha sonra Yucatan adını alacak
olan bu ülkeye,
külte ait olanlar ile hükümdar ve
alt halk tabakası
arasındaki ayırımı belirleyen
tapınaktan
düzenlemek için yönetici olarak
gönderilenlerdendi. Varlık burada,
lkunde adı
altında, halktan sayısız insana
büyük hizmetlerde bulundu; bu da günün birinde
insan ile Yarabcı
Güçler arasındaki bağların anlaşılmasını sağlayacak olan şeyleri muhafaza
etti'." (1426-1)
"Varlık, o zamanlar doğal afetler
devri boyunca, Bir Ya- sası'nın Çocuktan (ki varlık da
bunlann arasındaydı)
günümüzde Yucatan denilen yere kaçhklan zamanda
Atlantis Ülkesi'nde,
Po- seydia'da bulunuyordu."
"Varlık, Güneş Tapınağı'nda, ya da başka deyişle Işığın Tapı- nağı'nda bir prensesti; burada dünya yarabklan
ile Yaratıcı
Güçler arasındaki bağlann en
iyi şekilde
anlaşılmasını sağlamak için faaliyetleri
organize etmeye gayret etmekteydi. Varlık, burada
yüksek bir mevkide bulunuyordu, ama karışıklık yaratan güçlerin civar
ülkelerde
meydana getirdiği tozukluğa 3C!yr. üzülüyordu." (2073-2)
ÜÇÜNCÜ KISIM
İLK KUZ
EYLİ AM
ERİK ALIL
AR
Atlantis
boylarının
ya da Maya göçmenlerinin Arizona ve New Mexico'ya gelişlerinden ve burada kaynaşmalarından önce, iklim, hayvanlar ve bitki örtüsü çok farklı idi. Sonuçta A.B.D.'nin
güneybatısı,
Atlantis fethinin genel görünümünde bir rol sahibidir.
Jeolojiye
göre ilk buzul çağı bizim
çağımızdan
aşağı yukarı bir
milyon sene öncesinde
gerçekleşmiştir; demek
oluyor ki Kuzey Amerika o zamanlar buzullarla kaplıydı. Son
buzullaşmanın
insanın dünyaya gelişinden 10
000 ya da 12 00 sene öncesine uzandığı uzun süre düşünülmüştür. Amerika yerlileri ya da
"Amerin- dienler'' Avrupalılar'dan daha_yeni ancak Güney Amerika
insanından
daha eski gibidirler. M.O. lOO 'e
doğru, o zamanlar Asya ve Amerika arasında buzdan
bir geçit
oluşturan Bering Boğa- zı'ndan geçmek suretiyle Moğolistan'dan gelmiş oldukları ve derece
derece güneye
doğru, Meksika'ya ve Orta Amerika'ya
kadar inmiş
oldukları tahmin edilmektedir; bazıları buradan
A.B. D.'nin güney-batısına
doğru gitmiş olmalıydılar.
Arizona
ve New Mexico'nun o zamanlar verimli olan bölgelerinde, çevrelerinin imkanlarından yararlandılar, yani falezlerin ve mağaraların kendilerine sunduğu doğal sığınaklarda yaşadılar ve tuğlalar yapmak
için
toprağın kilinden faydalandılar. Bazıları, Troglodytler (Troglodyt: Mağara sakini)
kendilerine has ve karmaşık
bir uygarlığa sahiptiler.
Günümüzdeki
Pueblos yerlileri onların torunlarıdırlar.
İlk yerlilerin
en azından
M.Ö. 300
'den beri -bazılarına
göre 7000-
yaşamış
olmaları gereken
Middle West (Orta Batı)'de M.S. 1000 yılına dek gayet farklı bir uygarlık vardı. Burada daha sonraları tümülüsleri yapanlar olarak adlandırılanlar yaşıyorlardı.
John
C. Mac Gregor "Güneybabnın
Arkeolojisi" isimli kitabında bu bölgedeki en eski kültürlerin 13 00 yıl öncesine dek uzandığını açıklar. Buralarda 10 000 yıllık eski kalıntılar bulunmuştur ve A.B.D.'nin batısının bu kuzey kısmı 11
00 yıl önce
buzlarla kaplı durumda
olduğundan,
insanın bu
bölgede en azından buzul çağının sonuna doğru yaşamaya başlamış olduğu kesindir. Ancak bu kalıntıların pek çoğu daha
güneye
doğru olan
bölgede
bulunmuştur.
Eskiden,
ek olarak yabani meyvelerle da beslenmiş avcılar tarafından işgal edilmiş
sayısız kırsal mevki
mevcuttur. New Me- xico'daki Sandia ve Clovis'de keşfedilen kalıntıların en az M.Ö. IOO
'e, diğerlerinin
de 200' e dek uzandıktan karbon -14 testi ile belirlenmiştir. Nevada'da bulunan insan
kemiklerinin karbon 14 testi sonucu M.Ö. 2380'0e
ait olduktan saptaruruştır. Califomia'da- ki Mojave Çölü'nde ortaya çıkarılan ocak taşlan vasıtasıyla elde edilen bilgiler, insanın bu bölgede 100 00 sene önce yaşamakta olduğunu açığa kavuşturmuştur.
A.B.D.'nin
güney-batısının
ilk sakinleri büyük hayvanları avlayan avcılardı. Bunların kültürlerinin kalıntıları
başlıca mezbahalar adı verilen
mevkilerde, yani büyük hayvanların öldürüldüğü ve parçalandığı yerlerde bulunmaktadır. En çok bulunan
alet^ ler yontulmuş
taştan mızrak uçlarıdır. Şekillerindeki farklılıklar, ait olduktan çağların ve değişik kabilelerin işaretidir.
Bu çöllük fölgelerin ilk kültürünün
karakteristik hatlan, rn- ğaralarda yaşayan ve mevsimlere göre
hububatla beslenen küçük göçebe gruplardan oluşan seyrek bir nüfusun varlığını
ortaya koymaktadır. Hayvan postları ile giyiniyorlar, sepetçiliği biliyorlar,
ipler, ağlar ve halılar imal ediyorlardı. Avlanmak için kullandıkları
silahlar, sapı tahtadan ve ucu yontulmuş taştan mızraklar ile kısa ve düz
topuzdu.
M.Ö. 700 'den itibaren hububatı öğütmek için
düz taşlar,
taştan çanaklar, bıÇaklar vs... kullanmaya başlamışlardı. Daha sonraları göçebe hayatı terk ederek, taştan ve
kerpiçten
yapbkları kulübelere yerleşmişe benzerler.
İlk insanların hayatını üç döneme ayırmak
mümkündür. M.Ö. 2300
'den lOO 'e dek süren birincisi, bizlere insanın bu
bölgedeki
mevcudiyetinin ilk kanıtlarını sunar. Bu çağın bitimine
doğru New Mexico'nun kuzeyindeki yaşam biçimi ve güney Ari-
zona çöllerindeki
kültür önceden beri
iyice yerleşmişe
benzemektedir.
Bunu takip eden ve M.Ö. 100 ile 500 arasında yer
alan , Avcılar
çağı adı da verilen ikinci dönemde bu
yaşam
biçimlerinde bir
olgunlaşma
olmuş ve güneybab daha
çok
işgal edilmiştir. Her
iki grup da hala birbirlerinden ayn idiler ancak ,her biri de çeşitli aletler
ve daha az kaba eşyalar
vücuda getirmişlerdi. Bazıları hala
mağaralarda
ve falezlerde yaşamaya devam
ediyorlardı;
diğerleri ise bunları terk
etmişlerdi.
M.Ö. 500 ile 200 arasında yer
alan son dönem
süresince tarım ortaya
çıktı.
İnsanlar bitkileri, özellikle de
ırusın
yetiştirdiler ve
yeni bir uygarlığın,
beyzbola benzer bir oyun oynayan Hohokamlar'ın ve diğer Colomb-öncesi grupların böyle- ce yolunu açmış oldular.
Güneybatının modem yerlileri bu ilk Amerikalılar'ın torunlarıdır. Bunların ırkının
kalıntıları Ute, Navajo, Apaçi, Hopi,
Zuni, Papago, Pima, vs... gibi sayısız kabilede
sürüp
gitmiştir; bu kabileler
birbirlerinden farklıdırlar
ancak hepsi de akrabadır. Çoğunlukla kerpiç kulübelerde ve kendilerine tahsis edilmiş alanlarda
yaşamaktadırlar
ve ne Beyazlar'la ne de Meksikalılar'la a:;la birleş- memişlerdir; bunu pek arzu etmemişe benzemektedirler.
Bunların
tarihi vasıfları, Mayalar
ile Orta Batı'daki
(Middle West) tümülüsleri yapanlar arasındaki zincirin
önemli bir halkası olmalarıdır.
İlk çöl kültürüne ilişkin en önemli keşiflerden birisi, hiç şüphesiz 1952'de Arizona'da, Naco yakınlarında bir "mezbaha" bölgesinin bulunuşudur. San Pedro Vadisi'nde, Greenbush
Creek Nehri yataklarında
bir mamuttan geriye kalanlar ve bazı mızrak uçları gün ışığına çıkarılrnışbr. Bu keşif, araştırmacıları, bu ilk av- alann günümüzde artık ortadan tamamen kalkmış olan,
varlıkla-
rını sürdürebilmek için kalın bir bitki örtüsüne ihtiyaç duyan çok büyük boyda
hayvanları
öldürüp yediklerini kanıtlamaya sev- ketmiştir. Bölgenin çevresindeki iklim koşullarının bırakmış olduğu izler bir tarih saptama imkanı vermektedir.
Bu tip incelemelerde ünlü bir
uzman olan Prof. Ernst Antevs, Naca bölgesinin tarihini 11.000 ile 10.000 yıl öncesine dayandırmaktadır. Bu da, bu gözüpek, bronz
tenli, uzun saçlı ve vücutlarına peştemal takmış bu avcıların, yeryüzünün dış görünümünün ve iklimlerinin değişime uğramakta olduğu zamanlarda bile avlarının peşinden koşturmakta olduklarını göstermektedir.
Bu
arada, en ilginç
keşif hiç şüphesiz Sandia
Adamı'dır.
New Mexico'da, Albuquerque yakınlarında, Sandia Dağları'nda ortaya çıkarıldığı için ona bu ad takılmıştır. Bu insan 20.000 ile 25.000 sene önce yaşıyordu. Toz, alüvyon, kil
ve kireçli
taş tabakalarına gömülmüş durumda
at, deve, mamut, bizon, kurt ve diğer hayvanlara ait kemikler bulunmuştur. Küller, kaba ocaklar, yontulmuş taştan birbirine uygun aletler, parçalanan hayvanların pişirilmek üzere mağaralara sürüklenmiş olduklarını
göstermektedir. Katmanlaşma değişik seviyelerde ve gayet nettir. Günümüzde
kuru olan mağara daha önce nemli
idi, ki bu da mamutların
yaşadığı devirde bölgenin tropikal
iklime sahip olduğunu
gösterir. Sandia İnsanları, bilindiği kadarıyla ilk Amerikalılar idiler.
Daha
sonraları
Çöl Uygarlığı'nın Sepetçileri ve
son olarak da Colorado'da, Mesaverde'nin Troglodytleri (mağara adamları) ortaya çıktılar. Sepetçiler olarak isimlendirilenlerin uzun
ve dar ka- fatasları,
ikincilerin geniş kafataslarından hayli farklıydı ve
bu da iki
değişik ırkın varlığını gösterir. Uzun kafalar mongoloid'den (•) çok australoide
(..) (güneyli) benziyordu ve bazı bilim adamları bunları Kuzey Amerika'nın ilk
göçmenleri olarak kabul ederler.
A.B.D.'nin güneybatısının ilk sakinlerinin
günümüzdekin- den tamamen farklı bir ortamda yaşamış oldukları mamut ve
mastodonttan (•*•) "kılıç dişli" kaplana kadar bir sürt
hayvanı av-
(1) Mongoloid:
Moğol ırkına ait kimse.
(2) ) Australoid: Avustralya'nın asıl yerlilerine ait
kimse.
(3) •) Eski çağlarda yaşamış olan file benzer dev bir
hayvan.
ladıkları şüphesizdir. Hiç kuşkusuz, yeni bazı keşifler yapılacaktır, ancak şundan şimdiden emin olabiliriz ki, şayet Texas'ta,
Lewis-Ville yakınındaki
Oovis'te gün ışığına çıkarılan mızrak uçlan üzerinde
yapılan karbon-14 testine de güveniyor isek, bu en ki aletlerin yaşı 37 00 yıldan da fazladır.
Kuzey Amerika'nın ilk sakinlerinin Orta ve
Güney Amerika insanlarıyla pek çok ortak noktaları bulunmasına karşın, bazı temel
farklar mevcuttur: Kuzeydekiler toprak siperler, yüksek tapınaklar ve
platfonnlar inşa etmiyorlardı. Yaratılışa ve tufana ait tra- disyonlan, yüksek
bölgelere göç edişe ait bölüme varıncaya kadar dünyadaki diğer tradisyonlara
çok benziyordu. Onlarda da şiddet, cinayet ve savaş yoktu, ya da çok azdı.
Kuzey Amerika yerlileri beyaz istilacıların gelişinden önce hiç savaşçı
yetiştirmemişlerdi. Topluluk halinde ortaklaşa bir yaşam sürdürüyorlar ve
sahiplenme duygusu yüzünden kavga etmiyorlardı; toprak burada herkes içindi,
herkesin yararlanması içindi; kiı:nse ona "sahip değildi", o sadece
Büyük Ruh'a aitti.
İsrail Oğullan'nın yerli kabileler üzerindeki
etkilerinin ancak çok silik bazı kanıtlan vardır. Bu arada metal ya da taş
üzerine yazılmış olan ve birinci yüzyıla uzanan İbranice yazılar bulunmuştur. "Dağlar ve Ovalar" isimli
eserinde, 1853 ile 1857 yılları arasında Arizona, New Mexico bölgesinin
yöneticiliğini yapmış olan David Meiwether
iyle
yaraktadır: "Bu ülkedeki msyoner- ler bu yerlilerin (Navajo' lar)
İsrail'in kayıp kabilelerinin torunları olduklarını düşünüyorlar, çünki
örtülerini süsleyen desenler Mısır piramitlerine benziyor ve bunları yapmak
için kullandıkları aletler Tevrat' ta anlatılan ve Yahudiler'in kullandıkları
"iğ ve öre- ke" tanımına tıpatıp uymaktadır. Aynca ölülerini
gömmeyip, bunları dağlardaki mağaralara yerleştiriyorlar, ki bu da Yahudi tarihinde
sözü geçen Machpelah Mağarası'nı ve diğerlerini anımsatıyor. Peki ama
İsrail'in bu kayıp kabileleri Amerika Kıtası'na nasıl ulaştılar?"
Navajolar (Navajos) diğer yerlilerden
farklıdırlar. Kanlarına daha saygılı davranırlar, daha temizdirler ve Navajolar
uzun süre ortaklaşa bir yaşam sürdürmüş olmalarına rağmen kadınların
kocalarından ayn olarak bazı şahsi mallan, koyunlan, yünleri vardır.
Diğer taraftan
Hopiler'in, Mayalar'ınkine
benzeyen bir yılan danstan
ve daha önceki
üç varoluş evrenine ilişkin bir
efsaneleri vardır.
İlk dünya, hayvanlar alemine kanşmıştı ve
giderek bozulmuş,
sonunda da ateş tarafından tahrip edilmişti. İkinci dünyada insanlar uygarlaşmışlar, evler ve köyler inşa etmişler, aletler ve edevatlar yapmışlar, ancak bu da bir düşüş döneminin ardından buz ve su tarafından tahrip edilmişti. Üçüncü dünya çok büyük sayıda Hopi, büyük şehirler, yeni ve ileri bir uygarlık meydana
getirmişti.
Ancak halk öyle materyalist
olmuştu ki sonunda hepsi boğuldular; yalnızca bir dağın zirvesine
ulaşabilen
birkaç kişi kurtulmayı başarabildi. Dördüncü dünyada, yani günümüzdekinde, sayısız göçlerle güneybatıya geldiler ve burada mağaralarda ve kovuklarda yaşamaya koyuldular.
Tradisyona göre kuzeyden değil, batıdan gelmişlerdi. Burada da, Yaratılış planına uygun yaşamak, ya
da onu bir kez daha tahrip olmaya bırakmak arasında bir tercih yapma hakkına hala
sahiptiler.
Kuzeybatıda Hupa yerlilerinin (Hupas) ve
Oregonlu Kato yerlilerinin (Katos) totemciliğini görmekteyiz. Totemler esas olarak
kutsal kabul edilen hayvanlan temsil ediyorlardı; bunlar kabilenin, klanın ya
da bireyin işareti ya da sembolü idiler.
Avustural- ya'daki Emu isimli yerli kabilesinin in.sanlan "emeu"
isimli, kutsal kabul edilen yerli bir hayvandan geldiklerine inanıyorlardı. Ore- gon'dakilerden çok az
farklı olan ve yan-hayvan, yan-insan figürleriyle süslenmiş totemlere
Polinezya, Asya ve Afrika'da da rast- lanmaktadır.
Bu
düşündürücü
nitelikteki ortak özellikler, Eski Mısır ve
Asur zamanlanndan beri ve Cayce'e gore de, ta Atlantis'e ve dünyanın yaratılışına dek uzanan tüm çağlarda, daima mevcut olmuştur.
Bilinmeyen
bir tarihte Mayalar'ın
Amerika'nın güneybatısına doğru göç ettiklerini,
ancak din haricinde buralardaki etkilerinin bahsetmiş olduğumuz diğer ülkelerdekine nazaran çok az
olduğunu
iddia etmektedir.
Cayce Dosyalarından Aktarmalar
Sayısız benzerliklere
rağmen, Cayce Dosyaları'ndan kuzeydeki ilk Amerikalılar'a
ilişkin bambaşka bir tablo gözler önüne ^ rilmektedir. İnsanın yeryüzünde beş
bölgede, beş ayrı ırk görünümü altında belirdiği zamanda A.B.D.'nin
güneybatısı, kıtarun sular üzerinde bulunan tek büyük uzanhsıydı. Aşağı Cali-
fornia, esmer ırkın yaşamakta olduğu Lemurya Kıtası'nın kıyı bölgesini
oluşturuyordu. Utah, Nevada, New Mexico ve Meksika'nın bölgeleri ve geniş
Atlantis Kıtası kızıl ırkın yaşadığı yerlerdi. Demek ki "yerliler"
(kızılderililer), aslen güneybatının yerli ahalisini teşkil ediyorlardı.
İlk Amerikalılar başlarını sokacak yer olarak
mağaraları ve falezleri seçtiler; onlara Troglodytler (mağara insanları)
denilmesi bundandır. Poligami (çok eşlilik) halinde yaşıyorlardı; ancak yine de
bazıları monogami (tek eşlilik) prensibini savunuyordu. Madenler para işi
görüyor ve süs eşyası yapmaya yarıyordu. Demir, onların ilk keşiflerinden
biridir ve hemen kullarununa geçilmiştir. Başlıca sanatları seramik ile
resimdir ve bunlarda çok başarılı olmuşlardır. Kehanet ve maji (büyü) ile de
uğraşıyorlar, taşı yontuyorlar, renkli incileri işliyorlardı.
M.Ö. 50722 senesinde, dünyanın sayısız
bölgesinde insan ha- yahm tehdit etmekte olan etobur ve dev hayvanlarla
mücadele etme çareleri araştırılmak üzere, beş ulusun ya da ırkın biraraya gelmesi
için bir toplantı düzenlendi. Daha sonralan Mısır'da düzenlenen diğer bir
konferansa ve Atlantis'te düzenlenen ve bu kıtada meydana gelmekte olan karaların
alt üst oluş hadisesine ilişkin diğer bir konferansa da temsilciler gönderildi.
Kuzeydeki ilk Amerikalılar tapınaklar da
yapmaktaydılar ve çok kısa zamanda hemen hemen organize olmuş bir din kurmuşlardı.
Lemurya'nın bahşına neden olan birinci tufan zamanında, Mu'da yaşayan
halklardan bazıları buralardan kaçtılar ve A.B.D.'nin güneybahsına, Aşağı
California'ya sığındılar, kuzeyde Oregon'a kadar çıktılar ve güneyde Peru'ya
kadar indiler. Ore- gon'da, bunların dinlerinin kalıntıları totemlerde, soy
ağaçlarında
görülebilir. Burada, kadınlar aile
reisi durumundaydılar
ve erkeklerden daha çok hüküm sahibi
idiler.
M.Ö. 2800
'de gerçekleşen
Büyük Tufan esnasında Atlantis
parçalara
ayrıldı. Bazı Atlantisliler
Meksika'ya ve buradan da güneybatının yüksek memleketlerine ve "Mayra Ülkesi'ne, Neva-
da'ya ve Colorado'ya" gittiler. Bunların pek
çoğu Bir Yasası Çocuk- lan'nın dini temsilcileri idiler ve yabancı bir
millete yol göstermeye
geliyorlardı. Hedefleri,
Tek Tann'nın
yasalarının neşredilmesi ve
muhafaza edilmesiydi. Ayrıca Yucatan'dan
ve Hindistan gibi uzak ülkelerden göç etmiş "Happapul-picks" adı verilen,
madenleri ve kili işleyen insanlar da bulunmaktaydı. Daha sonraları İsrail'in Kayıp Kabileleri'nin soyundan bazı insanlar
da Lemurya'dan gemi ile geldiler. Dolayısıyla, özellikle günümüzde Arizona adı verilen
bölgede,
çeşitli halklardan oluşan kayda
değer bir topluluk meydana
geldi.
"Bu
ülkedeki
faaliyetlerin birleştirilmesi, Lemurya'dan gelen
ve kayıp kabileden olan ya da yolunu şaşırarak oralara
gitmiş olan o kabileye ait insanlar ile,
ayrıca Persler tarafından esir
edilmiş
topraklarda!.1- gelenler ve daha
sonralan Hinduçinliler
adı verilen ya da Hint Ulkesi'ni istila eden
bu dağ
insanları arasında bir
uyuşma, bir anlaşma ortamı hazırladı. Varlık, burada, günümüzde Arizona
adı verilen yerde faaliyetlerin birleştirilmesine yardım etti." (1434-1)
M.Ö. 9500
senesinde, son tufanın
bitişine doğru, güneybatı milletlerinin
kültürleri
hiç şüphesiz ki
birbirine karışmış
ve karmaşık bir
durumdaydı.
Ek olarak, M.Ö. 30
'de, "kuzeyin ağır insanları"
tarafından güneye doğru püskürtülenlerden pek
çoğu beraberlerinde el becerilerini, madeni ve kili işleme sanatlarını ve İs- railliler'in
Mısır'dan
getirmiş oldukları insan
kurban etme uygulamasını
da getirdiler. Bunlar Orta
Amerika'da, özellikle
Yuca- tan'daki Maya yerlilerine büyük etkide
bulundular, ancak genellikle Mexico Vadisi'nde kaldılar.
Açıklanmamış olan "kuzeyden gelen ağır insanlar"
tanımı hayli şaşırtıcıdır. Bu muammanın çözümü, belki de Asyalılar'ın (Sibiryalılar mı?) az bir insan topluluğu halinde
Bering Boğa-
zı'ndan geçerek Amerika Kıtası'na sızdıklarına ilişkin ve genellikle kabul edilmiş olan o teoride yabyor olabilir.
Bu hipotez, esas olarak coğrafyaya, jeolojiye ve etnolojiye dayanmaktadır, ama arkeolojik olarak kanıtlanmamıştır. Hiç şüphesiz ki bu da mümkündür, çünki bir bilim adamı "Alaska'da,
çok
büyük ve
güçlü bir insan ırkı" bulmuştur ki, bu incelemiş olduklarımızdan farklıdır. İmkan dışı
olan bir ^ vara, o da güneybahnın bu yoldan geçerek istila ·
edilmiş olmasıdır.
Cayce, ilk Amerikalılar'ın, hpkı başka yerlerde
de olduğu ^ kilde, sayısız işaretlere ve sembollere sahip, açıkça dini bir
millet olduklarını söylüyor:
"Çünki, milletler, göklerin Tann'run
şanını ilan ettiğini; tabiatın da, gelişmesi ve büyümesi için mevcut olan her
siklusun her devrenin yeniden doğuşunda O'na övgü dolu şarkılar söylemekte
olduğunu günümüzdekinden çok daha iyi biliyorlardı." (2438-1)
Beyaz adanun Yeni Dünya'ya ayak bashktan sonra
bulduğu çeşitli Amerika yerlileri, işte bu eski milletlerin beraberce karışmış
oldukları potadan gelmekteydiler. Güney Arizona'da, esmer ırka mensup olanların
yuvarlak biçimli kafaları, günümüzde diğer töslerdeki kızıl ırka mensup
olanlann uzun kafalanndan ayırt ^ dilmektedir.
Güneybatının tarihine,ya da tarih öncesine ait
en açıklayıo olgu ise, bu bölgenin Yarablış devrinden beri kızıl ırka mensup bazı
insanların doğmuş oldukları bölge olmasıdır. İnsan burada taa başlangıçtan beri
yaşamaktaydı. Daha sonralan bu tölgeler, L^ murya'run, Atlantis'in ve Yucatan'ın
göçmen gruplarının içinde karıştığı bir pota durumuna geldi. Sonuç olarak,
bazıları esrarengiz bir uygarlık kurmak üzere Orta Batı'ya (Middle West) göç
ettiler.
Cayce'in
"Okumalan"ndan Aktarmalar
''Varlık, bazı kişilerin ülkeden kovuldukları
ve karaların yakın bir zamanda ortadan kalkacağı bilindiğinden ötürü bilimin
muhafaza edildiği o karışıklık zamanlan boyunca, günümüzde
Mu
adı
verdiğimiz ülkede, ya
da başka
deyişle Pasifik'teki
kayıp
kıtada bulunuyordu.
