Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

BÜYÜK YALANLAR



 


ADOLF HITLER'İN SAĞ KOLU, PROPAGANDA BAKANI, YAKIN DOSTU... EN ÖNEMLİSİ 1933’TE İKTİDARA GELDİKLERİ GÜNDEN SONRA “HALKIN FÜHRER’İNİ" YARATAN ADAM... DÜNYA TARİHİNDE KARA PROPAGANDAYI EN İYİ ŞEKİLDE KULLANIP KİTLELERİ BU KADAR UZUN SÜRE VE SEBATLA PEŞİNDEN SÜRÜKLEYEN SAYILI İNSAN OLMUŞTUR. GÖREVE GELDİĞİ İLK GÜNDEN BERİ HALKI İSTEDİĞİ HER ŞEYE İNANDIRABİLEN GOEBBELS'İN EN ÇARPICI KONUŞMALARINDAN OLUŞAN BÜYÜK YALANLAR DA, PROPAGANDA DEDİĞİMİZ SİYASİ EYLEMLE TEK BİR İNSANIN, KİTLELERE NELER YAPABİLECEĞİNİ VE YAPTIRABİLECEĞİNİ GÖRECEKSİNİZ.

 

 

TÜRKÇESİ: DUYGU BOLUT

peplin

m


PAUL JOSEPH GOEBBELS 29 Ekim 1897'de Mönchengladbadita, Katolik bir ailenin altı çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Ço­cukluk çağı boyunca akciğer iltihabı dahil olmak üzere pek çok has­talıkla mücadele eden Goebbels'in bir de fiziksel engeli vardı. Yumru ayak sendromu denen bir hastalıktan muzdaripti, sağ ayağı içe dö­nüktü ve sol ayağından daha kısa ve daha şişmandı; bu yüzden yü­rürken topallıyordu. (Bir rivayete göre Nazilere katıldıktan sonra bu kusurunu saklamak adına uzun yürüyüşler yapmaktan kaçınırdı.)

Hıristiyan lisesinde eğitimini tamamladıktan sonra, ailesi kendi­sinin Katolik rahibi olmasını istediyse de, Goebbels Bonn, Würz- burg, Freiburg ve Münih üniversitelerinde edebiyat ve tarih eğitimi aldı. 1921 yılında kısmen otobiyografik ögeler içeren Michael adlı romanını kaleme aldı (eserin yalnızca birinci ve üçüncü bölümleri günümüze kadar ulaşmıştır). Aynı yıl, Heidelberg Üniversitesi'nde Alman filolojisi üzerine doktorasını tamamladı.

Evine döndüğünde önce özel dersler vermeye başladı ve daha sonra yerel bir gazetede bularak gazetecilik yaptı ancak bir yan­dan özel yazılarına da devam ediyordu. 1940 yılına kadar on dört kadar roman ve hikaye yazmıştı. Eserlerinin içeriği incelendiğinde antisemitizm eğiliminin ve modem kültüre karşı duyduğu nefretin boyutlarının her geçen yıl nasıl arttığı gözlemlenebiliyordu.

Günlüklerine düştüğü notlara göre 1923 yılının Aralık ayı ortala­rında Nasyonal Sosyalist hareketle tanıştı. İlk olarak Adolf Hitler'in Birahane Darbesi girişimi yüzünden vatana ihanet suçlamasıyla yargılandığı davası ilgisini çekti. Dava basın tarafından oldukça ilgi görüyor ve aslında Hitler'in görüşlerini aktarması için de kendisine bir fırsat sunuyordu. Hitler'in konuşmaları Goebbels'i giderek daha çok çekti ve nihayetinde kendini Nasyonal Sosyalist grubun içinde bularak partiye resmi olarak üye oldu.

Daha 1926 yılında yazdığı Nazi-Sozi adını verdiği kitapçıkta, Hitler'in en büyük düşmanlarından biri olan Marksizm'i eleştirdi ve Almanyayı kurtaracak olan görüşün Nasyonal Sosyalizm olduğunu dile

 

getirerek propagandalarına ilk elden başladı. Yine nasyonal sosyalist propagandalarına devam ettiği Angriff adında bir de dergi çıkarıyordu.

Aynı yıl Weimar'da düzenlenen büyük kongrede konuşma yap­mak üzere bizzat Hitler tarafından Münih'e davet edildi ve ertesi yıl ilk kez parti kongresinin planlamasında bizzat görev aldı. Düzenle­necek mitingin filme alınmasını istedi ve Hitler'i adım adım bir kült lidere dönüştürme süreci böylece başlamış oldu.

1932 yılında yapılan seçimlerde Goebbels olağanüstü bir uğraş sarf etti; Hitler'in mitinglerini ve konuşmalarını organize ediyordu. Seçim kampanyaları sırasında kendisi de dikkate değer konuşmalar yaptı ve bazı konuşmaları kitapçık olarak basılarak halka dağıtıldı. Bütün bu çabaların sonucunda 30 Ocak ı933'te, seçimlerden galip çıkan Hitler şansölye oldu. 14 Mart ı933'te ise Goebbels, Halkı Ay­dınlatma ve Propaganda Bakanlığı'na getirildi.

Yıllar boyunca Nasyonal Sosyalist Parti için mümkün olabilecek her türlü büyük yalanı söyleyen Goebbels ı945'te, Nazi Almanya'sı­nın yenildiği anlaşıldığında Führer'in intihar etmesinin ardından ne ailesinin ne de eşinin, düşmanın eline geçmemesi için altı çocuğu­nun zehirlenmesi talimatını verdikten sonra eşiyle birlikte intihar etti.

DUYGU BOLUT 1988 İstanbul doğumludur. Marmara Üniversitesi Almanca Mütercim Tercümanlık Bölümü mezunudur. Öğrencilik döneminin son yılından itibaren bir yayınevinde stajyer editör ola­rak görev yapmaya başlamıştır. İlk çevirisini, bitirme projesi konusu olarak seçtiği Çocuk Edebiyatı alanında yapmıştır. Meslek hayatının ilk yıllarında daha çok çocuk ve genç yetişkin alanında çalışmalarını sürdürmüş ancak son yıllarda çalışmalarına ağırlıklı olarak dünya klasiklerinden eserlerle devam etmekte ve kariyerini bu alanda, İngilizce-Türkçe ve Almanca-Türkçe dil çiftlerinde yaptığı çalışmalar­la serbest çevirmen ve editör olarak sürdürmektedir.

JOSEPH GOEBBELS

.............

BUYUK YALANLAR

DERLEYEN VE ÇEViREN: DUYGU BOLUT

leplin

 İÇİNDEKİLER

ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ ...................................... 7

1933 YILINDA NASYONAL SOSYALİST PARTİ'NİN
İKTİDARA GELİŞİNDEN ÖNCE
YAYIMLANAN YAZILARI
NAZİ-SOZİ ..........................................................  14

BİLGİ VE PROPAGANDA.................................. 46

YAHUDİLER ........ ·----------- ·------------------- 70

DÜŞMAN DÜNYA ...........................................    74

REICHSTAG'DA NE ARIYORUZn _________  78

HİTLER KONUŞTUĞUNDAı ______________  82

FÜHRERı .........................................................      85

BANA OY VERECEK MİSİNİZ? ....................... 89

ALMANLAR, YALNIZCA YAHUDİLERDEN ALIŞVERİŞ YAPINı     93 

BİR DİKTATÖRE YA DA DİKTATÖR OLMAK İSTEYEN BİRİNE

ALTIN ÖĞÜTLER---·---                                        97

1933

ALMAN KADINI.............. ___________ .   __...103

BİZİM HİTLER'İMİZ! ...............  __................... 111

RADYO: DÜNYANIN SEKİZİNCİ SÜPER GÜCÜ 119

1939

AMERİKA GERÇEKTE NE İSTİYOR?--------- 131

ALMAN DEVRİMİ---------------------------------- ···          139

KAPIDAKİ SAVAŞ ........................................... 150

KAHVECİ TEYZELER....................................... 161

HARİKA BİR DÖNEMDEYİZ! .........  __........... 168

ZENGİNLERİN AHLAKI________________    176

POLİTİK NEZAKET ÜZERİNE ___________  182

ELLERİ KESİLEN ÇOCUKLAR ___________ 188

1940

EŞİ BENZERİ OLMAYAN BİR DÖNEM.... __... 197

KAÇIRILAN FIRSATLAR................................. 205

SAVAŞ VE SANAT                                                                  212

AVRUPA GELİYORı _____________________ .._17

GENÇLER VE SAVAŞ _________________    229

BAŞKA BİR DÜNYA......................................... 237

1940-1941 YENİ YIL ARİFESİ ALMAN HALKINA SESLENİŞ            244

1941

CHURCHILL'İN YALAN FABRİKASI ............ 253

SÖZDE SOSYALİSTLER................................... 259

DAĞLARA BAHAR GELDİĞİNDE------- ······265

HABER POLITİKASI ___............. -------- ·············... 272

PEÇE NiHAYET KALKIYOR .......................... 278

TAKLİTÇİLİK ................................................... 284

YENİ BİR ÇAĞA GİRERKEN _____________ 290

NE ZAMAN VE NASIL? ................................... 296

SUÇLU, YAHUDİLERDİR! .............................  303

KENDİNİ BEĞENMİŞ BİR DEV--------- ·--310

DEĞİŞEN DÜNYA HARİTASI ___    ,................ __......... 316

FEDAKARLIK NEDİRı........................................ 322

1942

YENİ BİR YIL..................................................... 331

BİR HALKA ANCAK KENDİSİ YARDIM EDEBİLİR     337

CHURCHILL'IN OYUNU________________    341

SADIK DOST ....................................................  347

HERKESE HİTABEN _______  , ____________  354

AÇIK MÜZAKARE ·············-----------------   361

KAĞIT KALEMLE SAVAŞMAK...................... 368

HAKİKİ KAHRAMANLAR VE AKTÖRLER.. 375

HAVA MUHAREBESİ VE SİNİR MUHAREBESİ  382

SÖZDE RUS RUHUı ........................................  389

TANRI'NIN ÜLKESİ ....................  __.............. 396

FAZLA ADİL OLMAYIN, ... ,   __                       403

1943

SAVAŞIN YÜZÜ ... ,--------- ············ ,---·······..413

AVRUPA'DA KRİZ ..........................................  421

ÖLÜMSÜZ ALMAN KÜLTÜRÜ ...................... 429

SAVAŞA YÖN VEREN BİR ETMEN OLARAK MORAL ___ 436

NEREDE DURUYORUZı ................................... 443

ALMAN ULUSUNA SAVAŞI HATIRLATACAK OTUZ MADDE        452

NE PAHASINA OLURSA OLSUN DİRENECECİZı         463

KAYNAKÇA .....................................................  471

ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ

"Bir yalanı ne kadar çok tekrar ederseniz,
insanlar ona o kadar
çok inanırlar."

Hemen hemen herkesin bir şekilde kulağına çalınmış olan bu ifa­denin sahibi Goebbels, bugün bir propaganda ustası olarak anılıyorsa, boş yere değil. Davasına delicesine -gerçek anlamda delirmişçesinebağlı olan ve bu uğurda milyonlarca insana işkence etmekten dahi çekinmeyen bu adam, düşmanın eline geçmektense, eşi Magda Goebbels ve altı çocuğuyla birlikte yaşamına son ver­mekten dahi geri durmamış olan, 3. Reich'ın son ve bir günlük şansölyesi... Her bir yazısı ve konuşmasında düşmanı adeta şeyta­nın yeryüzündeki timsali olarak resmeden Goebbels, aslında buna kendisinin de inandığını gösterircesine, çocuklarına dahi kıymak­tan imtina etmeyecek kadar sert, acımasız ve -şeytani kararlar ala­bilen- kararlı bir siyasetçi.

Bu derleme için makale seçme ve makaleleri Türkçeye kazandır­ma sürecinde iyi ya da kötü bir insan olmasına bakmaksızın Goebbels'in nasıl bir hitabet ustası olduğunu konuşma metinleri ile makalelerinin neredeyse tamamını bizzat okuyarak tecrübe ettim ve tarihe -iyi veya kötü ve hatta canice yaklaşımlarıyla da olsa- bir şekilde damgasını vurmuş önemli bir şahsiyetin makalelerini hem seçip derleme hem de çevirme fırsatı yakaladığım için kendimi gerçekten şanslı hissediyorum. Her ne kadar cümleleri basit olsa da, çok fazla alt metin içerdiği için benim için hem zorlu hem de fazlasıyla bilgilendirici bir süreç oldu. Parça parça ilerleyen maka­lelerin arasında yer yer kendim de kaybolduğum için hem Goebbels'i okurlara bir nebze anlatmak hem de propagandanın kökenine ufak da olsa bir yolculuk yapmak için okurlara bir önsöz ile hitap etmek istedim.

Konuşmalarını, modern anlamda propagandanın babalarından biri olarak değerlendirilebilecek kadar ustalıkla ilmek ilmek işliyor ve ele aldığı her konuyu bir şekilde Nazilerin büyük davasına bağ­lamayı başarıyor. Goebbels'i ve Nazilerin kara propagandalarında kullandıkları delice yöntemleri bu kitabı okurken daha berrak bir biçimde algılayabilmek için aslında propagandanın da köküne bir nebze olsa inmek gerektiğini düşünüyorum.

On yıllar, hatta yüzyıllar boyunca yalnızca Latince propagare sözcüğünden türeyen ve bu sözcüğün anlamına uygun olarak "bir öğreti, düşünce veya inancı başkalarına tanıtmak, benimsetmek ve yaymak amacıyla söz, yazı vb. yollarla gerçekleştirilen çalışmaları" tanımlamak için kullanılan propagandanın, aslında siyasi denilebi­lecek anlamda ilk kez Papa XV. Gregory'nin, başka dinlere mensup kimseleri Hıristiyanlığa çekmek amacıyla görevlendirdiği misyo­nerlerin faaliyetlerinin yürütülmesi amacıyla kurduğu Congregatio de Propaganda Fide (İnancı Yayma Cemiyeti) adlı dernek benzeri yapıyla birlikte kullanıldığını söyleyebiliriz ancak yine de Papa'nın faaliyetlerinin, günümüzde propaganda adı altında yapılanlarla pek de ilgisi yoktu. Propagandanın, bugün hepimizin bildiği mo­dern politik anlamını aslında Birinci Dünya Savaşı'nın hazırlık

aşamasında kazandığı söylenebilir. Modern anlamda propaganda­nın sınıflandırılmış üç türü vardır: Kara propaganda, beyaz propa­ganda ve gri propaganda.

Beyaz propaganda, kaynağı belli olan ve gizliden gizliye değil aleni bir biçimde sürdürülen propagandadır. Verilen bilgiyi çarpıt­maya, yalanlarla süslemeye ya da ekleme ve çıkarma yapmaya ge­rek duyulmadan yapılır. Genellikle meşru bir hakkın savunulması söz konusu olduğunda açıkça verilen mücadelelerde bu propagan­da türü tercih edilir.

Gri propaganda ise beyaz ve kara propagandanın ortasında bir türdür. Kaynağın tam olarak belirtilmediği bilgi ve haberler yayı­lırken genel olarak geniş kitlelerin zihinlerine şüphe düşürmek, en azından güvenilirliği sorgulatmak ve insanların akıllarını bulan­dırmak hedeflenir. Kitle ne kadar uzun süre bununla oyalanırsa, o kadar .başarı elde edilir.

Kara propagandaya gelince, akla gelebilecek her türlü hilenin, çarpıtmanın, yalanın ve hatta iftiranın dahi kullanıldığı, kaynağı asla belli olmayan ve kaynak göstermek gibi bir amaç da gütmeyen, tek amacı hedefine ulaşmak olan propagandadır. Kara propaganda­da yegane hedef, karşıt görüşü ya da inancı benimseyen kimselerin zihinlerinde o görüşü ve inancı bütünüyle yerle bir ederek değer­siz hale getirmektir. Öyle ki hedefe ulaşmak için asla yaşanmamış olaylar, birinci elden tecrübe edilmişçesine anlatılır, kitlelerin zi­hinlerini kinle doldurmak ve düşmanlığı körüklemek için insan aklının üretebileceği her türlü senaryo kurgulanır.

İşte, Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden hemen önce özellikle İngiltere'nin Almanya aleyhine yürüttüğü kara propaganda çalışmalarında da bu tür yöntemler kullanılmış ve yürütülen propagandalar savaşın kaderinde oldukça belirleyici birer etmen olmuştu. Alman halkını moral bakımından çökert­mek adına her türlü yalan habere başvurulmuş ve devlet yöneti­mi itibarsızlaştırılarak güçsüz kılınmıştı. Aslında bir anlamda, bu

perspektiften bakınca Hitler ve Goebbels'in de bu kara propaganda yöntemlerini İngilizlerden devşirdiği söylenebilir.

Dünya tarihinde propagandanın adının, bugün bildiğimiz anla­mıyla resmi bir kuruma verilmesi ise Nasyonal Sosyalist Alman­ya döneminde gerçekleşti. Goebbels'in yolu, önce Hitler'le kesişti; sonrasında da etkili konuşma yeteneği sayesinde propagandayla... Goebbels kendini hitabet sanatında öylesine kanıtladı ki en niha­yetinde Üçüncü Reich'ın Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakan­lığı görevine getirildi.

Şayet hayatının erken dönemine ve okul sonrası başarısız kariyer denemelerine bakılacak olursa, Goebbels'in böyle bir ko­numda bulunabileceğini pek fazla kimsenin tahmin edebileceğini zannetmiyorum. Yumru ayak sendromundan muzdarip olduğu için askerlik görevini yerine getirmeye uygun bulunmayınca, Bi­rinci Dünya Savaşı'nda cephede savaşma şansı yakalayamadı. Fel­sefe bölümünden mezun olmuştu ancak Alman diline olan tutkusu sebebiyle filoloji alanında doktora yaptı (Parti içerisinde Herr Dok­tor olarak anılırdı). Mezun olduktan sonra bir süre için önce ede­biyat dünyasında kendine yer bulmaya çalıştı, ardında da muhabir olmayı denedi ama hiçbirinde beklediği başarıyı yakalayamadı. Bu çabaları devam ederken 1924 yılının sonbaharında Nasyonal Sosyalist bir arkadaş çevresi edindiğinde adeta kendini bulmuş­tu aslında. Güçlü hitabet yeteneği sayesinde diğerlerinin arasında sivrilmesi de çok uzun sürmedi. Partiye resmi olarak 1926 yılında kabul edilse de hayatının tamamen değişmesi, Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'nin iktidara gelmesinden hemen sonra Halkı Aydınlat­ma ve Propaganda Bakanı olarak atanmasıyla oldu.

1934 yılında Hindenburg öldükten sonra 3. Reich'ın şekillenme­sinin ilk adımı olan anons, radyolarda bizzat Goebbels'in sesinden duyuldu: Cumhurbaşkanlığı ve Şansölyelik ofisleri birleştirilmişti ve Hitler bundan sonra resmi olarak "Führer ve Reich Şansölyesi"

olarak anılacaktı, bu da elbette ki büyük oranda Goebbels'in fik­riydi.

O günden itibaren Nazi propagandalarının en büyük hedefi Hitler'i parlatmaktı, böylece halk onun yenilmez ve Tanrı tarafından gönderilmiş bir kurtarıcı olduğuna inanacak, söylediklerinden ve yaptıklarından asla şüphe etmeyecekti.

Hitabet yeteneği, çok da iyi bir konuşmacı olmayan Hitler tara­fından çok erken fark edilmişti aslında. Kendisi pek etkili bir ko­nuşmacı sayılmadığı için, Hitler'in pek çok konuşmasından evvel muhakkak Goebbels'e danıştığı söylenir. Hem Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'nin propaganda bakanı hem de Berlin'in savunma ko­miseri olan Goebbels, Hitler'i kolayca etkileyip fikrini değiştirebil­mektedir. Aralarında yalnızca birer dava arkadaşı olmaktan daha sıkı bir bağ vardır. Bu yüzden Goebbels hemen hemen her yerde Hitler'in yanındadır. Öyle ki Hitler, intihar etmesinden evvel bir sonraki şansölyenin Goebbels olmasını vasiyet etmiştir.

Her ne kadar edebi dili yalın ve yumuşak olsa da kitlelere hi­tap ederken oldukça ateşli, tetikleyici konuşmalar yapabilen Goebbels'in daha sonra parti içinde ve Almanya genelinde aldığı pek çok karar, amacına ulaşmak için asla sınır tanımadığının birer gös­tergesi. Göreve geldiği ilk günden itibaren adım adım ülkedeki bütün basın yayın organlarını ele geçirmişti. Savaş boyunca hal­kın yaşadığı her türlü sorunda ortaya çıkıp toplumu teskin etme­sini biliyor ve bunu yaparken de olanlar hakkında kötü yorumda bulunan yahut hükümeti eleştirecek ufacık bir yorumda bulunan herkesi vatanını sevmemekle suçlayabiliyordu. Kendi yarattıkları İkinci Dünya Savaşı'nda aslında mağdur olduklarına ve bu savaşa zorla sürüklendiklerine inandırmıştı Alman halkını. Savaşın son günlerinde ise muhalifleri ya da onları açıktan desteklemeyenleri "vatan haini" olarak hedef göstermeyi bir adım öteye taşımış ve Rus Ordusu Berlin'e giriş yaptığı sırada kızıl yahut beyaz bayrak sallayan her kim olursa olsun idam cezasına çarptırılmalarını em-

retmişti. Muhalifler söz konusu olduğunda, kendi yurttaşını dahi düşman olarak görüyordu. Bir anlamda aslında kendi yalanlarına o kadar inanmıştı ki savaşın son döneminde dahi Alman halkını, yenildikleri bir savaş için çarpışarak kan dökmeye zorlamak adına elinden gelen her şeyi yaparken dahi Napoleon'dan örnekler veri­yor, ünlü yönetmenlere halkı kandırıp yine savaşmaya sevk edecek filmler çekmelerini emrediyordu.• Ne davasından ne de Führer'den son ana kadar vazgeçmişti.

Her türlü yayın organını kullanıp bir kült lider olarak Hitler'i ya­ratan ve kendi deyimiyle, "Daha 1933'te Berlin'i Führer için fethe­den" büyük yalanların adamı Goebbels'i anlatmakla bitirmek pek mümkün olmayacaktır ama naçizane, okurlarımıza az da olsa me­tin hakkında ön bilgi vermek adına birkaç satır karalamak istedim, faydalı olmasını dilerim. Son olarak, sürecin başından beri bana tam yetki verip sonuna kadar güvenen Erkan Aslan'a ve yayın yönetmenim Gökhan Sarı'ya, makaleleri seçme aşamasında beni yönlendiren Doç. Dr. Murat Önsoy'a ve elbette her daim destekle­yen ailem ve eşim başta olmak üzere üzerimde emeği olan herkese çok teşekkür ediyorum. Böylesi zorlu ve uzun bir sürecin ardın­dan ortaya çıkan metni herkesin keyifte ve bilgilenerek okumasını umuyorum, sürç-i lisan ettiysem yahut metin içerisinde hatalar kaldıysa, okurların affına sığınıyorum.

DUYGUBOLUT

Ankara, 2019

1 Das Buch Hitler. 2005. Bastei Lübbe Ag. (Hitler Kitabı, çev. Mustafa Tüzel. 2017. Alfa Yay,nlan)


1933 YILINDA NASYONAL SOSYALİST PARTİ'NİN
İKTİDARA GELİŞİNDEN ÖNCE
YAYIMLANAN YAZILARI

NAZi-sozi•

NASYONAL SOSYALİSTLER İÇİN ON EMİR

Vatanınız, hepiniz için öz annenizin hayatı kadar mühimdir -bunu asla unutmayın!

ı. Vatanınız Almanya'dır, onu her şeyden daha çok sevme­li -kelimenin tam anlamıyla her şeyin ötesinde bir sevgiyle bağlanmahsınız!

2.   . Almanya'nın düşmanı sizin de düşmanınızdır, düşman­larınızdan tüm kalbinizle nefret edin!

3.    Her bir yoldaşımız, en yoksul olanımız da dahil olmak üzere Almanya toplumunun bir parçasıdır, her vatandaşını­zı en az kendinizi sevdiğiniz kadar sevin!

ı Goebbels'in, Nasyonal Sosyalist harekete aktif olarak kanlmak üzere Berlin'e yerleş­mesinden önce hazırladığı, ilk olarak Nasyonal Sosyalistlere verdiği öğütlerle baş­layan ve yine Goebbels'in kendi kendine sorduğu sorulara bizzat verdiği yanıtlarla ilerleyen kitapçık. ilk kez 1926'da yayınlanmış ve 1931'de partinin yayınevi Ehtr Verlag bünyesinde yeniden düzenlenerek tekrar basılmışnr. Bu çeviride ise Eher Verlag tara­fından yapılan baskı kaynak metin olarak alınmıştır.

4.    Kendinizi yalnızca görevlerinize adayın ve şunu unut­mayın; Almanya hakkı olan ne ise, er ya da geç onu tekrar kazanacaktır!

5.    Almanya'yla gurur duyun; milyonlarca insanın uğruna can verdiği bir vatanın parçası olduğunuzu unutmayın!

6.    Her kim Almanya'yı aşağılıyorsa, hem size hem de öl­müş atalarınıza dil uzatıyor demektir. O kişi her kim olursa olsun çekinmeden suratına bir yumruk indirin!

7.   Sebepsiz yere kötülük etmeyin ancak şayet biri hakkını­zı elinden almaya çalışıyorsa, Tanrı size o kimsenin yüzüne bir yumruk indirme hakkını vermiştir, bunu unutmayın!

8.    Çılgın antisemitistlerden olmayın ve Berliner Tageb/att'tan kati suretle uzak durun!

9.    Yeni Almanya'nın varlığından utanç duymak için hiçbir nedeniniz yok, bunu katiyen aklınızdan çıkarmadan yaşa­mınızı sürdürün!

ıo. Geleceğe inanın, zira hakkımız olan geleceği kazanma­nın tek yolu budur!

POLİTİKAYA HAYIR!

"Hayır, hayır, politikadan uzak duracağım! Zira günümüz politik yaşamında mütemadiyen vatana ihanet etmekten ve sahtekar yapmaktan başka bir şey yapıldığını görmüyorum. Devrimden sonra halkımızı bir takım mantıksız söylemlerle kandırmayı başarabildikleri bir dönem olmuştu ancak artık o zamanlar geçti. Bugün, Alman ulusu eskisinden çok daha akıllı. Ben de söylenen onca saçma şeye artık hiç inanmı­yorum. İşimi yapıyorum ve politikayı asla düşünmüyorum. Konu kapandı! Nokta. Kafi!"

•Affedersiniz ama eğer buna inanıyor ve gerçekten böy­le düşünüyorsanız, o halde ulusumuzun ortak düşmanı - ona ister Kapitalizm, ister Yahudilik, parlamento, demok-

rasi ya da isterseniz Marksizim deyin- emeline ulaşmış demektir!•

"Neden böyle dediğinizi anlayamadım doğrusu?"

·Basit, düşmanlarımızın amacı da tam olarak Alman halkını politikadan uzak tutmaktı zaten! Alman halkı üret­meli, çalışmalı ve başkalarına kahya misali hizmet etmeli ve politikayla yalnızca Alman topraklarında yaşayan Yahudiler yönetmeli diye düşünüyorlar!•

"Çok acımasızsınız. Bu noktada size sadece şunu sormak istiyorum: Peki halk olarak şu şartlar altında kime güvene­ceğiz? Farz edin ki bizi sloganlarla kendine çekip vaatlere boğmamış sağcı ya da solcu bir partiyi destekliyorum ya da en ufak bir vaadini dahi hayata geçirmekten asla geri dur­mamış bir partinin ateşli bir savunucusuyum!"

•Haklısınız. Bütün partiler bir noktada destekçilerine yalan söylüyor ve dolayısıyla da onlara ihanet ediyorlar. Hiçbir partinin tam anlamıyla dürüst olduğunu söylemek mümkün değil, söylemlerinde verdikleri vaatleri hayata geçirmeye yanaşmıyorlar bir türlü. Halkı yalnızca seçim zamanlarında dinliyor ve ne istediklerini dikkate alıyorlar aslında. Peki ama bütün bu partiler tam olarak Alman­ya'nın karakterini mi yansıyor? Bize ihanet ettiklerinde yaşadığımız hayal kırıklıkları ülke olarak geleceğimizden şüphe duymamıza neden olmalı mı? Eğer halihazırda var olan partiler kötü ise bir şekilde onları başımızdan def edip halkı uğruna çatışıp didinen yeni partileri destekle­mek de pekala mümkün!•

"Hayır, bunun için artık çok geç. Kimsede günümüz Al­manya'sını yepyeni bir Almanya'ya dönüştürecek cesaret de kararlılık da yok artık!"

·sence bu noktada 'biz' demek yerine, kendi görüşünüzü belirterek 'ben' deseniz daha uygun olacaktır zira BiZİM cesaretimiz de, inancımız da, kararlılığımız da sapasağ-

lam. Peki ya siz? Siz geleceğe dair neler düşünüyor, gele­cekten neler bekliyorsunuz?

EKONOMİ VE POLİTİKA

"Dürüst olmak gerekirse benim çok az umudum var. Eko­nomi örneğini ele alalım. Alman halkını o yüce ve engin yaratıcılığının bizi kurtarabileceğine elbette ki inanıyorum ve bu noktada tek umudumuz ancak iş gücü ve ekonomi olabilir. Daha çok çalışmalı, daha az konuşmalıyız!"

•Güzel kükredin, aslan! Ama bunlar beylik laflar! Sana, üç milyon işsiz insanın arasına karışıp da vahşi doğanın bağrından kopup gelmişsin gibi konuşarak onlara da, 'Daha çok çalışmalı, daha az konuşmalıyız!' demeni öne­ririm. Ancak bunu yaparsan söylediğin şeyin saçmalığını, benim açıklayacağımdan daha iyi bir biçimde anlayabilirsin.^

"Umudumuz ekonomidir! Büyük Amerikan ekonomisi, uluslararası sendika düşüncesiyle Almanya'nın üretim gü­cüne başvurarak büyük bir adım attığında Walther Rathenau da böyle söylemişti. İnsanlarımız için ekonomi, tıpkı politika gibi hayati önem arz etmekte. Tarihte; hedef odaklı, sağlıklı bir politika gütmeden sağlam bir ekonomi güce ka­vuşabilmiş tek bir insan gösterin bana! Yahut da içgüdüye dayalı ancak oldukça net bir politika yürüttüğü halde sağ­lıklı bir ekonomik sistem oluşturmayı başaramamış bir ör­nek gösterin!"

·Bakış açınız, ancak Yahudiler tarafından parayla satın alınmış birinin yahut da tamamen burjuvazinin ahmak bir üyesinin benimseyebileceği kadar basit ve saçma. insanların kaderini ekonomi değil politika belirler. Sağ­lıklı bir politik ortam oluşturmak, ihtiyacınız olan ekono­mik prosedürleri de sağlıklı bir biçimde izlemenizi sağlar.

Sağlam bir politik zemine oturtulmamış bir ekonominin sağlam olmasını beklemek ise ahmaklıktır.

•Tabii günümüz devlet adamlarının sağlıklı politika ya­pabildiğini söylemek de pek mümkün değil.•

POLİTİKANIN DOĞASI

Politika, halka hizmet eden sorumluluk yüklü bir eylemler bütünüdür. Amacı ise, söz konusu halkın bu amansız ve sert topraklar üzerinde bir yaşam kurarak onu koruyup kollamalarına, sayıca çoğalmalarına ve atalarından miras kalanları ve özgürlüklerini korumalarına uygun ortamı sağlamaktır.

GENÇLİK VE POLİTİKA

"Siz de hareketinize böyle bir politikayı dahil etmek istiyor­sunuz, öyle mi? Hem de neredeyse hiç hayat tecrübesi ol­mayan gençlerle birlikte, doğru mu? Radikallik ve çokça gü­rültü patırtıyla birlikte? Sizinle aynı görüşte olmayanlarla sokaklarda kavga edip korku salarak mı yapacaksınız bunu? Devlete ve devletin köklü kurumlarına bu şekilde, temelden karşı çıkarak mır

•Evet, yapmak istediğimiz tam olarak bu! Böyle bir poli­tika izlemek istiyoruz çünkü kimse bunu yapmıyor. Halka bir dönem liderlik etmiş eski ve deneyimli kimseler bizden bu kadar şikayet edememişken deneyimli gençlerin de et­meye hakkı yoktur. Ne eğitimli burjuva sınıf ne entelektü­el camia ne ılımlı politika düşkünü evcimenler ne de ana kuzuları! Ne bu devlet ne de onun adına politika yapanlar!

"Ancak bir iki düzeltme yapmama izin verin. Eğer politi­kamızı 'deneyimsiz gençlerle' -biz onlara gençlik diyoruz, Alman gençliği- geliştirirsek; bunu, Alman gençliğinin

günümüzün zehirli ortamından kaçarak Yeni Almanya'yı kurmak için bir yol bulmak umuduyla bize geldiği bilin­ciyle, gurur duyarak yaparız. Eminim ki siz de hayat ko­nusunda çok tecrübelisinizdir ancak politikadan hiç an­lamadığınız belli. Fırtına Birliğimizde', tanıdığım öyle on sekizlik çocuklar var ki her cümleleriyle sizi yerin dibine sokabilirler. Gelgelelim radikal bir politika gütmek ni­yetinde değiliz tam olarak. Yine de şayet şartlar radikal olmayı gerektirirse de bunu görmezden gelip geri dura­cak kadar korkak da değiliz. Burjuva sınıfının radikallik­ten şikayet ediyor olmasının nedeni muhtemelen çevre­sinde hiç radikal bir gelişme yaşanmıyor oluşudur. Ne o eski veteran kuruluşlar gibi bağıra çağıra polisi arıyor ne de çitlerin arkasına saklanarak kaderlerinin gelip onları bulmasını bekleyen burjuvalar misali korkakça bir köşeye siniyoruz. Caddelere çıkıyor ve terörün suratına suratına indiriyoruz yumruklarımızı. Güç teorimizi pratiğe döküyor ve burjuva sınıfının egemen devletine sonradan yapılacak herhangi bir saldırıya karşı hazırlıklı olmak adına önlem­ler alıyoruz.^

SINIF MÜCADELESİ

"Yani bir anlamda sınıf mücadelesine sıcak bakan bir parti­siniz! Kendinizi işçi sınıfının partisi olarak nitelendirmişti­niz daha önce. İlk aşamada durum buydu. İkincil olarak sos­yalist oldunuz ve şimdi de burjuva sınıfı adına konuşmayı tercih ediyorsunuz. Bu da üçüncü ve son aşama. Bu noktada Marksistlerden ne farkınız kalıyor ki?"

1 Sturmabteilung. Kısaca S.A. Nazi yönetiminin "Kahverengi Gömlekliler" olarak da bi­linen taarruz bölüğü.

"Besili, şişmanca bir vatandaşın, sınıf mücadelesini dü­şünerek proletaryadan şikayet etmesi kadar riyakar bir eylem daha yoktur.

"Kışı oldukça rahat geçirdiniz. Bizzat varlığınız bile sı­nıf mücadelesi için kışkırtıcı bir unsur niteliği taşımakta. Size o nasyonalist ciğerlerinizi doldurup da proletaryanın sınıf mücadelesinden şikayet etme hakkını veren kimdir ya da nedir? Burjuvazi neredeyse altmış yıllık bir geçmi­şi olan organize bir sınıf değil midir? Proletaryanın sınıf mücadelesi fikrinin gerekliliğinin ortaya çıkışında tarihi bir rol oynamamış mıdır? 9 Kasım 191B'de sınıf devletinizin başarılarının karşılığında istediğiniz ödülü almadınız mı? Marksist deliliğin karşısında tepki göstermesini bilen eski burjuvazinizin nasıl hatalı davrandığını görmeyi hala mı başaramadınız?

"Besili Orta Avrupa insanının, açlıktan kıvranan, besinsiz kalmış, gözündeki ışık sönmeye yüz tutmuş onca işsiz proletarya neferiyle savaşmasını izlerken hiç utanmadınız mı?

"Evet, partimizi işçi partisi olarak tanımlıyoruz! Bu, ilk adım ve daha ilk adımımızı atmamızla aslında burjuva sı­nıfından uzaklaşmış oluyoruz. Kendimizi işçi partisi ola­rak tanımlıyoruz çünkü özgür bir işçi sınıfının hayalini ku­ruyoruz, çünkü iş gücü bizim için tarihi değiştirecek kadar güçlü bir unsur ve son olarak vatandaşımızın bilek gücü, bizim için mal varlığından, eğitimden, sınıflardan ve köklü ailelerin geçmişinden çok daha önemli.

"İşte bu yüzden partimizi, işçi partisi olarak tanımlıyo­ruz!

SOSYAL VE SOSYALİST

■| vet, aynı zamanda partimizin sosyalist olduğunu da nkliyoruz bu tanıma. Bu da ikinci adım. ikinci adımda da burjuvazinin tam karşısında yer almış oluyoruz. Partimizi ıosyalist bir parti olarak nitelendirmemizin bir nedeni de sosyal burjuvazinin aciz olduğu yalanını protesto etmek ,ıslında. Bu noktada sosyal mevzuattan bahsetmeniz de saçma zira bu, hakkında konuşularak yaşanamayacak kadar küçük ve uğruna ölünmeyecek kadar da geniş bir konu.

"Doğanın ve yasaların bize tanıdığı hakları istiyoruz bizler yalnızca.

"Cennetin bize verdiklerinin tamamını ve kendi zihinle­rimizle, kendi ellerimizle yarattıklarımızı geri istiyoruz.

·sosyalizm bu mudurr

SINIF EGEMEN DEVLET

"Şimdi burjuva sınıfın sözünün geçtiği yönetimden bah­sedebiliriz. Neden peki? Çünkü içinde bulunduğumuz burjuva devlet bir tür sınıf devletine dönüşmüş durumda artık. Çünkü bu devlet ne başarıyı ne de tutkuyu destekli­yor; yalnızca eğitime, geleneğe ve varlıklı olmaya kıymet veriyor. Burjuva sınıf devletinden söz ediyoruz zira hali­hazırda egemen olan burjuva devlet, insanların yaşamı­na dair en kutsal detayları görmezden geliyor; insanların etnik kökenine olan sevgisini alıp bir şekilde açgözlülü­ğün takip ettiği bir servet tutkusuna dönüştürüyor. El­bette on yedi milyon Alman, yani proletarya bu türden bir yönetimin dışında. Burjuva sınıfının istedikleri kabul edi­lemez. Başardığı şeyler ise ortada. Güçlü bir Almanya is­tediğini belirten devletin elinde ne kaldı? 9 Kasım 1918'de

isyancıların ufacık bir darbesiyle sarsılan ve uluslararası arenada adeta köleleştirilmiş bir koloni farksız.

•işte gerçek bu! Bizler ise sınıf çatışmasına savaş açmış durumdayız. Sosyalist hareketimiz, temelde, Alman hal­kını tarih sahnesinden silmeyi hedefleyen sınıf çatışması­nın tam karşısında duran bir anlayışa sahip. Ancak elbette bazı şeyleri yine onların adıyla anmak durumunda kalıyo­ruz. On yedi milyon insan, tek umutlarının böylesi bir sınıf devleti olduğunu düşünüyor zira altmış yıl boyunca bu öğretildi onlara. Peki, ilk olarak burjuvanın egemenli­ğindeki devleti tamamen yıkıp da Alman halkını bir bütün olarak ele alıp hepsine eşit davranan yepyeni bir sosya­list düzen kurmayı denemeye kalkmadığımız müddetçe ahlaki olarak proletaryanın sınıf mücadelesinden şikayet etmeye hakkımız var mı?"

BİLEK VE ZİHİN GÜCÜ

"Peki, eski devleti yıkarak yenisini kurmanızda size kimin yardımı dokunacak tam olarak?"

"Yaratıcı Alman halkının sağlıklı içgüdülerine güveniyo­ruz biz. Ülkedeki son vatandaşın da bunu göreceği günler elbet gelecektir. Bir gün olanları protesto etmek için he­pimizin yumrukları havaya kalkacak ve bununla birlikte zihinlerimiz de uyanacak, işte o zaman sorumluları suç­layacak ve adil bir biçimde yargılayacağız.

•Görevimiz ise o günlerin bir an önce gelmesi için azami çaba sarf etmek.

•işte o zaman mavi yakalı işçilerle beyaz yakalı işçiler olarak hepimiz birlik olacağız ve bu sayede kim vatanını, partisinden ya da mensup olduğu sınıftan daha çok seviyormuş, bir bir ortaya çıkacak! İşte o gün geleceğin genç işçileri üçüncü Reich'ı yeni baştan inşa edecekler!

"Tam da bu noktada az evvel bahsettiğiniz deneyimsiz gençler söz sahibi olacak. Köhne bilgelikler ve eski de­neyimler rüzgarda savrulan saman çöpleri misali uçup giderek bir bir tarihe karışacak.

"Almanya'nın kaderini ele alacak ve sosyal statüyü, sı­nıfları, gelenekleri, eğitimi ve serveti umursamaksızın sosyalizm meselesini radikal bir biçimde, kökünden çö­zeceğiz. Tek odağımız, yaratıcı Alman halkının geleceği olacak!"

NASYONALİST VE SOSYALİST

"Sonrasında ise Nasyonal Sosyalizmin, burjuvazinin var­lık ve kapitalist çıkar odaklı ahlak anlayışından çok daha fazlası olduğunu kanıtlamaya geliyor sıra. Etnik savun­manın en radikal formunu teşkil eden yıkıntıların arasın­dan yepyeni bir nasyonalizm anlayışı doğacak ve bu yep­yeni anlayış ihtiyacımız olan temelleri oluşturacak."

MARKSİST UMUTSUZLUK

"Sosyalizmden bahsediyorsunuz! Peki, geçtiğimiz altmış yıl boyunca sosyalizmin bir politika ideali olarak başarısızlığı kanıtlanmışken Alman işçiler, sosyalizmden ve sınıflarının geleceğinden endişe etmekte haksız sayılmazlar, sizce de öyle değil mi?"

"Asla. Nedenlerini açıklayayım;

1.  Alman işçi sınıfı altmış yıl boyunca sosyalizm için de­ğil, Marksizm için mücadele etti aslında. Teorileri hem halklar hem de ırklar için ölümcül nitelikte olan Marksizm özünde, gerçek sosyalizmin tam karşıtı bir harekettir.

2.   Marksizm, Alman işçi sınıfının politik görüşünü yan­sıtmayı hiçbir zaman başaramadı. İşçilere yalnızca Yahu-

dilerin fikirlerini dikte etmeye çalıştı zira yönetici grubun hayatta kalması için Marksizmin başka seçeneği yoktu.

3.   Marksizm yalnızca milliyetçi insanlar için değil, var oluş mücadelesi veren bütün toplumsal sınıfların içeri­sinde yalnızca bir tek sınıf için mutlak ölüm anlamına ge­liyor: İşçi sınıfı!

•işçinin sosyalizmden şüphe etmeye hakkı yoktur ancak Marksizme şüpheyle yaklaşmaya mecburdur. Bunu ne kadarçabukidrakederse, kendisi için o kadar iyi olacaktır zira saat, gece yarısını vurmak üzere artık!"

ANTİSEMİTİZM

"Yahudi karşıtlığınızı her ortamda oldukça yüksek sesle dile getirmekten geri durmuyorsunuz. Yirminci yüzyılda Yahu­di karşıtlığı yirminci yüzyıl için biraz modası geçmiş bir ideoloji değil mi sizce de? Yahudiler de bizler gibi insanlar nihayetinde, doğru mu? Örneğin çok samimi Yahudiler de yok mu etrafımızda? Altmış milyonluk bir ülkenin iki mil­yon Yahudiden korkması tuhaf gelmiyor mu size?"

"Burada asıl önemli detayı gözden kaçırıyorsunuz. Man­tıklı düşünmeye çalışın:

1.  Eğer yalnızca antisemitist olsaydık, yirminci yüzyılda var olmayı başaramazdık. Parti olarak biz aynı zamanda sosyalistiz. Bizim için bu iki olgu eşdeğerdir. Sosyalizm, Alman proletaryanın ve aynı zamanda Alman ulusunun özgürlüğü anlamına geliyor ve bizler bu özgürlüğü garan­ti altına almak için Yahudilerin karşısında dimdik durmak durumundayız. Antisemitist olmamızın esas nedeni Al­man ulusunu özgür kılmak ve ülkemize gerçek sosyalizmi getirmek istememizdir yalnızca.

2.   Hakkınız var, evet, Yahudiler de insan ve hiçbirimizin bundan şüphesi yok, gelgelelim sinek de bir hayvan ama

ortamdaki varlığı kimseyi memnun etmiyor, öyle değil mi? Yani sinek, hoşumuza giden bir hayvan türü olmadığı için ne onu savunmayı ne de korumayı insanlığın asli görev­lerinden biri olarak görüyoruz -aksine bizi ısırmaması ıçin yahut varlığından duyduğumuz rahatsızlık yüzünden onunla mücadele ederiz. Yani aslında o sineği etkisiz hale getirmeyi esas görevimiz olarak görüyoruz. İşte, bizim nazarımızda Yahudiler için de aynı şey geçerli.

3.   Elbette beyaz ırktan (yani iyi olan) Yahudiler de yok değil. Sayıları da her geçen gün artıyor ancak bu Yahudilerin lehine değil, bilakis aleyhine kullanılacak bir veri. 'Be­yaz' Yahudilerin varlığı aslında Yahudiliğin nasıl bir leke olduğunu açıkça gösteriyor, aksi olsaydı onları iyi Hıristiyanlar olarak anardık. Beyaz Yahudi sayısının bu kadar hızlı artması bir yandan da şunu kanıtlar nitelikte: Etra­fında ne varsa yakıp yıkan Yahudi ruhu pek çok insanımıza bulaşmış bile! Bizim görevimiz ise dünyanın her yerinde bu Yahudi hastalığıyla savaşmayı teşvik etmektir!

4.   Altmış milyon insanın iki milyon Yahudiden korkuyor olması bizim için değil, sizin için kötüye işarettir. Zira biz, o iki milyon Yahudiden korkmak şöyle dursun, onlarla ce­surca mücadele ediyoruz. Sizler ise bu savaşa katılama­yacak kadar korkaksınız, sıcak ocağa yaklaşamayan ke­dilere benziyorsunuz hepiniz!

"Şayet bahsettiğiniz o altmış milyon kişi de bizim yaptı­ğımız gibi Yahudilerle mücadele ediyor olsaydı, korkacak bir şey kalmazdı ortada. Bilakis korkma sırası Yahudilere gelirdi nihayet!·

MONARŞİ Mİ, CUMHURİYET Mİ?

"O halde şimdi bize gerçek renginizi belli edin. Monarşi yanlısı mısınız yoksa cumhuriyetçi misiniz?"

•ikisi de değiliz.

1.   Günümüzde devlet rejimi tartışılması gereken konu değil bizim için. Sırf Versay Anlaşması'nın şartlarına uy­duğu için yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış bir toplumun, "monarşiyle mi yoksa cumhuriyet rejimiyle mi yönetilmesi gerektiği" sorusundan daha önemli mesele­leri oluyor.

2.    Bu soru, ancak halkımız özgürlüğüne kavuştuğunda yine halkımız tarafından yanıtlanacaktır.

"Yine de en azından şunu söyleyebiliriz: Sağlam bir cumhuriyet, en kötü monarşiden daha iyidir; aynı zaman­da sağlam bir monarşi de kötü bir cumhuriyetten yeğdir. Her iki rejimin de avantajları ve dezavantajları var, bu ikisi arasında sağlıklı bir seçim yapabilmek için de insanları­mızın özgür olması gerekir ama yine de günümüzde, bizi yönetmekte olan hükümetten daha kötü bir yönetim biçimi tasavvur edemiyorum. Bu rejimin cumhuriyet olmadığı kesin. En çok çığırtkanlık yapan ve en yüksek teklifleri veren Yahudilerin kendilerini devlet adamı yahut komiser ilan ettikleri uluslararası bir ikinci el eşya pazarı olarak adlandırabiliriz belki mevcut düzeni!"

SİYAH-BEYAZ VE KIRMIZI MI YOKSA
SİYAH-KIRMIZI VE SARI MI?

"Şimdi elinizi vicdanınıza koyarak yalnızca gerçeği söyle­yin; siyah-beyaz ve kırmızı mısınız1 yoksa siyah, kırmızı ve sarı mı?•

1    Kuzey Almanya Konfederasyonu'nun resmi bayrağı. Prusya önderliğinde kurulan ve Alrnanya'nın kuzey eyaletlerinin de dahil olduğu geniş, liberal bir konfederasyon­dur. Prusya kralının, topraklarını Almanya topraklarına dahil etme kararıyla birlikte imparatorlukta da bu bayrak kullanılmaya başlandı. Birinci Dünya Savaşı'nda ikinci Reich'ın mağlup edilişine kadar bu bayrak kullanıldı.

2     Cumhuriyet renkleri olarak bilinir. 1919'da Weimar Cumhuriyeti olarak varlığını sür­düren Almanya'nın bayrak rengiydi. 1933'te Nasyonal Sosyalist Parti'nin başa geçme­siyle eski siyah-beyaz ve kırmızı renklere geri dönüldü.

"Ne ilki ne de ikincisi:

1.  Sheidemann'ın[I] kurduğu cumhuriyetin siyah-beyaz ve kırmızı yahut da siyah-beyaz ve sarı bayrak altında yönetildiği sırada çökmüş olmasının bizim için bir önemi yok. Biz siyah-sarıyı tercih edebiliriz, enazındaninsanların bu bayrak için ölmeyi yeğleyebileceğini biliyoruz.

2.   Ancak Alman halkının tek bir fikri ve tek bir arzusu olduğu vakit ortak bayrak seçebilecek duruma geleceği­mize şüphe yok. İnsanları bu şekilde bir araya getirebile­cek bir hareket, tüm halka kendi renklerini verme hakkına erişebilir. Bizler, bu hareketin bizim hareketimiz olaca­ğından asla şüphe etmiyoruz.•

PROGRAMIMIZ

"Her partinin kendine göre bir programı var. Sizinki nedir? Alman işçilerin oylarını alarak seçimi kazanmayı hedefle­diğinizi düşünecek olursak, partiniz onlara ne vadediyor?"

"Pek önemli şahsiyetlerin yahut da Yahudilerin maşası bir parti olsaydık eğer, bir dünya vaat verip insanlarla türlü türlü oyunlar oynayabilirdik. Bundan daha kolayı yok. Zor olan ise gerçekleri açık yüreklilikle dile getirebilmektir. Gerçekleri dinleyip de onları hakkıyla anlamak ise çok daha zor olandır ancak bizler, parti olarak, kurtuluşun tek yolunun bu olduğu­nu çok iyi biliyoruz:

1.  Elbette her partinin kendi göre bir programı var. Ancak hiçbir parti o programı uygulamayı başaramıyor. Ne geç­mişte uygulayabildiler ne de gelecekte uygulayabilecekle­rini düşünmüyorum zira geçmişte yapılan programlar hiç­bir zaman uygulanabilir eylemler içermedi.

2.    Bizim programımız ise kısa ve öz: Yaratıcı Alman Hal­kının özgürlüğünü hedefliyoruz! Bu özgürlüğe uzanan yol ise yalın ve açık: Alman işçi sınıfını özgürleştirerek onu yeniden halkın bir parçası haline getirmek.

Bu hedefe ulaşmak için elimizden ne geliyorsa çekin­meden yapacağız. Ulusumuzun özgürlüğü için gereki­yorsa sosyal bir devrim gerçekleştirmekten dahi geri durmayız. Şayet Alman işçilerinin temel ihtiyaçlarını kar­şılayacaklarından emin olmak adına yapmamız gerekirse, ulusumuzun etrafına sarılmış zincirleri kırmaktan da asla çekinmeyiz.

3.   Alman işçi sınıfına verebileceğimiz tek söz ancak şu olabilir: Hakkınız olanı almanız adına son nefesimize ka­dar savaşacağız, bedeli ya da sonuçları ne olursa olsun! Bir halka ve baskı altındaki bir sınıfa sunulabilecek en bü­yük şeyi vadediyoruz aslında;

"Özgürlük ve refah için savaşmayı!"

TALEBİMİZ

"Peki, size göre bu amaç uğruna Alman işçilerin ne yapması gerekiyor?"

"Bu dünyada hiçbir şey emek vermeden kazanılmaz. Al­man işçiler de şunları anlamalı:

1.  Eğer özgür olmak istiyorlarsa, fedakarlık yapmaları gerekir. Kimse onları durduk yere özgür kılmayacaktır. Bu hakkı bizzat kendileri kazanmak zorundalar. En büyük servet özgürlük ise, insan bu servet uğruna her şeyini verebilmeli: Yaşamını bile!

2.   Hedef dediğimiz, her daim kaynaklarla doğrudan ilin­tilidir. Yalnızca yalancılar size üyelik belgesi karşılığında cenneti vadedebilir.

"Bizler ise şunu söylüyoruz: Özgürlük, insanın her şeyi­dir. Bu yüzden elimizde ne varsa onu talep ediyoruz: Yok­sulluk, endişe, zorluk, açlık ve tehlikelerle dolu uzun ve zor bir mücadeleyi devam ettirebilmek için sağlığınızla, zevklerinizle, mutluluğunuzla ve refahınızla alakalı he­men her şeyden feragat etmeniz gerekebilir.

"İşte Alman işçilerin yapması gereken de budur.

"Her şey bitince en güzel ödül onların olacaktır. Yaratıcı iş gücünün egemen olduğu özgür bir Almanya!"

BURJUVA SINIFI

"Peki ya Marksizm yanlılarının, 'Nasyonal Sosyalist De­mokrat Parti; içi geçmiş subaylar, öğrenciler ve doktorlar­dan oluşan zavallı bir burjuva hareketinden fazlası değildir,' şeklindeki iddiasında hiç gerçeklik payı yok mu? İşçiler si­zin onları özgür kılacağınıza neden inansın? İşçilerin ancak işçiler tarafından özgür kılınabileceği iddiasıyla bu sınıfın inandığı şeyleri bir çırpıda değiştiremezsiniz."

"Tek nefeste ne çok şey saçmaladınız. Şimdi berıi dinle­yin:

1.  İlk olarak N.S.D.A.P asla zavallı bir burjuva hareketi olmadı, olamaz, bilakis sosyal demokrasi içerisinde sos­yalizmin çürümüşlüğünü protesto eden bir oluşumuz biz. Liderlerimiz de asla burjuva sınıfına mensup kimseler değiller ancak Scheidemann, Leinert, Noske, Bauer gi­bileri tam olarak öyle -hem de uzun zamandır en büyük burjuvalar onlar.

2.   N.S.D.A.P yönetiminde yer alan tek bir içi geçmiş su­bay ismi verin bana! Sevgili arkadaşım, eğer bir subay, öğ­renci yahut da doktor Marksist bir lider ise -ki size buna örnek teşkil edebilecek yüzlerce isim verebilirim- ona 'çalışkan lider' derler. Ama bir N.S.D.A.P lideri ise, söz ko-

nusu kişiyi hiç şüphesiz 'içi geçmiş bir mahluk' olarak ta­nımlayacaklardır!

3.   Bana işçileri nasıl özgür kılacaklarını soruyorsunuz! Eğer sorunuz bir gerekçeye dayandırılırsa, işçilerin önce­likle emekçi hareketinde var olan, işçi liderlerini yererek gerçekte yalnızca kendi hedeflerine hizmet etmesi için uydurulmuş tüm o kokuşmuş Yahudi zırvalarını bir kenara atması gerekir. Etrafınıza bir bakın; kendi çabasıyla işçi­leri özgür kılabilecek bir işçi görebiliyor musunuz? Peki ya Scheidemann, Wels, Noske, Bauer ve diğer tüm 'işçi' sıfatı taşıyanlara ne oldu? Hepsi burjuvazinin tıka basa semir­miş birer üyesine dönüştü. Burjuvaziye açtıkları savaş aslında sadece kıskançlıktandı ve kısa süre içinde burju­vaya katıldıklarında da savaşmayı bıraktılar çünkü artık kıskanacakları bir şey kalmamıştı ortada.

