Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

ŞEVKET RADO EŞREF SAAT

 



 

Kitabın Adı / Eşref Saat

Yazar / Şevket Rado

Baskı Eylül 2006

   

Eşref Saat

Şevket Rado

İÇİNDEKİLER

Önsöz............................. 7

Eşref saat ........................ 9

Daha iyi olabilir............ 14

Dünyadan ve insanlardan şikâyet      19

Yaşama zevki................ 24

Güler yüz....................... 29

Tatlı dil......................... 33

Artık çocuk değilsiniz... 38

Misafirliklerimiz ............. (    43

Gençliğin kıymeti......... 48

Çocukların ana ve babalarından bekledikleri             53

Gönül zenginliği........... 58

İstemek.......................... 63

İki sır............................. 68

Takdir duygusu ............ 73

Normal insan................. 78

Faydalı bir iş görmek zevki   83

İhtiyarlık üzerine.......... 89

Gençliğe dair................ 95

Herkes kendi yerinde.... 99

Tesadüfler................... 104

Herkes kendi hayatını yapar 110

İyimserlik, kötümserlik. 115

Talih ............................. 120

Kendi kendimizi aldatmak 125

Öğüt vermek.................. 130

Çocuklar babaları hakkında ne düşünürler? 135

Şükürler olsun............... 138

ÖNSÖZ

Çocuklarımıza, hatta yalnız çocuklarımıza değil, her seviyedeki halkımıza vazife duygusunu, daha çok çalışarak refahını arttırmayı, kendisine olduğu kadar etrafına da faydalı olmayı, güçlüklerden yılmamayı ve bunların dışında aileye bağlı olmayı, şef­kati, doğruluğu, adaleti, iyilik etmeyi, insan olarak manevi değerler kazanmayı, kısaca iyi ve faziletli bir insan olmayı telkin eden kitaplarımız ne kadar azdır!

Hâlbuki dilimizde bu kitaplar yazılıyordu. Nitekim geçenlerde sahaf dostum Nizameddin’e umumi ah­lak ve terbiye üzerine yazılmış Türkçe kitapları top­lamasını rica ettiğim zaman, on beş günde bana iri­li ufaklı 80 kadar kitap göndermişti. Bunların hepsi Arap harfleriyle idi ve yine hepsi vatandaşın ahlakça ve insan olarak yükselmesine hizmet etmek gaye­siyle yazılmıştı. Rahmetli Muallim Naci’nin topladığı “Mekteb-i Edeb” takip ettiği sistem bakımından en derli toplusu ve faydalısı olarak başta geliyordu.

Sonra? Sonrası hemen hemen yok gibidir. Kütüp­hanelerimizdeki bu boşluğu doldurmak maksadıyla

s

Yapı ve Kredi Bankası’nın onuncu yıl dönümünde, meşhur terbiyeci Foerster’e ısmarlanıp yazdırılmış olan “İyi İnsan, İyi Vatandaş” adlı eser bu sahada Türk harfleriyle yazılmış ilk kitap mevkiindedir ve büyük rağbet görmüş olması da bir ihtiyaca cevap verdiğini ispat ediyor.

Senelerdir İstanbul radyosunda saidece hayatı sevmeyi, çalışmayı, daha iyiyi aramayı, iyiliğe ve doğruluğa kıymet vermeyi telkin ederek vatandaşla­rıma faydalı olmak maksadıyla hazırladığım konuş­malardan bir kısmını şimdi bir araya toplarken bu küçük kitabın terbiyeye hizmet edeceğine inanıyo­rum. Eğer bu kitap bazı vatandaşlarımıza faziletli ve çalışkan bir insan olmayı cazip gösterebilir de ma­nevi kalkınmaya yardım ederse kendisinden bekle­nen vazifeyi fazlasıyla yapmış olacaktır.

Şeuket RADO

NOT;

Bir konuşmayı dinlerken alınan zevkin aynı konuşmayı okurken yan yarıya kaybolduğunu bildiğim için bu kitaba al­dığım radyo sohbetlerini, ufak tefek değişiklikler yaparak oku­maya elverişli hâle sokmayı lüzumlu gördüm.

Ş. R.

EŞREF SAAT

Sizin için günün en iyi saati hangi saattir hiç dü­şündünüz mü? Şair tabiatlı olanlar akşam saatlerini severler. Güneşin batışı insana tuhaf bir hüzün verir. En çok kendi kendimizle kaldığımız saatler giden günün arkasından gecenin ağır ağır geldiği, daha doğrusu gündüzlerin bizleri gecelere devrettiği o saatlerdir.

Kuşlar o saatlerde neden telaşlıdırlar pek bilinmez ama tabiat yavaş yavaş durulur; etrafla beraber in­sanın ruhuna da bir sessizlik çöker. Sonra gece, o uçsuz bucaksız gece kendi hayatını sürmeye başlar.

Öyle, şair tabiatlı olanlar akşam saatlerini severler. Yemek düşkünleri de öğle saatlerini. Dünya nimetle­rinin lezzetlerine kendilerini kaptırmış olanlar öğle vaktinin gelmesini iple çekerler. İçki meraklıları iste­dikleri kadar vakti keraheti beklesinler, yemekler do­ya doya öğleyin yenir. Öğle yemeğinden sonra gelen rehavetin tadı hiçbir gece uykusunda bulunmaz.

Ama yaş ilerledikçe insanlar sabah saatlerini sever olurlar. Dünyayı sabahın saat beşinde, kurtlar, kuşlar henüz uyanmadan, tabiat daha mahmurken seyret­mek ancak o yaşlarda tadına varılır zevklerdendir.

Sizin için günün hangi saati iyidir, buradan bir şey söyleyemem ama bana sorsalar saatlerin en iyisi ne akşam saatidir, ne öğle saati, ne de sabah saati. İn­sanlar için en iyi saat muhakkak ki, şu ne zaman geldiği pek de bilinmeyen, adına “Eşref Saat” dedi­ğimiz saattir.

***

Eşref saat gündelik hayatımızda işlerimizin en iyi gittiği, kararlarımızın en isabetli olduğu, hükümleri­mizde asla yanılmadığımız saattir. Sabahleyin 9’da mı, öğleyin 12’de mi, akşam 7’de mi gelir; gün or­tasında mı, gece yarısında mı teşrif eder bilinmez, ama o gelince, en çetin meselelerinizi tereyağından kıl çeker gibi halleder, en çıkılmaz davaların içinden tüy gibi hafif çıkarsınız. Eğer eşref saat gelmişse ol dediğiniz derhâl oluverir. Yıllarca ümitle beklediğiniz büyük ikramiye, eşref saat çalar çalmaz size çarpar. Bir türlü çözemediğiniz düğümleri eşref saatte ça­bucak çözer, sonra nasıl çözdüğünüze siz de şaşar­sınız. Çünkü eşref saat gelmiştir. O saate hiçbir şey dayanamaz. Asırlarca ve asırlarca geçit vermeyen dumanlı dağlar bile eşref saat gelince delinir; treni­niz onun bağrından düdüğünü öttüre öttüre geçer gider.

Yalnız sizin, teker teker insanların hayatında değil, milletlerin hayatında bile eşref saatler vardır. O saat­ler gelmeye görsün, milletler esaretten kurtulurlar; o saatler gelip çatınca ordular harikalar yaratırlar; insanların kaderleri o saatlerde değişir; talih o saat­lerde adamın yüzüne gülmeye başlar.

***

Demek bütün mesele eşref saatin gelmesine veya o saatin geldiğini anlamaya bağlı öyle mi?

Öyledir. Hatta ben öyle zannediyorum ki, eşref sa­at görünmez kuvvetlerin, esrarlı hesapların, içinden çıkılmaz bilmecelerin işlettiği bir saat değil, insanla­rın bizzat kendileri tarafından işletilen veya sadece dikkatli olmaları sayesinde geldiği kolayca fark edi­len bir saattir. Ama dikkatli olmayan, kendini haya­tın akışına bırakmış veya sandalını akıntıların tersine yürütmeye çalışan insan eşref saatin geldiğini fark etmek şöyle dursun, duvardaki asma saatin on ikiye çeyrek kalayı gösterdiğini bile görmez.

Milletlerin eşref saatlerini büyük dâhiler keşfeder. Bizim gücümüz oralara yetmediği için sadece gün­delik hayatımızda, hatta aile hayatımızda yer alan ufak tefek eşref saatlerden, daha doğrusu birbirimi­zin eşref saatlerini kollamanın sırlarından bahsede­ceğim.

***

Muhakkak ki her şeyin bir zamanı vardır. Zaten eş­ref saat de bu zamandan başka bir şey değildir. İşte ne yapıp yapıp onu kollamalı. Sırasını getirmek de eşref saati bulmak demektir.

Bir ev kadınının işten yorgun argın dönen kocası­na şu veya bu haberi vermenin sırası olmadığını bil­mesi gerekir. Damdan düşer gibi vereceği kötü bir haber o dakikada adamcağızı çileden çıkarabilir. Evin mesut olması muhtemel havası fena hâlde bo­zulabilir. O durumda, fena haberlerin bile sükûnetle karşılanacağı eşref saat henüz gelmemiş demektir.

***

İyi niyetli bir hanımın kocasından pahalıca bir he­diye istemesi için mutlaka eşref saati beklemesi lazımdır. Kocasının geçim sıkıntılarından acı acı sız­landığı, o gün kömür parası bulamadığından dert yandığı bir sırada, hanım kendisinden bir manto is­terse; böyle bir hareket eşref saatin kaçı gösterdiği­ni fark etmemenin pek kör parmağım gözüne bir misalidir. Adamcağızın haklı olarak cinleri başına toplanır, deliye döner, sabahlara kadar bitmeyen kavgalara tutuşursa hakkı vardır. Fakat aynı adamın bütün sıkıntılarına rağmen, kara ufukları tozpembe gördüğü, omuzlarındaki geçim yükünü tüyler gibi hafif hissettiği anları da vardır. İşte o anlarda eşref saat tatlı tatlı çalmaktadır. Hassas kulaklar bunu du­yar ve tam o sırada oldukça pahalı mantonun bir senede tükenmeyecek taksitlerini kocaya güle oy­naya kabul ettirmek işten bile değildir. Adamcağız neye uğradığını ertesi günü anlar ama, iş işten geç­miş, eşref saat harikulade oyununu oynamıştır!

Erkekler, ne olursa olsun, dinlemeye dayanama­yacakları şikâyetleri eşref saatlerde koyunlar gibi dinlerler. Gündelik hayatın ufak tefek hadiseleri üze­rinden bir gecenin geçmesini beklemek dirayetini gösterebilsek de eşref saatin gelmesini beklesek, geçimsizlik denen hadiselere ancak müzelerde rast­layabiliriz.

Çünkü yirmi dört saat sonra çocukların yaramaz­lıkları adamcağıza o kadar vahim görünmeyecek, şunun bunun kırdığı potları daha hoşgörürlükle kar­şılayabilecek ve her iş oluruna, çıkarına bağlana­caktır.

***

Benim, daha çok erkeklerin tarafını tutar gibi gö­rünen akıl öğretmelerime hanımlar kızabilir; “Peki ama sırf beyefendinin rahatı bozulmasın, keyfi kaç­masın diye evin bütün zahmet ve sıkıntılarını biz mi omuzlarımıza yüklenelim? Beyimizin asabı gerilme­sin diye sırtımıza yeni bir manto istemekten vazge­çelim de huzuruna salavatla mı girelim?" diyebilirler.

Hayır, onu demek istemiyorum. Siz yine dert ya­nın; siz yine tenkit edin; siz yine isteyeceğinizi iste­yin. Ama dert yanmanın, tenkit etmenin, istemenin de sırasını kollayın; bunları eşref saate rastlatın, o kadar. Çünkü o saat sözlerinizin sükûnetle dinlene­ceği, isteklerinizin gönül hoşluğu ile kabul edileceği saattir. Yalnız kadınlar için değil, erkekler için de öyle­dir. Hatta öğütler bile o saatte dinlenir de, onun dı­şında en faydalılarına bile kulak asan olmaz.

“Tatlı dil yılanı ininden çıkarır." diye bir söz vardır. Duvardaki saatleri yaylar işletiyorsa, ev hayatındaki eşref saatleri de tatlı dil işletir. Onun hiç gelmeyece­ğini sandığınız bir anda dudağınızdan dökülecek hoş bir cümle, bir iltifat eşref saatin akrebini 12'ye getiriverir. “Ensesine yumruğu vur, ağzından lokma­sını al!" diye tarif edilen kocalar olduğunu bilirsiniz. Bu ideal kocalar eşref saatleri tıkır tıkır işletmesini bilen kadınların kocalarıdır. Değil ensesine yumruk vurdurmak, burunlarından kıl aldırmayan nice ko­calar eşref saat mütehassısı akıllı hanımların elinde yavaş yavaş bu hâle gelirler.

Her iyi şey eşref saatte olur. Biraz sabır göster­mek, biraz dikkatli davranmak, insanların bam teli­ne dokunmamaya çalışmak evinizde eşref saati sık sık çaldırmak için kâfidir.

DAHA İYİ OLABİLİR

Benim çok sevdiğim bir ahbabım vardı. Şimdi Amerika’dadır. Hayata çok erken atılmaya mecbur kalmış. Yoksullukla bir hayli pençeleştikten sonra işini yoluna koymuş. Burada iken de hâli vakti yerin­de idi. Dükkân tıkır tıkır işlerdi. Keyfi hiç bozulmaz­dı. Hayatı hep tatlı tarafindan alırdı. Görünürde hiç­bir sıkıntısı yoktu. Fakat ne zaman karşısına geçip de “Nasılsın?” diye sorsanız asla, “Çok şükür, iyi­yim!" demezdi ve “İyiyim ama, daha iyi olmak kabil­dir birader." derdi. Bu, onun daima iyiden daha iyi­ye geçmek arzusunu açığa vuran, çalışması saye­sinde ulaştığı yaşama seviyesini asla kâfi bulmaya­rak daha yükseğe çıkmak için yeni gayretler sarf et­mek ihtiyacını kamçılayan bir kudretin işareti idi. Ni­tekim burada hâli vakti pek iyi olduğu hâlde günün birinde, daha iyiyi aramak üzere işini Amerika’ya gö­türdü. Yakın dostlarından öğrendiğime göre orada, sahiden burada olduğundan çok daha iyi imiş. Ama, şimdi Amerika’da karşısına çıksam da ona, “Nasılsın?" diye sorsam, eminim ki, yine memnun

görünmeyecek, “İyiyim ama daha iyi olmak kabildir birader!” diyecektir.

***

Hangi hâl ve şartlar içinde olursa olsun daima da­ha iyiyi istemek! Fertleri de, o fertlerin teşkil ettikleri milletleri de günbegün yükseltip refahın en yüksek katlarına çıkarmak için herkesin yüreğinde, sahibini daha iyiye doğru itmekten bıkmayan öyle bir motor saklı bulunmalıdır. Hepimiz teker teker daha iyiyi is­tesek, belli bir yaşama derecesine ulaştığımız za­man, “İşte bu kadarı bana yeter. Daha fazlasını iste­mem.” diyerek, bize hamle yapmak gücünü veren istek motorunu kendi arzumuzla durdurmasak, mu­hakkak ki, daha iyi oluruz.

♦♦♦

Şimdi bir kitap okuyorum. Bu kitabın muharriri, “İnsan kafası," diyor, “sahibinin yapmak istediği şeyi yapmak çarelerini mutlaka bulacak şekilde yaratıl­mış bir cihazdır.” diyor. “Azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz.” diyen atasözü de bu fikri doğruluyor. Ni­ce büyük adamlar, insan kudretinin dışında zannedi­len muazzam işleri, yalnız azimleri sayesinde başar­maya muvaffak olmuşlar, o işleri yapmayı akılların­dan bile geçirmeyen insanlarsa varılan netice karşı­sında şaşakalmışlardır. Atatürk’ün çok güzel bir sözü vardır: “Zafer, zafer benimdir diyebilenindir.” Zafer benimdir demek, muvaffak olacağım demektir; mu­vaffak olmak fikrini kafanın içine iyice yerleştirmek ye kafayı daima o istikamette çalıştırmak demektir. İnsan kafasının da çalışa çalışa içinden çıkamayaca­ğı, çözemeyeceği bir mesele yoktur. Bir tekerleme hâlinde şaka olsun diye söylenen “Olmaz olmaz de­me olmaz olmaz.” sözü de yeryüzünde olmayacak bir şeyin mevcut bulunmadığını anlatmak isteyen

ciddi bir sözdür. Yeter ki, insan bir kere oldurmaya karar versin ve bu uğurda çalışmaya koyulsun.

Biz burada halledilmesi üstün yaradılışlar bekle­yen büyük davaları bir kenara bırakalım da, kendi küçük, iyi yaşama davamızı istek motoru ile nasıl yürüteceğimizden, gündelik hayatımızı daha iyiye nasıl götüreceğimizden konuşalım.

Şarklı ile Garplı arasında, yaşamayı anlamak bakı­mından büyük fark vardır. Şarklı daha kolay razı olur. Kanaatkârdır. Bir lokma ile bir hırkaya eyvallah der. Hâlbuki Garplı öyle değildir. Bir lokma, bir hırka, ya­ni karnı tok, sırtı pek olmak ona yetmez. İyi bir yerde de oturmalı; evi döşeli dayalı olmalı; medeniyetin in­sanlığa bahşettiği nimetlerden kendisi de faydalan­malı. Niçin çoluğunu çocuğunu daha iyi şartlar için­de büyütmesin? Karısı neden komşunun karısı kadar, hatta ondan iyi giyinmesin? Tiyatrodan, sinemadan, musikiden neden o da payını almasın? Bütün bunlar Garplıya, durmadan daha iyiyi isteten, onu elde et­mek için daha çok çalışmaya zorlayan sebeplerdir.

***

Bizim ahbap Amerika’ya boşuna gitmedi. Çünkü daha iyiyi istemekte Amerikan cemiyeti Avrupalı ce­miyetten de ileridir. Ne v York’ta bulunduğum sırada birkaç aile ile tanışmak fırsatını elde ettim. Bunlar­dan biri New York’tan 80 kilometre uzakta oturuyor­du. Aile, karı koca ve iki çocuktan mürekkepti. Aile reisi sabahtan akşama kadar bunalırcasına çalışı­yordu. Ortanın üstünde, oldukça iyi denebilecek bir para kazandığı için evine, hayatı kolaylaştırmak maksadıyla icat edilmiş bütün medeni vasıtaları te­min etmişti. Mutfakları bu yüzden bir vapurun maki­ne dairesine benziyordu. Radyoları, buzdolapları, ça­maşır makineleri, elektrikli süpürgeleri, her şeyleri,

her şeyleri vardı. Fakat karı koca hayattan pek mem­nun görünmüyorlardı.

Koca memnun değildi; çünkü bir otomobili oldu­ğu hâlde New York’taki işine kendi otomobili ile gi­dip gelemiyordu. Zira New York’ta sokakta otomobil bırakmak çok pahalı bir lükstü. Saati bizim paramız­la bir hayli tutuyor. Otomobili sabahtan akşama ka­dar sokakta bırakmak o kadar pahalı oluyordu ki, ancak üç beş komşu toplanıp birinin arabasına bin­mek suretiyle, yani bizdeki gibi dolmuş yaparak New York’a inebiliyorlardı. Demek ki noksan kalan bu keyfi de yerine getirebilmek için biraz daha fazla ka­zanmak lazımdı.

Evin hanımı memnun değildi: Giyimi kuşamı, ço­cuklarının tahsili, her şeyi, her şeyi temin edildiği hâlde kocası henüz eve bir televizyon alamamıştı. Çünkü çok pahalı idi. Hâlbuki bazı komşular televiz­yon edinmeye muvaffak olmuşlar. Mühim maçları seyretmek için arada bir onlara gitmek mecburiye­tinde kalıyordu. Bu olur muydu? Hanımın yüzünü mahzunlaştırarak, “Niçin bir televizyonumuz olma­sın, bizim neyimiz eksik?” diye şikâyet edişini bir görseydiniz yüreğiniz sızlardı. Ama koca emindi. Bir­kaç saat daha fazla çalışarak bunun da mutlaka üs­tesinden gelecekti.

Başka bir aile ile tanıştık. Onlar berikilerden daha zengin, daha refahta idiler. Televizyonları da vardı. Fakat hayatta bir dünya turu yapmak, yabancı memleketleri görmek istiyorlardı. Paraları işte buna yetmiyordu. Onun için karı koca milyoner olmayı kafalarına koymuşlardı. Amerika'da çabucak milyo­ner olmak için herkesin işine yarayacak bir şey icat etmek lazımdır. Bunu da bulmuş gibiydiler. Fakat henüz gizli tutuyorlardı. İcatları bir tutarsa derhâl

ıs

milyonlara sahip olacakları için Türkiye'ye de gele­ceklerini söylediler. Sonra... Evet sonra bir milyone­rin evine gittik. Türkleri çok sevdiği için adam bize ancak bir pazar günü akşam yemeğini ayırabildi. Meğer koca milyoner pazar günleri de çalışırmış.

***

Niçin bütün bunlar? Tabii daima daha iyiye ulaş­mak için. İyinin nerede başladığı belli olmadığı gibi nerede bittiği de belli değildir. Daima daha iyiyi iste­yen insanların memleketi olan Amerika, sırf bu yüz­den son 20 yıl içinde zenginliğe gark olmuştur.

Hâlbuki Şark'ta iyinin hudutları bellidir. Biraz önce de söylediğim gibi bir lokma, bir hırka ile başlar. Ve çok zaman orada kalır. Kanaatkârlık elbette ki kay­bedilmemesi gereken hasletlerden biridir. Ama icap ettiği zaman kanaatkâr olmasını bilmeli. Toprak bomboş dururken bir avuç tarlayı ekerek “Benim ih­tiyacımı bu kadarı karşılar.” deyip oturan, daha faz­lasını istemeyen fakirlikten kurtulamaz.

Başkalarını mesut etmek isteyen insan önce ken­disini mesut etmekle işe başlamalı, derler. Saadet bulaşıcıdır Hemen etrafına yayılmaya başlar. Mesut insanlardan mürekkep milletler de dünyada mesut milletleri temsil ederler.

El elden üstün olduğu gibi her iyinin de daha iyisi vardır. Fakat daha iyiye kavuşmak onu istemekle; ona doğru canla başla gitmeye çalışmakla müm­kün olacaktır Ne kadar iyi olursanız olun; daha iyi olmanız kabildir

DÜNYADAN VE İNSANLARDAN ŞİKÂYET

Hani bazı insanlar vardır, dünyadan şikâyetçidirler. Bilmem siz de onlardan mısınız? Tabii, aslına bakar­sanız dünyadan şikâyet etmek manasız bir şeydir. Voltaire filozofun, o her şeyin bir iyi tarafını bulan meşhur Candide’ine söylettiği gibi, mevcut dünyala­rın en iyisi yine bu bizim üzerinde yaşadığımız dün­yadır. Yazına da, kışına da, ilkbaharına da, sonbaha­rına da doyum olmaz. Hepsinin kendine mahsus bir lezzeti vardır. Hayat, gün olur sıkıntılı geçer; zahmet­ler omuzlarımıza ağır bastığı zaman dünyadan soğu­duğumuzu zannederiz ama bu geçici bir şeydir, bir üzüntü anını bir keyifli dakika takip eder. İnsan her şeyi unutur. Zaten dünya kurulalı beri unutulmamış ne vardır ki? Büyük hadiseler, büyük felaketler ve acı­lar, yazı icat edildikten sonra yalnız hafızalara emanet edilmeyip kitaplara da yazıldığı hâlde yine unutul­muştur. İnsan hafızası, asırlar boyunca olup biten hadiseler şöyle bir kenarda dursun, kendi ömrü için­de başından geçenleri bile unutur. Cenabı Hakk'ın insanlara bahşettiği en büyük nimet, olan bitenleri

unutmamak kabiliyeti değil, ondan daha kuvvetli olan, unutmak kudretidir. Her şeyi hatırlamış olsay­dık hâlimiz ne feci olacaktı, hiç düşündünüz mü?

***

Filozof Bergson’un bir sözü vardır. “Beynin asıl va­zifesi," der, “bize hatırlamayı değil, unutmayı temin etmektir. Zaman baba, elinde sihirli bir fırça, hafıza­mızda yer eden kötü hadiseleri, bize hiç sormadan kendi kendine siler. Hatta bu kadarla da kalmaz; fır­çası yaldızlı mıdır nedir, o kötü hadiseleri süsler, gü­zelleştirir. Ruhumuzu karartan kötü hatıralar silinip yerine tatlılan geldikçe yaşama sevincimiz artar durur.

Ama beynimizin kendi kendine başardığı bu unut­turma vazifesini engellemeye çalışanlanmız ille unut­mayacağım’ diye ayak direyenlerimiz de yok değildir. Mesela biri kendisine bir fenalık etmiştir. Olur ya! Bu dünya, dünyaların en iyisi değildir, mevcut dünyala­rın en iyisidir. Mevcut dünyaların en iyisinde iyi olma­yan insanların da bulunmasını tabii saymalı. Şimdi ‘Filanın bana yaptığını unutmayacağım.’ diye dayat­manın manası var mı? Ama dayatır; ille o da ona bir fenalık etmek için uğraşır durur. Günün birinde de fenalık etmeye muvaffak olur ve belki de başına bu yüzden başka bir bela daha gelir. Şimdi bu adam kendisine yapılan fenalığı unutmamakla iyi mi etti? Unutsaydı, yani beyninin unutturmak için sarf ettiği gayreti durdurmaya çalışmasaydı kendisine ne bü­yük bir iyilik etmiş olacaktı, değil mi?”

***

Unutmak üzerine pek güzel bir makale yazmış olan psikolog Sansgter, filozof Kant'tan bahseder­ken şöyle diyor:

“Kant'ın Lampe adında pek sevdiği bir uşağı var­dı. Filozof ona çok derin bir itimatla bağlı. Günün

birinde, yıllarca itimat ettiği bu uşağın kendisini bir düziye soymakta olduğunu fark etti ve uşağı derhâl kapı dışarı etmek zorunda kaldı. Tabii pek üzüldü, üzüldü ama hatıra defterine de şöyle yazdı: ‘Lampe’yi unutmam lazım geldiğini hatırlamam gerek.”'

Kötü şeyleri unutmak için insan, hafızasının yardı­mına işte böyle koşar.

***

Yine başladığımız noktaya gelelim:

İnsanlar dünyadan şikâyet ederler ama dünya-o kadar güzel, o kadar yaşanmaya değer bir âlemdir ki, şikâyet etmenin manası yoktur. Zaten insanlar asıl dünyadan değil, insanlardan şikâyetçidirler. İn­sanların yalnız kendilerini düşündüklerini, başkaları­na yardım eli uzatmadıklarını, bu yüzden kendileri­nin bir kenarda kaldıklarını söyleyenler çoktur.

Bu da yanlıştır. İnsanların en kötüsü bile başkası­na yardım etmekten hususî bir zevk duyar. Yeter ki, yardımı, pek gönülden istemiş, bu isteğin altında hiçbir hasis menfaat gizlenmemiş olsun. Siz yolunu­zu şaşırsanız da dünyanın en fena adamına yol sor­sanız işini gücünü bırakır, size gideceğiniz yeri, eğer biliyorsa, tarif eder. Bir şey öğrenmek isteseniz so­kakta rastladığınız herhangi bir adama sorunuz; bil­diği kadarını size söylemeye gayret eder. Ama bu adamdan para isterseniz tabii vermez. Kendi çıkarı­nızı temin etmesini onun bir vazifesi hâline getirme­ye kalkarsanız elbette hiç oralı olmaz. Çünkü bunlar insanın kendi gayretiyle kendisi için yapabileceği şeylerdir. Fakat yetişmek isteyen, öğrenmek isteyen, hatta istemeye karar veren adam aradığı yardımı görür.

***

Son gelen mecmualardan birinde ünlü musiki münekkitlerinden Fulton Oursler musiki münekkitli­ğine* nasıl başladığını pek hoş bir şekilde anlatıyor­du. Kendisi henüz yirmi yaşlarında imiş. Baltimore şehrinde yeni girdiği bir gazetede daktilo makinesi ile yazı yazıyormuş. Birdenbire yazı işleri müdürü­nün kendisini çağırdığını haber vermişler. Kalkmış, korka korka yazı işleri müdürünün huzuruna çıkmış. Adam koltuğunda şöyle bir dönerek delikanlıya:

— Oğlum, demiş, sen piyano, keman çalmasını bilir misin?

Oursler:

— Hayır efendim! diye cevap vermiş.

— Şarkı söylemesini?

— Onu da bilmem.

— Öyle ise, demiş yazı işleri müdürü, şimdi sen fi­lan konser salonuna git. Orada meşhur keman üs­tadı Kreisler bu akşam bir konser verecek. O kon­serde bulun ve bir tenkit yazısı yazıp bize getir. Baş­ka çaresi yok. Çünkü musiki münekkidimiz bu ak­şam öldü!

Oursler ne yapsın? Her ne pahasına olursa olsun gazetede mutlaka tutunmak da istiyor. Kalkmış, konsere gitmiş. O zamana kadar musiki ile hemen hiç meşgul olmamışmış. Çocukken kiliselerde biraz koro dinlemiş, parklarda orkestraların önünden ge­çerken biraz kulak kabartmışmış. Daha sonraları okumaya pek merak sardığı için Beethoven’in, Haendel'in, Hydn’ın hayatlarına dair birkaç kitap da okumuş ama, hiç dinlememiş.

Hâlbuki şimdi dünyanın en meşhur keman üstat­larından birinin konserini dinleyip tenkit etmek mevkiinde.

Zavallı Oursler dinlemiş, dinlemiş, konserin sonu gelmiş. Herkes kalktığı zaman “Ben şimdi ne yapa­cağım?” diye düşünürken birden karar vermiş. Kreisler’in locasına doğru yürümüş. Meşhur üstat orada birkaç kadınla görüşüyor, tebrikleri kabul ediyormuş. Bu sırada bizimki locaya dalmış. Kreisler'e “Üstat sizinle hususi bir mevzu etrafında gö­rüşmek istiyorum." demiş. Adam da birden şaşır­mış. Bu müracaat tuhafına gittiği için onu bir ke­nara çekerek “Söyle bakalım ne istiyorsun?" de­miş. Bizimki de başına geleni olduğu gibi anlat­mış. Musiki tenkidi vadisinde ilk makalesini yazma­sı için kendisine yardım etmesini rica etmiş.

