Kitabın Adı /
Eşref Saat
Yazar / Şevket
Rado
Baskı Eylül 2006
Şevket Rado
Önsöz............................. 7
Eşref saat ........................ 9
Daha iyi olabilir............ 14
Dünyadan ve insanlardan şikâyet 19
Yaşama zevki................ 24
Güler yüz....................... 29
Tatlı dil......................... 33
Artık çocuk değilsiniz... 38
Misafirliklerimiz ............. ( 43
Gençliğin kıymeti......... 48
Çocukların ana ve babalarından bekledikleri 53
Gönül zenginliği........... 58
İstemek.......................... 63
İki sır............................. 68
Takdir duygusu ............ 73
Normal insan................. 78
Faydalı bir iş görmek zevki 83
İhtiyarlık üzerine.......... 89
Gençliğe dair................ 95
Herkes kendi yerinde.... 99
Tesadüfler................... 104
Herkes kendi hayatını yapar 110
İyimserlik, kötümserlik. 115
Talih ............................. 120
Kendi kendimizi aldatmak 125
Öğüt vermek.................. 130
Çocuklar babaları hakkında ne düşünürler? 135
Şükürler olsun............... 138
Çocuklarımıza, hatta yalnız çocuklarımıza değil, her seviyedeki halkımıza
vazife duygusunu, daha çok çalışarak refahını arttırmayı, kendisine olduğu
kadar etrafına da faydalı olmayı, güçlüklerden yılmamayı ve bunların dışında
aileye bağlı olmayı, şefkati, doğruluğu, adaleti, iyilik etmeyi, insan olarak
manevi değerler kazanmayı, kısaca iyi ve faziletli bir insan olmayı telkin eden
kitaplarımız ne kadar azdır!
Hâlbuki dilimizde bu kitaplar yazılıyordu. Nitekim geçenlerde sahaf
dostum Nizameddin’e umumi ahlak ve terbiye üzerine yazılmış Türkçe kitapları
toplamasını rica ettiğim zaman, on beş günde bana irili ufaklı 80 kadar kitap
göndermişti. Bunların hepsi Arap harfleriyle idi ve yine hepsi vatandaşın
ahlakça ve insan olarak yükselmesine hizmet etmek gayesiyle yazılmıştı.
Rahmetli Muallim Naci’nin topladığı “Mekteb-i Edeb” takip ettiği sistem
bakımından en derli toplusu ve faydalısı olarak başta geliyordu.
Sonra? Sonrası hemen hemen yok gibidir. Kütüphanelerimizdeki bu
boşluğu doldurmak maksadıyla
s
Yapı ve Kredi Bankası’nın onuncu yıl dönümünde, meşhur terbiyeci
Foerster’e ısmarlanıp yazdırılmış olan “İyi İnsan, İyi Vatandaş” adlı eser bu
sahada Türk harfleriyle yazılmış ilk kitap mevkiindedir ve büyük rağbet görmüş
olması da bir ihtiyaca cevap verdiğini ispat ediyor.
Senelerdir İstanbul radyosunda saidece hayatı sevmeyi, çalışmayı,
daha iyiyi aramayı, iyiliğe ve doğruluğa kıymet vermeyi telkin ederek
vatandaşlarıma faydalı olmak maksadıyla hazırladığım konuşmalardan bir
kısmını şimdi bir araya toplarken bu küçük kitabın terbiyeye hizmet edeceğine
inanıyorum. Eğer bu kitap bazı vatandaşlarımıza faziletli ve çalışkan bir
insan olmayı cazip gösterebilir de manevi kalkınmaya yardım ederse kendisinden
beklenen vazifeyi fazlasıyla yapmış olacaktır.
Şeuket RADO
NOT;
Bir konuşmayı dinlerken alınan zevkin aynı konuşmayı okurken yan
yarıya kaybolduğunu bildiğim için bu kitaba aldığım radyo sohbetlerini, ufak
tefek değişiklikler yaparak okumaya elverişli hâle sokmayı lüzumlu gördüm.
Ş. R.
Sizin için günün en iyi saati hangi saattir hiç düşündünüz mü?
Şair tabiatlı olanlar akşam saatlerini severler. Güneşin batışı insana tuhaf
bir hüzün verir. En çok kendi kendimizle kaldığımız saatler giden günün
arkasından gecenin ağır ağır geldiği, daha doğrusu gündüzlerin bizleri gecelere
devrettiği o saatlerdir.
Kuşlar o saatlerde neden telaşlıdırlar pek bilinmez ama tabiat
yavaş yavaş durulur; etrafla beraber insanın ruhuna da bir sessizlik çöker.
Sonra gece, o uçsuz bucaksız gece kendi hayatını sürmeye başlar.
Öyle, şair tabiatlı olanlar akşam saatlerini severler. Yemek düşkünleri
de öğle saatlerini. Dünya nimetlerinin lezzetlerine kendilerini kaptırmış
olanlar öğle vaktinin gelmesini iple çekerler. İçki meraklıları istedikleri
kadar vakti keraheti beklesinler, yemekler doya doya öğleyin yenir. Öğle
yemeğinden sonra gelen rehavetin tadı hiçbir gece uykusunda bulunmaz.
Ama yaş ilerledikçe insanlar sabah saatlerini sever olurlar.
Dünyayı sabahın saat beşinde, kurtlar, kuşlar henüz uyanmadan, tabiat daha
mahmurken seyretmek ancak o yaşlarda tadına varılır zevklerdendir.
Sizin için günün hangi saati
iyidir, buradan bir şey söyleyemem ama bana sorsalar saatlerin en iyisi ne
akşam saatidir, ne öğle saati, ne de sabah saati. İnsanlar için en iyi saat
muhakkak ki, şu ne zaman geldiği pek de bilinmeyen, adına “Eşref Saat” dediğimiz
saattir.
***
Eşref saat gündelik hayatımızda işlerimizin en iyi gittiği,
kararlarımızın en isabetli olduğu, hükümlerimizde asla yanılmadığımız saattir.
Sabahleyin 9’da mı, öğleyin 12’de mi, akşam 7’de mi gelir; gün ortasında mı,
gece yarısında mı teşrif eder bilinmez, ama o gelince, en çetin meselelerinizi
tereyağından kıl çeker gibi halleder, en çıkılmaz davaların içinden tüy gibi
hafif çıkarsınız. Eğer eşref saat gelmişse ol dediğiniz derhâl oluverir.
Yıllarca ümitle beklediğiniz büyük ikramiye, eşref saat çalar çalmaz size
çarpar. Bir türlü çözemediğiniz düğümleri eşref saatte çabucak çözer, sonra
nasıl çözdüğünüze siz de şaşarsınız. Çünkü eşref saat gelmiştir. O saate
hiçbir şey dayanamaz. Asırlarca ve asırlarca geçit vermeyen dumanlı dağlar bile
eşref saat gelince delinir; treniniz onun bağrından düdüğünü öttüre öttüre
geçer gider.
Yalnız sizin, teker teker insanların hayatında değil, milletlerin
hayatında bile eşref saatler vardır. O saatler gelmeye görsün, milletler
esaretten kurtulurlar; o saatler gelip çatınca ordular harikalar yaratırlar;
insanların kaderleri o saatlerde değişir; talih o saatlerde adamın yüzüne
gülmeye başlar.
Demek bütün mesele eşref saatin gelmesine veya o saatin geldiğini
anlamaya bağlı öyle mi?
Öyledir. Hatta ben öyle zannediyorum ki, eşref saat görünmez
kuvvetlerin, esrarlı hesapların, içinden çıkılmaz bilmecelerin işlettiği bir
saat değil, insanların bizzat kendileri tarafından işletilen veya sadece
dikkatli olmaları sayesinde geldiği kolayca fark edilen bir saattir. Ama
dikkatli olmayan, kendini hayatın akışına bırakmış veya sandalını akıntıların
tersine yürütmeye çalışan insan eşref saatin geldiğini fark etmek şöyle dursun,
duvardaki asma saatin on ikiye çeyrek kalayı gösterdiğini bile görmez.
Milletlerin eşref saatlerini büyük dâhiler keşfeder. Bizim gücümüz
oralara yetmediği için sadece gündelik hayatımızda, hatta aile hayatımızda yer
alan ufak tefek eşref saatlerden, daha doğrusu birbirimizin eşref saatlerini
kollamanın sırlarından bahsedeceğim.
Muhakkak ki her şeyin bir zamanı vardır. Zaten eşref saat de bu
zamandan başka bir şey değildir. İşte ne yapıp yapıp onu kollamalı. Sırasını
getirmek de eşref saati bulmak demektir.
Bir ev kadınının işten yorgun argın dönen kocasına şu veya bu
haberi vermenin sırası olmadığını bilmesi gerekir. Damdan düşer gibi vereceği
kötü bir haber o dakikada adamcağızı çileden çıkarabilir. Evin mesut olması
muhtemel havası fena hâlde bozulabilir. O durumda, fena haberlerin bile
sükûnetle karşılanacağı eşref saat henüz gelmemiş demektir.
İyi niyetli bir hanımın kocasından pahalıca bir hediye istemesi
için mutlaka eşref saati beklemesi lazımdır. Kocasının geçim sıkıntılarından
acı acı sızlandığı, o gün kömür parası bulamadığından dert yandığı bir sırada,
hanım kendisinden bir manto isterse; böyle bir hareket eşref saatin kaçı
gösterdiğini fark etmemenin pek kör parmağım gözüne bir misalidir. Adamcağızın
haklı olarak cinleri başına toplanır, deliye döner, sabahlara kadar bitmeyen
kavgalara tutuşursa hakkı vardır. Fakat aynı adamın bütün sıkıntılarına rağmen,
kara ufukları tozpembe gördüğü, omuzlarındaki geçim yükünü tüyler gibi hafif
hissettiği anları da vardır. İşte o anlarda eşref saat tatlı tatlı çalmaktadır.
Hassas kulaklar bunu duyar ve tam o sırada oldukça pahalı mantonun bir senede
tükenmeyecek taksitlerini kocaya güle oynaya kabul ettirmek işten bile
değildir. Adamcağız neye uğradığını ertesi günü anlar ama, iş işten geçmiş,
eşref saat harikulade oyununu oynamıştır!
Erkekler, ne olursa olsun, dinlemeye dayanamayacakları şikâyetleri
eşref saatlerde koyunlar gibi dinlerler. Gündelik hayatın ufak tefek hadiseleri
üzerinden bir gecenin geçmesini beklemek dirayetini gösterebilsek de eşref
saatin gelmesini beklesek, geçimsizlik denen hadiselere ancak müzelerde rastlayabiliriz.
Çünkü yirmi dört saat sonra çocukların yaramazlıkları adamcağıza o
kadar vahim görünmeyecek, şunun bunun kırdığı potları daha hoşgörürlükle karşılayabilecek
ve her iş oluruna, çıkarına bağlanacaktır.
***
Benim, daha çok erkeklerin tarafını tutar gibi görünen akıl
öğretmelerime hanımlar kızabilir; “Peki ama sırf beyefendinin rahatı
bozulmasın, keyfi kaçmasın diye evin bütün zahmet ve sıkıntılarını biz mi
omuzlarımıza yüklenelim? Beyimizin asabı gerilmesin diye sırtımıza yeni bir
manto istemekten vazgeçelim de huzuruna salavatla mı girelim?"
diyebilirler.
Hayır, onu demek istemiyorum. Siz yine dert yanın; siz yine tenkit
edin; siz yine isteyeceğinizi isteyin. Ama dert yanmanın, tenkit etmenin,
istemenin de sırasını kollayın; bunları eşref saate rastlatın, o kadar. Çünkü o
saat sözlerinizin sükûnetle dinleneceği, isteklerinizin gönül hoşluğu ile
kabul edileceği saattir. Yalnız kadınlar için değil, erkekler için de öyledir.
Hatta öğütler bile o saatte dinlenir de, onun dışında en faydalılarına bile
kulak asan olmaz.
“Tatlı dil yılanı ininden çıkarır." diye bir söz vardır.
Duvardaki saatleri yaylar işletiyorsa, ev hayatındaki eşref saatleri de tatlı
dil işletir. Onun hiç gelmeyeceğini sandığınız bir anda dudağınızdan dökülecek
hoş bir cümle, bir iltifat eşref saatin akrebini 12'ye getiriverir. “Ensesine
yumruğu vur, ağzından lokmasını al!" diye tarif edilen kocalar olduğunu
bilirsiniz. Bu ideal kocalar eşref saatleri tıkır tıkır işletmesini bilen
kadınların kocalarıdır. Değil ensesine yumruk vurdurmak, burunlarından kıl
aldırmayan nice kocalar eşref saat mütehassısı akıllı hanımların elinde yavaş
yavaş bu hâle gelirler.
Her iyi şey eşref saatte olur. Biraz sabır göstermek, biraz
dikkatli davranmak, insanların bam teline dokunmamaya çalışmak evinizde eşref
saati sık sık çaldırmak için kâfidir.
Benim çok sevdiğim bir ahbabım vardı. Şimdi Amerika’dadır. Hayata
çok erken atılmaya mecbur kalmış. Yoksullukla bir hayli pençeleştikten sonra
işini yoluna koymuş. Burada iken de hâli vakti yerinde idi. Dükkân tıkır tıkır
işlerdi. Keyfi hiç bozulmazdı. Hayatı hep tatlı tarafindan alırdı. Görünürde
hiçbir sıkıntısı yoktu. Fakat ne zaman karşısına geçip de “Nasılsın?” diye
sorsanız asla, “Çok şükür, iyiyim!" demezdi ve “İyiyim ama, daha iyi
olmak kabildir birader." derdi. Bu, onun daima iyiden daha iyiye geçmek
arzusunu açığa vuran, çalışması sayesinde ulaştığı yaşama seviyesini asla kâfi
bulmayarak daha yükseğe çıkmak için yeni gayretler sarf etmek ihtiyacını
kamçılayan bir kudretin işareti idi. Nitekim burada hâli vakti pek iyi olduğu
hâlde günün birinde, daha iyiyi aramak üzere işini Amerika’ya götürdü. Yakın
dostlarından öğrendiğime göre orada, sahiden burada olduğundan çok daha iyi
imiş. Ama, şimdi Amerika’da karşısına çıksam da ona, “Nasılsın?" diye
sorsam, eminim ki, yine memnun
görünmeyecek, “İyiyim ama daha iyi olmak kabildir birader!”
diyecektir.
***
Hangi hâl ve şartlar içinde olursa olsun daima daha iyiyi istemek!
Fertleri de, o fertlerin teşkil ettikleri milletleri de günbegün yükseltip
refahın en yüksek katlarına çıkarmak için herkesin yüreğinde, sahibini daha
iyiye doğru itmekten bıkmayan öyle bir motor saklı bulunmalıdır. Hepimiz teker
teker daha iyiyi istesek, belli bir yaşama derecesine ulaştığımız zaman, “İşte
bu kadarı bana yeter. Daha fazlasını istemem.” diyerek, bize hamle yapmak
gücünü veren istek motorunu kendi arzumuzla durdurmasak, muhakkak ki, daha iyi
oluruz.
Şimdi bir kitap okuyorum. Bu kitabın muharriri, “İnsan
kafası," diyor, “sahibinin yapmak istediği şeyi yapmak çarelerini mutlaka
bulacak şekilde yaratılmış bir cihazdır.” diyor. “Azmin elinden hiçbir şey
kurtulmaz.” diyen atasözü de bu fikri doğruluyor. Nice büyük adamlar, insan
kudretinin dışında zannedilen muazzam işleri, yalnız azimleri sayesinde başarmaya
muvaffak olmuşlar, o işleri yapmayı akıllarından bile geçirmeyen insanlarsa
varılan netice karşısında şaşakalmışlardır. Atatürk’ün çok güzel bir sözü
vardır: “Zafer, zafer benimdir diyebilenindir.” Zafer benimdir demek, muvaffak
olacağım demektir; muvaffak olmak fikrini kafanın içine iyice yerleştirmek ye
kafayı daima o istikamette çalıştırmak demektir. İnsan kafasının da çalışa
çalışa içinden çıkamayacağı, çözemeyeceği bir mesele yoktur. Bir tekerleme
hâlinde şaka olsun diye söylenen “Olmaz olmaz deme olmaz olmaz.” sözü de
yeryüzünde olmayacak bir şeyin mevcut bulunmadığını anlatmak isteyen
ciddi bir sözdür. Yeter ki, insan bir kere oldurmaya karar versin
ve bu uğurda çalışmaya koyulsun.
Biz burada halledilmesi üstün yaradılışlar bekleyen büyük davaları
bir kenara bırakalım da, kendi küçük, iyi yaşama davamızı istek motoru ile
nasıl yürüteceğimizden, gündelik hayatımızı daha iyiye nasıl götüreceğimizden
konuşalım.
Şarklı ile Garplı arasında, yaşamayı anlamak bakımından büyük fark
vardır. Şarklı daha kolay razı olur. Kanaatkârdır. Bir lokma ile bir hırkaya
eyvallah der. Hâlbuki Garplı öyle değildir. Bir lokma, bir hırka, yani karnı
tok, sırtı pek olmak ona yetmez. İyi bir yerde de oturmalı; evi döşeli dayalı
olmalı; medeniyetin insanlığa bahşettiği nimetlerden kendisi de faydalanmalı.
Niçin çoluğunu çocuğunu daha iyi şartlar içinde büyütmesin? Karısı neden
komşunun karısı kadar, hatta ondan iyi giyinmesin? Tiyatrodan, sinemadan,
musikiden neden o da payını almasın? Bütün bunlar Garplıya, durmadan daha iyiyi
isteten, onu elde etmek için daha çok çalışmaya zorlayan sebeplerdir.
***
Bizim ahbap Amerika’ya boşuna gitmedi. Çünkü daha iyiyi istemekte
Amerikan cemiyeti Avrupalı cemiyetten de ileridir. Ne v York’ta bulunduğum
sırada birkaç aile ile tanışmak fırsatını elde ettim. Bunlardan biri New York’tan 80
kilometre uzakta oturuyordu. Aile, karı koca ve iki çocuktan mürekkepti. Aile
reisi sabahtan akşama kadar bunalırcasına çalışıyordu. Ortanın üstünde,
oldukça iyi denebilecek bir para kazandığı için evine, hayatı kolaylaştırmak
maksadıyla icat edilmiş bütün medeni vasıtaları temin etmişti. Mutfakları bu
yüzden bir vapurun makine dairesine benziyordu. Radyoları, buzdolapları, çamaşır
makineleri, elektrikli süpürgeleri, her şeyleri,
her şeyleri vardı. Fakat karı koca hayattan pek memnun
görünmüyorlardı.
Koca memnun değildi; çünkü bir otomobili olduğu hâlde New York’taki işine
kendi otomobili ile gidip gelemiyordu. Zira New York’ta sokakta
otomobil bırakmak çok pahalı bir lükstü. Saati bizim paramızla bir hayli
tutuyor. Otomobili sabahtan akşama kadar sokakta bırakmak o kadar pahalı
oluyordu ki, ancak üç beş komşu toplanıp birinin arabasına binmek suretiyle,
yani bizdeki gibi dolmuş yaparak New York’a inebiliyorlardı. Demek ki
noksan kalan bu keyfi de yerine getirebilmek için biraz daha fazla kazanmak
lazımdı.
Evin hanımı memnun değildi: Giyimi kuşamı, çocuklarının tahsili,
her şeyi, her şeyi temin edildiği hâlde kocası henüz eve bir televizyon
alamamıştı. Çünkü çok pahalı idi. Hâlbuki bazı komşular televizyon edinmeye
muvaffak olmuşlar. Mühim maçları seyretmek için arada bir onlara gitmek
mecburiyetinde kalıyordu. Bu olur muydu? Hanımın yüzünü mahzunlaştırarak,
“Niçin bir televizyonumuz olmasın, bizim neyimiz eksik?” diye şikâyet edişini
bir görseydiniz yüreğiniz sızlardı. Ama koca emindi. Birkaç saat daha fazla
çalışarak bunun da mutlaka üstesinden gelecekti.
Başka bir aile ile tanıştık. Onlar berikilerden daha zengin, daha
refahta idiler. Televizyonları da vardı. Fakat hayatta bir dünya turu yapmak,
yabancı memleketleri görmek istiyorlardı. Paraları işte buna yetmiyordu. Onun
için karı koca milyoner olmayı kafalarına koymuşlardı. Amerika'da çabucak milyoner
olmak için herkesin işine yarayacak bir şey icat etmek lazımdır. Bunu da bulmuş
gibiydiler. Fakat henüz gizli tutuyorlardı. İcatları bir tutarsa derhâl
ıs
milyonlara sahip olacakları için Türkiye'ye de geleceklerini
söylediler. Sonra... Evet sonra bir milyonerin evine gittik. Türkleri çok
sevdiği için adam bize ancak bir pazar günü akşam yemeğini ayırabildi. Meğer
koca milyoner pazar günleri de çalışırmış.
***
Niçin bütün bunlar? Tabii daima daha iyiye ulaşmak için. İyinin
nerede başladığı belli olmadığı gibi nerede bittiği de belli değildir. Daima
daha iyiyi isteyen insanların memleketi olan Amerika, sırf bu yüzden son 20
yıl içinde zenginliğe gark olmuştur.
Hâlbuki Şark'ta iyinin hudutları bellidir. Biraz önce de söylediğim
gibi bir lokma, bir hırka ile başlar. Ve çok zaman orada kalır. Kanaatkârlık
elbette ki kaybedilmemesi gereken hasletlerden biridir. Ama icap ettiği zaman
kanaatkâr olmasını bilmeli. Toprak bomboş dururken bir avuç tarlayı ekerek
“Benim ihtiyacımı bu kadarı karşılar.” deyip oturan, daha fazlasını istemeyen
fakirlikten kurtulamaz.
Başkalarını mesut etmek isteyen insan önce kendisini mesut etmekle
işe başlamalı, derler. Saadet bulaşıcıdır Hemen etrafına yayılmaya başlar.
Mesut insanlardan mürekkep milletler de dünyada mesut milletleri temsil
ederler.
El elden üstün olduğu gibi her iyinin de daha iyisi vardır. Fakat
daha iyiye kavuşmak onu istemekle; ona doğru canla başla gitmeye çalışmakla mümkün
olacaktır Ne kadar iyi olursanız olun; daha iyi olmanız kabildir
DÜNYADAN VE
İNSANLARDAN ŞİKÂYET
Hani bazı insanlar vardır, dünyadan şikâyetçidirler. Bilmem siz de
onlardan mısınız? Tabii, aslına bakarsanız dünyadan şikâyet etmek manasız bir
şeydir. Voltaire filozofun, o her şeyin bir iyi tarafını bulan meşhur
Candide’ine söylettiği gibi, mevcut dünyaların en iyisi yine bu bizim üzerinde
yaşadığımız dünyadır. Yazına da, kışına da, ilkbaharına da, sonbaharına da
doyum olmaz. Hepsinin kendine mahsus bir lezzeti vardır. Hayat, gün olur
sıkıntılı geçer; zahmetler omuzlarımıza ağır bastığı zaman dünyadan soğuduğumuzu
zannederiz ama bu geçici bir şeydir, bir üzüntü anını bir keyifli dakika takip
eder. İnsan her şeyi unutur. Zaten dünya kurulalı beri unutulmamış ne vardır
ki? Büyük hadiseler, büyük felaketler ve acılar, yazı icat edildikten sonra
yalnız hafızalara emanet edilmeyip kitaplara da yazıldığı hâlde yine unutulmuştur.
İnsan hafızası, asırlar boyunca olup biten hadiseler şöyle bir kenarda dursun,
kendi ömrü içinde başından geçenleri bile unutur. Cenabı Hakk'ın insanlara
bahşettiği en büyük nimet, olan bitenleri
unutmamak kabiliyeti değil, ondan daha kuvvetli olan, unutmak
kudretidir. Her şeyi hatırlamış olsaydık hâlimiz ne feci olacaktı, hiç
düşündünüz mü?
***
Filozof Bergson’un bir sözü vardır. “Beynin asıl vazifesi,"
der, “bize hatırlamayı değil, unutmayı temin etmektir. Zaman baba, elinde
sihirli bir fırça, hafızamızda yer eden kötü hadiseleri, bize hiç sormadan
kendi kendine siler. Hatta bu kadarla da kalmaz; fırçası yaldızlı mıdır nedir,
o kötü hadiseleri süsler, güzelleştirir. Ruhumuzu karartan kötü hatıralar
silinip yerine tatlılan geldikçe yaşama sevincimiz artar durur.
Ama beynimizin kendi kendine başardığı bu unutturma vazifesini
engellemeye çalışanlanmız ille unutmayacağım’ diye ayak direyenlerimiz de yok
değildir. Mesela biri kendisine bir fenalık etmiştir. Olur ya! Bu dünya,
dünyaların en iyisi değildir, mevcut dünyaların en iyisidir. Mevcut dünyaların
en iyisinde iyi olmayan insanların da bulunmasını tabii saymalı. Şimdi
‘Filanın bana yaptığını unutmayacağım.’ diye dayatmanın manası var mı? Ama
dayatır; ille o da ona bir fenalık etmek için uğraşır durur. Günün birinde de
fenalık etmeye muvaffak olur ve belki de başına bu yüzden başka bir bela daha
gelir. Şimdi bu adam kendisine yapılan fenalığı unutmamakla iyi mi etti?
Unutsaydı, yani beyninin unutturmak için sarf ettiği gayreti durdurmaya
çalışmasaydı kendisine ne büyük bir iyilik etmiş olacaktı, değil mi?”
***
Unutmak üzerine pek güzel bir makale yazmış olan psikolog Sansgter,
filozof Kant'tan bahsederken şöyle diyor:
“Kant'ın Lampe adında pek sevdiği bir uşağı vardı. Filozof ona çok
derin bir itimatla bağlı. Günün
birinde, yıllarca itimat ettiği bu uşağın kendisini bir düziye
soymakta olduğunu fark etti ve uşağı derhâl kapı dışarı etmek zorunda kaldı.
Tabii pek üzüldü, üzüldü ama hatıra defterine de şöyle yazdı: ‘Lampe’yi unutmam
lazım geldiğini hatırlamam gerek.”'
Kötü şeyleri unutmak için insan, hafızasının yardımına işte böyle
koşar.
***
Yine başladığımız noktaya gelelim:
İnsanlar dünyadan şikâyet ederler ama dünya-o kadar güzel, o kadar
yaşanmaya değer bir âlemdir ki, şikâyet etmenin manası yoktur. Zaten insanlar
asıl dünyadan değil, insanlardan şikâyetçidirler. İnsanların yalnız
kendilerini düşündüklerini, başkalarına yardım eli uzatmadıklarını, bu yüzden
kendilerinin bir kenarda kaldıklarını söyleyenler çoktur.
Bu da yanlıştır. İnsanların en kötüsü bile başkasına yardım
etmekten hususî bir zevk duyar. Yeter ki, yardımı, pek gönülden istemiş, bu
isteğin altında hiçbir hasis menfaat gizlenmemiş olsun. Siz yolunuzu
şaşırsanız da dünyanın en fena adamına yol sorsanız işini gücünü bırakır, size
gideceğiniz yeri, eğer biliyorsa, tarif eder. Bir şey öğrenmek isteseniz sokakta
rastladığınız herhangi bir adama sorunuz; bildiği kadarını size söylemeye
gayret eder. Ama bu adamdan para isterseniz tabii vermez. Kendi çıkarınızı
temin etmesini onun bir vazifesi hâline getirmeye kalkarsanız elbette hiç
oralı olmaz. Çünkü bunlar insanın kendi gayretiyle kendisi için yapabileceği
şeylerdir. Fakat yetişmek isteyen, öğrenmek isteyen, hatta istemeye karar veren
adam aradığı yardımı görür.
***
Son gelen mecmualardan birinde ünlü musiki münekkitlerinden Fulton
Oursler musiki münekkitliğine* nasıl başladığını pek hoş bir şekilde anlatıyordu.
Kendisi henüz yirmi yaşlarında imiş. Baltimore şehrinde yeni girdiği bir
gazetede daktilo makinesi ile yazı yazıyormuş. Birdenbire yazı işleri müdürünün
kendisini çağırdığını haber vermişler. Kalkmış, korka korka yazı işleri
müdürünün huzuruna çıkmış. Adam koltuğunda şöyle bir dönerek delikanlıya:
— Oğlum, demiş, sen piyano, keman çalmasını bilir misin?
Oursler:
— Hayır efendim! diye cevap vermiş.
— Şarkı söylemesini?
— Onu da bilmem.
— Öyle ise, demiş yazı işleri müdürü, şimdi sen filan konser
salonuna git. Orada meşhur keman üstadı Kreisler bu akşam bir konser verecek.
O konserde bulun ve bir tenkit yazısı yazıp bize getir. Başka çaresi yok.
Çünkü musiki münekkidimiz bu akşam öldü!
Oursler ne yapsın? Her ne pahasına olursa olsun gazetede mutlaka
tutunmak da istiyor. Kalkmış, konsere gitmiş. O zamana kadar musiki ile hemen
hiç meşgul olmamışmış. Çocukken kiliselerde biraz koro dinlemiş, parklarda
orkestraların önünden geçerken biraz kulak kabartmışmış. Daha sonraları
okumaya pek merak sardığı için Beethoven’in, Haendel'in, Hydn’ın hayatlarına
dair birkaç kitap da okumuş ama, hiç dinlememiş.
Hâlbuki şimdi dünyanın en meşhur keman üstatlarından birinin
konserini dinleyip tenkit etmek mevkiinde.
Zavallı Oursler dinlemiş, dinlemiş, konserin sonu gelmiş. Herkes
kalktığı zaman “Ben şimdi ne yapacağım?” diye düşünürken birden karar vermiş.
Kreisler’in locasına doğru yürümüş. Meşhur üstat orada birkaç kadınla
görüşüyor, tebrikleri kabul ediyormuş. Bu sırada bizimki locaya dalmış.
Kreisler'e “Üstat sizinle hususi bir mevzu etrafında görüşmek istiyorum."
demiş. Adam da birden şaşırmış. Bu müracaat tuhafına gittiği için onu bir kenara
çekerek “Söyle bakalım ne istiyorsun?" demiş. Bizimki de başına geleni
olduğu gibi anlatmış. Musiki tenkidi vadisinde ilk makalesini yazması için
kendisine yardım etmesini rica etmiş.