Varlık, Mu'dan günümüzde Oregon denilen yere doğru kaçanlar arasındaydı; ve burada, totemlerde ve soy ağaçlarında, varlığın arkadaştan tarafından
kurulmuş olan
kültün izlerine hala rastlanabilir. Bu
enkarnasyonunda, varlık, günümüzde sahip olduğu ile aynı cinsiyete
sahip idi, ancak başkanlar arasında bulunuyordu, çünki o zamanlar kadınlar erkeklerden daha
fazla hüküm sahibi idiler." (630-2)
"Varlık, Mu ya da Lemurya'nın babşına yol açan değişimlerin oluştuğu ve buradaki milletlerin günümüzde Kayalık Dağ- lan'nın bir bölümünü oluşturan bölgeye, Arizona' ya, New Mexi- co'ya,
Nevada ve Utah'ın
bazı bölgelerine geldikleri
dönemde Amerika adı verilen
bu ülkede bulunuyordu. Varlık burada kurulmuş olan ülkenin prenseslerinden biriydi ve Bir'in
Yasası'nı
ve insan
sevgisi için
yapılmış şeyleri ayırarak ve
bunlan bencilce amaçlar uğruna kullanarak tahrip edici güçlerin yaratılmış olduğu o kıtanın faaliyetlerini öğretmekteydi. Varlık, her evin bir saray ya da kült mekanı olduğu çağda burada yerleşti ve bir merkez oluşturdu... O zamanki ismi Ouowu
idi." (851-2)
"Ve
dünyanın,
Lemurya veya diğer adıyla Mu'dan en son kaçarak sığınanlar tarafından keşfedilen ve günümüzde Aşağı Cali- fomia'yı ve Ölüm Vadisi'nin
bazı
kısımlannı teşkil eden
bu bölümünde,
bir aktiviteden söz edilmeye
başlandığı,
bir faaliyete gi- rişildiği zamanda varlık, görmek ve öğrenmek maksadıyla seyahat ediyordu. Ve o, bu enkamasyonu
boyunca günümüzde
ya- rannı görmekte olduğu pek çok şey yapb; bugün onun
ilgisini çekmekte olan şeylerin sebebi budur ve günümüzde Canyon İsland denilen yerdeki doğal oluşumlann keşfedilmesinde bunun da payı vardır. Çünki varlığın tapınağı burada yer almaktaydı." (1473-1)
"Önceki yaşamına bakttğımızda, günümüzdeki
Güney Cali-
fornia ve Meksika'nın
bahsında yer
alan ve şimdi ortadan kaybolmuş vaziyetteki bilinmeyen bir ülkeyi (Mu) görmekteyiz. Varlık, bu ülkede gayet sert bir şekilde hüküm sürmekteydi, çünki sulann bölündüğü, karalann bölündüğü veya yeni kara parçalannın be-
lirdiği bu
eski zamanlarda çok
sayıda insan bu felaketlerden kaçmaktaydı. Bu enkarnasyonu boyunca varlık çok şeyler yitirdi, Çünki kendi
egoizmasını
tatmin etmek onun için her
şeyden
önemli idi. İsmi Olu
idi." (266-1)
(Cayce
tarafından
verilen isimlerde sesli harflerin
daha çok
olduğu görülmektedir, tıpkı günümüz Polinezya
ve Hawaii (Havai) dillerindeki gibi...)
"Varlık, Mu ya da Lemurya adı verilen
ülkeden gelenlerin yerleştikleri dönemde, günümüzde Amerika adı verilen
bu ülkede bulunuyordu. Varlık, günümüzde Arizona ve Utah adı verilen
bölgede
doğan ve burada bir uygarlık kuranlar
arasında
bulunuyordu; varlığın ismi
Uuluoou idi." (691-1)
"Varlık, Atlantislileı'in buraya yerleştikleri dönemde, şimdi Yucatan adı verilen
bu ülkede bulunuyordu. Varlığın ismi
Arst.h idi ve tapınaklarda
arşivci olarak çalışıyordu. Bu enkarnasyonu boyunca, halkın çoğunun günümüzde Arizona'nın bir kısmını oluşturan bölgeye göç hareketine katılması karan
alındığında,
yöneticilerle uyuşmazlıkların ortaya
çıktığı
dönemlere şahit oldu."
(1245-1)
''Varlık, Yucatan'
dan yola çıkarak uzaklara, batıya ya
da kuzeybatıya
doğru yolculuk edenler arasında bulunuyordu;
ve burada, varlık, Bir
Yasası
Çocuklan'nın bir
rahibesi idi." (1434-1)
"Varlık, karaların alt üst olduğu ve çeşitli ülkelere göç edildiği zamanlarda Atlantis Ülkesi'nde bulunmaktaydı. Varlık, Yu- catan'a gelenler ve daha
sonra A.B.D.'nin güneyine
ve batısına doğru veya günümüzdeki adıyla Arizona denilen bölgeye gidenler arasındaydı. Bu enkamasyonu boyunca ruhsal yasaları maddi amaçlarla kullananlar
arasında
bulunuyordu; ancak bu uygulamaları arasında, fazla bir anlayışa ulaşmasa dahi "şeyler" grubuna dahil diğerlerinin imdadına koşup, onlara yardım etmeyi
ihmal edecek denli bir istismarı söz konusu değildi." (2576-1)
"Varlık, Belial Oğullan tarafından tahrip edici güçlerin harekete geçirilmesinin ardından başlayan göç esnasında Atlantis'te bulunuyordu. Varlık bu
ülkenin prenslerinden biriydi ve bu tesirleri uzaklaştırma işini organize etmek, diğer ülkelere yapılacak
yolculukları hazırlamak, belgeleri muhafaza etmek;
Yucatan'da, Luzon'da, daha sonra İnka Ülkesi olan yerde, Kuzey Amerika'da ve
daha sonra Ohio'daki tümülüsleri yapanların ülkesi olacak olan yerde, faaliyetlerin sürekli duruma getirilmesi işiyle uğraşıyordu ... Varlık, havacı ve denizci olma sıfabyla sadece uçan ve
yüzen
araçlar konusunda
eksper olmak.la kalmıyor, aynı zamanda, tüm bu
enkamasyonu boyunca doğa güçleri vasıtasıyla diğer ülkelerle
iletişim kurma
sanabnda da büyük
adımlar ahyordu."
(1215-4)
DÖRDÜNCÜ
KISIM
T ÜMÜL ÜSL
ERİ YAPANLAR
KİML ER
Dİ?
Bundan
en az 5
000 sene önce -belki
de 9
00 sene önce- Birleşik Devletler'in merkezini oluşturan bölgede önemli geometri alimlerine sahip bir
millet yaşamaktaydı.
Yazılı bir dilleri yokhı, tekerleği bilmiyorlardı, daima su kenarında yaşıyorlardı ve Mis- sissippi Nehri ve bunun
kollan boyunca yolculuk etmişlerdi. İşin en ilginç yönü, toprak üzerinde mükemmel kare biçiminde, kusursuz daireler, elipsler, y<rylar
ve tıpkı Ohio'da, Peebles'daki Büyük Yılan tümülüsü gibi, kusursuz oranlara sahip
binlerce eser bırak-
nuşlardı.
Bu
tümüsleri
yapanlar kimlerdi? Üstün ve
seçilmiş
ırktan, yerlilere varıncaya dek
birçok tahminde bulunulabilir. Kimse bunların nereden
geldiklerini ve uygarlıklarının
nasıl gelişmiş olduğunu kesin
şekilde bilememektedir; ancak bunların Asya
kökenli
oldukları ve güneybatıdaki Troglodytler'le az ya da çok akrabalıklarının bulunduğu
varsayılmaktadır.
Bakın ve
kili mükemmel
işlemelerinin, kemikleri
yontmala- nnın esrarengiz tümülüsleri yapmalarının ve başka hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuş olmalarının haricinde, onların top-
lumları
hakkında hiçbir şey bilinmiyor.
Bununla birlikte yüzyıllar
boyu yaşadılar ve
gelişip
zenginleştiler ve
en azından
Mısır'daki Büyük Piramit'ten
daha büyük bir yapı meydana
getirmeye muvaffak oldular.
Louisiana'daki Poverty
Point'de yaklaşık 20 kilometre üzerine yayılan bir tümülüs kompleksinin kalıntıları
görülebilir. Bilimsel bir dergi olan Saturday Review'un yazarlarından John Le- ar, bu mimarların Orta Amerika Maya kültürüne mensup olduklarını
düşünmekte ve Asya ile Amerika arasındaki ''bir kara köprüsü"
teorisine inanmamaktadır. Lear şöyle yazıyor: "Günümüzde (3 Ekim 1964) arkeologlar, Poverty Point'ın Mayaların ve Az- teklerin torunları için Mississippi ve Ohio
Vadileri yolu üzerinde bir konaklama yeri olduğunu düşünmektedirler."
Som, cevaplanmış olmaktan uzaktır, çünki daima Amerin-
dienlefin Mayalardan,
Azteklerden ve İnkalardan daha eski ve bu milletlerden tamamen ayn olduklarına
inanılmıştır. Onları kesin bir ırka ya da millete bağlayabilmek mümkün
değildir. Kendilerine has ve çok gelişmiş olan uygarlıkları, Beyaz'lar tarafından
keşfedilmiş Amerikan kızılderililerininkinden tamamen farklıdır.
Son Buzul Çağı boyunca günümüzdeki A.B.D.'nin doğu ve orta
bölgesinin buzullarla kaplı olduğu anımsanacaktır. M.Ö. 10.000'e doğru üstü
açılmış ve kuru toprakların belirmesiyle, tahminen M.Ö. 7000 ile 3000 arasında
orta bölgesinde insanlar yaşamıştır. Bu yeni gelenler, yani tümülüsleri
yapanlar, avcı olmaktan çok çiftçi idiler. Çok dindar insanlardı ve Hayatın
Yaratıcısı olan bir Tek Tanrı'ya inanıyorlardı. Ancak onları yalnızca
yaptıkları tümülüsler vasıtasıyla tanımaktayız.
Bu topraktan yapılar mümkün olabildiğince değişiklikler
göstermektedir; öyle ki en ufak konikten sekiz hektarlık bir alan kaplayan ve
otuz metre yüksekliğinde dikdörtgen biçiminde olanlara varıncaya dek türlü
boylarda ve biçimdedirler. Bu tümülüs- lerden, Güney ve Kuzey Dakotalardan
Pennsylvania'ya ve Büyük Göllerden Meksika Körfezi'ne dek uzanan bir alan
üzerinde, yirmi eyalete dağıtılmış durumda en az bir milyon adet vardır.
Bazıları kare biçimindedir ancak çoğunluğu yuvarlak veya dikdörtgen
formundadır. Tepeleri düz olanlarının tapınaklara temel vazifesi gördükleri
varsayılmaktadır ki bu da onlara dini bir anlam kazandırmaktadır, ancak tümülüsler
genel olarak mezar vazifesi
görmüş olmalıdırlar. Çünki bunların üzerinde kemiklerden ve bazı
alet ve edevattan başka bir Şey bulunamanuşbr. Ölülerini hem yakbklan, hem de gömdükleri anlaşılmaktadır.
Politik bakımdan ve ekonomik bakımdan
bu insanlar ortaklaşa bir komün hayatı sürdürmüşe benzemektedirler; görünüşe bakılırsa özel mülkiyet yoktu ve topraklar tüm toplumun malıydı.
En ünlü olanı Ohio'daki Adams nahiyesinde bulunan Büyük Yılan idi. Tarihi meçhul kalmıştır; yaklaşık 380 metre uzunluğunda, 6 metre genişliğinde, 1,5 metre yüksekliğindedir
ve çöreklenmiş bir yılan görünümündedir. Ağzı açıktır ve yine önüne yapıl-
nuş oval biçimli ufak bir tümülüs ile temsil edilmiş
olan bir yumurtayı yutmaya hazır durumdadır. Akla hemen Meksika tanrısı, Tüylü Yılan Kukulkan ve Aden Bahçesi'nin (Cennet Bahçesi) yılanı
gelmektedir.
Tümülüsleri yapanların kendi aralarında ve geniş bir alan üzerinde ticaret de yapmış
olduklan aşikardır. Toprağa gömülü vaziyette mücevherler ve Meksika Kötfezi'nden
gelmiş deniz hayvanı kabuklan, güneybatıdan
gelmiş türkuvazlar, Kayalık Dağlan mağaralarının ayılarına ait dişler, Karolina (Carolines)'ya ait mika madeni, Süperior Gölü'nün bakırı ve Peru'da bulunanlara benzer çanak-çömlek parçalan bulunmuştur. Yakın zamanda Ge- orgia'da bulunan yazıtlarda Mayalar'a ait dini bir
seremoni anlatılmaktadır;
aynı seremoni "Levililer" de de anlatılmaktadır ki bu da aynı
uygulamanın eski Filistin
Yahudileri'nde de bulunduğunu
kanıtlamaktadır. Alabama'daki
Huntsville yakınında
yapılan yeni bir keşif insanın bu bölgelerde tahmin edilenden de çok daha öncelerden, M.Ö. 700 yılından beri yaşamış
olduğunu göstermektedir.
Tümülüs yapıcısı olan sayısız kabile mevcuttu ve bunların torunları yavaş yavaş bu toprak piramitler yapma işini terkettiler. Açıklanamaz bir şekilde ortadan kayboldular. Hiç şüphesiz, daha savaşçı bazı kabileler tarafından
yenilmiş ve hakimiyet altına alınmışlar, ya sağa sola dağılnuşlar ya da bunların
arasında eriyip gitmişlerdi. Genellikle bunların,
son yerlilerin atalan oldukları
düşünülmektedir.
Beş büyük kabile
ya da ulustan oluşan bir konfederasyon olan İrokualar'ın (İroquois) tıpkı Kanada'daki Algonquinler gibi bunların akrabası olduklarına ilişkin bazı belirtiler vardır. İroku- a'lar tanmlan ve yönetim biçimleri ile tanınırlar. Onlarda da, hpkı diğer modem yerlilerde olduğu gibi
tufan ve eski dünyalıların
tahrip oluşuna ilişkin efsanelere rastlanır.
Cayce Dosyalarından Aktarmalar
"Hayat
okumalan"ndan pek azı Atlantisliler'in
ve onların
torunlarının Yucatan'dan
yola çıkarak Mississippi Vadisi'ne, İndia- na'ya,
Kentucky'ye ve Ohio'ya doğru yapmış oldukları göçten söz eder. Bunlar beraberlerinde eski
Atlantis dogmalarını
ve Yucatan, Honduras ve
Guatemala'daki Maya uygarlığının etkilerini de getirdiler; daha sonralan Lemurya'nın yerlisi olan bir grup ile birleştiler ve tümülüsleri yapanlar diye adlandırdığımız yeni bir ulus meydana getirdiler.
Çiftçilikle
uğraşıyorlar, buğday ve
mısır yetiştiriyorlar,
bunları öğütmeyi biliyorlardı. Çok dindar
insanlardı,
güneşe ve yağmura tapıyorlar, seremonilerinde dans ve şarkıları vasıtasıyla onlara saygılarını sunuyorlardı. Çağdaş İrokualar bunların
doğrudan torunlandırlar.
İşin garip
tarafı, 11.
ve 12.
yüzyılda
A.B.D.'nin kuzeydoğusuna gelen Viking torunları tümülüsleri yapanlar ile temasa geçtiler
ve onlarla sağlam bir dostluk kurdular.
"Varlık, Atlantis'ten sürülen toplumların ilk faaliyetleri süresince, şimdiki enkamasyonunda
dogduğu
ülkede bulunuyordu. Varlık, günümüzde Kentucky'nin, İndiana'nın ve Ohio'nun bir bölümünü oluşturan bölgeye yerleşmek üzere Yucatan'dan yola çıkan Atlantisliler'in
ikinci kuşağına
mensuptu; daha önceden burada yaşayan ve
tümülüsleri
yapanlar a^ verilenler arasında bulunuyordu. Varlık, insanlara
toprağın
meyvelerini üretenler ve
onlara pişirilmeye
uygun un yapmaları ve
bunlardan besin maddesi elde etmeleri için tahılı öğütmeyi öğretenler arasında bulunu-
yordu;
kaldı ki o devirde bunları genellikle
çiy olarak yiyorlardı. Ve şimdiki yaşamında çiy gıdalar, varlığın daha yararınadır." (3528-1)
Diğer bir
"okuma", bilim adamlarının tümülüsleri yapanlar ile İrokualar arasındaki bağlanb hakkındaki kanaatlerini doğrular gibidir:
"Varlığın, bundan önceki enkarnasyonunda
da, günümüzde
doğmuş olduğu ülkede yaşamış olduğunu görmekteyiz... Varlık, İrokua yerlileri adı verdiğimiz bu milletin bir ferdi idi; bunların içinde Atlantisliler'in doğrudan torunları olan ve doğa kültünü öğretmekte olan asil sınıfa
mensuptu." (1219-1)
Görünüşe bakılırsa, şu "okuma"ya göre
İskandinavyalılar'ın Amerika'daki kolonileri genelde tahmin edilenden çok daha
uzun bir süre, belki de pek çok nesiller boyu sürmüştür:
"Varlık, bu ülkenin kuzeydoğu kıyılarına
gelmişti ve kuzey ülkelerinin torunlarından olup buralara ilk gelen ve
yerleşenler arasında bulunuyordu. Bedensel bakımdan çok güçlü olan varlık, daha
güneyde yaşamakta olan ve tümülüsleri yapanlar olarak bilinen diğer
milletlerle daha sonralan birleşecek olan bu insanların inşa ettikleri küçük
kalelerin ve ileri karakolların yapımında büyük katkılarda bulundu."
(583-L-2)
Şimdi de, Colomb-öncesi Amerikan tarihinin en
muammalı maceralarından biri olan, Vikingler ve onların Amerika'da sürdürmüş
oldukları yaşama ilişkin sorulan inceleyebiliriz.
BEŞİNCİ KISIM
İSK AN
DİNAVYALIL AR
YENİ İNGİL TER
E' D E
Norveçli ve
İsveçli Gotlar, hiç şüphesiz, yeni dünyaya ayak
basan ilk Beyazlar'dır.
Kızıl Eric (Eric le Rouge) bu gözü pek
denizcilerin, Vikingler'in, ilk liderlerinden
biridir. Leif Ericson'un babasıdır ve 1970 yılında İzlanda'ya doğru yelken açmış ve
orada yerleşmiştir.
Babda çok geniş bir
ülke
bulunduğu söylentileri üzerine
de yeniden denize açılmış,
1980 yılına doğru Groenland (Grönland) kıyılarına ulaşmış ve burada yeni bir koloni kurmuş- hır.
Kuzey
Amerika'ya ilk ulaşan onun oğludur. İzlanda'da 1970 yılında dünyaya gelen Leif Ericson, cesaretleri ile
övünen deniz adamlarının geleneği içinde yetiştirilmiştir. Ancak 1003 yılında Amerika'yı keşfetmesi tamamen rastlanh ("")
sonucudur. Kralın
himayesi altında Norveç'ten yola çıkmış, ancak
patlayan bir fırtına onun yönünü saptırarak Yeni Dünya'nın doğu kıyısına doğru sürüklemiştir. Nereye ayak basmış olduğu tam olarak belli değildir,
ancak burada buğdaya ve bağlara rastladığı ve bu yüzden bu
bölgeye "Vinland" adı verdiği bilinmektedir, ki bu da hiç şüphesiz Massachusetts'deki Cap Cod'u
belirtiyordu.
Bu
keşif haberi etrafa yayılmıştı ve kısa bir
süre sonra diğer İskandinavyalılar da gelmekte gecikmediler.
Koloniler kurmaya kalktılarsa
da bunların ömrü pek uzun olmadı. Sarı saçlı, mavi
(")
Bu kitaptaki "ra· stlantı "
sözcüğü "sebebi bilinemeyen " anlamında kullanılmıştır.
gözlü bu
"renksiz insanlar" muhtemelen korkuya kapılan ve
kendilerine düşman olan
yerliler tarafından
ülkeden kovuldular.
Kuzeyliler'in
(Nordic) Minnesota'ya dek batıya ve
kuzeye doğru ilerlediklerini gösteren sayısız işaret vardır, ancak buraya nasıl geldikleri
bilinmemektedir; muhtemelen Büyük Göller'i kullanmışlardı, çünki denizci bir millettiler; karadan
seyahat etmiş olmaları
ihtimal dışıdır.
Superior
Gölü'nün
Kanada kıyılannda, Beardmore'da yapılan
bir keşif epeyce tartışmalara yol açmıştır; burada
söz konusu olan kınlmış bir
Kuzeyli (Nordic) kılıcı, bir baltanın kesici
kısmı ve bazı kalkan
parçalarıdır
ve bunların Vikingler'e
ait olduktan tar- hşmasızdır.
Bununla beraber bu keşfin gerçekliği yıllarca göz ardı edilmiştir ve bazı bilim
adamları
bu tavırlarını hala sürdürmektedirler; ileri sürdükleri sebep de bu eşyaların sahte
olduğu ve bunun
bir şaka
olduğudur. Bir kimsenin sırf şaka olsun
diye böylesi-
ne değerli parçalan nasıl olup da bırakmış olduğu ise açıklanacak şey değildir. Aynca, emin kaynaktan da
bilinmektedir ki, Kuzeyliler kıyı bölgesini Hudson Körfezi'ne kadar ziyaret etmişlerdir.
1898
yılında
Minnesotalı bir
çiftçi
tarlasını sürerken dikdörtgen biçiminde, üstü yabancı bir dilde yazıtlarla kaplı olan büyük bir
taş buldu. Bilim adamları bunu
büyük zorluklarla çözmeyi başardılar ve on altı harften
oluşan eski gotik dilinde yazılmış olduğunu keşfettiler. Ancak bunun gerçek olduğunu kabule yanaşmadılar. Üstünde şu okunuyordu: "Bizler bahya,
Vinland'a sefere giden 8 Got (İsveçli) ve
22
Norveçliyiz.
İki küçük ve kayalık adası olan ve bu taştan kuzeye
doğru
yürüyerek bir günlük mesafede
bulunan bir gölün
kenarında kamp yaptık. Bir
gün boyunca balık avladık. Geri döndüğümüzde arkadaşlarımızdan lO'unu adeta kendi kanlan içinde yüzer durumda, ölü olarak
bulduk. Ave Maria, bizi kötülükten kurtarınız. Bu adadan yürüyerek 14
gün uzakta, deniz kenarındaki gemilerimizde (ya da gemimizde)
bizi bekleyen 10 arkadaşımız daha var. Yıl 1362."
1%7
Eylülü'nde,
Amerika Vikingleri konusundaki en
büyük
tarihçi olan Prof. 0.G. Landsverk,
Kensington Taşı adı
verilen bu taşın gerçek olduğunu açıkladı. Onun tarihini, Kuzeyli (Nordic)
tarihçi olan Prof. O.G.
Landsverk, Kensington Taşı adı verilen bu taşın gerçek olduğunu açıkladı. Onun tarihini, Kuzeyli (Nordic) Katolik takvimine dayanarak 7 Mayıs 1244 olarak belirtti. Taş, Minnesota'da,
Alexandria'da sergilendi. Bunun bir aldatmaca, bir şaka olduğunu iddia edenlerin asla açıklayamayacakları sorular doğuyordu: Kim eski gotik dilini öğrenmek, 100 kilodan fazla çeken bir taş üzerine bir metin yazmak, sonra da günün birinde belki birisi çıkar da bunu bulur ümidiyle
tamamen tecrit edilmiş bir alana götürüp de bunu gömmek zahmetine katlanmış olabilirdi? Çiftçi
mi? Bunu yazan adamcağızın bunun hiçbir zaman keşfcdilme- mesini dileyerek ölmüş olması daha mümkündür!
Maalesef, Kuzeyliler Birleşik Devletler'deki hayatları
hakkında pek az iz bırakmışlardır. Rhode Island'daki Newport Kulesi de tıpkı Kensington Taşı gibi şüpheciler
tarafından reddetilmiştir. Bunlardan biri
"Bu daha çok, 16. yüzyıla ait İngilizler'in pusu kurmak için yaptıkları
kulelerden biri olmalıdır. Atlantik kıyısında, Vikingler'in gemilerini bağlamak için kullandık.lan o meşhur gemi bağlama taşlan da sonuca götürücü bir kanıt getirememektedir. Burada bulunmuş olan ortaçağ İskandinav silahlan da hiç
şüphesiz, Amerika'ya yeni getirilmiş olan aile hatıraları ya da koleksiyon eşyalarıdır." diye yazmaktadır. Bu şüpheli
açıklamalar, kadim devirleri inceleyenlerin aşmaları gereken bir akli muhakeme
tarzıdır.
Vikingler hiç şüphesiz Kuzey Amerika'yı,
İzlanda'yı ve Gro- enland'ı (Grönland)
kolonileştirdiler ve buralarda
muhtemelen beş yüz yıl kadar kaldılar. Sagalar'a (..) göre
zengin bir Groenlandlı beraberinde 60 kişi ile birlikte Vinland'a geldi ve burada 1007 senesinde bir koloni kurdu. Bu koloni belli bir süre yaşadı ve gelişti, ancak daha sonra hiç
sözü edilmez oldu. Bu sömürgelerin ortadan kalkışı hala esrarını
korumaktadır. Bölgenin bu yeni sakinleri, belki de yerli halk tarafından
emildiler ya da katledildiler. Belki de kendi
kendilerine sönüp gittiler. Kuzey Dakota'daki Mandan yerlileri açık tenli ve mavi gözlüdürler;
bu da beyaz tenli İskandinav- yalılar'ın bu bölgede bir süre yaşamış
olduklarını düşündürmek-
(,.)
Saga: lskı ndinav efsaneleri.
tedir.
Lewis ve Clark, kuzeybatı
boyunca yaptıkları keşif gezilerinde (1804-1806) burada gayet
misafirperver yerlilere rastlamışlardı.
Bunların taştan yapılarının ve kullandıkları eşyaların kalıntıları
keşfedilmiş ve
bütünüyle
tanımlanmıştı; hatta
New Found- land'de bizzat Leif Ericson'a ait olması muhtemel
olan bir kamp mevkii bulunmuştu. Yaptıkları bu sayısız uzun
yolculuklar Vi- kingleı'in
sayılarının azalmasına neden
oldu; ayrıca
ülkeleri de savunmasız kalıyordu ve hiç şüphesiz sonunda bu maceradan vazgeçtiler. Keşifleri 1300'e doğru sona
erdi. Gözü pek Viking- leı'in sonuncusu
da 1540 yılında Groenland'da öldü ve
böylece ilk Amerikalıların tarihinin en etkileyici çağlarından biri son buldu.
Cayce Dosyalarından Aktarmalar
Dosyalar
içinde muhafaza edilmiş yedi
"hayat okuması"nda
belirtildiğine göre Kızıl Eric,
Leif Ericson ve diğer
İskandinavyalılar
Atlantik aşırı ve İzlanda, Groenland
ve Amerika gibi yepyeni ülkelere doğru sayısız yolculuklar yaptılar. Vinland'da,
Massac- husetts'de ve Rhode İsland' da
sürekli koloniler kurmaya kalkıştılar. Bu kolonilerden hiç biri
varlığını
sürdüremedi ancak
bazı
kişiler dost yerliler ile ticaret
yaparak zengin olmak amacıyla ülkede hayli uzun bir zaman kaldılar. Norveç'e cepleri dolu ve başarılarından ötürü biraz
da övünerek
geri döndüler.