Kreisler o kadar memnun olmuş ki bu delikanlının arzusunu yerine getirmiş. Ona, yazacağı şeyleri bir bir söylemiş. Ertesi gün makalesi çıktığı zaman her­kes o kadar beğenmiş ki gazetenin musiki sütununu kendisine vermişler. Beş sene sonra New York şeh­rinde çıkan bir musiki mecmuasının başına geçmiş.

***

Bu hikâyeyi anlattıktan sonra Oursler diyor ki: “Ge­çirdiğim tecrübe bana gayet mühim bir şey öğretti: Şartlar ne kadar güç, ne kadar ümitsiz olursa olsun, insanlar, kendilerinden samimiyetle bir şey istediği zaman onu vermeye, yardım etmeye, iyilik etmeye hazırdırlar. Bu, yalnız büyük adamlar için böyle değil­dir, insanların pek çoğu da aynı hislerle doludurlar. Yeter ki, insan bir yardımı gönülden istemiş olsun."

Bu güzelim dünyadan da, bu dünyayı dolduran insanlardan da şikâyetçi olmayalım.

YAŞAMA ZEVKİ

Şu birkaç günlük ömrümüzü saadet içinde geçir­mek hepimizin tek arzusudur. Hatta yalnız kendimiz değil, devlet de bütün teşkilatıyla bütün imkânlarını milleti biraz daha mesut' etmeye muvaffak olmak için kullanıyor Zaten hayattaki her türlü çabanın so­nu hep bu kapıya çıkar Devlet adamlarından, ilim adamlarından, kâşiflerden, mucitlerden tutun da, fi­lozoflara, ediplere, şairlere kadar herkes insanları daha mesut etmek için çalışmaktadır Gel gelelim, mesut olmak öyle kolay olunur şeylerden olmadığı için gene de saadete bir türlü erişemediğinden şikâ­yet edenler çoktur Hatta filozoflara bakarsanız, in­sanların mesut olmalarına bazen tabiatları, yaradı­lıştaki özellikleri mâni olmaktadır Umumiyetle me­sut olmanın başlıca şartı sayılmasına rağmen zen­ginlik de her zaman insanlara saadet getirmiyor Ba­kıyorsunuz zengin bir adam, her istediğini yapabile­cek kudrette görünen bir adam can sıkıntıları için­de, tatsız bir hayat sürmekte ve mesela kıt kanaat geçinen bir adamın hayattan aldığı zevki bir türlü

alamamaktadır. İşte saadet dediğimiz şey de zaten budur, bu, hayattan zevk alabilmek kudretidir.

***

Zamanımızın pek itibarlı filozoflarından biri olan İngiliz filozofu Bertrand Russell “Dünyada mesut de­diğimiz insanların en göze çarpan özellikleri kendile­rinde yaşama zevki olmasıdır.1’ diyor.

“Yaşama zevki” deyip geçmek kolay, ama nedir bu yaşama zevki?

Filozof diyor ki: “Yaşama zevkinden ne kastedildi­ğini anlamanın en kısa yolu insanların nasıl yemek yedjklerine, daha doğrusu yemekler karşısında al­dıkları vaziyete bakmaktır. Dünyada öyle insanlar vardır ki, yemek onlar için bir angaryadan başka bir şey değildir. Yiyecekler ne kadar iyi, ne kadar mü­kemmel, ne derece nefis olursa olsun onları sar­maz. Tıpkı yasak savar gibi birkaç lokma atıştırıp sofradan kalkmaya bakarlar.

Gene birtakım insanlar vardır, doktor kendilerine yemek yemezlerse kuvvetten düşeceklerini söyle­miştir. Bu korku ile sanki bir vazife yapar gibi ye­mek yerler.

İnsanların birtakımı da zevk düşkünüdür. Yemeğe iştah ile başlarlar, az sonra yemeklerin umdukları ka­dar iyi olmadığına hükmederek, yüzlerini buruştura buruştura ve tabii söylene söylene sofradan kalkarlar.

Oburlar; bilirsiniz ki, yemeklerin üzerine bir yırtıcı kuş gibi atılırlar, çok yerler ve bu yüzden hasta olur­lar.

Bütün bunlardan sonra öyle insanlar da vardır ki yemeklerine iştah ile başlarlar, önlerine ne konursa mesele çıkarmadan yerler ve açlıklannı giderecek ka­dar yiyip sofradan kalkarlar. Bu gibiler yalnız yemek

sofrasında değil, çeşitli dünya nimetleri sofrasında da kendi paylarına düşen şeyler karşısında aynı şe­kilde hareket etmektedirler. Mesut adam da işte bu sonuncusuna denir. Çünkü yemekte iştah ne ise ha­yatta da şevk, yaşama zevki odur.

***

Şimdiye kadar saydığımız bu tiplerden yemek ye­meyi angarya sayanlar melankolik, kötümser, yaşa­mak hevesi düşük insanlar takımındandırlar. Yeme­ği bir vazife yapar gibi yiyen hastalar dünya zevkle­rinden el etek çekmiş olanlara misaldir. Oburlar, ha­yatta her şeyin aşırısına gitmeye meyilli tipin karşılı­ğıdır. Zevk düşkünleri ise güç beğendikleri için ha­yatın keyfini kendi kendilerine kaçıran insanların ör­neğidirler.

İşin garip tarafı, bütün bu tipler, belki yalnız obur­lar bir tarafa, normal, iştahı yerinde, çabuk beğe­nen, açlığını giderince sofradan kalkan diye tarif et­tiğimiz adamı küçük görür, kendilerini ondan üstün sayarlar. İnsanın kamı acıktığı için hayatı sevmesini bayağı bulur, böyle insanlara daima yukarıdan ba­karlar.”

Ben bu görüşe pek katılamıyorum, diyor Bertrand Russell. Her hoşnutsuzluk bence bir hastalığa işa­rettir. Farz edelim ki bir adam çilek seviyor; başka bir ’^am da sevmiyor. Şimdi neden çilek sevmeyen çilek seven adamdan daha üstün olsun? Çileğin iyi veya kötü olduğunu ispat etmek zor bir iştir. Seven­ler için iyidir, sevmeyenler için kötüdür. Ama şu da besbelli ki, çileği seven, ondan zevk alan adam, çi­lekten hoşlanmayan adamın bilmediği, tadamadığı bir zevke sahip demektir. Üstelik hayata kendini da­ha iyi uydurabildiği, her şeyden zevk aldığı için de ötekinden daha hoş bir ömür sürecektir.

Şimdi de bu alelade örneği genişleterek daha mü­him neticelere varabiliriz. Mesela bir futbol maçını seyretmekten hoşlanan adam, futboldan hoşlanma­yan adamdan daha üstündür. Gene aynı şekilde, okumayı seven adam sevmeyenden daha üstündür. Üstelik okuma fırsatı futbol seyretmek fırsatından daha sık ele geçtiği için zevk almak imkânı daha faz­ladır. Hayatta bir insanın alakalanabileceği mevzular çoğaldıkça mesut olmak imkânı da çoğalın Çünkü bunlardan birini kaybetse ötekilerle avunabilecektir. Saadet işte bu avunmanın, kendini bir şeye verme­nin içindedir. Hayatımız her ne kadar her şeyle alakalanmamıza yetmeyecek kadar kısa ise de basit s alakalarımız günümüzü doldurmaya kâfi gelebilir.

***

Herhâlde polis romanları okumuşsunuzdur. Me­sela polis hafiyesi günün birinde sokakta bir şapka bulur. Onu birkaç dakika inceledikten sonra bu şap­kanın sahibinin içki yüzünden perişan olmuş ve ka­rısı tarafından artık eskisi kadar sevilmeyen bir adam olduğunu söyler. Nereden çıkarır bunu polis hafiyesi? Bu bir alaka meselesi, hayatın türlü yanla­rına dikkat etmek ve onlan zevkle inceleyip sonuçla­ra varmak meselesidir.

Hayatta rastladığı her şeyle meşgul olmadın) bilen insana yaşamak hiçbir zaman sıkıntılı gelmez. Bu dünya, gelinebilecek dünyaların elbette ki en iyisidir ve mevzuları en çeşitli olanıdır. Etrafında gördüğü şeylerle alakalanmasını bilen insan, hiçbir şeyle meşgul olmayan insandan daha fazla muhitine uya­cağı için ömrü daha keyifli, demek ki daha mesut geçecektir.

Hani birtakım insanlar vardır, uzun bir tren yolcu­luğuna çıkarlar, kompartımanda altı kişi ile veya on

kişi ile diz dize otururlar ama hiçbiriyle konuşmazlar. Hiçbiriyle ahbaplık etmezler. Öylece, kendi içlerine kapanmış bir hâlde can sıkıntılarına uğrayarak yol­culuğu sona erdirirler. Buna karşılık öyle insanlar da vardır ki, daha kompartımana girdikleri anda hemen sağdaki ile soldaki ile ahbap oluverirler, bir muhab­bettir başlar. Laf lafı açar; hikâyeler açılıp dökülür; rahatsızlıklarını bile fark etmeden yolculukları sona erer. Şimdi bu iki insandan hangisi mesut olmaya daha istidatlı? Tabii İkincisi değil mi?

***

Yaşama zevki olanlar ayrıca ölçülü insanlardır. Aşı­rılık ne kadar felaket getirmeye sebep olursa ölçü de o derece saadet getirmeye yarar. Yemek misalinde oburdan bahsettik. Oburluk yalnız yemekte olmaz. Her şeyin oburlan vardır. Mesela Napoleon’un kansı İmpar.atoriçe Josephine’in elbiseye karşı bitmez tü­kenmez bir oburluğu vardı. Napoleon ilk zamanlar­da pek sesini çıkarmamış, ama sonra terziden gelen faturalar kabardıkça kızmaya başlamış. Günün birin­de de dayatmış; terziden gelen faturayı kendisi uy­gun bulursa ödeyeceğini karısına bildirmiş.

Josephine ne yapsın? Elbise yaptırmaya da bir tür­lü doyamıyor. Terziden gene pek dolgun bir fatura gelince bu sefer Napoleon’a göstermekten korkmuş. Harbiye Nazın’na giderek bu faturayı ordu faslından ödemesini istemiş. Nazır da ödemezse Napoleon kı­zar, kendisini işinden atar diye korkmuş, terzi fatura­larını ödemeye koyulmuş, Josephine böylelikle büt­çedeki tahsisatın dibine dan ekmiş ve Fransızlar, ri­vayete göre, Cenova’yı bu yüzden kaybetmişler.

Yalnız yemek bahsinde değil, her türlü oburluktan kendinizi korumanızı ve her şeyle alakalanarak ha­yatınıza saadet katmanızı dilerim.

GÜLER YÜZ

Asık suratlı insanlardan hoşlanır mısınız desem tabii bana gülersiniz. Zaten ben de biraz gülmeniz için söze böyle başladım. Güler yüze ve gülmeye dair olan bu konuşmayı asık suratla dinlemenizi is­temem tabii. Konuşurken söze başladığınız sırada karşınızdakinin kaşlarını çattığını, asık bir suratla si­zi dinlediğini görürseniz konuşmak hevesiniz kırılır. Lafı kısa kesip bu tatsız sohbeti bir an önce bitirme­ye bakarsınız. Bir de karşınızdakinin sizi güler yüzle dinlediğini, hatta araya biraz da tatlı söz karıştırarak sohbete renk verdiğini görecek olsanız konuştukça konuşacağınız gelir.

Zaten öyledir. Güler yüz her şeyden önce insana cesaret verir. Çünkü güler yüzlü insanlar her kusuru hoş gören, affeden insanlardır. Dünyada ilk adımları­nı yeni atmaya başlamış bir çocuğa herkes güler yüz­le bakar. Onun her kusuru yapabileceğini ve bütün bu kusurların affedilmeye layık olduğunu önceden kabul ettiğimiz için çocuk karşısında gülümser bir yüz takınırız. Olgun insanlar yalnız çocuklara değil,

herkese affedici, kusura pek aldırmayıcı bir yüzle bakarlar. Bu dünya öyle çatık kaşla dolaşmaya, şu­nun bunun kalbini kırmaya değer bir dünya değildir. Onun için güler yüzlü insanlar arasında yaşayanların hayatı daha tatlı geçer.

***

Bazı kimseler vardır, sanki Cenabı Hak onlara gül­meyi yasak etmiştir. Gülümsemeyi aklı başında ada­mın ciddiliğini bozan bir hâl sayarlar. Yüzgöz olma­sınlar diye çocuklanna gülmezler; laubali demesin­ler diye komşularına gülmezler. Kaşları sanki kud­retten çatılmıştır. Çalışırken çatık, konuşurken çatık­tırlar Hatta kendilerine ettikleri zulüm yetmiyormuş gibi gülenlere de kızarlar.

Hayatı böyle saymak çok yanlıştır Unutmayalım ki, biz insanların hayvanlardan bir farkımız konuş­maksa öteki farkımız da gülmektir. Hiç siz ömrünüz­de gülen, kahkahalar savuran bir hayvan gördünüz mü? Zavallılar kim bilir ne kadar gülmek istiyorlardır! Hatta insan kardeşlerinin öyle bazı tuhaflıklan vardır ki, onlann karşısında herhâlde kahkahalarla gülmek için can atıyorlardır Ama, ne hikmetse, yüzleri gül­meye elverişli bir şekilde yaratılmamıştır Kendilerini ne kadar zorlasalar gülemezler Hâlbuki insanlar, çok şükür, gülebiliyorlar Bu imkânı niçin kullanmamalı?

Alain filozof hiddetin bir hastalık olduğunu söyler Hem de hiddeti öksürüğe benzetir Nasıl öksürük bir gıcıkla gelirse hiddet de öyledir Bir kere başladı mı bir kere ile kalmaz; iki de bir öksürdüğünüz gibi iki de bir de hiddetlenir, sağa sola çatarsınız. Bu hasta­lığın bir tek tedavisi vardır O da gülmeye alışmaktır

Gülmeye alışmak deyip geçmeyiniz. İkinci Cihan Harbinden önce, belki de Birinci Cihan Harbinin ya­rattığı ruh hâli yüzünden Avrupa’da bazı milletler çok

az güldüklerini fark etmişlerdi. Âdeta neşe azalmış, insanlar fazlasıyla somurtur olmuşlardı. Bunun en çok Macarlar farkına varmışlar ve hatınmda kaldığına göre Budapeşte şehrinde insanlara gülmeyi öğreten bir mektep açmışlar. O zaman bu mektebe pek çok öğrenci yazılmış; özel olarak yetiştirilmiş hocalar gül­meyi ya öğrenmemiş veya unutmuş olan yaşlı başlı öğrencilerine hayatın türlü hadiseleri karşısında evle­rinde, çalıştıkları yerierde, kulüplerde, gazinolarda, hatta eğlence yerlerinde nasıl güleceklerini öğretmiş­ler. O insanlar şimdi ne hâldedirler pek bilmiyoruz ama fi tarihinde insanları biraz olsun gülmeye alıştır­mak için harcanan gayret herhâlde boşuna değildi. Nitekim Tagor filozof da kendi hususi mektebinde öğrencilerine günde bir saat gülmeyi, kahkahalarla gülmeyi değilse bile, gülümsemeyi belletiyordu. Japonlarda yüksek terbiye, en büyük matem günlerin­de bile gülümsemeyi emreder. Kocası ölen bir Japon kadını ziyaretçilerini gülerek karşılamak zorundadır.

***

Hayatı iyi karşılamanın sırrını bulabilmek için her şeyden önce gülümsemeyi öğrenmeli. Belki siz de bilirsiniz: Her hadiseyi güler yüzle karşılayan bir ada­ma; “Eh... Hayatta muvaffak olduğun için sen tabii daima gülersin. Ama biz öyle miyiz ya?" demişler. Adam, bir kere daha gülmüş, “Yanılıyorsunuz, hem de çok yanılıyorsunuz. Ben hayatta muvaffak oldu­ğum için gülmüyorum. Tam tersine! Güldüğüm için hayatta muvaffak oluyorum.” demiş. Bu söz boşuna söylenmiş bir söz değildir. İçinde bilinmesi gereken bir hakikat saklı.

Soğuğa dayanmanın en emin çaresi soğuğu sev­mektir, derier. Gerçekten insan soğuğu aradığı za­man, ne kadar şiddetli olursa olsun, müteessir ol­maz. Sıcacık şehir dururken karlı dağlara çıkanlar,

vaktinden önce kışı arayanlar vardır. Karların içinde, gömleklerini de çıkararak, bir pantolonla âdeta çıplak gezerler. Soğuk, sıfırın çok altında olduğu hâlde on­ları üşütmez. Soğuğu sevdikleri için ona seve seve dayanırlar. Hayata dayanmanın en emin çaresi de hayatı sevmektir. İnsan bir kere hayatı sevince onun bütün külfetlerine katlanır;, hiçbiri ağır gelmez. Sizi çok seven anneniz nasıl sizin yüzünüze hep gülerek bakarsa siz de hayata öyle güler güzle bakar, etrafı­nızdaki insanlara da neşe verir, hayatın bir kat daha güzelleşmesine hizmet edersiniz.

“Güleriz ağlanacak hâlimize.” diyen şair, emin olu­nuz ki, hata ediyor. Ağlanacak bir hâl karşısında ağ­lamaya kalkan adamdan hiçbir fayda gelmez. Fakat gülümseyen adamda, ümit vardır: Bu hâlin bir çare­sini bulacak demektir.

Güler yüzün çözemeyeceği hiçbir mesele yoktur. Buzlar güneş karşısında nasıl erirse çetin meseleler de işe güler yüzle başlayan ve öylece devam eden insanların elinde çözülür. Asık surata kapanan kapı­lar güler yüze açılır.

Bektaşi’nin hikâyesini bilirsiniz: 80 yaşında öldüğü hâlde mezar taşına “5 sene yaşadı” diye yazdırmış. Bu beş sene onun hayatta gülerek, neşe içinde ya­şadığı, gam kasavet nedir bilmeden hoşça geçirdiği senelermiş. Hayatınızı yaşadığınız yıllar boyunca uza­tabilmek için her anınızı gülerek geçirmeniz lazımdır.

Gene bizim bir şairimiz bir dostuna hediye ettiği resminin altına “Ağlarım hatıra geldikçe gülüştükîerimiz!” diye yazmıştır. Bu da güzel bir sözdür. Çünkü en iyi hatıra gülerek geçen günlerin hatırasıdır. Ha­yatta o günlerin sayısı az olursa insan bir gün gelir, “Ne etmişim de gülmemişim!” diye ağlayabilir.

Yüzünüzden tebessüm eksik olmasın.

TATU DİL

Güler yüze dair konuşmanın arkasından tatlı dilin gelmesini tabii karşılamak.

Mağaza vitrinlerindeki mankenleri bilirsiniz. Hepsi güler yüzlüdür, içlerinde pek de güzelleri vardır. Ama dilleri olmadığı için soğukturlar. Onlar her ne kadar insan benzeri iseler de sahici insanları güzel yapan, sıcak yapan dildir. Ama her dil değil. Dilin de tatlısı olmalı. Allah bir adama her şeyin tatlısını, yalnız di­lin acısını verdi mi ne yapsa kâr etmez. Öylesinin se­vimli, cana yakın olmasına imkân yoktur. Çünkü o dil ağzın içinde her dönüşünde can yakar, kalp kırar, gönül devirir. “Dil yarası yaraların en derinidir.” der­ler. Doğru sözdür. Bıçağın açtığı yara zamanla kapa­nır; dil yarası, ruhun en gizli taraflarına doğru boyu­na işler, bir türlü kapanmak nedir bilmez.

Üstelik acı dilin zararı yalnız karşısındakine değil­dir; kendi sahibini de, dünya güzeli olsa çirkinleştirir. Nice güzel insanlar vardır ki, dilleri yüzünden sevil­mezler. “Şeytan görsün yüzünü!” deyip bucak bu­cak kaçtığımız insanlar hep o insanlardır.

***

Ama tatlı dii öyle mi ya? Yılanı deliğinden çıkarır, derler. Yılan pek insan dilinden anlamaz ama tatlı dilin neler yapmaya yettiğini anlatmak için herhâlde böyle demişler. He kadar öfkeli olursanız olun tatlı dil sizi yatıştırır. En yapmayacağınız işleri size tatlı dille, güler yüzle yaptırıverirler. “Haydi şekerim şunu yapıver!” demek başka, “Kalk şunu yap!” demek başkadır. “Kalk şunu yap!” dedikleri zaman “Ne et­sem de yapmasam?” diye düşünürsünüz. “Ne diye yapacakmışım? Mecbur muyum? Başkası yapsın! Hep bize mi yükleniyorlar? Yapmayacağım işte!” dersiniz. Ortada hiçbir sebep olmasa bile dayatma­nın yollarını ararsınız; eninde sonunda yapmaya mecbur olsanız dahi iyi yapmaz, baştan savarsınız. Çünkü bu emir size dilin tatlı tarafından gelmemiş­tir. Bir de, “Haydi şekerim, ne olur, şunu yapıver." dediklerini düşünün. İşleriniz biraz ters gitmiş, eve yorgun gelip koltuğa henüz sırtınızı dayamış bile ol­sanız bu tatlı dil sizi yerinizden kaldırır. İşleriniz ters gitmişse “Bunda evdekilerin ne suçu var?” diye dü­şünürsünüz. Ne kadar yorgun olursanız olun, ufak bir zahmetin sizi daha fazla yormayacağına kendi kendinizi inandırmaya çalışırsınız. İçinizden bir kuv­vet bu tatlı emri yerine getirmeniz için sizi sanki zor­lar. Çünkü tatlı dil suratınıza çarpmamış, kalbinize işlemiştir. İnsan kalbi de pek gevrek bir şeydir. Acı dil onu nasıl kınverirse tatlı dil de imar eder. Tatlı di­lin emrini o keyifsiz hâlinizde yerine getiriverirsiniz.

İşte tatlı dilin mucizesi budur. Konuşmayı, sözün sırasını getirmeyi de bir hüner saymalı. Tatlı konuş­malarıyla tanınmış insanlar vardır. Onları dinlemek başlı başına bir zevktir. Hatta bu türlü insanlarla ko­nuşmaya gitt’niz mi söz yavaş yavaş güzel konuşa­nın, tatlı dillinin ağzında kalır. O söyler, siz dinlersiniz.

Saatlerce hiçbir şey söylemeseniz bile o tatlı sözler­le siz konuşmuş gibi olursunuz. Hani bazı insanlar için “ağzından bal akıyor" derler, işte bu ağızdan akan bal, tatlı dilin balıdır.

Tatlı dil insan için başlı başına bir kuvvettir. Dün­yaya biraz sevimli olarak gelmenin elbette büyük avantajları var. İnsanlar başkaları hakkındaki ilk hü­kümlerini yüzlerine bakarak verirler; sonra konuş­ması yoklanır. Gerçi insanın dili ağzının içinde kolay dönmüyorsa, düşüncelerini çabucak, güzel cümle­ler hâlinde ağzından dökemiyorsa bu gibi hâllerde susmak en emin çaredir. Konuşmaktaki noksanları­nı bilen bazı zeki insanlar susmayı becermek sure­tiyle muvaffak olurlar. Bütün ömürleri boyunca sus­tukları için yükselmiş insanlar çoktur. Ama asıl mu­vaffakiyet konuşmakla olur. Güler bir yüz, tatlı bir dille tamamlandığı zaman insana bütün kapılar açı­lır. Söze başlarken de söylediğim gibi tatlı dil, sevim­li görünmeyen, hatta soğuk görünen yüzleri bile ısı­tır, cana yakın kılar. Tatlı dile bütün kapıların açılma­sı bundandır. Tabii bilirsiniz, Adana, Mersin, Maraş gibi güney ve güneydoğu vilayetlerimizde halk ağ­zında “dil” kelimesi “anahtar" manasında kullanılır. Hatta biraz daha yukarı çıkarsanız mesela Erzin­can’da düğünlerde, gerdeğe girilinceye kadar gelin susar, ağzını açıp bir kelime söylemez. Gerdek akşa­mı gelini söyletmek için güvey kıymetli bir hediye verir ki, bu hediyeye Erzincan’da “Dilbağı" derler. Tıpkı İngilizlerin dizbağı nişanı gibi. O hediye ile ge­linin dili çözülür. Yani, anahtarı işlemeye başlar.

***

Gerçekten dilin, tatlı dil olmak şartıyla, açamayacağı kapı, çözemeyeceği düğüm yoktur. Gönüller onunla alınır. Tarihte tatlı dille memleketlerin bile

fethedildiği görülmüştür. Hele kadın hükümdarlar dilleriyle komşu krallardan hayli toprak koparmış­lardır. Zaten bütün mesele gönülleri fethetmeye dayanır. En usta politikacılar, milletleri dövüştüren politikacılar değildir, gönülleri ele geçirerek topla­dıkları sevgi ile işlerini gören politikacılardır.

“Mademki tatlı dil her kapıyı açan sihirli bir anah­tardır, öyle ise ne duruyoruz, dilimizi tatlılaştıralım.” diyen bilmem bulunur mu? Çünkü bu, ha diyince olacak işlerden değildir. Gönülleri fetheden tatlı dil bütün gücünü gönülden alır. İnsanın dilinin tatlı ol­ması için gönlünün tatlı, iyi olması lazımdır. Kötü bir adamın dökeceği tatlı dil, tilkinin kargaya döktüğü tatlı dil gibidir. İnsanı belki kısa bir zaman için alda­tır ama çabucak da foyası meydana çıkar. Hakiki tatlı dil iyi insanda olur. Yüreği merhametle, sevgi ile dolu insanın dili de kendiliğinden tatlılaşır. Bu geçi­ci dünyada gönül yıkmdnın, kalp kırmanın boşluğu­nu sezecek kadar olgun bir hayat anlayışına varma­lı ki insan, en küçüğünden en büyüğüne kadar tatlı dille, güler yüzle seslenebilsin.

***

Bilhassa insanları idare etmek sanatını iyi bilenle­rin dilleri tatlı olur. Alman İmparatoru Charles Quint, bilirsiniz, saat meraklısı idi. İşi gücü, etrafına topladığı on, on beş saati aynı zamanda çaldırma­ya, daima hepsinin aynı zamanı göstermelerini te­min etmeye çalışmaktı. Kendisi dünyanın en güç işinin bu olduğunu söylemişti. İnsanlar da kendi başlarına birer saatten başka bir şey değildirler. Ki­misi ileri gider, kimisi geri kalır. Biri neşelendiği za­man öteki kederler içindedir. Bazısında çalışma gü­cü fazla, bazısında azdır.

İnsanları idare etmek sanatını iyi bilenler tıpkı saat­leri ayar etmeye çalışan İmparator gibi insanları ayar etmeye çalışırlar ve güçleri, kuvvetleri ile değil, an­cak güler yüzleri, tatlı dilleri sayesinde bu zor işte muvaffak olurlar. Dünya hükümranlığı peşinde ko­şan Charles Quint günün birinde, “Ben on saati ayar etmekten âciz olan bir insan, milletleri nasıl ayar edebilirim?” diyerek teessüre kapılmıştır. Fakat o ha­risti. İnsanları zorla emri altına almak, kırıp dökerek hâkim olmak istiyordu. Hâlbuki tatlı dilli adam böy­le bir teessüre kapılmaz, kimse kendisine diretme­yeceği için her gittiği yere huzur götürür. Onun tatlı dili en tembeli, en gönülsüzü bile şevke getirdiği için hayat yükü ağırlığını hissettirmez olur. Dakikalar, ya­tağına alışmış bir su gibi şırıltılar içinde akar gider.

Gönülden temenni ederim: Hayatınız güler yüzlü, tatlı dilli insanlar arasında geçsin.

ARTIK ÇOCUK DEĞİLSİNİZ

İnsanın kaç yaşına geldiği zaman çocukluktan ay­rılmış sayılacağını kestirmek öyle kolay işlerden ol­madığı için, bunu bana soran bir aziz dostumun ar­zusunu yerine getireceğim diye epey terlediğimi bu­rada itiraf ederek söze başlamak istiyorum. Tanıdık­larımız arasında öyleleri vardır ki, yaşları epey ilerle­miş olduğu hâlde zaman zaman çocukça hareketler yapmaktan kendilerini bir türlü alamazlar. Acaba bu çocukluk denen şey hangi yaşta biter? Gerçi insan­ların yüzlerce yıl yaşadıkları rivayet edilen çok eski devirlerde yüz yaşına basanların oynamak üzere ka­pının önüne çıkmalarına anneleri izin verir, fakat an­neler ezelden beri ihtiyatlı davrandıkları için, ne olur ne olmaz, bir tarafa gidip kaybolmasınlar diye de onları bellerinden iple kapıya bağlamayı ihmal et­mezlermiş. Nuh Peygamber’in 950 yıl yaşadığını ve meşhur Tufan hikâyesinin de kendisi 500 yaşlarında bir delikanlı iken cereyan ettiğini tabii bilirsiniz. 950 yıl yaşayan bir insanın yüz yaşında iken çocuk sayıl­masını tabii bulmamak elbette mümkün değildir.

Fakat şimdi insanlar, birkaç yüz yıl yaşamak şöyle dursun, yüz yılı bile doldurmakta güçlük çektikleri için çocukluk yaşı da ona göre gerilemiş bulunuyor.

Fakat ne kadar gerilemiş olursa olsun çocuklu­ğun, hele büyük şehirlerde otuz yaşına kadar sür­düğünü kabul etmeli. Zaten hesap da meydanda­dır. Bir çocuk yedi yaşına gelince mektebe başlar. Mektep dediğiniz şey öyle çabucak bitmiyor. Yalnız bir lise diploması alabilmek için en az 12 yıl dirsek çürütmek lazımdır. En az on yıl diyorum, çünkü ho­calar, gençliğin tabiriyle söyleyeyim, insanı bazen çaktırmaktadır. Böyle bir çakıntıya uğramadığını farz etsek bile delikanlımız liseyi bitirdiği zaman 1920 yaşlarındadır. Üstelik zamanımızda liseyi bitir­mek de pek bir şey bitirmek sayılmıyor. Bu ancak yüksek tahsile başlayabilecek, yani kendisine bir iş temin etmeye yarayacak bir mektebe gitmeye sıra geldiğine işarettir. Çocuğumuz tesadüfen yüksek tahsilin en uzununu seçerse daha altı yıl uğraşa­cak, mektep sıralarında defter dolduracak, imti­handan imtihana girecek demektir.