Kreisler o kadar memnun olmuş ki bu delikanlının arzusunu yerine
getirmiş. Ona, yazacağı şeyleri bir bir söylemiş. Ertesi gün makalesi çıktığı
zaman herkes o kadar beğenmiş ki gazetenin musiki sütununu kendisine
vermişler. Beş sene sonra New York şehrinde çıkan bir musiki
mecmuasının başına geçmiş.
***
Bu hikâyeyi anlattıktan sonra Oursler diyor ki: “Geçirdiğim
tecrübe bana gayet mühim bir şey öğretti: Şartlar ne kadar güç, ne kadar
ümitsiz olursa olsun, insanlar, kendilerinden samimiyetle bir şey istediği
zaman onu vermeye, yardım etmeye, iyilik etmeye hazırdırlar. Bu, yalnız büyük
adamlar için böyle değildir, insanların pek çoğu da aynı hislerle doludurlar.
Yeter ki, insan bir yardımı gönülden istemiş olsun."
Bu güzelim dünyadan da, bu dünyayı dolduran insanlardan da
şikâyetçi olmayalım.
Şu birkaç günlük ömrümüzü saadet içinde geçirmek hepimizin tek
arzusudur. Hatta yalnız kendimiz değil, devlet de bütün teşkilatıyla bütün
imkânlarını milleti biraz daha mesut' etmeye muvaffak olmak için kullanıyor
Zaten hayattaki her türlü çabanın sonu hep bu kapıya çıkar Devlet
adamlarından, ilim adamlarından, kâşiflerden, mucitlerden tutun da, filozoflara,
ediplere, şairlere kadar herkes insanları daha mesut etmek için çalışmaktadır
Gel gelelim, mesut olmak öyle kolay olunur şeylerden olmadığı için gene de
saadete bir türlü erişemediğinden şikâyet edenler çoktur Hatta filozoflara
bakarsanız, insanların mesut olmalarına bazen tabiatları, yaradılıştaki
özellikleri mâni olmaktadır Umumiyetle mesut olmanın başlıca şartı sayılmasına
rağmen zenginlik de her zaman insanlara saadet getirmiyor Bakıyorsunuz zengin
bir adam, her istediğini yapabilecek kudrette görünen bir adam can sıkıntıları
içinde, tatsız bir hayat sürmekte ve mesela kıt kanaat geçinen bir adamın
hayattan aldığı zevki bir türlü
alamamaktadır. İşte saadet dediğimiz şey de zaten budur, bu,
hayattan zevk alabilmek kudretidir.
***
Zamanımızın pek itibarlı filozoflarından biri olan İngiliz filozofu
Bertrand Russell “Dünyada mesut dediğimiz insanların en göze çarpan özellikleri
kendilerinde yaşama zevki olmasıdır.1’ diyor.
“Yaşama zevki” deyip geçmek kolay, ama nedir bu yaşama zevki?
Filozof diyor ki: “Yaşama zevkinden ne kastedildiğini anlamanın en
kısa yolu insanların nasıl yemek yedjklerine, daha doğrusu yemekler karşısında
aldıkları vaziyete bakmaktır. Dünyada öyle insanlar vardır ki, yemek onlar
için bir angaryadan başka bir şey değildir. Yiyecekler ne kadar iyi, ne kadar
mükemmel, ne derece nefis olursa olsun onları sarmaz. Tıpkı yasak savar gibi
birkaç lokma atıştırıp sofradan kalkmaya bakarlar.
Gene birtakım insanlar vardır, doktor kendilerine yemek yemezlerse
kuvvetten düşeceklerini söylemiştir. Bu korku ile sanki bir vazife yapar gibi
yemek yerler.
İnsanların birtakımı da zevk düşkünüdür. Yemeğe iştah ile başlarlar,
az sonra yemeklerin umdukları kadar iyi olmadığına hükmederek, yüzlerini
buruştura buruştura ve tabii söylene söylene sofradan kalkarlar.
Oburlar; bilirsiniz ki, yemeklerin üzerine bir yırtıcı kuş gibi
atılırlar, çok yerler ve bu yüzden hasta olurlar.
Bütün bunlardan sonra öyle insanlar da vardır ki yemeklerine iştah
ile başlarlar, önlerine ne konursa mesele çıkarmadan yerler ve açlıklannı
giderecek kadar yiyip sofradan kalkarlar. Bu gibiler yalnız yemek
sofrasında değil, çeşitli dünya nimetleri sofrasında da kendi
paylarına düşen şeyler karşısında aynı şekilde hareket etmektedirler. Mesut
adam da işte bu sonuncusuna denir. Çünkü yemekte iştah ne ise hayatta da şevk,
yaşama zevki odur.
***
Şimdiye kadar saydığımız bu tiplerden yemek yemeyi angarya
sayanlar melankolik, kötümser, yaşamak hevesi düşük insanlar takımındandırlar.
Yemeği bir vazife yapar gibi yiyen hastalar dünya zevklerinden el etek çekmiş
olanlara misaldir. Oburlar, hayatta her şeyin aşırısına gitmeye meyilli tipin
karşılığıdır. Zevk düşkünleri ise güç beğendikleri için hayatın keyfini kendi
kendilerine kaçıran insanların örneğidirler.
İşin garip tarafı, bütün bu tipler, belki yalnız oburlar bir
tarafa, normal, iştahı yerinde, çabuk beğenen, açlığını giderince sofradan kalkan
diye tarif ettiğimiz adamı küçük görür, kendilerini ondan üstün sayarlar.
İnsanın kamı acıktığı için hayatı sevmesini bayağı bulur, böyle insanlara daima
yukarıdan bakarlar.”
Ben bu görüşe pek katılamıyorum, diyor Bertrand Russell. Her
hoşnutsuzluk bence bir hastalığa işarettir. Farz edelim ki bir adam çilek
seviyor; başka bir ’^am da sevmiyor. Şimdi neden çilek sevmeyen çilek seven
adamdan daha üstün olsun? Çileğin iyi veya kötü olduğunu ispat etmek zor bir
iştir. Sevenler için iyidir, sevmeyenler için kötüdür. Ama şu da besbelli ki,
çileği seven, ondan zevk alan adam, çilekten hoşlanmayan adamın bilmediği,
tadamadığı bir zevke sahip demektir. Üstelik hayata kendini daha iyi
uydurabildiği, her şeyden zevk aldığı için de ötekinden daha hoş bir ömür
sürecektir.
Şimdi de bu alelade örneği genişleterek daha mühim neticelere
varabiliriz. Mesela bir futbol maçını seyretmekten hoşlanan adam, futboldan
hoşlanmayan adamdan daha üstündür. Gene aynı şekilde, okumayı seven adam
sevmeyenden daha üstündür. Üstelik okuma fırsatı futbol seyretmek fırsatından
daha sık ele geçtiği için zevk almak imkânı daha fazladır. Hayatta bir insanın
alakalanabileceği mevzular çoğaldıkça mesut olmak imkânı da çoğalın Çünkü
bunlardan birini kaybetse ötekilerle avunabilecektir. Saadet işte bu avunmanın,
kendini bir şeye vermenin içindedir. Hayatımız her ne kadar her şeyle
alakalanmamıza yetmeyecek kadar kısa ise de basit s alakalarımız günümüzü
doldurmaya kâfi gelebilir.
Herhâlde polis romanları okumuşsunuzdur. Mesela polis hafiyesi
günün birinde sokakta bir şapka bulur. Onu birkaç dakika inceledikten sonra bu
şapkanın sahibinin içki yüzünden perişan olmuş ve karısı tarafından artık
eskisi kadar sevilmeyen bir adam olduğunu söyler. Nereden çıkarır bunu polis
hafiyesi? Bu bir alaka meselesi, hayatın türlü yanlarına dikkat etmek ve onlan
zevkle inceleyip sonuçlara varmak meselesidir.
Hayatta rastladığı her şeyle meşgul olmadın) bilen insana yaşamak
hiçbir zaman sıkıntılı gelmez. Bu dünya, gelinebilecek dünyaların elbette ki en
iyisidir ve mevzuları en çeşitli olanıdır. Etrafında gördüğü şeylerle
alakalanmasını bilen insan, hiçbir şeyle meşgul olmayan insandan daha fazla
muhitine uyacağı için ömrü daha keyifli, demek ki daha mesut geçecektir.
Hani birtakım insanlar vardır, uzun bir tren yolculuğuna çıkarlar,
kompartımanda altı kişi ile veya on
kişi ile diz dize otururlar ama hiçbiriyle konuşmazlar. Hiçbiriyle
ahbaplık etmezler. Öylece, kendi içlerine kapanmış bir hâlde can sıkıntılarına
uğrayarak yolculuğu sona erdirirler. Buna karşılık öyle insanlar da vardır ki,
daha kompartımana girdikleri anda hemen sağdaki ile soldaki ile ahbap
oluverirler, bir muhabbettir başlar. Laf lafı açar; hikâyeler açılıp dökülür;
rahatsızlıklarını bile fark etmeden yolculukları sona erer. Şimdi bu iki
insandan hangisi mesut olmaya daha istidatlı? Tabii İkincisi değil mi?
***
Yaşama zevki olanlar ayrıca ölçülü insanlardır. Aşırılık ne kadar
felaket getirmeye sebep olursa ölçü de o derece saadet getirmeye yarar. Yemek
misalinde oburdan bahsettik. Oburluk yalnız yemekte olmaz. Her şeyin oburlan
vardır. Mesela Napoleon’un kansı İmpar.atoriçe Josephine’in elbiseye karşı
bitmez tükenmez bir oburluğu vardı. Napoleon ilk zamanlarda pek sesini
çıkarmamış, ama sonra terziden gelen faturalar kabardıkça kızmaya başlamış.
Günün birinde de dayatmış; terziden gelen faturayı kendisi uygun bulursa
ödeyeceğini karısına bildirmiş.
Josephine ne yapsın? Elbise yaptırmaya da bir türlü doyamıyor.
Terziden gene pek dolgun bir fatura gelince bu sefer Napoleon’a göstermekten
korkmuş. Harbiye Nazın’na giderek bu faturayı ordu faslından ödemesini istemiş.
Nazır da ödemezse Napoleon kızar, kendisini işinden atar diye korkmuş, terzi
faturalarını ödemeye koyulmuş, Josephine böylelikle bütçedeki tahsisatın
dibine dan ekmiş ve Fransızlar, rivayete göre, Cenova’yı bu yüzden
kaybetmişler.
Yalnız yemek bahsinde değil, her türlü oburluktan kendinizi
korumanızı ve her şeyle alakalanarak hayatınıza saadet katmanızı dilerim.
Asık suratlı insanlardan hoşlanır mısınız desem tabii bana
gülersiniz. Zaten ben de biraz gülmeniz için söze böyle başladım. Güler yüze ve
gülmeye dair olan bu konuşmayı asık suratla dinlemenizi istemem tabii.
Konuşurken söze başladığınız sırada karşınızdakinin kaşlarını çattığını, asık
bir suratla sizi dinlediğini görürseniz konuşmak hevesiniz kırılır. Lafı kısa
kesip bu tatsız sohbeti bir an önce bitirmeye bakarsınız. Bir de
karşınızdakinin sizi güler yüzle dinlediğini, hatta araya biraz da tatlı söz
karıştırarak sohbete renk verdiğini görecek olsanız konuştukça konuşacağınız
gelir.
Zaten öyledir. Güler yüz her şeyden önce insana cesaret verir.
Çünkü güler yüzlü insanlar her kusuru hoş gören, affeden insanlardır. Dünyada
ilk adımlarını yeni atmaya başlamış bir çocuğa herkes güler yüzle bakar. Onun
her kusuru yapabileceğini ve bütün bu kusurların affedilmeye layık olduğunu
önceden kabul ettiğimiz için çocuk karşısında gülümser bir yüz takınırız. Olgun
insanlar yalnız çocuklara değil,
herkese affedici, kusura pek aldırmayıcı bir yüzle bakarlar. Bu
dünya öyle çatık kaşla dolaşmaya, şunun bunun kalbini kırmaya değer bir dünya
değildir. Onun için güler yüzlü insanlar arasında yaşayanların hayatı daha
tatlı geçer.
***
Bazı kimseler vardır, sanki Cenabı Hak onlara gülmeyi yasak
etmiştir. Gülümsemeyi aklı başında adamın ciddiliğini bozan bir hâl sayarlar.
Yüzgöz olmasınlar diye çocuklanna gülmezler; laubali demesinler diye
komşularına gülmezler. Kaşları sanki kudretten çatılmıştır. Çalışırken çatık,
konuşurken çatıktırlar Hatta kendilerine ettikleri zulüm yetmiyormuş gibi
gülenlere de kızarlar.
Hayatı böyle saymak çok yanlıştır Unutmayalım ki, biz insanların
hayvanlardan bir farkımız konuşmaksa öteki farkımız da gülmektir. Hiç siz
ömrünüzde gülen, kahkahalar savuran bir hayvan gördünüz mü? Zavallılar kim
bilir ne kadar gülmek istiyorlardır! Hatta insan kardeşlerinin öyle bazı
tuhaflıklan vardır ki, onlann karşısında herhâlde kahkahalarla gülmek için can
atıyorlardır Ama, ne hikmetse, yüzleri gülmeye elverişli bir şekilde
yaratılmamıştır Kendilerini ne kadar zorlasalar gülemezler Hâlbuki insanlar,
çok şükür, gülebiliyorlar Bu imkânı niçin kullanmamalı?
Alain filozof hiddetin bir hastalık olduğunu söyler Hem de hiddeti
öksürüğe benzetir Nasıl öksürük bir gıcıkla gelirse hiddet de öyledir Bir kere
başladı mı bir kere ile kalmaz; iki de bir öksürdüğünüz gibi iki de bir de
hiddetlenir, sağa sola çatarsınız. Bu hastalığın bir tek tedavisi vardır O da
gülmeye alışmaktır
Gülmeye alışmak deyip geçmeyiniz. İkinci Cihan Harbinden önce,
belki de Birinci Cihan Harbinin yarattığı ruh hâli yüzünden Avrupa’da bazı
milletler çok
az güldüklerini fark etmişlerdi. Âdeta neşe azalmış, insanlar
fazlasıyla somurtur olmuşlardı. Bunun en çok Macarlar farkına varmışlar ve
hatınmda kaldığına göre Budapeşte şehrinde insanlara gülmeyi öğreten bir mektep
açmışlar. O zaman bu mektebe pek çok öğrenci yazılmış; özel olarak
yetiştirilmiş hocalar gülmeyi ya öğrenmemiş veya unutmuş olan yaşlı başlı
öğrencilerine hayatın türlü hadiseleri karşısında evlerinde, çalıştıkları
yerierde, kulüplerde, gazinolarda, hatta eğlence yerlerinde nasıl güleceklerini
öğretmişler. O insanlar şimdi ne hâldedirler pek bilmiyoruz ama fi tarihinde
insanları biraz olsun gülmeye alıştırmak için harcanan gayret herhâlde boşuna
değildi. Nitekim Tagor filozof da kendi hususi mektebinde öğrencilerine günde
bir saat gülmeyi, kahkahalarla gülmeyi değilse bile, gülümsemeyi belletiyordu.
Japonlarda yüksek terbiye, en büyük matem günlerinde bile gülümsemeyi emreder.
Kocası ölen bir Japon kadını ziyaretçilerini gülerek karşılamak zorundadır.
***
Hayatı iyi karşılamanın sırrını bulabilmek için her şeyden önce
gülümsemeyi öğrenmeli. Belki siz de bilirsiniz: Her hadiseyi güler yüzle
karşılayan bir adama; “Eh... Hayatta muvaffak olduğun için sen tabii daima
gülersin. Ama biz öyle miyiz ya?" demişler. Adam, bir kere daha gülmüş,
“Yanılıyorsunuz, hem de çok yanılıyorsunuz. Ben hayatta muvaffak olduğum için
gülmüyorum. Tam tersine! Güldüğüm için hayatta muvaffak oluyorum.” demiş. Bu
söz boşuna söylenmiş bir söz değildir. İçinde bilinmesi gereken bir hakikat
saklı.
Soğuğa dayanmanın en emin çaresi soğuğu sevmektir, derier.
Gerçekten insan soğuğu aradığı zaman, ne kadar şiddetli olursa olsun,
müteessir olmaz. Sıcacık şehir dururken karlı dağlara çıkanlar,
vaktinden önce kışı arayanlar vardır. Karların içinde, gömleklerini
de çıkararak, bir pantolonla âdeta çıplak gezerler. Soğuk, sıfırın çok altında
olduğu hâlde onları üşütmez. Soğuğu sevdikleri için ona seve seve dayanırlar.
Hayata dayanmanın en emin çaresi de hayatı sevmektir. İnsan bir kere hayatı
sevince onun bütün külfetlerine katlanır;, hiçbiri ağır gelmez. Sizi çok seven
anneniz nasıl sizin yüzünüze hep gülerek bakarsa siz de hayata öyle güler güzle
bakar, etrafınızdaki insanlara da neşe verir, hayatın bir kat daha
güzelleşmesine hizmet edersiniz.
“Güleriz ağlanacak hâlimize.” diyen şair, emin olunuz ki, hata
ediyor. Ağlanacak bir hâl karşısında ağlamaya kalkan adamdan hiçbir fayda
gelmez. Fakat gülümseyen adamda, ümit vardır: Bu hâlin bir çaresini bulacak
demektir.
Güler yüzün çözemeyeceği hiçbir mesele yoktur. Buzlar güneş
karşısında nasıl erirse çetin meseleler de işe güler yüzle başlayan ve öylece
devam eden insanların elinde çözülür. Asık surata kapanan kapılar güler yüze
açılır.
Bektaşi’nin hikâyesini bilirsiniz: 80 yaşında öldüğü hâlde mezar
taşına “5 sene yaşadı” diye yazdırmış. Bu beş sene onun hayatta gülerek, neşe
içinde yaşadığı, gam kasavet nedir bilmeden hoşça geçirdiği senelermiş.
Hayatınızı yaşadığınız yıllar boyunca uzatabilmek için her anınızı gülerek
geçirmeniz lazımdır.
Gene bizim bir şairimiz bir dostuna hediye ettiği resminin altına
“Ağlarım hatıra geldikçe gülüştükîerimiz!” diye yazmıştır. Bu da güzel bir
sözdür. Çünkü en iyi hatıra gülerek geçen günlerin hatırasıdır. Hayatta o
günlerin sayısı az olursa insan bir gün gelir, “Ne etmişim de gülmemişim!” diye
ağlayabilir.
Yüzünüzden tebessüm eksik olmasın.
Güler yüze dair konuşmanın arkasından tatlı dilin gelmesini tabii
karşılamak.
Mağaza vitrinlerindeki mankenleri bilirsiniz. Hepsi güler yüzlüdür,
içlerinde pek de güzelleri vardır. Ama dilleri olmadığı için soğukturlar. Onlar
her ne kadar insan benzeri iseler de sahici insanları güzel yapan, sıcak yapan
dildir. Ama her dil değil. Dilin de tatlısı olmalı. Allah bir adama her şeyin tatlısını,
yalnız dilin acısını verdi mi ne yapsa kâr etmez. Öylesinin sevimli, cana
yakın olmasına imkân yoktur. Çünkü o dil ağzın içinde her dönüşünde can yakar,
kalp kırar, gönül devirir. “Dil yarası yaraların en derinidir.” derler. Doğru
sözdür. Bıçağın açtığı yara zamanla kapanır; dil yarası, ruhun en gizli
taraflarına doğru boyuna işler, bir türlü kapanmak nedir bilmez.
Üstelik acı dilin zararı
yalnız karşısındakine değildir; kendi sahibini de, dünya güzeli olsa
çirkinleştirir. Nice güzel insanlar vardır ki, dilleri yüzünden sevilmezler.
“Şeytan görsün yüzünü!” deyip bucak bucak kaçtığımız insanlar hep o
insanlardır.
***
Ama tatlı dii öyle mi ya? Yılanı deliğinden
çıkarır, derler. Yılan pek insan dilinden anlamaz ama tatlı dilin neler yapmaya
yettiğini anlatmak için herhâlde böyle demişler. He kadar öfkeli olursanız olun
tatlı dil sizi yatıştırır. En yapmayacağınız işleri size tatlı dille, güler
yüzle yaptırıverirler. “Haydi şekerim şunu yapıver!” demek başka, “Kalk şunu
yap!” demek başkadır. “Kalk şunu yap!” dedikleri zaman “Ne etsem de yapmasam?”
diye düşünürsünüz. “Ne diye yapacakmışım? Mecbur muyum? Başkası yapsın! Hep
bize mi yükleniyorlar? Yapmayacağım işte!” dersiniz. Ortada hiçbir sebep olmasa
bile dayatmanın yollarını ararsınız; eninde sonunda yapmaya mecbur olsanız
dahi iyi yapmaz, baştan savarsınız. Çünkü bu emir size dilin tatlı tarafından
gelmemiştir. Bir de, “Haydi şekerim, ne olur, şunu yapıver." dediklerini
düşünün. İşleriniz biraz ters gitmiş, eve yorgun gelip koltuğa henüz sırtınızı
dayamış bile olsanız bu tatlı dil sizi yerinizden kaldırır. İşleriniz ters
gitmişse “Bunda evdekilerin ne suçu var?” diye düşünürsünüz. Ne kadar yorgun
olursanız olun, ufak bir zahmetin sizi daha fazla yormayacağına kendi kendinizi
inandırmaya çalışırsınız. İçinizden bir kuvvet bu tatlı emri yerine getirmeniz
için sizi sanki zorlar. Çünkü tatlı dil suratınıza çarpmamış, kalbinize
işlemiştir. İnsan kalbi de pek gevrek bir şeydir. Acı dil onu nasıl kınverirse
tatlı dil de imar eder. Tatlı dilin emrini o keyifsiz hâlinizde yerine
getiriverirsiniz.
İşte tatlı dilin mucizesi budur. Konuşmayı, sözün sırasını
getirmeyi de bir hüner saymalı. Tatlı konuşmalarıyla tanınmış insanlar vardır.
Onları dinlemek başlı başına bir zevktir. Hatta bu türlü insanlarla konuşmaya
gitt’niz mi söz yavaş yavaş güzel konuşanın, tatlı dillinin ağzında kalır. O
söyler, siz dinlersiniz.
Saatlerce hiçbir şey söylemeseniz bile o tatlı sözlerle siz
konuşmuş gibi olursunuz. Hani bazı insanlar için “ağzından bal akıyor"
derler, işte bu ağızdan akan bal, tatlı dilin balıdır.
Tatlı dil insan için başlı başına bir kuvvettir. Dünyaya biraz
sevimli olarak gelmenin elbette büyük avantajları var. İnsanlar başkaları
hakkındaki ilk hükümlerini yüzlerine bakarak verirler; sonra konuşması yoklanır.
Gerçi insanın dili ağzının içinde kolay dönmüyorsa, düşüncelerini çabucak,
güzel cümleler hâlinde ağzından dökemiyorsa bu gibi hâllerde susmak en emin
çaredir. Konuşmaktaki noksanlarını bilen bazı zeki insanlar susmayı becermek
suretiyle muvaffak olurlar. Bütün ömürleri boyunca sustukları için yükselmiş
insanlar çoktur. Ama asıl muvaffakiyet konuşmakla olur. Güler bir yüz, tatlı
bir dille tamamlandığı zaman insana bütün kapılar açılır. Söze başlarken de
söylediğim gibi tatlı dil, sevimli görünmeyen, hatta soğuk görünen yüzleri
bile ısıtır, cana yakın kılar. Tatlı dile bütün kapıların açılması bundandır.
Tabii bilirsiniz, Adana, Mersin, Maraş gibi güney ve güneydoğu vilayetlerimizde
halk ağzında “dil” kelimesi “anahtar" manasında kullanılır. Hatta biraz
daha yukarı çıkarsanız mesela Erzincan’da düğünlerde, gerdeğe girilinceye
kadar gelin susar, ağzını açıp bir kelime söylemez. Gerdek akşamı gelini
söyletmek için güvey kıymetli bir hediye verir ki, bu hediyeye Erzincan’da
“Dilbağı" derler. Tıpkı İngilizlerin dizbağı nişanı gibi. O hediye ile gelinin
dili çözülür. Yani, anahtarı işlemeye başlar.
***
Gerçekten dilin, tatlı dil olmak şartıyla, açamayacağı kapı,
çözemeyeceği düğüm yoktur. Gönüller onunla alınır. Tarihte tatlı dille
memleketlerin bile
fethedildiği görülmüştür. Hele kadın hükümdarlar dilleriyle komşu
krallardan hayli toprak koparmışlardır. Zaten bütün mesele gönülleri
fethetmeye dayanır. En usta politikacılar, milletleri dövüştüren politikacılar
değildir, gönülleri ele geçirerek topladıkları sevgi ile işlerini gören
politikacılardır.
“Mademki tatlı dil her kapıyı açan sihirli bir anahtardır, öyle
ise ne duruyoruz, dilimizi tatlılaştıralım.” diyen bilmem bulunur mu? Çünkü bu,
ha diyince olacak işlerden değildir. Gönülleri fetheden tatlı dil bütün gücünü
gönülden alır. İnsanın dilinin tatlı olması için gönlünün tatlı, iyi olması
lazımdır. Kötü bir adamın dökeceği tatlı dil, tilkinin kargaya döktüğü tatlı
dil gibidir. İnsanı belki kısa bir zaman için aldatır ama çabucak da foyası meydana
çıkar. Hakiki tatlı dil iyi insanda olur. Yüreği merhametle, sevgi ile dolu
insanın dili de kendiliğinden tatlılaşır. Bu geçici dünyada gönül yıkmdnın,
kalp kırmanın boşluğunu sezecek kadar olgun bir hayat anlayışına varmalı ki
insan, en küçüğünden en büyüğüne kadar tatlı dille, güler yüzle seslenebilsin.
***
Bilhassa insanları idare etmek sanatını iyi bilenlerin dilleri
tatlı olur. Alman İmparatoru Charles Quint, bilirsiniz, saat meraklısı idi. İşi
gücü, etrafına topladığı on, on beş saati aynı zamanda çaldırmaya, daima
hepsinin aynı zamanı göstermelerini temin etmeye çalışmaktı. Kendisi dünyanın
en güç işinin bu olduğunu söylemişti. İnsanlar da kendi başlarına birer saatten
başka bir şey değildirler. Kimisi ileri gider, kimisi geri kalır. Biri
neşelendiği zaman öteki kederler içindedir. Bazısında çalışma gücü fazla,
bazısında azdır.
İnsanları idare etmek sanatını iyi bilenler tıpkı saatleri ayar
etmeye çalışan İmparator gibi insanları ayar etmeye çalışırlar ve güçleri,
kuvvetleri ile değil, ancak güler yüzleri, tatlı dilleri sayesinde bu zor işte
muvaffak olurlar. Dünya hükümranlığı peşinde koşan Charles Quint günün birinde,
“Ben on saati ayar etmekten âciz olan bir insan, milletleri nasıl ayar
edebilirim?” diyerek teessüre kapılmıştır. Fakat o haristi. İnsanları zorla
emri altına almak, kırıp dökerek hâkim olmak istiyordu. Hâlbuki tatlı dilli
adam böyle bir teessüre kapılmaz, kimse kendisine diretmeyeceği için her
gittiği yere huzur götürür. Onun tatlı dili en tembeli, en gönülsüzü bile şevke
getirdiği için hayat yükü ağırlığını hissettirmez olur. Dakikalar, yatağına
alışmış bir su gibi şırıltılar içinde akar gider.
Gönülden temenni ederim: Hayatınız güler yüzlü, tatlı dilli
insanlar arasında geçsin.
İnsanın kaç yaşına geldiği zaman çocukluktan ayrılmış sayılacağını
kestirmek öyle kolay işlerden olmadığı için, bunu bana soran bir aziz dostumun
arzusunu yerine getireceğim diye epey terlediğimi burada itiraf ederek söze
başlamak istiyorum. Tanıdıklarımız arasında öyleleri vardır ki, yaşları epey
ilerlemiş olduğu hâlde zaman zaman çocukça hareketler yapmaktan kendilerini
bir türlü alamazlar. Acaba bu çocukluk denen şey hangi yaşta biter? Gerçi insanların
yüzlerce yıl yaşadıkları rivayet edilen çok eski devirlerde yüz yaşına
basanların oynamak üzere kapının önüne çıkmalarına anneleri izin verir, fakat
anneler ezelden beri ihtiyatlı davrandıkları için, ne olur ne olmaz, bir
tarafa gidip kaybolmasınlar diye de onları bellerinden iple kapıya bağlamayı
ihmal etmezlermiş. Nuh Peygamber’in 950 yıl yaşadığını ve meşhur Tufan
hikâyesinin de kendisi 500 yaşlarında bir delikanlı iken cereyan ettiğini tabii
bilirsiniz. 950 yıl yaşayan bir insanın yüz yaşında iken çocuk sayılmasını
tabii bulmamak elbette mümkün değildir.
Fakat şimdi insanlar, birkaç yüz yıl yaşamak şöyle dursun, yüz yılı
bile doldurmakta güçlük çektikleri için çocukluk yaşı da ona göre gerilemiş
bulunuyor.
Fakat ne kadar gerilemiş olursa olsun çocukluğun, hele büyük
şehirlerde otuz yaşına kadar sürdüğünü kabul etmeli. Zaten hesap da meydandadır.
Bir çocuk yedi yaşına gelince mektebe başlar. Mektep dediğiniz şey öyle çabucak
bitmiyor. Yalnız bir lise diploması alabilmek için en az 12 yıl dirsek çürütmek
lazımdır. En az on yıl diyorum, çünkü hocalar, gençliğin tabiriyle söyleyeyim,
insanı bazen çaktırmaktadır. Böyle bir çakıntıya uğramadığını farz etsek bile
delikanlımız liseyi bitirdiği zaman 1920 yaşlarındadır. Üstelik zamanımızda
liseyi bitirmek de pek bir şey bitirmek sayılmıyor. Bu ancak yüksek tahsile
başlayabilecek, yani kendisine bir iş temin etmeye yarayacak bir mektebe
gitmeye sıra geldiğine işarettir. Çocuğumuz tesadüfen yüksek tahsilin en
uzununu seçerse daha altı yıl uğraşacak, mektep sıralarında defter dolduracak,
imtihandan imtihana girecek demektir.
