Table of Contents
CENNETİ ARAYIŞ
ÖLÜMSÜZ ATALAR
FİRAVUNUN ÖTEALEME YOLCULUĞU
GÖKYÜZÜNE MERDİVEN
DÜNYA GEZEGENİNE GELEN TANRILAR
TUFAN’DAN ÖNCEKİ GÜNLER
GILGAMIŞ: ÖLMEYİ REDDEDEN KRAL
BULUTLARA BİNENLER
İNİŞ YERİ
TİLMUN: ROKET GEMİLER DİYARI
ELE GEÇMEZ BİR DAĞ
TANRILARIN ve KRALLARIN
PİRAMİTLERİ
FİRAVUNUN ADIYLA OYNAMAK
SFENKSİN BAKIŞI
DÜNYA
TARİHÇESİNİN İKİNCİ KİTABI
GÖKYÜZÜNE
MERDİVEN
Zecharia
Sitchin
YAŞAM ve ÖTESİ HAKKINDAKİ
KIŞKIRTICI SORULARA
İLGİNÇ CEVAPLAR!
“Harikulade bir performans...
Sitchin hevesli bir araştırmacı.”
Kirkus Reviews
“Çok ilginç bir kitap; mutlaka okuyun!
Sitchin’i kutlamak gerek:
Söylemek istediğini söylüyor, hatta iyi
söylüyor.”
İngiliz UFO Araştırma Organizasyonu Bülteni
The Stairway to Heaven
1. Baskı: İstanbul, Ekim 2002
MERDİVEN
DÜNYA
TARİHÇESİNİN İKİNCİ KİTABI
İnsanın,
Tanrıların Ölümsüzlüğünü Arayışı
Zecharia
Sitchin
Çeviren
Yasemin
Tokatlı
Ruh ve Madde Yayınları
İÇİNDEKİLER
ÖLÜMSÜZ ATALAR 27
FİRAVUNUN ÖTEALEME YOLCULUĞU 46
GÖKYÜZÜNE MERDİVEN 60
DÜNYA GEZEGENİNE GELEN TANRILAR 84
TUFAN’DAN ÖNCEKİ GÜNLER 116
GILGAMIŞ: ÖLMEYİ REDDEDEN KRAL 140
BULUTLARA BİNENLER 169
İNİŞ YERİ 196
TİLMUN: ROKET GEMİLER DİYARI 221
ELE GEÇMEZ BİR DAĞ 244
TANRILARIN ve KRALLARIN PİRAMİTLERİ 268
FİRAVUNUN ADIYLA OYNAMAK 296
SFENKSİN BAKIŞI 331
Okurlarımızın büyük
beğenisini kazanan 12. Gezegen ve Kozmik Tohum kitaplarının yazarı Zecharia
Sitchin’in “Dünya Tarihçesi” dizisinin bu kitabı da büyük araştırma, emek ve
sentezlerin ürünüdür.
Eski bilgilerle yeni
bilgileri, özellikle de eski kitabeleri, yazıtları, kutsal kitapları ve
metinleri çağdaş bilimin tüm verileri ile bağdaştırarak insanı gerek “köken”
gerekse “kozmos” ile ilişkilendiren ve tamamen belgelere dayanan tezler ortaya
koyabilen ender araştırmacılardan olan Zecharia Sitchin, bizlere bir gerçeği
tekrar hatırlatıyor: Bilgi evrenseldir, her yerde, her şeyde o Tümel Bilgi
vardır; yeter ki aransın, o gözle bakılsın.
Zecharia Sitchin’in bu
üçüncü kitabını da Türkçemize kazandıran arkadaşımız Yasemin Tokatlı’ya teşekkür
ederiz.
Ruh ve Madde Yayınları
CENNETİ
ARAYIŞ
Bir zamanlar -kadim
yazılarımızın bize söylediklerine göre- Ölümsüzlük, İnsanoğlunun avucunun
içindeydi.
Bu altın bir çağ idi; Adam,
Yaratıcısıyla birlikte Aden Bahçesinde yaşıyordu; Adam harikulade bir meyve
bahçesine göz kulak oluyor ve Tanrı da öğleden sonra melteminde yürüyüşler
yapıyordu. “Ve Rab görünüşü güzel ve yenilmesi iyi olan her ağacı, ve bahçenin
ortasında Hayat Ağacını, ve İyilik ve Kötülüğü Bilme ağacını yerden bitirdi. Ve
bahçeyi sulamak için Aden’den bir ırmak çıktı; ve oradan bölündü ve dört kol
oldu. Birinin adı Pişon’dur... ve ikinci ırmağın adı Gihon’dur... ve üçüncü
ırmağın adı Dicle’dir... ve dördüncü ırmak Fırat’tır.”
Âdem ve Havva’nın her ağacın
meyvesinden yemesine izin vardı; İyilik ve Kötülüğü Bilme Ağacının meyvesi
hariç. Ama (Yılanın baştan çıkarmasıyla) meyveyi yediklerinde; Rab, Ölümsüzlük
meselesi hakkında gittikçe kaygılanmaya başladı:
Ve Rab dedi:
“İşte Adam iyiyi ve kötüyü
bilmekte
bizden biri gibi oldu;
Ve şimdi elini uzatmasın ve
Hayat Ağacından almasın, ve
yemesin ve
ebediyen yaşamasın?”
Böylece Rab onu
Aden Bahçesinden... çıkardı.
Ve Hayat Ağacının yolunu
korumak için,
Aden Bahçesinin doğusuna
Kerubileri,
ve her tarafa dönen kılıcın
alevini koydu.
İnsanoğlu böylece ebedi
hayatın ellerinin arasında olduğu yerden sürülmüştü. Ama ona yasaklanmış
olmasına rağmen, onu hatırlamaktan, onu özlemekten ve ona ulaşmaya çalışmaktan
hiç vazgeçmedi.
Cennetten kovuluştan beri,
kahramanlar Ölümsüzlüğü aramak için dünyanın öbür ucuna dek gittiler; seçilmiş
bir azınlık ona bir göz atabildi ve sıradan insanlar ona rastladıklarını iddia
ettiler. Çağlar boyunca, Cenneti Arayış bireyin alanındaydı ama bu binyılın
başlangıcından itibaren kudretli krallıkların ulusal girişimi haline geldi.
Yeni Dünya, kâşifler
Hindistan’a ve onun zenginliklerine giden yeni bir deniz yolu ararken
keşfedildi -böyle inanmaya yönlendirildik- ama bu tamamen gerçek değildi; çünkü
İspanya kralı Ferdinand ve kraliçesi Isabel, en çok Ebedi Gençlik Pınarını, suları
yaşlıları gençleştiren ve sonsuza dek genç kılan ve Cennetteki bir kuyudan
fışkıran büyülü bir pınar bulmayı arzuluyorlardı.
Kolomb ve adamları Hindistan
açıklarındaki adalar olduğunu sandıkları toprağa (“West Indies”) ayak basar
basmaz, suları “yaşlıları tekrar genç kılan” efsanevi Pınarı aramak için yeni
toprakları keşfe koyuldular. Ele geçirilen “yerliler” Pınarın yerine ait sırrı
açıklasınlar diye İspanyollar tarafından sorgulandılar, hatta işkence gördüler.
Böylesi soruşturmalarda
uzmanlaşmış olanlardan biri de Ponce de Leon idi; şimdilerde Haiti denilen
Hispaniola adasının bir kısmının ve Porto Riko’nun valisi olmak üzere
basamakları birer birer çıkan profesyonel asker ve maceraperest. 1511’de
yakalanan bazı yerlilerin sorgulanmasına şahit olmuştu. Yerliler adalarını
tarif ederlerken incilerden ve başka zenginliklerden söz etmişlerdi. Ayrıca
sularının mucizevi özelliklerini abartarak anlatmışlardı. Dediklerine göre
orada bir kaynak vardı ve “yaşlılıktan beli bükülmüş” bir adalı bu sudan
içmişti. Sonunda “evine tam bir erkek gücüyle dönmüş ve erkeklerin yaptığı her
şeyi yapmış, kendine kadın almış ve çocukları olmuştu.”
Gittikçe artan bir heyecanla
dinleyen Ponce de Leon -o da yaşlanan bir adamdı- yerlilerin gençleştiren
sularıyla mucizevi Pınarı anlattıklarına ikna oldu. Son olarak söyledikleri
-sulardan içen ihtiyarın erkeklik gücünü yeniden kazanması, “tüm erkek
işlerini” yapmaya devam edebilmesi ve hatta ona çocuklar doğuran genç bir
kadını eş alması- hikâyelerinin en ikna edici unsuruydu. Çünkü İspanya’daki
sarayda, tıpkı Avrupa’nın her yanında olduğu gibi, büyük ressamların sayısız
tablosu asılıydı ve bu ressamlar ne zaman bir aşk sahnesi ya da cinsellikle
bezeli öyküleri resimleseler mutlaka bir pınar başı sahnesi de eklerlerdi.
Belki de bu resimlerin en ünlüsü, İspanyolların Hint seferine çıkacağı
sıralarda yapılmış olan Titian’ın Kutsal Aşk ve Dünyasal Aşk
adlı eseridir. Herkesin bildiği gibi resimdeki Pınar, nihai vecd anını ima
etmektedir; Ebedi Gençlik sayesinde suları “tüm erkek işlerini” mümkün kılan
Pınar.
Ponce de Leon’un Kral
Ferdinand’a gönderdiği rapor, resmi saray tarihçisi Peter Martyr de Angleria
tarafından kaydedilmiştir. Decade de Orbe Novo (Yeni
Dünyanın On Yılları) adlı eserinde, Lucayos ya da Bahama adalarından gelmiş
yerlilerin “suları sürekli akan ve öylesine harikulade özellikleri olan...
suları içildiğinde, belki biraz da diyetle, yaşlıları tekrar gençleştiren...
bir pınar olduğunu” açıkladıklarını yazar. Leonardo Olschki tarafından yazılan Ponce de Leon’s Fountain of Youth: History of a Geographical Myth
(Ponce de Leon’un Gençlik Pınarı: Coğrafi Bir Mitin Tarihi) gibi birçok
araştırma “Gençlik Pınarının Yeni Dünya fatihlerini heyecanlandıran duyguların
ve umutların en popüler ve karakteristik ifadesi olduğunu” belirtmektedir. Hiç
şüphe yok ki, İspanya kralı Ferdinand da bir o kadar heyecanlıydı, kesin
haberleri umutla bekliyordu.
Böylece, Ponce de Leon’dan
gelen haberler üstüne Ferdinand hiç vakit kaybetmedi. Derhal Hispaniola
adasından kuzeye doğru yapılacak bir keşif gezisine yetki verip (23 Şubat 1512
tarihli) bir Keşif Patentini Ponce de Leon’a bağışladı. Deniz Kuvvetleri
Komutanlığına da Ponce de Leon’a yardımcı olması, ona en iyi gemilerin ve
adamların sağlanması emrini verdi, böylece o da gecikmeden “Beininy” (Bimini) adasını
keşfedebilirdi. Kral bir koşulu açıkça belirtmişti: “Adaya vardıktan ve içinde
ne olduğunu öğrendikten sonra, bana hemen bir rapor göndereceksiniz.”
Ponce de Leon Mart 1513’te
Bimini adasını aramak üzere kuzeye doğru yola koyuldu. Bu keşif gezisinin halka
açıklanan bahanesi “altın ve diğer metallerin araştırılması” idi; gerçek hedefi
ise Ebedi Gençlik Pınarını bulmaktı. Bu denizciler bir değil, Bahamalar’daki
yüzlerce adayla karşı karşıya olduklarını kısa süre sonra anladılar. Birçok
adaya demir atılıp, araştırma ekiplerine sadece altın değil aynı zamanda sıra
dışı bir pınar da aramaları talimatı verildi. Her bir derenin suları tadıldı ve
içildi; belirli bir etki yoktu. Paskalya’ya denk gelen Pazar günü -İspanyolca
adıyla Pasca de Flores- uzun bir sahil şeridi görüldü.
Ponce de Leon “adayı” Florida diye adlandırdı. Kıyı boyunca yelken açıp tekrar
tekrar karaya çıkan Ponce de Leon ve adamları cangılları araştırıp sonu gelmez
derelerin sularını içtiler. Ama hiçbiri umulan mucizeyi göstermedi.
Misyonun başarısızlığı,
Pınarın kesinlikle orada olduğu yolundaki kanıyı pek az etkilemiş
görünmektedir: sadece keşfedilmesi kalmıştı. Daha birçok yerli sorgulandı.
Bazıları, iddia ettikleri yaşlarına göre hayli genç görünmekteydiler. Diğerleri
Pınarın varlığını doğrulayan efsaneleri tekrarladı. Bu efsanelerden biri [J.
Curtin’in Creation Myths of Primitive America (İlkel
Amerika’nın Yaratılış Mitleri) adlı kitabında da yer alır] “Yukarıda Oturan”
Olelbis insanoğlunu yaratmak üzereyken, Yer ve Göğü birleştirecek bir merdiven
inşa etmeleri için Dünya’ya iki elçi gönderdiğini anlatmaktadır. Merdivenin
yarısında, saf içme sularından bir göl olan bir dinlenme yeri de kuracaklardı.
Merdivenin tam tepesinde ise iki kaynak yaratacaklardı: biri içmek, biri
yıkanmak için. Bir erkek ya da kadın yaşlandığında, dedi Olelbis, bu zirveye
kadar tırmanmasına, sulardan içmesine ve sularla yıkanmasına izin verin ki
gençliği tazelenebilsin.
Pınarın adalardan birinde
olduğu yolundaki inanç öylesine güçlüydü ki 1514’te -Ponce de Leon’un sonuçsuz
misyonundan bir yıl sonra- Peter Martyr (İkinci On Yıl kayıtlarında) Papa 10.
Leo’yu şu şekilde bilgilendirmekteydi:
Hispaniola’dan 325 fersah{} uzaklıkta, Ananeo diye de bilinen Boyuca adlı bir adada -iç
kısımlarına girenlerin anlattıklarına göre- suları içildiğinde yaşlılara
gençlik veren sıra dışı bir pınarın olduğunu söylüyorlar.
Ve Kutsal Efendimiz bunların
öylesine, aceleyle söylenmiş sözler olduklarını düşünmesinler; çünkü taht
odasında bu sözler gerçek olarak yayıldı; hem de öylesine resmen yayıldı ki,
bilgelik ya da servet bakımından saygınlıklarıyla sıradan insanlardan ayrılan
birkaç kişi arasında bile doğru oldukları kabul ediliyor.
Ponce de Leon yılmamıştı,
bazı ek araştırmalardan sonra araması gerekenin, aralarında muhtemelen bir
yeraltı tüneli olan, bir nehirle bağlantılı bir kaynak olduğu sonucuna vardı.
Eğer Pınar bir adada idiyse, kaynağı Florida’daki bir nehir miydi acaba?
İspanya tahtı 1521’de Ponce
de Leon’u bu kez Florida’ya odaklanan yenilenmiş bir aramaya yolladı.
Misyonunun gerçek amacıyla ilgili hiçbir kuşku olamazdı: O tarihten birkaç on
yıl sonra İspanyol tarihçi Antonio de Herrera y Tordesillas Historia
General de las Indias (Yerlilerin Genel Tarihi) adlı eserinde “Ponce de
Leon, yerliler arasında çok tanınan Kutsal Pınarı ve suları yaşlıları
gençleştiren nehri aramaya gitti,” diye yazmış. Küba ve Hispaniola yerlilerinin
“içinde yıkanan ihtiyarların tekrar gençleştiğini doğruladıkları” kaynağı
Bimini’de ve nehri de Florida’da bulmaya niyetliydi.
Ebedi Gençlik yerine, Ponce
de Leon bir yerlinin okuyla ölümü buldu. Ve Son Gün’ün gelmesini
erteleyebilecek bir iksirin ya da ilacın bireysel aranışı hiç bitmeyecek olsa
da, kraliyet koruması altındaki örgütlü arayış son buldu.
Bu arayış, daha en başından,
boşa mıydı? Ferdinand, Isabel ve Ponce de Leon ve de Pınarı aramak için yelken
açan ve ölen adamlar, hepsi de ilkel peri masallarına çocuklar gibi inanan
aptallar mıydı?
Bizim bakış açımıza göre,
hayır. Kutsal metinler, pagan inançları ve büyük seyyahların belgelenmiş
hikâyeleri; hepsi birleşerek gerçekten de sularıyla (ya da meyvelerinin
nektarıyla) kişiyi sonsuza dek genç kılarak Ölümsüzlük bahşedebilen bir yerin
olduğunu doğrulamaktadırlar.
Hala anlatılan -Keltlerin
yarımadada bulundukları zamanlardan kalan- bulanı ölümden kurtaran gizli bir
yeri, gizli bir pınarı, gizli bir meyve veya bitkiyi anlatan eski masallar
mevcuttur. Kutsal bir ırmakta yaşayan ve sandığında büyülü elmalar saklayan
tanrıça Idunn vardır. Tanrılar yaşlandıklarında, onun elmalarından yemeye
gelirler ve yeniden gençleşirlermiş. Gerçekten de “Idunn”, “Yeniden Genç”
anlamındadır; ve koruduğu elmalar da “Tanrıların İksiri” diye adlandırılır.
Bu Herakles (Herkül) ve on
iki görevi efsanesinin bir yankısı mıydı? Tanrı Apollo’nun bir rahibesi,
yapacağı seyahatleri bir kehanette önceden bildirirken bir yandan da onu
rahatlatmıştı: “Bunlar bittiğinde, Ölümsüzlerden biri olacaksın.” Bunu
başarması için, yapılacak son görev ilahi altın elmaları Hesperis’lerden kapmak
ve geri getirmekti. Hesperisler -”Akşam Diyarının Kızları”- Dünyanın Sonunda
oturmaktaydılar.
Grekler ve sonra da
Romalılar arkalarında ölümsüzleşen ölümlülerin masallarını bırakmamışlar mıdır?
Tanrı Apollo, Sarpedon’un bedenini birkaç insan nesli boyunca yaşayabilsin diye
mesh etmişti. Tanrıça Afrodit, Phaon’a büyülü bir ilaç bahşetmişti; onunla
kendini mesh edince “Lesbos’un tüm kadınlarının gönlünde aşk uyandıran” güzel
bir gence dönüşmüştü. Ve tanrıça Demeter’in ambrosyasıyla{} mesh edilen çocuk Demefon –Demeter’in kimliğinden habersiz olan-
annesi oğlunu tanrıçadan kaçırmasa, ölümsüz olacaktı.
Tanrıların sofrasında yiyen
ve onlardan nektar ve ambrosya çalarak ölümsüzleşen Tantalus’un hikâyesi
vardır. Ama tanrılara et diye sunmak için oğlunu öldürünce, birbirinden
lezzetli ama ebediyen uzanamayacağı meyveler ve sularla dolu bir adaya
sürülerek cezalandırılır. (Tanrı Hermes, kesilip biçilmiş oğlanı hayata
döndürür.) Öte yandan, ancak sonsuza dek yanında kaldığı takdirde kendisine
Ölümsüzlük bahşedeceğini söyleyen Calipso adlı periye rağmen, yuvasına ve
karısına dönmek için bu teklifi reddeden Odise de vardır.
Peki ya, sıradan, ölümlü bir
balıkçıyken bir deniz tanrısı haline gelen Glaukos’un hikâyesi yok muydu? Bir
gün yakaladığı bir balığın bir bitkiye dokunup tekrar canlandığını ve gerisin
geri suya atladığını gördü. Bitkiyi ağzına alan Glaukos aynı noktadan denize
atladı; bunun üstüne deniz tanrıları Okeanos ve Tethys onu aralarına kabul
ettiler ve onu bir ilaha dönüştürdüler.
Kolomb’un İspanya’dan yelken
açtığı 1492 yılı, aynı zamanda, Mağribîlerin{} Granada’da teslim olmalarıyla İber yarımadasındaki Müslüman
egemenliğinin sona erdiği yıldı. Yarımada üstünde yaklaşık sekiz asır süren
Müslüman ve Hristiyan çekişmesi boyunca iki kültürün karşılıklı etkileşimi
muazzamdı; Müslümanların kutsal kitabı Kuran’daki Balık ve Yaşam Pınarı
hikâyesi Mağribiler ve Katolikler tarafından aynı şekilde bilinmekteydi.
Hikâyenin balıkçı Glaukos’u anlatan Grek efsanesine neredeyse eş olması
sahiciliğinin bir kanıtı olarak düşünülüyordu. Bu, Kolomb’un ulaşmak için yola
çıktığı ve ulaştığını sandığı diyar olan Hindistan’da efsanevi Pınarı arama
nedenlerinden biriydi.
Kuran’da bu hikâyeyi içeren
kısım on sekizinci suredir. İsrailoğullarının Mısır’dan Çıkışını sağlayan
Kitabı Mukaddes kahramanı Musa’nın çeşitli gizemleri araştırmasını anlatmaktadır.
Musa Tanrı’nın Habercisi olarak görevlendirilmiştir ama yetişmelidir; henüz
kendisinde eksik olan bilgiler gizemli bir “Tanrı’nın hizmetkârı” tarafından
ona öğretilmektedir. Yanında tek bir eşlikçiyle Musa, tek bir ipucunun
yardımıyla, bu muamma öğretmeni bulmaya gider: Yanına kurutulmuş bir balık
alacaktır; balığın zıplayıp gözden kaybolduğu yer, öğretmenle karşılaşacağı yer
olacaktır.
Boş yere aradıktan sonra,
Musa’nın eşlikçisi durmalarını ve aramaktan vazgeçmelerini önerir. Ama Musa
ısrarlıdır, “iki nehrin birleşme yerine” varana dek vazgeçmeyecektir. Fark
etmedikleri bir sırada, mucize işte orada gerçekleşir:
Bu ikisi, iki denizin
birleştiği yere vardıklarında,
balıklarını unuttular.
Bunun üzerine balık da
denizde bir deliğe
doğru yola koyuldu.
Biraz daha yol aldıktan
sonra, Musa eşlikçisine “Hadi getir şu sabah yemeğimizi,” der. Ama eşlikçisi
balığın gittiğini söyler:
Bak sen şu işe, hani kayaya
sığınmıştık ya,
işte o sırada balığı
unuttum.
Onu hatırlamamı bana
unutturan,
şeytandan başkası değildi.
Balık, denizin içinde acayip
biçimde
yolunu tuttu.
Musa, “Arayıp durduğumuz
işte o idi,” dedi.
Kuran’daki kurutulmuş
balığın canlanıp bir tünelden geçerek denize doğru yüzmesi (Şekil 1) hikâyesi;
sadece basit bir balıkçıyla ilgili olmayıp ulu Musa’yla ilgili olduğundan,
koşutu Grek hikâyesinin de ötesine geçmektedir. Ayrıca, olayı şans eseri bir
keşif değil de -ölü bir balığın yeniden dirilişi aracılığıyla tanınabilen-
Hayat Sularının yerini bilen Rab tarafından önceden tasarlanmış bir oluş olarak
sunmaktadır.
Adanmış Hristiyanlar olan
İspanya kralı ve kraliçesi, Vahiy Kitabı’nda anlatılan vizyonu kelimesi
kelimesine kabul etmiş olmalılar: “...Allah’ın tahtından çıkan, billur gibi
berrak, Hayat Suyu ırmağı... onun sokağının ortasında, ırmağın iki yanında on
iki çeşit meyve veren Hayat Ağacı vardı.” Kitabın vaatlerine de inanmış
olmalılar: “Susamış olana Yaşam Pınarının suyu...”—”Hayat Ağacına gelmeye
hakları olsun...” İncil’deki Mezmur yazarının sözlerine kulak vermemiş
olabilirler miydi?
Ebedi Irmaklarından içecek
su verdin,
Seninledir Yaşam Pınarı.
En kutsal metinlerce zapta
geçirildiği gibi, Yaşam Pınarının ya da Ebediyet Irmağının mevcut olduğu
konusunda hiçbir şüphe yoktur; tek sorun nerede olduğu ve nasıl bulunacağıydı.
Kuran’ın on sekizinci suresi
önemli ipuçları sunar gibi. Anlatı, Tanrı’nın Hizmetkârının yerini bulduktan
sonra Musa’ya gösterilen üç yaşam paradoksunu aktararak devam eder. Derken
Kuran’ın aynı bölümü diğer üç olayı tarife devam eder: İlki, Güneş’in battığı
bir diyara, sonra Güneş’in doğduğu -yani doğuda olan- bir diyara ve son olarak
ikinci diyarın ötesinde olan, Ye’cüc ve Me’cüc denilen mitsel halkın (İncil’de,
Mahşer Günü cenk edecek olanlar, diye geçer) Dünya üstünde açıklanmayan bir
bozgunculuk yaptıkları bir diyara yapılan ziyaretler. Bu sorunu sona erdirmek
için hikayenin kahramanı ki burada Zülkarneyn (“İki Boynuza Sahip Olan”) diye
adlandırılır, iki dik dağın arasındaki geçidi demir bloklarla doldurur ve
üstlerine erimiş kurşun dökerek öyle muazzam bir engel oluşturur ki kudretli
Ye’cüc ve Me’cüc bile onu aşamayacak kadar güçsüz kalırlar. Ayrılmış
olduklarından, artık Dünya üzerinde zorluğa neden olamayacaklardır.
Arapça karneyn
kelimesi tıpkı İbranca’da olduğu gibi Çift Boynuz ya da Çift Işın anlamına
gelir. Bu üç bölüm Musa’nın Gizemlerinin hemen ardından geldiği için kahraman
olarak Musa’yı işaret ediyor gibidirler; o da pekâlâ Zülkarneyn lakabını hak
edebilirdi çünkü Rab’la yüz yüze görüştüğü Sina Dağından indikten sonra yüzü
“ışınlıydı”; ışık yayıyordu. Ancak popüler Orta Çağ inançları bu lakabı ve üç
diyara yapılan gezileri; M.Ö. dördüncü yüzyılda kadim dünyanın çoğunu fetheden
ve Hindistan’a kadar ulaşan Büyük İskender’e atfederler.
Musa ile İskender’in yerini
değiştiren bu popüler inanç, Büyük İskender’in fetihleri ve maceralarıyla
ilgili geleneklerden kaynaklanmaktadır. Bunların içinde sadece Ye’cüc ve Me’cüc
diyarında sergilediği beceriler anlatılmakla kalmaz, ayrıca İskender ve aşçısı
Yaşam Pınarını bulduklarında canlanan kuru ve ölü bir balıkla ilgili bir bölüm
de vardır!
İskender’in maceralarını
ilgilendiren, Orta Çağda Avrupa ve Yakın Doğu’da geçerli olan anlatılar; Grek
tarihçi Olynthus’lu Callisthenes’in sözümona yazılarına dayanmaktadır. Asya
seferindeki olayları, zaferleri ve maceraları kaydetmesi için İskender
tarafından görevlendirilmiş ancak İskender’i kızdırdığından hapiste ölmüştü;
yazıları da gizemli bir biçimde ortadan kaybolmuştu. Ancak yüzyıllar sonra
Avrupa’da, Callisthenes’in orijinal yazılarının tercümesi olduğu iddia edilen
Latince bir metin dolaşmaya başladı. Bilginler bu metinden “sahte-Callisthenes”
diye söz ederler.
Yüzyıllar boyunca
İskender’in Seferlerinin Avrupa ve Orta Doğu’da dolaşan birçok tercümesinin bu
Latince sahte-Callisthenes’ten dallandığına inanılmıştır. Ama daha sonraları en
azından üç Grekçe versiyonun yanı sıra aralarında İbranca, Arapça, Farsça,
Suriye’ce, Ermenice ve Etiyopya’ca da olan birçok dilde koşut versiyonların da
bulunduğu keşfedildi. Bazılarının kökeni M.Ö. ikinci yüzyıldaki İskenderiye’ye
dek izlenebilen çeşitli versiyonlar şurada burada farklılık gösteriyorlardı ama
genelde boğucu benzerlikleri ortak bir kaynağı -belki de gerçekten
Callisthenes’in yazılarıydı ya da bazen iddia edildiği gibi İskender’in annesi
Olympias’a ve öğretmeni Aristo’ya yazdığı mektupların kopyalarıydı- işaret
etmektedirler.
Bizim ilgilendiğimiz
mucizevi maceralar, İskender Mısır’ın fethini tamamladıktan sonra başlamıştır.
Metinlerden, İskender’in rotasını hangi yönde çizdiği anlaşılmıyor, olayların
doğru kronolojik ya da coğrafi sırayla düzenlenip düzenlenmediği de belli
değil. Ancak ilk bölümlerden biri İskender ve Musa arasındaki popüler
karmaşıklığı açıklayabilir: Anlaşılan İskender Mısır’ı Musa’nın yaptığı gibi
terk etmeye kalkmıştı; suları ayırarak ve takipçilerini denizi yürüyerek geçirerek.
Oraya vardığında İskender,
erimiş kurşundan yapılma bir duvarı ortasına dikerek denizi ayırmaya karar
verir ve duvarcıları “yapı su yüzeyine çıkana dek suya kurşun ve erimiş madde
dökmeye devam ettiler. Sonra onun üstüne bir kule ve bir sütun dikti ve üstüne
kendi suretini, başında iki boynuzuyla kazıdı.” Ve anıtın üstüne şöyle yazdı:
“Buraya gelip de denizden yelkeniyle geçmek isteyen olursa, bilsin ki ben onu
kapattım.”
Suları böylece kapatan
İskender ve adamları denizi geçmeye hazırlanırlar. Ancak bir önlem olarak önden
bazı esirleri yollarlar. Ama onlar tam denizin ortasındaki kuleye varmışken
“denizin dalgaları (esirlerin) üstlerine sıçradı ve deniz onları yuttu ve
ortadan kayboldular... İki Boynuzlu Olan bunu gördüğünde, denizden kudretli bir
korkuyla ürktü” ve Musa’yı taklit etme girişiminden vazgeçti.
Ancak denizin öte
yakasındaki “karanlığı” keşfetmeye hevesli olan İskender dolambaçlı yollardan
gitmeye karar verir, bu arada Fırat ve Dicle nehirlerinin kaynaklarını ziyaret
ettiği ve orada “göklerin ve yıldızların ve gezegenlerin sırlarını” çalıştığı
anlatılır.
Ordusunu arkada bırakan
İskender, Karanlık Diyara doğru döner ve çölün kenarındaki Muşas
adlı bir dağa varır. Birkaç günlük yürüyüşten sonra “duvarı olmayan, üstünde
alçak ve yüksek yer olmayan düz bir yol” görür. Güvendiği bir iki dostunu da
geride bırakıp tek başına yola koyulur. On iki gece ve on iki gündüz süren bir
yolculuktan sonra “bir meleğin ışıldayışını algılar” ama yaklaştığında görür ki
melek “alevli bir ateş”tir. İskender “tüm dünyanın oradan çevrelendiği dağa”
varmış olduğunu fark eder.
Ateşten melek de en azından
İskender kadar şaşkındır, “Sen kimsin ve ne sebeple buradasın, ey Ölümlü?” diye
sorar; İskender’in “daha önce hiçbir insanın giremediği bu karanlığa nasıl
nüfuz ettiğini” merak etmektedir. İskender buna, ona Tanrı’nın kılavuzluk
ettiğini ve kendisine “Cennet olan bu yere varması” için kuvvet verdiğini
söyleyerek cevap verir.
Yeraltı geçitlerinden
geçerek Cehennemden ziyade Cennete ulaşılabileceği konusunda okuyucuyu ikna
etmek isteyen kadim öykü yazarı, melek ve İskender arasında Tanrı ve İnsan
meseleleri hakkında uzun bir görüşmeyi kaleme alır. Derken melek İskender’i
arkadaşlarına dönmesi için ikna etmeye çalışır ama İskender Gök ve Yer’in,
Tanrı ve İnsan’ın gizemlerine cevap bulma konusunda pek ısrarcıdır. Sonunda
İskender ancak daha önce hiçbir insanın elde etmediği bir şey kendisine
bahşedilirse ayrılacağını söyler. Kabul eden “melek ona dedi: ‘Sana bir şey
söyleyeceğim ki bununla yaşayabilir ve ölmeyebilirsin.’ İki boynuzlu dedi:
‘Söyle.’ Ve melek ona dedi:
‘Arap diyarında Tanrı katı
karanlığın siyahlığını kurdu; içinde bu bilginin saklı hazinesi var. Orada
“Hayat Suyu” denilen su pınarı da var; ve ondan içen, bir yudum bile olsa, asla
ölmez.’ “
Melek bu Hayat Sularına
başka büyülü özellikler de atfeder; örneğin, “gökler boyunca uçma gücü,
meleklerin uçtuğu gibi”. Başkaca teşvike ihtiyaç olmadığından İskender merakla
sorar: “Dünyanın hangi çeyreğindedir bu su pınarı?” Meleğin muammalı cevabı şu
olur: “O bilginin varisleri olan insanlara sor.” Derken melek İskender’e
ordusunu beslemesi için bir üzüm salkımı verir.
Dostlarının yanına dönen
İskender onlara macerasını anlatır ve her birine birer üzüm verir. Ama
“salkımdan bir tane kopardıkça, yerine hemen yenisi çıktı.” Böylece bir salkım
tüm askerleri ve hayvanlarını doyurur.
İskender bulabildiği tüm
eğitimli adamları sorgulamaya başlar. Bilgelere sorar: “Kitaplarınızda hiç
Tanrı’nın içinde bilginin saklı olduğu bir karanlık yer yaptığını ve ‘Yaşam
Pınarı’ denilen pınarın orada bulunduğunu okudunuz mu?” Grekçe versiyonlar
doğru bilgeyi bulmak için Dünyanın Öbür Ucuna gittiğini anlatırlarken,
Etiyopya’ca versiyonlar bilgenin tam orada, ordusunun içinde olduğunu
anlatmaktadır. Bilgenin adı Matun idi ve kadim yazıları biliyordu. O yerin “sağ
taraftan doğduğunda güneşin üstünde uzandığını” söyler.
Böyle bilmecelerle çok
karşılaşan İskender kendisini kılavuzun ellerine bırakır. Birlikte yine
Karanlığın Yeri’ne giderler. Uzun süre yolculuk ettikten sonra İskender yorulur
ve doğru yolu bulması ise Matun’u önden yollar. Karanlıkta görmesine yardımcı
olsun diye, İskender, daha önce tanrılar arasında yaşayan kadim krallardan biri
tarafından mucizevi koşullar altında kendisine verilmiş olan bir taşı Matun’a
verir; Âdem tarafından Cennetten ayrılırken alınmış ve Dünya’daki diğer her
maddeden daha ağır olan bir taştır bu.
Matun yolu izlemeye dikkat
etmesine rağmen sonunda yolunu kaybeder. Sonra büyülü taşı çıkarır ve yere
koyar; yere dokunduğunda taştan ışık yayılır. Işıkta, Matun bir kuyu görür.
Yaşam Pınarına rastladığının farkında değildir. Etiyopya’ca versiyon olanları
şöyle anlatır:
Şimdi, yanında kurutulmuş
bir balık vardı ve çok acıktığından onunla suya gitti; suda yıkayıp yemek
hazırlayacaktı...
Ama bakın, suya dokunur
dokunmaz balık yüzüp kaçtı...
“Matun bunu görünce soyunur
ve balığın ardından suya girer ve onu suda canlı bulur.” Bunun “Hayat Suyu
Kuyusu” olduğunu anlayan Matun sularında yıkandı ve içti. Kuyudan çıktığında,
artık ne açtı ne de dünyasal bir kaygısı vardı çünkü El-Khidr
-”Hepyeşil”-, yani Daima Genç biri olmuştu.
Kamp yerine döndüğünde
(Etiyopyaca versiyonun “İki Boynuzlu” dediği) İskender’e keşfinden söz etmez.
Sonra İskender karanlıkta el yordamıyla doğru yolu bulmaya çalışarak aramayı
sürdürür. Birden, (Matun’un arkada bıraktığı) “karanlıkta ışıldayan (ve) artık
ışık huzmeleri saçan iki gözü olan” taşı görür. Doğru yolu bulmuş olduğunu fark
eden İskender ileri atılır ancak onu gittikçe büyüyen hırsından alıkoyan ve
ebedi hayat yerine yakında mezara gideceğini kehanet eden bir ses tarafından
durdurulur. Dehşete düşen İskender dostlarının ve ordusunun yanına döner,
aramaktan vazgeçer.
Bazı versiyonlara göre,
İskender’e seslenen ve o “safirler, zümrütler ve sümbüllerle süslü” bir yere
vardığında geri dönmesini emreden; insan hatlarına sahip bir kuştur.
İskender’in annesine yazdığı söylenen mektupta, yolunu kesen iki kuş-adamdır.
Sahte-Callisthenes’in Grekçe
versiyonunda kurutulmuş balığı “suları şimşekler çakan” bir pınarda yıkamaya
götüren Andreas’tır, İskender’in aşçısı. Balık suya dokunduğunda canlanır ve
aşçının ellerinden kurtulur. Ne bulduğunu fark eden aşçı sulardan içer ve
birazını gümüş bir kaseye doldurur ama keşfinden kimseye söz etmez. İskender
(bu versiyonda kendisine 360 adam eşlik etmektedir) arayışını sürdürürken, ne
Güneş ne Ay ne de yıldızların görünmediği ama parıldayan bir yere varırlar.
Yol, insan hatlarına sahip iki kuş tarafından tutulmuştur.
İçlerinden biri İskender’e
“Geri dön!” diye emreder, “çünkü ayak bastığın diyar sadece Tanrı’ya aittir.
Geri git ey sefil, Kutsanmışların Diyarına ayak basamazsın!” Korkudan titreyen
İskender ve adamları geri dönerler ama oradan ayrılmadan önce hatıra olarak
taşından toprağından alırlar. Birkaç günlük yürüyüşten sonra Hep Süren Gecenin
Diyarından çıkarlar ve ışığa çıktıklarında topladıkları “taş toprağın” aslında
inciler, değerli taşlar ve altın yumrular olduğunu görürler.
Aşçı ancak o zaman
İskender’e canlanan balıktan söz eder ama suları içtiğini ve birazını yanına
aldığını sır olarak saklar. İskender ona kızar, döver ve ordugâhtan kovar. Ama
aşçı yalnız ayrılmak istemez çünkü İskender’in kızına âşık olmuştur. Sırrını
ona açıklamış ve içmesi için su vermiştir. İskender bunu öğrendiğinde onu da
kovar: “Sen ilah gibi bir varlık oldun, ölümsüz oldun,” der ona, “dolayısıyla,
insanlar arasında yaşayamazsın, git de Kutsanmışların Diyarında yaşa”. Aşçıya
gelince, İskender onun boynuna bir taş bağlayarak denize atar. Ama aşçı
boğulacağına, deniz iblisi Andrentic haline gelir.
“Ve böylece,” derler bize,
“Aşçı ve Genç Kızın hikâyesi sona erer.”
Avrupa’nın Orta Çağdaki kral
ve kraliçelerinin eğitimli danışmanlarına göre, çeşitli versiyonlar sadece
İskender ve Yaşam Pınarı efsanesinin hem eskiliğini hem de sahiciliğini
doğrulamaya hizmet etmektedirler. Ama bu büyülü sular nerededir, ah nerededir?
Gerçekten de Musa’nın
faaliyet meydanı olan Sina yarımadasındaki Mısır sınırında mıdır? Fırat ve
Dicle nehirlerinin çıktığı, Suriye’nin kuzeyindeki bir yerlerde midir?
İskender, Pınarı bulmak için Dünyanın Öbür Ucuna -Hindistan’a- gitmiş miydi
yoksa bu ek fetih seferlerine oradan döndükten sonra mı gitmişti?
Orta Çağ bilginleri
bulmacanın parçalarını bulmak için araştıra dursunlar, konuyla ilgili Hristiyan
kaynaklarından yararlanan yeni çalışmalar Hindistan lehine bir oybirliği
oluşturmaktadırlar. Piskopos Sarug’lu Jakob tarafından yazılan Süryanice bir
İskender hitabesi, Alexander Magni Inter Ad Paradisum
adlı Latince bir derleme, Ermenice Recension of Josippon
(Josippon Metni) -tünel, insana benzeyen kuşlar, sihirli taş hikâyesini aynen
içerirler- Karanlık Diyarı ya da Karanlık Dağını, Dünyanın Ucuna
yerleştirirler. Bu yazılardan bazıları İskender’in aslında Cennetteki Pişon
Nehrinden başka bir şey olmayan Ganj Nehrinde bir kayık gezisine çıktığını
belirtirler. İskender burada, Hindistan’da (ya da bir adanın sahilinde)
Cennetin Kapılarına varmıştır.
Orta Çağda Avrupa’da bu
çıkarımlar şekillenmekteyken, hiç beklenmedik bir kaynak konuya yeni bir ışık
tuttu. 1145 yılında Alman piskopos Freising’li Otto, Chronicon
adlı eserinde şaşırtıcı bir risaleyi bildirdi. Anlattığına göre Papa,
Hindistan’ın o zamana dek varlığı hiç bilinmeyen Hristiyan bir hükümdarından
bir mektup almıştı. Ve kral mektubunda Cennet Irmağının gerçekten de
hükümranlığının içinde olduğunu belirtmekteydi.
Freising’li Otto, Papa’nın
bu risaleyi almasını sağlayan aracının adını, Suriye’nin Akdeniz kıyısındaki
Gebal kasabasının piskoposu Hugh diye vermişti. Bildirildiğine göre bu hükümdar
Yaşlı John ya da bir rahip olduğundan Rahip John idi. Bebek İsa’yı ziyaret eden
majlardan birinin neslinden geldiği söyleniyordu. Müslüman Pers krallarını
yenmiş ve Dünyanın Ucundaki topraklarda gelişen bir Hristiyan krallığı
kurmuştu.
Şimdilerde bazı bilginler
tüm meselenin propaganda amaçlı bir sahtekârlık olduğunu düşünmektedirler.
Diğerleri ise Papa’ya erişen raporların aslında olayların çarpıtılmış şekli
olduğuna inanmaktalar. Elli yıl kadar önce Yakın Doğu’daki (Kutsal Topraklar da
dâhil) Müslüman egemenliğine karşı Haçlı Seferini başlatmış olan o zamanın
Hristiyan dünyası, 1144’te Edessa’da{} ağır bir yenilgiye uğramıştı. Ama Dünyanın Ucundaki Moğol hükümdarlar
Müslüman imparatorluğunun kapılarını zorlamaya başlamışlar ve 1141’de Sultan
Sancar’ı mağlup etmişlerdi. Bu haberler Akdeniz kıyı kentlerine ulaştığında,
Müslümanları mağlup etmek için öte tarafta harekete geçmiş bir Hristiyan kral
kisvesine büründürülüp Papa’ya ulaştırıldı.
Eğer Gençlik Pınarı İlk
Haçlı Seferinin (1095) nedenleri arasında değildiyse, sonrakilerin nedenleri
arasında olduğu açıktı. Çünkü Piskopos Otto, Rahip John ve hükümranlığındaki
Cennet Nehrinden söz eder etmez, Papa Haçlı Seferlerinin devam etmesi için
resmi bir çağrı yayımladı. İki yıl sonra, 1147’de Alman İmparator Conrad, diğer
hükümdarlar ve çok sayıda asilin eşliğinde İkinci Haçlı Seferini başlattı.
Haçlıların talihleri
yükselmiş ve alçalmışken, Avrupa Rahip John’dan gelen haberler ve yardım
vaatleriyle canlanmıştı. Rahip John 1165’te Bizans imparatoruna, Kutsal Roma
imparatoruna ve daha küçük krallara gönderdiği mektuplarda ordularıyla Kutsal
Topraklara gelmeye kesin kararlı olduğunu açıklıyordu. Ve yine krallığı
muhteşem kelimelerle tarif ediliyordu; Cennet Irmağının -aslında Cennet
Kapılarının- olduğu bir yer de ancak böyle olurdu.
Vadedilen yardım hiç
gelmedi. Avrupa’dan Hindistan’a giden yol açılmadı. On üçüncü yüzyılın sonunda
Haçlılar, son bir yenilgiyle birlikte Müslümanların ellerinde son buldular.
Ama daha Haçlılar ilerlerken
ve geri çekilirlerken bile, Cennet Sularının Hindistan’daki varlığına duyulan
ateşli inanç büyüyor ve yayılıyordu.
On ikinci yüzyıl sona
ermeden önce, Büyük İskender’in maceralarının yeni ve popüler bir versiyonu
ordugâhlara ve kasaba meydanlarına inmişti. Romance of
Alexander (İskender Romansı) denilen bu eser (artık bilindiği gibi), bu
şiirsel ve şaşaalı kompozisyonu sahte-Callisthenes’in Latince versiyonuna ve o
sıralarda Makedonyalı kahramanın mevcut diğer “biyografileri”ne dayanarak yazan
iki Fransız’a aitti. Şövalyeler, hanlarda içen kasaba halkı, savaşçılar
yazarların kimler olduğunu umursamıyorlardı çünkü bu eser -anlayabildikleri bir
dilde- İskender’in yabancı diyarlardaki maceralarını canlı biçimde
anlatmaktaydı.
Bu hikâyeler arasında biri
yaşlıları gençleştiren, diğeri Ölümsüzlük bahşeden, üçüncüsü ölüleri dirilten
üç harikulade pınarın hikâyesi de vardı. Romance bu üç pınarın farklı
topraklarda aktıklarını açıklıyordu; batı Asya’daki Dicle ve Fırat nehirleri,
Afrika’daki Nil nehri ve Hindistan’daki Ganj nehri. Cennetin Dört Irmağı işte
bunlardı; farklı topraklarda akmalarına rağmen, hepsi de tek kaynaktan
doğmuşlardı: Aden Bahçesinden; tıpkı İncil’in başından beri söylediği gibi.
İskender ve adamlarının
bulduğu nehir, diyordu Romance, Yenilenme Pınarı idi. Kanıt olarak da
İskender’in elli altı yaşlı adamının “Gençlik Pınarından içtikten sonra otuz
yaş simasına sahip olduklarını” söylüyordu. Romance’ın çevirileri hikayeyi
uzaklara taşıdı; versiyonlar bu noktada gittikçe daha spesifik hale geldi:
Yaşlı askerlerin sadece görünüşü değil, dinçlik ve dirilikleri de eski haline
dönmüştü.
Ama Hindistan’a giden yol
Müslümanlar tarafından tutuluyorken insan nasıl bu Pınara yaklaşabilirdi ki?
Papa arada bir bu muammalı
Rahip John, “Hindistan’ın muhteşem ve ünlü kralı, Mesih’in sevgili oğlu” ile
iletişime geçmeye çalıştı. Moğolların nestoryan{} olduklarına ve Moğol hanının da Rahip John olduğuna inanan Papa 4.
Innocent, 1245’te Friar Giovanni da Pian del Carpini’yi güney Rusya üzerinden
geçerek Moğol hükümdarı ya da hanı ile görüşmeye gönderdi. 1254’te Ermeni
hükümdar Rahip Haithon, tebdili kıyafetle yolculuk edip doğu Anadolu üzerinden geçerek
güney Rusya’daki Moğol şefinin kampına gitti. Bu maceralı yolculuğun kaydı,
yolunu Hazar Denizi kıyılarında Demir Kapılar denilen
dar bir geçide yönlendirdiğinden söz etmektedir; rotasının (bir dağ geçidini
kapatmak için erimiş demir döken) Büyük İskender’inkini andırmasıyla ilgili
spekülasyon sadece Dünyanın Ucuna, Cennet Kapılarına gerçekten de böyle
ulaşılabileceğini önermeye yaradı.
Bunlara ve diğer papalık ve
kraliyet elçilerine kısa süre sonra özel maceracılar da katıldı: Nicolo ve
Maffeo Polo, İkincisinin oğlu Marco Polo (1260-1295) ve Alman şövalye
Boldensele’li William (1336); hepsi de Rahip John’un krallığını aramaktaydılar.
Onların seyahatnameleri
kilisenin ve taht odalarının ilgisini canlı tutarken, kitlesel ilgiyi bir kez
daha alevlendirme talihi bir popüler edebiyat eserine güldü. Bu eserin yazarı
kendisini “denizi, Efendimiz İsa’nın 1322. yılında geçen” ve İngiltere’nin St.
Albans kentinde doğan “Şövalye John Maundeville” diye tanıtıyordu. Otuz dört
yıl sonra seyahatlerinin sonunda bunları yazan Sir John, bir zamanlar “Kutsal
Topraklara ve Hierusalem’e, ayrıca Büyük Kaan diyarına ve Rahip John’un
topraklarına; hepsi de çok ve garip harikalarla dolu olan Hint’e ve çeşitli
başka ülkelere yol almıştı.”
“Rahip John’un Kraliyet
Mülkü” başlıklı yirmi yedinci bölümde, The Voyages and
Travels of Sir John Maundeville (Sir John Maundeville’in Seyahatleri ve
Yolculukları) adlı kitapta şöyle belirtilir:
Bu imparator, Rahip John,
çok geniş bir araziye sahiptir ve diyarında birçok asil şehir ve iyi kasabalar
ve de birçok büyük ve geniş adalar vardır. Çünkü Hindistan ülkesi, Cennet’ten
gelen büyük sellerle hep adalara bölünmüştür...
Ve bu diyar iyi ve zenginlik
doludur... Rahip John’un diyarında türlü şeyler ve birçok değerli taşlar
vardır, öyle büyük ve öyle kocamandırlar ki, adamlar bunlarla tabaklar, kupalar
yapmışlardır...
Sir John, Cennet Irmağını
tarife koyulur:
Ülkesinde Çakıllı Deniz
denilen deniz vardır... Denizden üç gün ötede büyük dağlar; bunlardan Cennetten
çıkan büyük bir ırmak akar ve bir damla bile suya yer bırakmayacak kadar çok
değerli taşla doludur; bir kıyısı boyunca çölden geçer ve sona erdiği yerde
Çakıllı Deniz oluşur.
Cennet Irmağının ötesinde
“Milsterak denilen uzun ve geniş büyük bir ada” vardı. Ada “hayal edilebilecek
en güzel bahçeye ve her türden meyve veren ağaçlara, her derde deva güzel
kokulu bitkilere” sahipti. Sir John bu cennetin, zengin ve şeytani bir adamın
işi olan ve amacı çeşitli cinsel eğlenceler olan muhteşem köşkler ve odalar
içerdiğini de belirtir.
Okuyucularının hayal gücünü
(ve açgözlülüğünü) değerli taşlar ve diğer zenginliklerle ateşleyen Sir John
şimdi de erkeklerin cinsel arzularıyla oynamaktadır. Bu yer, diye yazar, “hepsi
de altından giysilere bürünmüş kızlar ve genç oğlanlarla” doludur ve “adam
bunların melek olduğunu söyledi,” der. Ve bu şeytani adam,
ayrıca hepsi de yeşim ve
kristalle çevrelenmiş, altınla bezenmiş, değerli taşlar ve büyük Doğu
incileriyle süslenmiş üç güzel ve asil kuyu yaptırmıştı. Ve toprağın altına bir
suyolu yaptırmıştı ki, bu üç kuyunun, isteğine göre, birinden süt, birinden
şarap, birinden de bal aksın. Ve buraya Cennet diyordu.
“Güçlü ve asil, iyi
kralları” buraya çeken adam, onları eğlendirdikten sonra, gidip düşmanlarını
öldürmesi için onları ikna ediyordu; onlara savaşırken ölmekten korkmamalarını,
eğer ölürlerse, canlanıp gençleşeceklerini söylüyordu:
Öldükten sonra onun
Cennetine gelecekler ve genç kızların yaşında olacaklardı ve onlarla
eğlenebileceklerdi. Ve bundan sonra onları daha da güzel bir Cennete, Tabiat
Tanrısını tüm muhteşemliği ve coşkusu içinde görebilecekleri bir yere
koyacaktı.
Ama, diyordu John
Maundeville, bu, İncil’de anlatılan gerçek Cennet değildi. Bu, 30. bölümde
anlattığına göre, Büyük İskender’in aralarında yol aldığı adaların ve
toprakların ötesinde uzanmaktaydı. Ona giden rota daha doğudaydı,
“Kızıldeniz’in Okyanus denizinden ayrıldığı yerdeki” altın ve gümüş bakımından
zengin iki adaya doğru uzanıyordu:
Ve bu diyarın ve adaların;
ve Rahip John’un çöllerinin ötesinde, dosdoğru doğuya doğru, insanlar dağlardan
ve büyük kayalardan başka bir şey bulamazlar; ve insanın ne gündüz ne gece
göremediği koyu bir bölge vardır... Ve o çöl, ve o karanlık yer, bu kıyıdan
başlayıp ilk babamız Âdem’in ve Havva’nın konulduğu Dünya üstündeki Cennete dek
uzanır.
İşte Cennetin suları buradan
akıyordu:
Ve Cennetin en yüksek
yerinde, tam olarak ortasında, farklı topraklarda akan dört ırmak doğuran bir
kaynak vardır; bunlardan birincisi Pison veya Ganj adındadır, Hindistan’dan ya
da Emlak’tan akar, bu nehirde birçok değerli taş ve ödağaçları ve altın kumu
vardır.
Diğer nehre Nil veya Gison
denir, Etiyopya’dan ve sonra Mısır’dan geçer.
Ve öbürünün adı Dicle’dir,
Asur’dan ve Ermenistan’dan akar.
Diğerinin adıysa Fırat’tır,
Media’dan, Ermeni ve Pers topraklarından akar.
Kendisinin İncil’de
anlatılan bu Aden Bahçesine ulaşamadığını itiraf eden John Maundeville
açıklamada bulunur: “Tanrı’nın özel lütfu olmaksızın hiçbir fani insan buraya
yaklaşamaz; ondandır ki size buradan daha fazla söz edemem.”
Bu itirafa rağmen, İngilizce
orijinalden dallanıp budaklanan birçok dildeki birçok versiyonda şövalyenin,
“Ben, John de Maundeville, Pınarı gördüm ve yoldaşımla suyundan üç kez içtim ve
içtiğimden beri kendimi iyi hissediyorum,” dediği belirtilir. İngilizce
versiyonda Maundeville’in romatizmal gut hastalığından mustarip olduğunu ve son
günlerini yaşıyor olduğundan şikâyet etmesi, bu harikulade hikâyelerle
heyecanlananların umurunda bile değildi. Günümüzde bilginlerin “Şövalye Sir
John Maundeville”in aslında hiç seyahat etmemiş ama uzaklara gitme riskine ve
yorgunluğuna katlanmış olan başkalarının yazılarından yararlanıp beceriyle bir
seyahatname yazmış bir Fransız doktor olduğuna inanmakta olmaları da
umurlarında olmazdı.
Amerika’nın keşfine yol açan
keşifleri güdüleyen vizyonlar hakkında yazan Angel Rosenblat [La Primera Vision de America y Otros Estudios (Amerika’nın
İlk Görüntüsü ve Diğer Çalışmalar)] kanıtları şöyle özetler: “Dünyadaki Cennete
duyulan inancın yanı sıra mesihi (ya da Faustik) yapıda bir diğer arzuyla da
ilişkilidir; Ebedi Gençlik Pınarını bulmak. Tüm Orta Çağ bunu hayal etmişti.
Kayıp Cennetin yeni imgelerinde, Hayat Ağacı Yaşam Pınarına ve sonra da Gençlik
Irmağı ya da Kaynağına dönüşmüştür.” Başlıca güdü “tüm hastalıkları iyileştiren
ve ölümsüzlüğü sağlayan bir Pınar... Yaşam Pınarının Hindistan’dan geldiği”
kanısıydı. “Şahane John Maundeville Hindistan’a giderken... Rahip John’un
Hristiyan krallığında gerçekten onunla karşılaşmıştı.” Hindistan’a ve Cennetten
akan sulara ulaşmak “zevk, gençlik ve mutluluk için insanın duyduğu ebedi
arzunun sembolü” haline gelmişti.
Karadan giden yollar
düşmanlar tarafından tutulduğundan, Avrupa’nın Hristiyan krallıkları
Hindistan’a giden bir deniz yolu aramaktaydılar. Kılavuz Henry’nin hükümdarlığı
altında Portekiz krallığı, on beşinci yüzyılda Afrika çevresinde yelkenle yol
alarak Doğu’ya ulaşma yarışında önde gelen güç haline geldi. 1445’te Portekizli
denizci Dinas Dias, Senegal Nehrinin ağzına ulaştı ve yolculuğun amacını
düşünerek “nehrin, Aden Bahçesinden ve yeryüzündeki Cennetten akan, Dünya’nın
en muhteşem nehirlerinden biri olan Nil’den çıktığı söyleniyor,” diye
bildirmişti. Afrika kıtasının ucundaki Cape çevresine önce yaklaşan sonra da
çevresinden dolanan diğerleri onu izledi. 1499’da Vasco da Gama ve filosu
Afrika’yı dolandı ve el üstünde tutulan hedefe ulaştı: Hindistan.
Ancak Keşifler Çağını açmış
olan Portekizliler yarışta başarısız olmuşlardı. Kadim haritaları ve doğuya
gidenlerin yazdıklarını dikkatle inceleyen, İtalya doğumlu Cristóbal Colón adlı
denizci batıya yelken açarak, Portekizliler tarafından
aranan Doğu Rotasından çok daha kısa bir deniz yoluyla Hindistan’a
ulaşabileceği sonucuna varmıştı. Mali destekçi ararken Ferdinand ve Isabel’in
sarayına vardı. Yanında (ve ilk yolculuğunda da) Marco Polo’nun kitabının
Latince kopyası vardı. Ayrıca Kolomb’dan (Colón) bir buçuk asır önce iyice
doğuya giderek “dünyanın yuvarlaklığı nedeniyle... çünkü Rabbimiz dünyayı
yusyuvarlak yaratmış” batıya vardığını açıklayan John Maundeville’in yazılarına
da işaret etti.
Ocak 1492’de Ferdinand ve
Isabel Müslümanları mağlup ettiler ve İber yarımadasını geri aldılar. Bu,
Haçlıların başaramadığını İspanya’nın başaracak olduğuna dair bir işaret değil
miydi? Aynı yıl, 3 Ağustos’ta Kolomb İspanyol bayrağı altında Hindistan’a
batıya doğru deniz yoluyla gitmek için yelken açtı. 12 Ekim’de kara göründü.
1506’daki ölümüne dek, Rahip John’un efsanevi ülkesinin büyük bir kısmını
oluşturan adalara vardığına emindi.
Yirmi yıl sonra Ferdinand,
gençlik veren suları gecikmeden bulması için Ponce de Leon’a Keşif Patentini
bahşetti.
İspanyollar Büyük
İskender’in izinden gittiklerini sanıyorlardı. Çok daha eski bir şeylerin ayak
izlerini takip ettiklerini bilmiyorlardı.
ÖLÜMSÜZ ATALAR
Makedonyalı İskender’in kısa
yaşamı -Babil’de otuz üç yaşında öldü- fetihler, maceralar, keşiflerle doluydu:
İlahi gizemleri açığa çıkarmak üzere Dünyanın Ucuna ulaşmak için duyulan yakıcı
arzu.
Amaçsız bir arayış değildi.
Kraliçe Olympias’ın ve muhtemelen kocası Kral 2. Philip’in oğlu, kadim bilgelik
üzerine filozof Aristo tarafından her bakımdan eğitilmişti. Derken anne babası
arasındaki kavgalara ve annesinin küçük İskender’i alıp kaçmasıyla sonuçlanan
boşanmalarına şahit oldu. Barıştılar, sonra cinayet; Philip’in suikaste kurban
gitmesi İskender’in yirmi yaşında tahta geçmesine yol açtı. İlk askeri
seferleri onu, ünlü kehanet merkezi Delf’e getirdi. Ünlü olacağını ama çok kısa
bir yaşam süreceğini tahmin eden birkaç kehanetten birincisini orada duydu.
Yılmayan İskender -tıpkı
İspanyolların 1800 yıl sonra yapacakları gibi- Hayat Sularını bulmak için yola
koyuldu. Bunu yapabilmek için Doğu’ya giden yolu açmalıydı. Tanrılar oradan
gelmişlerdi: Fenike şehri Tire’den Girit adasında dek Akdeniz’i yüzerek aşan
büyük Zeus; Kıbrıs adası üzerinden yine Akdeniz’i geçen Afrodit; Küçük Asya’dan
atıyla gelen Poseidon; batı Asya topraklarından Grek diyarına zeytin ağacını
taşıyan Athena. İskender’in yazılarını incelediği Grekli tarihçilere göre de
insanı sonsuza dek genç kılan Sular oradaydı.
Pers kralı Keyhüsrev’in{} oğlu Cambyses’in Mısır’a saldırmak için Suriye, Filistin ve Sina’dan
geçtiği bilinmektedir. Mısırlıları yenilgiye uğratır ve onlara çok zalimce
davranır; tanrıları Ammon’un tapınağını kirletir. Sonra güneye gitmek ve “uzun
ömürlü Etiyopyalılara”
saldırmak gönlüne düşer.
Olayları –İskender’den bir asır önce yazan- Heredot (Heredot
Tarihi) şöyle tarif eder:
Etiyopya’ya şimdilik
casuslar yollayacak, bunlar söylendiği gibi Etiyopya’da sahiden Güneş Sofrası
diye bir şey var mı, buna bakacaklar, ayrıca işe yarar başka bilgiler
getireceklerdi; güya Etiyopya kralına armağanlar sunmak üzere gidiyorlardı...{}
Etiyopya kralına “Perslerde
en uzun ömrün seksen yıl olduğunu” söyleyen casus elçiler Etiyopyalıların uzun
ömürleriyle ilgili söylentiler konusunda sorular sordular. Bunu doğrulayan,
Kral o zaman onları alıp bir
kaynağa götürdü, bu kaynağın suları insan derisini daha parlak yapıyordu,
zeytinyağı sürülmüş gibi ve onlara öyle geldi ki, sanki biraz da menekşe
kokuyordu.
Cambyses’e dönen casuslar,
suyu “o kadar hafifti ki, üzerinde hiçbir şey yüzmüyordu, tahta bile, hatta
bundan hafif şeyler bile, içine ne düşse dibe çöküyordu,” diye anlattılar. Ve
Heredot şunları da ekler:
Eğer dedikleri gibiyse
(Etiyopyalıların) uzun ömürlü olmaları da bundan ileri gelmeliydi, çünkü her
şeye bunu kullanıyorlardı.
Etiyopya’daki Gençlik Pınarı
ve Ammon tapınağının Pers kralı Cambyses tarafından kirletilmesi hikâyesi,
İskender’in tarihiyle doğrudan ilişkilidir. Bu; onun Philip’in oğlu olmayıp
annesi Olympias ile Mısır tanrısı Ammon (Şekil 3) arasındaki bir birleşmenin ürünü
olduğu yolundaki rivayetlerle ilgilidir. Philip ve Olympias arasındaki
sürtüşmeler de şüpheleri doğrulamaya yaramıştı.
Sahte-Callisthenes’in
çeşitli versiyonlarında anlatıldığı üzere, Philip’in sarayı Greklerin
Nectanebus dedikleri bir firavun tarafından ziyaret edilmişti. Büyük bir
sihirbazdı; Olympias’ı gizlice baştan çıkarmıştı. O sıralarda Olympias’ın
haberi yoktu ama aslında Nectanebus kılığında gelen tanrı Ammon idi. Ve böylece
İskender’i doğurduğunda, bir tanrının oğlunu doğurmuş oldu. Bu tanrı, Persli
Cambyses’in tapınağını kirlettiği tanrının ta kendisi idi.
Küçük Asya’da Pers
ordularını yenilgiye uğratan İskender Mısır’a doğru döndü. Mısır’ı yöneten Pers
valilerinin ağır direnişiyle karşılaşmayı beklerken, bu büyük ülkenin hiçbir
direnme olmadan ellerinin arasına düştüğünü gördüğünde şaşırdı: Hiç şüphesiz
bu, bir işaretti. Zaman kaybetmeden İskender Büyük Vaha’ya, Ammon kehanet
merkezine gitti. Orada (efsanelere göre) tanrı şahsen İskender’in gerçek babası
olduğunu doğruladı. Bu şekilde onaylanınca Mısırlı rahipler onu bir firavun
olarak ilahlaştırdılar; dolayısıyla, bir ölümlünün kaderinden kaçma arzusu bir
ayrıcalık değil bir hak haline geldi. (O andan başlayarak, İskender paraları
üstünde boynuzlu bir Zeus-Ammon olarak resmedildi. Şekil 4)
İskender daha sonra güneye,
Ammon tapıncının merkezi olan Karnak’a gitti. Yolculukta göze çarpandan daha
fazlası söz konusuydu. M.Ö. üçüncü bin yıldan beri hürmet edilen bir dinsel
merkez olan Karnak, firavun nesilleri tarafından Ammon için inşa edilmiş tapınaklar,
türbeler ve anıtlardan oluşan bir karışımdı. En etkileyici ve anıtsal
yapılardan biri İskender’in zamanından bin yıl önce Kraliçe Hatşepsut
tarafından yaptırılan tapınaktı. Ve onun da tanrı Ammon’un tebdili kıyafet
ziyaret ettiği bir kraliçeden doğan kızı olduğu söylenirdi!
Orada gerçekte neler
olduğunu kimse bilmiyor. Gerçek şu ki, ordularını doğuya, Pers imparatorluğunun
kalbine yöneltmek yerine İskender daha da güneye yapılacak bir keşif gezisi
için küçük bir eşlikçi grubu seçti. Aklı karışan eşlikçileri onun bir zevk
gezisine çıktığına inandırılmışlardı; bir bayan ziyaret edilecekti.
Hiç de karakteristik olmayan
bu mola, İskender’in generalleri kadar o dönemin tarihçilerine de anlaşılmaz
gelmişti. İskender’in maceralarını kaydedenler, durumu makulleştirmek için,
ziyaret edeceği hanımı “güzelliğini hiçbir insanın yeterince övemeyeceği” bir femme fatale olarak tarif ettiler. Kadın Candace idi,
Mısır’ın güneyinde (günümüzde Sudan) bir ülkenin kraliçesiydi. Süleyman ve Saba
Melikesi hikâyesini tersine çevirin; bu kez kraliçenin ülkesini ziyaret eden
kraldı. Çünkü eşlikçilerinin haberi yoktu ama İskender aslında aşk değil
Ölümsüzlüğün sırrını arıyordu.
Keyifle geçen bir süreden
sonra kraliçe İskender’e, bir ayrılık hediyesi olarak, “tanrıların bir araya
toplandığı harikulade mağara”nın sırrını açmayı kabul etti. Talimatlarını
izleyen İskender kutsal yeri buldu:
Birkaç askerle içeri girer
ve yıldız ışığını andıran bir aydınlık görür. Tavanlar sanki yıldızlarla
aydınlatılmış gibi parlamaktadır. Tanrıların dış biçimleri fiziksel olarak
tezahür etmiştir; bir kalabalık (onlara) sessizlik içinde hizmet etmektedir.
(İskender) ilk başta korkar
ve şaşırır. Ama neler olacağını görmek için kalır çünkü gözleri ışık huzmeleri
gibi parlayan ve yatmış uzanan figürler görmüştür.
Gözleri ışık huzmeleri yayan
“yatmış uzanan figürler” İskender’i durdurmuştu. Bunlar da tanrı mıydı yoksa
ilahlaşmış ölümlüler miydiler? Derken bir ses ile irkilir; “figürler”den biri
konuşmuştur:
Ve biri
der ki: “Selam olsun İskender. Kim olduğumu biliyor musun?”
Ve o
(İskender) cevaplar: “Hayır efendim.”
Diğeri
şunu der: “Ben Sesonchusis’im, tanrılar arasına katılan dünyayı fethetmiş
kralım.”
İskender, tam da aramış
olduğu kişiyle karşılaşmış olmasına rağmen hiç de şaşırmamıştır. Anlaşılan
gelişi beklenmekteydi ki “tüm evrenin Yaratıcısı ve Gözeticisi”ne davet edildi.
“İçeri girer ve ateş parlaklığındaki aydınlığı görür; ve tahtta oturan, bir
zamanlar Rokôtide’deki halkın tapındığı Tanrı Serapis’i görür.” (Grekçe
versiyonunda bu, tanrı Diyonizos’tur.)
İskender kendi ömrünün
uzunluğu meselesinden söz etme şansını yakaladığını görmüştür. “Efendimiz,”
der, “kaç yıl yaşayacağım ben?”
Ama tanrıdan cevap gelmez.
Derken Sesonchusis İskender’i teselli etmeye başlar çünkü tanrının sessizliği
gerekeni söylemiştir. Ben de tanrılar arasına katılmış olmama rağmen, der
Sesonchusis, “Senin kadar talihli değildim... çünkü tüm dünyayı fethetmeme ve
çok insanı diz çöktürmeme rağmen adımı kimse hatırlamıyor; ama senin ünün
büyük... ölümden sonra bile adın ölümsüz olacak.” Bu şekilde İskender’i
rahatlatır. “Ölümden sonra yaşayacaksın, demek ki ölmeyeceksin”; kalıcı bir
ünle ölümsüzleşeceksin.
Hayal kırıklığına uğrayan
İskender mağarayı terk eder ve başka bilgelerin öğüdünü almak, fani kaderinden
bir kaçış yolu bulmak, kendisinden önce ölümsüz tanrılar arasına katılmayı
başaranların yolundan gitmek için “yapılacak yolculuğa devam eder”.
Bir versiyona göre,
İskender’in aradığı ve tanıştığı kişiler arasında; İncil’de anlatılan Tufan’dan
önceki günlerden bir ata ve Nuh’un büyük büyük babası olan Hanok da vardır.
“Cennetin, Canlılar Diyarının yer aldığı, azizlerin yaşadığı ev” dağlık bir
bölgedir. Bir dağın tepesinde parıldayan bir yapı vardır; oradan göğe doğru,
2500 altın basamaktan yapılmış bir merdiven uzanmaktadır. Çok geniş bir salon
ya da mağarada İskender, “her biri kendi nişinde oturan altın figürler”,
altından bir sunak ve yüksekliği 20 metreyi bulan iki kocaman “mum” görür.
Yakınlardaki bir kanepede
uzanmakta olan bir adamın üstünde altın ve değerli taşlarla bezeli bir örtü ve
yukarısında altından yapılma bir asma dalında, mücevherlerden yapılma bir üzüm
salkımı vardır.
Adam birdenbire uyanır ve
kendisini Hanok diye tanıtır. “Tanrıların gizemlerine burnunu sokma,” diye bir
ses İskender’i uyarır. Uyarıya kulak veren İskender ordusuna katılmak üzere
ayrılır ama önce bir ayrılık hediyesi olarak, tüm ordusunu mucizevi biçimde
doyurmaya yetecek olan üzüm salkımını alır.
Yine bir başka versiyonda
ise, İskender geçmişten bir değil iki kişiyle karşılaşır: Hanok ve İlya{} peygamberle; bu ikisi, İncil geleneğine göre asla ölmemişlerdir. Olay,
İskender meskûn olmayan bir çölü geçerken meydana gelir. Atı, birdenbire, atı
da sürücüsünü de havaya kaldıran bir “ruh” tarafından ele geçirilir ve
İskender’i ışıldayan bir çadır tapınağın önüne getirir. İçinde, iki adam görür.
Yüzleri ışıl ışıldır, dişleri sütten beyazdır, gözleri seher yıldızından daha
parlaktır; “ulu görünümlü” adamlardır. Ona kim olduklarını ve “Tanrı’nın onları
ölümden sakladığını” söylerler. Burasının, “Parlak Yaşam Suları”nın çıktığı
“Yaşam Deposu Şehri” olduğunu anlatırlar. Ama İskender daha fazlasını
öğrenemeden ya da “Hayat Suları”ndan içemeden bir “ateş arabası” onu yakalar ve
oradan uzaklaştırır; kendisini ordusunun yanında buluverir.
(Müslüman geleneğe göre, bin
yıl kadar sonra Muhammed Peygamber de beyaz atını sürerken göklere
taşınmıştır.)
Tanrılar Mağarası bölümü
-tıpkı İskender’in hikâyelerindeki diğer bölümler gibi- tamamen kurgu, sadece
mit miydi yoksa bunlar, tarihsel gerçeklere dayanarak oluşturulmuş öyküler
miydiler?
Bir Kraliçe Candace, Şamar
adında bir kraliyet şehri, Sesonchusis adında bir dünya fatihi var mıydı?
Aslında, isimler eski çağlar öğrencileri için nispeten yakın zamanlara dek pek
anlam ifade etmiyordu. Eğer bu isimler Mısır kraliyet isimleri ya da mistik bir
Mısır eyaletinin adı idiyseler, anıtların üstünü örten kumlarla birlikte zaman
içinde örtülmüşlerdi; kumların üstünde yükselen piramitler ve Sfenks ise ancak
muammayı daha da derinleştirmekteydi; okunamayan hiyeroglif resim-sözcükleri, açılamayacak
gizemler olduğunu doğrulamaktaydı sadece. Grekler ve Romalılar tarafından
aktarılan eski çağların hikâyeleri efsaneler halinde çözünmüşler ve en sonunda
da unutulmuşluğa karışmışlardı.
Ancak Napolyon’un 1798’de
Mısır’ı fethiyledir ki, Avrupa Mısır’ı yeniden keşfetti. Napolyon’un ordusuna
eşlik eden ciddi bilginler grubu kumları temizlemeye ve unutulmuşluk perdesini
kaldırmaya başladılar. Derken, Rosetta köyü yakınlarında, aynı yazının üç ayrı
dilde kazındığı bir taş tablet bulundu. Kadim Mısır’ın dilini ve yazılarını
çözecek anahtar bulunmuştu: Firavunlarının başarılarına, tanrılarının
muhteşemleştirilmelerine ilişkin kayıtları.
1820’lerde güneye doğru,
Sudan’a dek nüfuz eden Avrupalı kaşifler, Nil nehri kıyısında Meroe adı verilen
bir sit alanında (aralarında dik açılı piramitlerin de bulunduğu) kadim
anıtların varlığını bildirdiler. Bir Prusya kraliyet keşif ekibi 1842-44
yılları arasındaki kazılar sırasında etkileyici arkeolojik kalıntıları gün
ışığına çıkardılar. 1912 ve 1914 arasında başkaları kutsal sit alanlarını
keşfettiler; bunlardan birindeki hiyeroglif yazılar Güneş Tapınağı diye
adlandırıldığını açıklıyordu; belki de Cambyses’in casuslarının “Güneş
Sofrası”nı gözlemledikleri yerin ta kendisiydi. Bu yüzyılda yapılan diğer
kazılar, arkeolojik buluntuların bir- araya getirilmesi ve yazıların sürekli
deşifre edilmesi; bu topraklarda M.Ö. birinci bin yılda gerçekten de bir Nübye{} krallığının var olduğunu belirledi: Bu, kutsal kitapta geçen Kuş
Diyarı idi.
Gerçekten de bir Kraliçe
Candace vardı. Hiyeroglif yazılar, Nübye krallığının en başında bilge ve iyicil
bir kraliçe tarafından yönetildiğini açığa çıkardı. Adı Candace (Şekil 5) idi.
Ondan itibaren, tahta her ne zaman bir kadın çıksa -çok seyrek de değildi-
büyük kraliçelik sembolü olarak bu adı benimsemişti. Ve Meroe’nin daha
güneyinde, krallığın toprakları içinde, Sennar adında
bir şehir de vardı; muhtemelen bu, İskender masalında sözü edilen Şamar’dı.
Peki ya Sesonchusis?
Sahte-Callisthenes’in Etiyopyaca versiyonunda, Mısır’a (ya da oradan) yolculuk
yapan İskender ve adamları timsahlarla kaynayan bir gölün yanından geçerler.
Orada, daha önceki bir hükümdarın inşa ettirdiği gölün öte yakasına geçen bir
yol vardır. “Ve baktılar ki, gölün kıyısında bir bina var ve binanın tepesinde
üstünde ‘Ben Koş’um, dünyanın kralı, bu gölü geçen fatih’ yazan bir kâfir
sunağı vardır.”
Bu dünya fatihi Koş, Kuş ya
da Nübye’yi yöneten bu kral kimdi? Bu masalın Grekçe versiyonunda,
-Kızıldeniz’in sularının bir parçası olarak tarif edilen- gölü geçmesi anısına
anıt diken fatihin adı Sesonchusis idi; öyleyse Sesonchusis ve Koş bir ve aynı
hükümdardı: hem Mısır’ı hem de Nübye’yi yöneten bir firavun. Nübye anıtları
böyle bir hükümdarı hurma biçimli Yaşam Meyvesini bir “Parlayan Tanrı”dan
alırken betimlemişlerdir (Şekil 6).
Mısır kayıtları, M.Ö. ikinci
bin yıl kadar eskilerde gerçekten de bir dünya fatihi olan büyük bir firavundan
söz ederler. Adı Senusert idi ve o da Ammon’a sadıktı. Grek tarihçiler onun
Libya ve Arap topraklarını, ayrıca Etiyopya’yı ve tüm Kızıldeniz adalarını;
Asya’nın büyük kısmını fethettiğini hatta daha sonraki Perslilere kıyasla daha
doğuya gittiğini, Küçük Asya üzerinden Avrupa’yı işgal ettiğini
bildirmektedirler. Heredot bu firavunun büyük becerilerini anlatır ve ona
Sesostris adını verir; Sesostris’in gittiği her yere anıt sütunlar diktirdiğini
belirtir. “Diktirdiği sütunlar hala görülebilmektedir,” der Heredot. Demek ki,
İskender’in gölün yanındaki sütunu görmesi sadece Heredot’un bir yüzyıl önce
yazdıklarını doğrulamaktaydı.
Sesonchusis gerçekten de
vardı. Mısırca adı “yaşam doğuran” anlamındaydı. Çünkü Mısır’ın bir firavunu
olması nedeniyle, tanrıların arasına katılmak ve sonsuza dek yaşamak için her
hakka sahipti.
Hayat Suları ya da Ebedi
Gençlik arayışında, arayışın kesinlikle sonuçsuz olmadığını belirtmek önemlidir
çünkü geçmişte başkaları bu arayışta başarılı olmuşlardı. Dahası, eğer Kayıp
Cennetten sular akıyorsa, daha önce orada bulunmuş olanları bulmak, oraya nasıl
gidileceğini onlardan öğrenmenin bir yolu olmaz mıydı?
Bunu düşünen İskender,
Ölümsüz Atalara ulaşmayı amaçlıyordu. Onlarla gerçekten karşılaşıp
karşılaşmadığı pek de önemli değildir: önemli olan, Hristiyan döneminden önceki
asırlarda İskender ya da onun tarih yazıcılarının (ya da her ikisi birden)
Ölümsüz Ataların gerçekten de var olduklarına duydukları inançtır; onlar için
bile kadim ve eski olan günlerde, eğer tanrılar dilerse, faniler ölümsüz
olabiliyorlardı.
İskender’in tarihini
yazanlar ya da düzeltenler, İskender’in Sesonchusis; İlya ve Hanok; ya da
sadece Hanok ile karşılaştığı çeşitli olayları anlatırlar. Sesonchusis’in
kimliği ancak tahmin edilebilir ve onun Ölümsüzlüğe nasıl ulaştığı konusu
anlatılmamıştır. Ancak -İskender öykülerinden birine göre Hanok’un Parıldayan
Tapınak’taki eşlikçisi olan- İlya’nın durumu farklıdır.
O, M.Ö. dokuzuncu yüzyılda,
Ahab ve Ahaziah adlı kralların hükümdarlığındaki İsrail Krallığı’nda faal olan
bir kutsal kitap peygamberidir. Benimsediği ismin belirttiği gibi (Eli-Yah{*}: “Tanrım Yehve’dir”),
İbran tanrısı Yehve’den ilham alıyor ve onu savunuyordu; bu tanrıya inananlar
Baal adlı Kenan tanrısının takipçileri tarafından taciz edilmekteydiler. Erden{**} Nehri yakınlarındaki, anlaşılan Rab tarafından eğitildiği gizli bir
yerde, bir süre saklandıktan sonra, ona büyülü güçleri olan bir “kıl cübbe”
verildi ve mucizeler gerçekleştirebilmeye başladı. İlk önceleri Fenike şehri
Sidon yakınlarında kalırken, bildirilen ilk mucizesi (I. Krallar, Bab 17{***}) ona barınak sağlayan bir dulun azıcık yağını ve bir kaşık ununu
hayatının geri kalanında yetecek hale getirmesiydi. Daha sonra kadının mor
renkli bir hastalıktan ölen oğlunu canlandırması için Rab’bine yalvarır. Ayrıca
Ateş Tanrısını göklerden çağırabiliyordu; pagan iğvasma kapılan krallar ve
rahiplerle süregelen çatışmalarda bu çok işe yarıyordu.
Kutsal metinler onun
Dünya’da ölmediğini söyler çünkü o “kasırga ile göklere çıkmıştı”. Yahudi
geleneklerine göre İlya hala ölümsüzdür; ve bugüne dek, gelenek onun Fısıh{****} bayramı arifesinde Yahudi evlerine davet edilmesini gerektirmektedir.
Göğe çıkışı Eski Ahit’te ayrıntılarıyla anlatılır. Ve II. Krallar Bab 2’de
anlatıldığı gibi, olay hiç de ani ve beklenmedik bir olay değildir. Aksine;
planlanmış ve önceden düzenlenmiş bir operasyondur; yeri ve zamanı İlya’ya
önceden bildirilmiştir.
Belirlenen yer Erden
Vadisinde, nehrin doğu yakasında idi; belki de İlya’nın “Allah adamı” olarak
görevlendirildiği yerdi burası. Gilgal’e yapacağı son yolculuğa başladığında
-burası Eski Ahit’e göre daha önceki bir mucizenin meydana geldiği yerdir-
sadık müridi Elişa’dan kurtulmak için çok uğraşır. Yol boyunca, iki peygamberin
yolu tekrar tekrar aynı şeyi soran müritlerce, “peygamber oğulları”nca kesilir:
Bugün Rab’bin İlya’yı yukarı kaldıracağı doğru mudur?
Kutsal Kitabı yazandan kendi
sözleriyle dinleyelim:
Ve vaki
oldu ki, Rab İlya’yı
kasırga ile göklere
çıkaracağı zaman,
İlya ile Elişa Gilgal’den
giderlerken,
Ve İlya
Elişa’ya dedi:
“Rica ederim, burada kal;
çünkü Rab beni Beyt-el’e
kadar gönderdi.”
Ve Elişa
dedi: “Hay olan Rab’bin hakkı için,
ve senin canının hayatı hakkı
için,
seni bırakmam.”
Ve
Beyt-el’e indiler.
Ve
Beyt-el’de olan peygamber oğulları
Elişa’ya çıkıp ona dediler:
“Biliyor musun ki, bugün
Rab, efendini
senin başından
kaldıracaktır?”
Ve dedi:
“Ben de biliyorum, susun.”
Artık İlya gideceği yerin
Erden Nehrinin kıyısındaki Eriha olduğunu Elişa’ya itiraf etmiştir ve yoldaşına
arkada kalmasını söyler. Ama Elişa yine reddeder ve onunla birlikte gider: “ve
Eriha’ya geldiler.”
Ve
Eriha’da olan peygamber oğulları
Elişa’ya yaklaşıp ona
dediler:
“Biliyor musun ki, bugün
Rab, efendini
senin başından
kaldıracaktır?”
Ve dedi:
“Ben de biliyorum, susun.”
Yalnız devam etme
çabalarında başarısız olan İlya, Elişa’ya Eriha’da beklemesini ve nehir
kıyısına yalnız başına gitmesine izin vermesini söyler. Ama Elişa reddeder, İlya’dan
ayrılmayacaktır. Cesaretlenen “peygamber oğullarından elli kişi gittiler; ve
uzakta onların karşılarında durdular; ve ikisi (İlya ve Elişa) Erden’in yanında
durdular.”
Ve İlya
cübbesini aldı
ve onu dürüp sulara vurdu.
Ve sular
bu yana ve o yana ikiye bölündü
ve ikisi de kuru yerden
geçtiler.
Karşıya geçtiklerinde Elişa
İlya’dan kendisini ilahi ruh ile doldurmasını ister ama bir cevap alamadan,
Ve vaki
oldu ki, onlar yürüyüp konuşurlarken
işte, ateşten bir araba ve
ateşten atlar,
ve ikisini birbirinden
ayırdılar;
Ve İlya
kasırgada göklere çıktı.
Ve Elişa
görüp bağırdı:
“Baba, ey baba!
İsrail’in arabası ve onun
atları!”
Ve artık
onu göremedi.
Şaşkın ve üzgün Elişa bir
süre donakalır. Derken İlya’nın bıraktığı cübbeyi görür. Kaza eseri midir yoksa
amaçlı mı? Bulmaya kararlı olan Elişa cübbeyi alır ve Erden kıyısına döner,
Yehve’nin adını çağırarak sulara vurur. Ve işte: “Sular bu yana ve o yana ikiye
bölündü, ve Elişa geçti.” Ve peygamber oğulları, nehrin batı yakasındaki Eriha
düzlüğünde kalmış olan müritler, “karşıdan görüp dediler: İlya’nın ruhu
Elişa’nın üzerine kondu; ve onu karşılamaya geldiler, ve yere kadar kendisine
eğildiler.”
Kendi gözleriyle
gördüklerine inanamayan elli mürit İlya’nın gerçekten de kalıcı olarak yukarı
alınıp alınmadığını merak etmektedirler. Rab’bin rüzgârı belki de onu sadece
uzaklara sürüklemişti ve belki de bir dağa yahut derelerin birine atmıştı, diye
sordular. Elişa’nın itirazlarına rağmen, üç gün boyunca aradılar. Ve elleri boş
döndüklerinde Elişa, “Ben size gitmeyin, demedim mi?” dedi çünkü o gerçeği
biliyordu: İsrail’in Rab’bi İlya’yı bir Ateş Arabasıyla yukarı almıştı.
İskender’in tarihinin iddia
ettiği Hanok’la karşılaşma; Ölümsüzlük Arayışına bir “Ölümsüz Ata” öğesi ekler;
kutsal kitaplardan çok önceki zamanlarda göğe yükselen ve efsaneler halinde
kayıtlara geçen, Eski ve Yeni Ahit’te özellikle aynı şekilde belirtilen bir
kavram.
Kitabı Mukaddes’e göre
Hanok; Âdem’den Şit’e uzanan (Âdem’in Kabil’den çıkan lanetli neslinden farklı
olan) nesilde yedinci tufan öncesi atadır. Nuh’un, Tufan kahramanının büyük
büyük babasıdır. Tekvin Kitabı’nın beşinci babı, bu ataların nesillerini, varis
olma hakkına sahip evlatlarının doğduğu sıradaki yaşlarını ve öldükleri
sıradaki yaşlarını sıralar. Ama Hanok bir istisnadır: ölümünden hiç söz
edilmez. Tekvin Kitabı onun “Allah ile yürüdüğünü” ve Hanok’un Dünya’dan
“gittiği” gerçek ya da sembolik yaşın 365 (bir yıldaki gün sayısı) olduğunu
belirtir ve “çünkü onu Allah aldı,” der.
Bu şifreli kutsal kitap
ibaresini genişleten Yahudi yorumcular sık sık Hanok’un göğe gerçek yükselişini
tarif ediyor gibi görünen daha eski kaynaklardan alıntı yaparlar; bazı
versiyonlarda Hanok, Rab’bin tahtının arkasında sağda duran “Teveccüh Prensi”,
Metatron’a naklolunmuştur.
I. B. Lavner tarafından Kol Agadoth Israel (İsrail’in Tüm Efsaneleri) adlı kitapta
bir araya getirilen bu efsanelere göre, Hanok Rab’bin evine çağrıldığında, onu
alması için göklerden ateşli bir at gönderilmiştir. Hanok o sırada halka
dürüstlüğü vaaz etmektedir. Halk göklerden inen ateşli atı gördüğünde,
Hanok’tan bir açıklama ister. Ve onlara şöyle dedi: “Bilin ki, sizi bırakma ve
Cennete yükselme zamanı gelmiştir.” Ama ata bindiğinde, halk onu bırakmayı
reddeder ve bütün hafta onu takip ederler. “Ve yedinci günde, ateşli atlar ve
meleklerin koşulduğu bir ateşli araba indi ve Hanok’u gökyüzüne çıkardı.” O
yukarıya çıkarken, Cennetin Melekleri Rab’be itiraz ettiler: “Bir kadından
doğan bir adam nasıl Cennete alınır?” Ama Rab Hanok’un dürüstlüğüne ve
sadakatine dikkati çeker ve ona Hayat Kapılarını ve Bilgelik Kapılarını açar;
ona muhteşem bir giysi ve parlak bir taç hazırlamıştır.
Tıpkı başka durumlarda da
olduğu gibi, kutsal metinlerdeki şifreli göndermeler kadim yazarın,
okuyucusunun söz konusu meseleyle ilgili başka ve daha ayrıntılı yazılara aşina
olduğunu varsaydığını önermektedir. Hatta mevcut olması gereken ama tamamen
kaybolmuş olan böyle yazılardan -”Dürüstlük Kitabı” ya da “Yehve’nin Savaşları
Kitabı”- özellikle söz edilmiştir. Hanok söz konusu olduğunda ise Yeni Ahit;
onun “ölümü görmesin” diye Rab tarafından “çevirildiği”ne ve Ölümsüzlüğe
“naklolunmasından önce” (İbranlara, 11:5) yazdığı ya da yazdırılan Hanok’un Şehadet’ine dair şifreli bir göndermede bulunur.
Yahuda’nın Mektubu 14 ise Hanok’un kehanetlerine değinirken ayrıca bu ata tarafından
yazılan bazı gerçek yazılara atıfta bulunuyor şeklinde ele alınabilir.
Yüzyıllar boyunca çeşitli
Hristiyan yazıları da benzer ipuçları veya göndermeler içerirler; ve
anlaşıldığına göre, Hanok Kitabı’nın çeşitli versiyonları M.Ö. ikinci yüzyıldan
beri aslında ortada dolaşmaktadırlar. El yazmaları on dokuzuncu yüzyılda
incelendiğinde, bilginler temelde iki kaynak olduğu sonucuna vardılar. Hanok I diye tanımlanan ve Hanok’un
Etiyopyaca Kitabı adı verilen birincisi, İbran (ya da Arami) dilindeki
orijinal bir eserin önceki Grekçe tercümesinin Etiyopya diline çevirisiydi. Hanok II olarak tanımlanan diğeri ise, tam adı Hanok’un Sırları Kitabı olan Grekçe yazılmış bir orijinalin
Slovak diline tercümesiydi.
Bu versiyonları inceleyen
bilginler Hanok I ve Hanok II’nin,
her ikisinin birden çok daha eski bir orijinalden kaynaklandığı ve eski
çağlarda gerçekten de bir Hanok Kitabı’nın var olduğu
olasılığını dışlamadılar. R. H. Charles’ın 1913’te yayımlamaya başladığı Apocrypha and Pseudepigrapha of the Old Testament adlı
eseri; resmen kabul edilen Eski ve Yeni Ahitlerden çıkartılan diğer erken dönem
yazılarının ve Hanok Kitaplarının en başta gelen İngilizce tercümesidir.
Birinci tekil şahısla
yazılan Hanok’un Sırları Kitabı tam bir zaman ve yer
ile başlar:
365. yılın ilk ayının ilk
günü evimde yalnızdım ve yatağımda uyuyup dinleniyordum... Orada bana iki adam
göründü; çok uzun boylu, Dünya üstünde hiç görmediğim kadar; ve yüzleri sanki
güneş gibi parlıyordu ve gözleri yanan lambalar gibiydi ve dudaklarından alev fışkırıyordu.
Giysileri tüy görünümündeydi; ayakları mordu. Kanatları altından daha parlaktı;
elleri kardan daha beyazdı. Yatağımın başında durdular ve bana adımla
seslendiler.
Yabancılar geldiğinde uyuyor
olduğundan Hanok kayıtlara girsin diye artık uyumadığını ekler; “Önümde duran
bu adamları net olarak görmekteydim,” diye belirtir. Hürmetle eğilir, korkuya
kapılmıştır. Ama iki adam onu rahatlatırlar:
Neşelenesin Hanok, korkma;
Ebedi Tanrı bizi sana yolladı ve duy ki, bugün bizimle göklere yükseleceksin.
Sonra Hanok’a ailesini ve
hizmetkârlarını uyandırmasını ve “Rab seni onlara getirene dek” onu
aramamalarını emretmesini söylediler. Hanok bunu yapar; bunu fırsat bilerek
oğullarını dürüstlük konusunda bilgilendirir. Derken ayrılma zamanı gelir:
Oğullarıma anlatacaklarım
bittiğinde, bu adamlar bana seslendiler ve beni kanatlarına aldılar ve
bulutlara yerleştirdiler; ve baktım ki bulutlar hareket etti... Daha yükseğe
giderken havayı gördüm ve (daha da) yükselirken esiri gördüm ve beni İlk Göğe
yerleştirdiler; ve bana dünya denizinden çok daha büyük olan bir deniz
gösterdiler.
“Hareket eden bulutlar”
üstünde göklere yükselen Hanok -iki yüz meleğin yıldızları yönettiği- İlk
Gökten İkinci’ye, kasvetli Göğe; sonra da Üçüncü Göğe aktarılır. Burada ona
gösterilen:
görünüşü iyi olan, güzel ve
kokulu ağaçlar ve meyveleriyle bir bahçedir.
Ortasında Hayat Ağacı
vardır; Cennete geldiğinde Tanrı burada dinlenir.
Ağacın muhteşemliği
karşısında donakalan Hanok, Hayat Ağacını şu sözlerle tarif etmeyi becerir:
“Yaratılmış herhangi bir şeyden çok daha güzeldi; her yandan görünüşü altın ve
kırmızı gibidir; ateş gibi şeffaftır.” Ağacın köklerinden bal, süt, yağ ve
şarap akan dört ırmak çıkıyor ve bu göksel Cennetten Aden Cennetine dünyanın
çevresinde dolanarak iniyordu. Bu üçüncü Gök ve Hayat Ağacı “çok muhteşem” üç
yüz melek tarafından korunmaktaydı. Dürüstlerin Yeri ve kötü olanların işkence
gördüğü Korkunç Yer de bu üçüncü Gök’te yerleşikti.
Daha yukarı, Dördüncü Göğe
çıkan Hanok Işıldayanları ve çeşitli acayip yaratıkları ve Rab’bin Ordusu’nu
görebilmektedir. Beşinci Gökte birçok “ordular” görür; Altıncı’da “yıldızların
dönüşlerini inceleyen melekler şeridi”ni. Derken Yedinci Göğe erişti; burada
büyük melekler koşuşturuyordu ve Rab’bi -”uzaktan”- tahtında otururken gördü.
Kanatlı iki adam ve onların
hareket eden bulutu Hanok’u Yedinci Göğün sınırlarına getirdi ve bıraktı;
Hanok’u huzuruna getirmesi için Rab, baş meleği Cebrail’i yolladı.
Otuz üç gün boyunca Hanok
geçmişin ve geleceğin tüm hikmetleri ve olayları konusunda eğitildi; sonra da
“çok soğuk görünüşlü” berbat bir melek tarafından Dünya’ya geri getirildi.
Toplam olarak, altmış gün boyunca Dünya üstünden kaybolmuştu. Ama Dünya’ya
dönüşü, sadece oğullarını yasalar ve emirler konusunda eğitebilmesi içindi; ve
otuz gün sonra, tekrar göklere alındı; bu kez, tamamen.
Daha erken zamanlarda,
başlığı muhtemelen Hanok’un Sözleri olan, hem kişisel
tanıklık hem de tarihi bir inceleme olarak yazılan Hanok’un
Etiyopyaca Kitabı; onun Göklere yaptığı yolculuklar kadar Dünya’nın dört
köşesine yaptığı yolculuklardan da söz eder. Kuzeye, “Dünya’nın kuzey ucuna
doğru” giderken “orada büyük ve muhteşem bir aygıt” görür; bunun yapısı tarif
edilmemiştir. Ve orada, tıpkı Dünya’nın batı ucunda olduğu gibi, “göklerde
açılmış üç gök kapısından” içeri dolu ve kar, soğuk ve kırağının girdiğini
görür.
“Ve oradan güneye doğru
Dünya’nın ucuna gittim” ve orada Göğün kapılarından çiğ ve yağmur esiyordu. Ve
oradan da içinden Göğün yıldızlarının geçtiği ve rotalarında koştukları doğu
kapılarını görmeye gitti.
Ama asıl gizemler ve geçmiş
ile geleceğin sırları Hanok’a doğuya ve batıya doğru giderken “Dünya’nın
ortasından” geçtiğinde gösterilmişti. “Dünya’nın ortası”, Kudüs’teki Kutsal
Tapınağın gelecekte kurulacağı yerdi; doğuya yolculuk ederken Hanok Bilgi
Ağacına ulaşmış ve batıya giderken de ona Hayat Ağacı gösterilmişti.
Doğuya doğru yaptığı
yolculukta Hanok dağlar ve çöller aşmış, bulutlarla örtülü dağ zirvelerinden
akan suyolları, kar ve buz (“akmayan su”) ve türlü koku ve balsamlı ağaçlar
görür. Daha ve daha doğuya giderken, kendisini yine Eritre Denizinin (Arap
Denizi ve Kızıldeniz) sınırındaki dağların üstünde bulur. Devam ederken
Zotiel’in, Cennetin girişini koruyan meleğin yanından geçer ve “Doğruluk
Bahçesine rast gelir”. Oradaki harikulade ağaçlar arasında “Bilgi Ağacını”
görür. İncir ağacı kadar yüksek, yaprakları harnupunki gibi ve meyvesi de asma
salkımı gibidir. Ve onunla birlikte olan melek bunun gerçekten de, Âdem ve
Havva’nın Aden Bahçesinden sürülmeden önce yedikleri meyve olduğunu doğrular.
Batıya doğru yolculuk
ederken Hanok “gece gündüz yanan bir ateş dağı sırasına” varır. Bunun ötesinde
“derin, zorlu dağ geçitleri ile” birbirinden ayrılmış altı dağın çevresinde
çember olduğu bir yere ulaşır. Bunların ortalarında yedinci bir dağ
yükselmektedir; “bir tahtı andırmakta; ve tahtı kokulu ağaçlar çevrelemektedir.
Ve aralarında daha önce hiç koklamadığım bir ağaç vardır... ve meyvesi hurmayı
andırır.”
Ona eşlik eden melek
ortadaki dağın “Kutsal Büyük Olan’ın, Muhteşem Efendi’nin, Ebedi Kral’ın
Dünya’yı ziyarete geldiğinde oturacağı” taht olduğunu açıklar. Ve meyveleri
hurmaya benzeyen ağaca gelince şöyle der:
Bu kokulu ağaca gelince,
hiçbir ölümlünün
Büyük Yargı günü gelene dek
buna
dokunmasına izin yoktur...
Meyvesi seçilenlere yiyecek
olacaktır...
Kokusu kemiklerine
işleyecek,
ve Dünya üstünde uzun bir
hayat yaşayacaklardır.
Hanok’un “o günlerde o
meleklere nasıl uzun sicimler verildiğini ve bunların kanatlar takarak kuzeye
doğru gittiklerini” görmesi bu yolculuklar sırasındadır. Hanok tüm bunların ne
olduğunu sorduğunda, ona rehberlik eden melek şöyle der: “Ölçmek için
gittiler... adil olandan adil olana ölçüleri getirecekler ve dürüst olandan
dürüst olana ipler... tüm bu ölçümler arzın sırlarını açık edecek.”
Dünya’daki tüm gizli yerleri
ziyaret eden Hanok’un Gök Yolculuğuna çıkma zamanı gelmiştir. Ve ardından gelen
diğerleri gibi o da “zirvesi Göklere erişen dağa” ve bir Karanlık Diyara
getirilir:
Ve onlar
(melekler) beni içindekilerin alevli ateş gibi olduğu ama istediklerinde insan
gibi göründükleri bir yere götürdüler.
Ve beni
karanlık bir yere ve zirvesi göğe erişen bir dağa getirdiler.
Işıltılıların
odalarını ve yıldızların hazinelerini gördüm; ve ateşli bir yay ve okların
olduğu yerde büyük derinlikteki gök gürültüsünü ve titreyişlerini ve bir alevli
kılıcı ve bütün yıldırımları.
Hanok, ondan sonra gelecek
firavunlar gibi, bildirilen kaderine karşı çıkarak aradığı için Ölümsüzlüğün
İskender’in ellerinin arasından kayıp gittiği tam da böyle kritik bir anda,
ilahi kutsamayla ilerliyordu. Demek ki, o kritik noktada, ilerlemeye layık
görülmüştü; böylece “onlar (melekler) beni Hayat Sularına götürdüler.”
Devam eder ve “Ateş Evi”ne
varır:
Kristallerden
inşa edilmiş ve alev dilleriyle çevrilmiş bir duvara yaklaşana dek ilerledim;
ve bu beni korkutmaya başladı.