***

İnsanın çocukluktan ne zaman kurtulmuş sayıla­cağını soran aziz dostum bir erkek olduğu için örne­ği erkekten almak lazım geliyor. Delikanlımız 25-26 yaşlarına geldiği hâlde hâlâ mekteptedir; okumakta­dır. Kendisini anasının, babasının düşünmesi, cebine harçlığını koyması, üstünü başını zaman zaman ye­nilemesi, stadyum ve sinema masraflarını karşıla­ması lazımdır. Artık mektebe giden bir çocuğa da büyük adam muamelesi yapamayız ya! Kucağa alıp da dizde hoplatmak bir tarafa, bir çocuğun istediği bütün dikkati ona göstermek lazımdır. Kendisi eğer doktora yapmaya, ihtisas edinmeye kalkarsa askerlik

hizmetinin bitmesiyle beraber otuz yaşlannda eli ek­mek tutacak ve böylelikle gerçekten uzun süren bir çocukluk devresini selametle sona erdirmiş olacaktır.

Eskiden bıyıkların terlemeye başlamasını çocuk­luktan çıkmaya delil sayarlardı. Hâlbuki şimdi ço­cukluk devresinde bıyıklan terbiye etmek, hatta sa­kal bırakmak için hayli zaman vardır. Çocukluktan kurtulmak ancak elin ekmek tutmasıyla kabil oluyor. Zamanımızda, ne olursa olsun, hiç değilse otuz ya­şında elin ekmek tutması da bir zarurettir.

***

Amerikalılar, bilirsiniz, anket meraklısıdırlar. Her münasebetle, herkese sualler soran müesseseleri vardır. Bu müesseselerden biri otuzuncu yaşına basmış bir delikanlıya ne hissettiğini sormuş. O de­likanlı da, “İnsan otuzuncu yaşına bastığı gün artık âlemin kendisini geçindirmeye mecbur olmadığını pek acı acı seziyor.” demiş. He kadar doğru değil mi? İnsan otuz yaşında yalnız âlemin kendisini ge­çindirmeye mecbur olmadığını sezmez, daha başka şeyler de sezer. Mesela vücudunda taşıdığı kudreti ölçebilecek hâle de gelmiştir. Günde kaç sigara içe­bileceğini ve kaç merdiveni bir hamlede çıkabilece­ğini hesap etmenin zamanıdır. Çünkü kalp vücudun neresinde çalışmakta olduğunu bu yaşlarda hisset­tirmeye başlar. Bilir misiniz; “Hakiki sağlık insanın iç uzuvlarının nerelerde olduğunu bilmemesi imiş.” derler. Midenizin nerede olduğunu hissettiğiniz gün sıhhatiniz bozulmuş, hiç değilse mideniz rahatsız­lanmış demektir. Bir çift böbreğe sahip olduğunuzu bildiğiniz anlarda onlar mutlaka bir mesele çıkarmış demektirler. İşte bu gibi uyarmalar otuz yaşından sonra başlar. Üstelik insan kendisinin ne olduğunu ikide bir sormak lüzumunu hisseder. Bir muharririn

dediği gibi, kabiliyeti ne olursa olsun, otuz yaşların­da eli henüz ekmek tutmuş bir genç, eğer ana-baba yardımına güveni olmazsa veya bir miras yeme­mişse, gemisini fırtınadan kurtarmak zorunda olan bir kaptana benzer.

***

Mektepten çıktıktan sonraki senelerde gençlerin çoğu hâllerinden, hayatlarından memnun değiller­dir. Çünkü tuttukları işte arzu ettikleri mevkilere ge­lememişlerdir. Aldıkları maaş onların henüz almak istedikleri maaş değildir. Gördükleri itibar, henüz görmek istedikleri itibar değildir. Gerçi kendilerini zayıf hissetmezler; kuvvetlerine ve kabiliyetlerine iti­matları vardır. Bazı işleri yapabileceklerine dair se­zişler bu yaşlarda başlar. Önlerinde çeşitli engeller vardır ki, onları aşmak lazımdır. Evlenmek, bir yuva kurmak, bir çocuk sahibi olmak işleri büsbütün ça­tallaştırır. Bin bir ihtiyaç bir anda, sıraya girmek ne­dir bilmeksizin, ortaya çıkar.

Çocuklukta yalnız kendi kendisiyle baş başa olan genç adam şimdi etrafını çevrilmiş hissetmektedir. Başkaları için çalışmak, onlann saadetiyle mesut ol­mak devri başlamıştır. Sinemaya, tiyatroya gitmek, ufak tefek eğlenceler için fırsat hazırlamak, eve bir radyo, bir ütü, bir dikiş makinesi, bir havagazı oca­ğı, bir elektrikli süpürge, belki de bir çamaşır maki­nesi almak icap etmektedir. Eski devirlerde bir ko­canın karısına süpürge hediye etmesi herhâlde müt­hiş bir rezaletti. Bugün süpürge -elektrikli olmak şartıylafevkalade bir ikram yerine geçmektedir. Bütün bunlar yapılırken taksitler de omuzlara ağır basacaktır. Para kazanmak artık ciddi bir meseledir ve bu parayı da mutlaka kazanmak lazımdır. Her şey, onu, lazım olan parayı kazanmaya zorlamaktadır.

Bu zorlamalar çocukluğu, çocukluğun safiyetini, acemiliğini, toyluğunu, havailiğini, çekingenliğini durmadan silip süpürür. Artık dostlar, çocukluğunuz­da, delikanlı çağlarınızda size yakınlık gösteren in­sanlar azalmıştır. Herkesin kendi derdiyle meşgul ol­duğunu hayretle görürsünüz. Sertliklerinizi bir tarafa bırakıp yumuşak olmanın lüzumunu hisseder; her şe­yi hoş görmek icap ettiğini takdir eder; gençliğin sert­liğine, kırıcılığına şaşar, onlardan ayn bir insan hâline gelmeye başladığınızı yavaş yavaş fark edersiniz.

Çünkü siz artık çocuk değilsiniz. Daha doğrusu siz, otuz yaşına gelinceye kadar hayatta bir amatör­dünüz. Keyfiniz için, zevkiniz için yaşıyordunuz. Şim­di artık profesyonel oldunuz. Hayatın icaplarına uy­mak gerektiğini anlamış zavallı bir profesyonel!

Çocukluğa gelince, artık o, çok uzun bile sürmüş olsa tatlı, ulaşılması imkânsız, ebediyen kaybolmuş bir hatıradan başka bir şey değildir.

MİSAFİRLİKLERİMİZ

Misafirlik gündelik hayatımıza renkler katar. Akşa­müstü evimize yorgun argın dönsek bile çoluk ço­cuğumuzla hoşbeş ederken kapımızın çalınmasını, tanıdıklarımızdan birinin bizi hatırlayıp ziyaretimize gelmesini istediğimiz anlar olur. Yahut biz, günün birinde sevdiklerimizden birinin kapısını çalarak onu evinde görmek, onunla birkaç saati beraber geçir­mek hevesine kapılabiliriz. İnsan ne kadar çekingen, başkalarıyla münasebette bulunmaktan ne derece hoşlanmaz bir adam olursa olsun, sohbetinden, mi­safirliğinden hazzedeceği bir iki dostu veya yakını vardır. Böyle yakın ahbapların, birbirlerini candan seven insanların dostlukları gibi misafirlikleri de tat­lı olur. Çünkü birbirine ağırlık vermezler.

Ama misafirlik öyle bir oyundur ki onu her zaman, sadece istediğinizle, canınızın çektikleri ile oynaya­mazsınız. Günün birinde hiç hoşlanmadığınız, fakat tabii sizin kendisinden hoşlanmadığınızın farkında olmayan kimseler veya ancak pek az tanımaya fırsat

bulduğunuz göz aşinaları kapınızı çalabilir, sizin mi­safiriniz olabilirler. Eğer olgun bir insansanız onlarla da bu oyunu bütün kaideleriyle ve olanca samimi­yetinizle, hatta keyfinizin kaçtığını hiç belli etmeden oynamaya mecbursunuz. Çünkü efendiliğiniz sizi mecbur eder. Gerçek manasında terbiyeli ve nazik bir adam veya bir hanım, tanıdığına, tanımadığına, sevdiğine, sevmediğine iyi muamele etmeye, hatır saymaya, gönül almaya mecburdur.

Misafirliğin dinlerde bile yeri vardır. Hele Şark'ta misafirseverlik âdeta kutsal bir vazife sayılmıştır. Türklerin misafirseverliği bütün dünyada meşhur­dur. Araplannki.de öyle. Evin kapısından içeriye gir­miş olan adam artık ev halkından sayılır.

Araplar Ispanya’ya yerleştikleri zaman misafirseverliklerini ora halkına da yaymışlar. Gırnatalı bir ih­tiyarın hikâyesini bilmem bilir misiniz? Bir gün o ih­tiyarın kapısı çalınmış. Adam açmış. Yüzü gözü kan içinde bir yabancı Tanrı misafiri olduğunu söyleye­rek kendisini içeri almasını ihtiyardan rica etmiş, o da adamı içeri almış. Az sonra kapı tekrar çalınmış. Bu sefer jandarmalar ihtiyarın oğlunun cesedini ge­tirmişler. O civardan geçen bir adamın onu vurup kaçtığını söylemişler.

İhtiyar birdenbire sarsılmış, fakat az önce kapısın­dan içeriye misafir diye aldığı, evladının katilini tes­lim etmemiş, ancak jandarmalar gittikten sonra ka­tile dönüp:

— Çık dışarı, evimden dışarı çık ki seni kovalaya­bileyim! diye bağırmış.

Bu hikâye yalan mıdır doğru mudur bilmem ama misafirliğin bazı topluluklarda ne derece kutsal sa­yıldığını oldukça iyi gösteriyor.

Yine mesela bir Fransız anlatıyor: Şam’da bir Arap’la iyice dost olmuşlar. Bir gün Arap’ın canının çok sıkıldığını fark eden Fransız sebebini sormuş.

Arap da:

— Bugünlerde Allah beni sevmiyor galiba, demiş. Dört gündür evime bir tek misafir olsun göndermedi.

***

Tabii eski zamanın misafirlik hikâyeleriyle bugü­nün misafirlik hikâyelerini birbiriyle ölçmek doğru değildir. Zaman ilerliyor. Bütün cemiyetlerle beraber bizimki de değişiyor. Mesela yirmi yıl, otuz yıl önce misafirlik başka türlü idi. Taşıt vasıtaları o zamanlar pek iptidai olduğu için İstanbul’un bir ucundan öbür ucuna bir günde misafirliğe gidip gelmek hemen hemen imkânsızdı. Büyükdere’de oturan, Bakır­köy’deki akrabasına veya ahbabına misafirliğe gitti mi geceyi orada geçirmeye mecburdu. Çünkü sa­bah yola çıksa Bakırköy’e öğleyin varabilirdi. Onun için misafirlikler eski devirlerde bugün olduğundan çok zahmetli idi. Yiyip içmelerden başka yatıp kalk­maların zorluklarına da seve seve katlanmak lazım­dı. Güçlük veren misafirin arkasından biraz söylenilse bile Allah’ın günah yazmasından korkulurdu.

Bugünün birkaç saatlik misafirliklerine karşılık es­ki devirlerin bazen aylar süren misafirlikleri vardı. Hele zenginlerin evleri bir misafirhane gibi idi. Voitaire filozofun pek güzel bir nüktesi vardır: Freney şa­tosunda otururken kendisine bir tanıdığı gelmiş, bir­kaç ay misafir kaldıktan sonra gitmiş. Arkasından Voltaire demiş ki:

”Bu adamla Don Kişot arasında şöyle bir fark var­dı/: Don Kişot her gördüğü hanı şato zannederdi; bu adam da her gördüğü şatoyu han sanıyor.”

Bizde de zengin tanıdıklarının evlerini hana çevi­ren deryadil misafirler az değildi.

***

Fakat o devirler artık geçti. Bir zamanın iki gece­lik, üç gecelik misafirlikleri topu topu iki saate, üç saate indi. Artık İstanbul’un her tarafına çabucak -tabii yollar tıkalı olmadığı takdirde çabucakgit­mek kabil olduğundan öğleye doğru gelmiş olan misafirin hangi sebeple akşama evine dönemeyece­ğini anlamak kabil değildir. Gece yatısına gelecek misafire yemek çıkarmak kolay olsa bile yatak çıkar­mak, yıkatmanın güçlüğünü düşüne düşüne çarşaf­ları sermek ve en mühimi de uzun misafirlik boyun­ca misafiri oyalayacak laf bulmak hayli zorlaşmıştır.

Onun için zamanımızda nasıl gile küçülmüşse mi­safirlik de kısaldı. Şark’ın misafirseverlik âdetleri za­mana uymaz olunca Garp’ın usullerini moda yap­mak suretiyle misafirlikleri zamana uydurmak yolu­na gidildi. Mesela şimdi İstanbul’da her sınıf ailenin mutlaka bir kabul günü vardır. Ayın belli bir günü misafirlerini memnuniyetle kabul edeceğini ilan eden kibar hanımlar ayın öbür günlerini de ahbap­larının kabul salonlarında geçiriyorlar.

Yani misafirlik böylelikle biraz disiplin altına alın­mıştır. Çatkapı misafirliğe gidilemiyor. Fakat buna karşılık sosyete dedikleri, biraz da vakitleri bol takı­mından olan hanımların kabul günleri, rivayete gö­re, muhteşem oluyor, misafirler usulü dairesinde gi­yinmeye, misafirlik günlerinde söz olmasın diye şap­kadan pabuca kadar sık sık yenilemeye mecbur olu­yorlarmış. Eğer üç kabul gününde bir hanım aynı el­bise ile görünürse kocasının işlerinin o günlerde pek iyi gitmediği rivayeti derhâl etrafa yayılıyormuş ki, aslında sadece sohbet vesilesi olan, hatır sormaya,

haberleşmeye, yaklaşmaya, hatta yardımlaşmaya yaraması lazım gelen misafirlik müessesesinin isra­fa yol açarak insanları müşküllere sarması, dediko­dulara, kırgınlıklara sebep olması doğrusu tatsız bir şeydir.

***

Bana öyle geliyor ki misafirlik her ne kadar isteğe göre tanzim edilemezse de samimiyet dışında cere­yan eden, insanların birbirlerini süzmelerine veya birbirlerine yukarıdan bakmalarına sebep olan mi­safirliğin dostluk ve ahbaplıkla hiçbir ilgisi yoktur. Misafirlik samimi olmalıdır. Onun için insan kimler­le ahbaplık etmek istiyorsa onların misafirliğine git­meli, ahbaplık etmek istemediklerinin de misafirlik­lerini kabul etmemeli ki samimiyet dışı bir misafirlik oyununun'can sıkıcı tepkilerine uğramasın.

Aslında bir insanın sizi aramış olması, sizi görmek için zahmetlere katlanması, onu iyi karşılamanız için yeter bir sebeptir. Fakat şayet bu geliş elbisenizi gör­mek, evinizin içini görmek, hâlinizi, tavrınızı süzmek içinse, bir zaman kutsal sayılmış olan misafirlik bu olmadığı için, böyle bir misafiri sevmemenizde hiç­bir mahzur yoktur. Misafirlik ya hiç oynanmamalı; oynandığı zaman da hakkıyla oynanmalıdır.

Meşhur İmparator Ogüst vatandaşlarından kim çağırırsa onun evine misafir gidermiş. Bir gün ken­disini bir vatandaşı davet etmiş. Fakat o kadar la­ubali davranmış, öyle üstünkörü yemekler önüne sürmüş ki, Ogüst un canı sıkılmış. Giderken:

— Teşekkür ederim ama bu kadar dost olduğu­muzu sanmıyordum, demiş.

Her misafirin, ne kadar alçak gönüllü olursa ol­sun, biraz itibar istediğini unutmamalı!

GENÇLİĞİN KIYMETİ

İzin verirseniz sizlere ilkbahardan söz açmak isti­yorum.

Bahar sözünün kendine mahsus bir çekiciliği var­dır. Yalnız tabiat için, kırlar için, çiçekler için, ağaçlar için değil, insanlar için de bir bahar, bir ilkbahar dü­şünülür. İnsanların genç olduklarını anlatmak için “ömrünün ilkbaharında” derler. Tabii o ömrün bir de sonbaharı vardır ki, çiçeklenmenin belki sonunun geldiğini anlatmak için öyle demişlerdir.

Bahar sözünün bize yeşermeyi, çiçeklenmeyi ha­tırlattığını tekrarlamaya tabii lüzum görmüyorum. İlkbaharla beraber bütün tabiatın çiçeklerle donan­ması bu kelimenin manasını düşünmeye pek dejüzum bırakmamıştır. Fakat çiçek, ilk bakışta zannedileceği gibi, sadece bir süslenme, bir güzelleşme ar­zusunun mahsulü değildir. Her çiçeğin bir gayesi vardır. Bu gaye de meyveye doğru gitmektir. Eğer sadece çiçekler açar, ağaç renklere boğulur, fakat sonunda meyveler gelmezse o çiçeklerin belki hoş­luğu sürer ama manası kalır mı?

***

Bir zamanlar arkadaşım Sait Faik yazdığı güzel bir yazıda çiçeklere bakarak şaşakalıyor; “Bu kapkara topraktan çıkan bu bembeyaz, bu sapsarı, bu mavi, bu kırmızı çiçekler acaba bize toprağın altında gizli olan harikulade bir âlemden haber vermek istiyorlar da biz bunun bir türlü farkına varamıyor muyuz der­siniz?” diye soruyordu.

Çiçeklere renk veren, koku veren o kara toprağın altında harikulade bir âlem var mıdır, yok mudur, pek bilmem ama her çiçeğin bir meyveyi ortaya koymak niyetiyle açıldığını bilmek için âlim olmaya pek lüzum yoktur. Zaten insanlar da öyle değil mi­dir? Ömürlerinin ilkbaharında yeniden hayat bulup yeşermekte olan ağaçların çiçekleri ve yaprakları gi­bi taptaze, gevrek ve çiçekler gibi renkler içinde, gü­zel, yakışıklı olan insanlar tabiatın kendilerinden is­tediği meyveyi vermeyip d^e yalnız bir çiçek gibi süs­lü kalmak isterlerse hüsrana uğrarlar. Çünkü insan­lara ait güzelliklerden hiçbiri ebedî değildir. Tabiat her sene dört mevsim geçirirken insanlar da normal bir ömrü yaşamaya muvaffak olurlar ise hayatın ilk­baharından yazına, yazından sonbaharına, sonba­harından kışına atlayacaklar, yavaş yavaş gençliğin bütün güzelliğini ve tazeliğini kaybederek ihtiyarlığa doğru gideceklerdir.

Dikkat ederseniz, ihtiyarlığa doğru gideceklerdir, diyorum; çirkinliğe doğru demiyorum. Çünkü hayat­ta insanlara mahsus güzellikler yalnız ilkbaharın ver­diği tazelikten ibaret değildir. Çiçeklerini açmış bir şeftali ağacı ne kadar güzelse aynı ağaç, dallarından olgun şeftaliler sarkarken de güzeldir. Ama unutma­malı ki bu harikulade şeftaliler ilkbahardaki o hariku­lade çiçeklenmenin, o mevsimdeki hazırlanmanın,

o mevsimdeld dikkat ve ihtimamın eseridir. Eğer in­sanların ilk gençliklerini tabiatın, bütün istidatları parlattığı ilkbahar mevsimine benzetmekte devam edersek, olgun yaşlarda güze! meyveleri toplayabil­mek için bu çağda ne kadar çok dikkatle hazırlan­mak gerektiğini daha iyi kavranz sanıyorum.

Tecrübelerle dolu bir ömür yaşamış olan insanlar, gençliğin acemi hareketlerini gördükçe onlara “Gençliğinizin kıymetini biliniz.” diye nasihat etmek­ten hoşlanırlar. Ama kaç genç bu sözün kıymetini kavrayabilir? Hâlbuki hayat ilerledikten sonra insaniann duyduldan birçok pişmanlık gençlikte kaybet­tikleri. bile bile savurdukları imkânlar yüzünden doğmalladır. “O zamanlar niçin daha çok okumadımr* Hiçin daha çok çalışmadım? Önümde açılan yükselme yoluna neden sapmadım da zevki çabu­cak kaybolan bir eğlencenirrpeşinde zamanlanmı harcadım?” diye dizlerini döven insanlara hayatta çok rastlanıyor. Bu insanların neden bu derece üzül­düklerini gençler anlamasalar bile feleğin çemberin­den geçmiş olan yaşlılar çok iyi anlarlar. Çünkü bu yalan dünyada insanlara reva görülen en hazin iş­kence, geçmiş olan zamanın bir daha geri gelmesi­ne imkân bırakılmamış olmasıdır.

Eski zamanların Heraklit filozofu bir nehirde iki defa yıkanmanın mümkün olmadığını söylerken bu­nu ne güzel anlatmıştır. Çünkü hayat, tıpkı bir neh­rin suyu gibi zaman içinde akıp gitmektedir. O ne­hirde bir an sizin etrafinızı çevirmiş, yüzünüzü ıslat­mış, omzunuzdan göğsünüze doğru akmış olan su, bu süzülmeyi takip eden andan itibaren sizden uzak­laşmıştır. Onu kovalamanıza imkân yoktur. Akan su içinde insan ne ise, zaman içinde de hayat odur.

Yaşadığınız her anı, hele gençlikte yaşadığınız her anı iyi kullanmaya mecbursunuz; çünkü gençlik

hayatın sonraki devreleri için bir hazırlanma çağın­dan başka bir şey değildir. Fidanken iyi bakılmış, su­yu verilmiş, böceklerden, hastalıklardan korunmuş, budanmış, aşılanmış bir ağaç en güzel meyveleri ver­meye de hazırlanmış demektir. Gençliği umursamaz­lıklar içinde geçmiş bir adam da birçok bakımdan eksik kalmıştır. Bu eksiklikleri insan muhakkak ki, gençliğin hareketli çağı geçtikten sonra fark ediyor.

♦♦♦

Bilmem bilir misiniz, kültürün güzel bir tarifi var­dır: Kültür, insanın okuduklarını unuttuktan sonra kalan şeydir, derler. Hani hepimiz mekteplerde bize birtakım işimize yaramayacak bilgiler öğrettikleri için kızarız ya. Gerçekten mektep sıralannda okudu­ğumuz, imtihan vermeye mecbur olduğumuz, “Bunlara ne lüzum var?” diyerek sinirlendiğimiz dersler, kültürün bu tarifine göre, öğrendikten son­ra unutmamız lazım gelenşeylerdir. Ama bütün o bilgileri hazmedip tamamen unuttuğumuzu zannet­tiğimiz zaman bizde kalan şey kültürümüzü teşkil edecektir.

Demek ki gençliğimizde ne kadar çok şey öğre­nirsek, yani unutacağımız bilgiler ne kadar fazla olursa o nispette kültürlü bir adam sayılabileceğiz. İçinde bir şeyler kalacak olan bu bilgi dağarcığı da, ne çare ki, ancak gençlikte doldurulabilir.

İnsan hayatta, gençlik yaşlarında iken okumak için çok zamanı var zanneder. Hâlbuki bu zaman, mektebe başladığımız yaşlarla en yüksek mekteple­ri bitirip çıktığımız yaşa kadar devam etmektedir. Umumiyetle bu zaman içinde ne okumuşsak okumuşuzdur. Şüphesiz okumaya devam etmek azmi­miz canlı kaldıkça yeni kitaplar bize zevk vermekte devam edecektir. Fakat ilk cıgaranın verdiği bas

dönmesini nasıl ikinci, üçüncü cıgaralar vermezse, gençlik çağlarında okunmuş kitapların şahsiyetimi­ze kattıklarını sonraki kitaplar kolay kolay değiştire­mez.

***

Gençlikte pek çokmuş gibi görünen vakit yaş iler­ledikçe azalacaktır. 75 yaşına varan bir âlim, “Ah ka­bil olsa da köşe başlarında şapkamı gelene geçene uzatsam da boş geçirdikleri vakitleri içine atmaları için yalvarsam." derken kendisi için ayrılmış zama­nın bitmekte olduğunu ne güzel anlatmıştır. Bir in­sanın içinde yaşadığı cemiyete ve bu arada kendisi­ne biraz faydalı olabilmesi ancak gençliğinin kıyme­tini bilmesine, o çağlarda zamanını iyi kullanması­na, dağarcığını iyice doldurmasına bağlıdır. “Genç­lik bilse, ihtiyarlık yapabilse!” derler. İhtiyarlığın kud­retli olması gençliğin birçok şeyi bilmesine dayanır. En güçlü ihtiyarlar gençliklerini boş geçirmemiş olanlardır. Eğer insanlık eğiliyorsa onların önünde eğiliyor.

Tabiatın uykusundan uyandığı, ağaçlara suların yürüdüğü, çiçeklerin açtığı, yaprakların yeşerdiği ilk­bahar günlerinde, tıpkı taze fidanlar gibi etrafınızda gelişmekte olan gençlere faydalı olmak için eliniz­den gelen gayreti esirgemeyeceğinizi ümit ederim. Bilirsiniz ki, en güzel meyveler en iyi bahçıvanların eseridir.

ÇOCUKLARIN ANA VE BABALARINDAN
BEKLEDİKLERİ

Sîzlere biraz çocuklarınızdan bahsetmek istiyo­rum. Çocuklarınızın yetişmesi sizi en çok meşgul eden meselelerden biridir. 1

Çocuklar -tabii çocuk oldukları içinfark etmez­ler. Ama ben bir baba olarak bilirim ki, mekteplerin kapılarını yeniden açtıkları günlerde siz de onlar ka­dar, hatta onlardan biraz fazla heyecanlanırsınız. Çünkü bir baba olarak, bir ana olarak bu fâni dün­yada üzerlerine titrediğiniz varlıklar onlardır. Eğer yorgunluklara katlanıyorsanız, üzüntülere göğüs ge­riyorsanız, bin bir sıkıntıyı yenmeye gayret ediyorsa­nız yalnız onlar için, onların iyi yetişmeleri, ileride si­zin kadar yorulmamaları, üzülmemeleri için katlanı­yorsunuz.

***

Bilmem ara sıra siz de benim gibi yapar mısınız? Ben bazen kendi kendime düşünürüm: Şu dünyada yapayalnız bir adam olsaydım yaşamak benim için

ne kadar kolay olacaktı! Masrafımı, kendim için har­cadığım parayı hesap ediyorum, hiç de o kadar yüksek bir yekûn tutmuyor. Bu parayı elde etmek için sabahtan akşama kadar didinmeye, pencere­nin camına düşmüş bir sinek gibi oradan oraya atıl­maya pek de lüzum yokl Bu yalnız benim için değil, hepiniz için öyle. Fakat şairin dediği gibi ne yapa­caksınız? “Viran olası hanede evlâd ü ayal var.” Şe­refli bir aile reisinin vazifesi, kendi etrafına toplanan ve gözünün içine bakarak kendi kaderine katılmaya seve seve razı olan bu insanları mümkün, olduğu kadar rahat yaşatmaya ve çocuklan da hem kendi­lerine hem de cemiyete faydalı birer insan olarak yetiştirmeye çalışmakbr..

Ama hemen söyleyeyim ki insan olan için bu bir külfet değildir, aksine Cenabı Hakk’ın bir lütfudur. Çoluk çocuk için katlanılan zorluklan bir zevk hâline getirerek hayatın devamını öyle mümkün kılmıştır. Yüreklerimize öyle bir sevgi koymuştur ki, o sevgi bizi her fedakârlığa katlandırır. Hatta ölüm bile bize o kadar korkulu bir şey gibi görünmüyorsa çocuklanmızda yaşamaya devam edeceğimize inandığımız için görünmüyor. O sebeple en aziz varlıklanmız ola­rak, hatta kendimizden fazla çocuklarımızın üzerine Giriyoruz. İnsanlık tarihi, yemeyip çocuklanna yedi­ren, giymeyip çocuklanna giydiren ana, babalann şanlı, fakat meçhul, üç beş kişi arasında kalmış des­tanlarıyla doludur.

Onun için, mekteplerin yeniden açıldığı günlerde çantalarını koltuklannın altına alıp mektebin yolunu tutan çocuklannızın arkasından ne büyük ümitlerle bakmakta olduğunuzu, yüreğinizin nasıl titrediğini çok iyi biliyorum.

Ama merak etmeyin, onlar sizin kendilerini yürüt­tüğünüz bu yolda ilerleyecekler, mektep sıralanndan

bir şeyler öğrenerek çıkacaklardır. Yol ne kadar uzun ve zahmetli görünürse görünsün, bir gün bitecek, siz ihtiyarlayıp dururken onlar da çocukluktan sıyrılarak hayata atılacaklardır. Ama şunu bilmeliyiz ki, canı­mızdan aziz bildiğimiz bu çcculdan kollanndan tutup mektebe göndermekle ana ve baba olarak vazifemi­zi tamamlamış olmuyoruz. Onların yalnız okumuş, bilmiş bir insan olarak yetişmelerinden daha mühim olan bir şey var. Çoculdanmızın her şeyden önce iyi bir insan olmalan lazım. Bizim sarf ettiğimiz bütün gayretlerin, ancak onlann iyi birer insan olarak yetiş­tikleri zaman manası vardır. Çocuklarımızı bilgili bi­rer insan olarak yetiştirmek öğretmenin vazifesi ise iyi insan olmaya doğru onlan yöneltmek de anne ve baba olarak bize düşüyor. Çocuklanmıza önce iyi bi­rer örnek gibi görünmeye mecburuz.