***
İnsanın çocukluktan ne zaman kurtulmuş sayılacağını soran aziz
dostum bir erkek olduğu için örneği erkekten almak lazım geliyor. Delikanlımız
25-26 yaşlarına geldiği hâlde hâlâ mekteptedir; okumaktadır. Kendisini
anasının, babasının düşünmesi, cebine harçlığını koyması, üstünü başını zaman
zaman yenilemesi, stadyum ve sinema masraflarını karşılaması lazımdır. Artık
mektebe giden bir çocuğa da büyük adam muamelesi yapamayız ya! Kucağa alıp da
dizde hoplatmak bir tarafa, bir çocuğun istediği bütün dikkati ona göstermek
lazımdır. Kendisi eğer doktora yapmaya, ihtisas edinmeye kalkarsa askerlik
hizmetinin bitmesiyle beraber otuz yaşlannda eli ekmek tutacak ve
böylelikle gerçekten uzun süren bir çocukluk devresini selametle sona erdirmiş
olacaktır.
Eskiden bıyıkların terlemeye başlamasını çocukluktan çıkmaya delil
sayarlardı. Hâlbuki şimdi çocukluk devresinde bıyıklan terbiye etmek, hatta sakal
bırakmak için hayli zaman vardır. Çocukluktan kurtulmak ancak elin ekmek
tutmasıyla kabil oluyor. Zamanımızda, ne olursa olsun, hiç değilse otuz yaşında
elin ekmek tutması da bir zarurettir.
***
Amerikalılar, bilirsiniz, anket meraklısıdırlar. Her münasebetle,
herkese sualler soran müesseseleri vardır. Bu müesseselerden biri otuzuncu
yaşına basmış bir delikanlıya ne hissettiğini sormuş. O delikanlı da, “İnsan
otuzuncu yaşına bastığı gün artık âlemin kendisini geçindirmeye mecbur
olmadığını pek acı acı seziyor.” demiş. He kadar doğru değil mi? İnsan otuz
yaşında yalnız âlemin kendisini geçindirmeye mecbur olmadığını sezmez, daha
başka şeyler de sezer. Mesela vücudunda taşıdığı kudreti ölçebilecek hâle de
gelmiştir. Günde kaç sigara içebileceğini ve kaç merdiveni bir hamlede
çıkabileceğini hesap etmenin zamanıdır. Çünkü kalp vücudun neresinde çalışmakta
olduğunu bu yaşlarda hissettirmeye başlar. Bilir misiniz; “Hakiki sağlık
insanın iç uzuvlarının nerelerde olduğunu bilmemesi imiş.” derler. Midenizin
nerede olduğunu hissettiğiniz gün sıhhatiniz bozulmuş, hiç değilse mideniz
rahatsızlanmış demektir. Bir çift böbreğe sahip olduğunuzu bildiğiniz anlarda
onlar mutlaka bir mesele çıkarmış demektirler. İşte bu gibi uyarmalar otuz
yaşından sonra başlar. Üstelik insan kendisinin ne olduğunu ikide bir sormak
lüzumunu hisseder. Bir muharririn
dediği gibi, kabiliyeti ne olursa olsun, otuz yaşlarında eli henüz
ekmek tutmuş bir genç, eğer ana-baba yardımına güveni olmazsa veya bir miras
yememişse, gemisini fırtınadan kurtarmak zorunda olan bir kaptana benzer.
***
Mektepten çıktıktan sonraki senelerde gençlerin çoğu hâllerinden,
hayatlarından memnun değillerdir. Çünkü tuttukları işte arzu ettikleri
mevkilere gelememişlerdir. Aldıkları maaş onların henüz almak istedikleri maaş
değildir. Gördükleri itibar, henüz görmek istedikleri itibar değildir. Gerçi
kendilerini zayıf hissetmezler; kuvvetlerine ve kabiliyetlerine itimatları
vardır. Bazı işleri yapabileceklerine dair sezişler bu yaşlarda başlar.
Önlerinde çeşitli engeller vardır ki, onları aşmak lazımdır. Evlenmek, bir yuva
kurmak, bir çocuk sahibi olmak işleri büsbütün çatallaştırır. Bin bir ihtiyaç
bir anda, sıraya girmek nedir bilmeksizin, ortaya çıkar.
Çocuklukta yalnız kendi kendisiyle baş başa olan genç adam şimdi
etrafını çevrilmiş hissetmektedir. Başkaları için çalışmak, onlann saadetiyle
mesut olmak devri başlamıştır. Sinemaya, tiyatroya gitmek, ufak tefek
eğlenceler için fırsat hazırlamak, eve bir radyo, bir ütü, bir dikiş makinesi,
bir havagazı ocağı, bir elektrikli süpürge, belki de bir çamaşır makinesi
almak icap etmektedir. Eski devirlerde bir kocanın karısına süpürge hediye
etmesi herhâlde müthiş bir rezaletti. Bugün süpürge -elektrikli olmak
şartıylafevkalade bir ikram yerine geçmektedir. Bütün bunlar yapılırken
taksitler de omuzlara ağır basacaktır. Para kazanmak artık ciddi bir meseledir ve
bu parayı da mutlaka kazanmak lazımdır. Her şey, onu, lazım olan parayı
kazanmaya zorlamaktadır.
Bu zorlamalar çocukluğu, çocukluğun safiyetini, acemiliğini,
toyluğunu, havailiğini, çekingenliğini durmadan silip süpürür. Artık dostlar,
çocukluğunuzda, delikanlı çağlarınızda size yakınlık gösteren insanlar
azalmıştır. Herkesin kendi derdiyle meşgul olduğunu hayretle görürsünüz.
Sertliklerinizi bir tarafa bırakıp yumuşak olmanın lüzumunu hisseder; her şeyi
hoş görmek icap ettiğini takdir eder; gençliğin sertliğine, kırıcılığına
şaşar, onlardan ayn bir insan hâline gelmeye başladığınızı yavaş yavaş fark
edersiniz.
Çünkü siz artık çocuk değilsiniz. Daha doğrusu siz, otuz yaşına
gelinceye kadar hayatta bir amatördünüz. Keyfiniz için, zevkiniz için yaşıyordunuz.
Şimdi artık profesyonel oldunuz. Hayatın icaplarına uymak gerektiğini anlamış
zavallı bir profesyonel!
Çocukluğa gelince, artık o, çok uzun bile sürmüş olsa tatlı,
ulaşılması imkânsız, ebediyen kaybolmuş bir hatıradan başka bir şey değildir.
Misafirlik gündelik hayatımıza renkler katar. Akşamüstü evimize
yorgun argın dönsek bile çoluk çocuğumuzla hoşbeş ederken kapımızın
çalınmasını, tanıdıklarımızdan birinin bizi hatırlayıp ziyaretimize gelmesini
istediğimiz anlar olur. Yahut biz, günün birinde sevdiklerimizden birinin
kapısını çalarak onu evinde görmek, onunla birkaç saati beraber geçirmek
hevesine kapılabiliriz. İnsan ne kadar çekingen, başkalarıyla münasebette
bulunmaktan ne derece hoşlanmaz bir adam olursa olsun, sohbetinden, misafirliğinden
hazzedeceği bir iki dostu veya yakını vardır. Böyle yakın ahbapların,
birbirlerini candan seven insanların dostlukları gibi misafirlikleri de tatlı
olur. Çünkü birbirine ağırlık vermezler.
Ama misafirlik öyle bir oyundur ki onu her zaman, sadece
istediğinizle, canınızın çektikleri ile oynayamazsınız. Günün birinde hiç
hoşlanmadığınız, fakat tabii sizin kendisinden hoşlanmadığınızın farkında
olmayan kimseler veya ancak pek az tanımaya fırsat
bulduğunuz göz aşinaları kapınızı çalabilir, sizin misafiriniz
olabilirler. Eğer olgun bir insansanız onlarla da bu oyunu bütün kaideleriyle
ve olanca samimiyetinizle, hatta keyfinizin kaçtığını hiç belli etmeden
oynamaya mecbursunuz. Çünkü efendiliğiniz sizi mecbur eder. Gerçek manasında
terbiyeli ve nazik bir adam veya bir hanım, tanıdığına, tanımadığına,
sevdiğine, sevmediğine iyi muamele etmeye, hatır saymaya, gönül almaya
mecburdur.
Misafirliğin dinlerde bile yeri vardır. Hele Şark'ta
misafirseverlik âdeta kutsal bir vazife sayılmıştır. Türklerin misafirseverliği
bütün dünyada meşhurdur. Araplannki.de öyle. Evin kapısından içeriye girmiş
olan adam artık ev halkından sayılır.
Araplar Ispanya’ya yerleştikleri zaman misafirseverliklerini ora
halkına da yaymışlar. Gırnatalı
bir ihtiyarın hikâyesini bilmem bilir misiniz? Bir gün o ihtiyarın kapısı
çalınmış. Adam açmış. Yüzü gözü kan içinde bir yabancı Tanrı misafiri olduğunu
söyleyerek kendisini içeri almasını ihtiyardan rica etmiş, o da adamı içeri
almış. Az sonra kapı tekrar çalınmış. Bu sefer jandarmalar ihtiyarın oğlunun
cesedini getirmişler. O civardan geçen bir adamın onu vurup kaçtığını
söylemişler.
İhtiyar birdenbire
sarsılmış, fakat az önce kapısından içeriye misafir diye aldığı, evladının
katilini teslim etmemiş, ancak jandarmalar gittikten sonra katile dönüp:
— Çık dışarı, evimden dışarı
çık ki seni kovalayabileyim! diye bağırmış.
Bu hikâye yalan mıdır doğru
mudur bilmem ama misafirliğin bazı topluluklarda ne derece kutsal sayıldığını
oldukça iyi gösteriyor.
Yine mesela bir Fransız anlatıyor: Şam’da bir Arap’la iyice dost
olmuşlar. Bir gün Arap’ın canının çok sıkıldığını fark eden Fransız sebebini
sormuş.
Arap da:
— Bugünlerde Allah beni sevmiyor galiba, demiş. Dört gündür evime
bir tek misafir olsun göndermedi.
***
Tabii eski zamanın misafirlik hikâyeleriyle bugünün misafirlik
hikâyelerini birbiriyle ölçmek doğru değildir. Zaman ilerliyor. Bütün
cemiyetlerle beraber bizimki de değişiyor. Mesela yirmi yıl, otuz yıl önce
misafirlik başka türlü idi. Taşıt vasıtaları o zamanlar pek iptidai olduğu için
İstanbul’un bir ucundan öbür ucuna bir günde misafirliğe gidip gelmek hemen
hemen imkânsızdı. Büyükdere’de oturan, Bakırköy’deki akrabasına veya ahbabına
misafirliğe gitti mi geceyi orada geçirmeye mecburdu. Çünkü sabah yola çıksa
Bakırköy’e öğleyin varabilirdi. Onun için misafirlikler eski devirlerde bugün
olduğundan çok zahmetli idi. Yiyip içmelerden başka yatıp kalkmaların
zorluklarına da seve seve katlanmak lazımdı. Güçlük veren misafirin arkasından
biraz söylenilse bile Allah’ın günah yazmasından korkulurdu.
Bugünün birkaç saatlik misafirliklerine karşılık eski devirlerin
bazen aylar süren misafirlikleri vardı. Hele zenginlerin evleri bir misafirhane
gibi idi. Voitaire filozofun pek güzel bir nüktesi vardır: Freney şatosunda
otururken kendisine bir tanıdığı gelmiş, birkaç ay misafir kaldıktan sonra
gitmiş. Arkasından Voltaire demiş ki:
”Bu adamla Don Kişot arasında şöyle bir fark vardı/: Don Kişot her
gördüğü hanı şato zannederdi; bu adam da her gördüğü şatoyu han sanıyor.”
Bizde de zengin tanıdıklarının evlerini hana çeviren deryadil
misafirler az değildi.
***
Fakat o devirler artık geçti. Bir zamanın iki gecelik, üç gecelik
misafirlikleri topu topu iki saate, üç saate indi. Artık İstanbul’un her
tarafına çabucak -tabii yollar tıkalı olmadığı takdirde çabucakgitmek kabil
olduğundan öğleye doğru gelmiş olan misafirin hangi sebeple akşama evine
dönemeyeceğini anlamak kabil değildir. Gece yatısına gelecek misafire yemek
çıkarmak kolay olsa bile yatak çıkarmak, yıkatmanın güçlüğünü düşüne düşüne
çarşafları sermek ve en mühimi de uzun misafirlik boyunca misafiri oyalayacak
laf bulmak hayli zorlaşmıştır.
Onun için zamanımızda nasıl gile küçülmüşse misafirlik de kısaldı.
Şark’ın misafirseverlik âdetleri zamana uymaz olunca Garp’ın usullerini moda
yapmak suretiyle misafirlikleri zamana uydurmak yoluna gidildi. Mesela şimdi
İstanbul’da her sınıf ailenin mutlaka bir kabul günü vardır. Ayın belli bir
günü misafirlerini memnuniyetle kabul edeceğini ilan eden kibar hanımlar ayın
öbür günlerini de ahbaplarının kabul salonlarında geçiriyorlar.
Yani misafirlik böylelikle biraz disiplin altına alınmıştır.
Çatkapı misafirliğe gidilemiyor. Fakat buna karşılık sosyete dedikleri, biraz
da vakitleri bol takımından olan hanımların kabul günleri, rivayete göre,
muhteşem oluyor, misafirler usulü dairesinde giyinmeye, misafirlik günlerinde
söz olmasın diye şapkadan pabuca kadar sık sık yenilemeye mecbur oluyorlarmış.
Eğer üç kabul gününde bir hanım aynı elbise ile görünürse kocasının işlerinin
o günlerde pek iyi gitmediği rivayeti derhâl etrafa yayılıyormuş ki, aslında
sadece sohbet vesilesi olan, hatır sormaya,
haberleşmeye, yaklaşmaya, hatta yardımlaşmaya yaraması lazım gelen
misafirlik müessesesinin israfa yol açarak insanları müşküllere sarması,
dedikodulara, kırgınlıklara sebep olması doğrusu tatsız bir şeydir.
***
Bana öyle geliyor ki misafirlik her ne kadar isteğe göre tanzim
edilemezse de samimiyet dışında cereyan eden, insanların birbirlerini
süzmelerine veya birbirlerine yukarıdan bakmalarına sebep olan misafirliğin
dostluk ve ahbaplıkla hiçbir ilgisi yoktur. Misafirlik samimi olmalıdır. Onun
için insan kimlerle ahbaplık etmek istiyorsa onların misafirliğine gitmeli,
ahbaplık etmek istemediklerinin de misafirliklerini kabul etmemeli ki
samimiyet dışı bir misafirlik oyununun'can sıkıcı tepkilerine uğramasın.
Aslında bir insanın sizi aramış olması, sizi görmek için zahmetlere
katlanması, onu iyi karşılamanız için yeter bir sebeptir. Fakat şayet bu geliş
elbisenizi görmek, evinizin içini görmek, hâlinizi, tavrınızı süzmek içinse,
bir zaman kutsal sayılmış olan misafirlik bu olmadığı için, böyle bir misafiri
sevmemenizde hiçbir mahzur yoktur. Misafirlik ya hiç oynanmamalı; oynandığı
zaman da hakkıyla oynanmalıdır.
Meşhur İmparator Ogüst vatandaşlarından kim çağırırsa onun evine
misafir gidermiş. Bir gün kendisini bir vatandaşı davet etmiş. Fakat o kadar
laubali davranmış, öyle üstünkörü yemekler önüne sürmüş ki, Ogüst un canı
sıkılmış. Giderken:
— Teşekkür ederim ama bu kadar dost olduğumuzu sanmıyordum, demiş.
Her misafirin, ne kadar alçak gönüllü olursa olsun, biraz itibar
istediğini unutmamalı!
İzin verirseniz sizlere ilkbahardan söz açmak istiyorum.
Bahar sözünün kendine mahsus bir çekiciliği vardır. Yalnız tabiat
için, kırlar için, çiçekler için, ağaçlar için değil, insanlar için de bir
bahar, bir ilkbahar düşünülür. İnsanların genç olduklarını anlatmak için
“ömrünün ilkbaharında” derler. Tabii o ömrün bir de sonbaharı vardır ki,
çiçeklenmenin belki sonunun geldiğini anlatmak için öyle demişlerdir.
Bahar sözünün bize yeşermeyi, çiçeklenmeyi hatırlattığını
tekrarlamaya tabii lüzum görmüyorum. İlkbaharla beraber bütün tabiatın
çiçeklerle donanması bu kelimenin manasını düşünmeye pek dejüzum
bırakmamıştır. Fakat çiçek, ilk bakışta zannedileceği gibi, sadece bir
süslenme, bir güzelleşme arzusunun mahsulü değildir. Her çiçeğin bir gayesi
vardır. Bu gaye de meyveye doğru gitmektir. Eğer sadece çiçekler açar, ağaç
renklere boğulur, fakat sonunda meyveler gelmezse o çiçeklerin belki hoşluğu
sürer ama manası kalır mı?
***
Bir zamanlar arkadaşım Sait Faik yazdığı güzel bir yazıda çiçeklere
bakarak şaşakalıyor; “Bu kapkara topraktan çıkan bu bembeyaz, bu sapsarı, bu
mavi, bu kırmızı çiçekler acaba bize toprağın altında gizli olan harikulade bir
âlemden haber vermek istiyorlar da biz bunun bir türlü farkına varamıyor muyuz
dersiniz?” diye soruyordu.
Çiçeklere renk veren, koku veren o kara toprağın altında harikulade
bir âlem var mıdır, yok mudur, pek bilmem ama her çiçeğin bir meyveyi ortaya
koymak niyetiyle açıldığını bilmek için âlim olmaya pek lüzum yoktur. Zaten
insanlar da öyle değil midir? Ömürlerinin ilkbaharında yeniden hayat bulup
yeşermekte olan ağaçların çiçekleri ve yaprakları gibi taptaze, gevrek ve çiçekler
gibi renkler içinde, güzel, yakışıklı olan insanlar tabiatın kendilerinden istediği
meyveyi vermeyip d^e yalnız bir çiçek gibi süslü kalmak isterlerse hüsrana
uğrarlar. Çünkü insanlara ait güzelliklerden hiçbiri ebedî değildir. Tabiat
her sene dört mevsim geçirirken insanlar da normal bir ömrü yaşamaya muvaffak
olurlar ise hayatın ilkbaharından yazına, yazından sonbaharına, sonbaharından
kışına atlayacaklar, yavaş yavaş gençliğin bütün güzelliğini ve tazeliğini
kaybederek ihtiyarlığa doğru gideceklerdir.
Dikkat ederseniz, ihtiyarlığa doğru gideceklerdir, diyorum;
çirkinliğe doğru demiyorum. Çünkü hayatta insanlara mahsus güzellikler yalnız
ilkbaharın verdiği tazelikten ibaret değildir. Çiçeklerini açmış bir şeftali
ağacı ne kadar güzelse aynı ağaç, dallarından olgun şeftaliler sarkarken de
güzeldir. Ama unutmamalı ki bu harikulade şeftaliler ilkbahardaki o harikulade
çiçeklenmenin, o mevsimdeki hazırlanmanın,
o mevsimdeld dikkat ve ihtimamın eseridir. Eğer insanların ilk
gençliklerini tabiatın, bütün istidatları parlattığı ilkbahar mevsimine
benzetmekte devam edersek, olgun yaşlarda güze! meyveleri toplayabilmek için
bu çağda ne kadar çok dikkatle hazırlanmak gerektiğini daha iyi kavranz
sanıyorum.
Tecrübelerle dolu bir ömür yaşamış olan insanlar, gençliğin acemi
hareketlerini gördükçe onlara “Gençliğinizin kıymetini biliniz.” diye nasihat
etmekten hoşlanırlar. Ama kaç genç bu sözün kıymetini kavrayabilir? Hâlbuki
hayat ilerledikten sonra insaniann duyduldan birçok pişmanlık gençlikte kaybettikleri.
bile bile savurdukları imkânlar yüzünden doğmalladır. “O zamanlar niçin daha
çok okumadımr* Hiçin daha çok çalışmadım? Önümde açılan yükselme yoluna neden
sapmadım da zevki çabucak kaybolan bir eğlencenirrpeşinde zamanlanmı
harcadım?” diye dizlerini döven insanlara hayatta çok rastlanıyor. Bu
insanların neden bu derece üzüldüklerini gençler anlamasalar bile feleğin
çemberinden geçmiş olan yaşlılar çok iyi anlarlar. Çünkü bu yalan dünyada
insanlara reva görülen en hazin işkence, geçmiş olan zamanın bir daha geri
gelmesine imkân bırakılmamış olmasıdır.
Eski zamanların Heraklit filozofu bir nehirde iki defa yıkanmanın
mümkün olmadığını söylerken bunu ne güzel anlatmıştır. Çünkü hayat, tıpkı bir
nehrin suyu gibi zaman içinde akıp gitmektedir. O nehirde bir an sizin
etrafinızı çevirmiş, yüzünüzü ıslatmış, omzunuzdan göğsünüze doğru akmış olan
su, bu süzülmeyi takip eden andan itibaren sizden uzaklaşmıştır. Onu
kovalamanıza imkân yoktur. Akan su içinde insan ne ise, zaman içinde de hayat
odur.
Yaşadığınız her anı, hele gençlikte yaşadığınız her anı iyi
kullanmaya mecbursunuz; çünkü gençlik
hayatın sonraki devreleri için bir hazırlanma çağından başka bir
şey değildir. Fidanken iyi bakılmış, suyu verilmiş, böceklerden,
hastalıklardan korunmuş, budanmış, aşılanmış bir ağaç en güzel meyveleri vermeye
de hazırlanmış demektir. Gençliği umursamazlıklar içinde geçmiş bir adam da
birçok bakımdan eksik kalmıştır. Bu eksiklikleri insan muhakkak ki, gençliğin
hareketli çağı geçtikten sonra fark ediyor.
Bilmem bilir misiniz, kültürün güzel bir tarifi vardır: Kültür,
insanın okuduklarını unuttuktan sonra kalan şeydir, derler. Hani hepimiz
mekteplerde bize birtakım işimize yaramayacak bilgiler öğrettikleri için
kızarız ya. Gerçekten mektep sıralannda okuduğumuz, imtihan vermeye mecbur
olduğumuz, “Bunlara ne lüzum var?” diyerek sinirlendiğimiz dersler, kültürün bu
tarifine göre, öğrendikten sonra unutmamız lazım gelenşeylerdir. Ama bütün o
bilgileri hazmedip tamamen unuttuğumuzu zannettiğimiz zaman bizde kalan şey
kültürümüzü teşkil edecektir.
Demek ki gençliğimizde ne kadar çok şey öğrenirsek, yani
unutacağımız bilgiler ne kadar fazla olursa o nispette kültürlü bir adam
sayılabileceğiz. İçinde bir şeyler kalacak olan bu bilgi dağarcığı da, ne çare
ki, ancak gençlikte doldurulabilir.
İnsan hayatta, gençlik yaşlarında iken okumak için çok zamanı var
zanneder. Hâlbuki bu zaman, mektebe başladığımız yaşlarla en yüksek mektepleri
bitirip çıktığımız yaşa kadar devam etmektedir. Umumiyetle bu zaman içinde ne
okumuşsak okumuşuzdur. Şüphesiz okumaya devam etmek azmimiz canlı kaldıkça
yeni kitaplar bize zevk vermekte devam edecektir. Fakat ilk cıgaranın verdiği
bas
dönmesini nasıl ikinci, üçüncü cıgaralar vermezse, gençlik
çağlarında okunmuş kitapların şahsiyetimize kattıklarını sonraki kitaplar
kolay kolay değiştiremez.
***
Gençlikte pek çokmuş gibi görünen vakit yaş ilerledikçe
azalacaktır. 75 yaşına varan bir âlim, “Ah kabil olsa da köşe başlarında
şapkamı gelene geçene uzatsam da boş geçirdikleri vakitleri içine atmaları için
yalvarsam." derken kendisi için ayrılmış zamanın bitmekte olduğunu ne
güzel anlatmıştır. Bir insanın içinde yaşadığı cemiyete ve bu arada kendisine
biraz faydalı olabilmesi ancak gençliğinin kıymetini bilmesine, o çağlarda
zamanını iyi kullanmasına, dağarcığını iyice doldurmasına bağlıdır. “Gençlik
bilse, ihtiyarlık yapabilse!” derler. İhtiyarlığın kudretli olması gençliğin
birçok şeyi bilmesine dayanır. En güçlü ihtiyarlar gençliklerini boş geçirmemiş
olanlardır. Eğer insanlık eğiliyorsa onların önünde eğiliyor.
Tabiatın uykusundan uyandığı, ağaçlara suların yürüdüğü, çiçeklerin
açtığı, yaprakların yeşerdiği ilkbahar günlerinde, tıpkı taze fidanlar gibi
etrafınızda gelişmekte olan gençlere faydalı olmak için elinizden gelen gayreti
esirgemeyeceğinizi ümit ederim. Bilirsiniz ki, en güzel meyveler en iyi
bahçıvanların eseridir.
ÇOCUKLARIN ANA
VE BABALARINDAN
BEKLEDİKLERİ
Sîzlere biraz çocuklarınızdan bahsetmek istiyorum. Çocuklarınızın
yetişmesi sizi en çok meşgul eden meselelerden biridir. 1
Çocuklar -tabii çocuk oldukları içinfark etmezler. Ama ben bir
baba olarak bilirim ki, mekteplerin kapılarını yeniden açtıkları günlerde siz
de onlar kadar, hatta onlardan biraz fazla heyecanlanırsınız. Çünkü bir baba
olarak, bir ana olarak bu fâni dünyada üzerlerine titrediğiniz varlıklar
onlardır. Eğer yorgunluklara katlanıyorsanız, üzüntülere göğüs geriyorsanız,
bin bir sıkıntıyı yenmeye gayret ediyorsanız yalnız onlar için, onların iyi
yetişmeleri, ileride sizin kadar yorulmamaları, üzülmemeleri için katlanıyorsunuz.
***
Bilmem ara sıra siz de benim gibi yapar mısınız? Ben bazen kendi
kendime düşünürüm: Şu dünyada yapayalnız bir adam olsaydım yaşamak benim için
ne kadar kolay olacaktı! Masrafımı, kendim için harcadığım parayı
hesap ediyorum, hiç de o kadar yüksek bir yekûn tutmuyor. Bu parayı elde etmek
için sabahtan akşama kadar didinmeye, pencerenin camına düşmüş bir sinek gibi
oradan oraya atılmaya pek de lüzum yokl Bu yalnız benim için değil, hepiniz
için öyle. Fakat şairin dediği gibi ne yapacaksınız? “Viran olası hanede evlâd
ü ayal var.” Şerefli bir aile reisinin vazifesi, kendi etrafına toplanan ve
gözünün içine bakarak kendi kaderine katılmaya seve seve razı olan bu insanları
mümkün, olduğu kadar rahat yaşatmaya ve çocuklan da hem kendilerine hem de
cemiyete faydalı birer insan olarak yetiştirmeye çalışmakbr..
Ama hemen söyleyeyim ki insan olan için bu bir külfet değildir,
aksine Cenabı Hakk’ın bir lütfudur. Çoluk çocuk için katlanılan zorluklan bir
zevk hâline getirerek hayatın devamını öyle mümkün kılmıştır. Yüreklerimize
öyle bir sevgi koymuştur ki, o sevgi bizi her fedakârlığa katlandırır. Hatta
ölüm bile bize o kadar korkulu bir şey gibi görünmüyorsa çocuklanmızda yaşamaya
devam edeceğimize inandığımız için görünmüyor. O sebeple en aziz varlıklanmız
olarak, hatta kendimizden fazla çocuklarımızın üzerine Giriyoruz. İnsanlık
tarihi, yemeyip çocuklanna yediren, giymeyip çocuklanna giydiren ana, babalann
şanlı, fakat meçhul, üç beş kişi arasında kalmış destanlarıyla doludur.
Onun için, mekteplerin yeniden açıldığı günlerde çantalarını
koltuklannın altına alıp mektebin yolunu tutan çocuklannızın arkasından ne
büyük ümitlerle bakmakta olduğunuzu, yüreğinizin nasıl titrediğini çok iyi
biliyorum.
Ama merak etmeyin, onlar sizin kendilerini yürüttüğünüz bu yolda
ilerleyecekler, mektep sıralanndan
bir şeyler öğrenerek çıkacaklardır. Yol ne kadar uzun ve zahmetli
görünürse görünsün, bir gün bitecek, siz ihtiyarlayıp dururken onlar da
çocukluktan sıyrılarak hayata atılacaklardır. Ama şunu bilmeliyiz ki, canımızdan
aziz bildiğimiz bu çcculdan kollanndan tutup mektebe göndermekle ana ve baba
olarak vazifemizi tamamlamış olmuyoruz. Onların yalnız okumuş, bilmiş bir
insan olarak yetişmelerinden daha mühim olan bir şey var. Çoculdanmızın her
şeyden önce iyi bir insan olmalan lazım. Bizim sarf ettiğimiz bütün
gayretlerin, ancak onlann iyi birer insan olarak yetiştikleri zaman manası
vardır. Çocuklarımızı bilgili birer insan olarak yetiştirmek öğretmenin
vazifesi ise iyi insan olmaya doğru onlan yöneltmek de anne ve baba olarak bize
düşüyor. Çocuklanmıza önce iyi birer örnek gibi görünmeye mecburuz.
***
Çocuğun yeryüzünde en sevdiği iki varlık anası ile babasıdır.