Alev
dillerinden geçtim ve kristallerden yapılma büyük bir eve yaklaştım; evin
duvarları kristallerden oluşmuş mozaik zeminler gibiydi ve zemini de
kristallerden yapılmaydı. Tavanı sanki yıldızların ve yıldırımların yolları
gibiydi ve aralarında ateşli Kerubiler vardı ve onların göğü su gibiydi.
Duvarları
alevli bir ateş çevreliyordu ve kapıları yanıyordu.
Ve o eve
girdim; ve ateş gibi sıcak ve buz gibi soğuktu...
Ve şunu
gördüm: baktım ki ikinci bir ev var, birinciden büyük ve tüm kapı karşımda
açılıverdi ve alevlerden yapılmıştı...
Ve içeri
baktım ve ulu bir taht gördüm: Görünüşü kristal gibiydi ve oradaki tekerlekler
parlayan güneş gibi; ve Kerubilerin görünüşü vardı.
Ve tahtın
altından alevli ateş ırmakları geliyordu, öyle ki bakamaz oldum.
“Ateş Nehri”ne varan Hanok
yukarı alınır.
Bütün dünyayı
görebilmektedir: “Dünya’nın tüm nehirlerinin ağızlarını... Dünya’nın köşe
taşlarını... ve Dünya’nın bulutları taşıyan rüzgarlarını.” Daha da yükselince
“rüzgârın Göğün mahzenini gerdiği ve Gök ve Yer arasında onların durağına sahip
olan yer”deydi. “Göğün dönen ve Güneş’i ve tüm yıldızları çevreleyen
rüzgârlarını gördüm.” “Meleklerin yollarını” izleyerek “yukarıdaki Göğün gök
kubbesinde” bir noktaya varır, buradan “Dünya’nın ucunu” görebilmektedir.
Buradan, göklerin tüm
enginliğini izleyebilmektedir; ve “büyük parıldayan dağlar gibi yedi yıldızı”;
“muhteşem taşlardan yedi dağı” görebilmektedir. Bu gök cisimlerini her nereden
izliyor idiyse, “göksel ateş bölgesinde” “doğuya doğru üç tane vardı”; Hanok
orada yükselen ve alçalan “ateş sütunları” gördü; “ölçünün ötesinde, genişlikte
ve derinlikte benzer” ateş parlamaları görmektedir. Öte tarafta ise “güneye
doğru” üç gök cismi vardır; Hanok orada “bir boşluk, Göğün yukarısında hiçbir
gök kubbenin ve altında ise sağlam toprağın olmadığı bir yer... boşluk ve
ürkütücü bir yer” görür. Onu yukarı taşıyan melekten bir açıklama istediğinde,
melek cevap verir: “Burası göklerin tamamlandığı yerdir... Yer ve Gök’ün
sonudur; yıldızlar ve Gök ordusu için bir hapishanedir.”
Orta yıldız “Göğe sanki
Tanrı’nın tahtı gibi” erişiyordu. Kaymak taşı görüntüsüne sahipti “ve
zirvesinde safirden bir taht” vardı, yıldız “ateşli bir alev” gibiydi.
Göklerde yolculuk ederken
Hanok, “işlerin kaotik olduğu yere dek ilerledim. Ve orada korkunç bir şey
gördüm,” der. Orada gördüğü şey “bir araya gelmiş göğün yıldızları”dır. Ve
melek açıklar: “Bunlar Rab’bin emrini ihlal eden gök yıldızlarının sayısıdır ve
on bin yıl geçene dek burada bağlanmışlardır.”
İlk Göğe Yolculuk raporuna
son verirken Hanok şöyle der: “Ve ben, Hanok, tek başıma hiçbir insanın
gördüklerimi görmediği görüntüleri ve işlerin sonunu gördüm.” Göksel Ev’de her
türden bilgeliğin öğretilmesinden sonra insanlara öğretisini vermek için
Dünya’ya döndü. Belirtilmeyen bir süre boyunca, “Hanok saklanmıştı ve
çocuklarından hiçbiri nerede saklandığını, nerede konakladığını ve başına ne
geldiğini bilemedi.” Ama Tufan yaklaştığında öğretisini yazdı ve büyük büyük
torunu Nuh’a adil ve kurtuluşa layık olmasını öğütledi.
Bundan sonra Hanok bir kez
daha, “Dünya’da oturanların arasından yükseltildi. Ruhlar Arabasında yukarı
kaldırıldı ve ‘Adı’ onlar arasından yok oldu.”
FİRAVUNUN ÖTEALEME YOLCULUĞU
İskender’in maceralarının ve
onun Ölümsüz Ataları arayışının, ataların deneyimlerini taklit eden öğelerden
oluştuğu açıktır; mağaralar, melekler, yeraltı ateşleri, ateşli atlar ve Ateş
Arabaları. Ama aynı biçimde açık olan, Hristiyan dönemi öncesindeki asırlarda,
eğer biri Ölümsüzlüğe erişmek istiyorsa Mısır firavunlarını taklit etmesi
gerektiğine (İskender ya da onun tarihini yazanlar ya da hepsi tarafından)
inanılıyordu.
İskender’in yarı-ilahi
soydan gelme iddiası; yerel bir Grek tanrısına yakınlığı olduğunu iddia etmek
yerine bir Mısır ilahının sebep olduğu karmaşık bir ilişkiden kaynaklanması de
pek uygundur. İskender’in Küçük Asya’da Pers hatlarını yarar yarmaz Persli
düşmanlarını kovalamayı değil de Mısır’a gitmeyi gerekli görmüş olması efsane
değil, tarihi bir olgudur; iddia edilen ilahi “kökleri”ne bir cevap bulmak ve
de Hayat Sularını arayışına başlamak için.
İbranlar, Grekler ve antik
çağlardaki diğer halklar ilahi müdahale yoluyla bir faninin kaderinden
kaçabilen nadir bir iki kişinin hikâyelerini anlatadururlarken, kadim
Mısırlılar ayrıcalığı bir hak haline dönüştürmüşlerdi. Evrensel bir hak değil,
sadece adil ve dürüst olanlara ait bir hak da değil; Mısır kralına, Firavuna,
sırf Mısır tahtına oturduğu için verilen bir hak. Bunun nedeni, kadim Mısır’ın
geleneklerine göre, Mısır’ın ilk hükümdarlarının insan değil tanrıları
olmasıdır.
Mısır gelenekleri hatırlanamayacak
kadar eski zamanlarda “Gök Tanrıları”nın Göksel Disk’ten (Şekil 7) Dünya’ya
geldiklerini kabul etmektedir. Mısır sel sularının altındayken “en erken
zamanlarda ortaya (Dünya’ya) çıkan çok büyük bir tanrı” Mısır’a geldi ve Nil’in
sularına set çekerek ve yaygın kanallar ve toprak kazanma çalışmaları yaparak
kelimenin tam anlamıyla onu suların ve çamurun altından yükseltti (dolayısıyla
Mısır’a “Yükselmiş Diyar” lakabı verildi). Bu çok eski tanrının adı PTAH idi:
“Geliştirici”. Büyük bir bilimci, usta bir mühendis ve mimar, tanrıların Baş
Zanaatkârı, hatta insanın yaratılmasında ve biçimlendirilmesinde bile parmağı
olan bir tanrı olarak düşünülüyordu. Asası sık sık derecelendirilmiş bir çubuk
olarak resmedilmiştir; günümüzde arazi ölçümlerinde kullanılan dereceli sopaya
pek benzer (Şekil 7).
Mısırlılar Ptah’ın en
sonunda güneye, Nil’in ilk şelalesindeki (günümüzde Assuan Barajının yeri)
gizli bir mağaranın içine yerleştirdiği oluklarla Nil’in sularını kontrol
ettiği yere çekildiğine inanmışlardı. Ama Mısır’dan ayrılmadan önce, onun ilk
kutsal şehrini kurmuş ve Göklerin Tanrısının (kutsal metinde On,
Grekler Heliopolis der) onuruna ona AN adını vermişti.
Orada, Mısır’ın ilk İlahi Hükümdarı olarak oğlu (Göksel Küre’nin onuruna böyle
adlandırılmış olan) RA’yı başa geçirdi.
Büyük bir “Yer ve Gök
Tanrısı” olan Ra, An’da özel bir türbe inşa edilmesine sebep oldu; içinde
-söylendiğine göre Ra’nın göklerden Dünya’ya içinde geldiği “gizli nesne” olan-
Ben-Ben durmaktaydı.
Zamanla Ra krallığı OSİRİS
ve SET arasında bölüştürür. Ama krallığın iki ilahi kardeş arasında bölünmesi
işe yaramaz. Set kardeşi Osiris’i alaşağı etme ve öldürmeyi aklına koyar. Hayli
uğraştıktan sonra sonunda Set, Osiris’i bir tabutun içine girmeye ikna eder;
Set bunu hemen mühürler ve suya atar. İSİS, Osiris’in kız kardeşi ve karısı,
günümüzde Lübnan’a ait kıyılara vuran tabutu bulmayı başarır. Osiris’i saklar
ve onu hayata geri getirmek için diğer tanrıları yardıma çağırmaya gider; ama
Set cesedi bulur ve onu parçalara ayırır ve diyarın dört bir yanına dağıtır.
Kız kardeşi NEFTİS’in yardımıyla İsis, Osiris’in cesedinin (fallusu hariç)
bütün parçalarını bulup bir araya getirir, böylece onu hayata döndürür.
Bundan sonra Osiris, diğer
göksel tanrıların arasında Öte Dünya’da hayata döndürülmüş olarak yaşar. Kutsal
metinler ondan şöyle söz ederler:
Gizli
Kapılar’a girdi,
Ebediyet
Tanrıları’nın muhteşemliği,
Ufukta
parlayanın izinde Ra’nın yolunda.
Şekil 7. GÖKSEL DİSK ve MISIR’IN TANRILARI
1.
Ptah 2. Ra-Amen 3. Thoth
4. Seker
5.
Osiris 6. Horus ile İsis 7. Neftis
8. Hathor
Vasıflarıyla
tanrılar:
9.
Ra/Şahin 10. Horus/Şahin 11. Set/Sina Eşeği 12. Thoth/İbis 13. Hathor/İnek
Osiris’in Mısır tahtındaki
yerini oğlu HORUS alır. Doğduğunda, annesi İsis onu (tıpkı, İncil’e göre, Musa’nın
annesinin yaptığı gibi) Set’in ona ulaşamaması için Nil nehrinin sazlıkları
arasında saklamıştır. Ama oğlanı bir akrep sokar ve ölür. Annesi tanrıça derhal
büyülü güçlere sahip bir tanrı olan THOTH’a yardım etmesi için başvurur.
Göklerde olan Thoth, derhal Ra’nın “Astronomik Yıllar Saltanat Kayığı” ile
Dünya’ya gelir ve Horus’un hayata dönmesine yardım eder.
Büyüdüğünde Horus, taht için
Set’e meydan okur. Aralarındaki çatışmalar her yerde sürer, tanrılar
birbirlerini göklerde izlemektedir. Horus, Set’e bir Nar’dan
saldırır; bu, kadim Yakın Doğu’da “Ateşli Sütun” anlamına gelen bir terimdir.
Hanedanlık öncesi zamanların betimlemelerinde bu göksel araba yelpaze gibi bir
kuyruğu ve ışınların dışarı fışkırdığı bir bölmesi olan, uzun, silindirik bir
nesne, bir tür göksel denizaltı olarak gösterilmektedir (Şekil 8). Nar’ın önünde iki far ya da “göz” vardır; Mısır hikâyelerine
göre bunlar maviden kırmızıya renk değiştirirler.
Birkaç gün boyunca süren
çarpışmalar sırasında inişler ve çıkışlar da vardı. Horus, Nar’dan
Set’e özel tasarlanmış bir “zıpkın” fırlattı ve Set yaralandı; husyelerini
kaybetti ve bu onu daha da çıldırttı. Sina yarımadası üstündeki son savaşta
Set, Horus’a bir ateş huzmesi fırlattı ve Horus bir “göz” kaybetti. Büyük
tanrılar ateşkes ilan ettiler ve konseyi topladılar. Hayli tereddüt ettikten
sonra, Dünya Efendisi, Mısır’ı Horus’a verme lehinde karar verdi, onu Ra-Osiris
ardıllık nesebinde yasal varis ilan etti. (Bundan itibaren Horus genellikle bir
şahinin vasıflarıyla resmedilir oldu, Set ise göçebelerin yük hayvanı eşek ile
sembolize edilen bir Asyalı ilah olarak gösterildi.)
Horus’un İki Diyarın (Yukarı
Mısır ve Aşağı Mısır) yeniden birleşen tahtına çıkışı, Mısır tarihi boyunca
krallığa daimi ilahi bağlantısının veriliş noktası olarak kaldı çünkü her
firavun Horus’un ardılı ve Osiris’in tahtında oturan diye kabullenildi.
Açıklanamayan nedenlerden
dolayı, Horus’un hükümdarlığını bir kaos ve gerileme dönemi izledi; bunun ne
kadar sürdüğünü kimse bilmiyor. Sonunda, M.Ö. 3200 civarında Mısır’da bir
“hanedanlık ırkı” vardı ve Menes adında bir adam yeniden birleşmiş bir Mısır
tahtına çıktı. İşte tanrılar Mısır’a uygarlığı ve bizim bugün Din dediğimiz
şeyi bahşettiler. O zaman Menes ile başlayan krallık M.Ö. 525’teki Pers
egemenliğine kadar yirmi altı firavun hanedanlığı boyunca ve sonra Grek ve
(ünlü Kleopatra’nın hüküm sürdüğü) Roma dönemleri boyunca devam etti.
Menes, ilk firavun, birleşik
krallığı kurduğunda Nil’in tam orta noktasında, Heliopolis’in tam güneyinde,
iki Mısır’ın başkenti için bir yer seçti. Ptah’ın işlerini taklit ederek,
Nil’in sularının üstünde yükseltilmiş yapay bir tepe üstünde Memfis’i
kurdu ve şehrin tapınaklarını Ptah’a ithaf etti. Memfis bin yılı aşkın bir süre
boyunca Mısır’ın siyasi-dinsel merkezi olarak kaldı.
Ama M.Ö. 2200 civarında
Mısır’da, nedeni bilginler için hala net olmayan, büyük ayaklanmalar meydana
geldi. Bazıları Asyalı işgalcilerin ülkeyi ele geçirdiklerini, halkı
köleleştirip, tanrılarına ibadetlerini bozduklarını düşünmektedir. Mısır’da
bağımsızlığı andıran her ne kaldıysa, Yukarı Mısır’da idi: daha güneyde olan,
daha az erişilebilir bölgelerde. 150 yıl kadar sonra düzen sağlandığında,
siyasi-dinsel güç, yani krallığın vasıfları; Yukarı Mısır’da, Nil kıyısında
bulunan eski ve o zamana dek etkisiz bir şehir olan Teb’den
akmaya başladı.
Şehrin tanrısı AMEN -”Saklı
Olan”- idi, İskender’in gerçek ilahi babası diye aramaya çıktığı tanrı Ammon’un
ta kendisi. Ona, üstün ilah olarak Amen-Ra, “Saklı Ra” diye tapınılıyordu; ve
artık bir biçimde görünmez ya da “saklı” olan aynı Ra mı, yoksa başka bir ilah
mı olup olmadığı açık değildir.
Grekler Teb’e Diospolis ya da “Zeus’un Şehri” diyorlardı çünkü Ammon’u
kendi en büyük tanrıları Zeus ile eş tutuyorlardı. Bu olgu, İskender’in
kendisini Ammon ile yakınlaştırmasını daha kolaylaştırdı; ve Siva Vahasında
Ammon’un onaylayıcı kehanetini edindikten sonra aceleyle gittiği yer Teb idi.
Orada, Teb’de ve (artık
Karnak, Luksor, Dier-el-Bahari diye bilinen) mahallelerinde İskender, Ammon’a
ithaf edilmiş yaygın türbeler ve anıtlara rastladı; boş ve harap halde
olmalarına rağmen bunlar bugün bile çok etkileyicidirler. Çoğu On İkinci
Hanedanlık Firavunları tarafından inşa ettirilmişti; bunlardan biri de,
İskender’den 1500 yıl önce Hayat Sularını aramış olan “Sesonchusis” idi muhtemelen.
Anıtsal tapınaklardan biri, Kraliçe Hatşepşut tarafından yaptırılmıştır; onun
da tanrı Ammon’un kızı olduğu söyleniyordu.
Böyle ilahi ebeveyn
hikâyeleri hiç de sıra dışı değildi. Firavunun, sırf Osiris’in tahtını işgal
ediyor olduğu gerçeğine dayanan ilahi statü iddiası, bazen hükümdarın şu veya
bu tanrı ya da tanrıçanın oğlu ya da erkek kardeşi olduğu öne sürülerek
destekleniyordu. Bilginler böyle ibarelerin sadece sembolik anlamları olduğunu
düşünmektedirler; ama Beşinci Hanedanlığın üç kralı gibi bazı Mısır firavunları
gerçekten, fiziksel olarak tanrı Ra’nın oğulları olduklarını, tanrı kendi
tapınağında baş rahibin karısını gebe bıraktığında rahme düştüklerini hep
söylemişlerdir.
Diğer krallar Ra’nın
neslinden gelişlerini daha gelişkin yollara atfetmişlerdir. Ra’nın kendini
hüküm süren firavunda cisimleştirdiği, böylece kraliçeyle ilişkiye girebildiği
iddia edilirdi. Böylece, tahtın varisi doğrudan Ra’nın neslinden geldiğini
iddia edebilirdi. Ama ilahi tohumdan geliyor olmaya ilişkin böyle spesifik iddialar
bir yana, her firavun ilahiyat açısından da Horus’un bedenlenişi ve dolayısıyla
tanrı Osiris’in oğlunun uzantısı olarak kabul edilmekteydi. Sonuç olarak,
firavun da Osiris tarafından deneyimlendiği tarzda ebedi hayata hak kazanmış
demekti: ölümden sonra, bir öte âleme dirilme.
İşte İskender’in aralarına
katılmaya can attığı tanrılar ve tanrı gibi firavunlar halkası buydu.
Ra ve diğer ölümsüz
tanrıların sonsuza dek yaşamayı, kendilerini gençleştirerek başardıklarına
inanılıyordu. Buna göre, firavunlar da örneğin “Doğumları Tekrarlayan” ve
“Doğumlar Tekrarlatan” anlamına gelen adlar taşıyorlardı. Tanrılar, evlerine
ilahi yiyecek ve içeceklerden alarak kendilerini gençleştirmekteydiler.
Dolayısıyla, kralın ebedi bir Sonraki Yaşamı elde edebilmesi, onların evinde
tanrılara katılmasını ve böylece onların ilahi gıdalarından payına düşeni
alabilmesini gerektirmekteydi.
Kadim ilahiler, ilahi
yiyeceklerini ölen kralla paylaşmaları için tanrılara niyaz ederler: “Bu kralı
da yanınıza alın, ki sizin yediğinizden yiyebilsin, ki içtiğinizden içebilsin,
ki neyle yaşıyorsanız onunla yaşayabilsin.” Ve, Kral Pepi piramidindeki
metinlerden birinde, daha belirgin biçimde belirtildiği gibi:
Gıdanızdan bu Kral Pepi’ye
de verin
Ebedi gıdanızdan;
Ebediyen dayanan içkinizden.
Ölen firavunun, Ra’nın
“Söndürülemez Yıldız” üstündeki göksel âleminden, ebediyen dayanan gıdasını
alması umuluyordu. Orada, mistik bir “Adaklar Tarlası” ya da “Hayat Tarlası”nda
“Hayat Bitkisi” yetişiyordu. I. Pepi piramidindeki bir metin, kralın Horus’un elçileri
tarafından karşılanmak üzere “tüylü kuşlar” görünüşlü muhafızların yanından
geçişini tarif etmektedir. Elçilerle birlikte,
Büyük Tanrıların yanı başına
konduğu
Büyük Göl’e yol alır
Söndürülemez Yıldız’ın bu
Büyük Olanları
Pepi’ye Hayat Bitkisinden verirler
Kendileri de ondan yiyip
yaşamaktadır,
ki o da bundan böyle
yaşayabilsin.
Mısır betimlemeleri öleni
(bazen karısı ile birlikte) bu Göksel Cennette, içinden yine yaşam veren
meyveleriyle Hayat Ağacının, hurma ağacının yetiştiği Hayat Sularından yudumlarken
göstermekteydi (Şekil 9).
Göksel menzil Ra’nın
doğum yeri, Dünya’dan geri döndüğü yerdi. Orada, Dört Kavanoz Tanrıçasının
kendi üstüne belirli bir iksirden dönem dönem dökmesini sağlayan Ra sürekli
biçimde kendini gençleştirmekte ya da “yeniden uyandırmakta”ydı. Dolayısıyla
kralın ümidi de aynı tanrıçanın onun üstüne de iksirden dökmesi ve “oracıkta
kalbini hayata tazelemesi”ydi. “Gençlik Suyu” denilen bu sularda Osiris
kendisini gençleştirmişti; ve böylece ölen Kral Pepi’ye Horus’un “senin için
ikinci bir gençlik mevsimi sayacağı”, “adı ‘Gençlik Suyu’ olan sularda
gençliğinin yenileneceği” sözü verilmişti.
Sonraki Yaşam’a dirilen,
hatta gençleşen firavun cennet gibi bir hayata kavuşurdu: “Erzakı tanrılar
arasındaydı; suyu şaraptı, tıpkı Ra’nın ki gibi. Ra yediğinde, ona da verir; Ra
içtiğinde, ona da verir.” Ve bir yirminci yüzyıl psikoterapisti edasıyla, metin
şunu da ekler: “Her gün derin derin uyur... bugün, dünden daha iyi geçinir.”
Firavun, Ölümsüzlüğe
kavuşmak üzere ilk önce ölmesi gerektiği ikileminden biraz rahatsız olmuş
gibidir. Mısır’ın İki Diyarının hükümdarı olarak Dünya’da mümkün olabilecek en
iyi hayatın tadını çıkarmıştır; ve tanrılar arasında dirilme daha da cazip bir
durumdur. Yanı sıra, zaten mumyalanacak ve gömülecek olan sadece dünyasal
bedenidir; çünkü Mısırlılar her kişinin ölümden sonra gökyüzüne yükselen ve
bizim “can” dediğimize benzer bir Ba ve firavunun sayesinde Sonraki Yaşam’a
naklolunduğu biçim olan bir Ka -bu Ka; Duble, Ata Ruhu, Öz, Kişilik diye de
tercüme edilmiştir- sahibi olduğuna inanırlardı. Piramit Metinleri derlemesinin
giriş yazısında Samuel Mercer, Ka’nın bir ölümlünün bir tanrı kişileştirmesine
karşılık geldiği sonucuna varmıştır. Başka bir deyişle, bu kavram; insanoğlunda
ilahi bir unsur, Sonraki Yaşam’sa hayatı devam ettirebilen göksel veya tanrısal
bir Duble’nin varlığını ima etmektedir.
Ama Sonraki Yaşam mümkün
idiyse de, kolayca kavuşulamıyordu. Ölen kral uzun ve mücadeleli bir yoldan
geçmek ve yolculuğuna çıkmazdan önce ayrıntılı törensel hazırlıklardan geçmek
zorundaydı.
Firavunun ilahlaşması,
arındırılması ile başlardı ve buna mumyalama da dahildi; böylece kral tüm
organları birbirine bağlanmış Osiris’i andırırdı. Mumyalanan firavun daha sonra
üstüne bir piramidin kondurulduğu ve önünde oval biçimli bir sütun olan bu
yapıya cenaze alayıyla götürülürdü (Şekil 10).
Bu cenaze tapınağının
içinde, firavunun yolculuğunun sonunda kabulünü sağlama amaçlı rahip törenleri
yapılırdı. Mısır cenaze metinlerinde “Ağzın Açılması” denilen törenler
-her zaman leopar postu giymiş biçimde resmedilen- bir Şem
rahibinin gözetiminde düzenlenirdi (Şekil 11). Bilginler bu törenin adının
anlamını harfiyen taşıdığına inanmaktalar; rahip, eğilmiş bakır veya demir bir
araç kullanarak mumyanın ya da ölen kralı temsil eden bir heykelin ağzını açar.
Ama törenin esasen sembolik olduğu, ölenler için “ağzı” ya da Göklere Giriş
Yolu’nu açma niyetiyle yapıldığı açıktır.
Mumya o sırada kat kat
malzemeyle sıkı sıkıya bağlanmış ve üstüne kralın altın ölüm maskı da
takılmıştır. Demek ki, mumyanın (ya da kralın heykelinin) ağzına dokunmak ancak
sembolik olabilirdi. Aslında, rahip de firavunun ebedi hayata doğru
yükselebilmesi için ölüye değil de “ağzı açmaları” için tanrılara ilahi
okumaktadır. Horus’un Set’le savaşırken kaybettiği “Göz”e, “ağzı açması” ve
böylece “kral için Parlak Olanlar arasında bir yolun açılabilmesi, onlar
arasında kalabilmesi” için özellikle dua edilirdi.
Firavunun dünyasal (ve
dolayısıyla sadece geçici olan) mezarının -metinlere ve gerçek arkeolojik
keşiflere göre- doğu yüzünde sahte bir kapı vardı; duvar işçiliği orada sanki
bir kapı varmış gibi görünecek biçimdedir ama aslında duvardır. Arınmış, tüm
organları bir araya bağlanmış, “ağzı açılmış” firavunun daha sonra kendi
kendine kalktığı, Dünya’nın tozunu silkelediği ve sahte kapıdan çıkıp gittiği
düşünülürdü. Dirilme sürecini adım adım anlatan bir Piramit Metni’ne göre,
firavun taş duvardan kendi başına geçemezdi. “Sen insanları geri tutan
kapılarda dur,” der metin, ta ki “bölümün şefi,” -bu görevden sorumlu bir ilahi
ulak- “sana çıkıp gelecek. Kolundan tutar ve seni göklere, babana götürür.”
Böyle bir ilahi ulağın
yardımıyla firavun ilk önce mühürlenen mezarından, sonra da sahte kapıdan
dışarı çıkıyordu. Ve rahipler hep birlikte ilahiye başlıyorlardı: “Kral Göğe
giden yolunda! Kral Göğe giden yolunda!”
Kral Göğe giden yolunda
Kral Göğe giden yolunda
Rüzgârda, rüzgârda.
Onu tutan yok;
Onu tutan hiç kimse yok.
Kral kendi başına,
tanrıların oğlu.
Ekmeği yukarıdan gelecek, Ra
ile;
Adağı Göklerden çıkacak.
Kral “Tekrar Gelen”dir.
Ama ölen kral, tanrılarla
yiyip içmek için Göğe yükselmeden önce zorlu ve tehlikeli bir yolculuk yapmak
zorundadır. Hedefi Neter-Khert ya da “Dağ Tanrılarının
Diyarı” denilen bir yerdir. Bazen, tanrı (Neter) için
kullanılan sembolü bir sandalın üstüne oturtan
hiyeroglifle gösterilirdi ve gerçekten de bu diyara ulaşmak için firavun uzun
ve dolambaçlı bir Sazlık Gölü geçmek zorundaydı. Bu bataklık suları İlahi
Sandalcı’nın yardımıyla geçilebilirdi ama firavunu sandala almadan önce kökeni
hakkında sorgulardı: Karşıya geçme hakkına sahip olduğunu düşünmesine yol açan
neydi? Bir tanrının ya da tanrıçanın oğlu muydu?
Gölün ötesinde, bir çölü ve
dağ sırasını, çeşitli muhafız tanrıları geçtikten sonra Duat
uzanmaktadır; yeri ve adı birçok bilginin aklını karıştıran büyülü bir
“Yıldızlara Yükselme Evi”. Bazıları bunu Öte âlem, tıpkı Osiris gibi kralların
da gitmek zorunda olduğu ruhların evi olarak düşünmektedir. Bazıları ise bunun
bir Yeraltı Dünyası olduğunu düşünmektedir; gerçekten de anlatılan sahneler görünmeyen
tanrıların olduğu tüneller ve mağaraları, kaynayan su göletlerini, garip
ışıkları, kuşlar tarafından korunan odaları, kendi kendilerine açılan kapıları
tarif etmektedir. Bu büyülü diyar on iki bölüme ayrılmıştır ve on iki saatte
dolaşılır.
Duat kafamızı karıştırmaya devam eder çünkü dünyasal yapısına (bir dağ
geçidinden geçerek ulaşılmaktadır) ya da yeraltı unsurlarına rağmen, adı
hiyerogliflerde belirleyicisi olan bir yıldız ve uçan bir şahin ile ya da sadece, göksel veya cennetsel bir
ilişkiyi çağrıştıran bir daire içindeki bir yıldız ile
gösterilir.
Esas kafa karıştırıcı olan
şey; firavunun Sonraki Yaşam’a gidene dek yaşamı, ölümü, dirilmesi ve
naklolunması sürecinde izleyen Piramit Metinlerinin, insanın sorununu tanrılar
gibi uçamıyor olması şeklinde görmesi gerçeğidir. Bir metin bu sorunu ve
çözümünü iki cümlede özetler: “İnsanlar gömülür, tanrılar yukarı uçar. Bu
kralın uçmasını sağla (ki), kardeşi tanrılar arasında olsun.” Kral Teti
piramidinde yazılı bir metin, firavunun umudunu ve tanrılara seslenişini şu
sözlerle aktarır:
İnsanlar düşer,
Ad’ları yoktur.
Siz kral Teti’yi kolundan
tutun,
Siz kral Teti’yi göğe alın,
Ki Dünya’da insanlar
arasında ölmesin.
“Saklı Yer”e ulaşmak ve
Hayat Ağacı amblemini taşıyan bir tanrı ve “Gök Habercisi” olan bir tanrı
bulana dek yeraltı labirentlerinden geçmek kralın yükümlülüğüydü. Onlar, gizli
kapıları onun için açacak ve onu Horus’un Gözü’ne, ayak basabileceği
-”güçlendirildiğinde” rengi maviden kırmızıya değişen bir nesne olan- bir
Göksel Merdiven’e yönelteceklerdi. Ve sonra, bizzat kendisi bir Şahin-tanrıya
dönüşecek ve Söndürülemez Yıldız’daki ebedi Sonraki Yaşam’ına doğru göklere
yükselecekti. Orada, onu Ra karşılayacaktır:
Cennetin Kapıları senin için
açıktır;
Serin Yer’in kapıları senin
için açıktır.
Orada Ra’yı seni beklerken
bulacaksın.
Elinden tutacak,
Seni Göğün İkili Türbesine
götürecek;
Seni Osiris’in Tahtına
oturtacak...
Desteklenmiş, bir tanrı gibi
donatılmış duracaksın...
Söndürülemez Yıldız üstünde,
Ebediler arasında.
Konu hakkında bugün bildiklerimizin
çoğu Piramit Metinlerinden gelmektedir: M.Ö. 2350 ile M.Ö. 2180 yılları
arasında Mısır’da hüküm sürmüş beş firavunun (Unas, Teti, I. Pepi, Merenra ve
II. Pepi) piramitlerinin duvarlarında, geçitlerinde ve galerilerinde (kadim
Mısır’ın hiyeroglif yazısıyla) boyanmış ya da kabartmalarla süslenmiş yüzlerce
Söyleme halinde birleştirilmiş binlerce dize. Bu metinler Kurt Sethe tarafından
Die altaegyptischen Pyramidentexte adlı eserinde
düzenlenmiş ve numaralanmış; İngilizce dengi olan ve Samuel A. B. Mercer
tarafından yazılan The Pyramid Texts (Piramit
Metinleri) ile birlikte bu konuda en çok başvurulan kaynak haline gelmiştir.
Piramit Metinleri’ni
oluşturan binlerce dize; tanrılara yalvaran veya kralları yücelten tekrarlı,
bağlantısız ilahilerden oluşan bir koleksiyondan ibaret gibi görünmektedir.
Malzemeden anlam çıkarmak amacıyla bilginler, kadim Mısır’da değişen teolojiler
hakkında teoriler geliştirmişlerdir; bir “Güneş Dini” ve bir “Gök Dini”
arasında bir çatışma ve bir birleşme, bir Ra rahipliği ve bir Osiris rahipliği
vs. Bu teoriler binlerce yıl boyunca birikmiş malzemelerle uğraştığımıza işaret
etmektedirler.
Bu dizeler yığınını ilkel
mitolojilerin ifadeleri, rüzgâr kükredikçe ya da gök gümbürdedikçe korkudan
titreyen ve bu fenomenleri “tanrılar” diye adlandıran insanların hayal
güçlerinin kırıntıları olarak gören bilginler için bu dizeler eskisi gibi akıl
karıştırıcı ve şaşırtıcı kalmıştır. Ama tüm bilginler, bu dizelerin kadim
kâtipler tarafından çok daha eski ve görünüşe göre iyi düzenlenmiş, tutarlı ve
anlaşılır yazıtlardan alıntılandığı konusunda hemfikirdirler.
Lahitler ve tabutlar ve de
papirüsler (bunlara resimlemeler de eşlik ediyordu) üstündeki daha sonraki
yazılar gerçekten de dizelerin, Söylemeler ve (“Yükselenlerin Bölümü” gibi adlar
taşıyan) Bölümlerin, “Ölüler Kitabı”ndan kopya edildiğini göstermektedir; bu
kitap “Duat’ta Olan”, “Kapılar Kitabı”, “İki Yol
Kitabı” gibi adlar da taşıyordu. Bilginler bu “kitaplar”ın da aslında daha
önceye ait iki temel eserin versiyonları olduğuna inanmaktalar: Ra’nın göksel
yolculuğuyla ilgili eski yazılar ve dirilen Osiris’e katılanların mutluluk dolu
Sonraki Yaşam’ını -göksel bir evdeki içkiler, yiyecekler ve zevkler- vurgulayan
daha sonraki bir kaynak. (Hatta bu versiyondan dizeler, takan kişiye “gece
gündüz kadınlarla olma” ve “kadın arzusu” sağladığına inanılan tılsımlara bile
yazılmıştır.)
Ancak âlimane teoriler, bu
metinler tarafından sunulan bilgilerin büyülü unsurlarını açıklanmadan
bırakırlar. İlginçtir, bir Horus Gözü, Horus’tan bağımsız var olan bir
nesnedir; kralın içine girebileceği ve “güçlendirildiğinde” maviden kırmızıya
renk değiştiren bir nesne. Kendi kendine giden sandallar, kendi kendine açılan
kapılar, yüzleri ışıltı yayan görünmeyen tanrılar. Sadece ruhların yaşaması
beklenen bir Aşağı Dünya’da “köprü kirişleri” ve “bakır kablolar” anlatılır. Ve
en şaşırtıcı olan şey: Firavunun dönüşmesi onu Aşağı Dünya’ya götürmekteyse,
niçin metinler “kralın Göğe giden yolunda” olduğunu
iddia etmektedirler?
Metinler başından sonuna dek
kralın tanrıların yolunu izlediğini, tıpkı önceden bir tanrının geçtiği gibi
bir gölden geçtiğini, tanrı Ra’nın yapmış olduğu gibi bir sandal kullandığını,
tıpkı Osiris gibi “bir tanrı gibi donatılarak” yükseldiğini anlatır durur. Ve
kaçınılmaz soru: Ya bu metinler ilkel fanteziler -mitoloji- değiller de, ölen
firavunun, tanrıların gerçekten yaptığı bir yolculuğu taklit ettiği bir
yolculuğun anlatımıysalar? Bir tanrının adının yerine bir firavununkini koyan
bu metinler, ya firavunların değil de tanrıların yolculuklarıyla ilgili çok
daha önceden yazılmış metinlerin kopyalarıysalar?
En eski ve önde gelen eski
Mısır tarihi uzmanlarından bir olan Gaston Maspero [L’Archéologie
Égyptienne (Mısır Arkeolojisi) ve diğer eserleri] gramatik biçim ve
diğer kanıtlardan yola çıkarak Piramit Metinlerinin Mısır uygarlığının en
başında, hatta hiyeroglif olarak yazılmadan çok önce ortaya çıkmış olduğunu
önermişti. J. H. Breasted ise daha yakın zamanlarda [Development
of Religion and Thought in Ancient Egypt (Kadim Mısır’da Din ve Düşüncenin
Gelişimi) adlı eserinde] “sahip olsak da olmasak da, çok daha eski malzemelerin
var olduğu” sonucuna varmıştır. Metinlerde bulduğu bilgiler, uygarlığın
şartlarıyla ilgili bilgilerdir ve bu metinlerin fanteziler değil de olgusal
bilgilerin aktarımları olduklarını doğrulamaktadır. “Hayal gücü hızlı biri
için,” der, “bu metinler sırf yansımaları oldukları çok uzun bir süre önce
kaybolmuş bir uygarlığın resimleriyle doludur.”
Metinler ve daha sonraki
dönemlerin resimlemeleri birlikte ele alındıklarında yeryüzünde başlayan,
yeraltına inen ve sayesinde tanrıların -ve onları taklit eden kralların- göğe
doğru fırladıkları bir açıklıkta son bulan bir diyara yolculuğu
anlatmaktadırlar (Şekil 12). Demek ki hiyeroglif çağrışım, bir yeraltı diyarını
göksel bir işlevle birleştirmektedir.
Mezarlarından Sonraki
Yaşam’a yolculuk eden firavunlar gerçekten de bu Göğe Giden Yol’u almakta
mıydılar? Kadim Mısırlılar bile yolculuğun mumyalanmış ceset için değil, ölen
kralın Ka’sı (Dublesi) için olduğunu iddia etmişlerdi. Ama bu Duble’nin gerçek
yerlerden geçerek sahiden ilerlediğini düşünmüşlerdi.
Peki, ya metinler gerçekten
var olan bir dünyayı yansıtmaktaysalar? Peki ya firavunun Ölümsüzlüğe
Yolculuğu, taklit bile olsa, gerçekten de tarih öncesi çağlarda gerçekleşen
gerçek yolculukları adım adım izlemekteyse?
Gelin bu adımların peşine
takılalım, bizi Tanrıların Yolu’na götürsünler.
Şekil 12
GÖKYÜZÜNE MERDİVEN
Kendimizi firavunun muhteşem
cenaze tapınağında hayal edelim. Firavunu mumyalayan ve yolculuğu için hazırlayan
Şem rahipleri artık tanrılara, krala bir yol ve bir geçit açmaları için
yakarmaktadırlar. İlahi ulak sahte kapının diğer yanına gelmiştir, firavunu taş
duvardan geçirip yolculuğuna çıkartmaya hazırdır.
Mezarının doğu yüzündeki
sahte kapıdan çıkarken, firavuna rotasını hep doğuya yöneltmesi talimatı
verilir. Yanlış anlamasın diye, batıya gitme konusunda bilhassa uyarılır: “O
tarafa gidenler, geri dönmezler!” Onun hedefi “Dağ Tanrılarının Diyarı’ndaki Duat’tır. Orada “bir hesaplanan yıllar gecesi” sırasında
“İki’nin Büyük Evi’ne... Ateş Evi’ne” girecek, bir İlahi Varlığa dönüşecek ve
“Göğün doğu yakasına” yükselecektir.
Firavunun rotasındaki ilk
engel Sazlık Göldür; bir dizi birleşik gölden oluşan büyük bir bataklık su
kütlesi. Sembolik olarak, gölün sularını ikiye ayırıp geçebilmesi için rehber
tanrısının lütfuna sahip olmuştur (Şekil 13); fiziksel
olarak ise, gölü geçmek mümkündür çünkü gölde İlahi Sandalcı hizmet
etmektedir; Khnum, İlahi Zanaatkâr tarafından yapılan bir sandalda tanrıları
karşı kıyıya geçirmektedir. Ama Sandalcı gölün uzak kıyısındadır ve firavun
gelip kendisini karşı kıyıya taşıması için gereken hakka sahip olduğuna dair
sandalcıyı ikna edene dek hayli zorlanır.
Şekil 13
Sandalcı firavunu kökeni
hakkında sorgular. Bir tanrının ya da tanrıçanın mı oğludur? “İki Büyük
Tanrı’nın Kayıt Defteri”nde kayıtlı mıdır? Firavun “ilahi tohum”dan olduğu
iddiasını açıklar ve dürüstlüğüne dair teminatlar verir. Bazı durumlarda bu işe
yarar. Bazen de firavun karşı kıyıya geçmek için Ra’ya ya da Thoth’a başvurmak
zorunda kalır; bu durumlarda sandal ve kürekleri ya da dümeni tekinsiz güçlerle
canlandırılır; sandal kendi kendine harekete geçer, kralın yapıştığı yeke kendi
kendini yönlendirir. Kısacası hepsi birden, kendi kendini yürütür hale gelirler.
Öyle ya da böyle, firavun gölü geçmeyi başarır ve “Gökleri Daha Yakına Getiren
İki”ye doğru yoluna devam eder:
Sandalla, Ra gibi, iner,
Dolambaçlı Suyolu’nun
kıyılarına.
Kral Hanbu-sandalında
kürek çeker;
Dümeni kırar
Sazlık Gölden başlayan diyardaki,
“Gökleri Daha Yakına Getiren
İki”nin Ovasına.
Sazlık Göl, Horus’un
hükümranlığının doğu ucundadır. Ötesinde ise rakibi Set’in toprakları, “Asya
diyarları” uzanmaktadır. Böyle hassas bir sınırda beklenebileceği gibi, kral
gölün doğu kıyısında dört “Geçiş muhafızının, saç lüleleri taşıyanlar”ın
devriye gezdiğini keşfeder. Bu muhafızların saçlarının biçimi, onların en göze
çarpan özelliğidir. “Kömür karası”dır ve “alınlarında, şakaklarında ve
başlarının arkasında, başlarının ortasındaki örgülerle düzenlenmiştir.”
Diplomasi ile sertliğin bir
karışımıyla kral ilahi kökenini yine açıklar, “babam Ra” tarafından çağrıldım,
der. Bir firavunun ise şu tehditleri savurduğu yazmaktadır: “Geçişimi
geciktirin hele, o saçlarınızı lotus havuzundaki lotus çiçeklerini koparır gibi
yolarım!” Bir başkasının ise yardımına bazı tanrılar gelir. Öyle ya da böyle,
firavun ilerlemeye devam eder.
Kral artık Horus diyarını
terk etmiştir. Ulaşmayı hedeflediği doğudaki yer -Ra’nın himayesi altında
olmasına rağmen- “Set’in bölgesinde”dir. Hedefi dağlık bir bölgedir, Doğu
Dağları’dır (Şekil 14). Rotası iki dağ, “Set’in korkusuyla duran iki dağ”
arasındaki bir geçite yönelmiştir. Ama ilk önce çorak ve ıssız bir bölgeden,
Horus ve Set’in hükümranlık bölgeleri arasındaki bir tür hiçbir tanrıya ait
olmayan bir diyardan geçecektir. Söylemelerin hızı ve aciliyeti de artar çünkü
kral Cennet Kapılarının bulunduğu Saklı Yer’e yaklaşırken bir kez daha
muhafızlar karşısına çıkar. “Nereye gidiyorsun?” diye bilmek isterler.
Kral’ın destekçileri onun adına
cevap verirler: “Kral Göğe gidiyor, hayat ve neşe edinmeye; ki kral babasını
görebilsin, ki kral Ra’yı görebilsin.” Muhafızlar bu talebi düşünürlerken, kral
bizzat yalvarır: “Açın sınırı... indirin engeli... tanrıların geçtiği yerden
geçmeme izin verin!”
Mısır’dan yani Horus’un
hükümranlık bölgesinden gelen kral ve destekçileri ihtiyatlı olma gereğinin
farkına varırlar. Birçok Söyleme ve dizeler, kralı, iki tanrı arasındaki
husumette nötr olarak sunmaktadırlar. Kral hem “Adıyla Dünya’nın titrediği Horus’tan
doğan” hem de “adıyla Göklerin titrediği Set’in rahme düşürdüğü” şeklinde
sunulur. Kral sadece Ra’ya yakınlığını vurgulamakla kalmaz, ayrıca “Ra’nın
hizmetinde” yol aldığını da açıklar böylece daha yüksek bir otoriteden aldığı
bir laissez-passer{*} çıkarıp göstermektedir.
Metinler kurnaz bir tarafsızlıkla, kralın yoluna devam etmesinde iki tanrının
da çıkarının olduğuna işaret eder çünkü Ra kesinlikle hizmetinde olmak için
gelene yardım etmelerini takdir edecektir.
Sonunda, Set Diyarının
muhafızları kralın dağ geçidinden geçmesine izin verirler. Kralın destekçileri,
kralın bu anın öneminin farkına varmasını sağlarlar:
Şimdi artık yüksek yerlere
giden yoldasın
Set’in diyarında.
Set’in diyarında
Yüksek yerlere ayak
basacaksın,
üstünde tanrıların oturduğu
Doğu Göğündeki o yüksek
Ağaca.
Kral, Duat’a
varmıştır.
Duat tamamen kapalı olan,
baş kısmında göklere doğru bir açıklığın (tanrıça Nut ile sembolize edilir)
olduğu ve bu açıklık sayesinde
Söndürülemez Yıldız’a
(Göksel Disk ile sembolize edilir) ulaşılabilenbir Tanrılar Çemberi (bkz. Şekil
15) olarak düşünülürdü. Diğer kaynaklar bunun gerçekte dağlarla çevrili
uzunlamasına ya da oval bir vadi olduğunu önermektedir. Birçok dereye ayrılan
bir nehir bu topraklar boyunca akmaktadır ama pek yol alınabilir gibi değildir
ve çoğu kez Ra’nın sandalı çekilmek ya da bir “toprak sandal” yani kızak gibi
kendi gücüyle hareket etmek zorunda kalır.
Duat; yerin üstünden başlayan ve yeraltına doğru devam eden tarlalar,
ovalar, duvarlı şehirler, mağaralar veya salonlar diye tarif edilen on iki
bölüme ayrılmıştır. Ölen kralın bu büyülü ve muazzam diyarda yolculuğu on iki
saat sürer; bunu yapabilir çünkü Ra onun emrine büyülü bir sandal veya kızak
vermiştir, kral bununla kendisini destekleyen tanrılardan yardım alarak yolculuk
etmektedir.
Duat’ı çevreleyen dağlarda yedi açıklık ya da geçit vardır ve bu
geçitlerden Mısır’ın doğusundaki dağlarda (yani Duat’ın batısındaki dağlarda) bulunan ikisi, “Saklı Yer”in
“Ufku” ya da “Boynuz”u olarak adlandırılırlar. Ra’nın yol almış olduğu geçit
220 atru (yaklaşık 43 km kadar) uzunluğundadır ve bir dere yolunu izler; ancak
dere kurumuştur ve Ra’nın kayığının çekilmesi gerekir. Geçit muhafaza
altındadır ve “kapıları sağlam” kalelerle donatılmıştır.
Firavun, bazı papirüslerin
belirttiğine göre, ikinci ve daha kısa olan (sadece 24 km kadar) geçite giden
yola girer. Papirüs çizimleri onu Ra’nın sandalı veya kızağının üstünde, her
birinde on iki rehber tanrıdan oluşan bir topluluğun konuşlandığını, iki dağ
zirvesi arasından geçerken göstermektedir. Metinler yakınlardaki bir
“KaynayanSular Gölü”nü tarif eder; ateşli görünmelerine karşın dokunulduğunda
suları serindir. Yerin aşağısında bir ateş yanmaktadır. Burasının kuşları
kaçıran güçlü bir zift ya da “tabii sodyum karbonat” kokusu vardır. Yine de çok
uzakta olmayan bir yerde, çevresinde çalılar ve küçük ağaçlar olan bir vaha
tarif edilir.
Şekil 16
Geçitten geçtikten sonra,
kral diğer tanrılar grubuna rastlar. “Huzur içinde gel,” derler. Kral ikinci
bölüme varmıştır.
Burası içinden geçen dereden
dolayı Ur-nes (bazı bilginlerin Grek gök tanrısı Uranüs ile eşleştirdikleri bir isimdir) adını almıştır. 24
km’ye 46 km ölçülerinde olan bu yerde eşeklerinin etini yiyen ve bulundukları
yer çorak ve dereler de çoğu kez kurumuş olduğundan su ve besin için tanrılara
bağımlı olan uzun saçlı insanlar oturmaktadır. Ra’nın sandalı bile burada bir
“toprak sandal”a dönüşür. Burası Ay tanrısı ile ve de Turkuaz Tanrıçası Hathor
ile ilişkilendirilen bir bölgedir.
Tanrıların da yardımıyla,
kral ikinci bölümden güven içinde geçer ve Üçüncü Saat’te Net-Asar’a,
“Osiris Deresi”ne varır. İkinci bölüme benzer ölçülerde olan bu üçüncü bölümde
“Dövüşçüler” yaşamaktadır. Burası, pusulanın dört ana yönünden sorumlu olan
dört tanrının yerleşik olduğu yerdir.
Hiyeroglif metinlere eşlik
eden resimler, çok ilginç bir şekilde, Osiris Deresinin bir ziraat bölgesinden
dolana dolana geçtiğini ve bir dağ zincirinden geçtikten sonra küçük kollara
ayrıldığını göstermektedir. Burada, efsanevi zümrüdü-anka kuşlarının
gözetimindeki Gökyüzüne Merdiven bulunur; Ra’nın
Göksel Sandal’ı burada bir dağın tepesinde oturur ya da ateş akıntıları üstünde
göklere doğru yükselir biçimde resmedilmiştir (Şekil 16).
Burada, Söylemeler ve
duaların hızı yine yükselir. Kral, “bu Dünya adamı Neter-Khert”e
zarara uğramadan girebilsin diye “büyülü koruyucuları”, çağırır. Kral Duat’ın kalbine yaklaşmaktadır; Amen-Ta’ya,
“Saklı Yer”e yakındır.
Osiris bizzat Ebedi Sonraki
Yaşam’a orada yükselmişti. Sanki iki büyülü ağaç gibi “ötede göğe karşı” duran
“Göğü Yakın Eden İki” orada durmaktadır. Kral Osiris’e (Ölüler Kitabı’ndaki
Bölümün başlığı “Ad’ını Neter-Khert’te
Kesinleştirmek Bölümü” şeklindedir):
Bana Ad’ım
verilsin
İki’nin Büyük Evi’nde;
Ateş Evi’nde
Ad’ım ihsan edilsin.
Hesaplanan yıllar gecesinde,
ve söylenen aylar gecesinde,
ben de bir İlahi Varlık
olayım,
Göğün doğu yakasında
oturayım.
Tanrı beni arkamdan
ilerletsin;
onun Ad’ı
ebedidir.
Kral, artık “Işık Dağı”nın
önündedir.
GÖKYÜZÜNE MERDİVEN’e
varmıştır.
Piramit Metinleri burasının
“yükseklere ulaşmak için merdiven” olduğunu belirtir. Basamakları “oradan
göklere yükselebilsin diye kral için serilmiş, göğe çıkan basamaklar”dır.
Gökyüzüne Merdiven’in hiyeroglif resmi bazen tek bir merdivendir (ayrıca altından yapılıp bir muska olarak
takılırdı) ya da daha çok çifte merdiven ya da
bir basamaklı piramittir. Gökyüzüne Merdiven, Ra’nın asli tapınağının bulunduğu
yer olan An şehrinin tanrıları tarafından inşa edilmişti; böylece tanrılar
“Yukarı ile birleşik” olabiliyorlardı.
Kralın hedefi Gökyüzüne
Merdiven’dir; onu gerçekten de yukarı doğru taşıyacak olan bir Yükseltici. Ama
İki’nin Büyük Evi’nde, Ateş Evi’nde olan bu yükselticiye ulaşmak için Amen-Ta’ya, Çayırlıklar Tanrısı Seker’in Saklı Diyarına
girmelidir.
Burası duvarlarla çevrili
bir çember olarak tarif edilen bir bölgedir. Yeraltındaki Karanlık Diyardır;
buraya bir dağın içine girilerek ve gizli kapılar tarafından korunan, spiral
çizilerek aşağılara inen gizli yollardan geçerek varılabilir. Artık kralın
girmesi gereken yer, Duat’ın dördüncü bölümüdür ama dağdaki
giriş iki duvar tarafından korunmaktadır ve onların arasındaki geçidi alevler
yalamakta ve tanrılar muhafızlık etmektedir.
Ra, Saklı Diyardaki bu
girişe geldiğinde “sesi yoluyla orada olan tanrıların tasarladıklarını onları
görmeden yerine getirmişti”; talimatları izlemişti. Ama içeri alınması için
kralın sadece sesi yeterli olabilir miydi? Metinler, bu yola çıkmış olana,
ancak “Seker Diyarındaki gizli dehlizlerin planını bilen”in Yeraltı Geçitleri
Yeri’nde yolculuk edebileceğini ve tanrıların ekmeğinden yiyebileceğini
hatırlatırlar.
Kral bir kez daha kimliğini
açıklar. “Ben Boğa’yım, Osiris’in atalarının bir oğluyum.” Derken onu
destekleyen tanrılar onun lehine içeri alınması için gerekli olan sözleri ilan
ederler:
Giriş izni senden
alıkonulamaz
Duat’ın kapısında;
Işık Dağının katlanan
kapıları
sana açıktır;
Kilitler kendiliğinden
açılırlar.
Sen İki Hakikat Salonu’na
gir
Orada olan tanrı seni
selamlar.
Doğru formül ya da parola
böylece söylendikten sonra, Sa adındaki bir tanrı bir emir verir; onun sözüyle
alevler söner, muhafızlar çekilir, kapılar otomatik olarak açılır ve firavun
yeraltı dünyasına alınır.
Duat tanrıları, “Toprağın ağzı senin için açılır, göğün doğu kapısı senin
için açıktır,” diye krala bildirirler. Toprağın ağzından girmiş olmasına rağmen,
burasının gerçekten de Göğün Kapısı’nın gizli doğu kapısı olduğuna dair onu
rahatlatırlar.
Dördüncü ve bunu izleyen
Saatler’deki yolculuk kralı, çeşitli işlevleri olan tanrıların bazen görüldüğü
bazen de sadece işitilebildiği mağaralara ve tünellere yönlendirir. Tanrıların
sessiz sandallarla etrafta dolandığı yeraltı kanalları vardır. Tekinsiz
ışıklar, fosforlu sular, yolu aydınlatan meşaleler vardır. Kafası iyice
karışmış ve dehşete düşmüş olan kral “Göğe ulaşan sütunlar”a doğru yola devam
eder.
Yol boyunca görülen tanrılar
genellikle on ikilik gruplar halindedirler ve “Dağın Tanrıları”, “Saklı Diyarın
Dağının Tanrıları” ya da “Saklı Diyardaki Yaşam Zamanını Tutanlar” gibi
unvanlar alırlar. Kadim metinlerden bazılarına eşlik eden çizimlerde bu tanrıların
tanımlanması; ellerinde tuttukları asalar, belirgin başlıkları ya da hayvan
vasıflarıyla betimlenmeleri sayesinde yapılır; şahin başlı, çakal başlı, aslan
başlı gibi. Yılanlar da ortaya çıkarlar; Saklı Diyardaki yeraltı muhafızlarını
ya da tanrıların hizmetkârlarını temsil etmektedirler.
Metinler ve kadim
betimlemeler kralın, içinden geniş bir tünelin spiral çizerek önce aşağıya
indiği sonra da yukarıya çıktığı dairesel bir yeraltı kompleksine girdiğini
önermektedirler. Kesit halinde temsil edilen betimlemeler derece derece eğim
kazanan 12 m yüksekliğinde, her ikisi de 70 cm-1 m kalınlığında sağlam bir
malzemeden yapılma pürüzsüz tavanı ve zemini olan bir tüneli göstermektedir.
Tünel üç düzeye bölünmüştür ve kral orta düzey ya da koridorda yol almaktadır.
Üst ve alt düzeylerde tanrılar, yılanlar ve çeşitli işlevleri olan yapılar
bulunmaktadır.
Dört tanrının çektiği kralın
kızağı, orta koridor boyunca sessizce kayarak yolculuğuna başlar; yolu sadece
aracın ortasından çıkan bir ışık huzmesi aydınlatmaktadır. Ama kısa süre sonra
geçit dik bir bölümle kesilir ve kral kızaktan inip yola yaya devam etmek
zorunda kalır.
Kesit betimlemelerinin
gösterdiği gibi bu bölüm, (yaklaşık 15 derece eğimli) üç tünel düzeyini 40
derecelik hayli keskin bir açıyla boydan boya kesen bir dehlizin duvarlarından
biridir. Anlaşılan tünelin yukarısında; belki de dağın içinde daha yukarılarda
olan bir yer veya zemin düzeyinden başlamaktadır; en aşağıdaki üçüncü düzeye
vardığında ise sona eriyor gibi görünmektedir. Re-Stau,
“Saklı Kapıların Yolu” adını alır; birinci ve ikinci düzeylerde gerçekten de
hava kilitlerine benzeyen odalarla desteklenmiştir. Bu odalar Seker ve diğer
“saklı tanrılar”ın, “kapının çıkışı olmamasına” rağmen onun içinden geçmelerini
sağlamaktadır. Kızağını bırakan kral, sesi hava kilidini harekete geçiren bazı
tanrıların emirleri sayesinde bu eğimli duvardan gizemli biçimde geçiverir. Öte
tarafta Horus ve Thoth’un temsilcileri tarafından karşılanır ve tanrıdan
tanrıya geçerek ilerler (Şekil 17).
Şekil 17
Aşağıya doğru giderken, kral
“yüzü olmayan tanrıları” -yüzleri görülemeyen tanrıları- görür. Ya
alınganlığından ya da sadece meraktan onlara yalvarır:
Açıverin yüzünüzü,
benimle karşılaştığınızda.
Baş örtülerinizi çıkartın,
Çünkü, bakın, ben [de]
kudretli bir tanrıyım
aranıza katılmaya gelen.
Ama firavunun yüzlerini
göstermesini isteyen yalvarışlarına kulak asmazlar; ve metinler, “bu saklı
varlıklar” kendi şefleri “kendisi bu olduğu biçimde iken, toprağın içindeki
evinin içindeyken” Seker’e bile “ne görürler ne de bakarlar” diye açıklama
yapar.
Döne döne aşağıya inen kral
bir kapıdan geçer ve kendisini üçüncü, en son düzeyde bulur. Göksel Disk
amblemini taşıyan bir odacığa girer ve “Göğün Habercisi” olan tanrı ve “Gök
merdiven üstündeki gökyüzünü dinlendiren” Şu’nun tüylü amblemini taşıyan bir
tanrıça tarafından selamlanır (Şekil18).Ölüler Kitabı’ndaki formüle göre,
kral şöyle der:
Selam olsun,
Şu’nun iki çocuğuna!
Selam olsun,
Ufuk Yeri’nin çocuklarına...
Yükselebilir miyim?
Osiris gibi ileriye yolculuk
edebilir miyim?
Şekil 18
Cevap olumlu olsa gerek,
çünkü tanrı büyük bir kapıdan içeriye, sadece saklı tanrıların kullandığı
dehlizlere alınır.
Beşinci Saat’te firavun,
Seker’in gizli yolları olan en derindeki yeraltı kısımlarına ulaşır. Yükselen,
aşan ve alçalan dehlizleri izleyen firavun Seker’i göremez ama kesit
betimlemeler bu tanrıyı; yeraltının derinlerinde tamamen kapalı olan ve iki
sfenksin muhafızlık ettiği oval bir yapının içindeki bir yılanın üstünde duran
ve iki kanat tutan, şahin başlı biri olarak göstermektedirler. Kral bu odayı
göremese de, ondan gelen “sanki bir fırtınayla rahatsız olduğunda göklerin
yükseklerinde duyulan kudretli bir ses” duymaktadır. Mühürlü odadan “suları
ateş gibi” olan bir yeraltı göleti akmaktadır. Oda ve gölet, yine benzer
şekilde, sığınağa benzeyen, sol yanında bölümlü bir hava kilidi ve sağ yanında
kocaman bir kapı bulunan bir yapıyla örtülmüşlerdir. Daha fazla korunaklı
olması için, mühürlü odanın üstüne tepeleme toprak yığılmıştır. Tepenin
üstünde, sadece inen koridora çıkan başı görünen bir tanrıça vardır. Bir
bokböceği sembolü (“yuvarlanmak, var hale gelmek” anlamındadır) tanrıçanın
başını koni biçimli bir oda veya nesne ile en üstteki koridora bağlar (Şekil
19); bunun üstüne iki kuş tünemiştir.
Şekil 19
Metinler ve semboller bize,
Seker saklı olmasına rağmen, “etinden ışıklar yayılan büyük tanrının başından
ve gözlerinden çıkan” bir parlaklık nedeniyle mevcudiyetinin karanlıkta bile
bilinebileceğini söylemektedirler. Üçlü düzenleme -tanrıça, bokböceği (Kheper) ve koni biçimli nesne ya da oda- anlaşılan, saklı
tanrının bu hermetik{*} odasının dışında neler olup bittiğinden haberdar olmasını
sağlamaktadır. Bokböceği sembolünün yanındaki hiyeroglif metin şöyledir: “Bak
Kheper, (sandalı mı?) bu çemberin tepesine dek çekilen, kendisini Duat’ın
yollarına bağlar. Bu tanrı tanrıçanın başında durduğunda, Seker’e her gün
sözler söyler.”
Firavunun Seker’in saklı
odasının üstünden geçişi ve Seker’in bu geçişten haberdar olduğu düzenek,
kralın ilerleyişinde önemli bir safha olarak düşünülmektedir. Eski çağlarda
ölen her kişinin bir yargılanma anıyla yüz yüze geleceğine, ellerinden çıkan
işlerinin ya da kalplerinin tartılacağı ve değerlendirileceği, ruhlarının ya da
Duble’lerinin ya Cehennemin Ateşli Sularına ya da Cennetin serin ve yaşam veren
sularına gönderileceğine inananlar sadece Mısırlılar değildi. Kadim anlatılara
göre, işte firavun için de böyle bir Hakikat Anı gelip çatar.
Duat Efendisi adına konuşan ve sadece başı görünen tanrıça, firavuna
kararın lehinde olduğunu açıklar: “Duat’a huzurla
gelebilirsin... toprakta olan yolda sandalınla ilerle.” Kendisini Ament (dişi
Saklı Olan) diye adlandırıp ekler: “Ament sana sesleniyor, ki sen gökyüzünde
ilerleyebilesin, Ufuk’taki Büyük Olan gibi.”
Testi geçen, ikinci kez
ölmeyen kral tekrar doğar. Yolda artık görevi lanetlenmişleri cezalandırmak
olan bir tanrılar sırası vardır ama kral zarar görmeden yoluna devam eder.
Sandalına ya da kızağına kavuşur; buna eşlik eden bir tanrılar resmigeçidi
vardır ve içlerinden biri Hayat Ağacı amblemini tutmaktadır (Şekil 20).
Şekil 20
Kral, Sonraki Yaşam’a layık
bulunmuştur.
Seker’in bölgesini terk eden
kral, Osiris ile ilişkili olan altıncı bölüme girer. (Kapılar Kitabı’nın
versiyonlarında, Osiris bu Altıncı Saat’te ölüleri yargılar.)
“YollarıAçan”çakal başlı tanrılar kralı yeraltı gölünde ya da Hayat Gölünde,
tıpkı daha önce buradan geçen Büyük Tanrı’nın bizzat yaptığı gibi, dinçleştiren
bir banyo yapması için davet ederler. “Arılar gibi vızıldayan” diğer tanrılar,
kral önlerinden geçtikçe, kapıları kendi kendine açılan küçük bölümlerin içinde
oturmaktadırlar. Kral ilerledikçe, tanrıların unvanları da daha teknik hale
gelir. “Duat’taki ipi tutan” on iki tanrı ve “ölçüm
ipini tutan” on iki tanrı vardır.
Altıncı bölüm birbirine
yakın inşa edilmiş bir dizi oda içermektedir. Eğimli bir patika “Saklı Yer’in
Gizli Patikası” adındadır. Kralın sandalı, tıpkı Ağız Açmatörenlerini
gerçekleştiren Şem rahipleriningiyindiği gibi leopar
postlarına bürünmüş tanrılar tarafından çekilmektedir.
Kral, Dağın Açıklığına ya da
Ağzına mı yaklaşmaktadır? Ölüler Kitabı’nda, bölüm başlıkları gerçekten de
“Havayı koklamak ve güçlenmek bölümü” gibi adlar alırlar. Kralın aracı artık
“büyülü güçlerle donanmıştır... hiçbir derenin olmadığı yerde ve onu çeken
kimse yokken yolculuk etmektedir,” bir tanrının ağzından çıkan “güç
sözcüklerini söyleyerek bunu yapar”.
Kral muhafızlarca korunan
bir kapıdan geçip yedinci bölüme girerken, tanrılar ve ortam, “yeraltı”
vasıflarım kaybetmeye ve göksel çağrışımlar edinmeye başlarlar. Kral şahin
başlı tanrı Heru-Her-Khent ile karşılaşır; bu
hiyeroglif isim bir merdiven sembolü içermekte ve kafasında bir Göksel Disk
amblemi taşımaktadır. Görevi “yıldız tanrılarını yollarına göndermek ve
takımyıldız tanrıçalarını yollarına göndermek”tir. Bunlar yıldız amblemleriyle
resmedilen on iki tanrı ve on iki tanrıçadan oluşan bir gruptur. Onlara
söylenen ilahiler; “yıldızlı tanrılar”a adanır:
bedende
ilahi olan, büyülü güçleri ortaya çıkan... yıldızlarına birleşen, Ra için
yükselen...
Yıldızlarınız
onun iki eline rehberlik etsin ki Saklı Yer’e huzur içinde yolculuk edebilsin.
Bu bölümde, ayrıca Ben-Ben
ile yani Ra’nın An (Heliopolis) şehrindeki tapınağında sakladığı gizemli nesne
ile ilişkili iki grup tanrı da mevcuttur. Onlar Het-Benben
(Ben-Ben Evi) içinde ona muhafızlık eden “gizeme sahip olanlar”dır; sekizi ise
dışarıda muhafızlık eder ama ayrıca “Saklı Nesne’ye girer”ler. Burada ayrıca
bir sıraya dizilmiş dokuz nesne vardır; hiyeroglif açıdan “İzleyen” anlamına
gelen Şem sembolünü temsil ederler.
Kral gerçekten de Duat’ın, Heliopolis’e adını veren An ile ilişkili
kısımlarına varmıştır. Dokuzuncu Saat’te on iki “Ra Sandalının İlahi
Kürekçileri”nin dinlenme yerini görür; bunlar Ra’nın göksel “Milyonlarca Yıl
Sandalı”nı işletmektedirler. Onuncu Saat’te, bir kapıdan geçen kral faaliyet
içindeki bir yere varır. Buradaki tanrıların görevi, Ra’nın sandalı için Alev
ve Ateş sağlamaktır. Tanrılardan biri “sandal tanrılarının kaptanı” adındadır.
Diğer ikisi ise “yıldızların rotasını emreden”lerdir. Bunlar ve diğer tanrılar bir,
iki ve üç yıldız sembolü ile gösterilmişlerdir; bu semboller sanki göklerle
ilgili bir tür rütbeyi göstermektedirler.
Onuncudan on birinci bölüme
geçerken, göklere yakınlık hızla artmaktadır. Tanrılar Göksel Disk ve yıldız
amblemleri taşırlar. Yıldız amblemleri olan “Ra’nın evinden gelmiş” sekiz
tanrıça vardır. Kral, “Yıldız Hanım”ı ve “Yıldız Efendisi”ni ve de görevleri Duat’tan “çıkmak için güç” sağlamak, “Ra’nın Nesnesini
Yukarı Göklerdeki Saklı Ev’e ilerletmek” olan tanrıları görür.
Bu yerde ayrıca görevleri
kralı “gökyüzü üstünde” göksel bir gezi için donatmak olan tanrılar ve
tanrıçalar vardır. Bazı tanrılarla birlikte, içinde “derisini döktüğü” ve
“yenilenmiş bir Ra biçiminde” dışına çıktığı bir “yılan”ın içine sokulur.
Burada kullanılan terimlerin bazıları hala anlaşılamamıştır; ama süreç net
biçimde açıklanmıştır: Geldiği giysilerle içeri giren kral, dışarıya bir şahin
olarak çıkar, “bir tanrı gibi donanmıştır”; kral “Mshdt-
giysisini yere serer”; sırtına “İşaret-giysisi”ni giyer; “ilahi Şuh-yeleğini takar” ve üstüne “sevgili Horus’un yakasını”
takar. Tüm bunları yapan “kral kendisini bir tanrı gibi, onlar gibi kılar.” Ve
yanındaki tanrıya şöyle der: “Eğer sen Göğe gidiyorsan, kral da Göğe
gidecektir.”
Kadim metinlerdeki çizimler
burada küçük bir grup tanrıyı sıra dışı, dairesel yaka bantları ile süslenmiş
sımsıkı yapışan tulumları andıran bir giysi içinde göstermektedirler (Şekil
21).
Bunlara, başının üstünde
Göksel Disk amblemi olan ve dört insan bacaklı bir yılanın kanatları arasında
kollarını açmış duran bir tanrı yol ya da yön göstermektedir. Arkalarında
yıldızlı bir gökyüzü olan tanrı ve yılanın karşısında, kanatsız olmasına rağmen
üstüne oturmuş Osiris’i havaya kaldırmış olduğuna göre uçtuğu anlaşılan bir
başka yılan vardır (Şekil 22).
Uygun biçimde donatılmış
olan kral, yarı dairesel bir duvarın ortasındaki bir açıklığa götürülür. Saklı
kapıya basar. Artık “Sonunda Şafak” adındaki “1300 kübit{*} uzunluğunda” bir tünel
içinde hareket etmektedir. Bir antreye varır; Kanatlı Disk amblemleri her yerde
görülmektedir. “Ra’nın yolu üstüne ışık tutan” tanrıçalara ve “Gözeten Set”i
temsil eden büyülü bir asaya rastlar.
Tanrılar, şaşıran krala
açıklama yaparlar:
Bu mağara, Osiris’in geniş
holüdür
Rüzgârın içeri getirildiği;
Dinçleştiren kuzey rüzgârı.
Seni, ey kral, Osiris gibi
kaldıracak.
Artık on ikinci bölüm,
kralın yeraltı yolculuğunun son Saat’idir. “Yoğun karanlığın en uç sınırı”dır.
Ulaştığı noktanın adı “Ra’nın Yükseliş Dağı”dır. Kral yukarı bakar ve şaşırır;
Ra’nın göksel sandalı tüm muhteşemliğiyle gözlerinin önünde yükselmektedir.
“Gökyüzüne Yükselten” adında
bir nesneye yaklaşır. Bazı metinler, Yükseltici’yi “kral, üstünde göklere
yükselsin” diye kral için hazırlayanın bizzat Ra olduğunu önermektedirler;
diğer metinler ise Yükseltici’nin birkaç başka tanrı tarafından yapıldığını ya
da kurulduğunu söylemektedirler. Osiris böyle bir Yükseltici’nin yardımı
olmadan Gök kubbeye erişemediğine göre, kralın da Osiris gibi ebedi hayata
naklolunabilmek için buna ihtiyacı vardır.
Yükseltici ya da İlahi Merdiven,
sıradan bir merdiven değildi. Bakır kablolarla bir araya getirilmişti; “kasları
Gök Boğası(nın ki) gibidir”. “Yanlarındaki dikler” sıkıca bir tür “deri” ile
kaplanmıştı; basamakları “Şeşa-yontulmuş” (anlamı
bilinmiyor); ve “altına Bağlayan tarafından büyük bir destek yerleştirilmiş”ti.
Ölüler Kitabı’ndaki çizimler
böyle bir İlahi Merdiven’i; bazen üst kısmında bir yapı bulunan yüksek bir kule
şeklinde, Ankh (“Hayat”) işareti ile göklerdeki Göksel Disk’e doğru
sembolik olarak uzanırken göstermektedir (Şekil 23 a, b). Stilize formda kule
hiyeroglif olarak (“Ded”) ile yazılır
ve “Sonsuza Dek Dayanıklılık” anlamındadır. Bu, en çok Osiris ile ilişkili bir
semboldür çünkü böyle bir çift sütunun , onun
Abidos’taki asli tapınağının önüne, Seker Diyarında duran ve muhtemelen
Osiris’i göklere doğru yükselten iki nesnenin anısına dikilmiş olduğu söylenir.
Piramit Metinleri’ndeki uzun
bir Söyleme hem Yükseltici’ye -”İlahi Merdiven”e- bir ilahi, hem de onun kral
Pepi’ye bahşedilmesi için bir duadır:
Selam sana, ilahi
Yükseltici;
Selam sana, Set’in
Yükselticisi.
Sen dimdik durursun,
tanrının Yükselticisi;
Dik dur, Set’in
Yükselticisi;
Dik dur, Horus’un
Yükselticisi
Osiris’in öne çıkıp Göğe
girdiği...
Yükselticinin Efendisi...
Tanrı’nın Merdivenini kime
vereceksin?
Set’in Merdivenini kime
vereceksin?
Ra’nın tahtında hizmet etsin
diye
Pepi onun üstünde Göğe
yükselemez mi?
Tanrı’nın Merdiveni Pepi’ye
de verilsin
Set’in Merdiveni Pepi’ye de
verilsin
ki Pepi onun üstünde Göğe
yükselebilsin.
Yükseltici; Şahin-tanrı “Horus’un
Çocukları” ve “Ra’nın sandalının denizcileri” olan dört şahin adam tarafından
işletilmektedir. “Gökyüzünün doğu yakasından gelen... kral ufka, Ra’ya
gidebilsin diye kral için iki sal hazırlayan” onlardır. Yükseltici’yi kral için
“birlikte birleştiren” -monte eden, hazırlayan- onlardır: “Yükseltici’yi
getirirler... Yükseltici’yi kurarlar... Yükseltici’yi kral için dikerler... ki
o, onun üstünde Göğe yükselebilsin.”
Kral bir dua okur:
“Ad”ım bana verile
İki’nin Büyük Evi’nde;
“Ad”ım çağrıla Ateş Evi’nde
Hesaplanan Yıllar gecesinde.
Bazı çizimler krala bir Ded; “Sonsuza Dek Dayanırlık” bahşedilirken göstermektedir.
İsis ve Neftis’in kutsamasıyla, kral bir şahin tanrı tarafından rokete benzeyen
ve yüzgeçleri de olan bir Ded’e götürülmektedir (Şekil
24).
Kralın; Sonsuza Dek
Dayanırlık, bir “Ad”, bir İlahi Merdiven’in bahşedilmesi için ettiği dua
cevaplanmıştır. Göğe gerçek yükselişine başlamak üzeredir.
Aslında kral için tek bir
İlahi Merdiven’e ihtiyaç olmasına karşın, bir değil iki Yükseltici birlikte
dikilir. Hem “Ra’nın Gözü” hem de “Horus’un Gözü” hazırlanır ve biri “Thoth’un
kanadı” ve diğeri de “Set’in kanadı” üstüne yerleştirilir. Aklı karışan krala,
tanrılar bu ikinci sandalın “Aten’in oğlu”, Kanatlı Disk’ten gelen bir tanrı
-belki de kralın “donatılma odası”nda konuştuğu tanrı- için olduğunu
açıklarlar:
Horus’un Gözü, yerleştirildi
Set’in kanadı üstüne.
Kablolar bağlandı,
sandallar monte edildi,
ki Aten’in oğlu
sandalsız kalmasın.
Kral, Aten’in oğlu ile,
O sandalsız değil.
“Bir tanrı gibi donatılan”
krala, “kablolarım tutan” iki tanrıça Horus’un Gözü’nün içine adım atarken
yardımcı olurlar. Yavaş yavaş Yükseltici ya da Merdiven teriminin yerini alan
(Horus’un, Ra’nın) “Göz”ü terimi, artık “sandal” terimi ile yer değiştirmeye
başlar. Kralın içine adım attığı “Göz” ya da “sandal” 770 kübit (yaklaşık 305
m) uzunluktadır. Sandalı yöneten bir tanrı, dümende oturmaktadır. Ona şu
talimat verilir: “Bu kralı sandalının kabinine yanında götür.”
Kral “tüneğe inerken” -tünek
kelimesi, özellikle kuşlar için yüksekteki bir dinlenme yerini anlatmak için
kullanılan bir terimdir- kabindeki tanrının yüzünü görebilmektedir, “çünkü
tanrının yüzü açıktır”. Kral, iki tanrının arasında “ilahi sandalda bir koltuğa
oturur”; koltuğa “canlandıran Hakikat” denmektedir. Kralın başından (ya da
miğferinden) iki “boynuz” çıkmaktadır; “kendisini Horus’un başından öne
çıkanlara tutturur.” Harekete geçmek için fişleri takılmıştır artık.
Kral I. Pepi’nin Sonraki
Yaşam’a Yolculuğu’nu anlatan metinler o anı şöyle anlatır: “Pepi; Horus’un
esvabına ve Thoth’un giysisine bürünmüştür; İsis onun önünde ve Neftis ise
arkasındadır; Yolları Açan Ap-uat ona bir yol açar; Gökyüzünü Taşıyan Şu onu
yukarı kaldırır; An’un tanrıları onu Merdiven’de yükseltir ve onu Göğün Gök
kubbesinin önüne yerleştirirler. Gökyüzü tanrıçası Nut ona bir el uzatır.”
Büyülü an gelmiştir;
açılacak iki kapı daha vardır ve kral -ondan önce Ra ve Osiris’in yaptığı gibi-
Duat’tan zaferle ortaya çıkacak ve sandalı Göksel
Sularda yüzecektir. Kral sessiz bir dua okur: “Ey Yüce Olan... sen Gök Kapısı:
kral sana geliyor; bu kapının onun için açılmasını sağla.” Dimdik, hareketsiz
“iki Ded sütunu durmaktadır”:
Ve birdenbire “göğün çift
kapısı açılır”!
Metinler coşkulu
açıklamalara başlarlar:
Gök Kapısı açıktır!
Dünya Kapısı açıktır!
Göksel pencereler aygıtı
açıktır!
Gökyüzüne Merdiven açıktır;
Işık Basamakları ortaya
çıkar...
Çifte Gök Kapısı açıktır;
Khebhu’nun çifte kapısı açıktır
doğunun Horus’u için,
tan vakti.
Solan ayı (“Tan vakti”)
sembolize eden maymun tanrılar “Horus’un Gözü’nden muhteşemliğin çıkmasına
neden olacak [büyülü] güç sözcüklerini” söylemeye başlarlar. Daha önce ikiz
zirveli Işık Dağının belirleyicisi olduğu anlatılan “parlaklık” yoğunlaşır:
Gökyüzü tanrısı
kral için parlaklığı
güçlendirdi
kral kendisini Göğe kaldırabilsin
diye
Ra’nın Gözü gibi.
Kral, Horus’un Gözü’ndedir,
tanrıların komutlarının
işitildiği.
“Horus’un Gözü” renk
değiştirmeye başlar: ilk önce mavidir, sonra kırmızı. Etrafta heyecan ve
koşuşturma mevcuttur:
Horus’un kırmızı Gözü gazap
saçar,
kudretine kimse dayanamaz.
Ulakları acele eder,
koşturanları hızlanır.
Doğu’da kollarını kaldırana
bildirirler: “Bunun
geçmesine izin ver.”
Tanrı; babalara, tanrılara
emretsin:
“Sessiz olun... ellerinizi
ağzınızın üstüne koyun...
ufkun geçidinde ayakta dur,
(göğün) çifte kapısını aç.”
Sessizlik bozulur; şimdi ses
ve gümbürtü, kükreme ve sarsıntı vardır:
Gök konuşur, Dünya sarsılır;
Dünya titrer;
Tanrıların iki bölgesi
bağırır;
Yer yarılır...
Kral Göğe yükseldiğinde
(Göğe giden) mahzende yol
aldığında...
Dünya güler, Gökyüzü
gülümser
kral Göğe yükseldiğinde.
Gökler sevinçle onun için
bağırır;
Dünya onun için titrer.
Kükreyen fırtına onu iter,
Set gibi kükrer.
Göğün parçalarının
muhafızları ayrılır
onun için Gök kapılarını
açarlar.
Derken “iki dağ ayrılır” ve
gecenin yıldızlarının gözden kaybolduğu bir tan vaktinin bulutlu gökyüzüne
doğru bir kalkış gerçekleşir:
Gökyüzü bulutlu,
yıldızlar kararmış.
Kürekler hareketli,
Dünyanın kemikleri titrer.
Hareketin, titremelerin,
sallantıların ve kükremelerin ortasında (“göbeği büyü dolu olan”) “Göğün
Boğası”, “Ateş Adası”ndan yükselir. Derken hareketlenme durur; kral artık
havadadır: “bir şahin gibi süzülmektedir”:
Kralı bir şahin gibi
süzülürken görürler,
bir tanrı gibi;
Babalarıyla yaşamak,
anneleriyle beslenmek
için...
Kral, bir Gök Boğasıdır...
göbeği büyü dolu olan
Ateş Adası’ndan.
422. Söyleme bu anı son
derece ayrıntılı anlatır:
Ey bu Pepi!
Kalktın sen!
Sen Muhteşem Olan’sın,
bir tanrı gibi kudretli,
Osiris gibi tahtta!
Ruhun seninledir;
Gücün (“Kontrol”)
arkandadır;
Başın,
Misut tacın elinde...
Annene, Gök tanrıçasına
yükseldin
Seni kollarında yatırır,
sana ufka doğru yolunu
gösterir,
Ra’nın olduğu yere.
Göklerin çifte kapısı senin
için açılır,
Gökyüzünün çifte kapısı
senin için açılır...
Sen yükselirsin, ey Pepi...
bir tanrı gibi donanmış.
(IX. Ramses’in mezarındaki
bir çizim, Çifte Kapılar’ın birbirinden eğimli uzaklaşarak açıldıklarını
önermektedir; bu ise her kapıdaki altı tanrı tarafından çalıştırılan tekerlek
ve makaraların çevrilmesiyle başarılmaktadır. Huniyi andıran açıklıktan dışarı,
dev bir insan benzeri şahin ortaya çıkmaktadır. Şekil 25)
Şekil 25
Bunun başarılmasından
büyük bir tatmin duyan metinler, kralın tebaasına şunu açıklarlar: “Uçan uçar;
bu kral Pepi sizden, siz ölümlülerden uçarak uzaklaşır. Dünyadan değildir,
Gök’tendir... Bu kral Pepi gökyüzünde bir bulut gibi uçar, koca kafalı bir kuş
gibi; bu kral Pepi gökyüzünü bir şahin gibi öper; Ufuk tanrısının gökyüzüne
ulaşır.” Piramit Metinleri, kralın artık “Gökyüzünü taşıyanda, yıldızları
yukarıda tutanda; Duvarlar tanrısının gölgesi içinden gökyüzünü geçmekte”
olduğunu açıklarlar.
Kral sadece gökyüzüne
çıkmakla kalmamış, aynı zamanda Dünya yörüngesine de girmiştir:
Ra gibi gökyüzünü kucaklar,
Thoth gibi gökyüzünü
dolaşır...
Horus’un bölgeleri üstünde
yol alır,
Set’in bölgeleri üstünde yol
alır...
Gökleri iki kez baştanbaşa
kat eder,
İki diyar boyunca döner...
Kral, şahinleri de geçen bir
şahindir;
O Büyük Şahin’dir.
(Bir dize de kralın “bir
gecede gökyüzünü dokuz kez geçen Sunt gibi gökyüzünü
geçtiğini” belirtir ama Sunt’un ve dolayısıyla bu
karşılaştırmanın anlamı çözülememiştir.)
Hala “gökyüzü boyunca
yolculuk eden bu iki eşlikçi”nin arasında oturmakta olan kral doğu ufkuna doğru
süzülerek gittikçe daha çok yükselir. Hedefi Aten’dir;
Söndürülemez Yıldız da denilen Kanatlı Disk’tir. Dualar artık kralın Aten’e sağ salim gitmesi üstüne yoğunlaşırlar: “Aten, bırak sana yükselsin; onu kollarınla sar,” diye
yalvarır metinler kralın adına. Ra’nın evi vardır ve dualar kralın oraya iyi
şekilde buyur edilmesini sağlamak amacıyla, onun Göksel Ev’e gelişini bir
oğulun babasına dönüşü gibi sunarlar:
Aten’in Ra’sı
Oğlun sana geliyor;
Pepi sana geliyor;
Bırak sana yükselsin;
Onu kucağına al.
Artık “Gökte yaygara
var”dır: “Yeni bir şey görüyoruz, der göksel tanrılar”; “Ra’nın huzmelerinde
biri Horus.” Kral -”Göğe çıkan, rüzgârda olan”- varacağı yerde hoş karşılanmayı
umarak “Gökte ilerlemekte, onun gök kubbesini yarmaktadır.”
Göksel yolculuk sekiz gün
sürer: “Yarının saati geldiğinde; sekizinci günün saati; kral Ra tarafından çağrılacaktır”;
Aten’in ya da Ra’nın evinin girişini koruyan
muhafızlar onun geçmesine izin vereceklerdir çünkü kralın gelişini Söndürülemez
Yıldız’da bizzat Ra beklemektedir:
Yarının bu saati
geldiğinde...
Kral orada,
Göklerin alt yanında olan
yıldızda duracak
bir tanrı gibi yargılanacak,
bir prens gibi dinlenilecek
Kral onlara seslenecek
Onu karşılamaya çıkacaklar;
Göğün Dam-asalarında
duran bu dört tanrı
kralın adını Ra’ya
söylesinler,
onun adını Ufukların
Horus’una ilan etsinler:
“O sana geldi!”
“Kral sana geldi!”
“Gökler olan gölde” yolculuk
eden kral “gökyüzünün kıyılarına” yaklaşır. Yaklaştığında, Söndürülemez
Yıldız’daki tanrıları gerçekten de beklendiği gibi ilan ederler: “Gelen
geliyor... Ra ona Gökyüzüne Merdivende kolunu verdi. ‘Yeri Bilen’ geliyor, der
tanrılar.” Orada, Çifte Saray’ın kapılarında Ra gerçekten de kralı
beklemektedir:
Ra’yı orada beklerken
bulursun,
Seni selamlar, koluna
sarılır;
O, seni göksel Çifte Saray’a
yönlendirir;
O, seni Osiris’in tahtına
oturtur.
Ve metinler ilan ederler: “Ra
kralı kendisine, Göğe, Göğün doğu yakasına almıştır... kral, Gök’te parlayan
yıldızdadır.”
Artık halledilecek tek bir
ayrıntı kalmıştır. “Büyük yeşil ilahi şahin” olarak tarif edilen “Duat’ın Horus”unun eşliğinde, kral Adak Yeri’nin ortasındaki
Hayat Ağacını bulmaya koyulur. “Bu kral Pepi, Hayat Tarlası’na, göklerdeki
Ra’nın doğum yerine gider. Büyük Tanrının uyandığı gün kalbini tazelediği dört
kavanozuyla Kebehet’in kendisine yaklaştığını görür. O, bu kral Pepi’nin
kalbini oracıkta Hayat ile tazeler.”
Misyon başarılmıştır,
metinler mutlulukla ilan ederler:
Hey, bu Pepi!
Hep doyurucu olan yaşam sana
verilir;
“Ebediyet senindir,” der
Ra..
Sen yok olmazsın, sen
ölmezsin
ebediyen, sonsuza dek.
Kral Gökyüzüne Merdiven’e
tırmanmıştır; Söndürülemez Yıldız’a erişmiştir; “yaşamı ebediyettir; sınırı ise
sonsuza dek dayanmak.”
DÜNYA GEZEGENİNE GELEN TANRILAR
Şimdilerde, uzay
yolculuklarını kanıksadık. Dünya yörüngesinde kalıcı uzay yerleşimleri ile
ilgili planları gazetelerde okuyup geçiyoruz; yeniden kullanılabilir bir uzay
mekiğinin geliştirilmesine bile şaşırmıyor, sadece tasarruf sağlayacağını
düşünüp seviniyoruz. Şüphesiz kanıksadık çünkü hem gazetelerde hem de
televizyonda astronotların uzayda uçtuklarını ve insansız uzay araçlarının
başka gezegenlere indiklerini kendi gözlerimizle gördük. Uzay yolculuğunu ve
gezegenler arası temasları kabul ediyoruz çünkü Neil Armstrong adında bir
ölümlünün, Apollo 11 uzay aracı komutanının -tüm dünya duysun diye- telsizinden
insanoğlunun bir başka gök cismine, Ay’a ilk inişinin duyuruşunu kendi
kulaklarımızla işittik:
Houston!
Burası Sükunet Denizi.
Kartal kondu!
Kartal, sadece Ay modülünün kod adı değil aynı zamanda Apollo 11 uzay
aracının takma adı ve üç astronotunun kendilerine gururla yakıştırdıkları bir
unvandı (Şekil 26). Şahin de uzaya süzüldü ve Ay’a
kondu. (ABD’nin başkenti) Washington’daki Ulusal Smithsonian Havacılık ve Uzay
Müzesinde, isteyen kişi oralara uçan gerçek uzay araçlarını ya da Amerikan uzay
programında yedek olarak kullanılan araçları görebilir, onlara dokunabilir.
Orijinal ekipman kullanılarak Ay’a inişlerin simülasyonunun gerçekleştirildiği
özel bir bölümde ise, ziyaretçiler Ay yüzeyinden kaydedilmiş bir mesajı
işitebilirler:
Okey, Houston.
Şahin, Hadley düzlüğünde!
Ardından Houston’daki
İnsanlı Uzay Aracı Merkezi dünyaya şu duyuruyu yapar: “Bu, Apollo 15’in Hadley
düzlüğüne indiğini bildiren coşku dolu Dave Scott idi.”
Elli yıl kadar önce bir
ölümlünün özel kıyafetler giyip kendisini uzun bir nesnenin ön kısmına
bağlayarak Dünya yüzeyinden fırlayıp uzaklaşabileceği fikri inanılmaz ya da
saçma görülürdü. Bir ya da iki asır önce ise böyle bir fikir ortaya bile
çıkmamıştı çünkü insan deneyiminde böylesi fantezileri tetikleyecek hiçbir şey
yoktu.
Ancak, tıpkı tarif ettiğimiz
gibi, Mısırlılar -beş bin yıl önce- tüm bunların firavunlarının başına
geldiğini gözlerinde canlandırabiliyorlardı: Kral Mısır’ın doğusundaki bir
fırlatma alanına giderdi, fırlatma alanının atom reaktörünü ve radyasyon
odasını güvenle geçerdi. Bir astronot giysisi giyer, bir Yükseltici’nin
kabinine girer ve iki tanrı arasında kayışlarla bağlanarak otururdu. Ve sonra,
çift kapılar açıldığında ve şafak vakti gökyüzü açığa çıktığında, jet motorları
çalışır ve Yükseltici, firavunun “Milyonlarca Yıl Gezegeni”ndeki Tanrıların
Evi’ne ulaşacağı Gökyüzüne Merdiven’e dönüşürdü.
Mısırlılar tüm bunların
mümkün olabileceğine böylesine sağlam şekilde inanmak için tüm bunların olup
bittiğini hangi televizyon kanalında görmüş olabilirlerdi ki?
Evlerinde televizyon
olmadığına göre, tek seçenek ya Uzay- alanına gidip roket gemilerin geliş
gidişlerini seyretmek ya da bir “müze”yi ziyaret edip, bilgili bir rehber
eşliğinde uçuş simülasyonlarını izleyip araçları görmekti. Kanıtlar, kadim
Mısırlıların gerçekten de bunu yaptıklarını önermektedir: Fırlatma alanını,
kullanılan araç gereci ve astronotları kendi gözleriyle görmüşlerdi. Ama
astronotlar başka gezegenlere giden dünyalılar değillerdi; onlar başka bir
yerden Dünya gezegenine gelmiş olan astronotlardı.
Sanata hayran olan kadim
Mısırlılar, mezarlarında kendi ömürleri içinde görmüş ve deneyimlemiş
olduklarını resmetmişlerdir. Duat’ın yeraltı
koridorlarının ve odalarının mimari ayrıntılarıyla çizimleri, I. Seti’nin
mezarında bulunmuştur. Çok daha şaşırtıcı bir tarif ise ünlü firavun
Tutankamon’un hükümdarlığı sırasında Nübye’de ve Sina yarımadasında vali olan
Huy’un mezarında keşfedilmiştir. Valisi olduğu iki bölgenin halkları, yerleri
ve nesneleriyle ilgili sahnelerle süslü olan mezarı, canlı renkleriyle bugün
bile görebileceğiniz bir roket geminin çizimini saklamaktadır: alt kısmı bir
yeraltı silosunda bulunan, kumanda modülü ile birlikte olan üst kısmı ise yerin
üstünde olan bir roket gemi (Şekil 27). Alt kısım çok aşamalı bir roket gibi
alt kısımlara bölünmüştür. Alt kısmının içinde hortumlara ve manivelalara bakan
iki kişi, onların üstünde de yuvarlak göstergeler bulunmaktadır. Silonun
kesiti, ısı değişimi ya da enerjiyle ilgili başka bir işlev için boru şeklinde
ünitelerle çevrili olduğunu göstermektedir.
Yerin üstünde, üst kısmın
yarı dairesel dip bölümü; renkli çizimde, sanki Dünya atmosferine yeniden
girmekten dolayı, açık biçimde yanarak kararmış halde betimlenmiştir. Kumanda
modülü -üç ya da dört kişiyi alacak kadar büyüktür- koni biçimlidir ve alt
kısmında dikey “gözetleme delikleri” vardır. Kabinin çevresi, hurma ağaçları ve
zürafaların bulunduğu bir manzarada ibadet edenlerle çevrilidir.
Yeraltındaki bölüm leopar
postlarıyla süslenmiştir ve bu durum, Firavunun Ölümsüzlüğe Yolculuğundaki
çeşitli aşamalarla doğrudan bağlantı sağlamaktadır. Leopar postu, Ağzı Açma
törenini yöneten Şem rahiplerince sembolik olarak
giyilen giysidir. Yine, firavunu Duat’ın “Saklı Yer’in
Gizli Patikası”na doğru çeken tanrıların giydiği giysidir; firavunun yolculuğu
ve yeraltı silosundaki roket gemi arasındaki yakınlığı vurgulamak için
tekrarlanan bir sembol.
Piramit Metinleri’nin açıkça
belirttiği gibi, firavun ebedi Sonraki Yaşam’a naklolunuşunda, tanrıları taklit
ettiği bir yolculuğa koyulur. Ra ve Set, Osiris ve Horus ve başka tanrılar da
bu şekilde göklere yükselmişlerdi. Ama Mısırlılar ayrıca, Büyük Tanrıların daha
en başında Dünya’ya ilk kez geldiklerinde aynı Göksel Sandal’ı kullandıklarına
da inanmaktaydılar. An (Heliopolis) şehrinde, Mısır’ın en eski ibadet
merkezinde, tanrı Ptah, içinde Mısır halkının hürmet ettiğigerçek bir uzay
kapsülünün görülebildiği özel bir yapı inşa etmişti; bir tür “uzay müzesi”
diyebilirsiniz!
Kutsal nesne Ben-Ben; Het Benben, yani “Benben Tapınağı” içinde
korunmaktaydı. Bu yerin adının hiyeroglif resmedilişinden anlıyoruz ki, bu
yapı; ucu sivri bir roketin göğü gösteren biçimde durduğu muazzam bir fırlatma
kulesini andırmaktaydı (Şekil 28).
Ben-Ben, kadim Mısırlılara göre, Göksel Disk’ten Dünya’ya gerçekten de gelmiş
olan somut bir nesneydi. Bu, büyük tanrı Ra’nın bizzat Dünya’ya indiği “Göksel
Oda” idi; Ben terimi (harfiyen: “Dışarı Akmış Olan”
anlamındadır) “parlamak” ve “gökyüzüne fışkırmak” şeklindeki birleşik anlamları
aktarmaktadır.
Firavun Pi-Ankhi’nin
dikilitaşı üstündeki bir yazı (Dictionnaire Géographique de
l’Ancienne Égypte’nin yazarı Brugsch’a göre) şöyle der:
Kral Pi-Ankhi, Ben-Ben
içindeki tanrı Ra’yı görmek üzere büyük pencereye doğru basamakları tırmandı.
Kral şahsen, ayakta durarak ve yalnız başına, sürgüyü kaldırdı ve iki kapılı
geçidi açtı. Derken babası Ra’yı Het-Benben’in
muhteşem iç odasında gördü. Ra’nın Kayığı Maad’ı ve Aten’in Kayığı Sektet’i gördü.
Kadim metinlerden bildiğimiz
kadarıyla bu türbe, iki grup tanrı tarafından korunmakta ve hizmet
edilmekteydi. “Het-Ben-ben’in dışında olanlar” vardı
ama türbenin en kutsal kısımlarına girmelerine izin veriliyordu çünkü hacıların
adaklarını kabul etmek ve tapınağın içine getirmek onların göreviydi. Diğerleri
ise esasen, sadece Ben-Ben’in değil aynı zamanda
“Ra’nın Het-Ben-ben’de ki gizli şeyleri”nin tamamının
muhafızıydılar. Günümüzde turistlerin uzayda uçmuş araçları görmek, hayranlık
duymak ve hatta onlara dokunmak için akın akın Smithsonian müzesine gelmeleri
gibi, inançlı Mısırlılar da Ben-Ben’e hürmet etmek ve
dua etmek üzere Heliopolis’e hac yolculuğuna çıkarlardı; belki de Mekke’deki
Kâbe’de dua etmek için dindar Müslümanların gösterdiği gibi bir şevkle.
Türbede, bir çeşme ya da
kuyu vardı ve sularının özellikle erkeklik ve döl bereketi ile ilgili şifalı
güçlere sahip olmasıyla ünlüydü. Ben terimi ve
hiyeroglif resmedilişi zaman
içinde gerçekten de erkeklik ve üreme ile ilgili çağrışımlar kazanmıştır ve
pekâlâ, İbranca’da “erkek evlat” anlamındaki Ben
kelimesinin kaynağı da olabilir. Erkeklik ve üreme vasıflarına ek olarak, türbe
ayrıca gençleşip dirileşme vasıflarını da kazandı; bu da Ben kuşu efsanesine
yol açtı; Mısır’ı ziyaret eden Grekler buna Phoenix{*} dediler. Bu efsanelerin
de belirttiği gibi Phoenix tüylerinin yarısı kırmızı, yarısı altın renginde
olan bir kartaldı ve her 500 yılda bir tam ölmek üzereyken Heliopolis’e gider
ve bir biçimde kendi (ya da babasının) küllerinden yeniden doğardı.
Heliopolis ve şifalı suları,
ilk Hristiyan dönemlerine dek hürmet gördü; yerel gelenekler Yusuf ve Meryem,
çocuk yaştaki İsa’yla birlikte Mısır’a kaçtıklarında türbenin kuyusu
yakınlarında dinlendiklerini iddia etmektedirler.
Heliopolis’teki türbe, Mısır
hikâyelerine göre, düşman istilacılar tarafından birkaç kez imha edilmiştir.
Günümüze ondan hiçbir şey kalmamıştır; Ben-Ben de
kaybolup gitmiştir. Ama Mısır anıtları üzerinde içinde bir tanrının
görülebildiği koni biçimli bir odacık olarak resmedilmiştir. Arkeologlar
aslında, Ben-Ben’in küçük kapısında duran ve hoş
geldiniz selamı veren bir tanrıyı gösteren küçük ölçekli taştan bir modelini
bulmuşlardır (Şekil 29). Göksel Oda’nın gerçek şekli muhtemelen Huy’un
mezarında resmedildiği (Şekil 27) biçimdedir; fırlatmalar sırasında
astronotları roket gemilerin üst kısmında tutan ve onları Dünya’ya geri
getirdiğinde suya iniş yapan modern kumanda modülleri (Şekil 30) Ben-Ben’e öylesine benzemektedirler ki, bunun amaç ve işlev
benzerliğinin bir sonucu olduğuna hiç kuşku yoktur.
Ben-Ben’in kendisi ortada olmadığına göre, Heliopolis türbesinden kalan ve
sadece çizim ya da küçük ölçekli modellerden ibaret olmayan başka fiziksel
kanıtlar var mıdır? Yukarıda, Mısır metinlerinin Ra’nın türbede sergilenen ya
da korunan diğer gizli şeylerinden söz ettiklerini belirtmiştik. Ölüler
Kitabı’nda, Şem hiyeroglifiyle ilişkili dokuz nesne
Heliopolis türbesine paralel olan bölümde resmedilmiştir; gerçekten de türbede
uzayla ilişkili dokuz nesne ya da uzay aracı daha sergileniyor olabilirdi.
Arkeologlar bu daha küçük
nesnelerden birinin bir replikasını bulmuş olabilirler. Bu, girintili çıkıntılı
eğimleri ve kesilip çıkartılmış bölümleri olan garip biçimli dairesel bir
nesnedir (Şekil 31a); 1936’da bulunduğundan bu yana bilginlerin aklını
karıştırmaktadır. Nesnenin, İlk Hanedanlıktan Kral Adjib’in tahta çıkan oğlu
Sabu’nun mezarında -diğer “sıra dışı bakır nesneler” arasında- bulunmuş olması
önemlidir. Demek ki, bu nesne mezara M.Ö. 3100’lerde yerleştirilmiş olmalıdır.