"Alman işçi hareketini yalnızca Alman işçiler sürdür­müyor. Aynı zamanda kıskanmak şöyle dursun, Alman­ya'yı uçurumun kenarına kadar getiren sınıfından nefret eden burjuvalar da var aralarında. Proletaryaya burjuva­nın selameti için katılmıyorlar, insan gücünün nasıl olup da yaratıcı bir biçimde geliştirilebileceğini görerek derin bir sorumluluk bilinciyle bu harekete dahil oluyorlar.

"Alman işçi sınıfı elini güçlendiriyor. Hem o ellerden hem de o zihinlerden mucizevi bir gelecek doğacak: Üçün­cü Reich yükselecek!"

PROLETARYA VE İŞÇİ SINIFI

"Eğer sizi doğru anladıysam N.S.D.A.P.'nin burjuva sınıfı yönetimindeki bir proleter parti olduğunu söylüyorsunuz?"

"Görüyorum ki yalnızca geçmişin algısıyla değerlen­dirip öyle anlayabiliyorsunuz söylediklerimi. işte bizler, Almanya'nın tüm bu eski ve modası geçmiş konseptleri

aşmasını istiyoruz aslında. Ne burjuvayız ne de proleter. Burjuvazi dediğiniz şey çoktan öldü, proleterlik ise bir daha asla hayata dönmeyecek. Biz ne şu anda çökmekte olan burjuvaziyi ne de Yahudilerin ve Yahudiliğin uşağı ol­muş Marksist proletaryayı istiyoruz.

"Bizler, emekle şekillenen bir Almanya inşa etmeyi he­defliyoruz. Peki, bu ne demek? En yüksek ahlaki ve politik değer olarak iş gücü ve başarının görüldüğü bir Almanya kurmak istiyoruz demek. Bugün bizler, kelimenin tam an­lamıyla bir işçi partisiyiz aslında. Bir kez başa geçtiğimiz­de, Almanya bir iş gücü devleti, bir işçi devleti olacak!^

"Bunlar güzel sözler elbette ancak arkalarında tam olarak nasıl bir mesaj var? Acaba ötesini düşünmediğiniz şeyleri böyle süslü cümlelerin ardına gizliyor olabilir misiniz?"

"Asla, arkadaşım! Beni anlamaya çalışın. Geleceğin Al­manya'sı yepyeni temeller üzerinde yükselecek. Burjuva sınıfının, günümüzde bizzat idare ettiği devletin süreklili­ğini sağlamaktan sorumluyken bu türden bir değişimi de yönetebileceğine inanmak tam anlamıyla saçmalık olur. Elbette bu, şu an burjuva sınıfına mensup olanların yeni Almanya'nın inşasında görev alamayacakları anlamına da gelmiyor. Ancak bir sınıf olarak burjuvazi artık tarihteki misyonunu tamamlamış durumda ve yaratıcı ruha sahip, daha genç, daha sağlıklı bir sınıfın önünü açmak zorunda artık.

"Bu genç sınıf artık hak ettiği yeri söke söke almaya ge­liyor. Ona proletarya demeyeceğiz zira bu terim, Yahudi safsatalarından biriydi ve Alman işçi sınıfını aşağılamak istediklerinde bu tanımı kullanırlardı. Bizimki bir tür işçi komünü; işçilerden oluşan bu komünde de Almanya'nın geleceği için çalışan mavi ve beyaz yakalı işçiler var.

"Bilek, aklı yönlendirecek ve akıl da bileklerin ölümcül gücüyle korunacak, böylece hep birlikte yeni Alman dev­letini şekillendirecekler. Bilek ve aklın bu ortaklığı; mavi

ve beyaz yakalıların da bir arada, huzurla çalışmasını sağlayacak. Şayet Alman işçiler, Yahudiler tarafından yö­netilmeye devam ederse, enternasyonal düzeyde yapılan yanlış çağrıların etkisiyle kafası daima karışıp duracak.

•Atman aklı ve Alman bileği özgürlüğe uzanan tek bir sloganı benimseyecekler bizimle birlikte:

•Atmanya'nın akıl ve bilek gücüyleçalışanişçileri, birleşin!"

NASYONALVEENTERNASYONAL

"Yani başka bir deyişle, enternasyonal Marksist görüşün karşısına nasyonal Alman sosyalizmini koymak istiyorsu­nuz?"

•Aynen öyle! Sonunda birbirimizi anlamaya başladığı­mız bir noktaya ulaştık."

"Yine de size bir şey sormama izin verin. Şayet sizi doğru anladıysam, düşman -ona ister Yahudiler, ister kapitalizm ya da başka bir şey diyelim- size göre hem düşünce hem de his olarak enternasyonal ise bu durumda, yalnızca enternas­yonal yöntemler kullanılarak mücadele edilmesi gerekmez mi onunla? Enternasyonal kapitalist düşünceyi bitirecek olan şey enternasyonal sosyalist görüş değil midir?"

•sevgili dostum, işte şimdi bütün söylediklerimin nafile olduğunu düşünmeye başladım. Herhalde asla aynı nok­tada buluşamayacağız. Mantıklı düşünmeye çalış bir kere:

1.  Elbette hepimiz, düşmanın Avrupa milletlerini arkası­na alarak enternasyonal bir destek oluşturduğunu açık­ça görebiliyoruz. Almanya'nın ise bugün kapitalizme dair elinde çok az şey kalmış durumda: Demiryolları, maden­ler, fabrikalar, para rezervleri, altın, Reich Bankası... her şey hisse senetlerine dönüştürüldü ve onların da tamamı Londra ve New York'taki Yahudi bankerlerin elinde. Ancak bu hisselerin aslında bir kıymeti de yok. Ne demiryolları

üzerinde yolculuk etmenizi sağlıyor, ne maden çıkarıyor, ne ekmek ne hammadde üretiyor, ne para basıyor ne de para kazandırıyorlar. Yalnızca birilerinin ilgi çekmelerine yardımları oluyor. Eğer gerçek bir Alman devleti kurarsak, Yahudi bankaların elindeki tüm Alman hisse senetlerinin bir değeri kalmadığını, hepsinin yalnızca birer kağıt par­çası olduğunu ilan edebilir ve Almanya'da gerçek bir ulu­sal iş gücüne dayalı devlet kurabiliriz; zira şu anda böyle bir devlet yok ve enternasyonal olarak, yalnızca bir Dawes kolonisi[II] olma şerefine nail olduğumuz için halimizden hoşnut olmamız bekleniyor. Tek bir ulusal varlığımız kal­madı, ulusal bir sermayemiz yok ki sermaye de mal varlığı da aslında o topraklarda yaşayan halka, o ulusa aittir. Bu­nun yerine her şeyimiz enternasyonal bankalar tarafın­dan yönetiliyor artık. Ulusal sermaye ise enternasyonal davranamıyor, aksine enternasyonal ekonomi sırtlanları sermayeden besleniyor.

2.   Elbette böylesi bir dünya gücüyle enternasyonal dü­zeyde bir savaş sürdürülmelidir ve dünya üzerinde bizim cephemize dahil olan hareketleri desteklememek de bi­zim dar görüşlülüğümüz olacaktır ancak bizim savaşı­mızın amacı dünya sosyalizmini benimseyen bir devlet kurmak değil -böyle bir şey ne şimdiye kadar var oldu, ne de bundan sonra var olacak. Bu fikir sadece, işçile­re ihanet eden Yahudi zihinlerin ve yanlış yönlendirilmiş Alman işçilerin hayal dünyalarının bir ürünü. Bizim he­defimiz yepyeni bir nasyonal sosyalist devlet kurmak. Ay­rıca halkların ortak olarak uluslararası para piyasasına karşı başlatacakları mücadeleden, enternasyonal yön­temler kullandıkları müddetçe bir şey elde edilmeyece-

ğinin de farkındayız. Halklar arasında anlayışın önündeki engellerin ne olduğunu da net olarak görebiliyoruz. Kapi­talizmin enternasyonal güçleri de zaten halkları aynı anda aynı yöntemlerle köleleştirecek kadar aptal değil. Her bi­riyle teker teker ilgileniyorlar. Böylece kimse bir diğerini düşünecek durumda olmuyor. Her bir halk sadece kendini kurtarmayı düşünüyor, ta ki kapitalist Melek' gelip de on­ları yakıp yıkana, küle çevirene dek.

"Bunun yanında, sevgili dostum, bizim artık diğerlerini bekleyecek zamanımız yok. Çöküşün kıyısında duruyoruz ve geçmişte bize asla yardım etmemiş, gelecekte de muhtemelen bir yardımı dokunmayacak olan milletlerden bir şekilde medet ummak aslında vatana ihanet etmekten farksız olur.

"Bizim tek bir prensibimiz var: Tanrı ancak kendi kendi­ne faydası dokunabilen milletlerin yanındadır!"

3.   Eğer enternasyonal sosyalistlerden söz ediyorsanız, devletlerin ve halkların en temel anlayışlarını kavramak­tan dahi aciz olduğunuzu kanıtlamış olursunuz. Dünyada­ki tüm toplumların benimseyeceği kadar büyük bir politi­ka ideali -sosyalizm de buna bir örnek olarak gösterile­bilir- asla hayata geçirilemedi. Tarihin en büyük prensibi birlikten ziyade çeşitlilikten yana olmaktı. Bu her zaman böyle oldu ve böyle olmaya da devam edecek. Halkları ve devletleri yaratan şey savaşlardır; savaşmayanlarsa her şeylerini kaybetmeye mahkumdur.

"Bunun berbat bir görüş olduğunu da söyleyebilirsiniz. Öyledir de. Bunu kabul edip mücadeleye girişmek zo­rundayız. Tarih, kardeşlik üzerine atılan Marksist nutuk­larla değil, ebedi ve ezeli doğa yasalarına uygun olarak şekilleniyor.

“Doğa ise birlik değil çeşitlilik talep ediyor. Tek tip bir insanlık değil, güçlünün her daim zayıf olanı yöneteceği,

-^^B-B

1 lncilde bahsi geçen, Kenanlıların gaddar tanrısı.

farklı ırklardan ve halklardan oluşan bir insanlık talep ediyor.

"Biz bunu anlıyor ve bu yönde hareket etmek istiyoruz. Güçlü olanın zayıfa baskın çıkacağı böylesi bir savaşın döndüğü dünyada, Alman ulusunun varoluş mücadelesini kazanmasına yardımcı olacak her türlü silahı kullanmak arzusundayız.

"İşte bizim nasyonal dediğimiz şey tam olarak bu!"

ÜRETİM VE SOSYALLEŞME

"Tüm bu anlattıklarınız iyi, güzel ama artık bize asıl renginizi belli etmeniz gerektiğini düşünüyorum. Şimdiye dek her şeyi açıkça konuştuk. Kritik tek bir soru kaldı geriye: Sosyal sorunları nasıl çözmeyi düşünüyorsunuz?"

·o halde birlikte bu sorunun derinine inelim: Sosyal sorunların temelinde tam olarak ne var? Üretimin her aşamasını elinde bulunduran kapitalizmin insafına kalmış durumda olan yedi milyon proleter söz konusu ve onlar da, yegane varlıklarını, yani emeklerini en az ücret verene satmaya mecbur bırakılıyorlar. Bu yüzden de haklı olarak, bu durumu sessizce görmezden gelen devlet, halk ve ulus tarafından dışlandıkları hissine kapılıyorlar. Bu şartlar altında bir halkın ulusal birliğinin bozulması çok doğal. Halk bu koşullarda iki kısma bölünür; bu devleti korumaya çalışanlar ve bu devletin tam karşısında duranlar. Bu du­rumda da söz konusu halk, ezici bir güç olduğu halde tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalır.

"Sosyal sorunların çözümü de işte bu yüzden toplu­mun baskılanmış kesimini tekrar topluma, ekonominin ve devletin hayati bir parçası olarak geri kazandırmaktan ne azı ne de fazlasıolacaktır. Böylece o devlet yeniden tarihin azgın sularında mücadeleye dahil olma fırsatı bulur.

"Bu noktada bizler şunları talep ediyoruz:

1.  Doğanın halklara verdiği her şeyi: Toprak, ırmaklar, dağlar, ormanlar, toprak altındaki ve üstündeki hazineler; prensipte bir toplumun tamamına ait olan her şeyi... Bir yoldaş, hakkı olan bu varlıklara sahip olursa, halkının mal varlığının yönetiminden sorumlu olan devlete kendini bir şekilde borçlu hisseder. Eğer elindeki varlığı kötü yöne­tirse ya da topluma zarar verecek bir şey yaparsa, devle­tin onun mal varlığını elinden almaya ve onu yeniden top­lumun ortak malı saymaya hakkı olacaktır.

2.   Üretilen ürün; insan gücüne, becerisine, yaratıcılı­ğına, dehasına ve girişimciliğine muhtaç olduğu sürece fertlerin hakkı olarak kalır. Devlet, üretim sürecine katkı­da bulunan herkesin -ister fiziksel ister zihinsel olsun- o ürüne ve elde edilen kara ortak olacağını garanti eder.

3.   Üretimi tamamlanan ürün, daha fazla güç, beceri, deha ve girişimciliğe muhtaç değilse de (örneğin; ulaşım sistemleri, tesisler, büyük işletmeler) yeniden sadece devletin malı sayılır.

"Bu yolla geniş bir üretim çemberi oluşturulur ve bütün üretken işçiler de bu çembere dahil olur.

"Bu isteğimizi uygulamak için de iş gücünü, bağlı olduğu kölelik zincirlerinden kurtarmak durumundayız. Bunu ba­şarırsak, sonucunda elimize özgür bir halkın özgür eko­nomisinin yeşerdiği özgür bir ülke geçecektir. Halk birlik olacaktır!"

PARLAMENTO VE PARTİLER

MBunun için yeni bir partiye gerek var mı? Neden bu planla­rınızı hali hazırda parlamentoda yer alan bir partiye götür­mediniz? Eminim onlar da bu fikirleri savunabilirdi."

"Hiç güleceğim yoktu! Haklı olabilirsiniz gerçi. Kendile­rine bir milyon oy kazandıracağından emin olsalardı, mu­hakkak hepsi bu fikirlerle çok yakından ilgilenirdi. Ancak bizim derdimiz ne parlamentoya girmek ne de halktan oy toplamak. Planlarımızı Reichstag'da sunmak değil, doğ­rudan uygulayabilmek istiyoruz yalnızca. Bizi diğer par­tilerden ayıran şey de tam olarak bu işte. Diğerleri sağda solda sunumlar yapıyor, konuşuyor, tartışıyor, oy veriyor ve paralarını alıyorlar. Biz ise eyleme geçiyoruz. Bir gün devletin bütün imkanlarını ele geçirmemizi sağlayacak gücü bu şekilde inşa ediyoruz. Ancak o zaman hedefleri­mize ulaşıp planlarımızı uygulamaya koymak için devletin tüm gücünü kullanarak kimseye merhamet etmeden, acı­masızca eyleme geçeceğiz.

"Artık ne parlamentonun ne de partilerin attıkları pa­lavralara inancımız kaldı. Mevcut yönetim sistemi; Alman halkının gücünü ve el emeğini hiç eden, büyükbaş ticare­tinden bir farklı olmayan bir sistemden fazlası değil.

"Bir parlamenter, bu sistem içerisinde Almanların nas­yonal bedeninde yaşamını sürdüren bir asalak sadece. Parlamento ise kaynayan bir arı kovanı gibi; tek bir fark var ki onlar bal yapmak yerine sadece gübre ve bolca lahana üretiyorlar. Üstelik verdikleri mahsul çiftçinin mahsulle­rinden çok daha kötü olduğu halde neredeyse çiftçiden bin kat daha fazla para kazanıyorlar.

"Halkın parası ve mal varlıkları çarçur ediliyor. Her şe­yin arkasında ise Yahudiler var ancak kuklalarının onların yerine konuşmalarına, oy almalarına ve sonunda kendi paylarını toplamalarına izin veriyorlar -zira yönetim za­ten onların tekelinde!

"Eğer bizden bir şey isteyecek olurlarsa, isteklerini seç­tikleri temsilciler vasıtasıyla ileten varlıklı ve özgür in­sanlar oluyor ancak biz parlamentodan bir şey isteyecek

olursak, hepimizi kuru kalabalık ilan ediyorlar. Demokra­siden anladıkları işte tam olarak bu.•

"Peki, öneriniz nedir? Siz bunun yerine ne koymak is­tiyorsunuz? Bir devletin olması şart! Eğer parlamentodan kurtulmak istiyorsanız, onun yerine geçecek iyi bir alterna­tifiniz olmalı. Aklınızda bir şey var mı?"

DİKTATÖRLÜK VE KOLEKTİF DEVLET

"Tarih bize, genç ve kararlı bir azınlığın; çökmekte olan, kokuşmuş, çürük bir çoğunluğu alt ederek devletin yönetimi ile kaynaklarını ele alabileceğini ve o devletin güçlerini kullanarak bir diktatörlük kurup yeni idealini, kusursuz bir başarı elde edene kadar istediği gibi uygu­layabileceği ortamı yaratana değin yönetimi elden bırak­mamasının mümkün olduğunu sayısız kez göstermiştir. Bizde de aynı şey olacak. Bir kez yönetimi ele geçirdiği­mizde, devlet biz olacağız, yönetimden yalnızca biz so­rumlu olacağız. Biz bir partiyiz ve bu kokuşmuş sisteme karşı verdiğimiz mücadelemizde halkımızla birlik olmak zorundayız. Ancak elbette parlamentoda koltuk sahibi bir parti değiliz şu anda, yine de bu sistemi alt ettiğimiz anda devlet biz olacağız. Gerekirse devleti kendi prensipleri­mize göre şekillendirmek için diktatörce diye tanımlana­bilecek uygulamalar getireceğiz. Sorumlu bir azınlık ola­rak bizler, kendi irademizi; Yahudilerin, arkalarına sakla­narak şeytani planlarını uygulamak için kullandıkları za­yıf, kokuşmuş, yetersiz ve aptal çoğunluğa dikte etmekten kaçınmayacak ve halkımızı kurtarmak adına ne yapmamız gerekiyorsa onu yapacağız.

"Bizler özgür bir Almanya istiyoruz, daha fazlasını değil. Eğer Alman halkı özgür olmaya istekli değilse, bu da bizi bağlamaz.

"Alman halkının büyük çoğunluğu o kadar materyalist, o kadar korkak ki iradesinin dışında, güç uygulanmak sure­tiyle mutlu edilebilirler ancak."

"Evet, bu kısım mantıklı ancak elbette kimse kalıcı bir diktatöryaya sıcak bakmaz. Bahsi geçen diktatörlüğün ar­dından daha farklı bir sistem gelmek zorunda."

"Elbette! Bunu da düşündük ve yönetimi ele geçirme arzumuzun hatlarını daha da netleştirdik. İnsanları yö­netimden uzak tutmak istemiyoruz. Bu gezegende var ol­maya devam edeceğimizden emin olmak adına gerekli ko­şulları sağlamak için savaşmak ve o şartları oluşturmak istiyoruz yalnızca. Bu şartlar uğruna bir kez savaşıp onları elde ettikten sonra görevimizi tamamlamış olacağız ve o zaman tamamen Nasyonal Sosyalist Devlet yönetimine geçeceğiz.

"Demokrasinin parlamenter sistemi yerine Nasyonal Sosyalist devletimizde bir ekonomik parlamentomuz ola­cak. Parlamento çalışan sınıfın tamamı tarafından seçile­cek temsilcilerden oluşacak. Herkesin bir oy hakkı olacak ancak seçime parlamenter partiler katılamayacak, bunun yerine toplumun büyük meslek grupları arasında ger­çekleştirilecek bütün seçimler. Almanlar mesleki olarak en ince detayına kadar organize olacak ve böylece her bir emekçi, her isteğinin, başarısının ve sorumluluğunun devlet tarafından dikkate alındığını görerek hakkının ko­runduğundan da emin olacak. Bu sayede ekonomik parla­mento yalnızca ekonomik politikalarını yönetecek, devleti değil.

"Yönetim kısmı senatonun görevi olacak. Diktatörümüz tarafından tüm grup ve sınıflardan seçilecek iki yüz kişi­den oluşacak olan bu senato devleti yönetecek. Bu iki yüz

kişi, tüm halkın en seçkin kesimini oluşturarak devlete önerilerde bulunup destek sağlayacaklar. Yaşamın her alanında görevalacaklar. Hatta ölüm konusunda dahi belli görevleri olacak.

"Şansölyeyi de bu senato seçecek ve şansölye, Reich'ın hem hem de dış politikasından sorumlu olan kişi olacak. Gerektiğinde bu politikalar için ölmeyi dahi göze alması beklenecek.

"Şansölye bakanlarını ve subaylarını bizzat tayin ede­cek. Seçtiği görevlilerin tüm sorumluluğu da yine şansöl­yede olacak ve dilediğinde birilerini görevden alıp yerleri­ne başkalarını göreve atayabilecek.

"Böyle bir sistemin bir kral yahut cumhurbaşkanı tara­fından gözetiliyor olmasının bir önemi yok zira karar mer­ci bu noktada yalnızca şansölye aslında. Bu sebeple bizler de şansölyenin her daim işinin başında olduğundan emin olmakla yükümlü olacağız.•

İKTİDAR İÇİN İHTİYACIMIZ OLAN İRADE

"Anlattığınız sistem kulağa oldukça basit ve net geliyor, hatta neredeyse hayata geçirilmesi kesin denebilecek ka­dar basit fakat diyelim ki böyle bir sistem ancak devlet ele geçirildikten sonra hayata geçirilebilir? Bu noktada devlet yönetimini nasıl ele geçireceksiniz? Biliyorsunuz, hüküme­timiz oldukça güçlü ve bir tür polis devleti olduğumuz da söylenebilir. Tüm resmi kurumlarımız savaştan önce olduk­larından çok daha acımasızlar. Devlet bir şekilde stabil ka­lıp gücünü bir noktaya odaklayarak hayatta kalmayı başardı ve şimdi de her anlamda ve her alanda güç kullanabiliyor. Şimdi diyelim ki sizin azınlık grubunuz hayal ettiğiniz gibi gün geçtikçe daha da güçlendi. O gücün büyümesinin de bir sonu olacaktır. Elbette ülkenin her yerinde sizi savunan

taraftarlarınız da olur ancak asla çoğunluğu yakalayamazsı­nız. Çoğunluk her daim size karşı olacaktır, tabii devlet de bütün güçleriyle çoğunluğun safında yer alacaktır. Sonra ne yapacaksınız peki?"

"Sevgili dostum, işte şimdi biraz biraz anlamaya baş­ladınız beni. Mantıklı bir sıralamayla söyleyebildiğiniz ilk şey oldu bu gerçekten. Sonra ne yapacağız peki? Bu bah­settiğiniz 'sonra' ancak hem yüreği hem de bileğiyle sava­şanlar tarafından anlaşılabilir, gerçek fatihler tarafından! Diğerlerinin buna verecek bir cevabı olmaz.

"Sonra ne yapacağız?! Sonra dişlerimizi kenetleyip her şeye hazır olacağız. Sonra devletin üzerine yürüyeceğiz. Sonra Almanya için o en riskli son adımı atacağız! Devrimi anlatmayı bırakacak ve gerçek anlamda devrime soyuna­cağız!

"Bizler, bir devrim yapacağız!

"Parlamentoyu dağıtacak ve yeni devleti Alman halkının zekasının ve bileğinin gücüyle inşa edeceğiz!

"Ama şu anda eyleme geçebilmek için elinizde imkan yok." "Şu anda eyleme geçmekten bahsetmiyoruz, arkadaşım. 1918 yılının mantığıyla ve Kapp1 örneğini baz alarak değer­lendiriyorsunuz olayı. Putsch destekçilerinin hepsi birer darbeciydi ve bu yüzden asker onları püskürttü, hepsi bu.

"Biz ise bir devrim yapmak istiyoruz. Eski dünyayı ala­şağı edip yepyeni bir dünya kurmamızı sağlayacak bir devrim. Temelde tüm devrimler yapıcı ve yaratıcı hareket­lerdir. Hakiki devrim asla başarısız olmaz. Tarihsel olarak çağ kapatıp çağ açabilme yetisine sahiptir hepsi.

"Evet, şu anda hükümeti devirecek imkanlara sahip de­ğiliz, bu doğru. Diğerleri ise hükümetlerini korumak için her türlü güce sahipler: Silah, basın, propaganda gücü, parlamento, çoğunluğun desteği, para ve iktidar. Ancak

' Kapp Ayaklanması: 1920'de Weimar Hüklim^ıi ni devirip yönetime kısa süre için el koyan gazeteci Wolfgang Kapp liderliğinde ger^ekleştirilen başarısız darbe girişimi.

bir şeye asla sahip olamayacaklar ki bu çok önemli şey bizde fazlasıyla mevcut olduğundan zafer kazanmamızı neredeyse kesin kılıyor: İktidar için ihtiyacımız olan irade!

•Her yerde ve her zaman, bedeli ne olursa olsun kazan­manızı sağlayacak bir iradedir bu. Yoksulluğu ve açlığı, endişeyi ve korkuyu, sırf o büyük ideale ulaşmak uğruna her şeyi kabullenmenizi sağlayan acımasız bir iradedir. Azınlığın fedakarlık yapmasını sağlar ve bu da besili, kar­nı tok, sırtı pek çoğunluğun zevklerine baskın gelecek bir haz verir insana.

•iktidarı gerçekten arzularsanız ona sahip olmak için ne gerekiyorsa yaparsınız. Diğerlerinin silahı varsa, bizde de onlarda olmayan bir şey var: İktidarda olma iradesi! Bu da ihtiyacımız olduğunda o silahları bizzat yapabileceğimiz anlamına geliyor.

"Bu iradeye sahip olan ve ona insan, bu ideal uğru­na ölmeye dahi hazırdır. Demokratlar artık demokrasiye inanmıyorlar, bu yüzden demokrasilerini ücretli askerlerin korumasına teslim etmiş durumdalar. Parlamento için ya­şamak istiyorlar ancak onun için ölmeye hazır değil hiç­biri."

BARIŞSEVERLİK VE SAVAŞ

"Kısacası gücünüze sonuna kadar güveniyorsunuz. Adalete ve yasalara saygı duymuyor, kendi iradenizin yasaları ve adaleti tesis edeceğini söylüyorsunuz. Bunun ardında da Alman halkının bileğinin ezici gücü var, öyle mi?"

"Evet, gücümüze güveniyoruz. Ancakyasalara ve adale­te saygı duymuyor oluşumuzun nedeni bu değil, günümüz Almanya'sında adalet ve yasa kavramları çoktan ölmüş olduğu için bu kavramlara inanmıyoruz.

"Bugün Berlin'de tek bir yargıç yok. Adalet ve yasalar ayaklar altında ve hiç kimse, barbarca adaletsizlikler kar­şısında yasaların çatısı altına sığınmayı aklına dahi getir­miyor. Bilinçli olarak insanları baskı altında bırakıyor ve despotlukediyorlar. Hepsi de çoğunluğun görüşünü temsil ettiklerini iddia ederek yapıyor tüm bunları. Çoğunluğun desteklediği kimseler hakkını fazlasıyla alırken azınlıkla­rın hakkı mütemadiyen gasp ediliyor. Azınlıklar türlü alay­lara maruz kalıyor, dışlanıyor ve despotça bir muameleye boyun eğmek zorunda kalıyorlar.

"Bizler ise Alman halkı için adalet istiyoruz. Baştakiler bu adaleti kendi istekleriyle sağlamaya gönülsüz olduk­larından, biz de yumruklarımızın gücüne sarılıyoruz. Hal­kın yaşam hakkı parlamentodaki çoğunluğun yaşamını sürdürmesinden çok daha kıymetli. Arzumuz yalnızca hayatta kalma arzusu. Adalet de ölümün değil, her daim yaşamın yanında olduğuna göre, demokrasiden çok daha önemli bir hak bizimkisi; eğer baştakiler bu hakkı vermeyi reddediyorsa, o hakkı elde etmek için var gücümüzle sa­vaşırız!"

"Ancak böyle davranarak yalnızca barış ortamını bozu­yorsunuz. Barış ve düzeni değil yalnızca savaşı arzuluyor­sunuz. Nihai hedefiniz yalnızca savaşmak!"

"Halinize bakın, neredeyse ağlayacaksınız! Barıştan, ona iman ediyormuşsunuz gibi bahsediyorsunuz. Siz­ce bugün ortada bir barış var mı? İşsiz ve aşsız kalan milyonlarca sokaklara döküldüğünde huzurdan söz ede­bilir misiniz? Bu verimli Alman toprakları tam anlam­lıyla çöle dönüştürüldüğü için masum çocuklar açlıktan kırılırken ve insanlar yemek dilenirken barıştan söz edilebilir mi? 1918 yılından beri mütemadiyen savaşıyoruz biz, her geçen gün de savaş giderek daha acımazsız bir hal alıyor. Uluslararası piyasalardan gelen haberleri okuma­nızı öneririm. Verilen ekonomik savaşın birer cephesi gibi

her biri. Ölenler ise yalnızca Alman işçiler ve onların ma­sum aileleri.

"İşte sizin barış dediğiniz şey tam olarak bu. Bu ülkede huzur dediğimiz şeye ancak mezara girerseniz erişebilir­siniz. Sizin düzen dediğiniz ölümün acı dolu düzeni yalnız­ca. Hayır, arkadaşım, biz bunu istemiyoruz. Bizim savaş açtığımız şey tam da bu. Halkımıza, kendisine eziyet eden­leri yere çalması ve Yahudilerin her birimize vurdukları prangaların zincirlerini kırması için çağrıda bulunuyoruz.

"İnsanları ölümden kurtarıp hakiki barışa götürecek şey ancak ve ancak mücadele etmektir. Doğanın ebedi kanunu adalet değil, güçtür. Bu yüzden biz de insanlarımızı daha da güçlendirip bu dünya üzerindeki her türlü mücadele­den sağ çıkmalarını sağlamayı hedefliyoruz.

"Barışsever olmak barış getirmiyor. Tam aksine! Tarih; kendi yaşamlarını savunmaktan imtina eden halkların, gerekirse güç uygulanarak nasıl utanç verici şekiller­de öldüklerini gösteriyor hepimize. Biz de insanlarımızı bundan korumak istiyoruz. Hem irade hem de ruh olarak güçlü olmak zorundayız. Kimse ne bizi aşağılayabilir ne de dışlayabilir.

"Bizler adalet istiyoruz ve adaletin anlamı, özgürlük, re­fah ve yaşanabilir alanlara sahip olmaktır. Eğer bu hakkı­mızı iyilikle vermezlerse, biz de savaşarak alırız!

"Bu bir özgürlük, refah ve yaşam alanı savaşıdır ve en yüksek sınıftan en alt sınıfa kadar herkes bu mücadeleye dahil olabilir. Mesele, bir ulus meselesidir.

"Seksen milyon Almanın, yaşama arzusuyla bir ara­ya gelerek oluşturduğu güç, barışı sağlama noktasında sözde insan haklarını korumak adına söylenen bütün ya­lanlardan çok daha sağlam bir garantidir."

ALMANYA'NIN ÖZGÜRLÜĞÜ

"Peki bütün bunlar nasıl sona erecek?"

"Alman toprakları üzerinde Alman halkının özgür kal­masıyla sona erecek elbette. Her bir üretken vatanda­şımız, bu özgürlüğün kendisine sağlayacağı yaşamın ve refahın tadını çıkaracak. Bu yeni yüzyılda inşa edeceğimiz devlette ahlaki ve manevi bir güç hakim olacak.

"Özgürlük, yeni bir devlet sisteminden çok daha fazlası demektir. Bizler yepyeni bir insan türü yaratma arzusun­dayız; bizi savaşmaya mecbur kılan şartlara bakarak çok daha iyi bir dünya görüşü benimseyebilecek bir tür.

"Gelecek ya bizim olacak ya da ortada hiçbir gelecek ol­mayacak!

"Liberallik ölmeye yüz tuttu. Yaşasın sosyalizm!

"Nasyonalizmin yaşaması için Marksizmin ölmesi şart!

"İşte o zaman yeni Almanya'yı inşa edeceğiz; nasyona­list ve sosyalist üçüncü Reich'ı!•


BİLGİ VE PROPAGANDA

9 Ocak 1928

Devrim zor kullanarak gerçekleştirilmez, aksine halk ta­rafından başlatılır ve devrim yapan ulus, kitleler halinde savaşır. Devrimin yasaları basit ve primitiftir, zenginlik ve eğitim gibi fırsatlar yaratmaz. Bu halk, devrimin anlamını gerçekten kavradığında, her bir vatandaşımız bu uğurda hiç düşünmeden kendini feda edebilecektir.

Nasyonal sosyalist devrimin amacı, iktidarın gücünü ele geçirmektir; genelde devrimsel fikirler güç ile birleştirilmezse bomboş teoriler olarak kalmaya mahkum olurlar. An­cak devrimsel bir propaganda Nasyonal Sosyalizm fikrini, İncil'i kılavuzu olarak görerek yola çıkıp devrim bayrağını gücün kapılarına kadar taşıyan Adolf Hitler'in takipçilerin­den oluşan kitlelere ulaştırabilmiştir.

Sevgili Yurttaşlarım,

Bu akşamki konu başlığımız oldukça hararetli bir biçimde tartışılıyor. Ben de kendi bakış açımı şöyle bir değerlendir­diğimde oldukça sübjektif olduğunu fark ettim. Propaganda

hakkında tartışırken dikkat edilmesi gereken şöyle ufak bir detay da vardır: Propaganda bir teori üretme meselesi de­ğildir, bilakis konuşulanı pratiğe dökmekle alakalıdır. Kişi, bir propagandanın diğerinden daha başarılı olduğuna teo­rik olarak karar veremez zira propaganda, ancak belirlenen hedefe ulaşabildiyse başarılı, ulaşamadıysa başarısız kabul edilir. Propaganda materyalinin ne kadar akıllıca olduğunun bir önemi yoktur, propagandanın amacı, bünyesinde yalnız­ca akıllıca öğeler barındırması değil, aynı zamanda başarılı olmasıdır. Bu yüzden ben, propaganda üzerine yapılacak her türlü teorik tartışmalardan kaçınırım çünkü bu tartışmalar­dan bir sonuç çıkmayacağını bilirim. Bir propagandanın iyi olup olmadığını, belirli bir süre içinde insanları ateşleyerek belli bir fikre yöneltmeyi başarmasından anlayabilirsiniz. Şayet propagandanız o süre içerisinde hedeflenen kitleyi kazanabiliyorsa, kabul edilebilir ölçüde başarılıdır; kazanamıyorsa da şüphesiz başarısız olduğunu ortadadır. Kimse size propagandanızın kötü, basit ya da fazla sert olduğunu ve hatta yeterince samimi olmadığını söyleyemez çünkü propagandanın başarısında etkili olan kriterler bunlar de­ğildir; propagandanın amacı ne samimi, ne nazik, ne zayıf ne de mütevazı olmaktır, propaganda yalnızca başarılı olma­yı hedefler. İşte bu sebeple ben, bilinçli olarak propagandayı ikinci bir konu başlığı ile birlikte tartışmayı tercih ediyo­rum: Bilgi. Aksi takdirde bu akşamki tartışmalarımızın pek de bir kıymeti olmayacak. Burada bir takım sevimli teoriler hakkında konuşmak için değil, aksine her gün karşılaştığı­mız zorluklarla hep birlikte başa çıkabilmek için ortak çalı­şabilmenin bir yolunu bulmak için toplandık.

Propaganda nedir ve politik yaşamda ne gibi bir anlam ifade eder? Asıl ilgilenmemiz gerekenler işte tam olarak bu sorular. Propaganda nasıl olmalı ve hareketimiz bünyesinde nasıl bir rol üstlenmeli? Tek başına bir amaç mı yoksa amaca giden bir araç mı? İşte tartışılması gerekenler bunlar; bunu

da ancak propagandanın kökenini konuşarak başlarsak, yani önce propagandanın fikir olarak niteliğinden başlayıp hede­fini yani halkın üzerindeki etkisini konuşarak devam eder­sek başarabiliriz.

Fikirler zamansızdır. Kişilerden bağımsızdırlar ve içine doğdukları halkı da çok az bağlarlar. Halkın arasında var oldukları ve onların tavırlarını etkiledikleri bir gerçektir, evet. Hatta fikirlerin her daim bulutların üzerinde gezin­diği söylenir. Bir gün biri çıkıp da herkesin yüreğinde bile hissedebildiği o fikirleri kelimelere dökmeyi başardığında herkes şöyle der: "Evet! İşte ezelden beri umduğum ve iste­diğim şey buydu!" Hitler'in büyük söylevlerinden birini ilk kez dinleyen insanlar da tam olarak bu hisse kapılıyordu. Hitler'in toplantılarına ilk kez katılan insanlarla konuştu­ğumda bana şöyle diyordu: "Bu adam yıllardır aradıklarımı bir çırpıda kelimelere dökmeyi başardı. İlk kez biri, arzu ettiğim şeylere nesnel bir varlık kazandırdı." Diğerleri kar­maşık düşüncelerle oradan oraya savrulurken biri bir anda ortaya çıkıp hepsinin düşüncelerini kelimelere dökmüştü. Goethe'nin şu sözleri yerini bulmuştu adeta: "Sessiz bir se­faletin içinde kaybolmuştum ve sonunda Tanrı, acımı dışa vurabilecek birini yolladı bana."

Her politik hareketin ilk zamanlarında bazı fikirler be­nimsenir. Bu fikirleri kalınca kitaplar halinde ortaya dök­meye de onlara yüzlerce kalın paragrafla politik bir şekil vermeye de gerek yoktur. Tarih, dünyanın en büyük poli­tik hareketlerinin ancak o hareketin lideri konumunda olan kişi, takipçilerini kısa ve net bir görüşte birleştirmeyi ba­şardığında gelişme kaydedebildiklerini hepimize defalarca göstermiştir. Fransız Devrimi ya da Cromwell Hareketi'nde1 veyahut Budizm, İslamiyet ya da Hıristiyanlığın ortaya çıkış . ^^^^^^^^^^^^^_—

' 1644 ila 1651 yıllarında Cumhuriyetçiler ve Kraliyet yanlıları arasında üç aşamada ge­lişen iç savaşta önemli bir rolü olan devlet adamı Oliver Cromwell, savaşın ikinci aşa­masında idam edilen 1. Charles'ın ardından cumhuriyet vaadiyle yönetimi ele geçirip diktatörlüğünü ilan etmiştir.

dönemlerinde de görülebilir bu. İsa'nın amacı net ve basitti örneğin: "Komşunu, kendini sevdiğin gibi sev.w Takipçilerini bu fikir etrafında topladı çünkü bu oldukça basit, anlaşılır ve net bir öğretiydi, geniş kitlelerin kolaylıkla arkasında dura­bileceği ve sonunda dünyayı fethetmelerini sağlayabilecek kadar açıktı.

Sonrasında bu kısa, net bir biçimde formüle edilmiş fikrin üzerine bir başkası, koca bir düşünce sistemi kurdu ve böylece İsa'nın düşüncesi, yalın bir ifadeden ibaret kalmayıp günlük yaşamın her alanına uygulanarak her türlü insani aktivite için -politika, kültür, ekonomi, yani kısacası insa­nın var olduğu her alanda- bir yol göstericiye dönüştü. Bir tür dünya görüşüne evrildi. İşte diğer bütün büyük devrimlerde de bu süreci gözlemliyoruz aslında; her biri net, açık, anlaşılır ve herkesi sarmalayan bir fikirle başlıyor. Ardından giderek daha geniş kitlelere yayılıp insanların tamamının tüm aktivitelerini yansıtan bir tür aynaya dönüşüyorlar.

Bir insanın, sırf çok okuduğu ya da çok şey bildiği için sağlam bir dünya görüşüne sahip olduğunu söyleyebilir­siniz ancak böyle biri, yaşamı yalnızca tek bir noktadan gözlemleyebilir ve her şeyi belirli standartları gözetmek suretiyle değerlendirebilir. Yani bu bakış açısıyla ben, an­cak hayatımın anlamının komşumu da en az kendim kadar sevmek gibi ağır bir sorumluluk olduğuna inanırsam gerçek anlamda iyi bir Hıristiyan olabilirim. Kant şöyle demiştir: "Hayatınızın en önemli prensibi aynı zamanda ulusunuzun en önemli prensibiymişçesine hareket edin." Yalnızca poli­tikadan şunu veya bunu beklediğimde değil, günlük yaşamı her yönüyle değerlendirebildiğimde gerçek bir Nasyonal Sosyalist olduğumdan emin olabilirim. Toplumun faydasını kendi faydamın üstünde görerek ve devletimin çıkarlarını kendi çıkarlarımdan daha fazla önemseyerek hareket etmek zorundayım. Ancak o zaman böyle bir devletin beni ve ya­şama hakkımı koruyabileceğinden emin olabilirim. Politika,

kültür ve ekonomi açısından hemen her meseleyi bu bakış açısıyla değerlendirebildiğimde gerçek bir Nasyonal Sosya­list olduğumu iddia edebilirim. Bu yüzden tiyatroyu bile eğ­lenceli ya da kaliteli olmasıyla değerlendirmem, daha ziyade şu soruyu sorarım: Halkıma bir faydası var mı, onlara bir fayda sağlıyor mu ya da içinde yaşadığım toplumu güçlen­direbilir mi? Eğer bu kriterlerden birini karşılıyorsa, toplum güçlenir ve bununla birlikte beni de güçlendirip destekleye­bilir. Ekonomiyi yalnızca bana maddi kaynak sağlama aracı olarak görmekten ziyade halkımı maddi bakımdan güçlen­direcek, onları daha varlıklı ve pek çok şeyi yapmaya muk­tedir kılacak bir araç olarak görmeyi tercih ederim. Ancak o zaman o halkın da beni desteklemesini ve maddi olarak güçlendirmesini bekleyebilirim. Eğer bakış açım bu olursa, ekonomiyi de Nasyonal Sosyalist perspektiften bakarak de­ğerlendirebilirim.

Şayet bu yalın ve net fikri tüm insani istekler, eylemler ve motivasyonları içeren bir düşünce sistemine çevirebilirsem, o zaman bir dünya görüşüm oluşmuş demektir.

Bir fikir, bir dünya görüşüne evrilirken hedefinde yalnızca devlet olmalıdır. Bilgi yalnızca belirli bir grubun mülkü ola­rak kalmamalı, bilakis güç için savaşmak üzere kullanılma­lıdır. Ancak o zaman halkın arasında var olan birkaç kişinin hayali olarak kalmaktan ziyade iktidar sahiplerinin, gücü elinde bulunduranların fikrine dönüşür. Görüş ise yalnızca sözle var olmamalı, bir şekilde pratiğe de dökülebilmelidir. İşte o zaman en başta oluşan fikir, bir devletin dünya görü­şüne dönüşebilir. Güç elde edildiğinde de o dünya görüşü devlet aygıtını oluşturur ve yalnızca teoride değil pratikte de halkın günlük yaşamını etkileyebilecek bir konuma ula­şır.

Şimdi bu fikirleri taşıyan, yayan ve koruyanların kimler olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Fikirler elbette her daim bireylerin zihinlerinde oluşup şekillenir. Fikir, her daim

olağanüstü entelektüel gücünü aktarabileceği bir birey arar. Beynin içinde hayat bulur ve olgunlaştığında dudaklardan dökülebilmenin de yolunu arar. Bilginin yalnızca kendi bünyelerinde var olmasından tatmin olmayan bireyler tarafından fikir bir şekilde söze dökülür. Bunu deneyim örneğinden de bilirsiniz. Bir insan bir şey öğrenmişse, elde ettiği bilgiyi gizli bir hazine misali kendi içinde saklamaya çalışmaz, bilakis yakınlarına da aktarmaya çalışır. O bilgiye ihtiyacı olabilecek insanlar bulmayı dener. Herkesin o bilgiye erişmesi gerektiğini hisseder ve kimse onun bildiklerinden haberdar olmazsa yalnız olduğu hissine kapılır. Örneğin, bir sanat galerisinde güzel bir resim gör­düğümde onu arkadaşlarıma da anlatma ihtiyacı duyarım. İyi bir arkadaşımla karşılaştığımda ona şöyle derim: "Hari­kulade bir resim gördüm. Sana da mutlaka göstermem ge­rek!" Gerçek fikirlerde de aynı ihtiyaç söz konusu olur. Eğer bir fikir bireyin içinde var olmayı başardıysa, kişi bu fikri başkalarıyla da paylaşmaya ihtiyaç duyar. İçimizde, bizi o fikri başkalarına aktarmaya sevk eden gizemli bir güç uya­nır. Bir fikir ne kadar büyük ve ne kadar yalın ise, günlük yaşama uyarlanabilmesi o kadar kolay ve kişinin onu başka­larına anlatma isteği o kadar güçlü olur.

Şayet bir ulusun, toplumun faydasının bireyin faydasının üzerinde tutulması prensibiyle yönetilmesi gerektiğine inanıyorsam, bunu, fikri uygulayabilecekkimselere aktarmam gerekir. Bu prensibin insanüstü bir doğası olmadığını, günlük yaşama da kolaylıkla uygulanabilecek bir olgu olduğunu fark ettiğim anda ekonomi dünyasından bu fikirle ilgilenebilecek kimselere de anlatmaya ihtiyaç duyarım. Şayet sonrasında kültürel yaşama da bir şekilde uygulanabilir olduğunu fark edersem, kültürel aktivitelerde bulunan insanlara da anlatma ihtiyacı hissederim. Büyük kitleleri asla tek bir sözle kazanamazsınız, o sözün gölgesinin insani eylemlerin var olduğu her ortama düşüyor olması gerekir.

Şimdi, bir fikrin nasıl yayıldığını ve nasıl olup da bir dünya görüşüne dönüştüğünü, taşıyıcının yani bireyin bir topluluk oluşturmayı nasıl başarabileceğini ve o bireydenbir organizasyon, ardından da bir hareketin şekillenebildiğinı gördünüz. Fikir, bu noktada tek bir bireyin zihnine ve kalbine gömülü halde kalmadı; artık o fikri benimseyen bireylerden dört, beş, on, yirmi, otuz, elli, seksen, yüz tanesi ve hatta çok daha fazlası var. İşte fikirlerin gizemi tam da bu noktada yatar; her biri kontrol edilemeyen birer yangın ya da bir gaz bulutu misali her şeyin üzerini kaplayıveriyor. Fikir bir yere girmenin bir yolunu bulduğunda içeri sızıyor ve o bireyin de diğerlerini etkilemesine ortam hazırlıyor. Başkaları buna asla engel olamıyor, belki güç kullanarak o yangını söndürebileceklerine inanıyorlar bir süre için, hatta belki iki veya on, yirmi ve hatta elli seneliğine bir şekilde bunu başarıyorlar da. Ancak dünya tarihinde sonsuza kadar engellenebilen bir fikir yoktur. O fikrin şu anda, yarın ve hatta yıllar sonra hayata geçmesi bir şey değiştirmiyor.

Bir fikri, belli bir süreliğine güç kullanmak suretiyle el­bette ki yavaşlatmak mümkün. Ancak gerçekte bu eylem yalnızca o fikrin gelişip daha da güçlenmesine katkı sağlar çünkü uygulanan güç, en fazla fikrin zayıf kısımlarını bas­kılayabilir. Fikre tam anlamıyla uygun olmayan kısımlar, bu süreç içerisinde tam olarak fikirden ayrışarak ortadan kay­bolur. Böylece bir anda birey topluluğa, ardından bir hare­kete ya da tercihe göre bir partiye dönüşür.

Her hareket bir parti kurulmasıyla başlar. Elbette bu, o hareketin mutlaka parlamenter sisteme dahil olan partile­rin yöntemlerini izlemek zorunda olduğu anlamına gelmez. Bizler, partiyi toplumun bir parçası olarak görmekteyiz. Bir fikir, bir topluluğun dünya görüşünü oluşturmak üzere ya­yılırken, topluluk da o fikre pratik bir form kazandırmak isteyecektir şüphesiz. Parti ise bir şekilde organize olabil­me gerekliliği hissedecektir. Derken birinin aklına aniden

bir fikir gelecektir: "Siz de benim düşündüğüm gibi dü­şünüyorsunuz. Siz şurada ben de burada çalışıyorum ama birbirimizle ilgili hiçbir şey bilmiyoruz. Bu gerçekten çok saçma. Siz kendi üzerinize düşeni ve ben de kendi payıma düşeni yaptığım sürece birlikte çalışmamız çok daha yararlı olur. Her ay bir araya gelip de bu işleri konuşarak kolayca halletsek sizce de iyi olmaz mı?" İşte bu, organizasyonun haşlangıç noktası olacaktır. Ardından kademe kademe daha güçlü bir organizasyon ve idealleri için savaşmaya hazır bir parti oluşur. İdeallerinin lafta kalmasını değil, bilakis hayata geçmesini arzu eden bir parti şekillenir.

Yakın zamandan bir örnek verebiliriz buna. Nasyonal sosyalist hareketimiz sıklıkla karakterini kaybetmekle suç­lanıyor. Aşırı milliyetçiliğe meyleden böylesi bir hareketin geniş ve hareketli düşünce sistemini alıp zorbalığın yatağı­na sürüklemekle suçlanıyoruz. Sözde, hareketimizin uzayan uzuvlarını keserek milliyetçilik fikrinin en önemli kısımla­rını eklemişiz. Bazıları da nasyonal sosyalizmin yalnızca bir maske olduğunu iddia ediyor. Davamızın temelinde yatan esas görüş aslında aşırı milliyetçilikmiş. Herkes milliyetçi­lik görüşüne dayanarak kendi fikrini dile getiriyor ve kendi görüşünü paylaşmayan herkesi davaya ihanet etmişçesine suçluyor. İşte savaş öncesinde hakim olan milliyetçilik dü­şüncesi tam da buydu. Şayet bir kimse bu harikulade fikri tam olarak anlayabilmeyi başararak -ki aşırı milliyetçilik ideali Marksizmden çok daha büyük bir fikirdir- bu fikir­den yola çıkarıp da sıkı bir politik organizasyon kurmayı başarabilseydi, 9 Kasım'da kazanan taraf Marksistler değil milliyetçi cephe olurdu. Marksizm, politik koşulları çok daha iyi değerlendirebildiği için kazandı, zira sonradan ül­keyi fethetmek için kullanacağı kılıcı çoktan bilemişti. Aşırı milliyetçi görüş eğer büyük bir hareket başlatıp organize ol­mayı başarabilseydi -bu halkımız için bugün adeta bir ölüm kalım meselesidir- Marksizm değil, bilakis milliyetçilik

kazanır ve sağlam bir dünya görüşüne dönüşürdü. Ancak bu görüşü benimseyenler ne bir parti kurmayı ne de ülkeyi fethetmek için kullanacakları kılıçlarını bilemeyi başarabil­diler.

Şimdi ulusumuzun bir dünya görüşüne ihtiyacı var. Hıristiyanlık, ülkemizi fethetmiş durumda ve şimdilerde politik eylemlere de bir şekilde yön vermeye başladı. Bu yüzden gönül rahatlığı ile şu iddiada bulunabilirsiniz: "Evet ama Hıristiyanlık ülkeyi fethettiği andan beri Hıristiyan vatandaşlarımızın sayısı giderek azalmaya başladı." Bütün büyük fikirlerin karşı karşıya kaldığı bir trajedidir bu. Bu günah dolu hayata, yani insanların dünyasına girdikleri anda gökleri terk ettikleri için o romantik büyülerini kaybederler. Sıradan bir fikre dönüştüklerindede hangisinin yaşamı değiştirecek kadar güçlü olup olmadığını ayırt edemeyecek duruma geliriz çok geçmeden. Milyonlarca yıldır işler böyle gelişmiştir ve muhtemelen milyonlarca yıl daha bu şekilde devam edecektir. Bunun nedenini ise daha yüce bir makama sormanız gerekir. Şimdilerde bir fikir pratik bir form kazandığı anda melek kanatlarını ve romantik gizemini kaybediyor. Eğer geçmişte birileri aşırı milliyetçilik görüşünü romantik gizeminden sıyıracak kadar cesaret gösterebilmiş olsaydı ve acı gerçekleri olduğu gibi kabul edebilseydi, milli görüş şimdilerde bazı hayalperestlerin gözüne göründüğü kadar romantik bir fikir olmazdı. Bilakis, milyonlarca Alman çocuğun açlıktan kırılmasının önüne geçilirdi. Bana göre bir ulusun hayatta kalması, bir görüşün birkaç hayalperestin zihninde, o ilk ve saf haliyle kalmasından çok daha önemli.

Şayet ülkenin tamamına hakim olmak istiyorsa, bir hareketin -ki eğer pozitif ve tarihsel bir değişim yaratmak için bunu istemek zorundadır- muhakkak bir organizasyona ihtiyacı olduğunu görüyorsunuz. Ortalıkta dolanıp şunları söyleyen liderlerle sık sık karşılaşıyorum:

"Pekala, yaptıklarınız iyi, güzel ama Alman dilindeki yabancı sözcükler için de muhakkak bir muhalif duruş takınmanız gerekir.n Sonra bir başkası gelip şöyle diyor: "Pekala, söyledikleriniz iyi, hoş ama programınızda muhakkak allopatinin[III] tehlikeli olduğunu belirtip homeo- patiyi2 desteklediğiniz bir nokta da olmalı.n Şayet bir hare­ket, bu tip liderler tarafından yönlendiriliyorsa, Yahudiler tarafından yönetilmekten kurtulması asla mümkün olmaya­caktır. Zira Yahudiler, geriye keşfedilecek şey kalmayıncaya dek her gün yeni yeni icatlar çıkarmaya kendilerini adamış durumdalar. Allopati ve homeopati yanlılarının arasında bir anlaşma sağlamak, devrimsel bir mücadelenin görevi değil­dir; böyle bir mücadelenin sonunda güce ulaşmak hedeflen­melidir yalnızca. Böyle bir hareketin belirlediği program, her dürüst savaşçının arkasında durabileceği kadar sağlam olmalıdır. Günümüzde Almanya'nın modern ve kültürel ya­pılanmasının her türlü saçmalığa dayanak oluşturduğu da bir gerçek. Bu saçmalıkların bir şekilde Almanya'nın ulu­sal ruhunu zehirlediğinin de pekala farkındayım. Şöyle di­yenler de var elbette: "Artık bir şeyler yapılmalı. Bir şeyler yapmak zorundasınız. Eğer film endüstrisiyle savaşacaksa­nız, en ilkel ekipmanla çalışmak zorunda kalsanız dahi ken­di sinema sektörünüzü oluşturmaya mecbursunuz. Şayet çocukların okulda okudukları kitaplarla zehirlendiklerini düşünüyorsanız, öncelikle çocukların ruhlarını kazanmalı ve onlara panzehir sağlamahsınız.n Bunlara verdiğim yanıt çok basit: "Kültürel yapının kötü yönetimi sonucunda orta­ya çıkan zehre karşı bir panzehir yaratabilmek için on sene uğraşabilirsiniz ancak Kültür Bakanlığı'nın vereceği tek bir karar, bütün yaptıklarınızı yerle bir edebilir. Ancak eğer o on yılı hareketiniz için yeni savaşçılar kazanmakla geçirir-

seniz, hareketiniz Kültür Bakanlığı'nı ele geçirip istediğini yapabilir! Bunun dışında her şey nafile çabalamaktan başka işe yaramayacaktır."

Eğer bir hareket politika arenasında belli bir güç kazanır­sa, hedeflediği pozitif eylemleri de kolayca gerçekleştirebi­lir. Ancak o zaman başarılarının devamlılığını sağlayacak güce erişir. Bir hareket veya parti, ülkesinin yönetimini devraldığı anda benimsediği dünya görüşü devletin de dün­ya görüşünü temsil eder ve partisi, bir anda tüm ulusun par­tisine dönüşür. Bizim ulusumuz da topraklarımızda yaşayan altmış milyon insandan oluşmuyor. Ulus dediğimiz şey as­lında çok daha karmaşık bir yapı. Biri evet dediğine bir di­ğeri hayır diyorsa burada bir sorun var demektir. Bir ulusun karakterini, bilinci belirler. Tek başına içgüdü de bunun için yeterli değildir. Bu milletin bir ferdi olduğumun farkında olduğumda, yani gerçek bir birey olduğumun ayırdına var­dığımda gerçek anlamda Alman ulusunun bir parçası olu­rum. Büyük seçmen kitlesine asla şunu söylememelisiniz: "Alman olduğunuzu sakın unutmayın!" Bunun yerine, "İyi düşünün, sizler Almansınız!" demelisiniz. Düşünmek bi­linçli olmanın bir aşamasıdır. Bu yüzden böylesi bir bilinci toplumun tüm fertlerinin benimsemesini sağlamalısınız. Adolf Hitler de Münih'teki mahkemede kendisine sorulan şu soruya aynı şekilde karşılık verdi: "Böyle ufacık bir azın­lıkla altmış milyon insan üzerinde bir diktatörlük kurabile­ceğinizi nasıl düşündünüz?" Hitler'in yanıtı şöyleydi: "Eğer koca bir ulus delicesine korkuyorsa ve korkaklardan geriye, harika bir şeyler yapmak ve devleti dönüştürecek güce sahip olmak isteyen sadece bin kişi kaldıysa, ulus dediğiniz aslın­da o bin kişiden ibarettir." Eğer diğerleri o azınlığın devleti ele geçirmesine izin verirse, bizim bir diktatörlük kuracağı­mız gerçeğini de kabul etmek zorunda kalacaktır.