Dünyada bu kadar ana ve baba varken Çocuğunuzu bunların arasına bıraksanız, o
zengin, bu yakışıklı, şu kuvvetli demez, ne hâlde olursanız olun, yine sizi
seçer ve daima, ufak yaştan itibaren her hareketiyle sizi taklit etmeye, size
benzemeye özenir. Bu yüzden ona taklit edilmeye layık bir insan gibi görünmeye
mecbursunuz. Evinizdeki her hareketiniz, hadiseler karşısında takındığınız her
tavır, siz farkına varmasanız bile onun için bir derstir. Öğretmenin mektepte
öğretemeyeceği birçok şey vardır ki onları çocuğunuz sizden öğrenir. Eğer ara
sıra yalan söylemeyi hoş görüyorsanız o da hoş görecektir. İkiyüzlülüğü kötü
saymıyor veya iş icabı şuna şöyle, buna böyle demekte fenalık görmüyorsanız o
da görmeyecektir. Siz zalimseniz, zayıflan eziyorsanız o da ezecektir. Hodbin
iseniz o da hodbin olacaktır. Merhamet sizi cezbetmiyorsa ona da cazip
görünmeyecektir. Demek ki bir çocuğumuz olduğu andan itibaren
kendimizi de toplamaya mecburuz. Onu sevdiğimiz, onun iyi adam, büyük adam olmasını
istediğimiz için iyi adamın ve büyük adamın vasıflarını nefsimizde toplamaya,
bu vasıfları benimsemeye çalışacağız.
Bilhassa ona, biz öldükten sonra, yani hayatta yalnız kaldığı
zaman sevilmesi ve muvaffak olması için insanları sevmeyi öğretelim.
Başkalarına fenalık ederek etrafına düşmanlar sıralamaması için doğuştan var
olan zulüm yapmak istidadını merhamete çevirmeye çalışalım. Çocuklar, pekâlâ
bilirsiniz, benim söylememe hacet yok, küçük yaşlarda zalim olurlar. Hayvanlara
eziyet etmeleri bundandır. Yakaladıkları sineklerin kanatlarını kopararak onun
çabalamasından, kedinin kuyruğuna teneke bağlamaktan, zayıf buldukları
arkadaşlarını dövmekten zevk alırlar. Çocuğun bu zevklerini uzun zaman sürdürmesi
korkunç bir şeydir. Zulüm yapmak istidadını körletip onu iyilik etmekten zevk
alır hâle getirmek vazifesi bize düşüyor. Onu kendi hâline bırakırsak bu güzel
hayatın zehir olması işten bile değildir.
Çocuk anasını, babasını sever. Bu, doğuştan, ona Allah’ın verdiği
bir sevgidir. Fakat hayatta iyi bir insan olabilmesi için bu sevgi kâfi
gelmez. Başkalarını da sevmeyi ona öğretmeliyiz. Hayatta büyük sıkıntılara
uğradığı zaman onu kurtaracak olan, yükünü hafifletecek, feraha çıkmasını
temin edecek olan sevgi başkalarının sevgisidir. Bir çocuğun yalnız ana, baba
sevgisiyle kalması, onlara bağlanması, sevgisini sınırlaması bir bakıma
tehlikelidir de. Çünkü böyle olursa hayatta kendisine yakınlık gösterecek birkaç
kişiye kul ve köle olarak diğer insanları hiçe saymanın, onların saadet ve
felaketleriyle alakadar olmaksıâ yaşamanın getireceği talihsizliklere karşı
müdafaasız kalabilir. Böyle bir adam belki kendisine geçici bir
zaman için faydalı olabilir ama cemiyete faydalı olamaz. Biz çocuğumuzu yalnız
kendisine değil, aynı zamanda cemiyete faydalı bir adam olarak yetiştirmeye
muvaffak olursak analık ve babalık vazifemizi gereği gibi yapmış oluruz.
Bütün gayretlerimiz sırf onun iyiliği için olduğuna, yani hayatta
rahat etmesini, sevilmesini ve yükselmesini istediğimize göre ona doğruluğu,
adil olmayı, sözünde durmayı, iyilik etmeyi öğretmeliyiz. Her vasıtadan
faydalanarak ona bunları aşıiamalı, aşılamakla da kalmayıp hayatta olduğumuz
müddetçe onu kollamalıyız. Çünkü bu gidişte onu takip edecek kimse yoktur. Ana
ve babadan başka hiç kimse bu külfeti omuzlamak zahmetine katlanmaz. Herkesin
alakası geçicidir, belli gayelere bağlıdır. O gayeler elde edildi mi alaka da
kaybolur gider. İnsan kaderiyle baş başa kalır,
Çocuk iyi yönlerde ne elde ederse, en geniş ölçüde anasından ve
babasından elde edeceği için hayat yolunda onu yalnız bırakmamak da bizlere düşüyor.
Daha doğrusu bizler gözlerimizi kapayıp da onu yalnız bıraktığımız zaman
hayatta tam manasıyla yapayalnız kalmaması, bizim ona kazandıracağımız iyi
huylar sayesinde mümkün olacaktır.
Bilmem siz de o cins kitapları okumaya meraklı mısınız? Hani
insanlara zengin olmanın yolunu öğrettiklerini iddia eden kitaplar vardır.
"Kısa zamanda zengin olmanın çareleri” gibi isimler taşırlar. Bu türlü
kitapların yalnız muharrirleri zengin olmuşlardır; okuyucuları arasında
zenginliğe kavuşanlar herhalde pek azdır. Çünkü ben öyle zannediyorum ki,
zengin olmak bir sürekli çalışma meselesi olduğu kadar bir hayatı anlama
meselesi ve daha mühimi, bir gönül meselesidir.
***
Kafaları daima ticaret fikriyle işleyen, kazançtan, kâr etmekten
başka bir şey düşünmeyen insanlar vardır. Onlar ellerindeki mala maliyetinin
üstünde bir fiyat buldular mı düşünmeden satar, aradaki farkı kazanmaya
bakarlar, bunu bizim mektep medrese görmemiş, pratikten yetişme
zenginlerimizden biri, zengin olmaya canla başia çaiıştığr hâlde bir türlü
istediği mertebelere çıkamayan münevver bir
ahbabına anlatmak hevesine kapılarak “Sen, demiş, “kolay kolay
zengin olamazsın. Niçin mi olamazsın? Bak anlatayım: Mesela şimdi ben sana ‘Şu
başındaki şapkanı bana ver’ desem sen fena hâlde kızarsın. Şapkana musallat
oldum diye keyfin kaçar. Hâlbuki sen benim başımdaki şapkayı istesen ben hiç
kızmam. ‘Ne veriyorsun?’ diye sorarım. Benim başımdaki şu şapkanın 14 lira
maliyeti vardır, üstelik ben almadım. Bizim hanım 14 liraya almış, bana hediye
etti. Sen şayet bu şapkaya 15 lira verirsen ben artık onu başımda tutmam,
derhâl çıkarır, sana teslim eder, 15 liramı alırım. Tabii hanımla da kavga
etmeye sebebiyet vermenin hiç lüzumu yok. Derhâl gider, çarşıdan 14 liraya
tıpkısını satın alırım; kazandığım bir lirayı da cüzdanıma yerleştiririm, işte
ticaret budur ve insan ancak böyle hareket ederse zengin olur. Kızmakla,
bağınp çağırmakla, zengin olmanın yolunu hiç kimse açamamıştır.”
Feleğin bin bir çemberinden geçtikten sonra zengin olmuş tecrübeli
adam böyle demiş. Ama bence bu sözün, bu hikâyenin o kadar fazla değeri yok.
Çünkü herkes kansının hediye ettiği şapkayı müşteri çıkınca, bir lira kâr
görünür görünmez talibinin üstünde bırakacak kadar tüccar yaradılışlı olamaz.
İnsanlar vardır ki bir hatırayı en büyük servetlere değişmez. Servetin
getireceği saadete bir güzel hatırayı saklamayı tercih edenlerin düşünce
tarzları önünde de saygı ile eğilmemiz icap ediyor. Yalnız yukarda bahsini
ettiğim zengin adam arkadaşına nasıl zengin olacağını anlatırken:
— Başkasının malını, zenginliğini kıskanmayacaksın. Bilakis sen de
ondan fazla zengin olmayı isteyeceksin, demiş.
İşte bu söz, öyle zannediyorum ki, önemli bir noktaya dokunuyor ve
insanlara nasıl zengin olacaklarını anlattıklarını iddia eden kitaplardan
birkaç cildi okusanız bu cümlenin taşıdığı gerçeğe ulaşmanıza imkân yoktur.
Başkasının zenginliğini, servetini kıskanmamak, fakat onun kadar zengin olmayı
isteyip çalışmaya koyulmak!
Koşuları bilirsiniz. Eğer ortada bir hedef yoksa bir koşuyu da
yapmaya imkân yoktur. Nereye ve kimden önce koşacaksınız? Bir hedef ve bir
rakip bulunmalı. Zengin olmaya çalışmak da böyledir. Önünüzde bir örnek
olmalı ki ona yetişmeye çalışasınız. Hâlbuki çoğumuz zengin olmaya
çalışacağımıza zengin olmuş adamın bunu hak etmediğini düşünmeye meylediyoruz
ve sanki o adam bir anda fakirleşiverse çok memnun olacağımızı belli etmeye kadar
hislerimizi açığa vuruyoruz.
Ama bu türlü düşünce yalnız bize mahsus değildir. (Jmumiyetle
bütün AvrupalIların düşünce tarzı böyledir. Buna karşılık Amerikalılar bu
mevzuda AvrupalI gibi düşünmez, bizim halk arasından yetişmiş zenginimiz gibi
düşünürler.
***
Fransızların, yazdığı bir eserle çabucak meşhur olmuş Pierre
Daninos adında bir muharrirleri vardır. Bu muharrir kitabında umumiyetle
Fransızların huylarını tahlil ediyor ve dolayısıyla onları iğneleyerek tenkit
ediyor. Mesela Amerikalılarla Fransızları birbirleriyle ölçüştürürken diyor ki:
— Yolda, yaya giden bir Amerikalı, Cadillac marka arabasına
kurulmuş giden bir milyoner gördüğü zaman içinden, kendisinin de böyle bir
arabaya sahip olacağı günü düşünerek tatlı hülyalara dalar.
Buna karşılık yolda yaya giden bir Fransız Cadillac marka arabasına
binmiş giden bir milyoner gördüğü zaman içinden, onu kulağından tutup yere
indirerek kendisi gibi yaya yürüteceği günü düşünür.
İşte iki düşünce arasındaki fark! Daha doğrusu işte Amerika’yı
zengin eden, Avrupa’yı ise asırlardır fakir bırakan düşünce tarzı.
Ben kısa bir müddet Amerika’da bulundum. Orada beş, on kişi ile
görüşmek, düşüncelerini yoklamak fırsatını elde ettim. Amerika’da hayatından
şikâyet eden pek çok insan vardır. Kazancını az bulan, çok çalıştığı hâlde
istediği refah seviyesine ulaşamadığı için dert yanan insanlar çoktur. Fakat
başkasının zenginliğini, mesela orada tümen tümen olan milyonerlerin
zenginliğini, sürdükleri hayatı kıskanan, onların kendileri gibi az
kazanmalarını dileyen bir tek insana rastlamazsınız. Tersine zengin adamdan,
onun yaşayışından hayranlıkla bahsederler ve günün birinde onun gibi zengin
olmak için fevkalade bir şey yapmak mecburiyetinde olduklarını kabul ederek
durmaksızın çalışır, bir icat yaparak çabucak zengin olmanın yollarını
kendilerine açmaya çalışırlar.
Amerikalılara vergi olan ve çok şükür yavaş yavaş Avrupa’ya da
sızan bu tarz düşünce bizim için büsbütün yabancı değildir. Dedelerimiz cüzdan
zenginliğinden çok gönül zenginliğini tercih etmelerini çocuklarına sık sık
söylemek fırsatını bulmuşlardır. İşte gönül zenginliği budur, başkalarını
kıskanmamaktır. Kendi saadetini başkasının fakirliğinde, yani onun da birtakım
üzüntülere düşmesinde, perişan olmasında aramamaktır. Asıl fakir olan insan az
para kazanan, cebinde ancak birkaç kuruşu olan insan değildir. Bir adamın
kesesi dolu bile olsa eğer başkalarının varlığını, başkalarının saadetini,
başkalarının
zenginliğini kıskanıyorsa onun zenginliğinin on paralık değeri
yoktur. Bir adamın tek başına zengin olması bir şey ifade etmez. Bir topluluğun
bütün fertleri zengin olmalı; daha az kazananlar daha çok kazananlara
imrenerek, onların kendilerine temin ettikleri hayat şartlarını elde etmeye
savaş-malı. Eğer gayretler bu yolda olursa herkes zenginliğe doğru gider.
Cemiyette zenginler çoğalır. Fakat gayretler zengin olanı fakir düşürmek,
yukandakini aşağıya doğru çekmek uğrunda harcanırsa bütün cemiyet fakir
düşecek, insanların hayat seviyeleri yükseleceğine alçalacaktır.
Daima daha iyiye doğru! Ama kendi başımıza, tek başımıza yahut
sadece kendi çotuğumuzla çocuğumuzla beraber değil, cemiyet hâlinde daima daha
iyiye doğru! Çalışarak bizden ileriye gitmiş olanlan geri çekmeyi bir an
düşünmeden onlara yetişmek için; onlarla kol kola yürümek için
ileriye doğru!
Bir kere ruhça zengin olalım, gönüllerimiz zengin olsun, öteki
zenginlik kendiliğinden gelir.
Dünyada insanların mesut olabilmesi için topu topu iki yol varmış.
Bunlardan biri bütün istediklerini elde etmek ki. şüphesiz bu fevkalade bir
şeydir. İkincisi ise elde edebileceklerini istemesini bilmektir. Birincisi pek
zor, her kula nasip olmaz bir bağış olduğuna göre dünyaya böyle bir talih ile
gelmeyenler, eğer akıllı iseler, ilânci yoldan gitmeli imişler.
"Peki, akılsız iseler hangi yoldan gidecekler?” diye
soracağınızı tahmin etmiyorum. Çünkü dünyada kendisinin akılsız olduğunu kabul
eden bir tek insan yoktur. Akıl bahsi açıldığı zaman, pek sevdiğim için sık sık
tekrar ederim. Descartes filozofun meşhur bir sözü vardır. Der İd: “Dünyada,
insanlar arasında en iyi, en isabetli dağıtılmış olan şey akıldır. Hiç kimse
ondan kendisine az düşmüş olduğunu iddia etmez. Herkes kendi aklından memnundur.
Olsa olsa başkalarının akılsızlığından şikâyet eder. Ama galiba, hissemize
yeteri kadar akıl düşmüş olduğuna sahiden inandığımız içindir ki şu fâni
dünyada
birçok talihsizliğe uğruyor, mesut olmak isterken bahtsızlıklara
düşüyoruz."
***
Şimdi sözü mesut olmaktan açtık. İnsanların istediklerini elde
edemezlerse, elde edebileceklerini istemek suretiyle saadete kavuşacaklarını
haber veren o eski atasözüne kaçımızın kıymet verdiğini hiç hesap ediyor
muyuz? Akıllı insan şüphesiz atasözünün dediği gibi yapmalıdır. Buna rağmen
çoğumuz elde edemeyeceğimiz şeyleri istemek yüzünden üzüntülere uğrayarak
saadetimizi etrafımızdan uzaklaştırıyor, kaçırıyoruz.
Bakın bugün, sizin de tanıdığınız öyle aileler vardır ki kendi
imkânlannı hiç hesaba katmadan başkalannı örnek tutarak onların sürdüğü hayatı
sürmeye kalkmakta, bu yüzden perişan olmaktadırlar. Zamanımızda orta hâili bir
aile, bütün fertleriyle mütevazı bir hayat sürmeyi kabul ederse büyük sıkıntıya
maruz kalmadan pekâlâ geçinebilir. Fakat bu ailenin teisi aylık kazancını
hesaba katmadan her akşam bir miktar içmekten vazgeçmiyor, bunun için de işten
döndüğü zaman kendisine bir rakı sofrası hazırlanmasını istiyorsa böyle bir
keyfin sebep olduğu masraf mütevazı bir aile bütçesini altüst edebilir. Akşamcılık
yüzünden evin zaruri ihtiyaçlarını karşılamak müşkülleşir ve hanımdan
başlayarak çocuklara kadar hepsi, kendi ölçülerinde istediklerine kavuşamayacakları
için toptan bedbaht olurlar.
***
Kocasının cemiyetteki mütevazı mevkiini düşünmeden ondan yapamayacağı
şeyleri istemeye kalkan ev hanımı da aileyi aynı bedbahtlığa kolaylıkla
sürükleyecektir. Olduğu gibi görünmeyi nefsine yediremediği için olmayanı var
gibi göstermek isteyen
hanımlar aile saadetinin başlıca yıkıcılarıdır. Bunlar elde
edebilmeleri mümkün olanı değil, imkânsız olanı istedikleri için oldum olasıya
talihsiz kalırlar. Eğlencelerin hiçbirini kaçırmamak, lüksün en pahalısına
kavuşmayı gaye edinmek, kendi seviyesinde olmayan insanların dolaştıkları
yüksekliklerde uçmayı en tabii hak saymak gibi ölçüye gelmez istekler, ne yazık
ki birçok aileyi her zaman, felakete değilse bile, sık sık talihsizliklere,
bahtsızlıklara sürüklüyor.
Hâlbuki yine başka bir filozofun, deliliğe methiye yazmış olan
meşhur Erasmus filozofun pek güzel olduğu kadar pek de doğru bir sözü vardır.
“Kendi tabii hâlinde bulunan hiçbir varlık bahtsız olamaz.” diyor. Yoksa insan,
kanatları olmadığı için ve bir at da börek yiyemediği için bahtsız
sayılabilirdi. Hâlbuki ne insan, kanatlan olmadığı için bahtsızdır ne de at
börek yiyemediği için. Yani her ikisi de bunları istemedikleri müddetçe tabii
hâllerini muhafaza ederler ve bahtsızlığa uğramazlar. Ama bir insan tasavvur
ediniz ki atın börek istemesi gibi yapamayacağı, hazırlamasına imkân olmayan
bir şeyi gönlüne koyar ve onu istemeye başlarsa, işte o andan itibaren
saadetin eşiğinden uzaklaşmış olur.
Ama rica ederim, yanlış anlaşılmasın, ben bunları söylemekle sözü
“insanlar bir şey istemesinler" demeye getirmek niyetinde değilim.
Dünyadaki ilerleme, medeniyet dediğimiz rahatlık seviyesi insanların bazı
şeyleri istemeleri sayesinde elde edilmiştir. Fazla kazanmayı isteyiniz; çünkü
bu, fazla çalışmak sayesinde mümkündür. Daha rahat bir hayat seviyesine
yükselmeyi isteyiniz; çünkü bu sizin tabii hakkınızdır ve yine çalışarak bu
isteğinize, hem de kısa zamanda kavuşabilirsiniz. Fakat mesela günde yüz kuruş
kazanabiliyorsanız bu kazancınızla günde bin kuruş kazananların hayatına ayak
uydurmayı istemeyiniz. Günde on bin kuruş kazandığını duyduğunuz
adamın yanı başında yer almaya heves etmeyiniz. Onun hayat şartlarına kendinizi
uydurmak isterseniz işte o zaman bedbaht olursunuz. Siz bu kafada değilsiniz
de aileniz, çocuklarınız bu kafada iseler hem kendilerini, hem sizi bedbaht
ederler. Kendi ana dilini layıkıyla bilmeyen adam şiir söylemeye kalkar, büyük
şair olmak isterse alaya alınmaktan kendisini kurtaramaz. Hâlbuki kendi ana
dilini iyice bilmeyen başka bir adam dilini öğrenmeye girişirse pekâlâ
hedefine ulaşabilir.
Elde edemeyeceği kudretlere sahip olmak isteyen adam bedbaht
olurken bir başkası sahip olduğu kudreti yavaş yavaş arttırarak mesut olabilir.
Ama bu mevzuda bütün mesele, pek tabiidir ki, insanın ancak
yapabileceğini isteyecek bir aklıselime sahip olması, iradesini zapt etmeyi
bilmesi etrafında toplanır. Bu da kolay işlerden değildir. Bilirsiniz,
insanoğlu dünyaya geldiği andan itibaren, daha çelimsiz bir yavru iken, nefes
almaya başlar başlamaz istemeye de başlar. Yemek ister, içmek ister, biraz
daha büyüyünce etrafında neyi görürse ister. Verilmezse yaygarayı koparır. Bu
yaygaraya dayanamayan ana babalar da çocuklarını kusturmak için ona ne isterse
vermek yolunu tutarlar. Fakat hiç de iyi etmezler, çünkü günün birinde onun
istediğini veremeyecek duruma düşeceklerdir.
***
Acaba bilir misiniz, pek meşhur hikâyedir: Kralın biri sevgili
oğlunu daha küçük yaştan itibaren hiçbir isteğinden mahrum etmemeye karar
vermiş. Ona bir terbiyeci tutarak “Benim çocuğum ne isterse vermek senin
vazifendir.” demiş. Bir müddet işler yolunda gitmiş. Fakat günün birinde bakmış
ki
çocuğu, sarayın bahçesinde “Ver.” diye feryadı basıyor, terbiyeci
de oturduğu yerde “Veremem.” diye ayak diretiyor. Fena hâlde kızmış. Hemen
onların yanına giderek terbiyeciye çıkışmaya başlamış:
— Sen benim emrimi nasıl olur da dinlemezsin? Ben sana bu çocuk ne
isterse vereceksin, demedim mi? deyince terbiyeci:
— Öyle bir şey istiyor ki siz de veremezsiniz, demiş.
— He istiyor,
söyle bakalım.
— Güneş havuza
düşmüş, onu istiyor.
***
Hikâye belki biraz mübalağalıdır ama içinde bir gerçek payı da yok
değildir. İnsanların istemesine daha küçük yaşlardan başlayarak akıllıca
sınırlar çizilmezse onlar büyüdükleri zaman önce olmayacak şeyleri, sonra da
yapamayacakları şeyleri istemekten kendilerini alamazlar. Çocuklarınızın
bahtsız olmasını istemezseniz onlan ancak elde edebilecekleri şeyleri
istemeye alıştırınız.
Okuduğum gazetede “Sır" diye bir başlık gözüme ilişti. Beş
altı satırın üstünde parıldayan bu “Sır” kelimesi insanı düşündürebilir. Çünkü
bilirsiniz, insanlar, birçok şey arasında “sır”ların ne olduğunu öğrenmeye de
pek meraklıdırlar. Bütün gayretimizi başkalarının gizli taraflarını meydana
çıkarmak uğrunda harcadığımızı boşuna saklamayalım. Biz insanlar öyleyiz
işte. Nerede “sır” varsa onun üzerine düşmeye kalkarız ve sırları çözdüğümüzü
sandığımız zaman da duyduğumuz keyfin hududu yoktur. Herhâlde onun için
olacak, ben de gazetede “Sır” kelimesini görünce öbür yazıları bırakıp hemen
onun altındaki satırları okumaya giriştim.
“Sır” başlığını taşıyan yazıda deniyordu ki: “Yetmişinci yaşını
dolduran Fransız romancısı Andres Maurois’ya arkadaşları takılırken ‘Senin
saadetinin sırrı nedir?’ diye sormuşlar, o la şu cevabı vermiş:
— Benim saadetimin sırrı pek basit. Hayatta başıma gelen
felaketleri bir sıkıntı olarak kabul etmek;
fakat başıma gelen bütün sıkıntıları da birer felaket
saymamak."
Bilmem “İklimler” romanının meşhur muharriri Andres Maurois’yi
sever misiniz? Büyük laflara meraklı olanlar onu orta hâili bir muharrir
sayar, pek itibar etmezler. Hâlbuki ben de insanlar gibi muharrirlerin de
orta hâllilerini severim. Yukardan konuşanlardan, anlaşılmaz laflar
edenlerden, hele bilgiçlik taslayıp akıl öğretmeye kalkanlardan hiç hoşlanmam.
Gerçi akıl almaya her zaman ihtiyacımız vardır ama, muharrir akıl öğretirken
akıl öğrettiğini belli etmemeli, insan tarafı yumuşak olmalı, gönülden
konuştuğunu hissettirmelidir. O zaman her söylediğini kabul etmemiz
kolaylaşır. Bilirsiniz, koyuniarı mezbahaya götürürken sanki yeşil kırlarda
otlatmaya götürüyormuş gibi götürürler. Muharrir de okuyucularını istediği
yere öyle götürmeli. Koyuniarı hakkında ne düşündüğünü belli etmeyen bir çobanın
arkasından gider gibi onun peşine düşmeliyiz. Muharrir bize hiçbir zaman
rahatsızlık vermemelidir. Nitekim böyle olanlar da vardır ve bahsini ettiğim
Andres Maurois da bunlardandır.
***
Maurois saadetinin sırrını arkadaşlarına birkaç kelime içinde
anlatırken, dünya rahatsızlıklarıyla mücadele etmenin formülünü bize ne güzel
veriyor. Şu fâni dünyada başımıza gelen felaketleri bir sıkıntı olarak kabul
etmek, fakat bütün sıkıntıları da felaket saymamak.
Dünyada ne kadar insan vardır ki ufak üzüntüleri, dişlerini biraz
sıkınca pekâlâ katlanabilecekleri sıkıntıları bir felaket olarak karşılarlar.
Telaşlanırlar; derin kederlere kapılırlar; hayattan soğurlar; hemen ölümü
düşünmeye başlarlar. Böyle insanlar bu fâni dünyada misafirlik etmeye layık
değildirler.
Bu dünya şüphesiz büyük, üstelik güzel, hem de çok güzel bir
misafirhanedir. Fakat bu büyüklüğün, bu güzelliğin içinde rahatsızlıklar
vardır; üzüntüler, sıkıntılar vardır. Dünya bizim istediğimiz gibi, bizim
havamızca dönmez; kendi istediği gibi ve kendi havasınca döner. Gecesi ve
gündüzü bizim için değil, kendi içindir. Birçok sırdan da bize haber vermez.
Akşam olup da sular kararınca yüreğimize neden hüzün çöktüğünü biliyor muyuz?
Şüphesiz bu dünyada bizi üzen, bize keder veren şeyler olacaktır. Fakat
akşamüstü gün batarken yüreğimize çöken hüzün karanlık fazlalaştıkça nasıl
artmıyor, ışıklarımızı yakıp karanlık bir dünyanın içinde kendi etrafımızı
pekâlâ aydınlatmamızın mümkün olduğunu görerek tekrar iyimser hayatımıza,
sanki güneş dışarıda pırıl pırıl parlıyormuş gibi devam ediyorsak, başımıza
hiç ummadığımız bir felaket geldiği zaman da tıpkı karanlık gecenin içinde
odasını aydınlatarak huzura kavuşan adam gibi hareket etmemiz gerekir.
***
Elbette ki bu sözlerimle felaketleri umursamayınız, demek
istemiyorum. Ama Fransız muharririnin dediği ve hayatta yaptığı gibi gündelik
hayatınızda başınıza gelebilecek felaketleri, tahammül edilmesi ve giderilmesi
mümkün bir sıkıntı gibi karşılayabilirsiniz. “Mahvoldum, bittim, artık ben
bunun altından kalkamam." gibi düşüncelere zihninizi kaptırmayabilirsiniz.
Çünkü bu dünyanın en dayanıklı mahluklarından biri ne fildir, ne devedir;
insandır. İnsanoğlu bir bakıma cam gibi, ufak/bir çakıl taşının çarpışına
dayanamayıp çıt diye ikiye bölünecek kadar zayıf, fakat bir bakıma da tabiatın
en sert darbeleri altında asırlık ağaçlardan daha dayanıklı bir mahluktur. Fakat
meselenin düğüm noktası, gelecek olan darbelere karşı hazırlıklı olmasında
toplanır.
Odanızda soyunup dökünüp otururken açık duran pencereden sinsi
sinsi giren serin rüzgâr sizi nezle eder, aksırtır. Çünkü ona karşı hazırlıklı
değilsinizdir. Yoksa siz sıfırın altında 10 derecede, 20 derecede, 30 derecede
asla aksırmadan ve burnunuz akmadan dolaşabilecek bir yaradılışta bu dünyaya
geldiniz. Fakat bu soğuğa göre hazırlanmanız, tedbir almanız şartıyla. Yoksa
maazallah kıkırdadığınız gündür.
Yağmur bulutları havada toplanınca şemsiyenizi alıp sokağa çıkmanız
gibi, hayatta başınıza gelecek her şeye karşı da ruhça hazırlıklı olmalısınız.
Bu ruh hazırlığı felaketler karşısında şaşırıp kalmamanızı, fırtınada tersine
dönmüş bir şemsiye hâline gelmemenizi mümkün kılar.
Aile hayatı içinde, gündelik çalışma hayatı içinde başınıza
gelebilecek felaketleri, muharririn dediği gibi, bir sıkıntı olarak, fakat
azimle, perişan olmadan karşılayabildiniz mi, sizin üzerinize çökecek sıkıntıları
omzunuzdan atıp yere sermeniz pek kolaydır. Clfak sıkıntıları ise asla felaket
saymayacağınız için mukadder olan yolunuzda daima saadetle kol kola, yan yana
yürür, koşarsanız; onunla at başı beraber gidersiniz ve her şeyden önce
keyfinizi bozmaz, neşenizi kaçırmazsınız. Şüphesiz hayatın sert darbeleri
insanı sarsar, fakat sarssa bile yıkamamalı. İnsanoğlu neşesini hiçbir zaman
büsbütün kaybetmemeli.
***
Şüphesiz saadetin bir sırrı olduğu gibi neşeyi kaybetmemenin de
bir sırrı vardır. Onu da başka muharrir, daha doğrusu başka bir Andres, Andres
Luguet söylemiş. Ona da bir gün:
— Yahu, demişler, sen nasıl oluyor da neşeni hiçbir zaman kavbetmivorsun?
— Niçin kaybedeyim, diye cevap vermiş. Ben bilirim ki, hayatta en
karanlık saat bile 60 dakikadan fazla sürmeyecektir.
Bu söz de doğrusu öteki kadar güzel, hatta bir hesaba dayandığı
için ondan biraz daha doğrudur. Hayatta en karanlık saat bile 60 dakikadan
fazla sürmez. Her şey geçer, her şey gider. Nehir alabildiğine akıp giderken
bu gidişe dayanamayan taşları da beraber götürür. Ama dayanabilenleri de
yerinden sökemez; taşın üzerinden aşmaya veya yolunu çevirmeye mecbur kalır.