Daha eski de olabilir ama kesinlikle o tarihten daha yeni değildir.
Walter B. Emery [Great Tombs of the First Dynasty (İlk Hanedanın Büyük
Mezarları) adlı kitabında] kuzey Sakkara’daki (Gize’deki büyük piramitlerin tam
güneyi) keşifleri anlatırken, bu nesneden “şistten kâse benzeri bir kap” diye
söz eder ve “Bu nesnenin ilginç tasarımına dair tatmin edici hiçbir açıklama
ortaya çıkmadı,” diye belirtir. Nesne, masif bir şist bloğundan oyulmuştur;
şist, çok kırılgan olan ve kolayca ince, düzensiz katmanlara ayrılan bir
kayadır. Kullanmaya kalkışılsa kolayca parçalara ayrılırdı; demek ki bu kayanın
seçilmiş olmasının nedeni, böylesi sıra dışı ve narin bir biçimin ancak bu
malzemeden oyulabilecek olmasıydı; yani gerçekten kullanmak için değil de
biçimi saklamak için. Bu durum, Cyril Aldred gibi [Egypt to
the End of the Old Kingdom (Eski Krallığın Sonuna dek Mısır)] diğer
bilginlerin bu taş nesnenin “muhtemelen orijinali metalden yapılma olan bir
biçimi taklit ettiği” sonucuna varmalarına neden oldu.
Ama böylesine narin ve
yapısal bakımdan karmaşık bir tasarımı yaratmak üzere M.Ö. dördüncü bin yılda
hangi metal, hangi keskin parlatma işlemi, hangi yetenekli metalürjistler
mevcuttu? Ve her şeyden önemlisi, ne amaçla?
Nesnenin kendine özgü
tasarımıyla ilgili teknik bir inceleme (Şekil 31b) kullanımına ya da kökenine
pek az ışık tutabildi. Çapı 61 cm ve en kalın yeri 10 cm’den az olan yuvarlak
nesnenin bir şafta geçirilmek ve bir eksen çevresinde dönmek amacıyla yapıldığı
açıktır. Garip biçimli üç kesiği, dönme sırasında muhtemelen sıvı içine
batırıldığını önermektedir.
Nesnenin muammasını ortaya
çıkarmak için 1936’dan sonra başka bir çaba gösterilmedi. Ama 1976 yılında,
Amerikan uzay programıyla bağlantılı olan ve California’da geliştirilen bir
çarkla ilgili devrim yaratacak türden tasarımları anlatan teknik bir dergiyi
okurken, bu nesnenin muhtemel işlevi aklımıza geliverdi. Bir makinanın ya da
bir motorun dönen çubuğuna iliştirilen çarklar; yaklaşık iki yüzyıldır
makinaların hızını düzenlemede olduğu kadar metal preslemede (daha yakın
zamanlarda havacılıkta) tek bir hamle için enerji biriktirmede kullanılan bir
araçtırlar.
Normalde çarkların kenarları
ağır olur çünkü enerji tekerleğin çevresinde saklanır. Ama 1970’lerde Lockheed
Füze ve Uzay Şirketi mühendisleri tam tersi bir tasarımla ortaya çıktılar:
hafif kenarlı bir tekerlek; bunun transit trenlerde enerji tasarruf etmek ya da
elektrikli troleybüslerde enerji saklamak için çok uygun olduğu iddia ediliyordu.
Araştırma Airesearch Şirketi tarafından sürdürülmüştü ve geliştirdikleri -ama
asla mükemmelleştirmedikleri- model yağlayıcı madde ile dolu, hermetik bir
kabın içinde çalışacaktı. Onların devrim yaratacak çarklarının (Şekil 32),
Mısır’da keşfedilen beş bin yıllık nesneye benziyor olması şaşırtıcıydı, ama
M.Ö. 3100’lerde mükemmelleştirilmiş bir nesnenin, M.S. 1978’de uzay
mühendisleri tarafından yapılan ve halen gelişme aşamasında bulunan bir aygıt
parçasına benziyor olması gerçeği çok daha şaşırtıcıydı!
Bu kadim çarkın metal
orijinali nerededir? Heliopolis’teki türbede sergilendiği anlaşılan diğer
nesneler nerededir? Esas soru, Ben-Ben nerededir?
Kadim halklar tarafından mevcudiyetleri şüpheye yer bırakmayacak biçimde
belgelenmiş birçok araç gereç gibi, hepsi de ortadan kaybolmuştur; belki doğal
afetler veya savaşlar sonunda imha edilmiş, belki de sökülmüş ve savaş ganimeti
ya da güvenli biçimde saklamak amacıyla uzun zaman önce unutulmuş başka bir
yere götürülmüştür. Belki de göklere geri taşınmışlardır; belki hala
bizimledirler, bazı müzelerin bodrumlarında tanınmadan kalmışlardır. Ya da
-Heliopolis ve Arabistan’ı bağlayan Phoenix efsanesindeki gibi- Mekke’deki
Kâbe’nin altındaki mühürlü odada saklıdır...
Ancak şunu varsayabiliriz;
türbedeki kutsal nesnelerin imha edilmesi, ortadan kaybolması ya da geri
alınması muhtemelen Mısır’ın sözde İlk Ara Dönemi sırasında gerçekleşmiş
olmalıdır. Bu dönemde, Mısır birliği parçalandı ve tam bir anarşi hüküm sürmeye
başladı. Heliopolis’teki türbelerin bu kargaşa yıllarında tahrip edildiklerini
biliyoruz; belki de Ra’nın Heliopolis’teki tapınağını terk edip Amon yani “Saklı Tanrı” haline gelmesi de o sıradaydı.
On Birinci Hanedanlık
altında Yukarı Mısır’da düzen sağlandığında, başkent Teb oldu ve baş tanrısına
Amon (ya da Amen) deniyordu. Firavun Mentuhotep (Neb-Hepet-Ra), Teb
yakınlarında geniş bir tapınak inşa ettirdi, bunu Ra’ya adadı ve tepesine
Ra’nın Göksel Odası’nı anmak için kocaman bir “piramitçik” yaptırdı (Şekil 33).
M.Ö. 2000’den, On İkinci
Hanedanlık hüküm sürmeye başladıktan kısa süre sonra Mısır tekrar birleşti,
düzen oluşturuldu ve Heliopolis’e ulaşım yeniden sağlandı. Hanedanlığın ilk
firavunu I. Amen-Em-Hat derhal Heliopolis’teki tapınakların ve türbelerin
yeniden inşasına girişti ama orada saklanan orijinal araç gereci de restore
ettirip ettirmediğini ya da sadece taş örnekleriyle yetinmek zorunda kalıp
kalmadığını kimse kesin olarak bilmiyor. Oğlu firavun Sen-Usert (Kheper-Ka-Ra)
tapınağın önüne (20 m yüksekliğinde) iki büyük granit sütun diktirdi; Grek
tarihçiler bu firavunu Sesostris ya da Sesonchusis diye kayıtlara geçirdiler.
Tepelerinde, Ra’nın Göksel Odası’nın küçük ölçekli birer kopyası vardı; yani
altın ya da beyaz bakırla (elektrum) kaplanmış piramitçikler. Bu granit
dikilitaşlardan biri yaklaşık dört bin yıl önce dikildiği yerde hala
durmaktadır, diğeri ise M.S. on ikinci yüzyılda imha olmuştur.
Grekler bu sütunlara “sivri
uçlu kesmeler” anlamına gelen obeliskler adını
vermişlerdi. Mısırlılar ise bunlara Tanrıların Huzmeleri diyorlardı. On
sekizinci ve on dokuzuncu hanedanlıklar sırasında bunlardan -tapınak
girişlerinin (Şekil 34) önünde her zaman çift olarak- daha çok dikildi
(bazıları New York, Londra, Paris ve Roma’ya taşınmıştır). Firavunların da
belirttikleri gibi, onlar bu obeliskleri “(tanrılardan) Ebedi Hayat armağanını
almak”, “Sonsuza Dek Dayanan Hayat elde etmek” üzere dikmişlerdir. Çünkü
obeliskler daha önceki firavunların Duat’ta, Kutsal
Dağ’da görmüş (ve iddialara göre ulaşmış) oldukları şeylerin taş taklitleriydi:
Tanrıların roket gemileri (Şekil 35).
Ebediyen hatırlansın diye
ölenin adının üstüne yazıldığı, günümüzdeki mezar taşları da aslında küçük
ölçekli dikilitaşlardır; kökü, tanrılar ve onların uzay araçlarının mutlak bir
gerçeklik olduğu günlere uzanan bir gelenek.
Bu Göksel Varlıklar için
Mısırlıların kullandığı kelime, kadim Yakın Doğu dillerinde “Gözleyen” anlamına
gelen bir terim olan NTR idi. Neter kelimesinin
hiyeroglif işareti idi;
tüm hiyeroglif işaretler gibi, orijinali gerçek, görünen bir nesneyi temsil
ediyor olmalıdır. Bilginlerin tahminleri uzun saplı bir baltadan tutun da bir
flamaya dek uzanmaktadır. Margaret A. Murray, [The Splendor
That Was Egypt (Muhteşemdi Mısır) adlı kitabında] daha geçerli bir görüş
öne sürer. Daha eski, hanedanlık öncesi dönemlerden çömleklerin bayrak olarak
dalgalanan iki flama taşıyan bir direği olan sandalların çizimleriyle
süslendiğini göstererek (Şekil 36) “İki flamalı direk, Tanrı’nın hiyeroglif
işareti haline gelmiştir,” sonucuna varır.
Bu ilk dönem çizimlerindeki
ilginç nokta, sandalların yabancı bir diyardan geldiklerini gösteriyor
olmalarıdır. Çizimler insanları içerdiğinde ise, miğferinden boynuzların
çıktığı (Şekil 36) -bu, bir Neter olma işaretidir-
uzun boylu bir kürekçi başının komutasındaki, sıra sıra oturmuş kürekçileri
göstermektedirler.
Demek ki Mısırlılar resimsel
olarak da tanrıların en başta Mısır’a başka bir yerden geldiklerini
doğrulamışlardır. Bu durum, Mısır’ın nasıl başladığına -güneyden gelen ve
Mısır’ı sular altında bulan tanrı Ptah’ın büyük toprak kazanma ve suyolları
açma işlerine giriştiği ve diyarı üstünde yaşanabilir hale getirdiğine- dair
hikâyeleri de doğrulamaktadır. Mısır coğrafyasında Ta Neter
-”Tanrıların Yeri/Diyarı”- dedikleri bir yer vardı. Burası, Kızıldeniz’in güney
ucundaki, bugün Babülmendep denilen dar boğazdı; NTR flamasını takan ve
boynuzlu tanrıları taşıyan ge¬miler işte bu boğazı kullanarak Mısır’a
gelmişlerdi.
Kızıldeniz’in Mısırca adı UR
Denizi idi. Ta Ur terimi, Doğu’daki Yabancı Diyar
anlamına gelmekteydi. Dictionnaire des Noms Géographiques
(Coğrafi İsimler) adlı eserinde hiyeroglif metinlerdeki tüm yer adlarını
derleyen Henri Gauthier, Ta Ur’un hiyeroglifinin “bir
denizcilik unsuru yükleyen bir sembol...” olduğuna dikkat çekmekte ve “İşaret
‘Sandalla, sol yakaya gitmelisin’ anlamına gelmektedir,” demektedir. Kadim
diyarların haritasına baktığımızda (Şekil 2), Mısır’dan gelen ve
Babülmendep boğazından geçen bir sola dönüşün, denizcileri Basra Körfezine
doğru Arap yarımadası boyunca yönlendireceği görülebilir.
Başka ipuçları da vardır. Ta Ur harfiyen UR Diyarı anlamına gelmektedir ve Ur kelimesi bilinmeyen bir kelime değildir. İbranların atası
İbrahim’in doğum yeridir. Şem’in neslinden gelen
Nuh’un (İncil’deki Tufan kahramanı) büyük oğlu Terah’ın oğlu olarak Kalde’deki
Ur kentinde doğmuştu; “ve Terah oğlu Abram’ı ve Hara’nın oğlu, torunu Lut’u ve
gelini Sara’yı, oğlu Abram’ın karısını, beraber aldı; ve Kenan diyarına gitmek
üzere Kildanilerin Ur şehrinden onlarla çıktı.”{*}
Arkeologlar ve dil
bilimciler, on dokuzuncu yüzyılın başında, Mısır’ın tarihini ve yazılı
kayıtlarını gün ışığına çıkarmaya başladıklarında Ur, Eski Ahit dışındaki başka
hiçbir kaynakta bilinmiyordu. Ancak Kalde biliniyordu; bu, Greklerin Babilonya
dedikleri Mezopotamya’nın kadim krallığının ismiydi.
M.Ö. beşinci yüzyılda Mısır
ve Babil’i gezen Grek tarihçisi Heredot, Mısırlıların ve Kaldelilerin gelenek
ve görenekleri arasında birçok benzerlikler bulmuştu. Baş tanrı Bel’in (O’na
Zeus Baal{**} demekteydi) Babil şehrindeki kutsal alanını tarif ederken şunları yazmıştır:{***} “Sonuncu kulenin tepesinde büyük bir tapınak yükselir; tapınağın
içerisinde, üzerine zengin örtüler örtülmüş büyük bir yatak ve onun yanında da
altın bir masa bulunur. Ama içeride hiçbir heykele rastlanmaz. Hiçbir ölümlü
için gece içeride kalmaya izin yoktur; bu hak, bu tanrının rahipleri olan
Kaldelilere bakılırsa, yalnız tanrının bütün kadınlar arasından seçmiş olduğu
tek bir yerli kadına verilmiştir... Yine bu rahiplere inanmak gerekirse...
tanrı kendisi gelir, tapınaktaki yatağa yatar, dinlenirmiş. Tıpkı Mısırlıların
anlattıkları buna benzer bir hikâyeye göre, Mısırdaki Teb tanrısı (Amon) da
aynı şeyi yaparmış; orada da Zeus tapınağına bir kadın gelir, uyumak için
yatarmış.”
On dokuzuncu yüzyıl
bilginleri Mısır’ı daha çok öğrendikçe ve ortaya çıkan tarihsel tabloyu Grek ve
Romalı tarihçilerin yazılarıyla karşılaştırdıkça, iki gerçek daha net biçimde
ortaya çıktı: Birincisi, Mısır uygarlığı ve büyüklüğü; kültürel bir çölde açan
tek başına bir çiçek değil, kadim diyarlar boyunca bütünsel gelişmelerin bir
parçasıydı. Ve ikincisi, kutsal metinlerde anlatılan başka diyarlar ve
krallıklar, duvarlarla korunan şehirler ve ticaret yolları, savaşlar ve
antlaşmalar, göçler ve yerleşmeler sadece doğru olmakla kalmayıp üstüne üstlük
gerçektiler.
Yüzyıllar boyunca sadece
İncil’de kısaca söz edilmeleriyle bilinen Hititlerin, Mısır kayıtlarında
firavunların kudretli rakipleri oldukları keşfedilmişti. Tarihin hiç bilinmeyen
bir sayfası yani Mısır orduları ile Küçük Asya’dan gelen Hitit bölüklerinin
kuzey Kenan’daki Kadeş’te gerçekleşen çok önemli savaşı, sadece metinlerde
değil ayrıca tapınak duvarlarında resmedilmiş bir halde de keşfedildi. Hatta
şahsi bir özelliği bile vardı; çünkü Hitit kralı ile aralarındaki antlaşmayı
perçinlemek için firavun onun kızıyla evlenmişti.
Filistinliler, “Deniz Halkı”
Fenikeliler, Hurriler, Amoriler; o zamana dek sadece Eski Ahit’te geçtiği
düşünülen halklar ve krallıklar, Mısır’daki arkeolojik çalışmalar ilerledikçe
tarihsel gerçeklikler olarak ortaya çıkmaya başladılar ve kutsal kitaptaki
diğer diyarlara taşmaya başladılar. Ancak bunların en büyüğü, doğrulanabilir
kadim imparatorluklar olan Asur ve Babil gibi görünmekteydi; ama onların
muhteşem tapınakları ve muhteşemliklerinin diğer kalıntıları nerelerdeydi? Peki
ya kayıtları?
İki Nehir Arasındaki
Diyardan, Fırat ve Dicle arasındaki engin ovayı anlatan tüm gezginler
höyüklerden -Arapça ve İbranca tell- söz
etmekteydiler. Taş olmadığından, kadim Mezopotamya’nın en büyük yapıları bile
çamur tuğlalardan yapılmıştı; savaşlar, hava koşulları ve zaman ise onları
toprak yığınlarına dönüştürmüştü. Anıtsal yapılar yerine, bu topraklardan küçük
araç gereçlerden ibaret buluntular çıkıyordu; aralarında üstlerine çiviyi
andıran işaretlerin kazıldığı pişmiş kil tabletler de vardı. 1686’da Engelbert
Kampfer adlı bir gezgin Persepolis’i, İskender’in krallarıyla savaştığı Eski
Pers başkentini ziyaret etti. Oradaki anıtlardan, Darius’un kraliyet mühründeki
(Şekil 37) gibi çivi şekilli işaretleri ve sembolleri kopyaladı. Ama o,
bunların sadece süsleme amaçlı olduklarını sanıyordu. Bunların yazı oldukları
en sonunda fark edildiğinde, hiç kimse bu dili ve nasıl deşifre edilebileceğini
bilmiyordu.
Mısır hiyerogliflerinin
çözülmesinde geçerli olan, çivi yazıları için de geçerliydi: Sorunun çözümü üç
dilde yazılmış bir yazıydı. Eski İran’da Behistun denilen bir yerde, geçit
vermez dağlarda bir kayaya kazılmış olarak bulundu. 1835’te İngiliz ordusunda
binbaşı olan Henry Rawlinson yazıyı kopyalamayı ve sonrasında da yazıyı ve
dilleri deşifre etmeyi başardı. Anlaşıldı ki, üç dilde yazılan kaya yazısı Eski
Farsça, Elamice ve Akkadca dillerinde yazılmıştı. Akkadca tüm Sami dillerinin
ana diliydi ve İbranca bilen bilginler Asurluların ve Babillilerin Mezopotamya
yazılarını okuyabildiler ve anlayabildiler.
Böyle keşiflerin verdiği
hızla, Paris doğumlu bir İngiliz olan Henry Austen Layard, 1840’ta kuzeydoğu
Irak’ta kervan yollarının kesişme noktası olan Musul’a (o zamanlar Osmanlı
İmparatorluğu’nun bir parçasıydı) geldi. Researches in
Assyria, Babylonia and Chaldea (Asur, Babil ve Kalde’de Araştırmalar,
1838) adlı kitabın yazarı olan William F. Ainsworth’un konuğuydu; bu kitap ve
yanı sıra Claudius J. Rich’in [Memoir on the Ruins of Babylon
(Babil Harabaleri Hatıratı)] daha önceki bulguları ve raporları sadece Layard’ın
hayal gücünü ateşlemekle kalmamış, ayrıca British Museum ve Kraliyet Coğrafya
Derneğinin bilimsel ve maddi desteğine de yol açmıştı. Hem kutsal metinlere hem
de Grek klasik yazıtlarına yapılan ilgili göndermeleri iyice ezberleyen Layard,
İskender’in ordusundaki bir subayın bölgede “piramitler ve kadim bir şehrin
kalıntıları”nı gördüğünü bildirdiğini hatırlıyordu: İskender’in zamanında bile
kadim olduğu düşünülen bir şehrin harabeleri!
Yöredeki arkadaşları
Layard’a bölgedeki çeşitli höyükleri gösterdiler ve bunların altında kadim
şehirlerin gömülü olduğunu belirttiler. Birs Nimrud
denilen bir yere vardıklarında heyecanı büyüdü. “Akşam göğü altında yükselen
Nimrud’un büyük konik höyüğünü ilk kez gördüm,” diye yazacaktı otobiyografisinde. “Üstümde bıraktığı izlenim unutulmayacak
türdendi.” Burası İskender’in subayının gördüğü gömülü piramidin bulunduğu yer
değil miydi? Ve burası kesinlikle kutsal kitapta adı geçen, “Rab’bin indinde
kudretli avcı” olan, Mezopotamya’nın krallıklarını ve kraliyet şehirlerini
kuran Nimrod ile ilgiliydi (Tekvin 10):
Ve onun krallığının
başlangıcı: hepsi de Şinar diyarında Babil ve Erek ve Akkad
idi. O diyardan Aşur’a çıktı ve geniş sokaklı şehir
olan Nineve’yi ve Kalah’ı ve Resen’i inşa etti.
O sıralarda artık Bağdat’ta
İngiliz Konsolosu olan Binbaşı Rawlinson’un desteğiyle, Layard 1845’te Musul’a
döndü ve sevgili Nimrud’un da kazılara başladı. Ama ne bulmuş olursa olsun -ki
bulmuştu- Mezopotamya’daki ilk modern arkeolog olma iddiası ona ait değildir.
İki yıl sonra, Musul’daki Fransız Konsolosu Paul-Emile Botta (Layard ile
tanışmış ve dost olmuşlardı) Musul’un biraz kuzeyindeki, Dicle Nehrinin öte
yakasındaki bir höyüğü kazmaya girişti. Yerliler buraya Khursabad diyorlardı;
orada gün ışığına çıkarılan çivi yazıları ise burayı Dur-Şarru-Kin;
kutsal kitapta bile adı geçen Asur kralı Sargon’un kadim başkenti olarak
tanımlıyordu. Ve gerçekten de geniş şehre, saraylarına ve tapınaklarına tepeden
bakan ve yedi basamak halinde inşa edilmiş bir piramit vardı; adı zigurat idi
(Şekil 38).
Botta’nın keşifleriyle coşan
Layard kendi seçtiği höyüğü kazmaya başladı; burada Ninova’yı,
kutsal kitapta geçen ünlü Asur başkentini açığa çıkaracağına inanıyordu.
Burasının Kalhu (kutsal kitaptakiKhala) adındaki Asur ordusu merkezi olduğu
anlaşıldı ama ortaya çıkan hazineler, gösterilen çabaya değerdi. Aralarında
Kral II. Şalamaneser tarafından dikilen bir obelisk de vardı; üstünde yer
alan krala vergi ödeyenlerin listesinde “İsrail kralı, Omri’nin oğlu Jehu” da
vardı (Şekil 39).
Asur buluntuları, Eski
Ahit’in tarihsel doğruluğunu doğrudan kanıtlamışlardı.
Cesaretlenen Layard Musul’un
tam karşısındaki, Dicle’nin doğu yakasındaki bir höyüğü 1849’da kazmaya
başladı. Yerel olarak Kuyuncik diye bilinen alan aslında Nineve idi: Kudüs’ü
kuşattığında Rab’bin melekleri tarafından ordusu darmadağın edilen (II.
Krallar, 18) Sanherib tarafından kurulan başkent. Onun ardından Ninova
Esarhaddon ve Asurbanipal’in başkenti olmuştu. Oradan çıkartılan ve British
Museum’a taşınan sanat hazineleri, Asur bölümünün hala en etkileyici kısmını
oluşturmaktadırlar.
Kazıların hızı arttıkça ve
diğer uluslardan arkeoloji ekipleri de yarışa katıldıkça İncil’de adı geçen tüm
Asur ve Babil şehirleri (biri dışında) gün ışığına çıktılar. Ama dünya müzeleri
kadim hazinelerle dolup taşarken, en önemli bulgular; bazıları kâtibin avucunun
içinde duracak kadar küçük olan basit kil tabletlerdi: Asurlular, Babilliler ve
batı Asya’nın diğer halkları ticari anlaşmaları, mahkeme kararlarını, evlilik
ve miras kayıtlarını, coğrafi listeleri, matematik bilgilerini, tıp
formüllerini, yasalar ve düzenlemeleri, kraliyet tarihlerini kısacası ileri ve
oldukça sivil toplumların yaşantısının her unsurunu bu tabletlere yazmışlardı.
Ve göksel meseleler de vardı: yıldızların ve takımyıldızların listeleri, gezegensel
bilgiler, astronomik tabletler; ve tanrıların listeleri, aile ilişkileri,
vasıfları, görevleri ve işlevleri; on iki ayın, Zodyak’ın on iki burcunun ve
güneş sistemimizin on iki üyesinin ilişkili olduğu on iki Büyük Tanrı’nın, “Gök
ve Yer Tanrıları”nın başlarını çektiği tanrılar.
Bizzat yazıların da arada
bir belirttiği gibi, dilleri Akkadcadan dallanmıştı. Bu ve diğer kanıtlar,
(M.Ö. 1900’lerde tarih sahnesine çıkan) Asur ve Babil’in öncesinde Akkad adında
bir krallığın bulunduğunu anlatan kutsal kitaptaki sıralamaya uymaktaydı. Bu
krallık bizim I. Sargon dediğimiz Şarukin -”adil
hükümdar”- tarafından M.Ö. 2400’lerde kurulmuştu. Yazıtlarından bazıları da
bulunmuştu; kral bunlarda tanrısı Enlil’in lütfuyla
imparatorluğunun Basra Körfezinden Akdeniz’e dek uzandığıyla övünüyordu.
Kendisine “Akkad’ın Kralı, Kiş’in
Kralı” diyor ve “Uruk’u yendi, duvarlarını yıktı... Ur’un
sakinleriyle yaptığı savaşta zafer onundu,” diye belirtiyordu.
Birçok bilgin I. Sargon’un
Nimrod olduğuna inanmaktadır, öyleyse ona ve Kiş (ya da İncil’deki haliyle Kuş)
adlı başkente dair dizeler, Akkad’dan bile önce var olan krallıkları işaret
ediyordu:
Ve Kuş, Nimrod’un babası
oldu;
O, yeryüzünde kudretli adam
olmaya başladı...
Ve onun krallığının
başlangıcı:
Hepsi de Şinar diyarında
Babil ve Erek ve Akkad idi.
Akkad’ın kraliyet şehri
Babil’in güneydoğusunda keşfedildi; kadim Kiş kenti de Akkad’ın güneydoğusunda
bulundu. Gerçekten de, daha fazla sayıda arkeolog iki nehir arasındaki ovada
güneydoğuya doğru hareket ettikçe toprak üstüne çıkartılan yerlerin eskiliği de
artıyordu. Şimdilerde Warka diye bilinen yerde, I. Sargon’un yendiğini iddia
ettiği Uruk kenti, İncil’deki Erek bulundu. Ve arkeologları M.Ö. üçüncü
binyıldan, M.Ö. dördüncü binyıla götürüverdi! Orada, bir fırında pişirilen ilk
çömleği, çömlek tekerinin ilk kez kullanıldığına dair kanıtı, kendi türünün en
eski örneği olan kireç taşı bloklardan bir kaldırımı, ilk ziguratı (basamaklı
piramit) ve dünyanın ilk yazılı kayıtlarını; yazılı metinleri (Şekil 40) ve
ıslak kil üstünde yuvarlandıklarında kalıcı bir baskı oluşturan üstü kazılı
silindir mühürleri (Şekil 41) buldular.
İbrahim’in doğum yeri olan Ur da bulundu; daha güneyde Basra Körfezinin kıyı şeridinin
eski çağlara uzandığı yerde idi. Burası büyük bir ticaret merkeziydi; büyük bir
zigurat alanı, birçok hanedanın tahtı. Öyleyse, Mezopotamya’nın güneydeki daha
kadim kısımları, Babil Kulesi olayının yer aldığı yer, İncil’deki Şinar Diyarı mıydı?
Mezopotamya’daki en büyük
keşiflerden biri Asurbanipal’in Ninova’daki kütüphanesidir; 25.000 tablet
burada konularına göre düzenlenmişti. Çok kültürlü bir kral olan Asurbanipal
eline geçen her metni biriktirmiş ve ek olarak kâtiplerini ele geçmeyen
metinleri kopyalama ve tercüme etmeye yönlendirmişti. Birçok tablet, kâtipler
tarafından “eski metinlerin kopyası” diye tanımlanmıştı. Örneğin yirmi üç
tabletlik bir grup, şu dipnotla bitiyordu: “23. tablet; Şumer
dili değişmemiştir.” Asurbanipal ise bir yazıda bizzat şöyle der:
Kâtiplerin tanrısı, bana
sanatının bilgisini lütfedip hediye etti. Yazının gizlerine inisiye edildim. Şumerce yazılmış olan çetrefilli tabletleri bile
okuyabilirim, Tufan’dan önceki günlerin taş yontularındaki muammalı sözleri
anlıyorum.
1853’te Henry Rawlinson
Kraliyet Asya Derneğine, Akkadcadan da önce gelen bilinmeyen bir dilin
mevcudiyetinin mümkün olduğunu önerdi; Asur ve Babil metinlerinin sık sık,
özellikle de bilimsel ve dinsel metinlerde, bu bilinmeyen dilden ödünç
aldıkları kelimeleri kullandıklarını işaret etti. 1869’da Jules Oppert Fransız
Nümizmatik ve Arkeoloji Derneğine böyle daha eski bir dilin ve bu dili yazan,
konuşan bir halkın varlığının kabul edilmesi gerektiğini önerdi. Akkadların
kendilerinden önce gelen bu halka Şumerliler dediklerine ve Şumer Diyarından
söz ettiklerine dikkat çekti (Şekil 42).
Aslında bu, İncil’de adı
geçen Şinar Diyarı idi. Adı -Şumer-
harfiyen Gözetenlerin Diyarı anlamına gelen diyar burasıydı. Burası gerçekten
de Mısırlıların Ta Neter’i idi; Gözetenlerin Diyarı,
Mısır’a gelen tanrıların çıktığı diyar.
Bilginler o sıralarda hayli
direnseler de, Mısır’ın muhteşemliği ve eskiliği gün ışığına çıktıktan sonra,
uygarlığın (Batı’da kabul edildiği gibi) Roma ve Grek topraklarında
başlamadığını kabul etmişlerdi. Şimdi de, bizzat Mısırlıların önerdiği gibi,
uygarlık ve dinin Mısır’da değil de güney Mezopotamya’da başlamış olduğu kabul
edilebilir miydi?
Mezopotamya’daki ilk
keşifleri izleyen yüzyılda, modern Uygarlığın (büyük U ile) gerçekten de
Sümer’de (bilginler Sümer kelimesini Şumer’e göre daha kolay telaffuz
ediyorlardı) başlamış olduğu şüpheye yer bırakmayacak şekilde belirlendi. M.Ö.
4000’de, yaklaşık altı bin yıl önce, orada yüksek bir uygarlığın tüm temel
unsurları, sanki yoktan ve hiç neden yokken var olmuşçasına gelişivermişti. Şu
anki uygarlığımızın kökleri ve öncülleri Sümer’e dayanmayan bir unsurunu
bulabilmek neredeyse imkansızdır: şehirler, yüksek binalar, caddeler, pazar
yerleri, tahıl ambarları, limanlar, okullar, tapınaklar; metalürji, tıp,
cerrahi, tekstil yapımı, gurme gıdalar, ziraat, sulama; tuğla kullanmak,
fırının icadı, ilk tekerlek, tekerlekli arabalar; gemiler ve seyrüsefer;
uluslararası ticaret; ağırlık ve ölçüler; krallık, kanunlar, mahkemeler,
jüriler; yazı ve kayıt tutma; müzik, müzik notaları, müzik çalgıları, dans ve
akrobasi; evcil hayvanlar ve hayvanat bahçeleri; savaş araç gereçleri,
sanatçılık. Ve hepsinden önemlisi: göklerin ve “Gökten Dünya’ya gelmiş olan”
tanrılara ait bilgi ve çalışmalar.
Burada, ne Akkadların ne de
Sümerlilerin bu ziyaretçileri Dünya tanrılarına tapınmaya davet etmediklerini
netleştirelim. İlahi varlıklar veya tanrılar fikri daha sonraları putperestlik
yoluyla dilimize ve düşünüşümüze nüfuz etmiştir. Tanrılar terimini burada
kullanıyor olma nedenimiz, genel olarak kabul edildiği ve kullanıldığı içindir.
Akkadlar onlara Ilu; “Ulu Olanlar” diyordu; İbranca’daki El
buradan gelir. Kenanlılar ve Fenikeliler ise onlara Ba’al
-Efendi- diyorlardı. Ama bütün dinlerin başlangıcının en başında Sümerliler
onlara DİN.GİR demişlerdi: “Roket Gemilerin Saf Kişileri”. Sümerlilerin en eski
piktografik yazısında (bu daha sonraları çivi yazısına dönüşmüştür) DİN ve GİR
terimleri
şeklinde yazılmaktaydılar. İkisi birleştirildiğinde, -konik, piramidi andıran
bir kumanda modülü biçimindeki- uç ya da GİR’in, çok aşamalı bir roket gibi
resmedilen DİN’in burnuna tam olarak oturduğunu görebiliriz. Dahası, eğer tüm
resmi dik duruma getirirsek, bunun, Huy’un Mısırdaki mezarında resmedilen
yeraltı silosundaki roket gemiye şaşılacak derecede benzer olduğu görülebilir
(Şekil 43).
Sümer kozmolojik hikâyeleri
ve epik şiirlerinden, bu tanrıların otobiyografileri olarak hizmet gören
metinlerden, onların işlevleri, ilişkileri ve şehirlerinin listelerinden,
Krallar Listesi denilen kronolojilerden ve tarihçelerden ve hayli zengin diğer
metinlerden yararlanarak; tarih öncesi zamanlarda neler olduğunu ve her şeyin
nasıl başladığını gösteren tutarlı bir dramanın parçalarını bir araya getirmeyi
başardık.
Onların hikâyesi ilksel
zamanlarda başlar; güneş sistemimiz henüz daha çok gençken. O sıralarda dış
uzaydan gelen büyük bir gezegen ortaya çıkar ve güneş sistemine doğru çekilir.
Sümerliler bu istilacıya NİBİRU -”Geçiş Gezegeni”- demişlerdi; Babillilerin
verdiği isim ise Marduk idi. Dıştaki gezegenlerin
yanından geçerken Marduk’un rotası iyice içe doğru büküldü; güneş sistemimizin
eski bir üyesi ile -Tiamat adlı bir gezegen ile- çarpışma rotasına girdiler.
İkisi birbirine yaklaştıklarında, Marduk’un uyduları Tiamat’ı ikiye ayırdılar.
Alt kısmı irili ufaklı birçok parçaya ayrıldı; kuyruklu yıldızlar ile Jüpiter
ve Mars arasında dönenen gezegensel süprüntüden oluşan “göksel bileziği”,
asteroit kuşağını meydana getirdiler. Tiamat’ın üst yarısı, başlıca uydusu ile
birlikte, yeni bir yörüngeye fırladı ve Dünya ile Ay meydana geldi.
Zarar görmeyen Marduk ise
Güneş çevresinde çok geniş eliptik bir yörüngeye oturdu; her 3600 Dünya yılında
bir kez (Şekil 44) Jüpiter ve Mars arasındaki “göksel savaş” meydanına geri
dönmeye başladı. Böylece güneş sistemi on iki üyeye
sahip oldu - Güneş, Ay (Sümerliler onun bir gök cismi olarak sayılma hakkı olduğuna
inanıyorlardı), bildiğimiz dokuz gezegen ve bir tane daha; on ikinci: Marduk.
Marduk güneş sistemimizi
istila ettiğinde, beraberinde hayat tohumunu da getirmişti. Tiamat ile
çarpışmasında, hayat tohumlarından bazıları ondan geride kalacak olan kısma aktarıldı;
Dünya gezegenine. Dünya’da hayat evrimleştikçe, Marduk üstündeki evrimi taklit
ediyordu. Böylece, Dünya üstünde insan türü daha yeni yeni kıpırdanmaya
başlarken, Marduk üstünde zeki varlıklar çoktan uygarlığın ve teknolojinin
yüksek düzeylerine çıkmayı başarmışlardı bile.
İşte Sümerliler Dünya’ya
gelen astronotların, “Gök ve Yer Tanrıları”nın güneş sisteminin bu on ikinci
üyesinden olduklarını söylüyorlardı. Diğer tüm kadim halklar dinlerini ve
tanrılarını bu gibi Sümer inançlarından edindiler. Sümerliler, bu tanrıların,
insanoğlunu yarattıklarını ve sonunda ona uygarlık verdiklerini
söylemekteydiler: inanılmaz düzeyde gelişkin bir astronomi de dâhil tüm
bilgiyi, tüm bilimleri.
Bu bilgi; Güneş’in güneş
sisteminin merkezi cismi olduğunun kabulünü, bugün bildiğimiz -modern
astronomide nispeten yeni keşifler olan Uranüs, Neptün ve Plüton gibi çıplak
gözle gözlenemeyen ve tanımlanamayan dış gezegenlerin bile- tüm gezegenlerin
tanındığını içermekteydi. Ve gezegen metinleri ve listelerinde olduğu kadar
resimsel betimlemelerde de, Sümerliler bir gezegenin daha -NİBİRU,
Marduk- varolduğu konusunda ısrarlıydılar; bu gezegen Dünya’ya en yakın
konumda olduğunda, şu 4500yıllık silindir mühürde (Şekil 45) gösterildiği gibi
Mars ve Jüpiter arasından geçmekteydi.
Göksel bilgideki gelişmişlik
ki Sümerliler bunu Marduk’tan gelen astronotlara atfediyorlardı, sadece güneş
sistemine aşinalıkla sınırlı değildi. Yıldızlarla dolu sonsuz bir evren vardı.
Yıldızların tanımlanması, takımyıldızlar biçiminde gruplanması, onlara adlar
verilmesi ve göklerde yerlerinin belirlenmesi; ilk kez Sümer’de yapılmıştı,
sanıldığı gibi asırlar sonra antik Yunan’da değil. Kuzey semalarında
tanıyabildiğimiz tüm takımyıldızlar ve güney semalarındaki takımyıldızların
çoğu Sümer astronomi tabletlerinde sıralanmıştı; doğru sırayla ve bugün bile
kullandığımız aynı adlarla!
En önemli olanlar, güneşin
çevresinde dönen gezegenlerin oluşturduğu düzlemi ya da bandı çevreler gibi
görünen takımyıldızlardı. Sümerlilerin UL.HE dediği (“Parlak Sürü”) -Greklerin zodiakos kyklos (“Hayvan Dairesi”) diye uyarladığı ve bizim
bugün bile Zodyak dediğimiz- on iki Burç Evi’ni oluşturmak için on iki grupta
toplanmışlardı. Günümüze dek aynen gelen sadece bu yıldız gruplarına
Sümerlilerin verdiği -Boğa, İkizler, Yengeç, Aslan gibi- isimler değildi;
binlerce yıl içinde resimsel betimlenişleri bile değişmeden kalmıştı (Şekil
46). Çok sonraya ait Mısır Zodyak’ındaki temsiller, Sümer’dekilere neredeyse
eştir (Şekil 47).
Bugün bile kullandığımız ve
daha Sümerliler zamanında mükemmelleştirilen küresel astronomi kavramlarına
(göksel eksen, kutuplar, ekliptik, ekinokslar vb.) ek olarak, ayrıca gerileme
(presesyon ya da yalpalama) fenomenine de şaşırtıcı bir aşinalık söz konusuydu.
Bildiğimiz gibi, Dünya’dan bakan bir gözlemci (örneğin baharın ilk günü gibi)
sabit bir tarihte Güneş’i, uzayda bir arka plan oluşturan Zodyak
takımyıldızlarının önünde saptamaya kalkarsa Dünya’nın yörüngesinde bir
gerileme olduğu illüzyonu ortaya çıkar. Buna neden olan şey, Dünya’nın
ekseninin, Güneş çevresindeki yörünge düzlemine göre eğimli olmasıdır; bu
gerileme ya da Presesyon insani yaşam süreleri içinde pek küçüktür: Yetmiş iki
yılda bir, 360 derecelik Göksel Çember’de sadece 1 derece gerileriz.
Dünya’nın (ve diğer
gezegenlerin) Güneş çevresindeki yörüngelerinin oluşturduğu bandı
çevrelediğinden dolayı Zodyak çemberi, her biri tam çemberin on ikide birini ya
da göksel 30 derecelik mekânı kaplayan on iki Ev’e bölünmüştür. Dolayısıyla
Dünya’nın tam bir Zodyak Evi boyunca gerilemesi (72 x 30) 2160 yıl alır. Başka
bir deyişle, eğer Dünya üstündeki bir astronom (şimdi yapıldığı gibi) bahar
günü Güneş’in, Balık takımyıldızı ya da Evi’ni arkasında kalacak şekilde
doğmaya başladığını gözlemliyorsa, ondan 2160 yıl sonraki
ardılları Güneş’in bu kez hemen bir sonraki takımyıldız, Kova “Evi”
arkasında kalacak şekilde doğduğunu göreceklerdi.
Eski çağlardan bu fenomeni
fark edecek ve anlayacak muhtemelen ne tek bir adam ne de tek bir ulus
olabilirdi. Ancak kanıtlar inkâr edilemez: Zamanı saymaya ya da takvimlerine
Boğa Çağında (M.Ö. 4400’ler) başlamış olan Sümerliler; daha önceki
gerilemelerin (M.Ö, 6500’lerde) İkizlere, (M.Ö. 8700’lerde) Yengeç’e ve (M.Ö.
10.900’lerde) Aslan’a doğru kaymaların farkındaydılar ve bunları astronomi
listelerine kaydetmişlerdi! Söylemeye gerek yok, M.Ö. 2200’lerde baharın ilk
gününün -Mezopotamya halkları için Yeni Yıl- tam 30 derece gerilediği ve Koç
(Sümerce KU.MAL) “Çağı” ya da takımyıldızına kaydığı da zamanı gelince
kaydedilmişti.
Mısıroloji/Asuroloji
bilgilerini astronomi ile birleştiren ilk dönem bilginlerinin bazıları;
metinsel ve resimsel tariflerin Zodyak Çağını büyük bir göksel takvim olarak
saptadığını, öte yandan Dünya üstündeki olayların da göklerdeki olayların daha
büyük ölçeğiyle ilişkili olduklarını fark etmişlerdi. Bu gibi çalışmalarda
tarih öncesi ve tarihi bir kronolojik yardım alma yolu olarak kullanılan bilgi
kaynaklarından biri, G. de Santillana ve H. von Dechend tarafından derlenip
yazılan Hamlet’s Mill (Hamlet’in Değirmeni) adlı
eserdir. Örneğin; Heliopolis’in güneyindeki Aslan-benzeri Sfenks’in ya da
Karnak tapınaklarına muhafızlık eden Koç-benzeri
Sfenkslerin, temsil ettikleri olayların meydana geldiği ya da
temsil ettikleri tanrıların veya kralların hüküm sürdükleri Zodyak Çağını
betimlediklerine hiçbir şüphe yoktur.
Bu astronomi bilgisinde ve
sonuç olarak kadim dünyada ortaya çıkan tüm dinler, inançlar, olaylar ve
betimlemelerde merkezi önemde olan şey; güneş sistemimizde bir gezegen daha
olduğu kanaatiydi, en geniş yörüngeye sahip olan üstün bir gezegen: “Göksel
Efendi”, Mısırlıların “Söndürülemez Yıldız” ya da “Milyonlarca Yıl Gezegeni”
dedikleri, tanrıların göksel evi. İstisnasız tüm kadim halklar en geniş, en
muhteşem yörüngeye sahip bu gezegene hürmet etmişlerdir. Mısırda,
Mezopotamya’da ya da başka yerlerde, onun her yerde hazır ve nazır olan amblemi
Kanatlı Küre’ydi (Şekil 48).
Mısır betimlemelerindeki
Göksel Disk’in, Ra’nın Göksel Evi’ne karşılık geldiğini fark eden bilginler
Ra’ya bir “Güneş Tanrısı” ve Kanatlı Disk’e de “Güneş Kursu” demekte ısrar
ettiler. Artık bunun Güneş değil de, bu şekilde resmedilmiş On İkinci Gezegen
olduğu açıktır. Gerçekten de, Mısır betimlemeleri bu gezegeni temsil eden
Göksel Disk ile Güneş arasında kesin ve açık bir ayrım yapmaktadırlar.
Görebileceğiniz gibi (Şekil 49), tanrıça Nut’un yay biçimli bedeniyle temsil
edilen göklerde her ikisi de resmedilmektedir, öyleyse iki göksel cisimdirler,
tek değil. Ayrıca açık olan, On İkinci Gezegen’in bir göksel küre veya disk
olarak gösterilmesidir; yani bir gezegendir. Ancak Güneş (bu resimde, Sina
yarımadasının “Madenler Hanımı” tanrıça Hat-Hor üstünde) iyicil ışık huzmeleri
yayar biçimde resmedilir.
Öyleyse Sümerliler gibi
Mısırlılar da Güneş’in güneş sistemimizin merkezinde olduğunu ve sistemin on
iki üyeden oluştuğunu binlerce yıl önce biliyorlar mıydı? Durumun böyle
olduğunu mumya tabutları üstünde resmedilen gerçek yıldız haritalarından
biliyoruz.
Gerçekten iyi korunmuş
olanlardan biri 1857’de H. K. Brugsch tarafından Teb’te bir mezarda
keşfedilmiştir (Şekil 50); çizim tanrıça Nut’u (“Gökler”), tabutun tepesine
boyanmış orta panelde göstermektedir, çevresinde Zodyak’ın on iki takımyıldızı
yer alır. Tabutun yanlarında, en dip sıralar gecenin ve günün on iki saatini
göstermektedirler. Derken gezegenler -Göksel Tanrıları- daha önceden
belirlenmiş yörüngelerinde yani Göksel Kayıklarında (Sümerliler, bu yörüngeler
gezegenlerin “kaderleri” derlerdi) yol alırlarken gösterilmişlerdir.
Orta konumda, ışıklar saçan
Güneş’in küresi görülür. Güneş’in yanında, Nut’un yukarı kalkmış
sol elinin yanında iki gezegen görürüz: Merkür ve
Venüs. (Venüs doğru biçimde dişi olarak resmedilmiştir; tüm kadim halklar
tarafından dişi olarak düşünülen tek gezegendir). Sonra, soldaki panelde,
(Horus amblemi ile) Dünya’yı, Ay’ı, Mars ve Jüpiter’i Göksel Kayıklarında yol
alan Göksel Tanrılar olarak görürüz.
Jüpiter’in ötesinde, sağ
panelde, dört Göksel Tanrı daha vardır. Yörüngeleri Mısırlılarca bilinmeyen
(dolayısıyla Sandalsız olan) Satürn’ü, Uranüs’ü, Neptün’ü ve Plüton’u görürüz.
Mumyalama zamanı, Mızrakçının mızrağını Boğa’nın ortasına doğrultmasıyla
işaretlenir.
Böylece tüm gezegenleri,
modern astronomların daha yeni keşfettiği (Burgsch, kendi dönemindeki herkes
gibi, Plüton’un varlığından habersizdi) dış gezegenler de dâhil olmak üzere,
doğru sırada yer almaktadırlar.
Eski çağlardaki gezegensel
bilgileri inceleyen bilginler, kadim halkların Dünya’nın çevresinde -Güneş de
bunlara dâhildi- dönen beş gezegen olduğuna inandıklarını varsaymışlardır. Bu
bilginlere göre daha fazla sayıda bir gezegenin resmedilmesi “şaşkınlık”
eseriydi. Ama şaşkınlık yerine, aksine etkileyici bir doğruluk vardı: Güneş
sistemin merkezindeydi, Dünya bir gezegendi, Dünya ve Ay’a ve de bugün
bildiğimiz sekiz gezegene ek olarak bir büyük gezegen daha vardı. Hepsinin
üstünde, Nut’un başının üstünde, kendi kocaman göksel yörüngesi (“Göksel
Kayığı”) ile büyük bir Göksel Efendi biçimde resmedilmişti.
Sümer kaynaklarımıza göre,
bu Göksel Efendi’den gelen astronotlar dört yüz elli bin yıl önce Dünya
gezegenine inmişlerdi.
TUFAN’DAN ÖNCEKİ GÜNLER
Tufandan önceki günlerin taş
yontularındaki muammalı sözleri anlıyorum.
Asur kralı Asurbanipal
kendini öven bir yazıtta böyle diyordu. Gerçekten de, kadim Mezopotamya’nın
çeşitlilik gösteren literatüründe, Dünya’yı silip geçen bir tufana ilişkin
oraya buraya dağılmış göndermeler mevcuttur. Bilginler böyle göndermelere
rastladıkça merak ettiler: İncil’deki Tufan hikâyesi bir mit ya da benzetme
olmayıp, sadece İbranlar tarafından hatırlanmakla kalmayan gerçek bir olay
olabilir miydi?
Dahası, Asurbanipal’in
yazıtındaki şu tek cümle bile bilimsel bir bombadır. Sadece bir Tufan’ın
meydana gelmiş olduğunu doğrulamakla kalmaz, Kâtipler Tanrısı tarafından
eğitildiği için Tufan öncesi günlerin taş kabartmalarını, “Tufan’dan önceki
günlerin taş yontularındaki muammalı sözleri” de anlayabildiğini belirtir. Bu
ancak Tufan’dan önce bile yazıcılar, kâtipler ve taş yontucuları, diller ve
yazının var olmuş olduğu anlamına gelebilirdi: Tufan’dan önceki o uzak günlerde
bir uygarlık var olmuştu!
Çağdaş batı uygarlığının
köklerinin M.Ö. birinci binyılda Yunanistan ve Yudea’ya da, M.Ö. ikinci
binyılda Asur ve Babil’e de, hatta M.Ö. üçüncü binyılda Mısır’a da dayanmayıp
M.Ö. dördüncü binyılda Sümer’e dayanıyor olduğunun fark edilmesi yeterince
sarsıcıydı. Şimdi, bilimsel güvenilirliğin daha da gerilere, Sümerlilerin bile
“eski günler” dediği “Tufan’dan önceki” muamma bir çağa doğru daha da
esnetilmesi gerekiyordu.
Yine de, tüm bu şok edici
açıklamalar Eski Ahit’in sözlerini gerçekten söylenen biçimde anlamaya gayret
edenler için yeni bir haber sayılmazlardı: Dünya ve Asteroit Kuşağı (Raki’a ya da Tekvin’deki Gök) yaratıldıktan sonra, Dünya
şekillenmiş ve üstünde yaşam evrimleşmiş ve “adam” yaratılmıştı; İnsan,
Aden’deki bahçeye konulmuştu. Ama çok zeki olan ve Tanrı’ya blöf açmaya cesaret
eden bir “Yılan”ın yönlendirmeleri sayesinde, Âdem ve kadın eşi Havva sahip
olmamaları beklenen belirli bir bilmeyi kazanırlar. Bunun üzerine Rab -adı
belirtilmeyen meslektaşlarına seslenerek- adamın “bizden biri gibi oldu”ğundan
söz eder, “şimdi elini uzatıp Hayat Ağacından almasın, yemesin ve ebediyen
yaşamasın”dan kaygı duyar.
Ve adamı kovdu,
Hayat Ağacının yolunu
korumak için,
Aden Bahçesinin şarkına
Kerubileri,
ve her tarafa dönen kılıcın
alevini koydu.
Böylece Âdem, Rab’bin Aden’de
diktiği o harika bahçeden dışarı atılmış oldu ve o andan itibaren “kır otu
yiyecek” ve “alnının teriyle” geçimini sağlayacaktı. Ve “Âdem karısı Havva’yı
bildi ve Havva gebe kalıp Kain’i doğurdu... ve yine kardeşi Habil’i doğurdu; ve
Habil koyun çobanı oldu fakat Kain çiftçi oldu.”
İncil’in tufan öncesi
uygarlığı Kain ile başlayan iki ayrı soy boyunca ilerler. Habil’i öldüren Kain
daha da doğuya “Nod Diyarına” sürüldü. Orada karısı, Hanok’u doğurdu: “Temel”
anlamına gelen bir isim; ve İncil Kain’in Hanok doğduğunda “bir şehir inşa
ettiğini” açıklar, “şehrin adını oğlunun adına göre Hanok koydu”. (Bir kişiye
ve onunla ilgili şehre aynı adı verme, kadim yakın Doğu tarihi boyunca hüküm
süren bir gelenekti.)
Kain’in soyu İrad, Mehuyael,
Metuşael ve Lamek boyunca sürdü. Lamek’in ilk oğlu Yabal’dı; orijinal
İbranca’da (Yuval) “Lüt çalan” anlamına gelen bir
isimdir. Tekvin Kitabı’nın açıkladığı gibi “Yabal çenk ve boru çalanların
hepsinin ataşıydı”. Kain’in ikinci oğlu Tubal-Kain “tunç ve demir, bütün keskin
aletleri döven”di. Nod diyarının bu becerikli insanlarının başına neler geldiği
hakkında bize daha fazla bir şey anlatılmaz çünkü Kain’in soyunun lanetli
olduğuna inanan Eski Ahit onların daha ileri nesilleri ve kaderlerine duyduğu
ilgiyi yitirir.
Bunun yerine, Tekvin Kitabı
(Bab 5’te) Âdem ve üçüncü oğlu Şit’e geri döner. Şit doğduğunda Âdem’in 130
yaşında olduğu söylenir bizlere ve Âdem toplam 930 yılı doldurmak için 800 yıl
daha yaşar. 105 yaşında iken Enoş’un babası olan Şit ise 912 yaşına dek yaşar.
Enoş 90 yaşındayken Kenan’ın babası olur ve 905 yaşında ölür. Kenan ise 910
yaşına dek yaşar; oğlu Mahalel ise öldüğünde 895 yaşındadır ve onun oğlu Yared
ise 962 yaşında ölür.
Tüm bu tufan öncesi atalar
için Tekvin Kitabı sadece temel biyografik bilgileri vermektedir: Babaları
kimdir, erkek çocukları ne zaman doğmuştur ve (“başka kızlar ve oğulları
olduktan sonra”) ne zaman ölmüşlerdir, gibi. Ama bir sonraki ataya
geçildiğinde, bu ata özel bir muamele görür:
Ve Yared yüz altmış iki
yaşında, Hanok’un babası oldu...
Ve Hanok altmış beş yaşında,
Metuşelah’ın babası oldu,
Ve Metuşelah’ın babası
olduktan sonra, Hanok üç yüz yıl
İlah ile yürüdü; ve oğullar
ve kızlar babası olduktan sonra.
Ve Hanok’un bütün günleri üç
yüz altmış beş yıl oldu.
Ve işte burada neden Hanok’un
özel ilgi görüp, hayatına ayrıntıyla girildiğinin açıklaması -şaşırtıcı
açıklaması- gelir: Hanok ölmemiştir!
Ve Hanok İlah ile yürüdü; ve
gözden kayboldu; çünkü onu
İlah aldı.
Metuşelah en uzun yaşayandır
-969 yıl- ve ardından Lamek geldi. Lamek (777 yıl yaşadı) Nuh’un babası oldu:
Tufan kahramanı. Burada yine kısa bir biyografik-tarihsel bir not yer alır:
Lamek oğluna bu ismi verir çünkü insanlık o sıralarda büyük ıstıraplar
altındadır, toprak kurak ve çoraktı. Oğluna Nuh (“tehir, dinlenme vakti”) adını
koyarken Lamek “işimizden, İlahın lanet ettiği topraktan olan ellerimizin
zahmetinden, bu bizi teselli edecek” umudu içindeydi.
Ve böylece İncil’in
anlatımı, tufan öncesi ataların bilginlerin “efsanevi” dedikleri ömürler süren
on neslini arkada bırakır ve Tufan’ın o çok önemli olaylarına gelir.
Tekvin Kitabı’ndaki Tufan,
Rab’bin “yarattığım adamı... dünya üzerinden silmek” için gördüğü bir fırsat
olarak sunulmaktadır. Kadim yazarlar etkisi büyük olacak bu karar için bir
açıklama yapmak zorunluluğunu hissetmişler. Bize söylendiğine göre, bunun
nedeni insanın cinsel sapkınlığıyla ilgiliydi, özellikle de “insan kızları” ile
“tanrıların oğulları” arasındaki cinsel ilişkiler.
Tekvin Kitabı’nı
derleyenlerin ve düzeltenlerin tüm tektanrıcı çabalarına, birçok tanrıya
inanılan o günlerin dünyasında tek tanrı inancını korumaya çalışmalarına
rağmen, kutsal kitaptaki anlatımda tanrılardan çoğul olarak söz edilen çeşitli
kısımlar gözden kaçmıştır. (Rab, Yahveh olarak özellikle adlandırılmadığında)
“İlah” anlamındaki terim tekil El değil, çoğul Elohim’dir. Adamı yaratma fikri ortaya çıktığında, anlatım
çoğul dili benimser: “Ve Elohim (ilahlar) dedi:
Suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım.” Ve Bilme ağacının meyvesi olayı
meydana geldiğinde de, Elohim gene çoğul olarak, adı belirtilmeyen
meslektaşlarına seslenmektedir.
Şimdi, Tekvin Kitabı Bab
6’nın, sahneyi Tufan’a hazırlayan muammalı dört dizesinden ortaya çıkan şudur:
Sadece bu tanrılar çoğul olmakla kalmazlar, ayrıca oğulları (yine çoğul) da
vardır. Bu oğullar, insan kızlarıyla ilişkiye girerek Rab’bi öfkelendirirler,
günahlarını, bu gayrimeşru ilişkilerden doğan çocuklar ya da yarı tanrıları
edinerek perçinlerler:
Ve vaki oldu ki,
Toprağın yüzü
üzerinde-adamlar çoğalmaya başladı,
Ve onların kızları doğduğu
zaman;
Tanrıların oğulları adam
kızlarının güzel olduklarını gördüler,
Ve bütün seçtiklerinden
kendilerine eşler aldılar.
Ve Eski Ahit açıklamaya
devam eder:
Rab oğulları insan kızlarına
vardıkları,
Ve bu kızlar onlara çocuk
doğurdukları zaman,
O günlerde, hem de ondan
sonra yeryüzünde Nefilim vardı;
Bunlar Ebediyetin kudretli
olanlarıydı,
Şem halkıydı.
Hep “devler” diye tercüme
edilegelmiş olan Nefilim, harfiyen dünyaya “aşağı
atılmış olanlar” anlamına gelmektedir. Onlar “Tanrıların Oğullarıydılar; “Şem halkı”: Roket Gemiler Halkı.
Yeniden Sümer’e ve
DİN.GİR’e, “Roket Gemilerin Saf Olanları”na geri döndük.
Gelin, Sümer kayıtlarına
bıraktığımız yerden, 450.000 yıl önceden devam edelim.
Sümerce metinlerin iddiasına
göre, yaklaşık 450.000 yıl önce, Marduk’tan Dünya’ya gelen astronotlar altın
arıyorlardı. Mücevher yapımı için değil, On İkinci Gezegen’de yaşamın sürmesini
kötü etkileyen ve gittikçe acilleşen bir ihtiyaç için.
İlk iniş grubu elli
astronottan oluşmaktaydı; onlara Anunnaki denir:
“Dünyada Olan Göktekiler”. Umman Denizinde iniş yaptılar ve Basra Körfezine
doğru yol alıp orada ilk Dünya istasyonu olan E.Rİ.DU’yu -”Pek Çok Uzakta
Kurulan Ev”i- inşa ettiler. Komutanları, denizlerde yelken açmaya bayılan,
hobisi balık avlamak olan zeki bir bilimci ve mühendisti. Adı E.A idi; “Evi Su
Olan” ve Kova Burcu’nun prototipi gibi resmedilirdi ama Dünya’ya iniş yaptıktan
sonra ona EN.Kİ -”Sağlam Toprağın Efendisi”- unvanı verildi, Tüm Sümer
tanrıları gibi, onu belirgin kılan özelliği boynuzlu başlığıydı (Şekil 51).
Anlaşılan, orijinal planları
deniz suyundan altın elde etmekti ama planın tatminkâr olmadığı ortaya çıktı.
Tek seçenek bunu zor yoldan yapmaktı; güneydoğu Afrika’daki cevherleri
çıkartmak, onları gemiyle Mezopotamya’ya getirmek, orada eritmek ve rafine
etmek. Rafine altın külçeleri daha sonra Dünya yörüngesinde dolaşan mekik
aracına gönderilecekti. Külçeler orada, bu değerli metali yuvaya götürecek olan
Ana Gemi’nin periyodik gelişini bekleyeceklerdi.
Bunu mümkün kılmak amacıyla,
sayıları 600’e varana dek daha çok sayıda Anunnaki Dünya’ya indi; diğer 300’ü
Mekik aracında ve yörünge istasyonunda hizmet vermekteydi. Mezopotamya’da Sippar’da (“Kuş Kent”), Yakın Doğu’nun en çok göze çarpan
yüzey şekli olan Ağrı Dağının zirveleriyle hizalanmış bir bölgede bir uzay
limanı kuruldu. Bad-Tibira’daki eritme ve arıtma
merkezi, Şuruppak’daki tıp merkezi gibi değişik
işlevleri olan diğer yerleşimler, oku andıran bir iniş koridoru oluşturacak
şekilde yerleştirildi. Tam ortasında NİBRU.Kİ (Akkadca Nippur),
“Dünya’nın Geçişi”; uçuş kontrol merkezi olarak kuruldu.
Dünya Gezegeni üstündeki bu
gittikçe genişleyen girişimin komutanı EN.LİL idi; “Komutlar Efendisi”. En eski
Sümer piktografik yazısında, Enlil’in adı ve onun uçuş kontrol merkezi; uzun
antenleri ve geniş radar ekranları olan bir yapılar kompleksi şeklinde
betimlenmiştir (Şekil 52).
Hem Ea/Enki hem de Enlil, o
sıralarda On İkinci Gezegen’in hükümdarı olan, adı “Göklerden Olan” anlamına
gelen ve piktografik olarak bir yıldız şeklinde
yazılan Akkadca Anu) oğullarıydılar. İlk doğan Ea idi ama Enlil, Anu’nun
aynı zamanda üvey kız kardeşi olan bir başka karısından doğduğu için, tahtın
varisi Ea değil Enlil’di. Artık Enlil Dünya’ya gönderilmiş ve komutayı sözde
Dünya Efendisi Ea’dan devralmıştı.
Baş Tıp
Subayı olarak Dünya’ya NİN.HUR.SAG’ın (“Dağ Başının Hanımı”) yollanmasıyla
işler daha da karıştı; hem Ea’nın hem de Enlil’in üvey kızkardeşi olan
Ninhursag, her iki kardeş için de onun isteklerini yerine getirmeye
koyulacakları kadar önemliydi; çünkü aynı ardıllık yasası gereğince, ondan
edinecekleri bir oğul tahtın varisi olacaktı. Erkek kardeşler arasında gittikçe
büyüyen rekabet ile perçinlenen Ea’nın hep var olan kırgınlığı sonunda
çocuklarına da sirayet etti ve bu, sonradan meydana gelen birçok olayın altında
yatan sebepti.
Dünya üstünde binyıllar
geçtikçe -hâlbuki Anunnaki için her 3600 yıl kendi ömürlerine göre sadece bir
yıldı- bu küçük rütbeli astronotlar homurdanmaya ve şikâyete başladılar.
Karanlık, tozlu ve sıcak madenlerin derinliklerinde cevher için kazma sallamak,
uzay adamları olarak onların görevi miydi gerçekten? Ea, belki de kardeşiyle
sürtüşmeden kaçınmak amacıyla, Mezopotamya’dan uzaklaşarak güneydoğu
Afrika’daki madenlerde gittikçe daha çok zaman geçirmeye başladı. Madenlerde
zorluklar içinde çalışan Anunnaki şikâyetlerini ona ilettiler ve birlikte ortak
tatminsizlikleri hakkında konuştular.
Derken bir gün, bir teftiş
gezisi nedeniyle Enlil madenlere geldiğinde, işaret verildi. Bir isyan başladı.
Anunnaki madenleri terk ettiler, aletlerini yaktılar, Enlil’in konutuna
yürüdüler ve onu sardılar; bağırıyorlardı: “Daha fazlası yok!”
Enlil, Anu ile temasa geçti,
görevinden istifa edip yuvası olan gezegene dönmeyi önerdi. Anu, Dünya’ya indi.
Bir askeri mahkeme kuruldu. Enlil, isyanı başlatanın idam edilmesinde ısrarlıydı.
Anunnaki, tek vücut olup onun kimliğini açıklamayı reddettiler. Kanıtları
dinleyen Anu, çalışmanın gerçekten de çok zorlu olduğu sonucuna vardı. Peki
altın madenciliğini bırakacaklar mıydı?
O zaman, Ea bir çözüm
önerdi. Güneydoğu Afrika’da bir yaratık yaşıyordu ve bazı madencilik işlerini
yapması için eğitilebilirdi; ancak “Anunnaki işareti” ona tutturulabilirse.
Dünya üstünde evrimleşmiş ama On ikinci Gezegen sakinlerinin ulaştığı evrimsel
düzeyin daha çok gerilerinde olan maymun adam ve maymun kadından söz
etmekteydi. Uzunca tartışmalardan sonra Ea’ya izin verildi: “Bir Lulu yarat”, bir ilkel işçi, “Anunnaki’nin boyunduruğunu o
taksın” dendi ona.
Baş tıp subayı Ninhursag ona
yardım edecekti. Doğru işlem mükemmel hale getirilene dek çok deneme yanılma
oldu. Maymun kadının yumurtasını çıkartan Ea ve Ninhursag, bu yumurtayı genç
bir astronotun spermiyle döllediler. Daha sonra döllenen yumurtayı maymun
kadının rahmine değil de, bir kadın astronotun rahmine yerleştirdiler. Sonunda,
“Mükemmel Model” başarıldı ve Ninhursag neşeyle bağırdı: “Yarattım! Onu
ellerimle yaptım!” Herkes görsün diye ilk Homo sapiens’i
havaya kaldırdı (Şekil 53): Dünya’nın ilk tüp bebeğini.
Ama her melez gibi Dünyalı
da kendi başına üreyemiyordu. Daha çok ilkel işçi elde etmek için, maymun
kadınların yumurtaları çıkartıldı, döllendi ve “doğum tanrıçaları”nın
rahimlerine; her seferinde on dört tane, yedi erkek yedi dişi doğacak şekilde
yerleştirildi. Dünyalılar güneydoğu Afrika’daki maden işlerini devralmaya
başladıkça, Mezopotamya’da zorluk içinde çalışan Anunnaki de kıskanmaya
başladılar; onlar da ilkel işçilerden istiyorlardı. Ea’nın itirazlarına kulak
asmayan Enlil, zorla bazı Dünyalıları aldı ve onları E.DİN’e, Mezopotamya’daki
“Dürüst Olanların Evi”ne getirdi. Bu olay İncil’de şöyle anlatılır: “Ve Rab
adamı aldı, baksın ve onu korusun diye Aden’deki
bahçeye koydu.”
Dünya’ya inen astronotlar
daha başından beri uzun ömür sorunu ile meşgul olmuşlardı. Biyolojik saatleri
kendi gezegenlerine göre kurulmuştu: gezegenlerinin Dünya çevresinde bir kez
dönüşü için geçen süre, onların ömrünün tek bir yılını oluşturuyordu. Ama böyle
bir tek yılda, Dünya Güneş çevresinde 3600 kez dönüyordu; yani Dünya kökenli
yaşam için 3600 yıllık bir süre. Bu hızlı Dünya üstünde kendi daha uzun döngülerini
korumak üzere astronotlar, ana gezegenlerinden gelen “Hayat Besini” ya da
“Hayat Suyu”nu tüketmekteydiler. Ea, amblemi birbirine dolaşmış yılanlar olan
(Şekil 54) Eridu’daki biyoloji laboratuvarlarında yaşam, üreme ve ölümle ilgili
sırları açmaya uğraşıyordu.
Astronotların dünyada doğan
çocukları neden ebeveynlerinden daha hızlı yaşlanıyorlardı? Niçin maymun adamın
hayatı bu kadar kısaydı? Neden melez Homo sapiens
maymun adamdan daha uzun ama Dünya ziyaretçilerine kıyasla kısacık hayat
yaşıyordu? Nedeni çevre miydi yoksa genetik kalıtım mı?
Melezler üzerine kendi
spermini kullanarak daha ileri genetik uygulamalar ve deneyler yapan Ea,
sonunda “mükemmel model” bir dünyalı ortaya çıkardı. Ea’nın ona verdiği isimle Adapa daha yüksek zekâlıydı; o çok önemli olan üreme
yeteneğini kazanmıştı ama astronotların uzun ömrünü elde edememişti:
Geniş anlayışla
onu mükemmelleştirdi...
Bilgelik (bilmeyi) vermişti,
Ebedi yaşam vermemişti ona.
Demek ki Tekvin Kitabı’ndaki
Âdem ve Havva’ya sadece Bilgi meyvesi değil ayrıca Bilme
armağanı da verilmişti; bir evlat sahibi olmak için ilişkiye girmenin, İncil’in
orijinal dili İbranca’da kullanılan terimi: Bilmek. Bu “kutsal kitap”
hikâyesinin çok eski bir Sümer çiziminde anlatıldığını görürüz (Şekil 55).
Enlil, Ea’nın ne yaptığını
öğrendiğinde çok öfkelendi. İnsanın asla tanrılar gibi üreyebilmesi
niyetlenmemişti. Sonra ne olacaktı: Ea, insan için bir de ebedi bir ömür mü
sağlayacaktı? Ana gezegendeki Anu da rahatsız olmuştu. “Tahtından kalkıp, emir
verdi: ‘Çabuk o Adapa buraya getirilsin!’ “
Bu mükemmelleştirilmiş
insanın Göksel Ev’de ortadan kaldırılacağından korkan Ea ona, orada kendisine
sunulacak yiyecek ve içecekten sakınmasını öğütledi çünkü bunlar zehirli
olabilirlerdi: “Ona bu öğüdü verdi:
Adapa,
Kral Anu’nun önüne çıkacaksın;
Göklere giden yolu
tutacaksın.
Göklere yükseldiğinde,
Ve Anu’nun kapısına
yaklaştığında,
Tammuz ve Gizzida
Anu’nun kapısında duruyor
olacaklar...
Anu’ya konuşacaklar;
Anu’nun iyicil yüzünün sana
görünmesini
sağlayacaklar.
Sen Anu’nun önünde dururken
Sana Ölüm Ekmeği
sunduklarında
yemeyeceksin
ondan.
Sana Ölüm Suyu sunduklarında
içmeyeceksin
ondan...”
“Sonra onu Göklere doğru
gönderdi ve o göklere yükseldi.” Anu, Adapa’yı gördüğünde, onun zekâsından ve
Ea’dan öğrenmiş olduğu “Gök ve Yer’in planı” hakkındaki bilgisinin
enginliğinden çok etkilendi, Anu danışmanlarına sordu; artık Ea “onun için bir
Şem yaparak bir de onu ayrıcalıklı kıldığına” göre, Adapa’nın Dünya’dan
Marduk’a bir uzay aracıyla gitmesine izin verdiğine göre “bununla ne
yapacağız?”
Karar, Adapa’yı kalıcı
olarak Marduk’ta tutmaktı. Hayatta kalabilsin diye “Hayat Ekmeği” ve Hayat Suyu
getirildi önüne. Ama Ea’nın önceden uyardığı Adapa yemeyi ve içmeyi reddetti.
Kararının hatalı nedenleri keşfedildiğinde ise artık çok geçti; sonsuza dek dayanan
hayatı elde etme şansı kaçmıştı.
Adapa Dünya’ya geri döndü;
bu yolculuk sırasında Adapa uzayın “ululuğunu” gördü, “Gök ufkundan Gök
zirvesine kadar.” Eridu’nun Baş Rahibi olarak atandı; ayrıca Anu da kendisine o
andan itibaren Şifa Tanrıçası’nın insanoğlunun hastalıklarına göz kulak olacağı
sözünü vermişti. Ama Ölümlü’nün nihai hedefi olan sonsuz yaşam artık onun
değildi.
Ondan sonra, insanoğlu
üreyip çoğaldı, insanlar, sadece madenlerde çalışan ya da tarlaları süren
köleler değillerdi artık. Bütün işleri yapıyorlardı; tanrıları için “evler”
-biz onlara “tapınak” diyoruz- kuruyorlardı, onlar için nasıl yemek
pişirileceğini, dans edileceğini ve müzik çalınacağını da hızla öğrendiler.
Kadın arkadaşlarının yokluğunda, genç Anunnaki’nin insan kızlarıyla cinsel
ilişkiye girmeye başlaması çok sürmedi. Hepsi de aynı ilk Yaşam Tohumundan
olduklarından ve insan Anunnaki’nin genetik “özü”nden yaratılan bir melez
olduğundan dolayı, erkek astronotlar ve dünyalı dişiler biyolojik bakımdan
uygun olduklarını gördüler “ve onlardan çocuk doğurdular.”
Enlil tüm bu gelişmeleri
giderek yükselen bir endişeyle izliyordu. Dünya’ya gelme nedenleri, görev
duygusu, göreve bağlılık; hepsi de uçup gitmişti. Anunnaki’nin başlıca kaygısı
iyi bir hayat sürmek gibi görünüyordu; hem de şu melez ırkla beraber!
Bilindiği gibi, Anunnaki’nin
gittikçe yozlaşan ahlaki değerlerine dur demek için doğa Enlil’e bir şans
verdi. Dünya yeni bir buzul çağına giriyordu ve hoş iklimi değişiyordu.
Soğudukça daha kuru hale geliyordu. Yağmurlar seyrekleşmiş, nehirler kurumaya
başlamıştı. Ürün alınmıyordu ve kıtlık yayılmaya başladı. İnsanlık büyük
ıstıraplar çekmeye başladı; kızlar annelerinden yiyecek saklıyor, anneler küçük
çocuklarını yiyorlardı. Enlil’in dayatmasıyla, tanrılar insanoğluna yardım
etmekten kaçınmaktaydılar: Bırakın açlıktan ölsünler, bırakın ortadan
kalksınlar, diye buyurmuştu Enlil.
“Büyük Aşağı”da
-Antarktika’da- Buzul Çağı değişmelere de neden olmaya başlamıştı. Yıldan yıla
Güney Kutbu kısmında kıtayı kaplayan buz örtüsü gittikçe kalınlaşıyordu.
Ağırlığının gittikçe artan basıncı altında, alt kısmında sürtünme ve ısı
yükseldi. Kısa süre sonra muazzam buz örtüsü, kaygan bir çamur tabakası üstünde
kaymaya başladı. Yörüngedeki mekik aracından bir alarm verildi: Buz örtüsü
dengesizleşmişti; eğer kıtadan kayıp okyanusa düşecek olursa, muazzam bir
gelgit dalgası tüm Dünya’yı kaplayacaktı!
Bu hafife alınacak bir
tehlike değildi. Göklerde, On İkinci Gezegen, Jüpiter ve Mars arasındaki Geçiş
Yeri’ne geri gelmekteydi. Dünya’ya böyle yaklaştığı daha önceki zamanlarda,
yerçekimsel güçleri Dünya üstünde depremlere ve diğer karışıklıklara neden
olmuş, gezegenin göksel hareketlerini bozmuştu. Şimdi ise, hesaplamalara göre,
bu yerçekimsel güç buz örtüsünün kaymasını ve Dünya’nın küresel bir tufanla
sular altında kalmasını tetikleyebilirdi. Ve böyle bir felakette, bizzat
astronotlar da öleceklerdi.
Tüm Anunnaki’nin uzay limanı
yakınlarında toplanması için hazırlıklar yapıldı ve gelgit dalgası vurmadan
önce kalkış için araç hazırlanırken, yaklaşan felaketin insanoğlundan
saklanması için yeminler verildi. Uzay limanının yağmalanabileceğinden korkan
tüm tanrılar bunu saklayacaklarına dair yemin ettiler. Ve zaten Enlil ne
demişti: Bırakın yok olsunlar, dünyalıların tohumu Dünya yüzünden silinsin
gitsin.
Ninhursag’ın yönetimindeki
Şuruppak şehrinde, insan ve tanrılar arasındaki ilişkiler çok ileri gitmişti.
Orada, tarihte ilk kez, bir insan krallık konumuna getirilmişti. İnsanoğlunun
çektikleri arttıkça (Sümerlilerin verdiği adla) Zİ.U.SUD.RA, Ea’dan yardım
istedi. Zaman zaman Ea ve denizci eşlikçileri Ziusudra ve halkına
kendiliklerinden balık getirirlerdi. Ama şimdi söz konusu olan insanoğlunun
kaderiydi. Ea ve Ninhursag’ın tüm emeği ortadan kalkacak ve Enlil’in istediği
gibi “kile dönecekti” öyle mi? Yoksa insanoğlunun tohumu korunmalı mıydı?
Kendi başına harekete geçen
ama yemin ettiğini de aklından çıkarmayan Ea, Ziusudra’da insanoğlunu kurtarma
şansını görmüştü. Ziusudra’nın dua etmek ve yalvarmak için tapınağa bir sonraki
gelişinde, Ea bir perdenin arkasından fısıldamaya başladı. Sanki kendi kendine
konuşuyormuş gibi yapan Ea, Ziusudra’ya acil talimatlar verdi:
Evini yık, bir gemi yap!
Malı mülkü bırak, canını
kurtar!
Mallarını düşünme, hayatını
kurtar!
Gemiye tüm canlı şeylerin
tohumunu yükle;
Yapacağın geminin
Ölçüleri şöyle olacaktır.
Gemi suya batabilen bir kap
gibi, suyun çağlayan gibi akışına dayanabilecek bir “denizaltı” olacaktı. Sümer
metinleri çeşitli güverteler ve bölümlerle ilgili inşa talimatlarını ve
boyutları öylesine ayrıntılı verirler ki, Paul Haupt’un yaptığı gibi (Şekil 56)
bu gemiyi çizmek mümkündür. Ea ayrıca Ziusudra’ya bir kılavuz sağladı, gemiyi
“Kurtuluş Dağı”na doğru yönlendirmesi talimatını verdi: yani zirveleri suyun
altından ilk çıkacak olan Yakın Doğu’daki en yüksek nokta olan Ağrı Dağına.
Tufan beklendiği gibi geldi.
Güneyden “eserken hız kazanıyor”, “dağları sular altına alıyor, bir savaş gibi
insanları ezip geçiyordu”.
Felaketi yukarıdan, Dünya
yörüngesindeki araçlarından seyreden Anunnaki ve liderleri, Dünya’yı ve
insanoğlunu ne kadar çok sevmiş olduklarını fark ettiler. “Ninhursag ağladı...
tanrılar onunla birlikte diyar için ağladılar... Anunnaki, hepsi suskun, oturup
ağladılar...”; mekik araçlarının içinde, üşüyerek ve aç, birbirlerine
sarıldılar.
Sular çekildiğinde ve
Anunnaki Ağrı üstüne inmeye başladığında, insanoğlunun tohumunun kurtulduğunu
gördüklerine sevindiler. Ama Enlil de gelmişti, “tek bir canlının kurtulduğunu”
görmekten dolayı öfke içindeydi. Anunnaki’nin yalvarmaları ve Ea’nın ikna
çalışmaları, onların bakış açısını görmesini sağladı: eğer Dünya’ya yeniden
yerleşeceklerse, insanoğlunun sağlayacağı hizmetlerden vazgeçilemezdi.
Ve böylece, Ziusudra’nın
oğulları ve onların aileleri, diyarın iskân edilecek kadar kurumasını
beklerlerken iki nehrin arasındaki düzlüğün üstünde yükselen dağlara yerleşmeye
gönderildiler. Ziusudra’ya gelince, Anunnaki
Ona hayat verdiler, bir
tanrı gibi,
Onu ebedi hayata
yükselttiler, bir tanrı gibi.
Bunu, onun “Dünya Nefesi”ni
“Gök Nefesi” ile değiştirerek başardılar. Sonra da Ziusudra’yı, “insanoğlunun
tohumunu saklayan”ı ve karısını “çok uzaktaki yerde oturması” için aldılar:
Geçiş Diyarında
Tilmun Diyarında,
Utu’nun yükseldiği yerde,
Onun yerleşmesini
sağladılar.
Sümer’in Gök ve Yer
Tanrıları’na, İnsanın Yaratılışı’na ve Tu- fan’a ilişkin hikâyelerinin, kadim
Yakın Doğu’nun diğer uluslarının bilgilerini, inançlarını ve “mitlerini”
aldıklarını esas kaynaklar oldukları artık apaçık hale gelmiştir. Mısır
inançlarının nasıl Sümer inançlarıyla eşleştiğini, onların ilk şehrinin de An
diye adlandırıldığını, Ben-Ben’in nasıl Sümerce GİR’i
andırdığını ve daha birçok noktayı da görmüştük.
Yaratılış ve Tufan’a yol
açan olaylarla ilgili kutsal kitap hikâyelerinin de Sümer geleneklerinin
özetlenmiş İbranca versiyonları oldukları da artık genel olarak kabul
edilmektedir. İncil’deki Tufan kahramanı Nuh, Sümercedeki Ziusudra’nın dengidir
(Akkadca versiyonlarda ise Utnapiştim diye
adlandırılır). Ama Sümerliler tufan kahramanının ölümsüz kılındığını öne
sürmekteyken, Nuh için İncil’de böyle bir iddia yoktur. Hanok’un
ölümsüzleştirilmesine de kısaca yer verilir, bu noktada kutsal kitap, Sümer
dilinde Adapa’nın ve diğer Yükselmişler ile ilgili diğer metinlerin ayrıntılı
oluşlarından farklılık gösterir. Ama İncil’deki bu kısa kesen tavır, binlerce
yıl boyunca kutsal kitap kahramanlarıyla ilgili efsanelerin, onların Cennette
yaşayışlarının ya da Cennete dönüşlerini anlatan hikâyelerin yayılmasını
önleyemedi.
Neredeyse iki bin yıllık
olan ve Âdem ve Havva Kitabı
olarak adlandırılan bir derlemeden dallanan birçok versiyonda korunmuş olan pek
çok kadim efsanelere göre, Âdem 930 yaşındayken hastalanır. Babasının “hasta ve
acı içinde” olduğunu gören oğlu Şit, “en yakın cennet kapısına” gitmeye gönüllü
olur; orada “ağlar ve Tanrı’ya yakarırım; olur da beni duyar ve Meleğini bana o
özlediğin meyveyi getirmeye yollar”; Hayat Ağacının meyvesi.
Ama ölümlü kaderini
kabullenen Âdem sadece çok ıstıraplı olan sancılarının dinmesini istemektedir.
Böylece karısı Havva ile Şit’i birlikte “Cennetin yakınlarına” gitmeleri için
yollar; orada Hayat Ağacının meyvesinden değil de sadece ağaçtan akan “hayat
yağı”ndan bir damla isteyeceklerdir; “kendimi onunla meshedeyim ki şu
ağrılardan kurtulayım,” demiştir Âdem.
Âdem’in istediği gibi yapan
Havva ve Şit, Cennetin kapılarına ulaşırlar ve Rab’be yalvarırlar. Sonunda
Melek Mikail onlara görünür; ama isteklerinin bahşedilmediğini bildirmek için.
“Âdem’in ömrü dolmuştur,” der melek, ölümü ertelenemez ya da geri alınamaz.
Altı gün sonra, Âdem ölür.
İskender’in tarihçileri bile
onun mucizevi maceraları ile Cennette ilk yaşayan insan olan Âdem arasında
doğrudan bir bağlantı yaratmışlardı; Âdem Cennetin varlığının ve yaşam veren
gücünün kanıtıydı. İskender ile ilgili doğrudan bağlantı ise ışık yayan nadir
taştı: Bunun Âdem tarafından Aden Bahçesinden dışarı çıkartıldığı ve nesilden
nesile geçerek en sonunda ölümsüz bir firavunun ellerine geçtiği, onun da bu
taşı İskender’e verdiği anlatılıyordu.
Musa’nın Sazlık Gölü ikiye
ayırmak da dâhil birçok mucize sergilediği asasının, Âdem tarafından Aden
Bahçesinden çıkartıldığına ilişkin eski bir Yahudi efsanesi olduğunu öğrenen
biri için paralellikler gerçekten de artmaya başlar. Âdem bu asayı Hanok’a
verir; Hanok ise büyük büyük torununa yani tufan kahramanı Nuh’a. Derken asa
Nuh’un oğlu Sam’in soyu boyunca nesilden nesile aktarılır, ta ki (ilk İbran
atası olan) İbrahim’e varana dek. İbrahim’in büyük büyük torunu Yusuf bunu
beraberinde, firavunun sarayında en yüksek rütbeye dek yükseldiği Mısır’a
getirir. Asa burada Mısır krallarının hazineleri arasında kalır ve böylece de,
Sina yarımadasına kaçmadan önce bir Mısır prensi olarak yetişen Musa’nın
ellerine ulaşır. Efsanenin bir versiyonunda asa tek bir taştan yontulmuştur;
bir başkasında ise Aden Bahçesinde büyüyen Hayat Ağacının bir dalından
yapılmıştır.
Bu iç içe örülü, ta en eski
zamanlara uzanan ilişkilerde, Musa’yı Hanok ile bağlayan hikâyeler de vardır.
“Musa’nın Göğe Yükselişi” olarak adlandırılan bir Yahudi efsanesi, Rab Musa’yı
Sina Dağına çağırıp ona İsrailoğullarını Mısır dışına çıkmada önderlik etmekle
görevlendirdiğinde Musa yavaş ve zarif olmayan konuşması da dahil çeşitli
nedenler öne sürerek bu göreve karşı koyar. Onun bu zayıflığını ortadan
kaldırmaya kararlı olan Rab, ona kendi Tahtını, “Göklerin meleklerini” ve diğer
gizemleri göstermeye karar verir. Böylece “Tanrı Teveccüh Meleği Metatron’a,
Musa’yı göksel bölgelere doğru yol göstermesini emretti.” Dehşete kapılan Musa,
Metatron’a sorar: “Sen kimsin?” Ve Rab’bin meleği (harfiyen anlamı “elçisi”)
cevaplar: “Yared’in oğlu Hanok’um, senin atan.” (Meleksi Hanok’un eşliğinde
Musa Yedi Gök boyunca yükselir, Cehennem ve Cenneti görür, sonra Sina Dağına
geri getirilir ve vazifesini kabul eder.)
Hanok’u ilgilendiren
olaylara ve onun yaklaşmakta olan tufan ve onun kahramanı olan büyük büyük
torunu Nuh’a duyduğu ilgiye ışık tutan bir başka kadim kitap da Jübileler Kitabı’dır{*}. Bu, daha eski
zamanlarda Musa’nın Kıyameti olarak biliniyordu çünkü
bir melek tarafından Sina Dağında geçmiş günlerin tarihçesi olarak Musa’ya
dikte ettirildiği varsayılıyordu. (Ancak bilginler bu eserin M.Ö. ikinci
yüzyılda derlendiğine inanmaktadırlar.)
Kitap, Tekvin Kitabı’nda
anlatılanları yakından izler ancak tufan öncesi ataların eşleri ve kızlarının
isimleri gibi daha çok ayrıntı verir. Ayrıca bu tarih öncesi günlerde
insanoğlunun deneyimlediği olaylar üstünde de durur. İncil Hanok’un babasının
adının Yared (“İniş”) olduğunu söyler ama neden bu
adın ona verildiğini açıklamaz. Jübileler Kitabı ise
kayıp bilgiyi tamamlar. Yared’in ana babasının ona bu adı verdiğini çünkü;
Onun günlerinde Rab’bin
melekleri -Gözleyenler diye adlandırılanlar- Dünya’ya inmişti ki insan
çocuklarını eğitiyorlardı ki onlar Dünya üstünde yargılama ve adalet
uygulayabilsinler.
Dönemleri “jübilelere” bölen
Jübileler Kitabı anlatmaya devam eder: “On birinci
jübilede Yared kendine bir eş aldı; Rasujal’in kızıydı ve adı Baraka (“Parlak
Işıldayan”) idi, babasının kardeşinin bir kızı... ve kadın ona bir oğul verdi
ve onun adını Hanok koydu. Ve o (Hanok) dünya üstünde doğanlar arasında
yazmayı, okumayı ve bilgeliği ilk öğrenen oydu; aylarına göre göklerin
işaretlerini bir kitaba ilk yazan oydu ki, insan ayrı ayrı aylarına göre yılın
mevsimlerini sırasıyla bilebilsin.”
On ikinci jübilede Hanok,
Dan-el’in kızı Edni’yi (“Aden’im”) eş olarak aldı.
Kadın ona Metuşelah adında bir oğul verdi. Bundan sonra, Hanok “altı jübile
yılı boyunca Rab’bin melekleriyle birlikteydi ve onlar, Yer’de ve Gök’te olan
her şeyi ona gösterdiler... ve o her şeyi yazdı.”
Ama o sıralarda, bela
büyümeye başlamıştır bile. Tekvin Kitabı, tufandan önceki günleri, “tanrıların
oğulları adam kızlarının güzel olduklarını gördüler ve bütün seçtiklerinden
kendilerine eşler aldılar... ve Rab yeryüzünde adamı yaptığına pişman oldu...
ve Rab dedi: Yarattığım adamı... toprağın yüzü üzerinde sileceğim,” diyerek rapor
eder.
Jübileler
Kitabı’na göre ise Hanok, Rab’bin bu değişen
tavrında bir rol oynamıştır çünkü “insan kızlarıyla günaha giren Gözleyenler
hakkında tanıklık etmişti; hepsine karşı tanıklık etti.” Ve onu, Rab’bin günaha
batan meleklerinin öcünden korumak için “insan çocukları arasından alındı ve
Aden Bahçesine götürüldü.” Rab’bin Dünya üstündeki dört yerinden biri olarak
özellikle adlandırılan bu Aden Bahçesinde Hanok saklandı ve Ahit’ini yazdı.
Nuh yani tufandan kurtulacak
dürüst adam olarak seçilen insan bundan sonra doğdu. “Tanrıların oğullarının”
ölümlü dişilerle ilişkiye girdikleri o belalı zamanlarda gerçekleşen doğumu,
atanın ailesinde bir evlilik krizine yol açtı. Hanok Kitabı’nın anlattığı gibi,
Metuşelah “oğlu Lamek için bir eş seçer ve gebe kalan kadın bir oğlan doğurur.”
Ama bebek -yani Nuh- doğduğunda durumu hayli gariptir:
Bedeni kar gibi beyazdı ve
yeni açan gül gibi kırmızıydı ve saçları, uzun kâkülleri yün gibi beyazdı ve
gözleri güzeldi.
Gözlerini
açtığında, tüm ev güneş gibi aydınlandı ve tüm ev çok parlaktı.
Bunun
üzerine ebenin ellerinin arasında doğruldu, ağzını açtı ve Dürüstlük Efendisi
ile söyleşti.
Şoka giren Lamek hemen
babası Metuşelah’a koştu ve dedi:
“Garip bir oğlum oldu,
insandan ayrı ve hiç benzemez; Gök Tanrı’nın oğullarını andırıyor; ve yapısı da
farklı, bizim gibi değil...
Ve bana
öyle geliyor ki, bizden değil meleklerden olma.”
Şüphelenen, başka bir
deyişle karısının gebeliğine kendisinin değil de meleklerden birinin neden
olduğunu düşünen Lamek’in bir fikri vardır: Büyükbabası Hanok Tanrıların
Oğulları arasında oturduğuna göre, neden meselenin özünü ona sormayalım? “Ve
şimdi babacığım,” der Metuşelah’a, “senden ricam, baban Hanok’a gidesin ve
ondan gerçeği öğrenesin çünkü onun yaşadığı yer, meleklerin arasındadır,”
Metuşelah Lamek’in dilediği
gibi yaptı, İlahi Ev’e vardığında Hanok’u çağırdı ve sıra dışı bebeği anlattı.
Biraz soruşturan Hanok, Metuşelah’ı Nuh’un gerçekten de Lamek’in oğlu olduğu
konusunda temin etti; onun bu garip görünüşü yaklaşan olayların bir işaretiydi:
“Bir yıl boyunca bir tufan ve büyük yıkım olacak,” ve sadece Nuh
(“tehir”) diye adlandırılması gereken bu oğlan ve ailesi kurtulacaktı.
Gelecekte olacak bu şeyleri, “Göksel tabletlerde okudum,” diye anlattı oğluna.
Kutsal metin dışı olsalar da
bu kadim yazılarda, tufan öncesi saçmalıklara karışan “tanrıların oğulları”nı
anlatmak için kullanılan terim “Gözleyenler”dir. Mısırlıların tanrılara verdiği
Neter (“Gözleyenler”)
teriminin aynısıdır ve Şumer adının yani Dünya’daki
iniş yerlerinin adının tam anlamı da budur.
Tufan’dan önceki günlerin
dramatik olaylarına daha fazla ışık tutan çeşitli kadim kitaplar, kayıp İbranca
orijinallerinin (doğrudan ya da dolaylı) tercümelerinin birkaç versiyonunda
korunmuştur. Ancak hakikilikleri, Ölü Deniz El Yazmaları’nın 1947’deki ünlü
keşfiyle doğrulanmıştır; buluntular arasında “Ataların hatıratı” gibi İbranca
orijinallerin parçaları olduğu kuşkusuz el yazması parçalar da vardır.
Bizim için özellikle ilgi
çekici olan bir el yazması parçası, Nuh’un sıra dışı doğumuyla ilgilidir;
buradan öğreniyoruz ki, bu orijinal İbranca terim sadece kadim versiyonlarda
değil modern bilginler [T. H. Gaster’in The Dead Sea
Scriptures (Ölü Deniz Yazıtları) ve H. Dupont-Sommer’ın The Essene Writings from Qumran (Kumran’dan Esseni Yazıları)
adlı eserlerde] tarafından bile “Gözleyenler” ya da “Devler” olarak tercüme
edilmiştir. Bu bilginlere göre, el yazması parçasının ikinci sütunu şöyle
başlar:
Gör,
rahme düşüşün Gözleyenlerden birinden, Kutsal
Olanlardan birinden olduğunu ve (çocuğun aslında) Devlere
(ait olduğu) kalbimden geçti.
Ve gönlüm
çocuk yüzünden değişti.
Sonra
ben, Lamek, koştum ve karı(m) Bath-Enoş’a gittim ve ona dedim:
En Ulu
olan, Ulu Rab, tüm dünyaların Kralı,
Gök
Oğullarının hükümdarı üstüne [yemin etmeni istiyorum] ki bana doğruyu
söyleyeceksin,
yoksa...
Ama İbranca orijinali (Şekil
57) incelediğimizde görürüz ki, metin “Gözleyenler” demez, Nefilim der: Tekvin
Kitabı’nın 6, Bab’ında kullanılan terimin aynısı.
Demek ki tüm kadim metinler
ve tüm kadim masallar birbirlerini doğrulamaktadırlar:
Tufan’dan önceki günlerde,
“yeryüzünde Nefilim vardı, kudretli olanlar, Roket gemiler halkı.”
Sümer kral listelerinin
sözleriyle, 120 şar sonra -Dünya’ya ilk inişten 3600
yıl çarpı 120 yörünge sonra- ‘Tufan silip süpürdü.” Bu da tufanı 13.000 yıl
önceye tarihlendirir. Bu, son buzul çağının aniden sona erdiği, ziraatın
başladığı tarihtir. Bunun ardından 3600 yıl sonra (bilginlerin deyimiyle) Yeni
Taş Devri, çömlekçilik çağı başladı. Derken, 3600 yıl sonra birdenbire Uygarlık
gelişiverdi; “nehirler arasındaki ovada”, Şumer’de.
“Ve bütün dünyanın dili bir,
sözü birdi,” der Tekvin Kitabı ama insanlar Şinar (Sümer) Diyarında yerleşir ve
pişmiş kil tuğlalardan konutlar inşa eder etmez, “bir şehir ve başı göklere
erecek bir kule bina edelim,” dediler.
Bu kutsal kitap hikâyesinin
özetlendiği Sümer metni henüz bulunamamıştır ama çeşitli Sümer hikâyelerinde
olaya çeşitli göndermelerle karşılaşırız. Ortaya çıkan şey, Ea’nın insanları
Nefilimin uzay tesisleri üstüne kontrol sahibi kılmak için açıkça çabalamasıdır:
Ea ve Enlil arasında süregelen ve sonra da çocuklarına sıçrayan kan davasında
bir olay daha. Bu olayın sonucu olarak, İncil bize, Rab’bin ve adı verilmeyen
meslektaşlarının insanoğlunu dağıtıp dillerini “karıştırmaya” karar
verdiklerini söyler: birbirinden uzak ve ayrı uygarlıklar.
Tufanı izleyen dönemde
tanrıların tartışmaları çeşitli Sümer metinlerinde geçer. Etana Destanı diye
adlandırılan biri şöyle der:
Kaderleri saptayan Büyük
Anunnaki, Dünya ile ilgili düşüncelerini oturup paylaştılar. Dört yönü yaratan,
yerleşimleri kuran, diyara göz kulak olan onlar, insanoğlu için fazla
uluydular.
Dünya üstünde dört Bölge
kurma kararı, tanrılar ve insanoğlu arasına aracılar (rahip-krallar) oturtmak
kararı ile birleşti; böylece “krallık tekrar Gök’ten Yer’e indirildi.”
Enlil ve Ea aileleri
arasındaki kan davasına -boşuna olduğu ortaya çıkacak olan- son verme
çabasıyla; kimin hangi Bölge’ler üstünde hükümranlık elde edeceğini belirlemek
için tanrılar arasında kura çekildi. Sonuç olarak Asya ve Avrupa Enlil’e ve çocuklarına
verildi, Ea’ya ise Afrika.
Uygarlığın İlk Bölgesi
Mezopotamya ve onu çevreleyen topraklardı. Ziraatın ve yerleşik hayatın
başladığı, artık Elam, Pers ve Asur diye bilinmeye başlayan dağlık araziler
Enlil’in oğlu, onun gerçek varisi ve “Önde Gelen Savaşçı” NİN.UR.TA’ya verildi.
Ninurta’nın dağ geçitlerini kapamak ve insan kullarının tufanı izleyen zorlu
koşullarda hayatta kalmalarını temin etmek için gösterdiği kahramanca çabaları
anlatan bazı Sümer metinleri bulunmuştur.
İki Nehir arasındaki Ova’yı
kaplayan çamur tabakaları yeniden yerleşime izin verecek derecede kuruduğunda,
Şumer ve oradan Akdeniz’e dek batıya doğru uzanan topraklar Enlil’in oğlu
NAN.NAR’ın (Akkadca Sin) sorumluluğuna verildi. İyicil
bir tanrı olan Nannar, Sümer’in yeniden inşa edilmesine gözcülük etti, Tufan
öncesi şehirlerin orijinal yerlerinde yeniden kurulmasını ve yenilerinin inşa
edilmesini sağladı. Yeni şehirler arasında onun en sevdiği başkenti Ur vardı; İbrahim’in doğum yeri. Nannar’ın betimlemelerine,
onun göksel “karşılığı” olan Hilal Ay sembolü de dâhil edilirdi (Şekil 58).
Enlil’in en küçük oğlu olan (ve Akkadların Adad
dedikleri) İŞ.KUR’a ise uygarlığın -yani “Krallığın”- en sonunda Yunanistan’a
sıçradığı yerler olan kuzeybatıdaki topraklar, Küçük Asya ve Akdeniz adaları
verilmişti. Daha sonraları Zeus’un Yunanistan’da resmedildiği gibi, Adad da bir
boğanın sırtında ve çatallı bir yıldırımı tutarken resmedilmiştir.
Ea da ikinci Bölgeyi,
Afrika’yı oğulları arasında paylaştırdı. NER.GAL adlı bir oğlunun Afrika’nın en
güney kısımlarında efendilik yaptığı bilinmektedir. Gİ.BİL adlı bir oğlu ise
babasından madencilik ve metalürji sanatlarını öğrendi ve Afrika’daki altın
madenlerinin kontrolünü ele aldı. Üçüncü ve Ea’nın en çok sevdiği, ana
gezegenin adını verdiği oğlu MARDUK’a, Ea tüm bilim ve
astronomi bilgilerini öğretti. (M.Ö. 2000’lerde Marduk Dünya Krallığı’nı ele
geçirdi ve Babil’in ve “Dünya’nın Dört Çeyreğinin En Üstün Tanrısı olarak ilan
edildi.) Ve, görmüş olduğumuz gibi, Mısırca adı Ra olan
bir oğul da bu Bölgenin çekirdek uygarlığının, Nil Vadisi uygarlığının
hükümdarı oldu.
Üçüncü Bölge, elli yıl kadar önce keşfedildiği
gibi, Hint yarımadasında idi. Orada da, eski çağlarda, Sümer’dekinden bin yıl
kadar sonra büyük bir uygarlık gelişmişti. Buna İndüs Vadisi Uygarlığı denir ve
merkezi, Harappa adlı bir sit alanında gün ışığına
çıkartılan bir kraliyet şehriydi. Halkı ise bir tanrıya değil de bir tanrıçaya
vergi ödüyor, onu kil heykelciklerde, kolyelerle süslenmiş, bedenini saran
çapraz bantlarla belirginleşen göğüsleriyle çekici bir dişi olarak
betimliyorlardı.