Bir hareketin doğası konusunda da aynı şey geçerlidir. Şa­yet bir hareket, devletin idaresini ele alacak kadar güçlüyse,

onu dönüştürecek güce de sahip demektir. Bugün, bizleri Marksistlerin yönetmesinden şikayet edecek son insan be­nim aslında. Onları alt edecek kadar güçlü olamadığımız sü­rece bizi yönetmeye hakları var zira. Hatta ben bu haklarını ne kadar kısıtlı alanda kullandıklarını gördükçe gerçekten şaşırıyorum. Ben olsam çok daha farklı hareket ederdim. işte, bu da Marksistlerin dünya görüşünün trajik bir yönü. Yine Bertin Polis Departmanı'nda görev yapan memurların Ja bize karşı güç kullanmalarından şikayet etmem, ancak kendilerini demokrat olarak adlandırıp düşünce ve konuş­ma özgürlüğünün korunmasını sağladıklarını iddia ettikle­rinde onlara karşı çıkarım zira bu, gerçekten mantıksız bir iddia olur. Yaptıkları tek şey halka yalan söylemek çünkü. Hatta o memurların her birinin birer diktatör olduğu da id­dia edilebilir.

Eğer bir politik hareket, üyelerini devletin önemli ma­kamlarına yerleştirebilecek kadar güçlenmiş ise, devlet organlarını şekillendirme hakkına da sahip demektir. Buna karşı çıkan herkes, aptal birer teorisyenden başka bir şey olamaz zira politikada ahlaki prensipler değil güç konuşur. Şayet politik bir hareket, devleti ele geçirmeyi başardıysa, onu şekillendirme hakkını da elde etmiştir. Bahsettiğimiz üç unsurun idealler ve karakterle nasıl örtüştüğünü isteyen herkes kolaylıkla görebilir aslında; fikir, bireye bir dünya görüşü kazandırır, o dünya görüşü bireye devleti kazanma fırsatı tanır ve nihayetinde birey partiye, parti de koca bir ulusa evrilir.

Burada en önemli mesele, ufak tefek teorik konularda dahi benimle aynı :fikirde olacak insanlar bulmaktan öte, bir dünya görüşü kazanabilmek için benimle birlikte mücade­le etmeye istekli kimselere ulaşmak. Hak olarak gördüğüm bir aygıtı kullanarak insanları kazanmak... İşte, bizim pro­paganda dediğimiz tam olarak bu. Başlangıçta bilgi vardır; bilgi propagandayı, kendisini politikaya çevirecek olan in-

san gücünü bulmak için kullanır. Propaganda; fikir ve dün­ya görüşü, dünya görüşü ve devlet, birey ve parti ile parti ve ulus arasında bir yerlerde durmaktadır. Şu anda önemli olduğunu fark ettiğim bir şeyi ele alıp sokaklarda dolanan bir parti arabasından megafonla konuşarak o konudan bah­setmeye başlarsam bu, propaganda yaptığım anlamına gelir. Aynı anda başka insanların da bana katılmalarını beklerim. Propaganda; birey ve topluluk, fikir ile dünya görüşü ara­sında köprü kurar. Propaganda, organizasyonun öncülü ni­teliğindedir. Bu aşamayı gerçekleştirdiğinde bu kez devlet yönetimini ele almanın öncülüne dönüşür ve bu yüzden her daim hedefe giden yolu teşkil eder.

Her ne kadar ürettiğim fikre sarsılmaz ve değiştirilemez biçimde sarılmam gerekiyor olsa da propaganda, gereki­yorsa koşullara uyum sağlamak için bir takım değişimler geçirebilir. Propaganda her daim esnetilebilir olmalıdır. Bir yerde farklı, başka bir yerde çok daha farklı şeylerden söz edebilir. Bir iş adamı olarak farklı, seçim minibüsünde şoföre çok daha farklı konuşabilirim örneğin. Şayet bunu yapmazsam, birlikte iş yaptığım iş adamları benim deli ol­duğumu düşünebilir ve şoför de söylediğim onca şeyden tek kelime anlamayabilir. Yani propaganda dediğimiz şeyin bir sınırı olamaz. Ulaşmak istediğim kişinin kim olduğuna göre şekil değiştirebilmelidir. İzninizle size, 1919 yılından beri Berlin'de Nasyonal Sosyalist görüşün tanıtımını yapan bir üyemizin hikayesini anlatayım. İlk zamanlar bu üyemiz, karşıt görüşle alakalı ne görürse görsün kendisini paralaya­cak kadar öfkeleniyordu ki bu, bizim kaçındığımız bir tavır­dı. Sonrasında en sert antisemitist görüşlere yer verilen ya­yınları sokaklarda görüp rahatsız olmamaya başladı. Bunları kötü yayınlar olduğunu elbette ki biliyordu ancak onlardan daha iyi kaynaklar bulamadığı için metroda bu kitap ya da gazeteleri okumaya başladı. Herkes kendisinin zararsız biri olduğunu düşünüyordu. Okuduğu yayını metroda bırakıp

gitmeye kalktığında ise mutlaka biri arkasından, "Beyefen­di, okuduğunuz şeyi de yanınızda götürün," diyordu. Bunun üzerine kardeşimiz gazetesini alıp kondüktöre bırakıyor ve şöyle diyordu: •Al bakalım, Alman kardeşim."

Elbette kondüktör de onun akıl hastanesinden kaçmış biri olduğunu düşünüyordu ancak arkadaşımız zamanla, bu yöntemin yabancılardan ziyade tanıdığı kimselerde oldukça işe yaradığını fark etti.

Kısacası, propagandanın tek bir kuralı yoktur. Birey ya propaganda yapmayı becerebiliyor ya da beceremiyordur. Mantıklı her insan belli bir seviyeye kadar keman çalma­yı öğrenebilir ancak bir noktadan sonra hocası kendisine şunu söyleyecektir: "Gelebileceğiniz son nokta budur. Bu­rada sonrasını ancak bir dahi halledebilir. Siz ise bir dahi değilsiniz, bu yüzden öğrendiklerinizle yetinmeyi öğren­melisiniz." Ben de mantıklı herhangi bir insana bir noktaya kadar propaganda yapmayı öğretebilirim ancak kısa süre içerisinde sınırlarını da fark etmem kaçınılmaz olacaktır. Bir insan ya bir propagandacıdır ya da değildir. Bir propa­gandacıyı küçümsemek hatalı bir hareket olacaktır ve hatta bazı kimseler propagandacının hariçten gazel okuduğunu söyleyecektir. Bu da aslında net olarak bir kıskançlığın ve beceriksizliğin işaretidir. Bu lafları edenler genel olarak kit­lelerin yok saydığı vasat filozoflardır. Şimdiye dek nasyonal sosyalist hareketimize mensup bir sürü iyi konuşmacının olduğunu -kimse bunu inkar edemez- pek çok kez gördü­nüz. Ancak rakiplerimizin iyi konuşmacıları olmadığı için her yerde şöyle söylüyorlar: "Evet, hepsi sadece hariçten ga­zel okuyorlar." Hitler'i de beş yıldır, "Nasyonal Birliğin Gazelcisi" olarak adlandırıyorlar. Ancak hariçten gazel okuyan bu adamın, onların düşüncelerine uymayan fikirleri oldu­ğunu anladıklarında Hitler'i bu kez de uğraşılması gereken 'çılgın bir politikacı' olarak adlandırmaya başladılar. Elbette böylesi bir propagandacıyı küçümsemek aptallıktır. Parti

içerisinde propaganda yapabilen kişilerin çok belirgin rol­leri vardır. Henüz genç olan hareketimiz için böylesine toy ve büyük liderlerden yoksun olmamızın iyi bir tarafı var; büyük liderler belirgin alanlarla sınırlı kalamazlar, her şeyi yönetmek zorundadırlar. Aynı anda hem propagandacı, hem organizatör, hem konuşmacı hem de yazar olmaları gerekir. İnsanlarla iyi anlaşmak, para bulmak, makaleler yazmak ve daha birçok şeyi tek başına halletmek zorunda kalırlar. İşte bu yüzden Hitler'in ancak hariçten gazel okuyan bir adam olduğunu söylemek hatalıdır. Aslında bu, Hitler'i olağanüstü kılan ve onu diğerlerinden ayıran özelliğidir. Hitler, hem bir politikacı hem de propagandacıdır; diğer partilerin liderle­ri ise ne politikadan ne de propagandadan anlarlar. Artık propagandanın dünya görüşüyle ve organizasyonla ne kadar ilintili bir olgu olduğunu anlamışsınızdır. Fikirlerimizi ve dünya görüşümüzü birey düzeyinden kitlelere taşımak için halletmemiz gereken zor işler tamamlandığında, propagan­danın görevi de seviye atlayarak bilgiyi kitlelere taşımak ve nihayetinde devleti ele geçirmek olacaktır.

Size bir örnek vereyim.

Şayet bildiklerimiz, birkaçımızın kafasındakalsa ve kimseye aktarılmasaydı, kime faydası olurdu bunca bilginin? Bir süre sonra o birkaç kişi de, başkalarının kendileriyle aynı görüşleri paylaşmadığını fark edince o fikirlerin doğruluğundan şüphe edecektir. Şayet insanları -gazetelerimizi dağıtan en küçük S.A mensubundan en iyi konuşmacımıza yahut da partinin liderine kadar herkesi- kazanamazsak yalnızca kendimize sakladığımız için onca yararlı bilgi heba olup gidecektir. Diğerleri, yaptıkları saçmalıklara durmaksızın devam edecek ve Alman halkı en sonunda yok olup gidecektir.

Her ne kadar yalnızca bir araç olsa da propaganda, güce giden yolda kullanılması gereken olmazsa olmaz bir aygıttır. Propaganda yapılmazsa hareketin en başında benimsenen fikir asla devleti ele geçirecek konuma ulaşmayı başara-

maz. Önemli olduğunu düşündüğüm her detayı mümkün olduğunca çok insana ulaştırabilmem gerekir. Yetenekli bir propagandacının görevi; çoğunluğun düşünebileceği şeyleri algılamak ve bunları, eğitimli kesimden sıradan vatandaşa kadar herkese ulaşabilecek şekilde yeniden düzenlemektir. Buna bir örnek olarak Hitler'in Jena'daki konuşması geliyor aklıma. Dinleyicilerin yarısı Marksistler yarısı da öğrenciler ve üniversitelerde ders veren profesörlerden oluşuyordu. Konuşmadan sonra her iki grupla da sohbet etmek için ya­nıp tutuşuyordum. Profesörlerin de ortalama katılımcıların da Hitler'in söylediklerini kelimesi kelimesine aynı şekilde anladıklarını görebiliyordum, işte hareketimizin büyüklüğü burada yatıyor; kullandığımız dil geniş kitlelere ulaşabili­yor!

Elbette konuşma tarzı da konuşmacının kim olduğuna göre değişiklik gösteren bir unsur. Bir fikri herkesin aynı şekilde değerlendirmesini beklemek büyük bir hata olur zira fikir ne kadar büyükse, fikrin ulaşmasını istediğimiz birey­ler de o kadar farklılık gösterecektir. Biri bir konuşmacıdan hoşlanırken bir başkası bir diğer konuşmacıyı dinlemeyi tercih edecektir örneğin. Yumuşak konuşmalar yapan birini esip gürleyen bir anlatıcıya çevirmeye çalışmak ya da esip gürleyen bir konuşmacıya yumuşak konuşmalar yaptırmak da beyhude bir çaba olur. İkisi de beklenen başarıya ulaşa­mayacaktır zira. Yumuşak konuşmalar yapan anlatıcı ne ka­dar çabalarsa çabalasın dinleyicisinin kalbine ulaşamayacak, diğeri de asla sakin bir konuşma yapmayı başaramayacaktır. Bunun sonucunda herkes evine hayal kırıklığı içerisinde dönecektir. Hareketimiz daha geniş kitlelere yayılmaya baş­ladıkça aramızda bu tip farklı konuşmacılardan daha fazla olacak ve böylece her biri kendi kitlesini direkt olarak et­kileyebilecektir. Tanrı'nın dünyasında hiçbir şey birbirinin tıpatıp aynısı değil. Her şey birbirinden farklı, arada ufacık

farklılıklar olsa dahi genel durum bu. Bu yüzden herkes olayları bir diğerinden farklı yansıtma becerisine sahip.

Propaganda olarak adlandırdığımız olgu, bir fikrin ar­dında gelişip büyüdükçe o fikir de genişler ve daha esnek bir hal alır. Artık yalnızca birkaç zihnin içerisinde kalmayı değil, daha çok ruha ulaşmayı arzular. Bu şekilde daha kap­samlı bir programa dönüşür. İşte şimdilerde biz de, hareke­timizin ana fikrini gözlemlerken böyle bir manzarayla karşı karşıya kalıyoruz. Artık tek bir kitap için ölmeye hazır mil­yonlarca insan bulmanız çok zor. Ancak ilkeleri uğruna öle­bilecek milyonlarca insan bulabilirsiniz, işte hareketimiz de zaman içerisinde giderek vazgeçilmez bir ilkeye dönüşüyor. Kişisel olarak özel yaşamlarımızda edindiğimiz her türlü bilgi, kalplerimize sarsılmaz bir biçimde yerleşen yüce bir inanca dönüşüyor. Her birimiz, gerekirse bu inanç uğruna her şeyini vermeye hazır. Kimse sadece günde sekiz saatini feda etmek istemiyor. İnsanlar, Almanya Almanların olsun diye ölmeye hazır. Adolf Hitler'in 1919'da bulunduğu keha­net her geçen gün daha da netleşerek gerçeğe dönüşüyor: "Özgürlük ve Refah!" Hareketimiz, insani yanından giderek daha fazla özgür kalıyor ve tam anlamıyla güç kazanıyor. İnsanların artık günde sekiz saat derken neyi kast ettiği­mizi sormayacakları zamanlar da giderek yaklaşıyor. Artık Almanya umutsuz bir duruma düştüğünde insanlar sade­ce şunu soracaklar: "Bize tekrar umut aşılayabilir misiniz?" Eğer bir hareket, sahip olduğu fikri bir dünya görüşüne dönüştürerek nihayetinde insanların, uğrunda ölmeyi göze alacağı bir ilke yaratabiliyorsa, o hareket zafere ulaşmaya çok yaklaşmış demektir. Bu zafer de bir şeyler araştırarak değil savaşarak, her gün düşmanla girilen acı bir mücade­lenin sonucunda düşmanına, ulusunu nasıl yanlış bir yola soktuğunu göstererek yapılabilir. İtiraf etmeliyim ki Berliner Tageblatt' okuyarak çok şey öğrendim. Yahudilerin çalışma

ı Berliner Tageblatt, dönemin Nazi karşıtı gazetelerinden biridir.

yöntemleri konusunda iyi bir örnek teşkil ediyor bu gaze­te. Yahudilerin bulunduğu noktadan bakınca tek bir yanlış yaptıklarını dahi görmedim ancak ulusal gazetelerimiz hata üzerine hata yapıyorlar.

Artık sizlere propagandanın en önemli özelliklerinden bahsetmek istiyorum. Şu anda propagandanın bir sonuç değil, sonuca götüren bir araç olduğu konusunda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Propagandanın amacı; Nasyo­nal Sosyalist hareketin bildiklerini insanların tamamına ya da bir kısmına yaymaktır. Eğer bunu başarıyorsa, güçlü bir propagandadır; başaramıyor ise değildir. Alman milli­yetçiler 9 kasım 1923'ten önce Hitler'in propagandalarının fazla gürültülü, fazla şaşalı ve fazla popüler olduğunu iddia ediyorlardı. Hitler ise o zamanlar şöyle karşılık vermişti bu iddialara: "Münih, Nasyonal Sosyalist olmalıdır. Eğer bunu yapmayı başarırsam, propagandanı da başarılı olmuş de­mektir. Şayet tek amacım sizi mutlu etmek olsaydı, bu pek hoş bir durum olmazdı ancak niyetim asla bu değil." Pro­pagandayı yolun yarısında değerlendiremezsiniz, onu yara­tanın kişinin hedefine ulaşıp ulaşmayacağını görmek için sonuna kadar beklemeniz gerekir. Devlet bir propaganda­yı yasakladı diye onu kötü ilan etmeniz de doğru bir tavır olmaz. Polis teşkilatı Yahudilerin elindeyken propaganda­mızın yasaklanmaması bizim açımızdan daha kötü zira bu, propagandamızın zararsız olduğu anlamına gelirdi. Yasak­lanıyor oluşu, karşıtlarımızın bizi tehlikeli olarak gördükle­rine işarettir. Şayet yasağı kaldırırlarsa sakın bana gelip de Yahudilerin hatalarını anladıklarını söylemeyin. Zira bunu ancak amaçlarına ulaşmadıklarını gördüklerinde yaparlar. Siz istediğinizi söyleyebilirsiniz ama bana göre Yahudiler, çekiçlerini ancak onu kullanmamanın daha iyi bir propa­ganda yöntemi olduğunu ya da çekicin görevini artık ta­mamladığını düşünürlerse bir köşeye bırakırlar.

Başarı elbette ki önemli bir detaydır. Bu noktada propa­ganda ortalama zekaya sahip insanların işi değildir, daha ziyade uygulayıcıların alanıdır. Propagandanın teorik ola­rak hatasız ya da sevimli bir olgu olmasına gerek yoktur. Size harikulade ya da estetik açıdan çok şık gelen konuş­malar yapmak ya da kadınları ağlatacak şekilde konuşmak zorunda değilim. Politik konuşmalar yaparken, doğru ol­duğunu düşündüğümüz şeyi insanların da kabul etmesini sağlamayı hedefleriz. Başka şehirlerde, Berlin'de olduğum­dan daha farklı konuşurum ya da Beyrut'ta konuştuğumda Pharus Hall'de1 söylediklerimden daha farklı şeyler dile getiririm. Bu, teoriden ziyade pratikle gelişen bir beceri. Birkaç zihni etkileyen basit bir hareket olmaktan ziyade geniş kitlelere ulaşabilen bir harekete dönüşmek istiyoruz. Propagandanın popüler olması gerekir, bu yüzden aslında entelektüel olarak sizi tatmin etmesi önemli değildir zira propagandanın hedefinde entelektüel meselelere değinmek gibi bir şey yoktur. Bu türden meseleleri, kendi kendime düşünerek ya da çalışma masamda vakit geçirerek de çözebilirim, toplantı salonlarında konuşarak değil. O salonlarda ancak dinleyenlere ürettiğim çözümleri iletirim; oralara bu sorunlarla birlikte girmem, doğru olduğunu düşündüğüm şeyler konusunda diğerlerini de ikna etmek için girerim. Buralarda doğru olduğunu düşündüğüm şeylerle başka insanlara ulaşmamı sağlayacak yeni yöntemler öğrenirim. Konuşmacı ya da propagandacı, ilk aşamada fikri derinlemesine algılamalıdır zira bunu propagandasını geliştirme sürecının tam ortasında yapamaz. Durum değerlendirmesine ilk olarak bununla başlamalıdır. Kitlelerle aralarındaki günlük iletişiminde o fikirle nasıl bağlantıya geçeceğini öğrenir. Propagandanın görevi bilgiyi keşfetmek değil, keşfedilen o bilgiyi aktarmak ve onu, o bilgiye ulaşmak isteyenlere göre

Berlin'de Nazilerin sıklıkla toplantı yaptıkları salon.

uyarlar. Propagandacının söylevleri de kullandığı afişler de şayet çiftçilere yönelikse farklı, işçilere yönelikse farklı olmalıdır; tıpkı doktorlara ve hastalara yönelik olanların da farklı şekillendirileceği gibi. Propagandacı, konuşmasında kime ulaşmayı hedefliyorsa, konuşmasını ona göre düzenlemelidir. Eğer dikkatle incelerseniz diğer bütün partilerin, propagandalarının düzenlerken uygulamakta oldukları tüm kritik standartlarda bu noktayı kaçırdıklarını ve çoğunluğunun, NSDAP'nin propagandalarının aslında hatalı oldukları için sonuç verebildiğinden şikayet ettiğini fark edersiniz. Şayet biri karşıma çıkıp da bana, "Propagandalarınız medeni standartlara uygun değil," derse, bu kişiyle konuşmanın hiçbir faydası olmayacağını bilirim.

Propagandanın standardının yüksek olması bir fark yaratmaz zira asıl mesele, propagandanın hedeflediği şeye ulaşıp ulaşmadığıdır. Berlin'e geldiğimde ilk hede­fim, bu şehrin bizi bir şekilde fark etmesini sağlamak­tı. Bizi tanıdıkları sürece, bizden nefret etmelerinin ya da bizi çok sevmelerinin bir önemi yoktu. Artık bu hedefe ulaşmış durumdayız. Etrafımızda bizi seven insanlar da var, bizden nefret edenler de. Kimse, Nasyonal Sosyalist kelimesini duyduğunda, "O da ne?" diye sormuyor. İlk hedefimize ulaştıktan sonraki amacımız, sevgiyi nefrete ve nefreti de sevgiye dönüştürmek; kimsenin bizimle ilgili çekimser bir tavır almasını istemiyoruz. Çekimserliğe karşı verilen savaş en zor olanıdır zira. Belki bu şehirde benden nefret eden, bana eziyet çektirmek isteyen ya da beni karalamaya çalışan iki milyon insan vardır ama ben, onların bazılarını bir şekilde kazanabileceğimden eminim. Hunu deneyimlerimden biliyorum. Zira geçmişte bizimle ranla başla savaşıp bizi karalamaya çalışanlardan bazıları, bugün en ateşli savunucularımıza dönüşmüş durumda. Sizin de görebileceğiniz gibi propaganda konusunda en

önemli detay hedeflediği şeye, öyle veya böyle, ulaşmasıdır, mantıksız ve sözde kritik standartlar uygulamak hatalı bir strateji olacaktır.

Size bir örnek daha vereyim. Şayet biri bana bir başkası için ne düşündüğümü sorduğunda ona şöyle karşılık ver­mem saçmalık olacaktır: "Kendisini severim ama ne yazık ki piyano çalamıyor." Böyle bir karşılığa şu şekilde cevap veri­lebilir: "Yani? Kendisi başarılı bir avukat. Neden iyi olduğu şeylere odaklanmayı tercih etmiyorsun?" İşte bu, son derece mantıklı bir yanıt. Aynı şey propagandaya da uygulanabilir.

Bizim propagandamızın net bir çizgisi var. Bir keresinde Adolf Hitler, mitinglerde önceden programlanmış konuş­malar yapmanın çok da gerekli olmadığını söylemişti. Bu tip toplantılarda yapılacak konuşmalar olabilecek en ilkel yaklaşımla ele alınmalı. Eğer saygıdeğer bir beyefendi kar­şınıza çıkıp size, "Siz sadece bir propagandacısınız," derse verebileceğiniz en iyi yanıt şu olacaktır: "Peki sizce İsa bun­dan farklı bir şey mi yapıyordu? O da propaganda yapma­dı mı? Kitap yazıp nutuklar çekmedi mi? Ya Muhammed Peygamber? Öğrendiklerini kağıda dökmedi mi? İnsanlara gidip onlardan ne istediğini açıkça söylemedi mi? Buda ve Zerdüşt de birer propagandacı değil miydi?" Evet, Fransız Devrimi'nin öncü filozofları kendi entelektüel dünyalarının temelini attılar. Ancak bir şeyleri harekete geçirenler kimdi? Robespierre, Danton ve diğerleri... Peki, bu adamlar kitaplar yazıp halka açık ortamlarda konuşmalar yaptı mı? Şimdi bir de etrafınıza bakın. Mussolini onlardan daha iyi bir yazar ya da daha harika bir hatip mi? Lenin ne zaman Zürih'ten trenle St. Petersburg'a gidip çalışmalarını tamamladı ve bir kitap yazdı ya da binlerce kişinin önünde bir konuşma yap­tı? Faşist ve Bolşevik hareketler; başarılı konuşmacılar, keli­melere hükmeden ustalar tarafından başlatıldı! Politikacıyla konuşmacı arasında öyle belirgin bir fark yok. Tarih, başarılı politikacıların aynı zamanda çok başarılı birer hatip olduk-

tarını açıkça gösteriyor: Napoleon, Sezar, Büyük İskender, Mussolini, Lenin ve daha adını sayabileceğimiz pek çok kişi... Hepsi hem çok büyük birer yönetici hem de başarılı konuşmacılardı. Şayet bir kimse bünyesinde retorik yetene­ği, organizasyon becerisi ve felsefe yapabilme yetisini bir araya getirebilmişse; bilgiyi yayma becerisi varsa ve insan­ları kendi bayrağı altında toplayabiliyorsa, işte o zaman ge­lecek vadeden bir devlet adamı olabilir.

Bugün biri bana, "Siz, yalnızca bir demagogsunuz!" derse ona şöyle karşılık veririm: "İyi yanından bakarsak, demagoji aslında kitlelerin ben ne istersem onu düşünmelerini sağla­ma becerisidir." Elbette kitlelerin hislerini de değiştirebili­riz ki bu da kötü tarafından bakıldığında yine demagojidir. Bu durumda söylediklerimin sadece şeklini değil, içeriğini de değiştirebilirim.

Bana artık işlerin değiştiğini de söylemeniz de çok müm­kün değil. Eskiden konuşmacılar politik hareketleri şe­killendirirdi, şimdi ise basının güçlü olduğu bir devirde yaşıyoruz, bu konuda etkili olan kişiler ise artık yazarlar diyemezsiniz çünkü bunun yanlış bir teori olduğu aşikar. Elbette basın çok önemli ancak eğer iyi yazılmış editöryal metinleri incelerseniz, aslında yalnızca konuşmaların ya­zıya dökülmüş hallerinden farksız olduklarını görürsünüz. Marksistler yazarları sayesinde kazanmadılar, o yazıların her biri aslında birer propaganda metni olduğu için başar­dılar zira her biri toplumu kışkırtanlar tarafından yazılmış­tı. Ofislerinde ya da sigara dumanıyla dolu barlarda oturup şık ve entelektüel olmaktan uzak ortalama bir zekaya sahip her insanın anlayabileceği net kelimelerle sert yazılar yazı­yorlardı. Kitlelerin Kızıl medyadan etkilenmelerinin sebebi buydu. İşte bu bizim de ders çıkarmamız gereken bir örnek. Marksizm, emrinde büyük kahinler olduğu için kazandı - bilakis tek bir tane kahinleri dahi yoktu; kazanmalarının tek nedeni çığırtkanları tarafından yayılan saçmalıklar ve Lenin

ve August Bebel'in becerileridir. Marksizmin kazanmasını onlar sağlamıştır. Şayet bizim milliyetçi hareketimizin de emrinde böyle çığırtkanları olsaydı, güçlü entelektüel temel­leri sayesinde zafer kazanması zaten kaçınılmaz olurdu. Bazı eleştirmenler şikayet ediyormuş: "Tek yaptığınız başkaları­nı eleştirmek. Sadece bir şeylerden dert yanıyorsunuz ama kendiniz de daha iyisini beceremiyorsunuz!" Başkaları da şöyle diyormuş: "Der Angriff' tam anlamıyla bir olumsuzluk abidesi. Bir değişiklik yapın da arada bir iyi şeyler de yazın." Şahsen benim İsidor Weiss2 hakkında söyleyecek olumlu bir sözüm yok, ancak kötü şeyler söyleyebilirim. Ayrıca cumhu­riyet konusunda da söyleyecek olumlu bir şey bulamıyorum zira yaptıklarında herhangi bir olumlu yan da göremiyo­rum. Ancak olumsuz yanlarını bir kenara bırakırsam olum­lu tek bir şey söyleyebilirim belki: Başına gelmiş geçmiş en iyi devlet adamını da getirseniz, o bile bu cumhuriyeti adam edemez. Marksizm neredeyse altmış yıldır hata üzerine hata yapıyor. Bunun sonucu da 9 Kasım 1918'de devletin ele geçi­rilmesi oldu. Bir keresinde Hitler şöyle demişti: "Her zaman olumlu şeyler yapmaya çalışan çokbilmişleri benden uzak tutun!" Ancak ve ancak olumsuzluğun kökünü kurutmayı başarırsak olumlu şeyler yapma fırsatı elde edebiliriz. Li­der dediğiniz insan, öyle toplantı masalarında değil kalaba­lıkların arasında doğuyor; halkın içinden yetişen güçlü bir lider o halkı kolayca kendi yoluna çekebilir. Gelgelelim kit­le dediğimiz toplulukta da zayıf, korkak ve tembel insanlar çoğunluktadır. Bir kişi, asla o kitlenin tamamının sempati­sini kazanmayı başaramayacağından o kitlenin arasından en iyileri seçerek zafer kazanabilecekleri konumlara getirmesi gerekir. Parlak zihinlerin görevi de budur. Böylesi bir zih­ni; memnuniyetle hizmet edeceğimiz, diğer tüm insanların üzerinde bir dehayı bizlere bahşettiği için kadere şükredi-

' Goebbels'in hazırladığı, Berlin'de yayımlanan gazete.

' Berlin polis teşkilatının Yahudi komiseri.

yoruz. Kazanacağımıza dair de bir işarettir bu aynı zaman­da. Şayet diğerleri, bilgeliklerini çoğunluğun kabullendiği kurallarda bulurken bir siyasi hareket tek bir insan tarafın­dan yönetiliyorsa, bu siyasi hareketin en nihayetinde zafere ulaşması işten bile değildir. Ne zaman kazanacağının ya da kazandığının bir önemi yoktur, bulunduğu çevrede işler bu şekilde gittiği sürece er ya da geç kazanacaktır. İstediğiniz kadar etrafınıza bakının, her yerde hareketimizin entelektü­el temellerini göreceksiniz.

Takipçilerin de diğer liderlerin de görevi, bu bilgiyi, par­çalanmış ulusumuzun her bir ferdinin yüreğinin en derin­lerine ulaşıncaya değin yaymaya devam etmektir. Eylem­lerimizin her bir detayı mümkün olduğunca net olmalıdır. Asla pes etmeyeceğiz. Her şey net olursa, liderimizin her­kese üstün gelen bir hatip olmasına da gerek kalmaz. Söyle­diği net birkaç kelimeyle zaten bir propagandacıya dönüşür. Eğer en alt kademedeki adamımızdan Führer'in kendisine kadar koca bir propagandacı ordusu yaratmayı başarırsak ve her birimiz kristal kadar berrak bilgimizi kitlelere yaymayı görev edinirsek, dünya görüşümüzün devleti bir şekilde ele geçireceği günler gelecek; organizasyonumuzun damarları­na güç sızdığında nihayet bir sömürge olmaktan kurtulup kendi şekillendirdiğimiz politik devletimizin vatandaşları olacağız.

İşte, bu dünyadaki misyonumuz tamamen budur: Vatandaşlarımızın huzurla yaşayabilecekleri bir devlet kurmak! Ancak bunu başardığımızda ulusumuz dünya tarihinin sonuna dek yaşamayı sürdürecek bir kültür yaratacaktır!

YAHUDİLER

21 Ocak 1929

Almanya'da her konu açıkça tartışılabilir ve her Alman, her konuda görüşünü dile getirme ve her konuda sorular sorabilme hakkına sahiptir. Bir vatandaş Katolik iken, di­ğeri Protestan olabilir; biri işçidir, diğeri işveren; biri ka­pitalist, diğeri sosyalist; biri demokrat, diğeri aristokrat... Birinin ya da diğerinin tarafında olmak o kişiyi onursuz kılmaz. Tartışmalar halka açık ortamlarda da gerçekleşebi­lir ve meselelerin kafa karıştırıcı olduğu yahut net olmadığı noktalarda içlerinden biri savları ya da karşıt iddialarıyla bir temel oluşturur. Ancak tek bir sorun var ki asla halka açık bir biçimde tartışılmaz, hatta hakkında bir imada bile bulu­nulmaz: Yahudi sorunu. Halkımızın tabusudur bu mesele.

Yahudiler her türlü tehlikeye karşı bağışıklık kazanmış durumdadır: Bir kimse, bir Yahudiye parazit, hain, çıkarcı, dolandırıcı diyebilir ve Yahudi tüm bu lafları, yağmurluğu­nun üzerinden akan damlalarmışçasına umursamaz bir ta­vırla göğüsleyebilir. Ancak ona doğrudan doğruya 'Yahudi seni!' derseniz, nasıl yaralandığını ve size nasıl aniden kar-

şıhk vermeye başladığını gördüğünüzde şaşırıp kalırsınız: "Kimliğim ortaya çıktı!"

Bir kimse, bir Yahudi karşısında kendini savunmayı asla başaramaz. Bulunduğu güvenli alandan yıldırım hızıyla çı­kıp hücuma geçerek size saldıracak ve kendini savunmak için her türlü becerisini kullanacaktır.

Bir anda saldırganın suçlamalarını doğruca kendisine yö­neltir ve saldırganını yalancı, terörist, fitneci ilan eder. Bu noktada insanın kendisini savunması boş bir çaba olacaktır. Zira Yahudilerin istediği de tam olarak budur; düşmanına karşılık vermek için her gün yeni yalanlar uydurur ve sonu­cunda düşmanı kendini savunmak için o kadar çok zaman harcar ki Yahudinin asıl korktuğu şeyi yapmaya zamanı kalmaz: Saldırmaya! Suçlanan bir anda suçlayan olur; sonra suçlayanı doka çeker. İşte bu yüzden bir liderin yahut bir hareketin Yahudilerle mücadele ettiği zamanlar çok geride kaldı. Şayet bu milletin gerçek doğasını görmezden gelirsek sonunda bizim de başımıza gelecek olan bu. Bunun olma­ması için de şu radikal sonuçlara erişecek kadar cesur dav­ranmak zorundayız:

ı. Yahudilerle pozitif yöntemler kullanarak mücadele ede­mezsiniz. Yahudi negatiftir ve bu negatiflik Almanya'nın sisteminden tamamen silinmelidir, aksi takdirde Yahudi bu sistemi sonsuza dek çökertecektir.

2.   Yahudi sorunu Yahudilerle tartışılmaz. Yahudiye ken­disinin zararsız kılınması gerektiğini kanıtlamak mümkün değildir.

3.   Yahudi'ye dürüst bir muhalife verdiğiniz hakları tanı­mamalısınız, zira Yahudi, dürüst bir muhalif değildir. Cö­mertliğinizi ve soyluluğunuzu sizi tuzağa düşürmek için kullanacaktır ancak.

4.    Yahudilerin Almanya'nın sorunları hakkında söyleye­cek bir lafı da olamaz. O bir yabancıdır ve bir misafirin sa-

hip olabileceği, her daim kötüye kullandığı hakların keyfini çıkarır ancak.

5.   Yahudilerin sözde dini ahlakının bildiğimiz ahlakla hiçbir ilgisi yoktur. Onlardaki daha ziyade ihanet etme ce­saretidir. Bu yüzden asla devletin kendilerini korumasını beklememeleri gerekir.

6.   Yahudilerin bizden zeki oldukları falan yok, sadece daha akılcı davranıp daha becerikli olabiliyorlar. Kurdukları düzeni ekonomik açıdan çökertmemiz pek mümkün görün­müyor zira Yahudiler bizden çok daha farklı ahlaki kuralları benimsemiş durumdalar. Düzenleri ancak politika aracılı­ğıyla temelinden sarsılabilir.

7.   Bir Yahudi asla bir Almanı aşağılayamaz. Bir Yahudinin iftiraları, bir Alman için ancak Yahudilerin karşısında durabilmesi karşılığında aldığı onur madalyaları olarak gö­rülebilir.

8.   Giderek daha fazla Alman vatandaşı yahut da Alman kökenli hareket, Yahudilerin karşısında durursa, kazancı­mız o kadar artar. Şayet bir kimse Yahudilerin saldırısına uğruyorsa bu, o kişinin şüphesiz doğru yolda olduğuna işa­rettir. Ancak Yahudiler tarafından dışlanmayan yahut da onlar tarafından övülen kimse işe yaramaz biridir ve hare­ketimiz için tehlike arz etmektedir.

9.   Yahudiler, Almanların bütün sorunlarını kendi konum­larına göre değerlendirirler. İşte tam da bu sebepten Alman­lar olarak bizler, bir Yahudinin söylediklerinin tam tersini doğru kabul etmeliyiz.

ıo. Bir yurttaş ya Antisemitizmi kabul eder ya da onun karşısında durur. Yahudileri savunan her kim olursa olsun, kendi halkına zarar veriyor demektir. İnsan ya Yahudi uşağı olur ya da Yahudi karşıtı. Yahudi karşıtı olmak tamamen bir ruhsal temizlik meselesidir.

İşte, ancak tüm bu prensipler benimsenir ise Yahudi karşıtı hareket başarılı olma şansı elde etmeyi umabilir. Bu

prensipleri benimseyerek uygulayan bir hareket muhakkak ki Yahudiler tarafından ciddiye alınacak ve içlerine korku salacaktır.

Yahudilerin böyle bir hareket karşısında bağırıp çağır­maları da o hareketin şüphesiz doğru yolda olduğuna işaret edecektir. İşte bu yüzden son zamanlarda Yahudi gazetele­rin bize saldırıyor olmasından memnunuz. Terör lafları ede­rek sağda solda bağırıp çağırabilirler. Biz ise onlara Mussolini'nin tanıdık sözleriyle karşılık veririz ancak: "Terör mü? Asla! Bu sadece sosyal temizlik. Doktorların bünyeden bakterilere yaptığına benzer bir şekilde biz de bu insanları sirkülasyondan ayrıştırıyoruz. "


DÜŞMAN DÜNYA

ı9Martı928

"Birbirini çok iyi tanıyan üç yüz adam, ekonomik anlam­da bütün bir kıtanın kaderini belirliyor. Haleflerini de yine kendi sınıflarından seçiyorlar.n

25 Aralık 1909'da Viyana'nın yeni özgür gazetelerinden bi­rinde o üç yüz adamdan birinin -ki kim olduğunu kesinlikle biliyorsunuzdur- yazdıklarıydı bunlar. Kendisi, cumhuriyet döneminde bakanlık yapmış öncül bir kapitalist, Bolşevik dostu bir politikacı olan ve Yahudiliği uluslararası ortamlar­da da bilinen Walther Rathenau•... Öldüğü gün yüz binlerce Marksist proleter kapitalizm karşıtı gösterilen yapıp Rathenau ve sosyalizm aleyhine sloganlar atmıştır.

Sonrasında uluslararası finans otoriteleri, Alman halkının kıymetli haklarının yönetimini ele almıştır, şimdi de daha önce yalnızca bize ait olan güçlü alanlarımızda kendi evle-

1     Yahudiliğinden dolayı aşırı sağcı grupların kin beslediği Weimar Cumhuriyeti'nin eski bakanlarından Rathenau, Sovyet Rusya ile ticaret yapılmasını engelleyen unsurları ortadan kaldıran Rapallo Antlaşması'nı imzaladıktan kısa süre sonra Berlin'de bir su­ikasta kurban gitmiştir ve Naziler iktidara geldikten sonra da kendisi için yapılan anma törenleri yasaklanmıştır.

rindeymişçesine at koşturuyorlar. Yahudi ırkının, "Bütün halkları bir çırpıda yiyip bitirin," diye öğüt veren kadim ya­sasına sadık kalarak ulusumuzun direnmek yahut da devrim yapmak suretiyle onlara karşı koymalarını sağlayacak gücü de ellerinden almaya başladılar. Sonrasında da adım adım devletin en önemli organlarını ele geçirmeye koyuldular.

Günümüzde ise para piyasalarını kontrol etmekteler ve Alman üretiminde en büyük pay olan nakliye sistemimiz ile diplomatik ve askeri kapasiteleri sayesinde de sınırlarımızı özgürce kontrol edebiliyorlar. Neredeyse bütün basın yayın organları onların elinde; bu sayede de kamuoyunun görüş­lerini kontrol altında tutup hükümet ve parlamentoyu iste­dikleri gibi şekillendiriyorlar. Alman politikacıların yardı­mıyla saraya gözlemcilerini -mesela gizli Kayzerimiz Parker Gilbert[IV] gibi adamları- soktular. Parker, kolonilerden gelen paraların tamamını tekelinde bulunduruyor, harcamaları ve gelirleri kontrol ediyor, bunu da gayet kolayca yapıyor çün­kü parlamento ve hükümet de tamamen onların emrinde. 9 Kasım 1918'de Almanya'yı mahkum ettikleri kölelikten be­ter şartlar, bu zavallı hükümetin ayakta kalmasını sağlıyor.

Günümüzün Marksist partileri de bu sömürgecilerin elinde oyuncak olmuş durumda. Onların yardımıyla dünya borsası, Alman halkının tüm mal varlığını çalmayı başara­biliyor. Dünyayı yerinden oynatan askeri mücadeleler sıra­sında Almanya'nın en kıymetli iki milyon çocuğunu aldılar elinden; Wall Street'e onların kanının bulaştığı altın külçe­ler taşındı ve bizim en ufak bir pay almamıza dahi izin ver­mediler. Elimizdeki her şeyi almak için uydurdukları sözde enflasyon canavarının arkasına saklandılar ve mal varlıkla­rımızın yerine yepyeni bir kur sistemi getirdiler ki o da bize ait bir sistem değil, tepemize çökenlerin sistemi. Düşman

dünya, ulusumuzun en hayati organlarını avucunun içine almış durumda.

Modern büyükşehirlerin asfalt caddelerinde Yahudiler, altından emperyalist bir Kızıl[V] diktatörlük inşa ediyorlar ve en büyük destekçileri de basın, işçi hareketleri, parlamento ve burjuva partilerin korkaklıkları. Geçen her bir sefil gün kızılların kanla kaplı altınlara yürüyüşlerinde atılan bir adı­mı temsil ediyor aslında. Her şey öyle acımasızca ilerliyor ki insan; politika, ekonomi ve kültür alanındaki son Alman kalıntıları da ortadan kalkınca yolun sonuna geldiğimizi matematiksel bir kesinlikle görebiliyor.

İşte içinde bulunduğumuz durum bu! Bizler kafa patlatıp hayalet kovalarken, para Alman iş gücüne son yıkıcı darbesini indirmek için hazırlanıyor ve bugün, Alman halkının direnişe yönelik arzusunun uyanışı hızına bakılacak olursa, bu felaketin inanmak istediğimizden çok daha yakın bir gelecekte gerçekleşeceğine şüphe yok.

Büyük ulusal ve uluslararası partiler, utanç verici bir bi­çimde silah bırakmak zorunda bırakıldıklarından beri düş­man dünyanın güçlerine, ister açıkça isterse de gizliden giz­liye olsun, bir şekilde özlem duyuyorlar. Bu noktada hepsi ya çöküş için çalışacak ya da, ister bilinçli isterse de farkında olmadan olsun, bir şekilde karşı koymaya yönelik isteksiz­likleri ve korkaklıklarıyla çöküşe giden yolun kısalmasında rol oynayacaklar. Parlamentoda laf kalabalığı yapılıp saçma tartışmalar edilirken, paranın güçleri kimsenin haberi ol­madan Almanya'nın iş gücünün üzerine çökme kampanya­sını açıkça ve doğrudan doğruya daha da ileriye taşıyacak. Bir gün yine 1914 ve 1918'de yüzleşmek zorunda kaldığımız gerçeklerin yaratacağı felaketlere hazırlıksız yakalanacağız. Ancak bu sefer durum, bu tarihi dünya savaşının başladı-

ğı ilk dönemde olduğundan çok daha acımasız ve çok daha korkunç olacak.

Peki, durum böyleyken bizler, halkımızı direnişe çağır­makta haksız mıyız? Almanlar olarak altından ve kardeşle­rimizin terleri ile kanlarından örülmüş o kölelik zincirlerini mi hak ediyoruz?

Paranın lortları, halkımıza son bir darbe indirmeye hazır­lanıyor. Ulusumuzun inancının ve tutkusunu elinden alarak bizi itibarsızlaştırıp aşağıladılar, şimdi de boğazımızı sıka­rak sonumuzu getirmek niyetindeler. Hiçbir söylev, hiçbir yalvarış bunu engel olamaz - bizler ancak buna karşı ancak direnebilir, savaşabilir ve düşmanlarımıza saldırarak karşı­lık verebiliriz! Bize artık Tanrı bile yardım edemez. Kendi kendimizi kurtarmak zorundayız!

Her birimizin hayatı büyük bir tehlike altında. Alman halkı mütemadi bir acil durum içerisinde. Unutulmamalıdır ki düşmanı durdurmak için de her yol mubahtır.

Elimizdeki her şeyi kullanmaya hazırız. Şayet Almanya'yı hu altın çılgınlığından kurtarabilirsek bu, dünya tarihinde en büyük başarılardan biri olacak. Altına karşı kan! Paraya karşı iş gücü! Yasal paragraflara karşı yumruklar! Ölüm laf­larına karşı yaşam hakkı!

İşte biz bunun için yola koyulduk!


REICHSTAG'DA NE ARIYORUZ?!

30 Nisan 1928

Biz, Weimar Cumhuriyeti dediğiniz şeyi ve onun cumhu­riyetçi kurumlarını mantıklı nedenlerden dolayı reddeden, parlamento karşıtı bir partiyiz. Akıllı olanla aptalı, üret­ken olanla tembeli aynı kefeye koyan sahte bir demokra­sinin ilelebet karşısında olacağımızı da herkes bilmeli. Şu anda egemenliği elinde bulunduran çoğunluk sistemini ve organize bir biçimde gerçekleştirilen sorumsuzlukları, şid­deti düzenli olarak artan sefaletimizin asıl kaynağı olarak görüyoruz. Peki, o zaman Reichstag'dan ne istiyor ve dahası, Reichstag'a girerek ne elde etmeyi bekliyoruz?

Reichstag'a girmek istememizin tek nedeni aslında gönül verdiğimiz siyasi hareketimizin, demokrasinin yenilmez silahlarını kuşanmasını sağlamak. Şayet demokrasi hemen hemen hepimize ücretsiz seyahat etme fırsatı sunacak ve çalıştırmaksızın maaş verecek kadar ahmaksa, bu durum ancak ve ancak içinde bulunduğumuz demokratik düzenin sorunu olabilir. Bizleri devrime ulaştıracak her türlü yol, na­zarımızda mubah ve güzeldir.

Şayet adaylarımızın ve organizasyon sorumlularımızın en azından altmış ya da yetmiş tanesinin parlamentoya girmelerini mümkün kılmayı başarırsak, devlet de hareke­timizin çalışmaları için gereken maddi desteği karşılıyor olacaktır. Bu, denemeye değer eğlenceli ve keyif verici bir ihtimal bize göre. Peki, parlamentoya girersek amacımızdan sapacak mıyız? Asla! Sizce bir kez o ışıl ışıl parlamenter­lerin bulunduğu toplantılardan birine katıldığımızda Philipp Scheidemann'a bizimle kadeh tokuşturmasını teklif l'decek duruma mı geleceğiz? Gerçekten de bizlerin, o kalın, gösterişli kırmızı halılarla o geniş koridorları görünce tarihi misyonumuzu unutacak kadar zavallı devrimciler olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Parlamentoya giren tüm partiler içten içe çürüyor! Evet, hu bir gerçek ama parlamentoya parlamenter olmak için girenler açısından gerçek yalnızca! Şayet parlamentoya toplumsal yaşamımızda yaşanacak ve giderek daha da ya­kınlaşan büyük çöküşe karşı amansızca savaşmak amacıyla girdiyseniz, bir parlamenter olmazsınız, oraya ne olarak gir­diyseniz öyle kalırsınız: Bir devrimci olarak!

Mussolini de parlamentoya girdi. Ancak bundan kısa bir süre sonra Kara Gömlekliler' ordusuyla birlikte Roma'ya yü­rüdü! Bugün Reichstag'ın koltuklarında oturan komünistler de var ama kimse, onların ciddiyetle ve faydalı bir biçimde ^·alışma amacı güttüklerine inanacak kadar naif değil. Bir şey daha var ki o da, tehlikeli adamlarımızın yasal süreç­lere bağışıklık kazanmalarını sağlayamazsak, er ya da geç hepsinin kendilerini demir parmaklıklar ardında bulacakla­rı gerçeği. Peki, bu adamlarımız parlamentoya girerlerse bu hağışıklığı kazanacaklar mı? Kesinlikle!

' Mussolini'nin kurucusu olduğu, başlangıçta otuz beş kırk bin kadar gençlen oluşan yarı askeri faşist grup. Parlamentoya girdiğinden beri hükümeti ele geçirme hedefi gü­den Mussolini, 15 Ekim 1922'de mevcut hükümetin istifasıyla birlikte gündeme gelen siyasi bunalımdan faydalanarak 28 Ekim günü Kara Gömlekliler ile birlikte merkezle­ri olan Napoli\len ayrılıp Roma'ya yürüyüşe başladı.

Demokrasi denen olgunun sonu yaklaştığında, demokra­sinin güçlerini gizlice kullanacak olan kapitalist diktatörlü­ğün dehşetine başvuracaktır. Ancak bunun gerçekleşmesin­den evvel biraz daha zamanımız var, bu arada yoldaşlarımız, parlamenter sistemin nimetlerinden, cephemizi giderek genişletecek şekilde faydalanacaklar ve nihayetinde öyle büyüyeceğiz ki bizi yok etmek demokrasinin arzu edeceği kadar kolay olmayacak.

Bir şey önemli detay daha var: Eylemcilerimiz, cumhu­riyeti güçlendirmek için yapacakları seyahatlere ayda altı yüz ila sekiz yüz mark harcayacaklar. Bu noktada seyahat masraflarını da devletin, en azından kendilerine ücretsiz demiryolu kullanım kartı sağlayarak karşılaması uygun olmaz sizce de? Cumhuriyet rejimi bize yardım etmek için böylesine şiddetle özlem çekerken ufacık bütçemizi de Yahudilerin demiryollarına harcayacağımızı düşünen kim­se yoktur herhalde, değil mi?

Bu, bir tür uzlaşmanın işareti mi? Gerçekten de yeni bir Almanya'ya olan inançlarını karşınıza geçip yüz hatta bel­ki bin kere haykıran, öfkeli kalabalıkların karşısına geçe­rek onlarca kez ölümü gülümseyerek karşılayan, resmi ya da gayri resmi fark etmeksizin, doğa için yapılan her türlü direnişte sizin yanınızda olan, ne bir şiddetin ne de emrin karşısında diz çökmüş insanlar olarak bizlerin, sırf ücretsiz demir yolu kullanım hakkı vereceksiniz diye silahlarımızı bir kenara bırakacağımıza gerçekten inandınız mı?

Sadece halkın temsilcisi olmak isteseydik, Nasyonal Sos­yalist olmaz; muhtemelen ulusalcılara ya da sosyal demok­ratlara katılırdık. Mecliste koltukların çoğunluğuna sahip oldukları için kimse onların bu öncü gücüyle savaşmak uğ­runa yaşamını tehlikeye atmazdı.

Ancak bizler oy almak için halka yalvarmıyoruz. Bizler, sağlam bir inanç, tutku ve adanmışlık talep ediyoruz! Oy dediğiniz sizin için olduğu kadar bizim için de iktidarı ele

geçirmek için bir araçtan ibaret. Kaderin çağrısıyla kaderi şekillendirmek üzere mermer koridorlarından geçerek gi­receğimiz parlamentoya, içinde çıktığımız kalabalıkların devrimsel isteklerini de getireceğiz beraberimizde. Bizler o kokuşmuş yığına dahil olmayı asla istemiyoruz. Bilakis, parlamentodaki pisliği söküp atmaya geliyoruz.

Hedefimiz asla salt parlamentoda olmak değil. Kalabalık mitinglerimizde ve kahverengi ordumuzun• o büyük göste­rilerinde düşmanımıza aslına ne olduğumuzu açıkça göster­miş olduk. Parlamentonun kurşun gibi ağır atmosferinde de bunu göstermekten asla geri durmayacağız.

Ne çekimser kalmaya ne de ittifak kurmaya geliyoruz! Bizler, parlamentonun düşmanıyız! Kuzuya saldıran kurtlar misali geliyoruz! Artık yalnızca müttefiklerinizin arasında olmayacaksınız! Biz de sizin aramızda olmanızdan memnun olmayacağız!

'Kahverengi gömlekliler.

BİTLER KONUŞTUĞUNDA!

19 Kasım 1928

Deha, doğası gereği, yeteneğin yalnızca fark edebildiği ge­rekli ve aynı zamanda harikulade şeyleri hayal edebilme ye­tisine sahiptir. Deha, genellikle temel bir yaratıcı düşünce ürettikten sonra onu pek çok farklı biçimde geliştirir. Ye­tenek, iyi fikirleri destekler ancak o fikirler her daim başka yerlerde ve yeteneğin desteklemesinden çok önce şekille­nir. Yeni, yaratıcı, başyapıt sayılacak, sonsuzluğa uzanan ne varsa dehanın ürünüdür. Yetenek ise hali hazırda var olanla kendini tatmin edebilir. Dehanın aksine; ender bulunan, zamansız, etkileri sonsuz olan bir olgu değildir. Yeteneğin insana verebilecekleri; beceri, sebat ve çalışkanlığın sonu­cudur. Deha ise zarafetiyle başlı başına yaratıcılıktır.

Gerçek anlamda büyük bir şahsiyetin en derin gücü, içgü­dülerinde köklenir. Bazen neden bu kadar sahici olduğunu anlamak zordur ancak bu noktada şunu söylemek muhak­kak yeterli olacaktır: Tarihi etkileyecek şahsiyetler oldukları gibidir. Sıkı çalışarak, bilgi edinerek ve okulda verilen eği­timle anlaşılacak bir şey değildir; Tanrı dehayı kime bağış-

!adıysa onu topluluk içinde öne çıkarır. İnsan çabasının var olduğu her türlü ortamda dehayı çağırır insanlık. Böylece yaratıcı ruh; o dehayı, doğanın gücünü ortaya koymak adına ne olması ve ne yapması gerekiyorsa onu yapmaya zorlar.

İşte; Hitler konuştuğunda, sözlerinin sihirli gücü her türlü direnişi bir şekilde kırıyor. İnsan onun ya dostu ya düşmanı olabiliyor; Hitler adeta sıcağı soğuktan ayırarak ılık bir ortam yaratıyor. Hatta kendisinin en azılı düşma­nıyken onu ilk kez dinleyip de on dakika içinde Hitler'in en tutkulu destekleyicilerine dönüşen insanlar dahi var. Her şeyi olağanüstü sadeleştirebilir, öyle ki birkaç kelimeyle Al­manya'nın en ayrılıkçı sorunları dahi temelinden sarsar ve en temel, en yalın ve acımasız kaygıları ortaya çıkarıverir. Ona karşı asla boş laf edilemez. İşte Almanya'nın önde ge­len yöneticilerinin bu adamın konuşmasını istememesinin, yasaklar getirmesinin esas sebebi de budur! Onların bakış açısını açıklamak için Robespierre'in1 bir zamanlar Marat' için söylediklerini alıntılamak uygun olacaktır: "Bu adam tehlikeli. Kendi yalanlarına kendisi de inanıyor!"