"Varlığın, Kızıl Eric'in onun günümüzde doğmuş olduğu bu ülkeye yolculuklar
yaptığı zamanda da yaşamış olduğunu görüyoruz. Varlık Vinland
adı verilen, ya da günmüzdeki isimleriyle Rhode İsland ve
Massachusetts kıyılarına
yerleşmeye teşebbüs edenler arasında bulunuyordu.
Varlık o zamanlar bedensel ve ruhsal bakımdan güçlü idi, karadaki ve denizdeki tüm faaliyetlere
gayet yatkındı ve
Osolo Din adını
taşıyordu. Varlık, bu
enkamasyo- nu boyunca kazandı ve
kaybetti; şöyle ki, bu ülkede kaldıkları süre içinde ortaklara ve arkadaşlara getirilen yardım vasıtasıyla kazandı; bu ülkenin yerlileriyle
yapılan ticaret neticesi elde etmiş olduğu
ülkeye geri döndüğünde yolculuklarında
kendisine eşlik etmiş ^ lanları köle yaptı. Bu da, bu ülkedeki yaşamının son
döneminde herkesin nefretini kazanmasına ve mahkum olmasına neden oldu."
(438-1)
Diğer denizcilere kanlan eşlik ettiği halde,
Amerika'ya yap- hğı seyahatlerden birinde Kızıl Erle kansını evde bırakmışb.
Kansı büyük bir hiddete kapıldı ve bu hadi^ aile hayatlarında uzun ^ neler
sürecek bir yara açılmasına neden oldu. Gözü pek bir denizci idi ve aynı
zamanda saldırgan bir tabiata sahipti; kendisi ile üstleri arasında sayısız
kavgalar patlak verdi. Hayabnın sonuna doğru da denizden ve onun haşinliğinden
nefret etti.
Amerika'da iken bir keresinde bahya,
günümüzdeki Minne- sota'ya kadar ulaşmıştı ve arkadaşlarından bazıları
hayatlarının geri kalan bölümünü yerliler ile beraber geçirmek üzere burada
kalmayı tercih ettiler. Diğer Vikingler daha da uzağa, ta Montana' ya kadar
gittiler.
"Varlık kuzey ülkesinde idi, Amerika'nın
kuzey ve babsın- daki geniş topraklara, ya da varlığın günümüzdeki doğmuş olduğu
ülke olan Minnesota'nın merkez bölgesinin yakınına, Kızıl Eric'in faaliyetlerini
sürdürdüğü bölgeye doğru seyahat edenler arasında bulunuyordu. Varlığın ismi
Olsen-Olsen idi ve bu ülkede kalanlar arasında bulunuyordu. Böylece, kuzeybatı
toprakları yaptığı keşif gezisi esnasında Clark'a açık tutuldu ve kendisine
karşı hiçbir girişim olmadı. Varlık, çeşitli gruplar, uluslar ya da ülkeler
arasında çok faydalı olacak şekilde barışı sağlayabilirdi." (3651-1)
Leif Ericson, Olaf ve Olensen ile birlikte
Connecticut ve Mas- sachusetts'de Vinland'a yanaşb. Bir sonraki yolculuklarında
Eric- son ve ekibi, günümüzde Providence adı verilen ve Rhode İs- land'ın
başşehri olan kentin yakınında bir koloni kurdular. Diğerleri ise New
Foundland ve Nova Scotia'ya (Yeni İskoçya) kadar sayısız yolculuklar yapblar.
Bu arada, ilk yerleşim bölgesi Vinland oldu ve daha sonra terkedilmesine rağmen
bazı Vikingler buranın yerli halkı ile "ruhsal" bir kardeşlik kurmak
ve "bölgeyi katetmek için bir kestirme yol bulmak" amacıyla burada
kaldılar. Enteresan
bir
ayrıntı da, Kızıl Eric'in
günümüzde
tekrar enkarne olmuş olmasıdır:
"Bu
varlık, daha önceleri kuzey
ülkesinde
(Nordic) yaşıyordu
ve cesur denizcilerden biriydi; ve varlık o
enkarnasyonunda Kızıl Eric adını taşıyordu ve günümüzde doğmuş olduğu ülkeye yolculuk ediyordu veya yerleşmişti. Bununla beraber bu hayatının son kısmında yaşamış olduğu bazı maceralar ve günümüzde
de belirtildiği
üzere, girişmiş olduğu faaliyetler
yüzünden
varlık, sudan, su yollarından, suda yüzen gemilerden
korkmaktadır.
Cesareti, diğer bir
enkamasyonunun neticesi olarak hava- tla, ya da hava taşıtlarındaki faaliyetlerinde dahafazla ortaya çıkmaktadır. O enkarnasyonunda (Kızıl Eric
olduğu)
varlık kazandı ve
kaybetti; çünki sadece arkadaşlarıyla değil, aynı zamanda aile hayatında da
güvensizlik
dönemleri yaşadı ve
kendi üstleri ile anlaşmazlıklara düştü." (2157-1)
Böylelikle, Cayce dosyalarına göre Vikingleı'in
Amerika' daki öyküleri maalesef son buluyor.
İnsanoğlunun yaşamış olduklarını, çağdaş
tarihin hudutlarına dek gözden geçirmiş bulunuyoruz. Cayce'in arşivlerinde, Amerika
tarihinin hemen hemen tüm dönemlerini içeren "okumalar"
bulunmaktadır. Bunlar içerisinde Özgürlük Savaşı sırasında doğmuş ruhlara, Yeni
İngiltere'deki (New England) büyücülük davalarına, Far-West öncüleri dönemine,
iç savaşa, dünya savaşlarına ilişkin bilgiler mevcuttur.
"Okumalar", her ne kadar bazı ünlü ya
da efsanevi kişilerin hayatlarını ortaya çıkardığı için şaşırtıcı ve etkileyici
de olsa, daha önce bilinenlere pek büyük bir şey ilave etmemektedir. Sonuç
olarak günümüz Amerikası'nın ve onun yarınlarının gözler önüne serdiği daha
karmaşık ve kesin sorunlara yönelmek durumundayız. Çünki, şimdi ve gelecek,
geçmişte örülen ağlardan oluşur.
1998 ve ÖTESİ
BİRİNCİ KISIM
MO DERN AMERİK
ANKRİZİ
Birleşik Devletler'in
geleceği
hakkında Edgar Cayce'in söyleyecek pek çok şeyi vardır. Tarihin çarkları dönmeye devam ederken insanlık da
hızlı bir şekilde yeni
bir devre geçmektedir.
Bizler şimdi bir
geçiş
dönemi yaşamaktayız: "Bu
zamanlar sona ermektedir. Doğrular yeryüzünün mirasçıları
olacaklardır." denilmektedir
"okumalar"da...
Ancak
bu öyle pek de kolay olmayacaktır; tam tersine, insanların ruhlarını sınayacak olan bir anlaşmazlıklar, talihsizlikler ve felaketler dönemine girmekteyiz
ve "pek çokları telef olup gideceklerdir". Ancak incinin de, istiridyenin içindeki sürtünmeler ve karışıklıklar neticesinde oluştuğunu unutmamak gerekir. Terslikler olmadan gelişme olmaz.
Sık sık tekrar etmekte olan tarih bizle-
re her güç için
bir karşıt-güç bulunduğunu, her negatif için bir
pozitif bulunduğunu öğretmektedir. Bu, insanoğlunun tekamül sürecinin bir parçasıdır.
1998'de
yeni bir çağın
başlayacağını Cayce
1930'larda söylemişti.
O zamandan bu yana diğer birtakım kaynaklar da hemen hemen hep aynı tarihi
öne
sürmüşlerdir. Amerikan
Sanatlar ve Bilim Akademisi gibi Ortodoks bir
topluluk, Bab toplumunun 200
yılındaki geleceğini araştırmak üzere bir komisyon kurmuştu, çünki o senenin yeni ve önemli bir
"kırılma
sistemini" başlatacağını düşünmektedirler. Bildiri panolan şimdiden tüm kavşaklara dikilmiştir.
Sosyal
bilimler profesörü
olan Henry Winthrop: "Bah
-ve özellikle
de A.B.D.- büyük bir
ekonomik zenginlik yaşayacaktır.
Pratik olarak şundan eminiz
ki, 200 yılına
doğru önceden de
görmekte olduğumuz gibi
otomasyon, ordinatörler
ve gerçekleştirilecek olan diğer teknolojik
gelişmeler
sayesinde tam bir bolluk yaşanacaktır." diye yazmaktadır.
Yazar
büyük ve hassas bir sorun olan dağıtım hususundan
(en başlıca sorun) söz etmemekte
ancak insanların
"eğitime, kültüre, şuurun ufuklarını genişletmeye ve dini bilgilerin araş- bnlmasına" daha fazla zaman ayırabileceklerini iddia etmektedir. Tüm bu
faaliyetler sanatlann, bilimlerin, matematiklerin incelenmesini; yeni mimari formların ve
toplu çalışma
biçimlerinin, yeni
sosyal kurumlar hususunda daha gerçekçi ve
deneysel bir tutumun araştınlmasını içermektedir.
Ütopya! diye
haykırmaktadır
bazdan. Belki de öyledir. Ancak pekala da mümkündür ve
hiç
şüphesiz arzu da edilmektedir. Şimdiden, pek
çok şeye
yeni bir görüş ile
yaklaşılması
nesiller arasında bir
hendek -bir bilgi hendeği-
oluşmasına neden olmuş ve
gençlerle
daha az genç olanlar
arasında
suni bir duvar yükselmiştir adeta. Gençliğin değerini takdir etmemek gibi trajik bir hataya
asla düşmemeliyiz
ve bunun yerine, yaşlı nesilin
günümüzün
gerektirdiği beceriyi
mi göstermeyi
başarabileceğini, yoksa
bunun yerine, bugünün
gençliğinin pek gerçekçi olmayan
bir öğrenci
kuşağından ibaret olduğunu ileri
sürerek sahip olduğu materyalist değerleri empoze
etmeyi mi sürdüreceğini
kendi kendimize sormalıyız. Aynca yine kendi kendimize öz idealimiz
doğrultusunda yaşayıp yaşamadığımızı da sormalı, hatalanmızın şuuruna varmalıyız.
Evet,
gençler
başkaldırmaktadırlar, çünki seks
ve uyuşturucu konusuna bakışlan ne
kadar hatalı olursa olsun, bu isyanlanrun
temelinde iki yüzlü bir toplum tarafından aldatıldıklan şeklindeki
izlenimleri
yatmaktadır.
Örneğin, evde ve kilisede onlara başkalarının mülkiyetine ve haklanna saygı göstermeleri öğretilmektedir. Büyüdüklerinde ve asker olduklarında ise onlara bu kez tahrip etmeleri ve öldürmeleri öğretilmektedir.
Dolayısıyla vicdani ^ beplerden ve inançlanndan ötürü askerlik görevlerini
yapmaktan kaçınır ve askerlik cüzdanlannı yakarlar. Ustelik, kendilerinden
öncekilerin mahrum olduktan bir kardeşlik duygusuna ve bir ^ den
anlayışına sahiptirler. Onlar, üstünde durulması gereken ilk nesli temsil
etmektedirler.
Pek tabii ki, Yeni Çağ'a girilmden önce
çözümlenmesi ger^ ken başka ihtilaf alanlan da mevcuttur. Toplumumuzda
fakirliğin maliyeti çok yüksektir. Tıpkı Gunnar Myrdal'ın söylediği gibi:
"Amerika, yaşlı insanlanna, çocuklarına, hastalanna ve sakatlanna ekonomik
güvence sağlama söz konusu olduğunda, en büyük işsizlik ve meskensizlik
yüzdesine sahip olan yegane zengin ülke ola- · rak kalmak istememekte ve en
cömerti olmaktadır."
Çağımızın en acı tuhaflıklarından ve
çelişkilerinden biri de belli bir azınlık için onca zenginlik ve çoğunluk için
de onca sefalet olmasıdır. Ahlaki ve manevi sebeplerden ötürü yaşamaya ve
başkalannın da yaşamasına imkan tanımaya ihtiyacımız vardır ve bu gayet normaldir;
ancak modem felaketlerle, yani şiddetle, cinayetlerle, vergi kaçakçılığıyla,
yalanla, enflasyonla, deliler gibi dolar peşinde koşan zengin bir toplumun
düşüşünü açığa vuran fiyat arbşlarıyla da savaşmak zorundayız. Amerikan
toplumunu ezen kötülükler herkesçe malumdur, ancak bunların albnda yatan sebepler
daha incedir.
Soğuk savaşın nedeni askeri değil, sosyal ve
ekonomik sorunlardır: Uluslararası pazarlar, doğal kaynaklar, az gelişmiş ülkelerin
hakimiyet altına alınması, zengin ulusların hegemonyası, halkın sosyal
güvenliği gibi... Komünizm tehdit değil, bir kafa tutmadır. Gerçek
cevaplanması gereken soru kapitalizmin sosyalizm ile rekabet edip
edemeyeceğidir. Yoksa silahlara sanlması mı gerekmektedir?
Cayce, Büyük Savaş sırasında tam iki kez, gizlice
Washing- ton'a davet edildi; Woodrow Wilson'ın hazırladığı banş antlaş-
masının on
dört
noktası, tıpkı yine
kendisine ait olan Uluslar Cemiyeti
konusundaki projesi gibi, "okumalar"ın felsefesini yansıtmaktadır. Bu iki adanun birbirlerine neler söyledikleri bilinmiyor ancak, daha sonraya
ait bir "okuma", Wilson'ın düşünülenden çok daha spiritüalist bir insan olduğunu ortaya
koymaktadır.
"İsa'nın ruhu
banş
masasına oturmuştu." demişti Cayce.
Wilson'ın
biyografileri
bunu doğrulamaktadır.
Belial Oğullan'nın şiddetli muhalefeti Wilson'ı mezara
götürdü,
14 noktayı güçsüz bir hale koydu ve Uluslar
Cemiyeti'ni de ortadan kaldırdı. Karma!
Müttefikler
bunun bedelini İkinci Dünya Savaşı boyunca ödediler.
O
zamandan beri de ulus dejenere oldu. İdareciler buna rağmen halktan,
kendilerinin göstermeyi
başaramadıklan yüksek bir
maneviyat göstermesini
istemişlerdir. Bu
da gerçekleşmesi
imkansız bir ütopyadır.
Tüm bunlar,
bazı
kişilerin hırsından kaynaklanmaktadır. Silahlar
imal etmek, şiddet filmleri ve pomo edebiyatı yapmak
gayet ''karlıdır"; halkı bin türlü yollarla
dolandırmak
amacıyla değersiz
topraklan ve hisse senetlerini satarak fiyatları yükseltmek gayet kazançlıdır. Kurtların başıboş kalmış olduklan bir ortamda kurbanlann
isyan ve haykırışlanna
şaşmamak gerekir elbette!
Küçük ve
dürüst
tüccar, tıpkı aileden
gelen tarlalannı
süren çiftçi gibi
giderek kaybolmaya yüz
tutmuştur. Büyük, güçlü ve
vicdandan yana nasibini almamış anonim
kuruluşların
saldırıları karşısında hürriyetin ve
ahlaki temizliğin
yaşama şansları pek
azdır.
Kapitalizm
intihar etmekle meşguldür.
Gerek oto-disiplin ile, gerekse
de mecburiyet ile kendini yenilemeyi başarabilecek midir, ya da bunu isteyecek midir? Hür teşebbüsün, herkesin yaran- na daha iyi
hizmet etmek ve kendini değiştirebilmek için yeterli zekayı gösterebilmesi mümkündür, ancak bu muhtemel gözükmemektedir ve maalesef bu güveni de
vermemektedir.
Üniversitelerdeki öğrenciler tüm bunları, kendilerinden öncekilerden çok daha iyi anlayabilmekteler.
Ortada dönen
oyunun gaye^ iyi farkındadırlar. Amherst Üniversitesi'nden Prof. Cal- vin H. Plimpton, Başkan Nixon'a
yazdığı bir mektupta, kampu-
sunun
görüşlerini
gayet kısa ve
öz bir biçimde şöyle ifade ediyordu: "Yöneticilerimizin sosyal sorunlan en etkin biçimde çözmeye gayret edecekleri zamana kadar,
gerekli değişimlerin
getirilmesi maksadıyla, gençlerin ve insanlık için kendilerini adanuş olanlann
ruhlannda meydana gelen o alt üst oluşlan anlatabilmek için sesimizi yükseltmemiz ve bunu sürdürmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Universitelerdeki kanşıklık ve
sıkınblann
büyük bir bölümü, Amerikan
rüyası ile hakikat arasındaki uçurumdan kaynaklanmaktadır."
Bunun
çaresi
nasıl bulunacaktır?
Yeni
nesile ilişkin ilk ifadeler, Cayce tarafından 1917 ile 1920 yılları arasında doğanlar için verilmiş "okumalar" da yer alıyordu. Bunlann
çoğu,
günümüz dünyasına, kesin
bir amaç
taşıyarak yeniden doğan Atlantisliler'den
oluşuyordu.
Deneyimli, gelişmiş, sahiplenme
duygusu taşıdığı
ölçüde de saldırgan olan
bu ruh varlıklarının
biraraya toplanmış olmalan
bir grubun ya da ulusun "karma"sıru temsil ediyor gibidir. İçinde bulunduğumuz çağ onlara, Atlantis'in çöküşünden bu yana ilk kez benzer şartlar altında bazı sorunlan çözümleme fırsatım sunacaktır.
Bu
insanlar yeni bir ahlak anlayışı getirmektedirler
ve varlıkları
dünyanın sayısız bölgesinde kendini
hissettirmektedir. Bedensel güçleri ve
yüksek
anlayışları, tarihleri,
geçmişleri,
şuuraltına depolanmış bilgileri tüm yeryüzündeki toplumları değiştirecektir. Bazı ülkelerde daha şimdiden bunu
yapmaya teşebbüs
etmişler ve bazen başanlı da
olmuşlardır.
Güney Kore gençliği bir
despotu, Syngman Rhee'yi 1960 yılında devirirken,
bunu yapan ilk gençlik olmuyordu; Castro da benzerini
1958'de gerçekleştirmişti.
"Okumalar"a
göre,
"Geçiş dönemi 1958
ile 1998 arasında
yaşanacaktır. Bu
dönemin sonunda Yeni Çağ başlayacaktır." (364)
Dünya küçüktür ve günden güne de insan için ufalmaktadır. İnsan nüfusundaki patlama faydalıdan çok zararlı olacağa benzemektedir ve zaten de feryatlann yük^lmesine neden olmaktadır. Kaza sonucu değil, tam
tersine maksatlı
olarak meydana geldiği şüphesizdir. Hükumetleri, asırlardan beri kenara itilmiş sosyal
ya
da
ekonomik sorunlara eğilmeye
mecbur etmekte ve bir önceki kuşağın daha hayal bile edemediği değişiklikler meydana getirmektedir.
"İnsanın, tüm sorunları için gördüğü tek çözüm iktidar,
para gücü ve mevki idi. Bu asla Tanrı'mn isteği değildi ve hiçbir zaman
da olmayacaktır.
Çünki insan, zirvedeki mevkileri işgal edenlere
değil, genel olarak tüm insanlığa hizmet etmek zorundadır." (364)
Aşağıdaki pasaj,
grup karmasına,
önceki bir fiili telafi edici reaksiyona
iyi bir örnek
teşkil etmektedir: 1932 yılında Cayce
şöyle diyordu: "Avrupa,
iskambilden bir şatodur.
Birkaç sene önce, güçlü milletlerin, başkalarının haklarına saygısı olmayan bir azınlığın arzularına ve bencilliğine boyun eğdiği görüldü. Bu milletlerin fertleri tekrar
bedenlenmektedirler ve Avrupa'mn ve dünyanın pek
çok
ülkesinin etine batmış birer
diken durumundadırlar."
(364)
Sorulan
bir soruya verilen cevap, tekrar doğmakta olan
bu milletin Rus halkı, ve hiç şüphesiz çarlar döneminin en çok ıstırap çekmiş varlıkları olduğunu ortaya koydu.
"Değişimlerin meydana geleceği, dini
fikirlerde bir tekamül veya devrim şeklinde değişikliklerin oluşacağı şüphesizdir.
Bu, Rusya'dan gelecektir, ancak
bu komünizm
olmayacaktır, HAYIR!
Daha ziyade onun temelinde yatan, İsa'nın öğretmiş olduğu, o nun komünizm anlayışı gerçekleşecektir." (425-5)
Bu
pasajın kesin anlanundan emin olanuyoruz.
Küçük
çocuk İsa'yı yetiştiren Esseniler
topluluk halinde yaşıyorlar
ve tüm mallarını paylaşıyorlardı. Resullerin işlerinde bap
2:4 ve bap 4:32'de malların
bu ortaklaşa oluşuna değinmeler vardır. Bununla birlikte,
bunun "temeli", bir grubun bireyleri arasındaki birliği daha güçlendiren kardeşlik ruhu olmalıydı.
1934'de
Cayce şöyle
söyledi: "Şayet daha
sıkı bir kardeşlik, dostluk ve komşusunu da
kendi gibi sevme fikrini kabul etmeyecek
olursak, uygarlık
batıya doğru göç edecek
ve lanetler yağdırılmış
bir millet olan Moğollar yeniden
yükseleceklerdir."
İnsanların ve
ulusların
birbirlerine tabi ve muhtaç oluşlarıru da şöyle ek-
leyerek
açıkladı:
"Tüm yeryüzündeki insanların yaptıkları
işlerde, dünyayı, bazı insanlara
ait olarak değil,
tüm insanlığın ortak
malı olarak ele almanın gereği kendini göstermiştir ve göstermektedir." (3976)
İhtiyaçlar büyüktür; zaman da kısıtlıdır. Uyan herkes içindir ve
bilhassa da, "sermayenin kontrolünü yönetenler ya da elinde bulunduranlara"
yöneliktir.
Cayce hiçbir zaman
tarih belirtmedi, ancak 1940 yılında bazı malumatlar verdi: "Okyanusun
sayısız
adası, toprakların birçoğu, ne
insandan ne de şeytandan
korkmayanların, ancak
tam tersine en güçlü
olanın hakkını övenlerin hakimiyetine girdiğinde...
(varlığın)
ülkesi, kardeşin kardeşle savaştığı o
devirlerdeki gibi kan aktığını görecektir."
Bu
ifade, İkinci
Dünya Savaşı'ndan sonra
Amerikan kontrolüne
geçen Pasifik'teki 2 00 adayı ve
Latin Amerika'daki ya da Asya'daki bazı ülkeleri mi ima etmektedir acaba? Bu
durumda zaman hayli kısalmış demektir.
Sovyetler
Birliği
hakkında 1933'de söylenenler de hayli çarpıcıdır: "Rusya'nın dini gelişiminden dünyanın büyük umudu ortaya çıkacaktır. Böylece bu varlık ya
da grup, derece derece, meydana
gelen değişimlerden
ve dünyanın hakimiyet
altına
alınmasına ilişkin şartların son kez oluşturuluşundan en büyük faydayı sağlayacaktır." (364-Sa 3)
Bu
beyanat ancak 1944'de aydınlatılnuştır.
"Dünyanın ümidi Rusya'dan doğacaktır, ama bu komünizm,
bazen de bolşevizm
adı verilen şey sayesinde
olmayacaktır,
hayır! Hürriyetten doğacaktır, hürriyetten; her insan için benzeriyle beraber yaşama hürriyetinden. Prensip doğmuştur. Kristalize olması için seneler gerekecektir, ancak dünyanın ümidi yeniden, bu kez Rusya'dan ortaya çıkmaktadır. Bunu yöneten nedir?
Parası
üzerine 'Tann'ya güveniyoruz.' yaznuş olan ulus ile (A.B.D.) dostluktur!" Ve daha ileride şunu okuyoruz:
"... Çünki,
yarın Çin uyanacaktır!' "
Çin giderek
tahrip olmakta olan bir kapitalizmin yükünü üzerinden atarak uyandı, ancak
maalesef Çin
halkı diğer bir
otokrasi şeklinin boyunduruğu altına girdi. Onun tekamül edeceğini
yine
de ümit edebiliriz.
A.B.D.
ve S.S.C.B. yıllardan
beri birbirlerine yaklaşmaktadırlar. Bir sükunet ve anlaşma ortamının gerçekleşmesi kimseyi şaşırtmayacaktır. Yeni düşmanın adı korkudur. Büyük sebep,
banş ya da korku olabilir, ancak son
neticeler aynı olacakbr: Daha geniş seviyede
ve barış
içinde bir
beraberlik. Sovyetler Birliği yavaş yavaş sağa doğru kaymaktadır;
Birleşik Devletler
de, 1930'dan beri ağır ağır sola meyletmektedir. Her iki ulus
da, özel isteklerini tatmin edebilmek için ellerindekinin
en iyisini birbirlerine ödünç vereceklerdir.
Politikadan ayn olan ekonomik sistemler, engelleri daha kolay aşabilmektedirler ve şeytanları birer aziz haline dönüştürmeyi biraz daha iyi bilmektedirler.
Maalesef
Amerika'nın
dertleri başlamıştır; politik, sosyal ve ekonomik
krizler patlak verecektir. Cayce dosyalarına göre, 1958 ile 1998 arasındaki dönem, batı yanmküresinin ve bilhassa Kuzey Amerika'nın coğrafyasında önemli değişiklikler meydana getirecektir. Birleşik Devletler'in şekli değişecektir.
Adının açıklanmasını istemeyen ünlü bir
jeolog, "Edgar Cay- ce'in 'okumalan'ndan elli kadarının incelenmesinin, 'okumalar' tarafından verilen bilgilerin hem mantıklı, hem de mümkün olduğunu ortaya çıkardığını" belirtmişti. "Yalnızca
bazı ayrıntılar, günümüz biliminin
olguları
ile uygunluk göstermektedir; geriye kalanların büyük bölümü yeryüzünün tarihine ait günümüzde kabul edilen fikirlere ters düşmektedir."