***

Çocuğun yeryüzünde en sevdiği iki varlık anası ile babasıdır. Dünyada bu kadar ana ve baba varken Çocuğunuzu bunların arasına bıraksanız, o zengin, bu yakışıklı, şu kuvvetli demez, ne hâlde olursanız olun, yine sizi seçer ve daima, ufak yaştan itibaren her hareketiyle sizi taklit etmeye, size benzemeye özenir. Bu yüzden ona taklit edilmeye layık bir insan gibi görünmeye mecbursunuz. Evinizdeki her hare­ketiniz, hadiseler karşısında takındığınız her tavır, siz farkına varmasanız bile onun için bir derstir. Öğret­menin mektepte öğretemeyeceği birçok şey vardır ki onları çocuğunuz sizden öğrenir. Eğer ara sıra yalan söylemeyi hoş görüyorsanız o da hoş göre­cektir. İkiyüzlülüğü kötü saymıyor veya iş icabı şuna şöyle, buna böyle demekte fenalık görmüyorsanız o da görmeyecektir. Siz zalimseniz, zayıflan eziyorsa­nız o da ezecektir. Hodbin iseniz o da hodbin ola­caktır. Merhamet sizi cezbetmiyorsa ona da cazip

görünmeyecektir. Demek ki bir çocuğumuz olduğu andan itibaren kendimizi de toplamaya mecburuz. Onu sevdiğimiz, onun iyi adam, büyük adam olma­sını istediğimiz için iyi adamın ve büyük adamın va­sıflarını nefsimizde toplamaya, bu vasıfları benimse­meye çalışacağız.

Bilhassa ona, biz öldükten sonra, yani hayatta yal­nız kaldığı zaman sevilmesi ve muvaffak olması için insanları sevmeyi öğretelim. Başkalarına fenalık ederek etrafına düşmanlar sıralamaması için do­ğuştan var olan zulüm yapmak istidadını merhame­te çevirmeye çalışalım. Çocuklar, pekâlâ bilirsiniz, benim söylememe hacet yok, küçük yaşlarda zalim olurlar. Hayvanlara eziyet etmeleri bundandır. Yaka­ladıkları sineklerin kanatlarını kopararak onun çaba­lamasından, kedinin kuyruğuna teneke bağlamak­tan, zayıf buldukları arkadaşlarını dövmekten zevk alırlar. Çocuğun bu zevklerini uzun zaman sürdür­mesi korkunç bir şeydir. Zulüm yapmak istidadını körletip onu iyilik etmekten zevk alır hâle getirmek vazifesi bize düşüyor. Onu kendi hâline bırakırsak bu güzel hayatın zehir olması işten bile değildir.

Çocuk anasını, babasını sever. Bu, doğuştan, ona Allah’ın verdiği bir sevgidir. Fakat hayatta iyi bir in­san olabilmesi için bu sevgi kâfi gelmez. Başkaları­nı da sevmeyi ona öğretmeliyiz. Hayatta büyük sı­kıntılara uğradığı zaman onu kurtaracak olan, yükü­nü hafifletecek, feraha çıkmasını temin edecek olan sevgi başkalarının sevgisidir. Bir çocuğun yalnız ana, baba sevgisiyle kalması, onlara bağlanması, sevgisi­ni sınırlaması bir bakıma tehlikelidir de. Çünkü böy­le olursa hayatta kendisine yakınlık gösterecek bir­kaç kişiye kul ve köle olarak diğer insanları hiçe say­manın, onların saadet ve felaketleriyle alakadar olmaksıâ yaşamanın getireceği talihsizliklere karşı

müdafaasız kalabilir. Böyle bir adam belki kendisine geçici bir zaman için faydalı olabilir ama cemiyete faydalı olamaz. Biz çocuğumuzu yalnız kendisine değil, aynı zamanda cemiyete faydalı bir adam ola­rak yetiştirmeye muvaffak olursak analık ve babalık vazifemizi gereği gibi yapmış oluruz.

Bütün gayretlerimiz sırf onun iyiliği için olduğuna, yani hayatta rahat etmesini, sevilmesini ve yüksel­mesini istediğimize göre ona doğruluğu, adil olma­yı, sözünde durmayı, iyilik etmeyi öğretmeliyiz. Her vasıtadan faydalanarak ona bunları aşıiamalı, aşıla­makla da kalmayıp hayatta olduğumuz müddetçe onu kollamalıyız. Çünkü bu gidişte onu takip ede­cek kimse yoktur. Ana ve babadan başka hiç kimse bu külfeti omuzlamak zahmetine katlanmaz. Herke­sin alakası geçicidir, belli gayelere bağlıdır. O gaye­ler elde edildi mi alaka da kaybolur gider. İnsan ka­deriyle baş başa kalır,

Çocuk iyi yönlerde ne elde ederse, en geniş ölçü­de anasından ve babasından elde edeceği için ha­yat yolunda onu yalnız bırakmamak da bizlere dü­şüyor. Daha doğrusu bizler gözlerimizi kapayıp da onu yalnız bıraktığımız zaman hayatta tam manasıy­la yapayalnız kalmaması, bizim ona kazandıracağı­mız iyi huylar sayesinde mümkün olacaktır.

'GÖHÜL ZENGİNÜGİ

Bilmem siz de o cins kitapları okumaya meraklı mısınız? Hani insanlara zengin olmanın yolunu öğ­rettiklerini iddia eden kitaplar vardır. "Kısa zamanda zengin olmanın çareleri” gibi isimler taşırlar. Bu tür­lü kitapların yalnız muharrirleri zengin olmuşlardır; okuyucuları arasında zenginliğe kavuşanlar herhalde pek azdır. Çünkü ben öyle zannediyorum ki, zengin olmak bir sürekli çalışma meselesi olduğu kadar bir hayatı anlama meselesi ve daha mühimi, bir gönül meselesidir.

***

Kafaları daima ticaret fikriyle işleyen, kazançtan, kâr etmekten başka bir şey düşünmeyen insanlar vardır. Onlar ellerindeki mala maliyetinin üstünde bir fiyat buldular mı düşünmeden satar, aradaki far­kı kazanmaya bakarlar, bunu bizim mektep medre­se görmemiş, pratikten yetişme zenginlerimizden biri, zengin olmaya canla başia çaiıştığr hâlde bir türlü istediği mertebelere çıkamayan münevver bir

ahbabına anlatmak hevesine kapılarak “Sen, de­miş, “kolay kolay zengin olamazsın. Niçin mi ola­mazsın? Bak anlatayım: Mesela şimdi ben sana ‘Şu başındaki şapkanı bana ver’ desem sen fena hâlde kızarsın. Şapkana musallat oldum diye keyfin kaçar. Hâlbuki sen benim başımdaki şapkayı istesen ben hiç kızmam. ‘Ne veriyorsun?’ diye sorarım. Benim başımdaki şu şapkanın 14 lira maliyeti vardır, üste­lik ben almadım. Bizim hanım 14 liraya almış, bana hediye etti. Sen şayet bu şapkaya 15 lira verirsen ben artık onu başımda tutmam, derhâl çıkarır, sana teslim eder, 15 liramı alırım. Tabii hanımla da kavga etmeye sebebiyet vermenin hiç lüzumu yok. Derhâl gider, çarşıdan 14 liraya tıpkısını satın alırım; kazan­dığım bir lirayı da cüzdanıma yerleştiririm, işte tica­ret budur ve insan ancak böyle hareket ederse zen­gin olur. Kızmakla, bağınp çağırmakla, zengin olma­nın yolunu hiç kimse açamamıştır.”

Feleğin bin bir çemberinden geçtikten sonra zen­gin olmuş tecrübeli adam böyle demiş. Ama bence bu sözün, bu hikâyenin o kadar fazla değeri yok. Çünkü herkes kansının hediye ettiği şapkayı müşte­ri çıkınca, bir lira kâr görünür görünmez talibinin üstünde bırakacak kadar tüccar yaradılışlı olamaz. İnsanlar vardır ki bir hatırayı en büyük servetlere de­ğişmez. Servetin getireceği saadete bir güzel hatıra­yı saklamayı tercih edenlerin düşünce tarzları önün­de de saygı ile eğilmemiz icap ediyor. Yalnız yukarda bahsini ettiğim zengin adam arkadaşına nasıl zen­gin olacağını anlatırken:

— Başkasının malını, zenginliğini kıskanmayacak­sın. Bilakis sen de ondan fazla zengin olmayı isteye­ceksin, demiş.

***

İşte bu söz, öyle zannediyorum ki, önemli bir nok­taya dokunuyor ve insanlara nasıl zengin olacakları­nı anlattıklarını iddia eden kitaplardan birkaç cildi okusanız bu cümlenin taşıdığı gerçeğe ulaşmanıza imkân yoktur. Başkasının zenginliğini, servetini kıs­kanmamak, fakat onun kadar zengin olmayı isteyip çalışmaya koyulmak!

Koşuları bilirsiniz. Eğer ortada bir hedef yoksa bir koşuyu da yapmaya imkân yoktur. Nereye ve kim­den önce koşacaksınız? Bir hedef ve bir rakip bu­lunmalı. Zengin olmaya çalışmak da böyledir. Önü­nüzde bir örnek olmalı ki ona yetişmeye çalışasınız. Hâlbuki çoğumuz zengin olmaya çalışacağımıza zengin olmuş adamın bunu hak etmediğini düşün­meye meylediyoruz ve sanki o adam bir anda fakirleşiverse çok memnun olacağımızı belli etmeye ka­dar hislerimizi açığa vuruyoruz.

Ama bu türlü düşünce yalnız bize mahsus değil­dir. (Jmumiyetle bütün AvrupalIların düşünce tarzı böyledir. Buna karşılık Amerikalılar bu mevzuda Av­rupalI gibi düşünmez, bizim halk arasından yetişmiş zenginimiz gibi düşünürler.

***

Fransızların, yazdığı bir eserle çabucak meşhur ol­muş Pierre Daninos adında bir muharrirleri vardır. Bu muharrir kitabında umumiyetle Fransızların huy­larını tahlil ediyor ve dolayısıyla onları iğneleyerek tenkit ediyor. Mesela Amerikalılarla Fransızları birbirleriyle ölçüştürürken diyor ki:

— Yolda, yaya giden bir Amerikalı, Cadillac mar­ka arabasına kurulmuş giden bir milyoner gördüğü zaman içinden, kendisinin de böyle bir arabaya sa­hip olacağı günü düşünerek tatlı hülyalara dalar.

Buna karşılık yolda yaya giden bir Fransız Cadillac marka arabasına binmiş giden bir milyoner gördü­ğü zaman içinden, onu kulağından tutup yere indi­rerek kendisi gibi yaya yürüteceği günü düşünür.

İşte iki düşünce arasındaki fark! Daha doğrusu iş­te Amerika’yı zengin eden, Avrupa’yı ise asırlardır fa­kir bırakan düşünce tarzı.

Ben kısa bir müddet Amerika’da bulundum. Ora­da beş, on kişi ile görüşmek, düşüncelerini yokla­mak fırsatını elde ettim. Amerika’da hayatından şikâ­yet eden pek çok insan vardır. Kazancını az bulan, çok çalıştığı hâlde istediği refah seviyesine ulaşama­dığı için dert yanan insanlar çoktur. Fakat başkasının zenginliğini, mesela orada tümen tümen olan milyo­nerlerin zenginliğini, sürdükleri hayatı kıskanan, on­ların kendileri gibi az kazanmalarını dileyen bir tek insana rastlamazsınız. Tersine zengin adamdan, onun yaşayışından hayranlıkla bahsederler ve günün birinde onun gibi zengin olmak için fevkalade bir şey yapmak mecburiyetinde olduklarını kabul ederek durmaksızın çalışır, bir icat yaparak çabucak zengin olmanın yollarını kendilerine açmaya çalışırlar.

Amerikalılara vergi olan ve çok şükür yavaş yavaş Avrupa’ya da sızan bu tarz düşünce bizim için büs­bütün yabancı değildir. Dedelerimiz cüzdan zenginli­ğinden çok gönül zenginliğini tercih etmelerini ço­cuklarına sık sık söylemek fırsatını bulmuşlardır. İşte gönül zenginliği budur, başkalarını kıskanmamaktır. Kendi saadetini başkasının fakirliğinde, yani onun da birtakım üzüntülere düşmesinde, perişan olma­sında aramamaktır. Asıl fakir olan insan az para ka­zanan, cebinde ancak birkaç kuruşu olan insan de­ğildir. Bir adamın kesesi dolu bile olsa eğer başkala­rının varlığını, başkalarının saadetini, başkalarının

zenginliğini kıskanıyorsa onun zenginliğinin on pa­ralık değeri yoktur. Bir adamın tek başına zengin olması bir şey ifade etmez. Bir topluluğun bütün fertleri zengin olmalı; daha az kazananlar daha çok kazananlara imrenerek, onların kendilerine temin ettikleri hayat şartlarını elde etmeye savaş-malı. Eğer gayretler bu yolda olursa herkes zenginliğe doğru gider. Cemiyette zenginler çoğalır. Fakat gayretler zengin olanı fakir düşürmek, yukandakini aşağıya doğru çekmek uğrunda harcanırsa bütün cemiyet fakir düşecek, insanların hayat seviyeleri yükseleceğine alçalacaktır.

Daima daha iyiye doğru! Ama kendi başımıza, tek başımıza yahut sadece kendi çotuğumuzla çocuğu­muzla beraber değil, cemiyet hâlinde daima daha iyiye doğru! Çalışarak bizden ileriye gitmiş olanlan geri çekmeyi bir an düşünmeden onlara yetişmek için; onlarla kol kola yürümek için ileriye doğru!

Bir kere ruhça zengin olalım, gönüllerimiz zengin olsun, öteki zenginlik kendiliğinden gelir.

İSTEMEK

Dünyada insanların mesut olabilmesi için topu topu iki yol varmış. Bunlardan biri bütün istedikleri­ni elde etmek ki. şüphesiz bu fevkalade bir şeydir. İkincisi ise elde edebileceklerini istemesini bilmektir. Birincisi pek zor, her kula nasip olmaz bir bağış ol­duğuna göre dünyaya böyle bir talih ile gelmeyen­ler, eğer akıllı iseler, ilânci yoldan gitmeli imişler.

"Peki, akılsız iseler hangi yoldan gidecekler?” diye soracağınızı tahmin etmiyorum. Çünkü dünyada kendisinin akılsız olduğunu kabul eden bir tek insan yoktur. Akıl bahsi açıldığı zaman, pek sevdiğim için sık sık tekrar ederim. Descartes filozofun meşhur bir sözü vardır. Der İd: “Dünyada, insanlar arasında en iyi, en isabetli dağıtılmış olan şey akıldır. Hiç kimse ondan kendisine az düşmüş olduğunu iddia etmez. Herkes kendi aklından memnundur. Olsa olsa başkalarının akılsızlığından şikâyet eder. Ama galiba, hissemize yeteri kadar akıl düşmüş olduğu­na sahiden inandığımız içindir ki şu fâni dünyada

birçok talihsizliğe uğruyor, mesut olmak isterken bahtsızlıklara düşüyoruz."

***

Şimdi sözü mesut olmaktan açtık. İnsanların iste­diklerini elde edemezlerse, elde edebileceklerini is­temek suretiyle saadete kavuşacaklarını haber veren o eski atasözüne kaçımızın kıymet verdiğini hiç he­sap ediyor muyuz? Akıllı insan şüphesiz atasözünün dediği gibi yapmalıdır. Buna rağmen çoğumuz elde edemeyeceğimiz şeyleri istemek yüzünden üzüntü­lere uğrayarak saadetimizi etrafımızdan uzaklaştırı­yor, kaçırıyoruz.

Bakın bugün, sizin de tanıdığınız öyle aileler vardır ki kendi imkânlannı hiç hesaba katmadan başkalannı örnek tutarak onların sürdüğü hayatı sürmeye kalkmakta, bu yüzden perişan olmaktadırlar. Zama­nımızda orta hâili bir aile, bütün fertleriyle mütevazı bir hayat sürmeyi kabul ederse büyük sıkıntıya ma­ruz kalmadan pekâlâ geçinebilir. Fakat bu ailenin teisi aylık kazancını hesaba katmadan her akşam bir miktar içmekten vazgeçmiyor, bunun için de işten döndüğü zaman kendisine bir rakı sofrası hazırlan­masını istiyorsa böyle bir keyfin sebep olduğu mas­raf mütevazı bir aile bütçesini altüst edebilir. Akşam­cılık yüzünden evin zaruri ihtiyaçlarını karşılamak müşkülleşir ve hanımdan başlayarak çocuklara ka­dar hepsi, kendi ölçülerinde istediklerine kavuşama­yacakları için toptan bedbaht olurlar.

***

Kocasının cemiyetteki mütevazı mevkiini düşün­meden ondan yapamayacağı şeyleri istemeye kal­kan ev hanımı da aileyi aynı bedbahtlığa kolaylıkla sürükleyecektir. Olduğu gibi görünmeyi nefsine ye­diremediği için olmayanı var gibi göstermek isteyen

hanımlar aile saadetinin başlıca yıkıcılarıdır. Bunlar elde edebilmeleri mümkün olanı değil, imkânsız ola­nı istedikleri için oldum olasıya talihsiz kalırlar. Eğ­lencelerin hiçbirini kaçırmamak, lüksün en pahalısı­na kavuşmayı gaye edinmek, kendi seviyesinde ol­mayan insanların dolaştıkları yüksekliklerde uçmayı en tabii hak saymak gibi ölçüye gelmez istekler, ne yazık ki birçok aileyi her zaman, felakete değilse bi­le, sık sık talihsizliklere, bahtsızlıklara sürüklüyor.

Hâlbuki yine başka bir filozofun, deliliğe methiye yazmış olan meşhur Erasmus filozofun pek güzel olduğu kadar pek de doğru bir sözü vardır. “Kendi tabii hâlinde bulunan hiçbir varlık bahtsız olamaz.” diyor. Yoksa insan, kanatları olmadığı için ve bir at da börek yiyemediği için bahtsız sayılabilirdi. Hâlbu­ki ne insan, kanatlan olmadığı için bahtsızdır ne de at börek yiyemediği için. Yani her ikisi de bunları is­temedikleri müddetçe tabii hâllerini muhafaza eder­ler ve bahtsızlığa uğramazlar. Ama bir insan tasav­vur ediniz ki atın börek istemesi gibi yapamayacağı, hazırlamasına imkân olmayan bir şeyi gönlüne ko­yar ve onu istemeye başlarsa, işte o andan itibaren saadetin eşiğinden uzaklaşmış olur.

Ama rica ederim, yanlış anlaşılmasın, ben bunla­rı söylemekle sözü “insanlar bir şey istemesinler" demeye getirmek niyetinde değilim. Dünyadaki ilerleme, medeniyet dediğimiz rahatlık seviyesi in­sanların bazı şeyleri istemeleri sayesinde elde edil­miştir. Fazla kazanmayı isteyiniz; çünkü bu, fazla çalışmak sayesinde mümkündür. Daha rahat bir hayat seviyesine yükselmeyi isteyiniz; çünkü bu si­zin tabii hakkınızdır ve yine çalışarak bu isteğinize, hem de kısa zamanda kavuşabilirsiniz. Fakat mese­la günde yüz kuruş kazanabiliyorsanız bu kazancı­nızla günde bin kuruş kazananların hayatına ayak

uydurmayı istemeyiniz. Günde on bin kuruş kazan­dığını duyduğunuz adamın yanı başında yer almaya heves etmeyiniz. Onun hayat şartlarına kendinizi uy­durmak isterseniz işte o zaman bedbaht olursunuz. Siz bu kafada değilsiniz de aileniz, çocuklarınız bu kafada iseler hem kendilerini, hem sizi bedbaht ederler. Kendi ana dilini layıkıyla bilmeyen adam şi­ir söylemeye kalkar, büyük şair olmak isterse alaya alınmaktan kendisini kurtaramaz. Hâlbuki kendi ana dilini iyice bilmeyen başka bir adam dilini öğrenme­ye girişirse pekâlâ hedefine ulaşabilir.

Elde edemeyeceği kudretlere sahip olmak isteyen adam bedbaht olurken bir başkası sahip olduğu kudreti yavaş yavaş arttırarak mesut olabilir.

Ama bu mevzuda bütün mesele, pek tabiidir ki, insanın ancak yapabileceğini isteyecek bir aklıseli­me sahip olması, iradesini zapt etmeyi bilmesi etra­fında toplanır. Bu da kolay işlerden değildir. Bilirsi­niz, insanoğlu dünyaya geldiği andan itibaren, daha çelimsiz bir yavru iken, nefes almaya başlar başla­maz istemeye de başlar. Yemek ister, içmek ister, bi­raz daha büyüyünce etrafında neyi görürse ister. Ve­rilmezse yaygarayı koparır. Bu yaygaraya dayana­mayan ana babalar da çocuklarını kusturmak için ona ne isterse vermek yolunu tutarlar. Fakat hiç de iyi etmezler, çünkü günün birinde onun istediğini veremeyecek duruma düşeceklerdir.

***

Acaba bilir misiniz, pek meşhur hikâyedir: Kralın biri sevgili oğlunu daha küçük yaştan itibaren hiç­bir isteğinden mahrum etmemeye karar vermiş. Ona bir terbiyeci tutarak “Benim çocuğum ne is­terse vermek senin vazifendir.” demiş. Bir müddet işler yolunda gitmiş. Fakat günün birinde bakmış ki

çocuğu, sarayın bahçesinde “Ver.” diye feryadı bası­yor, terbiyeci de oturduğu yerde “Veremem.” diye ayak diretiyor. Fena hâlde kızmış. Hemen onların yanına giderek terbiyeciye çıkışmaya başlamış:

— Sen benim emrimi nasıl olur da dinlemezsin? Ben sana bu çocuk ne isterse vereceksin, demedim mi? deyince terbiyeci:

— Öyle bir şey istiyor ki siz de veremezsiniz, de­miş.

— He istiyor, söyle bakalım.

— Güneş havuza düşmüş, onu istiyor.

***

Hikâye belki biraz mübalağalıdır ama içinde bir gerçek payı da yok değildir. İnsanların istemesine daha küçük yaşlardan başlayarak akıllıca sınırlar çi­zilmezse onlar büyüdükleri zaman önce olmayacak şeyleri, sonra da yapamayacakları şeyleri istemek­ten kendilerini alamazlar. Çocuklarınızın bahtsız ol­masını istemezseniz onlan ancak elde edebilecekle­ri şeyleri istemeye alıştırınız.

İKİ SIR

Okuduğum gazetede “Sır" diye bir başlık gözüme ilişti. Beş altı satırın üstünde parıldayan bu “Sır” ke­limesi insanı düşündürebilir. Çünkü bilirsiniz, insan­lar, birçok şey arasında “sır”ların ne olduğunu öğ­renmeye de pek meraklıdırlar. Bütün gayretimizi başkalarının gizli taraflarını meydana çıkarmak uğ­runda harcadığımızı boşuna saklamayalım. Biz in­sanlar öyleyiz işte. Nerede “sır” varsa onun üzerine düşmeye kalkarız ve sırları çözdüğümüzü sandığı­mız zaman da duyduğumuz keyfin hududu yoktur. Herhâlde onun için olacak, ben de gazetede “Sır” kelimesini görünce öbür yazıları bırakıp hemen onun altındaki satırları okumaya giriştim.

“Sır” başlığını taşıyan yazıda deniyordu ki: “Yetmi­şinci yaşını dolduran Fransız romancısı Andres Maurois’ya arkadaşları takılırken ‘Senin saadetinin sırrı nedir?’ diye sormuşlar, o la şu cevabı vermiş:

— Benim saadetimin sırrı pek basit. Hayatta başı­ma gelen felaketleri bir sıkıntı olarak kabul etmek;

fakat başıma gelen bütün sıkıntıları da birer felaket saymamak."

Bilmem “İklimler” romanının meşhur muharriri Andres Maurois’yi sever misiniz? Büyük laflara me­raklı olanlar onu orta hâili bir muharrir sayar, pek iti­bar etmezler. Hâlbuki ben de insanlar gibi muharrir­lerin de orta hâllilerini severim. Yukardan konuşan­lardan, anlaşılmaz laflar edenlerden, hele bilgiçlik taslayıp akıl öğretmeye kalkanlardan hiç hoşlan­mam. Gerçi akıl almaya her zaman ihtiyacımız var­dır ama, muharrir akıl öğretirken akıl öğrettiğini bel­li etmemeli, insan tarafı yumuşak olmalı, gönülden konuştuğunu hissettirmelidir. O zaman her söyledi­ğini kabul etmemiz kolaylaşır. Bilirsiniz, koyuniarı mezbahaya götürürken sanki yeşil kırlarda otlatma­ya götürüyormuş gibi götürürler. Muharrir de oku­yucularını istediği yere öyle götürmeli. Koyuniarı hakkında ne düşündüğünü belli etmeyen bir çoba­nın arkasından gider gibi onun peşine düşmeliyiz. Muharrir bize hiçbir zaman rahatsızlık vermemelidir. Nitekim böyle olanlar da vardır ve bahsini ettiğim Andres Maurois da bunlardandır.

***

Maurois saadetinin sırrını arkadaşlarına birkaç ke­lime içinde anlatırken, dünya rahatsızlıklarıyla mü­cadele etmenin formülünü bize ne güzel veriyor. Şu fâni dünyada başımıza gelen felaketleri bir sıkıntı olarak kabul etmek, fakat bütün sıkıntıları da felaket saymamak.

Dünyada ne kadar insan vardır ki ufak üzüntüleri, dişlerini biraz sıkınca pekâlâ katlanabilecekleri sıkın­tıları bir felaket olarak karşılarlar. Telaşlanırlar; derin kederlere kapılırlar; hayattan soğurlar; hemen ölü­mü düşünmeye başlarlar. Böyle insanlar bu fâni dünyada misafirlik etmeye layık değildirler.

Bu dünya şüphesiz büyük, üstelik güzel, hem de çok güzel bir misafirhanedir. Fakat bu büyüklüğün, bu güzelliğin içinde rahatsızlıklar vardır; üzüntüler, sıkıntılar vardır. Dünya bizim istediğimiz gibi, bizim havamızca dönmez; kendi istediği gibi ve kendi havasınca döner. Gecesi ve gündüzü bizim için değil, kendi içindir. Birçok sırdan da bize haber vermez. Akşam olup da sular kararınca yüreğimize neden hüzün çöktüğünü biliyor muyuz? Şüphesiz bu dün­yada bizi üzen, bize keder veren şeyler olacaktır. Fa­kat akşamüstü gün batarken yüreğimize çöken hü­zün karanlık fazlalaştıkça nasıl artmıyor, ışıklarımızı yakıp karanlık bir dünyanın içinde kendi etrafımızı pekâlâ aydınlatmamızın mümkün olduğunu göre­rek tekrar iyimser hayatımıza, sanki güneş dışarıda pırıl pırıl parlıyormuş gibi devam ediyorsak, başımı­za hiç ummadığımız bir felaket geldiği zaman da tıpkı karanlık gecenin içinde odasını aydınlatarak huzura kavuşan adam gibi hareket etmemiz gerekir.

***

Elbette ki bu sözlerimle felaketleri umursamayı­nız, demek istemiyorum. Ama Fransız muharririnin dediği ve hayatta yaptığı gibi gündelik hayatınızda başınıza gelebilecek felaketleri, tahammül edilmesi ve giderilmesi mümkün bir sıkıntı gibi karşılayabilir­siniz. “Mahvoldum, bittim, artık ben bunun altından kalkamam." gibi düşüncelere zihninizi kaptırmayabilirsiniz. Çünkü bu dünyanın en dayanıklı mahluk­larından biri ne fildir, ne devedir; insandır. İnsanoğlu bir bakıma cam gibi, ufak/bir çakıl taşının çarpışına dayanamayıp çıt diye ikiye bölünecek kadar zayıf, fakat bir bakıma da tabiatın en sert darbeleri altında asırlık ağaçlardan daha dayanıklı bir mahluktur. Fa­kat meselenin düğüm noktası, gelecek olan darbe­lere karşı hazırlıklı olmasında toplanır.

Odanızda soyunup dökünüp otururken açık du­ran pencereden sinsi sinsi giren serin rüzgâr sizi nezle eder, aksırtır. Çünkü ona karşı hazırlıklı değilsinizdir. Yoksa siz sıfırın altında 10 derecede, 20 derecede, 30 derecede asla aksırmadan ve burnu­nuz akmadan dolaşabilecek bir yaradılışta bu dün­yaya geldiniz. Fakat bu soğuğa göre hazırlanma­nız, tedbir almanız şartıyla. Yoksa maazallah kıkır­dadığınız gündür.

Yağmur bulutları havada toplanınca şemsiyenizi alıp sokağa çıkmanız gibi, hayatta başınıza gelecek her şeye karşı da ruhça hazırlıklı olmalısınız. Bu ruh hazırlığı felaketler karşısında şaşırıp kalmamanızı, fırtınada tersine dönmüş bir şemsiye hâline gelme­menizi mümkün kılar.

Aile hayatı içinde, gündelik çalışma hayatı içinde başınıza gelebilecek felaketleri, muharririn dediği gi­bi, bir sıkıntı olarak, fakat azimle, perişan olmadan karşılayabildiniz mi, sizin üzerinize çökecek sıkıntıla­rı omzunuzdan atıp yere sermeniz pek kolaydır. Clfak sıkıntıları ise asla felaket saymayacağınız için mu­kadder olan yolunuzda daima saadetle kol kola, yan yana yürür, koşarsanız; onunla at başı beraber gi­dersiniz ve her şeyden önce keyfinizi bozmaz, neşe­nizi kaçırmazsınız. Şüphesiz hayatın sert darbeleri insanı sarsar, fakat sarssa bile yıkamamalı. İnsanoğ­lu neşesini hiçbir zaman büsbütün kaybetmemeli.

***

Şüphesiz saadetin bir sırrı olduğu gibi neşeyi kay­betmemenin de bir sırrı vardır. Onu da başka mu­harrir, daha doğrusu başka bir Andres, Andres Luguet söylemiş. Ona da bir gün:

— Yahu, demişler, sen nasıl oluyor da neşeni hiç­bir zaman kavbetmivorsun?

— Niçin kaybedeyim, diye cevap vermiş. Ben bili­rim ki, hayatta en karanlık saat bile 60 dakikadan fazla sürmeyecektir.

Bu söz de doğrusu öteki kadar güzel, hatta bir he­saba dayandığı için ondan biraz daha doğrudur. Ha­yatta en karanlık saat bile 60 dakikadan fazla sür­mez. Her şey geçer, her şey gider. Nehir alabildiğine akıp giderken bu gidişe dayanamayan taşları da be­raber götürür. Ama dayanabilenleri de yerinden sökemez; taşın üzerinden aşmaya veya yolunu çevir­meye mecbur kalır.