Halk, karşısındakinin dürüst olup olmadığını sezmek ko­nusunda sağlam bir içgüdüye sahip. Uzun vadede bu ulusal içgüdü; bir lider yahut hareket, söylemleriyle ters düşecek kadar farklı davranıyor ya da farklı düşünüyorsa, buna asla kanmıyor. Ancak bu konuda Hitler'den şüphe eden tek bir vatandaşımız yok! İnsanlar onu ya tamamıyla yok sayıyor ya da onu üçüncü Reich'ın ayağa kalkması için son umut­ları olarak görüyorlar. Onu dinleyen bir kimse, temsil ettiği dünya görüşünden farklı düşündüğüne dair ufacık bir şüp­heye dahi kapılmıyor.

' Fransız lhtilali'nin liderlerinden olan ve Jakoben kulübe mensup Fransız hukukçu ve politikacıdır. Devrim sırasında Kral XVI. Louis de dahil olmak üzere pek çok insanın ölümünden sorumlu olduğu söylenir. Bunlardan biri de Jean Paul Marat'tır.

· )can Paul Marat. Fransız biliminsanı ve hekimdir ancak Fransız İhtilali'nden çok önce mesleğini bırakmış ve devrim sırasında oldukça radikal bir tavır takınmış Jakoben- lerdendir.

İşte gucunun kaynağı da tam olarak buradan geliyor: Nasyonal Sosyalist harekete ve dolayısıyla da Almanya'ya delicesine inanıyor olmasından! Bugün, zaten aşikar olanı insanlara açıkça göstermekle suçlanıyor. Ne yazık ki günü­müzde politik yaşamımızın gerçeği onun temsil ettiklerinin tamamına ters düşüyor. Neden günümüzde, Almanya sınır­ları içerisinde kimse aşikar olan gerekliliği pratiğe dökme gereği duymuyor?

Bir devlet adamının üç özelliği bünyesinde kesin olarak barındırması gerekir: Bir şeyleri içgüdüsel olarak sezebil­mek, gördüklerini diğerlerine de gösterebilme yeteneğine ve bunları politik eylemlere yansıtabilme becerisine sahip ol­mak. Bir devlet adamı vizyon sahibi ve hitabet gücü yüksek olmalıdır, ayrıca insanları örgütleyebilmeyi de becerebilmelidir. İşte bu özelliklerin tamamını Hitler'de görebiliyoruz. Bugün Hitler'in propagandası, güzel konuşma sanatının çok daha ötesine geçmiş durumda ve politikasının temelini de bu özelliği oluşturuyor. Hitler, bilgi ve politik gerçeklik arasında bir tür aracılık görevi yapıyor adeta. Pek çok po­litikacının bilgisi var, hatta bazıları örgütleme becerisi de sahipler ancak Almanya'da, sözcükleri gücünü geleceğin po­litik değerlerini şekillendirmek için kullanabilme becerisi­ne sahip olan tek lider ise, Hitler! Pek çok kişi seçimle başa gelir ancak seçilmiş kişi olmak bambaşka bir şeydir. Bizim, Hitler'in bizim iyiliğimiz için konuştuğuna ve hepimize yol gösterdiğine olan inancımız tam!

İşte bu yüzden ona yürekten inanıyoruz! Kaderin zara­fetinin, Hitler'in o güçlü insan formunda hayat bulduğunu görebiliyor, umutlarımızı onun ideallerine bağlıyor ve hem onu hem de bizleri ileriye gitmeye teşvik eden yaratıcı fikir­lere olan bağlılığımızı koruyoruz!

Haydi, hep birlikte, geleceğe yürüyelim!

FÜHRER!

22 Nisan 1929

Rir lidermuhakkakkibünyesinde şuvasıflarıbulundurmalıdır: Karakter, hırs, beceri ve şans! Şayet bu dört özellik geleceği parlak bir insanın bünyesinde bir araya gelirse, o adamın tari­he geçeceğine kesin gözüyle bakılabilir!

Karakter, akla gelebilecek en belirgin faktördür burada. Bilgi, eğitim, deneyim ve pratik; şayet kişinin güçlü bir ka­rakteri yoksa ona herhangi bir fayda sağlamaktan ziyade ki­şiye büyük zarar verir. Sağlam bir karakter ise bu özellikle­rin en iyi hallerini ortaya çıkarır. Bunun için cesaret, daya­nıklılık, enerji ve kararlılık gerekir. Cesaret, bir insana yal­nızca doğru olanın ayırdına varma becerisi kazandırmakla kalmaz, doğruyu dile getirmesine ve doğru olanı yapmasına da yardımcı olur. Dayanıklılık; peşine düştüğü hedefi, yolda aşılmaz görünen engellerle karşılaşsa ve birileri onun, pek de popüler bir hedef olmadığını, bizzat kendisini de gözden düşüreceğini iddia etse de asla bırakmama iradesi kazandı­rır. Enerji, hedefe ulaşmak uğruna her şeyi riske atma gücü verir ve sebatla hedefe tutunmasına yardımcı olur. Kararlı-

lık ise bakışlarına ve zihnine bilginin keskinliğini kazandı­rır; düşüncelerine ve hareketlerine, ancak gerçekten büyük insanların sahip olduğu, o ezelden beri oraya buraya sav­rulan kalabalıklara erişebilme gücünü kazandıran mantığı bahşeder. Bu insani değerler bir araya geldiğinde sözünü et­tiğimiz lider karakter şekillenir. Kısacası o karakter, tavır ve tutumların akla gelebilecek en yüce formudur.

Bu noktada amaç; o karakteri bireysellikten evrenselliğe yükseltecektir. Amaç, karakterli bir adamı politikacı yapan esas olgudur. Değerli bir adamın istedikleri vardır ve onla­ra ulaşmak için elindeki tüm imkanları kullanmaya hazır­dır. Amaç, harekete geçen adamla nadiren bir şeyler düşü­nen adamı birbirinden ayıran en önemli unsurdur aslında. Eyleme geçmek ile yapılması gereken bilmek arasındaki ince çizgiyi teşkil eder. İşte, bizim için de doğru olan şeyi isteyip yapmak, doğru olanın ne olduğunu bilmekten çok daha önemli. Özellikle de politikada doğru olanı yapmayı kast ediyorum. Şayet onu bulup yok etmek istemiyorsam, düşmanımın kim olduğunu bilmenin bana ne gibi bir fay­dası olabilir? Pek çok kişi Almanya'nın neden çöktüğünü biliyor ancak çok az insan bu sefaleti sona erdirmeyi hedef­liyor. İşte O'nu lider olmak isteyen diğer bütün insanlardan ayıran bu: O yalnızca amacı istemiyor, istemeyi de amaçlı­yor!

Ancak elbette politika söz konusu olduğunda bir liderin istedikleri kadar başarabildikleri de büyük önem arz ediyor. Bu da bizi ideal bir liderin sahip olması gereken üçüncü karakter özelliğine götürüyor: Beceri. Süreç başarı da gerektirir. Liderliğe giden yol, hem bir şey amaçlamaktan hem de o amacı kitlelere gösterebilme becerisinden geçer. Tarih ise herkesi gerçekleştirdiği eylemlerle değerlendirir. Almanlar olarak bizlerin de bunu anlaması gerekiyor. Poli­tika toplumsal bir meseledir ve özel meselelerde geçerli olan kuralları toplumsal meselelere her zaman uyarlayamazsı-

nız. Biz Almanlar, bir şeyi istemekle o şeyi eyleme geçirip başarıya ulaştırabilme yeteneğini birbirine karıştırmaya ve aslında iyiliğimizi istediğini söyleyen beceriksiz kimseleri affetmeye meylediyoruz sık sık. Kasım Marksistleri, "Biz sosyalizmi getirmeyi başaramadık," diyor mesela. "Ama hiç değilse bunu başarmayı istedik." Bu, oldukça mantıksız bir savunma, bu durum bizi ancak herhangi bir insanın keman çalmayı istemesi kadar ilgilendirebilir. Eğer istiyorlarsa bunu yapmalıydılar. Şayet bir kimse bir halkı kurtarmak istiyorsa bunu gerçekleştirebilmek için ihtiyaç duyulan be­ceriye de sahip olmak zorundadır.

Karakter, amaç ve beceri, liderliğin bu üç vasfı, ancak ve ancak lider ruhlu kimselerde kendini gösterir. Bu vasıflar o bünyede ya vardır ya da yoktur. Dördüncü vasıf ise bu üçünü birbirine bağlar: Şans. Bir lider aynı zamanda şanslı da olmalıdır. Kutsal bir ele sahip olması gerekir. İnsanların, o liderin yaptığı her şeyin daha yüce bir güç tarafından ko­runduğunu görmeleri gerekir. Bir lider şans dışında pek çok şeyin sıkıntısını çekebilir ancak şans yeri doldurulamaz bir özelliktir.

Kitleler liderlere karşı çıkmazlar. Ancak gerekli amaçla­ra ve beceriye sahip olmadan güç talep eden zorbalara iç­güdüsel olarak karşı çıkarlar. Liderlerin kitlelerin düşmanı olduğu neredeyse hiç görülmemiştir. Bir lider, kitleleri etki­lemek için yapılan ve insanları ekmekle değil lafla doyuran ucuz dalkavukluklardan uzak durur.

Liderin pek çok şeyi yapabilmesi gerekir. Elbette bu, her konuyu bütün detaylarıyla bilmesi gerektiği anlamına gel­miyor ancak temel konuları bilmesi yeterli. Politikasının yürümesi için ona yardımcı olacak başka kimseler de olma­lıdır yanında.

Politik liderlerin başarıları söz konusu olduğunda organi­zasyon sanatı en önemli etmenlerden biridir. Organizasyon, görevleri ve sorumlulukları doğru bir biçimde dağıtmak an-

lamına gelir. Lider ise bu karmaşık makinenin çalışmasını sağlayan mekanizmanın ustasıdır.

Bugün Adolf Hitler'in kırkıncı yaş gününü kutluyoruz. Kaderin onu, Alman halkına yol vermesi için seçtiğine yürekten inanıyoruz. Onu saygı ve bağlılıkla selamlarken görevini tamamlayana kadar Tanrı'nın onu, olabilecek her şeyden korumasını diliyoruz.


BANA OY VERECEK MİSİNİZ?

7Mayıs 1928

Hakkında sekiz dava ve dört tutuklama kararı olan ikinci sınıf bir vatandaş, öyle mi? Ne hayalperest adam ama!

Bir makalemde, her Nasyonal Sosyalistin, ister haklı ister haksız olsun, 'şayet sapabileceği başka bir yol yoksa' mutlaka devletin savcılarına güvenmesi gerektiğini yazmıştım. Buna rağmen Elberfeld'de bir mahkeme beni, devletin savcısına direnmekten yüz mark tutarında bir para cezasına çarptırdı.

Scheidemann'ı1 öldürmeye teşebbüsten hapse atılan Hans Hustert'in dişleri, berbat hapishane yemekleri yüzünden \·ürümüştü ve ben de mahkumun dişlerini yaptırabilmek için bir bağış kampanyası başlattım, bunun akabinde de Münih'te bir mahkeme beni bu kez de yasadışı yardım kam­panyası düzenlemekten elli mark ödemeye mahkum etti. Yaralı subaylarımdan birinin, Yahudi Doktor Lewi tarafın­dan tedavi edileceğini öğrendiğimde de bu zavallı ve yoksul

' Philipp Scheidemann. Weimar Cumhuriyetinin ikinci şansölyesi. 9 Kasım 1918"de0

Alman Kasım Devrimi henüz sona ermemişken ülkede cumhuriyeti ilan eden siya­setçidir.

adama bir Alman doktor bulabilmek için kampanya başlat­mıştım, yine Münih'te bir başka mahkeme, yine yasadışı yardım kampanyası düzenlemekten bu kez yüz elli mark para cezasına çarptırılmama hükmetti.

NSDAP'nin büyük mitinglerinden birinde, Der Tag dergi­sinin editörünün, Hitler'in mitingleri için sirk benzetmesin­de bulunduğundan dolayı yakın markaja alınmasını öner­dim. Bir zamanlar Adolf Hitler'e korkunç iftiralar atan, ken­disinin hayat kadınları ve kadın satıcılarıyla bir bağlantısı olduğu izlenimi yaratmaya çalışan aşağılık mahluk Carlotto Graetz'e, sırf bana dava açmasını sağlayabilmek için 'Yahudi domuz' dedim. Dava açmadı ancak 'hiçbir gerekçe olmaksı­zın karşı tarafı kışkırtmaya yönelik şiddet eyleminde bulun­mak' suçunda altı hafta hapis cezası aldım.

Komiser Dr. Weiss'a, asıl adı Bernhard olduğu halde 'İsidor' adıyla hitap ettiğim için hakkımda açılmış ancak henüz sonuçlanmamış bir davam var.

İkinci bir dava da, Der Angriffte yayınlanan bir makalem­de, az evvel bahsettiğim Bernhard Weiss'ı Roma İmparato­ru Nero olarak karikatürize ettiğim ve ondan bahsederken, "Bernhard daima şükürsüzleri oynuyor." dediğim için açıldı ve yine dava süreci devam ediyor.

Sonra bir üçüncü davam daha var: Der Angriffte Bernhard Weiss'ın bir karikatürünü bastım, yüzü eşek suratı şeklin­deydi ancak o olduğu gayet anlaşılıyordu ve karikatürün al­tında da, "Acil durumlarda her kıça uygun bir misyon yük­lenir," yazıyordu.

Dördüncüsü ise beni, Orje'nin• kim olduğunu açıklamaya zorlamak için açıldı.

Beşinci dava, sözde arabamla zavallı bir işçinin bacağını ezip geçtiğim için açıldı ve olayın üzerinden bir yıl geçmişti. İşin komik tarafı ise şuydu ki ben ne hayatımda araba kul-

1    Gaebbels'in yayın yönetmenliğini üstlendiği Der Angriff gazetesinde, genellikle hiciv yazılarının yer aldığı köşenin yazarının mahlası.

landım ne de o tarihlerde Berlin'de bulunuyordum. Gelgelelim devletin savcısı, işçiye çarpan aracın plakasının l A 2637 olduğuna ve benim de böyle bir eylemde bulunabilecek bir insan olduğuma inanmış durumda. Kendilerine araba kullanmayı bilmediğimi ve hatta ehliyetim bile olmadığını söylediğimde mesele çok daha ciddi bir boyuta ulaştı.

Saçma sapan sorularla toplantıyı sabote etmeye çalışan kızıl kodamanlardan birini, NSDAP toplantısında olduğunu unutmamasını ve eğer çenesini kapatmazsa S.A.'nın, yasala­rın izin verdiği biçimde kendisini dışarı atmak zorunda kala­bileceğini söyledim ve bu da yine 'herhangi bir haklı gerekçe olmaksızın şiddet eyleminde bulunmak' suçundan hakkımda bir dava daha açılmasına neden oldu.

Sonra; cumhuriyetin, politikacılar, tüccarlar ve mezatçıtarın söylenip durduğu bir bitpazarından farksız olduğunu söylediğim iddiasıyla yedinci bir dava açıldı, 'cumhuriyetin varlığını tehdit etmekten' hem de.

Sekizinci dava ise artık devam etmiyor, sonuçlandı; bu da­vanın gerekçesi de 'amacının bilincinde olan kararlı bir azınlı­ğın, günü gelince bu devletin korkak çoğunluğunun üzerine yürüyeceğini ve güç kullanarak tefecilik ile çıkarcılığın sonunu getireceğini' söylememdi. Bu söylemimi de 'vatana ihanete teşebbüs' olarak değerlendirip cezamı kestiler.

Güvenilir kaynaklardan öğrendiğim kadarıyla daha dört dava üzerinde de çalışmalar devam ediyormuş. Beni ne ile suçladıklarından henüz haberim yok ancak elbette bu pek de önemli bir detay değil zira devletin savcılarına malzeme ver­mek için ağzımı açmam ya da yalnızca kalemimi birkaç kez oynatma yeterli oluyor.

Ben, ne Barmat'tan[VI] altın kürdan aldım ne de ondan gelen ipek bornozları kuşandım. Enflasyon patladığında bu adam­lardan ne dolar aldım ne de gulden2

Ne Alman halkını ne de halkımın onurunu hiçe sayacak tek bir harekette bulundum. Ancak vatanımı başkalarına muhtaç eden bu korkaklarla her daim mücadele ettim.

Bir metro sistemi kurarak bir anda yüz yirmi bin mark değerinde lüks bir villa sahibi olmayacağım da açık ve net ortada olsa gerek.

Ayrıca kimse de imzalı fotoğrafımı masasının başköşesi­ne filan koymuyor.

1918'den bu yana içinde bulunduğum şartlar altında pek bir şeyler başarma şansı da edinemedim bu yüzden.

Peki ya sizler, bu durumda gerçekten bana oy verecek mi­siniz?

ALMANLAR, YALNIZCA YAHUDİLERDEN
ALIŞVERİŞ
YAPIN!

ıo Aralık 1928

Neden? Çünkü Almanlar adil ticaretle mallarını uygun fi­yatlara satarken Yahudiler kalitesiz mallar alıp halka daha ucuza satıyorlar. Çünkü Almanlar sizinle dürüst ve adil bir ticaret yaparken Yahudiler sizleri kandırıyorlar. Çünkü Al­manlar yalnızca kaliteli mallar satarken Yahudilerden her türlü çerçöpü fahiş fiyatlara satın alabiliyorsunuz.

Almanları halk düşmanı, Yahudileri kan kardeşleriniz olarak görmenizi sağlamaya çalışıyorlar. Almanlar tembel­likle mahsul alırken Yahudiler sözde alın teriyle ürün toplu­yorlar sizin için. Yahudiler dört yıl boyunca cephede sizinle omuz omuza savaşıp Almanların şanı ve büyüklüğü uğruna canlarını tehlikeye atarken, gerçek Alman ulusu bir köşeye çekilip yalnızca ahkam kesti çünkü. Almanya yaşasın diye Yahudiler birer birer can verdi. Devrim ve savaş süresince her şeyini kaybetmemiş tek bir Yahudi ve bu sürede zengin­liğine zenginlik katmayan tek bir Alman var mı etrafınızda,

bir bakın? Almanlar İsa'yı çarmıha gererken Yahudiler onun sevgi öğretisini hayata geçirmedi mi?

Bu yüzden yalnızca Yahudilerin mağazalarından alışveriş yapmalısınız. Zaten ufacık bir Alman esnafını neden umursayasınız ki? Aslında o küçük Alman esnafların Filistin'e geri dönüp mallarını orada satmaları gerekiyor. Zira hiçbiri Almanya'da bizimle yaşamaya layık insanlar değiller! Küçük işletmelerin birer birer batmaya başladığına dair yaygara koparanlardan artık bıkmış durumdayız zira hepimiz o gü­zelim, konforlu Yahudi mağazalarından gayet memnunuz. Sayelerinde her türlü ucuz paçavraya kolayca ulaşabiliyoruz. Her sokağın başında bunlardan satan bir mağaza bulabiliyo­ruz; spot ışıkları gecenin karanlığında parlıyor, vitrinlerine Noel ağaçlarının aydınlatmaları yansıyor, Kitsch1 denizinin ortasında melek figürleri sallanıyor, çocuklar gülüşüp el çır­pıyor ve sevecen Yahudi esnaf ise tüm bunların ardında el­leri mutlulukla ovuşturarak gelecek müşterilerini bekliyor. Böylesi bir enerjiye sahip olan ve böylesine cömert bir Al­man esnafı nereden bulacaksınız? Belki şimdi Almanların da hayatta kalmaya çalıştığını söyleyeceksiniz ancak ne fark eder? Almanlar kendilerini ne sanıyorlar hem? Onlar da bi­zim gibi kendilerini bırakmalı artık. Neden bizim hak ettik­lerimizden daha fazlasına layık olduklarını düşünüyorlar? Sonuçta o özel haklar yalnızca Almanya'da yaşayan Yahudilere ait. Şayet Yahudilere bir fayda sağlamayacaksa neden bir devletimiz olsun ki?

Bu yıl Noel döneminde, yalnızca Berlin'de altı yüz küçük işletme, Yahudi mağazaları yüzünden iflas etti! Ortalıkta hala bu kadar Alman esnafın olması gerçekten inanılır gibi değil! Ancak kimse endişe etmesin -gelecek sene sayıları daha da azalacak. Almanya'da iflas etmesini beklediğimiz öyle çok işletme de kalmadı ki böyle de olmalı. Almanya bir

1 (Alm.) Halihazırda bilinen bir sanat eserinin bayağı bir kopyasını sınıflandırmak, nite­liğini ifade edebilmek için kullanılan bir terim.

gün bütünüyle Yahudilerin olacak! Amacımız da gayemiz de bu. Elimizde kalan son parayı bile sonuna kadar kulla­nacağız.

Noel ağaçlarınızı kurun. Siyon'un evlatları, mutlu olsun! İyi Almanlar, zor kazandıkları paralarla kendi zincirleri­ni sağlamlaştırmaya devam etsin. Yahudi varsılerk onları sonsuz bir köleliğe mahkum edecek sonunda. Böylesi hari­kulade işler yapan Yahudilerin el emekleriyle tüm dünyaya daha fazla yayılmasını kim istemez ki? Onların karşısında saygıyla eğmeyeceksek neden var olsun bu boyunlarımız? Almanya on yıldır satılık bir ülke. Kim buna destek olma­yı istemez? Bir Noel ağacının altındaki hediyenin Yahu­di Tietz'ten mi yoksa Alman Müller'den mi geldiğini kim sorar ki? Sizlerin sağladığı maddi destekle Yahudi esnaf giderek semirirken Almanlar açlıktan öleyazacak. Öyle ol­sun, ne fark eder? Bırakalım, ışık Yahudileri aydınlatırken, Almanlar karanlıkta kalsın. Yahudilerin Yüce Efendisi de, Ekonomi Bakanı Hilferding1 de bunu istiyor. Şayet bir mülk Yahudilere ait değilse, o mülk hırsızlıkla elde edilmiş de­mektir. Soyluluğa ayrılacak tek bir kuruşumuz dahi yok; her şey banklar, borsa ve Yahudi tüccarlar için var!

Noel, hepimiz için bir sevgi bayramı ise neden fakir Yahudileri sevip onların da diğer soydaşlarımız gibi zenginleş­mesine destek olmayalım? Düşmanlarınızı da sevin, sizden nefret edenlere bile iyilik edin. Ne zamandan beri Yahudiler düşmanınız değil? Ne zamandan beri bizden nefret etmiyor, bize kumpaslar kurmuyor, bizi yok etmeye çalışmıyorlar? Onlar bize nasıl davranıyorsa, bizim de onlara aynı şekilde davranmamızı isteyecek kadar insanlıktan çıkan var mıdır aramızda? Göze göz, dişe diş diyecek herhangi biri çıkar mı?

' Avusturya doğumlu Marksist ekonomist, Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin üyesi teorisyen ve Yahudi politikacı. Weimar Cumhuriyeti'nin Ekonomi bakanlığını yaptığı sırada markın değer kaybetmesini önlediyse de enflasyon patlamasının önüne geçe­medi. Hitler iktidara geldiğinde bir sosyalist ve Yahudi nlduğu için ülkeden kaçmak zorunda kaldı ve 1941'de sürgünde yaşamını yitirdi.

Yakın zamanda doğum gününü kutlayacağımız çocuk, dünyaya sevgi getirmek için doğdu. Ancak insan olan İsa, bir yerde her şeyin sevgiyle halledilemeyeceğini öğrenmişti. Tapınağında Yahudi sarrafları gördüğünde kamçısını eline alıp onları derhal dışarı atmıştı.

Almanlar, yalnızca Yahudilerden alışveriş yapın! Ancak kendi ırkınızdan olan vatandaşlarınızın açlıktan ölmesi­ne izin verin, özellikle Noel'de gidip Yahudi mağazalardan alışveriş edin! Kendi halkınıza ne kadar büyük bir haksız­lık ederseniz, bir adamın çıkıp da kamçısını eline alarak bu sarrafları anavatanımızın tapınağından kovacağı günler o kadar çabuk gelecektir!


BİR DİKTATÖRE YA DA DİKTATÖR OLMAK
İSTEYEN BİRİNE ALTIN ÖĞÜTLER

ı Eylül 1932

ı. Diktatörlük için üç şey gerekir: Bir adam, bir fikir ve o adam ile o fikir için yaşayacak, hatta gerekirse de uğrunda ölecek müritler. Şayet adamınız yok ise, umudunuz olmaz; fikriniz yoksa da imkanınız... Ancak peşinizde kitleler yok ise, diktatörlük kötü bir şakadan ibaret olacaktır.

2.    Bir diktatör gerektiğinde parlamentoyla mücadele eder ancak asla halkına karşı çıkmaz.

3.       Süngünün ucunda olmak her daim rahatsız edicidir.

4.    Bir diktatörün ilk görevi, istediği şeye halkın nazarında popülerlik kazandırmak; halkın isteklerini bir şekilde kendi istekleriyle uyumlu hale getirmektir.

5.    Bir diktatörün en önemli görevi ise sosyal adaleti sağ­lamaktır. Şayet halk, diktatörün üst tabakadan, kendileriyle alakası olmayan bir avuç insanı temsil ettiğini sezerse, onu korkunç bir düşman olarak görecek ve mümkün olan en kısa sürede alaşağı edecektir.

6.     Diktatörler halklarını ancak, karşısında durdukları eski yönetim biçimlerinden daha iyi yöntemler biliyorsa ve gücü, halklarının içine, silaha sarılmak yerine yalnızca ona güvenebilecekleri kadar işlemişse kurtarmayı başarabilirler.

7.    Bir diktatör, çoğunluğun isteklerine göre hareket etme­ye ihtiyaç duymaz. Ancak toplumun isteklerini kendi istek­lerine göre kullanabilme yeteneğine sahiptir.

8.    Çoğunluk ve öncü partiler, bir toplumu yönlendirme konusunda eşit güce sahiptir. Bir partiyi mahveden kimse toplumu da uçurumun kenarına sürükler. Politika yapabilme becerisi, diğerlerinin çalışmalarıyla bir bakanlık koltuğuna yükselmek için korkunç yöntemler kullanmakla ölçülmez.

9.     Diktatörlük kendi manevi değerleriyle ayakta kalmayı başarabilmelidir. Şayet ideallerinin iyi tarafları rakiplerin­den kaynaklanıyor ancak kötü özellikleri rakiplerinden ileri gelmiyorsa, bunu başaramaz.

10.     Konuşabilme yeteneği utanılacak bir şey değildir. An­cak eğer sözlerinizi, onları hayata geçirecek eylemler takip etmiyor ise bu yeteneğinizden utanabilirsiniz.

11.    Diktatörlük düşüncesine, burjuvazi konseptinin taraf­sızlık mantığından daha yabancı tek bir şey daha yoktur zira diktatör, doğası gereği fazlasıyla sübjektiftir ve yine doğası gereği taraf tutar. Ya bir tarafı ya diğerini destekler. Eğer ikincinin tarafını tutmuyorsa, halkının, desteklediği ilk ta­rafın dürüstlüğünden şüphe etmesi riskini de almış olur.

12.     Bir diktatör ne istediğini ve ne düşündüğünü açıkça söyler. Bir yüz peçesinin ardına saklanmayı asla düşünmez. Eyleme geçme cesaretini de haklılığını kanıtlama cüretini de gösterir.

13.    Her ne kadar eylemleri tam tersini gösteriyor olsa da yasalara uyuyormuş gibi bir imaj çizmek adına kanunların ardına saklanmaya çalışan bir diktatör, makamında uzun süre kalmayı asla başaramaz. Kendi beceriksizliği yüzünden

kaybeder ve arkasında yalnızca kafası karışık insanlar ve bir kargaşa bırakır.

14.     Yalnızca bir partiye mensup olmaya cesaret edeme­yenler, bir partinin üzerinde olmayı gözlerinde fazlasıyla büyütürler. Dünya yıkılıp da kurumlar temelinden sarsıldı­ğında, devrim ateşi tüm halkları ve ulusları sardığında kişi, muhakkak şu ya da bu partinin mensubu olmak durumunda kalacaktır. Arada kalan kişi şüphesiz karşıtlıklar arasında savrulup duracak ve kendi kararsızlığının kurbanı olacaktır.

15.    Belki şimdi söyleyeceklerim kulağınıza bir hayli gro­tesk gelecek ama gerçek bu: Bir diktatörün adı dahi doğasını destekler nitelikte olmalıdır. Müller' ya da Meier• adını taşı­yan bir kimse kitlelere hükmedemez.

16.    Gerçek bir diktatör yalnızca kendine güvenir. Sahte mevkidaşları ise yalnızca yasaların ardına saklanıp eylemle­rini haklı göstermek için kanun bentlerine sığınırlar.

17.    Yüce olan her şey sade ve sade olan her şey yücedir. Yalnızca sığ insanlar yetersizliklerini karmaşık yapıların ar­dına saklamayı severler.

18.     Ordunun var oluş nedeni, bir avuç kaymak tabaka mensubunun istekleri uğruna halkı baskılamak değil; bi­lakis, yalnızca vatanı dış tehditlere karşı korumaktır. Des­tekçilerinin gücüyle kendini savunmayı bilemeyen diktatör, yok olmaya mahkumdur.

19.    Primo de Rivera[7] iktidarı kaybetti, çünkü gücü yalnız­ca silahların hakimiyetine dayanıyordu ve bu yaparak yal­nızca halkının nefretini ve öfkesini kazanabildi.

20.     Mussolini'nin yaptıkları ise tartışma götürmez zira o, halkının gözünde bir idole dönüşmeyi başardı. İtalya'ya, bir devletin en sağlam ve sarsılmaz temelini oluşturan özelliği­ni geri verdi: Özgüven.


193


ALMAN KADINI

18 Mart 1933

Alman kadınları ve Alman erkekleri!

Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı görevını üstlendikten sonra yaptığım ilk konuşmada Alman kadınla­rına hitap ediyor olmam gerçekten hoş bir tesadüf oldu. Her ne kadar tarihi erkeklerin yazdığı konusunda Treitschke'yle[VIII] hemfikir olsam da, o erkekleri kadınların yetiştirdiğini de asla unutmam. Bildiğiniz üzere Nasyonal Sosyalist hareket, kadınları günlük politikadan uzak tutmayı tercih eden tek örgüt ve bu yüzden pek çok acımasız eleştiriye maruz ka­lıyoruz, insanlar bize düşmanlık besliyorlar ancak bunların hepsi haksız aslında. Kadınları, Almanya içerisinde son on dört yıldır parlamenter demokratik sistemden uzak tutma­mızın nedeni onlara saygı duymamamız değil, aksine bunu onlara çok saygı duyduğumuz için yapıyoruz. Onları bizler-

den daha aşağıda görmüyoruz, yalnızca başka bir misyonları olduğunu ve erkeklerden daha başka bir değer taşıdıklarını düşünüyoruz. Bu yüzden de kelimenin tam anlamıyla dün­yadaki diğer ulusların kadınlarından üstün olan Alman ka­dınının gücünü ve becerilerini, erkeklerinkinden daha fark­lı alanlarda kullanması gerektiğine inanıyoruz.

Kadınlar, uzun zamandır erkeklerin yalnızca cinsel part­nerleri değiller, aynı zamanda kadın ve erkek birlikte pek çok ortamda birlikte çalışıyorlar. Çok uzun zaman önce er­keklerin hüküm sürdüğü alanlara girerek ağır işler yapma­ya, erkeklerle birlikte şehirlere taşınıp ofislere ve fabrikalara girerek en uygun oldukları alanlarda Üzerlerine düşen işleri halletmeye başladılar. Bunu da bütün yetenekleri, sadakatle­ri, adanmışlıklarıyla, fedakarlığa her an hazır olarak yaptılar.

Bugün de kadının toplumsal yaşamımızdaki yeri eski­sinden farklı değil. Modern yaşamı iyice idrak etmiş olan hiç kimse, kadınları toplumsal yaşamdan, iş hayatından, mesleklerinden ve ekmek savaşından alıkoymak gibi delice bir fikre kapılmaz. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki er­keklere özel olan alanlar muhakkak onlara özgü kalmalıdır ve politika ile askeriye bu alanların en önemlilerindendir. Kadınları bu alanlardan uzak tutuyor olmamız onları hor gördüğümüz anlamına gelmez, bilakis yeteneklerini ve be­cerilerini en iyi şekilde kullanmanın yolunu bildiğimiz an­lamına gelir.

Almanya'nın gerileme döneminde şöyle birkaç yıl geriye gidip bakarsak, ürkütücü ve hatta neredeyse dehşet verici bir manzarayla karşı karşıya kalırız ki o da, son zamanlar­da giderek daha az Alman erkek sosyal yaşamda erkeksi davranmayı tercih ederken giderek daha fazla Alman ka­dının, erkeklerin yerlerini tutkuyla doldurabilme hevesin­de oluşudur. Erkeklerin efemine edilmesinin sonucu her daim kadının da erkeksi bir hale gelmesi olacaktır şüphesiz. Kararlılığın, tutarlılığın, erdemin ve sağlam duruşun unu-

tulmaya yüz tuttuğu böyle bir çağda erkeklerin; yaşamda­ki, politikadaki ve en nihayetinde de devlet yönetiminde bulundukları öncü konumlarını kadınlara kaptırması kimseyi şaşırtmamalıdır.

Bunu kadınlardan oluşan bir kitlenin önünde dile getir­mek belki de pek mantıklı bir hareket olmayacak ama yine de bunu yapmak zorundayım zira bunlar gerçekler ve ger­çekleri dile getirmek, kadınlarımıza karşı tutumumuzun daha net anlaşılmasına da yardımcı olacaktır.

Politika, devlet yönetimi, ekonomi ve sosyal ilişkiler bakı­mından engin devrimsel değişimlerin yaşandığı bu modern çağda, kadınlar ve onların toplumsal yaşamdaki yerleri de elbette el değmemiş bir alan olarak kalamazdı. Birkaç yıl ya da birkaç on yıl önce imkansız olduğunu düşündüğümüz pek çok şey bugün günlük hayatımızın içine kadar girdi ve normalleşti. Bazı saygın ve övgüye değer gelişmeler de oldu. Ancak kabul edilemez ve aşağılayıcı bir takım olay­lar da söz konusu. İşte bu devrimsel değişiklikler, kadınları kendilerine uygun görevlerden büyük ölçüde uzaklaştırdı ve kendilerine uygun olmayan vazifelere de gözlerini dik­meye başlamalarına neden oldu. Böylece halkın gözünde, esas ideallerimizle alakası kalmamış bozuk bir Alman ka­dını imajı oluştu.

Bu konuda köklü bir değişiklik yapmak icap ediyor. Aşırı sağcı ve gerici bir ifadeler kullandığımın düşünülmesi ris­kini göze alarak şunu açıkça belirtmeliyim: Kadınların ait oldukları, kendileri için en iyi ve en uygun yer ailelerin ol­duğu yerdir ve en yüce görevleri de ulusları ile ülkelerine, soyumuzun devamını sağlayarak ulusumuzun yok olma­masını garantileyecek çocuklar vermektir. Kadın, gençliğin öğreticisidir ve bu yüzden geleceğin temellerini atacak olan kişidir aynı zamanda. Eğer aile, bir ulusun güç kaynağı ise kadın da o kaynağın çekirdeğini, yani tam merkezi nokta­sını oluşturan parçadır. Bir kadının ulusuna hizmet etmek

için yapabileceği en iyi şey ailesine, evliliğine ve anneliğine bağlı olmaktır. Kadının en yüce görevi budur. Elbette bu, çalışan ya da çocuğu olmayan kadınların Alman halkına annelik etmek konusunda bir faydası olmayacağı anlamı­na gelmez. Onlar da güçlerini, becerilerini farklı şekiller­de kullanarak uluslarına olan sadakatlerini gösterebilirler. Ancak şu konuda çok kararlıyız ki sosyal anlamda radikal reformların uygulanacağı bir toplumda ilk iş kadının esas görevini yerine getirmesi için fırsat tanımaktır ki bu görev de ailesini koruyup çocuklarına annelik etmekten başka bir şey olamaz.

Ulusu için devrimsel eylemlerde bulunmaya kararlı olan bir hükümetin pek çok niteliği olabilir ancak gericilik asla bunlardan biri olamaz zira hızla gelişen bu çağda, halkı­mızın adımlarını yavaşlatmak niyetinde olan bir hükümet meşru kabul edilemez. Devrim yapmaya kararlı bir hükü­metin zamanın gerisinde kalmaya da niyeti yoktur, bilakis geleceğe yön vermek adına bayrak taşıyıcı olma görevini üstlenmek ister. Bizler, modern çağın taleplerinin fazlasıyla farkındayız ancak bu, her dönemde anneliğin ne kadar bü­yük önemli bir vasıf olduğunu ve çocuklarına saygın bir ge­lecek bırakmak isteyen bir ailede annenin her şeyden daha önemli olduğunu unutmamıza da neden olamaz.

Geçen yıllar içerisinde Alman kadını da türlü değişimler geçirmiştir ancak son zamanlarda, daha az görevleri ve daha fazla hakları olmasının bir sonucu olarak aslında eskisinden çok daha mutlu olamadıklarını fark etmeye başladılar. Her gün annelik yapmak, evlerine bakmak yerine ofislere tıkılıp kalma hakkını tercih etmenin o kadar da akıllıca olmadığını anlıyorlar artık.

İçinde bulunduğumuz bu modern çağın karakter özellik­lerinden biri de büyük şehirlerimizde doğum oranlarını bir hayli düşmüş olması; 19oo'lü yıllarda Almanya'da neredeyse iki milyon çocuk doğmuştu ancak bu rakam, bugün bir mil-

yona kadar gerilemiş durumda. Bu korkunç düşüş en çok ülkemizin başkentinde gözlemleniyor. Geçtiğimiz on dört yılda Berlin, doğum oranı bakımından diğer Avrupa ülkele­riyle kıyaslandığında en son sırada yer alıyor. Muhtemelen 1955 yılına geldiğimizde, göçmenleri saymazsak Berlin'de sadece üç milyon insan yaşıyor olacak. Bizler doğum oran­larındaki bu gerileme sorununu çözerek kendi kanımızdan insanların çoğalması için bir şeyler yapmaya kararlıyız. Bu noktada köklü bir değişiklik yapmak da gerekiyor elbette. Almanya'da doğum oranının hızla düşmesinden sorumlu olan en büyük etken, aile ve çocuk konusunda benimsenen liberal tavır. Şimdiden yaşlanan toplumumuz konusunda endişelenmeye başladık bile. 19oo'lü yıllarda her bir yaşlı insan başına yedi çocuk düşerken bugün bu rakam dör­de kadar indi ve eğer bu şekilde devam ederse 1988 yılına geldiğimizde oran bire bir olacak. İstatistikler bu durumu işaret ediyor ki bu da, Almanya'nın şu anda tuttuğu yol­dan sapmayarak aynı tavırla devam etmesi durumunda son hızla uçuruma doğru koşacağının en büyük kanıtı. Şayet doğum oranlarının azalması konusunda bir şeyler yapmayı reddedecek olursak, nüfus azalması Alman ulusunun so­nunu getirecek.

Bu noktada bir kenara çekilerek ulus olarak varlığımızın sona erişine ve miras aldığımız kanın kuruyup yok olma­sına göz yumacak değiliz. Nasyonal bir devrim peşindeki hükümet, halkını en temel özellikleriyle yeniden yaratmak zorundadır ki bunun yolu da kadınların iş ve aile yaşamını, ulusumuzun faydası için en iyi şekilde hizmet etmelerini sağlayacak biçimde bir dönüşüme uğratmaktan geçiyor. Bu­nun için sosyal eşitsizlikleri bertaraf etmemiz icap ediyor; ancak bu şekilde halkımızın yaşamını ve geleceğini, kanı­mızın ölümsüzlüğünü yeniden garanti altına almayı başa­rabiliriz.

Hem toplumun hem de bireyin zarar görmesini engel ol­mak adına herkesi eğitme amacı güden bu etkinliği takdir ediyorum zira ulusumuza ve toplumun aydınlatılmasına destek vererek daha çok yeni olan hükümetin en mutluluk verici görevlerinden birini de teşvik ediyor.

Belki "Kadın" adı verilen bu etkinlik, bir tür dönüm nokta­sı olur ve eğer hedefi, çağdaş bir toplumda kadının yerinin nasıl olması gerektiğine dair bir kamuoyu yaratmaksa, Al­man ulusunun gelecek nesillerle birlikte geçirmesini umdu­ğumuz derin değişime katkıda bulunur. Bunun ne kadar zor olacağının elbette farkındayım. Bu türden etkinlikler için net bir tema belirlemek ve onlara sağlam bir yapı kazandır­mak adına aşmamız gereken çok engel olduğunu da pekala biliyorum ancak kadının aile, halk ve bütün bir ulus için ne kadar önemli olduğunu herkese göstermek zorundayız. Yaptıklarımız, günümüz günlük yaşamında kadının yerinin ne olduğunu tüm topluma gösterecek ve tam anlamıyla çağ­daş kadın hareketinin bir sonucu sayılmayacak fikir çatış­malarında bir orta yol bulmamıza yardımcı olacak bilgiyi sağlayacak herkese.

Ancak hepsi bununla bitmiyor elbette. "Kadın" etkinliği­nin esas amacı, olması gerekeni göstermenin yanında, bu konuda gelişme kaydedilmesini sağlayacak önerilerde bu­lunmaktır. Yeni yollar ve yeni fırsatlar sunmayı hedeflerken verdiği net ve genellikle fazla cesur olan örnekler, binlerce Alman kadınını düşünmeye sevk ederek hayatlarında radi­kal kararlar almalarına vesile olacaktır. Yeni hükümetimizde birden fazla çocuğu olan erkeklere özellikle özen gösteril­mesi bizim için tatmin edici, zira bizler, nüfus azalmasının bir şekilde önüne geçmek istiyoruz. Ailenin önemi asla azımsanmamalıdır, özellikle de babalarını yitirmiş, yalnızca annenin başında olduğu ailelerin önemi... Bu tip ailelerde çocuklardan tek başına kadın sorumludur ve bu vesileyle

topluma karşı da ne kadar büyük bir sorumluluk üstlenmiş olduğunun da farkına varmalıdır.

Bu nüfus azalmasının Alman halkının kaderi olduğuna asla inanmıyoruz. Almanya'nın bu dünyada hala gerçekleş­tirmesi gereken önemli görevleri olduğuna inancımız tam. Kendi tarihimizin sonunun gelmeyeceğinden de eminiz ve tarihimizde önemli, gurur verici ve yepyeni bir dönemin baş­ladığını da biliyoruz. Bu inanç, bize umutsuzluğa düşmemek ve çalışmak için güç verip geçtiğimiz on dört yıl boyunca çok büyük fedakarlıklar yapabilmemizi sağladı. Milyonlarca ka­dına Almanya'dan umutlarını kesmemeleri için güç verdi ve onların oğulları da bir ulusun uyanışında önemli roller oy­nadı. Bu inanç, kocalarını ve evlerini geçindirenleri savaşta kaybeden, halkını kurtarmak için oğullarını feda eden cesur kadınlarla birlikte daha da büyüdü. Geçtiğimiz on dört yılda umutsuzluk ve yoksulluğa dayanmamızı sağladı ve bugün de, Almanya'nın yine gün ışığında ışıl ışıl parlayacağı gün­lerin geleceğine olan yepyeni bir umutla dolduruyor içimizi.

Bir insanı, mücadele etmek kadar canlı ve kararlı kılan tek bir şey daha yoktur. Ancak mücadele etmek, direnmek için cesaret aşılar insana. Alman halkının işte bu çöküşler­le geçirdiği yıllar boyunca modern toplumun kafası karışık öncüleri tarafından yeni bir kadınlık tanımı yaratıldı; karar­lı, katı, cesur ve fedakarlığa hazır bir kadınlık... Dört yıllık büyük savaşta ve arkasından gelen on dört yıllık çöküş dö­neminde Alman kadınları ve anneleri, erkeklerin en önemli destekçileri olduklarını kanıtladılar. Bütün o acılara, engel­lere ve tehlikelere göğüs gerdiler; ne talihsizlikler, ne endişe ne de sorunlar onları yıkabildi. Bir ulusun kadınları böyle onurlu ve soylu oldukça o ulusun sırtı asla yere gelmez. İşte sözünü ettiğim bu onurlu kadınlar; bizim ırkımızın, kanı­mızın ve geleceğimizin koruyucularıdır.

Bugün yepyeni bir Alman kadını yaratılıyor. Şayet ulu­sumuz, anneliği gururla ve özgürce seçebilen o kadınlara

tekrar kavuşursa, asla yok olmaz. Şayet kadın sağlıklı olursa toplum da sağlığını korur. Kadınlarını ve annelerini ihmal eden ulusların vay haline ki kendilerini böyle helak ediyor­lar.

Bu Alman kadını konseptinin tüm dünyada yeniden gu­rur ve saygıyla karşılanmasını umuyoruz zira ancak o za­man Alman kadını kendi topraklarında ve halkının arasın­da gururla dolaşacak, hem düşüncede hem de hislerinde Alman olmanın tadını doyasıya çıkaracaktır. Bu durumda ulusunun onuru ve ırkının devamlığı o kadın için en önemli mesele olacaktır. Bir ulus ancak onurunu unutmazsa ekme­ğini kazanmayı garantileyebilir.

Alman kadını da bunu asla unutmamalıdır.

Etkinliği artık başlatmamın zamanı geldi. Umarım hepi­mize, yaşadığımız günlerde yapılan hataları gösterip gele­ceğe yön verecek önerilen sunar. Böylece dünya bize tekrar saygı duyabildiğinde, Alman kadını hakkında şu ünlü şiiri yazmış olan Walther von der Vogelwiede'nin[IX] sözlerinin hakkını vermiş oluruz:

Her kim ki arıyorsa

Erdemli ve faziletli sevgiyi,

Gelsin topraklarımıza.

Zira huzur burada.

Dileğim; buralarda daha uzun yaşamaya!

BİZİM HİTLER'İMİZ!

20 Nisan 1933

Bugün bütün gazeteler Şansölye Adolf Hitler'i kutluyor! Elbette yazılanlar gazetenin tavrına, karakterine ve tarafına göre ufak farklılıklar gösterebiliyor ancak hepsi tek bir nok­tada hemfikir: Hitler, daha şimdiden çok önemli tarihi başa­rılar elde etmiş ve büyük mücadeleler vermiş, vermeye de devam eden bir şahsiyettir. Kendisi Almanya sınırları içeri­sinde nadiren karşılaşılan türden bir devlet adamı ve Alman halkının ezici çoğunluğu tarafından sevilip takdir edilme­nin yanında, onlar tarafından çok iyi anlaşılan bir lider olma şansına da erişmiş bir kişiliktir. Savaş sonrası dönemde du­rumumuzu layıkıyla algılamayı başararak alınması gereken katı ve net tedbirleri açıkça ortaya koyabilen tek Alman po­litikacıdır aynı zamanda. Bütün gazeteler bu konuda hem­fikir. Elbette artık Hitler'in Bismarck'ın1 bayrağını devralıp

ı Otto Eduard Leopold von Bismarck. Demir Şansölye olarak anılan ve ı862 yılından 1890 yılına kadar önce Prusya"nın, ardından da Almanya'nın başbakanlığı görevini üstlenmiş olan devlet adamı. Yıllardır birbirinden bağımsız bir halde savrulan Alman prensliklerini, göreve geldiği gün mecliste yapnğı konuşmada açıkladığı ve 'Kan ve Demir' adını verdiği politikaya uygun olarak girdiği savaşlarla bir yere kadar birleş-

onun yarım kalan işini tamamlama niyetinde olduğunu söy­lemeye de şüphesiz ki gerek yoktur. Ona inanmayan ve on­dan hoşlanmayan insanların bile görebileceği pek çok kanıt var buna dair. Reich'ın hengamesinden uzak olduğum böylesi bir günün arifesinde, bu adamın tarih arenasında nasıl bir önem arz ettiği ve tarihi nasıl etkileyeceğini tartışacak değilim zira Adolf Hitler artık 44 yaşını dolduruyor! Kişisel olarak ona duyduğum samimi sevgiyi dile getirmeyi gerekli görüyorum ve bunu yaparken aynı zamanda yüz binlerce Nasyonal Sosyalistin duygularına da tercüman olduğuma inanıyorum. Elbette ki onu saçma sözler ve acınası övgüler­le kutlama kısmını, daha birkaç ay öncesine kadar bize düş­man olan ve her yaptığımızı eleştirenlere bırakmak en iyisi olacaktır. Bizler, Adolf Hitler'in böylesi çabaları ne kadar az umursadığını da; doğasının farkında olarak onun yanında kalıp sadakatle ve sonsuz destekle kendisine eşlik etmekte olan dostlarını ve dava arkadaşlarını ne kadar çok takdir et­tiğini de çok iyi biliyoruz.

Kendisiyle iletişim kuran herkesi etkisi altına alan o gi­zemli havası yalnızca tarihe damga vuracak karakteriyle açıklanamaz zira milyonlarca insan kendisiyle bizzat tanış­madıkları halde ona sadakat ve büyük bir inançla tutunu­yor. Hatta Hitler, Alman halkının geleceğe dair umutlarının kati bir sembolü haline gelmiş durumda. Aslında genelde uzaktan sevip hayran olduğumuz bütün büyük şahsiyetler, kendilerini daha iyi tanıdıkça üzerimizdeki büyülü etkile­rini kaybederler ancak Hitler konusunda tam tersi geçerli oluyor; insan onu daha iyi tanıdıkça ona daha çok hayran oluyor ve kendisini onun davasına adamak konusunda çok daha yoğun bir istek duyuyor.

tirmeyi başarmış ve Almanya'ya eski gücünü geri kazandırmıştır. Burada Göbbels de Hitler'in. Almanya"nın kaybettiği tüm topraklan geri alma hedefine gönderme yap­maktadır.

Bizler, bugün sağda solda trompetler çalmayı diğerlerine bırakıp dava arkadaşları ve dostları olarak onun etrafında toplanarak elini sıkmayı ve bize sağladığı her şey için ken­disine teşekkür etmeyi tercih ediyoruz. Bir kez daha şunu söylemem izin verin: Bizler bu adamı seviyor ve onun sev­gimizi, güvenimizi kazanmak için neler yaptığını çok iyi bi­liyoruz. O asla, kötülüğünü isteyen diğer partilerin nefret ve iftira söylemleriyle suçladıkları adam olmadı; bu partilerin Hitler için neler neler söylediklerini asla unutmayın! Her biri tutarsız ve mesnetsiz iftiralardı. Her bir günahını yü­züne vurup her türlü erdemini yok saydılar ancak her şeye rağmen Hitler, bu çakal sürüsünü ezip geçerek düşmanları­na karşı zafer kazandığında ve Almanya'nın göklerinde Nas­yonal Sosyalizm bayrağını dalgalandırdığında kader, tüm dünyanın önünde Hitler'i ödüllendirdi. Onu kalabalıkların arasından alarak göklere yükseltti ve safi kusursuz insanlığı ile harikulade yeteneği sayesinde hak ettiği konuma getirdi.

Hitler'in partiyi yeniden toparlamaya başladığı -hapisha­neden yeni çıktığıyılları hatırlıyorum da, kendisiyle Brehctesgaden kasabasının biraz üstünde kalan ve pek sevdiği Obersalzburg'a birkaç günlük harikulade bir geziye çıkmış­ı ık. Bulunduğumuz yerin aşağısında yalnızca unutamadığı arkadaşı Dietrich Eckart'ın mezarının da bulunduğu sessiz bir kabristan vardı. Dağlarda gezinip gelecek için planlar yaptık ve uzun zaman önce hayata geçirebildiğimiz teorile­rimiz hakkında konuştuk. Ardından beni Berlin'e gönderdi ve bir de zorlayıcı bir görev verdi. Bugün hala bu görev için kendisine fırsat buldukça teşekkür ediyorum.

Birkaç ay önce Berlin'de küçük bir otel odasında, beraber­ce oturuyorduk. Partimizin faaliyetleri yine Marksist-Yahudi polis teşkilatı tarafından mütemadiyen engellenmektey­di. Üzerimize var güçleriyle yükleniyorlardı. Partidekilerin cesareti kırılmıştı, herkes sızlanıyor ve birbirlerinden şika-

yet edip duruyordu. Neredeyse bütün teşkilatımız pes etmiş gibiydi.

Ancak Hitler asla cesaretini kaybetmedi, bilakis derhal harekete geçti ve ihtiyacı olan yere gelmek için elinden gele­ni yaptı. Her ne kadar kişisel ve politik zorluklarla karşılaşsa da hem sorunlarla yüzleşecek, hem de Reich'ın başkentinde arkadaşlarını destekleyecek zamanı da gücü de buldu ken­dinde.

En saygın ve sağlam özelliklerinden biri de kazanacağı­na inanan bir kimseden asla vazgeçmiyor olmasıdır. Politik arenadaki rakipleri o insana ne kadar çok saldırırsa, Hitler de onu bir o kadar destekler. Güçlü muhalefetle karşılaş­maktan korkan biri olmamıştır asla. Yakınlarındakiler de ne kadar sağlam ve güçlü durursa, Hitler onları o denli faz­la sever ve her şey elinden kayıp gitse de yeniden topar­lamanın bir yolunu mutlaka bulur. Herkesin liberal olduğu böylesi bir toplum içerisinde her şeyi bünyesinde toplaya­bilmiş böyle geniş bir organizasyonun inşa edilebileceği kimin aklına gelirdi ki? İşte Hitler bunu yapmayı başararak en büyük başarısına imza atmıştır. Her ne kadar prensiple­ri konusunda çok katı ve sarsılmaz bir tavır takınıyor olsa da insanların zayıflıkları karşısında her zaman anlayışlı ve cömert olmuştur. Karşıtlarına nasıl acımasız davranıyorsa, yandaşlarına karşı bir o kadar iyilikle, dostlukla yaklaşır. İşte bizim Hitler'imiz, böyle biridir.

Kendisini, partimizin Nuremberg'te yaptığı iki büyük mitingde, onu Almanya'nın tek umudu olarak gören kala­balıkların arasında izledik. Akşamları onunla otel odasında oturup konuştuk. Üzerinde her zamanki, sıradan kahverengi gömleği vardı. Hiçbir şey olmamış gibi... Yücelik sadedir ve sadelik yücedir, derler. Eğer bu doğruysa, Hitler kesinlikle bu kuralı uyguluyordu. Doğası ve felsefesi, bütünüyle savaş sonrası Alman halkının içine düştüğü ayrışma halinin ve ihtiyaç duyduğu ruhsal gereksinimleri büyük bir sadelikle

karşılıyor aslında. En basit ortak paydayı buluveriyor. İşte onun ideasının başarılı olma nedeni de tam olarak bu: İdeasını öyle bir şekillendirdi ki o ideanın derinliğini ve ışığını sokaktaki en sade vatandaşın dahi görebilmesini sağladı.

Hitler'in nasıl bir adam olduğunu anlamak için onu yalnız­ca kazandığında değil, kaybettiğinde de gözlemlemelisiniz. Asla yılmaz, ne cesaretini ne de umudunu kaybetmez. Ona yeni bir umuda tutunmak için gelen yüzlerce insan arasında gücü yenilenmeden geri dönen tek bir kişi olmamıştır.

13 Ağustos 1932'den bir gün önce Potsdam'ın biraz dışın­da küçük bir çiftlik evinde buluştuk. Gece yarısı yaptığımız bir yürüyüş sırasında, bir sonraki gün yapacaklarımızı değil müzikten, felsefeden ve dünya görüşlerimizden bahsettik. Sonrasında insanın ancak onunla deneyimleyebileceği bazı tecrübeler yaşadım. Viyana ve Münih'te geçen gençliğinde geçirdiği zor yıllardan, savaş deneyimlerinden ve partinin ilk yıllarından bahsetti. Çok az insan onun ne kadar zor ve acı savaşlar verdiğini bilir. Bugün etrafındaki insanlar ona övgüler yağdırıp teşekkürlerini sunuyor ancak on beş yıl önce milyonlarca insanın içinde yapayalnızdı. Onu, o mil­yonlardan ayıran tek detay; içinde yanan inanç ateşi ve bu inancı eyleme dönüştürmesine yardımcı olan azmiydi.

1932 Kasım'ında partisi seçimi kaybedince Hitler'in sonu­nun geldiğine inananlar, yalnızca onu anlayamayan insan­lardı. Ancak onu zerre kadar tanımayan biri böyle bir hataya düşebilirdi zira Hitler, yenilgilerle daha da hırslanan insan­lardandır. Friedrich Nietzsche'nin şu sözü ona tam uyuyor: "Beni öldürmeyen şey, güçlendirir."