Yazar
şöyle devam ediyor: "Bu dönemde gerçekleşeceği bildirilen ayısız do^l
felaketler, üniformitarizme (•) ait ^olojik verilere uymamaktadır. Yine
de, 'okumalar'da, 1928 ile 1958 arasındaki dönemde olacağı önceden bildirilen
bazı hadiselerin gerçekleşmiş olması hayli enteresandır. Örnek olarak
Califomia'da 22 Ekim 1926'da meydana gelen bir depremi, 1926 senesinin 15-20
Ekim tarihleri arasındaki şiddetli fırtınayı; Califomia'da 1926 ve 1950 yıllan
arasında meydana gelen yeni yer sarsıntılarını gösterebiliriz."
1934 yılında, Cayce şöyle bildiriyordu:
"Yeryüzünün pek çok
(•) Ani oluktan çok, derez d&az meydana
gelen de^şimUr.
bölgesi alt
üst olacak. İlk bölüm süresince (1958-1998) Birleşik Dev-
letler'in batı
kıyılannın fizik görünümünde değişiklikler meydana gelecek. Groenland'ın kuzeyinde körfezler ve
su akımlan
belirecek. Karaibler Denizi'nde yeni kara parçalan su
üstüne
çıkacak... Güney Amerika,
kuzeyinden güneyine
kadar sallanacak ve Antarktika'da, Ateş Ülkesi'nin kıyılan açıklannda kara parçalan belirecek ve denizi kabank bir boğaz meydana
gelecek." (3976-15)
1959
senesinde, A.B.D. Jeodezi (•) Dairesi, Macellan Boğazı' nın kuzeyinde, Amerika K.ıtası'nın en güney ucunda
daha önce hiç
yer sarsıntısı olmamış bir bölgede önemli bir deprem meydana gelmiş olduğunu rapor etti. Şili, California
ve Alaska'da yer sarsın-
tılan olmaktadır. Yoksa
bunlar gelecekteki olaylann habercileri midirler?
"A.B.D.'nin
batı
kıyısındaki, aynı zamanda
doğu
kıyısındaki ve
orta kısmındaki
çok sayıda bölge altüst olacak.
Önümüzdeki
yıllarda Atlantik ve Pasifik'te karalar
belirecek. Ve pek çok
ülkenin kıyı bölgeleri sulara
gömülecek.
İçinde bulunduğumuz devre
ait (1941) pek çok
savaş alanlan bile batıp gidecek.
New York şehrinin
çevresindeki kıyı parçalannın ve
hatta bizzat şehrin kendisinin büyük bölümü kaybolup gidecektir. Ancak bu, diğer bir
nesilde meydana gelecektir; halbuki Carolina ve Georgia'nın güney kısımları çok daha erken bir zamanda batacaktır." (1151-11)
Birkaç seneden
beri, Kanada'nın
doğusunda, New England' da ve New York
Eyaleti'nde yer sarsıntıları
giderek artnuş durumdadır. En azından bir sismolog,
Harward'dan Don Leet bu işten ^ peyce endişe duymaktadır ve bu yüzyılın
bitiminden önce ülkenin doğu kıyısında büyük bir deprem olabileceğini
düşünmektedir. Carolina ve Georgia'ya ilişkin fazla malumat olmamasına rağmen
1959'da yapılan sondaj, Savannah bölgesinde toprak yüzeyinin 1933'ten bu yana
sekiz santimetre alçaldığını ortaya koymuştur.
"Büyük Göller'in suları Meksika Körfezi'ne
dökülecektir ve bu iş çok sözü edilen o su yolu (Sain-Laurent) vasıtasıyla
olacaktır. Bununla beraber, Ohio'nun, İndiana'nın ve İllinois'in en büyük ^ lümleri
felaketten kurtulacaktır."
(•) Jeodezi: Yerkürenin biçimi ve boyutlarının
ölçümü ile uğraşan bilim dalı.
Cayce'in
de günün birinde bahsetmiş olduğu "kutupların yeniden yer değiştirmesi" hadisesinin, Büyük Göller'in sularının Mississippi Vadisi'ne doğru çekilmesine ve belki de, Nil ya da Amazon'a eşit yeni
bir nehrin oluşmasma
yol açması kuvvetle
mümkündür.
Bu olgu doğrulanmıştır, zira göllerin güneybatıya doğru yüz senede altı santim
kadar kaydıkları
saptanmıştır.
''Tümülkede, az ya da çok önemli değişimlere tanık olacağız. En büyük değişiklik Kuzey Atlantik kıyılarında oluşacaktır. New York Eyaletine, Connecticut
ve komşularına
dikkat ediniz." (311-8)
Manhattan
Adası ve ileride A.B.D.'nin en büyük deniz
limanı haline gelecek olan Virginia'daki
Norfolk en büyük
zararı görecek olan
bölgelerdir.
"Los Angele
ve San
Franciao, New York'dan önce tahrip ^ lacaklardır."
Tarihi de bir sonraki pasajda belirtilmiştir: "Şayet Vezüv ve Pele
Yanardağları'nda büyük faaliyetler oluşursa, bundan üç ay sonra Güney
Califomia kıyısı ve Tuzlu Göl ile Nevada' nın güneyi arasında kalan bölgeler,
yer sarsıntılarına ve sel baskınlarına ahne olacaklardır." (27^35)
Cayce, ayrıca, Etna Yanardağı'na ve bunun yeni
patlamalarına da dikkat etmeyi tavsiye etmektedir.
Californa, yer kabuğunun 20 kilomefre
derinliğinde ve ^ kilometreden fazla uzunluktaki kırıklarından biri olan
büyük San Andreas Çatlağı üzerinde yer almaktadır. Yer sarsıntıları konusunda
hiç şüphesiz en büyük uzman olan, Teknoloji Enstitü- sü'ndan Prof. Hugo
Benioff, Los Angeles kentinin tek bir günde harabeye dönüşebileceğini iddia
etmiştir; zaten kimse de bunu reddetmemektedir. Şayet son yıllarda California
tarafından cezbe- dilmiş büyük insan sayısını düşünecek olursak bu felaketin
kar- mik (•) bir anlamı olduğundan şüphemiz kalmamalıdır; bu konuya başka bir
bölümde değineceğiz.
"Atlantik'te ve Pasifik'te karalar ortaya
çıkacak". Şayet çok yakın bir zamanda, 1963 Kasırnı'nda, İzlanda
açıklarındaki volkanik bir patlamanın aniden yeni bir ada yaratmış olduğunu
unutur-
(•) farm'ya ait.
sak,
bu ifade bize hayli garip gelecektir. Surtsey adı verilen
bu ada birgün
zarfında on metreden fazla bir yüksekliğe ulaşmışh ve hala da orada durmaktadır.
Cayce,
"Poseydia Adası, Atlantis'in sular üzerine çıkacak olan ilk parçaları arasında yer alacaktır." demiştir. "Bu, 1968 ya da 1969'da, çok kısa bir
zaman sonra olacaktır!"
Kendisiyle aynı ismi
taşıyan
büyük deniz limanının da
bulunduğu
Poseydia, Atlantis' in ilk
tufandan sonraki adalan içinde en
önemli
olanıydı. Deniz dibinin
bu bölgesinde
1968, 1969 ve 1970 yıllarında Prof. Manson Va- lentine tarafından keşfedilen ve tapınağı çağırıştıran yapılar Cay- ce'in kehanetini doğrulamaktadır.
"Değişiklikler zamanı yaklaştıkça, içinde (Atlantisliler'in) belgelerinin
Tek Tann'nın
yasasının inisiyeleri için muhafaza
edilmiş
olduğu bu üç yer
belki de açılacaktır:
Bimini Adası yakınındaki tapınak yeniden
su yüzeyine
çıkacaktır; Mısır'da arşivler tapınağı bulunacaktır; ve hiç şüphesiz ki Atlantis Ülkesi'nin kalbine yerleştirilmiş olan bu belgeler de keşfedileceklerdir. Belgeler aynıdır." (57^1)
Bununla birlikte, Cayce asla aldanmaz da
değildir; Alabama' da 1936 ile 1938 yıllan arasında meydana gelecek
değişiklikleri bildirmişti. Ancak hiçbir şey olmadı.
Doğal olarak akla şöyle bir soru geliyor:
Günümüzde, Birleşik Devletler tarihinin en özel dönemini yaŞarken, bu
değişimler ve alt üst oluşlar da nereden çıkmaktadır? Ve niçin gerçekleşmek
zorundadırlar? Cayce dosyaları, bunun başlıca nedeninin insanların günahları
(•) olduğunu belirterek bazı şaşırtıcı sebepler ortaya koymaktadır. Günün
birinde güneşteki lekelere ilişkin bir soruya cevap verirken şöyle dedi:
"Güneş, Güneş Sistemi'ni yönetmek üzere
yaratılmış olduğuna göre, yeryüzündeki mineraller ve bitkilere olduğu kadar,
insanlara da bir etkide bulunuyor olması gayet normal değil midir?... Güneş,
yeryüzündeki Tanrı çocuklarına ışığı ve ısıyı getirmek için yapılmış olduğuna
göre, insan ile ve dolayısıyla dünya ile
(•) Güna.h: Burada Hgünalı " sözü ile
kastedilen anlam. insanlı rın llıihiirade Yasaları 'na aylan dawanışlandır (ÇN.)
aynı bileşime sahiptir; bununla birlikte şunu da
biliyoruz ki, katı madde, sıvı ve
buhar da mevcuttur. Hepsi birleşmişlerdir, ancak hangi amaçla? İnsan için, ilahi insan için! Şayet o, Tanrı'nın şanını, güzelliğini, rahmetini, ümidini ve
sabrını
yüceltmek için meydana
getirilmiş
bu ışığa meydan
okur ve karşı koyarsa, insanın işlediği, bu günahların sebep olduğu o sıkıntıların ve alt üst oluşların güneşin yüzeyine yansımasına pek
şaşmamak gerekir." (5757-1)
Şayet bu doğru ise, Güneş'in hassasiyeti çok
şaşırtıcıdır. Cay- ce şöyle açıklıyor: "Öfke, kıskançlık, nefret,
düşmanlık sizleri nasıl etkiliyor? Tıpkı yeryüzünde sebep olunan bu sıkıntı ve
karışıklığın Güneş'te bir leke oluşturması gibi... İnsanlar arasındaki her
türden iletişim kopukluğu neyin nesidir? Tarihi, dilerseniz Babil Kulesi'ne ait
temsili hikayeyi anımsayınız." Cayce şu uyarı ile noktalıyor: "Çünki,
aranızda en küçük olana yaptığınız şeyi Yaradan' a yapmış oluyorsunuz, tıpkı
sizde meydana gelen karışıklıkları, zelzelelere, savaşlara, nefretlere, günlük
yaşamdaki tüm olaylara varıncaya dek yansıtan Güneş'e yapmış olduğunuz gibi. O
zaman Güneş'teki bu lekeler nedir? Tanrı'nın Oğulları'nın yeryüzünde maruz
kaldıkları bu sıkıntı ve karışıklıkların doğal bir sonucu, bir
yansımasıdır." (5757-1)
30 Ekim 1968'de Kentucky'de, Louisville
"Kurye Gazetesi", Associated Press'in şu telgrafını yayınlıyordu:
"Güneş'te meydana gelen fırtınalar, dün, kısa dalga radyo yayınlarında
bozulma ve karışmalara neden oldu... Güneş manyetik alanının bazı bölgelerinde
yoğun bir faaliyet gözlenmektedir. Bu beklenmedik faaliyetin, 1969 olarak
tahmin edilen 'öfkeli Güneş'in yılı'nda meydana gelecek faaliyetlerin bir
parçası olduğu sanılmaktadır. Dernek oluyor ki, önümüzdeki sene, Güneş
faaliyetinin on bir yıllık devrinin en azgın etkinliğine sahne olacaktır."
10 Ağustos 1969'da bir Güneş gözlem uydusu olan
050 6, A.P.'in bildirdiğine göre "yeryüzündeki radyo haberleşmelerini
bozan ve astronotlar için gerçek bir tehlike oluşturan Güneş dalgaları
hakkında kesin bilgiler vermek" maksadıyla uzaya fırlatıldı. Bilim
adamları özellikle dalgaların gücünü arttıran enerjetik dalgalar ile, Güneş
yüzeyinde meydana gelen ve uzaya, yeryüzünde-
ki
iklimlere, canlılann
hayabna etkide bulunan ve hatta
zelzelelere de sebep olan radyasyonlar yollayan termonükleer patlamalar ile
ilgilenmektedirler.
Böylece Etki
ve Tepki Yasası'nın
ya da başka deyişle, Kar- ma'nın evrensel
olduğu
görülmektedir. Cayce,
bıkmadan,
usanmadan, geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki kanşıklıklann, sıkıntı- lann, alt üst oluşlann, zelzelelerin insanın itaatsizliğinin sonuçlan olduğunu
tekrarlayıp durmaktaydı. Şayet bu
doğru ise, Kutsal Ki- tap'daki
"Kendi kendinizi kandırmayınız, Tann kendisiyle alay ettirmeyecektir." ayeti yeni bir anlam kazanmaktadır. Sebep-Sonuç Yasası, şimdiye dek düşünemediğimiz ölçüde önemli olabilir.
İKİNCİ KISIM
GELE CEK VE YENİ DÜZ
EN
Büyük ümitlerle dolu yeni bir çağ yakında başlayacaktır. Görünüşe göre
statüko[*]
daha fazla sürüp gidemez;
zaten bizlere yeni zamanları
karşılayabilmemizde hiçbir şekilde yardım edemeyeceği de ortadadır. Ancak, yeni çağ tarafından tutulan yol ne olursa olsun,
1998'den itibaren bizleri nelerin beklediğini biliyor muyuz acaba?
Ortodoks
komünizm,
haksızlık ve insafsızlıkları yüzünden zaten çoktan aşılmış durumdadır. Sosyalizm, diktatorial bir idarenin çok güçlü bürokrasisine ve zulmüne doğru götürme riski taşımaktadır. Zaten daha önceden miyop
olan kapitalizm ise artık iyice
körleşmiştir
ve görünüşe bakılırsa neleri riske soktuğunu görebilecek bir kapasitesi yoktur.
"Tüm insanlar
kardeş olmaya mecburdurlar; bunun için de
hiç
değilse eşitlik, kardeşlik ve
anlayış temelleri üzerine kurulmuş olan tek bir düşünce etrafında, ancak tek bir amaçla ve
tek bir
umutla birleşmeleri elzemdir." (5053-L-1)
İnsanlar arasında kardeşlik ve Tann'nın
babalığı prensibi sonuçta üstün gelecektir ve "beraberce çalışılan ve
ahenkli" bir toplumda "herkes, birliği göz önünde tutarak, tüm
insanların hayrına çalışmak zorundadır." "Ancak işi dünya ölçülerinde
ele almak, milliyetçiliği bir kenara atmak ve uluslararası bir para yaratmak ya
da değiş-tokuş değerlerinde bir entemasyonalleştirmenin meydana getirilmesi
şarttır." demektedir Cayce. Ve de gecikmemek zo-
rundayız. Altın rezervlerimiz ve ödemeler dengesi
tehlikededirler, Fransız Frangı'run, Lira'run ya da Dolar'ın tahrip
oluşları
ağır bir enflasyon, ekonomik kriz ve
bir kaos yaratma rizikosu göstermektedir. Kapitalizmdeki Aşil'in topuğu belki de bu noktadadır. Cayce, bizleri, parasal sorunlar yüzünden yeni
bir savaş
çıkabileceği konusunda
uyarmaktadır.
Yeni
Çağ'a gelince, "Meydana gelecek
olan değişikliklerle
birlikte, gerçek Amerikaalık, hpkı Frank-masonlukta olduğu gibi,
insanların
kardeşliği ile ifade olunan ve tezahür eden
evrensel düşünce,
dünya işlerinin çözümünün kuralı haline
geleceklerdir. Bundan, tüm dünyanın muazzam bir masonluk cemiyeti durumuna geleceği anlamı çıkarılmamalıdır ancak, orada savunulan prensipler, oluşacak olan
yeni barış
düzeninin esasını, temelini
teşkil
edeceklerdir." (1152-11)
Böylelikle, yeni düzen evrensel olacakhr ve
uluslar barış içinde, birbirleri ile dostça ilişkilere yeniden
başlayacaklardır. Modem teknolojinin ihraç edilmesi -tarımdaki Yeşil Devrim-
tam gelişim halindeki bir nüfusun beslenme sorunlarını çözebilir ve çözmek de
zorundadır. Burada gerekli olan toprak değildir; hatta bu fazlasıyla da
vardır. Demografların açıkladıkları istatistikler yeryüzünde- ki tüm insan
nüfusunun, üç buçuk milyar insanın (•), her beş kişilik bir aileye çeyrek
hektarlık bir alan verildiği takdirde Alaska yüz.öl- çümündeki bir kara parçası
üzerine yerleştirilebileceğini ortaya çıkarmıştır. Birleşik Devletler'de
nüfusun %70'i, ülke yüzölçümünün %2'sini bile ancak işgal etmektedir. Sorunun
çözümü hiç şüphesiz, endüstrinin merkezden idare edilmemesine ve kıral ve ^
hirsel bir dengeye bağlıdır.
"Demografik patlama"nın tehlikeleri
hakkında anlatılması mümkün olan her şeye rağmen, bu, bizi inandırmak
istediklerinden çok daha az tehdit edici bir yapıdadır. Sorun, herkes için
fazlasıyla ve gayet bol olan doğal kaynakların dağılımının ekonomik sisteminde
yatmaktadır. Büyük korku, günümüz rejimleri altında ihtiyaçların tatmin
edilememesinden kaynaklanmaktadır.
Cayce, "okumaları"nda yeni çağın
ekonomik sisteminin ke-
(•) (1972 'nin ratamı) Bu ratam günümüze (1990) 6 milyara yaklaşmıştır.
sin
tabiahru tarif etmemekte, ancak onun esasını vermektedir.
Bu, bizim tüketiciler
ya da üreticiler kooperatiflerinin bir tür kopyası niteliğinde bir ''kooperatif,
koordinasyon" toplumu olacakhr. Aracılığın, tam kudrete sahip işverenlerin, tröstlerin zararları böylece ortadan kaldırılmış olacakbr. Günümüzde yer
yer görülen
ortaklaşa yaşam biçimi, bunun
şimdiden
belirtisidir; hipilerin oluşturduğu "komünler" belki de bu yolu açmaktadırlar. Ancak ekonomik bakımdan, bir
hususi kapitalizm sisteminde hayatlarını sürdüremezler. "Grup kapitalizmi" daha
fazla ümit vermektedir.
Birkaç zamandan
beri Amerikan ekonomik yaşamında sessiz bir ihtilal gerçekleşmekte ve hür teşebbüs sistemine yeni bir boyut
getirmektedir. Onar yıllık duraklamaların ardından koopera- , tif organizasyonlarının önemli ölçüde çoğalıp
büyümeleri, eskinin
o karşılıklı
yardıma dayanan öncü ruhunu
yenilemekte ve canlandırmaktadır.
Bunlar tüm sosyal
ve ekonomik sancılanmızın
çözümü olabilirler. Ek olarak, sosyalist
bir devlette ^iddetle hüküm süren bir yönetimin koyduğu hacizi de önleme imkanını vermektedir.
Kooperatif
teşebbüsler,
gayet doğru bir
şekilde
"halkın kapitalizmi"
olarak isimlendirilebilirler. Herkes ona kablır ve
bu, müşterilerin herkesin yararını amaçlayarak yönettikleri kooperatif üyelerini kullanan
müdürleri
işe alan yönetim konseyinin
üyeler
tarafından seçildiği bir
tür
karşılıklı yardımlaşma cemiyetidir.
Amaçlan,
yahnmlar sayesinde para
kazanmaktan çok,
parayı biriktirmektir.
Temel bakımından,
kooperatifler herhangi bir teşebbüs gibi
yürütülmektedir
ancak önemli farklılıklar da gösterir, çünki bunlar kazanma arzusu ile değil, birleşme ve karşılıklı yardımlaşma ile motive edilmektedir. Bu ortak
ve paylaşılmış
amaç duygusu, organizasyon ruhudur. Çoğunluğu kendi
şahsi
karlarını asla gözetemeyecek olan iştirakçiler, operasyonu ve bitmiş ürünleri kontrol ederler. Sahip olunan işlerin sayısı ne olursa olsun,
kural herkes için
aynıdır: "Bir üye, bir
oy'', ki bu da, topluluğun
bir büyük hissedarlar
azınlığı
tarafından yönetilmesine engel
olur.
İsveç'te, ham
ürünün %15'i, kooperatiflerin elindedir.
Nor-
veç'tekiler ^rakende ticaretinin % 11 'inden
^rum^durlar. Danimarka'da süt ürünleri ve kümes hayvanlarından elde edilen
ürünler düzenlenmiş kooperatifler tarafından sahn alınmakta ve hatta yine
bunlar tarafından sabşa çıkarılmaktadır ve küçük ziraatçiler, zirai
malzemelerini ortaklaşa kullanmaktadırlar. Onlarca yıldan beri bu uluslar
sağlam bir ekonomi ve pek az bir enflasyon yaşamaktadırlar, aynca, işsizlik
gibi bir sorunları da yoktur. Ve özel teşebbüs, onlarda daima gelişme
halindedir.
Dünya üzerindeki en eski kooperatif -hala daha
mevcuttur-, 1812 senesinde İskoçya'da kurulmuştu. O zamandan bu yana, Avrupa'daki kooperatifler,
küçük perakende mağazalarından büyük pazarlara ve dağıhma, üretime ve
fabrikasyona geçerek muazzam bir hamleyi gerçekleştirdiler; çiftliklerde
yetişen hayvanların etlerini muhafaza etmek için soğutma fabrikaları kurdular.
Federal Almanya'da, İtalya'da, Fransa'da, Büyük Britanya'da, İrlanda'da,
Yunanistan'da, Pakistan'da, Hindistan'da, Seylan'da, Kanada'da ve "hür
dünya"nın diğer pek çok uluslarında gayet nüfuzlu tüketiciler birlikleri
mevcuttur. Birleşik Devletler'de kooperatiflerin varoluşları 1845'de başlar,
ancak çoğalmaları 1961'den itibaren olmuştur ve bilhassa son beş senedir (•)
büyük ölçüde yayılmışlardır.
Ancak, tam bir değişimler devri yaşamaktayız ve
bunlar, ^- nümüzde, tarihimizde hiçbir vakit görülmemiş olan bir süratle
meydana gelmektedir. Bu kritik zamanlarda şu ya da bu ülkede yaşıyor olmamız da
bir anlama sahiptir. Bizler hepimiz, Büyük Plan'ın parçalarıyız. Şayet insan,
yaşamak için yeni bir kainat istiyorsa, bunu bizzat kendisi şekillendirmek
zorundadır. En korkunç düşmanı, yine kendisidir. Hür iradesi sayesinde,
kuvvetli olanın hayatta kalabildiği orman kanununa uygun yaşamı seçebilir;
hatta Tanrı'ya meydan okumayı bile tercih edebilir. "Ancak, kişilerin faaliyetinde,
düşünce ve teşebbüslerinde, bir şehri ya da ulusu, ruhsal yasaların
uygulanışı vasıtasıyla, birlik içinde muhafaza etmeyi sağlayan şartlar
mevcuttur. Kalplerin ve ruhların eğilimleri, bu alt üst oluşların mümkün
olduğunu göstermektedir... İlahi Yasa
( ..) 1972 'de yazılmıştır.
önünde eğildiği zaman, insanın bu
kaosa bir düzen
kazandırdığı da
gerçektir.
Tam tersine hareket edip, önemsemediği zaman ise enkarnasyonu boyunca
kaosu ve yıkıcı
güçleri getirmektedir." (3976)
Bizler,
kendi şahsımızı
doğrudan ilgilendirmeyen tüm şeylere karşı vurdum
duymaz kalma eğilimindeyizdir;
bu da temelde tüm diğer sorunlarda
da olduğu gibi, ruhsal bir problemdir. Kayıtsızlığımız, egosantrizmimiz (benmerkezciliğimiz) ölçüsündedir. Örneğin, kamu işlerindeki topluca kendini tatmin ediş olgusu,
kendi şahsi
çıkartan peşinde koşan bir
azınlık
tarafından hızla ele
geçirilen
bir boşluk yaratmaktadır. Böylelikle, milletler genelola- rak layık oldukları hükumet tarafından
yönetilmektedirler. Ancak
bu günler de geçip gitmektedir;
gelecek, mücadeleye
atılmaya hazır olduklarını çoktan göstermiş olan gençlere aittir.
Bu bir reformcular neslidir; ama solculuklarını gayet tedbirli bir şekilde azaltmaya ihtiyaçları vardır. Tüm bu aşırıcılar, beatnikler, hipiler, uzun saçlı, kolyeleri,
madalyonları
olan çıplak ayaklı pasifistler, Atlan- tisliler'e
benzemektedirler. Üstelik,
Atlantis teorisine de gayet güçlü bir
ilgi duymaktadırlar.
Ulus
daha da dikleşebilir.
Tıpkı Cayce'in dediği gibi:
"Tann' nın ruhu, kaostan banş ve
ahenk çıkartmak
için nasıl üzerinde uçuyor idiyse,
böylece Ruh da, insanlara, ancak aynı ve
tek bir yasaya itaat ettikleri zaman mevcut
olabilen bir banş ve ahenk içinde birlikte
yaşayabilmeleri
için, onlara banş, ahenk
ve anlayış
getirmek üzere yeryüzüne inmek ve onların kalplerini,
beyinlerini ve ruhlarını
yüceltmek zorundadır. Tüm ruhların kendi
kendilerine sorduktan tüm soruların tek cevabı ve
tek çözümü Sevgi Yasası' dır. Günümüzdeki dünyasal şartların tek ilacı budur."
(3976)
TEKR AR
DOGUŞ
HAYATINSÜR EKLİLİGİ
Böylece dünün, bugünün ve yarının mütecaviz ve
ilerlemeyi seven tabiatlı insanları olan Atlantisliler'in hikayesi sona eriyor.
Bu kronikte verilen bilgileri ancak zaman güçlendirebilir ya da zayıflatabilir.
Atlantis ve tekrardoğuş olgusu, insanın yeryüzündeki varlığının karmaşık
sorunlarının tek çözümü olmasa bile, yine de en güçlüsü olarak görünmektedir.
İnsan yalnızca doğru ve adil bir yaşam beklentisi içinde değildir; bu yaşamın
bir anlamı olmasını da ister. Atlantis ve insanın tekrardoğuşu teorileri en
azından, şimdiye kadar yayınlanmış diğer hiçbir varsayımın yapamadığı ölçüde
pek çok soruna çözüm getirecek yapıdadırlar.