***
Hayatta sıkıntılara, üzüntülere, kederlere dayanamayanlar da
yuvarlanmaya mahkûmdurlar. Bugünkü üzüntüler olmazsa yarınki kederler onları
perişan edecektir. Fakat bir kere bütün bunları, misafiri olduğumuz dünyanın
tabii hâlleri olarak kabul ettik mi, hele olduklarından büyük ve ehemmiyetli
görmemeye alıştık mı misafirhanenin neşeli müşterileri arasında yerimizi
peyledik demektir. Dünya kendi havasınca döner ama kuvvetli insanlar o havayı
kendi taraflarına değiştirmeyi başarırlar. İçinde yaşadığımız dünya bugün
insanlara dünden daha mülayim ise bu, o kuvvetli insanların eseridir.
Bana Mustafa Kemalpaşa kazasından birkaç imzalı mektup
gönderdiler. İçinde bir sual var.
Doğrusu her mektupta sorulan suale hemen cevap vermek kolay
olmuyor. Bir kere bazı kimseler çok çetin sualler soruyorlar, onların içinden
çıkmaya benim bilgim kâfi gelmiyor. Bazı kimseler de serçe gibidir; akılları
hep darıdadır. Gönül meselelerinin hallini benden istiyorlar. Gönül meselesini
de, ne yazık ki, bilgi ile halletmek her zaman mümkün değildir. Onun için
dikkat ederseniz erbabı, bu gibi hâllerde daha çök kahve falına, el falına
başvururlar. Fala baktırmak veya bakmak ise çoktan beri yasak olduğundan
onların gönül meselelerine dair suallerini de cevapsız bırakmak gerekiyor.
Sonunda kala kala daha kolayca, mantıkla ve hayattaki tecrübelerle
içinden çıkmak mümkün olan suallere cevap vermek işi kalıyor ki Mustafa Kemalpaşa
kazasından bana mektup gönderen vatandaşlarıma önce böyle bir sual sordukları
için teşekkür ederim.
Sonra itiraf edeyim ki, Mustafa Kemalpaşa kazasında oturanlardan
birkaç kişi tarafından hatırlanmam da hoşuma gitti. Çünkü bundan hayli zaman
önce, çocukluğumda o kasabada on beş, yirmi gün kadar misafir kalmıştım. O
zaman İstiklal mücadelesinden yeni çıktığımız için kasaba pek harap bir hâlde
idi. Ama çok şirin evleri, yemişlerle dolu bahçeleri hatırımdan bir türlü
çıkmaz. Bir daha fırsat bulup da ziyaret edemediğim Mustafa Kemalpaşa
kazasından birkaç kişinin beni hatırlayıp bir mesele etrafında fikrimi almaya
heves etmesi, bilhassa eski hatıralarımı canlandırdığı için pek hoşuma gitti.
Bilirsiniz... Geçmiş zamanı bir daha yaşamak ancak hatıralar
sayesinde mümkün olabilir ve meşhur tabiriyle “Geçmiş zaman olur ki hayali
cihan değer.”
***
Mustafa Kemalpaşa’dan mektup yazanlar, “İnsanların büyüklerinden
veya karşılarındakilerden takdir görmeye ihtiyaçları var mıdır?” diye
soruyorlar. Tabii sual bu kadarla kalmamış, kendi fikirlerini de eklemeyi
unutmamışlar. Onlara göre de çalışan insanları takdir etmek, tebrik etmek
lazımdır ki şevke gelsinler. Bazen bir tatlı söz insana en büyük mükâfatlardan
daha fazla gayret verdiği hâlde zaman olur ki bir gönülsüz bakış insanı tuttuğu
işten buzlar gibi soğutuverir. Takdirin gönülde yaptığı tesir neden ileri
geliyor, bize onu, mümkünse etraflıca anlatınız, diyorlar.
Geçenlerde attan pek iyi anlayan bir dostumla görüşüyorduk. Atlara
her şeyi öğretmenin kabil olduğunu söylüyordu. Yeter ki at istenilen bir
hareketi yaptığı zaman mükâfat alacağını kavrayabilsin. O hareketi yapmadığı
takdirde cezaya çarpılabileceğini de anlarsa atın yapmayacağı şey yoktur.
Fakat ben öyle zannediyorum ki insanları iyi hareketler yapmaya
teşvik etmekte mükâfatın, yani takdirin tesiri cezanın tesirinden daha
büyüktür.
Size galiba bir kere daha söylemiştim. Büyük filozof Bertrand
Russell anlatır: Adamın biri kedisini fare tutmaya alıştırmak için fareyi
ortaya çıkarır, kedisini de, üzerine atlasın diye teşvik eder, atlamadığını
görünce sopayı basarmış. Bu dayaklı terbiye sisteminin sonu ne olmuş biliyor
musunuz? Kedi fareyi gördüğü zaman dayak korkusundan tir tir titremeye
başlarmış!
Onun için iyi hareketleri teşvikte cezanın tesiri takdirin,
mükâfatın çok altında kalır. Yine attan anlayan o dostumuza:
— Atın iyi hareketlerine karşılık beklediği takdir nedir? diye
sordum.
— Gayet basit, dedi, ya bir topak şeker yahut da suratının
okşanmasından ibaret.
At okşamaktan anlar mı, diyeceksiniz. Hem de öylesine anlarmış ki,
bayılır, mest olurmuş. O hantal vücudu, o küt yapısıyla bir at takdirden,
mükâfattan anlıyor, sırf o takdiri, o mükâfatı kazanmak için yapılması en zor
hareketleri yapmaya girişiyor da insan neden takdir karşısında bir duvar gibi
duygusuz kalsın?
***
Dünyada insanoğlu bütün güzel hareketleri sadece bir takdir kazanmak
için yapmıştır. Gerçi para kazanmak, kazandığımız o para ile daha refahlı bir
ömür sürerek rahat etmek için çalışıyoruz gibi görünüyorsak da bütün
çalışmalarımızdan zaman zaman takdir edileceğimizi ümit etmesek, geçinmek
hesabına bile olsa çalışmak hevesimiz kalmaz. Daha çocukken,
henüz bütün kabiliyetlerimizin gelişmediği küçük yaşlarda bizi
yattığımız yerden ayağa kaldıran, annemizin, babamızın teşvikleri,
takdirleridir. İlk adımlarımızı atmaya başladığımız zaman annemizle babamız
bize aferin demeseler, kucakta taşınacağımızı pekâlâ bildiğimiz o günlerde
bizler için çok zor bir şey olan yürümeyi herhâlde çekici bulmayacaktık.
Paranın insan için manası olmadığı çağlarda bir “aferin”, bir “yaşa”, “var
ol”, bir “aslansın” sözünün göze aldırmayacağı fedakârlık yoktur.
Mektepte geçen yıllarımız hocalarımızın takdirlerini kazanmak için
gayret sarf etmekle geçmiştir. Öğrenilmesi sahiden zor ve büyük bir kısmının
hayatta yeri olmayan o bilgi yükünü takdir kazanmak, hatta ileride takdir
kazanacak bir seviyeye yükselmek uğrunda kafamıza yerleştirdik.
Tiyatroya şüphesiz gidiyorsunuz. Aktörlüğün ne kadar güç bir meslek
olduğunu da o vesile ile düşündüğünüz zamanlar herhâlde olmuştur. Bir kitaptan,
iki saat sürecek sözleri, kelimesi kelimesine ezberlemek, sonra sahnede her
gece aynı rolü, belki yüz defa tekrar etmek.
Bütün bu külfetlere o sanatkârlar sadece maaşlarını almak için mi
katlanıyorlar dersiniz? O kadar gayret sarf eden adam aldığı maaşı her yerde
hak eder. Aktör bütün bu külfete sırf takdir toplamak için'katlanır. Alkış yok
mu, hani bizim için hiç de zahmetli ve mahiyeti bakımından hiç de ağır olmayan,
iki elimizi birbirine çarpıp ses çıkarmaktan ibaret olduğu hâlde, lütfetmekte
pek hasis davrandığımız o alkış! İşte aktör o alkışın esiri olmuştur. Sahnenin
üstünde yere düşüp ölür ve sizin canı gönülden kendisini alkışladığınızı
duyunca yerinden mesut ve bahtiyar fırlayarak mükâfatını almış bir adamın
keyfi içinde sizi selamlar.
En büyük keşifler, en faydalı icatlar para kazanmak için değil,
insanlığa hizmet edenlerin takdir edildiği bilindiği için yapılmıştır. Öldükten
sonra iyi bir isim bırakmak isteyen adam hayatını feragat içinde, fakirliğe
katlanarak, fakat namuslu kalmaya gayret ederek geçiriyorsa takdir edilmek
istediği içindir.
***
Geçen sene bütün dünya gazeteleri Himalaya dağlarının en yüksek
tepesine çıkmaya çalışan insanlann macerasını okuyucularına saati saatine bildirmekle
meşguldü. İnsan durup dururken Himalaya’nın buzlu tepelerine tırmanmayı neden
istesin? Tehlikelere kendini neden atsın? Para içinse Himalaya’nın tepesine
çıktığı için kimse kimseye on para vermez. Fakat Himalaya’nın tepesine çıkmak
bir marifettir. Çünkü bunca senedir oraya çıkmak isteyenler karşılaştıkları
tehlikelerden gözleri yılarak aşağı indiler. Bu cesaret ve fedakârlığı kim
gösterirse onun takdir edileceğini, alkışlanacağını, bir müddet bile olsa baş
üstünde taşınacağını herkes bildiği için Himalaya’ya tırmanmaya cesaret edenler
ortaya çıkar. Çünkü bu işin sonunda takdir vardır.
Para, hizmetleri, gayretleri ödemek için iyi bir vasıtadır, fakat
kâfi değildir. Feragatler, fedakârlıklar para ile ödenmez; takdirle, alkışla
veya birkaç tatlı cümle ile ödenir. Dünyanın bütün büyük işleri de ancak
fedakârlıkla yapılabilir.
Pek sevdiğim muharrirlerden biri merak etmiş, acaba dünyada normal
insan kime derler, sualine cevap vermeye kalkmış.
Şimdi siz belki de kendi kendinize, dünyada cevap verilecek sual mi
kalmamış, dersiniz. Ama muharrirler böyledir. Düşünmek için sual icat etmeye
mecbur olurlar. Herhâlde bu zat da öyle yapmıştır. Ama doğrusu ben bu suali
oldukça çekici buluyorum. Çünkü hayatta herkes kendisini akıllı saydığı gibi yine
herkes normal bir insan olduğundan şüphe etmemektedir. Mesela muhterem eşiniz
son derece sinirli, iki de bir parlar, yok yere kıyametleri koparır cinsten bir
kimse olsa bütün bu hareketlerinin tabii olmadığına onu inandıramazsınız. Belki
de o kendi kendine “İnsan dediğin böyle olur. Arada bir parlamalı. Koyunlar
gibi ipi ne tarafa çekiliyorsa oraya giden insan normal değildir.” der. Siz de
tabii böyle olmadığını ispat edemezsiniz.
Aslına bakarsanız ben de sizin fikrinizdeyim ama şimdi normal insan
hakkında kendi fikirlerimi söylesem belki muhterem eşinizi kızdırırım, diye
korkuyor rum. Hâlbuki başkalarını hiç yoktan, durup dururken kızdırmak da
normal adamın yapacağı işlerden değildir. Onun için daha ziyade, söze
başlarken bahsini ettiğim hnuharririn normal insan hakkındaki düşüncelerini
anlatmak herhâlde daha münasip olacaktır.
***
Şunu da hemen söyleyeyim ki, sözlerinden bazılarını size
nakledeceğim muharrir üstelik bir kadındır. İstedikleri zaman en mükemmel
işleri başarmanın sırrını pekâlâ bilen kadınların, ekseriya anormal hareketler
yapar gibi görünmelerine rağmen normal insanı tarif etmekte de, isterlerse,
bütün erkekleri gölgede bırakabileceklerini tahmin edersiniz.
Bu aklı başında ve son derece normal kadının söylediklerine
bakarsanız, “Normal bir insan mısınız?” sualine “Hayır." diye cevap
verecek bir mahluk henüz dünyamızı şereflendirmemiştir. Herkes, hatta
zırdeliler bile, kendilerinin normal olduklarına inanırlar. Hakikaten bir
kimseyi öldürmeye kalkmadıkça, başkalarının malına el sürmeye teşebbüs etmediğimiz
müddetçe ve iftiralarla kötülük etmeye niyetlenmiyorsak hareketlerimizin
mükemmel olduğuna ve başkalarının da tenkitlerine uğramayacağımıza inanırız.
Buna karşılık bazen birtakım insanlara karşı takındığımız tavırlar, olması
icap ettiği gibi değilse “tabii” dediğimiz yoldan ayrıldığımıza hükmetmediğimiz
gibi kendimizi toplamak lüzumunu da pek duymayız. İşte normal ile anormal
insanın hudutlarını belli edemeyişimiz bu ince görüş farkından ileri geliyor.
Başkalarının bütün kusurlarını apaçık gören gözlerimiz yalnız kendi
kusurlarımızı görmekte âciz
kaldıklarına göre, ancak başkalarına bakarak normal insanın
vasıflarını belirtmek mümkün olacaktır.
***
Şu muhakkak ki, normal insan umumiyetle memnun olan, her şey
istediği gibi gitmese bile neşesini kaybetmeyen insandır. O, hayatta
karşılaştığı bütün hâllere fazla zahmet çekmeden kendini uydurur. Mesela benim
bu türlü normal insanlardan bir tanıdığım vardır. Bugün çok şükür hâli vakti
yerinde olduğu hâlde arada bir gider, orta hâili, hatta fakir insanların devam
ettikleri kahvelerde oturur. Onların yemek yedikleri yerde aralarına sıkışarak
yemek yer. Hiç de mecbur olmadığı hâlde bunu niçin yaptığı kendine sorulduğu
zaman da:
— İçinde yaşadığımız muhitin bütün şartlarını bilmek ve icabında
onlara, zahmet çekmeden, saadetimizin kaybolduğu zehabına kapılmaksızın
uyuvermek lazımdır. Yoksa en ufak bir sarsıntı bizi bedbaht ediverir, der.
İşte normal insan budur. O, kafasının içinde kurduğu dünyada
değil, etiyle, kemiğiyle içinde yaşadığı dünyada dolaşmasını bilir. Cenabı Hak
kendisine maddi refahı nasip ettiği zaman şükrederek ondan faydalanır; maddi
imkânlarından mahrum kaldığı zaman da neşesini kaybedip perişan olacağı yerde
filozof olur, bunu da dünyanın tabii hâllerinden sayarak başına gelenleri
cesaretle karşılar. Çünkü bu dünya sadece meltemler dünyası değildir; fırtına
ve kasırgalar da burada kopar. Eğer masmavi, letafet içinde yüzen gökyüzü
birdenbire kapkara bulutlarla örtülürse kara kara düşünmeye lüzum yoktur. Onu
da aynı neşe ile karşılamak ki, normal bir hadise karşısında biz de normal
olduğumuzu belli edelim.
Normal insanın pek mühim bir tarafı da hoş görür olmasıdır.
Başkalarının işlediği kusurları hoş görmesini bilen insan normaldir. Kendisini
olduğundan daha yüksek görmeyen insan normaldir. Mesela her şeyi bildiğini
iddia eden bir adamı gözünüzün önüne getiriniz. İnsanın her şeyi bilmesi
mümkün olmadığına göre böyle bir iddiada bulunan insan derhâl normal olmaktan
çıkmış demektir.
Normal insan kendisinden çok, etrafındakilerle meşgul olur.
Kendisiyle beraber etrafındakiler! anlamaya çalışır ve bilhassa zamanına
uymaya gayret eder. Eğer yaşlı bir insansa ve gençliğin bütün hareketlerini
çılgınlık sayıyorsa o zatın normalden uzaklaşmaya başladığına
hükmedebilirsiniz. Kendi gençlik senelerini göklere çıkarıp yaşadığı devri
batırmaya kalkan adam hayatın normal akışına ayak uyduramamış ve dolayısıyla
anormal olmaya başlamış demektir. Çünkü her nesilde insanlığın kazandığı zaferler
zincirine yeni halkalar ekleyen insanlar vardır. Normal insan bunları görmeye
çalışır.
***
Hele dış görünüşlere bakıp insanlar hakkında hüküm vermekten
sakınalım. Biraz fazla gürültücü, biraz fazla heyecanlı, hatta coşkun insanlar
vardır. Bunların anormal insanlar olduğuna hükmetmemeli. İnsan tabiatlarının,
arz dairelerine, yeni tabirle enlem çizgilerine göre değiştiğini unutmayalım.
Konuşurken bir İngiliz’i elleriyle, kollarıyla işaretler yaparken
göremezsiniz.
Bir Akdeniz çocuğunun ise daha canlı olması tabiidir. Bunların dış
görünüşlerine göre hüküm verirsek aldanmaya mahkûm oluruz.
Buna karşılık anormal insanların da özellikleri vardır. Mesela
hayatta bir tek dostu olmayan insan
anormaldir. Çünkü bir insanın bu dünyada dostça arkadaşlık
edebileceği insana rastlamamasına imkân yoktur. Eğer bize karşı gösterilecek
her sevgiden şüphe etmeye kalkarsak acınacak insanlar hâline düşüveririz.
Yine bu arada tutumluluğu pintilik derecesine çıkarmış insanları normal saymak
güçtür. Sevgili parasını harcamak korkusu içinde kıvranan insan normal
değildir. Tam tersine, eline ne geçerse har vurup harman savuran, çalışarak
kazandığı parayı düşüncesizce harcayan insan da bir hasis kadar anormaldir.
Tabii, düşüncesizlik anormal bir şey olduğu için bu hükme varabiliyoruz. Ama
aldanabiliriz de... Gelmiş geçmiş bütün dâhiler, kâşifler, mucitler umumiyetle
herkesin düşündüğü gibi düşünmeyip bu sayede yeni yollar açmaya muvaffak
olmuşlar ve bütün devirlerde normal insanların gözüne az çok anormal gibi
görünmemişler midir?
Aşırı iyimserlerle aşırı kötümserlerden hangileri acaba daha
normaldir? Bu suale kolayca cevap verebilir misiniz? Fakat bütün bunlara
rağmen normal insan olmanın anormal insan olmaktan muhakkak ki, daha zor
olduğunu kabul edelim. Normal bir insan olmak için o kadar çok kabiliyete, o
kadar fazla meziyete, o derece mükemmel bir dengeye ihtiyaç vardır ki eğer bu
sıfatı kolay kolay herkese yakıştırmayıp yalnız kendimize münasip görüyorsak
büsbütün de haksız sayılmayız!
Çünkü nihayet ne kadar ölçülü, ne kadar iyi niyetli, normal insan
olmak hususunda ne derece azimli ölursak olalım nihayet hepimizde az çok
anormallik vardır. Öyle ki bir insanın “ben normal bir insanım” demesi bile
onun normal olmadığına delalet eder.
Bir iş görme, bir eser vücuda getirme zevki yalnız münevverlere,
sanatkârlara mahsus zevklerden değildir. Bizim en iptidai zannettiğimiz
insanlar bile bir eser vücuda getirmenin zevkiyle mest olmasını bilirler.
Zaten insanı yeryüzündeki öbür mahluklardan ayıran başlıca fark da galiba
budur. Kaldı ki hayvanlar bile insanlarla beraber yaşamaya razı oldukları
andan itibaren ancak iş görmeye yanaştıkları nispette insanların gözüne
girebilmişlerdir. Zamanımızda büyük şehirlerde süs hayvanı hâline gelen kedilerle
köpekler bile fare tuttukları ve bekçilik ettikleri için sevilirler.
***
Bilmem size de öyle gelir mi? Evlerde, odaların içinde beslenen,
kucaklarda dolaşan kedilerle köpeklerin suratlarında pek mahzun bir hâl
vardır. Ne yapacaklarını bilmedikleri için yüzünüze âdeta ağlar gibi bakarlar.
Onların faydasız, lüzumsuz olduklarını hissettiklerine, bir iş görmeden
oturdukları için
S4
kederlendiklerine hükmetmek herhâlde yanlış olmayacaktır. Bir de
tarlayı sürüp veya akşama kadar döğen çevirip de bir kenarda işini görmüş,
vazifesini bitirmiş, ortaya bîr eser koymuş olmanın huzuruyla geviş getiren
öküzün o keyifli, insanın yüzüne “Sanki siz bugün ne yaptınız?” diyen bir
tavırla bakmasını hatırlayınız. Böyle bir manzara karşısında vazifesini
yerine getirmiş öküze karşı bir saygı duygusu beslememenin imkânı var mıdır?
Yokuşlarda, arkalarına bağlanmış yüklü arabaları var kuvvetlerini harcayarak
düze çıkarmaya çalışan atlan bilmem siz de benim gibi hayranlıkla seyreder
misiniz? Onları seyrederken içimde, arabanın bir ucuna dayanarak onlara yardım
etmek arzuları uyanır. Çünkü bir iş başarmak uğrunda bu derece gönülden gayret
sarf etmek hayran olmaya değer bir meziyettir. Atların ne düşündüklerini tabii
bilmiyoruz; fakat onların arabalarını yokuşlardan düzlüklere çıkardıkları
zaman keyifli keyifli bir koşuşları vardır ki, yalnız bu hâllerine bakıp
onların da, tıpkı insanlar gibi, zor bir işi başarmaktan zevk duyduklarına
hükmetmek yerinde olur.
***
Fakat insanların iş görmek bakımından daha üstün olan tarafları,
gördükleri işin mutlaka faydalı olması hususunda besledikleri samimi arzudur.
Hayvan bilmez, ona, hiçbir faydası olmayan işler uğrunda da tükenmez bir
gayret sarf ettirmek mümkündür. Susuz bir bostan kuyusunun dolabını bir ât ömrü
boyunca, bir iş görüyor sanarak çevirebilir. Fakat insanlar yaptıkları işlerin
faydalı olmasını, bir şeye yaramasını isterler.
Geçenlerde pek sevdiğim bir mühendis dostumla bu mevzu etrafında
görüşüyorduk. Kendi kırk yıllık
tecrübesinden misaller getirerek dedi ki: “En kara cahil, en muhtaç
insanların bile faydasız bir iş görmeye zorlanamayacaklarını sîzler bizim
kadar anlayamazsınız. Ben çok tecrübe etmişimdir. Mesela son derece fakir ve
kara cahil bir işçiye günde 15 lira verip bir kuyu açtırabilirsiniz. Bu işi
kendi mahareti ve gayreti ölçüsünde yapar. Bir müddet sonra aynı işçiyi
çağırıp evvelce açmış olduğu kuyuyu, bu sefer yine 15 lira yevmiye ile doldurmasını
söyleyiniz. Onu da yapar. Bu işi bitirdikten sonra aynı adamdan bu sefer kuyuyu
tekrar açmasını isteyecek olursanız biraz canının sıkıldığını fark edersiniz.
Ne çare ki yevmiyeyi almak için bu işe bir kere daha katlanacaktır. Fakat
kuyuyu açtırdıktan sonra tekrar doldurmasını emrederseniz, o muhtaç adam, bütün
ihtiyacına rağmen işi bırakır gider. Karnını doyurmak, çoluk çocuğunu
geçindirmek pahasına bile olsa faydasız işe onu devam ettiremezsiniz. Eğer
açıkça reddedip söylene söylene yaptırdığınız işin bir manasızlık olduğunu
kafanıza kakmazsa bir bahane uydurup çeker gider.”
***
Sabah, akşam işinize gidip gelirken yollarda bir binayı
elbirliğiyle yükseltmeye çalışan birçok inşaat işçisi görürsünüz. Bütün bu
insanlar faydalı bir iş yaptıkları kadar, bir eser vücuda getirmeye katıldıkları,
yapılan çorbada tuzları olduğu için mesutturlar. İnşaat biter, bina meydana
çıkar, işçiler hesaplarını görüp başka bir inşaatta vazife alırlar. Fakat
fırsat düşüp evvelce yapmış oldukları binanın önünden geçerlerken orada bir
duvar örmüş, bir sıva yapmış veya sadece temel toprağı bile çıkarmış olsalar
“Bu binayı ben yaptım.” diye iftihar ederler. İşin garip olan tarafı da bir
binanın hakikaten kimin tarafından yapılmış olduğunun bilinmemesidir. Mal
sahibi
onun kendi eseri olduğuna inanır. Mühendis veya mimar “Ben yaptım.”
der. Hâlbuki duvarlarını yükseltmiş olan duvarcılar, betonlarını dökmüş olan
beton işçileri, döşemelerini çekmiş, kapılarını, çerçevelerini takmış olan
marangozlar, damını örtmüş olan çatı işçileri binaya göğüslerini gere gere
kendi eserleri olarak bakmaktadırlar.
Bir binaya sadece kırk, elli çivi çakmış olan adamın bile kendini
o binayı vücuda getirenler arasında saymakta şüphesiz hakkı vardır.
Zaten işin garip olduğu kadar güzel olan tarafı da bu değil midir?
Yeryüzünde insanların vücuda getirdikleri en muhteşem ve en ömürlü
eserler şehirlerdir ve bir şehrin kimin tarafından yapıldığı da belli değildir.
Onlarla milletler iftihar ederler. Herkes onu kendi eseri sayar ve böyle
saydığı için de en büyük sevgi ile şehrine, kasabasına ölünceye kadar bağlı
kalır. Eski bir filozof, “Eğer şehirler bir kişi tarafından vücuda getirilmiş
olsaydı daha güzel olacaktı.” demiştir. Belki bu söz doğrudur, belki şehirler
bir kişinin eseri olsaydı daha güzel olurdu, fakat herhâlde insanlar, asırlar
boyunca, nesilden nesile milletin devamlı emeğiyle vücuda gelmiş olan
şehirlerini bugün sevdikleri kadar sevemezlerdi.
***
Zaten aslına bakarsanız dünyada bir kişinin, yalnız bir kişinin
emeğiyle vücuda gelmiş eser de pek yoktur. Ressamın tablosu ki bir kişinin
eseri gibi görünür, onu filan ressam yapmış diye beller, o ressamın adını
göklere çıkarırız. Gerçi bunda haksız değiliz. Eserdeki güzellik, şüphesiz
ressamın eseridir. Fakat resimdeki boyaların altında yatan tuvali dokumuş olan
ustalar, renk renk boyaları hazırlamış olan
boyacılar, fırçalan imal etmiş olan işçiler bu tabloyu biraz olsun
benimserlerse büsbütün haksız sayılabilirler mi? Nitekim dokumacılar,
boyacılar ve fırçacılar henüz dünyaya gelmedikleri devirlerde yağlı boya
resim de yapılamıyordu. Vaktaki onlar malzemeyi hazırlamaya başladılar, ressam
da kayaların üzerine resim kazımaktan kurtuldu. Kendisine yardım edenlerin
sayesinde ebedî eserler vücuda getirmek imkânına kavuşmuş oldu. Gerçi yaşadığımız
devrin ressamları çizdikleri acayip resimlerle boya ve bezleri pek boşuna
harcıyorlar ama muhakkak ki aralarından çıkacak olan gerçek sanatkârlar günün
birinde faydalı bir iş görmenin saadetini tatmaya muvaffak olacaklardır.
Bütün mesele sarf ettiğimiz emeklerin boşa gitmemesidir. O zaman
bu güzel, bu harikulade dünyanın bile tadı kalmaz. Yaşama lezzetsiz bir hâle
gelir.
***
Pekâlâ hatırlayacaksınız: İkinci Dünya Harbi patlamadan önce
Almanya’da baş gösteren işsizliğe bir çare olmak üzere birtakım boş gezen
adamları toplayıp onlara güya iş gördürüyormuş hissini vermek için dibi delik
fıçılara su taşıtmışlardı. Geçenlerde bir mecmuada bu hizmete katılmış adamlardan
birinin hatıralarını okudum. Sabahtan akşama kadar dibi delik fıçıya su taşımış
olan o adam, “Hayatımda bundan büyük bir işkence tasavvur edemiyorum.
Faydasız ve dolayısıyla lüzumsuz bir insan hâline geldiğimi ilk defa o günlerde
hissettim ve üç gün çalıştıktan sonra aç kalmayı göze alarak delik fıçıya su
doldurmak teklifini kesin surette reddettim.” diyordu. İnsanın canı belki
"boş oturmaktan sıkılır, fakat bütün hayatında çalıştığı hâlde bir tek
favdalı eser vücuda getirememiş adamın sıkıntısı
herhâlde boş oturmuş adamın sıkıntısından bin kere daha ağırdır.
Eğer gündelik hayatımızda akşamüstü yorgun argın evimize döndüğümüz zaman biraz
olsun gülebiliyor neşelenebiiiyorsak bu neşenin tohumlarını o günkü
çalışmalarımızda faydalı bir iş gördüğümüze inanmamızda aramalıyız. Faydalı
bir hizmet bütün meşakkatleri unutturur. İnsan kendi kendine kalıp da o müthiş
muhasebeye daldığı zaman ancak, “Ben de memleketimde, işimde, evimde faydalı
olabiliyorum, bu toplulukta benim de bir vazifem var." diyerek teselli
bulabilir.
Allah kimseyi böyle bir teselliden mahrum bırakmasın!
Hepinizin ulaşmak istediğiniz, fakat ulaşınca da kötülediğiniz bir
insan hâli vardır: İhtiyarlık. Dünyada ihtiyarlık üzerine yazılmış kitapların
en güzellerinden biri olan, Çiçero’nun “İhtiyarlık” adlı kitabı Bayan Ayşe
Sarıgöllü tarafından Millî Eğitim Bakanlığının klasikler serisi içinde
Türkçeye çevrildiği için bu güzel kitap dolayısıyla ihtiyarlıktan uzunca bahsetmek
fırsatı da elimize geçmiş bulunuyor.
Eski Latin hatibi ve devlet adamı Çiçero’nun pek meşhur olan bu
kitabının güzelliği, ihtiyarlığı kötülemeyip methedişinden ileri gelmektedir.