İndüs Uygarlığının yazısı
hala deşifre edilemediğinden ötürü Harappalıların tanrıçalarına ne isim
verdiklerini ya da onun gerçekte kim olduğunu hiç kimse bilmiyor. Ancak bizim
vardığımız sonuç, onun Sin’in kızı olduğu şeklindedir; Sümerliler ona İR.Nİ.Nİ
(“Güçlü, Tatlı kokulu Hanım”) ve Akkadlar ise İştar
derlerdi. Sümer metinleri onun hükümranlık bölgesinin -tıpkı Harappa gibi
tahılı ve tahıl siloları bol bir diyar olan- Aratta
adında uzak bir diyar olduğunu, onun oraya bir pilot gibi giyinip uçarak
yolculuk ettiğini belirtirler.
Dördüncü Bölge, bir uzay
limanı ihtiyacı nedeniyle Büyük Anunnaki tarafından kenara ayrılmıştı;
insanoğlu için değil, sadece kendi kullanımları için ayrılmış bir bölge.
Dünyaya ilk inişlerinden beri oluşturdukları tüm uzay tesisleri -Sippar’daki
uzay limanı, Nippur’daki uçuş kontrol merkezi- Tufan tarafından silinip
süpürülmüştü. Alçakta uzanan Mezopotamya ovası, o binyıl boyunca, bu yaşamsal
tesislerin tekrar üstünde inşa edilemeyeceği kadar çamurluydu. Uzay limanı ve
ilişkili tesisler için daha yüksekte ama uygun, gözlerden uzak ama erişimi
kolay başka bir yer bulunmalıydı. Burası “kutsal bölge” olacaktı; girilmesi
yasak, sadece izinle girilebilen bir bölge. Burasının Sümerce adı TİL.MUN’du,
anlamı ise harfiyen “Füzeler Diyarı”.
Bu tufan sonrası uzay
limanının başına Sin’in oğlu (ve dolayısıyla Enlil’in torunu), İrnini/İştar’ın
ikiz erkek kardeşi getirildi. Adı UTU (“Parlak Olan”) idi, Akkadca Şamaş. Tufan Operasyonunu yani Sippar’dan tahliye
edilişlerini başarıyla yürüten oydu. Dünyada üs kuran uzay adamlarının,
“Kartallar”ın başı oydu ve Kartal üniformasını resmi törenlerde gururla taşırdı
(Şekil 59).
Tufan’dan önceki günlerde,
geleneklerin iddiasına göre, uzay limanından birkaç seçilmiş
ölümlü yukarıya götürülmüştü: şansını kaybeden Adapa ve
rahiplerin gizlerine inisiye edilmek (ve sonra Dünya’ya geri götürülmek) üzere
Şamaş ve Adad’ın Göksel Ev’e taşıdıkları Enmeduranki. Sonra Ziusudra (“Günleri
Uzatılan”) vardı; karısı ile birlikte Tilmun’da yaşamak üzere götürülen tufan
kahramanı.
Tufan sonrası zamanlarda, Sümer kayıtlarının
belirttiklerine göre, Kiş’in ilk hükümdarlarından olan Etana,
bir Şem içinde Tanrıların Evi’ne yükseltildi, orada
kendisine Dinçleştiren ve Doğum Veren Bitki bahşedilecekti (ama o yolculuğu
tamamlayamayacak kadar korkmuştu). Ve firavun III. Thothmes yazıtlarında tanrı
Ra’nın onu havalandırdığını, ona göklerde bir tur attırdığını ve Dünya’ya geri
getirdiğini iddia eder:
Benim için açtı Cennetin
kapılarını,
Ufkunun kapılarını benim
için iki yana açtı.
İlahi bir Şahin gibi uçtum
göklere...
Göklerin gizemli işlerini
göreyim diye...
Tanrıları anlayışla doldum
baştan aşağı
İnsanoğlunun daha sonraki
anılarında ise Şem bir obelisk, kutsal Hayat Ağacına
yol veren “Kartallar” tarafından selamlanan bir roket gemi olarak el üstünde
tutuldu (Şekil 60). Ama tıpkı ilk firavunların hüküm sürdüğü Mısır’daki gibi,
tanrıların mevcut bir realite olduğu Sümer’de de Tilmun, “Füzeler Diyarı”
gerçek bir yerdi: İnsanoğlunun Ölümsüzlüğü bulabileceği bir yer.
Ve bir insanın, tanrıların
davet etmediği ama buna rağmen kaderini tersine çevirmek için yola koyulan bir
insanın hikâyesi Sümer’de kayıtlara geçirildi.
GILGAMIŞ: ÖLMEYİ REDDEDEN KRAL
Bilinen ilk Ölümsüzlüğü
Arayış hikâyesi Sümercedir ve çok uzun zaman önce, “Canlılar Diyarı”na
girmesine izin vermesi için ilahi babasına yalvaran bir hükümdarla ilgilidir.
Bu sıra dışı hükümdar üstüne, kadim kâtipler destansı hikâyeler yazmışlardır.
Ondan şöyle söz ederler:
Gizli şeyleri görmüştü,
İnsana gizli olanı bilirdi,
Hatta Tufan’dan önceki bir
zamanın
haberlerini
getirdi.
Ayrıca uzak bir yolculuğa
çıktı,
yorucu ve
zorluklar altında;
Döndü ve tüm gayretini
kazıdı
bir taş
sütuna.
Bu eski Sümer masalından
geriye iki yüz satırdan az bir bölüm kalmıştır. Ancak bu hikâyeyi Yakın Doğu’da
Sümerlileri izleyen halkların dillerine çevrilmiş olan versiyonlarından
biliyoruz: Asurlular, Babilliler, Hititler, Hurriler. Hepsi bu hikâyeyi
anlatmış ve yeniden anlatmış; bu daha sonraki versiyonların üstlerine yazılmış
olduğu -bazısı bozulmamış, bazısı hasarlı, birçoğu okunamayacak kadar
parçalanmış- kil tabletler, hikayenin parçalarını bir araya getirmeye çalışan
bilginleri yarım yüzyılı aşkın zaman boyunca meşgul etti.
Hikâyeyle ilgili bilgimizin
merkezini Akkad dilinde yazılmış on iki tablet oluşturuyor; bunlar Ninova’daki
Asurbanipal kütüphanesinin parçalarıdır. Bunları ilk kez, işi British Museum’da
Mezopotamya’dan müzeye getirilen on binlerce tablet ve tablet parçasını
düzenlemek, eşleştirmek ve sınıflandırmak olan George Smith tarafından
bildirmişti. Bir gün, gözüne tufanla ilgili bir hikâyeyi andıran bir metin
parçası ilişmişti. Hiçbir hata söz konusu değildi; Asur’dan kalan çivi yazılı
metin, tufan kahramanını aramaya çıkan ve olayı onun ağzından dinleyen bir
kralı anlatmaktaydı!
Anlaşılabilir bir heyecanla,
müze müdürleri George Smith’i kayıp parçaları araması için arkeolojik kazıların
yapıldığı sit alanına gönderdiler. Şansı yaver gitti, metni yeniden oluşturmaya
ve tabletlerin sıralamasını tahmin etmeye yetecek kadarını bulabildi. 1876’da
yayımladığı The Chaldean Account of the Flood
(Tufan’ın Kildani Anlatımı) adlı eserinin başlığından da anlaşılacağı gibi
vardığı sonucu açıkladı. Dil ve stilden çıkardığı kadarıyla bunun “M.Ö,
2000’lerde Babil’de yazıldığını” açıkladı.
George Smith, Nuh’u arayan
kralın adını ilk olarak Izdubur diye okumuş ve bunun
kutsal kitapta adı geçen kahraman kral Nimrod’dan başkası olamayacağını
önermişti. Bir süre boyunca bilginler masalın gerçekten de bu ilk kudretli
kralla ilgili olduğunu düşündüler ve on iki tabletlik metinden “Nimrod Destanı”
diye söz ettiler. Daha çok buluntu ve daha ileri araştırmalar ise masalın Sümer
kökenli olduğunu belirledi ve kahramanın adının gerçek okunuşu GİL.GA.MEŞ idi.
Sümer kral listeleri de dahil diğer tarihi metinlerden, onun M.Ö. 2900’lerde
Uruk’un (kutsal kitapta Erek) bir hükümdarı olduğu doğrulandı. Demek ki, artık Gılgamış Destanı olarak bilinen bu kadim edebiyat eseri bizi
neredeyse beş bin yıl geriye götürmektedir.
Destanın dramatik ölçeğini
kavrayabilmesi için, kişinin Uruk’un tarihini anlaması gerekir. İncil’deki
satırları doğrulayan Sümer tarihi kayıtları ayrıca Tufan’ın hemen sonrasında
krallığın -kraliyet hanedanlarının- gerçekten de Kiş’te başladığını
bildirmektedirler; krallık, Sümer’den çok uzakta kalan hükümranlık bölgesini
bir türlü sevemeyen İrnini/İştar’ın hırsının sonucu olarak daha sonra Uruk’a
aktarılmıştı.
Uruk, başlangıçta, “Gök
Efendisi” An için bir Evin (tapınağın) E.AN.NA (“An’ın Evi”) adında geniş bir
ziguratın tepesine oturtulmuş olduğu kutsal bir bölgeydi. An, Dünya’ya yaptığı
nadir ziyaretleri sırasında İrnini’den çok hoşlanmıştı. Ona İN.AN.NA (“An’ın
Sevgilisi”) unvanını verdi -ve kadim dedikodulara göre genç kadın platonik
olanın ötesinde seviliyordu- ve ona, normalde meskun olmayan Eanna’da oturma
izni verdi.
Ama halkı olmayan bir
şehrin, yönetecek kimsesi olmayan bir hükümdarın kime ne faydası vardı?
Güneyde, çok fazla uzakta değil, Basra Körfezi kıyılarında Ea da Eridu’da
yarı-yalıtılmış biçimde yaşıyordu. Orada insani olayların kaydını tutuyor,
bilgi ve uygarlığı yayıyordu. Sevimli ve güzel kokulu İnanna, (büyük amcası
olan) Ea’yı ziyarete gitti. Büyülenen ve sarhoş olan Ea onun dileğini kabul
etti: Uruk’u Sümer uygarlığının yeni merkezi, Kiş’in yerine krallığın tahtı
yapmak.
Nihai hedefi On İki Büyük
Tanrının İç Dairesine girmek olan büyük planlarını yürürlüğe koymak için
İnanna-İştar, erkek kardeşi Utu/Şamaş’ın desteğinden de yararlandı. Tufandan
önceki günlerde Nefilim ve insan kızları arasındaki evlilikler tanrıların
gazabını çekerken, bu uygulamaya tufandan sonra pek de hoşgörüsüz bakılmadı.
Böyleydi ki, o sıralarda An tapınağının başrahibi olan kişi, Şamaş’ın bir insan
kadından olan oğluydu. İştar ve Şamaş onu Uruk’un kralı olarak meshettiler,
böylece dünyadaki ilk rahip krallar hanedanı başlamış oldu. Sümer kral
listelerine göre, bu kral 324 yıl hüküm sürdü. “Uruk’u inşa eden” oğlu ise 420
yıl hüküm sürdü. Bu hanedanın beşinci hükümdarı olan Gılgamış tahta çıktığında,
Uruk zaten gittikçe büyüyen bir Sümer merkeziydi, komşularına da hükümdarlık
ediyor ve uzak diyarlarla ticaret yapıyordu (Şekil 61).
Babasının soyunda büyük
tanrı Şamaş’ın bir çocuğu bulunan Gılgamış “üçte ikisi tanrı, üçte biri insan”
kabul edilmekteydi çünkü annesi de tanrıça NİN.SUN idi (Şekil 62). Dolayısıyla,
isminin “ilahi” anlamına gelen önek ile yazılması ayrıcalığına sahipti.
Gururlu ve kendine güvenen
Gılgamış iyicil, vicdan sahibi bir kral olarak göreve başladı; şehrin viran
yerlerini onarmak ya da tapınak bölgesini güzelleştirmek gibi geleneksel
görevlere girişti. Ama tanrılar ve insanların tarihi hakkında daha çok bilgi
edindikçe, filozof ve huzursuz biri oldu çıktı. Mutluluğunun tam ortasında,
düşünceleri hep ölüme gidiyordu. Üçte iki dâhiliği sayesinde, yarı tanrı olan
dedeleri gibi uzun mu yaşayacaktı, yoksa üçte bir yanı baskın gelecek ve
hayatını ölümlü bir insanınki gibi mi belirleyecekti? Uzun süre düşündükten
sonra endişesini Şamaş’a açtı:
Şehrimde ölür insan; yüreğim
daralır.
İnsan yok olur, yüreğim
ağırlaşır...
En uzun boylu insan bile
göklere erişemez.
En geniş insan bile toprağı
örtemez.
“Ben de mi duvarın ötesinden
bakacağım?” diye sorar Şamaş’a, “kaderim böyle mi olacak?”
Doğrudan bir cevap vermeyen
-belki kendi de bilmediğinden- Şamaş, Gılgamış’ın kaderini kabullenmesini
sağlamaya kalkışır, ne olursa olsun olabildiğince hayatın tadını çıkarmalıdır:
Tanrılar insanoğlunu
yarattıklarında,
Ölümü insanoğluna verdiler,
Yaşamı kendilerine
sakladılar.
Dolayısıyla, dedi Şamaş:
Karnını doyur, Gılgamış;
Gündüz ve gece eğlen, mutlu ol!
Her bir gün, bir mutluluk
düğünü yap;
Gündüz ve gece, dans et ve
çal!
Giysilerin parıldasın
tertemiz,
başın yıkansın, suda yıkan.
Elini tutan ufaklıkla
ilgilen,
eşin senden memnun olsun,
budur insanoğlunun kaderi.
Ama Gılgamış bu kaderi
kabullenmeyi reddetti. Üçte iki ilahi ve sadece üçte bir insan değil miydi? O
zaman kaderini niçin daha çok olan tanrısal parçası yerine daha az olan ölümlü
parçası belirleyecekti ki? Gündüzleri avare dolanan, geceleri huzursuz olan
Gılgamış, genç kalabilmek için yeni evlilerin arasına girmeye ve damattan önce
gelinle ilişkiye girmek için ısrar etmeye başladı. Derken bir gece, bir işaret
olarak yorumladığı bir vizyon gördü. Gördüğünü anlatmak için, işareti ona
yorumlasın diye annesine koştu:
Annem,
Gece boyunca neşeliydim,
Etrafta dolandım.
(Gecenin) tam ortasında
işaretler göründü.
Gökte bir yıldız büyüdü de
büyüdü.
Anu’nun eseri bana doğru
alçaldı!
Gökyüzünden alçalan “Anu’nun
eseri” Dünya’ya onun yakınına düşer; Gılgamış devam eder:
Onu kaldırmaya koştum;
fazla ağırdı.
Onu itmeye çalıştım,
Kıpırdatamadım da,
kaldıramadım da.
Toprağa iyice saplanmış
olması gereken nesneyi gevşetip çıkartmaya çalışırken “şehir halkı çevresine
toplandı, asiller etrafına doluştu.” Anlaşılan nesnenin Dünya’ya düşüşü çok
kişi tarafından görülmüştü çünkü “Uruk halkı çevresine toplandı.” Sonra ‘
kahramanlar” -güçlü kuvvetli adamlar- gökten düşen nesneyi yerinden oynatmak
için Gılgamış’a destek verdiler: “Asiller onun alt kısmını tuttular, ben de onu
ön kısmından tutup çıkarttım.”
Nesne, metinlerde tam olarak
tarif edilmemesine rağmen, şekilsiz bir meteor olmadığı, aksine bizzat büyük
Anu’nun eseri denilecek kadar işlenmiş bir nesne olduğu açıktır. Anlaşılan,
“Anu’nun eseri” terimine ya da muhtemelen bir kadim silindir mühürde
gösterildiği (Şekil 63) gibi resmedilişine aşina olan kadim okuyucunun fazla
ayrıntıya ihtiyacı yoktu.
Gılgamış metni,
kahramanların tuttuğu alt kısmı, “bacaklar” diye çevrilebilecek bir terimle
tarif eder. Ancak nesnenin belirgin başka parçaları da vardır ve hatta içine
girilebilmektedir; Gılgamış’ın o gece olanları anlatmaya devam edişinden
anlarız:
Üst kısmına kuvvetlice
bastırdım;
Ne örtüsünü çıkartabildim
ne Yükseltici’sini
kaldırabildim...
(Sonra) ben tahrip edici bir
ateşle tepesini uçurdum,
ve derinliklerine girdim.
İleri İtilebileni
hareketliydi,
Onu kaldırdım ve sana
getirdim.
Gılgamış bu nesnenin ortaya
çıkışının, kaderiyle ilgili olarak tanrılardan gelen bir işaret olduğuna
emindi. Ama annesi tanrıça Ninsun onu hayal kırıklığına uğrattı. Gökten bir
yıldız gibi inen, dedi, “kurtaran güçlü bir yoldaşın; sana gelecek bir
arkadaşın... diyarın en kudretlisi... seni asla terk etmeyecek” olanın gelişini
önceden bildirdi. “Vizyonunun anlamı budur.”
Neden söz ettiğini biliyordu
çünkü Gılgamış’tan habersiz, Uruk halkının huzursuz Gılgamış’ın dikkatini
dağıtmak için bir şeyler yapılsın diye yalvarışlarına cevap olarak, tanrılar
vahşi bir adamın Uruk’a gelmesini ve Gılgamış’la güreş turnuvalarına
girişmesini ayarlamışlardı. Adamın adı ENKİ.DU idi: “Enki’nin Bir Yaratığı”;
vahşi topraklarda hayvanlar arasında ve onlardan biri gibi yaşayan bir tür
mağara adamı: “Vahşi yaratıkların sütünden içmeye alışıktı.” Çıplak, sakallı,
kabarık saçlı ve sıklıkla hayvan dostlarının eşliğinde resmedilirdi (Şekil 64).
Onu evcilleştirmek için,
Uruk’un asilleri bir kadını görevlendirdiler. O zamana dek sadece hayvanların
dostluğunu bilen Enkidu, bu kadınla tekrar tekrar birlikte oldukça insan
unsurunu geri kazandı. Derken kadın Enkidu’yu şehir dışında bir kampa getirdi,
burada ona Uruk’un dili ve töreleri, Gılgamış’ın alışkanlıkları öğretildi.
“Gılgamış’ı yakala, ona denk ol!” dedi asiller Enkidu’ya.
İlk karşılaşma geceleyin
oldu; Gılgamış sarayından çıkmış, sokaklarda dolanıyor, macera arıyordu. Enkidu
onunla sokakta karşılaştı, yolunu kesti. “Birbirlerini yakaladılar, boğalar
gibi tutundular.” Bu ikisi güreşirlerken duvarlar sallandı, kapılar sarsıldı.
Sonunda “Gılgamış dizini büktü”; maç sona ermişti. Yabancıya yenilmişti.
“Öfkesi burnunda, Gılgamış arkasını döndü.” Derken, tam o sırada Enkidu ona seslendi
ve Gılgamış annesinin sözlerini hatırladı. İşte yeni “sağlam arkadaşı” buydu.
“Birbirlerini öptüler ve arkadaşlık kurdular.”
İkisi birbirinden ayrılmaz
arkadaşlar haline gelince Gılgamış ölümlü olmaktan duyduğu korkuyu Enkidu’ya
açıkladı. Bunu duyunca “Enkidu’nun gözleri yaşlarla doldu, kalbi ezildi, acı
acı iç çekti.” Sonra Gılgamış’a kaderini yenmenin bir yolu olduğunu söyledi:
Gizlice Tanrıların Evi’ne girmek. Orada, eğer Şamaş ve Adad ona destek
olurlarsa, tanrılar zaten hakkı olan ilahi konumu ona bağışlarlardı.
Enkidu, “Tanrıların Evi
sedir dağındadır” dedi. Vahşi hayvanlarla diyardan diyara gezerken orayı
keşfedivermişti ama burası korkutucu bir canavar olan Huwawa
tarafından korunmaktaydı:
Orayı buldum, dostum,
dağlarda
dolaşırken vahşi hayvanlarla.
Orman birçok lig{*} boyunca geniştir:
Tam onun ortasına girdim.
Huwawa (oradadır); kükremesi
bir sel gibi,
ağzı ateşten,
nefesi ölüm...
Sedir Ormanı’nı gözleyen,
Ateşli Savaşçı,
kudretlidir, dinlenmez
asla...
Sedir Ormanı’nı korumak için
görev vermiş
tanrı Enlil ona, ölümlülere
dehşet olsun diye.
Huwawa’nın başlıca görevinin
ölümlülerin Sedir Ormanı’na girişini önlemek olduğu gerçeği, Gılgamış’ın oraya
ulaşma kararını daha da güçlendirdi; tanrılara katılabileceği ve ölümlü
kaderinden kaçabileceği yerin burası olduğu kesindi:
Kim, dostum, göklere
tırmanabilir?
Şamaş’ın yeraltındaki yerine
giderek
Sadece tanrılar.
İnsanoğlunun günleri
sayılıdır;
başarabildikleri her neyse,
rüzgar gibi geçer.
Sen bile ölümden korkuyorsun
kahramanca kudretine rağmen.
Dolayısıyla
Bırak önünden gideyim,
bana seslenesin:
“İlerle, korkma!”
O zaman plan buydu: Sedir
Ormanı’ndaki “Şamaş’ın yeraltındaki yerine” giderek, tanrıların yaptığı gibi
“göklere tırmanmayı” başarmak. Gılgamış’ın önceden de işaret ettiği gibi en
uzun boylu insan bile “göklere uzanamamaktadır.” Artık Göklere tırmanılabilen
bu yerin nerede olduğunu bilmektedir. Dizlerinin üstüne çöktü ve Şamaş’a dua
etti. “Bırak gideyim, ey Şamaş! Ellerim duada... İniş Yerine, emir ver... Bana
korumanı bahşet!”
Metnin Şamaş’ın cevabını
içeren satırları ne yazık ki tabletten kopmuştur. Öğreniriz ki “Gılgamış onun
işaretini incelediğinde... gözlerinden yaşlar aktı.” Anlaşılan gitmesine izin
çıkmıştı ama korunmayacaktı. Yine de, Gılgamış ilerlemeye ve Huwawa ile
tanrının yardımı olmadan dövüşmeye karar verdi. “Başaramazsam” halk beni
hatırlayacak: “Gılgamış, diyecekler, ateşli Huwawa karşısında düştü.” Ama bir
de başarırsam, diye devam etti -bir Şem edineceğim-
“kişinin ebediyeti edindiği” bir araç.
Gılgamış Huwawa ile kapışmak
için özel silahlar ısmarladığında, Uruk’un büyükleri onu caydırmaya çalıştılar.
“Henüz gençsin, Gılgamış,” diye belirttiler, başarı şansı bu kadar azken,
önünde yaşanacak bunca yıl varken, ne diye ölüm riskini göze alıyorsun,
“Başaracak mısın, sen de bilmiyorsun,” dediler. Sedir Ormanı ve muhafızı
hakkında toplayabildikleri kadar bilgi toplayıp Gılgamış’ı uyardılar:
Huwawa’nın muhteşem şekilde
inşa edildiğini duyduk;
Onun silahlarıyla yüzleşecek
olan kim?
Bu eşit olmayan bir dövüş
Huwawa’nın kuşatma makinesiyle.
Ama Gılgamış sadece
“etrafına baktı, arkadaşlarına gülümsedi.” Huwawa’dan “muhteşem şekilde inşa
edilmiş” mekanik bir canavar, bir “kuşatma makinesi” olarak söz edilmesi, bunun
aslında Şamaş ve Adad tarafından verilen emirlerle kontrol edilebildiği inancına
destek vermişti. Şamaş’tan kesinkes bir destek sözü alamadığından ötürü,
Gılgamış annesinden destek istemeye gitti. “Birbirlerine sarılarak, el ele,
Gılgamış ve Enkidu Büyük Saray’a gittiler, Büyük Kraliçe Ninsun’un huzuruna
çıktılar. Gılgamış saraya girerken öne çıktı: ‘Ey Ninsun (dedi)... uzak bir
yola cesurca çıkıyorum, Huwawa’nın yerine; yüzleşeceğim sonu belirsiz bir
çarpışmadır, aşacağım bilinmeyen yollardır. Ey annem, benim faydama Şamaş’a sen
yalvarsana!’ “
Boyun eğen “Ninsun odasına
girdi; bedenine yakışan bir kıyafet giydi, göğsüne yakışan süsler taktı...
tacını kuşandı.” Sonra ellerini Şamaş’a dua etmek -bu yolculuğun sebebini ona
yüklemek- için kaldırdı: “Niçin?” diye sordu, “oğul diye bana Gılgamış’ı verip
onu huzursuz bir kalple donattın? Ve şimdi de, uzak bir yere, Huwawa’nın yerine
gitmek için yola çıkmasına neden oldun!” Şamaş’a Gılgamış’ı koruması için
seslendi:
Sedir Ormanı’na varana dek,
Ateşli Huwawa’yı deşene dek,
Geri geleceği güne dek.
Halk Gılgamış’ın “İniş
Yeri”ne yine de gideceğini duyunca “onu dört yandan sardılar” ve başarı
dilediler. Şehrin büyükleri daha pratik öğütler sundular: “Bırak Enkidu önünden
gitsin; yolu biliyor... ormanda, Huwawa’nın geçitlerine bırak o nüfuz etsin...
o dostunu korumak için önden gidendir!” Onlar da Şamaş’ın korumasını dilediler:
“Şamaş arzunu bahşetsin sana; ağzının söylediğini gözlerinin görmesini
sağlasın; senin için yolu açsın, geçesin diye yol açsın, ayakların için dağı
açsın!”
Ninsun’un da ayrılmadan önce
söyleyeceği bir iki şeyi vardı. Enkidu’ya dönerek ondan Gılgamış’ı korumasını
istedi: “Sen benim rahmimden çıkmadın ama, şimdi buracıkta seni (bir oğul)
edindim,” dedi ona; kralını kardeşin gibi koru! Daha sonra Enkidu’nun boynuna
kendi amblemini taktı.
Ve bu ikisi tehlikeli
yolculuklarına başladılar.
Gılgamış Destanı’nın
dördüncü tableti yoldaşların Sedir Ormanı’na yolculuğuna hasredilmiştir; ne
yazık ki tablet öylesine parçalanmıştır ki, Hitit dilinde koşut parçaların
keşfedilmesine rağmen, sonuç çıkartılabilecek bir metin bir araya getirilememiştir.
Ancak batıya doğru çok uzak
bir mesafeyi katettikleri açıkça anlaşılmaktadır. Arada bir Enkidu Gılgamış’ı
yolculuktan vaz geçirmeye çalıştı. Huwawa, dedi, bir ineği altmış lig uzaktan
bile duyabilir. Onun “ağı” büyük uzaklıklardan yakalayabilir; sesi “Yükselmenin
Yapıldığı Yer”den ta Nippur’a kadar titreşir; oranın kapılarına yaklaşanın
“üstüne zayıflık çöker”. Gel geri dönelim, diye yalvardı. Ama ilerlediler:
Yeşil dağa vardılar ikisi.
Sözleri kesildi;
Kıpırdamadan durdular.
Kıpırdamadılar ve ormanı
gözlediler;
Sedir ağaçlarının
yüksekliğine baktılar.
Ormanın girişine baktılar.
Huwawa’nın hareket etmeye
alışık olduğu yerde
bir yol vardı: izleri
dümdüzdü, ateşli bir kanal.
Sedir Dağına baktılar,
Tanrıların Evi,
İştar’ın Kavşağına.
Yorgun ve uykulu iki arkadaş
yattılar. Gecenin ortasında uyandılar. “Beni uyandıran sen misin?” diye sordu
Enkidu’ya Gılgamış. Hayır, dedi Enkidu. Yeniden uykuya dalmışlardır ki Gılgamış
tekrar Enkidu’yu uyandırır. Öylesine şaşırtıcı görüntülere şahit olmuştur ki,
uyanık mı yoksa rüya mı görüyor, emin değildir:
Rüyamda, dostum
yüksek tepe devrildi.
Beni yere yatırdı, ayağımı
kıstırdı...
Parıltı çok yamandı!
Bir adam göründü,
diyardaki en zarif kişi...
Devrilen toprağın altından
beni çekip çıkardı.
içecek su verdi, yüreğim sakinledi.
Ayağımı yere bastırdı.
Gılgamış’ı kayan toprağın
altından çıkaran -”diyardaki en zarif kişi”- olan bu “adam” kimdi? Toprak
kaymasına eşlik eden “yaman parıltı” da neydi? Enkidu’nun bu sorulara verilecek
cevabı yoktu; yorgundu, tekrar uykuya daldı. Ama gecenin sakinliği yeniden
bozuldu:
Nöbetin ortasında
Gılgamış’ın uykusu sona
erdi.
“Dostum, sen mi seslendin
bana?
Niçin uyanığım?
Bana sen dokunmadın mı?
Niçin sıçradım?
Bir tanrı geçip gitmedi mi?
Niçin bedenim uyuşmuş?” diye
Sorarak arkadaşına, kalktı
doğruldu.
Gılgamış’ı uyandırmadığını
söyleyen Enkidu, arkadaşını “geçen bir tanrı mıydı, değil miydi?” diye merak
ederken bırakıp yine uyudu. Şaşkına dönen Gılgamış da uyudu ama bir kez daha
uyandılar. Gılgamış gördüklerini işte böyle anlattı:
Gördüğüm vizyon tamamen
ürkütücüydü!
Gökler çığlık attı, toprak
gümledi,
Gün ışığı söndü, karanlık
geldi.
Yıldırımlar çaktı, bir alev
parlayıp çıktı.
Bulutlar kabardı, ölüm
yağdı!
Derken parlama azaldı, alev
söndü.
Tüm düşenler küle döndü.
Gılgamış bir “Gökyüzü Odası”nın
yükselişine şahit olduğunu fark etmiş olmalıydı; motorlar ateşlendiğinde ve
kükrediğinde yerin sallanması; alanı kaplayan duman ve toz bulutları; tan
vaktinin kararması; motorların ateşinin kalın bulutlar arasından görülen
parlaklığı; ve jet aracı yükseldiğinde, gözden gittikçe kaybolan parlaması.
Gerçekten de “tamamen ürkütücü” bir manzara! Ama sadece Gılgamış’ı daha çok
ilerlemeye cesaretlendirmişti çünkü “İniş Yeri!”ne gerçekten geldiğini
doğruluyordu.
Sabah olunca iki yoldaş
ormanın içine girmeye kalkıştılar; “öldüren silah ağaçlardan” sakınmaya gayret
ediyorlardı. Enkidu, Gılgamış’a söz ettiği kapıyı buldu. Ama açmaya
kalktığında, görülmeyen bir güç tarafından geriye fırlatıldı. On iki gün
boyunca felçli yattı.
Yeniden hareket etmeye ve
konuşabilmeye başladığında ise Gılgamış’a yalvardı: “Ormanın derinliklerine
girmeyelim, ne olur.” Ama Gılgamış’ın arkadaşına iyi haberleri vardı: O şoku
atlatmaya çalışırken, Gılgamış bir tünel bulmuştu. Ondan gelen seslere
bakılırsa Gılgamış bunun “emir sözcüklerinin verildiği odayla” bağlantılı
olduğuna emindi. Haydi, diye cesaretlendirdi Enkidu’yu; “orada öyle durma,
dostum; birlikte gidelim!”
Gılgamış haklı olmalıydı,
çünkü Sümerce metin şöyle der:
Ormana,
Anunnaki’nin gizli evine iyice dalınca
açıldı, kendine geldi.
Tünelin girişi ağaçlar ve
çalılarla örtülmüştü (ya da gizlenmişti); kayalar ve toprak yolu tıkıyordu.
“Gılgamış ağaçları keserken, Enkidu da” toprağı, kayaları “kazdı”. Ama tam
yeterince bir açıklık oluşturmuşlardı ki, korkulan oldu: “Huwawa gürültüyü
duydu ve öfkelendi.” Artık izinsiz girenleri aramak için ortaya çıktı. Görünüşü
“Kudretli, dişleri bir ejderhanın dişleriydi; yüzü bir aslanın yüzü; hızla
gelen sel suları gibi yaklaşıyordu.” En korkutucu olan ise “parlak huzmesi”ydi.
Alnından çıkan bu huzme “ağaçları ve çalıları tüketti.” Onun öldürücü
kuvvetinden “hiç kimse kaçamazdı.” Bir Sümer silindir mührü bir tanrıyı ve de
mekanik bir robotun iki yanında duran Gılgamış ve Enkidu’yu gösterir; şüphesiz
bu, destanın “Öldürücü Huzmeli Canavarı”dır (Şekil 65).
Parçalanmış metinlerden
anlaşılan odur ki, Huwawa kendisini “yedi örtüyle” zırhlandırabilmektedir ancak
ortaya çıktığında “sadece birini kuşanmıştı, diğer altısı kapalıydı.” Bunu
fırsat bilen iki yoldaş Huwawa’yı tuzağa düşürmeye kalkıştılar. Canavar
saldıranlarla yüzleşmek için döndüğünde, alnından çıkan Öldürücü Işın önüne
çıkanı imha ederek bir iz bıraktı.
Ölmelerine ramak kalmışken,
göklerden yardım geldi. İçine düştükleri zorluğu görünce “göklerden aşağıya
seslendi ilahi Şamaş.” Kaçmaya çalışmayın, diye öğütledi; aksine “Huwawa’ya
yaklaşın,” derken Şamaş “Huwawa’nın gözlerine çarpan” ve huzmesini nötralize
eden burgaçlanan rüzgarlar kaldırdı. Şamaş’ın amaçladığı gibi “parlak huzmeler
söndüler, parlaklık bulutlandı.” Kısa süre sonra Huwawa hareketsiz kaldı: “Ne
ileri gidebiliyordu, ne de geri.” İkisi o zaman Huwawa’ya saldırdılar: “Enkidu
muhafız Huwawa’yı yere indirdi. İki lig boyunca sedirler sallanıp titreştiler”;
canavarın yere yıkılışı böylesine muazzamdı. Sonra Enkidu “Huwawa’yı öldürdü.”
Zaferlerinden dolayı sarhoş
ama savaşmaktan da yorgun düşen iki yoldaş bir derenin kenarında dinlenmek için
durdular. Gılgamış yıkanmak için soyundu. “Pislenen giysilerini çıkardı,
temizlerini giydi; üstüne bir kuşakla bağlanan kürklü bir palto aldı.” Aceleye
gerek yoktu; “Anunnakinin gizli evi”ne giden yol artık kapalı değildi.
Bir dişinin hevesinin, kısa
süre sonra zaferini bir hiç haline getireceğini bilmiyordu...
Destanda daha önce
belirtildiği gibi burası “İştar’ın Kavşağı” idi. Tanrıça bizzat bu “İniş
Yeri”ne gidip gelmeye alışıktı. O da Şamaş gibi savaşı seyretmiş olmalıydı;
belki de şu Hitit mühründe betimlendiği gibi (Şekil 66) havalı (“kanatlı”)
Gökyüzü Odası’ndan. Şimdi, Gılgamış’ı soyunmuş yıkanırken gördüğünde “muhteşem
İştar, Gılgamış’ın güzelliğine göz dikti.”
Ona altın arabalar, muhteşem
bir saray, krallar ve prensler üstünde bir hükümdarlık vaat eden İştar,
Gılgamış’ı büyülediğine emindi. Ama Gılgamış bunların karşılığında ona, bir
tanrıçaya verebilecek hiçbir şeyi olmadığını söyledi. Ve onun “aşkına” gelince,
bu ne kadar sürebilirdi ki? Er ya da geç, kendisini “sahibinin ayağını sıkan
bir ayakkabı” gibi kaldırıp atacağına işaret etti. Daha önce birlikte olduğu
diğer erkeklerin adlarını sayıp dökerek onu geri çevirdi. Bu küçük düşürücü
reddedilişten dolayı öfkelenen İştar, Anu’dan Gılgamış’ı dümdüz etmesi için
“Gök Boğa”yı salmasını istedi.
Gökyüzü Canavarı’nın
saldırısıyla birlikte Gılgamış ve Enkidu ne için orada olduklarını bile unutup
can derdine düştüler. Uruk’a kaçmalarına yardımcı olan Şamaş onların “bir ay on
beş günlük yolu, üç günde almalarını” sağladı. Ama tam Uruk’un dışında, Fırat
Nehri üzerinde Gök Boğa onları yakaladı. Gılgamış savaşçıları çağırmak üzere
şehre ulaşmayı başardı. Şehir duvarlarının dışında Enkidu Gökyüzü Canavarı’nı
oyalamak için tek başına kaldı. Gök Boğa “burnundan soluduğunda” toprakta her
biri iki yüz adam alacak büyüklükte çukurlar açılıyordu. Enkidu bu çukurlardan
birine düştüğünde Gök Boğa arkasını döndü. Hızla dışarı tırmanan Enkidu
canavarı öldürdü.
Gök Boğa’nın tam olarak ne
olduğu belirsizdir. Sümerce terim GUD.AN.NA, “Anu’nun Saldırganı”, onun
“füzesi” anlamına da gelebilir. Bu bölüme bayılan kadim ressamlar, Gılgamış ve
Enkidu’yu gerçek bir boğayla dövüşürken ve onları seyreden çıplak İştar’ı (ve
bazen de Adad) gösteren resimler yapmışlardır (Şekil 67a). Ama destan metninden
açıkça anlaşıldığı gibi bu metalden yapılma ve “otuz mina{*} lapis taşından
dökülmüş, her birindeki kaplama iki parmak kalınlığında” iki kıskaçla
donatılmış (boynuzlar) mekanik bir aygıttır. Bazı kadim betimlemeler göklerden
aşağı süzülen böyle bir mekanik “boğa”yı göstermektedir (Şekil 67b).
Gök Boğa yenilgiye
uğratıldıktan sonra, Gılgamış mekanik canavarı görsünler ve parçalara
ayırsınlar diye “tüm zanaatkârları, zırh yapımcılarını, hepsini çağırttı.”
Sonra, gururla, o ve Enkidu Şamaş’a saygılarını sunmaya gittiler.
Ama “İştar, evinde çığlık
atmaya başladı.”
Sarayda, Gılgamış ve Enkidu
gece boyu süren eğlenceden sonra dinleniyorlardı. Ama Tanrıların Evi’nde, büyük
tanrılar İştar’ın şikayetini görüşüyorlardı. “Ve Anu, Enlil’e dedi: ‘Gök
Boğa’yı öldürdükleri, Huwawa’yı öldürdükleri için her ikisi de ölmelidir.’ Ama
Enlil şöyle dedi: ‘Enkidu ölecek ama Gılgamış ölmesin.’ “ Derken Şamaş
arayagirdi: Bunlar onun olaya karışmasıyla olmuştu, o zaman neden “masum
Enkidu” ölecekti ki?
Tanrılar tartışıyorlarken,
Enkidu komaya girdi. Üzülen ve endişelenen Gılgamış “Enkidu’nun kıpırdamadan
yattığı divanın önünde bir aşağı bir yukarı yürüyordu”. Gözlerinden kanlı
yaşlar akıyordu. Yoldaşı için üzüldüğü kadar, kendi endişesine de kapılıyordu:
O da bir gün Enkidu gibi ölecek miydi? Tüm gayretlerinde sonra, bir ölümlü gibi
son mu bulacaktı?
Tanrılar meclisi bir
uzlaşmaya vardı. Enkidu’nun ölüm cezası, madenlerin derinliklerinde ağır
işçilik yapmaya dönüştürülmüştü; günlerinin geri kalanını orada geçirecekti.
Cezayı uygulamak ve onu yeni evine götürmek için Enkidu’ya “kuşlar gibi,
kıyafet olarak kanatlar giyinmiş” iki elçinin ona görüneceği söylendi.
Bunlardan “genç, yüzü koyu renkli, yüzünde bir Kuş-Adam gibi olan” onu Madenler
Diyarına götürecekti:
Bir Kartal gibi giyinmiş
olacak;
Seni kolundan tutacak.
“Beni izle” (diyecek); sana
yol gösterecek
Karanlık Ev’e
yerin altındaki eve doğru;
İçine girenin bir daha
çıkmadığı eve.
Oraya dönüşü olmayan bir yol
gider.
Sakinleri ışık görmeden
yaşayan bir ev,
ağızlarında toz,
gıdaları kil.
Bir silindir mühür üstündeki
kadim bir betimleme, bir Kanatlı Elçi’nin (“melek”) Enkidu’yu kolundan tutup
yönlendirdiği bu sahneyi göstermektedir (Şekil 68).
Yoldaşına verilen cezayı
duyan Gılgamış’ın aklına bir fikir geldi. Canlılar Diyarının, Madenler Diyarına
çok da uzak olmayan bir yerde olduğunu duymuştu: tanrıların insanlara ebedi
gençlik bahşetmek için götürdükleri yer!
Orası “büyük tanrıların
Saflaştıran Sularla ataları meshettikleri ev”di. Orada oturan, tanrıların
yiyeceğini ve içeceğini paylaşan
Tahta varis prensler doğdu
diyarı geçmiş zamanlarda
yönettiler.
Anu ve Enlil gibi, onlara da
baharatlı etler sunuldu
Su tulumlarından soğuk sular
içirildi.
Orası Tufan kahramanı
Ziusudra/Utnapiştim’in götürüldüğü, Etana’nın “göğe yükseldiği” yerin ta
kendisi değil miydi?
Ve böylece, “efendi Gılgamış
aklını Canlılar Diyarına gitmeye koydu.” Kendine gelmiş olan Enkidu’ya ona en
azından yolculuğunun bir kısmında eşlik edeceğini söyleyip şöyle açıkladı:
Ey Enkidu,
En kudretlisi bile sonunda
kaderiyle karşılaşır
(Dolayısıyla) Diyara
gireceğim
Şemimi dikeceğim
Şemlerin dikildiği yerde
kendi şemimi
dikeceğim.
Ancak, Madenler Diyarından
Canlılar Diyarına doğru gitmek, ölümlülerin karar vereceği bir iş değildi.
Uruk’un büyükleri ve annesi tanrıça ilk önce Utu/Şamaş’tan izin alması
gerektiği konusunda onu olabildiğince sert sözlerle uyardılar:
Eğer Diyara gireceksen,
Utu’ya bildir, kahraman
Utu’yu haberdar et!
Diyar, Utu’nun yönetiminde.
Sedir ağaçlarının dizildiği
diyar
Utu’nun sorumluluğunda.
Utu’ya bildir!
Bu şekilde uyarılan ve
öğütler alan Gılgamış, Utu’ya bir adak sundu, onun rızası ve koruması için
yalvardı:
Ey Utu,
Diyara girmektir dileğim,
destekçim ol!
Serin sedir ağaçlarının
dizildiği Diyara
Girmek isterim, yanımda ol!
Şemlerin dikildiği yerde
Şemimi dikmeme izin ver!
İlk başta Utu/Şamaş,
Gılgamış’ın diyara girebilecek nitelikte olup olmadığından şüpheliydi. Sonra,
yalvarmalara ve dualara daha fazla dayanamayıp Gılgamış’ı yolculuğunun ıssız ve
çorak bir bölgede süreceği konusunda uyardı: “Kavşakların tozunda oturacaksın,
çöl yatağın olacak... ayakların dikene taşa dolanacak... susuzluk yanaklarını
kavuracak...” Gılgamış’ı kararından caydıramayınca “Şemlerin
dikildiği yerin” yedi dağ ile çevrili olduğunu, geçitlerinin ise “yakıcı bir
ateş” ya da “geri alınamaz bir şimşek” salıveren korkutucu “Kudretliler”
tarafından korunduğunu söyledi. Ama sonunda Utu pes etti: “Gılgamış’ın
gözyaşlarını adak olarak kabul etti; ve merhametli biri gibi, ona merhamet
etti.”
Ama “efendi Gılgamış aklı
bir karış havada davrandı.” Zorlu kara yolu yerine yolun büyük kısmını rahat
bir deniz yolculuğuyla almayı planlıyordu; uzak bir menzilde karaya çıktıktan
sonra Enkidu Madenler Diyarına giderdi ve o da Canlılar Diyarına doğru yoluna
devam ederdi. Kendisine eşlik etmesi için aile bağları olmayan elli genci
gemiye kürekçi olarak seçti. İlk görevleri özel ağaçları kesmek ve
kerestelerini Uruk’a getirmekti ki, bunlardan MA.GAN sandalı -bir “Mısır
gemisi”- inşa edilebilsin. Uruk’un demircileri garip silahlar yaptılar. Derken,
hepsi hazır olduğunda, uzaklara yelken açtılar.
Basra Körfezinden aşağıya
yol aldılar, şüphesiz Arap yarımadasını dolanarak Kızıldeniz’den Mısır’a doğru
gitmeyi planlıyorlardı. Ama Enlil’in gazabı onları çabucak buldu. Enkidu’ya
genç bir “meleğin” geleceği ve onu kolundan tutup Madenlerin Diyarına
götüreceği söylenmemiş miydi? O zaman, nasıl oluyordu da, neşe dolu Gılgamış ve
elli silahlı adamla birlikte, bir kraliyet gemisi içinde yol almaktaydı?
Gün batarken, -muhtemelen
büyük kuruntular içinde onları uğurlamış olan- Utu “başını kaldırıp uzaklaştı.”
Uzak kıyılar boyunca uzanan dağlar “karardı, üstlerine gölgeler yayıldı.”
Sonra, “dağ boyunca duran” ve -Huwawa gibi- “hiç kimsenin kaçamayacağı” ışıklar
yayan biri vardı. “Bir boğa gibi büyük Dünya evi üstünde duruyordu,”: anlaşılan
bir gözetleme kulesi. Korkutucu bekçi gemiye ve yolcularına meydan okumuş
olmalıydı ki, Enkidu’yu korku sardı. Haydi, Uruk’a geri dönelim, diye yalvardı.
Ama Gılgamış kulak asmadı. Aksine, gemiyi kıyıya yöneltti, bekçiyle savaşmaya
kararlıydı “o ‘adam’ meğer insan olsun, meğer tanrı olsun.”
İşte bela o zaman geldi. “Üç
kat bez” yani yelken yırtılıp ayrıldı. Sanki görülmeyen bir el tarafından gemi
alabora edildi ve içindeki her şey de onunla birlikte battı. Gılgamış, bir
biçimde kıyıya yüzmeyi başardı; Enkidu da. Dönüp suya baktıklarında, batan
geminin tayfası hala görev yerlerinde, ölümlerinde bile şaşırtıcı biçimde canlı
göründüğünü gördüler:
Battıktan, denizde battıktan
sonra
Magan-sandalı battığının arifesinde
Magan’a giden, sandal battıktan sonra
İçinde, sanki canlı
yaratıklarmışçasına,
rahimden doğanlar
oturuyorlardı.
Geceyi bu bilinmeyen kıyıda,
nereye gideceklerini tartışarak geçirdiler. Gılgamış “diyara” erişmeye hala
kararlıydı. Enkidu ise “şehre”, Uruk’a dönmenin bir yolunu bulmayı öğütlüyordu.
Ancak kısa süre sonra Enkidu’nun üstüne bir zayıflık çöktü. Tutkulu yoldaşı
Gılgamış, Enkidu’ya yaşama sarılması için yalvardı: “Küçük zayıf dostum,” diye
sevecen seslendi, “seni diyara götüreceğim,” diye vaatler verdi. Ama “hiç ayrım
yapmayan Ölüm” uzak tutulamazdı.
Gılgamış yedi gün yedi gece
Enkidu için yas tuttu, “ta ki burnundan bir kurtçuk düşene dek.” İlk başlarda
amaçsızca etrafta dolandı: “Arkadaşı Enkidu için, Gılgamış acı acı ağlıyordu
kırlıklarda dolaşırken... Yeis içinde, ölümden korkarak, yaban topraklarda
dolaşıyordu.” Yine, kendi kaderiyle meşguldü aklı: “Öldüğümde, ben de Enkidu
gibi olmayacak mıyım?”
Derken, kaderini değiştirme
kararlılığını yeniden kazandı. “Başımı toprağa uzatıp onca yıl uyuyayım mı?”
diye Şamaş’a sorup cevap istedi. “Bırak gözlerim güneşi görsün, bırak ışıkla
dolayım!” diye tanrıya yalvardı. Rotasını doğan ve batan güneşe göre ayarlayıp
“Vahşi İneğe, Ubar-Tutu’nun oğlu Utnapiştim’e doğru yola koyuldu.” Ayak
basılmamış yollardan geçti, hiç kimseye rastlamadı, yiyecek için avlandı.
“Hangi dağları tırmandı, hangi derelerden geçti: kimse bilemez,” der kadim
kâtip dertli dertli.
En sonunda, Ninova ve
Hitit’te bulunan versiyonların anlattıklarına göre, yerleşim yerlerine
yaklaştı. Şamaş’ın babası Sin’e adanmış bir bölgeye yaklaşmaktadır. “Gece bir
dağ geçidine vardığında, Gılgamış aslanlar gördü ve korktu:”
Başını Sin’e kaldırdı ve dua
etti;
“Tanrıların gençleştiği yere
yönlendir adımlarımı...
Beni koru!”
“Gece yatarken, bir rüyadan
uyanıverdi”, bunu Sin’den gelen, “Hayatta sevineceği”ni söyleyen bir işaret
olarak yorumladı. Cesaretlenen Gılgamış “bir ok gibi aslanların arasına
iniverdi.” Aslanlarla dövüşmesi sadece Mezopotamya’da değil, Mısır da dâhil tüm
kadim topraklarda anılagelmiştir (Şekil 69 a, b, c)
Gün ışıdıktan sonra Gılgamış
bir dağ geçidini aştı. Aşağıda uzaklarda geniş bir göle benzeyen “uzun
rüzgârlarla sürülen” bir su kütlesi gördü. Bu iç denizin kenarındaki düzlükte
“çevresi kapatılmış” bir şehri görebiliyordu: etrafı duvarlarla çevrili bir
şehir.
Şehrin dışında, “sığ denize
yakın” Gılgamış bir han gördü. Yaklaştığında, “bira-kadını Siduri”yi gördü.
Kadın “altından bir bira sürahisi, altından bir lapa kâsesi” tutuyormuş. Ama
Gılgamış’ı görür görmez, görünüşünden ürkmüş: “Hayvan derileri giymişti...
karnı içeri göçüktü... yüzü çok uzaklardan gelen bir yolcununki gibiydi.”
Anlaşılır nedenlerle, “bira kadını onu görür görmez kapıyı kilitledi, girişi
kapattı.” Gılgamış büyük çaba harcayarak gerçek kimliği ve iyi niyetleri
konusunda onu ikna etti, maceralarını ve arayışını anlattı.
Siduri onun dinlenmesine,
yemesine ve içmesine izin verdikten sonra Gılgamış yola devam etmeye
heveslenecek kadar iyiydi. Canlılar Diyarına giden en iyi yol hangisi, diye
sordu Siduri’ye. Deniz kenarından mı dolaşmalıydı, yoksa yolunu rüzgârlı
dağlara mı çevirmeliydi; acaba sudan kestirme gitmenin bir yolu yok muydu?
Şimdi bira-kadını, hangi
yol…
Yol işaretleri neler?
Ver bana, Ey ver bana o yol
işaretlerini!
Denizi geçerek gitmek
uygundur;
Yoksa, rotam çayırlar
olacak.
Seçimin o kadar da basit
olmadığı ortaya çıktı çünkü gördüğü deniz “Ölüm Denizi” idi:
Bira-kadını ona, Gılgamış’a
dedi:
“Deniz, Gılgamış, geçmesi
imkânsızdır
Çok uzak günlerden beri
denizi geçerek kimse
gelmedi.
Muzaffer Şamaş denizi
geçmişti
ama Şamaş’tan başka kim
geçebilirdi ki?
Zorludur geçiş,
yolu ıssızdır;
Sarıp sarmaladığı
Ölüm Suları kısırdır
Sen, nasıl geçersin karşıya
Gılgamış?
Gılgamış sessizleştiğinde
Siduri yine konuştu, Ölüm Suları Denizinin karşı yakasına geçmenin yine de bir
yolu olabileceğini açıkladı:
Gılgamış,
Urşanabi var, Utnapiştim’in sandalcısı
Onunladır suda yüzen şeyler,
birlikte bağlanan şeyleri
ormandan toplar
Git, ona göster yüzünü
Eğer uygun ise, seni karşıya
geçirecektir
Eğer değil ise, seni geri
çevirecektir.
Kadının talimatlarını
izleyen Gılgamış, sandalcı Urşanabi’yi buldu. Kim olduğu, nereden geldiği ve
nereye gittiği konusunda birçok soruyu cevapladıktan sonra sandalcının vereceği
hizmete layık bulundu. Uzun direkler kullanarak, salı ileri doğru hareket
ettirdiler. Üç gün içinde “bir ay ve on beş günlük yolu”, yani kara üzerinden
kırk beş gün sürecek mesafeyi “arkada bıraktılar.”
TİL.MUN’a varmıştı:
“Canlılar Diyarına”.
Şimdi nereye gideceğim, diye
meraklandı Gılgamış. Bir dağa ulaşmak zorundasın, diye cevapladı Urşanabi:
“Dağın adı Maşu’dur.”
Urşanabi’nin verdiği
talimatlar, destanın Boğazköy ve diğer Hitit sit alanlarında bulunan parçaların
üstündeki Hititçe versiyonundan bizlere kadar ulaşmıştır. Johannes Friedrich tarafından
biraraya getirilen [Die hethitischen Bruchstükes des
Gilgamesh-Epos (Gılgamış Döneminden Kalan Hitit Kalıntıları)]
parçalardan öğreniyoruz ki, Gılgamış’a “çok uzakta olan Büyük Deniz’e” doğru
giden “normal bir yola” ulaşması ve onu izlemesi söylenmiştir. Urşanabi’nin
“beni hep hedefime getirir” dediği iki taş sütunu ya da “yol işaretini”
aramalıydı. Orada dönecek ve Hititlerin Ullu-Yah
(“Zirvelerden Olan”?) dediği tanrı için kutsal olan Itla
adında bir kasabaya varacaktı. Daha ileriye gitmeden önce o tanrının
kutsamasını alması gerekiyordu.
Verilen talimatları izleyen
Gılgamış, Itla’ya vardı. Uzakta, gerçekten de Büyük Deniz açıkça
görülebilmekteydi. Gılgamış orada yedi ve içti, yıkandı ve kendisini bir
kez daha krallara yakışır biçimde kuşattı. Orada, Şamaş bir kez daha yardımına
geldi; ona Ulluyah’a adaklar adamasını öğütledi. Gılgamış’ı Büyük Tanrı’nın
(Şekil 70) huzuruna çıkartıp Ulluyah’a “Onun adaklarını kabul et,” dedi, “ona
hayat bağışla.” Ama Hitit masallarından çok iyi tanınan bir başka tanrı,
Kumarbi şiddetle itiraz etti: Gılgamış’a ölümsüzlük verilemez, dedi.
Kendisine bir Şem bahşedilmeyeceğini, görünüşe göre, idrak eden Gılgamış
ikinci sıradaki dileğine razı olabilirdi: En azından, atası Utnapiştim ile
tanışabilir miydi acaba? Tanrılar bu konudaki kararlarını geciktirince,
Gılgamış (Şamaş’ın sağladığı kolaylıkla mı?) kasabadan çıktı ve Maşu Dağına doğru yola koyuldu, her gün Ulluyah’a adak
vermek için durdu. Altı gün sonra, Dağa geldi; burası gerçekten de Şemler Diyarı idi:
Dağın adı Maşu’dur.
Maşu dağına vardı;
Giden ve gelen Şemleri
her gün seyretti.
Dağın işlevleri onun hem
uzak göklerle hem de Dünya’nın uzak derinlikleriyle ilişkide olmasını
gerektiriyordu:
Yüksekte, Göksel Band’a
bağlıdır;
Aşağıda,
Alt Dünya’ya bağlıdır.
Dağa girmek için bir yol
vardı ama girişi, “kapı”sı sıkı korunuyordu:
Roket-adamlar korur
kapısını,
Dehşetleri ürkütücü,
bakışları ölüm
Korkulan spot ışıkları
dağları süpürür,
O alçalır ve yükselirken
Şamaş’ı gözlerler.
(Kanatlı varlıkların ya da
ilahi boğa adamların bir direğe yerleştirilmiş yuvarlak bir huzme aygıtını
işlettiklerini gösteren betimlemeler bulunmuştur; bunlar pekâlâ “dağları
süpüren korkulan spot ışıkları” olabilirler: Şekil 71 a, b, c).
“Gılgamış korkunç ışıltıya
baktığında, yüzünü kapadı ve kendine çeki düzen verip, onlara yaklaştı.” Roket
adam korkulan ışığın Gılgamış’ı sadece kısa bir an için etkilediğini
gördüğünde, ortağına seslendi: “Bu gelenin bedeninde tanrıların eti var!”
Anlaşılan bu ışık demetleri insanları felç ediyor ya da öldürüyordu ama
tanrılar için zararsızdı.
Yaklaşmasına izin verilen
Gılgamış’tan kendisini tanıtması ve girilmesi yasak bölgede ne aradığını
açıklaması istendi. O ise yarı ilahi kökenini anlatarak “Hayat aramaya”
geldiğini açıkladı. Atası Utnapiştim’i görmeyi dilediğini anlattı:
Utnapiştim için, atam için
gelmiştim:
O, tanrıların arasına
katılmıştı.
Ona Hayat ve Ölüm hakkında
sormak isterim.
İki muhafız “buna hiçbir
ölümlü asla erişmedi,” dediler. Yılmayan Gılgamış Şamaş’ı çağırdı ve üçte
ikisinin tanrı olduğunu açıkladı. Bundan sonra neler oldu, tabletteki kırıklar
yüzünden bilinmiyor ama en sonunda roket adamlar Gılgamış’a iznin verildiğini
açıkladılar: “Dağın kapısı sana açıktır!”
(“Gök Kapısı” ya da “Cennet
Kapısı” Yakın Doğu silindir mühürlerinde sık rastlanan bir motiftir; Hayat
Ağacına yol gösteren kanatlı, merdiven benzeri bir kapı olarak resmedilir.
Bazen de Yılanlar tarafından korunur: Şekil 72).
Gılgamış “Şamaş’ın gittiği
yoldan” içeri girdi. Yolculuğu on iki beru (çifte
saat) sürdü; ancak bunun büyük bölümünde “ne önünde ne arkasında bir şey
görebiliyordu”; belki de gözünü bağlamışlardı çünkü metin “onun
için, ışık hiç yoktu,” diye vurgular. Sekizinci çifte saatte, korkudan
haykırdı; dokuzuncuda “kuzey rüzgârının yüzünü serinlettiğini hissetti.” “On
birinci beru geldiğinde, şafak söküyordu.” Sonunda, on
ikinci çifte saatin sonunda “parlaklığın içinde kaldı.”
Tekrar görebiliyordu ve
gördükleri çok şaşırtıcıydı. “Tanrılarınkiymiş gibi bir oda” gördü; burada
tamamen değerli taşlardan yapılma bir bahçe “büyümüştü”! Bu yerin muhteşemliği,
tahrip olmuş kadim satırlardan bile anlaşılmaktadır:
Meyve diye kırmızı akikler
taşıyor,
asmaları bakılamayacak kadar
güzel
Yaprakları lapis-lazuli;
ve üzümler, bakılamayacak
kadar sulu,
... taşından yapılma...
Onun... beyaz taştan...
Sularında, saf sazlar...
sasu taşından;
Bir Hayat Ağacı gibi ve
bir... Ağacı
An-Gug taşlarından
yapılma...
Tarifler böyle sürer gider.
Heyecanlanan ve şaşıran Gılgamış bahçede dolaştı. Anlaşılan “Aden Bahçesi”nin
bir taklidinin içindeydi!
Sonra olanlar, dokuzuncu
tabletteki bütün bir sütunun okunamayacak kadar bozunmuş olması yüzünden hala
bilinmemektedir. Ya bu yapay bahçede ya da başka bir yerde Gılgamış en sonunda
Utnapiştim ile karşılaştı. “Eski günlerden” bir insan gördüğünde ilk tepkisi,
birbirlerine ne kadar çok benzediklerini gözlemlemek oldu:
Gılgamış ona dedi,
Utnapiştim’e, “Çok Uzaklara”
“Sana baktığımda Utnapiştim,
Hiç de farklı değilsin;
sanki ben sen gibiyim...”
Sonra Gılgamış hemen sadede
gelir:
Söyle bana,
Sen Hayat arayışında
Tanrıların arasına nasıl
katılabildin?
Bu soruya cevap olarak
Utnapiştim Gılgamış’a, “Sana Gılgamış, saklı bir meseleyi açıklayacağım; sana
tanrıların sırrını anlatacağım,” dedi. Sır, Tufan Hikâyesi
idi: Utnapiştim Şuruppak’ın hükümdarı iken, tanrıların nasıl Tufan’ın
insanoğlunu yok etmesine izin vermeye karar verdiklerini, Enki’nin nasıl ona
özel, suya batabilen bir gemi yapması için talimat verdiğini, gemiye ailesini
“ve tüm canlı şeylerin tohumunu” nasıl aldığını anlattı. Enki’nin sağladığı bir
kılavuz geminin Ağrı Dağına yönlenmesini sağlamıştı. Sular çekilmeye
başladığında, adaklar sunmak için gemiyi terk etmişti. Sular altında kalan
Dünya yörüngesinde araçlarıyla daireler çizen tanrılar ve tanrıçalar da Ağrı
Dağına inmişler ve pişen etin kokusuna bayılmışlardı. Sonunda, Enlil de inmiş
ve tüm tanrıların ettiği yemine rağmen Enki’nin insanoğlunun hayatta kalmasını
sağladığını görünce öfkeden kudurmuştu.
Ama öfkesi dindiğinde Enlil
böyle bir durumun avantajını görmüştü; işte o zaman, diye anlatmaya devam etti
Utnapiştim, Enlil ona ebedi hayat vermeye karar vermişti:
Bunun üstüne Enlil gemiye
çıktı,
Elimi tuttu, gemiye çıkardı.
Karımı gemiye çıkardı
ve yanımda diz çöktürdü.
Aramızda durarak
alınlarımıza dokunup bizi
kutsadı.
“Şu ana kadar Utnapiştim
insandı,
Şu andan itibaren Utnapiştim
ve karısı
bizim için tanrılar gibi
olacaklardır.
İnsan Utnapiştim uzaklarda
oturacaktır,
su nehirlerinin ağzında.”
Ve işte böylece, diye
bitirdi Utnapiştim, Çok Uzaktaki Ev’e tanrılar arasında yaşamaya getirilmişti.
Ama bu, Gılgamış için nasıl başarılabilirdi? “Ama şimdi, kim senin için
Tanrılar Meclisi’ni toplayacak da istediğin Hayatı sana verecek?”
Hikâyeyi duyan ve ebedi
hayatı ancak meclis halinde toplanan tanrıların verebileceğini, kendi başına
bunu edinemeyeceğini idrak eden Gılgamış bayıldı. Altı gün yedi gece boyunca
öyle kaldı. Utnapiştim, karısına, biraz da alayla, “Hayatı arayan şu kahramana
bak, sis gibi uykuda bile dağıldı!” Uyuduğu sürece Gılgamış’a baktı, onu
hayatta tuttu, “ki geldiği yere güvenle dönebilsin, girdiği kapıdan çıkıp
diyarına dönebilsin.”
Sandalcı Urşanabi,
Gılgamış’ı geri götürmesi için çağrıldı. Ama son anda, Gılgamış tam gitmeye
hazırlanırken, Utnapiştim Gılgamış’a bir sırrı daha açtı. Ölümden
kaçınamayacaksın ama dedi ona, onu ertelemenin bir yolu da vardı. Bunu,
tanrıların da Sonsuza Dek Genç kalmak için yediği gizli bitkiyi elde ederek
yapabilirdi!
Utnapiştim ona, Gılgamış’a
dedi:
“Buraya kadar geldik,
zorlukla güçlükle.
Sana vereceğimle
diyarına dönecek misin?
Sana, Gılgamış saklı bir şey
açık edeceğim;
Sana tanrıların sırrını
diyeceğim;
Bir bitki bu,
kökü sanki dikenli yemiş
çalısı gibi.
Dikenleri funda asmasınınki
gibi,
ellerini dalayacak.
Eğer ellerinle alabilirsen,
Yeni Hayat seni bulacak.”
Sonra olanlardan anlarız ki,
bu bitki su altında yetişmektedir:
Gılgamış bunu duyar duymaz,
su borusunu açtı,
Ayağına ağır taşlar bağladı;
Bunlar onu dibe çektiler;
O zaman bitkiyi gördü.
Bitkiyi aldı, ellerini
dalamasına rağmen
Ağır taşların bağını kesti,
Anında geldiği yere çıktı.
Urşanabi’ye giden Gılgamış
zaferle ona şunları söyledi:
Urşanabi,
Tüm bitkiler içinde bu bitki
hastır:
Bununla insan dinçlik
kazanır!
Bunu Uruk’a geri götüreceğim
orada kesip yiyeceğim.
Adı “İnsan İhtiyarken
Gençleşir”
olsun!
Bu bitkiden yiyeceğim,
ve genç halime geri
döneceğim.
M.Ö. 1700’lerden kalan,
destandan sahneler aktaran bir Sümer silindir mührü (Şekil 73), solda, yarı
çıplak ve saçı başı darmadağın bir Gılgamış’ı iki aslanla dövüşürken
göstermektedir, sağda ise Gılgamış Urşanabi’ye kalıcı gençlik bitkisini
göstermektedir. Tam ortada ise bir tanrı sıra dışı spiral bir araç ya da silah
tutmaktadır.
Ama Kader, bunu izleyen
binlerce yıl boyunca Gençlik Otunu aramaya girişecek herkese yaptığı gibi,
araya girdi.
Gılgamış ve Urşanabi “gece
için hazırlanırlarken, Gılgamış suyu serin bir kuyu gördü. Suyunda yıkanmak
için içine girdi.” Derken bela geldi: “Bir yılan bitkinin kokusunu aldı. Geldi
ve bitkiyi kapıp götürdü...”
Bunun üzerine oturup ağlar
Gılgamış,
gözyaşları yanaklarından
süzülür
Sandalcı Urşanabi’nin elini
tutar.
“Kim için” (diye sordu)
“çabaladı ellerim?
Kimin için yüreğimin kanını
döktüm?
Kendim için alamadım da
nimeti,
bir yılana kaptırdım...”
Ve bir başka Sümer mührü,
destanın trajik sonunu resmeder: arka plandaki kanatlı kapı, Urşanabi’nin
yönlendirdiği kayık ve yılanla boğuşan Gılgamış. Ölümsüzlüğü bulamayan
Gılgamış’ı artık Ölüm Meleği kovalamaktadır (Şekil 74).
İşte böyle, ardından gelen
nesilleri boyunca, bu ilk boşuna Ölümsüzlük Arayışı hikâyesini, Gılgamış
destanını kâtipler kopyaladı ve tercüme ettiler, şairler okudular, masalcılar
anlattılar.
Şöyle başlıyordu bu destan:
Tüm ülke bilsin diye,
Tünel’i görmüş olanın,
Denizleri bilenin
tüm hikayesini anlatayım.
O ayrıca .... da (?) ziyaret
etmişti,
Bilgelikten saklı, tüm
şeyleri...
Gizli şeyleri görmüştü,
insana gizli olanı bilirdi,
Hatta Tufan’dan önceki bir
zamanın
haberlerini getirdi.
Ayrıca uzak bir yolculuğa
çıktı,
yorucu ve zorluklar altında;
Döndü ve tüm gayretini
kazıdı
bir taş sütuna.
Ve bu, Sümer Kral
Listelerine göre, şöyle sona ermiştir:
İlahi Gılgamış, babası bir
insan olan tapınak bölgesinin başrahibi 126 yıl hüküm sürdü. Ardından Gılgamış
oğlu Ur-lugal hüküm sürdü.
BULUTLARA BİNENLER
Gılgamış’ın Ölümsüzlüğü
arayış yolculuğu, hiç şüphe yok ki, daha sonraki binyıllarda, yine benzer
şekilde Dünya üstündeki cenneti ya da Tanrıların Göksel Evi’ni aramaya giden
yarı tanrıların ya da böyle bir konumu hak ettiklerini iddia eden kahramanların
hikâyelerinin baş kaynağı olmuştur. Aynı şekilde, ayrıntılı Gılgamış Destanı
da, Canlılar Diyarına ulaşılabilecek yolu belirleyen kadim yol işaretlerini
bulmayı amaçlayan bu arkadan gelen arayıcılar için bir kılavuz olarak hizmet
etmiş olmalıdır.
Coğrafi mekanlar arasındaki
benzerlikler, insan yapısı (ya da daha çok tanrı yapısı) tüneller, koridorlar,
hava kilitleri ve radyasyon odaları; ve kuş benzeri varlıklar ya da “Kartallar”
ve bir o kadar büyüklü küçüklü ayrıntı. Tüm bunlar kaza eseri olamayacak kadar
çok sayıda ve benzerdirler. Aynı zamanda, yolculuğun destansı hikâyesi o çok
sevilen hedefin kesin yeriyle ilgili binlerce yıl sonra bile hüküm süren
karışıklığı açıklayabilir çünkü ayrıntılı analizimizin de göstermiş olduğu gibi
Gılgamış bir değil iki yolculuk yapmıştır. Bu, geçmiştekiler kadar modern
bilginler tarafından da görmezden gelinen bir gerçektir.
Gılgamış draması tepe
noktasına, bir Tanrılar Evi ve bir Şemler yeri olan Tilmun Diyarında varır. Fani kaderinden kurtulmuş ve ebedi
gençliğin gizli bitkisini bulmuş olan bir atasıyla da orada karşılaşır. Burası
yine diğer ilahi karşılaşmaların ve sonraki binyıllarda insanlık tarihinin
gidişini etkileyecek olayların meydana geldiği yerdir. Duat’ın
yani Gökyüzüne Merdiven’in orada olduğuna inanıyoruz.
Ama burası Gılgamış’ın ilk
hedefi değildi, yolculuğu boyunca attığı adımları aynı sırada izlemek
zorundayız: Onun, Ölümsüzlüğe giden yolda ilk hedefi Tilmun
değil, Sedir Dağındaki büyük Sedir Ormanı içindeki “İniş Yeri”ydi.
Bilginler [örneğin S. N.
Kramer, The Sumerians (Sümerliler) adlı eserinde]
Şamaş’ın sadece Tilmun’da değil aynı zamanda “Sedir Diyarı’nda da
“dikilebildiği” şeklindeki Sümerce ibareleri “şifreli ve halen muammalı” diye
nitelendirmektedirler. Cevap şudur: Tilmun’daki en uzak göklere erişilebilen
uzay limanından ayrı olarak bir de tanrıların Dünya’nın “gökyüzüne
tırmanabildikleri” bir “İniş Yeri” vardı. Bu anlayış, tanrıların gerçekten de
iki tip araca sahip olduklarına dair çıkarımımızla da desteklenmektedir:
Tilmun’dan idare edilen roket gemiler olan GİR’ler ve Sümerlilerin MU dedikleri
“Gök Oda”lar. Nefilim teknolojisi sayesinde GİR’in en üst kısmı, Mısırlıların Ben-Ben dedikleri kumanda modülü ayrılabiliyor ve bir MU
olarak Dünya semalarında uçabiliyordu.
Kadim halklar GİR’leri
silolarında (Şekil 27) ve hatta uçarken (Şekil 75) görmüşlerdi. Ama daha çok
“Gök Odaları”nı -bugünlerde UFO’lar{*} diye sınıflandırabileceğimiz
araçları- resmetmişlerdir. Atalarımızdan Yakub’un vizyonunda gördüğü de pekâlâ
İştar’ın Gök Odası’na benziyor olabilirdi (Şekil 66); peygamber Hezekiel’in
tarif ettiği Uçan Tekerlek, Asurluların kendi Uçan Tanrılarını gökyüzünde,
bulutlar seviyesinde, küresel bir Gök Odası içinde süzülürken gösteren
betimlemelerini andırıyordu (Şekil 76a). Ürdün’den Eriha’ya kadar kadim sit
alanlarında bulunan betimlemeler bu küresel araçların uzayan üç ayak üstüne
konduğunu önermektedirler (Şekil 76b); bunlar pekâlâ İlyas peygamberin tam da
aynı yerde, içinde göklere yükseltildiği ateşli Kasırgalar da olabilirler.
Sümer’deki “Kartallar” gibi
eski çağların Uçan Tanrıları da tüm kadim halklar tarafından kanatlarla
donatılmıştanrılar, betimlemeleri Rab’bin kanatlı Kerubileri
ve Meleklerinin (harfiyen anlamı: Elçiler) Yahudi-Hristiyan geleneğince
kabulüne dek izlenebilen Kanatlı Varlıklar biçiminde resmedilmişlerdir (Şekil
77).
Demek ki, Tilmun uzay
limanının yeriydi. Sedir Dağı ise “İniş Yeri”nin, “İştar Kavşağı”nın yeriydi:
Tanrıların hava limanı. Ve Gılgamış işte bu ikinci yere gitmek üzere yola
koyulmuştu.
Tilmun’u ve yerini
belirlemek biraz zor olmasına karşın, Sedir Ormanı’nın yerini belirlemede pek
az sorun yaşarız: Kıbrıs adasındakiler dışında, Yakın Doğu’da sedir ağacı
yetişen böyle tek bir yer vardır: Lübnan dağları.{**} Boyları 50 metreyi
geçen bu muhteşem sedir ağaçları, İncil’de tekrar tekrar övülürler ve nadir
oluşları, daha ilk çağlardan beri kadim halklar tarafından bilinegelmiştir.
Kutsal metinler ve diğer Yakın Doğu metinleri, Lübnan servilerinin,
tapınakların (“tanrının evleri”) inşası ve dekorasyonunda aranan malzemeler
olduklarını kesinleştirmekteler: Rab “Niçin bana erz ağacından bir ev
yapmadınız, diye bir söz söyledim mi?”{***} diye şikâyet ettikten
sonra, I. Krallarda Süleyman peygamberin Kudüs’teki tapınağın inşasını anlatan
bölümlerde ayrıntısıyla anlatılan bir uygulama.
İncil’deki Rab anlaşılan o
ki sedir ağaçlarına hayli aşinadır; benzetmeler yaparken sedir ağacını
kullanır, hükümdarları ya da ulusları sedir ağacıyla kıyaslar: “İşte
Aşur, Lübnan’da erz ağacı, dalları güzel, gölgesi orman gölgesi gibi ve boyu
yüksekti; ve tepesi bulutlar arasında idi”; ta ki Yehveh’nin gazabı onu devirip
dallarını kırana dek. Görünen o ki, insanoğlu bu sedirleri yetiştirmeyi asla
becerememiştir ve İncil’deki kayıtlar böyle bir girişimin başarısız olduğunu
belirtirler. Bu girişimi Babil kralına (gerçekten ya da mecazen) atfederek
“Lübnan’a geldi ve... körpe filizlerin başını kopardı.” Bu tohumu “semereli
toprağa dikti; çok sular kenarına onu koydu.” Ama ortaya çıkan uzun boylu bir
servi değil “sürüp yerde yayılan bodur asma” oldu.{*}
Ancak İncil’deki Rab sedir
ağacı yetiştirmenin sırrını bilmektedir:
Rab Yehova şöyle diyor:
“Erz
ağacının yüksek tepesinden, filizlerinin başından taze bir filiz koparacağım ve
yüksek yüce bir dağın üzerine onu dikeceğim...
Ve dallar
sürüp meyve verecek ve güzel bir erz ağacı olacak.”
Bu bilgi, anlaşılan o ki,
sedir ağaçlarının “tanrıların meyve bahçesinde” yetişmelerinden kaynaklanmaktaydı.
Orada, hiçbir ağaç onun gibi değildi; “Rabbin bahçesindeki bütün Aden ağaçları
onu kıskandılar.”{**} İbranca (bahçe anlamına gelen) Gan terimi;
(korumak, muhafaza etmek anlamındaki) gnn kökünden
gelmektedir; bu, korunan ve girilmesi yasak bir bölge duygusu aktarmaktadır;
Gılgamış hikâyesinde okuyucuya aktarılan duygu: Ateşli Savaşçı’nın (“ölümlülere
dehşet”) bekçilik ettiği, ancak dokunan davetsiz misafirleri felç eden bir
kapıdan girilen “birkaç lig” boyunca uzanan bir orman. İçinde, “Anunnaki’nin gizli
evi” vardır; “emirlerin yayımlandığı odaya” giden bir tünel: “Şamaş’ın
yeraltındaki yeri.”
Gılgamış İniş Yeri’ne
neredeyse yaklaşmıştı; Şamaş’ın izni ve yardımını sağlamıştı. Ama İştar’ın
(taleplerini geri çevirdiğinde ortaya çıkan) gazabı olayların akışını tamamen
tersine çevirdi. Eski Ahit’e göre bir başka ölümlü kralın kaderi böyle
olmamıştı. O, Lübnan kıyılarında bir şehir devlet olan ve sedir dağlarından pek
de uzakta bulunmayan Sur’un kralıydı; ve İlah (Hezekiel Kitabı’nın 28. Babında
anlatıldığı gibi) onun Kutsal Dağı ziyaret etmesini sağlamıştı:
Sen
Aden’de Rab’bin bahçesinde idin; bütün değerli taşlarla kaplanmıştın...
Sen
meshedilmiş gölge salan Kerubi idin, Rab’bin mukaddes dağı üzerinde idin,
Bir
tanrıymış gibi ateşten taşlar arasında gezdin.
Gılgamış tanrıların İniş
Yeri’ne davet edilmeden girmeyi amaçlamıştı; Sur kralına ise sadece oraya
gelmesi için izin verilmişti ama anlaşılan bir Kerubi gibi uçan “ateşli
taşlar”da ona bir yolculuk da yaptırılmıştı. Bunun sonucunda “Ben ilahım,
denizlerin bağrında Rab’bin tahtında oturuyorum,” dedi. Yüreğinin kibrinden
dolayı, peygamber krala yabancıların eliyle öleceğini bildirdi.
Demek ki, hem kutsal kitap
zamanındaki İbranlar hem de kuzeydeki komşuları, önceki bir yüzyılda
Gılgamış’ın içine girmeye kalkıştığı Sedir Dağındaki İniş Yeri’nin konumu ve
yapısına hayli aşinaydılar. Göstereceğimiz gibi, burası “mitolojik” bir yer
değil gerçek bir yerdi: Sadece metinler değil, bu yerin varlığını ve
işlevlerini açık biçimde belirleyen, o kadim günlerden kalma resimsel
betimlemeler de mevcuttur.
Bir sedir ağacı büyütmeye
kalkan kralın hikayesinde, “filizlerin başını kopardı ve onu ticaret diyarına
götürdü,” diye bildirir Eski Ahit; ve kral filizi “tüccar şehrine koydu.” Böyle
bir diyarı ve tüccar şehrini çok uzaklarda aramaya gerek yok: Kuzeyde
Anadolu’nun başladığı noktadan güneyde Filistin’e dek Lübnan kıyı şeridi
boyunca, yaptıkları uluslar arası ticaretle zenginlikleri ve güçleri büyüyen
birkaç Kenan kıyı şehri vardı. Kutsal kitaptaki hikâyeler sayesinde bunların en
iyi bilinenleri Sur ve Sayda’dır; binlerce yıl boyunca ticaret ve taşımacılık
merkezi olan bu iki şehir Fenikeli hükümdarlarının egemenliği sırasında
ünlerinin doruğuna çıkmışlardı.
Asurlu istilacılar
tarafından yıkılmasından bu yana kalıntıları bir höyük altında gömülü kalmış
bir başka şehir ise belki de Kenanlıların Hitit İmparatorluğu sınırındaki kuzey
uç karakoluydu. Şehrin kalıntıları 1928’de Ras Şamra adlı höyüğün yakınlarından
yeni bir tarlayı sürmeye koyulan bir çiftçi tarafından şans eseri bulunmuştur.
Burada yapılan kazılar kadim Ugarit şehrini gün ışığına çıkardı. Muhteşem
buluntular içinde büyük bir saray, tanrı Baal’e
(“Efendi”) adanmış bir tapınak ve çeşitli el yapımı eserler vardı. Ama gerçek
hazine, alfabetik çivi yazısı ile yazılmış bir dizi kil tabletti (Şekil 79);
yazı, kutsal kitap İbranca’sına yakın bir dil olan “Batı Sami” dilindeydi.
Tabletlerin, ilk kez bilimsel Syria dergisinde yıllar
boyunca Charles Virollaud tarafından sunulan içeriği, Kenanlılar, yaşamları ve
görenekleri ve tanrıları hakkındaki göreceli belirsizliği netleştirmişti.
Kenan panteonunun başında
baş ilah El vardı; kutsal kitap İbranca’sında “ilah”
için kullanılan genel terim olan bu kelime, harfiyen “Ulu Olan” anlamındaki
Akkadca Ilu kelimesinden dallanmıştır. Ama Kenan
diyarının tanrılar ve insanlar hikâyesinde, El; ister
ilahi ister beşeri olsun tüm meselelerde son yetkili olan gerçek bir ilahın
kişisel adıydı. O, tanrıların babası idi ve aynı zamanda da Ab
Adam (“insanların babası”) idi; unvanları ise Merhametli; Nazik. O,
“yaratılmış şeylerin yaratıcısı” ve “krallığı tek başına bahşedebilen”di,
Filistin’de bulunan bir stela (Şekil 80) El’i tahtında
oturmuş ve daha genç bir kralı, belki de sayısı pek çok olan oğullarından
birini ona içki sunarken göstermektedir. El, tüm kadim Yakın Doğu boyunca
tanrıların tanıtıcı işareti olan boynuzlu bir başlık giyer; ve sahneye her
zaman ve her yerde mevcut olan Kanatlı Küre, Tanrıların Gezegeninin amblemi
ha-kimdir.
“Eski zamanlarda” El, başta
gelen bir Gök ve Yer ilahıydı. Ama tabletlerde anlatılan olayların meydana
gelmesiyle, El yarı emekli, günlük olaylardan uzakta yaşar hale geldi. Evi “iki
ırmak kaynağındaki dağlarda”ydı. Orada köşkünde oturuyor, elçileri kabul
ediyor, tanrıların meclisini topluyor ve genç tanrıların arasında meydana
gelen tartışmalara çözüm buluyordu. Bunların çoğu da onun çocuklarıydılar: Bazı
metinler El’in yetmiş çocuğu olabileceğini önermektedir. Bunlardan otuzu, resmi
eşi Aşerah’tan (Şekil 81) doğmaydı; diğerleri ise birçok cariyeden ve hatta insan
kızlarından doğmaydı. Şiirsel bir metin, iki kadının kumsalda dolaşıyorlarken
El’i çıplak gördüklerini ve ondan çok etkilendiklerini, ondan birer oğlan
doğurduklarını anlatır. (El’in bu özelliği, kanatlı bir tanrı olarak bir Fenike
parası üzerinde resmedilişinde hayli belirgindir: Şekil 82).
Ancak El’in esas çocukları
üç erkek ve bir kız evlattır; Yam (“Okyanus, Deniz”), Baal (“Efendi”) ve Mot (“Yok
Edici”) adlı tanrılar ve Anat (“Cevap Vermiş Olan”)
adlı tanrıça, isimleri ve ilişkileriyle; bunların Poseidon (Denizler Tanrısı),
Zeus (Tanrıların Efendisi) ve Hades (Aşağı Dünya Tanrısı) adlı Grek
tanrılarıyla koşutluğu apaçıktır; Baal de Zeus gibi hep bir şimşekle
silahlanmış biçimde resmedilir (Şekil 82), kült sembolü ise boğadır. Zeus,
Tifon ile dövüştüğünde onun tarafını tutup destek veren sadece Savaş ve Sevgi
tanrıçası Atena’dır; ve Mısır hikayelerinde kardeşi-kocası Osiris’in tarafını
tutup destek veren de sadece İsis’di. Demek ki Baal iki erkek kardeşiyle savaşa
tutuştuğunda da yardımına gelen kızkardeşi-sevgilisi Anat oldu. Atena gibi o da
bir yandan sıklıkla çıplak güzelliğini sergileyen “Bakire”ydi (Şekil 82). Öte
yandan da, cesaretinin sembolü olan bir aslanla birlikte resmedilen bir Savaş
Tanrıçasıydı (Şekil 83). (Eski Ahit ona Astarti der.)
Bu panteonun, Mısır’ın tarih
öncesi kayıtlarına ve inançlarına olan koşutlukları da en az Grek koşutluklar
kadar açık biçimde ortadadır. Osiris; kalıntılarını Kenan şehri Biblos’ta bulan
İsis tarafından canlandırılmıştı. Baal de, Mot tarafından darmadağın edildikten
sonra Anat tarafından hayata döndürüldü. Osiris’in rakibi olan Set, Mısır
yazılarında bazen “Safonlu Set” diye adlandırılır;
Baal de göreceğimiz gibi, “Zafon Efendisi” unvanını
edinmiştir. Kenan dönemiyle paralel olan Yeni Krallık dönemine ait Mısır
anıtları, Kenan tanrılarını sık sık Mısır ilahları gibi betimlemekte, onlara
Min, Reşef, Kadeş, Anthat (Şekil 84) demektedirler. Kadim dünyanın her yanında,
aynı hikâyenin farklı isimler altında ama aynı tanrılara uygulandığını
görüyoruz.
Bilginler tüm bu
hikâyelerin, eğer gerçek versiyonlar değillerse, çok daha eski ve orijinal
Sümer hikâye ve masallarının yankıları olduklarına işaret etmekteler; sadece
insanın ölümsüzlüğü arayış hikâyesi değil, aynı zamanda tanrılar arasındaki
aşk, ölüm ve yeniden dirilme hikâyeleri de. Bu hikâyeler başından sonuna dek,
ayrıca Eski Ahit’i de dolduran -ortak bir mekâna (büyük Kenan), ortak
göreneklere ve ortak orijinal versiyonlara işaret eden- bölümler, ayrıntılar,
unvanlar ve öğretiler ile doludurlar.
Böyle metinlerden biri de Danel’in (Dan-El; “El’in yargıcı”, İbranca’da Daniel){*}, yasal bir varis
edinememiş olan dürüst bir kabile şefinin hikayesidir. Ona bir varis versinler,
böylece kendisi öldüğünde oğlu Kadeş’te anısına bir
stela dikebilsin diye tanrılara yalvardı. Buradan, hikâyedeki olayların; güney
Kenan’ın (Negev) Sina yarımadasıyla birleştiği yerde geçtiğini çıkartabiliriz
çünkü Kadeş (“Kutsal” şehir) burada kuruluydu.
Kadeş, kutsal kitaptaki
atamız İbrahim’in bölgesinde kalıyordu; ve bu Kenanlı Danel hikayesi, yaşlanan
İbrahim ve Sara’nın İsak adlı oğlunun doğumunu anlatan kutsal kitap hikâyesiyle
büyük benzerlikler taşımaktadır. Tıpkı Tekvin Kitabı’ndaki gibi, bu Kenan ili
hikâyesinde de, erkek varis edinemeden yıllar geçiren Danel, evine iki tanrı
geldiğinde ilahi yardım alma fırsatını yakaladığını düşünür. “Öne çıkıp...
tanrılara yemeleri için adaklar sunar, Kutsal Olanlara içecek su sunar.” İlahi
misafirler ki birinin El “Şifa Dağıtan” ve Baal oldukları ortaya çıkar,
Danel’de tam bir hafta kalırlar; o da onları adaklara boğar. Sonunda “Baal,
El’e Danel’in niyazını açıklar.” Kabul eden “El, hizmetkârının elinden
tutar” ve ona “Ruh” bahşeder, Danel’in erkekliği oracıkta geri gelir:
Hayat nefesiyle Danel
hızlandı...
Hayat nefesiyle dirileşti.
El, kulaklarına inanamayan
Danel’e, bir oğlu olacağını söyler. Yatağına git, der ona, karını öp, onu
kucakla... “rahme düşecek ve gebe kalacak, Danel’e bir erkek evlat doğuracak”.
Ve tıpkı kutsal kitaptaki gibi, karısı Yasal Varis’i doğurur ve Ardıllık
sağlama alınır. Ona Aqhat derler, tanrılar ise ona Na’aman (“Hoş Olan”) adını verirler.
Oğlan büyürken, Tanrıların
Zanaatkârı ona nadir bir yay hediye eder. Bu durum kısa süre içinde, büyülü
yaya sahip olmak isteyen Anat’ın kıskançlığını uyandırır. Yayı ele geçirmek
için Aqhat’a ne dilersen dile, gümüş, altın hatta Ölümsüzlük dile, vereceğim,
der:
Hayat iste, ey genç Aqhat;
Hayat dile ve sana
bahşedeyim;
Ölümsüzlük (iste)
sana vereyim.
Baal ile yılları saymanı
sağlarım,
El’in oğulları ile ayları
saymanı sağlarım.
Dahası, sadece tanrılar
kadar uzun yaşamakla kalmayıp Hayat Bahşetme töreni için onlara katılmaya davet
edileceğini de vaat eder:
Ve Baal, o Hayat
bahşettiğinde,
bir şölen verir;
Hayat Verilmiş Olan için bir
ziyafet verir,
Ona bir içki verir
ve tatlı tatlı şarkılar söyler
ona.
Ama Aqhat, insanoğlunun fani
kaderinden kurtulabileceğine inanmaz ve yayından ayrılmaz:
Yalan söyleme, ey Bakire;
bir kahraman için yalanlar
iğrenç.
Bir fani nasıl Sonraki
Yaşam’ı edinebilir?
Bir fani Ebediyet’i nasıl
kazanabilir?
Tüm insanların öldüğü gibi
öleceğim ben de,
Evet, kesinlikle öleceğim.
Ayrıca Anat’a, yayın bir
kadın kullansın diye değil kendisi gibi savaşçılar için yapıldığını da söyler.
Hakarete uğrayan Anat, El’in evine doğru diyarı geçer ve Aqhat’ı parçalamak
için izin ister. El’in muammalı cevabı cezaya ancak belirli bir noktaya kadar
izin verir.
O zaman Anat, kandırmaya baş
vurur. “Binlerce tarla, on bin dekar üzerinden aşıp” Aqhat’a geri döner. Onunla
barışmış ve onu seviyormuş gibi yapıp, kıkırdar ve kahkahalar atar. Ona “Genç Aqhat,”
diye seslenip şöyle der: “Sen benim kardeşimsin, ben de senin kızkardeşin.”
“Tanrıların Babası’nın; Ay Efendisi’nin” şehrine dek kendisine eşlik etmesi
için onu kandırır. Orada Taphan’dan “yayı için Aqhat’ı
öldürmesini” ama sonra “onu tekrar yaşatmasını” ister; Aqhat’ı geçici, Anat’ın
yayı çalmasına yetecek kadar bir süre öldürmesini ister. Anat’ın talimatını
izleyen Taphan, “Aqhat’ın iki kez kafatasına, üç kere de kulak tozuna vurur” ve
“Aqhat’ın ruhu buhar gibi uçar”. Ama Aqhat canlandırılamadan -Anat eğer buna
niyetlendiyse bile- bedeni akbabalar tarafından yenir. Danel “kapının önünde,
ulu bir ağacın altında oturmuş, dulun davasını görüyor, yetimin hakkını
arıyorken” kötü haber gelir. Baal’in yardımı ile, parçalara ayrılmış Aqhat’ı
bulmak için bir arama başlatılır ama nafile. Öç almak isteyen Aqhat’ın kız
kardeşi, tebdil-i kıyafet, Taphan’ın evine gider, onu sarhoş eder ve öldürmeye
kalkışır. (Aqhat’ın her şeye rağmen hayata döndürüldüğü olası bir mutlu son ise
kayıptır.)
Lübnan dağlarından “Ay Efendisi’nin
Şehri”ne yapılan aktarım eylemi, Gılgamış destanında da bulunan bir unsurdur.
Kadim Yakın Doğu’nun her yanında, Ay’la ilişkili ilah Sin’dir (orijinal
Sümercede ise Nannar). Ugarit’teki lakabı ‘Tanrıların Babası”dır; gerçekten de
İştar ve erkek kardeşlerinin babasıdır. Gılgamış’ın Sedir Dağındaki İniş Yeri
hedefine ilk ulaşma girişimi, ilgisine cevap vermeyince onu Gök Boğa ile
öldürmeye kalkışan İştar tarafından sekteye uğratılmıştır. Tilmun diyarına
doğru yaptığı ikinci yolculukta ise “tapınağı Sin’e adanmış olan” duvarlı bir
şehre rast gelmişti.
Ama Gılgamış, Sin’in
bölgesine uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra varmışken, Anat -tıpkı İştar
gibi- oradan oraya vakit kaybetmeden gidip gelebiliyordu çünkü ne yürümek ne de
eşek sırtında ilerlemek zorundaydı; bunun yerine bir yerden diğerine uçuyordu.
Birçok Mezopotamya metni İştar’ın uçarak yaptığı yolculuklardan ve Dünya
semalarında süzülebilme becerisinden, “gökten geçiyor, yerden geçiyor”
oluşundan söz etmektedirler. Asur başkenti Aşur’daki tapınağında yer alan bir
betimlemesi onu pilot gözlükleri, sımsıkı bir miğfer ve dışarı çıkan
“kulaklıklar” ya da panellerle göstermektedir (bkz. Şekil 58). Tanrıçanın,
Fırat Nehri kıyısındaki Mari harabelerinde bulunan gerçek boyda bir heykeli ise
bir “kara kutu”, bir hortum, içine takılı kulaklıklarıyla boynuzlu bir miğfer
ve diğer astronot vasıflarıyla donatılmıştır (Şekil 85). Bu “bir kuş gibi uçma”
becerisi, Ugarit’te keşfedilen tüm destanlarda anlatılan Kenan ilahlarına da
atfedilmektedir.
Bir tanrıçanın yardım için uçtuğu böyle bir
hikâye, bilginler tarafından “Kral Keret Efsanesi” denilen bir metindir; Keret kelimesi kralın şahsi ismi ya da şehrinin ismi
(“Başkent”) olarak yorumlanabilir. Hikâyenin ana teması, Sümer’deki Gılgamış
destanıyla aynıdır: İnsanoğlunun Ölümsüzlüğü Arayışı. Ama bu hikâye, kutsal
kitaptaki Eyüp hikâyesi gibi başlar ve kutsal kitapla ilgili başka güçlü
benzerliklere de sahiptir.
Kutsal kitaba göre Eyüp;
“Doğunun Çocukları”nın bölgesinde bir diyar olan “Utz
Diyarı”nda (“Öğüt Diyarı”) yaşayan, çok zengin ve güçlü olan dürüst, “saf” bir
adamdır. “Bir gün tanrıların oğulları Rab’bin önünde kendini takdim etmeye
geldikleri gün, Şeytan da kendini takdim etmeye geldi.”; işte o güne dek her
şey yolundaydı. Eyüp’ü test etmek için Rab’bi ikna eden Şeytan ona ilk önce
çocuklarını ve tüm servetini kaybetmekle, sonra her türden hastalıkla imtihan
etti. Eyüp yas tutup acı çekerken, üç arkadaşı onu teselli etmeye gelir; Eyüp Kitabı onların hayat ve ölüm ile Gök ve Yerin gizemleri
ile ilgili meseleler üstündeki konuşmalarının bir tür kaydıdır.
Olayların bu hale
gelmesinden dolayı yas tutan Eyüp, sayıldığı o eski günleri özlemektedir: “Keret’in kapısında, meydanda kürsüm hazırdı.”{*} O günlerde, diye hatırlar Eyüp, “günlerim Zümrüd-ü Anka gibi olacak, Kurucum
ile öleceğim,” diye inanıyordum. Ama şimdi, hiçbir şey kalmamış ve
hastalıklarla boğuşurken, oracıkta ölmek istemektedir.
Güneyden gelen arkadaşı ona
“insan zahmet ve meşakkat çekmeye doğar, sadece Reşef’in
oğulları yükseklere uçabilirler.” diye hatırlatır. İnsan zaten ölümlüdür, o
zaman niye bu kadar rahatsızsın?
Ama Eyüp muammalı bir
biçimde bu kadar basit olmadığına dair bir cevap verir: “Rab’bin özü bendedir,”
der, “parlaklığı Ruh’umu besler.” Şu ana dek
anlaşılamayan bu dizede, kanında yarı ilahilik olduğunu mu açıklamaktadır?
Demek ki, o da Gılgamış gibi, kendisini sürekli canlandıran Zümrüd-ü Anka kuşu
kadar uzun yaşamayı, ancak Kurucusu ölünce ölmeyi beklemiştir. Ama artık
“Ebediyette de yaşamayacağım; günlerim buhar gibidir,” der.
Keret’in hikâyesi de onu ilk
başta zengin bir adam, daha sonra ise art arda karısını ve çocuklarını hastalık
ya da savaşta kaybeden biri olarak tarif eder. “Evlatların mahvolduğunu
görür... tüm bir zürriyet silinip gider.” Ve bunun hanedanının sonu olduğunu
fark eder; “tahtının altı tamamen boşalmıştır.” Yeis ve kederi her gün daha çok
artar; “yatağı gözyaşlarından ıslanır.” Her gün tapınağın “iç odasına girer” ve
tanrılarına ağlar. Sonunda El, “Keret’in neler için ağladığını” anlamak için
“ona doğru alçalır.” İşte o zaman metin, Keret’in yarı ilahi olduğunu açıklar
çünkü babası El’dir (bir insan kızından doğmuştur).
El “sevgili gence” yas
tutmayı bırakmasını ve yeniden evlenmesini söyler çünkü yeni bir varis ile
kutsanmıştır. Ona yıkanması ve kendisini hoş hale getirmesi ve gidip Udum
(muhtemelen İncil’deki Edom) kralının kızını istemesi söylenir. Birliklerinin
eşliğinde, eli kolu hediyelerle dolu Keret Udum’a gider ve El’in dediği gibi
yapar. Ama Udum kralı tüm altın ve gümüşleri geri çevirir. Keret’in “İnsanların
Babası’nın etinden” -ilahi kökenden- olduğunu bildiğinden, çok nadir bir başlık
parası ister: Kızının Keret’e doğuracağı ilk erkek çocuğun da yarı ilahi
olmasını talep etmektedir!
Şüphesiz bu kararı verecek
olan Keret değildir. Ona evliliği öğütleyen El, o sıralarda ortada yoktur.
Dolayısıyla Keret adımlarını Aşerah’ın tapınağına yöneltir ve yardım ister. Bir
sonraki sahne, Aşerah’ın genç tanrılar tarafından da desteklenen başvurusunun
konuşulduğu El’in evinde geçer:
Derken tanrıların desteği
geldi,
Azametli Baal konuştu:
“Haydi, Ey Nazik Olan, iyi
El:
Keret’e saf kan
bahşetmeyecek misin,
ya da El’in sevgili gencini
sevindirmeyecek misin?”
Böylece ikna edilen El rıza
gösterir ve “Keret’i kutsar”, ona yedi oğlan ve yedi kız evladı olacağını vaat
eder. İlk doğan erkek evlat, diye ilan eder El, Yassib
(“Kalıcı”) adını almalıdır çünkü gerçekten de ona kalıcılık bahşedilecektir. Bu
sağlanacaktır çünkü doğduğunda onu annesi değil de tanrıçalar Aşerah ve Anat
emzireceklerdir. (Bir kralın oğlunun bir tanrıça tarafından emzirilmesi ve
böylece daha uzun hayat bahşedilmesi teması, Yakın Doğu halklarının
sanatlarında sık resmedilmiştir: Şekil 86).
Tanrılar sözlerini tutarlar
ama Keret, zenginlikle ve güçte büyüdükçe, yeminlerini unutur; tıpkı
Hezekiel’in kehanetlerindeki Sur kralı gibi, kalbi kibir dolar ve çocuklarına
ilahi kökeni hakkında övünmeye başlar. Öfkelenen Aşerah onu ölümcül bir
hastalıkla cezalandırır. Keret ölmek üzeredir ve çocukları şaşkındır: Bunlar
nasıl olur da “El’in bir oğlu, Nazik Olan’ın evladı, kutsal bir varlık” olan
Keret’in başına gelebilir? Çocukları, inanmayarak babalarını sorgularlar; çünkü
eğer onun ölümsüzlük iddiası boş çıktıysa, kendileri için de aynı şey geçerli
olabilir:
Hayatında, baba, neşelendik;
Ölmemenden coşkulandık...
Baba, sen de ölümlüler gibi
ölecek misin?
Babalarının sessizliği bir
cevaptır, bunun üzerine oğlanlar tanrılara başvururlar:
Nasıl denebilir ki
“Keret, El’in bir oğludur
Nazik Olan’ın bir evladı
ve kutsal bir varlık?”