***

Hayatta sıkıntılara, üzüntülere, kederlere dayana­mayanlar da yuvarlanmaya mahkûmdurlar. Bugün­kü üzüntüler olmazsa yarınki kederler onları perişan edecektir. Fakat bir kere bütün bunları, misafiri ol­duğumuz dünyanın tabii hâlleri olarak kabul ettik mi, hele olduklarından büyük ve ehemmiyetli gör­memeye alıştık mı misafirhanenin neşeli müşterileri arasında yerimizi peyledik demektir. Dünya kendi havasınca döner ama kuvvetli insanlar o havayı ken­di taraflarına değiştirmeyi başarırlar. İçinde yaşadığı­mız dünya bugün insanlara dünden daha mülayim ise bu, o kuvvetli insanların eseridir.

TAKDİR DÜYGÜSÜ

Bana Mustafa Kemalpaşa kazasından birkaç im­zalı mektup gönderdiler. İçinde bir sual var.

Doğrusu her mektupta sorulan suale hemen ce­vap vermek kolay olmuyor. Bir kere bazı kimseler çok çetin sualler soruyorlar, onların içinden çıkma­ya benim bilgim kâfi gelmiyor. Bazı kimseler de ser­çe gibidir; akılları hep darıdadır. Gönül meseleleri­nin hallini benden istiyorlar. Gönül meselesini de, ne yazık ki, bilgi ile halletmek her zaman mümkün değildir. Onun için dikkat ederseniz erbabı, bu gibi hâllerde daha çök kahve falına, el falına başvururlar. Fala baktırmak veya bakmak ise çoktan beri yasak olduğundan onların gönül meselelerine dair sualle­rini de cevapsız bırakmak gerekiyor.

Sonunda kala kala daha kolayca, mantıkla ve ha­yattaki tecrübelerle içinden çıkmak mümkün olan suallere cevap vermek işi kalıyor ki Mustafa Kemal­paşa kazasından bana mektup gönderen vatandaş­larıma önce böyle bir sual sordukları için teşekkür ederim.

Sonra itiraf edeyim ki, Mustafa Kemalpaşa kaza­sında oturanlardan birkaç kişi tarafından hatırlan­mam da hoşuma gitti. Çünkü bundan hayli zaman önce, çocukluğumda o kasabada on beş, yirmi gün kadar misafir kalmıştım. O zaman İstiklal mücade­lesinden yeni çıktığımız için kasaba pek harap bir hâlde idi. Ama çok şirin evleri, yemişlerle dolu bah­çeleri hatırımdan bir türlü çıkmaz. Bir daha fırsat bulup da ziyaret edemediğim Mustafa Kemalpaşa kazasından birkaç kişinin beni hatırlayıp bir mesele etrafında fikrimi almaya heves etmesi, bilhassa es­ki hatıralarımı canlandırdığı için pek hoşuma gitti.

Bilirsiniz... Geçmiş zamanı bir daha yaşamak an­cak hatıralar sayesinde mümkün olabilir ve meşhur tabiriyle “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.”

***

Mustafa Kemalpaşa’dan mektup yazanlar, “İnsan­ların büyüklerinden veya karşılarındakilerden takdir görmeye ihtiyaçları var mıdır?” diye soruyorlar. Tabii sual bu kadarla kalmamış, kendi fikirlerini de ekle­meyi unutmamışlar. Onlara göre de çalışan insanla­rı takdir etmek, tebrik etmek lazımdır ki şevke gel­sinler. Bazen bir tatlı söz insana en büyük mükâfat­lardan daha fazla gayret verdiği hâlde zaman olur ki bir gönülsüz bakış insanı tuttuğu işten buzlar gibi soğutuverir. Takdirin gönülde yaptığı tesir neden ile­ri geliyor, bize onu, mümkünse etraflıca anlatınız, diyorlar.

Geçenlerde attan pek iyi anlayan bir dostumla gö­rüşüyorduk. Atlara her şeyi öğretmenin kabil oldu­ğunu söylüyordu. Yeter ki at istenilen bir hareketi yaptığı zaman mükâfat alacağını kavrayabilsin. O hareketi yapmadığı takdirde cezaya çarpılabileceğini de anlarsa atın yapmayacağı şey yoktur.

Fakat ben öyle zannediyorum ki insanları iyi hare­ketler yapmaya teşvik etmekte mükâfatın, yani tak­dirin tesiri cezanın tesirinden daha büyüktür.

Size galiba bir kere daha söylemiştim. Büyük filo­zof Bertrand Russell anlatır: Adamın biri kedisini fa­re tutmaya alıştırmak için fareyi ortaya çıkarır, kedi­sini de, üzerine atlasın diye teşvik eder, atlamadığını görünce sopayı basarmış. Bu dayaklı terbiye siste­minin sonu ne olmuş biliyor musunuz? Kedi fareyi gördüğü zaman dayak korkusundan tir tir titremeye başlarmış!

Onun için iyi hareketleri teşvikte cezanın tesiri tak­dirin, mükâfatın çok altında kalır. Yine attan anlayan o dostumuza:

— Atın iyi hareketlerine karşılık beklediği takdir nedir? diye sordum.

— Gayet basit, dedi, ya bir topak şeker yahut da suratının okşanmasından ibaret.

At okşamaktan anlar mı, diyeceksiniz. Hem de öylesine anlarmış ki, bayılır, mest olurmuş. O hantal vücudu, o küt yapısıyla bir at takdirden, mükâfattan anlıyor, sırf o takdiri, o mükâfatı kazanmak için ya­pılması en zor hareketleri yapmaya girişiyor da in­san neden takdir karşısında bir duvar gibi duygusuz kalsın?

***

Dünyada insanoğlu bütün güzel hareketleri sadece bir takdir kazanmak için yapmıştır. Gerçi para kazan­mak, kazandığımız o para ile daha refahlı bir ömür sürerek rahat etmek için çalışıyoruz gibi görünüyor­sak da bütün çalışmalarımızdan zaman zaman takdir edileceğimizi ümit etmesek, geçinmek hesabına bile olsa çalışmak hevesimiz kalmaz. Daha çocukken,

henüz bütün kabiliyetlerimizin gelişmediği küçük yaşlarda bizi yattığımız yerden ayağa kaldıran, anne­mizin, babamızın teşvikleri, takdirleridir. İlk adımları­mızı atmaya başladığımız zaman annemizle babamız bize aferin demeseler, kucakta taşınacağımızı pekâlâ bildiğimiz o günlerde bizler için çok zor bir şey olan yürümeyi herhâlde çekici bulmayacaktık. Paranın in­san için manası olmadığı çağlarda bir “aferin”, bir “yaşa”, “var ol”, bir “aslansın” sözünün göze aldırma­yacağı fedakârlık yoktur.

Mektepte geçen yıllarımız hocalarımızın takdirleri­ni kazanmak için gayret sarf etmekle geçmiştir. Öğ­renilmesi sahiden zor ve büyük bir kısmının hayatta yeri olmayan o bilgi yükünü takdir kazanmak, hatta ileride takdir kazanacak bir seviyeye yükselmek uğ­runda kafamıza yerleştirdik.

Tiyatroya şüphesiz gidiyorsunuz. Aktörlüğün ne kadar güç bir meslek olduğunu da o vesile ile dü­şündüğünüz zamanlar herhâlde olmuştur. Bir kitap­tan, iki saat sürecek sözleri, kelimesi kelimesine ez­berlemek, sonra sahnede her gece aynı rolü, belki yüz defa tekrar etmek.

Bütün bu külfetlere o sanatkârlar sadece maaşla­rını almak için mi katlanıyorlar dersiniz? O kadar gayret sarf eden adam aldığı maaşı her yerde hak eder. Aktör bütün bu külfete sırf takdir toplamak için'katlanır. Alkış yok mu, hani bizim için hiç de zahmetli ve mahiyeti bakımından hiç de ağır olma­yan, iki elimizi birbirine çarpıp ses çıkarmaktan iba­ret olduğu hâlde, lütfetmekte pek hasis davrandığı­mız o alkış! İşte aktör o alkışın esiri olmuştur. Sah­nenin üstünde yere düşüp ölür ve sizin canı gönül­den kendisini alkışladığınızı duyunca yerinden me­sut ve bahtiyar fırlayarak mükâfatını almış bir ada­mın keyfi içinde sizi selamlar.

En büyük keşifler, en faydalı icatlar para kazan­mak için değil, insanlığa hizmet edenlerin takdir edildiği bilindiği için yapılmıştır. Öldükten sonra iyi bir isim bırakmak isteyen adam hayatını feragat içinde, fakirliğe katlanarak, fakat namuslu kalmaya gayret ederek geçiriyorsa takdir edilmek istediği içindir.

***

Geçen sene bütün dünya gazeteleri Himalaya dağlarının en yüksek tepesine çıkmaya çalışan insanlann macerasını okuyucularına saati saatine bil­dirmekle meşguldü. İnsan durup dururken Himalaya’nın buzlu tepelerine tırmanmayı neden istesin? Tehlikelere kendini neden atsın? Para içinse Himalaya’nın tepesine çıktığı için kimse kimseye on para vermez. Fakat Himalaya’nın tepesine çıkmak bir marifettir. Çünkü bunca senedir oraya çıkmak iste­yenler karşılaştıkları tehlikelerden gözleri yılarak aşa­ğı indiler. Bu cesaret ve fedakârlığı kim gösterirse onun takdir edileceğini, alkışlanacağını, bir müddet bile olsa baş üstünde taşınacağını herkes bildiği için Himalaya’ya tırmanmaya cesaret edenler ortaya çı­kar. Çünkü bu işin sonunda takdir vardır.

Para, hizmetleri, gayretleri ödemek için iyi bir va­sıtadır, fakat kâfi değildir. Feragatler, fedakârlıklar para ile ödenmez; takdirle, alkışla veya birkaç tatlı cümle ile ödenir. Dünyanın bütün büyük işleri de ancak fedakârlıkla yapılabilir.

NORMAL İNSAN

Pek sevdiğim muharrirlerden biri merak etmiş, acaba dünyada normal insan kime derler, sualine cevap vermeye kalkmış.

Şimdi siz belki de kendi kendinize, dünyada cevap verilecek sual mi kalmamış, dersiniz. Ama muharrir­ler böyledir. Düşünmek için sual icat etmeye mec­bur olurlar. Herhâlde bu zat da öyle yapmıştır. Ama doğrusu ben bu suali oldukça çekici buluyorum. Çünkü hayatta herkes kendisini akıllı saydığı gibi yi­ne herkes normal bir insan olduğundan şüphe et­memektedir. Mesela muhterem eşiniz son derece sinirli, iki de bir parlar, yok yere kıyametleri koparır cinsten bir kimse olsa bütün bu hareketlerinin tabii olmadığına onu inandıramazsınız. Belki de o kendi kendine “İnsan dediğin böyle olur. Arada bir parlamalı. Koyunlar gibi ipi ne tarafa çekiliyorsa oraya gi­den insan normal değildir.” der. Siz de tabii böyle ol­madığını ispat edemezsiniz.

Aslına bakarsanız ben de sizin fikrinizdeyim ama şimdi normal insan hakkında kendi fikirlerimi söyle­sem belki muhterem eşinizi kızdırırım, diye korkuyor rum. Hâlbuki başkalarını hiç yoktan, durup dururken kızdırmak da normal adamın yapacağı işlerden de­ğildir. Onun için daha ziyade, söze başlarken bahsini ettiğim hnuharririn normal insan hakkındaki düşün­celerini anlatmak herhâlde daha münasip olacaktır.

***

Şunu da hemen söyleyeyim ki, sözlerinden bazıla­rını size nakledeceğim muharrir üstelik bir kadındır. İstedikleri zaman en mükemmel işleri başarmanın sırrını pekâlâ bilen kadınların, ekseriya anormal ha­reketler yapar gibi görünmelerine rağmen normal insanı tarif etmekte de, isterlerse, bütün erkekleri gölgede bırakabileceklerini tahmin edersiniz.

Bu aklı başında ve son derece normal kadının söylediklerine bakarsanız, “Normal bir insan mısı­nız?” sualine “Hayır." diye cevap verecek bir mahluk henüz dünyamızı şereflendirmemiştir. Herkes, hatta zırdeliler bile, kendilerinin normal olduklarına inanır­lar. Hakikaten bir kimseyi öldürmeye kalkmadıkça, başkalarının malına el sürmeye teşebbüs etmediği­miz müddetçe ve iftiralarla kötülük etmeye niyetlen­miyorsak hareketlerimizin mükemmel olduğuna ve başkalarının da tenkitlerine uğramayacağımıza ina­nırız. Buna karşılık bazen birtakım insanlara karşı ta­kındığımız tavırlar, olması icap ettiği gibi değilse “ta­bii” dediğimiz yoldan ayrıldığımıza hükmetmediği­miz gibi kendimizi toplamak lüzumunu da pek duy­mayız. İşte normal ile anormal insanın hudutlarını belli edemeyişimiz bu ince görüş farkından ileri ge­liyor. Başkalarının bütün kusurlarını apaçık gören gözlerimiz yalnız kendi kusurlarımızı görmekte âciz

kaldıklarına göre, ancak başkalarına bakarak nor­mal insanın vasıflarını belirtmek mümkün olacaktır.

***

Şu muhakkak ki, normal insan umumiyetle mem­nun olan, her şey istediği gibi gitmese bile neşesini kaybetmeyen insandır. O, hayatta karşılaştığı bütün hâllere fazla zahmet çekmeden kendini uydurur. Me­sela benim bu türlü normal insanlardan bir tanıdığım vardır. Bugün çok şükür hâli vakti yerinde olduğu hâlde arada bir gider, orta hâili, hatta fakir insanların devam ettikleri kahvelerde oturur. Onların yemek ye­dikleri yerde aralarına sıkışarak yemek yer. Hiç de mecbur olmadığı hâlde bunu niçin yaptığı kendine sorulduğu zaman da:

— İçinde yaşadığımız muhitin bütün şartlarını bil­mek ve icabında onlara, zahmet çekmeden, saade­timizin kaybolduğu zehabına kapılmaksızın uyuvermek lazımdır. Yoksa en ufak bir sarsıntı bizi bedbaht ediverir, der.

İşte normal insan budur. O, kafasının içinde kur­duğu dünyada değil, etiyle, kemiğiyle içinde yaşadı­ğı dünyada dolaşmasını bilir. Cenabı Hak kendisine maddi refahı nasip ettiği zaman şükrederek ondan faydalanır; maddi imkânlarından mahrum kaldığı zaman da neşesini kaybedip perişan olacağı yerde filozof olur, bunu da dünyanın tabii hâllerinden sa­yarak başına gelenleri cesaretle karşılar. Çünkü bu dünya sadece meltemler dünyası değildir; fırtına ve kasırgalar da burada kopar. Eğer masmavi, letafet içinde yüzen gökyüzü birdenbire kapkara bulutlarla örtülürse kara kara düşünmeye lüzum yoktur. Onu da aynı neşe ile karşılamak ki, normal bir hadise karşısında biz de normal olduğumuzu belli edelim.

***

Normal insanın pek mühim bir tarafı da hoş görür olmasıdır. Başkalarının işlediği kusurları hoş görme­sini bilen insan normaldir. Kendisini olduğundan daha yüksek görmeyen insan normaldir. Mesela her şeyi bildiğini iddia eden bir adamı gözünüzün önü­ne getiriniz. İnsanın her şeyi bilmesi mümkün olma­dığına göre böyle bir iddiada bulunan insan derhâl normal olmaktan çıkmış demektir.

Normal insan kendisinden çok, etrafındakilerle meşgul olur. Kendisiyle beraber etrafındakiler! anla­maya çalışır ve bilhassa zamanına uymaya gayret eder. Eğer yaşlı bir insansa ve gençliğin bütün hare­ketlerini çılgınlık sayıyorsa o zatın normalden uzak­laşmaya başladığına hükmedebilirsiniz. Kendi genç­lik senelerini göklere çıkarıp yaşadığı devri batırma­ya kalkan adam hayatın normal akışına ayak uydu­ramamış ve dolayısıyla anormal olmaya başlamış demektir. Çünkü her nesilde insanlığın kazandığı za­ferler zincirine yeni halkalar ekleyen insanlar vardır. Normal insan bunları görmeye çalışır.

***

Hele dış görünüşlere bakıp insanlar hakkında hü­küm vermekten sakınalım. Biraz fazla gürültücü, bi­raz fazla heyecanlı, hatta coşkun insanlar vardır. Bunların anormal insanlar olduğuna hükmetmemeli. İnsan tabiatlarının, arz dairelerine, yeni tabirle en­lem çizgilerine göre değiştiğini unutmayalım. Konu­şurken bir İngiliz’i elleriyle, kollarıyla işaretler yapar­ken göremezsiniz.

Bir Akdeniz çocuğunun ise daha canlı olması ta­biidir. Bunların dış görünüşlerine göre hüküm verir­sek aldanmaya mahkûm oluruz.

Buna karşılık anormal insanların da özellikleri var­dır. Mesela hayatta bir tek dostu olmayan insan

anormaldir. Çünkü bir insanın bu dünyada dostça arkadaşlık edebileceği insana rastlamamasına imkân yoktur. Eğer bize karşı gösterilecek her sevgi­den şüphe etmeye kalkarsak acınacak insanlar hâli­ne düşüveririz. Yine bu arada tutumluluğu pintilik derecesine çıkarmış insanları normal saymak güç­tür. Sevgili parasını harcamak korkusu içinde kıvra­nan insan normal değildir. Tam tersine, eline ne ge­çerse har vurup harman savuran, çalışarak kazandı­ğı parayı düşüncesizce harcayan insan da bir hasis kadar anormaldir. Tabii, düşüncesizlik anormal bir şey olduğu için bu hükme varabiliyoruz. Ama alda­nabiliriz de... Gelmiş geçmiş bütün dâhiler, kâşifler, mucitler umumiyetle herkesin düşündüğü gibi düşünmeyip bu sayede yeni yollar açmaya muvaffak olmuşlar ve bütün devirlerde normal insanların gö­züne az çok anormal gibi görünmemişler midir?

Aşırı iyimserlerle aşırı kötümserlerden hangileri acaba daha normaldir? Bu suale kolayca cevap ve­rebilir misiniz? Fakat bütün bunlara rağmen normal insan olmanın anormal insan olmaktan muhakkak ki, daha zor olduğunu kabul edelim. Normal bir in­san olmak için o kadar çok kabiliyete, o kadar fazla meziyete, o derece mükemmel bir dengeye ihtiyaç vardır ki eğer bu sıfatı kolay kolay herkese yakıştırmayıp yalnız kendimize münasip görüyorsak büsbü­tün de haksız sayılmayız!

Çünkü nihayet ne kadar ölçülü, ne kadar iyi niyet­li, normal insan olmak hususunda ne derece azimli ölursak olalım nihayet hepimizde az çok anormallik vardır. Öyle ki bir insanın “ben normal bir insanım” demesi bile onun normal olmadığına delalet eder.

FAYDALI BİR İŞ GÖRMEK ZEVKİ

Bir iş görme, bir eser vücuda getirme zevki yalnız münevverlere, sanatkârlara mahsus zevklerden de­ğildir. Bizim en iptidai zannettiğimiz insanlar bile bir eser vücuda getirmenin zevkiyle mest olmasını bilir­ler. Zaten insanı yeryüzündeki öbür mahluklardan ayıran başlıca fark da galiba budur. Kaldı ki hayvan­lar bile insanlarla beraber yaşamaya razı oldukları andan itibaren ancak iş görmeye yanaştıkları nis­pette insanların gözüne girebilmişlerdir. Zamanımız­da büyük şehirlerde süs hayvanı hâline gelen kedi­lerle köpekler bile fare tuttukları ve bekçilik ettikleri için sevilirler.

***

Bilmem size de öyle gelir mi? Evlerde, odaların içinde beslenen, kucaklarda dolaşan kedilerle kö­peklerin suratlarında pek mahzun bir hâl vardır. Ne yapacaklarını bilmedikleri için yüzünüze âdeta ağlar gibi bakarlar. Onların faydasız, lüzumsuz oldukları­nı hissettiklerine, bir iş görmeden oturdukları için

S4

kederlendiklerine hükmetmek herhâlde yanlış ol­mayacaktır. Bir de tarlayı sürüp veya akşama kadar döğen çevirip de bir kenarda işini görmüş, vazifesi­ni bitirmiş, ortaya bîr eser koymuş olmanın huzu­ruyla geviş getiren öküzün o keyifli, insanın yüzüne “Sanki siz bugün ne yaptınız?” diyen bir tavırla bak­masını hatırlayınız. Böyle bir manzara karşısında va­zifesini yerine getirmiş öküze karşı bir saygı duygu­su beslememenin imkânı var mıdır? Yokuşlarda, ar­kalarına bağlanmış yüklü arabaları var kuvvetlerini harcayarak düze çıkarmaya çalışan atlan bilmem siz de benim gibi hayranlıkla seyreder misiniz? Onları seyrederken içimde, arabanın bir ucuna dayanarak onlara yardım etmek arzuları uyanır. Çünkü bir iş başarmak uğrunda bu derece gönülden gayret sarf etmek hayran olmaya değer bir meziyettir. Atların ne düşündüklerini tabii bilmiyoruz; fakat onların ara­balarını yokuşlardan düzlüklere çıkardıkları zaman keyifli keyifli bir koşuşları vardır ki, yalnız bu hâlleri­ne bakıp onların da, tıpkı insanlar gibi, zor bir işi ba­şarmaktan zevk duyduklarına hükmetmek yerinde olur.

***

Fakat insanların iş görmek bakımından daha üs­tün olan tarafları, gördükleri işin mutlaka faydalı ol­ması hususunda besledikleri samimi arzudur. Hay­van bilmez, ona, hiçbir faydası olmayan işler uğrun­da da tükenmez bir gayret sarf ettirmek mümkün­dür. Susuz bir bostan kuyusunun dolabını bir ât öm­rü boyunca, bir iş görüyor sanarak çevirebilir. Fakat insanlar yaptıkları işlerin faydalı olmasını, bir şeye yaramasını isterler.

Geçenlerde pek sevdiğim bir mühendis dostumla bu mevzu etrafında görüşüyorduk. Kendi kırk yıllık

tecrübesinden misaller getirerek dedi ki: “En kara cahil, en muhtaç insanların bile faydasız bir iş gör­meye zorlanamayacaklarını sîzler bizim kadar anla­yamazsınız. Ben çok tecrübe etmişimdir. Mesela son derece fakir ve kara cahil bir işçiye günde 15 lira ve­rip bir kuyu açtırabilirsiniz. Bu işi kendi mahareti ve gayreti ölçüsünde yapar. Bir müddet sonra aynı iş­çiyi çağırıp evvelce açmış olduğu kuyuyu, bu sefer yine 15 lira yevmiye ile doldurmasını söyleyiniz. Onu da yapar. Bu işi bitirdikten sonra aynı adamdan bu sefer kuyuyu tekrar açmasını isteyecek olursanız bi­raz canının sıkıldığını fark edersiniz. Ne çare ki yev­miyeyi almak için bu işe bir kere daha katlanacaktır. Fakat kuyuyu açtırdıktan sonra tekrar doldurmasını emrederseniz, o muhtaç adam, bütün ihtiyacına rağmen işi bırakır gider. Karnını doyurmak, çoluk çocuğunu geçindirmek pahasına bile olsa faydasız işe onu devam ettiremezsiniz. Eğer açıkça reddedip söylene söylene yaptırdığınız işin bir manasızlık ol­duğunu kafanıza kakmazsa bir bahane uydurup çe­ker gider.”

***

Sabah, akşam işinize gidip gelirken yollarda bir binayı elbirliğiyle yükseltmeye çalışan birçok inşaat işçisi görürsünüz. Bütün bu insanlar faydalı bir iş yaptıkları kadar, bir eser vücuda getirmeye katıldık­ları, yapılan çorbada tuzları olduğu için mesutturlar. İnşaat biter, bina meydana çıkar, işçiler hesaplarını görüp başka bir inşaatta vazife alırlar. Fakat fırsat düşüp evvelce yapmış oldukları binanın önünden geçerlerken orada bir duvar örmüş, bir sıva yapmış veya sadece temel toprağı bile çıkarmış olsalar “Bu binayı ben yaptım.” diye iftihar ederler. İşin garip olan tarafı da bir binanın hakikaten kimin tarafından yapılmış olduğunun bilinmemesidir. Mal sahibi

onun kendi eseri olduğuna inanır. Mühendis veya mimar “Ben yaptım.” der. Hâlbuki duvarlarını yük­seltmiş olan duvarcılar, betonlarını dökmüş olan be­ton işçileri, döşemelerini çekmiş, kapılarını, çerçe­velerini takmış olan marangozlar, damını örtmüş olan çatı işçileri binaya göğüslerini gere gere kendi eserleri olarak bakmaktadırlar.

Bir binaya sadece kırk, elli çivi çakmış olan ada­mın bile kendini o binayı vücuda getirenler arasında saymakta şüphesiz hakkı vardır.

Zaten işin garip olduğu kadar güzel olan tarafı da bu değil midir?

Yeryüzünde insanların vücuda getirdikleri en muh­teşem ve en ömürlü eserler şehirlerdir ve bir şehrin kimin tarafından yapıldığı da belli değildir. Onlarla milletler iftihar ederler. Herkes onu kendi eseri sayar ve böyle saydığı için de en büyük sevgi ile şehrine, kasabasına ölünceye kadar bağlı kalır. Eski bir filo­zof, “Eğer şehirler bir kişi tarafından vücuda getiril­miş olsaydı daha güzel olacaktı.” demiştir. Belki bu söz doğrudur, belki şehirler bir kişinin eseri olsaydı daha güzel olurdu, fakat herhâlde insanlar, asırlar boyunca, nesilden nesile milletin devamlı emeğiyle vücuda gelmiş olan şehirlerini bugün sevdikleri ka­dar sevemezlerdi.

***

Zaten aslına bakarsanız dünyada bir kişinin, yal­nız bir kişinin emeğiyle vücuda gelmiş eser de pek yoktur. Ressamın tablosu ki bir kişinin eseri gibi gö­rünür, onu filan ressam yapmış diye beller, o ressa­mın adını göklere çıkarırız. Gerçi bunda haksız de­ğiliz. Eserdeki güzellik, şüphesiz ressamın eseridir. Fakat resimdeki boyaların altında yatan tuvali doku­muş olan ustalar, renk renk boyaları hazırlamış olan

boyacılar, fırçalan imal etmiş olan işçiler bu tabloyu biraz olsun benimserlerse büsbütün haksız sayılabi­lirler mi? Nitekim dokumacılar, boyacılar ve fırçacı­lar henüz dünyaya gelmedikleri devirlerde yağlı bo­ya resim de yapılamıyordu. Vaktaki onlar malzeme­yi hazırlamaya başladılar, ressam da kayaların üzeri­ne resim kazımaktan kurtuldu. Kendisine yardım edenlerin sayesinde ebedî eserler vücuda getirmek imkânına kavuşmuş oldu. Gerçi yaşadığımız devrin ressamları çizdikleri acayip resimlerle boya ve bezle­ri pek boşuna harcıyorlar ama muhakkak ki arala­rından çıkacak olan gerçek sanatkârlar günün birin­de faydalı bir iş görmenin saadetini tatmaya muvaf­fak olacaklardır.

Bütün mesele sarf ettiğimiz emeklerin boşa git­memesidir. O zaman bu güzel, bu harikulade dünya­nın bile tadı kalmaz. Yaşama lezzetsiz bir hâle gelir.

***

Pekâlâ hatırlayacaksınız: İkinci Dünya Harbi pat­lamadan önce Almanya’da baş gösteren işsizliğe bir çare olmak üzere birtakım boş gezen adamları toplayıp onlara güya iş gördürüyormuş hissini ver­mek için dibi delik fıçılara su taşıtmışlardı. Geçen­lerde bir mecmuada bu hizmete katılmış adamlar­dan birinin hatıralarını okudum. Sabahtan akşama kadar dibi delik fıçıya su taşımış olan o adam, “Ha­yatımda bundan büyük bir işkence tasavvur edemi­yorum. Faydasız ve dolayısıyla lüzumsuz bir insan hâline geldiğimi ilk defa o günlerde hissettim ve üç gün çalıştıktan sonra aç kalmayı göze alarak delik fıçıya su doldurmak teklifini kesin surette reddet­tim.” diyordu. İnsanın canı belki "boş oturmaktan sıkılır, fakat bütün hayatında çalıştığı hâlde bir tek favdalı eser vücuda getirememiş adamın sıkıntısı

herhâlde boş oturmuş adamın sıkıntısından bin ke­re daha ağırdır. Eğer gündelik hayatımızda akşam­üstü yorgun argın evimize döndüğümüz zaman bi­raz olsun gülebiliyor neşelenebiiiyorsak bu neşe­nin tohumlarını o günkü çalışmalarımızda faydalı bir iş gördüğümüze inanmamızda aramalıyız. Fay­dalı bir hizmet bütün meşakkatleri unutturur. İnsan kendi kendine kalıp da o müthiş muhasebeye dal­dığı zaman ancak, “Ben de memleketimde, işimde, evimde faydalı olabiliyorum, bu toplulukta benim de bir vazifem var." diyerek teselli bulabilir.

Allah kimseyi böyle bir teselliden mahrum bırak­masın!

İHTİYARLIK ÜZERİNE

Hepinizin ulaşmak istediğiniz, fakat ulaşınca da kötülediğiniz bir insan hâli vardır: İhtiyarlık. Dünya­da ihtiyarlık üzerine yazılmış kitapların en güzellerin­den biri olan, Çiçero’nun “İhtiyarlık” adlı kitabı Ba­yan Ayşe Sarıgöllü tarafından Millî Eğitim Bakanlığı­nın klasikler serisi içinde Türkçeye çevrildiği için bu güzel kitap dolayısıyla ihtiyarlıktan uzunca bahset­mek fırsatı da elimize geçmiş bulunuyor.