Ancak geriye, incelenmemiş iki sorun daha
kalmaktadır.
Hayatın anlamı ve amacı, 'Niçin yeryüzünde
bulunmakta- ^?" »rasunun cevabı, inan ahunun varoluşunda ya da olmayışında
yatmaktadır. Şayet insan ilahi ruha sahip değilse, o zaman bizler hepimiz
diğerlerinden daha gelişmiş olan hayvanlardan ibaretiz, zeki primatlardan
("") gelişmiş bir ırkız demektir. Hayalın ne bir anlamı, ne de
sürekli bir amacı olamaz; ebediyet içinde bir varoluş kıvılcımından ibaret
kalır, daha fazlası değil. O zaman biz- ler de, tek kelimeyle uygarlaşmış
hayvanlardan başka bir şey değiliz demektir. Hayat da sadece bir hiç uğruna
pek çok gürültü yapmaktan ibaret olur.
Ancak, uygarlaşmış kelimesinin biraz
aydınlatılması gerek- ■ ■■»■»■(■■»«aaMMiMOUlKfıoıpıKM
aaaaaaaaaaaaaaaataaaaaaaaaaıaaaa
("") Primatlar: Maymunların dahil
olduğu hayvanlar sınıfı.
mektedir.
Modern şehirlerden,
ulaşım ve haberleşmeden, taşımacılıktan, yeni elektronik aletlerden daha başka şeyleri kapsayan bir sözcüktür. Şayet gerçekten bir anlamı varsa,
bu daha çok manevi bir yasanın kabul
edilişidir,
insan onurunun ve haklannın şuurlu olarak müdafaa edilmesidir.
İnsanın bir aklı, bir
iradesi, bir şuuru
vardır. İdealleri, prensipleri,
asaleti vardır. Eflatun, hayatin en büyük üç kuralını, Doğruluk, Güzellik ve İyilik olarak
yazmışbr.
Neden?
Neden sadece insan için?.. Başka hangi
hayvan doğruluğun,
güzelliğin ve iyiliğin değerini takdir edebilir ki? Güzellik tamamen
izafidir ve görülen
şeyde değil, onu
görenlerin
gözlerinde ve ruhunda mevcuttur. İyilik ise,
bu dünyada her şeye rağmen hala mevcuttur ve ilahi saltanabn
dışına
çıkıldığında sahip
olunması
imkansız bir fazilettir. Doğruluğa gelince, bu uçup gidici ^ yutlama, emin
olabiliriz ki insan ailesi dışında hiçbir anlam ifade etmemektedir. Hiçbir
şempanze bundan söz edildiğini duymamıştır!
Şayet sadece iyi yetiştirilmiş hayvanlardan
ibaret olsaydık, hayvani içgüdülerden fazla pek bir şeye sahip olmazdık. Hayat
sadece orman kanunu ile yönetilmek zorunda kalırdı; kas kuvveti ve hile her
şeyden önemli olurdu. Kanun, adalet, edep ve terbiye için sebep kalmazdı;
kibir, hırs, icatlar v<:' güven olmazdı; ve ne müzik, ne yarabcı sanatlar ve
ne de görünmeyene tapınma olmazdı. Ancak insan, nerede bulunursa bulunsun,
nerede rastlanırsa rastlansın daima yüce bir varlığa hürmet gösterme ihtiyacı
duymuştur. Şayet yeryüzünde yüce ise, her şeyi tamamen miras almıştır; kendisi
için, bağımlılığını ve aşağı oluşunu anlamak için gözlerini yukarı kaldırması
yeterlidir.
İ^™ bu uygarlığını vebununiçin harradığı
çabalan anak insan kalbindeki ilahi bir kıvılcım açıklayabilir. Hataları ve
eksiklikleri ne olursa olsun, günümüz insanlığını; ruhun, insanın binlerce
yıl boyunca gerçekleştirdiği olağanüstü manevi ve kültürel gelişmeleri
açıklayan bu mh^llık kakımının varlığma ina^adan ele alabilmek imkansızdır. Bu,
onu ileri doğru iten harekete geçirici güçtür ve onu sık sık hayvanlann bir
hayli üstüne, neredeyse meleklerin biraz albna kadar yükseltir. Mark Twain
günün birinde
insanın, utanan
ve buna da aslında
ihtiyaç duyan tek hayvan olduğunu söylemişti.
Şayet insanın bir ruhu varsa, bu durumda o
ruhsal kaynaktan geliyor demektir. Demek ki onu yaratmış olan
evrensel bir güç,
varlık ya da şuur mevcut
olmalıdır.
Mutlaka yarabcı bir
Tanrı olmalıdır.
K^nun, bir kanun yapıcıyı gerektirir.
Ve bedenin meyvelerinden ve zevklerinden haz almanın dışında da bir amaç, bir
anlam bulunmalıdır. "Doğa Yasaları" öyle tesadüfen
yapılmış değillerdir.
Şayet tüm bunlar
doğru ise, gerçekte bizler,
yeryüzündeki
yabancılarız. Ve
hiçbir
endişe duymaksızın şunu iddia
edebiliriz ki, eğer bizleri sığınağımıza doğru götüren herhangi bir işaret, bir
anlam, bir ışık
olmasaydı burada bulunmayacakbk. Şu da
bir gerçektir
ki hiçbir baba
evlatlarını
zalim bir dünyanın tehlikelerine
vicdan azabı
çekmeden terk edip gidemez, onlan "yaşamın" rast- lanblanna teslim edip de
tamamen unutamaz. Demek ki, içine dalmış olduğu bedbahtlıktan insanı kurtaracak olan bir çıkış yolu
mevcuttur. Tekrardoğuş
(reenkamasyon) ve Karma, bu içinden çıkılamaz gibi göriinen durumun
tek gerçekci
çözümleri olarak belirmektedirler.
Tekrardoğuş teorisi, bilimsel olarak ispatlanması imkansız göriinmektedir ancak, onun geçerli olduğunu gösteren sayısız kanıtlar
bulunmaktadır. Bunlardan
bazıları
ise gayet maddi, elle tutulabilir cinsten kanıtlardır.
Hemen
hemen tüm insanlar, tanımadıkları birileri ile karşı- laştıklannda ya da yabancı bir
ülkeyi ziyaret ederlerken bir
"deja- vü"
([†])
halini yaşamışlardır.
Şuuraltı hafızasına derin
biçimde
gömülmüş durumda bulunan bir şey aniden
tanınan,
bilinen bir hale gelir. Şair Shelley,
ülkenin daha önce hiç gitmemiş olduğu bir bölgesinde bir dostu ile birlikte seyahat
etmekte iken, yanındakine
buralardan daha önce geçmiş olduğuna dair garip bir duygu taşıdığını söylemişti. "Şu tepenin ötesinde eski
bir yel değirmeni
vardır." demişti. Yollarına devam
etmişler
ve tepenin üstüne ulaşbk- larında ileride öylece durmakta
olan yel değirmenini
görmüşler ve
hassas
ruhlu bir kişi olan Shelley hemen bayılıvermişti.
Psişik ilimler
sahasında
ünlü bir uzman olan Prof. Hereward
Carrington, eski bir şatoyu hayabnda
ilk kez ziyaret eden bir ada- rnn öyküsünü anlatır. Tuğladan örülmüş bir
duvarı işaret derek "Burada bir zamanlar bir kapı vardı." demişti.
Kimse böyle bir kapının varlığından söz edildiğini duymamışh; ancak yapılan
bir anket sonucu yüzyıllarca öncesinde üzerine duvar örülmeden evvel burada
gerçekten de bir kapının bulunduğu kanıtlanmışb.
Laure Reynaud isimli bir Fransız kadın, sürekli
olarak kendisinin geçmiş bir hayatında daha sıcak bir iklimde ve bir konakta
yaşadığını, gayet zengin ancak verem hastası olduğunu söyleyip duruyordu. Evi
ve manzarayı çok net biçimde hatırlıyordu. Kırk beş yaşına geldiğinde İtalya'ya
ilk kez gitti ve Genes'de İtalyan bir dostuna "hatıralarından" söz
etti. Konuşmasının bir yerinde İtalyan arkadaşı "Ama ben bu evi
tanıyorum." diye haykırdı ve onu oraya götürdü. Söz konusu yere
vardıklarında Laure Reynaud başını iki yana sallayarak "Hayır, burası
değil ancak ev pek uzakta değil." dedi. Kendi bilgileri iyesinde, tarif
etmiş olduğu yeri ^ nunda buldular. "İşte, yaşamış ve ölmüş olduğum yer!
Ama mezarlığa gömülmemiş olduğumdan çok eminim. Beni kiliseye gömdüler.''
Kütüklerdeki kayıtlara bakılınca, Laure Reynaud'nun bahsettiği kişinin uzun
bir hastalıktan sonra Albaro'nun evinde öldü- ^ ve Notre-Dame du Mont
Kili^si'ne gömülmüş olduğu ortaya çıkmaktadır.
Buna Hindistan'da, Muttra'daki meşhur Shanta
Devi vakası da eklenebilir. O da eski yaşamındaki kocasını, aile büyüklerini,
evini ve yaşadığı semti tanımıştı.
Birçok Amerikalı, Birleşik Devletler'de konser
turnesine çıkan beş yaşındaki küçük Çinli kızı hatırlamaktadırlar hiç
şüphesiz. Çocuk hiçbir müzik öğrenimi görmemişti ve ailesindeki hiç kimse de
müzikle uğraşmamıştı. İçgüdüsel olarak çalıyordu ve bununla beraber inanılmaz
bir yeteneği vardı. Piyanonun klavyesine yetişebilmek için bile ayak parmaklan
üstünde kalkan bu minik kız, herhangi bir parçayı tek bir dinleyişten sonra
aynen çalabiliyordu.
Harika
çocuğun
sım, ruh varlığın geçmişteki bir ya da birçok yaşamında mükemmel bir sanatçı olmasında yatmaktadır.
Bu
fenomen hiç
şüphesiz Amerikan Kuzey-Güney Savaşı'na karşı son zamanlarda gösterilen ilgi artışını da
izah etmektedir. Bu savaşa katılmış olan çok sayıda kişi günümüzde yeniden dünyaya gelme
fırsatı elde etmişlerdir. Böylelikle insanın sezgisel içgüdülerinin temelinde yatan neden açığa kavuşmuş olmaktadır.
Londralı bir
marokenci olan Ted Sterrett vakası da
en şaşırtıcı
olanlardan biridir. Sterrett
resim yapmayı
çok seviyordu ancak yeteneği orta
düzeydeydi.
Günün birinde, kendisine ıstırap vermekte olan ve tıbbın da
iyileştiremediği
astım hastalığını kendi
kendisinin geçirip geçiremeyeceğini sormak üzere bir
ipnotizöre
gitti. Ancak ipnoz durumuna geçtiğinde çok şiddetli biçimde resim yapma arzusu duydu. İpnotizör kendisine
derhal bir resim sehpası,
tuval, boyalar ve fırçalar getirdi.
Bir saat kadar sonra Sterrett uyandı ve
karşısında
bilinmeyen bir sokağın tanımadığı bir stilde yapılmış olan
bir resmini görünce hayrete düştü.
Sterrett
bu tuvali dükkanına
astı ve birkaç gün sonra da bunun,
Sterrett'in hiçbir zaman gitmemiş olduğu Milano'daki bir sokak olduğunu söyleyen bir müşterisi resmi
satın aldı.
Cesaret bulan
Sterrett yeniden ipnotizöre
gitti ve uykuya geçtikten sonra
bu kez, devrilmiş
ya da kesilmiş ağaç gövdeleriyle dolu bir arazinin resmini yaptı. Bir
yabancının
dükkanına gelmesine ve bunun Güney Amerikalı bir
yerli kabilesinin mezarlığı
olduğunu kendisine anlatmasına kadar resmin manasını anlamadı. Sterrett ipnoz altında
resim yapmayı
sürdürdü. Bir hafta içerisinde on dokuz tuval sattı ve
bir resim galerisi kendisine eserleri ile bir sergi açması teklifinde bulundu.
Bridey
Murphy, İrene Specht
ve Jean Donnelson olaylan da hayli tanınmıştır. Bu kişiler ipnoz
altında iken, 19. yüzyıl İrlanda- sı'nda, Eski Mısır'da ve
A.B.D.'deki iç savaş
sırasında sürdürmüş olduklan
geçmiş
yaşamlarının aynntılarını hatırlamışlardır. Bu kişilerin anlattıklan şeyleri çürütmek
maksadıyla yapılan bazı açıklamalar, tekrardoğuş varsayımından çok daha fantastik bir görünümdedir. İpnotize
edilmiş olan süjenin ipnotizöre zevk ver-
mek
amacıyla
her şeyi söyleyebilecek bir hal içinde bulunduğu, ancak anlattıklarının gerçeklerle alakası olmadığını iddia etmektedirler. Bu üç kadın da
iddialara karşı
çıkmakta asla tereddüt etmemekte ve seans esnasında ipnotizör tarafından yöneltilen
şaşır- bcı ve yanlış sorulan
kesin ifadelerle düzeltmektedirler.
Sorulan soran kişiler tarafından etki ve telkin albnda bırakıldıkları da iddia edilmiştir, ancak bu da imkansızdir. lpnotizörler bu iş için yeterli
bilgiye sahip değildiler;
söz konusu devirler ve ülkeler hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyorlardı. Son olarak ve özellikle şunu belirtmek gerekir ki insan kişiliği öyle çabucak etki albna alınamayacak denli derinlere demir atnuş, karmaşık, çelişkili ve garip tavırlıdır.
Bizler
hepimiz kendine has varlıklarız; ancak aramızdan bazıları diğerlerine nazaran biraz daha özeldirler. O hayatlarında içinde bulundukları durumu tek bir yaşamda elde
etmiş
olması imkansız kişilerin sayısı çoktur! Kalıbın ve genlerin de bir rolü vardır ancak sadece nasıl sorusunun
cevabı olarak söz konusu
edilmektedirler; asla neden sorusuna cevap oluşturmazlar ve fiziksel sebep ve sonuçlarla alakalıdırlar, asla psişik olanlarla
değil.
Virginia
Üniversitesi
psikiyatrlarından Dr.
lan Stevenson, geçmiş
yaşamlarını habrlayan
kişilerle
ilgili sayısız vakayı inceledi ve başka şekilde açıklanması imkansız olan en az 44 olay tespit
etti. Ancak kendisi, bilimsel çevrelerde tekrardoğuşa inanan ve ilgilenen
tek kişidir.
Enteresandır, bir
Çekoslovak
araştırmacılar grubu
da bu konuda araştırmalar
yapmaktadırlar. Ve
Sovyetler Birliği,
parapsikoloji incelemeleri için bir
senede on üç milyon dolar
harcama yapmaktadır.
A.B.D. yönetimi ise
buna karşı
tamamen ilgisizdir.
Amerika'da
hala daha duyular dışı idrakin ve Duke Üniver- sitesi'nden
Dr. Rhine'in çalışmalarının gerçekliğini "ispat etme" peşinde koşulurken, Ruslar ise bunu iletişimlerde, vs., nasıl dah<ı iyi kullanabileceklerini araştırmaktadırlar. PSİ'yi (psişik kabiliyetler) etkileyen faktörleri kontrol etmeye teşebbüs etmektedirler
ve makaleleri bilimsel dergilerde yayınlanmaktadır. Bilim adamları Cayce,
Croiset, Serios ve diğer
"durugörürler" ile
ilgili görüşmeler
ve
konferanslar yapmaktadırlar.
Rus bilim adamlarının telepati, telekinezi ve ipnotizma
alanındaki
çalışmalan A.B.D.'de yapılmış olanları aşmaktadır ve hatta auranın fotoğrafını çekmek için, özel bir alet bile yapnuşlardır; bu Amerikalı bilimciler
tarafından
hiç bilinmeyen
ve hatta kötülenen
bir fenomendir. Ostrander ve
Schroe- der, Demir Perde Gerisinde Psişik Keşifler isimli kitaplannda, insan
bedenini çevreleyen
elektromanyetik alanı tespit
eden aletin Leningrad Üniversitesi biyolojik sibernetik
laboratuannda kullanılmakta
olduğunu yazmaktadırlar.
Tüm bunlann
dini anlanu gayet bellidir. Tüm dünya ile
adeta alay edercesine, insan ruhunun varlığını bilimsel
olarak ilk kanıtlayacak kişiler belki
de komünistler
olacaklardır. Ateizm
de ölüp gidecektir. Bununla beraber
ortodoks dinler kendilerini aniden gayet sıkıcı bir
konumda bulma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.
Kilisenin
tekrardoğuş
karşısında alnuş olduğu tavır geçici gibidir. İ^^m oranları açmamak için
yaptığı teşebbüsler gayet ^ lirsizdir, hayalidir ve pek ikna edici
değildir. Şüpheciler durumuna gelmiş olan entellektüeller kiliseyi terk
ettiler, çünki rahipler bunun anahtarlannı kaybetmiş bir haldedirler. Bu zalim
dünyanın tüm kötülükleri ve haksızlıklan, belirsiz bir "ahirette"
tamir edileceklerdir. Asla kesinlik kazanmanuş olan herhangi bir maji sayesinde
''kurtanlnuş olanlar" hak etseler de etmeseler de ebedi hayab miras olarak
alacaklar. Şüphesiz, böyle bir "cennet" dünyanın tüm günahlarına
bulanmış bir halde, bütün cennetsi vasfını yitirecektir.
"Cehennemlikler" ise ebediyen arafta bırakılacaklardır; halbuki
Kitab-ı Mukaddes 'Tann, ne günahkarın ne de ruhun ölümünü istemez."
açıklamasını yapmaktadır. Daha da garip olanı, kilise, doğumdan itibaren ruhun
ölümsüz olduğu hususunda fazlasıyla ısrar etmekte, ancak onun "doğumdan
önceki" durumuna değinmekten adeta korkmakta ve bunu yok saymaktadır.
Şayet kilise haklıysa, Yaradan'ın, evlatlarının
%99'unu yitirmekte olduğu rahatlıkla düşünülebilir, ki bu da ihtimal dışı bir
haldir. "Ebediyen cehennemde kalmak" ise, gayet kısa sayılabilecek
bir yaşam süresince işlenmiş birkaç günahın bedelini ödemek açısından biraz
fazla uzun bir zaman ve biraz fazla abarblı bir ceza
değil midir?
Ancak "cehennem" ve "ateşte yanmak ve lanetlen- .mek"
korkusu arhk mazide kalmışhr ve
yetersiz olmaktadır.
İşte bu yüzden modem
vaizler arhk seslerini yükselterek ve adeta gürleyerek konuşmayı bir
kenara bırakmış,
tehditkarca tavırları çoktan terk etmişlerdir ve daha özgür, ancak
iki anlama da gelebilir nitelikli
konulara itibar etmektedirler.
Geleneksel
tarihte anlahlan İsa'nın (Ebedi Mesih'ten ayndır) tekrardoğuş fikrini doğrudan öğretmiş olduğu hususunun Yeni Ahit'te asla söz konusu
edilmemiş
olduğu doğrudur. Ancak
bu onun inanmadığı
ve asla söz etmemiş olduğu anlamına da gelmez; sadece İncil yazarları bunun hakkında hiçbir şey söylememişlerdir, o kadar. Fiilen, ölümsüzlük, ta başlangıçtan itibaren zımmen gerçek olarak kabul edilmiş görünmektedir. Bu, bazı toplumlarda,
bilhassa Esseniler'de ve Gnostikler'de basit bir dogma durumundaydı. İşin en çarpıcı yanı, İncil yazarlarının, tekrardoğuşu ne reddetmiş, ne de mevcut olmadığını iddia etmiş olmalarıdır. Çünki bu, onların yaşamış olduk.lan dönemin ortak
bir inancı
durumundaydı ve
sadece, materyalist Saddukiler tarafından sert biçimde rcddedilmekteydi,
o kadar.
Cayce'in
"okumaları"
İsa'run Esseniler tarafından yetiştirildiğini, İsa'nın onların
öğretisini aldığını ve
Esseniler'in de doktrinlerinin temeli olarak hayatın sürekli oluşunu kabul ettiklerini belirttiğine göre, İsa'nın, bu ortak şekilde kabul
edilmiş olan kavram üzerinde hiç durmamış olduğunu varsaymak pek makul olmayacaktır. Ya da şayet bundan
söz
etmişse ve İncilciler de onun sözlerini
sadakatle aktarmışlarsa,
demek oluyor ki o bölümler daha
sonra metinden çıkarılmışlardır.
Sayısız kaynaklar bunun aynen böyle cereyan
etmiş
olduğunu ortaya koymaktadırlar; ayrıca Nasırah' nın ([‡])
tüm söylemiş olduklarının Kutal Metinler'de yer aldığını ispat edebilecek hiçbir
kanıt da mevcut değildir.
Londra'daki City Temple'ın (Şehir Tapınağı)
ünlü tanrı bilimcisi Prof. Leslie D. Weatherhead, "İlk Hristiyan kilisesi
533'deki İstanbul (Constantinople) ruhani meclisine dek tekrardoğuşu kabul
etmiş ve bu olgu, bu meclis tarafından ikiye karşı üç oyla red-
dedilmiştir. Orijen, Aziz Augustin ve Aziz François d'Assise
bunu gerçek kabul ediyorlardı." açıklamasını yapb. O devir^eki sayısız lanetlemelerin
kurbanlarından
biri olan ilk Hristiyan tanrı bilimcilerinden Orijen (185-254),
ruhun
ölümsüzlüğü hakkındaki fikirleri yüzünden diğer pek çoklarıyla birlikte aforoz
edilmişti.
Yeryüzündeki her doğumun yeni tek ve özel bir
yaradılış olduğu yalnızca insan tarafından varsayılmıştır. Sonuç olarak, tek
bir hayatın mevcut olduğu fikri Hristiyanlığın yanlış bir tefsirinden
kaynaklanmaktadır. Zaten Tevrat'ta ya da lnciller'de hiçbir bölümde bunu
destekleyen bir ifadeye rastlanmaz. Tabiatta da bunun en ufak bir kanıtı bile
yoktur. Tam tersine, tabiat bizlere bitip tükenmek bilmez şekilde hayatın
sürekli oluşunun örneklerini verip durmaktadır; tıpkı sonbaharda
"ölen" ve ilkbaharda "tekrar doğan" ağaçlar gibi; tıpkı
mevsimler siklusunun tekrarlanışı, tıpkı yeni günlerin doğuşu gibi...
Cayce'e ve diğerlerine göre reenkarnasyon
(tekrardoğuş) doktrini, Hristiyanlığın ilk kilise babalan tarafından halka
benim- setildiği zamanda terk edilmiştir. Yalnızca Yahudiler'in gizli dinleri
olan Kabbala ve Gnostikler'in mukaddes kitapları bu prensibi muhafaza
etmişlerdir, çünki Esseniler uzun süreden beri ortadan kalkmışlardı. Bunu bilen
insan sayısının da az olduğu göz önünde tutulursa, din adanılan tarafından kısa
bir sürede hasıraltı edilmiş olduğunu düşünebiliriz. Halkın bunu bilmesinin
yararlı olmayacağı düşünülüyordu. Ve ardından da kitleler için daha cazip ve
daha kolay bir dinin yaratılmasını sağlamak üzere sorumluluğun yükü bireyin
omuzlarından alınıp İsa'nın omuzlarına aktarıldı. Ve Hristiyanlık
dogmatikleştirildi, şekerlendirildi ve insana adapte edildi, çünki insan ona
ruhsal bakımdan uyum sağlayabilecek bir kapasitede değildi.
Rahiplerin düşünce tarzları mantıklı idi ama
ahlaki olmaktan uzaktı. Materyalist olan insan Kanna'nın, Sebep-Sonuç ve Şaşmaz
Adalet Yasası'nın sonuçlarını unutmak ya da göz ardı etmek suretiyle şöyle
düşünme eğiliminde olacaktı: "Mademki başka hayatlarım da olacak, o halde
şimdiki yaşamım için neden endişe edeyim?" Bundan, zaafları için mazeret
uydurma şeklinde yarar-
lanma
yoluna gidecekti. Üstelik de tekrardoğuş, ruhban sınıfının gücünü ve otoritesini azaltacak, itaat altına alma
kudretlerini yok edecekti. Sonuç olarak
tekrardoğuş
doktrini, o devir için belki
de bilgece sayılabilecek
bir teşebbüs neticesinde
ortadan kaldırıldı.
Bu
arada Cayce'e göre
tıpkı piramitlerde olduğu gibi,
Vatikan'da da insan ruhunun tekamülünün tüm öyküsü muhafaza edilmektedir ve bütünüyle açıklanması ancak insan bunu anlayabilecek ve buna bağlı sorumlulukları üstüne alabilecek bir ruhsal olgunluğa eriştiğinde mümkün olacaktır. Bazı
kişiler başlangıçtan itibaren
tüm hakikati bilmişlerdir.
Hayatın sürekliliği prensibine inananlar kiliseyi insafsızca suçlama hatasına düşmemelidirler.
Çünki ne de olsa iki bin sene boyunca meşalenin taşıyıcısı o olmuştur; zaman
zaman eksik bir biçimde de olsa sevgi mesajını vaaz
etmiş ve insanların kardeşliğini ve Tanrı'nın babalığını öğretmiştir. Günümüzde daha derin bir felsefeyi içermeyişi, üzücü olmaktan ziyade gayet açık ve
anlaşılır
bir durumdur. Kilisenin değerini takdir
ederken dürüst davranmak zorundayız. Günümüzün rahipler sınıfı ve
tanrı bilimcileri mabet merdivenlerinde ıvır zıvır satanlar derecesine düşmüş olmalarına rağmen 6. yüzyılda cereyan
etmiş olanlardan yine
de şahsen sorumlu değillerdir. Tıpkı Billy Graham'ın dediği gibi: "Kilise kusursuz değildir ve
şayet
öyle idiyse bile siz içine gireceğiniz andan itibaren kusurlu hale
gelecekti." Bununla beraber doktrinlerin en müphem olanını vaaz etmektedir.
Böylelikle, asırlar boyunca etkisini ve gücünü yitirmiş olan kilisenin, içine düşmüş olduğu çıkmazın sorumlusu yine bizzat kendisidir.
Şimdilerde
ise geçmişteki yetersizliklerinin ve aşırılıklarının bedelini ödemek mecburiyetiyle
karşı
karşıyadır. Karma!