Yıllarca ekonomik zorluklar ve parti içi sorunlarla boğu­şan, düşmanlarının derya deniz yalanlarla saldırdığı, dost sandıklarının ihanetleri yüzünden kalbi derinden yaralan­mış bu adam, içinde hala partisini umutsuzluktan kurtara­rak yeni zaferlere taşıyabilecek kadar engin umutlar taşıya­biliyor.

Seçim kampanyaları sırasında araçlarda ya da uçaklarda onun arkasında oturup kaç bin kilometre kat ettiğimi Tanrı bilir. Kim bilir kaç kez sokakta ona, yüzünde minnettar bir ifadeyle bakan bir adam ya da çocuğunu ona göstermek için havaya kaldıran bir anne gördüm ve kim bilir kaç kez in­sanların onu gördüklerinde nasıl mutlu olup sevinçle dolup taştıklarına şahit oldum.

Her bir cebini sigara paketleri ve bir ya da iki marklık bo­zukluklarla doldurur, gördüğü her işçiye mutlaka iki seçe­nekten birini ikram ederdi. Her anneyle mutlaka dostça iki çift laf eder ve her bir çocuğun elini sevgiyle sıkardı.

Alman gençliği bu adamı boş yere sevmiyor; onun ruhu­nun ne kadar genç olduğunu ve geleceklerinin emin ellere emanet olduğunu çok iyi biliyorlar çünkü. Geçtiğimiz Paskalya Bayramı'nda yine Obersalzberg'te küçük bir evde birlikteydik. Doğduğu Braunau kasabasından bir grup yürü­yüşçü kendisini ziyarete gelmişti. On beşi birden içeri davet edilip de böyle sıcak bir karşılamayla ağırlandıklarında ne kadar şaşırdıklarını anlatamam. Hızlıca kendilerine pratik bir öğle yemeği ikram edildi ve Hitler'e, doğduğu kasabadan haberler verdiler.

Halkın yüce olanı algılama konusunda sağlam içgüdüleri vardır. Bir insanın kendilerine, yani halka mal olmuş oldu­ğunu anladıklarında öyle derinden etkilenirler ki... Bizim için de Hitler'den daha yüce bir halk adamı olamaz: Berchtesgaden'dan Münih'e dönerken geçtiğimiz her köyde insan­lar ona el sallıyordu. Çocuklar arabasına çiçekler atarken, 'Çok yaşa! Çok yaşa!' diye tezahürat yapıyordu. Traunstein'da yol, S.A. askerleri tarafından kapatılmıştı. Ne ileri ne de geri gitmek mümkündü. S.A.'nın başındaki sorumlu asker, kendinden emin adımlarla arabaya yaklaştı ve şöyle dedi: "Führer'im, eski bir parti üyesi hastanede ölüm döşe­ğinde ve son isteği de Führer'i, yani sizi görmek."

Münih'te yapmamız gereken bir yığın iş varken Hitler, şoförüne derhal geri dönmesini söyledi ve hastanede öl­mekte olan yoldaşının yatağının başında yarım saat kadar zaman geçirdi.

Marksist basın Hitler'in, çevresindeki tüm yöneticilerini baskılayan bir tiran olduğunu iddia edip durdu ama gerçek­ten öyle mi? Bilakis, Hitler, yöneticilerinin her daim en iyi arkadaşı olmuştur. İnsani yanıyla herkesin acılarını ve ih­tiyaçlarını anlayışla karşılayan kocaman bir yüreği vardır. Yanında olan herkesi çok iyi tanır ve bu kişilerin ne özel ha­yatlarında ne de sosyal yaşamlarında, Hitler'in bilgisi dışın­da tek bir hadise dahi yaşanmaz. Şayet talihsiz durumlarla karşılaşırlarsa da Hitler, bu talihsizlikleri göğüslemeleri için onlara yardımcı olur, başarılı olduklarında da onlar adına herkesten çok daha fazla sevinir.

Ben hayatımda onun kadar çok yönlü bir insan daha ta­nımadım. Reichstag yangını gecesinde birlikte oturup ye­mek yediğim, müzik dinleyip sohbet ettiğim, halktan biri olan o adam, yirmi dakika sonra meclis binasının dumana boğulmuş enkazı üzerinde insanlara komünizmin sonunu getirecek emirler yağdırıyordu. Sonrasında da ofisine geçip bir makale yazdı.

Hitler'i tanımayanlar için, milyonlarca insanın onu sevip destekliyor olması bir mucize gibi görünebilir ancak onu ta­nı yanlar elbette bu durumu son derece doğal karşılıyorlar. Haşarısının sırrı, Hitler'in karakterinin tanımlanamayacak kadar gizemli büyüsünde yatıyor. Onu en iyi tanıyanlar aynı zamanda en çok seven ve takdir edenlerdir; ona bağlı­lık yemini edenler hem bedenleri hem de ruhlarıyla kendi­lerini ona adamışlardır.

Böyle bir akşamda, güvenli alanımızı terk ederek Hitler'in insani yanını anlatma cesareti gösterebilecek ve onu çok iyi tanıyan biri olarak bunları söylemem gerektiğini düşün­düm.

Hitler bugün başkentin kargaşasından uzaklaştı, alkış ve tezahürat yağmurunu Berlin'de bırakarak kendi köşesine çe­kildi. Çok sevdiği Bavyera'da bir yerlerde şimdi, sokakların gürültüsünden uzakta, sakinliği ve huzuru arıyor. Ama olur da belki yakınlarında birileri radyoyu açar ve bizi duyma fırsatı olursa diye ona ve tüm Almanya'ya şunu söylemek istiyorum:

Führer'im! Milyonlarca Alman, size en iyi dileklerini ve kalpten gelen sevgilerini sunuyor. Bizler ise, sizin en ya­kınlarınız ve dostlarınız olarak gururla ve sevgiyle bir araya geldik. Övülmekten hoşlanmadığınızı biliyoruz ancak yine de şunu söyleme ihtiyacı duyuyoruz içimizde; Almanya'yı içine düştüğü sefalet çukurundan alıp böylesine saygın ve gurur verici bir noktaya taşıyan sizsiniz. Şunu bilmenizi is­teriz ki her zaman arkanızdayız ve gerekirse önünüzde size siper oluruz. Kararlı bir grup savaşçı olarak her şeyimizi si­zin ve ideanız için vermeye hazır halde bekliyoruz. Sizin ve halkımızın selameti için Tanrı'ya sizi onlarca yıl daha korumasını, her daim bizim Führer'imiz ve en yakın dostu­muz olarak kalmanıza izin vermesini diliyoruz. Doğum gü­nünüzde dostlarınız ve askerleriniz olarak dileğimiz budur. Ellerimizi sizin için havaya kaldırıyor ve bizim için bugün ne iseniz her zaman öyle kalmanızı temenni ediyoruz:

Bizim Hitler'imiz olarak!


RADYO: DÜNYANIN SEKİZİNCİ
SÜPER GÜCÜ

18 Ağustos ı933

Yoldaşlarım!

Napoleon basından 'dünyanın yedinci süper gücü' diye hahseder. Fransız Devrimi'nin başlangıcından itibaren ba­sının etkisi politikada da hissedilir olmuş ve on dokuzuncu yüzyıl boyunca da basın yayın organları güçlerini koru­muştur. Dönemin politikaları büyük ölçüde basın tarafın­dan şekillendirilmiştir. 1800 ila 1900 yıllarındaki en büyük tarihsel gelişmeleri gazeteciliğin güçlü etkisi göz önüne almaksızın değerlendirmek ya da kafamızda canlandırmak neredeyse imkansızdır.

Radyo ise yirminci yüzyılda, basın bir önceki asırda ne ifade ediyorsa o anlamı karşılayacak bir yayın organı olaraktır. Yerinde bir uyarlama yapılarak Napoleon'un sözü bi­zim çağımıza da uygulanabilir: Radyo, dünyanın sekizinci süper gücüdür!

Çağdaş toplumsal hayat için radyonun keşfi ve kullanılmaya başlanması gerçek anlamda devrim niteliğinde bir önem arz eder. Gün gelecek, sonraki nesiller radyonun, yazılı basının Fransız Devrimi'nden önce kitleler üzerinde yarattığı entelek­tüel ve ruhsal etki kadar büyük bir etkisi olduğunu anlaya­caktır.

Kasım Hükümeti1 radyonun ne kadar önemli olduğunu zamanında kavramayı başaramadı. Hatta kitleleri uyandıra­rak politikaya aktif bir biçimde katılmaya sevk ettiklerini söyleyenler bile kitleleri etkilemenin modern yöntemi olan radyonun sunabileceği fırsatların ayırdına varamadılar.

En fazla oyunlar ve eğlenceli aktivitelerle kitleleri, içte ve dışta yaşanan sorunlara odaklanmaktan daha kolay alıko­yacak bir araç olarak gördüler radyoyu. Onu politik amaçlar için kullanmaya her zaman gönülsüz yaklaştılar. Diğer her şeyi olduğu gibi radyoyu da sözde objektif tavırlarının küf­lü penceresi ardından bakarak değerlendirdiler. Radyoyu da geliştirilmesini de, teknikerlerine ve yöneticilerine bırakıp özellikle iç politikadaki krizlerde partizan amaçlarla kulla­nabilme ihtimallerini de böylece sınırladılar.

Eylem odaklı modern bir yapı olarak Nasyonal Sosyalist devrimin de, getirdiğimiz yeniliklerin yanında radyo ko­nusunda bakış açısını değiştirmesi ve vadesi dolmayacak metotlar geliştirmesi gerekir. Eski rejim yalnızca boş ofis­leri doldurarak ve bazı yüzleri değiştirerek kendini tatmin etti ancak sosyal yaşamın ne ruhu ne de içeriği konusunda herhangi bir değişim yaratabildi. Diğer yandan bizler, toplumumuzun tamamının dünyaya görüşünü kökten değiştir­meye, hiçbir detayı dışarıda bırakmayacak kadar kapsamlı bir devrim yapmaya ve ulusumuzun yaşamını her anlamda değiştirmeye niyetliyiz.

Son altı aydır avam tabakasının da farkına vardığı bu sü­reç öyle alelade gelişmemiş, bilakis sistematik olarak hazır­lanıp özenle organize edilmiştir. Son altı aydır neredeyse tüm gücümüzü bu dönüşümü mümkün kılmaya adamış du-

1     Naziler, tasvip etmedikleri Weimar Cumhuriyeti'nin genellikle bu şekilde anmaktaydı.

rumdayız. 30 Ocak'tan önceki dönem boyunca iktidara gel­mek için çalıştık ve o zamandan beri de, yani neredeyse altı aydır bu süreç için çalışıyoruz.

Radyolar ve uçaklar olmasaydı eğer, ne iktidara gelebilir ne de elde ettiğimiz gücü bu şekilde kullanabilirdik, hatta Alman Devrimi'nin, en azından şu an aldığı şekliyle devrim dediğimiz hareketin uçaklar ve radyo olmadan gerçekleşti­rilmesinin mümkün olamayacağını söylesem dahi abartmış olmam.

Bu gerçekten modern bir devrimdir ve bu yüzden gücü ele geçirip onu kullanmak için en modern yöntemlerle en mo­dern araçların kullanılması gerekir. Elbette bu yüzden dev­rim sonrası kurulan hükümetin radyoyu ve onun sunduğu olanakları görmezden gelmesinin mümkün olmadığını söy­lemeye de gerek yoktur diye düşünüyorum. Tam tersi, bizi bekleyen nasyonal yapılanma görevinde ve organizasyonu­muzun, tarihin kendisini çekeceği sınavları atlatabileceğine emin olmak için bu olanakları kullanmaya hazır olmaları gerekir.

Bu da hem organizasyonumuz bünyesinde hem de rad­yo kullanımı konusunda bazı önemli reformların yapılması gerektiği anlamına geliyor. Bu reformlar, bir yandan radyo­nun kullanımının sürekliği ile gelişimini doğal bir biçimde temin ederken bir yandan da tüm gelişmeleri yakından ta­kip etmemizi sağlayacak. Tüm bu değişiklikler ve gelişmeler halkımızın dönüşeceği yepyeni ve modern toplumun doğa­sına da uygun olacaktır elbette.

Diğer pek çok alanda olduğu gibi siyasette de değişimlerin öncelikle ruhsal olması gerekir. Teknik anlamda basit olan radyoyu çağımızın spritüal gelişmeleriyle bir araya getire­rek daha canlı bir hal almasını sağlayabiliriz. Radyonun da çağı görmezden gelmesi olanaksız zira. Toplumsal görüşü etkileyebilecek diğer pek çok aracın yanında günlük talep­leri ve ihtiyaçları karşılama görevi en çok radyoya düşüyor.

Çağımızın sorunlarını asla işlemeyen bir radyo istasyonu elbette ki geniş kitleleri etkileyebileceği bir konuma ulaş­mayı başaramaz. Nihayetinde yalnızca teknikerlerin ve tek­nolojik denemeler yapan uzmanların oyun alanından başka bir şey kalmayacaktır ondan geri. Bizler kitlelerin bütün bir ulusu yönlendirdiği bir çağda yaşamaktayız: O kitleler de günümüzün en önemli hadiselerinin bir parçası olmayı ta­lep ediyor. Radyo istasyonları, manevi hareketler, toplum ve idealler ile insanlar arasında bağlantı kurabilen en önemli ve en etkili araçlardan biri olma özelliği taşıyor.

Ulusunun birlik olmasını ve bu sayede yeniden dünyadaki yaşanan en önemli hadiselerde gücün merkezi konumunda bulunmasını hedefleyen bir hükümetin, ulusunu her anlam­da hedeflerine yönlendirmesi ya da en azından bu konuda destekleyici olması hem en doğal hakkı hem de başlıca gö­revlerinden biridir. İşte radyolar için de aynı şey geçerlidir. Bir buluş kitlelerin iradesini etkilemekte ne kadar başarılıy­sa, ulusun geleceği konusunda da aynı ölçüde sorumluluk sahibidir.

Elbette bu, radyoları kendi partizan hedeflerimizi gerçek­leştirmek uğruna omurgasız birer köleye dönüştürmek iste­diğimiz anlamına gelmiyor. Almanya'nın yeni politik yaşa­mı her türlü partizan sınırlandırmaları reddediyor. Halkı ve ulusun birliğini arıyor ve planladığı ya da çoktan başladığı yeniden yapılanma sürecine de iyi niyetli herkesi dahil edi­yor. Bu büyük görevler çerçevesinde radyo, şayet süreklilik arz etmek istiyorsa kendi sanatsal ve ruhani yasalarını yara­tıp onlara tutunmak durumundadır. Kullandığı teknik yapı nasıl modern ve farklıysa sanatsal kapasitesi de aynı ölçüde çağı yakalamak zorundadır zira radyonun, tiyatro sahnesi ve sinemayla pek yakın bir ilişkisi bulunmuyor. Herhan­gi bir güçlü oyunu ya da herhangi bir filmden bir sahneyi büyük değişimler geçirmesine neden olmaksızın radyoya taşımak neredeyse imkansızdır. Radyoda konuşmanın,

bir drama oyunu ya da opera yayınlamanın veyahut da bir dinleti sunmanın kendine has tarzları olur. Radyo hiçbir anlamda sahneyle ya da sinemayla bağlantılı değildir, bütü­nüyle bağımsız bir karakteri ve kendine has kuralları vardır.

Radyodan özellikle çağdaş olması beklenmelidir zira bu­günün görevleri ve ihtiyaçlarıyla ilgilenmektedir radyo. Görevi, önemli hadiseleri kitlelere sıcağı sıcağına iletmek­tir ve bu güncellik kendisine hem büyük bir güç kazandırır hem de onun için büyük bir tehlike arz eder. Çok önemli ve tarihi hadiselerde insanlara anında ulaşabilme becerisi 1 Mayıs ve 21 Mart tarihlerinde büyük ölçüde kanıtlanmış­tır. 21 Mart'taki hadise, bütün ulusu ilgilendiren önemli bir politik olaydı ve diğeri de sosyo-politik anlamda büyük ehemmiyet arz eden bir hadiseydi. Her ikisi de, hangi sı­nıfa mensup olduğu, hangi dine inandığı ya da politik ola­rak nerede durduğu fark etmeksizin herkese ulaştı. İşte bu, Alman radyosunun çağı yakalayan doğası, güçlü haber ağı ve sağlam merkezi sistemi sayesinde gerçekleşti.

Her daim güncel kalabilmek sizi insanlara daha da yakın­laştırır. Devrimsel hareketimizin gözde olduğunu söylerken bizim de haklı nedenlerimiz var: Bu hareket halkın içinden yükseldi, insanlar tarafından yüceltildi ve onlar için şekil­lendirildi aslında. Katıksız bireyselliği tahtından indirerek halkı bir kez daha her şeyin merkezine koyduk. Entelektüel liderliğimizin bıktıran şüpheciliği karşısında liberalizmin direnci kırıldı ve onun da aslında kitleleri kendi umutsuz sefaletleriyle baş başa bırakan büyük şehrin sözde entelek­tüel yapısının bir yansımasından ibaret olduğu ortaya çıktı.

Bugün hükümetimizin karşı karşıya kaldığı sorunlar as­lında sokaktaki vatandaşımızın sorunlarıyla aynı. Oyunlar­da, konuşmalarda ve dramalarda işlenen sorunlar aslında halkı ilgilendiren sorunlar yalnızca. Radyoda bu sorunlar ne kadar iyi algılanır ve ne kadar yeni, radikal ve farklı yollarla çözülmeye çalışılırsa, görevini o kadar eksiksiz bir biçimde

yerine getirecek ve insanlar da bu sorunlarla baş etmenin yolunu muhakkak ki bulacaktır.

Ancak radyo politikalarımızda bu ideal senaryolara ulaş­madan önce, ilgilenmemiz gereken bazı sorunlar ve yapıl­ması gereken bir dizi hazırlık söz konusu. İlk olarak bunlar organizasyonel meseleler. Muhtemelen hem ruhsal hem de politik sorumlulukların yerine getirilmediği bizden önceki dönemin bir sonucu olarak organizasyon yetisi konusunda­ki eksiklikler tolore edilemeyecek düzeye ulaşmış durumda. Çağımızın bu hastalığı, radyo istasyonlarına da bulaşmış durumda. Bu istasyonlarda çalışanlar da aslında organize edilmesi gereken şeylere değil, organize edilmesi kolay olan şeylere odaklanmış durumdalar. Yüz tane aşçı bir çorbayı nasıl sabote ederse, yüz bürokrat da başarıyla sonuçlana­bilecek her türlü organizasyonu baltalıyor. Alman radyo sisteminde ne kadar çok komite, gözlemci, bürokrat ve üst düzey yönetici varsa, politik anlamda o kadar az başarı elde ediliyor. Radyolarda sorumluluk almayı seven tek bir görev­li bulmak mümkün olmuyor. Farklı zamanlarda insanlara ulaşabilmek için gereken ruhsal enerji ve esnekliğe sahip ol­mak muhtemelen komisyonların ya da komitelerin veyahut kurulların sorumluluğu olmamalı zira yolu tıkamak dışında pek bir şey yapabildikleri yok. Bu noktada da bizler yine net ve açık bir yol sunuyoruz.

Karmaşık organizasyonların yapabildikleri tek şey; üreticiliğin önünde engel teşkil etmektir; bir ortamda ne kadar çok bürokrat var ise, iç yapıda o kadar çok karışıklık yaşanır. Bir komitenin içerisinde tek bir kişinin beceriksiz­liğini ya da yetersizliğini saklamak her zaman daha kolay olmuştur. Ancak karmaşık organizasyonlar bununla da kal­maz, beraberinde çöküşü de getirir mutlaka. Sorumluluk konusunda kaos yaşanır ve bu yüzden bu kaos ortamında, yetkin olmaktan çok uzak, zayıf karakterli kimseler halkın vergileriyle ceplerini doldurma fırsatı bulurlar.

İşte bugün, Alman radyosunun bünyesinde yaşananlar tam olarak budur. Başarıyla hiçbir bağlantısı olmayanlara adaletsizce verilen dolgun maaşlar, gösterilen abartılı gider pusulaları, genelde başarıları teşvik etmek için yapılması gereken cömert sigortalar... Hatta günümüzde kendini 'rad­yonun babalarından biri' olarak adlandıran bazı tipler de var, onlara ancak şunu hiç çekinmeden söyleyebiliriz kendi­lerine: Sizler radyoyu icat etmediniz, bilakis, en zor zaman­larda onu faydalı bir biçimde kullanmamıza engel olmaktan başka bir iş yapmadınız. Radyoyu sadece kendi çıkarları için kullanmayı becerebildiler. Alman radyosunu kuranlar daha en başında, bu cüzdanı kalın ancak bilinci bomboş servet avcılarıyla bir arada olmasalardı Alman radyosunun duru­mu bugün çok daha iyi olabilirdi. Şu deyimi kullanmak ye­rinde olacaktır bu insanlar için: "Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!"

Elbette Nasyonal Sosyalist devrimle başa gelen hüküme­timizin bu alana da çekidüzen vermekten geri durmayacağı­nı söylememe gerek yoktur. Kaosa dönen radyo yönetimini bir an önce lağvedecek ve yerine daha yalın ve ekonomik bir sistem kuracağız. Bunun dışında bütün alanlarda üretimi de sistematik olarak artıracağız. Mikrofonlardan ulusumuzun manevi yaşamına uygun yayınlar yapılacak ve el birliğiyle radyomuzu; çağımızın duygularını, ihtiyaçlarını, özlemleri­ni ve umutlarını ortaya koyan çok kimlikli, esnek bir yapıya kavuşturacağız.

Alman radyosunu asla yalnızca kendi partizan amaçla­rımız için kullanmak niyetinde olmadığımızı da belirtmek isterim. Eğlence, popüler sanatlar, oyunlar, şakalar ve müzik için de yer olacak. Ancak günümüzde her şeyin birbiriyle tutarlı ve bağlantılı olması gerekiyor. Her şey, yeniden yapı­lanma konusunda yaptığımız büyük planın ideasına uygun olmalı ya da en azından onun karşısında bulunmamalı. Her şeyden önce tüm radyo faaliyetlerinin açıkça tek bir mer-

kezden yönetilmesi gerekiyor ki manevi hedefi.er, teknik olanların önüne geçebilsin ve belli bir prensip oturtarak açık bir dünya görüşü yaratıp onu daha serbest yollardan herkese yayabilelim.

Radyomuzun insanlara ulaşabilen, onlar için çalışan, dev­let ile halk arasında aracılık edebilen ve dünyaya karakte­rimiz, yaşam tarzımız ve çalışmalarımız hakkında fi.kir ve­rebilmek adına sınırlarımızı da aşan bir yapı olmasını isti­yoruz. Radyodan alınan ücretler halka geri dönmeli1Şayet gelir fazla olursa o da halkımızın kültürel ve manevi ihti­yaçları için kullanılmalıdır. Radyonun gelişimiyle tiyatro ya da basında sıkıntı yaratacak durumlar ortaya çıkacak olursa da, radyonun ihtiyacı olandan fazla bulduğumuz gelirleri kültür sanat yaşamımızın daha da güçlenmesi için kullana­cağız. Radyonun amacı, toplumun kültür ve sanat yaşamına kademe kademe zarar vermek değil; insanları eğlendirmek, bilgilendirmek ve aynı zamanda desteklemek olacaktır. Ana hedefi.erimden biri de, yakın ya da uzak gelecekte bu nok­tada kusursuz bir denge tutturmak. Radyonun da halkımız için tiyatro, basılı kaynaklar ve filmler kadar faydalı olaca­ğına eminim.

Bu etkinliğin açılışıyla birlikte yeni radyo dinleyicileri ka­zanmak için reklam kampanyası da sistematik olarak baş­lamış oluyor. Geçtiğimiz yıllarda edindiğimiz propaganda bilgisini artık daha etkin bir biçimde kullanabileceğiz. İlk hedefimiz, Alman radyosunun dinleyici sayısını iki katına çıkarmak. Bunun sonucunda finansal bir kaynak oluşacak ve bu kaynakla yalnızca radyomuzun misyonunu gerçekleş­tirmesini sağlamakla kalmayıp ulusumuzun bütün kültürel ve entelektüel yaşamını da destekleyeceğiz. Tiyatroyu da, si­nemayı da, müzik endüstrisini ve yayın dünyasını da sağlam finansal desteklerle daha güçlü kılacağız.

1 O dönemde Almanlar radyo dinleyebilmek için belli bir lisans ücreti ödemek duru­mundaydı.

Bu yılki radyo fuarını işte bu ruhla açıyoruz. Ana ürünü­müz ise People's receiver'. Uygun fiyatlı olması sebebiyle çok daha fazla insanın radyo dinleyicisi olmasını sağlayacak. Bi­lim ve endüstri elinden geleni yaparak hem tüm ulusun hem de devletin takdirini kazandı. Şimdi de radyomuz üzerine düşeni yapmalı. Sonrasında hep birlikte hedeflerimize emin adımlar yürüyeceğiz. Şayet bilimin, endüstrinin ve politikanın öncüleri el ele verip çalışırlarsa ve onların ortak çabaları da politik çevrelerde sorumluluk bilinciyle desteklenirse, yapılan pek çok hatayı geçmişin tozlu say­falarında bırakabilir ve Alman radyosu için yepyeni bir dönemin başlamasını sağlayabiliriz. Bu başarı, yalnızca Almanya'nın politik yaşamı için yeni ufuklar açmakla kal­mayacak, dünya genelinde radyonun gelişimine de katkıda bulunacaktır.

İşte bu fuar böylesi büyük bir görevin gölgesi altında başlıyor. Almanların cesaretini ve özgüvenini yansıtan yepyeni bir başlangıç niteliğinde...

En büyük temennimiz bugünden sonra bilimin, endüstri­nin ve entelektüel yaşamın öncülerinin, sonunda hepimizin ortak hedefine uzanan o yepyeni yolu seçmeleri:

Tek millet, tek devlet, tek amaç: Almanya'nın parlak gele­ceği!

Bu dileklerle onuncu Alman Radyo Fuarı'nı açıyorum.

' Dönemin en ekonomik radyo alıcılarından biri.


1939


AMERİKA GERÇEKTE NE İSTİYOR?
21 Ocak 1939

Amerikan Basını, asli bir hak olarak Avrupa'dan yakınabi­liyor. Özellikle de ucu Almanya'ya dokunuyorsa, bu hakkı daha bir coşkuyla kullanmaktalar. Her şeyden evvel Nasyo­nal Sosyalist Almanya onların gözünde resmen lanetli bir ülke.

30 Ocak 1933'ten beri Üçüncü Reich, Amerikan basınının, iizellikle de Yahudi çalışanların ağırlıkta olduğu ajanslarının nefreti, yalan haberleri ve tacizlerinin hedefinde. Amerikan hasını, Almanya'yı özellikle insancıllık, medeniyet, insan haklarının uygulanması ve kültür konusunda eleştirmekten adeta keyif alıyor. Elbette bunu yapmaya hakları var. Zira bir iilkede; insancıllık, ancak linç kültüründe kendi şiddet dolu ifadesini buluyorsa, medeniyetinin göbeğinde ise kokusu göklere yükselen politik ve ekonomik skandallar varsa, in­san haklarının uygulanmasının iç yüzünde aslında sayısı on bir - on iki milyonlara ulaşan işsiz insanları varlığının ka­bul edilmesi yatıyorsa ve son olarak ulus kültürü de yalnız­ca eski Avrupa kültürünün temellerinden devşirilen eğreti

bir popüler kültürden ibaretse, elbette ki böyle bir millet; kültürleri ve milliyetleri yüzlerce, binlerce yıl öncesine, Amerika'nın keşfinden dahi eski zamanlara dayanan kadim Avrupa devletlerini küçümsemeyi hakkını bulacaktır ken­dinde. İşte bizim bu türden itirazlarımıza Amerikan basını, durumun Almanya'yla değil nasyonal sosyalizmle alakalı olduğu yönünde yanıtlar veriyor her daim. Son derece ucuz bir bahane bu elbette. Nasyonal sosyalizm dediğimiz görüş, bugün Almanya'nın politikasını ve dünya görüşünü şekil­lendiriyor. Alman ulusunun tamamı da bunu kabul ediyor. Bu sebeple günümüzde nasyonal sosyalizmi eleştirmek as­lında tüm Alman halkını eleştirmek anlamına geliyor.

Tabii bu, Nasyonal Sosyalizmin bir tür diktatörlük reji­mi olduğu anlamına gelmez, Almanya'da içten içe, dile ge­tirmeseler de Nasyonal Sosyalizme karşı olan bir kesim de yaşamını sürdürüyor. Ancak konu bu değil. Bütün bunlar demokrat politikacılar ve basın mensuplarının zihinlerin­de var olan fantezilerinden ibaret, hiçbirinin gerçeklikle bir ilgisi yok. Şüphesiz, 1933'ten beri Amerika'nın, Almanya'ya ve Alman halkına karşı kasti olarak yürüttüğü uluslararası provokasyon kampanyasının bir ürünü her biri.

Gelgelelim bizim için tüm bu yapılanların çok da bir sa­kıncası yok. Biz Almanlar olarak ne diğer milletlerin sempa­tisine ne de sevgisine muhtacız; halk olarak yalnızca gücü­müze güveniyoruz. Almanya'nın kurtuluş için uluslararası yardımlardan medet umduğu zamanlar çok gerilerde kaldı. O yardımlar ki savaş sonrası dönemde, en çok ihtiyaç duy­duğumuz zamanlarda asla bize ulaşmadı zira. O uluslararası destek, uluslararası piyasalar ve sermaye, Almanya'ya destek olmanın, her şeyin ötesinde kendilerine en yüksek faydayı sağlayacağına inandıklarında ortaya çıkabildi ancak.

Artık durduğumuz yeri dile getirebilecek noktadayız: Amerika bizden uzakta, aramızda koca bir okyanus bu­lunmakta. Neden orada hakkımızda ne düşündüklerini,

ne yazıp çizdiklerini yahut bizim için neler söylediklerini umursayalım ki? Amerika'da yürütülen fazlasıyla gelişmiş bu nefret politikası, kendi sınırlarını aşmadığı sürece bizi hiç ilgilendirmiyor. Ancak eğer radyolar ve gazetelerin öte­sine geçip de daha politik çevreleri zehirlemeye başlarlarsa, iş daha ciddi bir hal alabilir.

Özellikle ıo Kasım 1938'den sonra bu kampanyalar ina­nılmaz bir boyuta ulaştı. Büyük ölçüde Yahudi etkisinde ka­lan Amerikan toplumu, genel görüş itibariyle Almanya'nın iç politikalarına da tolore edilemeyecek ölçüde karışma çabasına girdi ve bizden çok uzaktaki kıtalarından, mede­ni toplumlar arasındaki ilişkilerde asla imkan ve ihtimal dahilinde olamayacak metotlarını Almanya'ya karşı kulla­nabileceklerini sandılar. Ancak bizler, bu nefreti yaratanla­rın kimler olduğunu da, bu politikalardan kimlerin en üst düzeyde yararlanacağını da çok iyi biliyoruz: Büyük ölçüde Yahudiler ya da onlara tamamen bağımlı olan veyahut onla­ra hizmet eden kimseler.

Mesela New York haber ajanslarının Almanya'ya bu kadar hararetle saldırması şaşırtıcı değil zira New York'ta iki mil­yon Yahudinin yaşadığı ve ekonomik yaşamın bütünüyle, gerçek anlamda onların elinde olduğu herkesçe bilinen bir gerçek.

Şimdiye dek Alman basını bu acımasız ve kabul edilemez nefret kampanyasına karşılık vermeye çalıştı ancak çok düzensiz olarak ve çekingen bir tavır içerisinde yaptı bunu. Ancak nihayetinde Amerika'da resmi görevlerde bulunan kimseler de kampanyaya destek verince, haliyle bizler de hu konuda bir şey söyleme zorunluluğu duyduk. Örnek ver­mek gerekirse; Amerikan İçişleri Bakanı kkes,' 19 Aralık

' Harold LeClair lckes: Başkan Roosevelt'in döneminde Yeni Düzen programının uygulanmasında önemli görevler üstlenen Amerikalı siyasetçi. 1932 yılında Demokrat Parti adayı Roosevelt"i destekleyerek bir anlamda seçilmesini sağlayan liberal eğilimli Cum­huriyet yanlılannın seçimlerinde etkin oynadığı ve yaşamı boyunca her alanda destek­lediği Roosevelt'in de kendisini bu yüzden içişleri .rkreterliğinc atadığı bilinmektedir.

1938 tarihinde açıkça, hiçbir Amerikalının; binlerce insanın ölümünden sorumlu olan ve yeni bir insanlık suçu işleme­diği her günü kayıp gün sayan bir diktatörün elinden ma­dalya almayı kabul etmeyeceğini söyledi ve dürüst olmak gerekirse bu, normalde aralarında bir takım ilişkiler olan milletlerin arasında pek de sıkça karşılaşmadığımız bir üs­lup. Daha sonrasında Amerikan Dışişleri Bakanı Welles[X] de Almanya'nın itirazlarına, Ickes'ın açıklamasının Amerikan halkının büyük çoğunluğunun fikrini yansıttığını belirterek karşılık verdi. Buna karşılık ne denir bilinmez. Ne anlama geliyor tüm bunlar?! Bizzat Amerikan Başkanı da Alman basınına saldırıyor yoksa Amerika'nın önde gelen siyasetçi­lerine söyleyecek bir çift lafı yok mu? Her ne kadar Ame­rika'nın kuzey kesimindeki eyaletlerde uygulanan iç politi­kalar hakkında görüş bildirmek için her türlü mazeretimiz olsa da biz, bu konuda çekimser kalmaya devam ettik. Zira hiçbiri bizi ilgilendiren meseleler değil aslında. Amerika'nın iç politikalarını Amerikalı devlet adamları belirler. Bizler yalnızca Amerika'nın Almanya'yla olan ilişkisiyle ilgileniyo­ruz. Ayrıca Almanya'nın politik görüşlerini ne Amerika'ya empoze etmek için bir nedenimiz ne de bunu yapmak gibi bir niyetimiz var. Tam tersine, bizim kullandığımız yön­temlerin tamamı Almanlara özgü, saf ulusal yöntemlerdir. Sadece Almanya'da uygulanabilecek türdedir hepsi. Ancak bizler, nasıl ki diğer ülkelerin iç işlerine saygı duyuyor ve bu konularda polemiğe girmekten mutlak suretle kaçınıyorsak, aynı şeyi komşularımızdan da beklemekteyiz elbette.

Ancak şu anda, Amerika'nın kuzeyinde aynı şeyin söz ko­nusu olmadığı ortada. Basın yayın organlarının neredeyse tamamı ve hatta film endüstrisi de dahil olmak üzere hemen her alanda Almanya aleyhine yapılan bu karalama kampan-

yası destekleniyor. 22 Aralık 1938 Senatör Pittman1 da bunu açık açık şöyle ifade etti: "Amerikan halkı, Almanya hükü­metinden asla haz etmiyor.”

Bizler ise meselenin Amerikan halkıyla ilgisi olmadığını düşünmeyi tercih ediyoruz. Şayet o halk bizi sevmiyorsa, bu, yalnızca yürütülen nefret propagandasının sonucu ola­bilir. Vicdan ve merhametten tamamen yoksun uluslararası alçaklar tarafından yürütülen bir propaganda bu. Hepsini de hem görünmez içsel hem de dışarıyı ilgilendiren nedenler­den yapıyorlar.

Bu, Alman karşıtı kampanyanın arkasında aslında 'Lima Konferansı'2 var. Kuzey Amerika, Güney Amerika'yı Alman düşmanlığı konusunda yanına çekebilmeyi ve hatta tüm Avrupa'ya düşman etmeyi umuyor. Güney Amerika paza­rında Almanlarla rekabet etmekten hoşlanmıyorlar zira.

Ancak bizim, Yahudi-Amerikan basınının körüklediği Almanya aleyhine bu eleştirilere, Amerika'nın iç işlerine ka­rışıp yaşadığı sorunları kullanarak karşılık vermek gibi bir niyetimiz yok. Her ne kadar Almanya, şu anda döviz rezerv­leri ve hammadde bakımından Avrupa'nın en fakir ülkesi olsa da işsizliği ortadan kaldırmıştır, hatta ülke genelinde işçi bulma konusunda sıkıntı yaşanmaya bile başlanmıştır. Bunun yanında Kuzey Amerika, hammadde ve döviz re­zervleri bakımından bu kadar zengin olduğu halde işsizlik rakamları on bir - on iki milyon arasında seyrediyor. Ancak Amerikan basınının büyük bir kısmı bu durumu görmez­den geliyor olsa da inkar etmeyi de göze alamazlar. Alman-

1     Key Denson Pitmann: Nevada eyaletinin demokrat senatörü idi. Roosevelt döneminde llluslararası ilişkiler Komitesi'nin başkanı olarak görev yaptı. Aynı yıllarda Amerika !lirleşik Devletleri senatosunun geçici başkalık görevini de başarıyla yürüttü. Roosevelt döneminin önde gelen devlet adamlarından biriydi.

l'an-Amerikan Konferanslar olarak da alınan ve farklı yıllarda düzenlenen Amerika !lirleşik Devletleri Konferansları'ının 9-27 Aralık 1938'de Peru'nun Lima şehrinde ya­pılan oturumu. Amerika, 2. Dünya Savaşı sırasında yaşananları değerlendirmek ve La­tin Amerika'nın desteğini ve savunma yardımlarını alarak güvenliğini garanti alıma ^lmak amacıyla bu toplantıları düzenlemiştir.

ların rakip tanımamasının tek nedenini de nefret ve aşağı­lamadan ibaret yöntemleri olduğunu iddia ediyorlar. Nasyo­nal Sosyalist Parti Almanya'da iktidara geldiğinde iş bulan yedi milyon Alman, onları işlerine kavuşturan yöntemlerin ne olduğuyla ilgilenmiyorlar. Bu olanlar insana tanıdık bir fıkrayı anımsatıyor: İki işçi, gönülsüzce bir kaldırım taşını yerinden sökmeye çalışıyormuş. Yanlarından geçen biri bir süre onları izlemiş, sonra yerden bir kazma alıp taşı yerin­den söküp atmış. İşçilerden biri de diğerine şöyle demiş: "Eh, yani, o kadar güç kullanırsa..."

İşte Amerikan basını da aynı argümanı kullanıyor. Nas­yonal Sosyalizmin başarısını inkar edemedikleri için ancak şunları söylemeyi beceriyorlar: "Eh, yani, o kadar güç kulla­nırlarsa..." Ayrıca Alman halkının bu başarı için çok büyük fedakarlıklar yapmak zorunda kaldığını da düşünüyorlar. Gelgelelim Alman halkının gözünde durum çok farklı. Alman halkı, bir ulusun yeniden ayağa kalkması için bazı alanlarda kısıtlamalara gidilmesi gerektiğini biliyor. Ameri­kan halkı pratikte varlık, bolluk içinde; külçe külçe altınları, döviz rezervleri ve hammaddeleri var. Ancak akıllı, çalışkan ve cesur bir insanın bu avantajlar olmaksızın nasıl ayakta kalabileceğini hayal dahi edemiyorlar. Durum her ne olursa olsun bizler, gelecekte yaşanacak gelişmeleri endişeyle takip diyoruz. Alman halkı dışında kimsenin, Almanya'nın iç iş­leriyle alakalı meselelerde herhangi bir yargıda bulunmaya hakkı yoktur. Kimse, sonunda uluslararası bir krize yol aça­bilecek umursamazlığı ve anlayışsızlığı kendi çıkarı için kö­rüklemek adına bir halkın yaşam şeklini ve düzenini başka bir halkın düzeniyle karşılaştırarak insanları birbirine dü­şüremez. Bay Eden birkaç hafta önce, uluslararası demokrasi temsilcisi olarak New York'ta yaptığı bir konuşmada Nasyo­nal Sosyalizme yine aynı noktadan saldırdı. Salonda Ame­rika'nın uluslararası arenada tanınan ekonomi, endüstri ve finans devlerini bir araya toplamıştı. Gerçi bu ortamda Bay

Eden, on bir - on iki milyon işsize nereden iş bulabilecek­lerini açıklasa daha iyi ederdi. Muhtemelen öyle bir izleyici karşısında bu nefret tiradı pek de ilgi görmezdi. Elbette ki Yahudiler, konu Almanlar olduğu için konuşmanın içeriğiy­le çok da ilgilenmeksizin Bay Eden'e alkış tuttular. Şu anda vurgulanması gereksiz olan bir takım nedenlerden dolayı Yahudiler, Nasyonal Sosyalizmden ölesiye nefret ediyorlar. Onlar bizim düşmanlarımız, öyle de olmalılar, öyle olmak zorundalar. Asıl soru ise şu: Amerikan halkı Yahudilerin yanında olup da Almanya ve Alman halkına karşı böylesine faydasız bir düşmanlığa çanak tutacak ve tutmalı mıdır? İşte bizim karşı çıktığımız nokta tam olarak bu. Takındıkla­rı tavır ne birinin çıkarına hizmet eden ne de birine yardımı dokunacak türden. Bizim Amerikan halkıyla bir derdimiz yok. Her ne kadar yöntemlerimiz farklı olsa da Amerikan halkının iç işlerinden de politik görüşlerinden haberdarız ve hepsine saygı da duyuyoruz elbette. Gelgelelim Ameri­kan halkının nezdinde Almanya'nın da aynı saygı ve dikkat çerçevesinde değerlendirmesini beklemek en doğal hakkı­mız diye düşünüyorum. Ayrıca bu karşıtlığın kime nasıl bir fayda sağlayacağını anlamakta da zorlanıyoruz. Bunun Amerika'ya ne gibi bir faydası dokunabilir? Acaba büyük Dünya Savaşı sırasında kullanılan yöntemlerin bugünkü Almanya'yı yıkabileceğini mi düşünüyorlar?

Her ekonomik hamle çift yönlüdür. Sadece hedef aldığı noktayı değil, hamleyi yapan tarafı da etkiler. Satılmayan pamukların üzerinde oturmuş bekleyen Amerikalı pamuk işçileri bunu çok iyi bilirler örneğin.

Artık zaman, sakin kalıp mantıklı davranabilmenin zama­nıdır. Amerikalıların gayet açık olan görüşleri yanlış yönde ilerleme kaydediyor. Bu noktada eski ve defalarca denenmiş olan uluslararası usullere ve adaba geri dönmek ve Alman­ya'ya da diğer ülkelere olduğu gibi muamele etmek herkesin yararına olacaktır.

Bu çağrıyı yaparken Amerikalıların tavırları üzerinde bü­yük bir etki yaratmayı umduğumuz yok tabii. Yine de me­seleyi böyle açıkça dile getirmek de biz devlet adamlarının görevidir. Amerikan halkının bir kısmıyla birlikte Yahudilerin görüşlerini dikkate alınca, böylesi vizyonsuz, amaçsız ve faydasız yöntemlere başvurmanın gereksizliğini bir kez daha vurguluyor ve tüm dünyaya samimiyetle şunu soruyo­ruz: "Amerika gerçekte ne istiyor?"


ALMAN DEVRİMİ

29 Ocakı939

Mayıs 1932'de Brüning'in kurduğu kabinenin asla savunu­lacak bir tarafı yoktu. Reichstag'da muhalefet partileri ik­tidarın politikalarını olabilecek en sert şekilde eleştirdiler. 12 Mayıs'ta General Groener, bir kez daha Reich'ın genel­kurmay başkanlığına getirildi. Brüning, 29 Mayıs'ta basına bir açıklama yaparak yurtdışında kendisinin yakın zamanda istifa edeceğine dair söylentiler dolaştığını ama kendisinin böyle bir niyeti olmadığını açıkladı. Bilakis, görevinin ba­şında kalmaya kararlıydı. O Pazar gününün öğle saatlerinde Brüning Reichstag'a gelerek Cumhurbaşkanı von Hindenburg'a1 acilen birkaç evrak imzalatmak istedi ancak başka­

' Paul von Hindenburg: Birinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Prusya'da Rusların ilerle­mesini durdurması için 8. Ordunun başına getirildikten sonra orduda giderek yük­selerek 1916'da başkomutanlık mertebesine kadar erişti. Savaş Almanya'nın aleyhine dönmeye başladığında en azından imparatorluğun kurtarılması için hali hazırdaki imparatora tahttan çekilmesini önermiştir. Reich yıkıldıktan sonra da Almanya'nın ikinci cumhurbaşkanı olma vasfına erişmiştir ancak gücünü korumaya başaramadığı için son yıllarında Adolf Hitler'in yetkilerini giderek artırmasının önüne geçememiş ve ölümünden sonra da Hitler cumhurbaşkanının da yetkilerini ele geçirerek tek adam olma yolunda önemli bir adım atmıştır.

nın huzuruna kabul edilmedi. Ertesi gün, yani 30 Mayıs'ta da istifa etti.

Von Hindenburg ı Haziran günü Franz von Papen'i' şansölyeliğe atadı ve kabineyi kurma yetkisi verdi. Bu yeni kabinenin özel bir görevi de olacaktı; Başkan von Hindenburg'la bağlantıda kalarak Almanya'nın iç politikalarında­ki sorunları teker teker çözmeleri gerekiyordu. Franz von Papen ise Führer'den, kabinesine en azından kısa bir süre vermesini istedi ancak Führer bu talebi reddederek derhal Reichstag'ın dağıtılmasını ve Almanya'nın iç politikaları ko­nusundaki kararı doğrudan halka bırakılmasını istedi. Uzun süren tartışmaların ardından bu talep yerine getirildi ve Reich'ın dört bir yanında sancılı ve oldukça çekişmeli bir seçim kampanyası böylece başlamış oldu.

31 Temmuz'da yapılan seçimde Nasyonal Sosyalist Hare­ket açık ara en güçlü parti olarak seçildi ve 608 kişilik par­lamentoda 230 koltuk kazanarak meclisin %37.B'ini oluştur­mayı başardı. Bu noktada iç politikaların yeniden düzenlen­mesinde net bir gelişme kaydedilmiş gibiydi. Artık güç ve sorumluluk konusunda Adolf Hitler'e güvenmek dışında bir alternatif kalmamıştı ortada. İşte karşı darbenin etkisinin başladığı yer de tam burasıydı. Führer, 13 Ağustos'ta Berlin'e geldiğinde durumun düşündüğünden çok daha farklı oldu­ğu gördü. Yetkililer kendisinden Almanya yönetimine geç­mesini beklemiyordu, sadece yardımcı şansölye olmasını is­tiyorlardı. Hitler bu teklifi yalnızca prestij kaybetmemek ve politik ahlakı izin vermediğinden dolayı reddedecekti ama

1 Franz Joseph Hennann Michael Maria von Papen: Adolf Hitler'in 1933 yılında iktidarı ele geçirmesinde üyük katkıları olan devlet adamı. Parlamentoda destekçisi bulunma­yan bit hükümet kurduğu için mecliste ikinci parti konumda olan Nazilerin desteğini almak adına milis güçleri S.A. kuvvetlerinin yeniden faaliyete geçmesine izin verdi ancak 1932 yılında yapılan Kasım seçimlerinde güven oyu alamayınca istifa etti ancak yerine gelen Schleicher de hükümet kurmayı başaramayınca yeniden yüzünü Nazilere çevirdi. Hitler'i başbal:anlık mevkiine getirmesi için cumhurbaşkanı von Hindenburg'u ikna eden kişi de bizzat von Papen idi. Ayrıca 1939-1944 yılları arasında Almanya'nın Türkiye büyükelçisi olarak görev yapıı.


bu yolla kendisine verilen başarı şansını korumak da isti­yordu. Bu sebeple, ne olursa olsun cumhurbaşkanıyla hiçbir suretle konuşmamaya karar verdi. Ancak yaptığı bir telefon konuşmasından sonra Wilhelm Caddesi'nde attığı birkaç tu­run ardından duruma bakış açısı tamamen değişmiş olacak ki bu teklifi kabul etmesi gerektiğine karar verdi ve cum­hurbaşkanının huzuruna çıktı.

Bu görüşmede kendisine resmi olarak yardımcı şansölyelik teklifi sunuldu ve Führer bu teklifi derhal kabul etti.

Dolu dolu geçen o günün akşamında hükümet resmi bir bildiri yayımladı ve Adolf Hitler'in tam yetki talep ettiğini, başkanın da bu isteği reddettiğini açıkladı. Ancak elbette hunların hiçbiri doğru değildi. Yine de politika arenasında yaşanan gelişmeler sıra dışı ölçüde tehlikeli bir krizin fitilini ateşledi. Führer'in Berlin'den ayrıldığı akşam insanlar arka­sından, "Dimdik dur!" diye tezahürat yapıyordu. Führer de bunu yapmaya kararlıydı.

Böylece Wilhelm Caddesi'nin resmi sakinleriyle' Nasyo­nal Sosyalist Hareket arasında uzun bir süre devam edecek çekişme de böylece başlamış oldu.

Meclis 30 Ağustos'ta toplandığında karman çorman olmuş iç politikanın eksiksiz bir portresi çıkmıştı ortaya. Meclis bir mesaj veriyor gibiydi: İki yüz otuz koltuğunu Nasyonal sosyalistlerin işgal ettiği meclisin açılış konuşmasını yaşlı bir komünist kadın yapıyordu. 12 Eylül'de mevcut hükümet ve nasyonal sosyalistler arasında soğuk bir savaş yaşandı. Hükümet meclis oylaması yaptırmak istemiyordu zira en fazla birkaç kişinin kendilerini destekleyeceğinin farkın­daydılar. Ancak nasyonal sosyalist meclis başkanı Hermann Göring'in2 inanılmaz ölçüde akıllıca taktiğiyle meclis oyla­

' 1945'e kadar önce Prusya Krallığı'nın ardından Birleşik Alman Reich'ının Reich Şan-

<olyelik Binası ve Dışişleri Bakanlığı ofislerinin bulunduğu, Berlin'in merkez caddesi. Wilhelmstrasse dendiğinde genel olarak Almanya'nın önde gelen yönetimleri kast ediliyordu.

llermann Wilhelm Göring. Nasyonal Sosyalist Parti'nin en güçlü isimlerinden biri olan Alman politikacı ve emekli asker. Hitler'in 1923'te giriştiği Birahane Darbesi sıramasının önü açıldı ve hükümet, beş yüz on iki oya kırk iki oyla kaybetti, böylece yeniden genel seçime gitme kararı alındı. İşte bu gelişmeyle birlikte Almanya'da daha evvel eşi benzeri görülmemiş bir seçim dönemi başladı.

Nasyonal Sosyalist Hareket yöntem bakımından son de­rece uygunsuz koşullarda kampanya yürütüyordu. 31 Temmuz'da yapılan seçimlerde hareketimiz, partinin mümkün olan en kısa sürede iktidara gelerek başarının meyvelerini hızla toplayacağına inanan hatırı sayılır bir seçmen kitlesi­ne ulaşmıştı. Ancak bu kez durum çok farklıydı. Hatta önce­kinin tam tersine, iktidardan çok çok uzaktı parti. Destekçi­leri dağılıp gitmişti. Böylesi umutsuz saldırılar altındayken Nasyonal Sosyalist Hareket, gerici baskılara direndi. Acı bir seçim kampanyasının ardından 6 Kasım 1932'de halihazırda var olan iki yüz otuz sandalyesinin en azından yüz doksan altısını korumayı başarmış olsa da her şeyden öte, yaklaşık iki milyon oy kaybetmişti.

Ancak Führer; partisinin sorumlulukları hakkında devle­tin kendisiyle daha fazla tartışmayı reddetti. Sonunda Papen'in kabinesi 17 Kasım 1932'de dağıldı. Wilhelmstrasse ve Nasyonal Sosyalist Hareket arasındaki sonraki tartışmalar daha ziyade yazılı olarak devam etti, zira hiçbir tartışma tat­min edici bir sonuca ulaşmayı vadetmiyordu.

Derken Alman politik çevrelerinde bir anda General von Schleicher'in[11] gölgesi beliriverdi. Daha öncesinde kendisi,

sında yanında olan en eski yoldaşlarından biriydi. Hitler şansölyelik makamına geti­rildikten sonra Göring, yeni hükümetin ilk 'Makamsız Bakan'ı ( lng. Minister Without Portfolio) oldu ve Naziler güçlendikçe Göring de Nazi Almanyası'nın en güçlü ikinci politikacısı konumuna kadar yükseldi. 22 Nisan 1945'te Hiıler'in intihar edebileceği bilgisini aldığında ona bir telgraf çekerek Reich yönetimini ele almak için Hitler'den izin istedi ancak Hitler bu teklifi ihanet olarak gördü, Göring'i partiden ihraç edip bütün görevlerinden azlederek hakkında tutuklama emri verdi. Yakalandıktan hemen sonra idama mahkum edilen Göring, cezasının infazından bir gece önce intihar ede­rek yaşamına son verdi.

yalnızca satranç tahtasındaki taşları yöneten adamdı. Şim­diyse kendini oyun alanına sürüyordu. Aynı anda Berlin'in zayıf ve korkak sosyal parazitleriyse çoktan Hitler'in modası geçmiş bir lider olduğunu konuşmaya başlamıştı bile. Artık her şey Nazilerin mücadelesine karşıydı. 24 Kasım'da Reich şansölyesi ve Kaiserhof' arasında yapılan görüşmeden de bir sonuç çıkmayınca Führer derhal Berlin'i terk etti.

3 Aralık günü de General von Schleicher; şansölye, genel­kurmay başkanı ve Prusya komutanı olarak göreve atandı ki bu tamamıyla yeni bir gelişmeydi. Ancak bu karşı atağın, Nasyonal Sosyalist Hareketi her türlü eylemden mahrum edebilmek için son bir araca ihtiyacı vardı. 6 Kasım günü gerçekleştirilen seçimler ise hiçbir şeyin kemikleşen seç­menleri korkutmaya yetmeyeceğini herkese göstermiş oldu. Bu yüzden Nasyonal Sosyalist Hareketi içeriden çökertmeye çalışmak dışında bir seçenek kalmamıştı onlar için. Sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek bir avuç parti mensubu, Schleicher hükümetine bu rezil çabalarında yardım etmeye heves etti. Grubun elebaşı da 8 Aralık günü büyük yaygara­lar kopararak parti binasındaki ofisini boşalttı ve görünen o ki, o aşamadan sonra General von Schleicher'in uzun vade­li 'üçüncü cephe' planının önü de böylece açılmış oldu. Bu cephede plan, Nasyonal Sosyalist Hareket destekçilerinin sayısını büyük ölçüde azaltmak için parti ve sendikalar ara­sında çapraz bağ kurmaktı ki bu aslında her anlamda partiye ihanet ettikleri anlamına geliyordu. Eğer bu girişim başa-

rıh olursa, Nasyonal Sosyalist Hareketin en başından beri kurduğu yapı çökebilir ve böylece bu tepki hareketi Alman Devrimi karşısında zafer kazanarak bir anlamda Uluslarara­sı Bolşevizm'in maşasına dönüşürdü. Ancak Nasyonal Sos­yalist Hareket bu şeytani girişim karşısından son raddede hatırı sayılır çabalar gösterdi. Partinin geri kalan kısmı bu girişimden asla etkilenmemişti. Parti içinde tek yapılması gereken Führer'in kurtarıcı sözlerini hatırlamak oldu, par­ti yeniden ayağa kalkarak hızla toparlandı. İnsanlar tekrar bu yöne meylettiklerinde Nasyonal Sosyalist Hareketin 6 Kasım'da kaybettiği binlerce oyu tekrar kazanması kolay olacaktı. Yine de Führer, bunun için biraz daha zamana ih­tiyaç olduğunu düşünüyordu zira her zaman oyunun arka planında kalmayı tercih eden General von Schleicher, son zamanlarda programını geliştirmişti ve üst üste başarılara imza atıyordu. Ancak 15 Kasım'da radyoda yaptığı bir ko­nuşmada bütün halkın karşısında maskesi düştü. Bir anda herkes, her zaman geri planda kalıp büyük bir sessizlik içinde bekleyen Generalin, bu tavrının arkasında bir şeyler saklıyor oluşunun olmadığı anladı, General söyleyecek hiç­bir şeyi olmadığı için halkın karşısına çıkamıyordu, hepsi buydu. Konuşması basmakalıp sözler potporisi ve herhangi bir şey vadetmeyen halk deyişlerinden oluşan bir karmaşa­dan ibaretti. Bu konuşmanın ardından, zaten iç politikanın durumu sebebiyle umutsuzluk içinde olan insanlar kendile­rini adeta felç edecek kadar yoran bir karamsarlığın pençe­sine düştü. 31 Aralık 1032'de resmi istatistikler Almanya'da işsiz insan sayısının beş milyon yetmiş yedi bini bulduğuna işaret ediyordu. İşte, o kritik yarış tam da bu noktada başla­dı. Kısa süre içinde halk arasında, 4 Ocak 1933'te Führer'in eski şansölye Franz von Papen ile Kohl'de gizli bir toplantı yapacağı söylentisi yayılmaya başladı. Berlin'de Yahudi Ba­sınını büyük bir korku sardı zira Nasyonal Sosyalist Hare-

ketin sahalara döndüğü anladılar. Her biri güçlerini yeniden test etmeye niyetli görünüyordu.