İsa doğmadan 40 yıl önce yazılmış olan bu kitabı okuyanlar, ihtiyarlığın da
artık tatlı ve hoş bir hâle geldiğini söylemişlerdir. Bu kitabı bayram
tatilinde, bir ağaç gölgesinde uzanarak, cidden güzel olan Türkçesinden tekrar
okurken ömrümün ihtiyarlık çağına yaklaşmakta olduğum için âdeta sevindim.
Şimdi bu kitaptan aldığım kuvvetle ben de Çiçero gibi ömrün her çağının güzel
ve her çağını sıkıntısız geçirmenin kabil olduğunu iddia edebiliyorum.
Ömrün her çağı güzeldir. Bunun tersini söylemek tabiatı, hayat
piyesinin bir perdesini güzel yazdığı hâlde son perdesine aldırış etmeyen bir
acemi piyes muharriri yerine koymak olur. Bu elbette ki olacak şey değildir.
Tabiat her çağı birtakım güzelliklerle süslemeye bilhassa itina etmiştir.
Siz bakalım, ihtiyarlığın nesinden şikâyet ediyorsunuz? İnsanı
işlerden uzaklaştırmasından mı? Vücudu zayıf düşürmesinden mi? İnsanı bazı
zevklerden mahrum etmesinden mi? Yoksa ölüme yakın oluşundan mı?
***
İhtiyarlık insanı işlerden uzaklaştırırmış derler. Evet, ama hangi
işlerden? Önce onu belli etmeli. Gençlik isteyen, kuvvet isteyen işlerden değil
mi? Bir kere ihtiyarların kuvveti yoktur diye boşuna üzülmemeli. Çünkü onların
kuvvetli olmalarına zaten lüzum yoktur ki! Sonra, vücut hâlsiz de olsa
ihtiyarlara göre, manevi kuvvetlerle yapılacak işler az mıdır? Ya
tecrübeleriyle, düşünceleriyle, öğütleriyle büyük işler gören ihtiyarlara ne
demeli? İhtiyarların işe yaramadığını söyleyenler ne söylediklerini bilmeyen
insanlardır. Böyle bir iddiada bulunmak bir gemide dümencinin hiçbir işe
yaramadığını söylemek gibidir. Öyle ya, gemide kimi direğe tırmanır, kimi güvertede
koşar, kimi geminin suyunu boşaltır. Dümenci ise geminin kıç tarafında, dümen
elinde, rahat rahat oturur. Hâlbuki geminin selameti namına en mühim vazife
.dümencidedir. Gerçi ihtiyarlar gençlerin yaptıkları işleri yapamazlar ama çok
daha büyük, çok daha iyi işler görürler. Büyük işler kuvvetle veya çeviklikle
değil, düşünce ile, sözünü geçirme ile, ortaya doğru fikirler atmakla
başarılır.
Ama yaşlandıkça hafıza zayıflarmış. İnsan, hafızasını işletmezse
yahut hafızası doğuştan ağır işliyorsa, ihtiyarladıkça zayıflar elbette. Siz
bir ihtiyarın parasını sakladığı yeri unuttuğunu hiç duydunuz mu? İhtiyarlar
iş edindikleri, ehemmiyet verdikleri şeyleri unutmazlar. Bunaklık denen
ihtiyarlığa has aptallık da her ihtiyarda değil, hafif akıllı, gençliğinde
zihnini işletmemiş insanlarda olur. Hele okumuş yazmışlarda, bütün hayatları
boyunca fikir yormuş, ruhunu zenginleştirmiş olanların ihtiyarlıklarında
bunadıkları görülmemiştir.
***
İhtiyarlıkta insanın kuvvetten düştüğü doğrudur. Fakat
gençliğinizde zaten fil kadar kuvvetli olmak istemediğinize göre şimdi neden
gençliğinizdeki kuvveti kaybettiğinize üzülesiniz? Etrafınızda gençler dolaşıyor.
Siz de onların arasında gücünüzün yettiği işi yaparsınız, olur biter. Ağır
yükleri kaldırmayı gençlere bırakınız. Sizin, hatta oturduğunuz yerde pek az
kuvvetle yapacağınız işler vardır. Belki pehlivan olsaydınız, “Artık gençleri
yenemiyorum.” diye üzülebilirdiniz. Hâlbuki ona da üzülmeye yer yok. Gençlere
kendilerinden daha kuvvetli olanları nasıl yeneceklerini öğretmek, onları
yenmekten daha zevklidir. Gençliğinde iyi bir pehlivan olan Krotonlu Milon ihtiyarlığında,
genç pehlivanları seyrederken kendi kollarına bakıp ağlaya ağlaya “Ah, bunlar
öldü artık!” demiş. Herkes de pazı kuvvetinin geçici olduğunu bilmeyen bu
akılsız adamın hâline katıla katıla gülmüş.
Hem ihtiyarlıktaki dermansızlık, ihtiyarlıktan çok, gençlikteki
kabahatlerin bir sonucudur. Gençlerin zevke, içkiye düşkünlükleri ihtiyarlığa
miras olarak hâlsiz bir vücut bırakır. İnsan, kuvvetini idare etmesini
bilmeli. Yalnız gücünün yettiği kadarına el atmalı. Ancak böyle
olursa insan “Artık eski kuvvetim kalmadı.” diye hayıflanmaz. Her çağın
kendine göre bir hâli vardır. Çocuklarda çelimsizlik, delikanlılarda taşkınlık,
orta yaşlılarda ağırbaşlılık, ihtiyarlarda olgunluk tabii hâllerdir. Bunları
zamanında kabul etmeli.
***
Gelelim ihtiyarlığa buldukları üçüncü kusura, yani onların bazı
zevklerden mahrum olmalarına... Çiçero diyor ki: “Eğer yaşlılık bizden
gençliğin o kötü kusurunu uzaklaştırıyorsa ne büyük bir iyilik ediyor. İhtirastan
doğan zevklerin göze aldırmadığı hiçbir suç, hiçbir kötü hareket yoktur. Çünkü
kendini zevke kaptıran insanda itidal diye bir şey kalmaz. Onun için maddi
zevkten daha zararlı bir şey yoktur. Eğer bu, sürekli olursa ruhun bütün
ışığını söndürür. Mademki muhakeme ile, akılla zevk arzusunu kendimizden uzak
tutamıyoruz; öyle ise doğru olmayan bir şeyin önüne geçtiği için ihtiyarlığa
karşı büyük bir minnettarlık duymamız lazım. İhtiyarların zevki aramaları bu
bakımdan bir kusur değil, belki övünülecek bir şeydir. İhtiyarlar
ziyafetlerden, zengin sofralardan, sık sık kadeh boşaltmaktan uzak kalırlarken
sarhoşluktan, hazımsızlıktan, uykusuzluktan da uzak kalıyorlar demektir.”
Ama ihtiyarlar somurtkan, tasalı, çabuk kızar, hatta hasis
olurlarmış. Bunlar mizacın yarattığı kusurlardır. İhtiyarlığın değil. İyi
mizaçlı, yaşamanın usulünü bilen kimselerde bu kötü taraflar daha az
hissedilir. Her şarap nasıl eskimekle ekşimiyorsa, her insan da yaşlanmakla
aksileşmez. Öyle ihtiyarlar tanırım ki, diyor Çiçero, ihtiyarlığa sızlanmadan
katlanırlar. Hatta, “Ne iyi oldu da gençliğin aşırı ihtiras zincirlerinden
kurtulduk.” diye sevinirler. Çünkü ihtiyarlıktan
sızlanmaya sebep olan kabahat yaşta değil, mizaçtadır. İtidalli
olan, hırçınlık, aksilik etmeyen kimselerin ihtiyarlığı da güzel olur.
İhtiyarlığın kötülüklerine karşı en iyi silahlar neleYdir biliyor musunuz?
Bilgili ve faziletli olmak. Gençlikte edinilen bu meziyetler insana
ihtiyarlıkta tadına doyulmaz bir zevk verirler.
***
Şimdi kalıyor son mesele: Hani şu, ihtiyarlığın ölüme yakın oluşu.
İhtiyarlığı bu kadar göklere çıkaran hakim Çiçero bu bahse gelince “Evet,”
diyor, “ölüm ihtiyarlardan uzun müddet uzak kalamaz ama bunca yıl yaşayıp da
ölümün küçümsenmesi gerektiğini anlayamayan ihtiyara da yazıklar olsun! Eğer
ölüm ruhu büsbütün yok ediyorsa üzerinde durmaya değmez. Yok eğer onu sonsuz
bir ömür yaşayacağı başka bir yere götürüyorsa, o zaman istenilmesi gereken
bir şey. Bu iki ihtimalden başka üçüncü bir ihtimal de yoktur ya... Öldükten
sonra bedbaht olmayacaksam, hele daha mesut olacaksam ölümden ne diye
korkayım? Genç bile olsa, akşama kadar yaşayacağını kesin olarak söyleyecek
kadar aptal bir insan var mıdır?”
***
İşte Çiçero, o pek güzel, 2000 senedir tazeliğini kaybetmemiş olan
“İhtiyarlık" adlı kitabında ihtiyarlık için bunları söylüyor. Hatta bir
adamdan da bahsediyor. 99 yaşına kadar yaşamış olan bu adama “Niçin dünyada bu
kadar çok kalmak istiyorsun?” diye sormuşlar da “İhtiyarlık çok hoşuma gidiyor
da onun için!” cevabını vermiş. Akıllı ihtiyarlara da zaten böyle demek
yakışır.
İhtiyarların belki kusur olarak gösterilebilecek bir hâlleri
vardır. O da fazla, biraz fazla konuşmalarıdır. Bunun sebebini de belki
bilirsiniz. Mitolojiye göre
Tıtanos hayat veren Tanrıça Eos’a âşık olmuş, Eos da onun sonsuz
bir ömür yaşamasını temin etmişti. Eos böylelikle sevgilisinin ölmesine mâni
oldu ama ihtiyarlamasının önüne geçemedi. Sonunda ihtiyarlıktan çok hâlsiz
düşen Titanos’a Tanrılar acıdılar, onu cırcır böceği hâline soktulaı.
İhtiyarların çok konuşmaları bundandır, derler. Fakat bu kadarcık kusur, eğer
bir kusursa, kadı kızında da bulunur değil mi?
Çiçero’nun meşhur kitabının Türkçeye çevrilmesi dolayısıyla
ihtiyarlardan bahsedişim itirazlara sebep olabilir. İhtiyarlığı ne kadar
övseniz kimseye beğendiremezsiniz. Hâlbuki herkes ya vücutça ya ruhça genç
olduğunu iddia etmektedir. Bu sebeple gençlik daha umumi bir mevzudur. Zaten
gençlikten ihtiyarlığa geçildiğine göre sıra bakımından da önce gençlikten
bahsetmeniz lazım gelirdi denebilir. Onun için bu sefer de gençlikten
bahsedeceğim.
Hepiniz bilirsiniz, bir söz vardır. “Kabahati gelin etmişler de
kimse almamış.” derler. İhtiyarlık da kabahat gibidir. Onu kimse üzerine almak
istemez. “Artık ihtiyarladım.” diyenlere dikkat ederseniz bunların henüz
ihtiyarlıktan epey uzakta olduklarını görürsünüz. Hatta bu sözü, biraz da genç
oldukları söylensin, daha sizin ihtiyarlığınıza çok vakit var, densin diye
laf arasında ortaya atarlar! Ama gerçekten ihtiyarlamış olan bu bahse hiç
yanaşmaz. Yanaşmamakla da çok iyi eder; çünkü, insanın ihtiyarlığından da,
gençliğinden de bahsetmesi, biteviye bunlar üzerinde durması
manasız bir şeydir.
***
Eskiler, herhâlde vakitleri daha çok olduğu için, hayli
uğraşmışlar, insan ömründe gençliğin ne zurnan sona erip ihtiyarlığın ne zaman
başladığını kesin olarak açığa vuracak bir yaş aramışlar, fakat bir türlü
bulamamışlar. Eski Romalılar ihtiyarlığın umumiyetle 46 yaşında başladığını
kabul ederlerdi. Hâlbuki bugün hayatın ancak 40’tan sonra başladığını ispat
eden kitaplar çıkmaktadır. O zamanla bu zaman arasında ne fark vardır ki, şimdi
hayat 40 yaşından sonra başlıyor, diyeceksiniz.
Büyük fark vardır. 2000 yıl önce cemiyet hayatı bugün olduğu kadar
öğrenilmesi güç bir hayat değildi. O zaman huzur içinde, tabiatla baş başa
yaşayan insanlar 20-30 yaşlarında filozof olabiliyorlardı.
Hâlbuki bugün tahsil, daha önce de bahsetmiştim, 30 yaşında
bitiyor. Hayatta 30 yaş, eğer ortalama insan ömrü 60 yıl olarak kabul edilirse
ömrün yarısıdır. Sevgili şairimiz Cahit Sıtkı 35 yaşı ömrün yarısı sayıyor.
Belki haklıdır. Çünkü bu yarım ömürde, genç adam, elde etmeye çalıştığı
mesleğin dışında, gençlik ateşinin tutuşturduğu meraklı futbol oyunundan
sinema.artistlerinin hususi hayatına kadar daha birçok şey öğrenmeye
mecburdur. Çünkü zamanımızda bunlardan haberi olmayanı ihtiyar, hatta
bilmemekte çok ileri gitmişse bunak sayabilirler. Hâlbuki yalnız bunları
öğrenmek, mesela bir aralık futbola fazla dalmak veya sinema artistlerinin bir
gayya kuyusu olan hayatlarını fazlaca incelemeye koyulmak tahsil hayatından
bir, iki yılı sakatlayabilir. Demek ki, genç adamın, tahsilini tamamlamaya
çalıştığı sıralarda, zamanımız için zaruri olan
hayat bilgilerini edinmek uğrunda en az iki yılını feda etmiş
saymakta büyük hata yoktur.
***
Sonra unutmamalı ki, eski devirler sükûn devirleri, huzur
devirleri idi. İnsanlar daha dinç kafa ile düşünebiliyor, daha rahat
çalışabiliyordu. Ağacının dalında, rüzgârların yaprakları okşayarak geçerken
yaptığı hafif hışırtılar içinde tatlılaşan bir elma gibi, insanlar da küçük ve
tenha şehirlerin sükûneti içinde olgunlaşıyorlardı. Büyük İngiliz edibi Aldous
Huxley’in dediği gibi, 20’nci asır birçok şeyin asrı olduğu kadar, gürültü
asrıdır da. İnsanlar maddi gürültülerden başka, manevi gürültüler ve hele arzuların
gürültüsü içinde yuvarlanıp durmaktadırlar. 19’uncu asrın sonlarında dünyaya
gelip 20’nci asrın hayatını dolduran büyük icatlar, o sinemalar, o uçaklar, o
telefonlar, o radyolar, o otomobiller sanki her şeyden fazla, gürültü yapmak
için icat edilmişlerdir. Dinlemek istemeyenler için mahallenin radyolarını
kısmak kabil olmadığı gibi otomobillerin yalnız klaksonlarını susturmak için
vatandaşlara ağır cezalar kesmek icap etmektedir.
Bu yaman gürültü asrında kafası şişmeden tahsilini bitirmeye
muvaffak olan delikanlıya ne mutlu!
Ne mutlu ama yaş, daha mektep sıralarından ayrılırken 32’yi
bulmuştur. Düşünün ki, gencimiz henüz vatan müdafaasını öğrenmek için zaruri
olan askerlik hizmetini yeni yapacağı gibi, neslini devam ettirecek çocuklarını
dünyaya getirmek için evlenmeye de henüz vakit bulamamıştır. Geleceğin anneleri,
onları, tahsillerini bitirsinler diye evlerinde oturup bekliyorlar!
Ne ise... Fazla uzatmayalım, gençler için tahsil ve terbiyenin
tamamlanması, hayatın öğrenilmesi ve
yaşamayı sağlayacak işin tutulması ancak 35 yaşında kabil olunca
hayatın 40’tan sonra başladığını iddia etmek kadar tabii bir şey olabilir mi?
***
Benim gençlik yerine ihtiyarlıktan bahsetmeyi tercih edişim, biraz
da zamanımızda gençliğin, eski devirlere nispetle bir ihtiyar olgunluğu
istemesindendir. Bu gürültülü, bu bin bir maceralı hayat içinde gençlerin daha
20 yaşlarından itibaren gelecek için çok iyi hazırlanmaları, önlerine açılan
çeşitli yolların en selametli olanını seçmek zorunda bulunmaları, çok iyi
öğrenmek için de devrimizin pek bol olan eğlencelerine kendilerini pek fazla
kaptırmamaları icap ediyor. Gençliklerinde tecrübeli bir adam olgunluğu
gösteremeyenlerin 40’ından sonra başlayan hayatları da tatsız olur ve
üzüntüler içinde sona erer.
Zamanımızda çocukluk devri çok uzamış, gençlik devri de kısala
kısala orta yaşlılıkla Dirleşmiştir. Zaten gençler, adam yerine konmak için
yaşlanmayı, yaşlılar da hayattan zevk alabilmek için gençleşmeyi isterler.
Duaları hep bu yoldadır. Ve bu dualar hiçbir devirde zamanımızdaki kadar kabul
edilmiş değildir. Toplantılarda annelerle kızların, babalarla oğulların
birbirlerinden ayırt edilmemesi de herhâlde bundan olacaktır.
Vücudunuzun yaşını bir tarafa bırakın da siz kafanızın, gönlünüzün
kaç yaşında olduğuna bakın. Gönül ihtiyarladı, yaşamaktan zevk almamaya başladı
mı, vücut ne kadar genç olursa olsun çöker gider.
Bir gün, ille de başkasının yerinde olmak isteyen biriyle tanıştım.
Hâli epey garip olduğu için size ondan bahsetmek istiyorum. Bu zat, her şeyi,
ama her şeyi tenkit etmekle kalmıyordu; tenkit ettiği insanların yaptıkları
işleri beğenmezken hep “Ben onun yerinde olsaydım şöyle yapardım. Ben onun
yerinde olsaydım böyle yapardım.” diyerek o insanların yaptıkları yanlışları
nasıl düzelteceğini anlatıp duruyordu.
***
Bir ahbabım anlattı: Dostlarından birinin pek güzel bir huyu
varmış. Eğer biri böyle gelişigüzel savurmaya, akıl vermeye kalkarsa, hiç
sezdirmeden ağır ağır çantasını toparlar “Bana müsaade beyler!" diyerek
işini görmek üzere başka yere gidermiş. Ben de, kendisini biteviye başkasının
yerinde görmek isteyen bu zatın karşısından uzaklaşmak imkânını aradım.
Aradım ama bulamadım. Kaçmak bile her zaman kolay değildir. Bazen büyük
cesaret ister. Gerçi
bu cesareti gösteremedim ama gözü hep başkasının yerinde olan o
zatı muhteremin hâli sonunda bana bu mevzuu ilham etti. Hayatta kendi yerini
beğenmeyip, daha doğrusu, kendi yerinde yapması lazım gelen şeyi yapmayıp da
başkasının yerinde olmak hevesi peşinde koşan insanın bir gevezeden başka bir
şey olmadığına hükmederseniz hiç de aldanmış olmazsınız.
Bunu söylerken, insan kendi yerinde kalmalı, bir adım ötesine
atlamak fırsatını koiiamamaiı demek istemiyorum. Böyle bir dilek herkesi olduğu
yerde saydırmak istemekle birdir. İlerlemeyi önler. Elbette gözünüz daima daha
iyide, daima daha güzelde olacaktır. Ama ileriyi kollarken insan bulunduğu
yeri doldurmak, o yerden taşmalı ki, daha ötesine hak kazansın. Montaigne
filozofun bir sözü vardır. Daima büyük işler çevirmek arzusunda olanlara, kendilerine
imkân verilse neler yapabileceklerini göstereceklerini ulu orta söyleyenlere
seslenerek “Bir kere siz, kendi hayatınızı düzeltmeyi ve çevirmeyi bildiniz
mi? Eğer bunu biidinizse bütün işlerin en büyüğünü yaptınız demektir.” der.
***
Şunu da söylemek yerinde olur ki insanın, ne yaparsa yapsın,
başkasının yerinde olmasına imkân yoktur. Herkes kendi yerindedir. Şayet,
hayali günün birinde gerçekleşir, hakikaten yerinde olmak istediği adamın
yerine geçerse o zaman kendi yerine geçmiş sayılır. Ama can çıkar, huy çıkmaz.
Öyle bir yere geçen adam yine muhakkak başka birini gözleyerek onun yerinde
olmayı isteyecek ve bütün hayatında olduğu gibi kendi yerini doldurmayı beceremeyecektir.
Hâlbuki, ben falanın yerinde olsaydım şöyle yapardım, demenin hiçbir manası
yoktur.
İnsan, biraz önce de söylediğim gibi, kendi yerinin hakkını
vermeli. Üzerine aldığı vazifeyi başarmalı. Daima başkasının yerinde olmak
isteyen insanlar kendilerini her şeyi yapmak kudretinde gören insanlardır.
Gerçi bunda biraz bizim de kabahatimiz vardır. Biz de her şeyle ilgilenen, her
şeyden biraz anlayan insanlardan hoşlanırız. Hoşlanırız ama, dikkat ederseniz
hayatta muvaffak olan, çetin işleri başaran insanlar bunlar değildir. Tam
tersine, hiç olmazsa hayatlarının belli bir devresinde yalnız bir şeyle meşgul
olan, bütün dikkatlerini bir mevzu üzerinde toplayanlar muvaffak olurlar. Bu
gibiler başkalarının ne yaptıklarına bakmazlar bile. Hele onların yerinde olmayı
akıllarına bile getirmezler. Dikkatleri bir noktaya takılmıştır veya işlerinin
peşine düşmüşlerdir; uğraşırlar, didinirler; sonunda bütün engelleri aşarak
gayelerine kavuşurlar.
Tanıdığım bir hekim geçenlerde DanimarkalI bir kalp hekimini
anlatıyordu. Bu zat kalbin bilmem hangi ameliyatını yapmakta dünyada eşi
olmayan bir mütehassıs imiş. Bizim hekim diyor ki: “Kendisiyle görüştüğüm
zaman, insan kalbinin bir başka cephesi üzerinde bizim burada yaptığımız
çalışmalardan birkaçı hakkında kendisine izahat verdim. Söylediklerimi, kalple
hiç meşgul olmamış bir hekim gibi hayret içinde dinledi ve söylediklerimi çok
dikkate değer buldu. Sonunda anladım ki, bu büyük hekim kendisine ihtisas
olarak seçtiği kalbin yalnız bir tarafı üzerinde çalışmış, senelerce bütün dikkatini
o nokta üzerinde toplamış; sonunda bir şey öğrenmiş ama pir öğrenmiş. Nitekim
bugün kalp üzerinde onun seçtiği sahayla ilgili ameliyatı ondan başka yapacak
hekim dünyada mevcut değildir."
Bu hikâyeyi anlatan hekim dostumun o Avrupalı hpkimp havran
kalmakta hakkı vardı. Avruoalılık
dediğimiz şey de zaten aslında bundan başka bir şey değildir.
Bildiğini iyi bilmek ve bilhassa kendi yerini doldurarak hiçbir zaman
başkasının yerinde olmayı istememek.
***
Hâlbuki bizim dikkatimiz aslında dağınıktır. Öyle adamlara
rastlarız ki, bunlar her şeyden anladıklarını iddia ederler ve hakikaten birçok
şeyden de anlamaktadırlar. Fakat bir noktada derinleşmiş, yani yine mevzuumuza
dönerek söyleyelim, kendi yerini seçerek orada derinleşmeyi başarmış
insanlarımız azdır. Zaten umumiyetle başkasının yerinde olmayı istememiz de az
buçuk her şeyden anlamamız yüzünden oluyor. Aslına bakarsanız bir adamın her
şeyi yapmasına, her şeyi bilmesine imkân yoktur. Bir muharrir bütün romanları
yazamayacağı gibi bir seyyah da yeryüzündeki bütün şehirleri dolaşamaz. Önce
hedefi seçmek lazımdır. Bu hedef de başkasının yerinde olmak değil, kendi
yerinde olmaktır. İnsanın kendi yerini doldurması için de bilgi dünyasında bir
hayli yol alması lazımdır. Birçok hedefe birden gitmek isterseniz
kuvvetlerinizi dağıtır, saçarsınız; o saçılmış kuvvetlerle beraber siz de dağılırsınız.
Şair Goethe genç şairlere öğüt verirken “Bir destanı yazmaya karar verirseniz
ona küçük şiirlerle başlamalısınız.” der. Nitekim bütün büyük işler başarmış
adamlar küçük işleri başara başara büyük işlere geçmişlerdir.
***
Andre Mourois’nın da dediği gibi, eğer
uzun bir yolu bir solukta aşacağınızdan pek emin değilseniz onu birkaç parçaya
bölmeniz akıl işidir. Tıpkı dağ köylüleri gibi. Dağ köylüleri bir dağa
tırmanacakları zaman önlerine bakarak yola çıkarlar. Başlarını kaldırın da
çıkacakları en vüksek teoeve hiçbir zaman
bakmazlar. Çünkü başlangıçta böyle bir bakış insanın soluğunu
kesebilir. Gözleri daha çok, yere dikilmiştir. Veya biraz ilerisini kollayarak
ilerlerler. Fakat bu ağır gidiş onları yavaş yavaş tepelere çıkarmaktadır.
Sonunda, varmak istedikleri dağ başına ulaştıkları zaman pek de zahmet
çekmeden aştıkları mesafeleri, ayaklarının altında kalan uçurumları seyretmek
pek zevkli olur.
Kendi yerlerini iyice dolduramadıkları hâlde başkalarının yerinde
olmak isteyen insanları böyle bir dağ eteğinde sayacak olursanız, onları, her
yere gitmek istediği hâlde hiçbir yere gidememiş bir köylüye
benzetebilirsiniz. Ama böyleleri size, gitmek istediğiniz yere nasıl
gideceğinizi anlatmaktan büyük zevk duyarlar. Bir yere gidememiş bir adamın
gideceğiniz yere nasıl gitmeniz lazım geldiğini anlatmasını siz de tabii,
bıyık altından gülerek dinlersiniz.
Başkasının yerinde olmayı şimdilik bir tarafa bırakarak kendi
yerimizdeki duruşumuzu inceleyelim ve her şeyden önce kendi yerimizi doldurmaya
çalışalım.
Hayatımızı tesadüfler idare eder, demek ne kadar yanlışsa,
hayatımızdaı tesadüflerin zaman zaman oynadığı mühim rolü görmemezlikten
gelmek de o kadar yanlış olur. Belki bugün odanızda, radyonuzun etrafında
toplanan aile birliği bile geçmiş günlerdeki bir tesadüfün eseridir. Mesela,
ne bileyim ben, günün birinde çoktan beri görmediğiniz bir mektep arkadaşınıza
rastladınız. O arkadaşınız laf arasında size hiç tanımadığınız bir hanımdan bahsetti.
Birdenbire içinizde, bahsi geçeni görmek arzulan uyandı. İşin peşine düştünüz
ve emelinize kavuştunuz. Elinde bir yay, gözleri bağlı, her kalbe rastgele
oklar atan Aşk Tanrısı’nın o sırada savurduğu oklardan biri kalbinize
saplandı. Olan oldu.
Artık bi mem, geçmiş olsun mu diyeyim, Allah mesut etsin mi
diyeyim, her ne hâl ise, elbette bu netice yalnız bir tesadüfün eseri değildir.
Bu neticeyi hazırlamak için siz de çalıştınız. Fakat gene unutma-
hâlâ kendi kendinize izah edemediğiniz o tesadüf tayin etmiştir.
Eğer tesadüf, fi tarihinde o mektep arkadaşınızı sizin karşınıza' çıkarmasaydı
bugün hayatınız, nasıl olacağını kimselerin bilemeyeceği bir başka istikamete
doğru akıp gitmiş olacaktı.
***
Ama ben burada, kendi hayatımıza tesir eden, bazen nevrimizi
döndürüp bazen de önümüzde yeni ufuklar açan tesadüflerden değil de -çünkü
bunlar saymakla tükenir gibi değildirinsan cemiyetlerinin yaşamasına tesir
eden, hayatımızı topyekün başkalaştıran tesadüflerden bahsetmek istiyorum.
Bir zaman maymunların gençliğini insanlara aşılamak sevdasına kapılan
ve bu sevdasıyla gönülleri genç kalmış ihtiyarlardan çoğunun da yüreklerini
hoplatan meşhur Doktor Voronof, dâhilerin hayatlarına dair yazdığı meraklı bir
kitapta büyük keşif ve icatların gerçekleşmesinde tesadüflerin oynadığı rolü
de tetkik etmiştir.
Yeni karşılaşılmış bir hadisenin zihinde uyandırdığı canlılık,
mantığı da harekete geçirir. Birdenbire doğuveren fikir derinlere doğru ine ine
sebebi gizli kalmış bir hadiseyi yavaş yavaş aydınlığa kavuşturur. Hadiseler
birbirlerine zincirleme bağlıdırlar. Fakat onları birbirine bağlayan halkalar
bazen o kadar görünmez bir hâldedirler ki, bunları meydana çıkarmak için çok
defa zekâ da kâfi gelmez, dehaya ihtiyaç vardır.
***
Dünyanın kuruluşundan 17’nci asrın ortasına gelinceye kadar kim
bilir kaç kişi sonbahar mevsiminde elma bahçelerinde, o güzelim elma
ağaçlarının altında oturmuş ve kim bilir kaç kişinin başına tesa-
bir yer çekimi kanununun hüküm sürdüğünün meydana çıkması için,
ağaçta duramayacak kadar olgunlaşmış bir elmanın ancak büyük İngiliz âlimi Newtonun başına düşmesi
icap etti. Biz olsaydık belki de bu münasebetsiz elmaya kızar, aksilenirdik.
Hâlbuki Newton elmayı kafasına yiyince aksileneceği
yerde ilk defa olarak kendi kendine, “Bu elma neden düşüyor?” diye sordu ve
gene ilk defa olarak âlim kendi sorduğu bu suale gene kendi, “Yer çekiyor da
onun için!” diye cevap verdi.