Kilise
ayrıca,
tekrardoğuş gerçeğinin en
ufak bir şüphe dahi olmaksızın kabul edileceği ve
yerleşeceği
gün gayet sıkıntılı ve
yıkılmaya
mahkum bir duruma düşme rizikosu
içinde
bulunmaktadır. Ölü Deniz
elyazmaları
ya da keşfedilecek olan herhangi başka bir
kadim belge bize bu kanıtı sağlayabilir. Böyle bir durum karşısında kilisenin ne yapacağı bilinememektedir.
Bekleyiş
sürerken, yapabileceği tek
şey bu konuda açık bir
bakış
açısı içinde bulun-
mak
ve bir doktrin değişikliği
durumuna karşı bir
çıkış yolu aramaktan
ibarettir.
Kutsal
Kitap, yorulmak bilmez şekilde ebedi
hayatı, ruhun ölümsüzlüğünü, insanın başlangıçtaki
yaradılışını hatırlatıp durmaktadır. Cayce,
"tekrar diriliş"
sözünün esas olarak "tekrardo- ğuş" anlamına geldiğini ve bu bütünlük içinde ele alındıklarında Yeni Ahit'te bulunan pek çok metnin
daha derin bir anlam içerdiklerini söylemektedir. Fikir yeni
değildir ancak Kutal Kitap'ı (*) incelemiş olanlara, daha önce hiçbir
zaman iyi açıklanamamış olan karanlık bazı bölümleri aydınlatarak yeni bir
anlayış ufku kazandırmaktadır. Diğer pek çok kısım da tekrardoğuş fikri göz
ardı edilerek anlaşılmaya çalışıldığında pek maklll gelmemektedir. Bu arada
tekrardoğuş kelimesini kullanışımız asla transmigrasyon (ruh göçü) ile
karıştırılmamalıdır; bu sadece bazı Hindular'a ait olan ve ruhun insan bedenini
terk ettikten sonra hayvan bedenine bağlanarak doğabileceği şeklindeki bir
inançtır.
Tekrardoğuşun bizzat kendisi o kadar önemli
değildir; Kutsal Kitap'a ters düşmez ve Hristiyanlık ya da Museviliğin temel
prensiplerinae hiçbir değişiklik meydana getirmez. Asıl önemli olan onun alt
ürünüdür: Bu Karma'dır.
Toplumlar uzun bir süre kendilerine şu sorulan
sorup durmuşlardır: İnsanlar arasında eşitsizlik neden vardır? Niçin bazıları
tüm imkanları, parayı, eğitimi ve mutlu bir aile ocağının avantajlarını
sağlayan ortamlarda doğarlarken diğerleri ise fakirlik, cehalet, elem ve
sakatlıklar içinde dünyaya gelmektedirler? Niçin şu kişi zeka ve yetenek ile
ödüllendirilirken bir diğeri daha hayatının başlangıcından itibaren kendi
hatalarından kaynaklanmayan ve tamamen kendi dışında gelişen bazı şartlar
yüzünden geri zekalılık ya da bozuk bir sağlık durumu ile cezalandırılmaktadır?
Adil bir Tanrı'nın adaleti nerededir?
Her insan kendine has bir kişilikle, hayli
erken tezahür eden iyi ve kötü hatların karışımı olan bir şahsiyetle dünyaya
gelir. Bu doğuştan mevcut olan eğilimler geçmiş hayatların hatıralarıdır. Fakat
şayet ruh daha önce mevcut değil idiyse, o zaman bu karak-
(*) Kitab-ı Mu^ddes: (Twrat ve Incil ya fa Eski Ahit ve Yeni Ahit)
teristikler
bizzat varlık
tarafından meydana getirilmiş değildirler ve gerçekten ona
ait olamazlar; bunlar ona önce kalıtım ve ardından
da çevre
tarafından empoze edilmişlerdir. Bu takdirde kişi, gerçekte kendine ait olmayan ve kendi kontrolü dışındaki şartlar yüzünden oluşmuş olan arzulan ve zaafları dolayısıyla Tann tarafından nasıl sorumlu tutulabilir ki?
Bu
soruların
cevabını yalnızca "Karma
Yasası"
vermektedir. "Her kim ki
esaret albna almaktadır,
kendisi de esaret albna alınacaktır. Her kim ki kılıçla öldürmektedir, kendisi de kılıçla öldürülecektir."; bu da tek bir hayat olduğu prensibi
kabul edildiğinde,
hiç anlam ifade etmemektedir.
"Bir hayata karşılık
bir hayat.", "Göze göz ve
dişe diş
..." Bu eski yasanın yaşlı kuralları efsaneleri oluşturacaktı. Ancak Karma Yasası ışığında bakıldığında, tekrardoğuş ile birlikte asıl anlamlarına kavuşmaktadırlar.
Karma,
tıpkı "Kendinize yapılmasını istediğiniz şeyleri başkalarına
yapınız." sözünün de
açıkladığı
gibi, faaliyette olan Sebep ve Sonuç Yasası'dır. Karma'dan kaçmak mümkün değildir. "Kendi kendinizi kandırmayınız: Tann kendisiyle alay edilmesine
izin vermez. Çünki insan ne ekecekse onu biçecektir." Tıpkı Nasıralı' run dediği gibi:
"Doğrusu
ve doğrusu size
derim ki; yer ve gök sürüp
gittikçe, her şey tamamlanıncaya dek, yasadan tek bir harf bile çıkanlmayacakbr." Ve aynca: "Doğrusu ve doğrusu size
derim ki; tüm
borçlarınızı ödemeden buradan
gidemeyeceksiniz.", "Doğrusu ve doğrusu size
derim ki; bu nesil her şey tamamlanmadan
önce ortadan kalkmayacakbr." İnsan, hatalarının borçlarını son kuruşuna varıncaya dek ödemek zorundadır ve insanın yeryüzündeki soylan, her şey tamanuna
ermeden, tüm borç
ödenmeden sona ermeyecektir. İnsan ancak
faaliyette bulunarak öğrenebilmektedir, çünki ancak yaşanuş olduklarını gerçek anlamıyla
bilebilmektedir. Tekamül ıstırapla olmaktadır.
Hayatın sürekli olduğu fikri ışığında, Tanrı gerçekten de merhametli, adaletli ve
bilhassa sabırlı bir Tann'dır. "Kusursuz
olunuz.", görünüş olarak gerçekleştirilmesi imkansız gelen bu emre, İnciller'in hemen her kısmında rastlanmaktadır.
Böylece insanların hayab, yine bizzat insanlarca tasarlanmış
bir
planı izlemektedir. Bu, aşkların, sevgilerin,
nefretlerin, korkuların,
arzuların, ailelerin, dostların, grupların ve ulusların oluşturduğu bir karmik plandır. Cayce'e
göre her ruh varlığının kendi özel karmik
şeması
vardır. Bunlar iki tiptedir ve hpkı ölüm gibi
sadece bir varlık seviyesinden
diğer bir varlık seviyesine
geçişten
ibaret olan doğum ile
birlikte getirilirler: İlk olarak
beden dışındaki, kozmik plandaki yaşamlardan hasıl olan zihinsel itilimler; ikinci
olarak da çeşitli
dünya hayatlarının sebep
olduğu heyecansal eğilimler. "İlgi" kelimesi gezegenlerde sürdürülmüş olan yaşamlardan kaynaklanan manevi eğilimleri tam hakkıyla ifade
eder; "duygu" kelimesi ise geçmişteki bedenli yaşamlarımızdan kaynaklanan ve ortada görünür bir
sebep yokken bizlerdeki kavramak,
hissetmek ve öğrenmek
gibi heyecansal itilimleri en iyi
biçimde
ifade etmektedir.
İşte bu
yüzden insan hayli karmaşık bir
varlıkhr.
Her düşünce,
her kelime, her hareket, doğasının genel
yapısına
katılırlar ve karmik şemasının bir
parçası haline gelirler. Cayce, " 'büyük inşa edici' ruhtur ve hiçbir çaba asla boşuna değildir." demektedir. Ağır ve
derece derece, şimdi
olduğumuz ve gelecekte olacağınuz varlığı inşa etmekteyiz. İçinde bulunduğumuz şartlar hak etmiş olduğumuz, layık olduğumuz şartlardır. Ve bugün yaptıklarımız bizle- re daha ileride, daha
sonraki bir yaşamda etkide bulunacaktır; çünki insan kendi ruhunun kaptanıdır, kendi kaderinin yaratıcısıdır. Eski bir deyişe göre: "Tanrıların değirmenleri ağır
dönerler, ancak çok ince
öğütürler."
"İyi" ve "kötü" karma mevcuttur. Mutluluk,
dostlar, sağlık, kabiliyetler, başarı ve
refah "iyi" karma'ya aittirler. Hastalık, keder,
imtihanlar (eprövler,
hayat imtihanları), fakirlik ise "kötü" karma' nındırlar. Prof. Gina Cerminara bu konu üzerine yazılnuşların en mükemmeli olan
eserinde (Many Mansions) insanın, iyi
talihi içgüdüsel
olarak bir hak gibi gördüğünü, aynca pozitif karmik şartları da
bir hak olarak gördüğünü
yazar.
Ancak,
negatif karma, hastalık,
trajedi ve talihsizlik onu yolundan çıkarmakta ve isyan ettirmektedir. Analar ve
babalar için de bir karma'nın söz konusu olduğunu unutarak
"Benim çocuğum
niçin öldü?" diye sorar durur.
Her
neticenin bir sebebi vardır. Hiçbir şey rastlantıya bağlı değildir. Kazalar bu kuralı doğrulayan istisnalardır. Şayet insan düşüncelerinin ve fiillerinin bedelini ödediğini anlarsa
ve ödemeye de devam ederse, sadece bilgeliği değil, aynı zamanda iyi yaşamanın da lüzumunu anlayacaktır (..). Karma öyle iyi
düzenlenmiş,
öyle kesin bir yasadır ki,
adaleti daima garanti etmektedir. Amacı, ruhsal
tekamülü
ve güçleri tahrik
edici bir manevi eğitim
sağlamaktır ve
bizler bunu her gün en iyisiyle ya da en kötüsüyle yeniden yaratmaktayızdır. Yaptığımız her tercihte, aldığımız her
kararda kendimize sürekli şekilde yeni bir karma dokumakla meşgulüz. Bazen tepki ya da sonuç (reaksiyon)
hemen hemen neredeyse derhal geliverir, genel olarak ise sonuçlar kendileri^
bu.Yaşamı-
mızda ya da bir sonrakinde veya daha geç hissettirirler.
Omeğin,
şayet sefahat ve nefsani hazlara düşkün ve
aşırılıklarla
dolu bir ya- ^m sürdürülüyorsa, dejenerasyon belirtilerini
görebilmek için ^ nelerce beklemek gerekir. "Bir ulus diğer bir ulusa
savaş ilan ediyorsa savaşın kendi aleyhine döndüğünü görecektir."
demektedir Cayce.
"Kötü" karma, borcun ödenmesidir;
eksiklikler aşılmalı, aşırılıklar yatıştınlmalı ve maklll ölçülere
getirilmelidir. Bunu doğuran sebepler ölçüsüzlük, ihmalkarlık, kibirlilik,
hırs, haset ve her türlü kin ve nefret olarak özetlenebilir. Şayet bununla
mücadele edilmez ve sebeplerinin üstesinden gelinmezse bu rezilet çemberi,
yaratıcısını tüm hayatları boyunca kuşatıp durur.
Affedici olmak Kutsal Kitap'ın başlıca
temalarından biridir. Bu, negatif bir karmaya son vermenin, neredeyse yegane
yoludur. "Affediniz ve sizler de affedileceksiniz." diye yazar Aziz
Luka. Niçin? İntikam almak ateşin üstüne yağ atmak gibidir; bu yeni bir karma
oluşturmak ve kötülüğü devam ettirmek demektir. Aziz Luka "İntikam almak
yalnızca Tanrı'ya mahsustur... Çünki hepiniz aynı terazi ile
tartılacaksınız" diye yazmaktadır.
Şayet Karma Yasası özgül ise, bu durumda
kronolojik bir sıra (,.) lyi yaşamaktan kastedilen, doğru ve faydalı işler
yaparak sürdürülen dürüst ve faal bir hayattır. (ÇN.)
takip etmiyor
demektir. Varlık bunlan üzerine alabilecek denli hazır bir duruma gelinceye
dek, aynı şartlar
oluşuncaya kadar pek çok hayatlar boyu geciktirilebilir ya da "atlayabilir". Ruhlar, ruh
gruplan, yasaya göre
ya da kendi istekleriyle tekrar gelirler, ancak bu
asla otomatik bir düzgünlük
içerisinde cereyan etmez. Diğer kişileri kapsayan karmik sorunlar, enkamasyonlan ile uygunluk kazanabilmeleri amacıyla geciktirilebilirler. Samimi ve uzun süreli birlik-beraberlikler
hemen hemen kesinlikle, iyi ya da kötü, kar- mik bir yapıdadırlar.
Sonuç olarak, aslında ''kötü" karma diye bir şey yoktur, çünki amacı ruhsal tekamülü harekete geçirmek, tahrik etmektir. Bu tıpkı dişçiye gitmeye benzer; o an için çok kötüdür, bayağı ısbraplı anlar yaşanır, ancak daha sonra kendimizi çok daha iyi hissederiz. İyi karma sabnn, anlayışın,
iyiliğin, sevincin, nefsinden fedakarlığın, zorlu çalışmanın,
cömertliğin, ruhun ürünlerinin bir sonucudur. Şayet
mükemmelleşme aranıyorsa, bu ilk önce bizzat kendisi için
aramaya başlanmalıdır!
Yeryüzünde ümitsiz durumda, yetersiz
beslenen, kötü yerlerde oturan, mahrumiyet içinde ve hayal kınklığına uğramış sayısız toplum vardır.
Bunların maddi ya da ruhsal sebepleri
neler olursa olsun, bu insanların ihtiyaçlanna asla sırt çevirmemeliyiz, çünki bizler kesinlikle kardeşimizin koruyucusuyuz,
demektedir Cayce. Onlann yükünü hafifletirsek, başkalannın dertlerine deva olmaya çalışırsak, yalnızca onlara bir hizmette bulunmuş olmaz, aynı zamanda kendimiz için de iyi bir karma ve
belki de aynı zamanda iyi bir toplum yaratmış oluruz. İşte bu yüzden, vermek almaktan daima iyidir.
Cinsiyet, ırk, renk, din, bir enkamasyondan (bedenli hayattan) diğerine değişiklikler gösterebilir,
ancak varlık genellikle aynı cinsiyeti muhafaza eder. Müsamahasızlık, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı birer çılgınlıktan ibarettir. Kendimize başkalan hakkında hüküm verme imkanı tanıdığımızda, aslında bizzat kendi kendimizi mahkum etmekteyizdir. Görülüyor ki tekrardoğuş ve Karma, tüm bu kötülükleri
kökünden silip atmaktadır. Tüm insanlar birbirlerinin kardeşleridirler.
Tıpkı bir
merdivenin basamaklan gibi, ruhlar için de
sayısız
tekamül dereceleri vardır. Dünyadaki ve diğer gezegenlerdeki
mevcudiyetlerin denge unsurlanru henüz benimseyip
özümseye-
memiş durumda olanlan vardır; bunlar
isteklerin ya da hür
iradenin, her yaşamı iyi
ya da kötü
şekilde etkilediğini bilmeyen
ruhlardır.
Tekamül yolunun hangi safhasında olursa olsun insan sürçebilir ve geriye adımlar atabilir;
bu duruma girdiğinde
başkalarını da
kendisiyle beraber sürüklemesi
mümkündür. Atlantis'te olmuş olan
da budur ve bozulmaya, manevi dejenerasyona, kendi kudretinden sarhoş olmuş bir imparatorluğun çöküşüne ve ortadan kalkışına damgasını vurmuştur. Atlantis'in bitip tükenmek bilmez
bir kibri ve gururu vardı.
Bazı Atlantisliler
ellerinde bulunan psişik ya da elektriksel kudretler vasıtasıyla diğer insanlan istismar ettiler ve böylece kötülüğün güçleri halini aldılar. Ünlü psikolog Prof. Cerminara, elektriğin, ipnozun ve psikolojinin mevcut olmadığı çağlarda, böylesine bir karakter bozukluğunun selamete ulaştırılmasının mümkün olmadığım yazmaktadır. Demek ki bu kudretleri kötüye kullanmış olanlar içlerindeki bu üstünlük hırslannı, ancak aynı şartlar içinde bulunarak, aynı imtiyazlara
sahip olarak, ama bu kez bu kudretleri yapıcı amaçlarla kullanmak suretiyle değiştirebilirler.
"İnsanlığın devresel ilerleyişleri, 20. yüzyılı bu
çağlardan
biri haline getirmiştir... Çok büyük ve
giderek artan sayılarda
Atlantis- liler günümüzde tekrar
doğmaktadırlar
... Çağımızın şaşırtıcı teknolojisi demek ki ... bu mucit, dahi, gözü pek,
ve bu dünyaya Atlantis başanlannın bir hatırasını taşımakta olan bu varlıkların gelişlerinin sonucudur."
İçinde yaşamakta olduğumuz çağ,
"geçtiğimiz yüzyıllar içerisinde varlıklann, egoizmanın ve uygarlaşbrılmış barbarlığın temayüllerine
karşı direnmelerinde kendilerine yardımcı olabilecek
vasıflan
ve faziletleri elde edip
edemediklerinin belirlenmesi maksadıyla" bir imtihanlar dönemidir. Bu garip devrenin meydana getirmiş olduğu karma ile mücadele edebilmeleri
için bu onlara tanınan
ilk fırsattır.
Bekleyiş dönemi boyunca,
mücadele
için gerekli
bilgeliği ve
faziletleri elde edebilmeleri için yeterince
fırsatları
olmuştur. Bugün yapmakta
oldukları
şeyler ise dünyanın kaderini
belirleyecektir.
Ellerinde
çok
korkunç bir kudret bulunduran Pentagon,
C.l.A. ve Wall Street hiyerarşilerini düşündükçe korku ve endişe içinde titremekten kendimizi alabilmemiz
zordur. Mücadeleci
hassaları meydandadır, ancak
bunlar kötüdür;
zeka.lan, görüş genişlikleri, bilgelikleri, hepsi de kötü istikamete
yönelmiş
durumdadır.
Karma,
Hindistan'da halkın
çoğunun zarar görmesine sebep
olan bir hale geldiği
şekilde, yani fatalist ("") bir tavır asla
değildir.
İrade daima ve her şeyin üstünde hüküm sürmektedir. Karşısına
çıkan fırsatları kabullenen
ya da reddeden, tercihleri yapan iradenin
kendisidir; çünki
varlık her bedenli yaşamı süresince kendi hür iradesini
muhafaza etmektedir. İrade, ruhun
daha önceki
faaliyetleri tarafından meydana getirilmiş şemayı ve kaderi değiştirebilme kudretine sahip olan yönetici unsurdur.
Karma sayesinde, belirlenmiş
olan bir dizi şartlar kesinlik
kazannuş
durumdadır ancak
irade ve akıl
vasıtasıyla bunları değiştirebilmek mümkündür. Böylece, ayru kişide hem
bir hür irade, hem de önceden belirlenmiş bir kader aynı anda
mevcut bulunurlar. Bu halimizle tıpkı kafese
kapatılmış
arslan gibiyizdir, serbestçe dönenebilir, bir uçtan diğerine gidip gelebiliriz; ancak aşabilme kudretinde
olmadığımız
bazı sınırlar mevcuttur.
Şayet, hayatın bu müthiş imtihanında başarılı olamazsak, onu herhangi bir şekilde yeniden
geçmek, bir kez daha imtihan edilmek zorundayız, ta ki başarıncaya kadar. Çünki, önce derslerimizi öğrenip zaaflannuzın üstesinden gelmeden cennete (....) gire-
bilseydik hiçbir
şekilde asıl amacımıza ulaşmış olamazdık. Ve
o takdirde bizi yolumuzdan çıkaran ve
bizlere korkunç
zararları dokunacak
olan bir ortama girmiş olurduk.
Tekrardoğuş ve Karma, insana, daha iyi bir
hayat ve dünya
(,.)
Kaderci
(....)
Cennet:. Bu kelimeden kastedilen "cennet hıili"ne ulaşmak yani dünyaya tek-
rardoğma
zorunluluğundan kurtulmuş olmaktır.
için yaphğı mücadelede yeni bir umut ve yeni bir-anlayış kazandırmaktadır. Kutsal Kitap yeni bir anlama bürünüvermektedir. İnsanlar arasındaki fiziksel ve zihinsel bakımdan görünür eşitsizlikler, hpkı adil
bir Tann'nın
"adaletsizlikleri" imiş gibi
görünenler
bu kez gerçek yüzleriyle, asıl anlamlan ile belirivermektedir. Adaletsizlik insanların işidir. "Şans", "adaletsizlik",
"kaza" gibi sebeplere bağlı imiş gibi görünenler, aslında tesadüf ya da kaprisli bir Yarab- a'nın kötülükleri üzerine değil de, daha sağlam bir
başka temel üzerine kurulmuşlardır.
Cayce'in "Okumaları"ndan Aktarmalar
"Burada,
karmik reaksiyonlara dek varan gerçek patolojik
ve psikolojikbir durum (aslım) karşısındayız. Çünki kendi hayatını söndürmeksizin başkalarının hayatını
söndürebilmek mümkün değildir." (390^P-1)
''Burada, geçmişe ait yolunu şaşırmışlıklann ve
egoizmanın zihinsel, ruhsal ve fiziksel (kişi mongolien tiptir) melekelerdeki
eksikliklerle tezahür ebnekte olan bedensel bir ifadesini görmekteyiz. Varlık
(yüksek bir mevkide bulunuyordu), bedenen ve ruhen ıstırap içinde olanlara sırt
çevirdi; zevkleri ve arzularının tabnini peşinde koşmayı tercih etti. Varlığın,
günümüzde biçmekte olduklarını ekmiş olduğunu görüyoruz... Ancak anne ve
babasının sevgisi ve ihtimamlan sayesinde bu varlığın ruhu, gerçek sevginin ve
vefakarhğın, en ufak ilgi ve ihtimamlar için bile başkalarına güvenmekten
başka çareleri olmayan insanlar üzerinde neler gerçekleştirebileceğinin
şuuruna varabilecektir; çünki bu varlığın ruhu şimdilerde uyanmaya başlamıştır.
Bu ruha 'Ben kardeşimin muha- fızıyım'ı örnekleyerek anlatabilmek için,
hakikatin, ümidin, şefkatin, iyiliğin ve sabnn tohumlarını ekiniz." (M19-P-1)
"Sebep-Sonuç Yasası burada ispat edilmiş
durumdadır (hastada doku sertleşmesi vardır). Burada karmik şartlar vardır.
Çünki hpkı yazılmış olduğu gibi her ruh, boşuna ifade edilmiş her kelimenin
dahi farkında olmaya mecburdur. Onu son kuruşuna kadar ödemek zorunda olacakhr.
Varlık kendi kendine karşı savaş halin-
dedir.
Ruh tüm nefretten, tüm kötülükten, insanı ürküten her şeyden
temizlenmelidir. Beden kendi egoizması üzerine, değişmeyi reddedecek denli eğilmiş durumda
bulunduğu
bu doyum noktasına ulaştığında; kendisinde nefreti, zalimliği, adaletsizliği, kin ve nefreti oluşturan ve
nefsinden fedakarlığın,
kardeşçe sevginin, iyiliğin, kibarlığın, tatlılığın zıttı olan ve nefreti, kıskançlığı, sabırsızlığı meydana getiren bu şeyleri barındırdığı ölçüde bu bedenin iyileşmesi imkansızdır. Niçin iyileşecek ki? Fiziksel arzularını ve aç- lıklannı;tatmin etmeyi sürdürmek için mi? Bu onun egoizmasını daha da kabartmaktan başka bir işe
yaramaz." (3124-P-1)
"Bu hayatınızda bu tip şeylerin (sertlik,
hoşgörüsüzlük) ortaya çıkmasına izin vermeyin, çünki sadece sizde değil,
çevrenizde- kilerde de içkiye karşı bir eğilim olacak. Çünki nefret ettiğiniz
şeyler tekrar sizin üstünüze gelmektedir. Bugünkü hayatınızda hiçbir şeyden
nefret etmeyiniz." (8059-L-1)
" ... Çünki yeryüzündeki her varlık daha
önce ne idiyse, şimdi onun sonucu olarak böyledir! Ve her an, diğer bir ana
bağlıdır. Demek ki, belirtilmiş olduğu gibi, yeryüzünde sürdürülen bir yaşam,
hayat okulunda okutulan derslerden birisidir." (2823-L-2)
Soru: "Kendileriyle evlendiğimizde mutlu
olabileceğimiz ya da birisine kıyasla diğeriyle daha mutlu olabileceğimiz başka
insanlar da var mıdır?"
Cevap: "Ah, şayet isteseydik en az yirmi
beş-otuz kişi sayardık! Evlilik, yapılması gereken şeydir! Şayet dilerseniz,
bu enkar- nasyondan alınacak dersler mevcuttur. Mademki er veya geç bu
yapılacaktır... şayet isteğiniz de varsa bir an evvel başlamak iyidir..."
(2525-L)
"Fizik bedenlerde mevcut olan şartların
üstesinden gelinebilecek şeyler tarafından meydana getirildiğini görmekteyiz.
Gerçi hayat seviyesi değişebilir ama ne olursa olsun hakikatte tedavi edilemeyecek
hiçbir vaka yoktur. Şu anda mevcut olan durum bir ilk sebep tarafından meydana
getirildi, ki bu da yenilebilir, aşılabilir, iyileştirilebilir. Çünki her
hastalık, bir yasanın ihlal edilişinin bir sonucudur. Yasalar'a ([§])
uyulduğu takdirde, iyileşme kaçınılmaz
olacaktır. Bu, kişiye ve
onun çeşitli
şartlar karşısındaki tutumuna
bağlıdır;
kişide tezahür edebilecek
olan şuurlanmanın
idrak edilişine bağlıdır... Yasanın ihlal
edilmesi son iyileşmeyi
geciktirmektedir." (3744)
"Çünki öfke, herhangi diğer bir
hastalık
gibi ruhu tahrip etmektedir. Çünki kendisi de bizzat bir ruh
hastalığıdır!" (47^37, P- 38)
"Varlığı, bundan önceki yaşamında yine
şimdiki doğduğu ülkede, Kuzey-Güney Savaşı esnasındaki o felaketler ve büyük sıkıntılar
döneminde yaşarken görmekteyiz. Varlık Güneyli bir askerdi ve orduya erzak
sağlayanlar arasında bulunuyordu, ya da başka bir deyişle levazım sınıfındandı.