Eski Latin hatibi ve devlet adamı Çiçero’nun pek meşhur olan bu kitabının güzelliği, ihtiyarlığı kötülemeyip methedişinden ileri gelmektedir. İsa doğma­dan 40 yıl önce yazılmış olan bu kitabı okuyanlar, ihtiyarlığın da artık tatlı ve hoş bir hâle geldiğini söy­lemişlerdir. Bu kitabı bayram tatilinde, bir ağaç göl­gesinde uzanarak, cidden güzel olan Türkçesinden tekrar okurken ömrümün ihtiyarlık çağına yaklaş­makta olduğum için âdeta sevindim. Şimdi bu ki­taptan aldığım kuvvetle ben de Çiçero gibi ömrün her çağının güzel ve her çağını sıkıntısız geçirmenin kabil olduğunu iddia edebiliyorum.

Ömrün her çağı güzeldir. Bunun tersini söylemek tabiatı, hayat piyesinin bir perdesini güzel yazdığı hâlde son perdesine aldırış etmeyen bir acemi piyes muharriri yerine koymak olur. Bu elbette ki olacak şey değildir. Tabiat her çağı birtakım güzelliklerle süslemeye bilhassa itina etmiştir.

Siz bakalım, ihtiyarlığın nesinden şikâyet ediyor­sunuz? İnsanı işlerden uzaklaştırmasından mı? Vü­cudu zayıf düşürmesinden mi? İnsanı bazı zevkler­den mahrum etmesinden mi? Yoksa ölüme yakın oluşundan mı?

***

İhtiyarlık insanı işlerden uzaklaştırırmış derler. Evet, ama hangi işlerden? Önce onu belli etmeli. Gençlik isteyen, kuvvet isteyen işlerden değil mi? Bir kere ihtiyarların kuvveti yoktur diye boşuna üzülmemeli. Çünkü onların kuvvetli olmalarına zaten lü­zum yoktur ki! Sonra, vücut hâlsiz de olsa ihtiyarla­ra göre, manevi kuvvetlerle yapılacak işler az mıdır? Ya tecrübeleriyle, düşünceleriyle, öğütleriyle büyük işler gören ihtiyarlara ne demeli? İhtiyarların işe ya­ramadığını söyleyenler ne söylediklerini bilmeyen insanlardır. Böyle bir iddiada bulunmak bir gemide dümencinin hiçbir işe yaramadığını söylemek gibi­dir. Öyle ya, gemide kimi direğe tırmanır, kimi gü­vertede koşar, kimi geminin suyunu boşaltır. Dü­menci ise geminin kıç tarafında, dümen elinde, ra­hat rahat oturur. Hâlbuki geminin selameti namına en mühim vazife .dümencidedir. Gerçi ihtiyarlar gençlerin yaptıkları işleri yapamazlar ama çok daha büyük, çok daha iyi işler görürler. Büyük işler kuv­vetle veya çeviklikle değil, düşünce ile, sözünü ge­çirme ile, ortaya doğru fikirler atmakla başarılır.

Ama yaşlandıkça hafıza zayıflarmış. İnsan, hafıza­sını işletmezse yahut hafızası doğuştan ağır işliyorsa, ihtiyarladıkça zayıflar elbette. Siz bir ihtiyarın parasını sakladığı yeri unuttuğunu hiç duydunuz mu? İhtiyar­lar iş edindikleri, ehemmiyet verdikleri şeyleri unut­mazlar. Bunaklık denen ihtiyarlığa has aptallık da her ihtiyarda değil, hafif akıllı, gençliğinde zihnini işlet­memiş insanlarda olur. Hele okumuş yazmışlarda, bütün hayatları boyunca fikir yormuş, ruhunu zen­ginleştirmiş olanların ihtiyarlıklarında bunadıkları gö­rülmemiştir.

***

İhtiyarlıkta insanın kuvvetten düştüğü doğrudur. Fakat gençliğinizde zaten fil kadar kuvvetli olmak is­temediğinize göre şimdi neden gençliğinizdeki kuv­veti kaybettiğinize üzülesiniz? Etrafınızda gençler do­laşıyor. Siz de onların arasında gücünüzün yettiği işi yaparsınız, olur biter. Ağır yükleri kaldırmayı gençle­re bırakınız. Sizin, hatta oturduğunuz yerde pek az kuvvetle yapacağınız işler vardır. Belki pehlivan ol­saydınız, “Artık gençleri yenemiyorum.” diye üzülebilirdiniz. Hâlbuki ona da üzülmeye yer yok. Gençle­re kendilerinden daha kuvvetli olanları nasıl yene­ceklerini öğretmek, onları yenmekten daha zevkli­dir. Gençliğinde iyi bir pehlivan olan Krotonlu Milon ihtiyarlığında, genç pehlivanları seyrederken kendi kollarına bakıp ağlaya ağlaya “Ah, bunlar öldü ar­tık!” demiş. Herkes de pazı kuvvetinin geçici oldu­ğunu bilmeyen bu akılsız adamın hâline katıla katıla gülmüş.

Hem ihtiyarlıktaki dermansızlık, ihtiyarlıktan çok, gençlikteki kabahatlerin bir sonucudur. Gençlerin zevke, içkiye düşkünlükleri ihtiyarlığa miras olarak hâlsiz bir vücut bırakır. İnsan, kuvvetini idare etmesini

bilmeli. Yalnız gücünün yettiği kadarına el atmalı. Ancak böyle olursa insan “Artık eski kuvvetim kal­madı.” diye hayıflanmaz. Her çağın kendine göre bir hâli vardır. Çocuklarda çelimsizlik, delikanlılarda taş­kınlık, orta yaşlılarda ağırbaşlılık, ihtiyarlarda olgun­luk tabii hâllerdir. Bunları zamanında kabul etmeli.

***

Gelelim ihtiyarlığa buldukları üçüncü kusura, yani onların bazı zevklerden mahrum olmalarına... Çiçero diyor ki: “Eğer yaşlılık bizden gençliğin o kötü ku­surunu uzaklaştırıyorsa ne büyük bir iyilik ediyor. İh­tirastan doğan zevklerin göze aldırmadığı hiçbir suç, hiçbir kötü hareket yoktur. Çünkü kendini zevke kaptıran insanda itidal diye bir şey kalmaz. Onun için maddi zevkten daha zararlı bir şey yoktur. Eğer bu, sürekli olursa ruhun bütün ışığını söndürür. Ma­demki muhakeme ile, akılla zevk arzusunu kendi­mizden uzak tutamıyoruz; öyle ise doğru olmayan bir şeyin önüne geçtiği için ihtiyarlığa karşı büyük bir minnettarlık duymamız lazım. İhtiyarların zevki aramaları bu bakımdan bir kusur değil, belki övünü­lecek bir şeydir. İhtiyarlar ziyafetlerden, zengin sofra­lardan, sık sık kadeh boşaltmaktan uzak kalırlarken sarhoşluktan, hazımsızlıktan, uykusuzluktan da uzak kalıyorlar demektir.”

Ama ihtiyarlar somurtkan, tasalı, çabuk kızar, hat­ta hasis olurlarmış. Bunlar mizacın yarattığı kusurlar­dır. İhtiyarlığın değil. İyi mizaçlı, yaşamanın usulünü bilen kimselerde bu kötü taraflar daha az hissedilir. Her şarap nasıl eskimekle ekşimiyorsa, her insan da yaşlanmakla aksileşmez. Öyle ihtiyarlar tanırım ki, diyor Çiçero, ihtiyarlığa sızlanmadan katlanırlar. Hat­ta, “Ne iyi oldu da gençliğin aşırı ihtiras zincirlerin­den kurtulduk.” diye sevinirler. Çünkü ihtiyarlıktan

sızlanmaya sebep olan kabahat yaşta değil, mizaç­tadır. İtidalli olan, hırçınlık, aksilik etmeyen kimsele­rin ihtiyarlığı da güzel olur. İhtiyarlığın kötülüklerine karşı en iyi silahlar neleYdir biliyor musunuz? Bilgili ve faziletli olmak. Gençlikte edinilen bu meziyetler insana ihtiyarlıkta tadına doyulmaz bir zevk verirler.

***

Şimdi kalıyor son mesele: Hani şu, ihtiyarlığın ölü­me yakın oluşu. İhtiyarlığı bu kadar göklere çıkaran hakim Çiçero bu bahse gelince “Evet,” diyor, “ölüm ihtiyarlardan uzun müddet uzak kalamaz ama bun­ca yıl yaşayıp da ölümün küçümsenmesi gerektiği­ni anlayamayan ihtiyara da yazıklar olsun! Eğer ölüm ruhu büsbütün yok ediyorsa üzerinde durma­ya değmez. Yok eğer onu sonsuz bir ömür yaşaya­cağı başka bir yere götürüyorsa, o zaman istenilme­si gereken bir şey. Bu iki ihtimalden başka üçüncü bir ihtimal de yoktur ya... Öldükten sonra bedbaht olmayacaksam, hele daha mesut olacaksam ölüm­den ne diye korkayım? Genç bile olsa, akşama ka­dar yaşayacağını kesin olarak söyleyecek kadar ap­tal bir insan var mıdır?”

***

İşte Çiçero, o pek güzel, 2000 senedir tazeliğini kaybetmemiş olan “İhtiyarlık" adlı kitabında ihtiyar­lık için bunları söylüyor. Hatta bir adamdan da bah­sediyor. 99 yaşına kadar yaşamış olan bu adama “Niçin dünyada bu kadar çok kalmak istiyorsun?” diye sormuşlar da “İhtiyarlık çok hoşuma gidiyor da onun için!” cevabını vermiş. Akıllı ihtiyarlara da za­ten böyle demek yakışır.

İhtiyarların belki kusur olarak gösterilebilecek bir hâlleri vardır. O da fazla, biraz fazla konuşmalarıdır. Bunun sebebini de belki bilirsiniz. Mitolojiye göre

Tıtanos hayat veren Tanrıça Eos’a âşık olmuş, Eos da onun sonsuz bir ömür yaşamasını temin etmiş­ti. Eos böylelikle sevgilisinin ölmesine mâni oldu ama ihtiyarlamasının önüne geçemedi. Sonunda ihtiyarlıktan çok hâlsiz düşen Titanos’a Tanrılar acı­dılar, onu cırcır böceği hâline soktulaı. İhtiyarların çok konuşmaları bundandır, derler. Fakat bu kadarcık kusur, eğer bir kusursa, kadı kızında da bulunur değil mi?

GENÇLİĞE DAİR

Çiçero’nun meşhur kitabının Türkçeye çevrilmesi dolayısıyla ihtiyarlardan bahsedişim itirazlara sebep olabilir. İhtiyarlığı ne kadar övseniz kimseye beğendiremezsiniz. Hâlbuki herkes ya vücutça ya ruhça genç olduğunu iddia etmektedir. Bu sebeple genç­lik daha umumi bir mevzudur. Zaten gençlikten ihti­yarlığa geçildiğine göre sıra bakımından da önce gençlikten bahsetmeniz lazım gelirdi denebilir. Onun için bu sefer de gençlikten bahsedeceğim.

Hepiniz bilirsiniz, bir söz vardır. “Kabahati gelin et­mişler de kimse almamış.” derler. İhtiyarlık da kaba­hat gibidir. Onu kimse üzerine almak istemez. “Artık ihtiyarladım.” diyenlere dikkat ederseniz bunların henüz ihtiyarlıktan epey uzakta olduklarını görürsü­nüz. Hatta bu sözü, biraz da genç oldukları söylen­sin, daha sizin ihtiyarlığınıza çok vakit var, densin di­ye laf arasında ortaya atarlar! Ama gerçekten ihtiyar­lamış olan bu bahse hiç yanaşmaz. Yanaşmamakla da çok iyi eder; çünkü, insanın ihtiyarlığından da,

gençliğinden de bahsetmesi, biteviye bunlar üzerin­de durması manasız bir şeydir.

***

Eskiler, herhâlde vakitleri daha çok olduğu için, hayli uğraşmışlar, insan ömründe gençliğin ne zu­rnan sona erip ihtiyarlığın ne zaman başladığını ke­sin olarak açığa vuracak bir yaş aramışlar, fakat bir türlü bulamamışlar. Eski Romalılar ihtiyarlığın umu­miyetle 46 yaşında başladığını kabul ederlerdi. Hâlbuki bugün hayatın ancak 40’tan sonra başladı­ğını ispat eden kitaplar çıkmaktadır. O zamanla bu zaman arasında ne fark vardır ki, şimdi hayat 40 ya­şından sonra başlıyor, diyeceksiniz.

Büyük fark vardır. 2000 yıl önce cemiyet hayatı bugün olduğu kadar öğrenilmesi güç bir hayat de­ğildi. O zaman huzur içinde, tabiatla baş başa yaşa­yan insanlar 20-30 yaşlarında filozof olabiliyorlardı.

Hâlbuki bugün tahsil, daha önce de bahsetmiş­tim, 30 yaşında bitiyor. Hayatta 30 yaş, eğer ortala­ma insan ömrü 60 yıl olarak kabul edilirse ömrün yarısıdır. Sevgili şairimiz Cahit Sıtkı 35 yaşı ömrün yarısı sayıyor. Belki haklıdır. Çünkü bu yarım ömür­de, genç adam, elde etmeye çalıştığı mesleğin dı­şında, gençlik ateşinin tutuşturduğu meraklı futbol oyunundan sinema.artistlerinin hususi hayatına ka­dar daha birçok şey öğrenmeye mecburdur. Çünkü zamanımızda bunlardan haberi olmayanı ihtiyar, hatta bilmemekte çok ileri gitmişse bunak sayabi­lirler. Hâlbuki yalnız bunları öğrenmek, mesela bir aralık futbola fazla dalmak veya sinema artistlerinin bir gayya kuyusu olan hayatlarını fazlaca inceleme­ye koyulmak tahsil hayatından bir, iki yılı sakatlaya­bilir. Demek ki, genç adamın, tahsilini tamamla­maya çalıştığı sıralarda, zamanımız için zaruri olan

hayat bilgilerini edinmek uğrunda en az iki yılını fe­da etmiş saymakta büyük hata yoktur.

***

Sonra unutmamalı ki, eski devirler sükûn devirle­ri, huzur devirleri idi. İnsanlar daha dinç kafa ile dü­şünebiliyor, daha rahat çalışabiliyordu. Ağacının dalında, rüzgârların yaprakları okşayarak geçerken yaptığı hafif hışırtılar içinde tatlılaşan bir elma gibi, insanlar da küçük ve tenha şehirlerin sükûneti için­de olgunlaşıyorlardı. Büyük İngiliz edibi Aldous Huxley’in dediği gibi, 20’nci asır birçok şeyin asrı olduğu kadar, gürültü asrıdır da. İnsanlar maddi gürültülerden başka, manevi gürültüler ve hele ar­zuların gürültüsü içinde yuvarlanıp durmaktadırlar. 19’uncu asrın sonlarında dünyaya gelip 20’nci as­rın hayatını dolduran büyük icatlar, o sinemalar, o uçaklar, o telefonlar, o radyolar, o otomobiller san­ki her şeyden fazla, gürültü yapmak için icat edil­mişlerdir. Dinlemek istemeyenler için mahallenin radyolarını kısmak kabil olmadığı gibi otomobillerin yalnız klaksonlarını susturmak için vatandaşlara ağır cezalar kesmek icap etmektedir.

Bu yaman gürültü asrında kafası şişmeden tahsi­lini bitirmeye muvaffak olan delikanlıya ne mutlu!

Ne mutlu ama yaş, daha mektep sıralarından ay­rılırken 32’yi bulmuştur. Düşünün ki, gencimiz he­nüz vatan müdafaasını öğrenmek için zaruri olan askerlik hizmetini yeni yapacağı gibi, neslini devam ettirecek çocuklarını dünyaya getirmek için evlen­meye de henüz vakit bulamamıştır. Geleceğin anne­leri, onları, tahsillerini bitirsinler diye evlerinde otu­rup bekliyorlar!

Ne ise... Fazla uzatmayalım, gençler için tahsil ve terbiyenin tamamlanması, hayatın öğrenilmesi ve

yaşamayı sağlayacak işin tutulması ancak 35 yaşın­da kabil olunca hayatın 40’tan sonra başladığını id­dia etmek kadar tabii bir şey olabilir mi?

***

Benim gençlik yerine ihtiyarlıktan bahsetmeyi ter­cih edişim, biraz da zamanımızda gençliğin, eski de­virlere nispetle bir ihtiyar olgunluğu istemesindendir. Bu gürültülü, bu bin bir maceralı hayat içinde gençlerin daha 20 yaşlarından itibaren gelecek için çok iyi hazırlanmaları, önlerine açılan çeşitli yolların en selametli olanını seçmek zorunda bulunmaları, çok iyi öğrenmek için de devrimizin pek bol olan eğlencelerine kendilerini pek fazla kaptırmamaları icap ediyor. Gençliklerinde tecrübeli bir adam ol­gunluğu gösteremeyenlerin 40’ından sonra başla­yan hayatları da tatsız olur ve üzüntüler içinde sona erer.

Zamanımızda çocukluk devri çok uzamış, gençlik devri de kısala kısala orta yaşlılıkla Dirleşmiştir. Zaten gençler, adam yerine konmak için yaşlanmayı, yaşlı­lar da hayattan zevk alabilmek için gençleşmeyi is­terler. Duaları hep bu yoldadır. Ve bu dualar hiçbir devirde zamanımızdaki kadar kabul edilmiş değildir. Toplantılarda annelerle kızların, babalarla oğulların birbirlerinden ayırt edilmemesi de herhâlde bundan olacaktır.

Vücudunuzun yaşını bir tarafa bırakın da siz kafa­nızın, gönlünüzün kaç yaşında olduğuna bakın. Gö­nül ihtiyarladı, yaşamaktan zevk almamaya başladı mı, vücut ne kadar genç olursa olsun çöker gider.

HERKES KENDİ YERİNDE

Bir gün, ille de başkasının yerinde olmak isteyen biriyle tanıştım. Hâli epey garip olduğu için size on­dan bahsetmek istiyorum. Bu zat, her şeyi, ama her şeyi tenkit etmekle kalmıyordu; tenkit ettiği in­sanların yaptıkları işleri beğenmezken hep “Ben onun yerinde olsaydım şöyle yapardım. Ben onun yerinde olsaydım böyle yapardım.” diyerek o insan­ların yaptıkları yanlışları nasıl düzelteceğini anlatıp duruyordu.

***

Bir ahbabım anlattı: Dostlarından birinin pek gü­zel bir huyu varmış. Eğer biri böyle gelişigüzel sa­vurmaya, akıl vermeye kalkarsa, hiç sezdirmeden ağır ağır çantasını toparlar “Bana müsaade beyler!" diyerek işini görmek üzere başka yere gidermiş. Ben de, kendisini biteviye başkasının yerinde görmek is­teyen bu zatın karşısından uzaklaşmak imkânını ara­dım. Aradım ama bulamadım. Kaçmak bile her za­man kolay değildir. Bazen büyük cesaret ister. Gerçi

bu cesareti gösteremedim ama gözü hep başkası­nın yerinde olan o zatı muhteremin hâli sonunda bana bu mevzuu ilham etti. Hayatta kendi yerini beğenmeyip, daha doğrusu, kendi yerinde yapması la­zım gelen şeyi yapmayıp da başkasının yerinde ol­mak hevesi peşinde koşan insanın bir gevezeden başka bir şey olmadığına hükmederseniz hiç de al­danmış olmazsınız.

Bunu söylerken, insan kendi yerinde kalmalı, bir adım ötesine atlamak fırsatını koiiamamaiı demek istemiyorum. Böyle bir dilek herkesi olduğu yerde saydırmak istemekle birdir. İlerlemeyi önler. Elbette gözünüz daima daha iyide, daima daha güzelde ola­caktır. Ama ileriyi kollarken insan bulunduğu yeri doldurmak, o yerden taşmalı ki, daha ötesine hak kazansın. Montaigne filozofun bir sözü vardır. Da­ima büyük işler çevirmek arzusunda olanlara, ken­dilerine imkân verilse neler yapabileceklerini göste­receklerini ulu orta söyleyenlere seslenerek “Bir ke­re siz, kendi hayatınızı düzeltmeyi ve çevirmeyi bildi­niz mi? Eğer bunu biidinizse bütün işlerin en büyü­ğünü yaptınız demektir.” der.

***

Şunu da söylemek yerinde olur ki insanın, ne ya­parsa yapsın, başkasının yerinde olmasına imkân yoktur. Herkes kendi yerindedir. Şayet, hayali günün birinde gerçekleşir, hakikaten yerinde olmak istediği adamın yerine geçerse o zaman kendi yerine geç­miş sayılır. Ama can çıkar, huy çıkmaz. Öyle bir ye­re geçen adam yine muhakkak başka birini gözle­yerek onun yerinde olmayı isteyecek ve bütün ha­yatında olduğu gibi kendi yerini doldurmayı bece­remeyecektir. Hâlbuki, ben falanın yerinde olsay­dım şöyle yapardım, demenin hiçbir manası yoktur.

İnsan, biraz önce de söylediğim gibi, kendi yerinin hakkını vermeli. Üzerine aldığı vazifeyi başarmalı. Daima başkasının yerinde olmak isteyen insanlar kendilerini her şeyi yapmak kudretinde gören insan­lardır. Gerçi bunda biraz bizim de kabahatimiz var­dır. Biz de her şeyle ilgilenen, her şeyden biraz anla­yan insanlardan hoşlanırız. Hoşlanırız ama, dikkat ederseniz hayatta muvaffak olan, çetin işleri başaran insanlar bunlar değildir. Tam tersine, hiç olmazsa hayatlarının belli bir devresinde yalnız bir şeyle meş­gul olan, bütün dikkatlerini bir mevzu üzerinde top­layanlar muvaffak olurlar. Bu gibiler başkalarının ne yaptıklarına bakmazlar bile. Hele onların yerinde ol­mayı akıllarına bile getirmezler. Dikkatleri bir nokta­ya takılmıştır veya işlerinin peşine düşmüşlerdir; uğ­raşırlar, didinirler; sonunda bütün engelleri aşarak gayelerine kavuşurlar.

Tanıdığım bir hekim geçenlerde DanimarkalI bir kalp hekimini anlatıyordu. Bu zat kalbin bilmem hangi ameliyatını yapmakta dünyada eşi olmayan bir mütehassıs imiş. Bizim hekim diyor ki: “Kendi­siyle görüştüğüm zaman, insan kalbinin bir başka cephesi üzerinde bizim burada yaptığımız çalışma­lardan birkaçı hakkında kendisine izahat verdim. Söylediklerimi, kalple hiç meşgul olmamış bir he­kim gibi hayret içinde dinledi ve söylediklerimi çok dikkate değer buldu. Sonunda anladım ki, bu bü­yük hekim kendisine ihtisas olarak seçtiği kalbin yal­nız bir tarafı üzerinde çalışmış, senelerce bütün dik­katini o nokta üzerinde toplamış; sonunda bir şey öğrenmiş ama pir öğrenmiş. Nitekim bugün kalp üzerinde onun seçtiği sahayla ilgili ameliyatı ondan başka yapacak hekim dünyada mevcut değildir."

Bu hikâyeyi anlatan hekim dostumun o Avrupalı hpkimp havran kalmakta hakkı vardı. Avruoalılık

dediğimiz şey de zaten aslında bundan başka bir şey değildir. Bildiğini iyi bilmek ve bilhassa kendi ye­rini doldurarak hiçbir zaman başkasının yerinde ol­mayı istememek.

***

Hâlbuki bizim dikkatimiz aslında dağınıktır. Öyle adamlara rastlarız ki, bunlar her şeyden anladıklarını iddia ederler ve hakikaten birçok şeyden de anla­maktadırlar. Fakat bir noktada derinleşmiş, yani yine mevzuumuza dönerek söyleyelim, kendi yerini seçe­rek orada derinleşmeyi başarmış insanlarımız azdır. Zaten umumiyetle başkasının yerinde olmayı iste­memiz de az buçuk her şeyden anlamamız yüzün­den oluyor. Aslına bakarsanız bir adamın her şeyi yapmasına, her şeyi bilmesine imkân yoktur. Bir mu­harrir bütün romanları yazamayacağı gibi bir seyyah da yeryüzündeki bütün şehirleri dolaşamaz. Önce hedefi seçmek lazımdır. Bu hedef de başkasının ye­rinde olmak değil, kendi yerinde olmaktır. İnsanın kendi yerini doldurması için de bilgi dünyasında bir hayli yol alması lazımdır. Birçok hedefe birden git­mek isterseniz kuvvetlerinizi dağıtır, saçarsınız; o sa­çılmış kuvvetlerle beraber siz de dağılırsınız. Şair Goethe genç şairlere öğüt verirken “Bir destanı yazma­ya karar verirseniz ona küçük şiirlerle başlamalısınız.” der. Nitekim bütün büyük işler başarmış adamlar kü­çük işleri başara başara büyük işlere geçmişlerdir.

***

Andre Mourois’nın da dediği gibi, eğer uzun bir yolu bir solukta aşacağınızdan pek emin değilseniz onu birkaç parçaya bölmeniz akıl işidir. Tıpkı dağ köylüleri gibi. Dağ köylüleri bir dağa tırmanacakları zaman önlerine bakarak yola çıkarlar. Başlarını kal­dırın da çıkacakları en vüksek teoeve hiçbir zaman

bakmazlar. Çünkü başlangıçta böyle bir bakış insa­nın soluğunu kesebilir. Gözleri daha çok, yere dikil­miştir. Veya biraz ilerisini kollayarak ilerlerler. Fakat bu ağır gidiş onları yavaş yavaş tepelere çıkarmak­tadır. Sonunda, varmak istedikleri dağ başına ulaş­tıkları zaman pek de zahmet çekmeden aştıkları me­safeleri, ayaklarının altında kalan uçurumları seyret­mek pek zevkli olur.

Kendi yerlerini iyice dolduramadıkları hâlde baş­kalarının yerinde olmak isteyen insanları böyle bir dağ eteğinde sayacak olursanız, onları, her yere git­mek istediği hâlde hiçbir yere gidememiş bir köylü­ye benzetebilirsiniz. Ama böyleleri size, gitmek iste­diğiniz yere nasıl gideceğinizi anlatmaktan büyük zevk duyarlar. Bir yere gidememiş bir adamın gide­ceğiniz yere nasıl gitmeniz lazım geldiğini anlatma­sını siz de tabii, bıyık altından gülerek dinlersiniz.

Başkasının yerinde olmayı şimdilik bir tarafa bı­rakarak kendi yerimizdeki duruşumuzu inceleyelim ve her şeyden önce kendi yerimizi doldurmaya ça­lışalım.

TESADÜFLER

Hayatımızı tesadüfler idare eder, demek ne kadar yanlışsa, hayatımızdaı tesadüflerin zaman zaman oy­nadığı mühim rolü görmemezlikten gelmek de o kadar yanlış olur. Belki bugün odanızda, radyonu­zun etrafında toplanan aile birliği bile geçmiş gün­lerdeki bir tesadüfün eseridir. Mesela, ne bileyim ben, günün birinde çoktan beri görmediğiniz bir mektep arkadaşınıza rastladınız. O arkadaşınız laf arasında size hiç tanımadığınız bir hanımdan bah­setti. Birdenbire içinizde, bahsi geçeni görmek arzu­lan uyandı. İşin peşine düştünüz ve emelinize kavuş­tunuz. Elinde bir yay, gözleri bağlı, her kalbe rastgele oklar atan Aşk Tanrısı’nın o sırada savurduğu ok­lardan biri kalbinize saplandı. Olan oldu.

Artık bi mem, geçmiş olsun mu diyeyim, Allah mesut etsin mi diyeyim, her ne hâl ise, elbette bu netice yalnız bir tesadüfün eseri değildir. Bu neticeyi hazırlamak için siz de çalıştınız. Fakat gene unutma-

hâlâ kendi kendinize izah edemediğiniz o tesadüf tayin etmiştir. Eğer tesadüf, fi tarihinde o mektep ar­kadaşınızı sizin karşınıza' çıkarmasaydı bugün haya­tınız, nasıl olacağını kimselerin bilemeyeceği bir başka istikamete doğru akıp gitmiş olacaktı.

***

Ama ben burada, kendi hayatımıza tesir eden, ba­zen nevrimizi döndürüp bazen de önümüzde yeni ufuklar açan tesadüflerden değil de -çünkü bunlar saymakla tükenir gibi değildirinsan cemiyetlerinin yaşamasına tesir eden, hayatımızı topyekün başka­laştıran tesadüflerden bahsetmek istiyorum.

Bir zaman maymunların gençliğini insanlara aşı­lamak sevdasına kapılan ve bu sevdasıyla gönülleri genç kalmış ihtiyarlardan çoğunun da yüreklerini hoplatan meşhur Doktor Voronof, dâhilerin hayatla­rına dair yazdığı meraklı bir kitapta büyük keşif ve icatların gerçekleşmesinde tesadüflerin oynadığı ro­lü de tetkik etmiştir.

Yeni karşılaşılmış bir hadisenin zihinde uyandırdı­ğı canlılık, mantığı da harekete geçirir. Birdenbire doğuveren fikir derinlere doğru ine ine sebebi gizli kalmış bir hadiseyi yavaş yavaş aydınlığa kavuşturur. Hadiseler birbirlerine zincirleme bağlıdırlar. Fakat onları birbirine bağlayan halkalar bazen o kadar gö­rünmez bir hâldedirler ki, bunları meydana çıkar­mak için çok defa zekâ da kâfi gelmez, dehaya ihti­yaç vardır.

***

Dünyanın kuruluşundan 17’nci asrın ortasına ge­linceye kadar kim bilir kaç kişi sonbahar mevsimin­de elma bahçelerinde, o güzelim elma ağaçlarının altında oturmuş ve kim bilir kaç kişinin başına tesa-

bir yer çekimi kanununun hüküm sürdüğünün mey­dana çıkması için, ağaçta duramayacak kadar ol­gunlaşmış bir elmanın ancak büyük İngiliz âlimi Newtonun başına düşmesi icap etti. Biz olsaydık bel­ki de bu münasebetsiz elmaya kızar, aksilenirdik. Hâlbuki Newton elmayı kafasına yiyince aksileneceği yerde ilk defa olarak kendi kendine, “Bu elma neden düşüyor?” diye sordu ve gene ilk defa olarak âlim kendi sorduğu bu suale gene kendi, “Yer çekiyor da onun için!” diye cevap verdi.