Bir tanrı ölür mü?
Nazik Olan’ın evladı yaşamaz
mı?
Utanan El diğer tanrılara
sorar: “Tanrılar arasında kim bu hastalığı kaldırabilir, bu illeti yok
edebilir?” El bu çağrıyı yedi kez yapar ama “tanrılar arasında hiç kimse cevap
vermez.” Çaresizlik içindeki El, Tanrıların Zanaatkârına ve onun yardımcılarına,
tüm büyüleri bilen Zanaat tanrıçalarına başvurur. Cevap olarak “hastalıkları
ortadan kaldıran dişi”, tanrıça Şataqat havaya yükselir. “Yüzlerce kasaba
üstünden uçar, çokça köyün üstünden uçar...” Keret’in evine tam zamanında
yetişip onu canlandırmayı başarır.
(Ancak hikâyenin mutlu sonu
yoktur. Keret’in ölümsüzlük iddiası boşa çıktığından, ilk doğan oğlu tahtı ve
tacı kendisine bırakarak çekilmesini önerir...)
Kadim olayları anlama
konusunda çok daha büyük önem taşıyanlar ise bizzat tanrılarla ilgili olan birkaç
destandır. Bunlarda, tanrıların uçabilme becerisi sıradan bir gerçek olarak
kabul edilmektedir ve “Zafon Zirvesi”ndeki sığınakları, astronotların dinlenme
yeri olarak tarif edilmektedir. Bu hikâyelerdeki temel figürler birbirlerinin
aşığı da olan kardeş Baal ve Anat’tır. Baal’in sık kullanılan lakabı “Bulutları Süren”dir; bu İbran ilahı için Eski Ahit de bu
lakabı kullanmaktadır. Anat’ın, tanrılar ve insanlar arasındaki ilişkilerle
ilgili hikâyelerde iyice bariz hale gelen uçma becerisi; tanrıların
kendileriyle ilgili hikâyelerde çok daha nettir.
Böyle bir metinde Anat’a
Baal’in “Samakh otlağında” balık avlamaya gittiğini
söylenir (Şekil 87). Bölge bugün de aynı isimle çağrılmaktadır: İsrail’in
kuzeyinde, Erden nehrinin Galile denizine akmaya başladığı yerde bulunan ve
hala balıklarıyla ve yaban hayatı ile ünlü olan Sumkhi
Gölü (“Balıklar Gölü”). Anat, gidip Baal’e katılmaya karar verir.
Kanadı kaldırır, Bakire
Anat,
kanat kaldırır ve uçarak
turlar atar
bufaloların cirit attığı
Samakh otlağının ortasında.
Onu gören Baal inmesi için
işaret eder ama Anat saklambaç oynamaya başlar. Sıkılan Baal ona “boynuzlarını
sen uçarken mi yağlayacağım,” der. Boynuzları yağlamak, bir sevişme ifadesidir.
Onu bulmayı başaramayan Baal yola çıkar “ve yukarı çıkar... gökyüzüne”, ta
“Zafon Zirvesi”ndeki tahtına dek. Oyuncu Anat da kısa süre sonra oraya, “zevk
içinde olmak üzere Zafon üstüne” gelir.
Ancak bu şiirsel biraraya
geliş, daha sonraki yıllarda, Baal’in Dünya Efendisi ve kuzey topraklarının
kabul edilmiş sahibi olan konumu en sonunda sabitlendiğinde meydana
gelebilecektir. Daha öncesinde ise, Baal tanrısal taht için diğer adaylarla
ölüm kalım çarpışmalarına girmiştir; tüm bu kavgaların ödülü ise genelde “Zafon
Tepeleri” diye çevrilen ama özellikle “Kuzey’deki Kayalık Zirve” anlamına gelen
Zarerath Zaphon’dur.
Belirli noktalar ya da
topraklar üzerinde egemenlik için yapılan bu kanlı çarpışmalar; panteonun başı
yaşlanıp yarı emekli hale gelince, ardıllıkta yer kapma savaşı ile daha da
güçlendi. İlk kez Sümer yazılarında bildirilen evlilik göreneklerine uygun
biçimde, El’in resmi eşi Aşerah (“Hükümdarın kızı”) onun üvey kızkardeşiydi.
Bu, ondan doğan ilk erkek çocuğu yasal varis kılmaktaydı. Ama daha önce de
olduğu gibi, yasal varise, kronolojik olarak ilk ama başka bir anneden doğan
erkek çocuk meydan okudu. (En az üç karısı olan Baal’in sevgili Anat’ıyla
evlenememesi; onun üvey değil de öz kızkardeşi olduğunu doğrulamaktadır.)
Kenan masalları El’in
uzaklardaki dağlık evinde başlar; burada ardıllık hakkını gizlice Prens Yam’a
verir. “Tanrıların Meşalesi” olan tanrıça Şepeş kötü haberi vermek için uçarak
Baal’e gelir: “El, Krallığı veriyor!” diye bağırır.
Baal’e El’in huzuruna
çıkması ve tartışmayı tanrıların “Birleşik Meclisi”ne -konseyine- taşıması
önerilir. Kızkardeşleri ona mağrur olmasını öğütlerler:
Şimdi, yola koyul bakalım
Toplanan Meclise doğru,
Lala Dağının ortasına
El’in ayaklarına kapanma sakın,
Toplanan Meclisin insafına
bırakma kendini;
Gururla dikil ayakta ve
diyeceğini de.
Onların planını öğrenen Yam,
kendi elçilerini toplanan tanrılara gönderir ve asi Baal’in kendisine teslim
edilmesini ister. Elçiler girdiğinde, ‘Tanrılar yemeğe oturmuşlar, Kutsal
Olanların yemeğine, Baal de El’e hizmet ediyordu.” Odaya çöken sessizlikte,
elçiler Yam’ın talebini sunarlar. Ciddi olduklarını göstermek için “El’in
ayaklarına kapanmazlar”, silahlarını hazır tutarlar: “Gözleri iştahlı birer
kılıç gibi tüketici alevle ışıldıyordu.” Tanrılar yere kapaklanır ve
saklanırlar. El, Baal’i teslim etmeye niyetlenir. Ama Baal kendi silahlarını
kapar ve elçilerin üzerine atlamaya hazırdır ki annesi onu tutar: Elçiye zeval
olmaz, diye ona hatırlatır.
Elçiler elleri boş Yam’a
dönerler, iki tanrının savaş meydanında karşılaşmasından başka yol olmadığı
açıktır. Bir tanrıça -belki de Anat- Tanrıların Zanaatkârı ile birlikte komplo
kurar ve Baal’e “kovalayan” ve “bir kartal gibi süzülen”-”fırlatan” diye iki
ilahi silah sağlarlar. Çarpışma sırasında Baal, Yam’a üstün gelir ve tam “Yam’ı
ezmek” üzereyken Aşerah’ın sesi ona ulaşır: Yam’ı öldürme! Yam’ın yaşamasına
izin verilir ama denizlerdeki bölgesine sürgün edilir.
Yam’ı öldürmeme karşılığında
Baal, Aşerah’tan kendisini Zafon Zirvesi üstünde egemenlik arayışında
desteklemesini ister. Aşerah bir sayfiye yerinde dinlenmektedir ve El’in sıcak
ve kuru bir yerdeki evine yolculuk etmeye tereddüt etmektedir. “Susamış ve
kurumuş” halde gelir ve sorunu onun önüne koyar ve duygularıyla değil,
bilgelikle karar vermesini ister: “Sen gerçekten de büyük ve bilgesindir,” diye
ona kompliman yapar. “Sakalının ağaran kılları sana yol göstersin... Bilgelik
ve Ebedi Yaşam sana uygundur.” Durumu tartan El hak verir: Baal “Zafon
Zirvesi”nin sahibi olsun; evini buraya kursun.
Ancak Baal’in aklındaki
sadece bir ev değildir. Planları, Tanrıların Zanaatkârı olan Kothar-Hasis’in
(“Becerikli ve Bilen”) hizmetlerini gerektirmektedir. Sadece modern bilginler
değil, birinci yüzyılda (kendisinden önceki Fenikeli tarihçilerden alıntı
yapan) Biblos’lu Philo bile Kothar-Hasis’i, Greklerin Zeus ve Hera’nın evini
yapan ilahi zanaatkârı Hephaistos ile kıyaslamıştır. Diğerleri ise onunla Mısır
işleme sanatı ve büyü tanrısı Thoth arasında koşutluklar bulmaktadır. Gerçekten
de, Ugarit metinleri Kothar-Hasis’i getirmesi için yollanan elçilerin onu Girit
ve Mısır’da aradıklarını belirtmektedirler; anlaşılan o sıralarda becerilerini
bu topraklarda uygulamaktaydı.
Kothar-Hasis, Baal’in yerine
geldiğinde, bu ikisi inşa planlarının üstüne eğilirler. Baal’in iki parçalı bir
yapı istediği ortaya çıkar; biri bir E-khal (bir
“büyük ev”) ve diğeri ise genellikle “ev” olarak tercüme edilen ama harfiyen “yükseltilmiş bir platform” anlamına gelen bir Behmtam’dır. Garip bir tarzda açılıp kapanan huni gibi bir
pencerenin nereye yerleştirileceği konusunda bir ara aralarında anlaşmazlık
çıkar. “Sözlerimi dinlemelisin, Baal,” diye ısrar eder Kothar-Hasis. Yapı
tamamlandığında, Baal karılarının ve çocuklarının zarar görebileceğinden
korkar. Onun korkularını yatıştırmak üzere, Kothar-Hasis Lübnan’dan ağaçlar, “Sirion’dan değerli sedir ağaçlarını” ısmarlar, yapının
içinde üst üste yığdırtır ve bir yangın başlatır. Yangın bir hafta boyunca
yoğun bir şekilde devam eder; binanın içindeki gümüş ve altınlar erir ama
yapının kendisi ne zarar görür, ne tahrip olur
Yeraltı silosu ve
yükseltilmiş platformu hazırdı!
Baal hiç vakit kaybetmeden
tesisi denemeden geçirmeye karar verdi:
Baal Yükseltilmiş
Platform’daki Huni’yi açtı,
Büyük Ev’in içindeki
pencereyi.
Bulutlarda, Baal yarıklar
açtı.
O tanrısal sesini çıkardı
Baal...
Tanrısal sesi toprağı
titretti.
Dağlar sallandı...
Bir titremeydi ki...
Doğuda ve batıda toprağın
tepeleri döndü.
Baal göklere süzülürken,
ilahi haberciler Gapan ve Ugar da ona katılırlar. “Kanatlı olanlar, ikili,
bulutları sürdüler” Baal’in ardından; “kuş gibi ikili” Zafon’un karlarla kaplı
zirveleri üstünde süzülürler. Ama bu yeni tesisler nedeniyle Zafon Zirvesi,
“Zafon İstihkamı”na dönüşür ve Lübnan Dağı (karlı
zirvelerinden dolayı “Beyaz Olan” denilen dağ) Sirion
yani “Zırhlanmış” Dağ lakabını edinir.
Zafon’un İstihkâmında
üstünlüğü ele geçiren Baal de Baal Zafon (ya da Safon)
lakabını kazanır. Bu başlık “Zafon’un -Kuzey Yeri’nin- Efendisi” anlamına
gelmektedir. Ama Zafon teriminin başlangıçta çağrıştırdığı şey coğrafi bir yer
değildi; aynı anda hem “saklı-uzak” ve hem de “gözlemleme yeri” anlamına
geliyordu. Şüphesiz, tüm bu çağrışımlar Baal’i “Zafon’un Efendisi” olarak
adlandırmada bir rol oynamış olmalıdır.
Bu güçleri ve ayrıcalıkları artık
edinmiş olan Baal’in hırsı daha da büyür. “Tanrıların oğullarını” bir ziyafete
çağırır, onlardan kendisine biat{*} etmelerini ister, karşı
çıkanlar oracıkta bastırılır: “Baal Aşerah’ın oğullarını yakalar; Rabbim’e
arkadan vurur, Dokyamm’a bir gürzle{**} vurur.” Bazıları
öldürülür, bazıları kaçar. Güçle sarhoş olan Baal onlarla alay eder:
Baal’in düşmanları ormana
kaçtılar;
Düşmanları dağın yamacında
saklanıyorlar.
Muzaffer Baal sesleniyor:
“Ey Baal’in düşmanları,
niçin titrersiniz?
Niçin kaçar, niçin saklanırsınız?”
Baal’in Gözü kıymık kıymık
ayrılır;
Uzanan eli sedir ağaçlarını
kırar;
Sağ (eli) kudretlidir.
Başa geçme hedefinin
peşinden koşan Baal -Anat’ın da yardımıyla- “yılan” Lothan, “yedi başlı ejder”
Şalyat, “öküz” Atak ve “kancık” tanrıça Haşat gibi rakipleriyle savaşır ve
onları ortadan kaldırır. Eski Ahit’ten de biliyoruz ki, metinlerde Rab olarak
tanımlanan Yehve de Baal’in baş rakiplerinden biridir. İsrail kralı bir Kenan
prensesiyle evlendiğinde Baal’in etkisi İsrailoğulları arasında büyümeye
başlayınca İlyas peygamber, Karmel Dağında Baal ve Yehve arasında bir yarışma
düzenlemiştir. Yehve üstün geldiğinde, Baal’in üç yüz rahibi oracıkta idam
edildiler. Eski Ahit, bu kapışmadan Zafon Zirvesinin efendiliğini alan
Yehve’nin galip çıktığını iddia etmektedir. Mezmur 29’da ve diğer dizelerde, bu
iddiaların aynı şekilde yer alması önemlidir:
Ey Tanrıların oğulları,
Rab’be verin,
Rab’be izzet ve kudret
verin.
Şem’inin izzetini Rab’be verin;
Mukaddes Ziynet içinde
Rab’be secde kılın.
Rab’bin sesi sular
üstündedir:
İzzet Rab’bi gürlüyor,
Rab çok sular üstündedir
(yankılanır).
Rab’bin sesi kuvvetlidir,
Rab’bin sesi haşmetlidir.
Rab’bin sesi Lübnan’ın
erzlerini parçalar;
Ve onları bir buzağı gibi,
Lübnan’ı ve Sirion’u, yaban sığırı yavrusu gibi
sıçratır.
Rab’bin sesi ateş alevleri
çıkarır....
Ve onun (büyük) mabedinde
her şey “İzzet!” diyor.
Tıpkı Baal’in Kenan
metinlerinde tanımlandığı gibi, İbran İlahı da “Bulutlara Binen”di. İşaya
peygamber onu güneye, Mısır’a doğru uçarken görmüştü; “İşte Rab tez giden
buluta binmiş de Mısır’a gidiyor; Mısır’ın tanrıları onun önünde
titreyecekler.”{*} İşaya ayrıca Rab’bi ve onun kanatlı yardımcılarını şahsen gördüğünü de
iddia etmişti:
Kral Uzziya’nın öldüğü yıl,
Rab’bi yüce ve yüksek bir taht üzerinde oturmakta gördüm; ve etekleri
(Kaldırıcıları) mabedi dolduruyordu. Kendisinden yukarıda Seraflar (Ateş
Hizmetkârları) vardı; her birinin altı kanadı vardı... Sesinden eşiklerin
temelleri sarsıldı ve ev dumanla doldu.
İbranlara heykellere ya da
kazılmış imgelere tapınmaları yasaklanmıştı. Ama tıpkı İbranların Baal’i
biliyor oldukları gibi, Yehve’yi biliyor olmaları gereken Kenanlılar, bizlere
Yehve’yi anlayışlarına göre betimledikleri bir resim bırakmışlardır. Yahu (“Yehve”) yazısı taşıyan M.Ö. dördüncü bin yıla ait bir
paranın üstünde, kanatlı bir tekerlek şeklindeki bir taht üstünde oturan
sakallı bir ilah resmedilmiştir (Şekil 88).
Demek ki, kadim Yakın
Doğu’da Zafon’a sahip olmak uçabilen tanrılar arasında en üstün olmak şeklinde
kabul edilmekteydi. Hiç şüphe yok ki, Baal’in beklentisi de buydu. Ama Zafon
İstihkâmı tamamlandıktan yedi yıl sonra Baal; Aşağı Dünya’nın ve güney
diyarlarının Efendisi olan Mot’un meydan okumasıyla karşı karşıya kalır.
Sonradan anlaşılır ki, artık çatışmanın Zafon’da egemenlik kazanmakla ilgisi
kalmamıştır; olay “tüm Dünya üstünde kimin egemenlik sağlayacağı” ile
ilgilidir.
Baal’in şüpheli faaliyetler
içinde olduğu haberi bir biçimde Mot’a ulaşır. Yasalara uygun olmayan ve keyfi
bir biçimde “bir dudağı Dünya’ya, bir dudağı Göğe” koymakta ve “konuşmasını
gezegenlere kadar esnetmeye” kalkışmaktadır. Mot ilk olarak Zafon Zirvesi
içinde olan bitenleri inceleme hakkı talep eder. Bunun yerine, Baal barış
mesajı taşıyan elçiler yollar. “Kim savaş ister ki?” demektedir; gel,
“Dünya’nın merkezine barış ve kardeşlik dökelim.” Mot daha ısrarcı olunca, Baal
onu Zafon’a gelmekten alıkoyacak tek şeyin, kendisinin Mot’un evine gitmesi
olacağı sonucuna varır. Böylece Mot’un “Dünya’nın derinliklerindeki kuyusuna
gider, ona bağlılığını bildirir.
Ancak aklındaki çok daha
haince bir şeydir; Mot’u devirmek. Bunun için ona hep sadık olan Anat’ın
yardımına ihtiyacı vardı. Böylece Baal Mot’a gittiğinde, elçileri de evinde
Anat’ı ziyaret ettiler. İki elçiye, Anat’a kelimesi kelimesine şu muammalı
mesajı tekrarlamaları talimatı verilmişti:
Sana söyleyecek gizli bir
sözüm var,
sana fısıldayacağım bir
mesaj:
Bu kelimeleri fırlatan bir
tertibat,
fısıldayan bir Taş.
İnsanlar onun mesajlarını
bilmeyecekler;
Dünya’daki kalabalıklar
anlamayacaklar.
Hatırlamamız gereken şey,
kadim dillerde “taşlar” denildiğinde aktarılmak istenenin, madencilik yoluyla
çıkartılmış tüm maddeler olduğudur, dolayısıyla tüm mineraller ve metaller buna
dâhildir. Dolayısıyla Anat, Baal’in ona ne söylemek istediğini hemen anlar:
Zafon Zirvesine mesajlar yollayabilen ya da gizli mesajlara müdahale edebilen
gelişkin bir tertibat kurmaktadır!
Bu gizli mesajın devamında
“Muhteşem Taş” daha çok açıklanır:
Gök ile Dünya konuşacak,
ve denizler gezegenlerle.
Bu bir Muhteşem Taş;
Gökler için henüz bilinmez
bir şey.
Gel sen ve ben onu dikelim,
ulu Zafon’daki mağaramın
içinde.
Demek ki sır buydu: Baal,
“Gök’lerin -ana gezegendeki hükümetin- bilgisi olmaksızın gizlice bir iletişim
merkezi kuruyordu; buradan Dünya’nın yörüngesindeki uzay araçlarıyla olduğu
kadar Dünya’nın her yeriyle de görüşebilecekti. Bu “tüm Dünya üstünde egemenlik
sahibi olma”nın ilk adımıydı. Bu konuda Mot ile doğrudan çatışma halindedir
çünkü resmi “Dünya Gözü”nün yerleşik olduğu bölge Mot’un egemenlik alanı
içindedir.
Mesajı alan ve anlayan Anat
hemen Baal’in yardımına gitmeye hazırlanır. Endişelenen elçilere tam zamanında
oraya gideceğini söyler: “Siz yavaşsınız, ben hızlıyım,” diye onları
rahatlatır:
Tanrı’nın uzaktaki yerine
gireceğim,
tanrıların oğullarının
uzaktaki Boşluğu’na.
Onun Dünya’nın Gözü’nün
altında iki açıklığı var,
ve üç geniş tüneli.
Mot’un başkentine gelen
Anat, Baal’i bulamaz. Onun nerede olduğunu bilmek ister ve Mot’u şiddet
göstermekle tehdit eder. Sonunda gerçeği öğrenir: İki tanrı kavgaya tutuşmuşlar
ve “Baal düşmüştür.” Öfkelenen Anat “bir kılıçla Mot’u deşti.” Sonra Refaim’in
(“Şifacılar”) hanımı Şepeş’in yardımıyla, Baal’in cansız bedeni Zafon Zirvesine
gerisin geriye uçurulur ve bir mağaraya konur.
İki tanrıça hızla Tanrıların
Zanaatkârını çağırırlar; ona aynı zamanda El Kessem
yani “Büyü Tanrısı” da denmektedir. Tıpkı Thoth’un yılan ısırığından ölen
Horus’u canlandırması gibi, Baal de mucizevi bir şekilde dirilir. Ama fiziksel
olarak Dünya üstünde mi yoksa (Osiris gibi) Göksel bir Sonraki Yaşam’da mı
dirilmiştir, burası kesin değildir.
Tanrılar Zafon Zirvesi
üstünde bu oyunları ne zaman oynamışlardı, hiç kimse kesin olarak söyleyemez.
Ama insanoğlunun kayıtlı tarihin başlangıcından itibaren “İniş Yeri”nin
varlığından ve özgün vasıflarından haberdar olduğunu biliyoruz.
İlk olarak, elimizde
Gılgamış’ın Sedir Dağına yaptığı yolculuk var; destanda burası aynı zamanda
“Tanrıların Evi, İştar’ın Kavşağı” diye adlandırılır. Orada, “ormanın içine
girerek”, “emirlerin yayımlandığı oda”ya giden bir tünele rastlar. Dağın iyice
derinliklerine girdiğinde “Anunnaki’nin gizli evini açtı.” Sanki Gılgamış,
Baal’in gizlice inşa ettirdiği tesislere girmişti! Destanda yer alan gizemle
dolu dizeler, artık heyecan verici bir anlamlılık kazanmıştır:
Gizli şeyleri görmüştü;
İnsana gizli olanı
bilirdi...
Bunun, M.Ö. üçüncü binyılda,
M.Ö. 2900’lerde meydana geldiğini biliyoruz.
Tanrılar ve insanların
maceraları arasındaki bir sonraki bağlantı ise, Kadeş yakınlarında oturan yaşlı
ve çocuksuz Danel’in hikâyesidir. Bu hikâyedeki olaylar için belirli bir zaman
çerçevesi verilmemiştir ama yine varisi olmayan İbrahim’in kutsal kitaptaki
hikâyesi ile benzerlikleri, örneğin Rab ve Elçileri oldukları anlaşılan
“adamlar”ın birdenbire ortaya çıkmaları ve mekânın Kadeş’ten pek uzak olmaması,
aslında aynı ata hikâyesinin iki versiyonunu okuyor olduğumuzu önermektedirler.
Eğer öyleyse, bir başka tarihimiz daha var demektir: M.Ö, ikinci binyılın
başlangıcı.
M.Ö. birinci yüzyılda Zafon,
Tanrıların İstihkâmı, hala oradadır. İşaya peygamber (M.Ö. sekizinci yüzyıl)
Yudea’yı istila eden Asur kralı Senharib’i “Zafon Zirvesine, dağların tepesine”
birçok savaş arabasıyla tırmanarak Rab’be hakaret etmekle suçlamaktadır. Bu
yerin eskiliğini vurgulayan peygamber, Senharib’e Rab’bin dediklerini aktarır:
Uzak zamanlardan beri onu
yaptığımı,
eski günlerden beri onu
tasarladığımı,
işitmedin mi?
Aynı peygamber, benzer
şekilde, Babil kralını da Zafon Zirvesine tırmanarak kendisini ilahlaştırmaya
kalktığı için azarlar:
Ey parlak yıldız, seherin
oğlu,
göklerden nasıl düştün!
Sen ki milletleri devirirdin,
nasıl yere yıkıldın!
Ve kendi yüreğinde derdin:
“Göklere çıkacağım,
tahtımı El’in gezegenleri
üzerine yükselteceğim,
Şimalin sonlarında (Zafon
Zirvesinde)
cemaat (Meclis) dağında
oturacağım.
Bulutların yüksek yerleri
(Yükseltilmiş Platform)
üzerine çıkacağım, kendimi
Yüce Olan gibi edeceğim.”
Fakat ölüler diyarına,
çukurun en derinine
indirileceksin.
Burada bu yerin varlığına ve
eskiliğine dair bir doğrulama edinmekle kalmayıp ayrıca tarifini de alıyoruz:
Kişinin yukarıya doğru yükselebileceği ve “Yüce Olan” -bir tanrı- olabileceği
“yükseltilmiş platform” içermekteydi.
Yukarıya doğru yükselme,
diğer kutsal kitap yazılarından da biliyoruz ki, seyahat edebilen “taşlar”
(mekanik tertibatlar) yoluyla yapılmaktaydı. M.Ö. altıncı yüzyılda Hezekiel
peygamber, Zafon Zirvesine ulaşma izni verildikten ve “hareket eden taşlar”
içine alındıktan sonra yüreği kibirlenen Sur kralına acı acı söylenir; bu
deneyimden sonra kral “bir tanrıyım ben,” diye iddia etmişti.
Akdeniz kıyısındaki
Kenan/Fenike şehirlerinden biri olan Biblos’ta (İncil’de Geba) bulunmuş olan
kadim bir para, pekâlâ Kothar-Hasis tarafından Zafon’da inşa edilen yapıları
gösteriyor olabilir (Şekil 89). “Büyük bir ev”i, ona bitişik olan yüksek ve
masif bir duvarla çevrili yükseltilmiş bir bölgeyi göstermektedir. Büyük bir
ağırlığa dayanması için çapraz kolonlarla desteklenen bir podyum üzerinde, koni
biçimli bir nesne, diğer birçok Yakın Doğu resimlerinden de aşina olduğumuz bir
nesne durmaktadır: Tanrıların Göksel Evi, “hareket eden taş.”
Demek ki bu, bizlere ta
kadim zamanlardan miras kalan bir kanıttır. Binyıllar üstüne binyıllar boyunca
kadim Yakın Doğu’nun halkları Sedir Dağı içinde “hareket eden taşlar” için
büyük bir platformun olduğunun, buna bitişik bir “büyük ev” içinde ise
“fısıldayan bir taş”ın saklandığının farkındaydılar.
Ve, eğer kadim metinleri
ve-çizimleri yorumlayışımızda yanılmıyorsak; bu büyük ve bilinen yer ortadan
kalkmış olabilir mi?
İNİŞ YERİ
En büyük Roma tapınağının
kalıntıları Roma’da değil de Lübnan dağlarında yer almaktadır. Bu kalıntılar
Jüpiter’e adanmış büyük bir tapınağı kapsamaktadırlar; eski çağlarda tek bir
tanrıyı onurlandırmak üzere dünya üzerine inşa edilmiş en büyük tapınaktır.
Dört asır kadar süren bir dönem boyunca Romalı yöneticiler bu uzak ve yabancı
yeri muhteşem hale getirmek ve oradaki anıtsal yapıları dikmek için çok gayret
sarf ettiler. İmparatorlar ve generaller kehanetler duymak, kaderlerini
öğrenmek için buraya geldiler. Romalı lejyonerler onun yakınlarında konaklamayı
istediler; iman ve merak dolu olanlar onu kendi gözleriyle görmeye gittiler:
Burası kadim dünyanın harikalarından biriydi.
Cesur Avrupalı gezginler,
burasının 1508’de Martin Baumgarten tarafından ziyaret edilmesinden itibaren,
hayatlarını, kollarını ve bacaklarınım riske atıp, bu tapınak kompleksinin
varlığını bildirdiler. 1751’de gezgin Robert Wood, ressam James Dawkins’in
eşliğinde yazdıkları ve çizdikleriyle bu yerin kadim zamanlardaki ününün
birazını olsun geri kazandırdılar. “Kalıntıları... İtalya, Yunanistan, Mısır ve
Asya’nın diğer kısımlarında ziyaret ettiğimiz şehirlerdeki kalıntılarla
karşılaştırdığımızda, onları bugüne dek mimaride kalkışıldığını gördüğümüz en
cesur planın kalıntıları olarak düşünmekten kendimizi alıkoyamıyoruz.” Hatta
Mısır’daki büyük piramitlerden bile daha cesur bir mimari plan. Wood’un ve
arkadaşının karşılarına çıkan manzara; dağ başının, tapınakların ve gökyüzünün
birbirine karıştığı bir alandı (Şekil 90).
Bu sit alanı Lübnan
dağlarındadır; dağların batıda uzanan “Lübnan” dağ sırası ile doğuda uzanan
“Anti-Lübnan” dağ sırası arasında bereketli, düz bir vadi oluşturmak üzere
birbirlerinden ayrıldıkları, eski çağlardan beri bilinen iki nehrin, Litani ve
Orontes’in Akdeniz’e doğru akmaya başladıkları yerdedir. Kalıntılar, deniz
seviyesinden 1220 m yükseklikte yapay olarak oluşturulmuş çok geniş yatay bir
platform üzerine dikilmiş olan etkileyici Roma tapınaklarından kalmıştır.
Kutsal alan, hem düz üst kısmı oluşturan toprak dolguyu tutan bir istihkâm hem
de bölgeyi koruyan ve gözlerden gizleyen bir çit görevi gören bir duvarla
çevrilidir. Bazı kenarları 762 m uzunluğunda olan kapalı, kare biçimli bölgenin
alanı 465.000 m2’yi aşmaktadır.
İki yanda yükselen dağları
ve vadiye kuzeyden ve güneyden yaklaşılmasını kontrol edecek biçimde
konuşlandırılmış olan kutsal bölgenin kuzeybatı kenarı, günümüzde çekilen bu
kuş bakışı manzarada net biçimde görülebileceği gibi, kasten kesilmiştir (Şekil
91a).
Dik açılı kesme, platformun
önünde engel olmayan kuzey manzarasını batıya doğru genişleten dikdörtgenimsi
bir alan ya¬ratmıştır. İşte bu özel olarak düşünülmüş köşede, Jüpiteı’ e
adan¬mış en büyük tapmak, eski çağlarda bilinen en uzun (20 m) ve en büyük (2,3
m çapında) sütunlarıyla yükselmekteydi. Bu sütunlar ayrıntılı biçimde süslenmiş
ve 4,9 m yüksekliğinde, tepesinde eğimli bir çatı olan ve tapınağın zirve
noktasını daha da yükselten bir baş tabanı (“arkitrav”) taşımaktaydı.
Asıl tapınak, Jüpiter’e
adanmış ve Romalıların burayı M.Ö. 63’te işgal ettikten kısa süre sonra inşa
etmeye başladıklarına inanılan dört kısımlı bir türbenin en batıdaki (ve en
eski) kısmıdır.
Hafifçe eğimli bir doğu-batı
ekseni boyunca (Şekil 91b), ilk olarak anıtsal Giriş Kapısı (A) vardı; büyük
bir merdiven ve içlerinde on iki Olimpos tanrısının heykellerinin yer aldığı
nişler olan on iki sütun tarafından desteklenen yükseltilmiş bir revaktan
oluşmaktaydı. Tapınanlar daha sonra, Roma mimarisinde nadir bir tasarım olan
altıgen biçimli bir ön avluya (B) girerler, buradan geçerek çok geniş bir sunak
avlusuna (C) gelirlerdi; buraya anıtsal ölçülerde bir sunak taşı hâkimdi;
yaklaşık 21,3 m’ye 21,3 m olan bir tabandan 18,3 m kadar yükseliyordu. Avlunun
batı ucunda ise tanrının evi (D) vardı. Avludan 4,9 m -temel platformdan toplam
12,8 m yukarıda olan- daha yükseğe kurulmuş ve 91,5 m’ye 53,3 m gibi devasa ölçülerde
bir podyumun üstünde yükseliyordu. Bu ekstra yüksekliğin üstüne kurulan uzun
sütunlar, baş taban ve çatı birlikte gerçek bir eski çağ gökdeleni
oluşturmaktaydılar.
Anıtsal giriş kapısı
merdivenlerinden ucundaki batı duvarına dek, türbe uzunlamasına 305 metreden
daha fazladır. Güneyinde yer alan ve bir erkek ilaha -bazıları Baküs diye
düşünür ama muhtemelen Merkür’dür- adanan çok büyük bir tapmak (E) ve de
güneydoğusunda Venüs’e hürmet edilen küçük yuvarlak bir tapınak (F) onun
yanında cüce kalmaktadırlar. Burayı 1897’de ziyaret eden Kayzer II. Wilheim’in
emri üzerine sit alanını araştıran ve tarihini inceleyen bir Alman arkeoloji
ekibi, kutsal alanın yerleşimini yeniden oluşturmayı başarmış ve bu kadim
tapınak kompleksinin, merdivenlerin, revakların, giriş kapılarının, sütunların,
avluların ve sunak taşının Roma döneminde muhtemelen nasıl göründüklerine dair
bir ressama resimler çizdirmişlerdi (Şekil 92).
Ünlü Atina Akropol’ü ile kıyaslarsak, bu Lübnan platformu ve
tapınaklarının ölçeği hakkında daha iyi fikir sahibi olabiliriz. Atina’daki
kompleks (Şekil 93) basamaklı, en uzun yeri 305 m ve en geniş yeri 122 m olan
gemi şeklinde bir teras üzerine kurulmuştur. Bir zamanlar kutsal olan bölgeye
ve tüm Atina ovasına tepeden bakan o hayranlık verici Parthenon (Atena
tapınağı) 70 m’ye 30 m kadardır; Lübnan’daki sit alanında yer alan Merkür/Baküs
tapınağından bile küçük.
Harabeleri ziyaret eden
arkeolog ve mimar Sir Mortimer Wheeler yirmi yıl kadar önce şunları yazmış:
“Tapınaklar... niteliklerini beton gibi yeni bulunma yardımlara borçlu
değiller. Dünya’da bilinen büyük taşların üzerinde
pasif biçimde duruyorlar ve sütunlarından bazıları ise eski
çağlardan kalan en büyük sütunlar... Karşımızda Helen dünyasının en son
büyük anıtı duruyor.”
Gerçekten de Helen dünyası;
çünkü herhangi bir tarihçi ya da arkeoloğun bu kadar uzakta ve önemsiz bir
eyalette Romalıların böylesine devasa bir işe kalkıştıklarını düşünmelerine,
Romalılardan önce gelen Greklerin bu alanı kutsal saydıkları gerçeği dışında,
bir neden bulamamaktadırlar. Üç tapınağın adandığı tanrılar: Jüpiter, Venüs ve
Merkür (ya da Baküs); Grek tanrıları Zeus, kızkardeşi Afrodit ve oğlu Hermes
(ya da Diyonizos) idiler.
Romalılar alanı ve büyük
tapınağını, Jüpiter’in kudretinin ve üstünlüğünün en nihai belirtisi olduğunu
düşünmekteydiler. Ona Iove (İbranca Yehve’nin bir
yankısı mı acaba?) deyip tapınağa ve ana heykeline -Iove
Optimus Maximus Heliopolitanus: Heliopolisli optimal ve maksimal Jüpiter
anlamına gelen- ilahi baş harfler olan I.O.M.H.’yi kazımışlardı.
Jüpiter’in bu unvanı; büyük
tapınak her ne kadar Baş Tanrı’ya adanmış olsa da bu yerin hızlı arabasıyla
gökyüzünü bir uçtan bir uca kat eden Helios’un, Güneş
tanrısının bir dinlenme yeri olarak düşünülmesi olgusundan kaynaklanmaktaydı.
Bu inanç Romalılara, bu yere Heliopolis adını veren
Greklerden geçmişti. Greklerin buraya bu adı nasıl verdiklerini kimse kesin
olarak bilmiyor, bazıları ise bu adı verenin Büyük İskender olduğunu
önermekteler.
Ancak Greklerin buraya
duydukları hürmet çok daha eski ve kökü daha derinlerde olmalıdır çünkü bu
durum Romalıların orayı en büyük anıtlarla muhteşemleştirmeye ve kâhinin
kaderleriyle ilgili sözlerini duymak istemelerine yol açmıştı. “Büyük arazi,
taşların ağırlığı, tekil blokların boyutları ve yontuların miktarı bakımından
bu alanın Greko-Romen dünyada hiçbir rakibi yoktu” şeklindeki gerçek [John M.
Cook, The Greeks in Ionia and the East (İyonya ve
Doğu’da Grekler)] başka nasıl izah edilebilir?
Aslında, bu yer ve onun
belirli tanrılarla ilişkilendirilmesi çok daha eski çağlara kadar
dayanmaktadır. Arkeologlar, Roma döneminden önce bu sit alanında altı tapınak
daha inşa edilmiş olabileceğine inanıyorlar; ve Grekler buraya her ne türbesi
diktilerse -tıpkı arkalarından gelecek Romalıların yaptıkları gibi-, daha eski
temellerin üstüne yapılar inşa etmişlerdi. Zeus (Romalılar için Jüpiter),
hatırlayacağınız gibi, Sur kralının güzel kızını kaçırdıktan sonra Akdeniz’i
yüzerek geçmiş, Fenike’den (günümüzde Lübnan) Girit’e gelmişti. Afrodit de
Yunanistan’a batı Asya’dan gelmişti. Ve her yerde dolanan, ikinci tapınağın (ya
da belki bir başkasının daha) adandığı Dionysos ise batı Asya’daki aynı
diyarlardan Yunanistan’a- asmayı ve şarap yapımı bilgisini getirmişti.
Tapınmanın daha eskideki
köklerinin farkında olan Romalı tarihçi Makrobius ülkesindeki halkı şu sözlerle
aydınlatmıştır (Saturnalia I, Bölüm 23):
Asurlular
da Jüpiter adı altında güneşe taparlar; Heliopolis şehrindeki önemli ayinlerle
onu Zeus Heliopolit diye çağırırlar...
Bu ilahi
varlığın aynı anda hem Jüpiter hem de Güneş olduğu, ayininden ve dış
görünüşünden hemen belli olmaktadır...
Uzunca
bir ilahi varlıklar listesi boyunca tartışmaktan kurtulmak için, Asurluların
güneşin (tanrının) gücüyle ilgili olarak neye inandıklarını açıklayacağım. En
yüksek ve büyük diye hürmet ettikleri tanrıya Adad
ismini verirler...
Bu yerin, binlerce yıl
boyunca halkların tahayyülünün ve inançlarının üstünde olan konumu, bu bölgenin
Romalıların gösterdiği hürmeti izleyen tarihçesi boyunca da kendisini
göstermektedir. Macrobius yukarıdaki satırları M.S. 400’lerde yazarken, Roma
çoktan Hristiyan olmuştu ve bu bölge dindarlar tarafından tahrip edilmekteydi.
Büyük Konstantin (M.S. 306-337) Hristiyanlığa döndüğünde orada yaptırılan tüm
ek işleri durdurdu ve bunların yerine orayı bir Hristiyan kilisesine
dönüştürmeye koyuldu. Bir tarihçiye göre 440 yılında “Theodosius, Greklerin
tapınaklarını yıktı; Heliopolis tapınağını, Baal Helios’un,
ünlü Triliton’un büyük Güneş Baal’inin tapınağını bir Hristiyan kilisesine
dönüştürdü.” Jüstinyen (525-565) anlaşılan kırmızı granitten sütunlardan
bazılarını Bizans başkenti Konstantinapol’e taşıttırmış, orada Aya Sofya
kilisesini inşa ettirmişti. Bu yeri Hristiyanlaştırma çabaları ise tekrar
tekrar yerel nüfusun silahlı direnişiyle karşılaşmıştı.
Bölge, 637 yılında Müslüman
egemenliğine geçtiğinde, onlar da büyük platformun üstündeki Roma tapınaklarını
ve Hristiyan kiliselerini özel bir Muhammedi alan haline getirmişlerdi. Zeus ve
Jüpiter’e tapınılan yerde, Allah’a tapmak için bir
cami inşa edildi.
Modern bilginler, komşu sit
alanlarındaki arkeolojik bulguları inceleyerek bu yerde asırlardır süren
tapınma sürecine daha çok ışık tutmaya çalışmışlardır. Bu sit alanlarından
biri, Şam’dan Mezopotamya’ya giden yolda kadim bir kervan merkezi olan
Palmira’dır (İncil’de Tüdmür). Sonuç olarak, Henry Seyrig [La
Triade Héliopolitaine (Heliopolis Üçlemesi)] ve René Dussaud [Temples et Cultes Héliopolitaine (Heliopolis Kültleri ve
Tapınakları)] gibi bilginler çağlar boyunca temel bir üçlüye tapınıldığı
sonucuna vardılar. Bu üçlü Şimşek Tanrısı, Savaşçı Bakire ve Göksel Arabacı
idi. Bu bilginler ve diğerleri artık genel olarak kabul edilen çıkarımın
sağlamlaşmasına katkıda bulundular; Roma-Grek tanrı üçlüsü çok daha eski Sami
inançlarından dallanmıştı, onlar da Sümer panteonuna dayanmaktaydılar. En eski
Üçlü, anlaşılan -Sümer’in baş tanrısı olan babası Enlil tarafından- “kuzeyin
dağlık diyarlarına” atanan Adad’dı. Üçlü’nün dişi
üyesi ise İştar’dı. Büyük İskender bölgeyi ziyaretinden sonra İştar/Astarte ve
Adad’ı onurlandırmak için bir para bastırmıştı; para onun adını Fenike-İbran
dilinde taşımaktadır (Şekil 94). Üçlü’nün üçüncü üyesi ise Göksel Arabacı,
Şamaş idi: tarih öncesi astronotların komutanı. Grekler onu (Helios olarak)
onurlandırmak üzere ana tapınağın üstüne, onu arabasını sürerken gösteren büyük
bir heykelini dikmişlerdi (bkz. Şekil 92). Onlar için hızlılığı, arabayı çeken
dört atla simgeleniyordu; ama Hanok Kitabı’nın
yazarları daha iyi biliyorlardı: “Şamaş’ın arabası
rüzgârla gider.”
Roma ve Grek geleneklerini
ve inançlarını inceledik ve Sümer’e geri geldik; Gılgamış’a ve onun Sedir
Dağında, “İştar kavşağında” Ölümsüzlüğü Arayışı’na döndük. Adad’ın bölgesinde
olmasına rağmen, denmişti ona, orası Şamaş’ın hükmü altındadır. Böylece
orijinal üçlüyü bulduk: Adad, İştar, Şamaş.
Yoksa İniş Yeri’ne mi
geldik?
Greklerin Gılgamış’ın
destansı maceralarından haberdar olduklarından bugün pek az bilgin
kuşkulanmaktadır. Giorgio de Santillana ve Hertha von Deschend, alt başlığı
“insan bilgisinin kökeni ve onun mitler yoluyla aktarımı” olan Hamlet’s Mill (Hamlet’in Değirmeni) adlı kitaplarında,
“İskender, Gılgamış’ın gerçek bir kopyasıydı,” derler. Ama İskender’den de
önce, Homer’in tarihsel masallarında kahraman Odise de benzer ayak izlerinin
peşinden gitmişti. Aşağı Dünya’daki Hades’in evine yolculuk ettikten sonra
gemisi batan Odise’nin adamları “Güneş tanrısının buzağısını yedikleri” ve
dolayısıyla Zeus tarafından öldürüldükleri bir yere varırlar. Yapayalnız kalan
Odise “Ogygian adasına” -Tufan öncesi zamanlardan kalma gözlerden uzak bir yer-
varana dek dolaşır. Orada, “onu bir mağarada tutan ve besleyen” tanrıça
Kalipso, “Kendisiyle evlenmesini ister, bu durumda onu ölümsüz yapmaya
niyetlenmektedir, böylece o hiç yaşlanmayacaktır.” Ama Odise onun teklifini
reddeder; tıpkı Gılgamış’ın İştar’ın aşk teklifini geri çevirmesi gibi.
Suriye Eski Eserler Müdürü
olan ve bu geniş platformu ve anlamını incelemeye bir ömür adamış olan Henry
Seyrig, Greklerin burada “ruhun (yukarıya) yükselişi ile elde edilen, ilah ile
bir özdeşleşme olan Sonraki Yaşam’ın insanın ölümsüzlüğü biçimde temsil
edildiği gizem ayinleri” yaptıklarını bulmuştur. Greklerin bu yeri gerçekten de
insanoğlunun ölümsüzlüğü elde etme çabalarıyla ilişkilendirdikleri sonucuna
varmıştır.
Öyleyse burası, Gılgamış’ın
ilk kez Enkidu ile birlikte gittiği Sedir Dağlarındaki o yer, Baal’in Zafon
Zirvesi midir?
Kesin bir cevap verebilmek
için, gelin bu yerin fiziksel özelliklerine daha yakından bakalım. Göreceğiz
ki, Romalılar ve Grekler tapınaklarını çok daha eski zamanlardan kalmış, taş döşenip
düzeltilmiş bir platformun üstüne kurmuşlardır; bugüne dek hiç kimsenin içine
nüfuz edemeyeceği ve platformun altında yatan gizli odaları, tünelleri,
mağaraları ve diğer yakıları inceleyemeyeceği kadar sık yerleştirilmiş büyük,
kalın taş bloklardan oluşan bir platform.
Böylesi yeraltı yapılarının
hiç şüphesiz mevcut olduğunu, sadece diğer Grek tapınaklarının görünürdeki
zeminlerinin altında gizli, yeraltı mahzenleri ve yapay mağaraları olması
gerçeğinden çıkarmıyoruz. Georg Ebers ve Hermann Guthe [Picturesque
Palestine (Resim gibi Filistin)] bir asır kadar önce yöredeki Arapların
kalıntılara “güneydoğu köşesinden, büyük platformun altında
bir tren yolu tünelini andıran uzun, kemerli bir girişten girdiklerini”
bildirmişlerdir (Şekil 95). “Bu büyük mahzenlerin ikisi, doğudan batıya,
birbirine paralel uzanmakta ve kuzeyden güneye uzanan ve onlara dik açılı olan
bir üçüncü ile bağlantılıdırlar.” Araplar tünele girer girmez tam bir karanlık
içinde kalmışlardı, ötede beride -hayli muammalı bir terimle- “tüllü
perdeler”den gelen tekinsiz yeşil ışıklar görmüşlerdi. 140 m uzunluğundaki
tünelden çıktıklarında, kendilerini “Arapların Dar-as-saadi yani Büyük Mutluluk
Evi dedikleri” Güneş Tapınağı’nın kuzey duvarının altında bulmuşlardı.
Alman arkeologlar da platformun
görünüşe göre devasa mahzenler üstüne kurulu olduğunu bildirmişlerdi ama daha
çok yer üstündeki yapıların haritalandırılması ve yeniden inşası ile meşgul
olmuşlardı. 1920’lerde André Parrot önderliğindeki bir Fransız arkeoloji
misyonu yeraltındaki labirentin varlığını doğrulamış ama gizli kısımlarına
girememişlerdi. Platform yukarıdan, kalın taşlarından delindiğinde ise alttaki
yapılarla ilgili kanıtlar ortaya çıktı.
Tapınaklar, yeryüzü şekline
bağlı olarak 9 m’ye kadar yükselen bir platform üzerine kurulmuşlardı.
Kenarlarından görülebilen taş bloklara bakılırsa, boyutları; uzunluğu 3,6 m ile
9 m arasında değişen, genişliği sıklıkla 2,75 m ve kalınlığı 1,8 m olan
taşlarla örülmüştü. Bu sit alanını oluşturmak üzere kesilen, şekillendirilen,
taşınan ve kat kat döşenip birbirlerine sıkı sıkıya yapıştırılan taşların
miktarını hesaplamaya şu ana kadar kimse kalkışmadı; Mısır’daki Büyük Piramit’i
muhtemelen gölgede bırakır.
Bu platformu en başta kim
hazırladıysa, Jüpiter/Zeus tapınağının yeri olan dikdörtgenimsi kuzeybatı
köşesine özel bir dikkat göstermişti. Burada, tapınağın 4.645 m2’den daha fazlası, son derece büyük bir
ağırlığı desteklemesinin niyetlendiği kesinlikle anlaşılan bir podyum üstünde
durmaktadır. Kat kat kocaman taşlarla inşa edilen Podyum, Avlu’nun önünde, onun
bulunduğu düzeyden 8 m, açık olan kuzey ve batı yanlarında ise yerden 12,8 m
yüksekliktedir. Tapınağın sütunlarından altısının hala ayakta olduğu güney
yanında (Şekil 96a) taş katmanlar kolaylıkla görülebilmektedir: aralarında yine
kocaman ama nispeten daha küçük taşlar olan, uzunluğu 6,4 m’yi bulan taş blok
sıraları vardır. Ayrıca (sol altta), yükseltilmiş tapınağın altında bir teras
gibi çıkıntı yapan Podyum’un alt katmanları da görülebilir. Orada, taşlar daha
da devasadır.
Şu ana dek görülen en büyük
taşlar, Podyum’un batı yanındaki bloklardır. Alman arkeoloji ekibi tarafından
hazırlanan, kuzeybatı köşesinin şematik çiziminde (Şekil 96b), dışarı çıkan
taban ve Podyum’un üst katmanlarının; bazıları 9,5 m’yi geçen uzunlukta, 4 m
yükseklikte ve 3,65 m kalınlığında “siklopyen” taşlardan inşa edildikleri
görülebilir. Bu ölçülerde her taş blok yaklaşık 141,6 m3
hacimlidir ve 500 tondan fazla çeker.
Evet, büyüktüler -Mısırdaki
Büyük Piramit’teki büyük bloklar bile 200 tondur- ama Podyum’u yaratan kadim
usta tarafından kullanılan en büyük granit blok da değildiler.
Podyum’un tabanından 6 m
yukarıda yerleşik olan merkez sıra, inanılmaz biçimde çok daha büyük taşlardan
yapılmadır. Modern topoğraflar bunlardan “dev”, “devasa”, “kocaman”
diye söz etmektedirler. Kadim tarihçiler ise bunlara Trilithon -Uç Taş
Harikası- demişlerdi. Çünkü Podyum’un gözler önündeki batı yanında, benzerleri
dünyanın hiçbir yanında görülmemiş olan üç taş blok yan yana durmaktadır.
Keskin hatlarla biçimlendirilmiş ve birbirlerine mükemmel biçimde uyan üç taşın
her biri (Şekil 97) 18 m uzunlukta, 5 m yüksekliğinde ve 4 m kalınlığındadır.
Dolayısıyla her bir blok 283,2 m3 granit içermekte ve 1000 tonu aşmaktadır!
Platform ve Podyum için
taşlar yöredeki bir ocaktan çıkarılıyordu; Wood ve Dawkins panoramik
çizimlerine (Şekil 90) bu ocaklardan birini eklemişlerdi, kadim taş ocağında
oradan oraya çekilen büyük taş blokları gösteriyorlardı. Ama söz konusu devasa
bloklar bir başka taş ocağından çıkartılmış, kesilmiş ve biçimlendirilmişti;
kutsal bölgenin yaklaşık 1,2 km güney batısında kalan bir vadide yer alan bir
ocakta. Orada, insan Trilithon’dan bile daha inanılmaz olan bir manzarayla
karşılaşır.
Kısmen toprağa gömülü halde,
granit bloklardan biri daha -büyük taş ocakçısı her kimdiyse onun tarafından
bırakıldığı biçimde- orada yatmaktadır. Tamamen şekillendirilmiş ve mükemmel
biçimde kesilmiş, onu kayalık zemine sadece ince bir çizginin bağladığı blok
inanılmaz ölçülerdedir; 21 m uzunluğunda ve 4,9’a 4,3 m’dir. Üstüne tırmanan biri
(Şekil 98) bir buz kalıbı üstündeki sineğe benzer... Temkinli bir tahminle 1200
tondan daha ağırdır.
Çoğu bilgin bunun da, diğer
üç kardeşi gibi, kutsal bölgeye taşınma ve belki de Podyum’un teras kısmını
kuzey yanında daha genişletmekte kullanılma niyetiyle hazırlandığına
inanmaktadır. Ebers ve Guthe ise şu teoriyi kayda geçirmişlerdir; aslında
Trilithon’un altındaki sırada daha küçük iki blok değil de taş ocağında
bulunana benzer, uzunluğu 20,4 m olan tek bir taştır ancak ya hasar görmüş ya
da yan yana duran iki taş görüntüsü vermek üzere yontulmuştur.
Geride kalan devasa taş
bloğu nereye yerleştirmeye niyetlendiler bilemiyoruz ama bizim için Lübnan
dağlarında yuvasını bulmuş Platform ve Podyum’un muazzamlığına ve özgünlüğüne
sessizce tanıklık etmektedir. Aklımızı allak bullak eden şey, 1000 ya da 1200
ton gibi bir ağırlığı vadilerden ve dağ yamaçlarından aşırmayı, her taş bloğu
yerin metrelerce yukarısında tam yerine yerleştirmeyi bir yana bırakın
taşıyacak bir vincin, aracın ya da mekanizmanın günümüzde bile mevcut
olmamasıdır. Bu koca taş blokların taş ocağından tepenin yukarısındaki alana
çekilerek, sürüklenerek taşındığını uzaktan dahi olsa ima edecek herhangi bir
yol, rampa ya da benzeri arazi çalışması bile yoktur.
Ancak çok uzaklarda kalan
günlerde, biri, bir biçimde bunu becermişti...
Ama kim? Yöresel gelenekler
bu yerin, Âdem ve Havva Aden Bahçesinden kovulduktan sonra, Sedir Dağları
bölgesinde yerleşen Âdem ve oğullarından beridir var olduğunu iddia
etmektedirler. Bu efsanelere göre Âdem şimdi Şam olan yerde yerleşmiş ve
buradan çok uzak olmayan bir yerde ölmüştü. Habil’i öldürdükten sonra Sedir
Zirvesinde bir sığınak inşa eden ise oğlu Kabil’di.
Lübnan’ın Maruni ataları ise
şu geleneği anlatırlar: “Lübnan Dağı üstündeki istihkam, dünyadaki en eski
binadır. Âdem’in oğlu Kain, Yaratılışın 133. yılında bir çılgınlık nöbeti
sırasında burayı inşa etmiştir. Buraya oğlu Hanok’un adını verdi ve günahları
Tufan ile cezalandırılan devlerle burayı meskûn etti.” Tufan’dan sonra burası
İncil’deki Nimrod tarafından göklere tırmanma çabasıyla yeniden inşa edildi.
Babil Kulesi, bu efsanelere göre Babil’de değil Lübnan’daki büyük platform
üzerindeydi.
On yedinci yüzyılda yaşamış
d’Arvieux adlı bir gezgin, Mémoires (Kısım 2, Bölüm
26) adlı eserinde yöredeki Müslümanlar kadar Yahudi sakinlerinin de, bu alanda
bulunan kadim bir el yazmasında şunların yazdığına inandıklarını belirtmişti:
“Tufan’dan sonra, Nimrod Lübnan’da egemen olduğunda, Güneş tanrısına tapan
Moablıların tanrısı Baal’in onuruna adlandırılan Baalbek Kalesini yeniden inşa
etmeleri için devleri gönderdi.”
Tanrı Baal’in bu yer ile
Tufan öncesi günlerde ilişkilendirilmesi bir şeyler hatırlatmalı. Gerçekten de,
Grekler ve Romalılar gider gitmez, yöre halkı Helen ismi Heliopolis’i terk edip
burayı Sami dilindeki adıyla anmaya başladı. Bugün de aynı adla anılmaktadır: Baalbek.
Bu adın kesin anlamı
hakkında farklılıklar gösteren fikirler var. Birçokları “Baal’in Vadisi”
anlamına geldiğine inanıyor. Ama hecelemeden ve Talmud’daki göndermelerden
çıkardığımıza göre “Baal’in Ağlaması” anlamına
gelmektedir.
Bir kez daha, Baal’in Mot
ile çarpışmasında düşüşünü anlatan Ugarit destanının kapanış dizelerini
okuyabiliriz; cansız bedeni Anat ve Şepeş tarafından bulunur ve Zafon
Zirvesindeki yapay mağaranın içine gömülür:
Yere düşmüş Baal’e
rastladılar;
Muzaffer Baal ölmüş;
Prens, Dünya Efendisi yok
olmuş...
Anat gözyaşlarını döker;
Vadide, gözyaşlarını şarap
gibi içer.
Yüksek sesle Tanrıların
Meşalesi’ne Şepeş’e seslenir:
“Muzaffer Baal’i kaldır
yerden, lütfen,
kucağıma ver.”
Tanrıların Meşalesi Şepeş
işitir
Muzaffer Baal’i yerden
kaldırır,
Anat’ın omuzuna koyar.
Onu Zafon istihkâmına
çıkarır;
ağlar ona, gömer onu;
toprağın boşluğuna yatırır
onu.
Tüm bu yöresel efsaneler,
tüm efsanelerin gerçek olayların asırlar kadar eski de olsa bir parça
hatırasını içermesi gibi, bu yerin son derece eski olduğu konusunda
hemfikirdirler. Onun inşa edilişini “devler”e atfeder ve inşasını Tufan
olayları ile ilişkilendirirler. Burayı Baal’a bağlarlar, işlevini ise bir
“Babil Kulesi” gibi anlatırlar: “göklere tırmanılacak” bir yer.
Geniş Platform’a, yerine ve
yerleşimine baktığımızda ve çok büyük ağırlıkları desteklemek üzere inşa
edilmiş muazzam Podyum’un amacı üstüne düşündüğümüzde, Biblos’ta bulunan
paranın üstündeki resim (Şekil 89) gözlerimizin önüne gelir: büyük bir tapınak,
duvarlarla çevrili kutsal bir bölge, ekstra güçlü inşaatıyla bir podyum; ve
onun üstünde roket gibi bir Uçan Oda.
Gılgamış Efsanesindeki Saklı
Yer’i anlatan sözler ve tarifler de kulaklarımızda çınlar: Aşılamaz duvar,
dokunan her kimseyi felç eden kapı, “emirlerin yayımlandığı oda”, “Anunnaki’nin
gizli evi”; “ışıklı huzmesi” ile canavarımsı Muhafız.
Zihnimizde hiçbir şüphe
kalmadı; Baalbek’te Baal’in Zafon Zirvesini,
Gılgamış’ın ilk yolculuğunun hedefini bulduk.
Baalbek’i “İştar Kavşağı”
olarak belirlemek, İştar Dünya semalarında süzülürken, bu “İniş Yeri”ne gelip
gidebildiğine göre Dünya üstündeki diğer iniş yerlerine de gidip gelebildiği
anlamına gelecektir. Benzer şekilde, Baal’in Zafon Zirvesine “sözler fırlatan bir
tertibat, ‘fısıldayan bir taş’ “ yerleştirme girişimi de başka yerlerde benzer
iletişim birimleri olduğunu ima etmektedir: “Gök ile Dünya konuşacak ve
denizler gezegenlerle.”
Dünya üstünde gerçekten de
tanrıların hava araçları için İniş Yerleri olarak iş görecek böyle başka yerler
olabilir miydi? Zafon Zirvesi üstünde duranın yanı sıra başka “fısıldayan
taşlar” da var mıydı?
İlk bariz ipucu
“Heliopolis”tir; bu isim, Greklerin Baalbek’i bir biçimde bir “güneş tanrısı
şehri” olarak gören, Mısırdaki adaş şehir ile paralel tutan inançlarını işaret
eder. Eski Ahit de kuzeyde bir Beyt-Şemeşti (“Şamaş’ın
Evi”) ve güneyde bir Beyt-Şemeşti, yani Mısır’daki Heliopolis’in İncil’deki
adıyla On şehri olduğunu kabul etmektedir. Yeremya
peygamberin “Mısır’ın tanrılarının Evleri”nin yeri dediği, Mısır’ın
obelisklerinin yeri burasıdır.
Kuzeydeki Beyt-Şemeşti
Lübnan’daydı, Beyt-Anat’tan (“Anat’ın Evi/Yuvası”) pek
uzak değildi; Amos peygamber burayı “Adad’ın sarayları... El’i görmüş olanın
Evi”nin yeri olarak tanımlıyordu. Süleyman’ın krallığı sırasında, egemenlik
alanı Suriye ve Lübnan’ın büyük kısmını içermekteydi ve onun büyük yapılar inşa
ettirdiği yerler arasında Baalat (“Baal’in Yeri”) ve Tamar (“Palmiyeler Yeri”) de vardı; çoğu bilginler bu
yerleri Baalbek ve Palmira olarak tanımlamaktadırlar (bkz. Şekil 78’deki
harita).
Grek ve Romalı tarihçiler
iki Heliopolis’i birbirine bağlayan bağlara birçok göndermeler yapmışlardı. On
iki tanrıdan oluşan Mısır panteonunu ülkesinin halkına açıklarken Grek tarihçi
Heredot da “Mısırlıların ‘Herkül’ olarak hürmet gösterdikleri Ölümsüz”den söz
etmiştir. Bu Ölümsüze tapıncın Fenike’deki kökeninin izini sürer ve “orada pek
yüce tutulan bir Herakles tapınağı” bulur. Tapınakta iki sütun görür: “Biri saf
altın, öbürü yeşil akik taşından, geceleri pırıl pırıl yanıyordu.”
Böylesine kutsal “Güneş
Sütunları” -”tanrıların taşları”- bölgenin İskender tarafından fethedilmesini
izleyen Fenike paraları üstünde resmedilmiştir (Şekil 99). Heredot bize
bağlantılı iki sütun hakkında ek bilgi de sağlamıştır; biri elektriği en iyi
ileten metalden (altın) ve diğeri de artık lazer iletişiminde kullanılan
değerli bir taştan (zümrüt) yapılmadır ve yüksek güçlü bir huzme yayarken garip
bir ışıltı yayarlar. Bu, Baal tarafından kurulan ve Kenan metinlerinin “muhteşem
taşlar” diye tarif ettiği düzeneğe benzemiyor mu?
Fenike Heliopolis’i
(Baalbek) ve Mısır’daki dengi arasındaki bağlantı üzerine uzun uzun yazan
Romalı tarihçi Makrobius da kutsal bir taştan söz eder; ona göre, Güneş tanrı
Zeus Helioupolites’e hürmet eden Mısırlı rahipler tarafından Mısır’daki
Heliopolis’ten kuzeydeki Heliopolis’e (Baalbek) taşınmış olan “bir nesne”dir.
Ve ekler, “Bu nesneye artık Mısır değil de Asur ayinleriyle tapınılmaktadır.”
Diğer Romalı tarihçiler de
“Asurlular”ın ve Mısırlıların tapındığı koni biçimli “kutsal taşlar”ı
vurgulamışlardır. Quintus Curtius böyle bir nesnenin Siva vahasındaki Ammon
tapınağında yerleşik olduğunu kaydetmiştir. “Orada bir tanrı gibi tapınılan
şey,” diye yazar Quintus Curtius, “yapıcıların genellikle tanrılara
atfettikleri bir biçimde değildir. Daha ziyade, görünüşü sanki bir göbek (‘umbilicus’) gibiydi ve birbirine yapıştırılmış zümrüt ve
değerli taşlardan yapılmıştı.”
Siva’da tapınılan koni
biçimli nesneyle ilgili bilgi, F. L. Griffith’in 1916’da The
Journal of Eygptian Archeology’de (Mısır Arkeoloji Dergisi), Nübye
“piramit şehri” Napata’daki koni biçimli bir “omfalos”un keşfini duyurmasıyla
bağlantılı olarak ifade edilmişti. Bu “nadir Meroe{*} anıtı” (Şekil 100)
Harvard Üniversitesinden George A. Reisner tarafından oradaki Ammon -bu Mısır
tanrısına adanmış olan en güneydeki- tapınağının iç odasında keşfedilmişti.
Grek dilinde omfalos ve Latincede umbilicus
terimi “göbek, merkez” anlamına gelir; bilginlerin henüz anlayamadığı
nedenlerden dolayı eski çağlarda “Dünyanın merkezi”nin bir işareti olarak
görülen koni biçimli bir taştır.
Siva vahasındaki Ammon
tapınağı, hatırlayacağınız gibi, İskender’in Mısır’a geldiğinde danışmak üzere
başvurduğu kehanet merkeziydi. Hem İskender’in tarihçisi Callisthenes hem de Romalı
Quintus Curtius’un şahitliği, değerli taşlardan yapılma bir omfalosun bu
kehanet merkezinde hürmet edilen “nesne”nin ta kendisi olduğu yolunda kuşkuya
yer bırakmaz. Reisner’ in içinde omfalos taşını keşfettiği Nübye tarzı Ammon
tapınağı Napata’daydı; burası Nübye kraliçelerinin egemenliğinin kadim
başkentiydi; İskender’in Ölümsüzlük arayışında Kraliçe Candace’a yaptığı akıl
karıştırıcı ziyareti de hatırlayacaksınız.
Peki, kendince uzun ömür
sürebilmenin sırrını arayan Pers kralı Kambyses’in (Heredot’un bildirdiği gibi)
adamlarını “Güneş Sofrası”nın bir anıta konulduğu Nübye’ye göndermesi sadece
bir rastlantı mıdır? M.Ö. birinci binyıl kadar eskilerde bir Nübye kraliçesi
-Saba Melikesi- Kudüs’teki Kral Süleyman’a doğru uzun bir yolculuğa çıkmıştı.
Baalbek’te halen anlatılan efsaneler Süleyman’ın Lübnan’daki bu yeri onun
onuruna süslediğini aktarırlar. Bu uzun ve tehlikeli yolculuğu sadece
Süleyman’ın bilgeliğinden yararlanmak için mi yapmıştı yoksa gerçek amacı
Baalbek’te yer alan “Şemeş Evi”ndeki kâhine mi danışmaktı?
Burada sadece tesadüften çok
daha fazlası söz konusudur; ve akla şu soruyu getirir: Eğer tüm bu kehanet
merkezlerinde hürmet gösterilen, bir anıt içinde korunan, kutsal bilinen bir
omfalos vardıysa, kehanetlerin bizzat merkezi bu omfalos olamaz mıydı?
Baal’in Mot ile yaptığı
ölümcül dövüşün nedeni Zafon Zirvesine bir fırlatma silosu ve bir iniş
platformu inşa (ya da yeniden inşa) ettirmek değildi. Bunun nedeni onun bir
“Muhteşem Taş”ı gizlice kurmaya kalkışmasıydı. Bu aygıt göklerle olduğu kadar
Dünya üstündeki diğer yerlerle de iletişim kurabiliyordu. Ama, ek olarak bu;
Fısıldayan bir Taş.
İnsanlar onun mesajlarını
bilmeyecekler;
Dünya’daki kalabalıklar
anlamayacaklar.
Muhteşem Taş’ın bariz olan
ikili işlevi üstünde düşündüğümüzde, Baal’in Anat’a yolladığı gizli mesaj
birdenbire açık hale gelir: Tanrıların birbirleri ile haberleşmede
kullandıkları aynı aygıt, kralların ve kahramanların sorularına karşılık
tanrıların kehanet dolu cevaplarının yayımlandığı nesnenin ta kendisiydi!
Konu hakkındaki en ayrıntılı
çalışmada (Omphalos) Wilhelm H. Roscher bu kehanet
taşları için kullanılan -İngilizce navel, Almanca nabel- Hint-Avrupa teriminin “güçlü biçimde yaymak” anlamına
gelen Sanskritçe nabh kelimesinden dallandığını
göstermişti. Sami dillerinde naboh kelimesinin
kehanette bulunmak, önceden söylemek ve nabih{*} kelimesinin ise “peygamber” anlamına gelmesi de bir rastlantı
değildir. Tüm bu eş anlamlar hiç şüphesiz Sümerce’ye dek uzanmaktadır; bu dilde
NA.BA(R) “çözümleyen parlak-ışıltılı taş” anlamına gelmektedir.
Kadim yazıları inceledikçe
böylesi kehanet merkezlerinden oluşan doğrulanabilir bir şebeke ortaya
çıkmaktadır. Jüpiter-Ammon’un Meroe’deki kehanet merkezinin varlığını doğru
biçimde bildiren (2. Kitap: 29) Heredot, şu ana dek tartıştığımız bağlantılara
şunu da ekler: Siva’daki kehanet merkezini kurmuş olan “Fenikeliler” ayrıca
Yunanistan’daki en eski kehanet merkezini, (Arnavutluk sınırı yakınında)
kuzeybatıda bir dağ bölgesi olan Dodona’daki kehanet
merkezini de kurmuşlardı.
Bununla ilgili olarak,
Mısır’ı ziyaret ettiğinde duyduğu bir hikâyeyi de anlatır; “Thebai’deki Zeus
rahipleri derlermiş ki, bir zamanlar Fenikeliler, tapınak rahibelerinden
ikisini kaçırmışlar, sonradan haber alınmış ki, bu kadınlardan biri
Libyalılara, öbürü Yunanlılara satılmış ve bu ülkelerde ilk kehanet
merkezlerini bu kadınlar kurmuşlar.” Ama Dodona’da hikâyenin versiyonu değişir:
“Mısır’daki Thebai’den iki kara güvercin uçmuş” biri Siva’ya öbürü Dodona’ya
gitmiş, kondukları yerlerde birer Jüpiter kehanet merkezi kurulmuş; Grekler ona
Dodona’da Zeus, Mısırlılar da Siva’da Ammon derlermiş.
Romalı tarihçi Silicus
Italicus (M.S. birinci yüzyıl) Anibal’in Roma’ya karşı yaptığı savaşla ilgili
olarak Siva’daki kâhine danıştığını anlatır ve ayrıca, Teb’ten havalanan iki
kumrunun Libya çölünde (Siva) ve Grek Chaonia (Dodona)’da kehanet merkezlerinin
kurulmasından sorumlu olduğundan söz eder. Birkaç yüz yıl sonra, Grek şair
Nonnos, Dionysiaca adlı eserinde Siva ve Dodona’daki
kehanet merkezlerini birbirinin eşi diye tarif etmiş ve bu ikisinin
birbirleriyle sesli iletişimde olduklarını iddia etmiştir:
Libyalı Zeus’un
yeni bulduğu cevaplayan sese
bakın!
Bir kahinin susamış kumları
Chaonia’daki (Dodona)
kumruya yollanır.
F. L. Griffith açısından
baktığımızda, Nübye’deki omfalosun keşfi akla Yunanistan’daki bir başka kehanet
merkezini getirmektedir. Nübye omfalosunun koni biçimi, “Delf
kehanet merkezindeki omfalosun biçimiyle aynıdır,” diye yazar.
Yunanistan’ın en ünlü
kehanet merkezi olan Delf (Delfi) Apollo’ya (“Taş’tan olan”) adanmıştı;
kalıntıları halen turistlerin Yunanistan’da en büyük ilgi gösterdikleri bir
yerdir. Burada da, tıpkı Baalbek’teki gibi, kutsal bölge bir dağ üstünde
biçimlendirilmiş bir platform üstünde yer almaktadır, ayrıca Akdeniz’e ve bu
denizin diğer kıyılarındaki topraklara bir yelpaze gibi açılan bir vadiye
bakmaktadır.
Delf in en kutsal nesnesinin
bir omfalos taşı olduğunu birçok kayıt saptamış durumdadır. Bu taş, Apollo
tapınağının iç odasındaki özel bir taban üstüne kurulmuştu, bazıları bunun
tanrının altın heykelinin yanında olduğunu bazıları da tek başına kutsal
sayıldığını söylemektedir. Bir yeraltı odasında, kehanet duymak için gelenlerin
gözlerinden saklı olan kehanet rahibesi, transa benzeyen bir kendinden geçme
hali içinde, muammalı cevaplar vererek kralların ve kahramanların sorularını
yanıtlıyordu; tanrı tarafından verilen bu cevaplar, omfalostan yayılmaktaydı.
Kutsal olan orijinal
omfalos, belki de bu bölgeyi etkileyen birkaç kutsal savaş veya yabancı
istilalar sırasında, gizemli biçimde ortadan kaybolmuştur. Ama muhtemelen Roma
döneminde tapınağın dışına dikilen bir taş kopyası arkeolojik kazılar sırasında
bulunmuştur ve artık Delf Müzesinde sergilenmektedir (Şekil 101).
Tapınağa doğru giden Kutsal
Yol üstünde, bilinmeyen bir zamanda biri, tapınak inşa edilmeden önce Delf’te
ilk kez verilen kehanetin yerini işaretleme gayretiyle basit bir taş omfalos
dikmişti. Delf paraları, Apollo’yu bu omfalos üstünde oturmuş halde gösterirler
(Şekil 102); Fenike Greklerin eline geçtiğinde ise, onlar da aynı şekilde
Apollo’yu “Asur” omfalosu üstüne otururken gösterdiler. Ama daha sık olarak,
kehanet taşları birbirleriyle ortak bir taban ile bağlantılı ikiz koniler
şeklinde gösterilmişlerdir, tıpkı Şekil 99’da görebileceğiniz gibi.
Delf bir kehanet merkezi
olarak nasıl seçilmişti, omfalos taşı orada ne arıyordu? Gelenekler, Zeus
Dünya’nın merkezini bulmak isteyince dünyanın iki zıt ucundan kartallar
uçurduğunu, anlatırlar. Birbirlerine doğru uçan kartallar Delf’te
karşılaşırlar; burası oraya bir göbek taşı, bir omfalos dikerek işaretlenir.
Grek tarihçi Strabo’ya göre böyle iki kartalın sureti, Delf’teki omfalosun
üstüne yer almaktaydı.
Grek sanatında bulunan
omfalos betimlemeleri, koni biçimli nesnenin üstünde ya da iki yanında iki kuş
göstermektedirler (Şekil 102). Bazı bilginler bu kuşlarda kartalları değil de
belirli bir yere geri gelebilmeyi başaran posta güvercinlerini görmekteler;
bunlar pekâlâ Dünya’nın bir Merkezinden diğerine olan uzaklıkları ölçmeyi
sembolize ediyor olabilirler, diye düşünülmektedir.
Grek efsanelerine göre, Zeus
Tifon ile yaptığı hava çarpışmaları sırasında Delf’e sığınmış, sonunda üstüne
Apollo tapınağının inşa edileceği platform gibi bir alan üstünde dinlenmişti.
Siva’daki Ammon anıtı da sadece yeraltı koridorları, gizemli tüneller ve tapınağın
kalın duvarları içerisindeki gizli geçitleri içermekle kalmaz, aynı zamanda
masif bir duvarla çevrili olan 54,9 m’ye 51,8 m boyutlarında olan girilmesi
yasak bir bölgedir de. Tam ortasında, yekpare taştan bir platform
yükselmektedir. “Fısıldayan taşlar” ile ilişkili tüm sit alanlarında
yükseltilmiş bir platform da dâhil olmak üzere aynı yapısal özellikleri
buluruz. Öyleyse, bunlar da, onlardan çok daha büyük olan Baalbek gibi, hem bir
İniş Yeri hem de İletişim Merkezi miydiler?
İkiz Kutsal Taşları, iki
kartalın eşliğinde Mısır kutsal yazılarında da resmedilmiş halde bulmak
şaşırtıcı olmaz (Şekil 103); ve Grekler kendi kehanet merkezlerini kutsal
alanlar haline dönüştürmezden asırlar önce, bir Mısır firavunu kendi
piramidinde üstüne iki kuşun tünediği bir omfalos resmettirmişti. Bu firavun
M.Ö. 14. yüzyılda yaşayan I. Seti idi ve onun bu betimlemesinde, tarihte
görülen en eski omfalosu Saklı tanrı Seker’in bölgesinde görürüz: Şekil 19’a
tekrar bakınız. Bu, mesajların -”sözlerin”- “her gün Seker’e konuşulduğu”
haberleşme tarzıydı.
Baalbek’te Gılgamış’ın ilk
yolculuğunun hedefini bulmuştuk. “Fısıldayan” Muhteşem Taşlar’ı birleştiren
izleri sürerek Duat’a vardık.
Burası firavunların Sonraki
Yaşam için Gökyüzüne Merdiven’e tırmanmayı hedefledikleri yerdi. Bizce burası,
Yaşam’ı arayan Gılgamış’ın ikinci yolculuğunun hedefi olarak belirlediği yerdi.
TİLMUN: ROKET GEMİLER DİYARI
Gılgamış’ın Ölümsüzlüğü
arayış destanı hiç şüphe yok ki ardından gelen binyıllarda, aynı şekilde ebedi
gençliğin peşine düşen kralların ve kahramanların anlatıldığı birçok hikâyeye
ve efsaneye kaynaklık etmişti. Dünya üstünde bir yerlerde, insanoğlunun
mitselleşmiş anılarının iddialarına göre, insanoğlunun tanrılara katılabildiği
ve ölümün onursuzluğundan kurtulabileceği bir yer vardı.
Yaklaşık beş bin yıl önce
Uruklu Gılgamış, Utu’ya (Şamaş) şöyle yalvarmıştı:
Şehrimde ölür insan; yüreğim
daralır.
İnsan yok olur, yüreğim
ağırlaşır...
En uzun boylu insan bile
göklere erişemez...
Ey Utu,
Diyara girmektir dileğim,
destekçim ol!
Şemler’in dikildiği yerde,
Şem’imi dikmeme izin ver!
Şem, daha önce açıkladığımız gibi, genelde (birinin sayesinde
hatırlanacağı) “Ad” olarak tercüme edilmesine rağmen aslında bir roket gemiydi:
Hanok göklere alınırken “Adı” üstünde gözlerden yok olmuştu. Gılgamış’tan tam
bin yıl sonra Mısır’da kral Teti de aynı şekilde yalvarmıştı:
İnsanlar düşer,
Ad’ları yoktur.
Siz kral Teti’yi kolundan
tutun,
Siz kral Teti’yi göğe alın,
ki Dünya’da insanlar
arasında ölmesin.
Gılgamış’ın hedefi Tilmun
idi; roket gemilerin dikildiği diyar. Tilmun’a ulaşmak için nereye gitti diye
sormak, kendisini bir firavun ve bir tanrı oğlu ilan eden İskender nereye
gitmişti diye sormakla eştir. Aslında şunu sormak gerek: Duat,
Dünya üstünde neredeydi?
Çünkü tüm bu yerler,
vardığımız sonuca göre, tek ve aynıydı.
Ve Gökyüzüne Merdiven’i
bulmayı umdukları yer, en sonunda göstereceğiz ki, Sina yarımadasıydı.
Mısır’ın Ölüler Kitabı’nda
verilen ayrıntıların gerçek Mısır coğrafyasına gönderme yaptığı olasılığını
kabul eden bazı bilginler firavunun temsili yolculuğunun da Yukarı Mısır’daki
mezarlardan Aşağı Mısır’dakilere dek Nil boyunca olduğunu önermişlerdir. Ancak
kadim metinler açıkça Mısır’ın sınırları dışındaki bir yolculuktan söz
etmektedirler. Firavunun rotası doğuya doğrudur; kuzeye değil; ve Sazlar Gölünü
ve onun ötesindeki çölü geçer; sadece Mısır’ı değil Afrika’yı da arkasında
bırakır: Horus’un “Set Diyarları”na, Asya’ya taşan egemenlik bölgesinden gelen
-gerçek ve “siyasi”- zorluklardan çok söz edilir.
Piramit Metinleri Eski
Krallık Firavunları tarafından yazıldıklarında, Mısır’daki başkentleri Memfis
idi. Eski dinsel merkez, Memfis’in hemen kuzeydoğusundaki Heliopolis idi. Bu
merkezlerden başlayan ve doğuya doğru çizilen bir rota, gerçekten de sazlar ve
kamışlarla dolu bir göller zincirine rastlardı. Bunun ötesinde ise çöl, dağ
geçidi ve Sina yarımadası -üstündeki sema Horus ve Set arasındaki, Zeus ve
Tifon arasındaki son savaş alanı olarak hizmet gören bölge- uzanmaktadır.
Firavunun Sonraki Yaşam’a
yaptığı yolculuğun aslında onu Sina yarımadasına götürdüğü olgusu; İskender’in
sadece firavunları taklit etme niyetinde olmaması gerçeğiyle de
desteklenmektedir, İsrailoğullarının Musa’nın önderliğinde Mısır’dan
çıkışlarını tekrarlama gibi bir kasıt da söz konusuydu.
İncil’deki hikayenin
başlangıç noktası Mısır’dı. Sonra “Kızıl Deniz” -İsrailoğulları kuru yatağından
karşıya geçebilsin diye suları ikiye ayrılan su engeli- geliyordu. İskender
tarihinde, bu su engeliyle de karşılaşılır ve ısrarla Kızıl Deniz diye
adlandırılır. Çıkış’ta anlatıldığı gibi, İskender de ordusunu yayan olarak
suyun karşı tarafına geçirmeye kalkışır; bir versiyonda, bir köprü kurarak; bir
diğer versiyonda ise “İskender dualarıyla onu boşalttı.” Başarılı oldu ya da
olmadı (versiyona göre değişiyor), düşman askerleri geri gelen sular altında
boğuldular; tıpkı İsrailoğullarını izleyen Mısırlıların boğulması gibi. Yola
devam eden İsrailoğulları Amelekiler adlı bir düşmanla karşılaşmışlardı:
İskender tarihinin bir Hristiyan versiyonunda “Ameleki” adlı düşman “Kızıl
Deniz’in sularını toplayıp onların üstüne dökmek suretiyle” yok edilir.
Suyun öte yakasında
-İncil’deki Yam Suff teriminin harfiyen tercümesi
“Sazlar Denizi/Gölü” şeklindedir- bir çölde, kutsal bir dağa doğru yapılan
yolculuk başladı. Önemli bir nokta, İskender’in ulaştığı bir arazi işareti gibi
olan dağın adı Muşas idi: İbranca adı Moşe olan Musa’nın Dağı. İşte orada Musa kendisiyle bir
ateşin içinden (yanan çalı) konuşan bir melekle karşılaşmıştı; İskender’in
hikâyelerinde tarif edilen benzer bir olay daha.
Kuran’daki Musa ve balık
hikâyesini hatırlayacak olursak, ikiz ve üçüz koşutluklar çoğalmaktadır. Musa
hakkındaki Kuran’da anlatılan Hayat Sularının yeri “iki nehrin birleştiği yer”
idi. Burası, Osiris nehrinin iki kola ayrıldığı, firavunun yeraltı âlemine
girişe ulaştığı yerdi. İskender hikâyelerinde, burası iki yeraltı nehrinin
birleştiği o önemli noktaya ulaşılan, “Âdem Taşı”nın ışıklar yaydığı,
İskender’e bazı varlıkların geri dönmesini tavsiye ettikleri yerdi.
Ve ayrıca, yine
Müslümanların kutsal kitabı Kuran’da da kaydedilmiş olan, İskender’e “Çift
Boynuzlu-Zülkarneyn” diyerek onu -Musa, Sina Dağında Rab’bi gördükten sonra
yüzünden ışık yayılmasını ve ışık “boynuzları” (harfiyen: huzmeleri) çıkmasını
hatırlayarak- Musa ile denkleştiren bir gelenek de vardı.
İncil’deki Çıkış’ın
olaylarının geçtiği alan, Sina yarımadasıydı. Tüm benzerliklerden ve izinden
gitmelerden çıkardığımız sonuç şudur: İskender, Musa ve firavunların Mısır’dan
çıkıp doğuya doğru izledikleri yol onları sadece Sina yarımadasına
getirebilirdi. Bu, birazdan göstereceğimiz gibi, Gılgamış’ın da hedefiydi.
İkinci ve sonuncu
yolculuğunda Tilmun’a ulaşmak için Gılgamış bir “Magan gemisi” yani Mısır gemisi ile yelken açmıştı.
Mezopotamya’dan yola çıktığına göre tek rotası, Basra Körfezinden aşağıya doğru
yol almaktı. Sonra, Arap yarımadasını dolanarak (Mısırlıların Ur Denizi
dedikleri) Kızıl Deniz’e girecekti. Gemisinin adının da belirttiği gibi, Kızıl
Deniz’den yukarı Mısır’a doğru yol alacaktı. Ama hedefi Mısır değil; Tilmun’du.
Öyleyse Kızıl Deniz’in Nübye’deki batı kıyılarına mı çıkmayı planlıyordu acaba?
Arabistan’daki doğu kıyılarına mı? Yoksa dosdoğru gidip, Sina yarımadasına mı?
(Bkz. Şekil 2’deki harita).
Araştırmamızın talihine
bakın ki, Gılgamış’ın başına bir talihsizlik geldi. Yolculuğuna başladıktan sonra
gemisi bir muhafız tanrı tarafından batırıldı. Sümer’den pek fazla uzaklaşmış
değildi ki, (gemideki varlığı geminin batırılmasına neden olan) Enkidu Uruk’a
yayan dönelim diye yalvardı. Tilmun’a ulaşmayı kafasına koymuş olan Gılgamış,
seçtiği hedefe varmak üzere karadan yürümeye karar verdi. Hedefi Kızıl Deniz
kıyılarında olsaydı, Arap yarımadasını enlemesine geçmesi gerekirdi. Ama o
rotasını kuzeybatıya çevirdi. Bunu biliyoruz çünkü, bir çölü ve ıssız dağları
geçtikten sonra uygarlığa benzer ilk gördüğü şey bir “dipte yatan deniz”di.
Yakınlarında bir şehir ve şehrin hemen dışında bir han vardı. “Bira-kadını”
onu, gördüğü ve geçmek istediği denizin “Ölüm Suları Denizi”i olduğunu
söyleyerek uyardı.
Gılgamış’ın ilk hedefini
belirlemede Lübnan Sedir Ağaçları nasıl özgün bir arazi işareti olarak iş
gördüyseler, “Ölüm Suları Denizi” de Gılgamış’ın bu ikinci yolculuğunda
nerelerde olduğunu belirlemek için özgün bir ipucu sağlamaktadır. Yakın Doğu
boyunca, kadim dünyanın tüm topraklarında, sadece bir tane böyle bir su kütlesi
vardır. Bugün de aynı adla bilinir: Ölü Deniz.
Gerçekten de “dipte yatan deniz”dir; Dünya üstünde, deniz seviyesinden en aşağı
seviyede yer alan su kütlesidir (deniz seviyesinden 396 m aşağıdadır). Suları
tuz ve mineralle öylesine doymuştur ki tüm su yaşamından -hayvan ve bitki-
yoksundur.
Ölüm Suları Denizine bakan
şehir ise bir duvarla çevriliydi. Tapınağı ise Ay tanrısı Sin’e adanmıştı.
Şehir dışında bir han vardı. Sahibesi Gılgamış’ı içeri almış, ona konukseverlik
göstermiş, bilgi vermişti.
Bilinen bir kutsal kitap
hikâyesiyle tüm bunların sıra dışı benzerliği gözden kaçmaz. İsrailoğullarının
çölde kırk yıl süren dolanmaları sona erdiğinde, artık Kenan’a girme zamanı
gelmişti. Sina yarımadasından geliyorlardı, doğu yakasından Ölü Deniz’i dolandılar,
ta ki Erden Nehrinin Ölü Deniz’e döküldüğü yere varana dek. Musa bir tepeye
tırmanıp ovaya baktığında -tıpkı Gılgamış’ın gördüğü gibi- “dipte uzanan
deniz”in ışıltılarını gördü. Ovada, Erden’in öte yakasında bir şehir vardı: Eriha. İsrailoğullarının Kenan iline doğru ilerleyişlerini
engelliyordu; şehrin savunmasını araştırmak için oraya iki casus yolladılar.
Hanı şehir duvarlarında olan bir kadın onlara konukseverlik gösterdi, bilgi
verdi, kılavuzluk etti.
Eriha’nın İbranca adı Yeriho idi; harfiyen “Ay Şehri” anlamına gelir. Şehir, Ay
tanrısı Sin’e adanmıştı...
Burası, bulgularımıza göre,
İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışından bin beş yüz yıl önce Gılgamış’ın vardığı
şehrin ta kendisiydi.
Gılgamış arayışına
koyulduğunda, M.Ö. 2900’lerde Eriha çoktan var mıydı? Arkeologlar Eriha’nın
M.Ö. 7000’lerden önce meskûn olduğu ve M.Ö. 3500’lerde büyüyen bir şehir
merkezi olduğu konusunda hemfikirler; Gılgamış geldiğinde orada olduğu kesin.
Dinlenen ve gücünü toplayan
Gılgamış yolculuğuna devam etmeyi planlıyordu. Kendisini Ölü Deniz’in kuzey
ucunda bulan Gılgamış, çevresinden dolaşacağıma karşı yakaya geçemez miyim,
diye bira kadına sordu. Kara üzerinden gidecek olsa, en sonunda
İsrailoğullarının gittiği yoldan -ama tersine- gitmiş olurdu çünkü Gılgamış
İsrailoğullarının gelmiş oldukları yere gitmek istiyordu. Sandalcı Urşanabi
sonunda onu karşı kıyıya geçirdiğinde, inanıyoruz ki, Ölü Deniz’in güney ucuna
ayak bastı; yani sandalcının onu yakınlaştırabileceği kadarıyla Sina
yarımadasına en yakın yere.
Buradan itibaren “normal bir
yolu” -kervanlar tarafından kullanılan bir yolu- “çok uzakta olan Büyük Deniz’e
kadar” izleyecekti. Yine, kutsal kitap terminolojisinden coğrafya
tanımlanabilir çünkü İncil’de Büyük Deniz, Akdeniz’dir. Kenan ilinin kuru güney
bölgesi olan Negev’de yol alan Gılgamış belirli bir süre boyunca “iki taş
işaret” arayarak batıya doğru gitmeliydi. Orada, Urşanabi’nin dediğine göre,
bir dönüş yapacak ve İtla adında bir kasabaya gelecekti; Büyük Deniz’den biraz
uzakta kuruluydu burası. İtla’nın ötesinde, tanrıların Dördüncü Bölgesi’nde,
girilmesi yasak alan uzanmaktaydı.
İtla “Tanrıların
Şehirleri”nden biri miydi, yoksa İnsanların Şehirlerinden biri mi?
Gılgamış Destanı’nın
parçalanmış Hititçe versiyonunda tarif edilen bu noktadaki olaylar, burasını
her ikisinden biraz olan bir yer gibi göstermektedir. Burası çeşitli tanrıların
gelip gittiği, erişimleri kolay olan “kutsallaştırılmış bir yer”di. Ama oraya
insanlar da gidebiliyordu: Buraya giden yol, yol işaretleriyle belirlenmişti.
Gılgamış orada sadece dinlenmekle ve temiz giysiler giymekle kalmadı, ayrıca
tanrılara adak olarak her gün sunduğu koyunları da orada edindi.
Böyle bir şehri, Eski
Ahit’ten tanıyoruz. Kenan ilinin güneyinin Sina yarımadasıyla birleştiği yerde,
yarımadanın Büyük Düzlüğüne bir geçit gibi duran yerde kurulmuştu. Kutsallığı,
adından bellidir: Kadeş (“Kutsallaştırılmış”); kuzeyde
yer alan adaşından (onun da Baalbek’e yakın kurulmuş olması önemlidir) Kadeş-Barnea (Sümerce’den dallanmış ve “Parlak Taş
Sütunların Kadeş’i” anlamına gelebilecek olan) adıyla ayrılmaktadır. Atalar
çağında, burası İbrahim’in bölgesine dâhildi; o “Negev’e yolculuk etti, Kadeş
ile Şur arasında oturdu.”
Şehri, adıyla ve işleviyle,
Kenanlıların tanrılar, insanlar ve ölümsüzlük arayışı hikâyelerinden de biliyoruz.
Hatırlayacaksınız, Danel, tanrı El’den bir yasal varis istemişti ki oğlu
Kadeş’te onun anısına bir stela dikebilsin diye. Bir başka Ugarit metninde ise
El’in, Şibani (“Yedinci”) adlı bir oğluna -İncil’de
adı geçen Ber-Şeba (“Yedinci’nin Kuyusu”) pekala onun ardından isimlendirilmiş
olabilir- “Kadeş çölünde bir yad ettirici (Sütun) dikmesi” söylenmişti.
Gerçekten de, Syria adlı dergide Ugarit metinlerinin tercümesi ve
anlaşılmasında öncülük eden hem Charles Virolleaud ve hem de René Dussaud
birçok destansı masalın yerinin “Kızıl Deniz ve Akdeniz arasındaki bölge” yani
Sina yarımadası olduğu sonucuna varmışlardı. Sumkhi Gölünde balık avlamaktan
hoşlanan tanrı Baal “Aluş çölüne” avlanmaya gitmişti; burası hurma ağacıyla
ilişkilendirilen (Şekil 104’deki gibi) bir bölgedir. Virolleaud ve Dussaud’un
da belirtmiş oldukları gibi, bu; Ugarit mahallini Çıkış’ı anlatan kutsal kitap
kaydı ile bağlantılı kılan coğrafi bir ipucudur: İsrailoğulları, Eski Ahit’in
Sayılar Kitabı 33. Babına göre, Mara’dan (acı sular yerinden) göç edip, Aluş’a giderken Elim’e (hurma ağaçları vahası) kondular.
El ve daha genç tanrıları
Çıkış’ın olaylarının yaşandığı aynı bölgeye yerleştiren daha fazla sayıda
ayrıntı ise bilginler tarafından “Zarif ve Güzel Tanrıların Doğumu” adını
verdikleri bir metinde bulunmuştur. Açılış dizeleri, eylemin “Suffim Çölü”nde geçtiğini belirtirler; hiç şüphe yok ki,
burası Çıkış’taki Yam Suff’u (“Sazlar Denizi”)
çevreleyen bir çöldür.
Zarif ve güzel tanrılara,
Prens’in oğullarına
sesleniyorum. Onları
Suffim çölündeki,
Yükselme ve Gitme Şehrine
yerleştireceğim.
Kenan metinleri bize bir
ipucu daha sağlarlar. Genelde panteonun başına “El” -en üstün, en ulu olan-
demek, kişisel bir addan ziyade genel bir unvanı işaret eder. Ama yukarıda
okuduğunuz metinde El kendisini Yerah diye, ve
karısını da Nikhal diye tanımlar. “Yerah”, Sami
dilinde “Ay” anlamına gelir; daha çok Sin diye tanınan
tanrı; ve “Nikhal” ise Ay tanrısının eşinin Sümerce adı olan NİN.GAL’in Sami
diline uyarlanmışıdır.
Bilginler yarımadanın adı
olan Sina kelimesinin kökeni ile ilgili birçok teoriler ileri sürmüşlerdir. Ama
tercih edilen çözümün nedeni pek açıktır: Bu isim “Sin’e ait” anlamına
gelmekteydi.
Kanatlı Kapının yerleşik
olduğu diyardaki ilahın ambleminin Hilal olduğunu (Şekil 72) görmekteyiz. Sina
merkezindeki çok sulak bir yer olan ana kavşağın ise Nakhl
diye hala Sin’in eşinin adıyla anıldığını görürüz.
Artık rahatlıkla “Tilmun
Diyarı”nın Sina yarımadası olduğu sonucuna varabiliriz.
Sina yarımadasının
coğrafyasını, topoğrafyasını, yeryüzü şekillerini, iklimini, bitki örtüsünü ve
tarihini araştırdığımızda bu tanımlamamız doğrulanacak ve Sina’nın tanrılar ve
insanların meselelerindeki rolü netleşecektir.
Mezopotamya metinleri
Tilmun’u iki su kütlesinin “ağzında” yerleşik olarak tarif etmişlerdir. İçe
dönük bir üçgene benzeyen Sina yarımadası gerçekten de Kızıl Deniz’in iki kola
ayrıldığı yerde başlar: batıda Süveyş Körfezi ve doğuda Akabe Körfezi.
Aslında, Duat’ın bulunduğu
Set Diyarını gösteren Mısır betimlemesini yan çevirirseniz, şematik olarak
Sina’nın yüzey şekillerini gösteren bir yarımadayı gösterdiğini görebilirsiniz
(Şekil 105).
Metinler “dağlık Tilmun”dan
söz ederler. Sina yarımadası gerçekten de güney kısmında yüksek dağlardan,
dağlık bir merkezi platodan ve kuzeyinde dağlarla çevrili, kum tepelerinin
Akdeniz kıyısına dek indiği bir düzlükten oluşmaktadır. Kıyı şeridi, zamanın
başlangıcından bu yana Asya ve Afrika arasında bir “kara köprüsü”
oluşturmaktadır. Mısır firavunları burayı Kenan ve Fenike’yi istila etmek ve
Hititlere meydan okumak için kullanırlardı. Akkad hükümdarı Sargon “Akdeniz’de
silahlarını yıkadığını”; Akdeniz kıyısındaki toprakları, “deniz diyarlarını üç
kez dolandım; Tilmun’u ellerim yakaladı,” diye iddia etmişti.
Asur’un M.Ö. sekizinci
yüzyıldaki hükümdarı II. Sargon ise bölgeyi “Tuz Denizi kıyısındaki
Bit-Yahkin’den Tilmun sınırına dek” fethettiğini öne sürmüştü. “Tuz Denizi”
adı, Ölü Deniz’in İbranca adı olarak günümüze dek yaşamıştır: Tilmun’un Ölü
Deniz yakınlarında uzandığına dair bir başka doğrulama daha.
Birkaç Asur kralı, Mısır’a
yaptıkları keşif gezilerinde coğrafi bir işaret olarak Mısır Çayı’ndan söz
etmiştir. II. Sargon bu küçük dereden Akdeniz kıyısındaki Filistin kenti
Aşdod’un fethini anlattıktan sonra sıralar. Bir süre sonra başa geçen
Asarhaddon ise şöyle övünmüştü: “Mısır Çayında Arza üstünde dolaştım; kralını,
Asuhili’yi zincire vurdum... Tilmun’un kralı Qanayah’ı vergiye bağladım.”
“Mısır Çayı” adı, artık El-Ariş Deresi diye
adlandırılan (sadece yağmur mevsimi sırasında suyla dolup akan sığ nehir) büyük
ve geniş Sina deresine kutsal kitapta verilen adıyla
eştir. Asur tahtına Asarhaddon’un ardından çıkan Asurbanipal ise “Yukarı
Deniz’de (Akdeniz) olan Sur’dan Aşağı Deniz’deki (Kızıl Deniz) Tilmun’a kadar
hükümdarlığının bukağısını taktım,” diyordu.
Her durumda da Tilmun’un
coğrafyası ve topoğrafyası Sina yarımadasına tam olarak uyar.
Yıllık değişimler hariç,
yarımadanın tarihteki ikliminin de bugünlerdeki gibi olduğuna inanılmaktadır:
Ekim’den Mayıs’a dek düzensiz yağmur mevsimi; yılın geri kalanı tamamen
kurudur. Bu azıcık yağmur miktarı, tüm Sina’nın bir çöl olarak tanımlanması
için yeterlidir (yıl boyunca 25 cm yağmur). Ancak güneydeki yüksek granit dağ
zirveleri kışın karla kaplıdır ve kuzeydeki kıyı şeridinde su seviyesi, yerin
sadece birkaç metre altındadır.
Yarımadanın en tipik
özelliği derelerdir. Güneyde, hızlı ve kısa
sağanakların suları ya doğuya doğru (Akabe körfezine) ya da çoğunlukla batıya,
Süveyş körfezine doğru akar. Yemyeşil vahalarıyla seyretmeye doyum olmayan
derin kanyonlar gibi dereler en çok burada bulunur. Ama yarımadanın yağmur
suyunun büyük kısmı, harita üstünde dev bir kalbin damarlarını andıran geniş
El-Ariş deresi ve onun sayısız kolları yoluyla kuzeye, Akdeniz’e boşalır.
Sina’nın bu kısmındaki dere şebekesini oluşturan derelerin derinlikleri birkaç
santimden birkaç metreye dek değişir; genişlikleri ise birkaç metreden bir
kilometreye, sıkı bir yağmurdan sonra daha da fazlasına dek değişir.
Yağmur mevsiminde bile
yağmur düşmesi düzensizdir. Ani sağanakları uzun kurak dönemler izler.
Dolayısıyla mevsiminde ve hemen ertesinde bol su bulmayı beklemek, yanıltıcı
olabilir. Nisan ortasında Mısır’dan çıkan ve birkaç hafta sonra Sina
yarımadasına giren İsrailoğullarının başına da bu gelmiş olmalıydı.
Bekledikleri sularla karşılaşmadıklarında, su çıkartmak için kayaların neresine
vuracağını Musa’ya göstermek için Rab’bin iki kez müdahale etmesi gerekmişti.
Bedeviler, Sina’daki diğer tecrübeli gezginler gibi, eğer derenin yatağını
oluşturan toprak uygunsa bu mucizeyi tekrarlayabilmektedirler. Sırrı: Birçok
yerde kayalık yatak, kayaların arasından sızan suyu çabucak yakalayan bir killi
toprak katmanı üstünde uzanmaktadır. Bilgiyle ve şansla, tamamen kuru bir dere
yatağını biraz kazmak, yüzeyin bir metre kadar altındaki suyu ortaya çıkarıverir.