Böylece görmekteyiz ki varlık pek çok sıkıntılı şartların üstesinden gelmiştir;
yiyecek içecek dağılımı ve bu kaynakların elde edilmesi sırasında doğan güçlükleri
yenmeyi başarabilmiştir. O yaşamındaki ismi Cari Brinc- kner idi. Bu
enkarnasyonu boyunca varlık iyiye doğru gelişme kaydetti, çünki niyetlerindeki
samimiyet ve içtenlik varlığın hal ve tavrında kendini göstermektedir." (10225-CA)
DÖRDÜNCÜ
KISIM
İnsanın, bizzat
kendisi hakkında
ve bütün ile
olan ilişkisi
hususunda yaptığı incelemeler
esnasında,
her an, muazzam yaradılış şemasında oynamakla yükümlü olduğu rol ile karşı karşıya gelip de sarsılmaması imkansızdır. Kendisine, enerjinin madde içinde olağanüstü bölünmesi gibi görünen şey onu belki tereddüte sevk
etmektedir; ancak olup bitmekte olanları ve
objeleri yeni bir bakış
açısı ile algılamasını sağlayabilecek olan ve de aşmaya muktedir
olduğu bir kapı kendisine
daima açık
tutulmaktadır. Bu
kapı, muhakkak ki onu kendi "iç ben"ine
götüren
kapıdır. İnsan, bu
sonsuz ve daha yüksek bir boyuttan olan ''ben"i ve
Kaynağı ile olan ilişkilerini anlamak zorundadır.
Cayce'in "Okumaları"ndan Aktarmalar
"Tanrı, maddi bir tezahür içine enkame olmuş olanın ve bir plan olarak kabul edilenin
başı ve sonudur; insan işte bu
plandan hareketle, sınırlı
olanın hudutları içinde akıl yürütmektedir. O, Alfa
ve Omega'dır,
başlangıç ve sondur. Tanrı, Baba,
Ruh, tüm
faaliyetin tesir kudreti, dünyanın selameti
için tek başına yeterli
değildir; çünki insan,
başlangıç
ve son arasında icra
edilen ayrılık,
tasdik, ayırt etme,
inşa etme, ilerleme gibi bu
faaliyetler için gerekli olanları gerçekleştirebilmesi maksadıyla hür irade ile donahlmış- tır." (8337)
"İnsan, maddi planda bu safhaya,
yaptığının, bilginin ve İlk
Sebep'e
özgü
zekanın şuuruna sahip
olmak suretiyle ulaşır. Ruha faydalı olan
şeyin,
insanı, kabul olunabilir bir vaziyete ve Yarabcı Güç'ün faaliyetine iştirak edebilir
bir duruma getirecek olduğunun
ispat edilmesi amacıyla
insan, kendisini İlk Sebep'e,
prensibe ya da öze
ulaştırabilecek olan
her şeyi yapar ya da meydana getirir. Her varlık, her
ruh bir şuur seviyesinden diğer bir
şuur seviyesine geçmekte ve
ulaşmış
olduğu bu kimliğin ve
kürenin
şuuruna varmaktadır. Sonuç olarak
varlık,
yeryüzünde ve Güneş Sistemi'nde-
ki çeşitli planlardan geçmek suretiyle
gelişmektedir.
Bir ruh varlığı, tıpkı bir fizik beden gibidir; yani
yasalara bağlıdır.
Kişisel deney, ölümsüz ruh
üzerinde
etki sahibidir. Ruhlann maddi, zihinsel
(mantal) ve ruhsal enkarnasyonlannda bu etkiler, şunu veya
bunu yapmak istemek şeklinde sonuçlanru gösterirler. Yolu gösteren
kimdir? Ben'dir! Varlık,
yüreğini bedensel güçleri azdıran tüm bu şeylerle doldurduğu vakit, ruh inşa edici
duruma geçmektedir
ve can da et bedene yönelmektedir."
"Anlayış kudreti, ruh için olduğu kadar beden için de
ebedi yapıcı
durumundadır. Şayet bir
insanın
şuuru, ruhtan gelen tüm bu
şeylerle
dolu ise, bu takdirde o, ruhsal
bir varlık durumuna gelmektedir. Şunu görmekteyiz ki, maddi alemde kendisini
arzuya, kötü
davranışlara, egoizmaya,
hırsa terk edenler beşer çocuklann- dan ibarettirler; nefsinden
feragat, ıstırap,
sabır, iyilik, kardeşçe sevgi,
merhamet, hoşgörü,
yardımseverlik ise
ruhun çocuklarını
belirleyen özelliklerdir. Kime hizmet edeceğinize kendiniz karar veriniz."
"Bir
birey olarak, hangi hayatta ve hangi dönemde olursa
olsun, kendinizi Yaradan'a doğru yükseltmek için, Yaratıcı Güçler'in yasalanna bağlı olan
şeyleri
kullanınız. Her
kim ki içsel bir yaşamı vardır o daha yüksektir, çünki ruh, kendini yaratanın ruhunu
tanır ve O'nun çocuklan, tamamen
O'nun yapmış
olduğu gibidirler. 'Hayatı Veren,
benim ruhum senin ruhunda şehadet etmektedir.'
" demektedir. "Hayat nedir? İlk Sebep'in,
Tann'nın
bir tezahürüdür!" (720-CA)
"Tann
nedir? Yann yemek yiyip yemeyeceğinizi, ya da nasıl giyineceğinizi kendi kendinize soruyor musunuz?
Kendi öz şuur-
lannın temelinde
endişelerle
dolu, imanı az,
ümidi az insanlar! Bilmez
misiniz ki sizler O'na aitsiniz? Çünki sizleri
yaratan O'dur! O sizin ölümünüzü istememiştir, ama sizleri, Kendisi ile olan bağınızı anlayıp anlayamayacağınızı öğrenmek
maksadıyla hür bırakmıştır!" (281-41)
"Varlık yeryüzü planına daldı ve et bedende tezahür edince
Satürn'e
sürüldü; çünki bedende
öyle
şartlar oluştu ki,
ruhsal varlığın
Güneş Sistemi'ndeki bu ruh haline layık olduğu ortaya çıktı; çünki orası, tüm yetersiz maddelerin bedenden atıldığı ve
yeniden düzenlendiği
yerdi...
Merkür, Mars,
Venüs,
Jüpiter, Dünya, Uranüs ve
Neptün
adı verilen bu küreler arasındaki ilişkileri görmekteyiz. Burada, bir tekamülden diğerine değişiklikler oluşmaktadır ve bu, varlığın Arcturus
ya da Septimus'tan geçerek
Güneş Sistemi'nden çıkışına dek
sürmektedir...
Yeryüzü planında böylesine bir nefreti, beden yasalannın her arzunun anormal hale dönüşmesine yol açacak şekilde ifrada vardırılmasını tezahür ettiren bu varlık, Satürn'e ait rölatif güçlerin kürelerinde yeniden yapılmak, tekrar
tanzim edilmek ve tekrardan yaratılmak zorundadır." (8337-47/-11)
"Banş Prensi yeryüzündeki kendi tekamülünü tamamlamak üzere dünyaya indiğinde, bedenin ve arzulann üstesinden geldi. Böylece o,
bedendeki seyyaleler bunu kendi taraflanna çektiği halde bile göğe yükseltmeye muktedir olduğu bedeni
aydınlatmak
ve yeniden hayata kavuşturmak için ... bedende yaşamakta iken
ölümü yenenlerin ilki oldu ..."
(1152-L-2)
"Niçin bir haç üzerinde ölmek için yeryüzüne gelmişti? Bu sadece bir sözün yerine
getirilmesi, beşeri halin sona erdirilmesi için miydi?
Peki ama neden insan suretine bürünmüş ve
yeryüzüne inmişti? Yoksa
Baba ile bir olmak için mi? İnsana ilahi
karakterini, Yaradan ile olan bağlannı göstermek amacıyla mı? O, Baba'nın insanlara:
'Şayet beni çağınrsanız, sizleri duyacağım. Uz.akta da olsanız, hatta
her tarafınız
günahlarla kaplanmış dahi
olsa, şayet kuzunun kanında yıkanacak olursanız, bana geri gelebileceksiniz.' dediği zaman,
bunu içten
söylemiş olduğunu ispat
etmek amacıy-
la
gelmişti.
Mademki o, insanlar içinde ruhen,
bedene bağlanmış
olan ilk Tann Oğlu idi,
o halde verilmiş
sözü tutmalı, beşeriyetin yaşanunda insanı Yaradan'dan ayıran her
şeyi temizlemeli, silmeli idi." (3014-CA)
"
(Tıpkı
Üstat'ın demiş olduğu gibi)
Her kim ki bende yaşar, o Mesih'te yaşar, Mesih
ile bir olur ve artık
dünya arzularının esaretinde değildir ve
demek ki onun ile bir duruma gelir... Bu gibiler için, artık bedene geri dönüş yoktur."
(2094-CA)
"Tesadüf ve rastlantılar mevcut değildirler. Her şahıs, daha
önceki
şartlardan elde etmiş oldukları neticesinde, günümüz yeryüzü planında kendi varlığının tekamülünü sürmektedir. Her bir düşünce parçası, her bir olay, bizzat varlığın kendisi
tarafından
ya- ratılnuş olan
şartların
birer sonucudurlar." (8337-46/51)
"Kudret,
emniyet ve Tann'nın
kusursuz olarak bilinişi, zenginlikleri, topraklan, çiftlik hayvanlarını ve altım biriktirmede
değil,
kardeşine hizmet etme isteğinde yatmaktadır." (900-D 301)
"Ona
nasıl itaat edebilirsiniz? Yiğitlik gösterileriyle, bilginizi ve kudretinizi aşırıya vardırmaya çalışmakla değil, ancak ruha ait şeylerin letafeti
ile bunu yapmış olursunuz... Birbirinizden kopup ayrılmak nu
istiyorsunuz? Çünki ne yeryüzünde, ne gökyüzünde, ne de cehennemlerde sizleri Tann
sevgisinden ve kardeşçe
sevgiden ayırabilecek yine bizzat sizlerden başka hiçbir şey mevcut değildir."
"O
halde haydi, kalkın
ayağa ve hayatta sizlerin şahsiyetinizi azdıran, ancak alçak gönüllülükle ve sabırla reddedilmesi
ve ortadan kaldırılması gereken bu şeylere karşı hücum etmekte olduğunuzu, savaş ilan
etmiş
olduğunuzu bilerek hareket edin. Çünki göstereceğiniz sabır sayesinde, ruhunuzun, O'nda kaybolmuş bireyliğinizin, Tannmz'ın ve Mürşidiniz'in şuur ve sevgisi tarafından güdülenmekte olan bir şey mesabesindeki
ışıklı
kişiliğinizin şuuruna varacaksınızdır."
''Böylece, kaderiniz bizzat kendi
ellerinizdedir, bpkı
dünyanın kaderi gibi." (281-56)
••
EK BOLUM
Edgar
Cayce'in yaşanu
hiç de "okumalan"ndan daha
az şaşırtıcı
ve olağanüstü değildir. Daha çocukluğundan itibaren kendisine
garip şeyler olmaya başlamışb: Görünmez oyun arkadaşlarıyla konuşuyordu; bir ders kitabının üzerinde uykuya geçiyor ve
ertesi gün bu kitabı, basıldığı tarih de dahil olmak üzere baştan sona ezbere
okuyabiliyordu; annesine bir yaranın nasıl tedavi edileceğini öğretiyordu; fizik bakımdan ortada
görüruneyen
meleksi bir "varlık" ile görüşüyordu.
Dindar
bir ailenin beş
çocuğu içinde tek
erkek olan Edgar Cayce,
Kenhıcky'de, Hopkinsville yakınındaki bir çiftlikte 18^ ^ nesinde dünyaya
geldi. Sadece ilk öğrenimini tamamladı ve orta derecede bir öğrenci olmaktan
öteye de geçemedi; daha sonralan meslek olarak fotoğrafçılığı seçti. Psişik
melekeleri 1901 senesinde, 24 yaşında iken bir rastlantı sonucu keşfedildi.
Soğuk alrnışb ve birdenbire sesini yitirmişti. Bir sene boyunca pek çok tıbbi
tedavi denedi ve durumunda en ufak bir değişiklik olmadığını görünce, tüm
hayatı boyunca kısık bir sesle, adeta fısıldayarak konuşacak olmayı kabullendi
ve duruma boyun eğdi.
O devirde ipnotizma tüm ülkede büyük rağbet
görüyordu ve bir dostu kendisine iyileşmek için bu yöntemi denemesini telkin
etti. Cayce de zaten sesini yeniden kazanabilmek için ne olursa yapmaya
hazırdı. O yöredeki bir ipnotizör kendisine yardım etmeyi teklif etti ve Edgar
bunu derhal kabul etti. Ancak kendi kendisine uykuya geçmeyi arzu etti ve
arkadaşı, ancak o "transa" geçtikten sonra telkinlerini yapabildi.
Deney tüm umulanların da ötesinde bir başarıya
ulaşb. Cay-
ce
derin bir uykuya daldı ve işin garip
tarafı, bir tedavi şekli de
tavsiye etmek suretiyle ses tellerinin vaziyetini tarif etti. Tavsiyeler -burada, boğazın bu
bölgesindeki
kan dolaşımını artırmak söz konusuydu- ipnotizör tarafından yerine getirildi ve Cayce uyandığında artık normal olarak konuşmaya başlamıştı. Diğer birkaç seanstan sonra, iyileşmenin kesin olduğu gözlendi.
Cayce,
ailesi ve arkadaşları
hayretler içinde kalmışlardı. Bu alışılmadık olayın haberi yayılınca da,
teşhis ve tedavi yöntemlerini kendi Üzerlerinde denemesi için yalvaran
çok
sayıda hasta insan onun çevresini sarmakta
gecikmediler. Cayce tereddüt etti.
İlk
başta, bu konuda hiçbir eğitimi yoktu ve uyanık durumda
iken tıp ve anatomi hakkında kesinlikle
hiçbir
şey bilmiyordu; ayrıca kendisine
telkinlerde bulunmuş
olan ipnotizör de
bir doktor değildi. Edgar
uyku sırasında
bir insanı öldürme tehlikesi olan bir ilaç yazdırmaktan korkuyordu. Üstelik, uykuya
geçtikten sonra neler olup bittiği hakkında da en ufak bir fikri dahi yoktu.
Bununla birlikte, sonunda yapılan teklifleri
kabul etti ve korkularının
ne kadar yersiz olduğu meydana
çıktı.
Daha
önceden en ufak bir bilgi dahi edinmemiş olduğu halde ters dönmüş bir
mideyi, tıkanmış
bir dalağı, mide
ülserlerini
ve bunların kesin
yerlerini, bağırsak
kurtlarını, bir
hamileliği,
bir anemiyi (kan azlığı), şeker hastalığını, epilepsiyi (sara hastalığı), yerinden oynamış omurları, bütün olarak hemen hemen bilinen ya da
bilinmeyen tüm
hastalıkları doğru şekilde teşhis ve
tarif etti. Konsültasyonlar, genellikle bilgince bir tıbbi terimler
bütünü. ile ifade ediliyordu ve tavsiye
edilen tedaviler iyi sonuçlar doğuruyordu.
Geçen yıllarla birlikte ünlü şifacı, vakaların pek çoğunda kendisinden
tedavi talep eden insanların
yüzünü hiç görmez oldu;
talepler posta ile geliyordu ve "okumalar"dan yarar sağlayanlar yüzlerce kilometre uzaklarda bulunuyorlardı. Cayce için kişinin adını ve soyadım, adresini
ve tam "okuma"nın
verildiği saatte kesin
olarak nerede bulunduğunu
bilmek yeterliydi. Bir kanepeye uzanmış, "okumalar"ın dediğine göre de dolaşımı kolaylaştırmak amacıyla kravatını ve ayakkabı bağlarını çözmüş bir durumdaki
Cayce
her soruya cevap verebilme kudretindeydi. Kansı Gertrude
genellikle telkinleri yapıyor ve
sorulan soruyor, o esnada da sadık sekreteri
Gladys Davis -ki Cayce'i hiçbir zaman
terk etmedi- tüm
konuşmayı not alıyordu. Cayce
uykuya geçiyor ve bir süre sonra
sanki söyleyecek
bir şey arıyormuş gibi nunldanmaya başlıyordu. Aniden sesini yükseltiyor ve kuvvetli, otoriter bir tonda konuşmaya
koyuluyordu, Başlamak
için "Evet, beden şu anda
elimizin altındadır."
diyordu ve ardından da
hastanın
fiziksel durumu hakkında yarım saatlik bir açiklamaya girişiyordu.
Cayce
dosyaları
şaşırtıcı vakalarla dolup taşmaktadır. İlk "okumalar"dan birisi
1906 senesinde, sahayı terk eden ve ardından çok şiddetli sarsıntılarla aniden yere yıkılan üniversiteli bir futbolcu için verilmişti. Durumu giderek fenalaşıyor ve delikanlı gittikçe daha istikrarsız, sert, çok şey isteyen,
zihnen dengesiz bir hale geliyordu. Ortada hiçbir sebep
bulamayan doktorlar ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Ailesi kendisini en büyük profesörlere göstermek için Nashvill, Louisville, New York
hastanelerine ve hatta Minne- sota'daki ünlü Mayo
Kliniği'ne
götürmüştü. Özel odalara
kapatılması
ya da çok sıkı nezaret
edilmesi gerekmekteydi. Yapılan son
teşhis de dementia praecox idi ve bunun
da hiçbir
iyileşme umudu yoktu.
İlahi bir
lütuf eseri, ailesi, Edgar Cayce'den söz edildiğini duymuş olan bir bölge doktoruna
güvendiler
ve durumu açtılar. Onların haberi olmaksızın sordu ve bir "okuma" aldı.
"Evet,
beden elimizin altındadır."
diye açıkladı, uykuya
geçmiş olan Cayce... Ve devam etti:
"Beyni yanıyor.
Beyninin kıvrım- lan
tıpkı alev gibi, kıpkımuzı. Varlık deforme olmuş durumdadır. Şayet bir şey yapılmazsa, kısa bir sürede azgın bir deli haline gelecek. Bu
eskilere, çok eskilere, çok çok eskilere
dayanmaktadır."
Cayce
çok zehirli ve güçlü bir
ilaç
yazdı ve ilave etti:
"Bu,
sınırlan
wrlayan ve son derece güçlü doza
sahip özgül bir tedavidir."
Doktor,
giderek artan dozlarla ilacın uygulamasına başladı. Sabah 10 damla, öğlen 11,
akşam 12, sonra 13, 14 ve20'ye kadar
arb- rıyor,
ardından yine 10 damla ile başlıyordu. Ancak, hiçbir reaksi-
yon
olmadı.
İkinci şişe, üçüncü şişe derken
dozu çok tehlikeli bir miktara, 60 damlaya
kadar yükseltti.
Böylece üç hafta geçti.
Ve
sonra aniden, bir sabah vakti genç adam
odasından
gayet sakin bir şekilde indi
ve tıpkı eskiden olduğu gibi:
-
Günaydın anne,
kahvaltıda
ne var? dedi.
Tamamen
iyileşmişti.
Doktor
daha sonralan ''Tüm kutlamalan ve tebrikleri ben kabul
ettim, çünki o dönemde Cayce'den
söz edebilmem im.kansız- dı!" diye itiraf etmişti.
Genellikle,
halk arasında
"kocakarı ilacı" olarak
tabir edilen türden garip ilaçlar tavsiye
ediliyordu. İşte, Cayce Vakfı'nın dosya-
lanndan alınmış gayet tipik bir vaka: Hasta,
Kanada'da yaşamakta
olan bir katolik papazdı. Yıllardan beri epilepsi (sara) krizleri geçirmekteydi. Tıpkı kendisine
başvuran
insanların çoğunda olduğu gibi,
Cayce bu rahip hakkında
da, kendisinden bir
"okuma" talebinde bulunmak için yazmış olduğu mektubun dışında hiçbir şey bilmiyordu.
"Sebepleri
ortadan kaldırmak
amacıyla akşamlan, iki
akşam
toyunca, hint yağına batınlmış kalın kompresler (*) tatbik Geçeğiz. Üç kat
kalın fanila kumaşından oluşan pansuman hint yağına batırılacak ve iyice
sıkılacak; bunlar vücudun dayanabileceği bir derecede sıcak olacak ve
karaciğerin aşağı bölgesine, safra kesesi bölgesine ve kalın bağırsakların ilk
kısmı bölgesine, göbek deliğine kadar uzanacak şekilde yerleştirilecek. Her
uygulamada, kompresleri yerlerinde bir saat boyunca tutunuz, bunların
sıcaklıklarını koruyunuz ve uygulama boyunca bunları iki veya üç defa bükerek
sıkınız."
"İki gün süren bu kompreslerin ardından,
bilhassa, belirtilmiş olduğu gibi dokuzuncu ya da onuncu ve onbirinci sırt
merkezlerinin alt bölgelerinde keşfedilecek olan bir kemik oynaması (çıkık)
ile ilgilenmek suretiyle, kemik düzeltme işine başlayacağız. Bel ekseni ile üst
sırt ve beyin merkezleri arasındaki düzeltmeleri yapınız."
Rahip daha sonra yaptığı açıklamada krizlerinin
sona erdiğini ve görünüşe göre tamamen iyileşmiş durumda olduğunu bildirdi.
(*) Kompres: Bir sim ite yapıten
pansumanlarda kultenıten bezler.
Virginia
Beach dosyalarında,
tedaviyi yapan doktorların, hastanelerin ve bizzat hastaların yeminli
ifadeleri, açıklamaları
ve mektuplan ile doğrulanmış olan buna benzer yüzlerce vaka
bulunmaktadır.
Cayce'in
durugörü
melekelerinin, uyanık durumda
iken nasıl faaliyet gösterdiğinden pek söz edilmedi.
Her türden oyunu severdi,
ancak zihinsel bir jimnastiği
gerektiren oyunları tercih
ederdi. Bir akşam, kendisine
beraber briç
oynamayı teklif edenlere, kar- şısındakilerin ellerinde bulunan her karh "görebildiğini" ispat etti ve oynamayı reddetti.
Bu garip yeteneği,
oyunun tüm zevkini
kaçırıyordu
çünki...
Auralan,
bir insanın
başını ve omuzlarını çevreleyen renkleri de görebiliyordu. Bir keresinde kendisi ile aynı mahallede
oturmakta olan bir kadının aurası olmadığını görmüş ve çok endişelen- mişti. Nitekim bu endişesinde yanılmadığı ortaya çıkb: Kadın, karşılaşmalarından birkaç gün sonra öldü. Diğer bir keresinde de, postaneye
girerken hiç
tanımadığı bir kadına rastladı. Postaneye girmedi
ve gerisin geriye dönerek
koştu ve kadını kolundan
sıkıca
yakalayarak:
-
Çok rica
ediyorum, lütfen
bugün araba ile çıkmayın, dedi.
Kadın ona
şaşkın
şaşkın baktı ve
Cayce de gayet sıkıntılı
ve mahçup bir
halde oradan ayrıldı.
Ancak kadın, kendisine
yapılan bu uyarının tesirinde
kaldı ve bir kadın arkadaşı ile birlikte yapmayı kararlaştırmış oldukları gezintiye gitmekten vazgeçti. Arkadaşı ise tek başına çıkb ve ciddi bir kaza geçirdi. Kadıncağız ise hiç tanımadığı o adama minnettarlığını ifade edebilmeyi hep arzu etti durdu.
Bir başka seferinde Cayce, genç bir
basketbol oyuncusuna, akşam yapacakları maçta kaç basket kaydedeceğini söylemişti.
Bir
gün, Cayce'in "okumalan"ndan
birini kaydetmekte olan sekreteri, küçük yeğeninin, Cayce'in Virginia Beach'teki
evinin arkasında,
bir gölün kenarında son derece tehlikeli bir şekilde oynamakta olduğunu gördü. Korkuya kapılan kadıncağız yaphğı işe konsantre olamıyordu. Bir kanepenin üzerinde uyumuş olan Cay- ce "okuması"nı yarıda kesti ve ona: "Gidip küçüğe bakınız." dedi. Sekreteri geri döndüğünde ise
tam kalmış
olduğu yerden alarak devam etti.
Aynı zamanda
su kaynaklarını
da keşfedebiliyordu; bir izciler
grubuna kuyu kazmaları
için gerekli yeri göstermiş, suyun
10 metre derinlikte olduğunu
söylemişti. O noktayı kazdılar ve 10,2 metre derinlikte suyu
buldular.
Günün birinde
Cayce tanımadığı
bir adamı ismiyle
hitap ederek selamladı.
O semtteki bir bankanın müdürü olan adam meraklanarak Cayce'e sorular sordu, ancak merakı giderek
arttı ve onu yemeğe davet
etti. Yemek esnasında
Cayce ona durugörüsü- nü ispat etmek için bankanın kasa odasının şifresini doğru olarak yazarak verdi. Bankacının adeta
nefesi kesilmişti.
IJir
keresinde Cayce, dostu Marsden Godfrey'denkendisini New York'a götürmesini rica etmişti. Ancak
Godfrey özür
dileyerek reddetti, çok işi vardı ve zaten patronu da kendisine
izin vermezdi.
-
Her
şeye
rağmen git kendisine bir sor, dedi
Cayce.
Godfrey
kabul etti ve patronu büyük bir
anlayışla
davranıp da izin verince şaştı kaldı. Direksiyonun başında arabasıyla Cay- ce'in evine geldiğinde ise
Edgar'ı tamamen hazırlanmış şekilde, kaldırımda kendisini beklerken buldu.
Uzun
bir zaman sonra emekli olduğunda, Godfrey
bu öyküyü patronuna anlattı. Nitekim
kendisi de o günü gayet net hatırlıyordu:
-
Siz
gittikten sonra kendi kendime nasıl olup
da size izin verebilmiş
olduğumu sorup durdum. Halbuki tam o
esnada size çok fazla ihtiyacım vardı. Cayce ve siz bana böyle bir
oyun oynamama-: lıydınız!
Bununla
beraber Cayce, garip kudretlerini bu tarzda kullanmayı asla sevmiyordu ve her zaman da
bunun karşısında
oldu.
1923
senesinde, "okumalar"ın
yeni ve çok şaşırtıcı bir şekli keşfedildi. Cayce'in Alabama'da Selma'da bir fotoğraf stüdyosu vardı ve günün birinde
Ohio'dan Daytonlu zengin bir matbaacı buraya
geldi. Adamın
adı Arthur Lanmers idi, ne kendisi ne
de ailesinden hiç kimse
hasta değildi,
ancak metafizik felsefenin tutkunu olmuştu ve
öğrenmek
istediği hususlar Edgar'ın normal
bilgilerini kat kat aşıyordu.