15 Ocak'ta gerçekleşecek eyalet seçimlerinin ilkinin Lippe Prensliği'nde yapılma ihtimali söz konusuydu. Bu seçimde Nasyonal Sosyalist Hareketin yükselişi başlayacak mı yoksa kazandığı ivmeyi bir kez daha kayıp mı edecekti; her şey burada belli olacaktı.

Parti tüm gücüyle, propagandaları ve her türlü aracıyla Lippe Prensliği'ne odaklanmış durumdaydı. Harekete gö­nül vermiş en ünlü konuşmacıları en küçük kasabalardan en merkezi yerlere kadar köşe bucak geziyor ve Lippe sa­kinlerinin kararlarını etkilemeye çalışıyordu. Marksist ga­zetelerse hemen alay etmeye başladılar. "Hitler köye iniyor!" diye naralar atıyorlardı. Ancak bu kritik günlerde neyin ne olduğu konusunda büyük bir yanılgıya düşmüşlerdi. Zira eğer parti, Alman halkına, Nasyonal Sosyalist Hareketin 1932 Kasım'ındaki zayıflığının üstesinden geldiğini göster­mek konusunda başarılı olur da yeniden yükselişe geçerse, gücün ve liderin kudretinin sonunda bir sorumluluk üst­leneceği anın da geleceğine şüphe yoktu. 15 Ocak akşamı ülke genelinde Alman yayın organları, Nasyonal Sosyalist Hareket'in Lippe Prensliği'nde oyların % 39,1'ini aldığını ve böylece 6 Kasım 1932 seçimlerine göre oylarını %5 oranın­da artırmış olduğunu duyurdular. Böylelikle iç politikanın durumu, en azından insanların ilgilendiği kadarıyla, nis­peten netlik kazanmış oldu. Artık, ülke genelinde gizliden gizliye gelişmekte olan devrimin açıkça ilan edilmesi için günler ya da en fazla haftalar kalmıştı. Ocak ayının 22'sinde, Berlin'in Bülow Meydanı'nda Nasyonal Sosyalist mücadele birliklerine seferberlik çağrısı yapıldı. Sloganları ise şuydu: "Kari Liebknecht'in' evinin önünde toplanın!" Bu, açıkça Ko-

' Almanya Sosyal Demokrat Partisi kurucularından Wilhelm Liebknecht'in oğlu olan siyasetçi, babasından daha radikal bir tavra sahipli. 1919'da Almanya'da, önde gelen Marksistlerle birlikte savaş karşıtı bir hareket olan Spartaküs hareketini başlattı. He­defleri sosyal bir devrim yapmaktı ancak başarılı olamadılar, Almanya'da Kasım Dev-

münist Parti'ye yönelik bir hareketti ve öyle de algılandı. Derhal 'kızıl bayrak' alarmı verildi ve yürüyüşün güç kulla­nılarak engelleneceği açıklandı. Devlet, Nasyonal Sosyalist SA[12] ve SS[13] birlikleri ile proleterlerin yumruğunu sağlam bir biçimde hissedecekti.

Hükümet, Nasyonal Sosyalistlerin örgütlenmesini ya­saklama planını gerçekleştirmeye koyularak bu açmazdan kendini kurtarma çabasındaydı. Diğer yandan Nasyonal Sosyalist Hareketin destekçisi gazeteler olanları güçlü bir biçimde protesto ediyordu. Artık Nasyonal Sosyalist Hare­ket ile Bolşevizm'in güçlerini test etmekten öte bir seçenek kalmamıştı.

1933 Ocak ayının iliklere işleyen serin havasının hakim olduğu o Pazar gününde Bedin, iç savaş dönemindeki haline benziyordu. Sözü geçen yürüyüş, programlandığı gibi gerçekleşecekti.

Führer; Bülow Meydanı'nda ve Horst Wessels'in anıt mezarında arz-ı endam edecekti. Bu yürüyüş, öyle tek atım­lık bir kurşun da değildi. Nasyonal Sosyalist Hareket hak et­tiği başarıyı muhakkak kazanacaktı. Artık şartlar olgunlaş­mıştı. 22 ila 29 Ocak tarihlerinde Nasyonal Sosyalist Hare­ket, Wilhelmstrasse ve kapitalist partiler ile organizasyon­lar arasında belirleyici kararlar alınacaktı. Şayet birleşmele­rin Führer'in liderliğinde gerçekleşmesi mümkün olmazsa,

rimi başladıktan sonra dağılsalar da yoldaşlanndan Rosa Luxemburg, Die Rote Fahne, yani "Kızıl Bayrak" isimli bir gazete yayımlamaya başladı. Luxemburg gazetedeki bir makalesinde halkı liberal gazeteleri talan enneye çağırdığında devrimci askerlerle iş­çiler isyana kalkıştı ancak isyan kısa sürede bastınlarak başta Luxemburg ve Liebknecht olmak ü2ere pek çok Spartaküs üyesi katledildi. Burada da halkı isyana teşvik etme amacıyla atılan slogana gönderme yapılıyor.

görüşmelerin yöneticiliğini Berlin'deki temsilcisi Hermann Göring üstlenecekti. 29 Ocak günü, öğleden sonra Führer, o zamanlar politik karargahı olarak kabul edilen Kaiserhofun lobisinde otururken, akşamüstü beş sularında, tem­silcisi Hermann Göring çıka geldi ve içeri girerek Führer'in oturduğu masaya yaklaşarak sarsılmaz bir metanetle, "Sayın Führer, istediğimizi aldık!" dedi. Bundan sonraki birkaç saat hararetli çalışmalarla geçti ve o yoğun günün akşamında da yeni bir sorun ortaya çıktı: Bir gün önce kabinesiyle birlikte istifasını veren ancak resmi olarak hala ofisinde bulu­nan General von Schleicher, bir aracı göndererek Führer'e, makamından öyle kolayca ayrılmayacağını ve gerekirse güç kullanacağını bildirdi. Artık her şey bıçak sırtındaydı.

30 Ocak 1933 gününün şafağında cumhurbaşkanı yeni başbakanı göreve atadı ve böylelikle yetkiler bütünüyle yeni hükümetin eline geçti. Öğleden sonra ise Cumhurbaşkanı von Hindenburg ile Führer arasında önemli bir toplantı ^erçekleşti. Tüm ülke nefesini tutmuş, toplantıdan çıkacak sonucu bekliyordu. Aslında herkes toplantıda ne konuşu­lacağını biliyordu. Führer tekrar Kaiserhofa döndüğünde, yüzündeki ifadeden kararın verilmiş olduğunu anlamak l'lbette ki mümkündü. Yirmi dakika sonra Ulusal Radyo'dan şu anons geçildi: "Adolf Hitler şansölye olarak atandı!"

Başlangıçta kimse bu habere inanmak istemedi. İnsanlar o kadar sık kandırılıyordu ki bu yüzden artık her şeye şüpheyle yaklaşır olmuşlardı. Ancak sonra bu haberin gerçek olduğu net olarak anlaşıldı. Artık Reich'ın başkentinden tutun da Almanya'nın en ufak köylerine kadar her yerde tüm vatandaşlar kutlamalar yapmaya başlamıştı. Binlerce insan ^okaklara dökülmüştü. Kısa süre sonra Reich'ın başbakanlık lıinasıyla Kaiserhof arasındaki geniş meydan hınca hınç dolu. Öğleden sonra ilk kabine toplantısı yapılıyordu. Ancak .ıkşam saatlerinde halk sözü aldı ve cadde boyunca upuzun ^uyruklar oluşturdular; Charlottenburger'dan Brandenburg

Kapısı'na uzanan insan seli Wilhelmstrasse'ye kadar eri­şiyordu. Führer onuruna yapılan bu görkemli yürüyüşler Berlin'de akşam saat 7'den gecenin 1.3o'una kadar devam etti. Führer ise yukarıdaki penceresinden, etrafı sadık yol­daşlarıyla çevrilmiş halde onları izliyordu. Birkaç yüz met­re ötelerindeyse yaşlı cumhurbaşkanı ve Feldmareşal' von Hindenburg, kendi penceresinden bakıyordu. İnsanlar te­zahürat yapıyor ve Führer, elinde bastonla önünden geçen binlerce insanın adımları eşliğinde ritim tutuyordu. Birkaç cesur adam, Masurenallee Caddesi'ndeki, yetkilileri çoktan uykuya dalmış olan radyo binasından gerekli ekipmanı giz­lice alarak gece yarısı Alman radyosundan ilk kez gerçek bir halk yayını gerçekleştirdiler. O gece koca Almanya'da uyuyabilen sadece birkaç kişi olmuştu. Avrupa'da neredeyse halkın tamamı radyolarının başındaydı. Ulusumuz büyük bir coşku içindeydi. Herkes çok önemli bir tarihi gelişmenin yaşandığının farkındaydı. Saat gecenin birini biraz geçince başbakanlık binasından bir anons geçildi ve Führer'in bi­raz daha çalışması gerektiği bilgisi verilerek halktan mey­danı boşaltması istendi. Reich şansölyesi birkaç adamının eşliğinde Wilhelm Meydanı'nından geçerek Kaiserhofa doğru ilerlerken meydan çoktan boşalmıştı. Her ne kadar başbakanlık binası ile Kaiserhof arasındaki mesafe kısay­mış gibi görünse de Führer, o yolu aşmak için yıllarca sü­ren bir savaş vermek ve türlü mücadelelere girmek zorunda kalmıştı aslında. Kaiserhofta da Führer'i bekleyen bir haber vardı: Nasyonal Sosyalist SA Komutanı Miakowski ve polis memuru Zauritz, Berlin, Charlottenburg'ta komünistler ta­rafından vurulmuştu. Bu büyük dava, daha en başında iki Almanın canlarını feda edişiyle mühürlenmişti. Devrim işte böyle başladı.

30 Ocak 1939 ise ulusumuzun yükselişinin altıncı yıl dö­nümü. Bazen aradan sanki bir yüz yıl geçmişçesine hisset-

1 Alman askeri hiyerarşisinde en yüksek askeri rütbedir.

tirse de... Almanya'nın çehresi bu altı yılda bütünüyle değiş­ti. Artık eski Almanya'yı hatırlamak çok güç. Bir zamanlar zulüm görüp ezilen bu yurt, dünya liderlerinden biri olmak için ayağa kalktı. Ulusumuzun en yüce çağının yaratılma sürecine tanıklık edip katkıda bulunduğumuz bu tarihi 30 Ocak günü için kadere şükretmek için her türlü nedenimiz olduğunu kim inkar edebilir ki?


KAPIDAKİ SAVAŞ

25 Şubat 1939

Şu günler yahut haftalarda, yabancı basının nefret dolu ifa­deler ve türlü yalanlarla bezeli gazetelerinin sayfaları ara­sında dolananlar şunu düşünmesi işten bile değil: Avrupa yeni bir savaşın eşiğinde!

Führer'in Reichstag'ta' 30 Ocak günü yaptığı konuşmadan beri aslında uluslararası arenada öyle çok büyük bir değişik­lik olmamıştı ancak zaman, genel bir gerginlik havası yarat­mayı başaracakları bir zaman değil. Almanya'nın kolonile­rini kurtarma çabası içinde olduğu ve bu çabaya girmenin, Alman halkı ve tüm dünyanın karşısında akla gelebilecek en otoriter mevkiinin fikri olduğu iyi bilinmektedir ve aynı amaç Reich'ın onlardan vazgeçmeye niyeti olmadığı gerçe­ğini de kanıtlar niteliktedir. Gelgelelim bu çaba, her man­tıklı ancak ucuz düşünürden de beklenmemelidir. Örneğin; şu sıralarda İspanya'daki tartışmalarda esaslı bir değişiklik yok, gelgelelim bu durum, böylesi işlerin uzmanı olanları

1     Adolf Hitler devletin başına geçene kadar aktif olarak görevde olan Alman Parlamentosu"nun toplandığı meclis.

pek şaşırtmamakta. Yine de er ya da geç şaşırtacaktır ve de­mokratik ülkeler, son yıllarda dünya çapında yaşanan tüm büyük politik süreçlerde olduğu gibi gelişmelerin gerisinde kalmanın o kokuşmuş zevkine kendilerini kaptırmamalıdır.

Peki, o halde bu tantananın nedeni nedir? Bahsettiğimiz demokratik ülkeler gerçekte ne istiyorlar? Bir noktada insan, kendi aşağılık komplekslerini bastırmak adına böyle çığlık çığlığa bağırdıklarını düşünüyor. Ki bu anlaşılır bir durum zira son yıllarda, kendilerinin de dile getirdiği üzere sandal­yelerinde oturup beklemekten başka bir şey yapamadılar. 30 Ocak 1933'te Führer başa geçtiğinde Almanya'yı hiç ciddiye almadılar. Ne Führer'in barış çağrılarına kulak astılar ne de Almanya'nın basit ve gayet adil taleplerini aralarında müza­kere etme zahmetine girdiler. Ama sonrasında Almanya'nın savunma özgürlüğünü ilan etmesini, Renanya ordusunun yeniden toplanmasını, Avusturya'nın yeniden Reich'a katıl­masını ve Güney Almanya sorunun çözülmesine şahit ol­dular. Bu eylemlerin her biri gerçekleşmeden önce ortalığı bağıra çağıra ayağa kaldırdılar ancak her biri gerçekleştikten sonra da koşullara hemen uyum sağladılar. İtalya'ya gelince; Etiyopya meselesinde bir sonuca ulaşılmasına engel olmak adına Milletler Topluluğu'nun tamamını seferber etti. An­cak bununla birlikte sadece kendilerini küçük düşürdüler. İspanya davasındaysa açıkça sözde 'milliyetçi serserileri' destekleyip onların tarafını tuttular ama sonrasında bunun acısını çektiler zira Franco'nun[14] rakiplerini peş peşe alt edi­şini izlemek zorunda kaldılar. Şu sıralar da bir ulus olarak İspanya'nın tanınması noktasında aşağılayıcı ve saçma bir yarışın içine girmiş durumdalar.

Gördüğünüz üzere, Batı Avrupa demokrasilerinde yöne­timler, uluslararası koşulları doğru yorumlama konusunda gerekli olan öngörülerden fazlasıyla yoksun görünüyorlar.

Çünkü çözülmesi gereken meseleler, onların elinde kördü­ğüm olurken kendileri dahil olmadığında kısmen çözülüyor ve bazen de onların aleyhlerine gelişiyor. Ancak bahset­tiğimiz demokratik ülkelere göre esas mesele sorunların çözülmüş olması çünkü her biri, Avrupa'nın durumunu etkileyen dinamiklerin dengesi hususunda büyük önem arz ediyorlar. Bu demokratik yönetimler aslında tüm bu meseleleri ucuz atlatabilirdi, tabii her biri, sorunun ne ol­duğunu anlayıp otorite sayılan ülkelerin güçlü pozisyonları­nı doğru bir biçimde analiz edebilseydi bu mümkün olurdu. Ancak o zamanlarda da mesele bu değildi, şimdi de değil. Şimdilerde sözü geçen bu ülkeler bir anda savaş naraları atmaya koyulmuş durumdalar. Bu yüzden vatandaşlarına, otoriter rejimlerin tacizlerinden kurtulmak adına zırhla­rını kuşanarak büyük milli fedakarlıklarda bulunmaları gerektiğine dair çağrılarda bulunmaya başladılar.

İşte bu, bizim anlama veremediğimiz bir mantık. Ne anlama geliyor tüm bunlar? Bize göre, şayet herhangi bir anlamları varsa o da ancak şu olabilir: Fırsatını buldukları anda otoriter rejimleri yerle bir etmeye çalışacaklar. Zira herkesin bildiği üzere bizim demokratik rejimlerle bir alıp veremediğimiz yok. Hiçbiriyle bir sorunumuz bulunmuyor. Otoriter rejimlerin demokratik rejimlerle ideolojik savaş halinde oldukları düşüncesi ancak çocuklara anlatılan ma­sallarda yeri olabilecek bir fikir. Zaten Almanya ve İtalya'nın politik ve entelektüel gücünü böylesine artıran Nasyonal Sosyalizmi yahut faşizmi nasıl olup da bahsi geçen bu de­mokratik ülkelere dikte edebiliriz ki? Tanrı bizi, Nasyonal Sosyalizmi, Almanya'dan Fransa, İngiltere yahut Amerika'ya ihraç etmek durumunda kalmaktan korusun!

Peki, bu otoriter rejimler, demokrasi nezdinde nasıl bir 'sözde' tehdit oluşturuyor? Bizler demokratik rejimlere sal­dırmak niyetinde değiliz zira. Onları Nasyonal Sosyalizme çekmek niyetinde de değiliz. Fakat buna rağmen onlar için

bir tehdit oluşturduğumuzu düşünüyorlar. Bizden, ulusla­rarası işbirliği konusunda dostane yahut buna hazır oldu­ğumuza dair bir işaret bekliyorlar. İşte bu da işleri ters yüz ediyor. Bu bahsi geçen demokratik ülkeler, 1918 yılından 1933'e kadar Almanya'yı tarihte ender rastlanacak bir biçim­de aşağıladı, ezdi ve bütün vatandaşlarına zulmetti. Alman­ya o umutsuz durumdan kurtulduysa, bunu sadece; kendi gücüne, cesur ve öngörülü liderleri ile halkının birliğine ve öz disiplinine borçludur. Gelgelelim sözünü ettiğimiz bu demokratik ülkeler, bizi o umutsuz durumdan kurtarmak adına kıllarını dahi kıpırdatmamıştır. Peki, bu durumda, uluslararası işbirliği konusunda dostane yahut buna hazır olduğunu gösterecek bir hamlede bulunması gereken kim -Almanya yoksa demokratik ülkeler mi?

Bir gün Alman halkıyla Almanya yönetimi arasında bir çatışma yaratabilme umuduna tutunarak yalnızca kendile­rini kandırıyorlar. Almanya'yı bir kez daha devirerek aşa­ğılamanın tek yolunun bu olduğunu düşünüyorlar çünkü. Birkaç gün önce büyük bir İngiliz gazetesinde Almanya hakkında yazılan bir haber radyoda verildiğinde ağızların­daki baklayı da çıkarmış oldular. 20 Şubat'ta 'News Chronicle'da, eğer bu yöntem devam ettirilirse Alman halkı ile halkın doğru haber almasına engel olmaya çalışan liderleri arasında bir anlaşmazlık yaratılmasının mümkün olduğuna dair bir yazı yayımlandı.

İşte mesele tam da bu! Bu büyük umutla birleşen Alman düşmanı kimseler, yurtdışında entelektüellerden ve ülke­mizdeki muhaliflerden oluşan küçük bir grup oluşturuyor ve Uluslararası Reich Düşmanlığını böyle şekillendiriyorlar. Bilinçli yahut bilinçsizce birbirlerine karşı oynuyor ve Alman halkının karşısında durma işini üstleniyorlar hep birlikte. Bu sebeple de, örneğin Paris, Londra ve New York'taki Alman düşmanı gazeteler Neimöller'i ve sözde iti­rafçıları methediyorlar; politik şakalar yapıp da özgür dü-

şünce hakkını savunan, ancak iş Almanya'yı ve zulüm gören entelektüelleri aşağılamaya gelince her türlü desteği veren şaklabanları koruyorlar. Gerçi sizler zaten mesele Alman halkının ilgi alanları, öz savunması ve özgürlüğüne karşı olmaya geldiğinde ibrenin kimi gösterdiğini gayet iyi bili­yorsunuz.

Ancak artık bu işi geçmişte yaptıkları gibi kolayca hallede­mezler zira geçmişten ders alan hükümetimiz her an tetikte ve Alman halkının onuru ile özgürlüğüne kast edebilecek her türlü eyleme radikal bir biçimde son vermeye kararlı. Bu uluslararası ajitasyonun nerelere varabileceği ve ne tür so­nuçlar doğurabileceğini de birkaç örnekle anlatmak isterim:

13 Şubat'ta, New York Genç Komünistler Derneği'nin yıllık olağan toplantısında Papa'nın ölümü vesilesiyle sempatik bir açıklama yapıldı: "Bu önemli zamanlarda, yani ortak düşmanımız faşizm, barışı böylesine tehdit ederken Kato­lik gençliğin, inanç ve yaşama özgürlüğü ile yardımseverlik adına ortak barış hedefimize ulaşmak için dost elini uzat­ması gerekir." İşte, yaşanan bu! Dine ve kiliseye karşı olan ateist Bolşevikler, sırf otoriter rejimleri düşman olarak gördükleri için Katolik Kilisesiyle dost olma derdinde.

14 Şubat'ta ise London Times gazetesinin Washington tem­silcisi, Alman kuvvetlerinin 6 Mart'a kadar tam anlamıyla büyük bir seferberlik ilan edeceklerini bildirdi. Her ne kadar bunun tek kelimesi dahi doğru olmasa da haber, uluslararası bir ajitasyon kampanyası başlatıp herkesi alarma geçirmeye hizmet ediyordu. Bunun hemen ardından da Amerikan ba­sınının hemen her organında Fransa, Mısır ve Suriye sını­rında askeri birliklerin konuşlandığı haberi geçildi.

15 Şubat günü, Amerikan Ordusu'nun başındaki isim, Ma­yıs ayının yani Amerika'nın işgal edileceği zamanın çok da uzak olmadığına dair bir şeyler söyledi. Şayet Avrupa'nın geri kalan son iki demokratik ülkesi, Fransa ve İngiltere'de de hükümet devrilmiş olsaydı, hiç şüphesiz iki ülkede de

diktatörlük ilan edilir ve bu durumda da Batı yarımküre için askeri bir tehdide dönüşürlerdi direkt olarak. Bu, gerçekten orijinal bir hikaye. Umarım Mayıs geldiğinde sadece ağaçlar değil, beyinler de çiçek açmaya başlar. Bu adamın yalnız­ca beyaz tavşanı kovaladığı çok aşikar zira kendisi, 31 Ocak günü, Almanya'nın, Rio Grande do Sul eyaletinin Amerika Birleşik Devletleri'nden ayrılışıyla yakından ilgilendiğini söyleyen Charles Thomson'la bir araya geldi. Gerçi bu çok da kötü sayılmaz. Amerika Temsilciler Meclisi'nin Bahriye Komitesi'nde cumhuriyetçilerin çoğunluğu kendilerine, Al­manya'nın Japonya'nın mandası olan Karolinen Adaları'nda bir hava üssü kurduğuna dair bilgi geldiğini açıkladılar ve bunun üzerinde 5 Şubat'ta New York'taki bir kısa dalga rad­yo istasyonu işi bir adım daha ileri götürerek Almanya'nın Meksika'da Alman ve Japon denizaltıların kullanımına tah­sis edilecek gizli bir hava ve denizaltı üssü inşa etmekte ol­duğuna dair ellerinde belgeler olduğunu iddia etti.

İşte bu mantıksız yöntem böylece yaygınlaşmaya başla­dı. Amerikan gazetelerinde Başkan Roosevelt'in, 31 Ocak 1939'da Senato'nun karşısında, savaş çıkması halinde Ame­rika Birleşik Devletleri'nin sınırlarının Fransa'yla bir oldu­ğunu açıkladığını bildirdiklerinde bu yöntem, genel resme de uyum sağlamış oldu. Gerçi bu yeni bir haber de sayılmaz zira zaten İngiltere'nin sınırlarının Ren Nehri'ne ve Fran­sa'nın sınırlarının da bizim bildiğimiz adıyla Vistül Nehri'ne kadar uzandığı bilinen bir gerçek.

Silahlı kuvvetlerimiz ve savunmamızın gücü ile iyiliği, bu çocukça ve aptalca yapılmış kıt tanımlarla yan yana düşü­nülemez dahi. Amerika Başkanı Roosevelt, şayet bu otoriter rejimler Avrupa'nın demokratik ülkelerini ezmeyi başarır­sa, bir sonraki hedeflerinin hiç şüphesiz Güney ve Kuzey Amerika olacağını söylüyor. Gerçi 3 Şubat günü, tüm bu gizli açıklamaları halkın önünde inkar edip senatörleri ve Amerikan gazetelerinin yayıncılarını sözlerini çarpıtmakla

suçladı. Bu noktada da Fransız gazeteleri bu fırsatı değerlen­direrek demokratik ülkeler arasındaki dayanışmanın devam ettiğini ya da 'Petit Journal' adlı yayının da vurguladığı üze­re Amerika'nın görüşlerinin Fransa ve İngiltere tarafından desteklendiğin ve Roosevelt'in yalnızca, halkın görüşlerinin henüz Amerika'nın Avrupa'ya verdiği bağlayıcı sözlerle bağ­daşmadığını kastettiğini belirttiler.

Ancak bizler nerede durduğumuz gayet biliyoruz. Şu du­rumda Londra'nın Daily Express'i, dünyada sınır kovalayan kimselere hiddetle çıkışıyor ve şunu vurguluyor: " İngilte­re'nin sınırları nerede başlayıp biter? Krallıkta! İşte bu ko­nuda dikkatimizi çeken hayli ilginç nokta mevcut!"

Elbette buna kayıtsız şartsız katılabiliriz; bu yüzden bahsi geçen demokratik ülkeler, Alman topraklarında kendi ken­dilerine sınır belirleyip barış içinde yaşamak isteyen ancak yaşam haklarına yapılacak hiçbir saldırıyı da kabul etme­yecek olan bir ulusu ve insanlarını provoke etmek yerine, yalnızca kendi işlerine bakmalıdır.

Elbette burada söz konusu olan hak, Alman kolonilerinin yaşam hakkı. Şubat ayının başında Avam Kamarası'nın şu Koloniler Ligi denen topluluğu kurması bizi hiç ilgilendirmemişti ancak ne zaman ki Reuters'ın haberinde bu Kolo­niler Ligi, en özel görevlerinin "İngiltere sınırları içerisinde yaşayan halkın, İngilizlerin sömürgesi yahut mandası olan bölgelerde Alman kolonilerinin insani, ahlaki ve politik herhangi bir imtiyaz talebinin reddedileceğinden emin ol­malarını sağlamak" olduğunu açıkladı, işte sorun da burada başladı. Politik anlamda itirazlara bir diyeceğimiz yok el­bette, ancak Alman kolonilerine karşı insanı ve ahlaki ba­kımdan karşıt olmak en basit deyimle ciddi bir yüzsüzlük olacaktır. Özellikle de İngiltere gibi koloniler tarihiyle insa­ni ve ahlaki yöntemlerini açıkça ortaya koyan bir halk söz konusu olunca...

13 Şubat'ta, İngiltere Çalışma Bakanı Brown, şayet İngilte­re kendi yoluna sadık kalırsa, bu yeni diktatör rejimler toza toprağa bulanıp çöktüğünde, ülkenin parlamentosunun da insanlarının da özgür olmaya devam edeceğine dair bir demeç verdi. Toz güzel bir niteleme ancak sanırım Çalış­ma Bakanı önce İngilizlerin çocukça öngörülerinin üze­rindeki kalın toz tabakasını şöyle bir silse daha faydalı bir iş yapmış olur. Zira zannediyorum, Avrupa'da daha hassas konulara değinme konusunda çok daha fazla fırsat bulun­duğu aşikar. Almanca yayın yapan İngiliz kuruluşlar han­gileriydi? News Chronicle, Alman hükümetiyle Alman hal­kı arasında ikilik çıkarmayı kendilerine görev bildiklerini söylerken ciddi miydi? Eğer öyleyse, buna hemen karşılık verelim. Bizim de aklımızda bazı ihtimaller yok değil. Bu noktada 'Daily Mail'le hemfikir olmak işten bile değil zira 15 Şubat tarihli baskısında İngiltere'de benimsenen popüler radyo yayını yöntemlerine tamamen aykırı bir yol izledi. Ülkesini kötü duruma düşüren İngiliz radyolarındaki obur meslektaşlarına öfkeliydi. Bunlar, ülkelerini, sonunun fela­ket olacağını bildikleri bir müttefikle aynı yatağa sürükleyen habercilerdi. Bu obur insanlar Almanya'nın geçmişinden de vardı, onları çok iyi tanıyoruz. İşler ciddileştiğinde bu adamlar asla tehlike alanına girmezler; onlar sıcacık çorbayı servis eder ve diğer insanlara o çorbayı kaşıklamak kalır.

Bu tipler için her yol mubahtır. Kamuoyunun fikrini değiş­tirmek ve zihinleri gerginliklerle doldurmak için en aptalca ve en saçma mesajları servis ederler. Örneğin, İsviçre'yle bağlantı kurulması bakımından önem arz eden Tirol ve Vorarlberg'teki ayrışmayı körüklediler. Sözde Führer, modern koloni savaşlarında aracılık etmeleri için Etiyopya'ya onlarca yetkili göndermişti. Yeni Gine'deki Alman hava üslerinden Avustralya şehirlerinin doğu kıyılarına birkaç saat içinde ulaşmak mümkündü ve hepsi de saldırıya açık durumday­dı. Böylece Almanya, Güney Afrikalı siyahiler arasında bir

propaganda başlattı; sadece Johannerburg'daki altın maden­lerinde dört yüz Alman işçi yerleştirmişti ve siyahi maden­ciler İngiliz sömürüsüne karşı kışkırtılmıştı.

Elbette, hukuk alanında fazlasıyla popüler olan Parisli Madam Tabouis'nin[15] 'L'oeuvre'u[16] da Dünyayı Paniğe Boğma Kulübü'nün çalışmalarında geri planda kalacak değildi. Madam, çimlerin giderek uzadığının farkındaydı. Yalnızca otoriter rejimlerin yöneticilerinin birbirleriyle iletişim kur­duğundan haberdar olmakla kalmıyor, özel yapım bir X-ray cihazı varmışçasına beyinlerinin içini görüyor ve hatta ne düşündüklerini dahi biliyordu.

Böylece Alman hava kuvvetlerinin seferberlik ilanına yüzde doksan beş oranında hazır olduğunu rapor etti. ıo Şubat'ta Reich, askerlerini orduya çağıracak ve ayın on se­kizi itibariyle de yirmi beş - otuz yaş arasındaki erler top­lanacaktı. Elbette bu saçmalıkların tek kelimesi dahi doğru değildi. Tabii böylesi ahlak yoksunu kadın yazarların, kendi devletleri tarafından kınanmaktan ziyade emsal teşkil ede­cek cezalara çarptırılmaları en uygunu olacaktır.

Madam Tabouis'nın bir İngiliz gazetesine verdiği demeçte, İtalya'nın giderek Alman egemenliği altına sürüklendiğini iddia etmesi hem çok basit hem de aptalca bir söylemden ibaretti. Almanya'nın İtalya'ya karşı harekete geçeceği­ni söylediğindeyse ona verilecek tek bir karşılık olabilir: "Hemşire, cidden saçmalıyorsun!" Bütün bu örnekler çiçek falından farksız aslında. İstenildiği kadar ileri götürülebilir hepsi. Halklar çoğunlukla kendilerini olabilecek en berbat

kaoslara ve gerilimlere kaptırmaya meyillidir, bu yüzden sorumsuz gazeteciler bir şeyler yazar ve yine sorumsuz devlet adamları halkların gözlerini iç politikayla alakalı endişelere kör ederek herkesin ilgisini bir şekilde yabancı ülkelerin uyguladıkları politikalara çekerler. Bu pislik de tek bir kaynaktan doğar aslında. Bu türden nefret söylemlerinin ardında kimlerin olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz: Ulus­lararası Yahudiler, özgür masonlar ve Marksistlerden olu­şan çemberin içinden akıyor bunca pislik. Ancak her zaman olduğu gibi, daha akıllıca yalanlar üretmelerine yardımcı olacak hayal gücünden de yoksunlar. Niyetlerini anlayıp öf­kelenmemizi bekliyorlar. Bizi germek istiyorlar ancak kendi çığlıklarıyla sadece kendilerini geriyorlar.

Diğer yandan, Alman halkının tek bir sloganı var: Führer'e bakmak ve düşmanlarımızın yalanlarını, onları hor görerek cezalandırmak. Uluslararası komplolarla kamuoyunu zehir­leyerek Almanya'ya zarar vermeye çalışan düşmanlarla ilk kez karşı karşıya kalmıyoruz. Fakat bizler artık bambaşka bir gündeyiz. Ülkemiz liderine güvenle bakıyor. Almanların yaşam hakkını ne pahasına olursa olsun cesurca ve canla başla savunacağına kesin olarak inanıyor. Bu yaşam hakkına halkımız da en az diğer halklar kadar layık. Halkların yö­neticilerinden yahut iktidar sahiplerinden ayrı yaşadıkları zamanlar artık bitti. Mülkiyette sonsuzluğa inanmak gibi bir motivasyonumuz yok. Bizim asıl istediğimiz şey barışın ta kendisi.

Kısa zaman önce önde gelen Fransız yöneticilerinden biri bize, Avrupa'yı kurtarmak için geç kalıp kalmadıklarını sor­duğunda, verdiğimiz tek yanıt şu oldu: Barış için asla geç değildir. Ancak kalıcı barış, söylentilerle değil, ancak ger­çeklerle inşa edilmelidir.

Bu gerçeklerin ortaya koyulması için de asla geç değildir. Yine de esas mesele zamanlamadır. Bu yüzden demokratik ülkelerin de kendi kendilerine daha iyi analizler yaparak

Avrupa'nın büyüyen politik sorunlarını daha hassas yollarla çözmenin bir yolunu düşünmeleri gerekir.

Bu sayede sadece Almanya'ya değil, kendi insanlarına da faydalı olurlar. Zira halklar barış istiyor. Almanya halkı da öyle. Ancak Almanların, diğer halklardan farklı olarak bir talepleri daha var: Kendi ulusal yaşamlarının güvenliğinden ve adaletinden emin olmak istiyorlar.


KAHVECİ TEYZELER

ıı Mart 1939

Bugünlerde önemli bir meseleyi gündeme getirme ihtiyacı duymaktayız. Reich'ın bazı bölgelerinde son zamanlarda or­taya çıkan bir kahve stoku sorunuyla karşı karşıyayız ve tam olarak bu sorunun üstesinden gelebilmiş de değiliz.

Aslında bu meselenin halk arasında konuşuluyor olması bile gerçekten rahatsız edici. Gelgelelim halkımızın yoklu­ğunu çektiği her şeyden keyif alan ve böyle küçük meselele­ri dahi Nasyonal Sosyalist rejimin suçu olarak göstermekten hoşlanan düşmanlarımız da var aramızda.

Elbette kahvenin, yaşamsal önem arz eden bir ihtiyaç ya­hut vazgeçilmez bir haz olmadığı da su götürmez bir gerçek. Kahve, yalnızca keyif alınan hoş bir tüketim maddesi. Bir fincan kahve herkese keyif verip insanı neşelendiriyor, de­ğil mi? Ancak kahve tüketimini azaltmanın ve hatta bir sü­reliğine kahveyi hiç tüketmemenin kimsenin sağlığına bir zararı dokunmayacağını da biliyoruz. Hatta tam tersi, Mussolini'nin Berlin'in Mayıs Meydanı'ndaki konuşmasında da

belirttiği gibi, Nasyonal Sosyalizm ve Faşizmin hoşlanma­dığı ortak bir mesele var: Fazla rahat ve bu vesileyle de fazla keyif alınan bir hayat sürmek.

Bir süre kahve sıkıntısı çekilmesi, aile fertlerinin sağlık­larını etkileyecek bir mesele değil. Ancak tedarik edemedi­ğimiz şey, patates yahut ekmek olsaydı örneğin, iş değişirdi zira bunlar günlük yaşamda ihtiyaç duyulan yaşamsal ürün­ler. Kahveye gelince; esasen kahve, herkesin sahip olmak­tan hoşlandığı safkan bir lüks tüketim ürünüdür ancak eğer ulusun ekonomik şartları gerektiriyorsa, herkes tek kelime etmeden ondan kolayca vazgeçebilmelidir.

Şayet bugünlerde kahve az bulunuyorsa, Almanya'da ya­şayan herkes şunu bilmelidir ki bunun nedeni hükümetin halkının bir fincan kahvenin keyfini çıkarmasını istememe­si gibi hastalıklı bir arzusunun olmasından ileri gelmiyor; bilakis, Almanya'nın içinde bulunduğu koşullar düşünüldü­ğünde bu, ulusal bir ihtiyaçtan doğan ekonomik bir gerek­liliktir ve herkesin bu eksikliği kabul edip uyum sağlaması gerekir. Ulusunu düşünen her vatandaşın görevi, söz konu­su lüks ürünün tüketimini azaltmak yahut ondan tamamen vazgeçmek ve sorun atlatılıp da ürün tekrar yeterli ölçüde tedarik edilebildiğinde, kahve tüketmeye devam etmek olacaktır.

Bu kısa süreli ve herkesçe bilindiği gibi, nedeni tam ola­rak aşılamayan kahve krizinin sorumlusu aslında biz deği­liz. Mesele, yabancı para rezervleri ve ithalatla alakalı.

Ocak ayının başlarında olaylar yavaş yavaş netleşmeye başlamıştı. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki 1933 yılında Almanya genelinde kahve tüketimi yarı yarıya arttı. Aynı yıl Almanya, iki milyon yüz altmış bir çuval kahve ithal etti ve bu rakam, 1938'de üç milyon iki yüz doksan bine ulaştı. Bu açıdan bakıldığında aslında Almanya'da kahve tüketimi kısıtlanmadı, aksine Führer iktidara geldiğinden beri ülkeye giren kahve oranı giderek arttı ancak arada şöyle bir fark

var; artık toplumun daha geniş kesimleri kahve içebilecek refah seviyesine ulaştı.

Bu sosyalist bir ilerlemedir zira 1932 yılında yalnızca var­lıklı kimseler kahve içebilirken işsiz kesimin kahve alacak parası yoktu ve bu yüzden de kahve tüketimi konusun­da hiçbir sorun yaşanmıyordu. Gelgelelim bu durum 1938 yılında pozitif yönde değişti. 1932 yılında işsiz olan yedi milyon insan, artık çalışıyor. Bu sayede onlar da hayatın zevklerinin tadına varabilecek refah seviyesine ulaşmış du- rumdalar artık. Bu da yiyecek ve lüks tüketim malları konu­sunda belli bölgelerde geçici tedarik sorunları yaşamamıza neden oluyor kaçınılmaz olarak. Aslında yaşanan bu tedarik sorunları Almanya'daki her bir ferdi mutlu etmeli zira her ne kadar bunların sonucunda zaman zaman kıtlıklar yaşan­sa da, bu, halkımızın hayatın zevklerinin tadına varan kesi­minin giderek daha da genişlediği anlamına da geliyor aynı zamanda.

Şayet kahve tüketimine sınır koymamızın ve daha fazla kahve ithal edemememizin nedenlerine şöyle bir göz atacak olursak, herkesin bildiği üzere karşımıza çok daha hayati ihtiyaçlarımız için de muhtaç olduğumuz döviz rezervinin azalması meselesi çıkacaktır. Sorun şüphesiz "önce silah, sonra kahve" şeklinde bir anlayış benimsemiş olmamız de­ğil, ancak dünyanın halihazırdaki durumuna bakacak olur­sak bizler, askeri güçlerimizi daha donanımlı kılmaya, kah­veci teyzelerimize istedikleri kadar kahve tedarik etmekten daha çok önem veriyoruz. Elbette, yurtdışından temin etti- gimiz kahveyi de nakit olarak ödemek gibi bir lüksümüzün ve tabii arzumuzun da olmadığını söylemeye gerek yoktur. İthal ettiğimiz ürünlerin ödemelerini Alman üretimi mal­larla değiş tokuş yaparak karşılamak istiyoruz ki böyle yapmaya da mecburuz aslında.

Kahve, Almanya için keyif veren bir tüketim maddesi ancak gelir düzeylerine kıyasla çok pahalı olduğu için işçi

kesimi açısından öyle her gün tüketilecek bir içecek de de­ğil. Yine de ekonomik barometreler, savaş öncesi döneme göre kahve tüketiminin dramatik bir yükseliş gösterdiğini gözler önüne seriyor. 1913'te kişi başı 2 kilogram olan tüke­tim oranı, 1932'de ı.6 kilogram ve 1938'de de 2.3 kilogram civarında. Yani her şey aslında kusursuz.

Gelgelelim son birkaç haftadır büyük şehirlerdeki kahve­cilerin önünde kahve sevdalıları uzun kuyruklar oluşturu­yorlar. Bunları bir kısmı daha önce hiç kahve içmezken, bir anda kahvesiz yapamayan kimselere dönüşmüş durumda. Bu sadece yakışıksız bir hareket değil, rezil de bir durum.

Birkaç hafta önce Nasyonal Sosyalizme sempatiyle bakan bir yabancı, bugün Bedin sokaklarındaki dükkanların önle­rinde kuyruklar görüyor. Kuyrukların, patates yahut ekmek için olduğunu düşünüyor ancak sonrasında tüm bu kalaba­lığın kahve almak uğruna o kadar beklediğini öğrenince yal­nızca başını iki yana sallamakla yetiniyor. Elbette kilolarca kahve istiflemekten keyif alan insanlar da var aramızda. Bunu, bir yandan kendi stoklarının yeterli olacağından -kahve haya­tın devamı için çok gerekli bir gıdaymışçasına- emin olmak diğer yandan da Nasyonal Sosyalist devletimizi zor duruma düşürmek için yapıyorlar. Örneğin; Berlin'in varlıklı semtle­rinden olan Wilmersdorf civarından bir kadın, farklı kahveci­lerden aldığı dört kilo kahveyle yakalandı. Sorgusu sırasında da durumu, elinde yeterince kahve olduğundan emin olmak istediğini söyleyerek açıkladı. Bu da bir bakış açısı elbette!

Şüphesiz böyle insanlar saçma bir azınlıktan ibaret ancak halkımızın ününe leke sürebilecek konumdalar aynı zaman­da. Üstelik bunu yapanlar hep ayrıı kişiler. Kış yardımları­na isteksizce katılan, Nasyonal Sosyalist devletimizi taciz eden ve yaptığımız onca şeye rağmen yaşanan her krizde Nasyonal Sosyalist Hareket'e sırtını dönmeye meyilli in­sanlar bunlar. Hepsi, yaşadıkları yerde partiden bekçilerin olmasını sinir bozucu buluyor, günah çıkarma hareketleri-

ne sempatiyle bakıyor, politik espriler yapan tipleri seviyor ve yabancı basın ile muhalif radyolarda verilen haberleri dinliyorlar. Doğal olarak da nasyonal sosyalist bir devle­tin sağladığı avantajların tadını çıkarmayı beceremiyorlar. Minnetlerini, Avusturya'nın Reich'a katılması için yapılan referandumda hayır oyu kullanarak sunuyorlar çünkü hiç birinin ulusal disiplinin ne olduğu hakkında en ufak bir fi­kirleri dahi yok. Politik davranışlarıysa son derece yakışık­sız zira yurt dışından gelen her şeyi son derece harika ama ülkemizde yetiştirdiğimiz ya da ürettiğimiz her şey rahatsız edici buluyorlar.

Elbette ki tüm bunlar, parti üyelerimiz için, Almanya sınır­ları içerisinde az bulunan yiyecek ve lüks tüketim malları­nın kullanımının kısıtlanması dışında aynı zamanda elimine edilmeleri noktasında örnek teşkil ediyor. Yaşlı üyelerimiz, insanların sağlığına dikkat çekmek için yıllar boyunca ver­dikleri mücadeleler sırasında çok şey öğrendiler ancak bu noktada, onların yaptığı onca fedakarlıktan faydalanan kim­selerin, Nasyonal Sosyalizm Hareket'in yükselişinde hiçbir katkısı olmayıp sadece kendi keyfine bakan böylesi düşün­cesiz ve duyarsız insanlar olması yaşlı üyelerimizi bir hayli öfkelendiriyor. Bu insanlar, Almanya'nın bugün içinde bulun­duğu ekonomik varoluş savaşının ülkenin geleceğini belirle­yeceğini görmelerini sağlayacak kadar bir zeka kırıntısından dahi yoksunlar. Şayet bu savaşta rahatsız edici birkaç gelişme daha olursa, bu tipler Nasyonal Sosyalist Hareket'in önceki başarılarını unutup bir fincan kahve için yaygara koparacak ve kendilerinde, devleti hiç çekinmeden eleştirme hakkı bula­caklardır. Düşman basın da elbette bu tiryakilerin kahve için değil, ekmek ya da patates için kuyruklarda beklediğini duyu­racak ve Almanya'da kıtlığın başladığını iddia ettikleri saçma hikayelerini tüm dünyaya yayacaktır.

Dürüst olmak gerekirse, eylemleri Almanya'nın ulusla­rarası saygınlığına zarar vermediği müddetçe, bu aptal ve

düşüncesiz insanları ciddiye alma eğiliminde değiliz asla. Ancak şu anda içinde bulunduğumuz koşullarda yaptıkla­rıyla bize zarar veriyorlar. Bu arada bahsettiğim bu tiple­rin, Almanya'nın yüz yüze kaldığı ekonomik güçlüklerden şikayet etmeye asla hakları yoktur zira kendileri, 1919'da tüm dünya, Versay Diktası'yla bizi sömürgelerimizden fe­ragat etmeye zorladığı zaman en ufak bir ses çıkarmaya cesaret edemeyenlerden başkası değil. O anlaşmaya karşı çıkanlar sadece bizlerdik. Elimizdeki son ekonomik rezerv­leri de söke söke alan Dawes Planı' yahut Young Planı'na• da hiçbir şekilde itiraz etmediler. Hatta bizler, bu planların karşısına dikilerek heyetlere itiraz ettiğimizde hepimizi va­tan haini ilan etmekten geri durmadılar.

Şu anda Almanya'nın tek bir kolonisinin dahi kalmamış olması ve bu sebeple de kendi ihtiyaçlarını kendi kaynakla­rıyla karşılamakta zorlanması aslında doğrudan bu insanla­rın, düşmanlarımıza korkakça boyun eğmelerinin bir sonu­cudur. Almanya'nın sömürgelerini geri alma meselesinin bir anda halledilmesi elzem bir konuya dönüşmesi durumunda bu insanların bağırıp çağıracağı, itiraz edeceği, bizi eleştire­ceği ve yeni bir dünya savaşının kapıda olduğu kehanetlerin­de bulunacaklarına şüphe yok. Bu sözde entelektüel ruhlu

1 ı. Dünya Savaşı sonrasında Almanya'nın verdiği sözde hasarları telafi etmek için öde­mesi gereken tazminatları düzenleyen, Charles G. Dawes başkanlığında kurulmuş Dawes Komitesi'nin hazırladığı plandır. Savaşın ve Versay Anlaşması'nın ardından Avrupa'da patlak veren diplomatik krize de bir son vermiştir. Bu sebeple Dawes, dünya barışına katkılarından dolayı Nobel Barış Ödülü'ne layık görülmüştür. Dawes Planı'nda Almanya'nın borcunu mark olarak ödemesine karar verilmişti zira o tarih­te ödenecek paranın döviz transferinin kolayca yapılacağı tahmin ediliyordu. Ayrıca Almanya'ya kredi verilmesinin de yolu açılmıştı. Heyeti planına yapılan bazı itirazlar­da ise bu yüklü transfer işlemlerinin yapılamayacağını ve Almanya'nın da dışarıdan aldığı kredilerle ilk birkaç taksiti ödedikten sonra sıfırı tüketeceği konusunda uyarı­larda bulunanlar olmuştu. Nitekim 1929 yılında plan yürürlükten kaldırıldı ve yerine Young Planı hazırlandı.

' Dawes Planı'nın ardından bu kez Owan D. Young tarafından 1930\la hazırlanan ve Almanya'nın borcunu, yılda 391 milyon dolar olmak üzere yirmi iki taksitte ödeme­sini ön gören Young Planı hazırlandı ancak yine aynı yıl patlak veren Büyük Buhran sebebiyle Almanya'nın borcunu ödeyemeyeceği anlaşılınca plan rafa kaldırıldı.

insanlara şunu söyleme ihtiyacı duyuyorum: Tüm Alman halkının, özellikle de işçi sınıfının ihtiyaç ve ilgilerine hizmet eden ekonomi politikamızı, sırf bu keyfine düşkün tiplerin hassasiyetlerini gözetmek uğruna değiştirmeye ni­yetimiz yok. Bu yüzden, söz konusu nazik insanlar, şartlara uyum sağlamayı ve sabretmeyi bir şekilde öğrenmek zorun­da kalacaklar. Onlar için en kötüsü de, partimizi ve devleti­mizi eleştirdikleri kahve seanslarını o kadar sık gerçekleşti­remeyecek ve bir fincan kahve eşliğinde şu türden sohbetler edemeyecek olmaları: "Bayan Meyer, apartman görevlisi yeni bekçimiz olacakmış, bunu biliyor muydunuz? Ne di­yebiliriz ki? Kocam bu türden bir yönetimin Bolşevizm'den bir farkı olmadığını söylüyor. Ancak yine de bundan şikayet etmiyoruz. Huzursuzluk çıksın istemeyiz!"

Eski Nasyonal Sosyalistler olarak bizler asla böyle konu­şup zırvalayan kimselere prim vermeyiz. Ancak yine de, bu kahveci teyzelerin, duyarlı halkımızın hiçbir zaman sorun etmediği bu saçma kahve kıtlığını kullanarak dükkanların kapı önlerinde, Almanya'da kıtlık varmış gibi bir imaj ya­ratacak kuyruklar oluşturmalarını da görmezden gelme­miz mümkün değil. Bu kuyruklar hem gerginlik yaratan bir manzara yaratıyor hem de ülkemizin imajını zedeliyor. Bizim, gelecekte bu türden manzaralar oluşmasına izin ver­mek gibi bir niyetimiz yok.

Son zamanlarda Alman şehirlerinde kahve kuyrukları giderek azalıyor zira duyarlı insanlarımız -bugün olduğu gibi- bir kahve krizi olduğunda, bu içeceği tüketmeyi ya azaltmayı ya da tamamen kesmeyi tercih edebiliyorlar. Ma­lum kahveci teyzeler de elimizde yeteri kadar kahve olacağı günleri bekleyebilir ve stokları yenilendiğinde kahve par­tilerine dönerek, "Evet, Bayan Meyer, ne düşünüyorsunuz? Ah, kötü zamanlardayız, kötü zamanlarda!" şeklindeki paro­lalarını tekrar edebilirler.

HARİKA BİR DÖNEMDEYİZ!

18 Mart 1939

Tarihi bir haftanın ruhunu deneyimledik yine: Geçtiğimiz cumartesi günü burada, yaşadığımız bu harika dönemin ayırdına varamayan ve başımıza gelen her kötülükte kont­rolünü kaybedip hem iç dünyalarında hem de etraflarına karşı soğukkanlılığını koruyamayan dar görüşlü ve sağdu­yudan yoksun insanların yarattığı o bilindik klişelere şahit­lik ettik. Şu anda söz konusu olan meselede de manzara pek de farklı olmadı. Esas sorun ise, bahsi geçen insanların, ça­ğımızın gerektirdiği açık fikirlilikten yoksun olmaları ve bu gerçeklik içerisinde yaşadıkları için durumumuzu çok daha zinde hislerle takip edenlerin yoksul ve zavallı insanlar ol­duklarını düşünmeleri...

Geçtiğimiz Pazar günü, bu insanlara kahve tedarik sorunu hakkındaki düşüncelerimizi ve memnuniyetsizliklerimizi açıklama fırsatı bulduk. İnsan gerçekten böyle varlıkların bizim zamanımızda yaşıyor olmasından elem duyuyor zira böylesi harika bir çağda bulunmayı asla hak etmiyorlar as­lında.

Çekoslovakya'dan ülkemiz aleyhine yükselen sesler git­tikçe artarken ve tüm bunlar Avrupa'yı da gerginlik ve be­lirsizliğe sürüklerken, yaptığımız milli disiplin çağrılarına uyulması da giderek daha çok önem kazanıyor.

Geçtiğimiz pazar ve pazartesi günlerinde farklı politik anlaşmazlıklar bu düzlemde yoğunlaşmaya başladı. Alman halkı da bu meseleye dikkat kesilmiş durumda. Biz Almanlar, geçtiğimiz altı senede yabancı ülkelerde yaşananlara karşı özel bir hassasiyet göstermeye başladık. Uluslararası arenada ortaya çıkan en ufak bir tepkide dahi halkımız, yabancı ül­kelerle aramızdaki ilişkilere özel bir ilgi göstermeye başlıyor. Burada yaşanan da aynı şey aslında. Pazartesi günü insanlar, Wilhelmplatz'da ve Reich Şansölyelik Binası önünde toplan­dı ve gecenin karanlığına kadar gelişmeleri öğrenmek için beklediler. Fırtına uyarısı yapılmış da bu yüzden sokaklara dökülmüşler gibi bir halleri vardı ve bu izlenim bir açıdan da doğruydu aslında. Her zaman olduğu gibi ulusumuz, Führer'inin kararını ve bundan çıkacak sonucu disiplinli bir biçimde sessizlik içerisinde bekledi.

Salı günü, Reich'ın başkentindeki bütün resmi ofislerde sinirleri harap eden bir gün yaşandı. Saatler birbirini ko­valarken Çekoslovakya, kendi içerisinde giderek birbirin­den farklı gruplara ayrılmaya başladı. Almanya karşısında askeri bir karşı güç yaratmak dışında herhangi bir politik hedefi olmayan Versay Anlaşması'nın hatalı yapısı artık çöküyordu. 1938 yılının sonbaharında Batılı demokratik devletler tarafından kendisine atfedilen görevleri yerine getirebilecek durumda değildi kurulan yapı. Örneğin; Bo­hemya'da niyetleri "Alman bloğunun karşısında duracak gelişmiş bir dışlanmış insanlar topluluğu" yaratmaktı. Hat­ta 27 Eylül 1938'de Paris merkezli 'Epoque' gazetesinde şu satırlar vardı: "Fransa'nın oyun haritasında, özellikle hava kuvvetleri bakımından hatırı sayılır bir değeri olan Çe­koslovakya kesinlikle çok önemli bir stratejik konumda.

Bohemya'nın geniş arazileri hava kuvvetleri için kusursuz üsler sunmaya son derece elverişli. Şayet Bohemya, hareket merkezi olarak Fransa'nın egemenliği altında kalmaz da Rusya tarafından işgal edilirse, müttefik hava kuvvetleri Almanya'nın kalbine saldırmaya hazır durumda olacaktır." Bu askeri görev aslında son zamanlarda geri planda kalma­ya başlayan Prag şovenizmini hedef alıyor. Ancak Çekoslo­vakya'nın da vakti gelmiş durumda. Avrupa'da yeni güçler doğuyor ve onlar da konulan yeni yasalara göre bahsi geçen alandaki yaşamı domine edip düzenleme hazırlığındalar. Yani bu durumun iç mantığı sonucunda, Versay'la eğreti bir biçim­de şekillendirilerek ortaya konan o kokuşmuş yapı çökecek­tir. Yine de yıkıntıların arasından çoktan yeni yaşam formları yükselmeye başladı bile. Eski çağ yerini çok daha genç ve di­namik olana bırakıyor. Salı günü, gece yarısını geçeli çok kısa bir süre olmuşken Çekoslovakya cumhurbaşkanı Hacha', tarihi bir konuşma için Führer'in yanına gelmiş ve bu konuş­manın sonunda kadim zamanlardan beri Alman toprağı olan Bohemya ve Moravya'nın geleceği tayin edilmiş; bunda da, her daim net ve asla yanılma payı olmayan sözler eden ta­rih belirleyici olmuştu. Böylece gece boyu süren gerginlik de sona ermişti artık. Führer, sabaha karşı beşte Alman halkına sonucu deklare ettiğinde tarihi bir karar alınmıştı.