“Peki ama öyle ise Ay neden Dünyamızın üstüne düşmüyor?”

Âlimin zihninde sualler sualleri kovaladı. Tesadü­fün kafasına düşürdüğü o elma ve onun sebep ol­duğu araştırmalar Newtonu yer çekimi kanununun keşfine doğru sürükleyip götürdü. Bizim Amasya el­malarına hiç benzemeyen, belki de düşeceği yeri bilmekten başka hiçbir meziyeti olmayan alelade bir elma, harikulade bir kafaya evrensel bir gerçeği dank ettirmiş ve böylelikle fizikte büyük bir inkılap oluvermişti.

*k Jk Jk

Birçok icadıyla insanlığı kendisine minnettar bıra­kan Edison’un geceleri odalarımızı ışığa boğan am­pulü bulması da bir tesadüf eseridir. Fırtınalı gece­lerde gökyüzünün şimşeklerle aydınlandığı ve bu ay­dınlığın bir elektriklenme eseri olduğu biliniyordu. Fakat gecenin içinde kaybolup giden bu aydınlığı insanların emrine bağlamak için o müthiş elektrik kudretini çok küçük parçalara bölerek ufak elektrik ışıklan elde etmek lazımdı. Âlimler bu işin içinden çıkamıyor, imkânsız olduğunu itiraf etmekten de çe-

Edison bir âlim değildi, bir dâhi idi. Düğmeyi çe­virince ampulün yanmasını bile kendince böyle izah ediyordu. Hani basset dedikleri bacakları kısa, be­denleri upuzun yerden bitme köpekler vardır ya on­ları kastederek, “Böyle bir köpek tasavvur ediniz ki başı Londra’da, kuyruğu da Edinburg’da olsun. Edinburg'da köpeğin kuyruğunu çekerseniz köpek Londra’da havlar. İşte benim elektrik hakkında söy­leyeceğim de bundan ibarettir. Kuyruğunu çektiğim zaman köpeğin içinde ne olup bittiğini nasıl bilmi­yorsam, düğmeyi çevirdiğim zaman elektrik telinin içinde ne olduğunun farkında değilim.” diyordu.

Ampul daha bulunmadan da anot ve katot adı ve­rilen müspet ve menfi cereyanlı iki elektrik telinin birbirine değmesinden şerare çıktığı görülüyor, fa­kat bu ışığı sürekli tutmak kabil olmuyordu. Çünkü bu şerareye dayanacak tel bulunmamıştı. Tecrübe edilen her tel bir anda eriyip gidiyordu. Hem çok in­ce, hem de erimeden kalacak kadar sıcağa daya­nıklı bir tel bulmak lazımdı.

Edison günün birinde atölyesinde yalnız başına oturmuş, kömür hâline gelmiş bir maddeden yaptı­ğı siyah hamuru yoğururken bu maddenin çektikçe ip gibi uzadığını gördü ve işte o zaman aklına, zaten yanmış olan bu maddenin elektrik şeraresine daya­nabileceği geldi. Bu noktadan hareket ederek bir­çok deneme yaptı ve sonunda kömürleşmiş pa­muktan yaptığı bir ince teli ampulün içinde kullan­dığı zaman, o güne kadar geceleri yağlar ve gazlar­la ancak pek zayıf aydınlatılabilen dünyanın, parlak elektrik ışığıyla aydınlanması devrini açmış oldu. Edison’un dehasına çarpan bir tesadüf yüzünden geceler mağlup edilmişti.

İnsanlığa büyük hizmetlerde bulunan meşhur Pasteur de şarbon hastalığının hayvanlardan hay­vanlara canlı mikroplar vasıtasıyla geçmekte oldu­ğunu bir arkadaşıyla tesadüfen boş bir tarlanın ya­nından geçerken fark etmiştir. Şarbondan ölmüş hayvanların gömülü olduğu bu tarlada otlayan hay­vanların şarbondan öldüklerini görmesi onu bir ha­kikatin kucağına atmak için kâfi gelmişti.

***

Unutkanlık iyi bir şey değildir ve her zaman insa­nın başına olmadık işler açar. Fakat mesela bir gün, iyotlu gümüş levhaların bulunduğu bir dolapta kü­çük bir cıva tüpünün unutuluvermiş olması Daguerre’e fotoğrafı buldurmuş; yine bir dolapta unutul­muş fotoğraf plaklarının üzerinden tesadüfen kuv­vetli bir elektrik cereyanının geçivermesi röntgenin keşfine yol açmıştır. Gerek fotoğrafın, gerek röntge­nin hayatımızda oynadığı mühim rolü burada uzun uzun anlatmaya hiç de lüzum yoktur sanıyorum.

***

Arşimed’in banyoda, suyun içine girdikten bir müddet sonra deli gibi çırılçıplak dışarı fırlayarak, “Buldum, buldum!” diye bağıra bağıra Siraküza so­kaklarında koşmaya başladığını tabii bilirsiniz. Arşimed, tesadüfen içine gömüldüğü suyun kendisini yukan doğru kaldırmasından bugün dünyanın bü­tün denizlerinde mekik dokuyan gemilerin yapılma­sını mümkün kılan prensibi keşfetmişti. Banyoda cereyan eden tesadüfün milletlerin hayatına yaptığı muazzam teşiri bugün ölçmek bile kolay değildir.

***

Bırakalım bütün bunları, İkinci Cihan Harbi’nin unutulup küflenmiş bir peynir insanları muhakkak ölümlerden kurtaran Penicilline’in bulunmasına se­bep olmuş değil midir? Doktor Fleming, kolunda açık yara bulunan bir hastanın yarası üzerine bu peynir küfünün rüzgârla tesadüfen konmasından yaranın iyileştiğini görerek büyük keşfini vücuda ge­tirmiştir.

***

Tesadüflerin sebep olduğu harikalar elbette bu kadarcık değildir. Hayatınızın mesut tesadüflerle dolu olmasını ve sizin de bu tesadüflerden en iyi şekilde faydalanmanızı temenni ederim.

HERKES KENDİ HAYATINI YAPAR

Bir tesadüf beni genç bir memurla tanıştırdı. Ken­disiyle yüz yüze geldiğimiz zaman, biraz da sıkılarak bana bir itirafta bulundu. “İnsanın yaşı ne olursa ol­sun hayatta muvaffak olmak ve yükselmek için geç kalmış sayılmaz, tarzındaki sözleriniz bana cesaret verdi. Bu yaştan sonra muhasebe dersi almaya kalktım.” dedi.

Ara sıra söylediğim sözlerin büsbütün boşa git­mediğini bir tesadüfle öğrenmekten duyduğum he­yecanlı sevinci tarif edemem. İşte bir vatandaş, ken­disine mukadder saydığı çerçeveyi kırarak daha iyi­ye doğru gitmeye karar vermiş, daha üstün bir ha­yat seviyesine ulaşmak için yeni gayretler sarf etme­ye girişmiş. Ne güzel şey!

Bu güzel hadisede insanı üzen nokta bu zatın an­cak 30-35 yaşlarında bulunması ve bu yaşlarda ken­disini ihtiyarlamış sayması idi. “Bu yaştan sonra mu­hasebe öğrenmeye kalktım.” dediğine bakılırsa giriş­tiği yeni hamleyi biraz gecikmiş bulduğu anlaşılıyor­du. Kendisini kırkından sonra saz çalmaya kalkmış

sayan bir hâli vardı. Öyle ya... Nota bilmeyen ve ha­yatında eline saz almamış bir adam kırkından sonra bu işleri öğrenmeye kalkarsa ne yapabilir?

Hemen cevap vereyim ki, gayet mükemmel bes­teler yapabilir. Radyoda arada bir Hacı Arif Bey’in bestelerini dinler, eğer iyi eller tarafından çalmıyorsa mest olursunuz. Bilir misiniz ki bu Hacı Arif Bey hiç­bir saz çalmasını bilmez, üstelik notadan da anla­mazmış. Kaç yaşında bestekârlığa başladığını pek öğrenemedim ama hafızası çok kuvvetli olduğu için bir defa duyduğu şarkıyı pürüzsüz okur, üstelik pek kıvrak ve kibar besteler yaparmış. Hacı Arif Bey’in bestelediği eserlerin sayısı binden fazladır ve onlar musiki meclislerimizin en seçkin sermayelerini teşkil ederler.

***

Bilmem ki acaba küçük bir memur olması mı bu vatandaşımızı ümitsizliğe düşürüyor? Kim büyük memur olarak işe başlamıştır? Osmanlı devrinin en büyük sadrazamlarından Köprülü Mehmet Paşa kö­yünden İstanbul’a geldiği zaman okuma yazma bil­meyen bir delikanlı idi. Bu yüzden küçük bir kâtip olarak bile işe başlayamazdı. Saray mutfağına ya­mak olarak girdi. Oradan aşçılar arasına karıştı. Yüksek zekâsı ve yüksek azmi ile günün birinde sadraam oldu.

***

Osmanlı tarihinin büyük adamlarından çoğu kü­çük ve silik şahsiyetler olarak hayata başlamış, azim ve iradeleri sayesinde parlamışlardır. Kanunî Sultan Süleyman devrinde on üç yıl sadrazamlık eden ve Makbul İbrahim Paşa diye anılan Damat İbrahim Pa­şa, bir İtalyan gemicisinin oğlu idi. Çocukken Ceza­yir’de korsanların eline düşmüş, Manisa’da bir dul

kadına satılmıştı. Kanunî Süleyman henüz şehzade ve Manisa’da vali iken keman çalmakta maharetini görerek onu hizmetine aldı. Tahta geçince kendisi­ne odabaşı oldu. Kısa zamanda vezirler arasına gir­di. 1522’de de Pirî Paşa’nın yerine sadrazam oldu. Kanunî kardeşi Hatice Sultanı muhteşem bir dü­ğünle ona vermiş, böylelikle gemici çocuğu, Da­mat İbrahim Paşa olarak Macaristan, Avusturya se­ferleriyle Mohaç zaferinde yararlıklar göstermiş. Böy­le bir yükseliş gerçi insanın başını biraz döndürebilir. Fakat fazla gurur getirmesi, onun tarihte, Makbul İb­rahim Paşa yerine Maktul İbrahim Paşa diye anılma­sına sebep olmuştur. Çünkü sonunda öldürüldü.

***

Abdülmecit devri ile Abdülaziz devri arasında beş defa sadrazamlık ve yedi defa Hariciye Hazırlığı eden büyük devlet adamlarından Âli Paşa 15 yaşın­da Babıâliye Divanı Hümayun kalemine küçük bir kâtip olarak girmiştir. Babası Mısır Çarşılı Ali Rıza Efendi son derece fakir bir adam olduğu için ona ciddi bir tahsil yaptıramazdı. Ücret karşılığında çar­şının kapısını açıp kapıyor, oradan aldığı birkaç ku­ruşla çoluk çocuğunun ancak karnını doyurabiliyor­du. Hatta bu yüzden Âli Paşa’nın düşmanları onu Kapıcızade diye küçültmek istemişlerdir. Sonradan Âli mahlasını alan küçük Mehmet Emin ancak ma­halle mektebinde okuyabildi. Beyazıt Camii’nde bir sıra Arapça ders aldı. Tesadüfün itişiyle değil, yük­selme azmi ile Divanı Hümayun kalemine girmeye muvaffak olduğu zaman bir taraftan resmî işleri gör­meye çalışırken bir taraftan da, bizim şimdi muha­sebe dersi almaya teşebbüs eden memur arkadaşı­mız gibi, Fransızca öğrenmeye koyuldu. Kendi ken­dine öğrendiği Fransızca o kadar mükemmeldi ki onun kaleminden çıkan notaların üslubunu Frenkler daima takdir ile karşılamışlar, siyaset adamlığına im­renmişlerdi. İşte bu küçük memur azmi ve iradesi sayesinde 26 yaşında Osmanlı İmparatorluğu’nun Londra Büyükelçisi olmuş, 37 yaşında da sadrazam mevkiine yükselmiştir.

***

Bütün mesele yükselmek azminin bir kere gönül­de yer etmesi, düşüncenin hep o istikamette çalış­masıdır. Yaşama şevki canlılığını muhafaza ettiği, yani yelkenler suya indirilmediği müddetçe hayat çekiciliğini kaybetmez.

80 yaşında bir kadına, “Kadınlar aşkı düşünmek­ten ne vakit vazgeçerler?" diye sormuşlar.

“Daha o yaşa gelmedim, gelince söylerim." diye cevap vermiş.

Hayatı uzatan şey bile böyle bir yaşama ve hayat­tan zevk alma isteğinin canlı kalmasıdır. Daima yeni eserlere doğru gidelim ve daima yapmakta olduğu­muz eseri sevelim. 83 yaşında bir heykeltıraşa, “En beğendiğiniz eseriniz hangisidir?” demişler; “Şimdi yapmakla meşgul olduğum eser." demiş. Yapmakla meşgul olduğumuz eser, bu fâni dünyaya gözlerimi­zi kapayıncaya kadar devam edecektir. İnsanlar an­cak hayatın baştan başa bir eser olduğunu kabul et­mekle bu yola girebilirler.

***

Herkes kendi hayatını yapacak, fethedecektir. Bu da yükselmeye çalışmakla, daha üstün bir hayat se­viyesine ulaşmakla mümkün olur.

Muğla taraflarında yaptığı bir dolaşmadan yeni dönen bir dostum anlattı: “Bizim memleketin bu­günkü hâli Amerika’nın 40 yıl önceki hâline pek benziyor; her vatandaş uyanmış, her vatandaş kendi

hayat sahasında yeni ufuklar fethetmeye çıkmış. Bir köylü gördüm. Şimdiye kadar yalnız kendi yiyeceği için eker, çocuklarını gurbete gönderirmiş. Şimdi -karşıdaki dağları eliyle göstererek‘Allah kısmet ederse bu yıl şu dağları baştan başa ekeceğiz.’ di­yordu. He güzel şey değil mi?”

Evet, çok güzel şey. Şehirde muhasebe öğrenme­ye girişen memur, köyde tarla olarak dağı, taşı gö­züne kestiren köylü yurdumuzu refaha götürecek büyük hamlenin öncüleridirler.

İYİMSERLİK, KÖTÜMSERLİK

İnsanları birçok bakımdan iki sınıfa ayırabilirsiniz. Fakat en doğrusunu Auguste Breal adında bir mu­harrir yapmıştır. O muharrir, “İnsanlan, beraber ya­şadıkları kimselere hayatı hoş bir hâle getirenler, bir de beraber yaşadıkları insanlara hayatı zehir edenler diye ikiye ayırmak kabildir.” diyor.

Bana öyle gelir ki, muharrir bu ayırmayı yaparken insanlardan bir kısmının iyimser, bir kısmının da kö­tümser olduğunu anlatmak istemiştir. İyimser yahut eski tabiriyle nikbin dediğimiz insanlar hakikaten yalnız kendilerinin hayatını tatlılaştırmakla kalmazlar, beraber yaşadıkları insanlara da hayatı pembe bir gözlük arkasından seyrettirirler. Böyleleri en feci hadiseler karşısında kaldıkları zaman bile ümitsizliğe kapılmaz; o karanlık hadisenin, gece içinde parla­yan yıldızlar gibi, ışık veren bir noktasını bulup erte­si güne o noktadan bakmayı tercih ederler.

Burada “tercih ederler” sözünü gelişigüzel kullan­madığımı herhâlde siz de fark etmişsinizdir. Çünkü

iyimser dediğimiz adam, en kötü meseleler karşısın­da kaldığı zaman bu meseleyi iyi tarafından mı, yok­sa kötü tarafından mı göreyim diye düşünmez; ya­radılışı onu doğrudan doğruya karanlıklar içinde ay­dınlık noktaları aramaya götürür. Siyahlar içinden bir bakışta beyazları görür. Bir de kötümseri, eski ta­birle bedbin dediğimiz adamı düşünün. Aman Al­lah!... Bedbin gözler güneşte bile kara kara lekeler bulacaklardır.

Nerede olduğunu şimdi hemen toparlayamıyorum, fakat bir yerde okumuştum; iyimser insanla kötümser insanı birbirinden ayırmak için güzel bir usul bulmuşlar. Bir masanın üzerine yarım bardak su koyup insanları teker teker davet ederek masanın üzerinde ne gördüğünü sorarlarmış. Kötümser adam, yani o her şeyi kara, her şeyi korkunç, her şeyi noksan gören adam “Yarısı boş bir bardak gö­rüyorum." dermiş. Buna karşılık iyimser olan kim­seler “Yansına kadar dolu bir bardak.” gördüklerini söylerlermiş.

Kötümserler gerçekten böyledir. Onların gözlerine boşluklar çarpar. Yürekleri sanki vesvese ile doldu­rulmuştur. Parmağında küçük bir sivilce çıksa kö­tümserin aklına ilk gelen şey bunun bir kanser baş­langıcı olduğudur, iyimser ise parmağında bir sivilce çıktığını, bunu iyi bakarak geçiştirmenin mümkün olduğunu düşünür. Böylelikle kendisine de, etrafına da hayatı zehir etmez. Ama kötümser öyle değildir. Hiçbir şeyden memnun olmadığı, en iyi fırsatlar kar­şısında zihnini kötü ihtimallere doğru işlettiği için her şeyden önce kendisini berbat eder; daima kara kara düşündüğünden gülmek fırsatlarını sık sık ka­çırır. Âdeta yaşayamaz, Allah’ın bahşettiği o bulun­maz imkânı kullanmadan bu dünyadan göçer gider.

***

Meşhur Düşes de Windsor’un pek sevdiği Lady Mendi adında bir ihtiyar hanım vardı. Belki adını duy­muşsunuzdur. Çünkü iyimserlikten bahsedildiği za­man onun adını hatırlamamak mümkün olmaz. Çok yaşamış, çok görmüş olan bu ihtiyar kadın, “İnsanın yaşı ne kadar ilerlerse ilerlesin, yaşamak için vakit geçmiş değildir. Daima yeni şeyler öğrenmek istiyo­rum. Yenileri öğrenince de eskileri unutmak âdetimdir. İhtiyar olduğumu hiçbir zaman düşünmem.

Bütün yeni cereyanlarla hemen ilgilenirim. Çünkü ben iyimser bir kadınım.” der ve hep neşe ile, keyif içinde, kuruntusuz, üzüntüsüz geçmiş olan hayatını, tıpkı büyük kumandan Sezar gibi üç kelime ile anla­tır. Bilirsiniz Sezar bir muharebeden döndüğü zaman Senatoda kendisinden bu mücadelenin tafsilatını sor­muşlar, o da sadece “Gittim, gördüm, yendim.” de­miştir. Lady Mendi da kendi hayatını tıpkı onun gibi üç kelimeyle anlatıyor: “Güldüm, yaşadım, sevdim.”

Hayatı böyle hep iyi tarafından, rahat tarafından, keyifli tarafından almak, yok yere dertlenmemek, hiç yüzünden, hatta oldukça mühim sebepler bulunsa bile kederlere batmamak ne iyi şey. Böyleleri topra­ğa tohum serpen çiftçi gibi geçtikleri yerlere saadet dağıtırlar. Bu saadet tohumları buğday misali yeşer­mekte gecikmez. En ufak şeylerden memnun olur­lar. Gündelik hayat onlar için küçük ikramiyelerle doludur. Beş on dakikayı tesadüfen hoş geçirme!;; keyifle söylenmiş bir şarkıyı dinlemiş olmak; güzel bir tablo seyretmek; gerçekten layık olanlara ufak bir yardımda bulunmak; tabiatın harikuladeliklerine hayran kalmak, bir çocuğun masum üzüntüsünü gi­dermek; her şey, bir kötümserin gözünde hiç değeri olmayan her şey, iyimserin hayatını zenginleştirir.

■***

Bu dünyada gördüğünüz bütün iyi eserler iyimserle­rin eseridir. Çünkü insan kötümser olunca eser ver­mesine imkân kalmaz? Bütün işlerin başlangıcı çetin mücadelelerle doludur. En ehemmiyetsiz bir engel karşısında yılıveren kötümser, bir kenara çekilip kara düşüncelere dalarken iyimser adam, o mücadelelerin sonunu görebildiği için engellerin üzerine atılmaktan çekinmeyecektir. Hayatın engelleri, sonunun daima iyi olacağına inanan insanların güçleri sayesinde ortadan kalkar. Dünyayı refaha ve bolluğa kavuşturan onlardır. “En iyi iş neşeli bir adamın elinden çıkan iştir." diye bir söz vardır. İnsan çalışırken neşesini kaybetmemeli.

Meşhur Doktor Victor Pauchet kötümserleri anla­tırken, biraz önce bizim tesadüfen dokunduğumuz kötümserin vesveselerini daha ilmi bir şekilde şöyle anlatıyor: “Onlar," diyor, “yalnız ruhça değil, vücutça da dayanıksızlardır, yahut vücutlarını yavaş yavaş dayanıksız hâle getirirler. Çünkü iyimser adamın ru­hu gibi vücudu da hastalıklara karşı durmaya hazır bir hâldedir. Son yıllarda dünyada kanser vakaları­nın artmasına daha çok kötümserler sebep oluyor. Kanser öyle bir hastalıktır ki başlangıçta doktora gi­dilirse, kolaylıkla önlenebilir. Fakat kötümserler kuş­kuludurlar, kararsızdırlar, en kötü ihtimalleri akılları­na getirmelerine rağmen bir karara varamadıkları için hastalıkları ilerler ve önüne geçilmez bir hâl alır. Şayet hiç yokken kendilerine bu hastalığı kondur­muşlarsa sinirlerini kendileri perişan etmiş olurlar.”

Kötümserlik cemiyette her bakımdan yıkıcı bir rol oynuyor.

Bu sözleri dinlerken tabii aklınıza gelen suali tah­min etmiyor değilim. Peki ama nasıl iyimser olmalı?

İnsan dünyaya iyimser olarak gelmektedir. Küçük çocuklann en tatlı hayaller içinde büyüdüklerini ha­tırlayacak olursanız bu sözün doğruluğuna inanırsı­nız sanıyorum. Sonradan kötümser olduğumuza göre dostlarımızı iyimser insanlardan seçelim. Neşe bulaşır, derler. Onların neşeleri bize bulaşır, hayatı hoş tarafından almaya alışacağımız için kötümserli­ğimizden eser kalmaz belki.

TALİH

Epey oluyor, bir kitapta okumuştum: Talih denen şey günün bazı saatlerinde, tıpkı ince bir su gibi, kısa aralıklarla avucumuzun içinden akar, geçer­miş. Fakat ne çare ki, talihin avucumuzun içinden geçtiği sırada bizim elimiz ya kapalı oluyormuş ve­ya açık. Hâlbuki talih insanın avucunun içinden geçtiği sırada eli kapamak lazımmış ki, yakalana­bilsin! Bizim “talihli” dediğimiz insanlar; bu kitabın muharririne göre, avuçlarını en münasip zaman­larda, yani içinden talih geçtiği sırada kapamayı bilen insanlarmış.

Bu iddianın doğru olacağını zannetmiyorum. Çünkü kitabın muharriri falcılık iddiasında bulunan bir kadındı. Falcılar daha çok karşılarındakinin saflı­ğından faydalanarak kendi çıkarlarına bakan ve böy­lelikle insanların zayıf taraflarından beslenmeye çalı­şan açıkgözler oldukları için “avuçtan geçen talih akımı" da bir falcı yakıştırmasına pek benzemekte­dir. Üstelik talih denen şey hakkında da bize fazla bir bilgi vermiyor.

Bununla beraber bizim talihi, görünmez bir şey saydığımız da muhakkaktır. Hatta onu zaman za­man insanların başına konan bir kuş farz ettiğimiz, birtakım insanları “başlarına talih kuşu kondu” diye imrenerek seyrettiğimiz oluyor.

***

İnsanlardan bazılarının talihli, bazılarının da talih­siz olduğuna inanmayan pek az insan vardır. Hatta gün olur, işlerimiz aksi gittikçe kendi talihsizliğimize yanar dururuz. Talih diye bir şeyin var olduğuna inandığımıza göre nedir bu talih? Acaba bir insan dünyaya güzel veya çirkin geldiği gibi talihli veya ta­lihsiz olarak mı doğuyor? Buna hiç ihtimal vermiyo­rum. Zamanımızda pek güzel doğmayan insanları bile estetik ameliyatlarıyla güzelleştirdiklerine göre talihsizleri talihli yapan aleti de âlimlerin çoktan bul­muş olmaları lazım gelirdi. Ama âlimler bu aleti keşfedemeyeceklerini bize haber vermişlerdir. Onlara göre bir insanı talihli yapan da talihsiz yapan da an­cak kendisidir. Buna dışardan kimse karışamaz.

Hasıl, diyeceksiniz. Bu mesele üzerinde uğraşan, daha doğrusu o ele avuca sığmaz talih kuşunu ya­kalamaya çalışırken sadece sırrını ele geçirdiklerini iddia eden psikologlara göre biz, bazı insanlara ta­lihli, bazılarına talihsiz derken bu sıfatları onlara ge­lişigüzel konduruyoruz. Mesela birdenbire parlayan bir sinema yıldızı veya çok zengin bir fabrika sahibi bizim gözümüzde “talihli” bir adamdır. Bunu böyle söylerken sinema yıldızının olsun, fabrika sahibinin olsun, bu şöhrete ve refaha kavuşabilmek için uzun yıllar hangi mücadelelerden başarı ile çıktıklarını hiç düşünmeyiz. Herhâlde yıldız hanım evinde nişanlısı­na bir süveter ördüğü sırada sinema perdesine da­vet etmemişler, fabrikatöre de, “Al bu fabrika senin olsun.” dememişlerdir.

Talih, refah, zenginlik ve saadet ile ölçüldüğüne göre bunları elde etmek için bazı gayretler sarf edil­mesi ve bazı kabiliyetlerin var bulunması zaruridir. Mesela hayatta muvaffak olamamış, hiç değilse iste­diği basamağa yükselmemiş bir adam bu başarısızlı­ğını daha çok talihsizliğine verir. Acaba bu zat ger­çekten talih dediğimiz bir nimet var da ondan mah­rum kalmış bir zavallı mıdır? Yoksa kendisinde bulu­nan istidatları geliştirmesini bilememiş de hiç istida­dı olmayan bir işe saplanıp kalarak orada talihine la­netler yağdıran bir adam mıdır?

Mı*

Talihli olmanın ilk şartı insanın bir kabiliyetinin ol­masıdır. Her insanın da mutlaka bir şeye kabiliyeti vardır. Talihli olmak için onu geliştirmeye çalışmakla işe başlamak gerekiyor. Adama rastlarsınız; seneler­ce çalışmış, tuttuğu işte hiçbir başarı gösterememiş­tir. Böyiesinin adı talihsiz olur. Günün birinde bu adam eline bir işporta geçirir. Yavaş yavaş sermayeyi büyütür. Zengin olur. Bu sefer herkes onu “Ne talihli adam!" diye imrenerek seyreder. Hâlbuki bu adam aslında ne talihsizdir, ne de talihli. Sadece hayatla pençeleşerek kabiliyetini işletmeyi bilmiş bir adamdır.

Talihli olmanın ikinci şartı insanın kendisine inan­ması, nefsine itimat etmesidir. Ama bu inanç hiçbir zaman gurur derecesine çıkmamalı. Gurur, tam ter­sine, insana talihsizlik getirir. Fazla büyümüş, hava­leli bir burun mutlaka bir yere çarpacaktır. Çarptığı zaman da sahibinin başına bir kaza geleceği için kendisine “talihsiz” denecektir. Hâlbuki bunda talih­sizlik diye bir şey yoktur. Boş bir gurur insanın başı­na olmaz işler açabilir.

Bir zamanlar Mein Balıkçısı diye talihi ile meşhur bir adam varmış. Mein kıyılarında balık pek az tutul­duğu hâlde bu adam ne zaman balığa çıksa boş dönmez, sepetler dolusu balıkla gelirmiş. Adam bu yüzden para kazanırken talihi de dillere destan ol­muş. O kadar ki, birinin fazla talihi olduğunu anlat­mak için “Mein Balıkçısı gibi talihli” demek âdet hâli­ne gelmiş. Günün birinde balıkçı ölmüş. Tören için evine gelenler Mein Balıkçısının evinde balık ve su üzerine zengin bir kütüphane olduğunu hayretle gör­müşler; adamın balık avından boş dönmemesinin sebebi o zaman anlaşılmış.

Demek ki, bazen bilgiyi de, yanılarak, talih zannet­tiğimiz oluyor. Hatta ara sıra cesur, gözünü budak­tan esirgemeyen adamları da, cesur olduklarını unu­tarak talihli sanırız. Hâlbuki onlar elde ettikleri her şeyi cesaretleri sayesinde elde etmişlerdir. Hiçe in­sanlar vardır ki, sırf cesaretleri olmadığı, zamanında atılmaktan korktukları için bir şey yapamaz ve kendi­lerini talihsiz zannederler. Hâlbuki ne kabiliyeti, ne gayreti, ne bilgisi, ne cesareti, ne de nefsine itimadı olan insanların durdukları yerde bir şey yapmalarına ve dolayısıyla talihli olmalarına imkân var mı?

***

Sonunda, sırf talih olarak piyangodan büyük ikra­miye kazanmak veya gömülü bir hazine bulmak ka­lıyor. Bunları bile sırf talih saymak doğru değildir. Ömründe piyango bileti almamış adama büyük ik­ramiye çıktığını hiç gördünüz mü? Demek o bile ufak bir gayret, küçük bir teşebbüs ister.

Gömülü hazine bulmaya gelince, zamanımızda parasını toprağa gömen adam hemen hiç kalma­mıştır. Eskiden gömmüş olan birinin parasını bul­mak için de bazı bilgiler edinmek lazım olduğu gibi

gayrete gelip hayli kazma sallamak, ter dökmek icap eder. Yani gayret ve bilgi böyle bir talih işinde bile ilk şart olarak karşımıza çıkmakta. Sizinle bera­ber ve sizin içinizde dünyaya gelmiş olan talih kuşu­nu, kabiliyetlerinizi yoklayıp geliştirerek başınıza kondurmanızı dilerim.