- Hayatın anlamı nedir? diye sormuştu. Kabiliyetlerin,
melekelerin, eksikliklerin, faziletlerin esası nedir?
İnsanlar
arasındaki eşitsizlik nasıl açıklanabilir?
Cayce
tereddüt
etti. Kendi kendine bu tip
sorular hiç sorma- mışb.
-Tüm bunları bulup ortaya çıkarmış olmalıydınız, diye ısrar etti
Lanmers. İnsanın
gerçek tabiatı nedir?
Doğum ve ölüm ne
anlama gelmektedir? Niçin buradayız? Bunları kendi kendinize hiç sormadınız mı?
- Hayır, diye
itiraf etti Edgar.
-
Bu inanılmaz
bir şey! diye
haykırdı
matbaacı. Şayet hayabn
muammalarını
çözebilmenin bir
yolu var ise, bu "okumalar"dan başka bir
şey olamaz. Dayton'a, benim evime
buyrun, sizi davet ediyorum ve size söz.veriyorum, bitirdiğimiz zaman çok daha
fazla şey öğrenmiş olacaksınız!
Cayce
"okumalar" konusunda asla hiçbir söz vermiyordu,
ancak yine de daveti kabul etti ve böylece de
o ana kadar vermiş
olduğu "bedene ilişkin okumalar"dan
ayırt edilmesi için "hayat
okumaları"
olarak isimlendirilen 250
"okuma"dan fışkıracak olan
metafizik düşünce şekli de başlamış oldu.
Bu,
pek çoklarının
hem akla yakın hem
de fantastik olarak nitelendirdikleri gayet iddialı bir
tasan idi. Cayce için bu, yeni bir şüphe ve
tereddüt
döneminin başlangıa oldu.
Gayet sıkı bir Protestan
atmosferde yetiştirilmişti,
doğru yol yanlısı idi
ve dünya
üzerindeki tüm diğer dinler
ve onların kendisininki ile olan benzerlikleri hakkında hiçbir şey bilmiyordu.
"Okumalar"da iddia edilenler, kendisine tüm öğretilmiş olanlar ve kendisinin de Pazar
Okulu'nda öğretmiş
olduklarının aksini
söyler gibiydi. "Okuma-
lar"da, tüm dinlerin esas prensiplerinin değişik görünümler altında ancak birbirinin aynı olduğu söyleniyordu.
eayce
uzunca bir süre herhangi bir hüküm vermekten
kaçındı.
Sonuç olarak da hem kendisi, hem de
beraber çalışbğı
insanlar reenkarnasyon (tekrardoğuş) fikrini kabul ettiler. Pek tabii
ki bunu kanıtlamak
mümkün değildi, ancak
bazı ispat edici nitelikteki vakalarda
"okumalar" gayet samimi, içten ve
asla aldanmaz bir görünümdeydi.
Cevaplar gayet mantıklı gibiydi;
çok
sayıda kişiye iliş-
kin
ve pek çok seneler ara ile verilmiş olmalarına rağmen çelişkiye çok seyrek rastlanabiliyordu.
Bir
"hayat okuması"
-bir tür karakter
veya yetenek analizi- için uyumuş olan kahine yapılan telkinler
farklılıklar
gösteriyordu. Örneğin, "monitör" (..) şöyle diyordu:
"Bu varlığın
kainat ile olan bağlarını belirteceksiniz;
günümüzdeki
yaşamındaki kişisel ve
gizli kalmış
durumları, yeryüzü planında daha
önceki
hayatlarını, çağını, yerini
ve ismini belirterek ve varlığın her
bir yaşamında kendisini geciktirmiş ya da ilerlemesini sağlamış olan
şeyleri de aktaracaksınız. Varlığın günümüzdeki hayahnda sahip bulunduğu yetenekleri ve melekeleri,
nelerin gerçekleşeceğini
ümit edebileceğini ve
bunu nasıl
yapacağını anlatacaksınız. Sorulmuş olan
tüm bu soruları cevaplayacaksınız."
Aradan bir süre geçtikten, hatta genellikle kendisine yapılan telkinleri
duymamış
olduğunu zannettirecek kadar uzunca bir süre geçtikten sonra
Cayce, şahsın ismini ve adresini tekrarlıyor ve ardından başlıyordu: "Evet, dosyalar elimizdedir,
günümüzde
X adını taşıyan bu varlığın dosyası elimizdedir " Neden sonra, şahsın eksikliklerini
ve vasıflarını,
geçmiş üç ya da dört yaşamını, en önemli enkarnasyonlarını (bedenli yaşamlarını) ve günümüzdeki yeteneklerini açıklıyordu.
Adamın biri,
Amerikan Kuzey-Güney
Savaşı esnasında konfederasyon
ordusu saflarında
yer almış olduğunu, o yaşamında Barnett
A. Seay adını
taşıdığını ve dosyasının da halen Rich- mond'daki Virginia
Tarih Kütüphanesi
arşivlerinde bulunduğunu öğrendi. Oraya
gitti ve yaphğı
sayısız araştırmalar sonucunda
bir alaya ait listede Barnett A. Seay ismini buldu. 1861 senesinde yirmi bir yaşındayken Virginia'daki Lee ordusuna bayrak
taşıyıa olarak gönüllü katılmıştı.
Sayısız "hayat
okumaları"
bu iç savaş sırasındaki enkarnas- yonları ortaya
çıkarmaktadır,
ki bu da günümüzde o
devre karşı duyulan olağanüstü merak ve ilginin sebebini açıklıyor. Bu savaşa ait
eserler ve romanlar günümüzde büyük bir başarı elde
etmektedirler, ki böyle bir
şey bundan yirmi yıl önce tasavvur
bile edilemezdi ve kimse de bunun nedenini
bilememektedir. Bu yoğun il-
(..)
Monitor: Eğiten, ders veren.
ginin
sebebi bu insanların
günümüzde Birleşik Devletler'de
tekrar doğmakta
olmaları değil midir?
Bunlar barış
yanlısı mıdırlar?
Cayce,
kadının birine, geniş su
kütlelerinden
marazi bir şekilde korkmasının nedeninin geçmiş bir
hayatında
boğularak ölmüş olmasından kaynaklandığını açıklamıştı. Büyük bir şahsiyet ve
çekicilik
sahibi olan bir müzikal sanatçısı ise bugünkü durumunu geçmiş hayatında Far-West'e (Uzak Batı) giden
ilk öncülerden
biri olduğu sırada, nefsinden yapmış olduğu fedakarlıklar ve karşılıklı yardımlaşma anlayışı neticesinde hak etmiş olduğunu öğrendi. Bu açıklamalarının pek çoğunun kanıtlanması imkansızdı ancak bazı sakat
ve özürlü olan kişiler bu
sayede, şimdiye kadar açıklanamamış olan bu bahtsızlıklarının mümkün sebeplerini daha
iyi anlayabilme fırsatı elde ettiler.
Son
olarak, birisi, Cayce'e ipnoz altında iken
bu bilgileri nereden aldığını sordu.
Cayce iki kaynak gösterdi;
birincisi danışan kişinin bizzat kendi şuuraltı, ikincisi
ise "tabiatın
evrensel hafızası" adı verilen, Jung'un Kollektif Gayri-Şuur diye isimlendirdiği, ya da Hint metafiziği tarafından Akaşik Dosyalar olarak tanımlanan idi. Burada söz konusu
olan "Meleğin
Tuttuğu Sicil Defteri" ya da
"Hayat Kitabı"
idi.
Dosyalara
göre "Cayce'in varlığı da
tıpkı
tüm şuuraltı varlıkları gibi
telkine cevap vermekteydi; ancak buna ek olarak kendisinde aynı tipteki
diğer
şahısların şuuraltı varlıklarından çekip alabildiğini başkalarının objektif anlayışlarına uygun hale getirip yo-
rumlayabilme yeteneği
vardı. Şuuraltı asla
hiçbir
şeyi unutmaz. Şuurlu varlık dışarıdan izlenimleri alır ve
tüm
düşünceleri şuuraltına aktarır ve
bunlar orada tıpkı
ölüm esnasında olduğu gibi,
şuur (•)
tahrip dahi olsa varlıklarını sürdürmeye devam ederler.
Şuuraltı varlığının, uzak geçmişinin hatırasını
muhafaza ediyor olması, ya da bir hastalık durumunda fizik bedeninin kötü
işleyişinden haberdar edilip uyarılıyor olması şaşırtıcı gelmemelidir. Bunlar,
modern psikiyatrinin kuralları ile uygunluk göstermektedir.
"Okumalar", "Ancak, bu beden
tarafından (Edgar Cayce'in kendisi) elde edilen ve aktarılan bilgiler, telkin
vasıtasıyla çekip al-
(•) Bedme bağlı oton şuur.
ma
imkanı
bulmuş olduğu kaynaklara
göre biraraya getirilmişlerdir." diye ilave etmektedirler.
"Bu durumda (trans) bulunduğu zaman şuur kendini
şuuraltının
ya da başka deyişle, ruha ait zihnin yönetimine terk eder ve böylece diğer ruhlarla haberleşebilir; halbuki şuurüstü (super
conscient) ya da ruhun gücü evrenselleşir. Bilgi, ister bu plandan, isterse
de daha önce
gelmiş olan varlıkların izlenimleri ya da bırakmış oldukları izler sayesinde, hangi şuuraltı varlığından olursa olsun alınabilir. Tıpkı önünde bulunanları yansıtmakta
olan bir aynayı görüşümüz gibidir; bu, objenin kendisi değil ancak
bir yansımasıdır."
Bu,
yeni bir kavramdı.
Şayet doğru ise,
o halde Cayce'in varlığı,
ölüm neticesinde diğer ruhsal
ve kozmik seviyelere intikal etmiş olanlar
da dahil olmak üzere,
diğer şuuraltı varlıklarının sahip
oldukları
bir bilgiler kitlesini çekip almak
kudretine sahipti. O halde bu, sonsuz bir bilgelik kaynağı idi,
çünki evrenseldi; demek ki Cayce ne
zaman içinde, ne de mekan içinde hiçbir sınır tanımıyordu. "Akaşik Dosya" prensip olarak zamanların başlangıcından itibaren tüm sesleri,
tüm
düşünceleri, tüm titreşimleri ihtiva
etmektedir. Cayce demek ki bir medyom değildi. Ne
zaman ki bu fikir ilk kez bir "okuma"da
ortaya çıktı, Cayce de dahil olmak üzere pek
azı buna inanabildiler. Bilim, esiri
(eterik) cevher hakkında
hiçbir şey bilmemektedir. Ona bir şarlatan, dine
ihanet eden, falcı, dini fanatik gibi sıfatlar yakıştırdılar. New York'ta onu izinsiz olarak "falcılık" yapmaktan tutukladılar. Hakim Cayce'in hikayesini öğrenince kendisini
serbest bıraktı.
Gazetelerde
yer alan büyük
manşetler de onun için en
az kendisine yapılan para
teklifleri ve şan
şöhret kadar önemsizdi. Hiçbir zaman refah içinde yaşayacak kadar kazanmadı, maddi gelirleri daima gayet mütevazi oldu;
"okumalar"ı
ticarileştirmek için yapılan tüm teklifleri
hep reddetti. Çok sık
şekilde içine düştüğü fakirlik dönemlerinde dahi kendisinden günde bin
dolar karşılığında
sahneye çıkması talep
edildiğinde
kabul etmedi. Zevkleri gayet sade
idi; balık
tutmayı seviyordu ve hayli usta bir balıkçıydı; ve de golf oyununu seviyordu ki
bunu pek iyi oynadığı
söylenemezdi. Kutsal
Kitap üzerine
tartışmayı seviyordu ve en ufak bir teşvik gördüğünde bir vaaz vermekten kaçırunıyordu. Tüm bunlar onu
arada
sırada
fırsat olduğunda bir
kadeh içki ve günde bir
paket de sigara içmekten
alıkoymuyordu.
Ünü yayıldıkça "okuma" talepleri de
giderek çoğaldı.
Edgar, kendini yalnızca "okumalar"a
adamak üzere, evvelce başarılı çalışmalar yapmış olduğu fotoğraf
stüdyosunu terk etmek zorunda kaldı. Gayet
düşük, ortalama 20 dolarlık bir
ücret
alıyordu. Ancak, şayet bir
şahsın bunu dahi ödeyebilme imkanı bulunmadığını hissetmişse ya da o kişi bu
parayı mektubun içine koymayı unutmuşsa, asla talep etmiyordu.
Cayce
1925 senesinde kırk sekiz yaşına geldiği zaman, kişisel "okumaları"ndan birinin tavsiyelerine uyarak
Virginia Beach'e yerleşmeye
gitti. Çalışmaları zengin ve nüfuzlu kişilerin dikkatini çekti. Ulusal
Araştırma
Cemiyeti, psişik araştırmaları finanse etmek üzere 1927
senesinde kuruldu. Zengin bir New Yorklu olan Morton Blume}lthal, 1928
senesinde Cayce Hastanesi'ni inşa ettirdi ve gerekli tüm teçhizatla donattı. Yine onun yaptığı para
yardımları
sayesinde 1930 senesinde Atlantik
Üniversitesi
kuruldu ve başkanı da
Washington ve Lee Üniversiteleri'nin
eski psikoloji profesörü William
M. Brown oldu. New Tomorrow dergisi de aynı sene
içerisinde
yayınlanmaya başladı.
Edgar
mutluydu. Eseri giderek büyüyordu. Ve ardından felaket geldi çattı. Daha
önceden
bildirmiş olduğu şekilde 1929
yı-
lıı'ıda büyük ekonomik
bunalım patlak verdi, Blumenthal tüm servetini yitirdi ve dolayısıyla Cemiyet, Hastane, Üniversite ve Dergi
elden gitti. Cayce'in elinde "okumaları"ndan ve "inananlardan" oluşan sağlam bir çekirdek gruptan
başka
hiçbir şey kalmadı. Bunun
ardından
yokluklarla dolu yıllar yaşandı ama o direnmesini bildi. Ve derken İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Ulusal bir dergi
Virginia-Beachli Mucize Adam hakkında bir
makale yayınladı,
böylece Edgar yeniden lanse edilmiş oldu;
bunun sonucunda 25.000 adet "okuma"
talebiyle karşı
karşıya kaldı ve
bu ağır
yükün altında adeta
ezildi. 1944 senesinde, bir yıl öncesinden randevu vermek zorunda kalıyor, sürmenaj geçiriyor ve ciğerlerindeki bir ödemden (su
toplanması)
dolayı hastalanıyordu.
Bir
damar tıkanması
yüzünden yatağa düştü. Altmış yedi
yaşındaydı
ve bir daha asla iyileşemedi. Son kişisel "okuması" kendi-
sini
tedavi etmekte olan doktorlar tarafından dinlenmedi bile. 3 Haziran19
4S'de Edgar Cayce öte aleme geçti. Yeryüzünde hiçbir insan ardında bu
denli şaşırtıcı
bir miras bırakmış değildir.
Cayce
Dosyaları'nın
biraraya toplanması Association for Research and
Enleightenment (A.R.E.), S.A.'ya, Edgar CayceVak- fı'na ve
bunun bir organizasyonu olan A.R.E. Press'e hayat verdi. Vakıf, günümüzde,14 246"okumayı"
sınıflandırmak ve
önem
sırasına göre tasnif
etmekle meşguldür;
bundaki amacı vesikalarla
ispat işlemini kolaylaştırmaktır. "Okumalar"da ele alınanlar, Arabistan fıstığının değerinden tekrar dirilişin anlamına, bağırsak solucanını
geçirme yönteminden Hz.
İsa'nın son akşam yemeğine varıncaya dek insan düşüncesinin gezindiği tüm sahaları kapsa- maktadır.Vakıf, Edgar'ın büyük oğlu Hugh Lynn tarafından yönetilmektedir. Hugh Lynn ciddi, dış görünümüyle bir profesörü andıran ve güneyli aksanıyla konuşan bir adamdır, ancak
babasının
psişik kudretleri kendisine geçmemiştir.
Association
for Research and Engleightenment kazanç sağlayan bir organizasyon değildir; kaydolmak
isteyen tüm
üyelere açıktır veVirginia
eyaleti yasalarına
göre psişik araştırmalar yapmak üzere yürütülmektedir. "Okumalar"ı incelemekte ve çeşitli psişik fenomenlere ilişkin sayısız tecrübelerde bulunmaktadır. Tıp
alanında, psikoloji ve teoloji alanlarında vasıflı insanlarla işbirliği yapmakta, onlara cesaret vermekte
veya yardım etmektedir. A.R.E.'nin faal üyeleri her
dinden ve her ulusdan insanlardan meydana gelmiştir; işin dikkat çekici tarafı, hepsinin de inançlarını Cayce'in "okumaları"ndan yayılan metafizik felsefe ile bağdaştıra- bilmiş olmalarıdır. Dünyanın her yerinden gelmişlerdir; içlerinde doktorlar, avukatlar, din
temsilcileri, sanatçılar,
iş adamları, öğretmenler, öğrenciler, işçiler, ev hanımları vs...
bulunmaktadır.
Adaylardan tüm istenilenler,
içtenlik
ve yılda15 dolarlık bir aidattan
ibarettir.
Cemiyet
ise gönüllü bir yönetim konseyince
yönetilmektedir
ve yüklü bir
programı
vardır. Tüm ülke çapında konferans
turneleri finanse etmekte, televizyon ya
da radyo yayınlarındaki
tartışmalara katılmakta ve her seneVirginia Beach'te
kongre ve çok sayıda
seminerler düzenlemektedir. Çalışmaları arasında New
York'da,
Dallas'da, Phoenix'de, Denver'de Los Angeles'de ve diğer büyük şehirlerde düzenlediği bölgesel konferanslar da yer almaktadır.
A.R.E.,
psişik fenomenler, metafizik ve diğer benzeri
konular üzerine
yazılmış eserlerden oluşan yaklaşık 10 00 ciltlik bir halk kütüphanesine de sahiptir; ve bu kendi türünde dünya üzerinde en önemlisi konumundadır. Buna ek olarak, parapsikoloji alanında tanınmış olan
Amerikalı
ve İngiliz konferansçılarının sesli kayıtlarından oluşan bir arşivin, yani
fonotek'in sahibidir. Ayrıca, aileler ya da çocuklar için tatil kamptan düzenlemekte, hususi konulara
ait bir yanıtlama
servisi bulunmakta ve bünyesindeki tıbbi araştırmalar "okumalar"a büyük ilgi
duyan doktorlar tarafından
yönetilmektedir. Hatta
Arizona'nın
başşehri Phoenix'de bir klinik bile kurmuşlardır.
A.R.E.'nin
New York, Los Angeles ve Phoenix'de özel programlarla meşgul olan
bölgesel
merkezleri de bulunmaktadır. "Okumalar"dan alınmış olan
ruhsal kaidelerin uygulanmasına
kendilerini adamış olan
kişilerden
oluşan binden fazla inceleme grubu tüm Birleşik Devletler'e yayılmış durumdadır. Sayılan yaklaşık 13 00 olan üyelere Virginia
Beach'den her ay bir bülten ve
bir dergi (A.R.E. Journal) gönderilmektedir.
Edgar
Cayce Yayınevi,
ya da bugünkü ismiyle
A.R.E. Press, halkın talebi doğrultusunda "okumalar"ı neşretmek
amacıyla C^yce'in ölümünden kısa bir süre sonra
kuruldu. Yeni "hayat okumaları" alabilmek günümüzde artık imkansız bulunduğundan, dosyalarda daha önce yer
almış olanlardan bir bilgi elde edebilmek amacında olan
pek çok insan buraya akın edip
durmaktadır.
Sayısız konulara ilişkin ayrıntılar "okumalar"dan çıkartılmış ve antoloji halinde yayınlanmıştır: İsa'nın Doğuşu, Apokalips (Yu- hanna'nın Vahyi),
ilaçsız tedavi, ruhsal şifa, perhiz,
psikosomatik tıp, evlilik, çocukların eğitimi, rüyaların anlamları ve yorumları, meditasyon,
Kutsal Kitap vs...
Bu
konuların
çoğu şimdiye dek
pek çok kez tartışılmıştır ancak Cayce'in sözleri cevapsız kalmış sorulara genellikle şaşırtıcı ve
ikna edici yanıtlar
getirmektedir. Örneğin ruhlarla
irtibat kurulması
"okumalar"a göre pekala
mümkündür,
ancak bu konuda hiç-
bir
teşvik ve tavsiyede bulunulmamaktadır. Bundan bir yarar sağlayabilme ihtimali azdır; büyük babanın tüm yaşanu boyunca kendinde kırıntısına dahi rastlanmamış bilgeliğe öte aleme geçtikten sonra
aniden kavuşmuş
olduğu da düşünülmemelidir!
Bazen
de gayet şaşırtıcı
ve sert bir üslupla söylenmiş emirlere rastlanmaktadır: Kahvenize krema koymayın, bu
karışım beden için zararlıdır; bir marul yaprağı bin
kurt (vücuttaki)
öldürür, şeytan
bir adamı
baştan çıkarmaya muvaffak
olamadığı
zaman kendi yerine bir kadım yollar;
başkaları
hakkında hüküm verecek
tarzda yaşayınız,
fakat bizzat kendiniz hakkında hüküm verilmemesi için uyanık ve dikkatli olunuz!
A.R.E.'de,
Cayce'in "okumalan"na ilgi duyan 100 00 den fazla
insana ait fişlerin
saklandığı bir bölüm bulunmaktadır. Cemiyet aynca, inceleme
yapanlara, yeni gelenlere, meraklılara ve heveslilere parasız olarak
malumatlar ve belgeler vermektedir. Postacı her
gelişinde
ülkenin dört bir
yanından,
hatta Japonya'dan, Hindistan'dan, Avrupa'dan gönderilmiş olan ve bilgi talebinde bulunan
mektuplar getirmektedir.
Edgar
Cayce Vakfı vebuna bağlı servisler
deniz kenarındaki
iki katlı bir villada çalışmalarını sürdürmektedirler. Virginia ^ ach'in en yüksek noktasında yer almakta,
bahçeleri ve çevresiyle birlikte bir hektarlık bir alanı kaplamakta ve okyanusa
hakim bir konumda bulunmaktadır.
Bu bölgenin de garip bir öyküsü vardır. 1920'li
yıllarda Cay- ce'in kişisel "okumaları" kendisine sürekli olarak
yerleşmek üzere Virginia Beach'e gitmesi için ısrar ediyorlardı. Kendisi de
uzun bi^ süredir, içinde hastaların "okumalar"da belirtildiği şekilde
tedavi görebilecekleri bir hastanenin hayalini kurmaktaydı. Aynı "okumalar"
burada bir hastanenin inşa edilebileceğini ve aynca Cay- ce'in de,
çalışmalarına yardımı dokunacağından ötürü "su ken:ı.- nnda" yaşamaya
mecbur olduğunu tekrarlamışlardı. En iyi mevki ise şehrin tam sınırlan dışında,
kuzeyde bulunuyordu. Bölge tam idealdi ve ana yerleşim bölgesinin burası
olacağına kesin gözüyle bakılıyordu.
Cayce Virginia Beach'e geldiğinde burası sadece
küçük bir balıkçı köyünden ibaretti ve "okumaları"nın kendisini
yanıltmış
olduğuna kanaat
getirdi. Gelişme
güneye doğru yayılıyordu. Yeni
arazi parçalan,
öncüler tarafından başlahlan yeni
ticari yerleşimler
kapanın elinde kalıyordu. Bazıları çoktan inşa edilmeye başlamışh bile.
Hiç kimse yerleşim bölgesinin kuzeyini düşünmüyordu. Tüm gayrimenkul ajanlarının ve köydeki tüccarların görüşlerinin tersine olarak, Blumenthal'in finansmanı sayesinde hastane 1928 senesinde
"okumalar"da belirtildiği şekilde kuzeyde yer alan tepe üzerine inşa edildi.
Gayrimenkul ajanlan ve tüccarlara göre bu bölgenin hiçbir değeri yoktu.
Ancak
kısa bir süre sonra,
açıklanması
mümkün olmayan bir biçimde, güneye doğru olan gelişme aniden
durdu ve tamamen öldü.
Geniş şehircilik projeleri
bir kenarda terk edildi. Daha önceden yerleri
çizilen yollan yabani otlar kapladı, tasarlanan
evler ise asla inşa edilmedi. Ve çok uzun
yıllardan
beri genişleme hareketi
arhk kuzeye yönelmiş
durumdadır. Şehir, hastanenin
çevresini
kaplamış ve onu da geçerek gelişmeyi sürdürmüştür. En yüksek tepede
bulunan bu mevki, günümüzde
bu bölgenin en
güzel ve en değerli yeri
kabul edilmektedir.
Maalesef,
hastane para kazanmayı
amaçlayan bir organizasyon değildi ve
Cayce'in de parası
olmadığından dolayı, 1929'da
patlak veren krizin ardından bunun
mülkiyeti
maliyeye iade edilmek
zorunda kalındı.
Ve içlerinde kayda
değer pek çok vakanın tedavi edilmiş olduğu binalar kapahldı.
Bu
felaketin ardından
eski hastane sırasıyla, otel, dans salonu,
gazino, hastabakıcıların
merkezi, özel kulüp, resim galerisi olarak kullanıldı. Bu teşebbüslerin hepsi de iflas ettiler. O bölgenin uğursuz olduğu söylentisi her tarafa yayıldı: Hiç kimse orada yerleşmek istemiyordu, hiçbir girişimin başarılı olma şansı yoktu.
Sonuç olarak 1956 senesinde,
beklenmedik bir bağış sayesinde A.R.E. araziyi ve üstündeki binaları sabn aldı. Aradan
yirmi sene geçtikten sonra Cayce Dosyaları ilk
barınaklarına
yeniden kavuşmuşlardı.
Günümüzde sürdürülen faaliyetlere bakılacak olursa,
orada daha uzun bir süre kalacağa benzemektedirler.
insanın kaderi
"Edgar Cayce'nln Dosyalan üzerine kurulu
olan bu kronik, insanın ruhsal bir varlık
olduğunu, muazzam Atlantis kıtasının
bir gerçek olduğunu ve aralarında Güney ve Kuzey Amerika'nın da bulunduğu
çevredeki ülkelere kaçan Atlantisliler'in buralarda yüksek medeniyetler
kurduklarını ve bu faal ve cesur halkları meydana