“Peki ama öyle ise Ay neden Dünyamızın üstüne düşmüyor?”
Âlimin zihninde sualler sualleri kovaladı. Tesadüfün kafasına
düşürdüğü o elma ve onun sebep olduğu araştırmalar Newtonu yer çekimi
kanununun keşfine doğru sürükleyip götürdü. Bizim Amasya elmalarına hiç
benzemeyen, belki de düşeceği yeri bilmekten başka hiçbir meziyeti olmayan
alelade bir elma, harikulade bir kafaya evrensel bir gerçeği dank ettirmiş ve
böylelikle fizikte büyük bir inkılap oluvermişti.
*k Jk
Jk
Birçok icadıyla insanlığı kendisine minnettar bırakan Edison’un
geceleri odalarımızı ışığa boğan ampulü bulması da bir tesadüf eseridir.
Fırtınalı gecelerde gökyüzünün şimşeklerle aydınlandığı ve bu aydınlığın bir
elektriklenme eseri olduğu biliniyordu. Fakat gecenin içinde kaybolup giden bu
aydınlığı insanların emrine bağlamak için o müthiş elektrik kudretini çok küçük
parçalara bölerek ufak elektrik ışıklan elde etmek lazımdı. Âlimler bu işin içinden
çıkamıyor, imkânsız olduğunu itiraf etmekten de çe-
Edison bir âlim değildi, bir dâhi idi. Düğmeyi çevirince ampulün
yanmasını bile kendince böyle izah ediyordu. Hani basset dedikleri bacakları
kısa, bedenleri upuzun yerden bitme köpekler vardır ya onları kastederek,
“Böyle bir köpek tasavvur ediniz ki başı Londra’da, kuyruğu da Edinburg’da
olsun. Edinburg'da köpeğin kuyruğunu çekerseniz köpek Londra’da havlar. İşte
benim elektrik hakkında söyleyeceğim de bundan ibarettir. Kuyruğunu çektiğim
zaman köpeğin içinde ne olup bittiğini nasıl bilmiyorsam, düğmeyi çevirdiğim
zaman elektrik telinin içinde ne olduğunun farkında değilim.” diyordu.
Ampul daha bulunmadan da anot ve katot adı verilen müspet ve menfi
cereyanlı iki elektrik telinin birbirine değmesinden şerare çıktığı görülüyor,
fakat bu ışığı sürekli tutmak kabil olmuyordu. Çünkü bu şerareye dayanacak tel
bulunmamıştı. Tecrübe edilen her tel bir anda eriyip gidiyordu. Hem çok ince,
hem de erimeden kalacak kadar sıcağa dayanıklı bir tel bulmak lazımdı.
Edison günün birinde atölyesinde yalnız başına oturmuş, kömür
hâline gelmiş bir maddeden yaptığı siyah hamuru yoğururken bu maddenin
çektikçe ip gibi uzadığını gördü ve işte o zaman aklına, zaten yanmış olan bu
maddenin elektrik şeraresine dayanabileceği geldi. Bu noktadan hareket ederek
birçok deneme yaptı ve sonunda kömürleşmiş pamuktan yaptığı bir ince teli
ampulün içinde kullandığı zaman, o güne kadar geceleri yağlar ve gazlarla
ancak pek zayıf aydınlatılabilen dünyanın, parlak elektrik ışığıyla
aydınlanması devrini açmış oldu. Edison’un dehasına çarpan bir tesadüf yüzünden
geceler mağlup edilmişti.
İnsanlığa büyük hizmetlerde bulunan meşhur Pasteur de şarbon
hastalığının hayvanlardan hayvanlara canlı mikroplar vasıtasıyla geçmekte olduğunu
bir arkadaşıyla tesadüfen boş bir tarlanın yanından geçerken fark etmiştir.
Şarbondan ölmüş hayvanların gömülü olduğu bu tarlada otlayan hayvanların
şarbondan öldüklerini görmesi onu bir hakikatin kucağına atmak için kâfi
gelmişti.
***
Unutkanlık iyi bir şey değildir ve her zaman insanın başına
olmadık işler açar. Fakat mesela bir gün, iyotlu gümüş levhaların bulunduğu bir
dolapta küçük bir cıva tüpünün unutuluvermiş olması Daguerre’e fotoğrafı
buldurmuş; yine bir dolapta unutulmuş fotoğraf plaklarının üzerinden tesadüfen
kuvvetli bir elektrik cereyanının geçivermesi röntgenin keşfine yol açmıştır.
Gerek fotoğrafın, gerek röntgenin hayatımızda oynadığı mühim rolü burada uzun
uzun anlatmaya hiç de lüzum yoktur sanıyorum.
***
Arşimed’in banyoda, suyun içine girdikten bir müddet sonra deli
gibi çırılçıplak dışarı fırlayarak, “Buldum, buldum!” diye bağıra bağıra
Siraküza sokaklarında koşmaya başladığını tabii bilirsiniz. Arşimed, tesadüfen
içine gömüldüğü suyun kendisini yukan doğru kaldırmasından bugün dünyanın bütün
denizlerinde mekik dokuyan gemilerin yapılmasını mümkün kılan prensibi
keşfetmişti. Banyoda cereyan eden tesadüfün milletlerin hayatına yaptığı
muazzam teşiri bugün ölçmek bile kolay değildir.
***
Bırakalım bütün bunları,
İkinci Cihan Harbi’nin unutulup küflenmiş bir peynir insanları muhakkak
ölümlerden kurtaran Penicilline’in bulunmasına sebep olmuş değil midir? Doktor
Fleming, kolunda açık yara bulunan bir hastanın yarası üzerine bu peynir
küfünün rüzgârla tesadüfen konmasından yaranın iyileştiğini görerek büyük
keşfini vücuda getirmiştir.
***
Tesadüflerin sebep olduğu harikalar elbette bu kadarcık değildir.
Hayatınızın mesut tesadüflerle dolu olmasını ve sizin de bu tesadüflerden en
iyi şekilde faydalanmanızı temenni ederim.
Bir tesadüf beni genç bir memurla tanıştırdı. Kendisiyle yüz yüze
geldiğimiz zaman, biraz da sıkılarak bana bir itirafta bulundu. “İnsanın yaşı
ne olursa olsun hayatta muvaffak olmak ve yükselmek için geç kalmış sayılmaz,
tarzındaki sözleriniz bana cesaret verdi. Bu yaştan sonra muhasebe dersi almaya
kalktım.” dedi.
Ara sıra söylediğim sözlerin büsbütün boşa gitmediğini bir
tesadüfle öğrenmekten duyduğum heyecanlı sevinci tarif edemem. İşte bir
vatandaş, kendisine mukadder saydığı çerçeveyi kırarak daha iyiye doğru
gitmeye karar vermiş, daha üstün bir hayat seviyesine ulaşmak için yeni
gayretler sarf etmeye girişmiş. Ne güzel şey!
Bu güzel hadisede insanı üzen nokta bu zatın ancak 30-35
yaşlarında bulunması ve bu yaşlarda kendisini ihtiyarlamış sayması idi. “Bu
yaştan sonra muhasebe öğrenmeye kalktım.” dediğine bakılırsa giriştiği yeni
hamleyi biraz gecikmiş bulduğu anlaşılıyordu. Kendisini kırkından sonra saz
çalmaya kalkmış
sayan bir hâli vardı. Öyle ya... Nota bilmeyen ve hayatında eline
saz almamış bir adam kırkından sonra bu işleri öğrenmeye kalkarsa ne yapabilir?
Hemen cevap vereyim ki, gayet mükemmel besteler yapabilir. Radyoda
arada bir Hacı Arif Bey’in bestelerini dinler, eğer iyi eller tarafından
çalmıyorsa mest olursunuz. Bilir misiniz ki bu Hacı Arif Bey hiçbir saz
çalmasını bilmez, üstelik notadan da anlamazmış. Kaç yaşında bestekârlığa
başladığını pek öğrenemedim ama hafızası çok kuvvetli olduğu için bir defa
duyduğu şarkıyı pürüzsüz okur, üstelik pek kıvrak ve kibar besteler yaparmış.
Hacı Arif Bey’in bestelediği eserlerin sayısı binden fazladır ve onlar musiki
meclislerimizin en seçkin sermayelerini teşkil ederler.
***
Bilmem ki acaba küçük bir memur olması mı bu vatandaşımızı
ümitsizliğe düşürüyor? Kim büyük memur olarak işe başlamıştır? Osmanlı devrinin
en büyük sadrazamlarından Köprülü Mehmet Paşa köyünden İstanbul’a geldiği
zaman okuma yazma bilmeyen bir delikanlı idi. Bu yüzden küçük bir kâtip olarak
bile işe başlayamazdı. Saray mutfağına yamak olarak girdi. Oradan aşçılar
arasına karıştı. Yüksek zekâsı ve yüksek azmi ile günün birinde sadraam oldu.
***
Osmanlı tarihinin büyük adamlarından çoğu küçük ve silik
şahsiyetler olarak hayata başlamış, azim ve iradeleri sayesinde parlamışlardır.
Kanunî Sultan Süleyman devrinde on üç yıl sadrazamlık eden ve Makbul İbrahim
Paşa diye anılan Damat İbrahim Paşa, bir İtalyan gemicisinin oğlu idi.
Çocukken Cezayir’de korsanların eline düşmüş, Manisa’da bir dul
kadına satılmıştı. Kanunî Süleyman henüz şehzade ve Manisa’da vali
iken keman çalmakta maharetini görerek onu hizmetine aldı. Tahta geçince
kendisine odabaşı oldu. Kısa zamanda vezirler arasına girdi. 1522’de de Pirî
Paşa’nın yerine sadrazam oldu. Kanunî kardeşi Hatice Sultanı muhteşem bir düğünle
ona vermiş, böylelikle gemici çocuğu, Damat İbrahim Paşa olarak Macaristan,
Avusturya seferleriyle Mohaç zaferinde yararlıklar göstermiş. Böyle bir
yükseliş gerçi insanın başını biraz döndürebilir. Fakat fazla gurur getirmesi,
onun tarihte, Makbul İbrahim Paşa yerine Maktul İbrahim Paşa diye anılmasına
sebep olmuştur. Çünkü sonunda öldürüldü.
***
Abdülmecit devri ile Abdülaziz devri arasında beş defa sadrazamlık
ve yedi defa Hariciye Hazırlığı eden büyük devlet adamlarından Âli Paşa 15
yaşında Babıâliye Divanı Hümayun kalemine küçük bir kâtip olarak girmiştir.
Babası Mısır Çarşılı Ali Rıza Efendi son derece fakir bir adam olduğu için ona
ciddi bir tahsil yaptıramazdı. Ücret karşılığında çarşının kapısını açıp
kapıyor, oradan aldığı birkaç kuruşla çoluk çocuğunun ancak karnını
doyurabiliyordu. Hatta bu yüzden Âli Paşa’nın düşmanları onu Kapıcızade diye
küçültmek istemişlerdir. Sonradan Âli mahlasını alan küçük Mehmet Emin ancak mahalle
mektebinde okuyabildi. Beyazıt Camii’nde bir sıra Arapça ders aldı. Tesadüfün
itişiyle değil, yükselme azmi ile Divanı Hümayun kalemine girmeye muvaffak
olduğu zaman bir taraftan resmî işleri görmeye çalışırken bir taraftan da,
bizim şimdi muhasebe dersi almaya teşebbüs eden memur arkadaşımız gibi,
Fransızca öğrenmeye koyuldu. Kendi kendine öğrendiği Fransızca o kadar
mükemmeldi ki onun kaleminden çıkan notaların üslubunu Frenkler daima takdir
ile karşılamışlar, siyaset adamlığına imrenmişlerdi. İşte bu küçük memur azmi
ve iradesi sayesinde 26 yaşında Osmanlı İmparatorluğu’nun Londra Büyükelçisi
olmuş, 37 yaşında da sadrazam mevkiine yükselmiştir.
***
Bütün mesele yükselmek azminin bir kere gönülde yer etmesi,
düşüncenin hep o istikamette çalışmasıdır. Yaşama şevki canlılığını muhafaza
ettiği, yani yelkenler suya indirilmediği müddetçe hayat çekiciliğini
kaybetmez.
80 yaşında bir kadına,
“Kadınlar aşkı düşünmekten ne vakit vazgeçerler?" diye sormuşlar.
“Daha o yaşa gelmedim,
gelince söylerim." diye cevap vermiş.
Hayatı uzatan şey bile böyle
bir yaşama ve hayattan zevk alma isteğinin canlı kalmasıdır. Daima yeni
eserlere doğru gidelim ve daima yapmakta olduğumuz eseri sevelim. 83 yaşında
bir heykeltıraşa, “En beğendiğiniz eseriniz hangisidir?” demişler; “Şimdi
yapmakla meşgul olduğum eser." demiş. Yapmakla meşgul olduğumuz eser, bu
fâni dünyaya gözlerimizi kapayıncaya kadar devam edecektir. İnsanlar ancak
hayatın baştan başa bir eser olduğunu kabul etmekle bu yola girebilirler.
***
Herkes kendi hayatını yapacak, fethedecektir. Bu da yükselmeye
çalışmakla, daha üstün bir hayat seviyesine ulaşmakla mümkün olur.
Muğla taraflarında yaptığı bir dolaşmadan yeni dönen bir dostum
anlattı: “Bizim memleketin bugünkü hâli Amerika’nın 40 yıl önceki hâline pek
benziyor; her vatandaş uyanmış, her vatandaş kendi
hayat sahasında yeni ufuklar fethetmeye çıkmış. Bir köylü gördüm.
Şimdiye kadar yalnız kendi yiyeceği için eker, çocuklarını gurbete gönderirmiş.
Şimdi -karşıdaki dağları eliyle göstererek‘Allah kısmet ederse bu yıl şu
dağları baştan başa ekeceğiz.’ diyordu. He güzel şey değil mi?”
Evet, çok güzel şey. Şehirde muhasebe öğrenmeye girişen memur,
köyde tarla olarak dağı, taşı gözüne kestiren köylü yurdumuzu refaha götürecek
büyük hamlenin öncüleridirler.
İnsanları birçok bakımdan iki sınıfa ayırabilirsiniz. Fakat en
doğrusunu Auguste Breal adında bir muharrir
yapmıştır. O muharrir, “İnsanlan, beraber yaşadıkları kimselere hayatı hoş bir
hâle getirenler, bir de beraber yaşadıkları insanlara hayatı zehir edenler diye
ikiye ayırmak kabildir.” diyor.
Bana öyle gelir ki, muharrir bu ayırmayı yaparken insanlardan bir
kısmının iyimser, bir kısmının da kötümser olduğunu anlatmak istemiştir.
İyimser yahut eski tabiriyle nikbin dediğimiz insanlar hakikaten yalnız
kendilerinin hayatını tatlılaştırmakla kalmazlar, beraber yaşadıkları insanlara
da hayatı pembe bir gözlük arkasından seyrettirirler. Böyleleri en feci
hadiseler karşısında kaldıkları zaman bile ümitsizliğe kapılmaz; o karanlık
hadisenin, gece içinde parlayan yıldızlar gibi, ışık veren bir noktasını bulup
ertesi güne o noktadan bakmayı tercih ederler.
Burada “tercih ederler” sözünü gelişigüzel kullanmadığımı herhâlde
siz de fark etmişsinizdir. Çünkü
iyimser dediğimiz adam, en kötü meseleler karşısında kaldığı zaman
bu meseleyi iyi tarafından mı, yoksa kötü tarafından mı göreyim diye düşünmez;
yaradılışı onu doğrudan doğruya karanlıklar içinde aydınlık noktaları aramaya
götürür. Siyahlar içinden bir bakışta beyazları görür. Bir de kötümseri, eski
tabirle bedbin dediğimiz adamı düşünün. Aman Allah!... Bedbin gözler güneşte
bile kara kara lekeler bulacaklardır.
Nerede olduğunu şimdi hemen toparlayamıyorum, fakat bir yerde
okumuştum; iyimser insanla kötümser insanı birbirinden ayırmak için güzel bir
usul bulmuşlar. Bir masanın üzerine yarım bardak su koyup insanları teker teker
davet ederek masanın üzerinde ne gördüğünü sorarlarmış. Kötümser adam, yani o
her şeyi kara, her şeyi korkunç, her şeyi noksan gören adam “Yarısı boş bir
bardak görüyorum." dermiş. Buna karşılık iyimser olan kimseler “Yansına
kadar dolu bir bardak.” gördüklerini söylerlermiş.
Kötümserler gerçekten böyledir. Onların gözlerine boşluklar çarpar.
Yürekleri sanki vesvese ile doldurulmuştur. Parmağında küçük bir sivilce çıksa
kötümserin aklına ilk gelen şey bunun bir kanser başlangıcı olduğudur,
iyimser ise parmağında bir sivilce çıktığını, bunu iyi bakarak geçiştirmenin
mümkün olduğunu düşünür. Böylelikle kendisine de, etrafına da hayatı zehir
etmez. Ama kötümser öyle değildir. Hiçbir şeyden memnun olmadığı, en iyi
fırsatlar karşısında zihnini kötü ihtimallere doğru işlettiği için her şeyden
önce kendisini berbat eder; daima kara kara düşündüğünden gülmek fırsatlarını
sık sık kaçırır. Âdeta yaşayamaz, Allah’ın bahşettiği o bulunmaz imkânı
kullanmadan bu dünyadan göçer gider.
***
Meşhur Düşes de Windsor’un pek sevdiği Lady Mendi adında bir
ihtiyar hanım vardı. Belki adını duymuşsunuzdur. Çünkü iyimserlikten
bahsedildiği zaman onun adını hatırlamamak mümkün olmaz. Çok yaşamış, çok
görmüş olan bu ihtiyar kadın, “İnsanın yaşı ne kadar ilerlerse ilerlesin,
yaşamak için vakit geçmiş değildir. Daima yeni şeyler öğrenmek istiyorum.
Yenileri öğrenince de eskileri unutmak âdetimdir. İhtiyar olduğumu hiçbir zaman
düşünmem.
Bütün yeni cereyanlarla hemen ilgilenirim. Çünkü ben iyimser bir
kadınım.” der ve hep neşe ile, keyif içinde, kuruntusuz, üzüntüsüz geçmiş olan
hayatını, tıpkı büyük kumandan Sezar gibi üç kelime ile anlatır. Bilirsiniz
Sezar bir muharebeden döndüğü zaman Senatoda kendisinden bu mücadelenin
tafsilatını sormuşlar, o da sadece “Gittim, gördüm, yendim.” demiştir. Lady
Mendi da kendi hayatını tıpkı onun gibi üç kelimeyle anlatıyor: “Güldüm,
yaşadım, sevdim.”
Hayatı böyle hep iyi tarafından, rahat tarafından, keyifli
tarafından almak, yok yere dertlenmemek, hiç yüzünden, hatta oldukça mühim
sebepler bulunsa bile kederlere batmamak ne iyi şey. Böyleleri toprağa tohum
serpen çiftçi gibi geçtikleri yerlere saadet dağıtırlar. Bu saadet tohumları
buğday misali yeşermekte gecikmez. En ufak şeylerden memnun olurlar. Gündelik
hayat onlar için küçük ikramiyelerle doludur. Beş on dakikayı tesadüfen hoş
geçirme!;; keyifle söylenmiş bir şarkıyı dinlemiş olmak; güzel bir tablo
seyretmek; gerçekten layık olanlara ufak bir yardımda bulunmak; tabiatın
harikuladeliklerine hayran kalmak, bir çocuğun masum üzüntüsünü gidermek; her
şey, bir kötümserin gözünde hiç değeri olmayan her şey, iyimserin hayatını
zenginleştirir.
■***
Bu dünyada gördüğünüz bütün iyi eserler iyimserlerin eseridir.
Çünkü insan kötümser olunca eser vermesine imkân kalmaz? Bütün işlerin
başlangıcı çetin mücadelelerle doludur. En ehemmiyetsiz bir engel karşısında
yılıveren kötümser, bir kenara çekilip kara düşüncelere dalarken iyimser adam,
o mücadelelerin sonunu görebildiği için engellerin üzerine atılmaktan
çekinmeyecektir. Hayatın engelleri, sonunun daima iyi olacağına inanan
insanların güçleri sayesinde ortadan kalkar. Dünyayı refaha ve bolluğa
kavuşturan onlardır. “En iyi iş neşeli bir adamın elinden çıkan iştir."
diye bir söz vardır. İnsan çalışırken neşesini kaybetmemeli.
Meşhur Doktor Victor Pauchet kötümserleri anlatırken,
biraz önce bizim tesadüfen dokunduğumuz kötümserin vesveselerini daha ilmi bir
şekilde şöyle anlatıyor: “Onlar," diyor, “yalnız ruhça değil, vücutça da
dayanıksızlardır, yahut vücutlarını yavaş yavaş dayanıksız hâle getirirler.
Çünkü iyimser adamın ruhu gibi vücudu da hastalıklara karşı durmaya hazır bir
hâldedir. Son yıllarda dünyada kanser vakalarının artmasına daha çok
kötümserler sebep oluyor. Kanser öyle bir hastalıktır ki başlangıçta doktora gidilirse,
kolaylıkla önlenebilir. Fakat kötümserler kuşkuludurlar, kararsızdırlar, en
kötü ihtimalleri akıllarına getirmelerine rağmen bir karara varamadıkları için
hastalıkları ilerler ve önüne geçilmez bir hâl alır. Şayet hiç yokken
kendilerine bu hastalığı kondurmuşlarsa sinirlerini kendileri perişan etmiş
olurlar.”
Kötümserlik cemiyette her bakımdan yıkıcı bir rol oynuyor.
Bu sözleri dinlerken tabii aklınıza gelen suali tahmin etmiyor
değilim. Peki ama nasıl iyimser olmalı?
İnsan dünyaya iyimser olarak gelmektedir. Küçük çocuklann en tatlı
hayaller içinde büyüdüklerini hatırlayacak olursanız bu sözün doğruluğuna
inanırsınız sanıyorum. Sonradan kötümser olduğumuza göre dostlarımızı iyimser
insanlardan seçelim. Neşe bulaşır, derler. Onların neşeleri bize bulaşır,
hayatı hoş tarafından almaya alışacağımız için kötümserliğimizden eser kalmaz
belki.
Epey oluyor, bir kitapta okumuştum: Talih denen şey günün bazı
saatlerinde, tıpkı ince bir su gibi, kısa aralıklarla avucumuzun içinden akar,
geçermiş. Fakat ne çare ki, talihin avucumuzun içinden geçtiği sırada bizim
elimiz ya kapalı oluyormuş veya açık. Hâlbuki talih insanın avucunun içinden
geçtiği sırada eli kapamak lazımmış ki, yakalanabilsin! Bizim “talihli”
dediğimiz insanlar; bu kitabın muharririne göre, avuçlarını en münasip zamanlarda,
yani içinden talih geçtiği sırada kapamayı bilen insanlarmış.
Bu iddianın doğru olacağını zannetmiyorum. Çünkü kitabın muharriri
falcılık iddiasında bulunan bir kadındı. Falcılar daha çok karşılarındakinin
saflığından faydalanarak kendi çıkarlarına bakan ve böylelikle insanların
zayıf taraflarından beslenmeye çalışan açıkgözler oldukları için “avuçtan
geçen talih akımı" da bir falcı yakıştırmasına pek benzemektedir. Üstelik
talih denen şey hakkında da bize fazla bir bilgi vermiyor.
Bununla beraber bizim talihi, görünmez bir şey saydığımız da
muhakkaktır. Hatta onu zaman zaman insanların başına konan bir kuş farz
ettiğimiz, birtakım insanları “başlarına talih kuşu kondu” diye imrenerek
seyrettiğimiz oluyor.
***
İnsanlardan bazılarının talihli, bazılarının da talihsiz olduğuna
inanmayan pek az insan vardır. Hatta gün olur, işlerimiz aksi gittikçe kendi
talihsizliğimize yanar dururuz. Talih diye bir şeyin var olduğuna inandığımıza
göre nedir bu talih? Acaba bir insan dünyaya güzel veya çirkin geldiği gibi
talihli veya talihsiz olarak mı doğuyor? Buna hiç ihtimal vermiyorum.
Zamanımızda pek güzel doğmayan insanları bile estetik ameliyatlarıyla
güzelleştirdiklerine göre talihsizleri talihli yapan aleti de âlimlerin çoktan
bulmuş olmaları lazım gelirdi. Ama âlimler bu aleti keşfedemeyeceklerini bize
haber vermişlerdir. Onlara göre bir insanı talihli yapan da talihsiz yapan da
ancak kendisidir. Buna dışardan kimse karışamaz.
Hasıl, diyeceksiniz. Bu mesele üzerinde uğraşan, daha doğrusu o ele
avuca sığmaz talih kuşunu yakalamaya çalışırken sadece sırrını ele
geçirdiklerini iddia eden psikologlara göre biz, bazı insanlara talihli,
bazılarına talihsiz derken bu sıfatları onlara gelişigüzel konduruyoruz. Mesela
birdenbire parlayan bir sinema yıldızı veya çok zengin bir fabrika sahibi bizim
gözümüzde “talihli” bir adamdır. Bunu böyle söylerken sinema yıldızının olsun,
fabrika sahibinin olsun, bu şöhrete ve refaha kavuşabilmek için uzun yıllar
hangi mücadelelerden başarı ile çıktıklarını hiç düşünmeyiz. Herhâlde yıldız
hanım evinde nişanlısına bir süveter ördüğü sırada sinema perdesine davet
etmemişler, fabrikatöre de, “Al bu fabrika senin olsun.” dememişlerdir.
Talih, refah, zenginlik ve saadet ile ölçüldüğüne göre bunları elde
etmek için bazı gayretler sarf edilmesi ve bazı kabiliyetlerin var bulunması
zaruridir. Mesela hayatta muvaffak olamamış, hiç değilse istediği basamağa
yükselmemiş bir adam bu başarısızlığını daha çok talihsizliğine verir. Acaba
bu zat gerçekten talih dediğimiz bir nimet var da ondan mahrum kalmış bir
zavallı mıdır? Yoksa kendisinde bulunan istidatları geliştirmesini bilememiş
de hiç istidadı olmayan bir işe saplanıp kalarak orada talihine lanetler
yağdıran bir adam mıdır?
Mı*
Talihli olmanın ilk şartı insanın bir kabiliyetinin olmasıdır. Her
insanın da mutlaka bir şeye kabiliyeti vardır. Talihli olmak için onu
geliştirmeye çalışmakla işe başlamak gerekiyor. Adama rastlarsınız; senelerce
çalışmış, tuttuğu işte hiçbir başarı gösterememiştir. Böyiesinin adı talihsiz
olur. Günün birinde bu adam eline bir işporta geçirir. Yavaş yavaş sermayeyi
büyütür. Zengin olur. Bu sefer herkes onu “Ne talihli adam!" diye
imrenerek seyreder. Hâlbuki bu adam aslında ne talihsizdir, ne de talihli. Sadece
hayatla pençeleşerek kabiliyetini işletmeyi bilmiş bir adamdır.
Talihli olmanın ikinci şartı insanın kendisine inanması, nefsine
itimat etmesidir. Ama bu inanç hiçbir zaman gurur derecesine çıkmamalı. Gurur,
tam tersine, insana talihsizlik getirir. Fazla büyümüş, havaleli bir burun
mutlaka bir yere çarpacaktır. Çarptığı zaman da sahibinin başına bir kaza
geleceği için kendisine “talihsiz” denecektir. Hâlbuki bunda talihsizlik diye
bir şey yoktur. Boş bir gurur insanın başına olmaz işler açabilir.
Bir zamanlar Mein Balıkçısı diye talihi ile meşhur bir adam varmış.
Mein kıyılarında balık pek az tutulduğu hâlde bu adam ne zaman balığa çıksa
boş dönmez, sepetler dolusu balıkla gelirmiş. Adam bu yüzden para kazanırken
talihi de dillere destan olmuş. O kadar ki, birinin fazla talihi olduğunu
anlatmak için “Mein Balıkçısı gibi talihli” demek âdet hâline gelmiş. Günün
birinde balıkçı ölmüş. Tören için evine gelenler Mein Balıkçısının evinde balık
ve su üzerine zengin bir kütüphane olduğunu hayretle görmüşler; adamın balık
avından boş dönmemesinin sebebi o zaman anlaşılmış.
Demek ki, bazen bilgiyi de, yanılarak, talih zannettiğimiz oluyor.
Hatta ara sıra cesur, gözünü budaktan esirgemeyen adamları da, cesur
olduklarını unutarak talihli sanırız. Hâlbuki onlar elde ettikleri her şeyi
cesaretleri sayesinde elde etmişlerdir. Hiçe insanlar vardır ki, sırf
cesaretleri olmadığı, zamanında atılmaktan korktukları için bir şey yapamaz ve
kendilerini talihsiz zannederler. Hâlbuki ne kabiliyeti, ne gayreti, ne bilgisi,
ne cesareti, ne de nefsine itimadı olan insanların durdukları yerde bir şey
yapmalarına ve dolayısıyla talihli olmalarına imkân var mı?
***
Sonunda, sırf talih olarak piyangodan büyük ikramiye kazanmak veya
gömülü bir hazine bulmak kalıyor. Bunları bile sırf talih saymak doğru
değildir. Ömründe piyango bileti almamış adama büyük ikramiye çıktığını hiç
gördünüz mü? Demek o bile ufak bir gayret, küçük bir teşebbüs ister.
Gömülü hazine bulmaya gelince, zamanımızda parasını toprağa gömen
adam hemen hiç kalmamıştır. Eskiden gömmüş olan birinin parasını bulmak için
de bazı bilgiler edinmek lazım olduğu gibi
gayrete gelip hayli kazma sallamak, ter dökmek icap eder. Yani
gayret ve bilgi böyle bir talih işinde bile ilk şart olarak karşımıza çıkmakta.
Sizinle beraber ve sizin içinizde dünyaya gelmiş olan talih kuşunu,
kabiliyetlerinizi yoklayıp geliştirerek başınıza kondurmanızı dilerim.