Bu deklarasyondan kısa süre sonra radyo istasyonlarından tüm dünyaya, tarihi Bohemya ve Moravya topraklarının yeniden Büyük Alman Reich'ına katıldığını duyurdu. Baş­kan Hacha Führer'den, ülkelerinin güvenliğini ele almasını bizzat istemiş ve "Çek ulusunun kaderini güvenle Alman Reich'ının Führer'inin ellerine bıraktığını" belirtmişti. Böy­lelikle sözde 'Çekoslovakya' devletinin varlığı son bulmuş oldu.

' Emil Hacha: Çekoslovakya'nın son cumhurbaşkanıyken topraklarının 16 Mart 1939cla tamamen işgal edilişinin ardından Bohemya ve Moravya Protektorası'nın seçilmiş başkanı olarak yemin etmek durumunda kaldı.

Sadece bir gecede, aslında hiç var olmayan bir ulus yok olup gitmişti işte. Bu aynı zamanda, Londra ve Paris hü­kümetlerinin, 1938 yılının sonbaharında, Avrupa'yı ciddi bir uluslararası krize ve hatta askeri bir çıkmaza sürükle­meyi dahi göze alarak yaratmayı kafalarına koyup üzerine ortaklık kurdukları bir sözde ulustu. 4 Eylül 1938'de, Londra gazetesi Observer'da şu haber geçildi: Britanya halkı "gerekirse etten duvar örerek" bu yeniden düzenlemenin karşısında dimdik duracak ve "yapılan son savaşta olduğu gibi dünya halklarının ezici çoğunluğu da onların yanında olacaktı". Paris'ten de benzer sesler yükseliyordu, bu yüz­den İngiltere ve Fransa'nın zerre öngörüde bulunamayan, mantıktan ve akılcılıktan uzak sözde demokrat politikacı­ları ile devlet adamları, şimdi kartlardan inşa edilmiş bir iskambil evi misali yıkılan bu sözde ulus üzerinden uydu­ruk felaket senaryoları üreterek hedeflerine ulaştılar. An­cak planları artık tuzla buz oldu. Salı gününü Çarşamba'ya bağlayan gece, Chamberlain' ve Daladier'in2 Çek meselesi konusunda izledikleri politikanın ne kadar doğru olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Bu yüzden Batılı devletlerin şu sıralar resmi Çekoslovakya'nın yaşadığı çözülme karşısında hiçbir tepki vermemeleri oldukça anlaşılır bir durum. Doğal olarak Alman düşmanı uluslararası basında yer alan profesyonel savaş yanlılarında bazıları ufak tefek acınası yazılar yazıp Almanya'yı aşağılamaya çalıştılar ancak hiçbirinin politik

1    Neville Chamberlain: 1937-1940 yılları arasında Britanya başbakanlığı görevini üst­lenmiştir. Nazi Almanyası'nın Çekoslovakya'yı işgaline göz yumarak Hitler ile Münih Anlaşması'nı (Çekoslovakya'nın Südet bölgesinin Almanya'ya verilmesini görüşmek üzere Hitler, Mussolini, Chamberlain ve Daladier'nin Münih'te toplanarak yapnklan konferansın sonunda Çekoslovakya'nın Naziler tarafından bütünüyle ele geçirilmesi­nin önünü açan 29 Eylül 1938 tarihli anlaşmadır) imzaladığı için eleştirilmiştir ancak destekçileri, bu hamlesi sayesinden lngiltere'nin 2. Dünya Savaşı'na hazırlanmak için zaman kazandığını öne sürmektedir. Yine de Hitler'e karşı mücadeleci değil barışçıl bir siyaset izlediği için eleştirilerin hedefi olmuştur.

' F.douard Daladier: 1933 yılında Fransanın başbakanı olarak görev yapmaya başladı ve Çekoslovakya'nın çöküşünü ilan eden Münilı Koıı(^ransı'na katılarak dönemin dikta­törleriyle birlikte Münih Anlaşması'nı im1.aladı.

arenada herhangi bir önemi bulunmuyor. Gerçekleri hiçbir şey değiştiremez ve değiştirmeyecek de. Bu olay bir yan­dan da Batılı demokrasilerin, kimsenin yaşananlara sesini çıkarmadığını ve hatta bu sessizliğin bir şekilde aslında on­lara muhalif insanların da var olduğunu anlamalarını sağ­layacak bir işaret niteliğindeydi. Almanya'nın yasal olarak bulunduğu konum tartışmaya mahal vermeyecek kadar net.

Çarşamba günü Führer, Bohemya ve Moravya'ya girmek­te olan askeri birliklerine katılmak üzere derhal harekete geçerek o hareketli günün akşamında Prag'a ulaştı ve Hradcany'deki kalenin üzerinde zafer uçuşunu gerçekleştirdi. Alman halkının her bir ferdi heyecanla nefesini tutmuştu. Ulusumuz, son ferdine kadar, tarih yazılan bir ana; sonu sa­vaşa yahut barışa varacak bir gelişmenin tarihi bir eylem sonucunda nihayete erdirildiğine ve Führer'in kararlılığı, cesareti ve azminin savaşa değil barışa giden yolu açtığı­na şahitlik ettiğinin farkındaydı. Böylece Bohemya ve Moravya eyaletlerinin Reich'ın hakimiyeti altına girdiği resmi olarak tüm dünyaya ilan edildi. Bu sayede daha ıooo'li yıl­larda, Bohemya'nın en eski tarihçilerinden Slav Cosmas'ın Bohemya'yı Almanya'nın bir parçası olarak kabul ettiği za­manlarda başlayan tarihsel süreç tamamlanmış ve Bohem­ya ile Moravya'nın rnoo'li yıllardan bu yana Eski Alman Reich'ının önemli üyeleri ve feodal devletlerinden biri ol­dukları kanıtlanmış oldu. Hatta en eski Alman üniversitesi de Prag'da bulunuyor, ülkenin en güzel yapılarının tamamı esasen Alman eserleri: St. Vitus Katedrali, Charles Köprüsü, Teyn ve Niklas Kiliseleri... Bu halklar ve eyaletler, Reich'ın koruması altında oldukları dönemde, varlık ve ekonomi ba­kımından en dikkat çekici ve en güçlü zamanlarını yaşadı.

İşte, kalkınma şimdi yeniden başlıyor. Bölgenin yan yana yaşayan iki sakininden daha güçlü olanı, yarattığı yeni dü­zende yalnızca barışı amaçladığı ve zayıf olan güçlüden ko­ruma talep ettiği için, Orta Avrupa yeniden huzura kavuş-

muş oldu. Bu iki halk arasındaki ilişkilerde her daim man­tıklı ve akılcı bir düzende seyretmiştir. Şayet zayıf olanın eline güç vermeye kalkarsanız, güçlü olanı baskılamaya ve ulus mantığını yok etmeye çalışacaktır zira varlığını sür­dürmesinin tek yolu budur. Ancak güçlü olan ulusun böyle şeylere ihtiyacı yoktur. Zira güçlü devletler, cömert olmanın da her iki ulusa birden adalet sağlayacak bir sistemi kurma­nın da yükünü taşıyabilecek kudrete sahiptir. Bugün şahit olduklarımız da bunun sonucudur aslında. Verilecek karar tarihi bir karardır ve Alman halkı da bunu böyle kabul ede­cektir.

Bu noktada bizlere, hali hazırda herhangi bir yorum yap­mamak gibi akılcı bir tavır takınan o sözde her şeyi bilen kimselere bir çift laf etme fırsatı doğuyor. Bu her şeyi bilen kimseler, ulusumuz, ne zaman bir güçlükle karşılaşsa yahut sınırlarımız dahilinde bir ürünün tedarik edilmesinde bir aksaklık yaşansa vakit kaybetmeden sokaklara dökülmekteler ama böylesi tarihi başarılar elde ettiğimizde derhal inlerine çekiliyorlar zira başarı; Nasyonal Sosyalist devle­timize yahut da Nasyonal Sosyalist dünya görüşüne köstek olma fırsatı tanımıyor kendilerine. Bu yüzden de biz Nasyo­nal Sosyalistlerin ve bizimle birlikte tüm Alman halkının, içinde bulunduğumuz bu harika zamanları neden sevdiğini asla anlayamıyorlar. Bu tarihi hadise bizlere, bu şahıslara şu yanıtı verme şansı sunmuş durumda:

İçinde bulunduğumuz dönemi seviyoruz çünkü bu dönemde tarih yazıyoruz. Bu dönem kalbimizin daha hız­lı atmasını sağlıyor zira maskülen bir karakteri var ve bu maskülen karakter bizler için, zamanımızın getirdiği ve her olağanüstü dönemde var olabilen geçici zorluklardan çok daha önemli. İşte bu yüzden, kahvenin az bulunması, eleş­tiri özgürlüğünün sınırlanması ya da dogmatik yahut din kaynaklı kılı kırk yarma alışkanlıkları sebebiyle yaşananlara öfkelenen insanları anlamıyoruz. Bize bir takım görevler ve

inanabileceğimiz davalar sunduğu için içinde yaşadığımız bu dönemi seviyoruz. Alman ulusunun tarihinde, onlarca yıl sonra insanlarımızı ayağa kaldırıp işe koyulmalarını sağ­layan bir adamın doğmasına vesile olduğu için bu dönemi seviyoruz.

Bu dönemi seviyoruz zira o harika ve kutsanmış anla­rında yüzlerce yıldır çözümsüz kalan sorunları ortadan kaldırıyor ki bu sorunlar aslında bir zamanlar sahte refah ortamları yaratılarak çözülmüş gibi gösterilse de en amatör gözlemcinin bile aslında hala ortada olduklarını anlayabile­ceği meselelerdi.

İçinde yaşadığımız bu dönem, bizlerin zamanı! Bu zama­na bütün gücümüzü ve yüreğimizi sunuyoruz zira dönemi­miz, anlaşmazlıkları ortadan kaldırıp katışıksız bir barış or­tamı sağlıyor bizlere; erkeksi güç ve hakiki becerilerin ger­çek anlamda kendini gösterebilmesi adına bir alan yaratıyor ve Almanya'ya, Führer'in sadık hizmetkarları olarak ona yardım etmek adına büyük bir fırsat sunuyor! Bu dönemi seviyoruz çünkü başarı ve zaferleriyle bizleri, ulusumuzun muzaffer olma ihtimali konusunda tedirgin ve huzursuz olmaktan kurtardı ve hepimize güvenli, sakin ve rahat bir hayat yaşamayı öğretti. Bu dönemin yüceliği bizlere büyük ve çözülmeyecek gibi görünen sorunları bile düşünebilme cesareti verdi. Bizler, Nasyonal Sosyalistler olarak içinde bulunduğumuz bu tarihi dönemin önemini anlayamayan cahil insanlara ancak acıyarak bakabiliriz. Bu insanların yürekleri de zihinleri de kim bilir nasıl bir boşluğun ve ce­haletin pençesinde ki dönemimizin önemini kavrayamıyor ve rahatlarını bozan her türlü saçma meselede kazandığımız benzersiz tarihi zaferleri bir anda unutarak en basit örnekle kahvenin son zamanlarda az bulunmasının bile derdine dü­şüyorlar. Bizler onların döneminde yaşamıyoruz. Bu kimse­ler ne kendi zamanlarını bu çağa taşıyabilecek ne de bizim zamanımızda herhangi bir hususta erk sahibi olacaklardır.

Bizler, yaşadığımız bu harika günlere sadece yasalarımızla bağlıyız ve Führer yüzünü nereye dönerse, eksiksiz bir sa­dakatle onun yanında durarak kadere, bizi böyle bir döneme layık gördüğü için minnet duyacağız. Hepimiz çağımızı tüm varlığımızla deneyimliyoruz. Bu dönemin çocukları olarak harikulade hazların yaşandığı her anın tadını sonuna kadar çıkaracağımıza şüphe yok.


ZENGİNLERİN AHLAKI

25 Mart 1939

Ahlaklı olmak, zenginler için fakirlere nazaran çok daha ko­laydır, bu tecrübeyle sabit bir durum. Zenginliğin etrafın­da bir koruma kalkanı varken fakirlik içten içe çürümeye, yıkılmaya meyillidir. Örneğin; zengin bir adamın aklından asla ekmek çalmak geçmez. Sadece parası olmayan ama kar­nı aç olan insan ekmek çalarlar. Zengin adamın kamı acıkır­sa zaten karnını doyuracak ekmeğe ve hatta daha fazlasına sahiptir.

Aynı şekilde arabası olan zengin bir adam asla metroya bi­letsiz binmeye de çalışmayacaktır. Kolayca bilet alabileceği gerçeği bir yana, harikulade evinin önünde yine harikulade bir arabası vardır zaten.

Toplumsal yönetmelikler söz konusu yoksul insanlar olunca çok daha sert yaptırımlar uygular. Fakirler daracık apartman dairelerine tıkılmışken zenginler, her bir aile fer­dine gerektiğinde fazladan alan sağlayacak kadar geniş evle­rinde yaşarlar. Diğer yandan apartman dairelerindekiler ise

neredeyse üst üste yaşamaktadır ve belli bir saatten sonra, komşuları, ertesi gün erken kalkıp işlerine gidebilmek için ihtiyaçları olan uykuyu alabilmeleri adına uyumak istedik­lerinden dolayı radyolarını erkenden kapatmak zorunda ka­lırlar. Öte yandan o kocaman evlerde, evlerin aralarındaki mesafe en az otuz, kırk ya da belki yüz metre olduğu için radyolar gece boyu açık kalabilmektedir.

Yoksul insanlar, bir arada rahat yaşayabilmek adına çok daha disiplinli bir hayat sürmek zorundalar. Bu yüzden as­lında zengin kesimin, fakirler için uygulanan belli kuralla­rın kendileri için geçerli olmasından şikayet etmesi gerçek­ten çok saçma. Zira mesele ahlak ise, en ahlaklı insanlar bu heyecanlı hayatı sürenlerdir. Eski bir deyim vardır, bilirsi­niz: Dua ederken en çok bağıranlar, gedikli günahkarlardır. Bu noktada doğa, ahlak dediğimiz kavramı sadeleştirir, vah­şi doğada yaşlı olan hayvanların neden kefaret ödediklerini anlamak zor değildir. Zira bolca beslenme fırsatı buldukla­rı gençlik dönemlerini unutmak isterler ve bu yüzden de daha yaşamının yarısına dahi gelmemiş olan yahut henüz yaşamaya bile başlamamış olanlara ahlaklı olmayı salık verirler. Her şey bir anda tersine döner. Yaşlılar, özellikle kendi gençlik dönemlerini tamamladıktan sonra gençlerden ahlaklı olmalarını beklerler. Bu yalnızca bireyler için değil, toplumlar için de geçerlidir. İşte, demokratik ülkelerin, özel­likle de İngiltere'nin taleplerine uymamamızın esas nedeni burada yatıyor.

İngilizler bu sıralar politikada ahlaklı olmaktan söz l'diyorlar. Kendileri ihtiyaçları olan her şeye sahip. Ahlaklı davranmanın politik arenada pek de önemsenmediği dö­nemlerde kendi imparatorluklarını kurabildiler zira. Şimdi de o büyük imparatorluklarını ahlak kisvesinin ardına sak­layarak korumaya çalışıyorlar.

Karınları tok olduğu için yemek çalmayı akıllarından bile ^eçirmiyorlar. İstedikleri kadar yiyecek var ellerinde. İm-

paratorluklarının büyük serveti hizmetlerinde olduğu için bizim dört yıllık planlarımızla dalga geçebiliyorlar. Onların ulusal yaşamının sınırları demokratik olmaktan öte, fazla gevşek kalabilir zira ulus olarak geleceklerini tehdit eden herhangi bir şeyle karşılaşmadılar. Ancak biz Almanlar için durum farklı. Bizler, birliğini ancak altı sene evvel kazana­bilmiş bir ulusuz. Hala çok genciz ve eski anlaşmazlıkları­mızın yaralarını taşıyoruz hala. Bu yüzden o eski yaraların yeniden açılmaması için dikkatli ve hatta bazen sert olmak zorundayız. İngilizler sözde fikir özgürlüğü lüksünü tolore edebiliyor olabilirler. Bunun onlar için bir bedeli olmuyor zira imparatorluklarını tehdit eden herhangi bir şey yok. İngiliz halkı tek bir millet olarak kenetlenmiş durumda. İhtiyaçları olan ve hatta dileyebilecekleri her türlü şeye sahip olduklarından, şaşırtıcı eylemlere ya da bir şeyleri oldubittiye getirmeye gerek duymuyorlar. İngiliz halkı yüzyıllardır tek bir millet olarak var oldu ve bu yüzden dünya üzerinde hiçbir ülke İngilizlerin arasından yeni uluslar çıkarma çabası içerisine girmiyor. Ancak bizler hala böyle şeylere zorlanıyoruz. Başka seçeneğimiz yok. Bizler eylemlerimizi, kendimizi daha üstün gördüğümüzden yap­mıyoruz, hayatta kalmak için buna mecbur olduğumuzdan yapıyoruz. Olanların ne İngilizler ne de Almanlar açısından ahlakla ilgilisi var. Bu sebeple artık herkes, politikada, özel hayatta olduğundan daha başka anlamlara gelebilecek böylesi terimleri her alanda kullanmaktan vazgeçmeli. İngilte­re'nin önde gelen politikacıları son zamanlarda İngiltere'nin koruma altında bulunduğunu ve bunun tek nedeninin, ülke­deki vatandaşların kültürlerini ve özgürlüklerini gözetmek olduğunu söyleyip duruyorlar. Avrupa ise bu sözde bilgece iddiaları gülerek karşılıyor. İngilizler hakikaten de gerçeği ahlaki deyimlerle örtbas etmeyi iyi biliyorlar, hatta bazen bu yolla, başka yerlerde ciddi tepkilerle karşılanabilecek tartış­malı konuları bile hasıraltı etmeyi başarıyorlar.

Artık kendi koyunları ahırlarında güvende olduğu için, ahlaklı olmayı beceriyor ve geçmişlerini asla hatırlamak istemiyorlar. Avrupa'da ülkelerin yoksul ve varlıklı olarak ikiye ayrılmış olmasını bir sorun olarak görmüyorlar. Yok­sul ülkelerin içinde bulundukları durumdan memnun olma­yabileceklerini düşünmüyorlar. Hatta şartları değiştirmeyi akıllarından bile geçirmiyorlar zira onlara göre dünya, Tanrı nasıl istiyorsa o durumda. Tanrı İngilizlere her şeyi bahşet­miş ve dünyadaki diğer tüm halkları da, İngilizlere bağlı ol­maları için fakir bırakmıştır.

Londra'da ilk İngiliz gazetelerinden biri basılıyor: Times. Fazlasıyla rafine ve ciddi bir gazetedir, içeriğinde nadiren başka ırkların aşağılandığını görebilirsiniz. Son derece ah­laklı haberler yapar ve dünyanın tamamını azarlamayı Tanrı'nın kendisine verdiği asli bir görev olarak görür. Dünyada olup biten her şeye yorum yapma hakkına sahip olduğunu kanısındadır ve işlerin nasıl yürümesi gerektiğini dikte eden İngiliz mantığının cisimleşmiş halidir. En dikkate değer özelliği ise İngilizlerin, bu gazete yazanlara gerçekten ina­nıyor oluşudur. Öylesine küstah ve aldatıcı olabiliyorlar ki insan onlara ne diyeceğini dahi bilemiyor. Yalanları ortaya çıkarıldığında bile o riyalara öylesine tutunuyorlar ki mantıklarını asla anlayamıyor ve bunların kendi yalanlarına da inandıklarını düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Gelgelelim asıl mesele bu değil; mesele, İngiliz basınının aslında İngiltere'nin, tüm o fikir özgürlüğü safsatalarına rağmen, gerçek ulusal disiplinini bir yansımasını teşkil ediyor oluşu. Ancak şu sıralar İngiliz basını gerçekten çok ileri gitmiş durumda. Avrupa'nın her yerinde, bir İngiliz, zorlu politik meseleler hakkında konuşmaya kalktığında in­sanlar birbirlerine bakıp göz kırpıyorlar. İnsanları, sırf bazı politik meselelerden ve büyükbaş ticaretinden konuşmak için sabah ve akşam dualarına çağırır bunlar. Şayet bizim gibi, ulusal varlıklarını korumak için çabalıyor olsalardı her

yolu mubah sayacaklarından da adımız kadar eminiz. Ancak kendileri son Fransızlar, Ruslar ya da Amerikalılarla savaş­manın daha iyi olduğunu düşünüyorlar her zamanki gibi.

Londra'nın yalanlarının boyutunu aslında uydurdukları son hikayeden anlayabiliriz: Almanların Romanya'ya verdi­ği sözde ültimatom. Dünya halklarını yine Reich'ın karşısı­na dikmek için Londra'nın uydurduğu bir yalandan ibaret bu da. Berlin ve Bükreş hükümetleri bu haberi derhal yalanlasa da İngilizler bana mısın demedi. Tam tersine, güçlü bir biçimde inkar edilen bu hikaye hakkında, sanki doğru olup olmadığından hala emin değillermişçesine konuşmaya de­vam ettiler. Bu İngilizlerin her zamanki tavrı; geçmişte böyleydiler, şu anda da aynı durumdalar ve gelecekte de fark­lı olmayacaklar. Ancak asla bize ne yapmamızı söylemeye hakları yok. Acaba ne zaman onların ahlak derslerini dinle­yecek konuma geldi bizim ülkemiz? Eğer mesele politikada ahlaklı olmaksa, İngiliz basınının yapacağı en mantıklı iş bu konudan uzak durmak olacaktır.

Geçtiğimiz birkaç haftadan beri İngilizler Almanya sınırları dahilinde de yayın yapıyorlar. Üstelik bunu çok akıllıca hallediyorlar zira insanlara, haberlerini neredeyse bilimsel denebilecek bir objektiflikle ve gerçeği duyurma arzusuyla yaptıkları izlenimi veriyorlar. Burada amaçları, Almanya sınırları içerisinde yeni dinleyici kazanarak, işler daha da sertleştiğinde o insanları kullanabilmek. İşte o za­man şu anki sözde objektifliklerini korumayacaklar, Dünya Savaşı sırasında diğer ülkelerin halklarını Almanya'ya kar­şı kışkırtmak için kullandıkları o eski otokrasi hikayelerini servis edecekler.

Şimdilerdeyse Alman radyosunun İngilizce yayın yapmaya başlamasının şaşkınlığı içerisindeler ancak çok geçmeden şikayet etmeye de başlayacaklardır zira Avru­pa'da başka bir ulusun, onlarla aynı haklara sahip olmasını hayal dahi edemezler. Geçtiğimiz haftalarda Alman orduları

Bohemya ve Moravya'ya girerken attıkları ahlak naraları işte bu İngiliz mantığının klasik bir örneği. Gelgelelim artık du­rum farklı: Bu ahlak naraları şimdilerde işe yaramıyor.

Avrupalı devletler artık İngiltere'nin kendi imparatorluğu içerisinde, kanepesine kurulup ahlak dersleri veren bir tey­ze gibi vaazlar vermesinden, kendi zenginliği içerisinde di­ğer halklardan şikayet etmesinden bıkmış durumda çünkü Avrupa, son savaşın ardından çok değişti. Fakir uluslar aynı zamanda en genç olanlar. Yaşamak istiyorlar ve yaşayacak­lar da. Canterbury Başpiskoposu onları asla durduramaz zira bu halklar zenginlerin esas yüzünü görmeye başladı. İngiltere bundan böyle ahlaka dair sözlerle yoksul halkların taleplerini görmezden gelemeyecek zira ikiyüzlülüğün işe yaradığı zamanlar artık geride kaldı.

Birileri John Bull'a' maskesini çıkarma zamanının geldi­ğini söylemeli. Çünkü artık o sözde deyimlerin ardına sak­lanıp dünya halklarının görüşlerini bulanıklaştıran İngilte­re'nin gerçek yüzü ortaya çıkıyor. İngiltere de imparatorlu­ğunu savaşların, baskıların, toplama kamplarının, açlığın ve kanın üzerine kurdu.

Biz Almanlar olarak ahlak tavsiyelerini dinlemeye de ha­zırız, elbette bu tavsiyeler, onları vermeye hakkı olan ulus­lardan gelecekse! İngiltere'nin buna hakkı yok. İnsanlar ahlaktan bahsederken İngiltere'nin yapabileceği en iyi şey çenesini kapalı tutmak. Elbette Londra'dan bazı arkadaşça öneriler aldığımız da oluyor ancak yine de tavsiyelerini böyle bağıra çağıra sunmamaları gerekiyor. Yalnız değilsi­niz. Dünyanın geri kalanı da, toprakları kanla sulanmışken ahlaktan bahsetmeye cüret edenlere katıla katıla gülüyor.

1 Uluslararası arenada genel olarak Britanya Krallıgı ııın ve ozellikle de lngiltere'nin kişileştirilmiş halini temsil eden karakter. Genelde orta yaşlı, silindir şapkalı şişmanca bir adam olarak resmedilir.

POLİTİK NEZAKET ÜZERİNE
27 Nisan 1939

İngilizlerin kendilerine özgü bir politik nezaket anlayışı var. Görünüşte öyle gönlü bol ve naifler ki insan, başka milletlere karşı ne kadar savunmacı bir tavır takındıklarını fark edemiyor bir yerden sonra. Elbette yüzlerce yıllık İmparatorluk anlayışları içerisinde yerküreyi uluslarına ait bir mülk olarak görmeye alışmış durumdalar. Bu ulu­sal mülkün kendilerine miras kaldığına, Tanrı'nın evrenin tamamını kendilerine bahşettiğine inandıkları için de dün­yadaki barışı, düzeni ve bütünlüğü sağlamaktan sorumlu olduklarını zannediyorlar.

İngilizlerin görüşüne göre dünyada onların temin edeceği barışı ve düzeni kabul etmeyenler şüphesiz çok tehlikeli provokatörler ve bir an önce etkisiz hale getirilmeleri ge­rekiyor. Zira böyle insanlar Londra yönetiminin görüşüne göre sadece İngiltere'nin mutluluğu ve refahından ibaret olan 'dünyanın düzenini' tehdit etmekteler.

Bu tavır da aslında İngiltere'nin dış politikalarının en te­mel prensibini ortaya koyuyor ki o da yalnızca Avrupa'da

dengeli bir ortam sağlamak. Bu amacın dahi temelinde as­lında bir bencillik yatıyor zira İngiltere, ancak Avrupa'da bir güç dengesi kurulursa kendisini kurtarabileceğini ya da en azından Avrupa'daki anlaşmazlıklardan nemalanabileceğini düşünüyor. Bizim bildiğimiz kadarıyla İngiltere şu anda, Av­rupa'daki kendi ilgi alanına girmeyen herhangi bir ciddi an­laşmazlığı ne umursuyor ne de bu anlaşmazlıklar sebebiyle herhangi bir endişe duyuyor. Londra'nın yönetmesi gereken bir imparatorluk var ve İngiltere'nin bu imparatorluğun sağladığı serveti rahatça sindirebilmesini mümkün kılmanın da İngiliz dış işleri politikasının açık bir görevi olduğu herkesçe bilinen bir gerçek. Ayrıca herkesçe bilinen bir başka gerçek de zengin insanların nezakete ihtiyaç duymadıkları. Özellikle de fakir ve ihtiyaç sahibi insanlara karşı... öyle ki keyifleri yerinde olduğunda gittikçe daha çok savunmacı bir tavır takınıyorlar. İnsanların omuzlarına hafifçe vurarak yapmamaları gereken şeyleri dikte ediyor ve sonra da her şeyin yolunda olduğunu söylüyorlar.

Zengin insanlar çoğunlukla fazla ahlakçı olurlar. Ya da en azından öyleymiş gibi yaparlar. Elbette kaderleri, ahlak düş­künü olmalarını da nispeten kolaylaştırır zira onların için her şey yoksul insanların hayatında olduğundan çok daha kolaydır. Barış ve düzen için çabalarlar çünkü ancak böylesi ortamlarda kazanmaya devam edebilirler. İşte bu yüzden var olan ilişkilere zarar verecek her bir hareketi 'ahlaksız' sıfatıyla yaftalayıp genel Bolşevizm konseptine dahil ediverirler. İnsanlar arasında yaygın olan bu durum halklar için de geçerlidir. Hepimiz biliyoruz ki ellerinde, onlarla ne ya­pacaklarını bilmeyecekleri kadar çok altın ve değerli maden rezervleri bulunan ülkeler de var; hayati ihtiyaçlarını dahi güçlükle karşılayan ancak akıl, sağduyu ve organizasyon yetenekleri sayesinde varlıklarını sürdürebilen ülkeler de. Aslında yokluk içindeki ulusların şu anki durumdan mem­nun olmamaları gayet anlaşılır bir şey. İşte bu uluslar; fa-

kir milletler pastadan payını alamazken zenginlerin kendi varlıklarını huzurla koruyabildikleri o kutsal ve uhrevi dü­zenin nazarında sorun yaratan parazitlerden başka bir şey değildir. Hatta şu dönemde zengin ulusların, fakir insanları dünya barışını tehdit etmekle suçlaması dahi sürpriz olmaz kimse için. Elbette bu türden itirazlar ederken zengin ulus­lar yalnızca ekonomik ve politik kaygılarını dile getirmekle kalmıyor, bir de ahlak kavramını son derece provokatif bir biçimde kullanıyorlar.

Bu noktada İngilizler herkesin lideri konumunda zira kendileri ahlaksız insanları ahlaklı göstermek konusunda adeta ustalaşmış durumdalar. Üstelik tüm dünya ulusları arasında en zengin millet olduklarından, aynı zamanda en ahlaklı olanlar da elbette ki kendileri. Üstelik tarihi şüp­heli hadiselerle dolu bir imparatorlukları olsa da bu tarihi anımsamak konusunda hiç de istekli değiller zira rahatları­nın bozulmasını asla istemiyorlar. Altınlarını korumak için, "Öylece uzanıp varlığımı koruyacağım, bırakın uyuyayım!" diyen Fafnir'e' benziyorlar bu halleriyle. Üstelik şimdilerde bir de artık öyle rahatça uyuyamadıklarını iddia ediyor ve bunun sorumlusu olarak da Almanları görüyorlar. İşte bu, düpedüz küstahlık!

Aslında sırf bu sebeplerden, İngilizlerin Almanya'nın yükselişinden rahatsızlık duyması çok anlaşılır bir durum. O kirli vicdanlarını rahatsız ediyoruz. Almanya güçsüzken Londra için pek de bir anlamı yoktu varlığının. Öte yandan bugün baktığımızda Almanya büyük bir güç ve İngiltere'nin elinde Almanya'nın gelişimine ket vuracak tek bir ciddi koz olmadığı için kontrolsüzce saldırılara başladılar.

'13. yüzyıldan Völsunga Destanı"nda geçen cüce kral Hreidmar"ın üç oğlundan biri olan Fafnir. açgözlülüğü yüzünden Andvari'nin yüzüğü ve hazinesinin lanetini üzerine çeker ve bir ejderhaya dönüşür. En sonunda. Alman mitolojisinde de efsanevi bir kahraman olarak bilinen Sigurd ya da yüksek Almanca haliyle Siegfried tarafından katledilir.

İngiliz gazeteleri bir anda alışılmışın çok ötesinde kaba­lıklar etmeye başladı, başka zaman olsa politik meselelerde son derece adil davranmayı seçenler gitti ve yerlerine, bü­tün nezaket kurallarını unutup pazarın ortasında kavgaya tutuşmuş kadınlara dönmüş gazeteciler geldi. Almanya'nın içinde bulunduğu fakirlikten kurtulmasını hazmedemedi­ler. Bize hala, o yargısız infazlar yaptıkları dönemdeki gibi muamele etmeye çalışıyorlar. Her ne kadar Londra'nın yönetsel çevreleri bu meselelerle bir ilgileri olmadığı izlenimi yaratmaya çalışıyor olsalar da bütün gazetelerin onların emrinde olduğunu elbette ki bilmeyen yoktur.

İngilizlerin basın özgürlüğü konusunda kendilerine has fikirleri de var. Bunlar da elbette ki tam İngilizlere göre ve aptalca denilecek kadar naif fikirler. Argümanları ise şöy­le: "Almanya'da basına herhangi bir aşağılama içeren haber yapmayı yasaklayan yasalar var." Yani Almanya devletinin basını etkileme ihtimali olduğunu ima ediyorlar ve buna dayanarak Alman basınının her şeyden önce Londra'ya sa­dık kalarak haber yapması gerektiğini söylüyorlar. Özellikle de İngiltere'nin iç meselelerine karışmamalarını salık vermekten de geri durmuyorlar. Diğer yandan kendileri de yine o kokuşmuş demokrasi duvağını takınıyorlar derhal. Demokrasinin en temel ilkelerinden biri de basın özgürlü­ğüdür. İngiliz basını da özgür olduğu için İngiltere yönetimi sözde basını etkilemiyor. Bu yüzden kendileri, işlerine ge­len her konuda seslerini çıkarma özgürlüğüne de sahipler; dahası, Almanların her türlü iç meselesine karışmak, en yüksek mertebelerdeki yöneticileri dahi nezaketten yoksun ve teklifsiz kimseler olarak lanse etmek ve hem Alman yö­netimi hem de Alman halkının ahlak bekçisiymiş gibi bir havaya girerek onlara mütemadiyen tavsiyelerde bulunmak en önemli ayrıcalıklarıdır. Özellikle İngiltere Büyükelçisi Henderson Berlin'e geri döndüğünden beri bu meseleler çok daha sık dile getirilmeye başlandı. Elbette bunun nede-

nini anlamak da zor değil. Hatta İngiltere Başbakanı Chamberlain de, Avam Kamarası'nda kendisine yöneltilen bir soruyu şu şekilde yanıtladı: "Bay Nevile Henderson'ın geri dönüşünün öyle abartılacak kadar büyük bir anlamı yok. Görevi icabı geri döndü."

Peki, bu noktada İngiliz basını ne yapıyor? Şimdi bu durumun tam tersini düşünelim ve şayet aynı şey Almanya için söz konusu olsaydı ve Alman gazeteleri İngiltere'yi di­line dolayarak açıkça İngiliz basınını küstahça aşağılasaydı, İngiltere'nin önde gelen gazetelerinde nasıl başlıklar atacak­larına dair tahminlerde bulunmaya çalışalım. Örneğin; ‘Völkische Beobachter' Almanya Büyükelçisi'nin Londra'ya özel bir görev için yollandığını ve Londra'nın söz konusu teklifi kabul etmekten başka çaresi olmadığını, ancak bu şekilde barışçıl niyetini belli edebileceğini yazsaydı? Ya da Alman­ya Büyükelçisi İngiltere Kralı'nı tehdit etseydi? Yahut da Almanya Büyükelçisi İngiliz Dışişleri Bakanı'na, İngiltere tarafından, herhangi bir teminat sağlayan ve ciddi bir adım atılmadığı sürece Almanya'nın daha radikal yollara gidece­ğini söyleseydi? Almanya'nın İngiltere'nin politikalarından geri döneceğine dair yeterli kanıtlar görmek istediğini dile getirseydi? Bu kanıtların da İngiltere'nin, söz gelimi Filis­tin'den çekilmesiyle, İngiliz basınının Almanya aleyhine asla haber yapmamasıyla ve İngiltere'nin azami ölçüde si­lahsızlanmasıyla elde edilebileceğini söyleseydi mesela? Veya Almanya Büyükelçisi, Chamberlain'in yakın zamanda Avam Kamarası'nda yapacağı deklarasyonu hat safhada et­kilemek için bir takım açıklamalarda bulunsaydı? Herkes kabul edecektir ki şayet Alman basını Londra'yı bunlar­la vurmaya kalksaydı, İngiliz halkı kaynar kazana dönerdi muhtemelen. Haklı da olurlardı üstelik, çünkü söz konusu büyük güçler ise böyle durumlar pek alışılageldik hadise­ler değildir. Nezaketten yoksun, aptalca ve aşağılayıcıdırlar. Gelgelelim bunu yapan Londra olunca, İngiltere ve Almanya

arasında öyle bir güç dengesi bulunmadığı için herhangi bir sorun olmaması bekleniyor. Yani en azından İngiliz basını­nın yazdıklarından anlaşılan bu. Biz de bu yüzden onlara parmak sallamak durumunda kalıyoruz. Artık İngilizler de, kendilerine hak gördüklerini bizim de artık ucuz bulduğu­muz gerçeğini kabullenmeye başladılar. Almanya'nın, Lond­ra'nın kendisine bu şekilde muamele etmesini kabul etmeye niyeti yok zira Almanya, Londra'ya aynı şekilde karşılık ver­seydi, haklı olarak Londra da bu muameleyi kabul etmez­di. Bu yüzden İngiliz basınının bu küstahça ve nezaketten yoksun suçlamalarını dikkate almaya dahi gerek duymuyo­ruz. Bu tip şeyleri dile getirebilecek kadar ahmak ve akıldan yoksun oldukları zaten ortada. Kendileriyle uğraşmaya hiç niyetimiz yok, zira uzun zaman önce bundan vazgeçtiğimiz de bilinen bir gerçek.


ELLERİ KESİLEN ÇOCUKLAR
24 Hazıran 1939

İngilizler dünyanın her yerinde politika ahlakından yoksun olmalarıyla tanınıyorlar. Hepsi de kendi günahlarını yanıltıcı bir gerçeklik kisvesi ardına saklamada adeta usta birer sanatçı, birer uzman sayılırlar zira bunu yüzyıllardır yapıyorlar ve bu beceri, artık doğalarının öyle ayrılmaz bir parçası haline gelmiş ki bunu yaptıklarının ayırdına dahi varamıyorlar. Yüzlerine öylesine sahte bir ifade ve ölümcül bir ciddiyet takınıyorlar ki kendileri bile gerçekten politi­kanın erdeminin savunucuları olduklarına inanıyorlar nere­deyse. Yapmacıklıklarını asla kabul etmiyorlar, bir İngiliz'in bir başkasına gülümseyerek yahut göz kırparak, "Pekala, bizler birbirimizi asla kandırmak istemeyiz," diye bir şey söylediğine asla şahit olmazsınız. Dünyadaki erdem ve say­gınlığın en yüce timsalleri gibi davranırlar -üstelik gerçek­ten öyle olduklarına da inandırırlar kendilerini. Bu durum insanı eğlendiriyor ancak bir yandan da dünya için büyük tehlike arz ediyor aslında.

Herkesin bu insanlara karşı tetikte olması icap ediyor çünkü karşılarında gerçekten hatırı sayılır bir düşman çık­mazsa, bütün dünyayı ele geçirebilecek durumdalar.

Biz Almanlar olarak son üç asırdır Avrupa'da hatırı sayı­lır bir güce sahibiz ancak iş, ulusal ve uluslararası fırsatları değerlendirmeye gelince genel olarak fazla pasif kalıyoruz. İngilizler ise, Büyük Britanya'nın dünya üzerindeki en do­minant ülke olmasının Tanrı'nın arzusu olduklarına inan­dıklarından her şeyi sarsılmaz bir özgüvenle yapıyorlar. Her daim soyluluklarından ve rekabet konusunda ne kadar ada­letli olduklarından bahsediyorlar ama her şeyi ancak şart­lar kendi arzularına uygun olduğunda yapıyorlar. 1919 ila 1933'te yaşadığımız savaş boyunca bu görüşümüzü kanıtla­yacak çok sayıda olaya şahitlik ettik.

Diğer yandan biz Almanlar, politik davranmayı sadece birkaç yıldır nispeten becerebiliyoruz ama İngiltere bu kü­çük değişimi Avrupa için büyük bir tehdit olarak görmeye başladı bile. Çünkü savaştan evvel durum çok farklıydı, İngiltere ne isterse Almanya sorgusuz sualsiz onu yapı­yordu. Diğer halkların bizi yerle bir etmek için fırsat kol­ladığını hiç fark etmeksizin, ürettiklerimizin yanında bir de şairlerimizi, müzisyenlerimizi, filozoflarımızı dünyanın dört bir yanına gönderen zararsız insanlardık. Bütün bunla­rın merkezinde de yine İngiltere vardı. Olayları, yöntemleri şekillendirerek sonuca ulaştırabilen yalnızca oydu ve savaş, bizim için beklenmedik bir sondu, bunu asla öngörememiş­tik. İngiltere bir anda harekete geçti ve yaptıkları onca pro­pagandayla bütün dünyayı bize düşman etti. Ancak kimse aslında bunu başarabileceklerini düşünmemişti. Uzmanlar ise, sadece birkaç güçlü slogandan oluşan bu propaganda programının son derece planlı bir biçimde işlendiğini ve kusursuzca uygulandığını düşünüyordu. Şeytani bir çabay­la propaganda, sistematik olarak bütün dünyaya yayıldı ve

milyonlarca insanın beyni bu şekilde yıkandı. Nihayetinde hepsi, kitlesel bir hipnozun zavallı kurbanlarına dönüştüler.

İngilizlerin dünyanın her yerine yaydıkları çok az sloganları vardı. Çocukların ellerinin kesildiğini, gözlerinin çıkarıldığını, kadınlara tecavüz edildiğini ve yaşlılara işkence edildiğini söylediler. İşte uzun yıllar sürdürülen bu propaganda, dünyanın her yanında insanları Almanların vahşi, medeniyetten ve insanlıktan uzak bir ulus olduğuna inandırdı. En nihayetinde de Almanya'yı yok etmek yahut gücünü elinden almak tüm uluslar için ahlaki ve kültürel bir görev olarak lanse edildi zira ancak o zaman dünyada barış ve dostluk hüküm sürebilirdi. İşte bu propaganda, dünyanın geri kalanının, Almanyaile savaşında İngiltere'nin safına geçmesini sağladı. Biz Almanlar ise buna nasıl karşılık vereceğimizi dahi bilmiyorduk. İngiltere'nin tüm yaptıklarını aptallık denebilecek kadar büyük bir saflıkla iz­ledik uzun süre, hatta bazı iyi huylu Alman vatandaşlar yal­nızca başlarını iki yana sallayıp İngilizlerin böyle yalanlar söylediklerine inanamadıklarını dile getirdiler sadece. İşte savaşın sonunda tüm bunların acısını hepimiz çektik.

Savaşın son aylarındaysa, savaştıkları şeyin aslında Alman ulusu değil, yalnızca Alman hükümet olduğu fikrini yayarak vatandaşlarımızın zihinlerine de girmeye çalıştılar. Sözümona Alman halkına asla zarar vermek istemiyorlardı, savaş propa­gandaları buydu. Tek istedikleri kralın yönetimi terk etmesi ve bu sayede Avrupa halklarının savaşının sona ermesiydi.

Amerikan başkanı Wilson'ın o çok bilindik on dört ilke­si de aynı dönemde ortaya atıldı.' İlkeler kısaca şunu öne

1     Wilson İlkeleri: Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru kazanan ve mağlup olan ülkeler netleşmeye başladığında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson tarafından 8 Ocak 1918 günü ilan edilen ve savaşın taraflarının uzlaşmaları için gerekli koşulları sınırlayan ilkelerdir. On dört ilkeden oluşan açıklamada halkların barış içerisinde yaşayabilecekleri koşulların nasıl oluşturulabileceğine ve başka bir dünya savaşının daha yaşanmaması için ne tip önlemler alınabileceğine dair bilgiler verilmiştir. Ancak savaş sonrasında yapılan ganimet ve toprak paylaşımına Amerika Birleşik Devletleri de dahil edilince ilkeler uygulanmadan rafa kaldırılmıştır.

sürüyordu; İttifak devletleri ne Almanlara zoraki bir barış uygulamak ne de muhalif ülkelerden herhangi birini taz­minat ödemeye mahkum etmek istiyorlardı, ne onlara zarar verecek ne de onurlarını ya da topraklarını kaybetmelerine neden olacaklardı. Tek istedikleri krallıkla yönetilen ülke­lere demokrasiyi getirmekti, sonrasında zaten herkes için onurlu bir barış ortamı sağlanacaktı.

Bu aptalca yalanlar İngiltere tarafından da bir güzel kö­rüklendi. Wilson resmen İngiltere'nin yabancı basın elçili­ğini yapmıştı ama zavallı Almanlar o dönemde İngiltere'nin Amerika'ya söylettiği yalanlara safça inandılar. Tuzağa düş­tük ve İngiltere'nin istediği her şeyi yaptığımız için sonunda ağır bir bedel ödemek zorunda kaldık.

1918 yılının kasım ayında Alman devriminin gerçekleşe­ceği haberi Londra'ya ulaşınca yetkililer buna pek ihtimal vermemişti. Hatta en üst düzey kişiler dahi bundan şüphe ettiler. Zamanında İngiltere'nin önde gelen yöneticilerinden biri, gizlice, Almanların bu kumpasa düşeceklerine ihtimal dahi vermediğini söylemişti.

Elbette bunun sonuçları da felaket oldu. Almanya hem onurunu hem de topraklarını kaybetti. Ordularımız ve de­niz kuvvetlerimiz lağvedildi, sömürgelerimiz elimizden alındı. Korkunç bir tazminat yükü omuzlarımıza yüklendi, tüm bunların amacı Alman ekonomisini çökertmekti.

Yine de tüm bunların iyi bir sonucu da oldu; yaşananlar Alman halkına önemli bir ders verdi. Almanya bir yandan fakirleşirken öte yandan Nasyonal Sosyalist Devrim'in de te­meli atılıyordu. Almanya, öncelikle Versay Anlaşması'na ve bu anlaşmadan çıkarı olan içte ve dıştaki düşmanlarına karşı büyük bir savaş başlattı. Versay Anlaşması'nın imzalayan­ları da; bu utanç verici anlaşmayı imzalamakla bir kez daha güçlü olabilecek Almanya adına fayda sağlayacak gerçekler­le yüzleşmek arasında seçim yapabilecek insanları destekle­yenleri de gözden çıkardı. Ardından da Nasyonal Sosyalizm-

le birlikte hem değişmeye hem de gelişmeye başladı. 1914'de ve daha önemlisi 1918'de olduğundan çok daha başka bir ulusa dönüşerek adını güçlü ülkeler arasına yazdırdı. Alman halkı da artık daha politik insanlara dönüştü. Bugün olsaydı bu halk, savaş zamanı olduğu gibi asla İngiltere'nin yemini yutma tehlikesi altında olmazdı. Gerçi İngiltere bugün de aynı yöntemi uygulayarak savaş zamanında elde ettiği başa­rıya erişebilmeyi umuyor. Üstelik günümüzdeki yemleri çok daha bayağı, kirli ve yüzsüzce, çünkü bizlerin eskisi kadar aptal olduğunu düşünüyorlar. Londra'dakiler Almanların hala 1914 ve 1918'de kandırdıkları ahmak insanlar olduk­larını sanıyorlar. İşte en büyük yanılgıları da tam olarak bu.

Bugün İngiliz gazeteleri açıkça, ülkelerinin propaganda­sının halk ile hükümet arasında anlaşmazlık yaratma amacı güttüğünü yazıyor ancak tüm bunları biz de öğreniyoruz böylece, Alman halkı bu açıklamalardan özel bir anlam çıkarıyor. İngiliz propagandalarının da amacı bu zaten! Hitler ve halkını birbirinden ayırmak! Kayzer zamanında olduğu gibi yine riyakar ve insanların kulağına hoş gelen süslü cümlelerin ardına saklıyorlar gerçek amaçlarını. Al­manya'nın medeni devletler arasındaki yerine geri dönmesi gerektiğini söylüyorlar mesela! Demek öyle? Son yirmi beş yıldır çok yakından tanıma şansı edindiğimiz şu sözde me­deni devlerin arasına mı dönmeliyiz? Savaş sona erdiğinde milyonlarca anneyi ve evladını açlıktan ölmeye terk eden, siyahi halkları Ren Nehri'nde boğan, Schlageter'i1 katleden, sömürgelerimizi elimizden alıp Almanya'nın kendisini bir sömürgeye dönüştürmeye çalışan ve halkımızı kandırmak uğruna verdikleri her türlü sözü küstahça, soğukkanlılıkla yok sayan o pek medeni devletlerin arasına mı? Geçmiş­te Alman halkını kandırmak kolay oldu, evet, ancak bugün, Almanlar olarak bizler, bu girişimlere daha farklı karşılıklar

1 Albert Leo Schlageter: Birinci Dünya Savaşı sonrasında Fransız işgali altındaki bir demiryolu hattına saldın düzenlediği gerekçesiyle Fransızlar tarafından tutuklandı ve idam adildi. Bunun ardından Almanlar tarafından kahraman ilan edildi.

veriyoruz. Artık, İngiltere'nin propaganda makinesi fazla yüksekten uçtuğunda Londra'nın yalanlarına karşı kendi­mizi koruyacak güce sahibiz. Yüzsüzce halkın arasına karı­şıp yalan üstüne yalan söyleyerek korku yayıyorlar. Alman askerleri arasında isyan çıktığını, işçi sınıfında grevler ilan edildiğini, sınıflar arasında çatışmalar çıktığının ve hükü­met içerisinde anarşinin hüküm sürdüğünü iddia ediyor­lar. Ruhban sınıfından ufacık bir çevreye yakınlık göste­rip bu kimseleri de durmadan şikayet eden birkaç entelle özdeşleştirerek İngiltere ile birlikte sözde dünyanın geri kalanına dahil ediyorlar.

Ancak bu yöntemler artık çalışmıyor. İnsanlarımız, Nas­yonal Sosyalizm okulunda harikulade bir eğitim aldı ve İn­giltere'nin utanmazlıklarını naifçe sineye çektiğimiz günler geride kaldı. Kendimizi savunuyor ve hatta Nasyonal Sosya­lizme ters düşmeyecek şekilde karşı atağımızı da yapıyoruz. Peki nasıl? Güçlü bir biçimde ve hedefi tam on ikiden vura­rak! Artık üzerimize çamur atıldığında otuz metre geri ka­çarak minik kılıçlarımızı sallamakla yetinmiyoruz. Derimizi kalınlaştırıyoruz. Artık o politik tartışmaların ortasında ka­lınca rahatsız olan naif insanlar değiliz. Bu da düşmanımızı rahatsız ediyor. Deneyimli İngiliz propaganda uzmanları ilk kez, daha önce endişelenmek durumunda kalmadıkları bir rakiple karşı karşıya kalmış durumdalar. Daha önce tar­tışmasız yönettikleri alanda artık bastırılıyorlar. Nasyonal Sosyalist Hareket, Alman halkına yalnızca propagandalara karşı sağlam durmayı değil, onları tersine çevirerek kullan­mayı da öğretti. Biz Almanlar da artık propagandanın ne olduğunu biliyoruz. Güç için savaştığımız zamanlarda düş­manımız bütün gücü tekelinde barındırıyordu ancak artık onu yere serdik. Önceden olduğu gibi savunmasız bir ulus değiliz, aksine bugün dünyanın en güçlü ordusuna sahibiz. İçimizi kutsal bir inançla dolduran bir fikri savunuyor ve hedefi on ikiden vuran, savaşla deneyim kazanıp daha da

sertleşen bir propagandayı kuşanıyoruz. İşte bu ruhani silahı büyük bir zevk ve memnuniyetle kullanıyoruz.

Elleri kesilen çocuklar yalanının yeni hali, ne artık Al­man halkı üzerinde işe yarıyor ne de dünyanın geri kalanı bu yalana inanıyor. İnsanlar artık John Bull'un ardındakini görebiliyor. Dünya halkları neler döndüğünü anlayabiliyor. İşte bu yüzden, İngiltere istediği yerde yandaş arayabilir ama Almanya'da umduğunu bulamayacağı kesin. Yeri göğü inleten kahkahalar dışında herhangi bir tepki alamayacak­lar ulusumuzdan. Bu sebeple yabancı basındaki propaganda uzmanlarına tavsiyemiz, eski yalanları bir kenara bırakarak zaman harcamamıza değecek yeni yalanlar bulmaları ola­caktır!

Eğer İngiltere Almanya'yla kapışmak istiyorsa, karşı­sında yalnızca Führer'i yahut küçük bir grup insan değil; seksen milyonluk büyük Alman ulusunu bulacağını asla unutmamalı. Muhtemelen bu durumda da askeri yöntem­lerden daha farklı bir yol izlemeyi tercih edebilirler. Ancak bunun da faydası olmaz, aksine İngiltere kendi imparator­luğunu kaybetme riskine girmiş olur. Önerim, etrafındakilerin Londra hükümetini gerçekçi olmaya ve Almanya'yı gerçekten anlayıp Alman halkına boş tehditler savurmaktan vazgeçmeye teşvik etmesidir. Aksi takdirde acı ve asla de­ğişmeyecek gerçeklerle sert bir biçimde yüzleşmek zorunda kalacaklar!


1940


EŞİ BENZERİ OLMAYAN BİR DÖNEM
25 Mayıs 1940

Tarih kendini tekrar etmez; yaratıcı olan her şeyde olduğu ^ibi tarihin de hayal gücü ve barındırdığı ihtimaller sınır­sızdır. Ancak aynı zamanda sonsuza dek geçerli olacak bazı kanunları vardır ve insanlar bu kuralları görmezden geldi^i ya da çarpıttığı için hep aynı olaylar yaşanır durur. Bu sl•beple de içinde bulunduğumuz savaşı, Dünya Savaşı'yla kıyaslamak yahut aralarında paralellikler bulmaya çalışmak ı.ımamen yanlıştır. İçinde bulunduğumuz dönem ve verdiğimiz bu savaşın, doğası ve ilerleyişi bakımından tarihte ı•şi benzeri yok. Bunları geçmişle kıyaslamaya kalkan kişi ıle muhakkak ki akla gelebilecek en kötü askeri ve politik hamleyi yapma riskirıi göze almış demektir.

Şu anda içinde bulunduğumuz durum, hem ulusal hem ıle uluslararası arenada, 1914 yılında olduğundan çok daha l.ırklı, zira o dönemki steril dış politikamız yüzünden tolore l'dilemeyecek askeri yükler altındayken iki cephede savaş Vl'rmeye zorlanmıştık. Dahası, insanlarımız savaşa psikolo­Jik olarak da hazır değildi. Kimse neden yahut ne için sa-

vaştığını dahi bilmiyor, dönemin hükümeti de ne insanlara durumun ne olduğunu açıklama, ne de geleceğin ne geti­receğini söyleme zahmetine giriyordu. Alman hükümeti, Londra'nın abluka planlarını alt üst etmek için eline geçen her türlü politik fırsatı kaçırıyor ve hatta resmen düşma­nının eline, ihtiyacı olan kozları bizzat veriyordu. Savaşın başlarında yalnızca tolore edebilecekleri şeyler için hazır­ladılar kendilerini ve tolore edilemeyecek gelişmeler olunca da ne yapacaklarını şaşırdılar. Son raddede kaçınılmaz olan savaşı en başında durdurmak için de ellerine çok sağlam ve iyi fırsatlar geçmişti aslında ama daha sonra olabilecek en kötü zamanda bizzat kendileri savaş ilanını vermek zorunda kaldılar. Bu da aslında psikolojik anlamda son derece önem­li bir detaydı.

Bugün ise durum tam tersi. Führer'in harikulade yönetim ilkeleri sayesinde bahsi geçen abluka denemeleri bitmek bilmez çabalarla, hem siyasi hem askeri alanda başarısız kılındı. Tarafsızlık iddiası ise tam bir safsataydı ve elbette düşmanın Almanya'ya yürüme planlarına hizmet edecekti ancak tüm planlar suya düştü, yine bir iki cephede savaşma tehlikesi daha bu şekilde atlatılmış oldu Bu sayede Alman­ya, kaderinde var olan bir savaştan daha azat edildi. Ayrıca hem yurt içinde hem de yurt dışında sürdürdüğümüz psi­kolojik savaştan da büyük bir başarı kazanarak alnımızın akıyla çıkmasını bildik. Artık ulusumuz meselenin ne oldu­ğunu, kendisini neye adadığını, savaşı kaybederse başına ne geleceğini ve kazanırsa nasıl bir şans yakalayacağını biliyor.