KENDİ KENDİMİZİ ALDATMAK

İnsanlar vardır, başkalarını aldatırlar; yalan söyler­ler. Şüphesiz yalan söylemek de, başkalarını aldat­mak da iyi bir şey değildir. Fakat insanları, başkala­rını aldattıkları için hor görmemeli. Çünkü kendi kendimizi aldattığımız, kendimize karşı yalan söyle­diğimiz zamanlar da vardır. Üstelik başkalarını alda­tırın bir oyuna giriştiğimizi biliriz de kendi kendimi­zi aldatmaya kalktığımız zaman samimi olmadığımı­zın farkına bile varmayız.

Mesela başkalarının kusurlarını görmekte, kabili­yetsizliklerini açığa vurmakta pek samimi olan in­sanlara siz de rastlamışsınızdır. Bunların görüş kabi­liyetleri bazen insanı hayretler içinde bırakır. Kusu­run gerçek kaynağını bulmakta büyük isabet göste­rirler; işaret ettikleri kabiliyetsizliklerde haklı oldukla­rını kabul etmemek mümkün değildir. Ama gelgelelim, kendi kabiliyetsizliklerini ve kusurlarını kendi kendilerine itiraf eden ne kadar az insan vardır! Ba­karsınız, başkalarının kusurlarını büyük bir dikkatle

gören insan kendisinin kusurlu olduğunu bir türlü göremez. Hem de başkalarına karşı değil, kendisine karşı bile böyle bir itirafta bulunmaz. Tam tersine o kadar güzel bahaneler bulur, öyle yalanlar uydurur ki, kendisinin kusurlu olmadığına kendisini çabucak inandırıverir.

***

Elbette ara sıra, kendimize karşı değilse bile her­kesin önünde “Ben bir aptalım!” dediğimiz zaman­lar oluyor. Ama dikkat ederseniz “aptal” olduğumu­zu söylediğimiz zaman o kelimeyi öylesine kullanırız ki, yaptığımız yanlış işin akıllı adamın işi olmadığını, yani bizim gibi akıllı adamların böyle işlere girme­meleri gerektiğini anlatmak isteriz. Hiç değilse bu “aptal" kelimesini çok içten, çok dürüst olduğumuz manasında kullanırız ve dolayısıyla “aptalım” derken “samimiyim”, “doğruyum” demek isteriz. Hâlbuki bir işte bizim de aptalca hareket etmiş olmamız pekâlâ mümkündür. Dünyada hangi akıllı adam, ama sahiden akıllı adam “ben aldanmam” yahut “beni kimse aldatamaz” diyebilir?

Ama siz şimdi diyebilirsiniz ki “Kusurlu olduğumu­zu hem başkalarına, hem de kendimize itiraf ettiği­miz zamanlar yok mudur?”

Şüphesiz vardır. Fakat bir ruh âliminin dediği gibi: “Bazı kusurlarımızı ara sıra itiraf etmemiz asıl büyük kusurlarımızı saklamak içindir. Eğer bir insan bazı kusurlarını kolayca itiraf ediyorsa diğer bazı kusurla­rından bahsetmemeye karar vermiş demektir.”

Muvaffak olamadığımız bir iş sonunda, biraz önce verdiğim örnekte olduğu gibi, kendimizin aptal ol­duğumuzu itiraf etmemiz aptallıktan daha beter bir kusurumuzu saklamak için olsa gerektir.

***

Fakat aynı ruh âlimi zihnin bu şekilde işlemesinin tamamen şuur dışı bir hadise olduğunu da hemen ilave ediyor: “Eğer şuurlu olsaydı şüphesiz kendimi­ze karşı yalan söylemezdik. Çünkü insan yapısı, hele zihin yapısı öyledir ki bizi, kendi kendimize karşı iyi bir durumda bulundurmak için elinden geleni yapar. Yani hiçbir zaman bizi yıkmak, perişan etmek iste­mez.”

Diyelim ki, şöyle bir hadise karşısında kalmış bu­lunuyoruz: Yakından tanıdığımız, hatta oldukça da sevdiğimiz bir zat, bizim geçmeyi pek istediğimiz bir mevkie geçerse acaba onun bizden daha çok layık olduğunu çabucak kabul eder miyiz? Tabii etmeyiz. Ne yapar yapar, onun oraya niçin layık olmadığını açığa vuracak sebepleri bulmakta gecikmeyiz. Hiç­bir sebep bulamazsak onun o mevkie iltimas saye­sinde yükselmiş olduğunu söyleriz. Aslında hiçbir değeri olmadığı hâlde filan kudretli adamın çocuk­luk arkadaşı olmasının onu o mevkie yükselttiğini açığa vurmak, değerli bir adam olduğu için yüksel­diğini kabul etmekten daha kolay gelir.

Ama dikkat ederseniz ne oluyor? Belki bu sözleri başkalarına karşı da söylüyoruz ama kendi kendimi­zi de aldattığımızın farkına varmıyoruz. Bu yalanı söylerken aslında kendimizi kandırmaya çalıştığımız besbelli değil midir?

***

İhtimal sizin de bir gün başınıza gelmiştir: Oğlu­nuz belki lise bitirme imtihanlarında birkaç dersten kaldı veya üniversiteye giriş imtihanlarını kazanama­dı. Tabii üzüldünüz. Bunda yenden göğe kadar hak­kınız vardır. Fakat acaba çocuğunuzun imtihanların­da iyi cevap veremediğini samimiyetle kabul ediyor

musunuz? Yoksa onun söylediğine hak vererek ho­caların kendisine garez bağladıklarına veya okutma­dıkları şeyleri sorduklarına, yahut da sorduklarının aslında yanlış olduğunâ mı inanıyorsunuz? Zanne­derim son ihtimaller size daha mülayim görünür. Çünkü imtihanda muvaffak olamamış kimseler için­de çalışmadığından döndüğünü itiraf eden değil ço­cuklar arasında, büyükler arasında da az görülür. Kendi çocukluğumuzu hatırlarsak imtihandan çık­tıktan sonra muvaffak olamayışımızın sebeplerini araştırırken kendimizden çok, hocada kabahat bul­duğumuzu, ya az sorduğunu, yahut bilmediğimiz sualde ısrar ettiğini, bir suali bilmemenin o kadar mühim bir şey olamayacağını, sene içinde bir gün sınıfta bulunmayışımıza fena hâlde içerlediği için hocanın garazkârlık ettiğini samimi surette kabul­lenmiş, başkalarını da, kendimizi de aldatmanın yo­lunu kolayca bulmuşuzdur. Hâlbuki bir hocanın öğ­rencisini döndürmekte hiç, ama hiç çıkarı yoktur.

Ben bir ara liselerde hocalık ettiğim için çok iyi biliyorum. Sınıfta döndürdüğüm çocuklar oldu. Onları geçirmek için elimden gelen gayreti esirgememişimdir. Ama birtakım çocuklar bildikleri için sınıf geçerken bilmemekte, çalışmamakta diretmiş olanları da geçirmekte hocanın vicdanını yaralayan bir haksızlık vardır. Ama biz çoğu zaman kendi ken­dimizi aldatmaya çalışırız ve imtihanda muvaffak olamadığımız zaman hiçbir sebep bulamazsak, o gün başımızın ağrıdığını ileri süreriz. Belki de sahi­den başımız ağrımıştır ama bu şüphesiz hakiki se­bep değildir; kendimizi aldatmak için bulduğumuz sebeptir.

Ruh bilgini bu nokta üzerinde durur, mesela hanımlann baş ağnlanndan bahsederken “Hanımlarda sık sık görülen baş ağrıları hakiki iseler de bir yere

gitmek istemedikleri zamanlar için ne güzel bir baha­nedir!" diyor. Bir toplantıda bulunması muhtemel olan filan hanımın güzelliğinden rahatsız öldüğünü kendi kendine itiraf etmektense oraya gitmemek için başının ağrıdığına kendisini inandırmak şüphesiz da­ha kolaydır. Böylelikle insan kendisini üzüntü duyma­dan aldatmış olur ve bunu da kendi kendine hazırlar.

***

Başkalarını aldatmak elbette fena bir şeydir ama kendimizi aldatmak ondan daha fenadır. Biz kendi kendimizi aldatmaya giriştiğimiz zaman yaptığımız hareketin asıl sebebini izah edeceğimiz yerde guru­rumuzun kabul edebileceği bir. sebep buluyoruz.

Bir mevkie geçmiş adamın değerli olduğu için o mevkie yükseldiğini kabul etmek gururumuzun ko­lay kolay kabul edeceği bir sebep değildir. İmtihan­da muvaffak olamadığımız zaman çalışmadığımızı, anlamadığımızı kabul etmeyi gururumuza yediremi­yor, kabahati hocaya yüklemeye kalkıyoruz. Oğlu­muzun biraz tembel olduğunu, tembel olmasa bile haylazlığı yüzünden kitabı açmadığını teslim etmek­tense hocanın garazkâr olduğunu kabul etmek bize daha yumuşak geliyor.

***

Bir de bizim inanmak istediğimiz, mutlaka olma­sını istediğimiz şeyler var. Bir şeye inanmak istedik mi zihnimiz ona hiç de fazla zorluk çekmeksizin se­bepler bulabilir. Çünkü öyle yaratılmış, öyle yapıl­mıştır. Dolayısıyla kendi kendimizi aldatmak, başka­larını aldatmaktan daha kolay hâle gelir.

Hâlbuki asıl samimilik kendimize karşı olan sami­miliktir. Bunu yapabilirsek, ruh bilginlerinin de söy­ledikleri gibi, başkalarına karşı o kadar samimi ol­mamanın büyük bir önemi yoktur.

ÖĞÜT VERMEK

Gençlerden toplanma bir grup bana yazdıkları bir mektupta, “Bize biraz öğüt veriniz.” diyorlar. Öğüt isteyebilmek için insan herhâlde pek genç olmalı. Nitekim bu gençler de liseyi yeni bitirmişler. Hayat­ta nasıl bir adam olacaklarını henüz kararlaştırma­mışlar. Tatil günlerini hep bu düşünce ile geçiriyorlarmış. “Bize biraz öğüt veriniz ki aynı durumda olan genç arkadaşlarımız da bundan faydalansınlar. Söz­leriniz herhâlde boşa gitmez. Biz radyonun başında bekliyoruz.” diyorlar.

Radyoda konuşmayı göze alan bir adam sözleri­nin boşa gitmesini önceden hesaba katmalıdır. Çünkü radyo havaya seslenen bir kürsüdür. Eğer kimse dinlemezse sözler bir müddet havada dolaş­tıktan sonra kaybolur, gider. Dinlenmeyen sözlerin gittiği yer de, ne yazık ki, henüz keşfedilmemiştir. Ama büsbütün boşa gittikleri de iddia edilemez. Dinlenmeyen sözler de belki bir yerde toplanıyorlardır. Yarın bakarsınız, havaya söylenen sözleri

toplayıp radyo denilen alet vasıtasıyla evlere, oda­larınızın içine sokan âlim gibi bir âlim çıkar, dinlen­meyen sözleri biriktikleri yerden derleyip dinletmek çaresini buluverir!

Böyle bir şey olur mu, olmaz mı, tabii pek bilmem ama şayet olursa, dinlenmemiş sözlerin arasından, muhakkak ki, bir yığın öğüt çıkacaktır. Sözün de ser­ti yumuşağı, ağın hafifi olduğunu şüphesiz bilirsiniz. Herhâlde öğütler sözün en hafif cinsinden olmalı ki, bazen dinleyenin bile bir kulağından girip öbür kula­ğından çıkıverir. Bazıları öğütleri dinlemek vazifesini kulaklarına değil de külahlarına havale ederler. Dili­mizde “Sen onları benim külahıma anlat." diye bir söz herhâlde bunun için var olmuştur.

Ama ne olursa olsun, öğüt dinlemek istediklerini bildiren gençlerin arzularını yerine getirmekten ken­dimi alamıyorum. Çünkü öğüt vermenin tatlı bir zevki vardır. Ben üstelik kendi tecrübelerimden edin­diğim öğütleri de verecek değilim. En can sıkıcı olanlar insanın kendi tecrübelerinden çıkardığı öğütlerdir ve maalesef bu gibilerin dinlenmek şansı da pek azdır. Neden derseniz, insan hayatta ekseri­ya kendi başına gelen hadiselerin dünyanın en önemli hadiseleri olduğunu zanneder. Onlardan çı­kardığı neticeleri de lüzumundan fazla büyütür. Be­nim başımdan öyle pek mühim hadiseler geçme­miştir. Sonra öğütler dinlenebilmek için her şeyden önce, hatta faydalı olmadan önce güzel olmalıdır. İnsanlar çok zaman faydalıyı bir tarafa bırakır, güze­li alırlar. Onun için ben de şimdiye kadar okudukla­rımın en güzeli olarak hatırımda kalmış bir öğüdü, bundan 66 yıl önce tarihçi Ernest Renan’ın gençlere verdiği öğütlerin bir özetini takdim edeceğim.

***

O saygıdeğer zat, ne olacaklarını merak eden gençlerin her şeyden önce iyi bir adam olmalarını salık veriyor. Mesut bir hayat için tek bir temel var­dır, o da her zaman iyiyi ve doğruyu araştırmaktır. Hayattan memnun olmanız onu iyi kullanmanızla ve kendi kendinizden memnun olmanızla mümkündür. Biteviye kötülük eden bir adamın odasında tek ba­şına kaldığı zaman kendisinden memnun olduğunu zannetmek, mesut olduğunu tasavvur etmek herhâIde boş bir şeydir. Böylelerini vicdan azapları kasıp kavurur ve sonunda felaketlere uğramaları bundan­dır. Bu dünya nimetlerinden herkese bir pay düşer. En iyi payın iyi adama, doğru adama düşen pay ol­duğuna inanınız.

Sonra çalışınız, durmadan çalışınız. Fakat aynı zamanda eğleniniz de. Mesele yorulmadan çalış­manın sırrını bulmaktadır. Boyuna aynı işi yapmak, aynı çalışmayı aralıksız devam ettirmek insanı yo­rar. Bir çalışmanın yorgunluğunu başka bir çalışma ile gideriniz. Beynin bir çalışma ile meşgul olan bö­lümleri arasında boşluklar kalır. O boşlukları başka bir çalışma ile zararlı bir şekilde doldurmak müm­kündür. Miladın ilk asrında yaşamış bir düşünürün güzel bir sözü vardır. Kendisine “Kanun kabını, içi­ne yığın yığın ahlak kaideleri doldurarak taşırıyor­sun.” demişler. O da “Cevaz dolu bir fıçıya kilolar­ca susam yağı dökülebilir.” diye cevap vermiş. İn­san pek değişik şeyleri aynı zamanda yapabilir. Ye­ter ki, onları birbiri arasındaki boşluklara yerleştir­meyi bilsin.

Öğrenmek istediklerinizi hiçbir zaman kendiniz sı­nırlandırmayınız. Her şeyi bilmek, her şeyi öğren­mek isteyiniz. İstediğiniz nasıl olsa kendiliğinden sı­nırlanacaktır.

Biraz önce, dürüst insan olun, demiştim. Şimdi de çalışınız diyorum. Zaten dürüst Olmazsanız çalı­şamazsınız. Ne çalışabilir, hatta ne de eğlenebilirsi­niz. Vicdanın neşeli olması için temiz bir hayat lazımdır.

Ernest Renan yine gençlere seslenerek, size bir öğüdüm daha var, diyor. Asla aşka ihanet etmeyiniz. Aşk dünyanın en kutsal şeyidir. İnsanlığın, yani bili­nen ve bilinecek olan hakikatlerin en yükseğinin ha­yatı ona bağlıdır. Sîzlere bir an için idealin cennetini açmış olan kadına ihanet etmeyi bir alçaklık sayınız. Hayatını size borçlu bulunan ve belki hatanız yüzün­den kötü yollara sapacak olan bir mahlukun ihane­tine uğramayı cürümlerin en büyüğü biliniz. Sîzler şerefli insanlarsınız. Pek hafife alınan bu işe menfur bir iş gözü ile bakınız. Erkek ve kadının münasebet­lerinden kutsal vecibeler doğar. Memleketin ve dün­yanın geleceği ile alakadar bir işten suçlu bir baş dönmesine uğramamak insanlık vazifelerinin başın­da gelir.

Dünyanın bugün yaşadığımız devri başka devirler­den daha kötü değildir. Gerçi ara sıra yer sarsılıyor. Fakat depremler Vezüv Yanardağı’nın eteklerinin pek hoş yerler olmasına mâni değildir.

Gelecek için kendinize büyük bir neşe stoku edini­niz. Millî felaket hâlleri dışında gülümseyiniz. Ve bu dünyanın pek ciddi bir şey olmadığı faraziyesine bi­raz olsun yer veriniz. Herhâlde dünya bugünkü hâliyle de hoş bir şeydir. Bizler yaşamış olmaktan nasıl memnun isek sîzler de öylece yaşamaktan memnun olunuz.

***

İşin dikkate değer olan tarafı tarihçi Ernest Renan hayatı sevmeyi ve çalışmayı temel tutan bu öğütleri

63 yaşında iken vermiş. O hep, “Gençlere ne mut­lu! Çünkü hayat onların önlerindedir.” derdi. Bu öğütleri verdiği zaman hayat onun arkasında kal­mıştı. Fakat o zamandan beri aradan birçok yıl geç­tiği hâlde öğütleri hâlâ tazeliğini ve kıymetini muha­faza ediyor. Aynı yollardan bugün de memleketine ve kendine faydalı insanlar yetişebilir.

Bana mektup gönderen gençler, bu konuşmayı dinledikten sonra mevzuu pek geniş tarafından tuttuğumu iddia edebilirler. “Biz ne olacağımızı düşünüyoruz. Bize onu söylemedi.” deyip küsebilir­ler. Akıl öğretmek gibi olmasın ama şunu da söyle­yeyim ki hayatta başkalarının, hatta en yakınlarınızın değil, kendinizin istediğinizi olmaya çalışınız. Seçe­ceğiniz her meslek, eğer onu sahiden istiyorsanız, sizin için iyidir. Seve seve çalışacağınız ve sevdiğiniz için muvaffak olacağınız meslek odur.

***

Şairlerimizden birine, “Sen bizim istediğimiz şiiri yazmıyorsun." diye çıkışmışlar. O da, “Sizin istediği­niz şiiri ancak siz yazabilirsiniz. Ben kendi istediğim şiiri yazıyorum.” demiş. Bütün mesleklerde böyledir. En muvaffak olacağınız meslek sizin seçtiğiniz mes­lektir. İyi adam, doğru adam, çalışkan adam, şerefli adam olmanız sizin insan olarak kıymetinizi arttırır. Ondan sonra ne isterseniz olabilirsiniz.

ÇOCUKLAR BABALARI HAKKINDA NE
DÜŞÜNÜRLER?

Zaman zaman ana baba olan sevgili okuyucuları­ma hitap ederek “Çocuklarınızı anlamaya çalışınız!” diyorum. Olabilir ki içinizden bazıları, eski terbiye anlayışına sadık kalarak “Biz neden çocuklarımızı anlamaya çalışalım da onlar bizi anlamaya çalışma­sınlar?” diyebilirler. Öyle ya, biz onların babaları de­ğil miyiz? Bizi anlamalıdırlar, dediklerimizi dinlemeli­dirler ki, gittikleri yolda daha rahat yürüyebilsinler. Çünkü biz onlardan daha tecrübeli, hatta belki daha bilgiliyiz. Eğer bizi anlamaya çalışmazlar da kendi kafalarına giderlerse hatalara düşerler.

Doğru, aslında doğru bir düşünce! Ama neyleyelim ki, çocuklarımız bizi kolay kolay anlayamazlar. Belki de aynı sebeple, yani bizden daha tecrübesiz ve daha bilgisiz oldukları için.

Anneleri bir yana bırakalım, çünkü onlar çocukla­rına babalarından daima daha yakındırlar; fakat ço­cukların babaları hakkında ne düşündüklerini hiç

merak ettiniz mi? Bunu ben de merak etmemiştim. Seyahatlerimden birinde Brüksel’de bir pansiyonda kaldım. Pansiyonun sahibi odanın duvarına, çerçe­ve içinde küçük bir levha asmış. Acaba, burada kal­manın şartları mıdır düşüncesiyle levhayı okudum. Özenerek yazılmış bir yazı. Başında şöyle bir ibare: “Çocuklar babaları hakkında ne düşünürler?"

Kendi kendime “Tuhaf şey!” dedim; alt tarafını okudum. Kim yazmışsa çocukların türlü yaşlarda babaları hakkında düşündüklerini şöyle sıralamış:

6 yaşında: Babam her şeyi biliyor.

10 yaşında: Babam çok şey biliyor.

15 yaşında: Ben de babam kadar biliyorum.

20 yaşında: Şu muhakkak ki babamın pek fazla bir şey bildiği yok.

30 yaşında: Bir kere de babamın fikrini alsam fe­na olmayacak.

40 yaşında: He de olsa babam bazı şeyleri biliyor.

50 yaşında: Babam her şeyi biliyor.

60 yaşında: Ah, babam hayatta olsaydı da kendi­sine danışabilseydim!

Bu levhayı pansiyonun duvarına kim asmış, sa­bahleyin uçağa yetişmek üzere çok erken çıktığım için soramadım. Ama yazanın bir filozof, çocuklarını çok iyi anlayan bir baba olduğu muhakkak. Pansi­yon sahibi de belki kendisine misafir olan babalara ufak bir yardımda bulunmak için, çocuklarını bir tür­lü anlayamayan babaları gece yarısının sessizliğinde biraz düşündürmek için bu levhayı duvara asmıştır.

Biz ne yaparsak yapalım, çocuklarımız bizim hak­kımızda böyle düşünürler. Şüphesiz haklı olan biziz.

Onlar da bir gün bizim doğru düşündüğümüzü, bu fâni dünyada baba olarak bilinebilecek şeyleri bizim de bildiğimizi anlayacaklar. Anlayacaklar ama ne çare ki, o zamana kadar biz de dünyadan göçmüş olacağız.

ŞÜKÜRLER ÖLSÜN

Bir dostum anlatırken bana pek tesir etmişti; aynı derecede tesirli bir şekilde size anlatıp anlatamaya­cağımı bilmem ama bana pek manalı görünen o sözleri sîzlerin de duymanızı istiyorum. O dostum, günün birinde, yaşlı bir ahbabıyla bir büyük binanın dış merdivenlerini çıkıyormuş. Yaşlı zat her basama­ğı çıkışında bir kere durur, dudakları arasından bir şeyler mırıldanırmış. Dostum da durur, onun yeni bir basamağı aşmaya girişmesini sabırsızlıkla beklermiş.

Yaşlı insanlar, hele okumuş, yazmış kimseler, pek duygulu olurlar. Kendilerinden daha genç olanların kendi hareketlerini seyrederken ne düşündüklerini tecrübelerine dayanarak sezmeye çalışırlar ve çoğu zaman sezerler de.

Yaşlı zat yeni bir basamağı da aşıp dudaklarında­ki anlaşılmaz mırıltıyı bitirdikten sonra dostuma dö­nerek:

— Sana benim bu hâlim, biraz garip görünüyor değil mi? Hakkın var. Ben her basamağı aştığımda

Allah’ıma bir kere şükrediyorum. Sen şimdi bunun manasını anlayamazsın. Fakat bir gün gelecek, şen de merdiven basamağını aşmanın dahi bir kere de­ğil, bin kere şükretmeye değer bir hadise olduğunu anlayacaksın! demiş.

***

“Yaşamak zevki” diye bir şeyden bahsedildiğini herhâlde duymuş olacaksınız. Nedir bu yaşamak zevki? Onu pek doğru dürüst anlatana insan sık sık rastlamaz. Fakat size, biraz önce söylediğim yaşlı adamın hikâyesinde bu yaşamak zevkinin yürümek kadar, merdiven çıkmak kadar, çocuğumuz için pek basit şeylerden meydana geldiğini bilmem belirtme­me lüzum var mı? Bir merdiveni çıkmanın bile biz fâni insanlar için bin kere şükretmeye değer bir hadise olduğunu günün birinde anlıyoruz ama, o zaman da dizlerimizde pek az takat kaldığı günleri­mize rastlıyor.

Şair Oktay Rıfat bir gün bunu derinden duyarak bakın ne güzel söylemiş:

Bir gün

Ne el kalacak tutmak için

Ne yürümek için bacak

Ne de bir hatıra dünyamızdan Çünkü hatıralar da kuşlar gibi Dal ister konacak

Bir gün

Yaslanmak istesen pencereye

Diz çökmek istesen

Nafile

İş işten geçmiş olacak!

Evet, içinde yaşadığımız dünyanın bu acı ve sert gerçeğini anladığımız zaman ne yazık ki iş işten geç­miş olabilir. Onun için şu güzel dünyaya yalnız gelişi­mizin değil, sayılı olan dakikalarımızın her anına far­kında olamadan sığdırmaya çalıştığımız hareketleri­mizin de, eğer bu hareketleri yapmaya muktedir olu­yorsak, bin kere şükretmeye değer olduğunu, biraz olsun anlamaya gayret etmeliyiz. Böyle bir anlayışla hayata sarıldığımız zaman bizi yakıp kavuran üzüntü­lerin manasızlığını kavramamız elbette daha kolay olacaktır.

***

Tabii çocukken, mektep kitaplarında okumuşsu­nuzdur; çünkü pek ünlü bir hikâyedir. Hani yaşlı bir adam, yolda iki kat olmuş, bastonuna dayana daya­na güç hâlle gidiyormuş. Babasının elinden tutup yürüyen bir ufak çocuk, insanoğlunun günün birin­de belini dik tutmasının bile başarılması güç bir iş olduğunu bilmediği için, onu yerde bir şey arıyor sanmış ve babasına dönüp “Baba! Yerde ne arıyor?” diye sormuş. İhtiyarın neyi kaybettiğini çok iyi bilen babası da “Gençliğini arıyor yavrum!” diye cevap vermiş.

Bu bilinen hikâyeyi huzurunuzda tekrar etmekten maksadım bir gün ihtiyar olacağımızı, belimizin büküleceğini hatırlatmak değil, hepimizin, o ufacık ço­cuk kadar, hayattaki saadetlerimizin farkında olma­dığımıza işaret etmektir. “Çoğu zaman saadetin ya­nından geçeriz de farkına varmayız.” diyen muharrir güya bizim gafletimizle alay etmek istiyor. Hâlbuki gaflet içinde olan asıl kendisidir. Çünkü biz saadetin yanından geçerken onu fark etmemek şöyle dursun, gırtlağımıza kadar saadete battığımız zaman bile onun içinde olduğumuzu bilemeyecek kadar gafiliz.

İçinizde “Nedir bu saadet?” diye soranlar bulunur diye söylüyorum: Bu saadet her şeyden önce hayat­ta olmak ise, ondan hemen sonra da sıhhatte ol­maktır. Elimizin, ayağımızın tutmasıdır. Merdivenleri patır patır çıkabilmemiz, sağa, sola istediğimiz gibi seğirtebilmemiz, nefes alıp verdiğimizin farkına varmayışımız, kalbimizin, midemizin, böbreğimizin, safra kesemizin vücudumuzun neresinde olduğunu düşünmek lüzumunu bile hissetmeyişimizdir. Ağzı­mıza iki lokma yemeği alıp zevkle çiğneyebiliyor, dünya nimetlerinin tadını alabiliyor muyuz? Ona bakmalı! Saadet bu yemeğin, dünyanın en usta aş­çıları tarafından pişirilip gümüş tabaklar içinde önü­nüze konmasında değil; hizmetçilerin, uşakların et­rafınızda dört dönmesinde de değil, nasıl hazırlan­mış olursa olsun, onu keyifle yiyebilmenizdedir.

Bir acı soğanı yumruğuyla kırıp fırından yeni çık­mış ekmeğe katık yaparak iştah ile yiyen kendi hâlinde fakir insanların eşsiz saadetini imrenerek seyreden, buna mukabil kuş sütünden hazırlatabile­cekleri yemekleri dahi ağızlarına koyabilmek imkânlarını kaybetmiş bahtsız insanlar vardır. Ağaç­ların altına hasır serip onun üstünde rahat bir öğle uykusuna dalıveren mesut insanlara karşılık, en ra­hat döşeklerde sabahlara kadar gözlerine uyku gir­meyen çaresizler vardır. Görenlerin yanında görme­yenler, duyanların yanında duymayanlar, koşanların yanında adım atamayanlar, ayakta durmak saadeti­ne tekrar kavuşmak için Allah’a gece gündüz yalva­ranlar vardır.

Hâlbuki çoğumuz gören gözümüze, duyan kula­ğımıza, saatlerce yürümekten yorulmayan bacakla­rımıza rağmen, bunların bize bahşedilmiş ne büyük birer nimet, ne eşsiz birer saadet, ne teşekküre de­ğer bir lütuf olduğunu, tıpkı kundaktaki bir çocuk

gibi, bir an bile düşünmeksizin kendimizi birtakım talihsizliklerle çevrilmiş görerek kahroluyoruz.

İnsanın kolu bacağı tuttuktan, ölümü aklına dahi getirmeyecek kadar hayata bağlı olduktan sonra sa­adeti aramasına pek lüzum yoktur. Çünkü saadet, uzakta bile olsa, insan, ona elini uzatmak kudretini kendisinden esirgemediği için Cenabı Hakk’a şükretmeli.

***

Kanunî Sultan Süleyman, eşi olmayan kudretiyle devletinin hudutlarını alabildiğine genişlettiği za­man, belki de başının hafifçe ağrıdığı ve bu yüzden hayattan aldığı bütün keyfi birdenbire kaybettiği gün eline kalemini alıp divanının bir kenarına, “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” diye yazıvermiş.

İşte biteviye saadet peşinde koşan, hiçbir şeyden memnun olmayan, önüne ne koyarlarsa layık oldu­ğuna erişemediğini zanneden ve bilhassa incir çe­kirdeğini doldurmaz üzüntülerle bu tatlı dünyayı kendilerine zehir eden insanlar o büyük devlet ada­mının ulaştığı gerçeğe bir göz atmak zahmetinde bulunsalar saadetlerinin derecesini fark ederek to­parlanabilirler.

Gezip tozmanın, koşup atlamanın değil, bir mer­diven basamağını aşmanın bile bin kere şükretmeye değer bir hadise olduğunu biraz erken kavrama­mız gerekiyor.

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to