İnsanlar vardır, başkalarını aldatırlar; yalan söylerler. Şüphesiz
yalan söylemek de, başkalarını aldatmak da iyi bir şey değildir. Fakat
insanları, başkalarını aldattıkları için hor görmemeli. Çünkü kendi kendimizi
aldattığımız, kendimize karşı yalan söylediğimiz zamanlar da vardır. Üstelik
başkalarını aldatırın bir oyuna giriştiğimizi biliriz de kendi kendimizi
aldatmaya kalktığımız zaman samimi olmadığımızın farkına bile varmayız.
Mesela başkalarının kusurlarını görmekte, kabiliyetsizliklerini
açığa vurmakta pek samimi olan insanlara siz de rastlamışsınızdır. Bunların
görüş kabiliyetleri bazen insanı hayretler içinde bırakır. Kusurun gerçek
kaynağını bulmakta büyük isabet gösterirler; işaret ettikleri
kabiliyetsizliklerde haklı olduklarını kabul etmemek mümkün değildir. Ama
gelgelelim, kendi kabiliyetsizliklerini ve kusurlarını kendi kendilerine itiraf
eden ne kadar az insan vardır! Bakarsınız, başkalarının kusurlarını büyük bir
dikkatle
gören insan kendisinin kusurlu olduğunu bir türlü göremez. Hem de
başkalarına karşı değil, kendisine karşı bile böyle bir itirafta bulunmaz. Tam
tersine o kadar güzel bahaneler bulur, öyle yalanlar uydurur ki, kendisinin
kusurlu olmadığına kendisini çabucak inandırıverir.
***
Elbette ara sıra, kendimize karşı değilse bile herkesin önünde
“Ben bir aptalım!” dediğimiz zamanlar oluyor. Ama dikkat ederseniz “aptal”
olduğumuzu söylediğimiz zaman o kelimeyi öylesine kullanırız ki, yaptığımız
yanlış işin akıllı adamın işi olmadığını, yani bizim gibi akıllı adamların
böyle işlere girmemeleri gerektiğini anlatmak isteriz. Hiç değilse bu
“aptal" kelimesini çok içten, çok dürüst olduğumuz manasında kullanırız ve
dolayısıyla “aptalım” derken “samimiyim”, “doğruyum” demek isteriz. Hâlbuki bir
işte bizim de aptalca hareket etmiş olmamız pekâlâ mümkündür. Dünyada hangi
akıllı adam, ama sahiden akıllı adam “ben aldanmam” yahut “beni kimse
aldatamaz” diyebilir?
Ama siz şimdi diyebilirsiniz ki “Kusurlu olduğumuzu hem
başkalarına, hem de kendimize itiraf ettiğimiz zamanlar yok mudur?”
Şüphesiz vardır. Fakat bir ruh âliminin dediği gibi: “Bazı
kusurlarımızı ara sıra itiraf etmemiz asıl büyük kusurlarımızı saklamak
içindir. Eğer bir insan bazı kusurlarını kolayca itiraf ediyorsa diğer bazı
kusurlarından bahsetmemeye karar vermiş demektir.”
Muvaffak olamadığımız bir iş sonunda, biraz önce verdiğim örnekte
olduğu gibi, kendimizin aptal olduğumuzu itiraf etmemiz aptallıktan daha beter
bir kusurumuzu saklamak için olsa gerektir.
***
Fakat aynı ruh âlimi zihnin bu şekilde işlemesinin tamamen şuur
dışı bir hadise olduğunu da hemen ilave ediyor: “Eğer şuurlu olsaydı şüphesiz kendimize
karşı yalan söylemezdik. Çünkü insan yapısı, hele zihin yapısı öyledir ki bizi,
kendi kendimize karşı iyi bir durumda bulundurmak için elinden geleni yapar.
Yani hiçbir zaman bizi yıkmak, perişan etmek istemez.”
Diyelim ki, şöyle bir hadise karşısında kalmış bulunuyoruz:
Yakından tanıdığımız, hatta oldukça da sevdiğimiz bir zat, bizim geçmeyi pek
istediğimiz bir mevkie geçerse acaba onun bizden daha çok layık olduğunu
çabucak kabul eder miyiz? Tabii etmeyiz. Ne yapar yapar, onun oraya niçin layık
olmadığını açığa vuracak sebepleri bulmakta gecikmeyiz. Hiçbir sebep
bulamazsak onun o mevkie iltimas sayesinde yükselmiş olduğunu söyleriz.
Aslında hiçbir değeri olmadığı hâlde filan kudretli adamın çocukluk arkadaşı
olmasının onu o mevkie yükselttiğini açığa vurmak, değerli bir adam olduğu için
yükseldiğini kabul etmekten daha kolay gelir.
Ama dikkat ederseniz ne oluyor? Belki bu sözleri başkalarına karşı da söylüyoruz ama kendi
kendimizi de aldattığımızın farkına varmıyoruz. Bu yalanı söylerken aslında
kendimizi kandırmaya çalıştığımız besbelli değil midir?
***
İhtimal sizin de bir gün başınıza gelmiştir: Oğlunuz belki lise
bitirme imtihanlarında birkaç dersten kaldı veya üniversiteye giriş
imtihanlarını kazanamadı. Tabii üzüldünüz. Bunda yenden göğe kadar hakkınız
vardır. Fakat acaba çocuğunuzun imtihanlarında iyi cevap veremediğini
samimiyetle kabul ediyor
musunuz? Yoksa onun söylediğine hak vererek hocaların kendisine
garez bağladıklarına veya okutmadıkları şeyleri sorduklarına, yahut da sorduklarının
aslında yanlış olduğunâ mı inanıyorsunuz? Zannederim son ihtimaller size daha
mülayim görünür. Çünkü imtihanda muvaffak olamamış kimseler içinde
çalışmadığından döndüğünü itiraf eden değil çocuklar arasında, büyükler
arasında da az görülür. Kendi çocukluğumuzu hatırlarsak imtihandan çıktıktan
sonra muvaffak olamayışımızın sebeplerini araştırırken kendimizden çok, hocada
kabahat bulduğumuzu, ya az sorduğunu, yahut bilmediğimiz sualde ısrar
ettiğini, bir suali bilmemenin o kadar mühim bir şey olamayacağını, sene içinde
bir gün sınıfta bulunmayışımıza fena hâlde içerlediği için hocanın garazkârlık
ettiğini samimi surette kabullenmiş, başkalarını da, kendimizi de aldatmanın
yolunu kolayca bulmuşuzdur. Hâlbuki bir hocanın öğrencisini döndürmekte hiç,
ama hiç çıkarı yoktur.
Ben bir ara liselerde hocalık ettiğim için çok iyi biliyorum.
Sınıfta döndürdüğüm çocuklar oldu. Onları geçirmek için elimden gelen gayreti
esirgememişimdir. Ama birtakım çocuklar bildikleri için sınıf geçerken
bilmemekte, çalışmamakta diretmiş olanları da geçirmekte hocanın vicdanını
yaralayan bir haksızlık vardır. Ama biz çoğu zaman kendi kendimizi aldatmaya
çalışırız ve imtihanda muvaffak olamadığımız zaman hiçbir sebep bulamazsak, o
gün başımızın ağrıdığını ileri süreriz. Belki de sahiden başımız ağrımıştır
ama bu şüphesiz hakiki sebep değildir; kendimizi aldatmak için bulduğumuz
sebeptir.
Ruh bilgini bu nokta üzerinde durur, mesela hanımlann baş
ağnlanndan bahsederken “Hanımlarda sık sık görülen baş ağrıları hakiki iseler
de bir yere
gitmek istemedikleri zamanlar için ne güzel bir bahanedir!"
diyor. Bir toplantıda bulunması muhtemel olan filan hanımın güzelliğinden
rahatsız öldüğünü kendi kendine itiraf etmektense oraya gitmemek için başının
ağrıdığına kendisini inandırmak şüphesiz daha kolaydır. Böylelikle insan
kendisini üzüntü duymadan aldatmış olur ve bunu da kendi kendine hazırlar.
***
Başkalarını aldatmak elbette fena bir şeydir ama kendimizi aldatmak
ondan daha fenadır. Biz kendi kendimizi aldatmaya giriştiğimiz zaman yaptığımız
hareketin asıl sebebini izah edeceğimiz yerde gururumuzun kabul edebileceği
bir. sebep buluyoruz.
Bir mevkie geçmiş adamın değerli olduğu için o mevkie yükseldiğini
kabul etmek gururumuzun kolay kolay kabul edeceği bir sebep değildir. İmtihanda
muvaffak olamadığımız zaman çalışmadığımızı, anlamadığımızı kabul etmeyi
gururumuza yediremiyor, kabahati hocaya yüklemeye kalkıyoruz. Oğlumuzun biraz
tembel olduğunu, tembel olmasa bile haylazlığı yüzünden kitabı açmadığını
teslim etmektense hocanın garazkâr olduğunu kabul etmek bize daha yumuşak
geliyor.
***
Bir de bizim inanmak istediğimiz, mutlaka olmasını istediğimiz
şeyler var. Bir şeye inanmak istedik mi zihnimiz ona hiç de fazla zorluk
çekmeksizin sebepler bulabilir. Çünkü öyle yaratılmış, öyle yapılmıştır.
Dolayısıyla kendi kendimizi aldatmak, başkalarını aldatmaktan daha kolay hâle
gelir.
Hâlbuki asıl samimilik kendimize karşı olan samimiliktir. Bunu
yapabilirsek, ruh bilginlerinin de söyledikleri gibi, başkalarına karşı o
kadar samimi olmamanın büyük bir önemi yoktur.
Gençlerden toplanma bir grup bana yazdıkları bir mektupta, “Bize
biraz öğüt veriniz.” diyorlar. Öğüt isteyebilmek için insan herhâlde pek genç
olmalı. Nitekim bu gençler de liseyi yeni bitirmişler. Hayatta nasıl bir adam
olacaklarını henüz kararlaştırmamışlar. Tatil günlerini hep bu düşünce ile
geçiriyorlarmış. “Bize biraz öğüt veriniz ki aynı durumda olan genç
arkadaşlarımız da bundan faydalansınlar. Sözleriniz herhâlde boşa gitmez. Biz
radyonun başında bekliyoruz.” diyorlar.
Radyoda konuşmayı göze alan bir adam sözlerinin boşa gitmesini
önceden hesaba katmalıdır. Çünkü radyo havaya seslenen bir kürsüdür. Eğer kimse
dinlemezse sözler bir müddet havada dolaştıktan sonra kaybolur, gider.
Dinlenmeyen sözlerin gittiği yer de, ne yazık ki, henüz keşfedilmemiştir. Ama
büsbütün boşa gittikleri de iddia edilemez. Dinlenmeyen sözler de belki bir
yerde toplanıyorlardır. Yarın bakarsınız, havaya söylenen sözleri
toplayıp radyo denilen alet vasıtasıyla evlere, odalarınızın içine
sokan âlim gibi bir âlim çıkar, dinlenmeyen sözleri biriktikleri yerden
derleyip dinletmek çaresini buluverir!
Böyle bir şey olur mu, olmaz mı, tabii pek bilmem ama şayet olursa,
dinlenmemiş sözlerin arasından, muhakkak ki, bir yığın öğüt çıkacaktır. Sözün
de serti yumuşağı, ağın hafifi olduğunu şüphesiz bilirsiniz. Herhâlde öğütler
sözün en hafif cinsinden olmalı ki, bazen dinleyenin bile bir kulağından girip
öbür kulağından çıkıverir. Bazıları öğütleri dinlemek vazifesini kulaklarına
değil de külahlarına havale ederler. Dilimizde “Sen onları benim külahıma
anlat." diye bir söz herhâlde bunun için var olmuştur.
Ama ne olursa olsun, öğüt dinlemek istediklerini bildiren gençlerin
arzularını yerine getirmekten kendimi alamıyorum. Çünkü öğüt vermenin tatlı
bir zevki vardır. Ben üstelik kendi tecrübelerimden edindiğim öğütleri de
verecek değilim. En can sıkıcı olanlar insanın kendi tecrübelerinden çıkardığı
öğütlerdir ve maalesef bu gibilerin dinlenmek şansı da pek azdır. Neden
derseniz, insan hayatta ekseriya kendi başına gelen hadiselerin dünyanın en
önemli hadiseleri olduğunu zanneder. Onlardan çıkardığı neticeleri de
lüzumundan fazla büyütür. Benim başımdan öyle pek mühim hadiseler geçmemiştir.
Sonra öğütler dinlenebilmek için her şeyden önce, hatta faydalı olmadan önce
güzel olmalıdır. İnsanlar çok zaman faydalıyı bir tarafa bırakır, güzeli
alırlar. Onun için ben de şimdiye kadar okuduklarımın en güzeli olarak
hatırımda kalmış bir öğüdü, bundan 66 yıl önce tarihçi Ernest Renan’ın gençlere
verdiği öğütlerin bir özetini takdim edeceğim.
O saygıdeğer zat, ne olacaklarını merak eden gençlerin her şeyden
önce iyi bir adam olmalarını salık veriyor. Mesut bir hayat için tek bir temel
vardır, o da her zaman iyiyi ve doğruyu araştırmaktır. Hayattan memnun olmanız
onu iyi kullanmanızla ve kendi kendinizden memnun olmanızla mümkündür. Biteviye
kötülük eden bir adamın odasında tek başına kaldığı zaman kendisinden memnun
olduğunu zannetmek, mesut olduğunu tasavvur etmek herhâIde boş bir şeydir.
Böylelerini vicdan azapları kasıp kavurur ve sonunda felaketlere uğramaları
bundandır. Bu dünya nimetlerinden herkese bir pay düşer. En iyi payın iyi
adama, doğru adama düşen pay olduğuna inanınız.
Sonra çalışınız, durmadan çalışınız. Fakat aynı zamanda eğleniniz
de. Mesele yorulmadan çalışmanın sırrını bulmaktadır. Boyuna aynı işi yapmak,
aynı çalışmayı aralıksız devam ettirmek insanı yorar. Bir çalışmanın
yorgunluğunu başka bir çalışma ile gideriniz. Beynin bir çalışma ile meşgul
olan bölümleri arasında boşluklar kalır. O boşlukları başka bir çalışma ile
zararlı bir şekilde doldurmak mümkündür. Miladın ilk asrında yaşamış bir
düşünürün güzel bir sözü vardır. Kendisine “Kanun kabını, içine yığın yığın
ahlak kaideleri doldurarak taşırıyorsun.” demişler. O da “Cevaz dolu bir
fıçıya kilolarca susam yağı dökülebilir.” diye cevap vermiş. İnsan pek
değişik şeyleri aynı zamanda yapabilir. Yeter ki, onları birbiri arasındaki
boşluklara yerleştirmeyi bilsin.
Öğrenmek istediklerinizi hiçbir zaman kendiniz sınırlandırmayınız.
Her şeyi bilmek, her şeyi öğrenmek isteyiniz. İstediğiniz nasıl olsa
kendiliğinden sınırlanacaktır.
Biraz önce, dürüst insan olun, demiştim. Şimdi de çalışınız
diyorum. Zaten dürüst Olmazsanız çalışamazsınız. Ne çalışabilir, hatta ne de
eğlenebilirsiniz. Vicdanın neşeli olması için temiz bir hayat lazımdır.
Ernest Renan yine gençlere seslenerek, size bir öğüdüm daha var,
diyor. Asla aşka ihanet etmeyiniz. Aşk dünyanın en kutsal şeyidir. İnsanlığın,
yani bilinen ve bilinecek olan hakikatlerin en yükseğinin hayatı ona
bağlıdır. Sîzlere bir an için idealin cennetini açmış olan kadına ihanet etmeyi
bir alçaklık sayınız. Hayatını size borçlu bulunan ve belki hatanız yüzünden
kötü yollara sapacak olan bir mahlukun ihanetine uğramayı cürümlerin en büyüğü
biliniz. Sîzler şerefli insanlarsınız. Pek hafife alınan bu işe menfur bir iş
gözü ile bakınız. Erkek ve kadının münasebetlerinden kutsal vecibeler doğar.
Memleketin ve dünyanın geleceği ile alakadar bir işten suçlu bir baş dönmesine
uğramamak insanlık vazifelerinin başında gelir.
Dünyanın bugün yaşadığımız devri başka devirlerden daha kötü
değildir. Gerçi ara sıra yer sarsılıyor. Fakat depremler Vezüv Yanardağı’nın
eteklerinin pek hoş yerler olmasına mâni değildir.
Gelecek için kendinize büyük bir neşe stoku edininiz. Millî
felaket hâlleri dışında gülümseyiniz. Ve bu dünyanın pek ciddi bir şey olmadığı
faraziyesine biraz olsun yer veriniz. Herhâlde dünya bugünkü hâliyle de hoş
bir şeydir. Bizler yaşamış olmaktan nasıl memnun isek sîzler de öylece
yaşamaktan memnun olunuz.
***
İşin dikkate değer olan tarafı tarihçi Ernest Renan hayatı sevmeyi
ve çalışmayı temel tutan bu öğütleri
63 yaşında iken vermiş. O hep, “Gençlere ne mutlu! Çünkü hayat
onların önlerindedir.” derdi. Bu öğütleri verdiği zaman hayat onun arkasında
kalmıştı. Fakat o zamandan beri aradan birçok yıl geçtiği hâlde öğütleri hâlâ
tazeliğini ve kıymetini muhafaza ediyor. Aynı yollardan bugün de memleketine
ve kendine faydalı insanlar yetişebilir.
Bana mektup gönderen gençler, bu konuşmayı dinledikten sonra mevzuu
pek geniş tarafından tuttuğumu iddia edebilirler. “Biz ne olacağımızı
düşünüyoruz. Bize onu söylemedi.” deyip küsebilirler. Akıl öğretmek gibi
olmasın ama şunu da söyleyeyim ki hayatta başkalarının, hatta en
yakınlarınızın değil, kendinizin istediğinizi olmaya çalışınız. Seçeceğiniz
her meslek, eğer onu sahiden istiyorsanız, sizin için iyidir. Seve seve
çalışacağınız ve sevdiğiniz için muvaffak olacağınız meslek odur.
***
Şairlerimizden birine, “Sen bizim istediğimiz şiiri
yazmıyorsun." diye çıkışmışlar. O da, “Sizin istediğiniz şiiri ancak siz
yazabilirsiniz. Ben kendi istediğim şiiri yazıyorum.” demiş. Bütün mesleklerde
böyledir. En muvaffak olacağınız meslek sizin seçtiğiniz meslektir. İyi adam,
doğru adam, çalışkan adam, şerefli adam olmanız sizin insan olarak kıymetinizi
arttırır. Ondan sonra ne isterseniz olabilirsiniz.
ÇOCUKLAR
BABALARI HAKKINDA NE
DÜŞÜNÜRLER?
Zaman zaman ana baba olan sevgili okuyucularıma hitap ederek
“Çocuklarınızı anlamaya çalışınız!” diyorum. Olabilir ki içinizden bazıları,
eski terbiye anlayışına sadık kalarak “Biz neden çocuklarımızı anlamaya
çalışalım da onlar bizi anlamaya çalışmasınlar?” diyebilirler. Öyle ya, biz
onların babaları değil miyiz? Bizi anlamalıdırlar, dediklerimizi dinlemelidirler
ki, gittikleri yolda daha rahat yürüyebilsinler. Çünkü biz onlardan daha
tecrübeli, hatta belki daha bilgiliyiz. Eğer bizi anlamaya çalışmazlar da kendi
kafalarına giderlerse hatalara düşerler.
Doğru, aslında doğru bir düşünce! Ama neyleyelim ki, çocuklarımız
bizi kolay kolay anlayamazlar. Belki de aynı sebeple, yani bizden daha
tecrübesiz ve daha bilgisiz oldukları için.
Anneleri bir yana bırakalım, çünkü onlar çocuklarına babalarından
daima daha yakındırlar; fakat çocukların babaları hakkında ne düşündüklerini
hiç
merak ettiniz mi? Bunu ben de merak etmemiştim. Seyahatlerimden
birinde Brüksel’de bir pansiyonda kaldım. Pansiyonun sahibi odanın duvarına,
çerçeve içinde küçük bir levha asmış. Acaba, burada kalmanın şartları mıdır
düşüncesiyle levhayı okudum. Özenerek yazılmış bir yazı. Başında şöyle bir
ibare: “Çocuklar babaları hakkında ne düşünürler?"
Kendi kendime “Tuhaf şey!” dedim; alt tarafını okudum. Kim yazmışsa
çocukların türlü yaşlarda babaları hakkında düşündüklerini şöyle sıralamış:
6 yaşında: Babam her şeyi biliyor.
10 yaşında: Babam çok şey biliyor.
15 yaşında: Ben de babam kadar biliyorum.
20 yaşında: Şu muhakkak ki babamın pek fazla bir şey bildiği yok.
30 yaşında: Bir kere de babamın fikrini alsam fena olmayacak.
40 yaşında: He de olsa babam bazı şeyleri biliyor.
50 yaşında: Babam her şeyi biliyor.
60 yaşında: Ah, babam hayatta olsaydı da kendisine
danışabilseydim!
Bu levhayı pansiyonun duvarına kim asmış, sabahleyin uçağa
yetişmek üzere çok erken çıktığım için soramadım. Ama yazanın bir filozof,
çocuklarını çok iyi anlayan bir baba olduğu muhakkak. Pansiyon sahibi de belki
kendisine misafir olan babalara ufak bir yardımda bulunmak için, çocuklarını
bir türlü anlayamayan babaları gece yarısının sessizliğinde biraz düşündürmek
için bu levhayı duvara asmıştır.
Biz ne yaparsak yapalım, çocuklarımız bizim hakkımızda böyle
düşünürler. Şüphesiz haklı olan biziz.
Onlar da bir gün bizim doğru düşündüğümüzü, bu fâni dünyada baba
olarak bilinebilecek şeyleri bizim de bildiğimizi anlayacaklar. Anlayacaklar
ama ne çare ki, o zamana kadar biz de dünyadan göçmüş olacağız.
Bir dostum anlatırken bana pek tesir etmişti; aynı derecede tesirli
bir şekilde size anlatıp anlatamayacağımı bilmem ama bana pek manalı görünen o
sözleri sîzlerin de duymanızı istiyorum. O dostum, günün birinde, yaşlı bir
ahbabıyla bir büyük binanın dış merdivenlerini çıkıyormuş. Yaşlı zat her basamağı
çıkışında bir kere durur, dudakları arasından bir şeyler mırıldanırmış. Dostum
da durur, onun yeni bir basamağı aşmaya girişmesini sabırsızlıkla beklermiş.
Yaşlı insanlar, hele okumuş, yazmış kimseler, pek duygulu olurlar.
Kendilerinden daha genç olanların kendi hareketlerini seyrederken ne
düşündüklerini tecrübelerine dayanarak sezmeye çalışırlar ve çoğu zaman
sezerler de.
Yaşlı zat yeni bir basamağı da aşıp dudaklarındaki anlaşılmaz
mırıltıyı bitirdikten sonra dostuma dönerek:
— Sana benim bu hâlim, biraz garip görünüyor değil mi? Hakkın var.
Ben her basamağı aştığımda
Allah’ıma bir kere şükrediyorum. Sen şimdi bunun manasını
anlayamazsın. Fakat bir gün gelecek, şen de merdiven basamağını aşmanın dahi
bir kere değil, bin kere şükretmeye değer bir hadise olduğunu anlayacaksın!
demiş.
***
“Yaşamak zevki” diye bir şeyden bahsedildiğini herhâlde duymuş
olacaksınız. Nedir bu yaşamak zevki? Onu pek doğru dürüst anlatana insan sık
sık rastlamaz. Fakat size, biraz önce söylediğim yaşlı adamın hikâyesinde bu
yaşamak zevkinin yürümek kadar, merdiven çıkmak kadar, çocuğumuz için pek basit
şeylerden meydana geldiğini bilmem belirtmeme lüzum var mı? Bir merdiveni
çıkmanın bile biz fâni insanlar için bin kere şükretmeye değer bir hadise
olduğunu günün birinde anlıyoruz ama, o zaman da dizlerimizde pek az takat
kaldığı günlerimize rastlıyor.
Şair Oktay Rıfat bir gün bunu derinden duyarak bakın ne güzel
söylemiş:
Bir gün
Ne el kalacak
tutmak için
Ne yürümek için
bacak
Ne de bir
hatıra dünyamızdan Çünkü hatıralar da kuşlar gibi Dal ister konacak
Bir gün
Yaslanmak
istesen pencereye
Diz çökmek
istesen
Nafile
İş işten geçmiş
olacak!
Evet, içinde yaşadığımız dünyanın bu acı ve sert gerçeğini
anladığımız zaman ne yazık ki iş işten geçmiş olabilir. Onun için şu güzel
dünyaya yalnız gelişimizin değil, sayılı olan dakikalarımızın her anına farkında
olamadan sığdırmaya çalıştığımız hareketlerimizin de, eğer bu hareketleri
yapmaya muktedir oluyorsak, bin kere şükretmeye değer olduğunu, biraz olsun
anlamaya gayret etmeliyiz. Böyle bir anlayışla hayata sarıldığımız zaman bizi
yakıp kavuran üzüntülerin manasızlığını kavramamız elbette daha kolay
olacaktır.
***
Tabii çocukken, mektep kitaplarında okumuşsunuzdur; çünkü pek ünlü
bir hikâyedir. Hani yaşlı bir adam, yolda iki kat olmuş, bastonuna dayana dayana
güç hâlle gidiyormuş. Babasının elinden tutup yürüyen bir ufak çocuk,
insanoğlunun günün birinde belini dik tutmasının bile başarılması güç bir iş
olduğunu bilmediği için, onu yerde bir şey arıyor sanmış ve babasına dönüp
“Baba! Yerde ne arıyor?” diye sormuş. İhtiyarın neyi kaybettiğini çok iyi bilen
babası da “Gençliğini arıyor yavrum!” diye cevap vermiş.
Bu bilinen hikâyeyi huzurunuzda tekrar etmekten maksadım bir gün
ihtiyar olacağımızı, belimizin büküleceğini hatırlatmak değil, hepimizin, o
ufacık çocuk kadar, hayattaki saadetlerimizin farkında olmadığımıza işaret
etmektir. “Çoğu zaman saadetin yanından geçeriz de farkına varmayız.” diyen
muharrir güya bizim gafletimizle alay etmek istiyor. Hâlbuki gaflet içinde olan
asıl kendisidir. Çünkü biz saadetin yanından geçerken onu fark etmemek şöyle
dursun, gırtlağımıza kadar saadete battığımız zaman bile onun içinde olduğumuzu
bilemeyecek kadar gafiliz.
İçinizde “Nedir bu saadet?” diye soranlar bulunur diye söylüyorum:
Bu saadet her şeyden önce hayatta olmak ise, ondan hemen sonra da sıhhatte olmaktır.
Elimizin, ayağımızın tutmasıdır. Merdivenleri patır patır çıkabilmemiz, sağa,
sola istediğimiz gibi seğirtebilmemiz, nefes alıp verdiğimizin farkına
varmayışımız, kalbimizin, midemizin, böbreğimizin, safra kesemizin vücudumuzun
neresinde olduğunu düşünmek lüzumunu bile hissetmeyişimizdir. Ağzımıza iki
lokma yemeği alıp zevkle çiğneyebiliyor, dünya nimetlerinin tadını alabiliyor
muyuz? Ona bakmalı! Saadet bu yemeğin, dünyanın en usta aşçıları tarafından
pişirilip gümüş tabaklar içinde önünüze konmasında değil; hizmetçilerin,
uşakların etrafınızda dört dönmesinde de değil, nasıl hazırlanmış olursa
olsun, onu keyifle yiyebilmenizdedir.
Bir acı soğanı yumruğuyla kırıp fırından yeni çıkmış ekmeğe katık
yaparak iştah ile yiyen kendi hâlinde fakir insanların eşsiz saadetini
imrenerek seyreden, buna mukabil kuş sütünden hazırlatabilecekleri yemekleri
dahi ağızlarına koyabilmek imkânlarını kaybetmiş bahtsız insanlar vardır. Ağaçların
altına hasır serip onun üstünde rahat bir öğle uykusuna dalıveren mesut
insanlara karşılık, en rahat döşeklerde sabahlara kadar gözlerine uyku girmeyen
çaresizler vardır. Görenlerin yanında görmeyenler, duyanların yanında
duymayanlar, koşanların yanında adım atamayanlar, ayakta durmak saadetine
tekrar kavuşmak için Allah’a gece gündüz yalvaranlar vardır.
Hâlbuki çoğumuz gören gözümüze, duyan kulağımıza, saatlerce
yürümekten yorulmayan bacaklarımıza rağmen, bunların bize bahşedilmiş ne büyük
birer nimet, ne eşsiz birer saadet, ne teşekküre değer bir lütuf olduğunu,
tıpkı kundaktaki bir çocuk
gibi, bir an bile düşünmeksizin kendimizi birtakım talihsizliklerle
çevrilmiş görerek kahroluyoruz.
İnsanın kolu bacağı tuttuktan, ölümü aklına dahi getirmeyecek kadar
hayata bağlı olduktan sonra saadeti aramasına pek lüzum yoktur. Çünkü saadet,
uzakta bile olsa, insan, ona elini uzatmak kudretini kendisinden esirgemediği
için Cenabı Hakk’a şükretmeli.
***
Kanunî Sultan Süleyman, eşi olmayan kudretiyle devletinin
hudutlarını alabildiğine genişlettiği zaman, belki de başının hafifçe ağrıdığı
ve bu yüzden hayattan aldığı bütün keyfi birdenbire kaybettiği gün eline
kalemini alıp divanının bir kenarına, “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat
gibi” diye yazıvermiş.
İşte biteviye saadet peşinde
koşan, hiçbir şeyden memnun olmayan, önüne ne koyarlarsa layık olduğuna
erişemediğini zanneden ve bilhassa incir çekirdeğini doldurmaz üzüntülerle bu
tatlı dünyayı kendilerine zehir eden insanlar o büyük devlet adamının ulaştığı
gerçeğe bir göz atmak zahmetinde bulunsalar saadetlerinin derecesini fark
ederek toparlanabilirler.
Gezip tozmanın, koşup
atlamanın değil, bir merdiven basamağını aşmanın bile bin kere şükretmeye
değer bir hadise olduğunu biraz erken kavramamız gerekiyor.