Rab tarafından sergilenen
büyük mucize, bu göçebe becerisi miydi? Sina’daki son keşifler bu konuya yeni
bir ışık tutmuştur. Weizmann Bilim Enstitüsünden İsrailli hidrologlar, Sahra
Çölünün bazı kısımlarında ve Nübye’deki bazı çöllerde de olduğu gibi, Sina’nın
ortasında derinlerde “fosil su” bulunduğunu keşfetmişlerdir: başka bir jeolojik
çağdan kalma tarih öncesi göllerin kalıntıları. İsrail’inki kadar bir nüfusa
yaklaşık yüz yıl yetecek miktarda suyuyla bu engin yeraltı rezervuarı, Süveyş
kanalı yakınında başlayan ve İsrail’in çorak Negev bölgesine dek uzanan 15.360
km2’lik geniş bir bant halindedir.
Kayalık zeminin ortalama 915
m altında yatan su, kendi basıncıyla toprak altında 305 m kadar
yükselebilmektedir. Kuzeydeki düzlükte (Nakhl) Mısırlıların petrol için kazı
denemeleri, petrol yerine suya rastlamıştır. Diğer delme girişimleri de bu
inanılmaz durumu doğrulamıştır: yukarıda çorak bir düzlük; aşağısında ise,
modern delme ve pompalama ekipmanlarıyla kolayca ulaşılabilen bir saf su gölü!
Acaba Nefilim, uzay çağı
teknolojileriyle, bu bilgiyi gözden kaçırmış olabilir miydiler? Musa, Rab’bin
dediği gibi yaptığında kuru bir dere yatağında ortaya birazcık suyun çıkması
yerine fışkırarak dışarı akması bu yüzden miydi? Mısır’daki mucizelerini
gösterdiğin asayı eline al, dedi Rab Musa’ya, beni bir kayanın üstünde dururken
göreceksin; asanla kayaya vur “ve kavim içsin diye, oradan sular çıkacak”; çok
sayıda insana ve hayvanlarına yetecek kadar çok. Böylece Yehve’nin büyüklüğü
bilinecekti; Musa’nın oraya bazı şahitler de götürmesi gerekiyordu ve mucize
“İsrail ihtiyarlarının gözü önünde” meydana geldi.
Tilmun ile ilgili bir Sümer
masalı da neredeyse aynı olayı anlatmaktadır. Bu, su kıtlığı nedeniyle yaşanan
kötü zamanlarla ilgili bir hikâyedir. Ürünler kurur, davarlar beslenmez,
hayvanlar susar, insanlar suskunlaşır. Tilmun’un hükümdarı Enşag’ın eşi olan
Ninsikilla, babası Enki’ye şikâyette bulunur:
Vermiş olduğun şehir...
Tilmun, vermiş olduğun
şehir...
Nehrinin hiç suyu yok...
Kızın ne zamandır yıkanmadı;
Şehirde ışıldayan su
dökülmedi.
Sorunu inceleyen Enki, tek
çözümün yeraltındaki suları yükseltmek olduğuna karar verdi. Suların derinliği,
bildik bir kuyu kazarak ulaşılamayacak kadar olmalıydı ki Enki oradaki kaya
katmanlarına göklerden ateşlenen bir füze ile girilebileceği
planını yaptı!
Babası Enki, kızı
Ninsikilla’ya cevap verdi:
“İlahi Utu gökyüzünde
kendini ayarlasın.
‘Göğsü’ne sıkıca bir füze
bağlasın
ve yüksekten toprağa doğru
yöneltsin...
Dünya’nın sularının
yükseldiği kaynaktan
sana topraktan tatlı sular çıkartsın.”
Talimatı alan Utu/Şamaş
yeraltı kaynaklarındaki suları yukarı çıkarma işine koyulur:
Utu, gökyüzünde kendini
ayarlayarak
“göğsü”ne bir füzeyi sıkıca
bağlayarak
Yükseklerden toprağa
yöneltti...
Füzeyi yüksekten bıraktı.
Kristal taşlar arasından suyu
çıkardı;
Dünya’nın sularının çıktığı
kaynaktan ona,
topraktan tatlı sular
çıkardı.
Göklerden atılan bir füze
toprağı delip içilebilir su çıkarabilir miydi? Okuyucularının inanmayacağını
bilen kadim yazar, hikâyenin sonunu “Gerçekten de öyle oldu,” diye bağlar.
Metin, mucizenin işe yaradığını anlatmaya devam eder: Tilmun “ürün veren
tarlaları ve tahıl üreten çiftlikleriyle” bir diyar oldu ve Tilmun şehri
“kayıkhaneleri ve limanıyla Diyarın liman kenti oldu.”
Tilmun ve Sina arasındaki
benzerlikler böylece iki kez doğrulanmış olur: birincisi, kayalık yüzeyin
altındaki yeraltı su rezervuarının varlığı; İkincisi Utu/Şamaş’ın (uzay limanı
komutanının) yakınlardaki varlığı.
Sina yarımadası, Tilmun’un
ünlü olduğu tüm ürünleri de üretebilmekteydi.
Tilmun, Sümerlilerin pek
sevdiği mavimsi lapis lazuliye benzer yarı değerli taşların kaynağıydı. Mısır
firavunlarının mavi-yeşil renkli turkuaz kadar mavi-yeşil renkli mineral
malakit de Sina’nın güneybatı kısımlarından elde ettikleri, kanıtlanmış bir
olgudur. En eski turkuaz madeni şimdilerde Magharah Deresi; Mağaralar Vadisi
denilen bir yerdi, burada derenin açtığı kanyonun kayalık kenarlarına tüneller
kazılmıştı ve madenciler bunlara girip turkuaz çıkartıyorlardı. Daha sonraları,
şimdilerde Sera-bit-el-Kadim denilen bir yerde daha madencilik yapılmaya
başlandı. Magharah’da Üçüncü Hanedanlığa (M.Ö. 2700-2600) dek giden Mısır
yazıları bulunmuştur ve Mısırlıların karakollar kurup madenleri sürekli biçimde
işgal etmelerinin o zamanlarda başladığına inanılmaktadır.
İlk firavunların “Asyalı
Göçmenleri” fethedip yakaladığını gösteren (Şekil 106) betimlemeler kadar
arkeolojik keşifler de, Mısırlıların ilk başlarda sadece daha eski Sami
kabilelerince geliştirilen madenlere baskın yaptıkları konusunda bilginleri
ikna etmiştir. Gerçekten de, turkuazın Mısır dilindeki adı mafka-t
(hatta Sina yarımadasına “Mafkat Diyarı” diyorlardı), “maden çıkartmak, keserek
çıkartmak” anlamındaki Sami fiilinden dallanmıştır. Bu madencilik bölgeleri,
aynı zamanda hem “Sina Hanımı” hem de “Mafkat Hanımı”
diye bilinen tanrıça Hat-Hor’un egemenlik alanındaydı.
Eski zamanların büyük bir tanrıçası, Mısırlıların ilk gökyüzü tanrılarından
biriydi; ona “İnek” lakabını takmışlardı ve inek boynuzlarıyla resmediyorlardı
(Bkz. Şekil 7 ve 106). Hiyeroglif olarak kapalı bir yerdeki bir şahin şeklinde gösterilen adı Hat-Hor ise, bilginler
tarafından (Horus bir şahin olarak resmedilmiş olduğundan) “Horus Evi” olarak
yorumlanıyordu. Ama harfiyen “Şahin Evi” anlamına gelmekteydi; bu da Füzeler
Diyarının yeri ve işlevi ile ilgili çıkarımlarımızı doğrulamaktadır.
Britannica
Ansikolopedisi’ne göre, “Turkuaz, Sina
yarımadasından M.Ö. dördüncü binyıldan önce, dünyanın ilk önemli sert-kaya
madenciliği çalışmasıyla elde edilmekteydi.” O sıralarda Sümer uygarlığı daha
yeni uyanıyordu ve Mısırlılar ise daha bin yıl bekleyeceklerdi. Öyleyse
madencilik faaliyetini kim yürütüyor olabilirdi ki? Mısırlılar bunun bilimler
tanrısı Thoth olduğunu söylerler.
Bu konuda ve Sina’yı
Hat-Hor’a atfetmekte Mısırlılar aslında Sümer geleneklerini izlemekteydiler.
Sümer metinlerine göre Anunnakilerin madencilik işlerini örgütleyen Bilgi
Tanrısı Enki idi ve Tilmun, yine metinlere göre, tufan öncesi zamanlarda Enki
ve Enlil’in kızkardeşi Ninhursag’a bağlanmıştı. Ninhursag gençliğinde harika
bir güzelliğe sahipti ve Nefilimin başhemşiresiydi. Ama yaşlandığında ona
“İnek” lakabını taktılar ve Hurma Ağacı Tanrıçası olarak, başında inek
boynuzlarıyla resmedildi (Şekil 107). O ve Hat-Hor arasındaki benzerlikler ve
bölgeleri arasındaki koşutluklar daha fazla incelemeye gerek bırakmayacak kadar
açıktır.
Sina aynı zamanda bakırın
baş merkeziydi ve kanıtlar, Mısırlıların bakır elde etmek için daha çok
baskınlara güvendiklerini göstermektedir. Bunu yapmak için yarımadanın daha
derinlerine girmeliydiler; On İkinci Hanedan’dan bir firavun (İbrahim’in
dönemi) yaptıklarıyla ilgili olarak bize şu yorumları bırakmıştır:
“Yabancı diyarların
sınırlarına yürüyerek vardım; gizemli vadilerini araştırıp bilinmeyenin
sınırına ulaştım.” Ayrıca adamlarının ele geçirilen ganimetin bir kasasını bile
kaybetmediğini söyleyerek övünmüştür.
Sina’da yakın zamanlarda
İsrailli bilim adamları tarafından yapılan araştırmalar “Mısır’daki İlk Krallık
dönemi sırasında, M.Ö. üçüncü binyılda, Sina’da bakır eriten ve turkuaz
madenciliği yapan, firavunun bölgelerine nüfuz etmesine direnen Sami
kabilelerinin yoğun biçimde yaşadığını” [Beno Rothenberg, Sinai
Explorations 1967-1972 (Sina Keşif Gezileri 1967-1972)] gösteren bolca
kanıt bulmuşlardır. “Hayli büyük bir endüstriyel metalürji girişiminin
mevcudiyetini saptayabildik... Bakır madenleri, madencilerin kampları ve bakır
eritme tesisleri vardır; güney Sina’nın batı kısımlarından Akabe Körfezinin
başındaki Elat’ın doğusuna dek yayılmışlardır.”
Eski Ahit zamanlarında
Etzion-Gaber diye bilinen Elat gerçekten de “Kadim Dünya’nın Pittsburgh”u{*} gibiydi. Yirmi yıl kadar önce Nelson Glueck, Elat’ın hemen kuzeyindeki
Timna’da Kral Süleyman’ın bakır madenlerini gün ışığına çıkardı. Cevherler
Etzion-Gaber’e taşınıyor, orada eritiliyor ve “bugüne dek var olmuş metalürji
merkezlerinin en büyüğü değilse de, en büyüklerinden birinde” rafine
ediliyorlardı [Rivers in the Desert (Çöldeki
Nehirler)].
Arkeolojik kanıtlar bir kez
daha kutsal kitap ile Mezopotamya metinleri birbirine bağlamaktadır. Asur kralı
Esarhaddon “Tilmun’un kralı Qanayah’ı vergiye
bağladım,” diye övünmekteydi. Qeniteler ise Eski
Ahit’te güney Sina’nın sakinleri olarak geçmektedirler ve adları da harfiyen
“demirciler, metalürjistler” anlamına gelmektedir. Mısır’dan kaçtıktan sonra
Musa bu kabileden bir kızla evlendi. R. J. Forbes [The
Evolution of the Smith (Demircinin Evrimi)] kutsal kitapta geçen Qain (“demirci”) teriminin, Sümerce KİN (“biçimlendirici”)
kelimesinden dallandığına işaret etmektedir.
Çıkış’ı izleyen yüzyılda
hüküm süren firavun III. Ramses bu bakırcıların yerleşimlerini istila edişini
ve Timna-Elat metalürji merkezini yağmalayışını şöyle kaydettirmişti:
Seir
halkını, Şasu Kabilelerini yok ettim; çadırlarını,
halkının mallarını yağmaladım, aynı şekilde sayısız hayvanlarını da. Köle
edilip, Mısır’a vergi diye esir alındılar. Onları tanrılara verdim,
tapınaklarına köle yaptım.
Adamlarımı
Kadim Ülke’ye yolladım, oradaki büyük bakır madenlerine. Kadırgalar taşıdı
onları; karadan yolculuk edenler eşek sırtındaydılar. Firavunların hükümdarlığı
başladığından beri, böylesi hiç duyulmamıştı.
Madenler
bakırla doluydu; kadırgalara on binlerce yüklendi. Mısır’a yollandılar ve
güvenle vardılar. Saray balkonunun altına taşındı ve yığıldılar; üç kere rafine
edilen altın renginde yüz binlerce bakır çubuk.
Herkesin
onları, harikalar gibi seyretmesine izin verdim.
Enkidu’ya tanrıların verdiği
ceza, hayatının geri kalanını Tilmun madenlerinde geçirmesiydi ve yoldaşı
Gılgamış bir “Mısır gemisi” yapıp yoldaşını da beraberinde götürme planı
yapmıştı çünkü Madenler Diyarı ve “Füzeler Diyarı” aynı diyarın iki parçasıydı.
Bu tanımlamamız, kadim verilere de uymaktadır.
Tarihteki ve tarih
öncesindeki olayları yeniden biraraya getirmeye devam etmeden önce, Tilmun’un Sümer dilinde Sina yarımadasına verilen ad olduğu
yolundaki çıkarımımızı sağlamlaştırmamız çok önemlidir. Bilginler şu ana dek
bunu desteklemiyorlardı; biz karşıt görüşleri de incelemeli ve neden yanlış
olduklarını göstermeliyiz.
İlk savunucularından biri R
B. Cornwall [On the Location of Tilmun (Tilmun’un Yeri
Üstüne)] olan ısrarlı bir düşünce ekolü, Tilmun’u (bazen “Dilmun” diye de
yazılır) Basra Körfezindeki Bahreyn adası olarak tanımlamaktadır. Bu görüş,
Asur kralı II. Sargon’un bir yazıtına dayanmaktadır; kral burada kendisine
vergi veren krallar arasında “Güneşin doğduğu yerde, denizin ortasında, otuz
çifte saat uzaklıkta, evi bir balık gibi duran Dilmun kralı Uperi”yi de
saymaktadır. Bu ibare Tilmun’un bir ada olduğu şeklinde yorumlandı; bu görüşü
savunan bilginler “Güneşin doğduğu denizi” Basra Körfezi olarak belirlediler.
Sonra da cevap olarak Bahreyn ile ortaya çıktılar.
Bu yorumlamada birkaç hatalı
yön vardır. Birincisi, Tilmun’un baş şehri pekâlâ kıyıya yakın bir ada
olabilirdi; metinler bir Tilmun diyarı ve bir Tilmun-şehri olduğu konusunda
kuşkuya yer bırakmazlar. İkincisi, “denizin ortasındaki” şehirleri tarif eden
diğer Asur yazıtları, bir koydaki kıyı şehirlerine atıfta bulunmaktadırlar, bir
adaya değil (örneğin, Akdeniz kıyısındaki Arvad). Ayrıca, eğer “güneşin doğduğu
deniz” Mezopotamya’nın doğusundaki bir denizi belirtiyorsa, Basra Körfezi uygun
olamaz çünkü Mezopotamya’nın doğusunda değil güneyindedir. Ve de Bahreyn, otuz
çifte saat boyunca yelken açılmasına uygun olmayacak kadar Mezopotamya’ya
yakındır. Mezopotamya körfez limanlarının 480 km güneyinde yer almaktadır;
altmış saat yelken açmayla, en yavaş hızda bile, bundan çok daha büyük bir
uzaklık katedilebilir.
Bahreyn-Tilmun
eşleştirmesinden kaynaklanan bir başka sorun da Tilmun’u ünlü yapan ürünlerle
ilgilidir. Gılgamış zamanında bile, Tilmun Diyarının tamamı girilmesi yasak
bölge değildi. Gördüğümüz gibi, hüküm giymiş insanların karanlık ve tozlu
madenlerde çalışıp Tilmun’un o ünlü yarı değerli taşlarını ve bakırı çıkardığı
bir bölümü vardı. Kültür ve ticarette uzun zamandır Sümer’le ilişkili olan
Tilmun buraya istenen ahşap türlerini de sağlıyordu. Ve -Ninsikilla’nın
artezyen suları için yalvardığı hikâyesinde anlatılan- ziraat alanları kadim
dünyaya çok beğenilen soğan ve hurmaları sağlamaktaydı.
Bahreyn’de “sıradan
hurmalar” dışında bunların hiçbiri yoktu. Bu sorunun çevresinden dolaşmak için
Bahreyn ekolü taraftarları karmaşık bir cevap geliştirdiler. Geoffrey Bibby [Looking for Dilmun (Dilmun’u Aramak)] ve aynı fikirdeki
diğerleri, Bahreyn’in bir gemi aktarma noktası olduğunu öne sürdüler. Ürünlerin
gerçekten de başka, daha uzak diyarlardan geldiklerini kabul ediyorlardı. Ama
bu malları taşıyan gemiler Sümer’e kadar gitmiyorlardı. Bahreyn’de durup
mallarını boşaltıyorlardı ve Sümer’in ünlü tüccarları bunları Sümer limanlarına
götürmek için yüklüyorlardı; böylece Sümer kâtipleri malların nereden gelmiş
olduklarını (bu teoriye göre) kayda geçirdiklerinde Bahreyn anlamında “Dilmun”
diye yazıyorlardı.
Ama büyük uzaklıklar aşan
gemiler neden Mezopotamya’daki gerçek menzile gitmeyip Bahreyn’de yük boşaltma
gibi fazladan çaba ve maliyete katlanıyorlardı ki? Ayrıca, bu teori Sümer ve
Akkad hükümdarlarının, diğer diyarların gemilerinin yanı sıra Tilmun’dan gelen
gemilerin de limanlarına demir attıkları yolundaki belirgin ibareleriyle doğrudan
çelişmektedir. Komşu kent Uruk’un kralı Gılgamış’tan yaklaşık iki yüzyıl önce
Lagaş kralı olan Ur-Nanşe “Tilmun gemileri... bana vergi diye kereste
getirdiler,” diye iddia etmişti. Onun yazıtında Tilmun
kelimesini “füze” için kullanılan resim-kelimeden kolayca tanırız (Şekil 108).
Akkad’ın ilk hükümdarı Sargon ise “Akkad limanında Meluhha’dan gemiler,
Magan’dan gemiler ve Tilmun’dan gemiler bağlıdır,” diye övünmekteydi.
Demek ki, Tilmun’dan ürünler
getiren gemilerin doğrudan Mezopotamya limanlarına, mantık ve ekonominin de bir
gereği olarak, gittikleri açıktır. Aynı şekilde, kadim metinler Mezopotamya’dan
Tilmun’a doğrudan ihraçtan da söz etmektedirler. Bir yazıt, Lagaş’tan Tilmun’a
(M.Ö. 2500’lerde) buğday, peynir ve kepekli arpa gönderimini kayda düşer; bir
adada indirme bindirme yapıldığında dair tek bir bahis yoktur.
Bahreyn teorisinin önde
gelen karşıtlarından biri olan Samuel N. Kramer [Dilmun, the
“Land of living” (Dilmun, “Canlılar Diyarı”)] Mezopotamya metinlerinin
burayı risk ve maceraya atılarak ulaşılabilen “uzak bir diyar” olarak tarif
ettikleri gerçeğini vurgulamıştır. Bu tarifler, yakınlarda olan ve Basra
Körfezi sularında keyifli bir yelkenli yolculuktan sonra varılan bir dağa pek
uymaz. Kramer ayrıca çeşitli Mezopotamya metinlerinin Tilmun’u tek bir deniz
yakınına ya da içine değil de iki su kütlesi yakınına yerleştirdiği gerçeğine
de büyük önem vermişti. Akkad metinleri Tilmun’u ina pi
narati, “iki akan suyun ağzında” diye konuşlandırırlar: iki su
kütlesinin başladığı yer.
Yine, Tilmun’un “Güneşin
doğduğu” yerdeki bir diyar olduğunu belirten bir başka ibarenin kılavuzluğu ile
Kramer ilk olarak Tilmun’un bir ada değil de bir kara olduğuna ve İkincisi
Güneş oradan doğduğuna göre, Sümer’in doğusunda olması gerektiğine karar
vermiştir. Doğuda iki su kütlesinin birleştiği böyle bir yeri aradığında ise,
daha çok güneydoğuda denilebilecek, Basra Körfezi ile Hint Okyanusunun
birleştiği bir noktayı bulmuştu. Balucistan ya da İndüs Nehri yakınlarında bir
yer, önerileri arasındaydı.
Kramer’in tereddütü;
ülkeleri ve halklarını sıralayan sayısız Sümer ve Akkad metninde Tilmun’un Elam
ya da Aratta gibi doğu diyarlarıyla ilişkili olarak belirtilmediği şeklindeki
çok iyi bilinen bir olgudan kaynaklanmaktaydı. Bunun yerine, birbirleri yanında
yer alan topraklar olarak Meluhha (Nübye/Etiyopya), Magan (Mısır) ve Tilmun diye
biraraya getiriliyorlardı. Mısır (Magan) ve Tilmun arasındaki yakınlık; “Enki
ve Ninhursag” metninin sonunda açıkça belirtilir; burada, Nintulla’nın “Magan
Efendisi” ve Enshag’ın “Tilmun Efendisi” olarak atanması iki tanrının da
kutsamasını hak eder. Ayrıca, Enki’nin otobiyografisi gibi yazılmış olan ve
onun Tufan’dan sonraki faaliyetlerini anlatan kayda değer bir metinden de
açıkça bellidir ki Tilmun, Magan ve Meluhha’nın yanında sıralanmaktadır:
Magan ve Tilmun diyarları
bana bakıyorlardı.
Ben, Enki, Tilmun sandalımı
kıyıya bağladım,
Magan sandalını tepeleme
yükledim.
Meluhha’nın neşeli sandalı
altın ve gümüş taşır.
Tilmun’un Mısır’a yakın
olduğunu düşünürsek, Tilmun’un “güneşin doğduğu yerde” yani (bilginlere göre)
Sümer’in doğusunda, (Sina’nın olduğu gibi) batısında
olmadığı anlamına gelen cümleleri ne yapacağız?
Kısaca söyleyelim;
metinlerde böyle bir cümle yoktur. “Güneş’in doğduğu
yerde” demezler; “Şamaş’ın yükseldiği yerde” derler; ve
bu her şeyi değiştirir. Tilmun doğuda falan değildir ama roket gemilerinin
içinde göklere doğru yükselen Utu/Şamaş’ın (göksel sembolü Güneş olan ama
güneşin ta kendisi olmayan tanrının) yeri olduğu kesindir. Gılgamış
destanındaki sözler apaçıktır:
Dağın adı Maşu’dur.
Maşu Dağına vardı;
Giden ve gelen Şemler’i
her gün seyretti...
Roket-adamlar korur
kapısını...
O alçalır ve yükselirken
Şamaş’ı gözlerler.
Burası, gerçekten de
Ziusudra’nın götürülmüş olduğu yerdir:
Geçiş Diyarında
Tilmun Diyarında,
Şamaş’ın yükseldiği yerde,
Onun yerleşmesini
sağladılar.
Ve burası, bir Şem dikmesine
izin verilmeyen, bundan dolayı sadece atası Ziusudra ile konuşmayı amaçlayan
Gılgamış’ın Tilmun’da ayak bastığı Maşu Dağıydı: Sina
yarımadasındaki Moşe (Musa) Dağı.
Modern bitki bilimciler
yarımadanın bitki örtüsündeki çeşitlilik karşısında hayrete düşmektedirler;
birçoğu Sina’ya özgü binlerce bitki türü uzun ağaçlardan küçücük çalılara kadar
değişkenlik göstermektedirler. Su olan her yerde -vahalarda ya da kıyılardaki
kum tepelerinin yüzeylerinin hemen altında veya dere yataklarında- bu ağaçlar
ve çalılar etkileyici bir ısrarla ve dayanıklılıkla büyürler, Sina’nın kendine
özgü iklimine ve su dağılımına uyumlanmışlardır.
Sina’nın kuzeydoğu kısımları
pekâlâ o çok aranan soğanların kaynağı olabilir. Uzun yeşil saplı türüne
verilen isim scallion, bu lezzetli ürünün Avrupa’ya
gönderilmek üzere yüklendiği limana ait ipucu vermektedir: Ascalon;
Mısır Çayının hemen kuzeyindeki Akdeniz kıyı şehri.
Sina’nın kendine özgü
koşullarına kendini uyarlayan ağaçlardan biri de akasyadır; yüksek terleme
oranı yüzünden dere yataklarına uyum sağlamıştır, toprağın birkaç metre
aşağılarına dek yüzey neminden yararlanır. Sonuç olarak bu ağaç yağmur
olmaksızın yaklaşık on yıl yaşayabilir. Kerestesi beğenilen bir ağaçtır; Eski
Ahit’e göre Kutsal Ahit Sandığı ve bazı parçaları bu ağaçtan yapılmadır.
Pekâlâ, Sümer krallarının tapınakları için ithal ettirdikleri bir ağaç olmuş
olabilir.
Sina’da hep görülen
manzaralarından biri de ılgınlardır; yıl boyunca derelerin izleri üstünde
büyüyen çalıya benzer ağaçlardır çünkü kökleri yüzey altı nemine dek uzanırlar
ve suyun tuzlu ve kireçli olduğu yerlerde bile büyüyebilirler. Özellikle
yağmurlu kışlardan sonra, ılgın bükleri bu bitkilerin üstünde yaşayan küçük
böceklerin salgıladıkları tatlı, yuvarlak beyaz bir madde ile dolarlar.
Bedeviler bugün bile bunlara kutsal kitaptaki adı vermektedirler: manna.
Ancak eski çağlarda
Tilmun’la en çok ilişkilendirilen ağaç hurma idi. Hurma hala, ekonomi
bakımından Sina’nın en önemli ağacıdır. Çok az bakım gerektirir; Bedevilere
meyve (hurma) sağlar; etli yaprakları ve çekirdeklerini develere ve keçilere
yedirirler; ağacın gövdesi ise inşaat malzemesi ve yakıt olarak kullanılır;
dallarından çatı, liflerinden de ip ve örgü yapılır.
Mezopotamya kayıtlarından
biliyoruz ki, bu hurmalar eski çağlarda Tilmun’dan ihraç edilmekteydi. Hurmalar
öyle büyük ve öyle lezzetliydiler ki, (Gılgamış’ın şehri) Uruk tanrılarının
yemek reçeteleri “yılın her günü, dört öğünde, sıradan hurmalardan ve Tilmun Diyarı
hurmalarından, ayrıca incir ve üzümlerden 108 ölçek... İlahlara sunulmalıdır,”
şeklinde ayrıntılıydı. Sina’dan Mezopotamya’ya giden kara yolu üzerindeki en
yakın ve en kadim kasaba Eriha idi. Şehrin kutsal kitaptaki lakabı ise “Eriha,
hurmalar şehri”ydi.
Hurmanın Yakın Doğu
dinlerinde, insanoğlu ve onun tanrıları ile ilgili kadim kavramlar bakımından
bir sembol olarak benimsendiğini de görüyoruz. Kutsal kitaptaki mezmur yazarı
“salih adam hurma ağacı gibi bitecektir,” diye söz vermiştir. Hezekiel peygamber,
Kudüs’teki tapınağın yeniden inşa edilmesiyle ilgili vizyonunda, tapınağın
“kerubilerle ve hurma ağaçları ile yapılmıştı; iki kerubi arasında bir hurma
ağacı vardı ve her kerubinin iki yüzü vardı.” O sıralarda Babillilerin zorla
Yudea’dan sürgün ettiği halk arasında yaşayan Hezekiel, kerubiler ve hurma
ağaçlarını gösteren Mezopotamya betimlemelerine aşinaydı (Şekil 109).
Kanatlı Diskin (On İkinci
Gezegen’in amblemi) yanı sıra, tüm kadim uluslar tarafından en yaygın biçimde
betimlenen sembol Hayat Ağacıydı. Der
Alte Orient (Kadim Doğu) adlı eserinde Felix von Luschau ta 1912’de Grek
İyon sütun başlıkları (Şekil 110a) kadar Mısır sütun başlıklarının da (Şekil
110b) aslında hurma ağacı (Şekil 110c) biçimindeki Hayat Ağacının
stilizasyonları olduğunu göstermiş ve Hayat Ağacı efsanesi ve destanlarının,
hurma meyvesinin bazı özel türleriyle ilgili olduklarına dair ilk önermeleri
doğrulamıştı. Hurma ağacı temasının Hayat sembolü olarak Müslüman Mısır’da,
Kahire’nin büyük camisinin süslemelerindeki gibi, hala kullanıldığını görüyoruz
(Şekil 110d).
Henrik Bergema’nın yazdığı De Boom des Levens en Schrift en Historie
(Hayat Ağacı, Yazı ve Tarih) ve Geo. Widengren’in yazdığı The
King and the Tree of Life in Ancient Near Eastern Religion (Kadim Yakın
Doğu Dininde Kral ve Hayat Ağacı) gibi başlıca eserler, Tanrıların Evi’nde
büyüyen böyle bir ağaç kavramının Yakın Doğu’dan tüm dünyaya yayılmış ve
dinlerin bir temel özelliği haline gelmiş olduğunu göstermişlerdir.
Tüm bu betimlemelerin ve
inançların kaynağı, Canlılar Diyarına ait Sümerce kayıtlardı:
Tilmun,
Yaşlı kadınların “Ben yaşlı
bir kadınım” demediği,
Yaşlı adamların “Ben yaşlı
bir adamım” demediği yer.
Söz oyununda usta olan
Sümerliler Füzeler Diyarına TİL.MUN demişlerdi; ancak bu terim ayrıca “Canlılar
Diyarı” anlamına da geliyordu çünkü TİL aynı zamanda “Hayat” demekti. Sümerce
Hayat Ağacı GİŞ.TİL’dir ama GİŞ aynı zamanda insan yapımı, üretilmiş bir nesne
demektir; öyleyse GİŞ.TİL aynı zamanda “Hayata Araç” anlamına da gelir: bir
roket gemi. Sanatta da Kartal adamların hurma ağacını değil de bir roketi
selamladıklarını görürüz (Şekil 60).
Grek dinsel sanatında
omfalosun hurma ağacı ile ilişkilendirildiğini keşfettiğimizde ise düğümler
daha da sağlamlaşırlar. Delf’teki kadim Grek betimlemesi, Apollo tapınağının dışına
dikilen omfalos kopyasının bir hurma ağacının yanına konduğunu göstermektedir
(Şekil 111). Yunanistan’da bu ağaçlardan olmadığına göre, bu (bilginlere göre)
tunçtan yapılma yapay bir ağaçtı. Omfalosu hurma ağacıyla ilişkilendirmek,
temel bir sembolizm meselesi olmalıdır çünkü bu betimlemeler diğer Grek kehanet
merkezlerinde de tekrarlanmaktadır.
Daha önce, omfalosun Grek,
Mısır, Nübye ve Kenan “kehanet merkezleri” ve Duat
arasında bir bağlantı olarak iş gördüğünü anlatmıştık. Şimdi de bu “Muhteşem taş”ın
hurma ağacıyla -Canlılar Diyarının ağacıyla- bağlantısını kurmuş olduk.
Gerçekten de, Kerubilerin
betimlemelerine eşlik eden Sümerce metinlerde şu ilahi yer almaktadır:
Enki’nin koyu kahverengi
ağacını tutuyorum elimde;
Sayılanı söyleyen ağaç,
büyük göklere doğru silahı
elimde tutuyorum.
Hurma ağacını, büyük kehanet
ağacını, elimde
tutuyorum.
Bir Mezopotamya betimlemesi,
elinde bu “hurma ağacını, büyük kehanet ağacını” tutan bir tanrıyı
göstermektedir (Şekil 112). Tanrı, “Dört Tanrı”nın yerinde Hayat Meyvesini bir
krala bahşetmektedir. Mısır metinlerinde ve betimlemelerinde biz buraya zaten
rastlamıştık: Bunlar Duat’taki Gökyüzüne Merdiven’in
yanında yerleşik olan Dört Ana Yön’ün Dört Tanrısı’ydı. Sümer’deki Cennet
Kapısının da hurma ağacıyla işaretlenmiş olduğunu da (Şekil 72) görmüştük.
Ve artık hiçbir şüphemiz
kalmadı: kadim çağlardaki Ölümsüzlük Arayışının hedefi, Sina yarımadasında bir
yerlerde olan bir uzay limanıydı.
ELE GEÇMEZ BİR DAĞ
Sina yarımadasında bir
yerlerde Nefilim, Tufan sonrası uzay limanlarını kurmuşlardı. Sina
yarımadasında bir yerlerde, ölümlüler, işin doğrusu tanrılarının lütfuyla
seçilmiş bir azınlık, belirli bir dağa yaklaşabiliyordu. Orada, muhafızlık eden
kuş adamlar “Geri dön!” diye emretmişlerdi İskender’e, “çünkü ayak bastığın
diyar sadece Tanrı’ya aittir.” Orada, Rab Musa’ya seslenmişti; “Buraya
yaklaşma! Çünkü üstünde durduğun yer mukaddes topraktır!” Orada, kartal adamlar
Gılgamış’ı sersemletici ışınlarıyla karşılamışlar ama onun sıradan bir ölümlü
olmadığını fark etmişlerdi.
Sümerliler bu karşılaşmalar
dağına MA.ŞU Dağı derlerdi; Üstün Saltanat Kayığı Dağı. İskender’in
masallarında bu dağ Muşas Dağıdır; yani Musa Dağı. Bunların eş doğaları ve işlevleri, eş adları ile
birleşince; söz konusu tüm bu durumlarda gidilecek menzilin işareti oranın hep
aynı dağ olduğunu önermektedir. Dolayısıyla, “Giriş kapısı yarımadanın
neresindeydi?” sorusunun cevabı gibidir: Yarımadanın haritalarında açık biçimde
işaret edilen Çıkış Dağı yani “Sina Dağı”; peki bu, güney Sina’daki yüksek granit
dağları arasındaki en yüksek zirve değil midir?
İsrailoğullarının Mısırdan
çıkışı; geçen 33 asır boyunca her yıl Fısıh bayramı olarak kutlanmıştır.
İbranların tarihsel ve dinsel kayıtları; Çıkış’a, çölde dolaşma, Sina Dağında
Ahitleşmeye yapılan göndermelerle doludur. Tüm İsrail ulusunun Rab Yehve’yi
kutsal dağda bütün muhteşemliğiyle pırıl pırıl görmüş olduğu İlahi Tecelli
sürekli olarak insanlara hatırlatılır. Ancak bu olayın geçtiği yer, bir kült
merkezi haline gelmesin diye hep örtülmüştür. İncil’de herhangi bir kimsenin
geri dönüp Sina Dağını ziyaret ettiğine dair bir ibare yoktur, biri dışında:
İlyas peygamber. Çıkış’tan yaklaşık dört asır sonra, Carmel Dağında Baal’in
rahiplerini öldürdükten sonra hayatını kurtarmak için kaçar. Rotasını Sina’daki
dağa çevirir, çölde yolunu kaybeder. Rab’bin bir meleği onu hayata döndürür ve
dağdaki bir mağaranın içine koyar.
Bugünlerde, insanın Sina
Dağını bulması için kılavuzluk edecek bir meleğe artık ihtiyacı kalmamış
görünüyor. Modern hacı, tıpkı geçmiş asırlarda başka hacıların da yaptığı gibi,
rotasını azize ilan edilen Mısırlı Katrina’nın cesedini meleklerin yakınlardaki
bir zirveye taşımasından sonra bu adı alan Katrina manastırına (Şekil 113)
çevirir. Orada geceledikten sonra, şafak sökerken hacılar Gebel
Mussa’ya (Arapça “Musa Dağı”) tırmanmaya başlarlar. İlahi Tecelli’nin ve
On Emir’in alınmasıyla ilişkilendirilen “geleneksel” Sina Dağı, manastırın
güneyinde yükselen neredeyse 3200 m yüksekliğindeki masif güney zirvesidir
(Şekil 114).
Bu zirveye tırmanış uzun ve
zorludur; 762 m’lik bir çıkışı gerektirir. Kullanılan yollardan biri, masif
zirvenin batı yamacı boyunca keşişlerin yerleştirdiği dört bin basamaktır.
Birkaç saat daha uzun süren daha kolay bir yol ise zirve ve pek uygun bir
şekilde Musa’nın kayınpederi Yetro’nun adının verildiği bir dağın
arasındaki vadiden başlar ve doğu yamaçları boyunca yavaşça yükselerek,
ilk yolun son 750 basamağı ile birleşir. Keşişlerin geleneğine göre, İlyas
peygamber Rab ile bu kesişme noktasında karşılaşmıştır.
On Emir’in üstüne yazılı
olduğu taşların Musa’ya verildiği noktayı belirleyen, her ikisi de küçük ve
kabaca inşa edilmiş olan bir Hristiyan şapeli ve bir Müslüman türbesi vardır.
Yakınlardaki bir mağara, Rab’bin Çıkış 33:22’de anlatıldığı gibi Musa’nın
yanından geçerken Musa’nın içine saklandığı kovuk olarak hürmet görmektedir.
İniş yolu üzerindeki bir kuyu, Musa’nın kayınpederinin sürülerini suya
getirdiği yer olarak tanımlanır. Kutsal Dağ ile ilgili mümkün olan her olaya,
keşişlerin geleneği, Gebel Mussa ve çevresinde kesinkes bir yer atfetmiştir.
Gebel Mussa’nın zirvesinden
bakan biri, üstünde durduğu dağın da bir üyesi olduğu bu granit merkezi
oluşturan diğer bazı zirveleri görebilir. İlginç olan, bu dağın, komşu
zirvelerin birçoğundan daha alçak olmasıdır!
Aslında, Azize Katrina
efsanesine destek olsun diye keşişler ana binaya şöyle bir duyuru asmışlardır:
Yükseklik
1527,7 m
Musa Dağı
2304,3 m
Azize Katrina Dağı
2614 m
İnsan, Katrina Dağının
gerçekten de en yüksek; öyle ki yarımadadaki en yüksek zirve olduğuna ve
dolayısıyla azizenin cesedini saklamak için melekler tarafından haklı olarak
seçildiğine ikna olduğunda, aynı anda bir hayal kırıklığı da yaşar; durum
buysa, bunca zamandır inanılanın aksine, Rab, İsrailoğullarını bu ıssız yere,
kudretini ve emirlerini çevredeki en yüksek olmayan dağdan indirmek için
getirmişti demek.
Rab, doğru dağı görmemiş
olabilir miydi?
1809’da İsviçreli bilgin
Johann Ludwig Burckhardt, İngiltere’deki “Afrika’nın İç Kısımlarını Keşfetme
Destekleme Birliği” adına Yakın Doğu’ya geldi. Arap ve Müslüman göreneklerini
inceleyerek başına bir türban taktı, bir Arap gibi
giyindi ve adını İbrahim İbn AbdAllah; Allah’ın Hizmetkârının Oğlu İbrahim diye
değiştirdi. Böylece gayrimüslimlere yasak olan kısımlara yolculuk edebildi, Ebu
Simbel’deki Mısır tapınaklarını ve eski Ürdün’deki Nabat taş şehri Petra’yı
keşfetti.
15 Nisan 1816’da, Süveyş
Körfezinin başında yer alan Süveyş kasabasından deve sırtında yola çıktı.
Hedefi, Çıkış’ın izini sürmek ve böylece Sina Dağının gerçek kimliğini
saptamaktı. İsrailoğullarının izlediği varsayılan rotayı izleyerek, yarımadanın
batı kıyısından güneye doğru yol aldı. Burada, kıyıdan 16 ila 32 km içeride
dağlar başlıyor, ötede beride dereler ve biri firavunlarca da pek sevilen
birkaç ılıca ile kesilen ıssız bir kıyı düzlüğü oluşturuyordu.
Güneye giderken Burckhardt
coğrafya, topoğrafya, uzaklıklar ile ilgili notlar aldı. İncil’de anlatıldığı
şekilde Çıkış’da belirtilen tarifler ve yer isimleriyle geçtiği yerlerin
şartları ve yer isimlerini karşılaştırdı. Kireç taşı platosunun sona erdiği
yerde, doğa bu platoyu Nübye’nin kum taşından ayıran kumlu bir kuşak
oluşturmuştu; burası Sina’yı kesen bir bulvar gibiydi adeta. Burckhardt bu
noktada iç kısımlara doğru döndü ve bir süre boyunca rotasını granit yuvaya
doğru güneye döndürdü ve kuzeyden (günümüzde hava yoluyla gelenlerin yaptıkları
gibi) Katrina manastırına vardı.
Gözlemlerinden bazıları
hayli ilginçti. Bölgenin mükemmel hurmalar yetiştirdiğini görmüştü; keşişler
İstanbul’daki sultana yıllık vergi olarak bunlardan kocaman bir kutu dolusu
göndermeyi adet edinmişlerdi. Bölgedeki bedevilerle dostluk kurunca, onu “Aziz
George” onuruna düzenledikleri yıllık şölene davet ettiler, bu azize “El
Khidher” diyorlardı: Hepyeşil!
Burckhardt, Mussa ve Katrina
dağlarına tırmandı ve bölgeyi iyice dolaştı. Özellikle, Mussa-Katrina grubunun
biraz güneybatısında kalan ve Azize Katrina Dağından sadece 55 m kısa olan Umm Şomar Dağına hayran olmuştu. Uzaktan, bu dağın zirvesi
güneş altında “en parlak beyaz renk ile” göz kamaştırıyordu; nedeni ise granit
kayalardaki mika parçacıklarının sıra dışı içeriğiydi, bunlar “kara ve kırmızı
granit yüzeyle çarpıcı bir kontrast” oluşturuyorlardı. Zirve ayrıca hem Süveyş
Körfezine (“el-Tor hayli belirgindi”) hem de Akabe Körfezine (Elat Körfezi)
bakan önü açık bir manzaraya da sahipti. Burckhardt bunun manastırın
kayıtlarında da belirtildiğini, Umm Şomar’ın bir zamanlar manastır yerleşimleri
için asli mekân olduğunu görmüştü. On beşinci yüzyılda “manastırdan el-Tor’a
giden mısır ve diğer ürünlerle yüklü eşek kervanları düzenli olarak buradan
geçerlerdi, çünkü burası limana en yakın yoldu.”
Geri dönüş yolu, Sina’daki
en büyük vaha olan Feryan deresi vadisi ve vahasından geçiyordu. Derenin
dağları geçip kıyı şeridine ulaştığı yerde, Burckhardt 2072,6 m yüksekliğinde
muhteşem bir dağa tırmandı; Serbal Dağı, yarımadadaki
en yüksek dağlardan biriydi. Burada türbelerin ve hacıların bıraktıkları
yazıların kalıntılarını buldu. Ek araştırmalar ise Sina’daki ana manastır merkezinin,
yüzyıllar boyunca Azize Katrina’da değil de Serbal yakınlarındaki Feryan
deresinde kurulu olduğunu gösterdi.
Burckhardt bulgularını
yayımladığında [Travels in Syria and the Holy Land
(Suriye ve Kutsal Topraklarda Yolculuklar)] vardığı sonuçlar bilginler ve İncil
âlimlerini sarstı: Gerçek Sina Dağı, diyordu yazar, Mussa Dağı değil Serbal
Dağıydı!
Burckhardt’ın yazılarından
ilham alan Fransız kontu Léon de Laborde 1826 ve 1828’de Sina’da dolaştı;
bölgeyle ilgili bilgilere yaptığı başlıca katkı [Commentaire
sur L’Exode (Göç Üstüne Yorum)] mükemmel haritaları ve çizimleriydi.
Onu, 1839’da İskoç ressam David Roberts izledi; gerçeğe biraz hayal gücü katmış
olsa da onun muhteşem çizimleri, fotoğrafın bulunmasından önceki bir dönemde
büyük ilgi görmüştü.
Sina’ya yapılan bir sonraki
büyük gezi, Amerikalı Edward Robinson ile Eli Smith tarafından
gerçekleştirildi. Onlar da Burckhardt gibi deve sırtında, yazarın kitabı ve
Laborde’nin haritalarıyla donanmış bir halde Süveyş şehrinden ayrılmışlardı.
Azize Katrina’ya varmaları on üç ilkbahar günü sürdü. Orada Robinson,
keşişlerin efsanelerini ayrıntılı biçimde inceledi. Feryan’da gerçekten de
büyük bir keşiş cemaatinin bulunduğunu, bu cemaate bazen piskoposların
başkanlık ettiğini, Katrina ve güney Sina’daki diğer manastır cemaatlerinin
buna göre ikinci dereceden olduklarını buldu; öyle olmalıydı, gelenekler bu
yere büyük önem veriyordu. Masallarda ve belgelerde, Mussa ve Katrina
dağlarının Hristiyan dönemin ilk çağlarında herhangi bir öneme sahip
olmadıklarını ve Katrina’nın ancak on yedinci yüzyılda, diğer güçsüz manastır
cemaatleri istilacılara ve yağmacılara av olduklarında en baş sıraya
yerleştiğini keşfetti. Yöredeki Arap geleneklerini kontrol etti, kutsal kitapta
geçen “Sina” ve “Horeb” adlarının yöre sakinleri olan bedeviler tarafından hiç
bilinmediğini gördü; bu adları belirli dağlara verenler Katrina’deki
keşişlerdi.
Öyleyse Burckhardt haklı
mıydı? Robinson [Biblical Researches in Palestine, Mount
Sinai and Arabia Petraea (Filistin, Sina Dağı ve Arap Petra’da İncil
Araştırması)], Burckhardt’ın İsrailoğullarının Serbal’e ulaştığını söylediği
rotada bir sorun bulmuş ve bu yeni fikri desteklemekten kaçınmıştı ama Mussa
Dağıyla ilgili kuşkularını paylaşıyordu; yakınlardaki bir dağın daha iyi bir
seçenek olduğuna işaret etti.
Sina Dağını Mussa Dağıyla
eşleştiren eski geleneğin hatalı olması ihtimali; büyük eski Mısır tarihi
uzmanı ve bilimsel arkeolojinin kurucusu Karl Richard Lepsius’un dayanamayacağı
bir meydan okumaydı. Sandalla Süveyş Kanalını geçti, el-Tor’a (“Boğa”) çıktı;
burası, Müslümanların burayı Mısır’dan Mekke’ye deniz yoluyla giderken önemli
bir mola ve arınma merkezi haline getirmelerinden çok önceleri Katrina ve Mussa
Dağına giden Hristiyan hacıların kullandıkları bir liman kasabasıydı. Hemen
yakınında ise Lepsius’un arada bir Mussa ve Serbal yerine “aday” gösterdiği
muhteşem Umm-Şomar Dağı yükselmektedir. Ama geniş araştırmalar ve çevreyi iyice
gezdikten sonra, o günlerin en can alıcı sorusuna yoğunlaştı: Mussa mı, Serbal
mi?
Bulgularını Discoveries in Egypt, Ethiopia and the Peninsula of Sinai
1842-1845 (Mısır, Etiyopya ve Sina yarımadasında Keşifler 1842-1845) ve Letters from Egypt, Ethiopia and Sinai (Mısır, Etiyopya ve
Sina’dan Mektuplar) adlı eserlerinde yayımladı; ikinci eseri, mali desteğiyle yolculuk
ettiği Prusya kralına verdiği raporları içermektedir. Lepsius, Mussa Dağıyla
ilgili kuşkularını daha bölgeye gelir gelmez dile getirmişti: “Bu bölgenin
uzaklığı, sık kullanılan iletişim yollarına olan mesafesi ve çok yüksek bir
bölgedeki konumu nedeniyle,” diye yazar, “...burayı ancak bireysel münzevilere
uygun ama aynı nedenlerden dolayı da çok sayıda insan için uygunsuz hale
getirmektedir.” Sayıları yüz binlere varan İsrailoğullarının, Sina Dağında uzun
süre (neredeyse bir yıl) kalışlarını, Mussa Dağının çorak granit zirveleri
arasında başaramayacaklarından emindi. Manastır geleneklerinin, en eskisi M.S.
altıncı yüzyıla dayandığını doğruluyordu, dolayısıyla bu arayışta bunlardan
kılavuz olmazdı.
Sina Dağının bir çöl
düzlüğünde olduğunu vurguluyordu; bu nedenle kutsal kitapta ayrıca Horeb (Kuruluk) Dağı diye de adlandırılmıştı. Mussa ise
başka dağların arasındaydı ve çöl bölgesinde değildi. Öte yandan, Serbal
Dağının hemen önündeki kıyı şeridi böyle bir bölgeydi: İlahi Tecelli’yi
seyreden yüz binlerce İsrailoğlunu alacak kadar büyüktü ve hemen bitişiğindeki
Feryan deresi onları ve hayvanlarını bir yıl kadar idare edebilecek tek yerdi.
Dahası, ancak “bu özgün bereketli vadi”ye sahip olmak, Ameleklerin (Sina
Dağında Refidim’de) saldırısı için bir sebep oluşturabilirdi; fakat Mussa Dağı
yakınlarında savaşmaya değecek böyle bir yer yoktu. Musa bu dağa ilk kez
sürülerini otlatmaya gelmişti; otları ancak Feryan’da bulabilirdi, çorak Mussa
Dağında değil.
Peki, eğer Mussa Dağı
değilse, neden Serbal Dağıydı? Feryan deresindeki “doğru” konumunun yanı sıra,
Lepsius bazı sağlam kanıtlar da bulmuştu. Dağı pek parlak terimlerle tarif
ederken, zirvesinde “Serbal’in beş zirvesinin bir yarı daire oluşturacak
biçimde birleştiği ve yüksek bir taş biçimi oluşturduğu derin bir dağ boşluğu”
bulduğunu bildiriyordu. Bu boşluğun tam ortasında, eski bir manastırın
kalıntılarını bulmuştu. Önerdiğine göre, “Rab’bin Muhteşemliği” işte bu
boşluktaki noktaya, (batıdaki düzlükte toplanmış olan) İsrailoğullarının
gözleri önünde inmişti. Robinson’un Burckhardt’ın Serbal’e giden Çıkış
rotasıyla ilgili olarak bulduğu hataya gelince; Lepsius sorunu düzelten farklı
bir rota önermişti.
Saygıdeğer Lepsius’un
vardığı sonuçlar yayımlandığında, geleneği iki biçimde sarsmıştı: Sina Dağının
Mussa Dağıyla eşleştirilmesine şiddetle karşı çıkıyor ve oyunu Serbal için
kullanıyordu; daha önce kabul edilip kanıksanan Çıkış rotasına meydan okuyordu.
Bunu izleyen tartışma
yaklaşık çeyrek asır sürdü ve başka araştırmacılar tarafından çeşitli savların
üretilmesine yol açtı; bunlar arasında en önemlileri Charles Foster [The Historical Geography of Arabia; Israel in Wilderness
(Arabistan’ın Tarihsel Coğrafyası; Çöldeki İsrail)] ve William H. Bartlett [Forty Days in the Desert on the Track of the Israelites
(İsrailoğullarının İzinde Çölde Kırk Gün)] idi. Onlar da kendi önermelerini,
doğrulamalarını ve kuşkularını eklediler. 1868’de İngiliz hükümeti Sina’ya tam
teşekküllü bir keşif gezisi yollamak için Filistin Keşif Fonu’na katıldı. Bu
gezinin amacı, geniş jeodezik ve haritalandırma çalışmalarına ek olarak,
Çıkış’ın rotasını ve Sina Dağının yerini artık kesinkes saptamaktı. Gruba
kraliyet mühendislerinden Yüzbaşı Charles W. Wilson ve Yüzbaşı Henry Spencer
Palmer önderlik etmekteydiler; ayrıca ünlü Şarkiyatçı ve Arap uzmanı Profesör
Edward Henry Palmer da gruba dâhildi. Keşif gezisinin Ordnance
Survey of the Peninsula of Sinai (Sina yarımadasının Askeri Taraması)
adlı resmi raporu iki Palmer tarafından ayrı eserlerde daha da genişletildi.
Daha önceki araştırmacılar Sina’ya
genellikle baharda kısa geziler düzenlemişlerdi. Wilson-Palmer keşif gezisi ise
11 Kasım 1868’de Süveyş’ten ayrıldı ve Mısır’a 24 Nisan 1869’da döndü;
yarımadada kışın başlangıcından bir sonraki bahara dek kalmışlardı.
Dolayısıyla, ilk keşiflerinden biri dağlık güney bölgesinin kışın çok
soğuduğunu ve orada kar yağdığını görmeleriydi, bu da geçişi imkânsız olmasa
bile zorlaştırıyordu. Mussa ve Katrina gibi daha yüksek zirveler birçok kış ayı
boyunca karla kaplı kalıyorlardı. Mısır’da hiç kar görmemiş olan İsrailoğulları
bu bölgede bir yıl kalmışlardı. Ama İncil’de ne kardan ne de soğuk havadan hiç
söz edilmiyordu.
Yüzbaşı Palmer [Sinai: Ancient History from the Monuments (Sina: Anıtlardan
Kadim Tarih)] ilk yerleşimler, Mısırlıların bölgedeki varlığı, bilinen ilk
alfabeden yazıtlar gibi gün ışığına çıkarılan arkeolojik ve tarihsel kanıtlarla
ilgili veriler sağlarken, rota ve dağ hakkında grubun vardığı sonuçları
açıklamak [The Desert of the Exodus (Çıkış Çölü)]
Profesör E. H. Palmer’ın göreviydi.
Mevcut şüphelere rağmen,
grup Serbal’i veto edip Mussa Dağı bölgesini seçmişti ama bir ufak
değişiklikle. Mussa Dağının önünde İsrailoğullarının çadır kurup İlahi
Tecelli’yi görebilecekleri genişlikte hiçbir vadi olmadığından dolayı Palmer
bir çözüm önermişti: Doğru Sina Dağı, büyük dağın (Gebel Mussa) güney zirvesi
değil, “iki milyon kadar İsrailoğlunun çadır kurabileceği geniş Er-Rahah
düzlüğüne bakan” kuzey zirvesi, Ras-Sufsafeh idi. Uzun
süredir kabul edilen geleneğe rağmen, diye sonuca varıyordu, Gebel Mussa’yı On
Emir’in verildiği dağ olarak “reddetmeye mecburuz.”
Profesör Palmer’ın görüşleri
kısa süre içinde başka bilginler tarafından eleştirildi, desteklendi ya da
değiştirildi. Ama çok geçmeden, gerçek Sina Dağı diye önerilen birkaç güney
zirvesi ve içinden istediğinizi seçebileceğiniz birkaç farklı rota mevcuttu.
Ama arama yapılabilecek tek
yer güney Sina mıydı?
Nisan 1860’da, Kutsal Literatür Dergisi devrim yaratacak bir öneri
yayımladı; Kutsal Dağ Sina’nın güneyinde değildi, onu orta kesimdeki platoda aramak
gerekiyordu. Bu katkıyı yapan isimsiz yazar, platonun adının çok önemli
olduğuna işaret ediyordu: Badiyeth el-Tih, “Dolaşma
Çölü” ve yöredeki Bedeviler burasının İsrailoğullarının dolaştığı yer olduğunu
açıklıyorlardı. Makale, el-Tih’in belirli bir zirvesinin
de doğru Sina Dağı olduğunu önermekteydi.
Böylece 1873’te Charles T.
Beke adlı bir coğrafyacı ve dil bilgini (Nil’in kökenini araştırmış ve
haritalandırmıştı) “gerçek Sina Dağını aramak için” yola çıktı. Yaptığı
araştırma, Mussa Dağının kutsal kitaptaki Musa’nın değil, saflığı ve mucizeleri
ile ünlü olan 4. yüzyılda yaşayan keşiş Mussa’nın adını taşıdığını belirledi;
zaten Mussa Dağıyla ilgili iddialar da sadece M.S. 550’de başlamıştı. Ayrıca
(M.S. 70’de Kudüs’ün düşüşünden sonra halkının tarihini Romalılar için kaleme
alan) Yahudi tarihçi Josephus Flavius’un Sina Dağını bölgesindeki en yüksek yer
olarak gösterdiğine işaret ediyordu; bu durumda Mussa da Serbal de yarışma
dışıydı.
Beke ayrıca şunu sormuştu:
İsrailoğulları nasıl olmuş da madencilik bölgelerindeki Mısır karakollarını
geçerek hep güneye doğru gidebilmişlerdi? Sorusu, Sina Dağının güneydeki
yeriyle ilgili iddiaya yapılan itirazların cevaplanmayan sorusu olarak
kalmıştır.
Charles Beke, sonunda gerçek
Sina Dağını bulan adam olarak hatırlanmayacaktır; Discoveries
of Sinai in Arabia and Midian (Arabistan ve Midyan’da Sina’nın Keşfi)
adlı eserinden de anlaşılacağı gibi, bu dağın Ölü Deniz’in güneydoğusunda bir
yerlerdeki bir volkan olduğu sonucuna varmıştı. Ama dağın yeri ve Çıkış’ın
rotası ile ilgili taze ve bozulmamış düşüncelere yer açan birçok soru ortaya
atmıştı.
Sina Dağını, yarımadanın
güney kısmında arayış, Çıkış’ın “Güney Geçişi” ve “Güney Rotası” fikri ile
yakından bağlantılıdır. Bu fikir, İsrailoğullarının Kızıldeniz’i (batıdan
doğuya) Süveyş Körfezinin başnoktasından kelimenin tam anlamıyla geçtiklerini
savunmaktadır. Karşıya geçtiklerinde, artık Mısır’ın dışında ve Sina
yarımadasının batı kıyılarındaydılar. Sonra kıyı şeridini izleyerek güneye
yolculuk ettiler, (bir yerlerde) iç kısımlara doğru döndüler ve (diyelim ki,
Burckhardt’ın yaptığı gibi) Sina Dağına vardılar.
Güney Geçişi, gerçekten de
derinlere kök salmış ve makul bir gelenektir; birkaç efsaneyle de
perçinlenmiştir. Grek kaynaklarına göre, Büyük İskender’e İsrailoğullarının Süveyş
Körfezinin baş kısmında Kızıldeniz’i geçtikleri söylenmişti; o da Geçişi işte
tam burada tekrarlamaya kalkmıştı.
Bunu yapmaya kalkıştığı
bilinen bir sonraki büyük fatih, 1799’da Napolyon’du. Mühendisleri Süveyş
Körfezinin, Süveyş şehrinin bulunduğu güney kısmında karanın iç kesimlerine
doğru bir “dil” oluşturduğunu, burada bir kıyıdan diğerine uzanan, yaklaşık 183
m genişliğinde bir su altı köprüsünün bulunduğunu belirlemişlerdi. Cesur
yerliler, gelgit sırasında deniz çekildiğinde, sular omuzlarına kadar gelirken
karşı kıyıya geçiyorlardı. Ve eğer doğudan güçlü bir rüzgâr eserse, deniz
yatağı neredeyse tüm sulardan temizleniyordu.
Napolyon’un mühendisleri
imparatorlarının İsrailoğullarını taklit edebilmesi için doğru yeri ve zamanı
saptadılar. Ama rüzgârın yönündeki ani bir değişiklik, aniden suların geri
gelmesine, köprünün birkaç dakika içinde 2,1 m suyla kaplanmasına yol açtı.
Büyük Napolyon hayatını güç bela kurtarmıştı.
Bu deneyimler, on dokuzuncu
yüzyıl bilginlerini mucizevi geçişin gerçekten de Süveyş Körfezinin sonunda
gerçekleştiğine ikna etmeye yardım ettiler; bir rüzgâr kuru bir yol açabilir ve
rüzgârdaki bir değişim kısa süre sonra bir orduyu boğabilirdi. Sina’nın körfez
tarafındaki karşı kıyısında, Gebel Murr (“Acı Dağ”) ve
yakınlarında Bir Murr (“Acı Kuyu”) adlı bir yer vardı;
Geçiş’ten sonra İsrailoğullarının karşısına çıkan ve acı suları olan Mara’ya
pek uymaktadır. Daha güneyde ise Ayun Mussa (“Musa
Kaynağı”) vahası uzanır; burası da Mara’dan sonra konaklanan güzel su
kaynakları ve hurma ağaçları olan Elim’i andırmaz mı? Demek ki, Güney Geçişi;
daha ileride karanın iç kısımlarına dönüş nerede gerçekleşmiş olursa olsun,
Güney Rotası teorisine pek güzel uymaktadır.
Güney Geçişi ayrıca, eski
çağlarda Mısır’la ve İsrailoğullarının oradaki köleliğine ilişkin, o sıralarda
geçerli olan görüşlere de uyuyordu. Mısır’ın tarihsel kalbi Heliopolis-Memfis
merkeziydi ve İsrailoğullarının yakınlardaki Gize piramitlerinin inşasında köle
olarak çalıştırıldığı varsayılıyordu. Oradan neredeyse dosdoğru doğuya giden
bir rota Süveyş Körfezinin başlangıcına ve onun ötesindeki Sina yarımadasına
kadar gidiyordu.
Ama arkeolojik keşifler
tarihsel tabloyu doldurmaya ve daha doğru bir kronoloji sağlamaya başladığında,
büyük piramitlerin Çıkış’tan yaklaşık bin beş yüz yıl önce inşa edilmiş olması
gerektiği belirlendi; yani İbranların Mısır’a gelmesinden bile binyıl önce.
Gittikçe daha fazla sayıda bilgin, İsrailoğullarının firavun II. Ramses’in M.Ö.
1260’larda inşa ettirdiği yeni başkentin yapımında çalıştırıldığı konusunda
fikir birliğine varıyorlardı. Şehrin adı Tanis’di ve
Delta’nın güneydoğu kısmında yerleşikti. İsrailoğullarının yerleşim yeri olan
Goşen diyarının ise, bu durumda, Mısır’ın merkezine yakın değil de daha kuzeyde
olduğu varsayılmaya başlandı.
Topoğrafik, jeolojik,
iklimsel ve diğer verilerin toplanmasının eşlik ettiği Süveyş Kanalının inşası
(1859-1S69); daha eski bir jeolojik çağda kuzeydeki Akdeniz’i güneydeki Süveyş
Körfezi ile birleştirebilecek doğal bir köprünün mevcut olduğunu doğrulamıştır.
Bu bağlantı çeşitli nedenlerle daralmış ve ardında Manzaleh Gölü, Ballah ve
Timsah adlı küçük gölleri, birleşik Büyük ve Küçük Acı Gölleri içeren bataklığı
meydana getiren sulak bir zincir bırakmıştı. Bu göllerin hepsi,
İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışı sırasında daha büyük olabilirlerdi; o
sıralarda Süveyş Körfezinin başı da muhtemelen karanın içerilerine doğru daha
çok uzanmaktaydı.
Mühendislerin verilerini
tamamlayan arkeolojik çalışmalar da eski çağlarda, biri Mısır’ın merkezini
Akdeniz’e, diğeri ise Süveyş Körfezine bağlayan iki “Süveyş Kanalı” olduğunu
doğrulamıştır. Doğal dere yataklarını ve Nil’in kurumuş kollarını izleyen bu
kanallar, içme ve sulama için kullanılan “tatlı” suyu taşıyorlardı ve sandalla
yolculuğa uygundu. Bulgular, eski çağlarda Mısır’ın doğu sınırı gibi iş gören
ve neredeyse sürekli bir su engelinin gerçekten de mevcut olduğunu
doğrulamıştı.
Süveyş Kanalını yapan
mühendisler 1867’de, kıstağın kuzey-güney bölümüne ait olan ve eski çağlarda,
tıpkı bugün gibi, bu su engelinden (Şekil 115) Mısır’a ya da Mısır dışına giriş
çıkışı sağlayan giriş kapıları olarak iş gören yüksek zeminli dört kara
köprüsünü tanımlayan bir şema (Şekil 116) hazırlamışlardı:
A.
Manzaleh ve Ballah bataklık gölleri
arasındaki modern geçiş kasabası El-Kantara (“İki
Şeyin Arası”).
B.
Ballah ve Timsah gölleri arasındaki
modern geçiş noktası İsmailiye.
C.
Timsah ve Büyük Acı Göl arasındaki,
Grek-Roma döneminde Serapeum diye bilinen kara
köprüsü.
Ç.
Küçük Acı Göl ve Süveyş Körfezinin
başı arasındaki, Şaluf diye bilinen “kara köprüsü”.
Bu Geçiş Kapılarından geçen
ve Sina yarımadası üstünden Mısır’ı Asya’ya bağlayan birçok Rota vardı.
Unutmamalı ki, Kızıldeniz’i (ya da Sazlıklar Denizi/Gölünü) geçmek önceden
tasarlanmış bir olay değildi; ancak firavunun İsrailoğullarını bırakmaktan vazgeçmesi
nedeniyle meydana gelmişti; bunun üzerine Rab onlara çoktan ulaşmış oldukları
çölün kenarından geri dönmelerini ve “deniz kenarında çadır kurmalarını”
emretmişti. Dolayısıyla, Mısır’dan bu bildik çıkış kapılarından birini
kullanarak çıkmış olmalıydılar ama hangisini?
Süveyş Kanalının baş mimarı
DeLasseps, onların Timsah Gölünün güneyindeki “C” Kapısını kullandıkları
fikrini dile getirmişti. Olivier Ritter [Histoire de l’Isthme
de Suez (Süveyş Kanalı’nın Tarihi)] gibi başkaları ise aynı verilerden
bunun “D” kapısı olması gerektiği sonucuna varmışlardı. 1874’te eski Mısır
tarihi uzmanı Heinrich Karl Brugsch, Uluslararası Şarkiyatçılar Kongre’sinde
yaptığı konuşmada Mısır’ın kuzeydoğu köşesinde İsrailoğullarının köleliği ve
Çıkış ile bağlantılı yeryüzü şekillerini tanımladı. Dolayısıyla, dedi, mantıklı
olan en kuzeydeki çıkış kapısıdır, yani “A” kapısı.
Brugsch, Kuzey Geçişi
teorisini ortaya attığında, bu teori 1796’da yayımlanan Hamelneld’s
Biblical Geography (Hamelneld’in İncil Coğrafyası) ve başka araştırmacılar
tarafından öne sürüleli neredeyse bir asır geçmiş olduğu ortaya çıktı. Ama
Brugsch teoriyi “Mısır anıtlarından elde edilen harikulade ve dâhiyane
destekleyici kanıtlarla” sunmuştu, bunu, karşıtları bile kabul ediyorlardı.
Makalesi ertesi yıl L’Exode et les Monuments Eygptiens
(Göç ve Mısır Anıtları) başlığıyla yayımlandı.
1883’te Edouard H. Naville [The Store City of Pithom and the Route of the Exodus (Depo
Şehir Pitom ve Çıkış’ın Rotası)] Pitom’u, Timsah Gölünün batısındaki bir
bölgede İsrailoğullarının köle olarak yaşadığı şehir olarak tanımladı. Bu ve
diğer eşleştirmeler ve başkaları tarafından sunulan kanıtlar [Durch Gosen zum Sinai (Gosen’den Geçerek Sina’ya Gidiş) adlı
eseriyle George Ebers gibi]; İsrailoğullarının kaldığı yerin Timsah Gölünden
batıya doğru değil de kuzeye doğru uzandığını belirledi. Goşen Mısır’ın
kuzeydoğu ucunda değildi, su engelinin tam ortasına bitişikti.
Derken H. Clay Trumbull [Kadesh Barnea (Kadeş Barnea)] o zamandan itibaren Çıkış’ın
doğru başlangıç noktası olarak kabul edilen Sukkot’u
önerdi: Burası Timsah Gölünü batısında bilinen bir kervan toplanma yeriydi ve
“B” çıkışı hemen el altındaydı. Ama Eski Ahit’in Çıkış 13:17-18 dizelerinde
belirtildiği gibi, buradan gidilmemişti: “Ve vaki oldu ki, Firavun kavmi
salıverdiği zaman, Rab onları Filistinliler Diyarının yolundan yakın olduğu
halde götürmedi... fakat Rab kavmi Yam Suff çölü
yolundan dolaştırdı.” Demek ki, diye önerdi Trumbull, İsrailoğulları
kendilerini “D” giriş kapısında bulmuşlardı; peşlerinde firavun olduğu halde,
Süveyş Körfezinin başındaki suların içinden karşı kıyıya geçmişlerdi.
On dokuzuncu yüzyılın sonu
geldiğinde, bilginler konuyla ilgili son sözü söyleme telaşına düştüler.
“Güneyciler”in görüşleri Samuel C. Bartlett [The Veracity of
the Hexateuch (Eski Ahit’in İlk Altı Kitabının Gerçeği)] tarafından
büyük bir hevesle özetlendi; Geçiş güneydendi, Rota güneye doğruydu, Sina Dağı
yarımadanın güneyindeydi (Ras-Sufsafeh). Eşit
kararlılığa sahip olan Rudolf Kittel [Geschichte der Hebräer
(İbranların Tarihi)], Julius Wellhausen [Israel und Judah
(İsrail ve Yuda)] ve Anton Jerku [Geschichte des Volkes
Israel (İsrail Halkının Tarihi)] gibi bilginler ise Kuzey Geçişinin,
kuzeydeki bir Sina Dağı anlamına geldiği görüşünü savundular.
En güçlü (ve artık bilginler
tarafından genel olarak kabul edilen) argümanlardan biri; İsrailoğullarının
yarımadadaki kırk yıllarının büyük bölümünü geçirdikleri Kadeş
Barnea’nın şans eseri bulunan bir mola yeri olmayıp, Çıkış için önceden
düşünülmüş bir hedef olduğu fikriydi. Burasının, kuzeydoğu Sina’daki Ayn-Kadeş
(“Kadeş Kaynağı”) ve Ayn-Quderiat vahalarının bereketli bölgesi olduğu
kesinlikle belirlenmişti. Tesniye l:2’ye göre, Kadeş Barnea, Sina Dağından “on
bir gün ötede” kuruluydu. Dolayısıyla Kittel, Jerku ve benzer fikirdeki diğerleri
gerçek Sina Dağı olarak Kadeş Barnea civarındaki dağları seçmişlerdi.
On dokuzuncu yüzyılın son
yılında, H. Holzinger [Exodus (Çıkış)] bir uzlaşma
önerdi: Geçiş, “C”den yapılmıştı, Rota güneye doğruydu. Ama İsrailoğulları,
Mısır karakollarının koruduğu madenlere gelmeden karanın iç kısımlarına
dönmüşlerdi. Rotaları ise el-Tih’ten, yüksek platodaki
“Dolaşma Çölü”nden geçiyordu. Sonra, düz Orta Düzlükten geçerek kuzeye doğru
daire çizmişler ve kuzeydeki Sina Dağına yönelmişlerdi.
Yirminci yüzyıl başlarken,
araştırma ve tartışmaların odağı şu soruya kaydı: Çıkış’ın rotası
neydi?
Romalıların Via Maris yani “Deniz Yolu” dedikleri kadim kıyı rotası;
El-Kantara’dan (haritada “A” noktası) başlıyordu. Sürekli şekil değiştiren
kumulların arasından geçmesine rağmen, yol boyunca su kuyuları vardı ve çorak
kumlardan şaşırtıcı biçimde fışkıran hurma ağaçları, mevsiminde tatlı meyveler
ve yıl boyunca da gölge sağlıyorlardı.
İsmailiye’den (“B”) başlayan
ikinci rota; kıyı yolunda neredeyse paralel ama onun 32 ila 48 km güneyinde
uzanır, kıvrım kıvrım tepelerden ve arada bir görünen alçak dağlardan geçer.
Doğal su kuyuları pek azdır ve yeraltı suyu ise kum ve kumtaşlarının altında,
derinlerdedir: Suya ulaşmak için birkaç yüz metre kuyu kazmak gerekebilir.
Bugün (kadim yolları izleyen taş döşeli otoyolda) arabayla yol alan bir yolcu
bile gerçek bir çölde olduğunu kısa süre içinde anlar.
En eski çağlardan beri,
Deniz Yolu deniz desteğine sahip ordular tarafından tercih edile gelmiştir;
karanın daha içlerinden giden rota ise, daha zorlu olmasına rağmen, deniz ve
kıyı devriyelerinden uzak olmak isteyenlerce yeğlenmiştir.
“C” Çıkış Kapısı, ya “B”
Rotasına ya da “D” Çıkış Kapısından başlayıp bir dağ sırasını geçerek Sina’nın
Orta Düzlüğüne giden ikiz rotalara dek uzanmaktaydı. Orta Düzlüğün sert ve düz
zemini derin dere yataklarına izin vermez. Kış yağmurları sırasında, bazı
dereler taşar ve küçük gölleri andırırlar; çöldeki göller! Sular kısa sürede
buharlaşır ama bir kısmı, dere yataklarını oluşturan çakıl ve kilden aşağıya süzülür;
kazsanız su çıkar deyiminin harfiyen gerçekleştiği yer, işte burasıdır.
“D” Çıkış Kapısından uzanan
daha kuzeydeki rota ise yolcuları Giddi geçidi üzerinden Orta Düzlüğün kuzey
kenarındaki dağlık bölgeye, Ber-şeba, Hebron ve Kudüs’e yönlendirir. Daha güneyde
olan rota ise Arapça adı Darb-el Hac yani “Hacılar
Yolu” olan Mitla geçidinden geçer. Bu rota, Mısır’dan Arabistan’daki kutsal
şehir Mekke’ye giden Müslüman hacıların ilk yollarındandı. Süveyş şehri
yakınlarından başlayıp, bir çöl şeridinden geçiyorlar ve Mitla geçidi üzerinden
dağları aşıyorlar; sonra da Orta Düzlük’ten geçerek bir kale, hacılar
için hanlar ve su göletlerinin inşa edildiği Nahl (Şekil 117) vahasına
geliyorlardı. Oradan da Akabe Körfezinin başındaki Akabe’ye varmak için güney
doğuya, oradan da Arabistan kıyısındaki Mekke’ye devam ediyorlardı.
İsrailoğulları bu dört olası
rotadan, İncil’deki “Yollar”dan hangisini seçmişlerdi?
Brugsch’un Kuzey Geçişi ile
ilgili sunumunun ardından, “yakın olduğu halde” seçilmeyen “Filistinler
Diyarının yolu” ile ilgili İncil cümlesinden çok şey çıkartılmıştı. İncil şu
açıklamayla devam ediyordu: “Çünkü Rab dedi: Kavm harp gördüğü zaman, belki
pişman olup Mısır’a döner.” Böylece “Filistin Diyarının Yolunun” (“A” çıkış
kapısında başlayan), firavunların askeri ve ticari keşif gezilerinde tercih
ettikleri, Mısır kaleleri ve karakollarıyla güçlendirdikleri kıyı yolu olduğu
varsayıldı.
Yeni yüzyılın başında,
kraliyet mühendislerinden Yüzbaşı A. E. Haynes, Sina’nın rotalarını ve su
kaynaklarını Filistin Keşif Fonu himayesinde inceledi. “Çıkış’ın Rotası”
başlıklı raporunda, sadece kutsal metinlerle değil, aralarında Sina’yı beş kez
ziyaret eden vaiz F. W. Holland ve Orta Düzlükteki “Dolaşma Çölü”ne özel bir
dikkat sarf eden General Sir C. Warren de bulunan önceki araştırmacıların
eserlerine etkileyici bir aşinalık sergiledi.
Yüzbaşı Haynes, Seçilmeyen
Yol sorununa odaklanmıştı. İsrailoğullarının hedeflerine varmaları için el
altında ve açık bir yol değil ise, neden olası bir alternatif olarak sözü
edilmişti ki? O sıralarda artık Çıkış’ın planlanmış varış noktası olduğu kabul
edilen Kadeş-Barnea’nın gerçekten de kıyı rotasının hemen yakınlarında yer
aldığına işaret etti. Dolayısıyla, diye sonuca vardı, Kadeş’e giden yol üstünde
olan Sina Dağı ayrıca, sonunda o yol seçilsin ya da seçilmesin, kıyı rotasına
da yakın olmalıydı.
Elinde kıyı rotası “A”
olmayınca, Yüzbaşı Haynes “Musa’nın muhtemel planı”nın İsrailoğullarını “B”
rotası üzerinden doğrudan Kadeş’e yöneltmek olduğu sonucuna vardı. Ama
Mısırlıların takibi ve Kızıldeniz’in Geçilmesi; “C” veya “D” rotaları üzerinden
bir yol değişikliğini zorunlu kılmış olabilirdi. Orta Düzlük, gerçekten de
“Dolaşma Çölü”ydü. Nahl, Sina Dağı yakınlarında, ona
varmadan önce ya da vardıktan sonra önemli bir istasyondu. Dağ, Kadeş-Barnea’dan
160 km uzakta olmalıydı; bu mesafe (Yüzbaşı Haynes’in tahminlerine göre) kutsal
kitapta belirtilen “on bir gün”lük yola denkti. Onun adayı Yuallik
Dağıydı; “tam olarak İsmailiye ve Kadeş arasında”, Orta Düzlüğün kuzey
kenarında “en etkileyici boyutlarda, kocaman bir tepe” olan bir kireç taşı
dağıydı. Haynes’in Yalek diye hecelediği adı ise
“kadim Amalek kelimesine yakındır, Am
ön eki “ülkesi” anlamına gelir.”
İzleyen yıllar içinde,
İsrailoğullarının Orta Düzlük üzerinden yolculuk etmesi ihtimali birçok
destekçi kazandı; bazıları [Le Séjour des Israélites au
désert du Sinai (İsrailoğullarının Sina Çölünde Konaklamaları) adlı
eseriyle Raymond Weill gibi] Kadeş-yakınındaki-dağ teorisini kabul ederken; [Mose und seine Zeit (Musa ve Dönemi) adlı eseriyle Hugo
Gressmann gibi] bazıları İsrailoğullarının Nahl’den kuzeydoğuya değil de
güneydoğuya, Akabe’ye doğru döndüklerine inanıyorlardı. Black, Bühl, Cheyne,
Dillmann, Gardiner, Grätz, Guthe, Meyer, Musil, Petrie, Sayce, Stade gibi
diğerleri ise kısmen ya da tamamen katılıyorlar ya da katılmıyorlardı. Kutsal
metinlere ve coğrafyaya dayanan tüm argümanları katettiğimize göre, sorunu
ancak gerçek bir saha araştırması çözecek gibi görünüyordu. Ama insan Çıkış’ı
nasıl kopya edebilirdi?
Cevap I. Dünya Savaşı’ydı (1914-1918)
çünkü Sina kısa süre içinde bir yanda İngilizler ve öte yanda ise Türkler ve
onların Alman müttefikleri arasındaki büyük savaşın meydanı haline geldi. Bu
çarpışmaların ödülü ise Süveyş Kanalıydı.
Türkler vakit yitirmeden
Sina yarımadasını geçtiler ve İngilizler hızla El-Ariş ve Nahl’deki
idari-askeri merkezlerinden çekildiler. Akdeniz’in düşman (İngiliz) donanması
kontrolünde olması gibi eski bir nedenden dolayı, Türkler tercih edilen “Deniz
Yolu”yla ilerleyemediklerinden, “B” rotası üzerinden İsmailiye’ye doğru
Kanal’da ilerlemek üzere su ve malzeme taşıyacak 20.000 deveden oluşan bir sürü
topladılar. Türk komutanı Cemal Paşa, anılarında (Bir Türk
Devlet Adamının Anıları 1913-1919) şöyle açıklar: “Sina çölündeki bu zor
askeri operasyonlarda her şeyin bağlı olduğu büyük sorun, su meselesidir.
Yağmur mevsimi dışında bu çorak topraklardan yaklaşık 25.000 adamdan oluşan bir
grubu sevk etmek imkânsız olurdu.” Saldırısı püskürtüldü.
Türklerin Alman müttefikleri
o zaman işi ele aldılar. Motorlu birlikleri için Kanal’a doğru ilerlemede Orta
Düzlüğün sert, düz toprağını tercih ediyorlardı. Su mühendislerinin de
yardımıyla, yeraltı kaynaklarını buldular ve de iletişim ve ilerleme hatları
boyunca bir kuyu şebekesi kazdılar. Onların 1916’daki saldırısı da başarısız
oldu. İngilizler 1917’de saldırıya geçtiklerinde, doğal olarak kıyı rotasını
izlediler. Şubat 1917’de Rafa’daki eski sınır çizgisine vardılar; bir iki ay
içinde Kudüs’ü ele geçirdiler.
General A. P. Wavell’in Sina
çarpışmaları ile ilgili [The Palestine Campaigns
(Filistin Seferleri)] anıları; İngiliz Baş Kumandanlığının, düşmanın Orta
Düzlükte ancak 5000 adam ve 2500 deve için su bulabileceği tahminine yer
verilmesi nedeniyle konumuzla ilgilidir. Sina
seferlerinin Alman tarafı, Sinai adlı kitapta Theodor
Wiegand ve kumandan General F. Kress von Kressenstein tarafından anlatılır.
Askeri gayretler yeryüzü, iklim, su kaynakları ve tarihten oluşan arka planla
ve daha önceki araştırmalarla ilgili etkileyici bir aşinalık ile birlikte tarif
edilmiştir. Alman ordu mensuplarının vardığı sonuçların İngiliz ordu
mensuplarının vardıkları sonuçla koşut olması hiç de şaşırtıcı değildir:
Güney’deki granit dağların arasında ne hareket eden sütunlar ne de insan ve
hayvan kalabalıkları geçirilebilirdi. Çıkış meselesine tam bir bölüm ayıran
Wiegand ve von Kressenstein “Gebel Mussa bölgesi, İncil’deki Sina Dağı için söz
konusu edilemez,” fikrini öne sürmüşlerdi. Bu dağın, Yüzbaşı Haynes’in
çıkarımlarını yankılıyarak “anıtsal Gebel Yallek”
olduğu fikrindeydiler. Ya da, diye ekliyorlardı, belki de Guthe ve diğer Alman
bilginlerinin önerdiği gibi, “B” rotasının kuzey tarafında kalan ve Gebel
Yallek’in tam tersi yönde yükselen Gebel Magara’ydı.
Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra Sina valisi olan İngiliz ordusu mensuplarından biri, orada geçirdiği uzun
yıllar içinde modern çağda günümüze dek hiçbir insanın olamayacağı kadar
yarımadaya aşina hale gelmişti. Yesterday and Today in Sinai
(Sina’da Dün ve Bugün) adlı eserinde C. S. Jarvis de İsrailoğulları (sayıları
W. M. F. Petrie’nin önerdiği gibi 600.000’den az bile olsa) ve hayvanlarından
oluşan büyük kalabalığın, güney Sina’daki “saf granit kütlesi” arasında
kendilerini bir yıl boyunca idare etmeleri bir yana dursun, yolculuk
etmelerinin bile imkânı yoktu, demekteydi.
Bilinen argümanlara,
yenilerini ekledi. Ekmek yerine geçen man’ın (kudret
helvası) ılgın çalılarında beslenen küçük böceklerin bıraktığı yenilebilir,
beyaz, yemiş benzeri reçine olduğu zaten önerilmişti. Güney Sina’da çok az
ılgın vardı; kuzey Sina’da ise boldu. Bir sonraki olgu ise, yenilecek eti
sağlayan bıldırcınlarla ilgilidir. Bu kuşlar kışı Sudan’da (Mısır’ın güneyinde)
geçirmek için ana yurtları olan güney Rusya, Romanya ve Macaristan’dan
göçüyorlar ve baharda kuzeye doğru geri dönüşe geçiyorlardı. Bugün bile, uzun uçuşlardan
sonra Akdeniz kıyısında dinlenen kuşları Bedeviler kolayca
yakalayabilmektedirler. Bıldırcınlar güney Sina’ya gelmezler; gelseler bile, o
bölgedeki yüksek zirveleri aşarak uçamazlardı.
Jarvis, Çıkış’ın tüm
dramalarının kuzey Sina’da oynandığında ısrarlıydı. İsrailoğullarının
güney-güneydoğu yönünde geçtiği “Sazlar Denizi”; Bardavil Gölü idi (Arapça Sebkhet el Bardawil). Sina Dağı ise Helal Dağıydı, Gebel Hallal; “geniş bir alüvyon düzlüğünün ortasında bir başına
yükselen, 610 m’yi aşan en etkileyici kum taşı masif.” Dağın “Yasaya Uygun”
anlamına gelen Arapça adı ise On Emir’in verildiği bir yere pek uygundu.
İzleyen yıllarda, konuyla en
yakından ilgili araştırma Kudüs İbran Üniversitesi ve o sıralarda Filistin’de
olan diğer yüksek İbran eğitim kuramlarından bilginler tarafından
gerçekleştirildi. İbranca İncil ve diğer kutsal metinler hakkındaki bilgilerini
yarımadanın yerinde görülüp gezilmesiyle elde ettikleri bilgilerle
birleştirdiklerinde, güney ile ilgili gelenekleri destekleyecek pek bir şey bulamadılar.
Haim Bar-Deroma [Hanagev ve Vze Gvul Ha’aretz (Çöl Ülkenin Sınırıdır)] bir
Kuzey Geçidi olduğunu kabul ediyor ama sonradan İsrailoğullarının tuttuğu
rotanın Orta Düzlükten geçip, eski Ürdün devleti topraklarında bulunan bir Sina
Dağına doğra güney yönünde olduğuna inanıyordu. F. A. Theilhaber, J. Szapiro ve
Benjamin Maisler [The Graphic Historical Atlas of Palestine:
Israel in Biblical Times (Resimli Filistin Tarihi Atlası: İncil
Zamanında İsrail)] adlı üç saygın bilgin, Bardavil Gölü sığlığı üzerinden bir
Kuzey Geçidini kabul ettiler. El-Ariş’in, Elim’in yemyeşil vahası olduğunu
söylediler; Helal Dağı da Sina Dağı idi. Çeşitli yazılarında ve Atlas Litkufat Hatanach (Eski Ahit Dönemi) adlı eserinde
Benjamin Mazar da aynı tutumu benimsedi. Filistin ve Sina’yı kelimenin tam
anlamıyla bir uçtan diğer uca yürüyerek geçen bir İncil bilgini olan Zev Vilnay
(Ha’aretz Bamikra) aynı rota ve aynı dağı işaret
ediyordu. Yohanan Ahoroni [The Land of lsrael in Biblical
Times (İncil Zamanında İsrail Diyarı)] ise bir Kuzey Geçidi olasılığını
kabul ederken, İsrailoğullarının Orta Düzlükteki Nahl’e doğra ilerlediğine ama
sonra güneydeki Sina Dağına doğra yol aldıklarına inanıyordu.
Tartışma akademisyenleri ve
din adamlarını içine alarak genişlemeye devam ettikçe, temel ve çözülmemiş
halde kalmış meselenin şu olduğu ortaya çıktı: Geçiş söz konusu olduğunda,
kanıtlar kuzeydeki bir su kütlesi lehineydi ancak Sina Dağı söz konusu
olduğunda ise kanıtlar güneyde bir yer lehine ağır basmaktaydı. Bu açmaz,
bilginlerin ve kâşiflerin dikkatlerini geride kalan tek çözümde odakladı: Sina
yarımadasının Orta Düzlüğü. 1940’larde M. D. Cassuto [Commentary
on the Book of Exodus (Çıkış Kitabı Üstüne Yorumlar) ve diğer yazıları]
Seçilmeyen Yol’un (“Filistliler Diyarının yolundan”) aslında uzun zamandır
kabul gören deniz rotası değil de daha içerlek olan “B” rotası olduğunu
göstererek yarımadanın ortasından geçen rotanın kabul edilmesini kolaylaştırdı.
Dolayısıyla, “C” Çıkış Kapısı üzerinden yapılan ve Orta Düzlüğe doğru güneydoğu
yönünde gerçekleşen bir Geçiş, İncil’de anlatılanlara tam olarak uygundu ve
yarımadanın güneyine doğru yolculuğa devam etmeyi de gerektirmiyordu.
Mısır’la 1967 yılında
yapılan savaşın ardından Sina’nın uzun süre İsrail işgali altında kalması,
yarımadayı o güne dek görülmemiş ölçüdeki inceleme ve araştırmalara açtı.
Arkeologlar, tarihçiler, topoğraflar, jeologlar, mühendisler yarımadayı tepeden
tırnağa incelediler. Özellikle dikkati çeken, çoğunlukla Tel-Aviv Üniversitesi
himayesi altında Beno Rothenberg’in [Sinai Explorations
1967-1972 (Sina Keşif Gezileri 1967-1972) ve diğer raporları] ekiplerince
yapılan araştırmalardı. Kuzeydeki kıyı şeridinde, birçok kadim sit alanı “bu
bölgenin köprüye benzer yapısını” yansıtmaktaydı. Kuzey Sina’nın Orta
Düzlüğündeki kadim sit alanlarında kamp yapılan alanlarla ilgili kanıtlar
dışında hiçbir kalıcı yerleşim işareti bulunamamıştı; bu da burasının sadece
gelip geçerken kullanıldığını göstermekteydi. Kamp alanları harita üstünde
işaretlendiğinde “Negev’den Mısır’a doğru net bir hat” oluşturmaktaydılar “ve
bu durum, ‘Dolaşma Çölü’ (el-Tih) boyunca tarih öncesi
hareketlerin yönü olarak düşünülmelidir.”
İbran Üniversitesi İncil
coğrafyacısı Menashe Har-El, kadim Sina tarihi ile ilgili bu yeni anlayışa
dayanarak yeni bir teori öne sürdü (Massa’ei Sinai). Tüm argümanları ele
aldıktan sonra, Büyük ve Küçük Acı Göller arasında yükselen- (bkz. Şekil 116)
ve su altında kalan kara köprüsüne işaret etti. Burası, güçlü bir rüzgâr suları
süpürdüğünde yürüyerek geçilebilecek kadar sığdır. Daha sonra İsrailoğulları
geleneksel güney rotasını izlemişlerdi; Mara’yı (Bir Mur)
ve Elim’i (Ayun Mussa) geçip Kızıl Deniz kıyılarına
varmışlar ve burada konaklamışlardı.
Har-El tam burada başlıca
yeniliğini açıkladı: İsrailoğulları Süveyş Kanalı boyunca yol alırken en güney
uca dek inmemişlerdi. Sadece Sudr Vadisi ağzına dek 32
km ilerlemişler ve derenin oluşturduğu vadiyi izleyerek Orta Düzlüğe inmişler
ve Nahl üzerinden Kadeş-Barnea’ya gelmişlerdi. Har-El, vadi girişinde 579 m
yükselen Şin-Bişr Dağını Sina Dağı olarak tanımlıyordu
ve Amalek ordusuyla yapılan savaşın gerçekten de Süveyş Körfezi kıyısında yer
aldığını öneriyordu. Bu önerme, Sina’nın yeryüzü şekillerine ve savaş tarihine
aşina olan İsrail askeri uzmanları tarafından reddedildi.
Peki, Sina Dağı neredeydi
öyleyse? Yine kadim kanıtlara dönmemiz gerek.
Firavun, Sonraki Yaşam
Yolculuğunda doğuya doğru gitmişti. Su engelini geçip, rotasını dağlara
yöneltmişti. Derken dağlarla çevrili oval biçimli bir vadi olan Duat’a varmıştı. “Işık Dağı”, Osiris Nehrinin kollara
ayrıldığı o yerdeydi.
Resimli betimlemeler (Şekil
16) Osiris Nehrini, pullukla toprağı süren adamlarıyla tanımlanan ekili
arazilerden dolanarak geçerken göstermektedir.
Benzeri resimsel kanıtları
Asur’da da buluruz. Hatırlayacağınız gibi, Asur kralları Sina’ya Mısır
krallarınınkinin tam tersi yönden gelmişlerdi; kuzeyden, Kenan üzerinden.
Bunlardan biri olan Esarhaddon, kendi “Yaşam” arayışının haritası denilebilecek
bir stela hazırlatmıştı (Şekil 118). Bu, Sina’nın şifreli amblemi olan bir
hurma ağacını, bir pullukla sembolize edilen ekili arazileri ve bir “Kutsal
Tepe”yi göstermektedir. En üst sırada Esarhadon’u Baş İlah’ın türbesinde, Hayat
Ağacı’nın yanında görürüz. Hemen yanında boğanın işareti vardır;
İsrailoğullarının Sina Dağı eteklerinde yaptıkları (“altın buzağı”) suretin
aynısı.
Tüm bunlar hiç de güney
Sina’nın sert, çıplak granit zirvelerini anlatmamaktadır. Bunun yerine, kuzey
Sina’yı ve yarımadanın adı Çiftçilerin Irmağı anlamına gelen baskın El-Ariş Deresini ima etmektedir. Dağ, bu nehrin kolları
arasında, dağlarla çevrili bir vadideydi.
Tüm Sina yarımadasında böyle
tek bir yer vardır. Coğrafya, topoğrafya, tarihsel metinler, resimsel
betimlemeler; bunların hepsi de Sina’nın kuzey kısmındaki Orta
Düzlüğü işaret etmektedir.
Güney teorisini
sağlamlaştırmak üzere Ras-Sufsafeh rotasını icat eden E. H. Palmer bile, İlahi
Tecelli’nin ve İsrailoğullarının kırk yıl boyunca dolaşmalarının mekânının
granit dağlar arasındaki bir zirve değil de göz alabildiğince uzanan bir çöl
olduğunu yüreğinde hissediyordu.
The Desert
of the Exodus (Çıkış Çölü) adlı eserinde şöyle
yazar: “Sina’nın popüler algılanışı, bugün bile, uçsuz bucaksız bir kum
düzlüğünde tek başına yükselen ve her yönden yaklaşılabilen bir dağ olarak
görülmektedir. Bizzat İncil bile, eğer onu modern keşiflerin ışığında
okumazsak, bu fikri kesinlikle desteklemektedir... Sina Dağı, İncil’de her
zaman, sanki dümdüz bir çölün ortasında hataya yer bırakmayacak biçimde tek
başına duruyormuş gibi gösterilmiştir.”
Sina yarımadasında böyle bir
“dümdüz çölün” gerçekten de var olduğunu kabul etmişti ama burası kumla kaplı
değildi: “[Yarımadanın] sadece ufuk ya da uzak tepelerle çevrili katı bir
okyanusu andıran bir çölün nasıl olması gerektiğiyle ilgili anlayışımıza en
yakın olan bölgelerinde bile, tek istisna kumdur; ve toprak yumuşak ve ayak
altında ezilen bir kumsaldan çok sert bir toprak yolu andırır.”
Orta Düzlüğü tarif ediyordu.
Ona göre, kumun yokluğu “çöl” imajını bozuyordu. Bize göre ise, sert toprak
zemin, Nefilimin uzay limanı için mükemmel biçimde uygun olduğu anlamına
geliyor. Ve eğer Maşu Dağı uzay limanına girişi işaretliyorduysa, bu tesisin
dış eteklerine olmalıydı.
Peki, hacı nesilleri güneye
boşu boşuna mı gitmişlerdi? Güneydeki zirvelere hürmet edilmesi, sadece
Hristiyanlıkla mı başlamıştı? Arkeologların bu dağların zirvelerinde buldukları
türbelerin, sunakların ve eski günlerden kalan diğer tapınç kanıtları tam
tersini göstermektedir; birçok binyıl boyunca çeşitli inançlardan hacılar
tarafından yapılmış birçok yazılar ve (Yahudilerin çok kollu şamdan amblemi de
dâhil) kaya çizimleri, insanoğlunun bölgeyle ilk tanışıklığından beri süren bir
hürmeti anlatmaktadır.
Eğer hem olguları hem de
gelenekleri tatmin etmek için iki “Sina Dağı” olsa keşke diye düşündüyseniz, bu
tarz fikirlerin pek de yeni olmadığını söyleyebiliriz. Son iki asır içinde Dağı
tanımlamak için gösterdikleri çabadan bile önce, İncil bilginleri ve
ilahiyatçılar Kutsal Dağ için kutsal kitapta verilen çeşitli isimlerin aslında
tek değil de iki kutsal dağ olduğu gerçeğini gösterip göstermediğini merak
etmişlerdi. Bu isimler arasında Kanun Dağı olan “Sina Dağı” (Sina’nm/daki);
“Horeb Dağı” (Kuruluk’ta- ki/un); Tesniye’de Yehova’nın İsrailoğullarına
Sina’da göründüğü dağ olarak geçen “Paran Dağı” ve Rab’bin kendisini Musa’ya ilk
kez gösterdiği yer olan “Tanrılar Dağı” bulunmaktadır.
Bu isimlerin ikisiyle
ilişkili coğrafi mekânlar deşifre edilebilir. Paran, Kadeş-Barnea’ya bitişik
olan çorak çöldür, muhtemelen Orta Düzlük için İncil’de kullanılan isimdir;
demek ki “Paran Dağı” orada olmalıdır. İsrailoğullarının gittikleri dağ buydu.
Ama Musa’nın Rab’le ilk karşılaştığı yer olan dağ, “Tanrılar Dağı” Midyan
Diyarından çok uzakta olmamalıydı çünkü “Musa, kaynatası Midyan kahini
Yetro’nun sürüsünü güdüyordu; ve sürüyü çölün arkasına götürdü, ve Tanrıların
Dağına, Horeb’e geldi.” Midyanlıların yaşadığı yer, Akabe Körfezi boyunca güney
Sina’da ve bakır işleme bölgeleriyle doluydu. “Tanrılar Dağı” bitişikteki çölde
bir yerlerde olmalıydı; güney Sina’da.
Bir ilahın bir çobana
görünmesini betimleyen Sümer silindir mühürleri bulunmuştu. Bunlar tanrının iki
dağ arasından ortaya çıktığını göstermektedirler (Şekil 119), arkasında ise
roketi andıran bir ağaç vardır; belki de İncil’deki Sneh’tir
(“yanan çalı”). Çoban sahnesinde iki zirvenin resmedilmiş olması, Rab’be
İncil’de sık sık yapılan El Shaddai yani İki Zirvenin
Tanrısı göndermesine pek uygundur. Böylece, Kanun Dağı ile Tanrılar Dağı
arasında bir ayrım daha yapmaktadır: Biri çöl düzlüğünde tek başına yükselen
bir dağ idi, diğeri ise iki kutsal tepeden oluşan bir birleşim gibi
görünmekteydi.
Ugarit metinleri de Kadeş
dolaylarında bir “genç tanrılar Dağı” olduğunu ve yarımadanın güneyinde ise El
ve Aşerah’ın Şad Elim, Şad Aşerath u Rahim adında iki
zirvesi olduğunu kabul ederler. İşte, iki su kütlesinin başladığı (mebokh naharam), iki denizin yarığına yakın (kerev apheq tehomtam) bu yerde El yaşlandığında emekliye
ayrılmıştı. İnancımız odur ki, metinler Sina yarımadasının güney ucunu tarif
etmektedirler.
Vardığımız sonuca gelince:
Orta Düzlükteki uzay limanının hemen dış sınırında bir Giriş Kapısı Dağı vardı.
Ve yarımadanın güney ucunda ise Nefilim’in gidiş gelişlerinde bir rol oynayan
iki zirve daha vardı. Bunlar, ölçülen iki zirveydi.
TANRILARIN ve KRALLARIN PİRAMİTLERİ
Şamaş’ın Mezopotamya’daki
“kült merkezi” olan Sippar’da bulunan bir kil tablet, British Museum’un
mahzenlerinde bir yerlerde durmaktadır. Tanrı, sütunu bir palmiye gibi
biçimlendirilmiş olan bir sundurma altında, tahtında otururken gösterilmiştir
(Şekil 120). Bir başka ilah, Şamaş’a bir kralı ve oğlunu tanıştırmaktadır.
Oturan tanrının önünde, bir kaide üzerine konulmuş büyük bir ışık saçan gezegen
amblemi vardır. Tabletteki yazılar Sin (Şamaş’ın babası), Şamaş ve kız kardeşi
İştar’ı anmaktadır.
Sahnenin konusu yani
kralların ya da rahiplerin büyük bir ilaha sunulması tanıdık bir temadır ve
sorun yaratmaz. Bu betimlemede akıl karıştırıcı ve özgün olan şey,
tanıştırmanın meydana geldiği yerin dışında bir yerlerden çıkan ve göksel
ambleme doğru giden iki ipi (her iki elleriyle birden) tutan (neredeyse birbiri
üstüne bindirilmiş) iki tanrıdır.
Bu iki İlahi İp Tutucular
kimdi? İşlevleri neydi? Eş konumda mıydılar, eğer öyleyse neden iki ipi
tutuyorlardı da tek bir ipi tutmuyorlardı? Neredeydiler? Şamaş’la bağlantıları
neydi?
Bilginler Sippar’ın Sümer’in
Yüksek Mahkemesinin merkezi olduğunu bilirler; sonuç olarak Şamaş da nihai
kanun koyucudur. Kanunlarıyla ünlü olan Babil kralı Hammurabi kendisini tahtta
oturan bir Şamaş’tan yasaları alırken resmettirmişti. İki İlahi İp Tutucu
sahnesi aynı zamanda yasaları vermekle ilgili olabilir miydi? Tüm
spekülasyonlara rağmen, şu ana dek hiç kimse buna bir cevap bulamadı.
İnancımız odur ki, çözüm en
başından beri yine aynı British Museum’da, ancak “Asur” sergisinde değil Mısır
bölümünde mevcuttur.
Mumyalardan ve ölülerden,
mezarlarından kalmış diğer kalıntılardan ayrı bir odada Ölüler Kitabı’nın
üstüne yazıldığı çeşitli papirüslerden sayfalar sergilenmektedir. Ve cevap
orada, herkesin gözünün önündedir (Şekil 121).
Bu, “Kraliçe Nejmet
Papirüsü”nden bir sayfadır ve firavunun Duat’taki
yolculuğunun son aşamasını gösteren bir çizimdir. Onun kayığını yeraltı
koridorları boyunca çeken on iki tanrı onu son koridora, Yükseliş Yeri’ne
getirmişlerdir. Burada “Horus’un Kırmızı Gözü” beklemektedir. Derken, dünyasal
giysilerini çıkaran firavun göğe doğru yükselir; Naklolunması, “Yeniden Doğmak”
anlamına gelen bok böceği hiyeroglifi ile anlatılır. İki grup halinde duran
tanrılar, onun Söndürülemez Yıldız’a başarılı bir şekilde varabilmesi için dua
etmektedirler.
Ve, hataya yer bırakmayacak
şekilde, bu Mısır betimlemesinde de iki İlahi İp Tutucu vardır!
Ölüler Kitabı’ndaki bu
resim; Sippar kaynaklı betimlemedeki iki figürün birbiri üstüne bindirilmesinin
tam tersini, yani sahnenin iki ayrı ucunda duran iki İp Tutucu’yu
göstermektedir. Bunların, bir yeraltı koridorunun dışında yerleşik oldukları
açıktır. Dahası, bir İp Tutucu’nun görev yaptığı her bir bölge; bir
platform üstünde duran bir omfalos ile işaretlenmiştir. Ve çizimin gösterdiği
eyleme göre, bu iki ilahi hizmetkâr sadece ip tutmamakta, aynı zamanda ölçme
işiyle uğraşmaktadırlar.
Bu keşif bizi şaşırtmamalı:
Ölüler Kitabı’nın dizelerinde, yolculuk eden firavunun “Duat’taki
ipi tutan” tanrılarla ve “ölçüm ipini tutan” tanrılarla nasıl karşılaştığı
anlatılmıyor muydu?
Akla Hanok
Kitabı’ndaki bir ipucu geliyor. Hatırlayacaksınız, bir melek tarafından
alınıp batıdaki dünyasal cenneti ziyaret etmeye götürüldüğünde Hanok, “o
günlerde meleklere nasıl uzun cisimler verildiğini ve bunların kanatlar takarak
kuzeye doğru gittiklerini” görmüştü. Hanok’un sorusuna cevap olarak rehberlik
eden melek şöyle açıklamada bulunmuştu: “Ölçmek için gittiler... adil olandan
adil olana ölçüleri getirecekler ve dürüst olandan dürüst olana ipler... tüm bu
ölçümler arzın sırlarını açık edecek.”
Ölçüm yapmak için kuzeye
giden kanatlı varlıklar... Dünya’nın sırlarını açığa çıkartacak ölçümler...
Birdenbire, Rab’bin güneyden görünüp kuzeye doğru gidişini tarif eden Habakuk
Peygamberin sözleri kulaklarımızda gümbürder:
Rab Güneyden,
Ve Kutsal Paran Dağından
geldi.
Onun haşmeti gökleri örttü,
Ve Dünya onun hamdi ile
doldu;
Ve parıltısı ışık gibiydi.
Elinden şualar çıkıyordu
Ve kuvvetinin gizlenmesi
orada.
Kelam önünden yürüyordu,
altından ardınca kıvılcımlar
çıkıyordu.
O durdu ve dünyayı ölçtü;
Baktı ve milletleri sarstı.
Dünyanın ve “sırlarının”
ölçülmesi, tanrıların Dünya semalarında motorlu uçuşlarıyla mı ilgiliydi?
Ugarit metinleri bir ipucu daha verirler; Zafon zirvesinden “Baal uzun ve
sağlam bir ipi göklere doğru (ve) Kadeş Tahtına doğru uzatır.”
Bu metinler bir tanrıdan
diğerine yollanan bir mesajdan her söz edişlerinde, dizeler Hut
kelimesiyle başlar. Bilginler bunun bir tür seslenme ön eki, “Beni işitmeye
hazır mısın?” anlamında olduğunu varsaymaktadırlar. Ama bu kelime Sami
dillerinde harfiyen “ip, sicim” anlamına da gelebilir. İlginçtir, Mısır dilinde
Hut kelimesi aynı zamanda “uzatmak, germek” anlamına
da gelmektedir. Horus’un savaşlarıyla ilgili bir Mısır metnini yorumladığı Die Sage von der geflügten Sonnenscheibe (Uçan Güneş Diski
Hikâyesi) adlı eserinde Heinrich Brugsch, Hut’un ayrıca bir yer adı olduğuna
işaret etti; hem Horus’un Set tarafından içine hapsedildiği dağın hem de
Kanatlı Uzatıcıların Evi’nin adıydı.
Mısır betimlemesinde (Şekil
121) İlahi Ölçücülerin yerleştiği yerlerde koni biçimli “kehanet taşları”nın da
yer aldığını görüyoruz. Baalbek de böyle bir omfalosun, Hut
işlevlerini sergileyebilen bir Muhteşem Taş’ın yerleşik olduğu yerdi.
Baalbek’in Mısır’daki ikiz kenti Heliopolis’te bir omfalos vardı. Baalbek
tanrıların İniş Platformu idi; Mısır ipleri, firavununu Duat’taki
Yükselme Yeri’ne kadar gidiyorlardı. İncil’deki Rab, ki Habakuk’un dizelerinde
diğer bir ismi olan El ile çağrılır, güneyden kuzeye
uçarken Dünya’yı ölçmüştü. Tüm bunlar bir dizi tesadüf müdür yoksa aynı parçalı
bulmacanın kısımları mı?
Sonra, Sippar’dan gelen
betimleme de var. Tufan öncesi zamanlarda, Sümer Tanrılar Diyarı iken,
Sippar’ın Anunnaki’nin uzay limanı ve Şamaş’ın da onun komutanı olduğunu
hatırlayacak olursak, durum hiç de şaşırtıcı değildir. Bu açıdan bakılınca,
İlahi Ölçücülerin rolü netleşecektir: Onların ipleri uzay
limanına giden yolu ölçüyordu.
Sippar’ın, yaklaşık 400.000
yıl kadar önce nasıl kurulduğunu ve Dünya’nın ilk uzay limanının yerinin nasıl
belirlendiğini hatırlamak yardımcı olacaktır.
Enlil ve oğullarına Dünya
gezegeni üstünde, Mezopotamya’daki İki Nehir arasındaki düzlükte bir uzay
limanı yaratma görevi verildiğinde, önce bir master plan hazırlandı; bu, uzay
limanı için bir bölgenin seçimini, uçuş koridorunun belirlenmesini ve de
kılavuzluk ve Uçuş Kontrol tesislerinin kurulmasını içermekteydi. Yakın
Doğu’daki en göze çarpan doğa şekli yani Ağrı Dağı
temel alınarak, dağdan geçen bir kuzey-güney meridyeni çizildi. Basra Körfezi
üzerinden geçen ve yüksek dağ sırtlarından hayli uzak olan bir uçuş koridoru,
kesin ve kolay olan 45 derecelik bir açıda belirlendi. İki çizginin kesiştiği
yerde, Fırat Nehri kıyılarında “Kuş Şehri” Sippar kurulacaktı.
Birbirine eşit uzaklıkta beş
yerleşim yeri diyagonal 45 derecelik çizgi boyunca yerleştirildi. Merkezdeki
Nippur (“Geçiş Yeri”), Uçuş Kontrol Merkezi olarak iş görecekti. Diğer
yerleşimler, oku andıran bir koridor boyunca işaretlendi; tüm çizgiler
Sippar’da birleşiyordu (Şekil 122).
Ancak bunların hepsi Tufan
tarafından silip süpürülmüştü.
Yaklaşık 13.000 yıl önce
gerçekleşen bu olayın hemen ardından, sadece Baalbek’teki İniş Platformu
kalmıştı. Uzay limanı yerine geçecek bir tesis kurulana dek, mekik araçlarını
tüm iniş kalkışları buradan yürütülmek zorundaydı. Anunnaki’nin iki dağ sırası
arasına sıkıştırılmış bu bölgeye sadece pilotluk becerisiyle ulaşabileceklerine
güvendiklerini mi varsaymalıyız yoksa olabildiğince kısa bir süre içinde
Baalbek’e giden ok benzeri bir iniş koridoru oluşturduklarını varsaymamız daha
güvenli olabilir mi?
Amerikan Ulusal Havacılık ve
Uzay Dairesi NASA’nın uzay araçlarından çektiği Dünya fotoğraflarının
yardımıyla, Yakın Doğu’yu Anunnaki’nin kendi araçlarından görmüş olduğu gibi
görebiliriz (Şekil 123). Orada, kuzeyde bir noktayı andıran Baalbek vardı.
Üçgen bir iniş koridoru işaretleyebilmek için hangi noktaları
belirleyebilirlerdi? El altında, güneydoğuda, güney Sin’nin granit zirveleri
yükseliyordu. Bu granit merkez ortasında en yüksek zirveyi saptadılar
(şimdilerde Katrina Dağı diye bilinen yer). Burası, güneydoğu çizgisini
belirleyen bir işaret feneri gibi iş görebilirdi. Ama tam karşısına,
kuzeybatıya, üçgenin kuzey çizgisinin oturtulacağı yerde ne vardı?
Yukarıdaki mekikte bir arazi
tarayıcı, bir “İlahi Ölçücü” aşağıda uzanan arz manzarasına baktı ve sonra
haritalarını inceledi. Uzaklarda, Baalbek’in ötesinde ikiz zirveli Ağrı
görünüyordu. Ağrı’dan Baalbek’e düz bir çizgi çekti ve bunu Mısır’a dek uzattı.
Pusulasını çıkarttı.
Baalbek’i odak noktası alarak Sina yarımadasındaki en yüksek zirveden geçen bir
yay çizdi. Ağrı-Baalbek çizgisiyle kesiştiği yere, bir daire içine bir artı
işareti çizdi. Sonra eşit uzunlukta, biri Baalbek’i Sina’daki zirveyle
birleştiren, diğeri de artı işaretiyle işaretlenmiş yerle birleştiren iki çizgi
çizdi (Şekil 124).
Bu, dedi, bizi dosdoğru
Baalbek’e götürecek olan üçgen iniş koridoru olacak.
Ama efendim, dedi
güvertedekilerden biri, artı işaretini yaptığınız yerde hiçbir şey yok, orada
ışık feneri işini görecek bir şey yok ki!
Kumandan “Oraya bir
piramit dikeceğiz,”
dedi.
Ve kararlarını bildirmek
için uçtular.
Anunnaki mekiğinin
güvertesinde böyle bir konuşma gerçekten meydana gelmiş miydi? Şüphesiz, (günün
birinde olayın kaydedildiği bir tablet bulunmadıkça) asla bilemeyeceğiz; biz
sadece şaşırtıcı ama inkâr edilemez bazı olguları
dramatize ettik;
· Baalbek’teki
özgün platform, çok eski günlerden beri mevcuttur ve o muammalı muazzamlığıyla
hala oradadır.
· Katrina
Dağı hala yerindedir, Sina yarımadasındaki en yüksek zirve olarak yükselir,
kadim günlerden beri (ikiz zirveli komşusu Musa Dağıyla birlikte) kutsal kabul
edilir, tanrılar ve melekler efsaneleriyle çevrilidir.
· Gize’deki
Büyük Piramit, iki eşlikçisi ve özgün sfenksiyle birlikte, uzatılmış
Ağrı-Baalbek çizgisine tam olarak denk gelmektedir.
· Baalbek’ten
Katrina Dağına ve Baalbek’ten Büyük Piramit’e olan uzaklıklar kesinlikle
aynıdır.
Hemen ekleyelim ki, bu;
Anunnaki’nin tufan sonrası uzay limanları ile bağlantılı olarak oluşturdukları
şaşırtıcı şebekenin sadece bir parçasıdır. Dolayısıyla, biraz önceki konuşmalar
yörüngedeki bir mekik aracında meydana gelmiş olsun ya da olmasın, Mısır’daki piramitlerin ortaya çıkma nedeninin kesinlikle bu
olduğuna eminiz.
Mısır’da, Nil’in kuzeyde bir
delta oluşturacak biçimde kollara ayrıldığı yerden başlayarak ta güneye ve
(Nübye’nin içlerine dek) araziye serpiştirilmiş birçok piramitler ve piramidal
yapılar mevcuttur. Ama insan Piramitler dediğinde; daha sonraki zamanların
birçok taklitleri, varyasyonları ve “mini piramitleri” konu dışı bırakılır ve
bilginler de turistler de Eski Krallık firavunları (M.Ö. 2700-2180) tarafından
dikilmiş olduklarına inanılan yirmi bir adet piramide odaklanırlar. Bunlar da
iki ayrı grup içermektedirler: Beşinci ve Altıncı Hanedanlıkların (Unaş, Teti,
Pepi gibi) hükümdarları ile açık biçimde eşleştirilmiş ve ünlü Piramit
Metinleri ile ayrıntılı biçimde süslenmiş olanlar; ve de Üçüncü ve Dördüncü
Hanedanların krallarına atfedilmiş olanlar. En merak uyandırıcı olanlar bu daha
eski ve ilk yapılan piramitlerdir. Arkalarından gelenlerden çok daha büyük, çok
daha sağlam, çok daha doğru ve çok daha mükemmeldirler; ayrıca çok daha
gizemlidirler çünkü nasıl inşa edildikleriyle ilgili hiçbir ipucu vermezler.
Onları inşa eden kimdir, nasıl inşa edilmişlerdir, niçin hatta ne zaman inşa
edilmişlerdir; hiç kimse bunlara cevap veremez, sadece teoriler ve
akademisyenlerin tahminleri vardır.
Ders kitapları bize Mısır’ın
etkileyici piramitlerinin ilkinin, Üçüncü Hanedanlığın ikinci firavunu (genelde
kabul gördüğü şekliyle M.Ö. 2650’lerde) olan Zoser adlı bir kral tarafından
yaptırıldığını söylerler. Memfis’in batısında bir alanı seçerek, o kadim
başkentin nekropolisi (ölüler şehri) olarak hizmet gören platoda, İmhotep
adındaki zeki bilimci ve mimarına önceki tüm mezarları gölgede bırakacak bir
mezar inşa etmesi emrini verdi. O zamana dek, kraliyet gelenekleri kayalık
zeminde bir mezar kazmak, kralı gömmek ve sonra mezarın üstünü mastaba denilen dev bir yatay mezar taşıyla örtmekti; zaman
içinde bu taşların boyutları hayli büyümüştü. Bazı bilginlerin kabul ettiğine
göre, dahi İmhotep Zoser’in mezarı üstündeki orijinal mastabayı, gittikçe
küçülen mastabalarla kat kat yaptı ve iki aşamada (Şekil 125a) bir basamaklı
piramit oluşturmayı başardı. Bunun yanında, büyük dikdörtgen bir avlu içinde,
çeşitli işlevsel ve süs amaçlı binalar da dikildi: şapeller, cenaze
tapınakları, depolar, hizmetkârlar bölümü vs. Tüm bölge o sıralarda muhteşem
bir duvarla çevriliydi. Piramit ve bitişik bazı binaların ve duvarın
kalıntıları Sakkara’da hala görülebilmektedir (Şekil 125b). Bu adın, “saklı
Tanrı” Seke’ii onurlandırma amaçlı olduğuna inanıyoruz.
Zoser’i izleyen krallar,
diyerek ders kitapları açıklamaya devam ederler, gördükleri şeyi sevdiler ve
Zoser’i taklide koyuldular. İkinci basamaklı piramidi, yine Sakkara’da inşa
ettirenin tahta Zoser’in ardından çıkan Sekhemkhet olduğu varsayılmaktadır.
Bilinmeyen nedenlerden dolayı, asla zemin katının üstüne bir kat çıkılamadı
(belki de eksik olan, muamma dolu bilim ve mühendislik dehası İmhotep’ti).
Üçüncü bir basamaklı piramit ya da daha doğrusu, başlangıç halinin
kalıntılarını içeren bir tepe Sakkara ile daha kuzeydeki Gize arasında
keşfedildi. Öncekilerden daha küçüktü, bazı bilginler tarafından mantıksal
gerekçeyle, tahta çıkan Khaba adındaki bir sonraki firavuna atfedildi. Bazı
bilginler ise Üçüncü Hanedanlıktan adı belirlenememiş krallar tarafından orada
burada bir veya iki girişim daha yapıldığına ama başarılı olamadıklarına
inanmaktadırlar.
Şimdi, Sakkara’nın 48 km
güneyine, Medum adlı bir yere gitmeli ve kronolojik olarak bir sonraki olduğu
varsayılan piramidi görmeliyiz. Kanıtların yokluğunda, mantıksal olarak bu
piramidin de sülalenin bir sonraki firavunu olan Huni tarafından yaptırıldığı
varsayılmaktadır. Çoğu sadece ikinci dereceden kanıtlar sayesinde, kabul edilen
görüş şudur: Huni ancak inşaata başlayabilmiş, piramidi tamamlama işi ise
ardılı ve Dördüncü Hanedanlığın ilk kralı olan Snerfu tarafından yürütülmüştü.
Bu da, kendisinden öncekiler
gibi, bir basamaklı piramit olarak başlamıştı. Ama tamamen bilinmez ve
haklarında teori bile üretilmeyen nedenlerden dolayı, inşa edenler bunu
“gerçek” yani pürüzsüz yüzleri olan bir piramit yapmaya karar verdiler. Bu, dış
yüzey olarak dik bir açıda tutturulacak pürüzsüz bir taş katmanı anlamına
geliyordu (Şekil 126a). Yine bilinmeyen nedenlerle, 52 derecelik bir açı
seçildi. Ama ders kitaplarına göre ilk gerçek piramit olacak şey tam bir
fiyaskoyla sonuçlandı: Dış kaplama, taş dolgular ve merkez kısmın bir bölümü,
tehlikeli bir açıda birbiri üstüne konmuş olan taşların muazzam ağırlığı
altında çökmüştü. Bu girişimden geriye kalanlar, sağlam merkezin bir kısmı ile
onun çevresini saran büyük bir moloz yığınıdır (Şekil 126b).
Bazı bilginler [The Riddle of the Pyramids (Piramitler Bilmecesi) adlı
eseriyle Kurt Mendelssohn gibi] Medum piramiti çöktüğünde, Snerfu’nun aynı zamanda,
Medum’un biraz kuzeyinde bir başka piramit daha yaptırıyor olduğunu
önermekteler. Olay üzerine, Snerfu’nun mimarları piramidin açısını inşaatın
ortasında değiştirivermişlerdi. Daha düz olan 43 derecelik açı ise daha büyük
dengeyi temin ediyor ve piramidin yüksekliğini ve kütlesini azaltıyordu. Pek
uygun biçimde Yamuk Piramit diye adlandırılan piramidin hala ayakta olmasına
(Şekil 127) bakılırsa, akılcı bir karardı.
Başarısıyla cesaretlenen
Snerfu, birincinin yakınına bir başka gerçek piramidin inşa edilmesini emretti.
Taşlarının rengi nedeniyle buna Kızıl Piramit denilmektedir. Kenar uzunlukları
200 m ve yüksekliği 100 m olan bu baş döndürücü piramidin, bir kare zemin
üzerinde inşası adeta imkânsızmış gibi yükselen üçgen biçimi temsil etmesi beklenirdi.
Ancak zafer, ufak bir aldatmacayla elde edilmişti: Bu “ilk klasik piramit”in
yanları mükemmel 52 derecelik bir açı yerine, çok daha güvenli olan 44
derecelik bir açıyla yükselmekteydiler...
Artık, bilginlerin önerdiği
kronolojik sıraya göre Mısır piramit yapımının zirve noktasına geldik.
Snerfu, (Grek tarihçilerin
Keops dedikleri) Khufu’nun babasıydı; dolayısıyla oğlunun da bir sonraki gerçek
ancak daha büyük ve daha muhteşem piramidi inşa ederek babasının başarısını
izlediği varsayıldı: Gize’deki Büyük Piramit. Bu piramit, Keops’un ardılları
olan Hefra (Kefren) ve Menka-ra’ya (Mikerinos) atfedilen diğer iki büyük
piramitle birlikte binlerce yıldır durduğu gibi muhteşem bir biçimde
yükselmektedir; bu üçü ise daha küçük olan uydu piramitlerle, tapınaklarla,
mastabalarla, mezarlarla ve nadide Sfenks ile çevrilmiştir. Farklı hükümdarlara
atfedilmelerine karşın, üçünün (Şekil 128) birbiriyle tutarlı bir grup olarak
planlandığı ve inşa edildiği açıktır çünkü sadece pusulanın ana yönlerine değil
birbirlerine de tam hizalanmışlardır. Gerçekten de, bu üç anıtla başlayan
üçgenleştirmeler (üçgenleri esas alan yeryüzü ölçüm tekniği) tüm Mısır’ın
ölçülerine, aslında tüm Dünya’nın ölçülerine dek genişletilebilirler. Bu durum,
modern çağda ilk kez Napolyon’un mühendisleri tarafından fark edilmişti: Büyük
Piramit’in tepe noktasını odak noktası olarak alıp Aşağı Mısır’ı üçgenlere
bölerek haritalandırmışlardı.
Bu işlem, söz konusu alanın
tüm niyet ve amaçlar için tam olarak (kuzey) otuzuncu paralelde konuşlandığının
keşfedilmesiyle daha da kolaylaştı. Gize büyük anıtlar kompleksinin tamamı,
batıda Libya’da başlayan ve Nil’in kıyılarına dek uzanan Libya Çölü’nün doğu
kenarında dikilmişlerdi. Aşağıdaki nehrin vadisinden sadece 45 m yukarıda
olmasına rağmen, Gize sit alanı dört yönde de engellenmeden ufka kadar uzanan
manzaraya hâkimdir. Büyük Piramit, platonun bir çıkıntısının kuzeydoğu
kenarının en ucunda yükselir; kuzey ve doğuda yüz metre kadar sonra böylesine
muazzam yapıların inşasını imkânsız kılan kumlar ve çamur zemin başlar. Kesin
ölçümler alan ilk bilim adamlarından olan Charles Piazzi Smyth [Our Inheritance in the Great Pyramid (Büyük Piramit’teki
Mirasımız)] Büyük Piramit’in merkezinin 29 derece 58 dakika 55 saniye
kuzey enleminde, yani otuzuncu paralelden tam olarak bir derecenin altmışta
biri kadar uzak olduğunu saptamıştı. İkinci büyük piramidin merkezi ise bunun
sadece on üç saniye (bir derecenin 13/3600’ü) güneyindeydi.
Pusulanın dört ana yönüne
hizalanışı, yan yüzeylerinin 52 derecelik mükemmel bir açıyla eğimi (bu açıda,
piramidin çevresinin yüksekliğine oranı, bir dairenin yarıçapının çevresine
oranıyla aynıdır), kare tabanlar, mükemmel biçimde düzgün platformlara
oturtulmaları; bunların hepsi de yüksek düzeyde matematik, astronomi, geometri,
coğrafya ve şüphesiz inşaat ve mimari bilgisinin yanı sıra gerekli iş gücünün
harekete geçirilmesi, böylesine büyük ve uzun vadeli projeleri planlamak ve
yürütmek üzere yöneticilik yeteneği anlamına da geliyordu. İnsan piramitlerin
içindeki, dışarıdan hiçbiri görünmeyen, hepsi de birbiriyle mükemmel biçimde
hizalanmış olan, bu yapay dağların içine katbekat inşa edilirken düzenlenen
galerilerin, koridorların, odaların, hava bacalarının ve açıklıkların içsel
karmaşıklığını ve kesinliğini, (her zaman kuzey yüzünde olan) gizli
girişlerini, kilitleme ve tıkama sistemlerini fark ettiğinde ise hayranlığı bir
kat daha artar.
İkinci Piramit
(Kefren’inki), Birinci’den yani Büyük Piramit’ten (yükseklikleri: sadece 143,25
m ve 146,3 m; taban genişlikleri ise 215,5 m ve 230,4 m’dir) sadece biraz küçük
olmasına rağmen; insanoğlu bu anıtları gördüğünden bu yana bilginlerin de
sıradan insanların da ilgisini ve hayal gücünü meşgul eden Büyük Piramit’ti.
Bu, dünyadaki en büyük taş binaydı ve hala da öyledir; sarı kireç taşından
(merkez), beyaz kireç taşından (pürüzsüz yüzey veya kaplama) ve granitten (iç
odalar ve galeriler, tavan vb. için) tahminen 2.300.000 ile 2.500.000 bloktan
inşa edilmiştir. Toplam kütlesi, 7 milyon ton ağırlığında 2.633.467 m3; Hristiyanlığın başlangıcından bu yana İngiltere’de
inşa edilen katedrallerin, kiliselerin ve şapellerin ağırlığını geçmektedir.
Yapay olarak düzleştirilmiş
bir zemindeki Büyük Piramit, saptanabilmiş bir işlevi olmayan soketlerle dört
köşesi işaretlenmiş ince bir platform üstünde yükselir. Binlerce yılın
geçmesine, kıtaların kaymasına, Dünya’nın kendi ekseni çevresindeki
yalpalamasına, depremlere ve bizzat piramidin muazzam ağırlığına rağmen,
nispeten ince (55 cm) olan platform hala hasarsız ve mükemmel biçimde düzdür:
Ufukla mükemmel biçimde hizalanışındaki hata ya da sapma, her bir yanı 231 m
olan platformda 2,5 mm kadardır.
Uzaktan bakıldığında Büyük
Piramit ve iki refakatçisi gerçek piramitlermiş gibi görünürler; ama
yaklaştığınızda, onların bir tür basamaklı piramit oldukları, her biri altındakinden
daha küçük olan katman katman taştan inşa edildikleri fark edilir. Aslında
modern incelemeler, Büyük Piramit’in merkezinde, büyük dikey gerilimlere
dayanmak üzere tasarlanmış bir basamaklı piramit olduğunu önermektedirler
(Şekil 129). Ona pürüzsüz, eğimli yan yüzeylerini veren şey, yan yüzeylerin
kaplandığı kaplama taşlarıydı. Bunlar Arap döneminde çıkartıldı ve yakınlardaki
Kahire’nin inşa edilmesinde kullanıldılar ama birkaçı ikinci Piramidin tepesine
yakın bir yerde hala görülebilmektedir ve bazıları da Büyük Piramit’in
tabanında keşfedilmiştir (Şekil 130). Piramidin yan açılarını belirleyen de bu
kaplama taşlarıydı; piramidi inşa etmek için kullanılan taşların en ağır
olanlarını bu kaplama taşları oluşturuyordu, her bir taşın altı yüzü de kesilmiş
ve optik standartlara uyacak biçimde cilalanmıştır. Bu taşlar sadece üstünü
örttükleri merkez taşlarına tam oturmakla kalmıyorlar, ayrıca her bir yandan
birbirlerine de tam olarak oturuyor ve kireç taşı bloklardan oluşan 8,5
hektarlık tam bir kesinlikle oluşturulmuş bir alan oluşturmaktaydılar.
Gize piramitleri şimdilerde zirvelerine
oturtulan, küçük piramit biçiminde hazırlanan ve obelisklerin piramit biçimli
uçları gibi ya metalden yapılma ya da parlak bir metalle kaplanmış olan zirve
taşlarından yoksundurlar. Onları o yüksek yerlerinden kim, ne zaman ve niçin
çıkartmıştır, bunu kimse bilmiyor. Ancak bilenen bir şey var ki, daha sonraki
zamanlarda, Heliopolis’teki Ben-Ben’i andıran bu tepe
taşları özel bir granitten yapılmaya ve üstüne yazılar kazınmaya başlandı. Bir
tanesi, Dehşur’daki Amen-em-khet’in piramidine aittir
ve piramitten hayli uzakta gömülü halde bulunmuştur (Şekil 131); üstünde
Kanatlı Küre amblemi ve şu yazı vardır:
Kral Amen-em-khet’in yüzü
açıldı,
Gökyüzünü yelken açıp
geçerken
Işık Dağının Efendisi’ni
görebilsin diye.
Heredot beşinci yüzyılda
Gize’yi ziyaret ettiğinde, tepe taşlarından söz etmemiştir ama piramitlerin yan
yüzleri hala pürüzsüz kaplama taşlarıyla örtülüdür. Kendisinden öncekiler ve
sonrakiler gibi o da, kadim dünyanın Yedi Harikasından biri olarak sayılan bu
anıtların nasıl inşa edilmiş olabileceğini merak etmiştir. Büyük Piramit ile
ilgili olarak, rehberleri ona “iş yerinde sürekli olarak yüz bin işçi
çalışıyordu ve üç ayda bir nöbet değiştiriyorlardı. İlk on yıl halk, taşların
çekildiği yolu yapmak için ezildi. Piramit için ayrıca yirmi yıl harcanmıştır,”
demişlerdi. Piramidin inşasını emreden firavunun Keops (Khufu) olduğu bilgisini
aktaran da Heredot’tur; bu emrin nedeni ve niçini hakkında bir şey söylemez.
Heredot aynı şekilde, “genişliği de öbürününki kadardır, yalnız öbüründen
kırkayak daha alçak” olan İkinci Piramidi de Kefren’e (Hefra) atfetmiş ve
Mikerinos’un (Menkara) da “babasınınkinden çok daha küçük bir piramit bırakmış”
olduğunu iddia etmiş, açıkça belirtmese de bunun Gize’deki Üçüncü Piramit
olduğunu ima etmiştir.
M.S. birinci yüzyılda Romalı
coğrafyacı ve tarihçi Strabo, sadece piramitleri ziyaretini kayda geçirmekle
kalmamış Büyük Piramit’in kuzeye bakan yüzünde yer alan ve yaylı bir taşla
gözlerden saklanmış bir açıklıktan girdiğini yazmıştı. Uzun ve dar bir geçitten
aşağıya inerek, kaya yatağına kazılmış bir kuyuya varmıştı, tıpkı kendisinden
önceki Grek ve Romalı turistler gibi.
Bu girişin yeri sonraki
yüzyıllarda unutulmuş ve Müslüman halife El Memun M.S. 820’de piramide girmeye
kalkıştığında, piramidin içine doğru bir tünel açmak için taşları deldirmek
üzere duvar ustaları, demirciler ve mühendislerden oluşan bir ordu
oluşturmuştu. Onu harekete geçiren şey, hem bilimsel arayış hem de hazine bulma
hevesiydi; çünkü piramitlerin içinde geçmiş çağlarda saklanan “paslanmayan
silahlar” ve “kırılmadan bükülebilen cam”ın yanı sıra göksel haritalar ve yer
küreler içeren gizli odalar olduğunu da anlatan kadim efsanelerle hevesi
kabarmıştı.
Çatlayana dek ısıtıp soğuttukları
taş kitlelerini kırıp kazıyarak açan El Memun’un adamları, santim santim
piramidin içine doğru girdiler. Tam vazgeçmek üzereyken, pek uzakta olmayan bir
noktada, oralarda bir boşluğun olduğunu işaret eden bir taşın düşme sesini
duydular. Yeni bir şevkle, orijinal “İnen Dehliz”e doğru kıra döke yol açtılar
(Şekil 132). Dehlizin üst kısmına tırmanarak, dışarıdan onlara geçit vermeyen
orijinal girişe ulaştılar.
Aşağıya indiklerinde ise
Strabo tarafından tarif edilen kuyuya ulaştılar; kuyu boştu. Kuyudan çıkan bir
baca hiçbir yere varmıyordu.
Araştırıcıların anladığı
kadarıyla gayretleri boşaydı. Yüzyıllar içinde içine zorla veya normal
girişlerinden girilen diğer bütün piramitlerde de aynı iç yapı vardı: Bir veya
daha çok odaya götüren bir İnen Dehliz. Büyük Piramit’te bu bulunamamıştı.
Açığa çıkartılacak başka sır yoktu...
Ama talih birden yüzlerine
güldü. El Memun’un adamlarının zorlamalarıyla gevşeyen taş, düşme sesiyle
onları tünel kazmaya devam etmeye teşvik etmişti. Tam vazgeçmek üzereyken, düşen
taşı İnen Dehlizin zemininde buldular. Garip, üçgenimsi bir şekli vardı. Tavanı
incelediklerinde, bu taşın, İnen Dehlizin açısına göre yerleştirilmiş büyük,
dikdörtgen bir granit dilimini gözlerden saklamaya yaradığını gördüler. Yoksa
bu, daha önce hiç kimsenin ziyaret etmediği belli olan gizli bir odaya giden
yolu mu saklıyordu?
Granit bloğu hareket
ettiremeyen, kıramayan El Memun’un adamları çevresinden tünel kazdılar.
Anlaşıldı ki, bu granit dilim; aralarında kireç taşı bloklar bulunan bir dizi
büyük granit bloktan sadece biriydi; bunlar, İnen Dehlizin aşağıya indiği aynı
açıyla (piramidin dış eğiminin tam yarısı olan) 26 derece açıyla yukarıya doğru
eğimli olan bir Yükselen Dehlizi tıkamaktaydılar. Yükselen Dehlizin tepesinden
başlayan yatay bir dehliz ise sivri tepelikli bir çatısı olan, karemsi bir
odaya varıyordu (Şekil 133); odanın doğu duvarında garip bir niş vardı, oda
çıplak ve boştu. Bu odanın, piramidin kuzey-güney ekseninin tam ortasında
olduğu sonradan anlaşılacaktı; bunun önemi henüz deşifre edilememiştir. Bu oda
“Kraliçe Odası” olarak anılmaya başlandı ama bu isim tamamen romantik amaçlıydı
ve hiçbir kanıta dayanmıyordu.
Yükselen Dehlizin başında,
45,7 m uzunluğunda ve yine aynı 26 derecelik açıyla yükselen, çok incelikli ve
kesin biçimde inşa edilmiş olan Büyük Galeri uzanmaktadır (Şekil 134).
Galerinin zemini göçüktür ve Galeri boyunca uzanan iki rampa vardır; her bir
rampada ise düzgün aralıklarla, birbirine bakacak biçimde yerleştirilmiş
dikdörtgen delikler vardır. Galerinin duvarları yedi dirsekte 5,5 m yükselir,
her bir dirsekte bir altta olan bölümden 0,8 m dışarıya çıkıntı yapmaktadır,
böylece Galeri yükselirken daralır. En tepesinde ise, Galerinin tavanı ile
rampalar arasındaki göçük koridorun genişliği tam olarak aynı olur.
Galerinin en üstteki ucunda,
büyük bir taş; düz bir platformu oluşturmaktadır. Onunla aynı seviyede olan
kısa ve nispeten dar ve alçak (sadece 1 m kadar) bir koridor, son derece
karmaşık inşa edilmiş bir Ara Oda’ya bağlanır; burası, basit bir manevrayla
(bir ipi çekerek mi acaba?) galeriyi dikey olarak tıkayan ve daha ileri gitmeyi
engelleyen üç sağlam granit duvarın aşağıya inmesini sağlayan bir düzenekle
donatılmıştır.
Ardından, yüksekliği ve
genişliği bir öncekiyle aynı olan kısa bir koridor, cilalı kırmızı granitten
yapılmış yüksek tavanlı bir odaya bağlanır; burası sözümona Kral Odasıdır
(Şekil 135). Kapaksız bir kutu olabilecek şekilde oyularak yontulmuş bir granit
blok dışında bu oda bomboştu. İşçiliği özenli olan kutu, bir kapak veya üst
kısım için oyukları da içermekteydi. Ölçüleri ise, o tarihten bu yana
belirlendiği gibi, derin bir matematik formüller bilgisi sergilemektedir. Ama
tamamen boş olarak bulunmuştu.
Bu kocaman taş dağı, boş bir
odada boş bir “kutu” saklamak için mi inşa edilmişti yani? Kararmış meşale
izleri ve Strabo’nun sağladığı kanıt, İnen Dehlizin daha önce ziyaret
edildiğini göstermekteydi; eğer bir zamanlar bu yeraltı odasında hazine olmuş
olsaydı bile, uzun zaman önce çıkartılmış olmalıydı. Ama İnen Dehliz, El
Memun’un adamları M.S. 9. yüzyılda oraya vardıklarında kesinlikle sımsıkı
tıkalıydı. Piramitlerin kraliyet mezarları olduğu şeklindeki teori, bunların
firavunun mumyasını ve onunla birlikte gömülen hazineleri hırsızlardan ve onun
ebedi istirahatini bozabilecek diğer davetsiz misafirlerden korumak üzere inşa
edildiğini savunmaktadır. Buna göre, dehlizlerin tıkanması, tabutu içindeki
mumyanın cenaze odasına yerleştirilmesinden hemen sonra gerçekleşiyordu. Ancak
burada tıkalı bir dehliz ve boş bir taş kutu dışında içinde hiçbir şey olmayan
bir piramit vardı.
Zamanla başka hükümdarlar,
bilim adamları, maceracılar da piramide girdiler, tüneller açtılar, iç yapısına
dair, aralarında bazılarının havalandırma bacası olduğuna (ama kimin için?)
inandıkları, bazılarının ise gökyüzü gözlemleri için olduğunu (ama kim
tarafından yapılan?) öne sürdükleri iki şaft takımı da bulunan diğer
özelliklerini keşfettiler. Bilginler bu taş kutuya bir lahit demekte ısrar
etseler de (bir insan vücudu bandırmaya yetecek ölçüdedir), aslında Büyük
Piramit’in bir kraliyet mezarı olduğu iddiasını destekleyecek bir kanıt
kesinlikle mevcut değildir.
Aslında, piramitlerin
firavun mezarları olarak inşa edildiği fikri somut kanıtlarla
desteklenememektedir.
İlk piramit yani Zoser’inki,
bilginlerin cenaze odaları demekte ısrar ettikleri, ilk mastaba ile örtülü iki
oda içermektedir. Bu odalara 1821’de H. M. von Minutoli tarafından ilk kez
girildiğinde, kâşif içeride bir mumyanın kalıntılarını ve Zoser’in adını içeren
birkaç yazıt bulduğunu iddia etti. Yine iddiaya göre, bunları Avrupa’ya
yollamıştı ama denizde kaybolmuşlardı. 1837’de Albay Howard Vyse iç parçaları
daha dikkatlice yeniden kazdı ve “mumyalar yığını” bulduğunu (daha sonra seksen
adet olarak sayıldı) ve kırmızı boyayla yazılmış “Kral Zoser’in adını taşıyan”
bir odaya vardığını bildirdi. Bir asır sonra, arkeologlar bir kafatasının bir
parçasını keşfettiklerini ve “kırmızı granit odanın içinde tahta bir lahitin
bulunmuş olabileceği”ne ilişkin kanıtları bildirdiler. 1933’te J. E. Quibell ve
J. P. Lauer, piramidin altında, içinde iki boş lahit bulanan yeraltı
galerilerini keşfettiler.
Bu fazladan mumyaların ve
tabutların hepsinin izinsiz cenazeleri yani daha sonraki zamanlarda mühürlü
galerilerin ve odaların korunmasını bozarak ölülerin gömülmesini temsil
ettikleri artık genel kabul görmektedir. Ama Zoser piramidin içine gömülmüş
müydü? Gerçekten “orijinal cenaze” var mıydı?
Çoğu arkeolog artık Zoser’in
piramidin içine ya da altına gömülmüş olmasından kuşku duymaktadırlar. Görünen
o ki, 1928’de piramidin güneyinde keşfedilen muhteşem bir mezara gömülmüştü. Bu
“Güney Mezarı”na, taş tavanı palmiye ağaçlarına (hurma
da, bir palmiye türüdür Ç.N.) benzetilen bir galeriden geçerek ulaşılıyordu. Bu
galeri yalancı bir yarı açık kapıdan büyük bir odacığa kadar ulaşıyordu. Daha
çok galeri, granit bloklardan yapılma bir yeraltı odasına gidiyordu; bu odanın
üç duvarından birinde üç yalancı kapı Zoser’in suretini, adını ve unvanlarını
taşıyordu.
Birçok saygın eski Mısır
tarihi uzmanı artık piramidin, Zoser için sadece sembolik bir gömme yeri
olduğuna, kralın zengin süslemelerle bezeli ve bazı Mısır betimlemelerinde
resmedildiği gibi (Şekil 136) ayrıca mecburi küçük şapeli de içeren içbükey bir
odası olan, büyük dikdörtgen bir üst yapı tarafından üstü örtülen Güney
Mezarında gömülü olduğuna inanmaktadırlar.
Zoser’in ardından gelen
Sekhemkhet tarafından başlatıldığı varsayılan basamaklı piramit de bir “cenaze
odası” içermekteydi. Bu odada boş olan, kaymak taşından yapılma bir “lahit”
vardı. Ders kitapları bizlere odayı ve taş kutuyu keşfeden Zakaria Goneim adlı
arkeoloğun, odanın mezar hırsızlarınca soyulduğu, mumyanın ve mezarın içindeki
diğer şeylerin hırsızlarca boşaltıldığı sonucuna vardığından söz ederler ancak
bu pek doğru değildir. Aslında, Goneim kaymak taşından yapılma kutunun dikey
sürgülü kapısını kapalı ve alçıyla mühürlenmiş halde
bulmuştu ve kurumuş bir çelengin kalıntıları hala tabutun
üstünde durmaktaydı. Daha sonra şöyle hatırlayacaktı: “Umutlar artık
iyice yükselmişti ama lahit açıldığında, boş ve kullanılmış olduğu anlaşıldı.”
Acaba burada herhangi bir kral gömülmüş müydü? Bazıları hala evet derken,
bazıları da Sekhemkhet piramidinin (adını taşıyan kavanoz kapakları bu
eşleştirmeye neden olmuştu) sadece bir senotaf yani boş, sembolik bir mezar
olduğuna emindirler.
Khaba’ya atfedilen üçüncü
basamaklı piramit de bir “cenaze odası”na sahipti; bunun tamamen boş olduğu
görülmüştü, ne bir mumya ne de bir lahit. Arkeologlar yakınlarda bir başka,
bitirilmemiş piramidin yeraltındaki kalıntılarını buldular; bunun Khaba’nın
ardılı tarafından başlatıldığına inanılmaktadır. Granit alt yapısı, ultra
modern bir banyo küvetini andıran, taş zemine gömülü sıra dışı oval bir “lahit”
içermekteydi. Kapağı üstündeydi, betonla sıkıca kapatılmıştı. İçinde hiçbir şey
yoktu.
Üçüncü Hanedanlık hükümdarlarına
atfedilen diğer üç küçük piramidin kalıntıları da ek olarak bulundu. Birinde,
alt yapılar henüz incelenmemiştir. Bir diğerinde, hiçbir cenaze odası
bulunamadı. Üçüncüde ise, oda herhangi bir zamanda yapılmış hiçbir cenazenin
kanıtını içermiyordu.
Medum’daki çökmüş piramidin
“cenaze odası”nda hiçbir şey, bir lahit bile bulunamadı. Bunun yerine, Flinders
Petrie, Snerfu’nun mumyasının tabutundan kalanlar diye ilan ettiği tahta bir
tabutun kalıntılarını bulmuştu. Artık bilginler bunun, çok daha sonraya ait bir
davetsiz cenazenin kalıntılarını temsil ettiğine inanmaktalar. Medum
piramidinin çevresi çeşitli Üçüncü ve Dördüncü Hanedanlık mastabalarıyla
çevrelidir; bunların içine kraliyet ailesinin üyeleri ve zamanın önde gelenleri
gömülmüştü. Piramidin iç kısmı, (sözümona cenaze tapınağı denilen) daha alçak
bir yapıyla bağlantılıydı, burası artık Nil’in sularının altındadır. Belki de
firavunun bedeni kutsal nehrin sularıyla çevreli ve korunur halde huzur içinde
orada yatmaktadır.
Sonraki iki piramit ise “piramitler
mezardır” teorisi için çok daha utanç vericidirler. Dehşur’daki (Yamuk ve
Kızıl) adlı piramitlerin her ikisi de Snerfu tarafından inşa edilmişti.
Birincide iki “cenaze odası”, diğerinde ise üç tane vardı. Hepsi de Snerfu için
miydi? Eğer her bir firavun tarafından mezarı olsun diye bir piramit inşa
ediliyorduysa, Snerfu neden iki piramit birden yaptırmıştı? Söylemeye gerek
yok, keşfedildiklerinde odalar tamamen boştu, bir lahit bile yoktu. 1947’de ve
1953’te (özellikle Kızıl Piramit’te) Mısır Antikalar Bürosunun kararlı
kazılarından sonra yayımlanan rapor “orada bir kraliyet mezarına dair tek bir
iz bile bulunamamıştır,” diye kabul ediyordu.
“Firavun başına bir piramit”
teorisi, artık bir sonraki piramidin Snerfu’nun oğlu Khufu tarafından yaptırıldığını
kabul etmektedir; ve bunun Gize’deki Büyük Piramit olduğuna dair Heredot’un (ve
onun eserlerine dayanan Romalı tarihçilerin) sözleri var. Ancak onun odaları
da, hatta hiç açılmamış olan “Kral Odası” da boştu. Aslında bu çok şaşırtıcı
olmamalı, çünkü Heredot (Tarih, 2. Kitap, sayfa
127’de) “Nil’in suları, yapay bir hendekle içeri alınarak Keops’un ölüsünün
kaldığı yeri bir ada gibi çevreliyormuş,” diye yazar. Öyleyse, firavunun gerçek
mezarı vadinin daha aşağısında, Nil’e daha yakın bir yerde midir acaba? Bunu
kimse bilemiyor.
Gize’deki İkinci Piramit’in
atfedildiği Hefra ise Khufu’nun hemen ardından tahta çıkmamıştı. Aralarında,
sekiz yıl hüküm süren Radedef adlı bir firavun vardı. Bilginlerin
açıklayamadığı nedenlerden dolayı, o, piramidi için Gize’nin uzağında bir yer
seçmişti. Büyük Piramit’in yarı ölçülerinde olan bu piramit geleneksel “cenaze
odası”nı içermekteydi. Oraya varıldığında, tamamen boş olduğu görüldü.
Gize’deki İkinci Piramit’in
kuzey yüzünde alışıldık tek bir giriş yerine iki giriş bulunmaktadır (bkz.
Şekil 129). Birincisi ki bu da sıra dışı bir özelliktir, piramidin dışında
başlar ve bitirilmemiş bir odaya dek uzanır. Diğeri ise piramidin tepe
noktasıyla hizalanmış bir odaya götürür. 1818’de Giovanni Belzoni buraya
girdiğinde, granit lahitin boş ve kapağının da yerde kırılmış halde yattığını
bulmuştu. Arapça bir yazı, asırlar önce odaya girildiğini göstermekteydi. Ancak
Araplar eğer bulabilmişlerse tabi, ne bulduklarını hiçbir yere
kaydetmemişlerdi.
Gize’deki üçüncü piramit
diğer ikisinden çok daha küçüktür; birçok özgün veya sıra dışı özellik
içermektedir. Merkez kısmı, üç piramit içinde, en büyük taş bloklardan inşa
edilmişti; alttaki on altı sırası beyaz kireç taşıyla değil sağlam granitle
kaplanmıştı. Başta düz, küçük bir gerçek piramit olarak başlanmış (Şekil 129)
sonra boyutu iki kat büyümüştü. Bunun sonucunda, kullanılabilir iki girişi
vardı; ayrıca bir üçüncü giriş daha içermektedir, belki de inşa edenlerin
tamamlamadığı bir “deneme” girişidir. Çeşitli odaları arasında ana “cenaze odası”
diye belirlenene 1837’de Howard Vyse ve John Perring girmişti. Odanın içinde
muhteşem biçimde süslenmiş bazalt bir lahit bulmuşlardı; bu da, her zamanki
gibi, boştu. Ama Vyse ve Perring yakınlarda, üstüne “Men-ka-Ra” kraliyet adı
yazılı olan tahta bir tabut ve “muhtelemen Menkaure’ye ait” bir mumyanın
kalıntılarını buldular; bu, Heredot’un, Üçüncü Piramit’in “Mikerinos’a ait
olduğu” yolundaki sözlerinin doğrulanmasıydı. Ancak modern karbon tarihlendirme
metotları tahta tabutun M.Ö. 660’dan daha eski olamayacağını belirlediler [K.
Michalowsky, Art of Ancient Egypt (Kadim Mısır
Sanatı)]; mumya kalıntıları erken Hristiyan dönemden kalmaydı. Orijinal
cenazeye ait değillerdi.
Men-ka-Ra’nın, Hefra’nın
hemen ardından tahta çıkıp çıkmadığı konusunda da kesinlik yoktur ama bilginler
onun ardından gelenin, Şepsekaf olduğuna eminler. Asla bitirilmemiş (ya da
inşaatı çok beceriksizce olduğundan toprak üstünde hiçbir şeyi kalmayan)
çeşitli piramitlerden hangisinin Şepsekaf’a ait olduğu hala belirsizdir. Ama
kesin olan şey, onun içine gömülmemiş olduğudur. Cenaze odasında siyah
granitten bir lahitin bulunduğu anıtsal bir mastabanın altına gömülmüştü (Şekil
137). Mezar hırsızları buraya girmişler, mezarı ve lahiti soymuşlardı.
Ardından gelen Beşinci
Hanedanlık, Userkaf ile başladı. O, piramidini Sakkara’ya, Zoser’in piramit
kompleksi yakınlarında yaptırdı. Burası hem mezar hırsızlarının hem de davetsiz
cenazelerin hışmına uğradı. Onun ardılı olan Sahura, Sakkara’nın kuzeyinde
(günümüzde Abusir) bir piramit yaptırdı. En iyi korunmuş olanlardan biri
olmasına karşın (Şekil 138), onun dikdörtgen “cenaze odası”nda da hiçbir şey
bulunamadı. Ama Nil ile piramit arasında uzanan tapınaklarının muhteşemliği ve
alçak tapınak odalarından birinin palmiye ağaçları görünümlü taş sütunlarla
süslenmiş olması, Sahura’nın gerçek mezarının piramidin yakınlarında bir yerde
olduğunu gösteriyor olabilir.
Onun ardından Mısır tahtına
çıkan Neferirkara, cenaze kompleksini Sahura’nınkine yakın bir yerde yaptırdı.
Tamamlanmamış (ya da tahrip olmuş) piramidindeki oda boştu. Onun ardılının
anıtları ise bulunamadı. Bir sonraki hükümdar piramidini taş yerine kurutulmuş
çamur tuğlalarından ve tahtadan yaptırmıştı, yapıdan geriye kalan azıcık bir
şeydi. Ardından gelen Neuserra ise piramidini kendinden öncekilerin
piramitlerinin yakınına yaptırdı. İki odası vardı, ikisinde de hiçbir cenaze
izi yoktu. Ancak Neuserra, tepesi kesik bir piramit üstündeki tıknaz, kısa bir
obelisk şeklinde inşa edilen (Şekil 139) cenaze tapınağıyla ünlüdür. Obeliskin
boyu 36 metredir, tepesi ise bakırla kaplanmıştı.
Beşinci Hanedanlığın sonuncu
ya da bazılarının tercih ettiği şekliyle Altıncı Hanedanlığın birinci hükümdarı
olan Unaş’ın piramidi, geleneklerde büyük bir değişikliğin işaretçisiydi.
1880’de Gaston Maspero, Piramit Metinleri’ni ilk kez orada keşfetti; piramidin
odalarının ve koridorlarının duvarlarına yazılmışlardı. Onu izleyen Altıncı
Hanedanlık hükümdarlarının (Teti, I. Pepi, Mernera ve II. Pepi) dört piramidi;
cenaze kompleksleri ve duvarlarına Piramit Metinleri’nin dâhil edilmesi
bakımından Unaş’ı taklit etmekteydiler. Bunların hepsinin “cenaze” odalarında
bazalt ya da granit lahitler bulunmuştu; Mernera piramidindeki lahitte bir
mumyanın bulunması dışında bomboştular. Kısa süre sonra bunun da kralın değil,
daha sonraki bir davetsiz cenazenin kalıntısı olduğu anlaşıldı.
Altıncı Hanedanlık kralları
aslında nerede gömülmüşlerdi? Bu hanedanlığın ve daha öncekilerin kraliyet
mezarları iyice güneyde, Abidos’taydılar. Bu, diğer kanıtlar gibi, mezarların
senotaflar{*} olduğu, piramitlerin gerçek mezarlar olduğu fikrini tamamen ortadan
kaldırmalıydı; ancak uzun süre kabul gören inançlar kolay kolay ölmüyorlar.
Gerçekler ise tam tersini
söylüyorlar. Eski Krallık piramitleri asla bir firavun cesedini
barındırmamışlardı çünkü bir kralın mezarını koruma amacıyla yapılmamışlardı.
Firavunun temsili Ufka Yolculuğu’nda, onun ka’sının
Gökyüzüne Merdiven’e yönlendiren ışık fenerleri olarak inşa edilmişlerdi; tıpkı
piramitlerin daha en başında, “gökyüzünü yelken açıp geçen” tanrılar için birer
işaret feneri olarak iş görmesi için yapılması gibi.
Önerdiğimiz şey şudur:
Firavunlar, birbiri ardınca Zoser’in piramidini değil, Tanrıların
Piramitlerini yani Gize piramitlerini taklit etmeye kalkışmışlardı.
FİRAVUNUN ADIYLA OYNAMAK
Sahtecilik, bir ün ve servet
aracı olarak ticaret ve sanatta, bilimde ve antikacılıkta alışılmadık bir şey
değildir. Açığa çıktığında kayıplara ve utanca yol açabilir. Açığa çıkmadığında
ise tarihi değiştirebilir.
Büyük Piramit’in ve kurucusu
olduğu varsayılan Khufu adlı firavunun başına gelenin bu olduğuna inanıyoruz.
Bir buçuk asır önce (birçok
kez hazine avcıları tarafından) aceleyle kazılan piramit alanlarının sistematik
ve disiplinli bir arkeolojik yeniden incelemesi daha önceki bazı çıkarımlarla
ilgili soruların doğmasına yol açmıştır. Piramit Çağının Zoser’in basamaklı
piramidiyle başladığı ve en sonunda başarılan gerçek bir piramide doğru ardışık
bir ilerlemenin söz konusu olduğuna inanılmaktadır. Peki, gerçek bir piramidin
yapımını başarmak neden bu kadar önemliydi? Eğer piramit inşa sanatı derece
derece ilerleme gösterdiyse, Gize piramitlerini izleyen birçok piramit niçin
Gize piramitlerinden daha iyi ve üstün olacaklarına kötü ve yetersizdiler?
Zoser’in basamaklı piramidi
diğerleri için bir model miydi yoksa bizzat kendisi çok daha öncesi bir modelin
taklidi miydi? Bilginler artık İmhotep’in mastaba üstüne inşa ettiği bu ilk,
daha küçük basamaklı piramidin (Şekil 125) “güzel pürüzsüz beyaz kireç taşıyla
kaplı” olduğuna [Ahmed Fakhry, The Pyramids
(Piramitler)] inanmaktalar; “ancak daha kaplama tamamlanmadan İmhotep başka bir
değişiklik yapmayı planlamıştı” yani çok daha büyük bir piramidi bunun üstüne
oturtmayı. Ancak, yeni kanıtların önerdiğine göre, bu son basamaklı piramit
bile gerçek bir piramide benzemesi için kaplanmıştı. George Reisner
başkanlığındaki Harvard Üniversitesi arkeoloji çalışmalarında gün ışığına
çıkartılanlara göre, kaplama çamur tuğlalarından hayli ilkel biçimde yapılmıştı
ve bunlar kısa süre sonra un ufak olmuş ve Zoser’in bir basamaklı piramit
yaptırmış olduğu izlenimini vermişti. Dahası, bu çamur tuğlalarının da beyaz
kireç taşı kaplama havasını vermek için beyaz badana ile boyandığı anlaşıldı.
Peki, Zoser kimi taklit
etmeye çalışıyordu? İmhotep çoktan dikilmiş, yanları pürüzsüz ve kireç taşıyla
kaplanmış, tamamlanmış bir gerçek piramidi nerede görmüştü? Bir soru daha:
Eğer, şu anki teorinin kabul ettiği gibi Medum ve Sakkara’da 52 derecelik
pürüzsüz bir piramit inşa etme girişimi başarısız olduysa ve Sneferu “hile
yapıp” ilk gerçek piramit olduğu kabul edilen yapıyı sadece 43 derecelik bir
açıyla diktirdiyse, niçin onun oğlu çok daha büyük bir piramidi o tehlikeli 52
derecelik açıyla inşa ettirmek için hemen işe girişmişti ve de bunu hiçbir
sorunla karşılaşmadan başardığı varsayılıyordu?
Eğer Gize’deki piramitler;
firavun başına bir piramit teorisinin kabul ettiği gibi ardışık bir piramitler
zincirindeki tek “normal” piramit idiyseler, niçin Khufu’nun oğlu Radedef kendi
piramidini Gize’de babasınınkinin yanına dikmemişti? Unutmayın, varsayıma göre
diğer iki Gize piramidinin henüz orada olmaması gerek yani bütün alan istediği
gibi kullanabilmesi için Radedef’in elinin altındaydı. Ve eğer babasının
mimarları ve mühendisleri Büyük Piramit’i inşa etme sanatında ustalaşmış
idiyseler, Radedef’in adını taşıyan küçük ve hızla un ufak olan piramit yerine
babasınınkine benzer ve etkileyici bir piramit inşa etmesine niçin yardım
etmemişlerdi?
Büyük Piramit dışında başka
hiçbir piramidin bir Çıkan Dehlize sahip olmamasının nedeni bu müstesna Çıkan
Dehlizin M.S. 820’ye dek gözlerden uzak ve gizli olması ve böylece bu piramidi
taklit edenlerin sadece bir İnen Dehlizden haberdar olmaları gerçeği miydi?
Gize’deki üç piramitte de
hiçbir hiyeroglif yazının olmaması da merak konusudur; tıpkı bir asır önce
James Bonwick’in [Pyramid Facts and Fancies (Piramit
Gerçekleri ve Hayalleri)] de merak ettiği gibi: “Akla hayale gelebilecek her
nesnenin üstünü hiyerogliflerle dolduran Mısırlıların bu muhteşem anıtları tek
bir hiyeroglif yazı yazmadan bırakabileceklerine kim kendini ikna edebilir?”
Yazıtların yokluğu iki anlama gelebilir: Ya piramitler hiyeroglif yazının
gelişmesinden önce inşa edilmişlerdi ya da Mısırlılar
tarafından inşa edilmemişlerdi.
İşte bunlar; Zoser ve
ardıllarının piramit inşa âdetini başlattıklarında zaten var olan modelleri
yani Gize’deki piramitleri taklit etmeye koyulduklarına inanmamızı sağlayan
noktalardan bazılarıdır. Onlar Zoser’in daha önceki girişimlerinin
iyileştirilmiş versiyonları değillerdi, aksine, onlar Zoser ve ardından gelen
firavunların taklit etmeye kalkıştıkları prototiplerdi.
Bazı bilginler Gize’deki
küçük uydu piramitlerin aslında kadim toplum tarafından tıpkı günümüz
mimarlarının hesaplama ve tasarım takibinde kullandıkları küçük ölçekli
modellerini andıran ölçekli modeller (yaklaşık 1:5) olduklarını önermişlerdi
ancak bugün artık bunların da daha sonraki girişimler olduğunu biliyoruz.
Ancak, böyle bir ölçek amaçlı modelin olduğuna inanıyoruz:
Mimari deneylere tabi olduğu açıkça anlaşılan üçüncü piramit. Daha büyük iki
piramidin ise Anunnaki için bir çift işaret feneri gibi iş görmesi için inşa
edildiğine inanıyoruz.
Peki ya Heredot’un bu üç
piramitin kurucusu olduğunu söylediği Menkara, Hefra ve Khufu hakkında
anlatılanlar?
Gerçekten de anlatılan
nedir? Üçüncü piramide bağlanan tapınaklar ve geçit yolu, inşa ettirenin
Menkara olduğuna dair kanıtlar taşımaktadır; adını taşıyan birkaç yazıt ve onun
Hathor ve bir başka tanrıça tarafından kucaklandığını gösteren birkaç güzel
heykel. Ama tüm bunlar Menkara’nın bitişik yapıları inşa ettirdiğini ve
kendisini piramitle ilişkilendirdiğini göstermektedir, piramidi onun inşa
ettirdiğini değil. Anunnaki’nin piramitlere sadece ihtiyaç duyduğunu ve
kendilerine tapmak için tapınaklar inşa etmeyeceklerini düşünmek mantıklıdır;
sadece bir firavun tanrılara doğru yapacağı yolculukla ilişkili olan cenaze
tapınağına ve diğer yapılara ihtiyaç duyabilirdi.
Zaten üçüncü piramidin
içinde bir yazı, bir heykel, süslenmiş bir duvar bulunamamıştır; sadece çıplak,
net bir kesinlik. Varsayılan tek kanıtın da hatalı bir peşin hüküm olduğu
anlaşılmıştır; üstünde Menkara adının yazılı olduğu tahta tabut parçalarının,
onun döneminden iki bin yıl sonraya ait olduğu, tabuta “uyan” mumyanın ilk
Hristiyan dönemden kaldığı anlaşılmıştır. Dolayısıyla piramidin yaratılması ve
inşasıyla ilgili olarak Menkara’yı ya da herhangi bir firavunu akla getirecek
tek bir kanıt parçası bile yoktur.
İkinci piramit de aynı
şekilde çıplaktır. Hefra’nın kartuşunu (kraliyet adının içine yazıldığı oval
çerçeve) taşıyan heykeller, sadece piramide bitişik tapınakların içinde
bulunmuşlardı. Ama piramidi inşa ettirenin o olduğunu gösteren hiçbir şey
yoktu.
Peki ya Khufu?
Tek bir istisna dışında ki birazdan onun bir sahtecilik ürünü olduğunu açığa çıkaracağız,
Büyük Piramit’i inşa ettirenin o olduğuna dair tek kanıt, Heredot (ve
yazılarını onun yazılarına dayandıran bir Romalı tarihçi) tarafından
bildirilmiştir. Heredot onu, halkını geçit yolunu ve piramidi inşa etmeleri
için otuz yıl köle eden bir hükümdar olarak tarif eder. Ancak diğer tüm kanıtlar
Khufu’nun sadece yirmi üç yıl hüküm sürdüğünü göstermektedir. Eğer en büyük
mimar ve taş ustalarının bahşedildiği böylesine büyük bir kurucu idiyse, onun
gerçek boyutta büyük heykelleri nerededir?
Bir tane bile yoktur ve
böylesi anıtsal kalıntıların yokluğunda, Khufu aslında hiç de büyük değil
sıradan bir inşa ettirici gibi görünmektedir. Ama aklına parlak bir fikir
gelmişti; tahminimizce basamaklı piramitlerin un ufak olmuş çamur tuğlalarından
yapılma kaplamalarını, Medum’daki çökmüş piramidi, Snerfu’nun ikinci
piramidinin doğru olmayan eğimini gördüğünde Khufu’nun aklına harika bir fikir
geldi. Orada Gize’de mükemmel ve sahipsiz piramitler durmaktaydı. Onlardan
birine Sonraki Yaşama Yolculuğu için gerekli olan cenaze tapınaklarından birini
bitiştirmek için tanrılardan izin alamaz mıydı? Piramide zarar gelmeyecekti;
muhtemelen Khufu’nun gömülü olduğu Vadi Tapınağı da dâhil tüm tapınaklar
dışarıdaydı; Büyük Piramit’e bitişikti ama ona dokunmuyordu bile. Böylece Büyük
Piramit Khufu’nun diye bilinegeldi.
Khufu’nun ardılı Radedef
babasının fikrine uymadı ve kendi piramidini tıpkı Sneferu gibi yaptırmaya
karar verdi. Peki, ama niçin babasınınkinin yanı yerine Gize’nin kuzeyine
dikmişti? En basit açıklama Gize’nin zaten üç eski piramit ve Khufu tarafından
yakınlarına dikilen uydu yapılar tarafından çoktan doldurulmuş olmasıydı...
Radedef’in başarısızlığına
tanık olan bir sonraki firavun yani Hefra, Khufu’nun çözümünü tercih etti. Bir
piramit diktirme zamanı geldiğinde kendisini zaten hazır olan ikinci büyük
piramit ile ilişkilendirmek için çevresini kendi tapınak ve uydularıyla
donatmada bir sakınca görmedi. Onun arkasından gelen Menkara ise geride kalan
tek boş piramit ile, üçüncü piramit ile kendisini ilişkilendirdi.
Hazırdaki piramitlere bu
şekilde el konulunca onları izleyen firavunlar da piramitleri zor olan yolla
elde etmeye mecbur kaldılar yani onları inşa etmeye kalkışarak... Bunu daha
önce de deneyenler gibi (Zoser, Sneferu Radedef), onların gayretleri de üç eski
piramidin başarısız taklitleri olarak son buldu.
İlk bakışta, Khufu’nun
(diğer ikisi gibi) kendisiyle ilişkilendirilen piramidin inşasıyla hiçbir
ilgisi olmadığını iddia etmemiz biraz aşırı gibi görünebilir. İnanın değil.
Kanıt için bizzat Khufu’ya başvuracağız.
Khufu’nun Büyük Piramit’i
gerçekten inşa ettirip ettirmediği, ciddi eski Mısır tarihi uzmanlarını
yaklaşık yüz yirmi beş yıl önce, Khufu’dan söz eden ve onu piramit ile bağlayan
tek nesne keşfedildiğinde rahatsız etmeye başlamış bir
meseleydi. Çünkü ilginçtir bu nesne piramidi onun inşa ettirmediğini
doğruluyordu: Piramit, onun hükümdarlığa sırasında zaten
mevcuttu!
Söz konusu kanıt bir kireç
taşı stelasıdır (Şekil 141); Auguste Mariette tarafından 1850’lerde Büyük
Piramit yakınlarındaki İsis tapınağının kalıntılarında bulunmuştur. Üstündeki yazı
bunun Khufu tarafından İsis tapınağının ve Khufu’nun artık dağılmakta olan
tapınağın içinde bulduğu tanrıların amblemlerini ve imgelerini restore
ettirişini anmak amacıyla kendi kendini övdüğü bir anıt olduğunu
belirtmektedir. Açılış dizeleri hataya yer bırakmayacak şekilde Khufu’yu
kartuşuyla tanımlar:
Kahire Müzesinde bulunan bu
steladaki yazıya göre, Khufu sahneye çıktığında Büyük Piramit çoktan oradaydı.
Hanımı, tanrıça İsis’ti; Khufu’ya değil bu tanrıçaya aitti. Dahası, İkinci
Piramitle birlikte inşa edildiği varsayılan ve Hefra’ya atfedilen Sfenks,
çoktan şu anki konumunda uzanmış yatıyordu. Yazının devamı, Sfenks’in konumunu
doğru biçimde belirler ve bir kısmının yıldırım çarpması yüzünden tahrip
olduğunu kayda geçirir; bugün bile görülebilen bir tahribattır bu.
Khufu yazıtında Prenses
Henutsen için “tanrıçanın tapınağının yanında” bir piramit yaptırdığını
söyleyerek devam eder. Arkeologlar Büyük Piramit’in hemen yanında sıralanan üç
küçük piramidin en güneyde kalanının, İsis tapınağına en yakın duran küçük
piramidin gerçekten de Khufu’nun eşlerinden biri olan Henutsen’e adandığına
ilişkin bağımsız kanıtlar elde etmişlerdir. Yazıttaki her şey bilinen
gerçeklerle uyuşmaktadır ama Khufu’nun bir piramit yaptırmakla ilgili tek
iddiası, prenses için yaptırdığı küçük piramittir. Büyük Piramit’in (diğer iki
piramitler birlikte) tıpkı Sfenks gibi zaten orada olduğunu belirtir.
Teorilerimizi destekleyen
noktalar, yazıtta Büyük Piramit’in aynı zamanda “Hathor’un Batı Dağı” olarak
bilindiğini okuduğumuzda daha da perçinlendi:
Yaşa Horus Mezdau;
Yukarı ve Aşağı Mısır’ın
Kralına
Khufu’ya yaşam verilir.
Annesi, İlahi Ana İsis için,
“Hathor’un Batı Dağı”nın
Hanımı için
bir stelaya (bunu) yazdırdı.
Ona yeni kutsal bir sunak
verdi.
Ona taştan bir tapınak
yaptırdı,
tapınağının içinde bulduğu
tanrıları yeniledi.
Hathor, hatırlayacağınız
gibi, Sina yarımadasının hanımıydı. Eğer yarımadadaki en yüksek zirve onun Doğu
Dağı idiyse Büyük Piramit de onun Batı Dağıydı: Bu ikisi İniş Koridoru için iki
çıpa gibi iş görüyorlardı.
Sonradan anılmaya başladığı
adıyla “Envanter Stelası” sahiciliğin tüm işaretlerini taşımaktadır. Ancak
stelanın keşfedildiği dönemin bilginleri (ve o zamandan bu yana daha birçoğu)
kaçınılmaz çıkarımlarla yüzleşebilme cesaretini gösterememişlerdir, Piramitolojinin
tüm çatısını darmadağın etmek istemediklerinden, Envanter Stelasının sahte olduğunu, [Excavations at Giza
(Gize’deki Kazılar) adlı eserin yazarı Selim Hassan’dan alıntı yapacak olursak]
“Khufu’nun ölümünden çok uzun süre sonra” yazılmış ama “yöresel rahiplerin bazı
hayali iddialarını desteklemek için” firavunun adının kullanılmış olduğunu
iddia ettiler.
Ancient
Records of Egypt (Mısır’ın Kadim Kayıtları) adlı
eseri kadim Mısır yazıtları üzerine standart bir eser olan James H. Breasted
1906’da, “Sfenks’e ve Khufu döneminde onun yanındaki sözümona tapınağa yapılan
göndermeler, bu anıtı daha en başından büyük bir ilgi nesnesi haline getiriyor.
Bu göndermeler, eğer Khufu ile çağdaşsalar en yüksek öneme sahiptirler ama
yazıyla ilgili olarak onun daha sonraki tarihlere ait olduğunu gösteren
ortografik (imla ile ilgili) kanıtlar tamamen belirleyicidir,” diye yazmıştır.
Zamanın önde gelen eski Mısır tarihi uzmanlarından olan ve daha önce, stelanın
imlası daha sonraki dönemlere ait olsa da sahici ve çok daha eski bir
orijinalin kopyası olabileceğini öneren Gaston Maspero’ya katılmıyordu.
Şüphelere rağmen Breasted bu yazıtı Dördüncü Hanedanlığın kayıtları arasına
ekledi Ve Maspero 1920’de The Dawn of Civilization
(Uygarlığın Şafağı) adlı kitabını yazdığında, Envanter Stelasının içeriğinin
Khufu’nun yaşamı ve yaptıklarını ilgilendiren gerçek veriler olduğunu kabul
etmişti.
Peki, bu stelanın sahiciliği
ile ilgili tereddüdün nedeni neydi?
Envanter Stelası sahte diye
lanetlenmişti çünkü stelanın keşfinden sadece on yıl kadar önce, Khufu’nun
Büyük Piramit’in kurucusu olduğu tartışmaya yer bırakmayacak biçimde
kanıtlanmışa benziyordu. Görünüşe göre kesin olan kanıt; Kral Odasının
üstündeki mühürlü odalarda keşfedilen kırmızı boyayla yazılmış işaretlerdi; bu
işaretler Khufu’nun hükümdarlığının on sekizinci yılında duvar ustalarının
yaptıkları işaretler olarak yorumlanabilirdi (Şekil 142). Odalara, 1837’de
keşfedilmelerinden önce hiç kimse girmemiş olduğundan işaretler sahici
olmalıydılar ve eğer Ervanter Stelası çelişen bilgiler sunuyorsa Stela da sahte
olmalıydı.
Ama kırmızı boyalı
işaretlerle ilgili koşullara ve işaretleri keşfedenlerin kim olduklarına dair,
daha önce hiç kimsenin girişmediği bir sorgulamaya giriştiğimizde ortaya çıkan
sonuç şu oldu: Eğer bir sahtekârlık yapıldıysa, bu kadim zamanlarda değil M.S.
1837’de yapılmıştı ve sahtekârlar “bazı yöresel rahipler” değil iki (ya da üç)
saygın İngiliz centilmeniydi.
Hikâye, bir İngiliz
aristokrat ailenin “kara koyunu” olan Albay Richard Howard Vyse’ın 29 Aralık
1835’te Mısır’a gelişiyle başladı. O sıralarda, majestelerinin ordusunda
görevli başka subaylar “antikacılar” (o zamanlar arkeologlara öyle deniyordu)
sıralamasında hayli öne çıkmışlar, saygın derneklere makalelerini sunuyorlar ve
halktan saygı görüyorlardı. Vyse Mısır’a geldiğinde aklında bu düşünceler var
mıydı yok muydu bilinmiyor ama gerçek şu ki, Gize’deki piramitleri ziyaret
ettiğinde o da bilginlerin ve sokaktaki adamların her gün
keşfettikleri şeylerin yarattığı hummaya yakalanıverdi. Özellikle de Büyük
Piramit’in içinde bir saklı oda aramakta olan Giovanni Battista Caviglia’nın
hikâyeleri ve teorilerinden adeta büyülendi.
Birkaç gün içinde Vyse,
Caviglia’nın araştırması için mali kaynak sağlamayı önerdi tabi eğer yardımcı
kâşif olarak kabul edilirse. Caviglia bu teklifi hemen reddetti ve alınan Vyse
Şubat 1836’da Beyrut’a yelken açarak Suriye ve Küçük Asya’yı ziyaret etmeye
gitti.
Ama bu uzun yolculuk, içinde
uyanan hevesi söndürememişti. İngiltere’ye döneceğine o sıralarda bir bakır
para atölyesinde şef olan J. R. Hill adlı becerikli bir arabulucuyla arkadaş
oldu. Sonra da, kulağına Mısır hükümetinden Gize’de kazı yapma hakkını sadece
kendisine verecek bir ferman çıkarttırmanın bazı
yolları olduğunu fısıldayan bir “Bay Sloane” ile tanıştırıldı. Bu adamların
rehberliğinde Vyse gerekli belgeleri almak için İngiliz Konsolosluğunda Albay
Campbell’e gitti. Ancak büyük bir şoka girdi; ferman Campbell ve Sloane’i da
ortak hak sahibi gösteriyor ve Caviglia’yı çalışmaların amiri olarak tayin
ediyordu. 2 Kasım 1836’da hayal kırıklığına uğramış olan Vyse, Caviglia’ya “ilk
200 dolarlık ödeme”sini yaptı ve kızgınlık içinde Yukarı Mısır’da bir gezi
yapmaya gitti.
Operations
Carried on at the Pyramids of Gizeh in 1837
(1837’de Gize piramitlerinde Yürütülen Operasyonlar) adlı kitabında Vyse
tarafından tarih düşüldüğüne göre, 24 Ocak 1837’de “ne gibi ilerlemeler
kaydedildiğini görmek için sabırsızlanarak” Gize’ye döndü. Ama Caviglia ve
adamları saklı odayı aramak yerine piramitlerin çevresindeki mezarlarda mumya
arıyorlardı. Vyse’ın öfkesi ancak Caviglia ona gösterecek önemli bir şey
olduğunu söylediğinde dindi: piramit inşacıları tarafından yazılmış işaretler!
Mezarlardaki kazılar kadim
taş ustalarının önceden kesilmiş taşları bazen kırmızı boya ile
işaretlediklerini göstermişti. Caviglia böylesi işaretlerin İkinci Piramit’in
temelinde de bulunduğunu söyledi. Ancak Vyse ile birlikte incelediklerinde
bunların taşın doğal bir biçimde renk değiştirmesinden kaynaklandığı anlaşıldı.
Peki ya Büyük Piramit? “Kral
Odası”ndan çıkan “hava kanallarının” nereye gittiğini keşfetmek için orada
çalışan Caviglia daha yükseklerde gizli odaların olduğuna emindi. Ancak
sürünerek geçilebilen bir geçit yoluyla ulaşılabilen böyle bir bölüm, 1765’te
(Şekil 143) Nathaniel Davison tarafından keşfedilmişti. Vyse çalışmanın orada
odaklanmasını talep etti ancak Caviglia ve Campbell o sıralarda her müze
tarafından istenen mumyaları bulmakla daha çok ilgilenmekteydiler. Hatta
Caviglia bulmuş olduğu büyük bir mezarı “Campbell Mezarı” diye adlandıracak kadar
ileri gitti.
Kendi işini kendi görmeye
karar veren Vyse Kahire’den piramitlerin olduğu bölgeye taşındı. “İngiltere’ye
dönmeden önce, doğal olarak bazı keşifler yapmayı istiyordum,” der günlüğüne
düştüğü 27 Ocak 1837 tarihli notta. Ailesine çok büyük masraf çıkartarak
yaklaşık bir yıldan fazladır gezmekteydi.
Sonraki haftalarda, Vyse’ın
yönelttiği çeşitli suçlamalarla Caviglia ile arasındaki uçurum daha da büyüdü.
11 Şubat’ta ikisi büyük bir kavgaya tutuştular. Ertesi gün Caviglia,
Campbell Mezarında büyük keşifler yaptı: hiyeroglif yazılarla süslü bir lahit
ve mezarın taş duvarlarında taş ustalarının kırmızı boya işaretleri. Ayın
13’ünde Vyse fazla uzatmadan Caviglia’yı işten çıkardı ve bölgeden
uzaklaşmasını emretti. Caviglia sadece bir kez ayın on beşinde eşyalarını
toplamak için döndü; sonraki yıllarda Vyse’e karşı “şerefsiz suçlamalar”da
bulundu; bunların ne olabileceği hakkında Vyse’ın günlükleri pek ayrıntı
içermemektedir.
Kavga gerçek bir fikir
ayrılığı mıydı yoksa Vyse, Caviglia’nın kazı bölgesinden ayrılması için hiç
yoktan bir neden mi yaratmıştı?
Sonradan ortaya çıktı ki,
Vyse 12 Şubat gecesi gizlice, yanında becerikli Bay Hill sayesinde tanıştığı
John Perring adında bir Mısır Bayındırlık Bölümü mühendisi ve eski Mısır tarihi
heveslisi ile Büyük Piramit’e girmişti. Bu ikisi Davison Odasının üstündeki
granit blokta oluşmuş merak uyandıran bir yarığı incelediler, içine bir saz
sokulduğunda bükülmeden ilerleyebiliyordu; arkasında boşluk olduğu kesindi.
Bu gizli gece ziyaretinde bu
iki adam ne planlar yaptılar? Sonraki olaylardan bunları ancak tahmin
edebiliriz. Gerçek şu ki Vyse ertesi sabah Caviglia’yı işten çıkarttı ve
kadroya Perring’i aldı. Vyse günlüğüne itiraf eder: “Davison Odasının tavanı
üstündeki kazılara devam etmeye kararlıyım, orada bir mezar bölümü bulmayı
bekliyorum.” Vyse bu araştırmaya daha çok adam ve para yönlendirdiği için
kraliyet mensupları ve diğer asillerden Campbell Mezarındaki bulguları
incelemeye gelenler oldu; Vyse’ın piramit içinde onlara gösterebileceği pek az
yeni şey vardı. Hüsran içindeki Vyse, adamlarına Sfenks’in omuzlarından içeri
delmelerini emretti, ondaki taş ustalarının işaretlerini bulmayı umuyordu.
Başarısız olunca dikkatini Saklı Odaya yöneltti.
Mart ayının ortalarında Vyse
yeni bir sorunla karşı karşıya kaldı: Diğer projeler adamlarını ayartıp
kaçırıyordu. Ücretlerini iki katına çıkardı, tabi gece gündüz çalışırlarsa;
zamanın kalmadığını fark etmişti. Çaresizlik içindeki Vyse temkini elden
bıraktı ve ilerleyişini engelleyen taşları parçalamak için patlayıcı kullanılmasını
emretti.
27 Mart günü çalışanlar
granit dilimlere küçük bir delik açtılar. Hiç anlamı olmadan Vyse, Paulo
adındaki formeni işten kovdu. Ertesi gün Vyse günlüğüne şunu not düşer:
“Davison Odasının üstündeki odaya bakan küçük delikten, bir çubuğun ucuna
takılı bir mum soktum ve ne yazık ki bunun da aşağıdaki gibi inşa edilmiş bir
oda olduğunu gördüm.” Saklı Odayı bulmuştu! (Şekil 144)
Deliği genişletmek için
barut kullanan Vyse 30 Mart günü yeni keşfedilen odaya girdi; yanında Bay Hill
vardı. Odayı dikkatle incelediler. Hermetik mühürlüydü, hiçbir açıklık söz
konusu değildi. Odanın zemini, aşağıdaki Davison Odasının tavanını oluşturan
büyük granit dilimin pürüzlü yüzünden oluşmaktaydı. “Her bir adımımızı gösteren
siyah bir tortu tüm zemine eşit olarak yayılmıştı.” (“Hayli derin birikmiş”
olan bu siyah çökeltinin yapısı asla belirlenemedi.) “Tavan güzelce
cilalanmıştı ve birleşme yerleri mükemmeldi.” Odaya daha önce hiç girilmediği
kesindi ancak içinde ne lahit ne de hazine vardı. Çıplaktı, tamamen boştu.
Vyse deliğin büyütülmesini
emretti ve İngiliz Konsolosluğuna bu yeni bölümü “Wellington Odası” diye
adlandırdığını ilan etti. Akşam “Bay Perring ve Bay Mash geldiler, Wellington
Odasına gittik ve çeşitli ölçümler yaptık ve bunu yaparken
taş ocağı işaretlerini bulduk.” Talih aniden yaver gitmişti ha!
Bunlar, piramit dışındaki
mezarlarda bulunan kırmızı boyalı taş ocağı işaretlerine benziyorlardı. Vyse ve
Hill, odayı ilk kez incelediklerinde nasıl olduysa bunları görememişlerdi. Ama
Bay Perring ve Perring’in davetiyle orada bulunan bir inşaat mühendisi olan Bay
Mash’in eşliğinde, bu müstesna keşfin dört görgü tanığı olmuştu.
Wellington Odasının tam
olarak Davison Odasının eşi olması gerçeği; Vyse’ın bunun da üzerine bir oda
daha olduğundan kuşkulanmasına yol açtı. Bir neden göstermeksizin, Vyse 4
Nisan’da Giachino adlı son formeni de işten attı. 14 Nisan’da İngiliz Konsolosu
ve Avusturya Baş Konsolosu kazı alanını ziyaret ettiler. Taş ustalarının
işaretlerinin kopyalarının çıkartılmasını talep ettiler. Vyse, Perring ve
Mash’ı görevlendirdi ama ilk olarak Campbell Mezarında daha önce keşfedilen
işaretleri kopyalamalarını emretti; Büyük Piramit’in içindekiler nasılsa
bekleyebilirlerdi.
Bol barut kullanarak
Wellington Odasının (Vyse oraya Lord Nelson adını vermişti) üstündeki boşluğa
25 Nisan’da girildi. O da diğerleri gibi boştu ve zemini o gizemli siyah tozla
kaplıydı. Vyse, “özellikle batı yönünde taş blokların üstüne kırmızıyla
yazılmış birkaç taş ocağı işareti” bulmuş olduğunu bildirdi. Peşi sıra Bay Hill
de yeni bulunan odalara, görünüşe göre onlara Wellington ve Nelson adlarını
yazmak için (ama nasıl?) girip çıkıyordu. 27 Nisan’da Perring ya da Mash değil
de Bay Hill taş ocağı işaretlerini kopyaladı. Vyse, Nelson Odasında bulunanları
(ancak Wellington Odasında bulunanları değil) kitabına almıştı (Şekil 145a).
7 Mayıs günü Nelson Odasının
da üstündeki bir odaya daha patlayıcılarla yol açarak girildi; Vyse buraya
geçici olarak Leydi Arbuthnot adını verdi. Günlüğünde o tarihte taş ocağı
işaretlerinden söz edilmez ancak daha sonra bunlardan bolca bulunmuştu. Yeni
işaretlerde çarpıcı olan şey bunların bolca kartuşlar içermesiydi; bu da ancak
kraliyet ailesinden birinin adı anlamına gelebilirdi (Şekil 145b). Vyse,
piramidi inşa eden firavunun yazılı adına mı rastlamıştı?
18 Mayıs’ta Dr. Walni adında
biri, kraliyet adlarının deşifresinde uzmanlaşmış olan bir eski Mısır tarihi
uzmanına, “Bay Rosellini’ye göndermek üzere Büyük Piramit’te bulunan
karakterlerin kopyası için başvurdu.” Vyse bu talebi hemen geri çevirdi.
Vyse ertesi gün Lord
Arbuthnot, Bay Brethel ve Bay Raven eşliğinde Leydi Arbuthnot Odasına girdi ve
dördü “Bay Hill’in çizimlerini Büyük Piramit’teki taş ocağı işaretleri ile
karşılaştırdılar ve daha sonra doğruluğuna dair bir belge imzaladılar.” Kısa
süre sonra son mahzen odasına da girilmişti ve içlerinde bir kraliyet kartuşu
da olan daha fazla sayıda işaret bulunmuştu. Derken Vyse Kahire’ye gitti ve
taşların üstündeki yazıların otantik kopyalarını resmen Londra’ya gönderilmesi
için İngiliz Konsolosluğuna teslim etti.
İşini bitirmişti: O zamana
dek bilinmeyen odaları bulmuştu ve Büyük Piramit’i inşa ettirenin kimliğini
kanıtlamıştı çünkü kartuşların içinde kraliyet adı Kh-u-f-u
yazıyordu.
Bu güne dek her ders
kitabında bu keşif yer aldı.
Vyse’ın keşiflerinin etkisi
büyüktü ve Londra’daki British Museum uzmanlarından çabucak elde ettiği
doğrulamayla kabul edilmelerini kesinleştirdi.
Bay Hill tarafından yapılan
kopyalamalar müzeye ne zaman ulaştı ve bunların analizleri Vyse’a ne zaman
gönderildi bilinmiyor ama müzenin (Samuel Birch adlı hiyeroglif uzmanının
elinden çıkan) görüşünü 27 Mayıs 1837’de günlüğüne geçirdi. Uzun analizler
Vyse’ın beklentilerini doğruluyordu: Kartuşlardaki adlar Khufu
ya da değişkenleri biçiminde okunabiliyordu: Tıpkı Heredot’un yazmış olduğu
gibi Büyük Piramit’in kurucusu Keops idi.
Ama bu keşfin ardından gelen
anlaşılabilir heyecan içinde, müzenin görüş yazısında yer alan birçok “eğer” ve
“ama” kelimesine dikkat edilmedi. Bu yazıda ayrıca bize sahteciliği ilk kez
düşündüren bir ipucu da yer almaktaydı: sahtecinin beceriksizce yaptığı hata.
Her şeyden önce Bay Birch
birçok işaretin imlasından ve yazılışından dolayı rahatsızdı. “Büyük Piramit’in
odalarındaki taşlar üstüne yontucu ya da taş ustası tarafından kırmızıyla çizilen
semboller veya hiyeroglifler, açıkça taş ocağı işaretlerdir,” diye başlayan
açılış cümlesi şöyle devam ediyordu; “Yarı-hiyeratik ya da lineer-hiyeroglif
karakterlerle yazılmış olmasından dolayı pek okunamasa da hayli ilginç noktalar
içermektedirler...”
Bay Birch’ün aklını
karıştıran şey, Dördüncü Hanedanlık başlangıcından kaldığı varsayılan
işaretlerin bundan ancak bir asır sonra ortaya çıkmış olan bir yazıyla yazılmış
olmasıydı. Piktograflar yani “yazılı resimler” olarak başlayan hiyeroglif
yazısı büyük beceri ve uzun bir eğitim gerektiriyordu; bu nedenle zaman içinde,
özellikle ticari alışverişlerde, çok daha hızlı yazılan ve daha basit daha
çizgisel bir yazı türü olan hiyeratik kullanılmaya başlanmıştı. Vyse tarafından
keşfedilen hiyeroglif semboller, dolayısıyla başka bir döneme aittiler. Bunlar
ayrıca pek belirsizdiler ve Bay Birch bunları okumada büyük güçlük çekmişti:
“kartuşla aynı lineer el yazısında yazılmış olan ismi izleyen hiyerogliflerin
anlamı pek belirli değil... İsimleri izleyen semboller pek belirsiz.” Birçoğu
ona “hiyeratik yazıya yakın karakterlerle yazılmış” gibi görünmekteydi yani
yarı-hiyeratik karakterlerden çok daha sonraki bir döneme ait karakterlerle.
Sembollerin bazıları görülmedik türdendi, Mısır’daki diğer hiçbir yazıtta görülmemişlerdi:
“Sufis’in (Keops’un) kartuşunu,” diye yazar Bay Birch, “koşutunu bulmanın pek
güç olduğu bir hiyeroglif izlemektedir.” Diğer semboller de “çözülmesi aynı
derece zor” türdendir.
Bay Birch’ün aklı (Vyse
tarafından “Campbell Odası” diye adlandırılan) en tepedeki odada bulunan “garip
bir semboller dizisi” yüzünden de karışmıştı. Burada “iyi, zarif” anlamındaki
hiyeroglif sembol bir rakam olarak kullanılmıştı; bu daha önce de daha sonra da
asla keşfedilmemiş bir kullanımdır. Bu sıra dışı biçimde yazılmış sayıların,
(Khufu’nun hükümranlığının) “on sekizinci yılı” anlamına geldiği varsayıldı.
Kraliyet kartuşunu izleyen
ve “kartuşla aynı lineer el yazısı ile yazılmış” olan semboller de bir o kadar
şaşırtıcıydı. Bunların “Yukarı ve Aşağı Mısır’da Kudretli” gibi bir kraliyet
unvanını hecelediklerini varsaydı. Bu sembol sıralamasına benzer bulabildiği
tek örnek “kraliçe Amasis’in tabutu üstünde görünen unvan” idi. Firavun
Amasis’in M.Ö. altıncı yüzyılda yani Khufu’dan iki bin yıl sonra hüküm sürmüş
olduğunu vurgulamaya gerek görmüyordu!
Vyse tarafından bildirilen
kırmızı boyayla yapılmış işaretleri her kim yazdıysa, farklı dönemlere ait bir
yazı metodu (lineer), yazılar (yarı-hiyeratik ve hiyeratik) ve unvanlar
kullanmıştı ancak bu farklı dönemlerin hiçbiri Khufu dönemine ait değildi,
hepsi de daha sonraki dönemlere aittiler. Yazar ayrıca pek de kalemi kuvvetli
biri değildi; hiyerogliflerin bazıları ya belirsiz, ya tamamlanmamış, ya
yerinde kullanılmamış, ya hatalı ya da tamamen bilinmeyen biçimlerde kullanılmıştı.
(Bir yıl sonra bu yazıları
analiz eden dönemin önde gelen eski Mısır tarihi uzmanlarından olan Alman Carl
Richard Lepsius da yazıların “kırmızı boyaya batırılmış bir fırçayla el
yazısını andırır biçimde, hiyeratik işaretleri andıracak biçimde çizilmiş
olması” karşısında aynı biçimde şaşırmıştı. Kartuşları izleyen hiyerogliflerden
bazılarının tamamen bilinmez olduğunu ilan etmişti ve “Ben bunları
açıklayamıyorum,” demişti.)
Bir görüş bildirmesi
istenilen ana konuya döndüğünde Bay Birch bombayı patlatır: Piramit içinde
sadece bir değil iki adet kraliyet adı vardı!
Aynı piramidi iki kralın
inşa ettirmesi mümkün olabilir miydi? Eğer öyleyse kimdi bunlar?
Yazılarda görülen iki
kraliyet adı, bizler için bilinmez değildir” diye bildiriyordu Birch: “O
hanedanlığın monarşisi tarafından görevlendirilen merasimcilerin mezarlarında
bulunmuşlardır.” Yani Gize piramitlerinin atfedildikleri firavunların ait
olduğu Dördüncü Hanedanlıktan söz ediyordu. Kartuşlardan biri (Şekil 146a) o
sıralarda Saufou ya da Şoufou
diye okunmuştu; diğeri (Şekil 146b) ise tanrı Khnum’un koç sembolünü
içermekteydi ve o sıralarda Senekhuf ve ya Seneşoufou diye okunmuştu.
Koç sembolü içeren adın
anlamını analiz etmeye girişen Birch, “ilk olarak Wellington Odasında ortaya
çıkana benzer bir kartuş; Bay Wilkinson tarafından ‘Mater. Hieroglyph,
Yerleştirilmemiş Krallar Tablosu E’de ve yine Bay Rosellini tarafından da
yayımlanmıştı ve Bay Wilkinson’un “Sufis’in Erkek Kardeşi” anlamına geldiğini
düşündüğü bir isim olan ‘Seneşufo’ olarak okunmuştu,” diye belirtir.
Bir firavunun kendinden
önceki firavun tarafından başlatılmış bir piramidi (Medum’daki piramit
vakasında olduğu gibi) tamamlamış olabileceği, eski Mısır tarihi uzmanlarınca
kabul edilir bir teoriydi. Bu durum, aynı piramidin içinde iki kraliyet adının
bulunmasını açıklayamaz mıydı? Belki ancak bu vakada değil.
Büyük Piramit vakasındaki
imkânsızlık, çeşitli kartuşların birleşiminden kaynaklanmaktaydı (Şekil 147).
Piramide, yani Keops/Khufu’ya ait olduğu varsayılan kartuş; en üstte yer alan,
Campbell Odası adı verilen kemerli odada bulunmuştu. İkinci adı heceleyen
(günümüzde Khnem-khuf diye okunmaktadır) bir başka
kartuş ise Wellington Odasında ve Leydi Arbuthnot Odasında ortaya çıkmıştı.
Nelson Odasında hiçbir kartuş çizili değildi), başka bir deyişle, alttaki
odalar Keops’tan sonra yaşamış ve hüküm sürmüş olan
bir firavunun adını taşıyorlardı. Piramidi tabandan başlayıp tepeye doğru
ilerleyerek inşa etmenin dışında başka bir yol olmadığından, kartuşların
yerleşimi; Kefren’den önce hüküm süren Keops’un kendisinden önce gelen bir
firavunun başlattığı bir piramidi tamamlamış olduğu anlamına geliyordu. Bu da,
şüphesiz, mümkündü.
Bu iki adın, kadim Krallar
Listesinde yer alan I. Sufis (Keops) ve II. Sufis (Kefren) olabileceği sonucuna
varan Birch, sorunu bu iki adında bir biçimde sadece Keops’a ait olup
olamayacağını düşünerek çözmeye çalıştı; biri gerçek adı diğeri ise “sonradan
verilen adı” olabilirdi. Ama vardığı son sonuç, yazılardaki diğer utanç verici
özelliklerin üstüne “bu (ikinci) adın bir taş ocağı işareti olarak varlığı, ek
bir utanç kaynağıdır,” şeklindeydi.
“İkinci Ad Sorunu”,
İngiltere’nin en ünlü eski Mısır tarihi uzmanı Flinders Petrie yaklaşık yarım
yüzyıl sonra piramidi ölçmek için aylarını harcadığı sıralarda hala
çözülebilmiş değildi. Petrie, The Pyramids and Temples of
Gizeh (Gize Piramitleri ve Tapınakları) adlı kitabında, “Bu kral
(Khnem-khuf) ile ilgili en yıkıcı teori, onun Khufu ile aynı kişi olmasıdır,”
diyerek bu teoriye karşı o sıralarda diğer eski Mısır tarihi uzmanları
tarafından dile getirilen nedenleri ele alıyordu. Birkaç nedenden ötürü, Petrie
bu iki adın iki ayrı krala ait olduğunu göstermişti. Peki, her iki isimde neden
Büyük Piramit içinde şu an bulundukları konumlarda yer almaktaydılar? Petrie
bunun tek bir makul sebebinin olabileceğine inanıyordu; Keops ve Kefren
birlikte hüküm sürmüşlerdi.
Petrie’nin teorisini
destekleyen hiçbir kanıt bulunamadığından Gaston Maspero, The
Dawn of Civilization (Uygarlığın Şafağı) adlı eserinde Vyse’ın keşfinden
bir asır sonra “Khufu ve Khnem-Khufu diye okunan iki kartuşun aynı anıtta var
olmaları eski Mısır tarihi uzmanları için büyük bir utanç kaynağı olmuştu,”
diye yazmıştı. Sorun, önerilen tüm çözümlere rağmen hala utanç kaynağı olmaya
devam ediyor.
Ama biz bir çözümün önerilebileceğine
inanıyoruz tabi eğer bu yazıları kadim taş ustalarına atfetmekten vazgeçip
gerçeklere bakmaya başlayabilirsek.
Gize’deki piramitler, diğer
birçok nedenin yanı sıra içlerinde herhangi bir süsleme ve Vyse tarafından
bulunan yazılar dışında herhangi bir yazıdan tamamen yoksun olmaları nedeniyle
kendilerine özgüdürler. Peki, bu istisnanın nedeni nedir? Eğer taş ustaları
“Kral Odası”nın yukarısında yer alan boşluklarda saklı duran taş bloklar üstüne
kırmızı boyayla yazılar yazma konusunda hiçbir vicdan azabı duymamışsalar neden
1765’te Davison tarafından bulunan ilk odada bu yazılardan bir tane bile yoktu
da sadece Vyse tarafından bulunan odalarda vardı?
Vyse tarafından bildirilen
yazılara ek olarak, çeşitli odalarda gerçek taş ustası işaretleri de bulunmuştu:
yerleştirme işaretleri ve oklar. Bunlar tam beklendiği gibi çizilmişlerdi, yani
doğru tarafı yukarı bakacak biçimde çünkü taş ustalarının içinde çalıştıkları
odanın henüz tavanı yapılmamıştı; ayakta durabiliyor, hareket edebiliyor ve
işaretleri zorlanmadan çizebiliyorlardı. Ancak, taş ustalarının işaretlerinin
üstüne ya da çevresine (Şekil 145) çizilmiş olan tüm yazılar, sanki onları
çizen kişi alçak tavanlı odaların içinde (yükseklikleri Leydi Arbuthnot
Odasında 42 cm ile 135 cm arasında, Wellington Odasında ise 66 cm ile 111,75 cm
arasında değişiyordu) eğilmek veya çömelmek zorunda kalmışçasına ya baş aşağı ya da dikeydiler.
Odaların ya da inşaat
boşluklarının duvarlarına boyayla yapılan kartuşlar ve kraliyet unvanları kaba
ve son derece büyüktü. Kartuşların çoğu 76 ila 91 cm boyunda ve yaklaşık 32 cm
genişliğindeydi; bazen üstüne boyandıkları taş bloğun, bunları yazan kişi sanki
tüm boşluğu değerlendirmek zorundaymışçasına, neredeyse tüm yüzünü kaplayacak
biçimdeydiler. Aynı odalarda bulunan bazı gerçek taş ustası işaretlerinde bile
kendini belli eden o kadim Mısır hiyerogliflerindeki kesinlik, zarafet ve oran
duygusunun tam zıddıydılar.
Wellington Odasının doğu
duvarının bir köşesindeki birkaç işaretin dışında, hiçbir odanın doğuya bakan
duvarlarında hiçbir yazı bulunamamıştı; bu doğu duvarlarında (gerçek taş ustası
işaretlerinden başka) herhangi bir sembol de yoktu; sadece Campbell Odasının
tonozlu doğu ucunda birkaç anlamsız çizgi ve bir kuşun yarım yamalak dış
hatları görülüyordu.
Bu çok gariptir; hele de
Vyse’ın bu odalara girmek için hep doğu tarafından tünel açıp kazdırdığı
düşünüldüğünde. Acaba eski taş ustaları Vyse’ın bu doğuya bakan duvarları kırıp
içeri gireceğini tahmin ettiklerinden o yandaki taşlara işaret koymamayı mı
tercih etmişlerdi? Yoksa böyle işaretlerin yokluğu; aklımıza, onları taşlara
yazan her kimse, tahrip olmuş doğu duvarı yerine kuzey, güney ve batıya bakan
duvarlara yazmayı tercih ettiğini mi getirmelidir?
Başka bir deyişle, bu
yazıların piramit inşa edilirken eski çağlarda değil de ancak Vyse bu odalara
girmek için yol açtıktan sonra yazılmış olduklarını varsaydığımızda, tüm
sorunlar çözülmez mi?
Vyse’ın o hengameli günlerde
yaptığı işleri çevreleyen atmosfer, bizzat albay tarafından tarif edilmiştir.
Tüm piramitlerin çevresinde büyük keşifler yapılmaktaydı ama içlerinde değil. O
hiç hoşlanmadığı Caviglia tarafından keşfedilen Campbell Mezarı, sadece öteberi
değil kırmızı boyayla yapılmış taş ustası işaretleri ve hiyeroglifler de
içermekteydi. Vyse kendi keşfini başarabilme konusunda çaresizlik hissetmeye
başlamıştı. En sonunda o zaman dek bilinmeyen odalara girdi ancak bunlar
birbiri ardınca daha önce keşfedilen (Davison Odası) oda gibi boş ve
çıplaktılar. Bu kadar masraf ve çabaya değecek ne gösterebilirdi ki? Neyle onurlandırılacaktı,
neyle hatırlanacaktı?
Vyse’ın günlüklerinden
biliyoruz ki, Bay Hill’i sabah bu odaların içine, Napolyon’a karşı zafer
kazanan kahramanlar olan Wellington Dükü ve Amiral Nelson’un adlarını yazması
için yollamıştı. Ancak gece olunca, piramidi varsayımsal kadim kurucusunun
kartuşu ile “vaftiz etmek” üzere Bay Hill’in tekrar odalara girdiğinden
şüpheleniyoruz.
“İki kraliyet adı,” diyordu
Samuel Birch, görüşünü yazarken “bu piramitlerin dikildiği dönemdeki
hanedanlığın monarşisi tarafından çalıştırılan merasimcilerin mezarlarında
zaten bulunmuştu.” Firavunun sanatçıları krallarının doğru adını herhâlde
biliyorlardı. Ama 1830’larda eski Mısır tarihi bilimi daha emekleme çağındaydı
ve hiç kimse Heredot’un “Keops” dediği kralın kartuşundaki doğru hiyeroglif
desenin ne olduğunu kesinkes söyleyemiyordu.
Ve böylece, Bay Hill’in
muhtemelen tek başına, diğer herkes ortalıktan el ayak çektikten sonra yeni
keşfedilen odalara girdiğinden şüpheleniyoruz. Mecburen kırmızı boya
kullanarak, meşale ışığında o alçak tavanlı odaların içinde iki büklüm
çömelerek bazı kaynaklardan elde ettiği hiyeroglif sembolleri kopya etmeye
çabalamış ve duvarlara kendisine göre uygun işaretlermiş gibi görünen şeyleri
yazmıştı. Ancak Wellington Odasında ve Leydi Arbuthnot Odasında yazdığı isim
yanlıştı.
Dördüncü Hanedanlığın
kraliyet isimlerinin yazıları Gize piramitleri çevresindeki mezarlar da birer
birer ortaya çıkmaktayken, Hill’in kullanması gereken doğru kartuş hangisiydi?
Hiyeroglif yazı konusunda eğitilmemiş olan Hill bu ayrıntılı sembolleri kopya
etmek için piramide girerken yanında bir kaynak kitap almış olmalıydı. Vyse’ın
günlüklerinde tekrar tekrar sözü edilen tek kitap, Sir John Gardner
Wilkinson’un Materia Hieroglyphica (Hiyeroglif
Meselesi) adlı eseriydi. Başlık sayfasında da belirtildiği gibi, okuyucuya
“Mısır Panteonu ve ilk çağlardan İskender’in fethine dek Firavunların Tahta
Çıkış Sırası” konusunda güncel bilgiler vermek amacını taşıyordu. 1828’de yani
Vyse’ın piramitlere saldırmasından dokuz yıl önce basılmıştı ve İngiliz eski
Mısır tarihi uzmanları için bir kaynak kitaptı.
Birch de raporunda “ilk
olarak Wellington Odasında ortaya çıkana benzer bir kartuş; Bay Wilkinson
tarafından ‘Mater. Hieroglyph, Yerleştirilmemiş Krallar Tablosu E’de
yayımlanmıştı,” diyordu. Dolayısıyla Hill’in Vyse tarafından keşfedilen ilk
odaya (Wellington Odası) çizdiği kartuşun (Şekil 146b) muhtemel kaynağının ne
olabileceğine dair açık bir işaret bulduk demektir.
Wilkinson’un Materia Hieorglyphica adlı eserine bakınca, içimizden Vyse
ve Hill’e acımak gelir: Metinler ve sunumlar düzensizdir, resimli sayfalar ve
tablolardaki kartuşlar küçüktür, kötü kopya edilmiştir ve kötü basılmıştır.
Wilkinson sadece kraliyet adlarının doğru okunuşu konusunda değil, taşa kazınan
ya da yontulan hiyerogliflerin lineer yazıya nasıl dönüştürüldüğü konusunda da
kendisinden pek emin değildir. Sorun, disk işareti söz konusu olunca hayli
belirgindir; anıtlarda ya içi dolu bir küre veya boş bir küre
olarak ve lineer (ya da fırçayla yazılan) yazıda ise ortasında bir nokta
bulunan bir disk de gösterilirdi. Wilkinson ise eserinde söz
konusu kraliyet kartuşlarını bazı durumlarda içi dolu bir disk, bazı durumlarda
ise ortasında nokta olan bir küre şeklinde göstermişti.
Hill de Wilkinson’u izledi.
Ama kartuşların hepsi de Khnum ile yazılmış olanlardı.
Zaman açısından bakarsak bu; 7 Mayıs’ta sadece “koç” kartuşlarının yazılmış
olduğu anlamına gelir. Derken 27 Mayıs’ta Campbell Odasına girildiğinde hayati
ve belirleyici olan, Kh-u-f-u kelimesini heceleyen
kartuş bulunmuştu. Mucize nasıl oluşmuştu peki?
Vyse’ın şüpheli
günlüklerinde, kaplama taşlarının “en ufak bir yazı veya yontma izi
göstermediği ve piramide ait hiçbir taşta ya da yakınında (daha önce tarif
edilen taş ocağı işaretleri hariç) yine hiçbir yazı veya kazıma izi olmadığı”
gerçeğine sadık bir bölümde, bir ipucu saklıdır. Vyse sadece bir istisna
olduğunu not etmiştir: “Kahverengi taşa yontulmuş, 15 cm’ye 17 cm boyutunda
Sufis’in kartuşunun bir parçası. Bu parça, kuzey yüzündeki höyükten 2
Haziran’da çıkartılmıştır.” Vyse, bu parçanın bir çizimini de eklemişti (Şekil
148a).
Peki, Vyse daha British
Museum ile iletişime bile geçmeden bunun “Sufis kartuşunun bir parçası”
olduğunu nasıl bilebilmişti? Vyse öyle olduğuna inanmamızı istemektedir çünkü
kartuşun tamamını (Şekil 148b) bir hafta önce (27 Mayıs’ta) Campbell Odasında
bulmuştur.
Ama şüpheli bir durum var.
Vyse yukarıda günlüğünden yaptığımız alıntıda, üstünde Khufu kartuşunun bir
kısmı olan taşın 2 Haziran’da bulunduğunu iddia
etmektedir. Ancak bu notun düşüldüğü tarih 9 Mayıs’tır!
Vyse’ın tarihlerle oynaması, piramidin dışında bulunan kartuş parçasının daha
önce piramidin içinde bulunmuş olan kartuşun bütününü gösteren çizimi
doğruladığına inanmamızı sağlamak içindir. Ama tarihler durumun tam tersi
olduğunu göstermektedir: Vyse, daha 9 Mayıs’ta, yani Campbell Odasının
keşfinden tam on sekiz gün önce, gerekli olan kartuşun
neye benzemesi gerektiğini fark etmişti. O gün, yani 9 Mayıs günü Vyse ve Hill,
Keops’un adının doğru yazılışını beceremediklerini bir biçimde fark etmişlerdi.
Bu durum; Leydi Arbuthnot
Odasının keşfinden hemen sonra Vyse ve Hill’in her gün telaşla Kahire’ye gidip
gelmelerini açıklayabilir. O sırada piramitler bölgesinde onlara çok ihtiyaç
duyuluyorken ne diye kalkıp Kahire’ye gittiklerine dair bir açıklama
günlüklerde yer almıyor. Öyle sanıyoruz ki, onları yıldırım çarpmışa döndüren
şey, Wilkinson’un yeni çıkan kitabıydı: üç ciltlik Manners
and Customs of the Ancient Egyptians (Eski Mısırlıların Adetleri ve
Görenekleri) adlı eser. O yıl (1837) başlarında Londra’da basılan kitap, o
dramatik ve gerilimli günlerde Kahire’ye henüz gelmiş olmalıydı. Ve bu kez
düzenli ve temiz yapılan baskısıyla kitap, Vyse ve Hill’in çoktan kopya etmiş
oldukları koç kartuşunun üstünde görüldüğü ilk heykellerle ilgili bir bölüm ve
de Wilkinson’un “Şufu veya Sufis” diye okuduğu (Şekil 149) yeni bir kartuş
içeriyordu.
Wilkinson’un yeni sunumu
Vyse ve Hill’i şoka sokmuş olmalıydı çünkü yazar, koç kartuşu ile ilgili
fikrini değiştirmişe benziyordu (onun tablosundaki No. 2). Artık bunu
“Sen-Sufis” yerine “Numba-khufu veya Kembes” diye okumaktaydı. Bu isimlerin,
Büyük Piramit yakınındaki mezarlarda yazılı olarak bulunduğunu anlatıyordu; ve
1a numaralı kartuşta “Sufis’i ya da hiyerogliflerin yazılışıyla Şufu veya
Khufu’yu algılıyoruz; bu kolaylıkla Sufis veya Keops’a dönüştürülebilecek bir
isim,” diye belirtiyordu. Demek ki yazılması gereken doğru isim buydu!
Peki, koç kartuşu (onun
tablosunda Şekil 2) kimin adını belirtiyordu öyleyse? Tanımlamanın zorluklarını
açıklayan Wilkinson, “burada sunulan ilk iki ismin her ikisinin de Sufis’e ait
olup olmadığı ya da İkincinin diğer piramidin kurucusu olup olmadığı” hakkında
karar veremediğini kabul ediyordu.
Vyse ve Hill bu rahatsız
edici haberlerle ne yapacaklardı? Wilkinson’un anlattıkları onlara bir yön
göstermişti hemen peşinden koştular. Bu iki isim, diye belirtmişti yazar, “Sina
Dağında yine karşımıza çıkarlar.”
Wilkinson bir biçimde
yanılarak ki bu onun çalışmasında sık görülmektedir, gerçekten Sina Dağında
değil de Sina’nın turkuaz madenleri bölgesinde bulunan hiyeroglif yazılara
gönderme yapıyordu. Yazılar, o yıllarda muhteşem resimleriyle Voyage de l’Arabie Pétrée (Arabistanlı Pétrée’nin Yolculuğu)
adlı kitapta Léon de Laborde et Linat’nın Sina yarımadası hakkında
anlattıklarıyla tanınmıştı. 1832’de basılan kitaptaki çizimlerin arasında
Megare Deresindeki maden bölgesine giden vadinin tarifi ve anıtların
reprodüksiyonları vardı. Orada firavunlar birbiri ardınca yağmacı Asyalılara
karşı madenleri nasıl savunduklarını anlatan hatırlatıcı yazıları kayalara
kazımışlardı. Böyle tariflerden biri (Şekil 150) Wilkinson’un sözünü ettiği iki
kartuşu içermekteydi.
Vyse ve Hill, Fransızca
konuşulan Kahire’de Laborde’nin kitabını bulmakta pek zorlanmamış olmalıydılar.
Özellikle o çizim Wilkinson’un şüphelerine adeta cevap gibiydi: Aynı firavun
iki isme birden sahipmiş gibiydi; biri koç sembolü ile ve diğeri de Kh-u-f-u
diye heceleniyordu. Dolayısıyla 9 Mayıs günü Vyse-Hill-Perring üçlüsü bir
kartuşa daha ihtiyaçları olduğunu ve bunun neye benzemesi gerektiğini
öğrenmişlerdi.
27 Mayıs’ta Campbell Odasına
girildiğinde bu üçü kendilerine sormuş olmalıydılar: Ne diye bekliyoruz? Ve
böylece, son ve belirleyici kartuş, en üstteki duvarda (Şekil 146a) ortaya
çıkıvermişti. Vyse, serveti değilse bile ünü garantilemişti; Bay Hill ise bu
maceradan eli boş çıkmamıştı.
Peki, olayın üzerinden bir
buçuk asır geçtikten sonra suçlamalarımızın sağlamlığından ne kadar emin
olabiliriz?
Yeterince. Çünkü Bay Hill
çoğu sahteci gibi diğer tüm utanç verici özelliklerin üstüne, çok ciddi bir
hata daha yapmıştı: Muhtemelen hiçbir kadim kâtibin yapmayacağı bir hata.
Sonradan anlaşıldığı üzere,
Vyse ve Hill’in yararlandıkları kaynak kitaplar (Wilkinson’un Materia Hieroglyphica ve sonra da Laborde’nin Voyage adlı eserleri) heceleme hataları içermekteydi;
durumdan hiç şüphelenmeyen ekip, piramidin içine yazıları yazarken hataları da
aynen kopyalamışlardı.
Samuel Birch görüş bildiren
raporunda bizzat şunu belirtiyordu; (Kh-u-f-u adının ilk hecesi olan) Kh için kullanılan ve olan (resimsel olarak bir elek veya kalburu
temsil eder) hiyeroglif “Bay Wilkinson’un kitabında, güneş diskinden ayırt
edilmeksizin görülmektedir.” İki alt odada yazılan (Khnem-Ku-u-f-u
heceleyen) kartuşların hepsinde Kh hiyeroglifi
kullanılmalıydı. Ama doğru olan kalbur sembolü bir kez bile kullanılmamıştı.
Aksine Kh hecesi Güneş Diski için kullanılan sembolle
yazılmıştı; Bu kartuşları yazan her kimdiyse, Wilkinson’un yaptığı aynı hatayı
yapmıştı...
Vyse ve Hill, de Laborde’nin
kitabını ele geçirdiklerinde, hecenin çizilişinin hatayı daha da
derinleştirdiğini gördüler. De Laborde’nin kaya çizimlerinden yaptığı kopyalar
sağda Kh-u-f-u, solda ise Khnum-kh-u-f yazılışlarını da içermekteydi. Her
ikisinde de, hiyerogliflerden anlamadığını ve sembolleri okumaya kalkışmadığını
açık açık itiraf eden de Laborde, Kh hecesini içi boş bir daire (bkz. Şekil 150) olarak kâğıda geçirmişti.
[Hâlbuki Kh hecesi kaya resimlerinde hep olarak
hecelenmiştir, tıpkı Denkmäler (Heykeller) adlı
eserinde Lepsius, Urkunden des Alten Reich (Kadim
Alman Uygarlığının Varlığının Kanıtları) adlı eserinde Kurt Sethe, The Inscriptions of Sinai (Sina Yazıtları) adlı eserlerinde
A. H. Gardiner ve T. E. Peet gibi tüm otorite bilginler tarafından belirtildiği
üzere]. De Laborde bir vahim hata daha yapmıştı: Aslında iki farklı firavunun
kraliyet adlarının iki farklı yazı stilinde iki bitişik yazıt olarak (ki bu,
Şekil 151’de açıkça görülmektedir) kayaya geçirilmiş halini, o tek firavunun
yazısı olarak resmetmişti.
Onun ismi bu şekilde
resmedişi, Vyse ve Hill’in, en üstteki odaya yazılması gereken Kh-u-f-u
kartuşunun Güneş Diski sembollü (146a) kartuş olduğu yolundaki fikirlerini
güçlendirmişti. Ancak bunu yaparken, kâtip, RA için yani
Mısır’ın en büyük tanrısı için kullanılan hiyeroglif sembolü ve fonetik sesi
kullanmıştı! Farkında olmadan Khnem-Khuf değil de Khnem-Rauf;
Khufu değil de Raufu yazıvermişti. Büyük
tanrının adını boş yere ve bir de üstüne üstlük hatalı yere kullanmıştı; bu,
kadim Mısır’da küfür demekti.
Ayrıca bu, firavunlar
döneminde bir Mısırlı kâtip için asla düşünülemeyecek bir hataydı. Anıt üstüne
anıtta, yazıt üstüne yazıtta açık biçimde görüldüğü üzere, Ra
için kullanılan sembol ve Kh için
kullanılan sembol; sadece farklı yazıtlarda değil aynı
kâtip tarafından yazılan aynı yazılarda da her zaman doğru biçimde
uygulanmıştı.
Dolayısıyla, Kh yerine Ra’yı kullanmak ne Khufu
ne de başka bir firavun döneminde asla yapılamayacak bir hataydı. Sadece
hiyerogliflere yabancı, Khufu’ya yabancı ve de o çok güçlü Ra tapıncına yabancı
biri böylesine ciddi bir hata yapabilirdi.
Vyse tarafından bildirilen
keşfin diğer akıl karıştırıcı ve açıklanamayan unsurlarına ek olarak bu son
hata; bizim için şu sonuca inanmamızı kesinleştirdi: Kırmızı boyayla yazılan
yazılar Büyük Piramit’i yapanların değil Vyse ve yardımcılarının elinden
çıkmıştı.
Ancak, aklınıza şu soru
gelebilir: İngiliz ve Avusturya konsolosları ya da Lord ve Leydi Arbuthnot gibi
ziyaretçilerin bu yazıların taş ustalarının gerçek işaretlerinden daha taze
göründüğünü fark etme riskini almaya değer miydi? Bu soru, olaya karışan
kişilerden biri olan Bay Perring tarafından The Pyramids of
Gizeh (Gize Piramitleri) adlı kitabında cevaplanmıştır. Kadim yazılar
için kullanılan boya “Araplar tarafından mogra diye
adlandırılan kırmızı aşı boyasıydı ve hala kullanılmakta”ydı. Perring’in
belirttiğine göre, aynı kırmızı aşı boyasının hala kullanılıyor olmasına ek
olarak “taş ocaklarındaki işaretler öylesine korunmuşlardı ki, dün yapılmış bir işareti üç bin yıl önce yapılmış olanından ayırt
etmek çok güç”tü.
Başka bir deyişle,
sahteciler boyalarına güveniyorlardı.
Vyse ve Hill, muhtemelen
Perring’in de suç ortaklığıyla, böyle bir sahtekârlığı sürdürebilecek ahlaka
sahip kişiler miydi?
Vyse’ın bu keşif macerasına
atıldığı sıradaki koşullar, Caviglia’ya davranışları, olayların kronolojik
sıralanışı, zaman ve para tükenmek üzereyken büyük bir keşif elde etmedeki
kararlılığı; böyle bir işi yapabilecek bir karakteri ima etmektedir. Vyse’ın
kitabının önsözünde durmaksızın teşekkür ettiği Bay Hill’e gelince; Vyse ile
tanıştığında bir bakır çekme atölyesinde şef iken, Vyse Mısır’dan ayrıldığında
Hill, Kahire Oteli’nin sahibi olmuştu. Ve Bay Perring; eski Mısır tarihi
uzmanına dönüşen bir mühendis, eh, sonraki olaylar bizim yerimize anlatsın.
Çünkü bir sahtekârlığın başarısıyla cesaretlenen Vyse ekibi bir ve galiba iki
tane daha yapmaya kalkıştılar...
Büyük Piramit içindeki
keşifler yapılıyorken, Vyse pek de istemeye istemeye Caviglia’nın diğer iki
piramit içindeki ve çevresindeki çalışmasına devam etti. Büyük Piramit’teki
keşiflerin sağladığı yeni şöhretiyle cesaretlenen Vyse İngiltere’ye dönüşünü
ertelemeye ve bunun yerine diğer iki piramidin sırlarını gün ışığına çıkarmaya
gayret göstermeye karar verdi.
Kahire’den gelen uzmanların,
piramitlerin içinden değil de piramitlerin dışındaki mezarlardan ve yapılardan
çıktığına karar verdikleri taşların üstündeki kırmızı boyalı işaretler dışında,
İkinci Piramit’te pek önemli bir şey bulunamamıştı. Ama Üçüncü Piramit’in
dışında Vyse’ın çabaları sonuç verdi. 1837 yılının Temmuz ayı sonunda -daha
önce kısaca değindiğimiz gibi- adamları piramidin “mezar odası”na girmişler ve
orada güzelce süslenmiş ancak boş bir taş “lahit” bulmuşlardı (Şekil 152).
Duvarlardaki Arapça yazılar ve diğer kanıtlar bu piramidin “içine çok sık girilip
çıkıldığını”, odaların taş zeminlerinin ve geçitlerin “bir sürü insanın sürekli
geçip gitmesinden dolayı aşınmış ve parlamış” olduğunu göstermekteydi.
Ancak bu içine pek sık
girilip çıkılan piramit ve boş taş kutusuna rağmen, Vyse onun kurucusuna ait kanıt
bulmayı başarmıştı; Büyük Piramit içindeki keşfe denk bir beceriyle.
Vyse’ın “büyük bölüm” dediği
bir başka dikdörtgen odada, büyük süprüntü yığınları ve durumu açığa vuran
Arapça duvar yazıları bulundu. Vyse hemen bu odanın “tıpkı Abu Simbel, Teb vb.lerindeki
gibi muhtemelen cenaze merasimleri düzenlemek üzere” yapıldığı sonucuna vardı.
Süprüntüler temizlendiğinde,
“...lahitin
kapağının büyük kısmı bulundu... ve onun yakınında, (aralarında Menkare’nin
kartuşu da bulunan hiyerogliflerle bezeli) bir mumya kabının üst kısmının
parçaları; kaburgalar ve omurga, sarı renkli kaba yünlü bir beze sarılmış ayak
ve bacak kemikleri içeren bir iskelet parçası ile birlikte bir taş bloğun
üstünde keşfedildi...
Daha
sonra süprüntünün içinden tahta ve bezin diğer kısımları da çıkartıldı.
Dolayısıyla
öyle görünmektedir ki, lahit yerinden kaldırılamadığından cesedin içinde
durduğu tahta kap incelemek üzere büyük bölüme getirilmiştir.”
O zaman, Vyse tarafından ana
hatları belirlenen senaryo şöyleydi: Asırlar önce Araplar mezar odasına
girmişlerdi. Lahiti bulmuşlar ve kapağını kaldırmışlardı. Lahitte tahta bir
tabutun içindeki bir mumya vardı; piramidin kurucusunun mumyası. Araplar tabutu
ve mumyayı incelemek üzere büyük bölüme götürmüşler ve bu arada onları
kırmışlardı. Artık Vyse tüm parçaları bulmuştu: Mumya kabının bir parçası
(Şekil 153) üstündeki kartuş “Men-ka-ra” heceliyordu
yani Heredot’un Mikerinos’unun ta kendisi. İki piramidin kurucusunun
kimliklerini kanıtlamıştı!
Lahit İngiltere’ye
gönderilirken denizde kayboldu. Ama mumya kabı ve kemikler sağlam biçimde
British Museum’a vardı; Samuel Birch (Büyük Piramit’in içindeki yazıların
incelenmesi söz konusu olduğundaki gibi) aynen kopyalanmış hallerinden değil de
gerçeğinden inceleyebildi. Kısa süre sonra şüphelerini dile getirdi: “Mikerinos
tabutu” Dördüncü Hanedanlığın anıtlarından “stil olarak belirgin bir farklılık
gösteriyordu.” Öte yandan Wilkinson, mumya kabını Üçüncü Piramit’in kurucusunun
kimliğinin otantik kanıtı olarak kabul etmişti bile, ama mumyayla ilgili
kuşkuları vardı: Bez sargılar, ona söz konusu eski çağlara ait değilmiş gibi
görünmüştü. 1883’te Gaston Maspero da aynı fikirdeydi: “Kral Menşere’nin tahta
kutu kapağı Dördüncü Hanedanlığa ait değildir,” diyor ve bunun Yirmi Beşinci
Hanedanlık sırasında yapılmış bir restorasyon diye tanımlıyordu. 1892’de Kurt
Sethe çoğunluğun fikrini özetledi; tabut kapağı “ancak Yirminci Hanedanlıktan
sonra yapılmış olabilirdi.”
Artık gayet iyi bilindiği
gibi hem mumya kabı hem de kemikler, orijinal bir cenazenin kalıntıları
değildirler. I. E. S. Edwards’ın The Pyramids of Egypt
(Mısır Piramitleri) adlı kitabındaki sözleriyle “Orijinal gömü odasında Albay
Vyse bazı insan kemikleri ve üstünde Mikerinos adının yazılmış olduğu insan
biçimli tahta bir tabutun kapağını bulmuştu. Şimdi British Museum’da bulunan bu
kapak, Mikerinos’un döneminde yapılmış olamaz çünkü bu, Sais Döneminden önce
kullanılmayan bir desendi. Radyokarbon testleri, kemiklerin Hristiyanlığın ilk
dönemlerinden kaldığını göstermekteler.”
Buluntuların sahiciliğine
karşı çıkan bu cümle yine de meselenin özüne inmiyordu. Eğer kalıntılar
orijinal bir gömmeden kalmamışlarsa, o zaman davetsiz bir cenazeden kalmış
olmalıydılar; ama böyle bir durumda mumya ve tabut aynı döneme ait olurdu.
Burada durum böyle değildi; birisi bir yerde toprak üstüne çıkartılmış bir
mumya ile bir başka yerdeki bir tabutu biraraya getirmişti. Kaçınılmaz olan
çıkarım şudur: Bu buluntu kasıtlı bir arkeolojik sahtekârlığı
temsil etmektedir.
Acaba bu uyuşmazlık bir
tesadüf müydü; piramidin içindeki farklı zamanlara ait iki davetsiz cenazenin
gerçek kalıntıları mıydı? Tabut parçasının Men-ka-ra kartuşunu taşıyor olması
nedeniyle bu düşünceden şüphe edilmelidir. Bu kartuş Üçüncü Piramit’in
etrafındaki (ama içinde değil) heykellerde ve yazıtlarda da bulunmuştu ve
muhtemelen kartuşu taşıyan tabut da bu civarlarda bulunmuştu. Tabutun daha
sonraki dönemlere atfedilmesi, sadece modelinden değil ayrıca üstündeki yazı
için seçilen kelimelerden de kaynaklanmıştır: Bu, Ölüler Kitabı’ndan Osiris’e
bir duaydı; bunun bir Dördüncü Hanedanlık tabutu üstünde ortaya çıkması ise Ancient History from the Monuments (Anıtlardaki Kadim Tarih)
adlı eserinde başkalarına kolayca güvenen (ama bilgili olan) Samuel Birch
tarafından bile “olağanüstü” diye adlandırılmıştır. Ancak bu bazı bilginlerin
önerdiği gibi Yirmi Beşinci Hanedanlıktan kalan bir “restorasyon” değildi.
Abidos’ta bulunan I. Seti Kral Listesinden de bildiğimiz gibi Altıncı
Hanedanlığın sekizinci firavunu da Men-ka-ra adını taşıyordu ve adı benzer
biçimde heceleniyordu.
Demek ki, birisi ilk önce
piramidin yakınlarında tabutu bulmuştu; burası açık. Tabutun önemi şüphesiz
fark edilmişti çünkü Vyse’ın bizzat bildirdiği gibi, tam bir ay önce, Üçüncü
Piramit’in güneyindeki üç küçük piramitten en ortada yer alanın cenaze odasının
tavanında kırmızı boyayla yazılı Men-ka-ra (Mikerinos) adı bulunmuştu. Ekibe,
Üçüncü Piramit’in içinde de bir keşif yaratma fikrini veren bu buluntu
olmalıydı...
Keşfin itibarı, Vyse ve
Perring tarafından sahiplenildi. Bay Hill’in yardımı olsun ya da olmasın,
sahtekârlığı nasıl devam ettirmiş olabilirlerdi?
Bir kez daha, Vyse’ın kendi
günlükleri hakikatle ilgili bir ipucu vermektedir. “Buluntular keşfedildiğinde
orada olmayan” Albay Vyse, bağımsız bir tanık olarak “Bay Raven’den
İngiltere’ye döndüğünde keşfin nasıl yapıldığını yazmasını” rica etmişti. Nasıl
olduysa tam doğru zamanda orada bulunması için davet edilmiş ve Albay Vyse’e
“Efendim,” diye hitap edip Kanıt Mektubu’nu “acizane kulunuz” diye imzalayan
Bay H. Raven olayı şöyle anlatıyordu:
Biriken
süprüntüleri büyük giriş odasının dışına taşırken, çalışan adamlar orada birkaç
gün geçirdikten ve güneydoğu köşesine doğru biraz ilerlemişlerken, molozların
dibinde ilk olarak bazı kemikler keşfedildi ve kalan kemikler ve tabut
parçaları neredeyse hemen onların ardından keşfedildi; odanın içinde tabutun
başka parçası ya da kemik bulunamazdı.
Dolayısıyla,
daha önce aynı odadan çıkartılan molozları dikkatle yeniden incelediğimde
tabutun birkaç parçasını ve mumya-bezini buldum ama Piramidin diğer hiçbir
kısmında, tabutu tamamlayabilmek için her yer dikkatle incelenmesine rağmen,
başka hiçbir parça bulunamadı.
Böylece neler olduğuna dair
daha iyi bir fikrimiz olabilecek. Birkaç gün boyunca işçiler Büyük Bölüm’den
dışarı moloz ve süprüntü taşıdılar ve yakınlarda bir yere yığdılar. Dikkatle
incelenmesine rağmen hiçbir şey bulunmadı. Derken son gün, odanın temizlenecek
sadece güneydoğu köşesi kalmışken, bazı kemikler ve tahta bir tabutun parçaları
bulunmuştu. “Odanın içinde tabutun başka parçası ya da kemik bulunamazdı.” O
zaman, odadan dışarı çıkartılan ve doksan santim yüksekliğinde bir tepe
oluşturan molozların “dikkatle yeniden incelenmesi”, dikkatinizi çekerim,
incelenmesi değil YENİDEN incelenmesi önerilmişti; ne oldu dersiniz? Daha fazla
kemik ve her şeyden önemli kartuşu taşıyan tabut parçaları bulunuvermişti!
İskeletin ve tabutun geri
kalan parçaları neredeydi? “Tabutu tamamlayabilmek için her yer dikkatle
incelenmesine rağmen,” piramidin diğer hiçbir kısmında “başka hiçbir parça
bulunamadı.” Öyleyse, daha önceki asırlar içinde kemiklerin ve tabut
parçalarının hatıra diye oradan dışarı çıkartılıp götürüldüğüne inanmadığımız
takdirde, varsayabileceğimiz sadece tek şey kalır: Keşfedilen parçaları her kim
içeriye taşıdıysa, ancak keşfi yaratmaya yetecek kadar parça taşımıştı: Bütün
bir tabut ve bütün bir mumya ya el altında mevcut değildi ya da içeri gizlice
sokulamayacak kadar büyüktü.
Bu ikinci büyük keşif için
kısa süre sonra general rütbesine terfi ettirilerek onurlandırılan Albay Vyse
ve Perring, Zoser’in basamaklı piramidinde Zoser’in, elbette kırmızı boyayla
yazılmış adını taşıyan bir taş üretmek için işe koyuldular. Günlüklerde, bunun
da bir sahtekârlık olup olmadığından emin olmamıza yetecek kadar ayrıntı
yoktur; ama bir piramit kurucusunun daha kim olduğunu belirleyen kanıtı gün
ışığına çıkartanların aynı ekip olması aslında inanılmazdır.
[Çoğu eski Mısır tarihi
uzmanı Khufu’nun adının Büyük Piramit’te yazılı olduğu iddiasını daha fazla
araştırmadan kabul etmiş olmasına rağmen, Sir Alan Gardiner konuyla ilgili
şüpheleri olduğunu önermiştir. Egypt of the Pharaohs
(Firavunların Mısır’ı) adlı eserinde, Ra ve Kh hiyeroglifleri arasında açık bir ayrımın olduğu kraliyet
kartuşlarını göstermişti. Keops kartuşu diye yazar, “çeşitli taş ocaklarında
akrabalarının ve asillerin mezarlarında ve daha sonraki tarihlere ait belirli
yazılarda bulunur.” Bu listede eksik bıraktığı şey, Büyük Piramit içindeki
yazılardır... Ayrıca Sir Alan, Vyse’ın Üçüncü Piramit’teki keşiflerinden ve
hatta Vyse’ın adından da söz etmez.]
Gize piramitlerinin
varsayılan firavunlarca inşa ettirildiğine ilişkin kanıtlar darmadağın
edildiğine göre; Khufu, İsis ve Osiris’e saygılarını sunmaya geldiğinde,
piramitlerin ve Sfenks’in çoktandır orada olduğunu belirten Envanter
Stelası’nın sahiciliğinden kuşkulanmak için bir neden kalmaz.
Bu üç piramidin “tanrılar”
tarafından inşa edildiğine olan inancımızla çelişen bir şey kalmadı. Aksine
piramitlerle ilgili her şey onların insanoğlunun kullanımı için
tasarlanmadığını göstermektedir.
Artık, bu üç piramidin
Nefilim’in Uzay Limanı olarak hizmet veren Kılavuz Çizgiler Şebekesinin bir
parçası olduklarını göstermeye koyulabiliriz.
SFENKSİN BAKIŞI
Bir zamanlar, Gize
piramitleri; odak noktası olarak Ağrı Dağının zirvelerini, bir Uçuş Kontrol
Merkezi olarak Kudüs’ü içeren İniş Koridorunun bir parçasını oluşturmaktaydılar
ve uzay araçlarının Sina yarımadasındaki Uzay Limanına inişine kılavuzluk
ediyorlardı.
Ama ilk başlarda, piramitler
bizzat konumları, hizalanışları ve biçimleriyle, kılavuz işaret fenerleri olarak
iş görmüşlerdi. Görmüş olduğumuz gibi tüm piramitler aslında iç kısımlarında
basamaklı piramittirler; Mezopotamya’nın ziguratlarının taklitleridirler. Ama
“göklerden gelen tanrılar” Gize’deki küçük ölçekli model (Üçüncü Piramit) ile
deneyler yaptıklarında ziguratın ve onun inişli çıkışlı kayalar ve sürekli
biçim değiştiren kum tepeleri üstüne düşen gölgesinin, güvenilir bir Yol
işareti olarak iş göremeyecek kadar bulanık ve hatalı olduğunu görmüş
olmalıydılar. Basamaklı iç kısmı “gerçek” bir piramide ulaşana dek kaplayarak
ve kaplamada beyaz (ışık yansıtan) kireç taşı kullanarak, net bir yönlendirme
sağlayan mükemmel bir ışık ve gölge oyunu elde edilmiş oldu.
1882’de Robert Ballard tren
penceresinden Gize piramitlerini seyrediyorken, bir kimsenin piramitler
arasındaki sürekli değişen hizalanmadan yararlanarak bulunduğu yeri ve yönü
belirleyebileceğini fark etti (Şekil 154). Bu gözlemini The
Solution of the Pyramid Problem (Piramit Sorununun Çözümü) adlı
kitabında genişleten Ballard ayrıca, yan yüzleri birbirlerine 3:4:5 oranlı olan
piramitlerin dik açılı Pisagor üçgenleri temelinde birbirleriyle hizalanmış
olduklarını da gösterdi. Piramitologlar ayrıca piramitlerin gölgelerinin dev
bir güneş saati olarak iş görebileceklerine de dikkat etmişlerdi; gölgelerin
yönü ve uzunluğu yılın içindeki zaman ve günü işaret ediyorlardı.
Ancak daha da önemlisi,
piramitlerin siluetlerinin ve gölgelerinin göklerden bakan bir gözlemciye nasıl
göründüğüydü. Havadan çekilen bu fotoğrafta (Şekil 155) görüldüğü gibi,
piramitlerin gerçek biçimi, hataya yer bırakmayacak biçimde yön göstergesi
olarak iş gören ok benzeri gölgeler veriyorlardı.
Uygun bir uzay limanı kurmak
için her şey hazır olduğunda, Baalbek’e hizmet verenden çok daha uzun bir İniş
Koridoru gerekmişti. Çünkü Mezopotamya’da yer alan önceki uzay limanlarında
Anunnaki (İncil’deki Nefilim) odak noktası olarak Yakın Doğu’daki en belirgin
dağı seçmişlerdi: Ağrı Dağı. Aynı nedenlerden dolayı, yeni uzay limanı için de
aynı odak noktasını seçmiş olmalarına şaşmamak gerekir.
Gize piramitlerinin
inşasında ve hizalanışında daha çok sayıda üçgenleştirme ve geometrik
mükemmellik “tesadüfleri” keşfedildikçe, daha çok incelendiler ve çalışıldılar;
biz de, Anunnaki tarafından oluşturulan İniş Şebekesini açığa çıkardıkça sonsuz
üçgenleştirme ve hizalama “tesadüfleri” keşfettik. Eğer Ağrı Dağının zirveleri
yeni İniş Koridorunun odak noktası olarak iş görüyorduysa, o zaman İniş
Koridorunun sadece kuzeybatı çizgisi değil aynı zamanda güneydoğu çizgisi de
Ağrı Dağına odaklanmış olmalıydı. Ama diğeri, yani Sina’daki ucu nereye
bağlanmıştı?
Katrina Dağı, biraz daha
alçak olan benzer granit zirvelerden oluşan masif bir merkezin ortasında
yükselir. Palmer’ların önderliğindeki İngiliz Askeri Mesaha Misyonu, Sina
yarımadasının arazi taramasına koyulduklarında, en yüksek zirve olsa da
Katrina’nın jeodezik bir yeryüzü işareti olmaya yetecek kadar ortada ve
belirgin olmadığını görmüşlerdi. Aksine misyondakiler 2602 m yüksekliğindeki Umm Şomar Dağının (Şekil 156), yükseklik bakımından
neredeyse Katrina’nın ikizi olduğuna karar vermişlerdi (aslında misyon
ölçümlerinden önce birçokları Umm Şomar’ın en yüksek zirve olduğuna
inanmaktaydı). Umm Şomar Katrina’nın aksine belirgin ve hataya yer bırakmayacak
biçimde tek başına yükselmekteydi. Zirvelerinden her iki körfez de
görülebilmekteydi; batı, kuzeybatı, güneybatı ve doğu yönünde önü açıktı. Bu
nedenlerden dolayıdır ki Palmer’lar hiç tereddüt etmeden Umm Şomar Dağını
jeodezik arazi işareti, yarımadayı ölçüm için kullanacakları odak noktası
olarak seçmişlerdi.
Katrina Dağı, Baalbek’e
odaklanmış daha kısa bir İniş Koridoru için uygun olmuş olabilirdi ama daha
uzaktaki Ağrı’nın odak noktası, çok daha belirgin ve hataya yer bırakmayacak
bir yeryüzü şeklini gerekli kılıyordu. İnanıyoruz ki, Palmer’larla aynı nedenlerden
dolayı, Anunnaki de yeni İniş Koridoru’nun güneydoğu dış hattının ucu için Umm
Şomar Dağını seçmişlerdi.
Bu dağ ve yeri ile ilgili
daha birçok şey pek ilginçtir. İlk olarak adı: Akıl karıştırıcı ya da hayli
önemlidir; “Sümer’in Anası” anlamınagelir. Bu Ur’da, Sina yarımadasının eşi
olan Ningal’e verilen bir addır...
Sina yarımadasının
merkezindeki yüksek granit zirvelerin arasında yükselen ve dolayısıyla büyük
zorluklarla ulaşılabilen Katrina Dağının aksine, Umm Şomar Dağı, granit
kütlesinin kenarında yükselmektedir. Oradaki kumsallar, Süveyş Körfezi
üstündeki sahiller birkaç doğal ılıcaya sahiptir. Aşerah’ın kışlarını geçirdiği
“deniz kenarında” oturduğu yer orada mıydı? Oradan, gerçekten de Umm Şomar
Dağına gidiş “bir eşek yolculuğu” kadar uzaktı; Ugarit metinlerinde Aşerah,
El’i çağırmak üzere onun Dağına giderken bu yolculuk canlı biçimde betimlenir.
Kıyı boyunca ılıcalardan
birkaç kilometre aşağıda yarımadanın en önemli liman şehri olan El-Tur yer alır. Şehrin adı (yoksa bir başka tesadüf mü desek?)
“Boğa” anlamına gelir; daha önce görmüş olduğumuz gibi, El’in bir unvanıdır
(Ugarit metinleri ona “Boğa El” diye seslenir). Burası ilk çağlardan beri Sina
yarımadasının en önemli körfez limanı olmuştur; acaba burası Sümer metinlerinde
sözü edilen (Tilmun Diyarından ayrı olan) Tilmun şehri midir diye merak
ediyoruz. Burasının, Gılgamış’ın gemiyle varmayı, yoldaşı Enkidu’nun da oraya
(hayatının geri kalanını geçirmek üzere lanetlendiği) yakın madenlere
gidiyorken, kendisinin (Gılgamış) de “Şemlerin dikildiği
İniş Yerine” doğru yola koyulmayı planladığı liman olması pekâlâ mümkündür.
Yarımadanın Süveyş Körfezine
bakan granit merkezinin zirveleri de insanı durup düşündüren adlar taşırlar.
Bir dağın adı “Kutsanmış Ana’nın Dağı”dır, Umm Şomar Dağı yakınlarında Teman (“Güneyli”) Dağı yükselir. Bu ad aklımıza Habakuk’un
dizelerini getirir: “Rab Teman’dan geldi... Onun
haşmeti gökleri örttü. Ve dünya onun nuru ile doldu. Söz
onun önünde yürüyordu, aşağıdan kıvılcımlar çıkıyordu: O
durdu ve dünyayı ölçtü...”
Peygamber hala aynı adı
taşıyan, “Sümer’in Anası” Dağının güney komşusu olan Teman
Dağına mı gönderme yapıyordu? Bu adı taşıyan başka bir dağ olmadığına göre, bu
tanımlama hayli mantıklıdır.
Peki, Umm Şomar Dağı
Anunnaki tarafından geliştirilen kutsal alanlar şebekesi ve İniş Şebekesine
uyuyor muydu?
Son İniş Koridoru
oluşturulurken, bu dağın; Katrina Dağı’nın yerine, koridorun güneydoğu
çizgisinin ucu olarak gösterildiğini öneriyoruz. Peki, ama kuzeybatı çizgisi
için tamamlayıcı uç neredeydi?
Önerimiz şu ki, onun olduğu
yerde Heliopolis’in kurulmuş olması bir tesadüf değildir. Burası,
orijinal Ağrı-Baalbek-Gize hattındaydı. Ama ayrıca Ağrı’dan, tam Umm Şomar
kadar eşit uzaklıktaydı! Konumunun, Ağrı’dan Umm Şomar’a kadar olan
uzaklığın ölçülmesi ve sonra da Ağrı-Baalbek-Gize hattı üzerinde eşit
uzaklıktaki bir noktanın işaretlenmesiyle belirlendiğini düşünüyoruz (Şekil
157).
Anunnaki’nin iniş ve
iletişim şebekesine dâhil edilen doğal ve yapay zirvelerin şaşırtıcı ağını
açığa çıkardıkça, acaba bunlar sadece yükseklik ve biçimleriyle mi kılavuz
işaretler olarak iş görmekteydiler diye düşünmek zorunda kaldık. Bunlar ayrıca
bir tür kılavuz aygıt ile donatılmışlar mıydı?
Büyük Piramit’in odalarından
çıkan bir çift dar kanal ilk kez keşfedildiğinde, bunların; firavunun mezarına
diri diri kapatıldıkları varsayılan hizmetkârlarına yemek yollamak için
kullanıldığı düşünülmüştü. Vyse’ın ekibi “Kral Odası”na inen kuzey kanalını
temizlediklerinde odanın içi hemen soğuk hava ile dolmuştu; bu kanallara o
zamandan beri “hava bacaları” denilmektedir. Ancak, ilginçtir, bu görüşe son
derece saygın bir akademik yayında saygın bilginler tarafından meydan okunmuştu
[Mitteilungen des Instituts für Orientforschung der Deutschen
Akademie der Wissenschaften zu Berlin (Berlin Alman Bilim Akademisi Doğu
Bilimleri Enstitüsü Duyuruları)]. Akademik çevreler “piramitler mezardır”
teorisinden uzaklaşmaktan nefret etmelerine rağmen Virginia Trimble ve
Alexander Badawy bültenin 1964 yılı sayılarında “hava bacaları”nın astronomi
ile ilgili işlevleri olduğunu, “şüpheye yer bırakmayacak biçimde kutup merkezli
yıldızlara doğru 1 derece eğimli” olduklarını ele almışlardı.
Hava bacalarının yönü ve
eğiminin daha önceden tasarlanmış olduğundan zaten şüphelenmemiştik, ancak
“Kral Odası” havayla dolduktan sonra odanın içindeki havanın sıcaklığının
piramidin dışındaki hava nasıl olursa olsun hep 20°C kaldığını öğrendiğimizde
daha çok ilgilendik. Tüm bu bulgular, Napolyon’un bilim adamları ekibinden olan
E. F. Jomard’ın çıkarımlarını doğrular görünmekteydi; Jomard “Kral Odası” ve
“lahit”in cenaze amaçlı olmayıp, modern zamanlarda bile ısı ve nem bakımından
dengeli bir ortamda korunan bir ağırlık ve ölçü standartları korunağı olduğunu
önermişti.
Muhtemelen 1824’lerden önce
Jomard metre ve kilogram gibi dünyasal ölçü birimleri yerine hassas uzay
kılavuzluk aygıtlarını hayal edemezdi. Ama şüphesiz biz hayal edebiliriz.
“Kral Odası”nın yukarısında
yer alan beş basık tavanlı bölümden oluşan çapraşık üst yapının amacı üstünde
düşünen birçok kişi, bunların odanın üstüne binen basıncı azaltmak amacıyla
yapıldığına inanmaktadırlar. Ama bu, üstünde çok daha büyük bir taş bulunan
“Kraliçe Odası”nda böyle bir dizi “basınç azaltıcı bölüm” olmaksızın
halledilebilmişti. Vyse ve adamları bölümlerin içine girdiklerinde piramidin diğer
kısımlarında konuşulan her kelimeyi net biçimde duyabildiklerinde
şaşırmışlardı. Flinders Petrie [The Pyramids and the Temple
of Gizeh (Piramitler ve Gize Tapınağı)] “Kral Odası”nı ve içindeki taş
“kutu”yu dikkatle incelediğinde, her ikisinin de mükemmel Pisagor üçgenleri
boyutlarına uygun olarak inşa edildiklerini bulmuştu. Kutuyu yekpare bir taş
bloktan oymak için, hesaplarına göre, dişleri elmasla kaplı 2,95 m boyunda bir
testere gerekliydi. İçini boşaltmak içinse, yine elmas uçlu matkaplarla iki tonluk
basınç uygulamak gerekirdi. Bunların nasıl başarılabildiğini anlayamamıştı.
Zaten amaç neydi? Altında bir aygıt saklı olup olmadığını görmek için (ki
yoktu) kutuyu kaldırmıştı; kutuya vurulduğunda piramidin tamamında titreşen çan
benzeri derin bir ses çıkmıştı. Kutunun bu çanı andıran özelliği daha önceki
araştırmacılar tarafından da bildirilmişti. Acaba “Kral Odası” ve “kutu”su ses
yayıcılar ya da yankı odaları olarak iş görsünler diye mi yapılmışlardı?
Günümüzde bile
havaalanlarında uçakların inişlerine kılavuzluk eden ekipmanlar; yaklaşan
uçaktaki aygıtların eğer uçak doğru rotada ise hoş bir vızıltı, eğer uçak
rotadan sapmış ise uyarıcı bir bip sesine çevirdiği elektronik sinyaller
yayımlar. Tufan’dan hemen sonra yeni kılavuz aygıtlarının Dünya’ya indirilmiş
olduğunu rahatlıkla varsayabiliriz. İlahi İp Tutucuların (Şekil 121) Mısır’da
betimlenişleri, “Muhteşem Taş”ın İniş Koridoru’nun her iki uç noktasına da
yerleştirildiğini belirtmektedir; tahminimiz, piramit içindeki çeşitli odaların
böylesi rota belirleme ve iletişim aygıtlarının yerleştirilmesi için yapıldığı
şeklindedir.
Şad El yani “El Dağı” da aynı biçimde donatılmış mıydı?
Ugarit metinleri “yedi
odasının içindeki” El’in huzuruna başka tanrıların gelişini tarif ederken her
zaman “El’in Şad’ına nüfuz etmek” ibaresini
kullanırlar. Bu ise, bu odaların dağın içinde olduğunu ima etmektedir tıpkı
Büyük Piramit dediğimiz yapay dağın içindeki odalar gibi.
Hristiyanlığın ilk
asırlarındaki tarihçiler, Sina’da ve yarımadayı çevreleyen Filistin ve Kuzey Arabistan’daki
bölgelerde yaşayan halkların tanrı Duşara (“Dağlar
Tanrısı”) ve karısı Allat’a (“Tanrıların Anası”)
taptıklarını bildirmişlerdir. Bunlar şüphesiz eril El ve dişil Elat ya da eşi
Aşerah idiler. Duşara’nın kutsal nesnesi, neyse ki, o bölgelerin Romalı valisi
tarafından bir para üstüne bastırtılmıştır (Şekil 158). İlginçtir, bu nesne
Büyük Piramit içindeki muammalı odaları andırmaktadır; bir eğimli merdiven
(“Çıkan Dehliz”) masif taşların arasında bir odaya çıkmaktadır (“Kral Odası”).
Bunun yukarısında ise, piramidin “basınç azaltan bölümleri”nin adeta aynısı
olan bir dizi taş vardır.
Büyük Piramit’in sadece ona
özgü olan Çıkan Dehlizi, El Memun’un adamları piramide zorla girdiklerinde
sıkıca tıkalıydı; öyleyse soralım: Eski çağlarda piramidin içindeki yapıyı kim
biliyor ve taklit ediyordu? Cevap sadece şu olabilir: Büyük Piramit’in böyle
bir bilgiye sahip olan mimarları ve inşacıları. Sadece onlar böyle bir yapıyı
başka bir yerde, Baalbek’te ya da El’in dağının içinde tekrarlayabilirlerdi.
Ve böylece, Çıkış Dağı başka
bir yerde, yarımadanın kuzey yarısında olmasına rağmen bölge halkı, yarımadanın
güney zirveleri arasındaki kutsal dağların hatırasını nesilden nesile aktardı.
Onlar, muazzam yükseklikleri ve yerleşimleri ve de onlara yerleştirilen aygıtlar
sayesinde “Bulutlara Binenler” için işaret feneri olarak hizmet vermişlerdi.
İlk uzay limanı
Mezopotamya’da kurulduğunda uçuş yolu; oku andıran bir iniş koridorunun tam
ortasından çizilmiş merkezi bir çizgi boyunca uzanıyordu. Yol gösterici işaret fenerleri
iki sınır çizgisi boyunca yanıp söner ve sinyallerini yayımlarken; Uçuş Kontrol
Merkezi de yine bu merkezi uçuş yolu üzerine kuruluydu: tüm iletişim ve kılavuz
ekipmanın birleşim noktası, gezegensel ve uzay aracı yörüngeleri ile ilgili
bilgisayara geçirilmiş bilgilerin saklandığı yer.
Anunnaki Dünya’ya indiğinde
ve tesisleri ile uzay limanını Mezopotamya’da kurmaya koyulduklarında Uçuş
Kontrol Merkezi Nippur’da, “Geçiş Yeri”ndeydi. Onun “kutsal” ya da İzinsiz
Girilemeyen Bölgesi, Enlil’in mutlak kontrolü altındaydı; oraya Kİ.UR (“Arz
Şehri”) denirdi. Tam ortasında, yapay olarak yükseltilmiş bir platformun
üzerinde DUR.AN.Kİ (“gök-yer bağı”) vardı. Bu Sümer metinlerine göre “gökyüzüne
uzanan göğe çevrili uzun bir sütun”du. “Devrilemez platform” üstüne sağlamca
oturan bu sütun Enlil tarafından göğe doğru “sözü bildirmek” için
kullanılıyordu.
Tüm bunların, gelişkin
antenleri ve iletişim ekipmanını tarif etmek için Sümer dilinin çabaları
olduğunu, Enlil’in adının resimsel “hecelenişine” baktığınızda anlayabilirsiniz:
Bu, büyük antenlerden, dönengelerden ve bir iletişim yapısından oluşan bir
sistem olarak resmedilir (bkz. Şekil 52).
Enlil’in bu “ulu evi”nin
içinde, DİR.GA denilen saklı, gizem dolu bir oda vardır; harfiyen “karanlık,
taç gibi oda” anlamına gelmektedir. Bu betimleyici ad aklımıza Büyük Piramit’in
içindeki saklı, gizemli “Kral Odası”nı getiriyor. DİR.GA’da Enlil ve
yardımcıları, üstlerine yörünge ve uzay uçuşu bilgilerinin yüklendiği hayati
“Kader Tabletleri”ni saklarlar. Bir kuş gibi uçabilen bir tanrı, bu tabletleri
alıp kaçtığında,
İlahi Formüller kalakaldı
Hareketsizlik her yana
yayıldı; sessizlik baskın oldu...
Sığınağın parlaklığı
alınmıştı.
DİR.GA’da Enlil ve
yardımcıları gök haritalarını saklıyorlar ve astronotların cihazlarını ve işlevlerini
anlatan bir terim olan ME’leri “mükemmelleştiriyorlardı”. Burası şöyle bir
odaydı:
Uzak Sular kadar gizemli,
Göklerin Tepe Noktası kadar.
Amblemleri... arasında,
Yıldızların amblemleri.
ME’yi mükemmele götürür.
Sözleri söylenmek içindir...
Sözleri kerim kehanetlerdir.
Tufan öncesinde
Mezopotamya’daki iniş yolu üzerine hizmet gören bir Uçuş Kontrol Merkezi,
Sina’daki uzay limanı için de inşa edilmeliydi. Peki nereye?
Cevabımız: Kudüs’e.
Yahudiler, Hristiyanlar ve
Müslümanlar için aynı derecede kutsal sayılan bu şehrin atmosferi, açıklanamaz
türden, dünyaya ait olmayan bir gizemle yüklü gibidir; daha Davud Peygamber bu
şehri başkenti olarak kurmadan ve Süleyman peygamber Tanrı’nın Evi’ni inşa
etmeden önce bile burası kutsal bir şehirdi. Hepimizin atası olan İbrahim
şehrin kapılarına geldiğinde, burası çoktan “En Üstün olan El’in,
Gök ve Yer’in Adil’inin” merkezi olarak hayli gelişmişti. Bilinen en eski adı Ur-Şalem’dir yani “Tamamlanmış Dairenin Şehri”; bu isim,
yörüngesel meselelerle veya Yörüngeler Tanrısı ile bir ilişkiyi ima eder gibi.
Şalem’in kim olabileceğiyle ilgili olarak bilginler çeşitli teoriler
sunmuşlardır: bazıları (“Davud’un Krallığından Önce Kudüs” başlıklı makalesinde
Benjamin Mazar’ın yazdığı gibi) Enlil’in torunu Şamaş’ı işaret ederken
diğerleri de Enlil’in oğlu Ninib’i gösterir. Ancak bütün teorilerde, Kudüs’ün
köklerinin Mezopotamya panteonu ile ilişkisi tartışılmaz biçimde belirgindir.
Daha en başından itibaren
Kudüs üç dağ zirvesini kapsıyordu; kuzeyden güneye sayarsak, Zofim
Tepesi, Morya Tepesi ve Sion
Tepesi. Dağların adları işlevlerini de anlatıyor: En kuzeydeki “Gözlemcilerin
Tepesi”ydi, ortadaki “Yönlendirme Tepesi”ydi ve en güneydeki ise “İşaret
Tepesi”ydi. Aradan geçen binlerce yıla rağmen hala aynı adlarla
bilinmektedirler.
Kudüs’ün vadileri de her
şeyi açık eden isimler ve lakaplar taşımaktadırlar. Bunlardan biri İşaya
kitabında “Görüş Vadisi” anlamına gelen Hizzayon
Vadisi olarak adlandırılır. Kidron Vadisi ise “Ateş
Vadisi” olarak bilinir. Hinnom Vadisinde (Grekçe Yeni
Ahit’te Gehenna diye geçer) binlerce yıllık efsanelere
göre iki palmiye ağacı arasında yükselen duman sütunu ile işaretlenmiş olan ve
yeraltı dünyasına giden bir giriş vardı. Ve Refaim
Vadisi de Ugarit metinlerine göre tanrıça Şepeş’in yönetimine verilen İlahi
Şifacıların ardından bu adı almıştır. Eski Ahit’in Arami dilindeki tercümeleri
onlardan “Kahramanlar” diye söz eder; Eski Ahit’in Grek diline yapılan ilk
çevirileri ise buraya Titanlar Vadisi demiştir.
Kudüs’ün üç tepesi arasından
biri Morya Tepesi en kutsal olandır. Tekvin Kitabı, İbrahim’in sadakatinin
sınanacağı sırada Rab’bin, İbrahim’i oğlu İshak ile yolladığı yerin Morya’nın
zirvelerinden biri olduğunu açıkça belirtir. Yahudi efsaneleri İbrahim’in Morya
Tepesini uzaktan tanıdığını anlatırlar çünkü onun üstünde “arzdan göğe uzanan
bir ateş sütunu ve Tanrının Haşmetinin görülebildiği koyu bir bulut” görmüştü.
Bu dil Rab’bin Sina Dağına inişini anlatan kutsal kitaptaki tarifle neredeyse
aynıdır.
Morya Tepesi üzerinde
bulunan ve daha küçük olmasına karşın Baalbek’teki büyük platformla benzer ana
hatlar taşıyan büyük yatay platform; Kudüs Yahudi Tapınağının alanı olarak iş
görmüş olduğundan Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından “Tapınak Tepesi”
(Müslümanlar tarafından ise El-Haram El Şerif ya da Mescid-i Haram) adıyla
bilinir (Şekil 159). Şimdi ise üstünde birkaç Müslüman türbesi ve bir cami
vardır bunların en ünlüsü Kubbe el-Sakhra’dır. Kubbe, Baalbek’te bir Bizans
türbesini süslemekteyken Halife Abdülmelik (M.S. yedinci yüzyıl) tarafından
buraya taşıtılmış ve Kutsal Kaya’yı çevrelemesi için inşa ettirdiği sekiz
köşeli yapının üstüne yerleştirilmişti.
Kutsal Kaya, artık
hatırlanamayan zamanlardan bu yana ilahi ve büyülü özelliklerin atfedildiği bir
kayadır.
Müslümanlar, peygamberleri
Muhammed’in cenneti ziyaret etmek için üstünden yükseldiği yerin bu Kutsal Kaya
olduğuna inanırlar. Kuran’a göre (İsra Suresi I. Ayet) Muhammed “gecenin
birinde Mescid-i Haram’dan... Mescid’i Aksa’ya” getirilmişti; (İslam
bilginlerinin bu yolculuğun fiziksel ya da ruhsal bir yolculuk olup olmadığıyla
ilgili farklı görüşlerinden ve de rivayetlerden edinilen bilgiye göre Ç.N.)
Muhammed peygamber melek Cebrail tarafından Mekke’den alınıp Sina Dağında bir
moladan sonra Kudüs’e getirilmişti. Sonra da bir “Işık Merdiveni” ile göğe doğru
yükselmişti. Cennetin Yedi katından geçen Muhammed peygamber sonunda Tanrı’nın
huzuruna çıkmıştı. İlahi talimatlar aldıktan sonra da yine aynı ışık huzmesi
yoluyla Dünya’ya geri gelmiş ve Kutsal Kaya’nın üstüne inmişti. Meleğin kanatlı
atının üstünde yine Sina Dağında bir mola vererek Mekke’ye geri dönmüştü.
Orta çağlardaki gezginler
Kutsal Kaya’nın yapay olarak kesilmiş küp gibi kocaman bir taş kütlesi olduğunu
söylemekteydiler. Şimdilerde ise kayanın sadece en üst kısmı görülebilmektedir;
kayanın şimdilerde gözlerden saklı olan büyük bir küp gibi şekillendirilmiş
olmasıyla ilgili tahmin; Mekke’deki Büyük Taş’ın yani Kâbe’nin
(ilahi talimatlar üstüne) Kudüs’teki Kutsal Kaya’ya benzetildiğiyle ilgili
Müslüman gelenekten kaynaklanmaktadır.
Görülebilen kısmından Kutsal
Kaya’nın yüzü ve yan kısımlarında çeşitli biçimlerde kesilmiş olduğu, iki tüp
gibi baca sağlamak için delindiği bir yeraltı tüneli ve gizli odalar yaratmak
için oyulduğu açıktır. Hiç kimse bu çalışmaların amacını bilmemektedir, hiç
kimse bunları kimin düşündüğünü ve yaptığını bilmemektedir.
Ancak biz Süleyman peygamber
tarafından Morya Tepesi üstünde kurulan İlk Tapınağın tam olarak aynı noktada
ve Rab tarafından verilen kesin talimatlar izlenerek inşa edildiğini biliyoruz.
Kutsalların Kutsalı, Kutsal Kaya’nın üstüne inşa edilmişti; tamamen
yaldızlanmış en iç odası, yine altından yapılma iki büyük Kerubi (kanatlı
Sfenks’e benzeyen varlıklar) tarafından taşınmaktaydı, kerubilerin kanatları
duvarlara ve birbirlerinin kanatlarına dokunmaktaydı, tam aralarında ise
Rab’bin Musa’ya çölde içinden seslendiği Ahit Sandığı vardı. Dışarıdan tamamen
izole edilmiş olan ve altınla kaplı Kutsalların Kutsalı, Eski Ahit’te Dvir diye anılıyordu yani harfiyen “Konuşmacı”.
Kudüs’ün bir “ilahi”
iletişim merkezi, bir “Muhteşem Taş”ın saklandığı ve Rab’bin Sesinin veya
Kelamının oradan uzaklara kadar yayılabildiği bir yer olduğunu önermek, inanın
ki, o kadar abes bir fikir değil. Böyle bir iletişimin olduğu fikri, zaten Eski
Ahit’e hiç yabancı değildir. Aslında Rab’bin böyle bir beceriye sahip olması ve
Kudüs’ün bir iletişim merkezi olarak seçilmesi; Yehova’nın ve Kudüs’ün
üstünlüğüne delalet diye düşünülmektedir.
“Göklere cevap vereceğim ve
onlar yere cevap verecekler,” diye Rab temin etmişti Hoşea peygamberi. Amos “Rab
Sion’dan gümbürdeyecek ve Yeruşalim’den sesini yükseltecek,” diye kehanette
bulunmuştu. Ve mezmur yazarı, Rab Sion’dan seslendiğinde söyledikleri doğudan
batıya kadar duyulacaktır, der ve hatta Gök’te bile:
Yehova tanrılara seslendi
Ve güneşin doğduğu yerden
battığı yere kadar dünyayı
çağırdı...
Göklere ve yere yukarıdan
Çağırıyor...
Baal yani Baalbek’teki
tesislerin Rab’bi; sesinin Kadeş’ten, Sina’nın ortasındaki “çöl”deki tanrılar
bölgesine giriş şehrinden bile duyulacağını söyleyerek övünmüştü. Mezmur 29
dünya üzerinde Sion Rab’binin Sesinin ulaşabildiği bazı yerleri sıralarken
Kadeş’i ve “erz ağaçları diyarını” (Baalbek) da listeye katmıştır:
Rab’bin sesi sular
üstündedir...
Rab’bin sesi Libnanın
erzlerini parçalar...
Rab’bin sesi çölü sarsar....
Rab, Kadeş çölünü sarsar.
“Muhteşem Taşlar”ı Baalbek’e
yerleştirdiğinde Baal’ın kazandığı beceriler, Ugarit metinlerinde “bir dudağı
Dünya’ya, bir dudağı Göğe” koyma becerisi diye anlatılır. Bu iletişim cihazları
için kullanılan sembol daha önce gördüğümüz gibi, posta güvercinleridir. Hem
sembolizm hem de terminoloji, Rab’bin uçarak gelişini anlatan Mezmur 68’in
dizlerine dâhil edilmiştir:
Rab’be ilahi okuyun, şem’ine terennüm edin
Buluta Binene yol açın...
Sözü Rab söyleyecek
Büyük bir ordu gibi
orakl’lar (kehanet merkezleri)
Orduların kralları kaçıyor
kaçıyor
Ev ve yuvayı bozulunca
ayırırsın;
Onlar iki Dudak arasında
yatarken bile ve
Güvercin kanatları gümüşle
Ve tüyleri sarı altınla
kaplanmış gibi olur...
Rab’bin cenk arabası
kudretlidir,
o, binlerce yıldandır;
Rab onunla gelmişti
Kutsal Sina’dan.
Kudüs’teki Muhteşem Taş yani
peygamberlerin sözleriyle “ahit taşı” ya da “mil taşı”, gizli bir yeraltı
odasında saklanmaktaydı. Bunu, Rab halkına gazabını gösterdiğinde Kudüs’ün
yıkılışı üstüne yakılan bir ağıttan öğreniyoruz (İşaya 32:14):
Çünkü saray ıssız kalacak
Sion Tepesi (ve) “Tanık Olan
Araştıran”
terk edilecek
Ebedi Tanıklığın İni
Yaban eşeklerinin sevindiği
yer
Sürülerin otlağı olacak.
Kudüs’teki tapınağın yeniden
inşa edilmesiyle birlikte peygamberler “Yehova’nın sözünün Yeruşalim’den
işitileceğini” vaat ederler. Kudüs bir dünya merkezi olarak yeniden kurulacak
ve tüm milletlerce aranacaktır. Rab’bin vaadini aktaran İşaya halkı sadece
“araştıran taşın” değil ayrıca “ölçüm” işlevinin de yeniden düzenleneceği konusunda
temin eder (İşaya 28: 16)
İşte,
Sion’da temel olarak bir taş
Araştıran bir taş
Temeli emniyetli değerli
köşe taşını koydum
İman eden cevapsız
kalmayacak.
Adaleti çırpı ipi
Ve doğruluğu ölçü
edineceğim.
Bir Uçuş Kontrol Merkezi
olarak iş görebilmesi için Kudüs’ün de, Nippur gibi, İniş Koridorunu kesen uzun
merkezi çizgi üstünde konuşlanmış olması gerekiyordu. Şehrin kutsal gelenekleri
böyle bir konumu doğrulamaktadır ve kanıtlar da, tam kesin jeodezik merkezi
belirleyenin kutsal kaya olduğunu önermektedir.
Kudüs, Yahudi geleneklerince
“Dünya’nın Göbeği” diye kabul edilir. Hezekiel peygamber, İsrail halkına
“Dünyanın Göbeğinde oturuyorlar” der; Hakimler Kitabı, dağlardan inen ve
“Dünyanın Göbeği” yönünden gelen insanlarla ilgili bir olay anlatır. Gördüğümüz
gibi bu terim, Kudüs’ün odak noktasındaki bir iletişim merkezi olduğu, İniş
Şebekesinin diğer uç noktalarına çekilen “ipler”in buradan başladığı anlamına
gelmektedir. Demek ki, İbrani dilinde kutsal kaya için kullanılan Eben Şeti’yah kelimesi bir tesadüf değildir; Yahudi
bilgelerin “dünyanın dokunduğu taş” anlamında kullandıkları bir terim. Şeti terimi gerçekten de bir dokumacılık terimidir, bir
dokuma tezgâhında uzunlamasına duran uzun bir ipi (enlemesine ve kısa olan
atkının üstüne sarıldığı çözgü) anlatır. Bu, Dünya’yı bir ağ gibi kaplayan
İlahi İplerin başladığı noktayı işaret eden bir taş için pek uygun bir
deyimdir.
Ama tüm bu terimler ve
efsanelerin önerdiklerine rağmen belirleyici soru şudur: Kudüs gerçekten de
Ağrı Dağından odaklanan ve Gize piramitleri ve Umm Şomar Dağı ile dış hatları
belirlenen İniş Koridorunu ikiye ayıran orta çizgide mi yerleşikti?
Kesin cevap ise şudur: Evet,
Kudüs tam olarak o çizgi üstündedir!
Gize piramitlerinde de
görüldüğü gibi, İlahi Şebeke söz konusu olduğunda da gittikçe daha çok
şaşırtıcı olan hizalanışlar ve üçgenleştirmeleri açığa çıkartıyoruz.
Ayrıca Kudüs’ün, Baalbek-Katrina
hattının tam olarak Ağrı Dağını temel alan uçuş yolunun orta çizgisiyle
kesiştiği yerde olduğunu da bulduk.
Heliopolis’in, Kudüs’ten
Umm Şomar Dağı ile eş uzaklıkta olduğunu gördük.
Ve, Kudüs’ten Heliopolis’e
ve Umm Şomar Dağına doğru çizilen eğik çizgilerin tam 45
derecelik bir dik açı oluşturduğunu anladık! (Şekil 160)
Kudüs Baalbek (Zafon
Zirvesi) ve Gize (Memfis) arasındaki bu bağlantılar; İncil’de anlatılan
zamanlarda da bilinmekte ve selamlanmaktaydı (Mezmur 48:1-2):
Rab büyüktür
ve Tanrımızın şehrinde
Mukaddes Dağında
Memfis’te güzellenir.
Tüm dünyanın neşesi
Sion Dağının
Zafon Zirvesinin.
Jübileler Kitabı’na göre
Kudüs aslında Dünya üstünde “Rab’bin Dört Yeri”nden biridir; Sedir Dağındaki
“Ebediyet Bahçesi”, Ağrı Dağı olan “Doğunun Dağı”, Sina Dağı ve Sion Dağı.
Bunların üçü de “Sam diyarında”ydı yani kutsal kitapta anlatılan ataların
soyunun dayandığı Nuh’un oğlunun diyarında ve bunlar birbirleriyle
bağlantılıydılar:
Ebediyet Bahçesi en kutsalı
Rab’bin konağıydı.
Ve Sina Dağı, çölün
ortasında
Ve Sion Dağı, Dünyanın
Göbeğinin ortasında
Bu üçü kutsal yer diye
yaratılmıştı
BİRBİRLERİNE DÖNÜKTÜLER.
“Kudüs Hattı” yani Ağrı
Dağına bağlanmış merkezi uçuş hattı üzerinde bir yerlerde uzay limanının ta
kendisi yer alıyor olmalıydı. Burada da son bir işaret feneri yerleşikti: “Sina
Dağı, çölün ortasında.”
Günümüzde Otuzuncu Paralel
(kuzey) dediğimiz bölme çizgisinin, işte tam burada işe dâhil olduğunu
önereceğiz.
Sümer astronomi
metinlerinden biliyoruz ki, Dünya’yı saran gökyüzü; (Enlil’e tahsis edilen)
kuzey “yol”unu, (Ea’ya tahsis edilen) güney “yol”undan “Anu Yolu” diye bilinen
geniş bir bantla ayırmaktadır. İki rakip kardeş arasındaki ayırma çizgisinin;
Tufan’dan sonra yeni yerleşilen Dünya Dört Bölgeye bölündüğünde kurulduğunu
varsaymamız doğaldır; Otuzuncu Paraleller (kuzey ve güney) tufan öncesi
zamanlardaki gibi yine sınır çizgisi olarak iş görüyorlardı.
İnsanoğluna verilen üç
bölgenin her birindeki kutsal şehrin Otuzuncu Paralel üstünde kurulmuş olması
sadece bir tesadüf müydü yoksa iki kardeş ve onların düşmanlığını devam ettiren
soyları arasında kasıtlı bir uzlaşmanın sonucu muydu?
Sümer metinleri “Krallık”
Tufan’dan sonra “Göklerden aşağı indirildiğinde, krallık ilk Eridu’daydı,”
derler. Eridu, Otuzuncu Paralel’den biraz uzaktı; Basra Körfezinin
bataklıklarının izin verdiği kadarıyla yakına kurulmuştu. Sümer’in
dünyasal-idari merkezi zaman içinde yer değiştirmiş olsa da Eridu her zaman
için kutsal şehir olarak kalmıştı.
İkinci Bölgede (Nil
Uygarlığı), dünya işleri ile ilgili başkent de zaman içinde o şehirden bu
şehire doğru değişmişti. Ama Heliopolis daima kutsal şehir olarak kaldı.
Piramit Metinleri onun diğer kutsal şehirlerle bağlantılarını kabul etmekte ve
şehrin kadim tanrılarını “Çifte Mabedin Efendileri” diye adlandırmaktadırlar.
Bu iki çift mabet merak
uyandıran (acaba Mısır öncesinden mi kalma?) adlar taşırlar; Per-Neter
(“Muhafızlar Yerinden Ortaya Çıkış”) ve Per-Ur (“Eski
Yerden Ortaya Çıkış”), hiyeroglifleri ise çok ama çok eski olduklarını
anlatmaktadır.
Çifte ya da ikili mabetler,
firavunların halefleri söz konusu olduğunda da büyük bir rol oynarlardı. Bir Şem rahibi tarafından yürütülen ayinler sırasında, yeni kral
ve onun Heliopolis’teki “Muhafızlar Yeri”ne kabulü, ölen kralın ruhunun “Eski
Yerden Ortaya Çıkış”a doğru doğu yönündeki Sahte Kapı’dan geçip ayrılmasına
denk getirilirdi.
Ve Heliopolis de Nil nehri
deltasının izin verdiği kadarıyla Otuzuncu Paralel’e olabildiğince yakın
kurulmuştur!
Sıra Üçüncü Bölgeye yani
İndüs Nehri Uygarlığına geldiğinde ise bu bölgenin dünyasal idari merkezi Hint
Okyanusu kıyılarındaydı ama kutsal şehri olan Harappa,
yüzlerce kilometre kuzeyde, tam Otuzuncu Paralel üstüne kurulmuştu.
Kuzey Otuzuncu Paralel
zorunluluğu; sonraki binyıllar boyunca da devam etmiş görünmektedir. M.Ö.
600’lerde Pers kralları kraliyet başkentine “Tüm Milletler için Kutsal” bir
şehir daha eklediler. Bu şehrin inşa edilmesi için seçilen yer uzak ve hiç
kimsenin yaşamadığı bir bölgeydi. Orada, kelimenin tam anlamıyla, kuş uçmaz
kervan geçmez bir yerde büyük bir yatay platform oluşturuldu. Bunun üstüne
muhteşem merdivenleri ve birçok ek mabetler ve yapılarıyla saraylar inşa
edildi; hepsi de Kanatlı Kürenin Tanrısı’nın onuruna (Şekil 161). Grekler
buraya Persepolis (“Perslilerin Şehri”) adını
verdiler. Orada hiçbir insan yaşamıyordu: Burası sadece, kral ve maiyetinin
bahar gün dönümü gününe denk gelen Yeni Yıl kutlamalarını gerçekleştirmeleri
için yapılmıştı. Şehrin kalıntıları hala çok etkileyicidir. Ve şehir Otuzuncu
Paralel’den biraz uzakta kurulmuştur.
Tibet’teki Lhasa kentinin yani Budizm’in kutsal şehrinin ne zaman
kurulduğunu hiç kimse bilmemektedir. Ama Lhasa’nın da Eridu, Heliopolis,
Harappa ve Persepolis gibi aynı otuzuncu paralel üstünde yerleşik olduğu bir
gerçektir (Şekil 162).
Otuzuncu Paralel’in
kutsallığı; ilahi ölçücülerin yine otuzuncu paralel üstünde yerleşik olan Gize
piramitlerinin yerini belirledikleri günlerde ortaya çıkan Kutsal Şebeke’nin
kökenlerine dek izlenmelidir. Acaba sıra kendilerine ait olan Dördüncü
Bölge’de, Sina yarımadasında kurulmuş ve onlar için en önemli olan tesise yani
uzay limanına gelince, tanrılar Otuzuncu Paralel’in bu “kutsallığından” ya da
“tarafsızlığından” vazgeçmiş olabilir miydiler?
İşte bu noktada Gize’deki
son muammada son bir ipucu aramalıyız: Büyük Sfenks. Bedeni çömelmiş bir aslan,
başı ise bir kraliyet başlığı takmış bir insandır (Şekil 163). Ne zaman ve
kimler tarafından dikilmişti? Ve ne amaçla? Kimin suretini taşımaktadır? Ve
niçin oradadır da başka bir yerde değildir?
Sorular çoktur cevaplar ise pek az. Ama bir şey
kesin: Sfenks, kesinlikle Otuzuncu Paralel boyunca
doğuya doğru bakmaktadır.
İlahi Paralel boyunca bu
titiz hizalanış ve doğuya yönelik bakış; eski çağlarda Sfenks’in önünde yine
tam olarak doğu-batı ekseninde hizalanmış bir dizi yapıyla daha da vurgulanmış
haldeydi (Şekil 164).
Napolyon ve adamları
Sfenks’i 18. yüzyılın başında gördüklerinde, anıtın sadece başı ve omuzları çöl
kumlarının üstündeydi; sonraki yüzyıl boyunca Sfenks hep böyle resmedildi ve bu
şekilde bilindi. Onun devasa ölçülerini (73 m uzunluğunda 19,8 m yüksekliğinde)
ve biçimini ve de kadim tarihçilerin yazdıklarını doğrulayan şeyi ortaya
çıkartmak için tekrar tekrar yapılan sistematik kazılar gerekmişti: Bu, doğal
bir kayadan bazı dev eller tarafından yontulmuş tek parçadan oluşan bir
heykeldi. 1816-1818 yılları arasında Sfenks’in sadece gövdesinin büyük bir
kısmını ve önde uzanan pençelerini değil ayrıca tam önünde inşa edilmiş tapınakları,
mabetleri sunakları ve stelaları gün ışığına çıkaran kişi, Albay Vyse’ın
Gize’den dışarı kovaladığı yüzbaşı Caviglia’dan başkası değildi.
Sfenks’in önündeki bölgeyi
temizleyen Caviglia, heykelin bir biçimde iki yanında da devam eden ama esasen
doğuya doğru uzanan bir platform bulmuştu. Doğu yönünde 30 m kadar kazdığında,
otuz basamakla bir sahanlığa çıkan harikulade bir merdivene rast geldi;
sahanlığın üstünde bir kürsüyü andıran bir şeyin kalıntıları vardı. Sahanlığın
doğu ucunda, 12 m kadar ileride on üç basamaklı bir başka merdiven daha
keşfedildi; Sfenks’in başıyla aynı yükseklikte bir düzeye gelene dek
yükseliyorlardı.
Orada işlevi iki sütunu
(Şekil 165) tutmak olan bir yapı vardı ve öylesine yerleştirilmişti ki,
Sfenks’in doğuya doğru bakışı, tam olarak bu iki sütun arasından geçiyordu.
Arkeologlar bu kalıntıların
Roma dönemine ait olduğuna inanmaktalar. Ama Baalbek’te de gördüğümüz gibi
Romalılar kendi dönemlerinden önceki anıtları süsleyip sağlamlaştırıyorlar, en
eski anıtların ve mabetlerin bulunduğu yerlere yeniden mabetler inşa
ediyorlardı. Grek fatihlerinin ve Roma imparatorlarının da firavunların
Sfenks’i ziyaret edip saygı sunma ve arkalarında uygun yazıtlar bırakma
geleneğini sürdürdükleri artık iyice kesinleşmiştir. Bunlar, Arap döneminde de
süren ve Sfenks’in tanrıların eseri olduğu yolundaki inancı doğrulamaktadır; bu
heykel gerçekten de gelecekte oluşacak bir barış çağının müjdecisi olsun diye
yapılmıştı. Adı kötüye çıkmış imparator Neron bile Sfenks’e “Armachis,
Gözeten ve Kurtarıcı” diyordu.
Büyük Sfenks, İkinci
Piramit’e giden geçit yolunun yakınına yerleşmiş olduğundan, bilginlerin öne
sürebildiği en iyi fikir, bunun da Kefren yani İkinci Piramit’in “kurucusu”
tarafından yaptırılmış olduğuydu; dolayısıyla da onun suretini taşıyor olmalıydı.
Bu fikir herhangi bir gerçek temelden yoksundur ancak yine de ders kitaplarında
bu şekilde geçer; hem de daha 1904’te o sıralarda British Museum’da Mısır ve
Asur Antikaları Sorumlusu olan E. A. Wallis Budge The Gods of
the Eygptians (Mısırlıların Tanrıları) adlı eserinde net bir biçimde “bu
harikulade anıt Kha-f-ra ya da Kefren’in zamanında bile mevcuttu ve muhtemelen
onun hükümdarlığından çok daha eskilere aitti ve ilk çağ döneminin sonlarına
tarihlenebilirdi,” diye açıklamış olmasına rağmen.
“Envanter Stelası”nın
belirttiği gibi Sfenks, Kefren’in de öncülü olan Khufu zamanında bile zaten
Gize’de bulunmaktaydı. Onun ardından gelen birkaç firavunun yaptığı gibi Khufu
da Sfenks’in üstüne çöken kumları kaldırtmıştı. Buradan Sfenks’in Khufu’nun zamanında
da zaten eski bir anıt olduğu çıkartılabilir. Peki, daha önce tahta çıkan hangi
firavun onu yaptırmış ve üstüne kendi suretini yontturmuştu?
Cevap; bu suret bir firavuna
değil bir tanrıya aittir ve büyük ihtimalle, Sfenks’i dikenler de ölümlü bir
firavun değil tanrılardır.
Aslında bir kişi ancak kadim
yazıtların belirttiklerini görmezden geldiği takdirde bunun tersini
varsayabilir. Sfenks’i “Kutsal Rehber” diye adlandıran bir Roma yazıtı şöyle
der: “Senin o müşkül biçimin Ölümsüz Tanrıların eseridir.” Bir Grek övgü şiiri
ise şöyledir:
Senin o zorlu biçimin
İşte Ölümsüz Tanrılarca
biçimlenmiş...
Seni Piramitlere komşu
olasın diye koymuşlar...
Düşmanlara meydan okuyan
göksel bir hükümdar...
Mısır Diyarının Kutsal
Rehberi.
Envanter Stelası’nda ise
Khufu, Sfenks’ten “Ebediyetin Bekçisi bakışıyla Rüzgarlara kılavuzluk eden,”
diye bahseder. Bu, açıkça yazdığına göre, bir tanrının suretidir:
Tanrının bu şekli
Ebediyete dek var olacak;
Yüzü hep
Doğuya dönük olacak.
Khufu yazıtında, Sfenks’in
hemen yakınında yetişmiş çok yaşlı bir firavun inciri ağacının “Göklerin
Efendisi Hor-em-Akhet (yani ‘Ufkun Şahin Tanrısı’)
Yeri’nin üstüne alçaldığında” zarar gördüğünü belirtir. Bu, aslında
firavunların yazıtlarında Sfenks için en sık kullanılan isimdir; diğer
unvanları ise Ruti (“Aslan”) ve Hul
(belki de “Ebedi” anlamına gelen bir kelime).
Sfenks bölgesinde, on
dokuzuncu yüzyılda kazılar yapan araştırmacılar, kayıtlara bakılırsa, Sfenks’in
altında ya da içinde kadim hazineler veya büyülü nesneler içeren gizli odaların
olduğuna dair yöresel Arap inanışlarınca harekete geçmişlerdi. Caviglia
gördüğümüz gibi Büyük Piramit içinde “gizli oda” ararken kendisini harap
etmişti; öyle görünüyor ki, Sfenks bölgesinde böyle bir oda bulamayınca
piramite yönelmişti. Perring de bir girişimde bulundu, Sfenks’in arkasında
zorla derin bir delik açmıştı.
1853’te Auguste Mariette
gibi, çok daha sorumluluk sahibi araştırmacılar, Sfenks’in içinde ya da altında
gizli bir odanın bulunduğuna dair genel bir kanıyı paylaşıyorlardı. Bu inanç,
Sfenks’in “Harmakhis adlı bir hükümdarın mezarını içerdiğini” bildiren Romalı
tarihçi Pliny’nin yazılarıyla daha da güçlenmişti; aslına bakarsanız, Sfenks’in
tüm eski betimlemeleri onu taş bir yapının üstüne çömelmiş halde
göstermektedirler. Araştırmacılar, Sfenks bile her şeyin üstünü örten kumların
altında neredeyse gözden kaybolduysa, çöl kumlarının ve zamanın, alt kısımdaki
herhangi bir yapıyı tamamen gözlerden saklayacağını varsaymaktaydılar.
En eski yazıtlar, gerçekten
de Sfenks’in altında, belki de anıtın pençeleri altında, gizli bir girişten
geçerek ulaşılabilen bir değil iki gizli odanın mevcut olduğunu öneriyor
gibidirler. Dahası, On Sekizinci Hanedanlıktan kalma bir ilahi, Sfenks’in
altındaki iki “in”in onun bir iletişim merkezi olarak kullanılmasını sağladı¬ğından
söz eder!
Tanrı Amen, der yazıt,
göksel Hor-Akhti’nin işlevlerini üstlenerek, “onun (Sfenks’in) ayağının
altındaki iki ine girdiğinde... kalbinde idrak, dudaklarında emir” elde ederdi.
Sonra,
Gökten bir mesaj yollanır;
Bu, Heliopolis’te duyulur,
ve Yüzü Güzel tarafından
Memfis’te tekrarlanır.
Bu, Thoth’un yazısıyla
oluşturulmuş bir çağrıdır
Amen (Teb) kentiyle
ilgili...
Mesele Teb’te cevaplanır
Bir cümle yayımlanır... bir
mesaj yollanır.
Tanrılar emre göre hareket
ederler.
Firavunların zamanında, taştan
oyulmuş olmasına rağmen Sfenks’in bir biçimde işittiğine ve konuştuğuna
inanılırdı. Sfenks’in pençeleri arasına IV. Thothmes tarafından diktirilen (ve
Kanatlı Disk amblemine adanan) bir stela (Şekil 166) üstündeki uzun yazıta
göre, kral Sfenks’in kendisiyle konuştuğundan ve üstüne yığılmış kumları
kaldırtması şartıyla ona uzun ve refah içinde bir hükümdarlık vaat ettiğinden
söz eder. Bir gün, diye yazar Thothmes, Memfis dışına avlanmaya gittiğinde
kendisini Heliopolis’ten Gize’ye giden “tanrıların kutsal yolu” üzerinde bulur.
Yorulan kral Sfenks’in gölgesinde dinlenmek için uzanır; burası, yazıtta
açıklandığına göre, “Zamanın Başlangıcının Görkemli Yeri”dir.
“Yaratıcı’nın çok büyük heykeli”nin yanı başında uyurken Sfenks, bu “Saygıdeğer
Tanrı’nın muhteşemliği” kendisini şöyle tanıtarak onunla konuşmaya başlar: “Ben
senin atan Hor-em-Ak-het’im; Ra-Aten’i yaratan.”
Sfenks’i çevreleyen
tapınaklarda birçok garip “Kulak Tableti” ve kehanet merkezleriyle ilişkili
sembol olan Çift Posta Güvercini betimlemeleri bulunmuştur. Kadim yazıtlar gibi
bunlar da Sfenks’in bir biçimde İlahi Mesajlar aktarabileceği inancını
desteklemektedirler. Sfenks’in altını kazma gayretleri başarısız olmuşsa da,
tanrıların “dudaklarında emir” ile girdikleri yeraltı odalarının hala bulunabileceği
olasılığı göz ardı edilemez.
Sayısız cenaze metninden de
açıkça anlaşıldığı gibi, Sfenks ölülere “dün”den “yarın”a kılavuzluk eden
“Kutsal Rehber” olarak düşünülmektedir. Ölülerin “Saklı Kapıları Yolu” boyunca
yolculuk etmelerini sağlama amaçlı olan Tabut Büyüleri, bu yolun Sfenks
bölgesinde başladığını belirtmektedirler. Sfenks’i yardıma çağıran büyüler
“Dünya Efendisi emretti, Çifte Sfenks tekrarladı” iddiasında bulunmaktadırlar. Hor-Akhet yani Sfenks “Geç!” dediğinde başlardı. İki Yol Kitabı’ndaki yolculuğu anlatan çizimler, Gize’deki
başlangıç noktasından başlayan ve Duat’a ulaşılabilen
iki yol olduğunu göstermektedirler.
Sfenks, Kutsal Rehber olarak
çoğunlukla Göksel Sandala kılavuzluk ederken resmedilmiştir. Bazen tıpkı
Thothmes stelasında (Şekil 166) olduğu gibi, Göksel Sandala “dün”den “yarın”a
yol gösteren bir çifte Sfenks şeklinde resmedilmekteydi. Bu rolde iken, Yeraltı
Âleminin Saklı Tanrısı ile ilişkilendiriliyordu; hatırlayacağınız gibi (Şekil
19) bu, tanrı Seker’in Duat’taki hermetik mühürlü odasının iki yanında sembolik
olarak görülmekteydi.
Gerçekten de, Piramit
Metinleri ve Ölüler Kitabı, Sfenks’ten “Dünya Kapılarını açan Büyük Tanrı” diye
söz etmektedirler; bu deyiş, “yol gösteren” Gize Sfenks’inin, Gökyüzüne
Merdiven yakınlarındaki “Dünya Kapıları”nı açan bir karşılığının olduğunu
önermektedir. Böyle bir olasılık, firavunun Sonraki Yaşam’a Yolculuğuna ait çok
eski bir betimlemenin (şu ana dek başkası olmadığından) belki de tek
açıklaması olabilir (Şekil 167). Betimleme, Hurma Ağacı Diyarına doğru
bakan çömelmiş bir Horus sembolü ile başlar; diyarda, tarakları veya vinçleri
(?) ile sıra dışı bir gemi ve de Sümer dilinde EN.LİL adını bir iletişim
merkezi biçiminde resmeden işareti (Şekil 52) andıran bir yapı vardır. Firavunu
bir tanrı selamlar, bir boğa ve bir Ölümsüzlük Kuşu görülmektedir; bunları
sembol çeşitleri izler. En sonunda, “yer” için kullanılan (bir daire içindeki
eğik artı) sembol, Merdiven işareti ve de diğer yöne bakan bir sfenks arasında
görünür!
Firavunlar döneminde Sfenks
bölgesinde restorasyon çalışmalarını yönetmiş olan Pa-Ra-Emheb adlı birinin
diktirdiği stela, Sfenks’i överken her şeyi açık eden dizeler içerir; bunların
Kitabı Mukaddes’teki mezmurlarla benzerliği şaşırtıcıdır. Yazıt “plan için”
iplerin uzatılmasından, yeraltındaki bir âlemde “gizli şeyler”in yapımından söz
eder; bir Göksel Sandal içinde “gökyüzünü aşmak”tan ve “kutsal çöl”deki
“korunmuş yer”den bahseder. Hatta Kutsal Çöl’deki “Saklı Adın Yeri”nden söz
ederken Şeti.ta terimini kullanır:
Selam sana Tanrıların kralı
Aten, Yaratıcı...
Plan için ipleri uzatan sen,
Diyarları biçimlendiren
sen...
Altdünyayı gizli kılan
sen...
Dünya senin yönlendirmen
altında;
Gökyüzünü yüksek kılan
sen...
Kendin için korunaklı yer
yaptın
Kutsal çölde, adı saklı
olan.
Gün içinde onlara karşı
yükselirsin...
Güzelce yükselirsin...
Gökyüzünü iyi bir rüzgârla
aşarsın...
Sandal içinde gökyüzünde
dolaşırsın...
Gökyüzü seviniyor
Dünya neşeyle bağırıyor.
Ra’nın mürettebatı her gün
övülüyor;
Zaferle öne çıkıyor.
İbrani peygamberleri için Şeti yani Kudüs’ten geçen merkezi Uçuş Çizgisi, sürekli
gözlenmesi gereken İlahi Hat idi: “Rab, kutsal Sina’dan o hatta geldi.”
Ama Mısırlılar için
yukarıdaki yazıtın da açıkladığı gibi, Şeti.ta “Saklı
Ad’ın Yeri”ydi. Burası “Kutsal Çöl”deydi yani İncil’deki “Kadeş
Çölü”nü anlatan terimin tam karşılığı. Ve oraya, “planın ipleri” Sfenks’ten
çekilmişti. Orada, Paraemheb Tanrıların Kralını gündüz vakti yükselirken
görmüştü; sözleri, Maşu Dağına varan Gılgamış’ın sözlerinin aynısıdır: “Giden
ve gelen Şem’leri, her gün seyretti... O alçalır ve
yükselirken, Şamaş’ı gözledi.”
Burası Korunan Yer’di.
Yükseliş Yeri. Oraya varacak olanlar, oraya Sfenks tarafından
yönlendirilirlerdi çünkü onun bakışı, tam olarak Otuzuncu Paralel boyunca
doğuya doğruydu.
İşte iki hattın kesiştiği
yerde, Kudüs Hattının Otuzuncu Paraleli kestiği noktadaydı Gök ve Yer Kapıları:
Tanrıların uzay limanı.
Kesişme noktası, Sina’nın
Orta Düzlüğü içindeydi. Duat’ın, Ölüler Kitabı’nda resmedildiği gibi, Orta
Düzlük gerçekten de dağlarla çevrili oval bir ovaydı. Etrafındaki dağlar yedi
geçitle ayrılmış olan geniş bir vadiydi; tıpkı Hanok Kitabı’nda
anlatıldığı gibi, sert doğal yüzeyi, Anunnaki mekik araçları için hazır iniş
pisti sağlayan geniş bir düzlük.
Göstermiş olduğumuz gibi
(bkz. Şekil 122) Nippur odak noktasıydı; Sippar’daki uzay limanından ve diğer
hayati önemdeki tesis ve bölgelerden eşit uzaklıkta ölçülen eş merkezli
dairelerin tam ortası. Aynısının Kudüs için de geçerli olduğunu görünce
şaşırmadık diyemeyiz (Şekil 168):
· Uzay
limanı (UL) ve Baalbek’teki İniş Yeri (İY); bir iç dairenin çevresi üstündeydi;
Kudüs’teki Kontrol Merkezinden (KM) eşit uzaklıktaki en önemli tesislerden bir
grup oluşturmaktaydılar.
· Umm Şomar Dağının (UŞ) jeodezik
işaret feneri ve Heliopolis’in (HL) işaret feneri bir dış dairenin çevresi
üstündeydiler bunlar Kudüs’ten eşit uzaklıkla bir çift oluşturmaktaydı.
Çizimimizdeki boşlukları
doldurdukça Anunnaki tarafından tasarlanan bu usta işi Şebekenin ya da
Izgaranın gözlerimizin önünde kendini açığa vurmaya başladığını gördük ve bu
tasarımın kesinliği, basit güzelliği doğanın sağladığı yeryüzü işaretleri ile
temel geometrinin sanatsal birleşimi karşısında gerçekten şaşkınlığa uğradık:
· Baalbek-Katrina
hattı ve Kudüs-Heliopolis hattı birbirlerini temel ve kesin 45 derecelik bir
açıyla kesmekteydiler; merkezi uçuş hattı bu açıyı her biri 22,5 derece olan
iki eşit açıyla kesiyordu ve büyük Uçuş Koridoru ise bunun tam yarısıydı (11,25
derece);
· Merkezi
uçuş hattı ve Otuzuncu Paralelin kesiştiği noktaya yerleştirilen uzay limanı,
Heliopolis ve Umm Şomar Dağından eşit uzaklıktaydı.
Peki ya Delf’in (DL)
Kudüs’teki Uçuş Kontrol Merkezinden ve Sina’nın ortasındaki uzay limanından
eşit uzaklıkta olması sadece bir tesadüf müdür? Koridorun (uçuş mu?) açısal
genişliğinin 11,25 derece olacak biçimde oluşturulmuş olması da mı sadece
tesadüf? Delf ve Baalbek’i (BK) 11,25 derece ile birbirine bağlayan bir başka
Uçuş Koridoru mu var?
Yoksa Delf’i Kudüs ile ve
İskender’in aceleyle ziyaret ettiği Ammon kehanet merkezi bölgesi olan Siwa
vahasını (SW) birleştiren çizgilerin bir kez daha 45 derecelik bir açı
oluşturması (Şekil 169) bir şans eseri mi?
Mısır’daki büyük Teb ve Edfu
gibi diğer kutsal şehirler ve kehanet merkezleri, kral öyle istedi diye mi
yoksa Şebeke hizalanışları öyle gerektirdiği için mi Nil’in güzel bir kıvrımına
konuşlandırılmıştı?
Gerçekten de, bu bölgelerin
hepsini incelesek, muhtemelen Dünya’nın tamamının bu şebekenin içinde olduğunu
göreceğiz. Ama Baal, Baalbek’te gizli tesisleri kurarken zaten bunun böyle
olduğunu bilmiyor muydu? Hatırlarsanız amacı sadece yakın diyarlarla değil tüm
dünyanın her yanıyla iletişime geçmek ve yönetmekti.
Kitabı Mukaddes’teki Rab de
bunu biliyor olmalıydı ki Eyüp peygamber “El’in harikalarını” çözmek
istediğinde Rab “kasırganın içinden” onunla konuşmuş ve sorusuna soruyla cevap
vermişti:
Sana sorayım da bana anlat.
Ben dünyanın temellerini
korken
Sen neredeydin?
Bildir eğer sende ilim varsa
Madem ki biliyorsun onun
ölçülerini
Kim koydu?
Yahut ipi onun üzerine
Kim çekti?
Onun temelleri
Neyin üzerine kakıldı?
Yahut onun köşe taşlarını
kim koydu?
Sonra Rab kendi sorularını
kendisi cevaplar. Dünyanın ölçülmesi, platformların yerleştirilmesi ve köşe
taşlarının dikilmesi işleri,
Sabah yıldızları hep
birlikte terennüm eylerken
Ve bütün Tanrı oğulları sevinçle
çağrışırken
yapıldı, der.
Ne kadar zeki olursa olsun
insanoğlunun bu işte parmağı yoktu. Baalbek, Piramitler Uzay Limanı; hepsi de
tanrılar içindi.
Ama Ölümsüzlüğü aramaktan
vazgeçmeyen İnsanoğlu, Sfenks’in bakışını izlemeyi hiç kesmedi.
{} Fersah: 4828 m. değerinde İngiliz yol ölçüsü. Ç.N.
{} Ambrosia, Tanrıların
ölümsüzlük veren yiyecek ve içecekleri. Ç.N.
{} Mağribi, Faslı,
kuzeybatı Afrika'da yaşayan, 8. yy.’da İspanya’yı fetheden, Berberi ve Arap
ırkı karışımı Müslüman halktan olan kişi. Ç.N.
{} Urfa'nın eski
çağlardaki adı. Ç.N.
{} Doğu Ortodoks
kilisesinin bir kolundan olan.
{} İng. Cyrus, Yun.
Kyros, Eski İran dilinde: Kuruş. Ç.N.
{} Heredot Tarihi, Remzi Kitabevi, 1991, s. 148-9. Ç.N.
{} Mısır'ın güneyinde uzanan
topraklar, Nubia. Ç.N.
{***} Kitabı Mukaddes, Eski
Ahit.
{****} Musevilerin Mısır'dan
çıkışlarını anmak amacıyla her yıl 14 Nisan'da yedi gün süreyle kutladıkları
bahar bayramı.
{*} Hava geçirmez biçimde
kapatılmış.
{*} Dirsekten orta
parmağın ucuna kadar olan mesafeye eşit eski bir uzunluk ölçüsü.
{*} Eski Ahit'te Kildani
diye geçmektedir.
{***} Heredot Tarihi, I.
Kitap 181-83 bölümlerden.
{*} Jübile: Eski Musevi
yasalarına göre elli yılda bir yapılması gereken genel serbest bırakma yılı;
herhangi bir olayın ellinci yılı.
{*} Mina: Eski Yunan ve
Asya'da kullanılan bir kiloya yakın ağırlık ölçü birimi.
{*} UFO: Tanımlanamayan
Uçan Cisim anlamına gelen İngilizce kelimelerin baş harflerinden oluşturulan
kısaltma.
{**} Sedir ağacı, İncil’in
Türkçe çevirilerinde "erz ağacı" olarak geçmek-tedir ve Lübnan’da
yetişen sedir ağacı ise Lübnan servisi olarak bi-linmektedir; metinde geçen
sedir, servi, erz kelimeleri aslında sedir ağacını anlatmaktadırlar. Ç.N.
{***} Eski Ahit, 2. Samuel
7:7.
{*} Eski Ahit, Hezekiel
Bab 17 içinden.
{**} Eski Ahit, Hezekiel
31:8-9.
{*} Türkçe’ye çevrilmiş
olan Kitabı Mukaddes'in Eyüp bölümünde, yazarın bu bölümde aktarmak istediği
anlam korunarak çeviri yapılmamış olduğundan, Eski Ahit'teki bölümler
kullanılmamıştır.
{*} Biat: Birinin hükmü
altına girme. Ç.N.
{**} Gürz: Eskiden silah
olarak kullanılan ağır topuz. Ç.N.
{*} Kuş krallığının
başlıca şehirlerinden birinin Grekçe adı, M.Ö. 8 yy.’da Napata'nın yerine
başkent oldu.
{*} Pittsburgh, ABD'nin
Pennsylvania eyaletinde, ülkenin demir-çelik sanayi merkezi olan şehir.
{*} Senotaf: Ölmüş birini
anmak için dikilmiş olan ve boş bir mezardan ibaret abide.