Bu büyük mücadele içerisinde elde var olan her türlü imkan kullanılıyor. Düşman art arda kaybediyor elindeki kozları ve üstelik daha savaş başlamadı bile! Führer bu tarihi mücadeleye büyük bir dikkat ve ön görüyle hazırlanırken en kötü senaryoyu planlıyor ancak bir yandan da en iyi se­naryonun gerçekleşmesini bekliyor. İşte bu kritik zamanda

savaş ilan eden Batılı varsılerkler kendilerini gerçekten zor duruma sokuyor aslında.

Dünya Savaşı sırasında ulusumuz ölümcül bir ablukayla karşı karşıya kaldı ve Almanya buna yalnızca askeri an­lamda hazırlıklıydı -üstelik bu hazırlıkların da pek yeterli olduğu söylenemezdi. Bu abluka karşısında ülkemiz sa­vunmasız kalmıştı zira ne bu konuda bir deneyimi ne de hazırlığı vardı, bu sebeple evdeki hesap ya çarşıya uymadı ya da hesaplar o kadar geç yapıldı ki ulusumuza fayda sağ­lamaktan ziyade daha çok zarar verdi. İnsanlar için zaten büyük bir psikolojik yük olan ve aynı zamanda gerekli ekonomik önlemlerin alınmasına da bir faydası olmayan karne sistemi bir anda çöktü. İşte bütün bunlar birleşince de 1918 yılının Kasım ayında Reich'ın düşmanlarına karşı koyamayarak yenilmesi kimse için sürpriz olmadı.

Bugün durumumuzun, geçtiğimiz savaş dönemiyle uzak­tan yakından ilgisi yok. Evet, İngiliz ve Fransız plütokrasi- lerinin, Reich'ımızı ekonomik ablukaya almak için eski yön­temleri deneyeceği aşikar ancak ne bu yöntemler eskisi ka­dar etkili ne de biz böyle ablukalara hazırlıksız yakalanacak durumdayız artık. Dünya Savaşı'nda bunun nasıl ölümcül sonuçlar doğurduğunu bizzat deneyimledik ve artık başımı­za gelebilecek her türlü şeye hazırlıklıyız, buna savaşı finan­se etmek de dahil. Dünya Savaşı'nda edindiğimiz deneyim­lerin çok yardımı dokundu. Her ne kadar düşmanlarımız şu anda Dört Yıllık Plan'ımızla dalga geçiyor olsa da çalışmala­rımız en sıkı ablukadan dahi sağ çıkmamızı sağlayacak ka­dar detaylı. Reich, tam zamanında hem ekonomik hem de tarımsal kaynaklarını güvence altına aldı, böylece her türlü kötü sürprize hazırlıklı olacağız. En acımasız cezalar kar­şısında bile çöküş, artık ihtimal dahilinde bile değil. Reich topraklarında artık, ne kadar gerekiyorsa o kadar uzun süre yetecek kadar hammadde rezervi mevcut durumda.

Dünya Savaşı başladığında yoğun nüfusumuzu askeri anlamda bir avantaj olarak kullanmayı da başaramamıştık. O zamanlar dünyadaki en güçlü askeri kaynağa sahip oldu­ğumuz halde tüm dünyanın üzerimize çullanmasına karşı koymayı beceremedik. O devasa savaşın tarihi önem arz eden ilk haftalarında yaşanan trajedi; asıl tehdit altında olan cephelerde asker eksiğimizin olmasıydı, üstelik asker olarak görev yapabilecek çokça gencimiz varken... Yani sonradan yapılan hesapların bir faydası olmadı.

Bugün Alman askeri kuvvetleri hayal edilebilecek en mo­dern teçhizata sahip ve nüfusumuzu daha etkili kullanma­yı da artık öğrenmiş durumdayız. Alman ordusu her türlü savunmaya hazır, zaten her şey planladığımız gibi, sıkı bir sisteme göre ilerliyor. Ordumuzun başarısı hayal edilenin de ötesine geçmiş durumda. Tüm dünya silahlı kuvvetleri­mizin ilerlemesini hayranlıkla izliyor.

1914'te psikolojik anlamda tamamen savunmasız durum­daydık ve Reich, her türlü hileye ve kışkırtmaya başvurma­yı göze alan bir dünya düşmanla karşı karşıya olduğundan habersiz, savaşı orta sınıf insanların bakış açısıyla uzaktan izlemekteydi. Alman liderlerinin halk için savaşın ne anla­ma geldiği hakkında en ufak fikirleri yoktu. Savaş aslında insanların dinamizmiyle alakalı değildi. Aksine, halkı tek başına zafere götürebilecek hakiki özgüven ve etkili fikirler­den ziyade, bağıra çağıra ortaya konan sözde vatanseverlikti. Nasyonal sosyalistler olarak, Reich yönetimini her anlamda kötü görünmesini sağlamayı çok iyi bilen, nefret dolu, art niyetli ve iftiracı uluslararası düşmanlarla karşı karşıyaydık.

Şimdiki durumumuz bundan ne kadar da farklı! Elbette şu anda da Almanya'ya saldıran düşmanlarımız mevcut. Ancak artık gerçeklik silahını sağlam bir güvence olarak kullanmayı biliyoruz. Almanya'nın haber ağı artık hızlı, deneyimli, net ve güçlü! Hem yurt içi hem de yurt dışın­da genel kanıyla alakalı her bir detayla ilgilenebilecek kadar

hazırlıklıyız. Alman ulusu bu savaşa, şenlik ateşinin etra­fında toplanmışçasına anlık bir hevesle girmedi, bilakis ka­rarlılık ve azimle mücadelesini sürdürmeye devam ediyor. Hu yüzden artık, Dünya Savaşı sırasında Reich'a büyük zarar veren o zalimce kurgulanmış, son derece tehlikeli ulusla­rarası senaryoların uygulanması da mümkün değil. Ayrıca Alman Silahlı Kuvvetleri de yenilmezliğin ve her şeyden önemli gördüğümüz yüce devrimin büyülü aurasına sahip artık. Evet, dünya belki hala, bu 'sözde' Alman mucizesinin gelişimi karşısında sonsuz bir hayranlık duymak ile ondan ölümüne nefret etmek arasında gidip gelmekte. Ancak olan­lar bizim için mucize filan değil. Tarihi bir dehanın elleriyle yönlendirilen Nasyonal Sosyalist sistemin zaferidir bu yal­nızca. Führer'imizin halka ilham veren etkisi, eski Alman değerlerinden yepyeni bir ideal yaratılmasını sağladı. Dü­şünce ve iş gücünün keskinliği, sistematik hazırlıklara olan düşkünlük, fedakarlık etmeye her daim hazır olmak, yara­tıcılık ve hayal gücüyle harmanlanmış olağanüstü bir zeka, kıymetli ve zengin bir bilgi hazinesi, bitmek bilmez bir haz ve genç ruhun saldırı azmi -yani kısacası, düşmanlarımız tarafından üzerimize zorla geçirilen o 'zavallı Alman ulusu' giysisini bu değerlerle birlikte erdemli, kusursuz bir göm­leğe çevirdik. Peki, Alman ordusunun bu savaşta katılacağı her muharebeden zaferle çıkmasını garanti eden şey neydi? Tarihte ilk kez, yaratıcı Alman dehası bütün o bürokratik ve yönetimsel yüklerden azat edilerek tam anlamıyla özgür kılındı. Almanya geçmişte de şimdiki kadar güçlüydü ancak bunun bilincinde değildik. Almanya, tarihinde hiçbir dönemde kendini disipline ederek gücünü son damlasına kadar kullanmaya ve hem politik hem de askeri her türlü fırsatı değerlendirmesine olanak sağlayacak bir devlet düzeni kurmaya muktedir olamadı. İşte bu da, içinde bulunduğumuz dönemin 1914 ile karşılaştırılamayacak olmasının bir başka nedenidir. Alman halkı o dört yıl bo-

yunca, içlerindeki güç sayesinde her türlü zorluğa göğüs germeyi başardı ve devletlerinin hataları ile gösterdiği za­yıflıkların bedelini ödese de hayatta kaldı. Artık ulusumuz, milli gücünün tamamını kullanmayı biliyor. Bugünün ka­zananı, işte tam da bu yüzden, on dört yıllık bir mücade­le ile yedi yıllık uygulamanın bir sonu olan sistemimizdir. Sistemimiz varlığını, yaratıcı ruhunu kusursuz bir politik ve askeri dehadan alarak kendi gücüyle sürdürmeye devam ediyor.

Yabancılar için elbette bu politik ve askeri başarılarımızı yalnızca şansa bağlamak kolay. Bu, bir zamanlar Moltke'nin' de dediği gibi, ancak uzun vadede azimli olabilenlerin elde edeceği türden bir talihtir. Bu savaşta çok ciddi askeri ya da politik gelişmelere imza atabilmiş olmamızın nedeni de bu- dur. Bu noktada aslında düşmanlarımız, o çok nefret ettik­leri yöntemlerimizi uygulamak durumunda kalabilirler. Ör­neğin; kendi kamplarında sıklıkla, Nasyonal Sosyalizmin, ancak yine kendi nasyonal sosyalist yöntemleriyle yahut çok benzerleriyle vurulursa yenilebileceğini söylediklerini biliyoruz. Ancak, elde edilebilecek ilk başarı için bile bu yolda ne kadar ter dökülmesi, ne kadar çaba sarf edilmesi, ne kadar deneyim kazanılması ve hepsinden öte ne kadar zaman harcanması gerektiğini en iyi bilenler de yine bizle- riz. Bugün düşmanlarımız askeri kamplarda çığlık çığlığa, "Daha fazla silah! Daha fazla uçak! Daha fazla tank!" diye bağırıyorlar. İşte, buna kör cahillik denir! Öte yandan biz- ler, hedeflerimize ulaşmak adına onlardan çok daha yüce bir ulusal uyumla enerjimizi yükseltmiş durumdayız, halkımız da rahatlığı ve ihtiyaçlarından fedakarlık ederek bizlere des­tek oluyor. Geçtiğimiz yedi yılda ordumuzu geliştirmek için

1 Helmuıh Kari Bernhard von Malike: Birinci Dünya Savaşı'nda Alman ordusunun

Genelkurmay Başkanı olarak görev yapan Moltke, konfederasyonun dağınık askeri güçlerinin bir ordu haline getirilmesinde önemli rol oynayan bir isimdir. Alman lm- paraıorluğu'nun kuruluşundan önce 1866 ve 1870 yıllarında Avusturya ve Fransa'ya karşı yönettiği harekatlar sayesinde büyük saygınlık kazanan bir askeri dehadır.

çokça fedakarlıkta bulunduk; şimdilerde ise düşmanımız bizim mottomuzu kullanıyor: "Önce silah, sonra yemeklik yağ!" Bugün herkes, yağın havan toplarını yenemeyeceğinin ancak havan topunun yağı bir güzel ezebileceğinin farkın­da. Şimdiki durumumuza bakılınca aslında, 1918'de eski silahlarımızı ellerimizden zorla çekip alanlar hepimize iyi­lik etmiş oldular. Bu sayede ordumuzu en temelinden yeni­den kurmak zorunda kaldık ve yalnızca dünyanın en büyük değil, aynı zamanda en modern ordusunu yoktan var ettik. Bu yolda, şayet savaş çıkarsa, mutlaka ama mutlaka, ne pa­hasına olursa olsun kazanmak zorunda olduğumuzu, aksi takdirde ulus olarak tarih sahnesinden bütünüyle silinece­ğimizi bilerek hiçbir fedakarlıktan, hiçbir tasarruftan, hiçbir çabadan kaçmadık.

Bay Churchill ve Bay Reynaud, Fransa ve İngiltere'nin, karşılaştıkları ilk saldırıları kolayca savuşturacaklarına dünyayı ikna etmeyi başaramayacaklar bu kez. Gazetelerde çarşaf çarşaf yayınladıkları sözde 1914'le bu savaş arasın­daki paralellikleri açıkladıkları yazıların -ki hepsi ne kadar endişeli ve kötü durumda olduklarını gösteren işaretler taşıyor- tamamı hatalı. 1914'te, düşmanımızın kolayca tuz­la buz edebileceği, son derece zayıf bir ulusal savunmamız vardı ancak bugün, böyle bir durum söz konusu dahi değil. Hatta düşmanlarımız, ikinci bir Marne Mucizesi[XVII] yaratma-

lan umuduyla yetmişlerinin ortalarında olan ya da çoktan seksenli yaşlarına gelmiş eski emekli generalleri göreve çağıracak kadar düştüler. Onlara şunu söyleyebiliriz: Tarih tekerrür etmez. Yıllarca tüm dünyayı tehditler savurarak te- rörize ettikten sonra bundan medet ummak gerçekten çok acınası. Evet, bu noktada düşmanlarını hak etmedikleri bir mucizeyle yenmeyi umuyorlar.

Gelgelelim mucizeleri de hak etmek gerekir, bahsi ge­çen varsılerkin artık kaçacak yeri kalmadı, tuzağa düşmüş durumda hepsi. Aslında bu savaşa, ekonomik ambargolar uygulayarak ve asla kan dökmeden bir zafer kazanabilecek­lerine inanarak girdiler. Şimdiyse savaşmak zorunda olduk­ları gerçeğiyle yüzleşiyorlar. Tanrı'ya şükür ki sayelerinde eğer kaybedersek başımıza neler geleceğini artık çok iyi biliyoruz: Reich'ımız ve ulusumuz parçalarına ayrılacak, her şeyden yoksun kalacak ve sonunda Alman ulusu son ferdine kadar yok olacak. Her Alman bunu biliyor artık ve her birimiz o uzun ve zorlu kış aylarında bunun yarattığı sonuçları bizzat deneyimledik -Alman askerleri, çiftçileri ve işçileri olarak hepimiz neler çektiğimizi çok iyi biliyoruz.

Batılı varsılerkin efendileri şimdilerde işte bu bahsettiği­miz güçlü askerlerle savaşıyorlar. Çiftçilerimiz ise her gün bu askerlere ekmek verebilmek için ekip biçiyor; işçilerimiz onlar kullansın diye silah üretiyorlar. Hepsi şunu biliyor ki bu günler, haftalar ve aylar içerisinde Alman ulusunun belki bin yıllık kaderi belirlenecek. Bütün bu insanlar, eşi benzeri olmayan bir dönemde yaşadıklarının farkında ve hepsi, bunun değerini bilerek kendilerinin de aynı şekilde eşi benzeri olmayan insanlar olduğunu tüm dünyaya göster­mek istiyorlar!

KAÇIRILAN FIRSATLAR
2 Haziran 1940

Almanya da karşılaştığınız herkes, 'Führer daima haklıdır,' derken yurtdışında onun yalnızca şanslı olduğunu söy­lerler. Gerçi bu da kısmen doğru sayılır zira Führer kendi şansını kendisi yaratan bir adamdır. Kendi fırsatını kendisi yaratmayı beceremeyen bir devlet adamı acınası durum­dadır. Führer'in düşmanları da işte bu şekilde avcunun içine düşüyorlar ve bu da kaderin onların yok olmasını istediğinin bir kanıtı aslında. Yorgun düşmüş bir toplum, yalnızca zayıflığı yüzünden çöküşü deneyimlemez; hataları, yanılsamaları, gerçeği görmekteki başarısızlığı ve kaçırdığı fırsatlar yüzünden bu kadere mahkum olur. Bizim duru­mumuz da şu deyimi kanıtlar nitelikte: "Tanrı, cezalandır­mak istediklerini gerçeğe kör kılar." Nasyonal Sosyalizmin bütün tarihi boyunca ona düşman olan herkes, bu deyimin doğruluğunu kanıtlıyor.

Örneğin; 14 Eylül 193o'da, Führer ilk büyük seçim zafe­rini kazandı ve Nasyonal Sosyalist Parti Reichstag'ta yüz yedi koltuk kazandı. Demokratik cumhuriyetin bu nokta-

da iki seçeneği vardı: Ya Führer'in varlığını kabul edecek ya da onu ortadan kaldıracaktı. İlk seçenek elbette ki makul ve mantıklı olandı, ikincisi ise zordu ancak imkansız değil­di. Gelgelelim cumhuriyet yönetimi ikisini de yapmadı ve yalnızca yılanın ilerleyişini izleyen bir tavşan misali pusu­da bekleyip olanları takip ederek kendilerini kadere teslim ettiler. Her şey için çok geç olana kadar hiçbir hamlede bu­lunmadılar, harekete geçmeye karar verdiklerinde de Nas- yanal Sosyalist Parti, cumhuriyetin kullandığı yöntemlerle yıkılamayacak kadar güç kazanmıştı. Hitler günün adamı olduğunda da kibirli bir tavır takınıp onu ciddiye almaktan kaçındılar. 13 Ağustos 1932'de ellerine bir şans daha geçti ancak o fırsatı da değerlendiremeyip Führer'e, parlamento­nun direnişine karşı Nasyonal Sosyalist Partinin nihai za­ferini kazanması için ihtiyacı olan zamanı tanımış oldular. İşte kaçırılan bu son fırsat, demokratik cumhuriyetin haya­tına mal oldu.

Partimiz hükümetin başına geçtiğinde aynı süreç ulusla­rarası arenada da tekrarlandı. Fransa ve Almanya hükümet­lerinin Nasyonal Sosyalist Hareketi ve onun ardından gelen Nasyonal Sosyalist Devleti durdurmak için harekete geçe­bilecekleri tarih 30 Ocak ya da en geç 31 Ocak 1933'tü. Batı Avrupa'daki plutokratların iki seçeneği vardı: Kurulan yeni Almanya'yı ya hemen yok edeceklerdi ya da onunla barış sağlamanın bir yolunu bulacaklardı. O günlerde ilk seçene­ği gerçekleştirmek hala mümkündü ama ikinci seçenek için bazı fedakarlıklarda bulunmaları gerekiyordu. Gelgelelim elbette hiçbiri bedel ödemeyi göze alamadı. İkinci seçenek aslında daha makul ve mantıklı olandı ancak Batı da iki se­çeneğin sunduğu fırsatları da değerlendirmeyi başaramadı. Düşmanlarımız bir kez daha, yaşanacakların Almanya'ya hiçbir şekilde zarar vermeyeceği yanılgısına kapılıp sessiz kalmayı tercih ettiler.

Uluslar Ligi'ne çıktığımızda artık yurt dışındaki düşman­larımız için çok daha zorlu bir seçenek kalmıştı geriye: Ya bize savaş ilan edeceklerdi ya da bizimle barışmanın yolunu bulacaklardı. Yine iki seçeneği de değerlendiremediler. Yı­lan görmüş tavşan gibi kalakaldılar bir kez daha. Alman­ya'da bir devrim olmasını umuyorlardı ancak Avrupa'daki dengeleri tamamen değiştirmek istediğimizi bildikleri halde Nasyonal Sosyalist Hareketin neler planladığını derinleme­sine araştırmayı bir türlü beceremediler.

Uluslararası askerlik hizmeti fikri konusunda şikayet edip durdular ancak yine kıllarını dahi kıpırdatmadılar. Rhineland'ın işgaline boş tehditlerle karşılık verdiler fakat tek bir hamlede bulunma zahmetine girmediler. Düşmanın orta vadeli olarak bulduğu tek bir çözüm vardı: İngiltere'yle savaş gemisi anlaşması yapmak. Bu bile, bizzat Londra'nın kendisinin yaptığı gelen iğrenç savaş kışkırtmalarının göl­gesinde kaldı ve anlaşmanın yaratabileceği her türlü pozitif etkiyi daha en başından yok etti.

Mesela Schuschnigg,ı Avusturya'nın kurtarıcısı ve Ansch- luss'un[XVIII] babası olabilmek için bir fırsat yakalamıştı -Führer bizzat onun yol göstericisi olmuştu ancak o da bu fırsatı kaçırdı ve İngiltere'nin kendisini koruyacağını sandı. Kri­tik bir döneme girildiğinde ise tek başına kaldı. Führer'in düşmanlarının her daim böyle yanlış seçimler yapması ger­çekten trajikomik. Örneğin; Bene^3 de, Reich'ın işgal etme ihtimali olan her yeri kapsayacak şekilde güneyli Almanla- ra kısmi özerklik tanıyarak yaşanan krizi çok uzun zaman önce çözebilecek bir pozisyondaydı. Fakat çok uzun süre

bekledi, bazı sözleri çok geç verdi ve kendinden öncekiler gibi o da en sonunda bu hatanın bedelini ödedi. Beck[XIX] ve Rydz-Smigly[XX] de Almanya ile anlaşabilirdi; tek yapmaları gereken Danzig'i Almanya'ya geri vermek ve arada ufak bir koridor bırakmaktı. Şimdilerde böyle bir adımın Polonya'yı işgalden kurtarabileceğini hayal etmek zor gelebilir ancak Varşova'da sözü geçen kimseler durumu önemsemeyip yine İngiltere'ye güvendiler ve en nihayetinde geçici Polonya hü­kümeti on sekiz gün içinde düşmekten kurtulamadı.

İnsanlar tarihten bazı dersler çıkardığımızı söyleyebilir, gelgelelim bu üç yılda yaşananlardan sonra bundan şüphe etmek de mümkün zira Nasyonal Sosyalist Hareketin ya da Nasyonal Sosyalist Devletin karşısında duran herkes aynı şeyleri tekrar tekrar deneme hırsına kapıldı ve her biri bu­nun sonucunda büyük bedeller ödedi. Bizler ise düşmanın utanç verici propagandalarını dile getirme gereği bile duymadık çünkü her biri o kadar aptalcaydı ki onlara her­hangi bir paye vermenin yalnızca bizim itibarımıza zarar vereceğini düşündük. Tabii düşmanımız olan ülkelerin dev­let adamları, asıl görevleri bir şeyleri daha etraflıca düşünüp durumu gerçekçi bir biçimde değerlendirmek ve bilgilerini yalnızca güvenilir gazetelerle paylaşmak iken bunu yapmayı bir türlü beceremediler. Hatta geçtiğimiz yılın Ekim ayında, Polonya kampanyasının askeri başarısının ardından Führer, Reichstag'taki o ünlü konuşmasında Londra ve Paris hükü­metlerine makul ve kendilerine pek de pahalıya patlamaya­cak bir barış teklifinde bulunmuştu ama yine, Batı Avrupalı plutokratları artık ne tür bir şeytan yönlendiriyorsa, hevesle bu teklifi kabul edeceklerine aptallık ederek teklifi düşün­meden Führer'e sırtlarını döndüler. Birkaç gün sonrasında

da yabancı bir gazetede, teklifin orijinal formuyla tekrar iletilmesi durumunda Londra'daki para avcılarının bunu büyük bir hevesle kabul edecekleri yazıldı. Peki, bu liderler, savaş çıkarmak için böyle var güçleriyle çalışırken, savaşa da bir o kadar güçlü bir biçimde hazırlanmamışlar mıydı acaba?

İnsanlar sıklıkla şunu soruyorlar: Churchill, Chamberlain ve Reynaud gerçekten ne düşünmüştü? Benim cevabım şu: Hiçbir şey! Kendi zamanlarında Schneidemann, Braun ve Briming ne kadar az şey düşündüyse, onlar da o kadar az düşündüler. Öylesine bir gurura ve üstünlük kompleksinden kaynaklanan bir kibre kapılmışlardı ki bu teklifi düşünmele­rine gerek dahi olmadığına karar verdiler. Şayet ben bir İngi­liz ya da Fransız olsaydım, zorlu geçen kış mevsiminin o beş ayı boyunca hükümet yetkililerinin ne yaptığını sorgulardım. Onların varacağı sonuç da şu olacaktır yine: Gazetelere sahte zafer demeçleri vermek, yalanlar uydurup iftiralar atmak ve öfkeli Almanları devrim başlatmaları için kışkırtmak dışında hiçbir şey! Başarısızlıkla sonuçlanıp Reich'ın dağılmasına ne­den olacağını sandıkları bir devrim yaşanacak ve sonucunda da Otto Hapsburg gibi bir politik kukla Avusturya'nın Kralı olacak, Rhine ve Ruhr Fransa'ya kalacak ve Pomeranya, Silez- ya ve Branderburg'u da Polonya'ya verilecekti. Almanlar ise süngülerin ucunda, Fransız tarlalarında mütevazi yemekleri­ni yemeye razı olmak zorunda kalacaklardı.

Ne hayal ama! Artık batıdaki bu plutokratlardan kurtulu­yoruz. Askerlerine Maginot Hattı'nda' beklemeleri gerekti­ğini ve sonrasında Siefried Hattı·nı• geçeceklerini söylüyor­

' Birinci Dünya Savaşı'ndaki işgalinden sonra tekrar benzer bir sorun yaşanmaması adı­na Fransa'nın kuzey ve doğu sınırına inşa edilen ve geçilmesinin imkansız olduğu id­dia edilse de Naziler tarafından etkisizliği kanıtlanan savunma hattı. Andre Maginot tarafından inşa edilmiştir.

' Almanya'nın, Fransa"nın kuzeyinde inşa eııigi Hindenburg Ham nın bir bölümüydü ancak İkinci Dünya Savaşı'nda daha doğuya uzatılarak Fransa'nın Maginot Hattı'nın hemen karşısında kadar getirilen savunma haıtı<lır. W,•stwall yani Batı Duvarı olarak da adlandırılır.

lardı ancak şimdi bütün birliklerini çok daha zor ve kanlı bir mücadeleye sürüklemek zorundalar.

Geçmişte bu devlet adamlarının söylemlerinden bir ta­nesine dahi inanan varsa, şu anda yaşananlar kendilerini mutlu etmiş olmalı zira istedikleri savaşı söke söke aldılar. Ancak yine de bir anda, asıl bizim onlara saldırdığımızı söy­leyerek sızlanmaya başlayan da yine kendileri oldu. Elbette istedikleri tam olarak bu değildi; Alman askerlerinin hiç savaşmadan kadınlarının ve çocuklarının açlıktan ölmesine izin verecekleri kansız bir savaş olmasını umuyorlardı bu mücadelenin ancak planları suya düştü. Şimdilerde ise kili­selere gidip gece gündüz dua ediyorlar.

Riyakarlık ederek Tanrı onların müttefikiymişçesine rol yapıyor ve dünyanın geri kalanının da yangına körükle git­mek yerine bizzat başlattıkları ateşi söndürmelerini bekli­yorlar. Kendi kendilerine şekillendirdikleri bu kaderden ri­yakarca şikayet etmekle kalmıyor, başkalarını da bu kadere ortak olmaya çağırıyorlar.

Peki, bu sözde entelektüel tiplere ve tam anlamıyla çıl- dırmışçasına haykırdıkları zırvalıklara ne gibi bir karşılık verilebilir? Göğü imdat çağrılarıyla doldurmaktan bir türlü bıkmıyorlar. Şu halde bile, öncesinde karşısına böyle yeter­siz rakipler çıkardığı için kaderi asla affetmeyeceğini söyle­yen tarihe geçecek bir dehaya savaş açacak kadar aptalca ey­lemlerde bulunan bir avuç ahmak, korkak ve tutarsız tüccar politikacı olarak kalmakta diretiyorlar.

Hala etrafta Londra'nın korumasına bel bağlamayı isteyen kaldı mı acaba? Pusulalarını nereye çevirseler kapılar yüz­lerine çarpılarak kapanıyor. Peki, bu durumda bizler Lond­ra ve Paris'teki, daha önce ülke içindeki muhalifler gibi her fırsatı kaçıran ve bir anda daha kısık sesle konuşmaya baş­layan pek geveze yaşlı beyefendilerle ilgili ne yapmalıyız? Yapılacak en iyi şey, kendilerini adil bir biçimde ödüllen­dirmeleri için onları halkalarının eline teslim etmek olacak-

tır. Onlar da yaklaşan fırtınanın farkına vardıklarında buna sebep olan devlet adamlarına ne yapacakları konusunda en doğru kararı vereceklerdir elbette.

Tarih bu insanların kokuşmuş eski dünyanın mezarcıları olarak anacaktır. Devrilmeleri için de hafifçe itilmeleri ye­terli olacaktır.


SAVAŞ VE SANAT
27 Temmuz 1940

Münih'te Düzenlenen Büyük Alman Sanat Fuarı
Açılış Konuşması

Fransa'ya karşı yürüttüğümüz kampanya, tarihimizdeki en büyük zaferle sonuçlandı. Askeri kuvvetlerimizin büyük bö­lümü vatanlarına geri döndü. Hitler ise Reichstag'ın önünde, hem halkımıza hem de tüm dünyaya bu savaşın etkileri, ne­denleri ve kazanılan zafer konusunda bilgi verdi. Geriye sa­dece tek bir düşmanımız kaldı. Alman halkı, ulusal varlığını ve vatanını elindeki tüm imkanları kullanarak sonuna dek savunacaktır. Hiç kimse nihai zaferin bizim olacağından şüphe etmiyor.

Dünyanın şu anda içinde bulunduğu tarihsel süreçte, Münih'te Almanya'nın en büyük sanat sergisini açıyoruz. Peki, savaş ile sanatın ilgisi nedir? Aslında her şey kelime­nin en geniş anlamıyla ulusumuzun kaderiyle alakalı. Öte yandan, geri kalan her şey önemsiz ve anlamsız aslında. Askerlerimiz, ulusumuzun nadiren deneyimlediği başarılı

bir sürecin sonunda Reich'ımızın düşmanlarını bozguna uğrattı. Şimdi ise bütün ulusumuz, zafer acıkmış gözlerini Almanya'nın varlığını sürdürmesini sağlayacak ve Avru­pa'nın geleceğini tayin edecek mücadeleye çevirmiş du­rumda. Savaş artık tek gerçeğimiz. Askerinden köylüsüne, işçisine kadar herkes Reich'ı korumaya, ona ekmek vermeye ve gerekirse ülkemizin koruması için silahlı kuvvetlerimi­zin ihtiyaç duyacağı silahları dahi dövmeye hazır. Alman ulusunun yaşamı şu sıralar her alanda savaş ideasına adan­mış durumda. Her bir vatandaşımız kendi kişisel ilgilerini ve isteklerini toplumun bekasının gerisinde tutuyor. Önem­li olan tek şey halkımızın yaşam mücadelesi; -işte tam da bu yüzden!- savaşı kazanacak ve geleceğimizi garanti altına alacağız.

Şimdi bana, tüm bunların bir sanat fuarının açılışıyla ne ilgisi olduğunu soracaksınız muhtemelen. Genelde sanatın yaşamı güzelleştirmek için var olduğu ancak yaşamsal bir gereklilik olmadığını söylerler. Bu yüzden sanat, barış za­manında faydalı ve kabul edilebilir olsa da savaş zamanında var olmaya hakkının dahi olmadığı söylenebilir. Bu sebeple de bahsettiğim deyim, silahların sesi notalarınkini bastırır, şeklinde devam ediyor.

Ancak bizler, Nasyonal Sosyalistler olarak bu meseleye çok daha farklı bakıyoruz. Bir dünya görüşü ve bir ideal ola­rak Nasyonal Sosyalizm, toplumsal yaşamımızı bir bütün olarak ele alır; bu bütüncül hayat ve dünya görüşü içerisinde de kendisine hayatın her alanında başarılı olma şansı ve­ren bir sistem oluşturmuş durumda. İşte günümüzde, yurt dışında da Alman mucizesi diye adlandırdıkları sistem bu bakış açısıyla şekillendi. İşin sırrı; Alman ulusunun, bütün güçlerini, kendi ulusal yaşamının her alanını korumak ve geliştirmek için yorulmak bilmeden çalışmasında.

İşte bu yüzden sanatı da insanlarımızın hizmetine sunuyoruz zira sanat bizim için ne geçmişte ne de içinde

bulunduğumuz savaş döneminde bir zaman kaybı olmamış, bilakis yaşamsal bir gereklilik arz etmiştir. Savaştan savaşa koşan Alman askerimiz; yalnızca şehirlerimizi, fabrikaları­mızı, topraklarımızı ve insanlarımızı değil, aynı zamanda Avrupa'nın en kültürlü devletini, Beethoven ve Wagner'in, Goethe ve Schiller'in, Dürer ve Grünewald'in vatanını da koruyor. Sanat asla zamanın şartlarına göre düzenlenen ya da kullanılan bir araç olmamıştır. Her zaman vardır ve ulu­sumuzun varlığının da bir göstergesidir daima. Politika ve ekonomi gibi sanatımız da toplumsal yaşamımızın bir par­çasıdır.

İşte bugün de bu sebeple buradayız. Savaşın başından beri, rahatsız edici hamleler ve kusursuz saldırılar en çok Almanya'nın kültürel yaşamını hedef almakta. Düşman plütokrasilerin aksine Almanya'da savaş boyunca tiyatrola­rımız, sinemalarımız, okullarımız, üniversitelerimiz ve pek çok müzemiz açık kaldı. Amaçları ise bu zor günlerde insa­nımıza destek olmak ve güç katmaktı. Halkımızın moralinin yüksek olmasını ve ulus bilincinin daha da güçlenmesini sağladılar.

Evet, cephede askerlerimizin yanına da gittiler; savun­dukları ve zafere ulaşıp da barış ortamı sağlanınca geri dönecekleri yaşamın anılarını Batı Duvarı'nın sığınakla­rına taşıdılar. Biz, Almanlar olarak hiçbir zaman bunu bir zayıflık olarak görmedik, bilakis duyulmamış bir güç ve değerli bir güven duygusunun işaretidir. Ölümsüz Prusya ruhu da ulusal olarak en stresli ve en muhtaç oldukları dö­nemde yepyeni üniversiteler kurmuştur. Bizler de bugün, Alman kültürünün değerlerini koruyarak askerlerimizin kahramanlıklarını görmezden geldiğimizi asla düşünmüyo­ruz. Şayet Almanya'nın sanatsal etkinlikleri bugün, Nasyo­nal Sosyalizmin bayrağı altında, sözde varlıklı ve eğitimli kesimin tekelinde olsaydı, böyle bir umursamazlıktan söz edilebilirdi ancak artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Bugün,

Nasyonal Sosyalist devlet bünyesinde sanat tüm halk için var olmaya devam ediyor. Bu yüzden, eğer Münih'te, Alman Sanat Evi'nde "1940 - Büyük Alman Sanat Fuarı" kapılarını coşkuyla açabiliyorsa, bu salonlar askerlerimizin çocukları, kardeşleri, anneleri ve eşleriyle dolup taşmalı; evet, bizzat onlar, silahlı kuvvetlerimizin yaralı ve göçebe mensupları olarak bu sanat fuarında asılı duran resimlerin ve heykelle­rin önünde durup zamanın nasıl değiştiğini görmelidir.

Bu eserlerde öyle estetik oyunlar yerine, sanatın içeri­sinde insanlarımızın yaşam şekillerinin ifadesini görürler. Özellikle içinde bulunduğumuz böylesi çetin bir savaş za­manında bu, çok önemli bir meseledir. Führer'in üç yıl ka­dar önce Alman sanatının sürekliliği konusunda giriştiği çabaların ne kadar faydalı ve gerekli olduğunu bizler daha şimdi şimdi anlamaya başladık. Eğer Hitler geçmişte bunu yapmasaydı, bugün Almanya'da sanat, cephelerimizdeki kahramanlıkların tam tersini yansıtan, askerlerimizle gurur duymak şöyle dursun onları yeren ve vatan için dahi olsa hayatlarını böylesi bir amaç için ortaya koymalarının ne kadar acınası olduğunu belirten dejenere bir alandan ibaret olurdu. Ancak bugün durum çok farklı. Münih'te açılışını yaptığımız '1940 Büyük Alman Sanat Fuarı'nda Almanlar olarak yaşantımızın değişmez ve sonsuz ifadesi güzel sanat­larda hayat buluyor.

Bu şenlikli şehirde üç büyük sergide halka sunulan resim ve heykelleri gördük. Bugün de dördüncü sergimizi açıyo­ruz. Sergiye katılan sanatçılar bu yıl yedi yüz elli bir; evet, belki bu sayı 1939'da yedi yüz altmış yedi idi ancak sergile­nen eser sayısı 1939'da bin üç yüz yirmi üç iken bugün bin üç yüz doksan yediye çıkmış durumda. Sergide bir salon resimlere, bir salon heykellere ve üç salon da savaşla bağ­lantılı eserlere ayrılmış durumda, ayrıca bir oda da Polonya kampanyası için kullanılıyor ve bir duvarında Alman Hava Kuvvetleri'nin konuşlandığı bölgelerden ve Norveç'ten

manzaralar sunuluyor. 1937'den itibaren sergilenecek eser­ler konusunda daha sıkı elemeler yapılmaya başlandı. Bu yıl da başvuran tüm katılımcılar bizimle olamadı zira pek çoğu silahlı kuvvetlerde askerlik görevlerini icra ediyorlar, ellerinde silahlarla liderlerini ve vatandaşlarını savunurken sanata hizmet ettikleri gibi bu kez de liderlerine ve halkla­rına hizmet ediyorlar.

Aslında bugün fuarı bizzat açacak olan Führer de ara­mızda olamadı ve açılış konuşmasını yapma onurunu bana bağışladı. Normalde Münih'teki bu fuarla birlikte başlayan diğer sanat festivalleri bu yıl yapılamıyor. Zira bu dönem­de yalnızca, savaş döneminde de sonrasında da sonsuza dek varlığını sürdürmeye hakkı olan Alman sanatının ve Alman yaşamını yansıtan eserlerin sergilenmesi gerekiyor. Sanat da insanları bilgilendirme ve onlara destek olma amacı güt­meli. Endişelerin yükseldiği ve güçlüklerin giderek arttığı bu dönemde sanat insanlara güç vermeli ve en çok da onları gururlandırmalı.

Buna olan güvenimiz ve bitmek bilmez inancımızla Füh- rer'imizi selamlayarak ona ve halkımıza, hepimizin uğruna çalışıp yaşadığı nihai zafer için en içten dualarımızı gönde­riyoruz.

Bu dileklerle Münih Alman Sanat Evi'nde, '1940 Büyük Alman Sanat Fuarı'nı açıyorum.


AVRUPA GELİYOR!

ıı Eylül 1940

Çek Kültür Elçileri ve Gazetecilere Yaptığı Konuşma

Sizin karşınızda, Reich ve himayesindeki devletler ara­sındaki ilişkiye netlik kazandırmak adına yanıtlamam ge­reken bazı soruları kendi açımdan tartışma fırsatını bul­duğum için çok memnunum. Her ne kadar şu anda içinde bulunduğumuz savaş döneminde bu soruları yanıtlamanın elzem olduğunu düşünmüyor olsam da gelecek için de önem arz eden meseleler bunlar zira savaş sona erdikten sonra bu sorular artık büyük meseleler olarak görülmeyece­ğinden objektif olarak yanıtlanmayacaklarından endişe edi­yor herkes. Maneviyata değer veren insanlar olarak eminim ki şunu fark edeceksinizdir; şu sıralar Avrupa'nın insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir tarihi drama sahnele­niyor. Gerçi bu dramanın bizim lehimize bir neticeyle son bulacağından eminim -aksi mümkün değil zira!

İngiltere'nin gücü yerle bir olduğu anda bizler, Avrupa'yı yirminci yüzyılın sosyal, ekonomik ve teknik potansiyeli

bakımından yeniden düzenleyebilme fırsatını yakalamış olacağız. Reich'ımız da yaklaşık yüz yıl önce benzer bir sü­reçten geçti. O zamanlar büyüklü küçüklü pek çok parçaya ayrılmış durumdaydık; bugün ise Avrupa aynı durumda. Bu ufak burjuvazi; teknik araçlar, özellikle de taşıtlar gelişip de bir küçük devletten diğerine gitmek daha da kolaylaşınca­ya kadar tahammül edilebilir durumdaydı. Ancak buharlı trenlerin icat edilmesinin ardından eski devlet yönetimle­ri çağı yakalamayı başaramadı ve yetersiz kalmaya başladı. Zira eskiden bir ülkeden diğerine giderken yirmi dört saat yol çekilmek zorunda kalan insanlar artık trenlerle bu yolun aslında iki üç saatlik bir mesafe olduğunu açıkça görüyorlar. En nihayetinde buharlı trenlerin icadından önce eğer bir devletten diğerine gitmek için yirmi dört saate ihtiyacınız olduysa ve sonrasında da bu zaman önce beş, sonra üç ve sonunda da neredeyse yarım saate inebilecekse, federal dev­leti en çok destekleyen fanatikler bile bu durumun ne kadar saçma olduğunu anlayacaktır.

Bir dönem Reich'ı birtakım müzakerelerle alt etmeye ça­lışan bazı güçler olmuştu. Her biri tarihsel değeri olan ge­lişmeler yaşanınca tarih sahnesinden silinip gitti. Sonuçta tarihin, pazarlık masalarındaki kurallardan çok daha katı yasaları vardır. O yıllarda Bismarck'ın söylediklerini hatır­larsınız, Alman birliğinin alınan kararlar ve öyle boş konuş­malarla değil, kanla ve demirle kazanılacağını söylemiştir. Bu sözler o dönem çokça infial yaratmıştır ancak daha sonra tarih, Bismarck'ın ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.

Aslında Reich'ın birliği, savaşılarak kazanılmış bir birlik. Bu yüzden de bazı ülkelerin benimsediği bireysellikten, sığ­lıktan, kilise odaklı politik fikirler gibi özelliklerden büyük ölçüde sıyrılmış durumda. Bunu yapması da gerekiyordu, aksi takdirde Reich'ımız, Avrupa'nın diğer güçleri ile yarı­şacak olan birliğini korumayı başaramazdı. Devlet olarak bütünüyle tek bir politik fikir benimseyebiliyor oluşumuz,

o zamanlar bu kısıtlayıcı bariyerleri yıkmış olmamızdan kaynaklanıyor. Elbette o dönemde Bavyeralılar, Sachseliler, Wüttembergliler, Badenliler ya da Schaumburg-Lippeliler bir şekilde aldatıldıklarını düşünmüş olabilirler ancak her şey nihayete erince, bu yeni devlet düzeninin dinamikleri giderek daha sağlam bir biçimde yerli yerine oturunca in­sanlar önyargılarından giderek daha çok sıyrıldı ve Reich'ın büyük hedeflerine odaklanmaya başladılar.

Bu noktada Bavyeralı vatandaşın da, Saksonyalının da, Prusyalının da; bizden önce her ne ise o olmaya devam edeceğini söylememize gerek kalmadı. Ancak bu koloni kı­sıtlamalarının çok ötesinde bir ortak noktada buluşarak on yıllar sonra, yalnızca birlik olursak bütün o ekonomik ve fi- nansal sorunlar ile dış politika ve orduyla alakalı meseleleri çözebileceğimizi idrak ettiler.

Reich'ın kudretini koruması tamamen bu sürece bağlıydı -bugün neredeyse bir örnek teşkil eden ancak karşıtlarımı­zın asla anlamak istemediği bir süreçti bu. Kendi dönemle­rine ve önyargılarına öyle takılıp kalmışlar ki zamanın öte­sini görecek ve yaratabileceğimiz devleti tasavvur edecek güçleri yok. Yalnızca hazırlıklı oldukları ve öngörülebilen şeylere odaklanabiliyorlar.

Örneğin bugün demiryolu, çağımızın modern taşıtlarından sayılmıyor zira artık trenlerin yerini uçaklar almış durumda. Trenle eskiden on iki saatte aldığımız yolu, bugün modern bir uçağa binerek bir buçuk saatte aşabiliyoruz. Teknoloji yal­nızca kolonileri birbirine bağlamakla kalmadı, insanları da eskiden hayal edebileceğimizden çok daha fazla yaklaştırdı. Geçmişte Bertin ve Prag arasındaki konuşmalar basın yo­luyla ancak yirmi dört saatte gerçekleştirilirken bugün bunu yapmak için bir saniye bile beklememize gerek kalmıyor. Şu mikrofona konuştuğumda, sözlerimi aynı anda Prag'dan, Slovakya'dan, Varşova'dan, Brüksel'den ve Lahey'den bile duyabilirsiniz. Geçmişte Prag'a trenle gitmek için yolda on

iki saat geçirmek zorunda kalırken, bugün uçakla bir saat içinde orada olabiliyorum. Bunun anlamı da şu: Teknoloji, ulusları da birbirine bir yüzyıl öncesine göre çok daha fazla yakınlaştırdı. Bu: teknik ekipmanın tam da bizim dönemi­mizde böylesine hızlı gelişmesi kesinlikle tesadüf değil. Bu teknik gelişmeler sayesinde Avrupa'nın daha çok içine girdik ve insanların yoğunluğu da Avrupa halklarını için yeni so­runlar yaratmaya başladı -beslenmede, ekonomik anlamda, finans alanında ve doğal olarak orduda. Bu teknolojik geliş­melerin yardımıyla elbette bir kıtadan diğerine ulaşmak da kolaylaştı. Ancak Avrupa halkları arasında da giderek yayı­lan, birbirimizi tanımlarken aslında, bugün kıtaların birbi­rinden ayrılmasına neden olacak büyük sorunlardan ziyade yalnızca ailevi meseleler sayılabilecek kadar basit sorunları temel aldığımızın ayırdına vardıkları algı gün geçtikçe daha fazla insanı etkiliyor.

Şimdilerde, geçmişin o kilise kurallarına baktığımızda yalnızca gülümseyebildiğimizden eminim -bizlerin bugün, geçtiğimiz yüzyılın kırklı ve ellili yıllarında Alman kolonile­rinin çatışmalarına baktığımızda olduğu gibi, bizden elli yıl sonra gelecek nesiller de bugün Avrupa'da yaşanan politik çatışmaları aynı şekilde eğlenerek değerlendirecekler. Bazı ufak tefek Avrupa devletlerinin 'dramatik ulus çatışmaları' olarak gördükleri şeyin aslında yalnızca birer aile kavgası olduğunu düşünecekler. Şuna eminim ki elli yıl içinde ülke kavramı da tamamen değişecek -günümüzde sorun olarak gördüğümüz her şey silinip gidecek ve insanlar sınır olarak yalnızca kıtaları baz alacaklar. Avrupalıların kafalarını da böylece daha farklı, belki biraz daha büyük sorunlar meşgul edecek.

Avrupa'daki düzenin bilinensürecini takip ederek belli top- lumların yok olmasını sağlayacağımızı düşünmemelisiniz. Bana göre bir halkın özgürlüğü fikri, günümüz koşullarına ve pratik birkaç basit sorunun yanıtına göre yeniden değer-

lendirilmeli. Nasıl ki bir aile içerisinde, ailenin tek bir ferdi­nin kendi korkularıyla bir diğerinin iç huzurunu kaçırmaya hakkı olmazsa, Avrupa'da yaşayan tek bir ulusun da genel düzene uzun vadede karşı çıkmasına izin verilmemelidir.

Bizler, Avrupa'nın yeniden düzenlenmesini ya da bahset­tiğimiz düzeni sağlamak için güç kullanmak niyetinde de­ğiliz. Büyük Alman ulusunu düşünen insanlar olarak bizler, ne Bavyera ne Saksonya kolonilerinin ekonomik, kültürel ya da sosyal karakterini bozmak istiyoruz; örneğin, Çek halkının ekonomik, sosyal ya da kültürel çeşitliliğine zarar vermek de ilgi alanımıza girmiyor. Ancak yine de her iki halk için de net bir fikir edinmek zorundayız. Onlarla is­terlerse düşman, isterlerse de dostları olarak bir araya gele­biliriz. Şayet geçmişimizi yeterince derinden incelerseniz, Alman ulusunun hem azılı bir düşman hem de çok iyi dost olabildiğini göreceksiniz. Bir dostla samimi bir biçimde el sıkışıp ona yürekten sadık olabilir ancak aynı zamanda bir düşmanla da ölümüne savaşabiliriz.

Hali hazırda bu sürece dahil olmuş olan ya da hala uyum sağlamaya çalışan uluslar şimdi, Reich'a katılmayı gönüllü olarak yoksa zorla mı, sadakatle mi yoksa direnerek mi kabul edecekleri sorusuyla karşı karşıyalar. Olacakları de­ğiştirme şansları yok. Artık İngiltere'nin nakavt olduğunu ve Avrupa'nın ekonomi, politika ve sosyal bazda yeniden düzenleneceği gerçeği karşısında silahların hiçbir fayda sağlamayacağını herkes artık kabul etmek zorundadır. Şayet bu konuda İngiltere bir şey yapamadıysa, Çekler de bir şey yapamayacaklarını kabullenmeli. Şayet yakın geçmişten bir ders çıkarmayı başarırlarsa, güç politikalarının günümüzde­ki durumunu hiçbir şeyin değiştiremeyeceğini, hiçbir şeyin değişmeyeceğini anlayacaklardır.

İşte bu yüzden, baylar -şu anda hiçbir duygusal etkiye kapılmadan tamamen politik kimliğimle konuşuyorum- bu durumu ister kabul edin ister etmeyin, fark etmez; durumu

ister yürekten kabullenin ya da kabullenmeyin, hiçbir önemi yok zira değiştirebileceğiniz bir şey de yok. Benim görüşüme göre; eğer bir durumu değiştiremiyorsanız, bu durumun gayet aşikar olan dezavantajlarını ciddiye alma­manız ahmaklık olur zira bu, o durumun size sağlayacağı avantajları da bir kenara atmanıza neden olacaktır. Her ha­lükarda Reich'a katılacakları böylesine açıkken, Çek halkı­nın neden Reich'ın karşısında durmayı seçip onun kendi­lerine sağlayacağı avantajları bir kenara atmayı göze aldık­larını anlamıyorum. Bunun için bir takım politik bedeller ödemeniz gerektiğini biliyorsunuz. Sizin için pek hoş olma­yacağını biliyorum ve kimse sizi bu konuda benden daha iyi anlayamaz. Geçmişte sevdiğiniz ve tadının çıkardığınız bazı şeylerden feragat etmeniz gerektiğinin ve yeni duruma söz gelimi bir gecede alışamayacağınızın da farkındayım. Siz- lere, Reich'ın perspektifinden gördüğümüz hallerinden çok daha sert ya da keskin gelebilecek belli anlaşmazlıklar ola­cak. Ancak tekrar ediyorum: Eğer ortada bazı dezavantajlar varsa, ben onları avantaja çevirmeyi tercih ederim. Bunu bir örnekle açıklayayım size: 1933'te Yahudi sorununu çözme­mize yardımcı olacak bir soru çıktı karşımıza. Yahudi karşıtı olduğumuz daha 1933'te tüm dünya tarafından biliniyordu. Dünya propagandasında antisemitizmin dezavantajları var­dı, ancak biz bundan avantaj sağlamayı bildik ve Yahudileri bir şekilde saf dışı bıraktık. Tüm dünyanın karşısında on­larla mücadele edip de adımıza bir şekilde kara çalınacaksa -bu durumda neden Yahudi karşıtı olmanın yalnızca deza­vantajlarını kabul ederek Yahudileri tiyatrodan, sinemadan, toplumsal yaşamdan ve her türlü yönetim kademesinden uzak tutmak gibi avantajları bir kenara itecektik ki? Her ne kadar o dönemde çok üzerimize gelinmiş olsa da en azından şunu söyleyebiliyoruz bugün: Buna değdi, bir şekilde yap­tıklarımızdan çıkar sağladık.

Sizler, baylar, Reich'a vizyon katmış insanlarsınız ve ben de bu yolculuğa çıkmadan evvel size gelerek hepinize büyük bir önem atfettiğimi göstermiş olduğumu düşünüyorum. Sizler Reich'ı savaşırken gördünüz, bu yüzden barışın bizim için ne anlama geldiğini az çok kestirebilirsiniz. Geniş bir alana yayılan Reich'ımız, İtalya ile birlikte tüm Avrupa'nın yönetimini ele alacaktır. Artık yapılacak ya da söylenecek başka bir şey kalmadı. İşte bu da sizin için şu anlama ge­liyor: Her biriniz, Avrupa'ya yeni bir düzen getirecek olan büyük bir imparatorluğun üyelerisiniz artık. Reich olarak, Avrupalı insanları birbirinden ayırıp onları birbirinden uzaklaştıran bariyerleri yıkmak niyetindeyiz. İnsanlığı uzun süredir asla tatmin etmeyen devlet düzenine bir son vermek istiyoruz. Bu noktada Avrupa tarihine büyük puntolarla yazılacağından emin olduğum bazı reformlar yapmamız gerekiyor. Reich'ın savaş sonrasında nasıl bir misyon yükleneceğini hayal edebiliyor musunuz?

Reich'ın yükselişi sırasında kültür alanında olduğu kadar ekonomi konusunda da bir takım gelişmeler kaydetmek arzusundayız. Herkes, bizzat halkın da bu sürece dahil ol­masını ve kaydedilecek gelişmelerden faydalanmasını iste­diğimizi biliyor ve bize bu anlamda sonsuz güven duyuyor. İzninizle bir örnek vermek isterim: Bugün kendi seksen altı milyonluk Alman popülasyonumuzun tamamına Alman filmleri izletemezken gelecekte, devasa bir pazarımız ola­cak. Bunun bir parçası olup olmamak elbette size kalmış, isterseniz geniş Reich topraklarında kendinizi pasif bir role de adayabilirsiniz. Ancak bu noktada, yani ikinci seçeneği tercih ederseniz yeterli kaynak ve imkan yaratma konu­sunda bizim her şeyi -örneğin Çek sinemasını baskılamak gibi şeyler- yapabileceğimizi düşüneceksinizdir. Ancak biz bunu yapmak istemiyoruz. Tam tersine, şayet bizim yarattı­ğımız geniş pazarın bir parçası olmak isterlerse Çekleri de memnuniyetle aramıza kabul ederiz. Asla başkalarının kül-

türel yaşamını baskılamak gibi bir derdimiz olmadı. Bilakis zengin bir alışverişin gerçekleştiği türden bir pazar hayal ediyoruz. Elbette bu da ancak sadakatin hakim olduğu bir zeminde gerçekleşebilir. Şu anda içinde bulunduğunuz or­tamı bizim kuracağımız ortama uydurmalı ve asla gizliden gizliye şunu düşünmemelisiniz; "Ters giden bir şey olursa, hemen tabanları yağlarını." Bu konuda Nasyonal Sosyalist Hareketin geçmişine bakarak dersler çıkarabilirsiniz: Par­timizin bazı üyelerinin kollarında, üzerinde altın rengi çe- lenkler vardır ve şu anlama gelirler: 'Ben, daha ortada hiçbir şeyi yokken Nasyonal Sosyalist Harekete katıldım ve parti­miz daha iktidarın zerresine sahip değilken bile onun için savaştım.' Onlar, hareketimizin zafer kazanacağı ihtimal da­hilinde bile değilken bizlere sadakatle bağlandılar. Zira bir eylemin nereye varacağı az çok ortaya çıktıktan sonra ona katılmak marifet değildir. Yani, baylar, eğer zafer ufukta gö­ründükten sonra bize sadakatinizi sunmaya niyetlenirseniz, o sadakat zerrece umurumuzda olmaz.

İşte sizin ilgilenmeniz gereken sorunun da tam olarak bu olduğu kanaatindeyim. Ben de aynısını yapacağım. Mesela son zamanlarda bol miktarda Çekçe eser okudum, Çek ya­pımı filmler izledim ve Çekçe kültürel eserlere dair yazılmış raporları inceledim ancak onları bu kültürel etkinliklerinin sonuçlarını Alman halkının çoğunluğuna gösterememiş ol­maktan pişmanlık duyuyorum. Zira öncesinde bir temizlik yapmak gerekiyor. Örneğin, o filmlerin bir kısmını kendi halkıma izletmek isterdim ancak Çekler, filmlerinin yal­nızca Çek halkı tarafından izlenmesini mi isterler, yoksa Reich'ın dört bir yanına yayılmasından mutlu olurlar mı? Peki ya Hamburg'a gelip de, "Burası bizim liman şehrimiz!" diyebilmek onları gururlandırır mı? Yahut da bir Alman filosu gördüğünüzde, "Bu filo bizim hayatlarımızı kurtar­dı," demek isterler mi? Ya da Alman Silahlı Kuvvetlerinin kahramanlıklarını anarak, "Bizim halkımızı koruyup etrafı-

mızda demirden bir koruma kalkanı ören silahlı kuvvetler onlar!" derler mi? Bence bu sözler, "Eh, çaresiz alışacağız!" demekten çok daha tatmin edici ve faydalı olurdu. Ancak en azından kalplerinin derinliklerinde bize ayrılmış ufak bir yer var.

Bu yüzden sizler ve aynı zamanda Çek halkı bu konuda bir karar vermeli. Sakın bana Çek halkının şunu veya bunu beklediğini söylemeyin. Zannediyorum popüler liderlik ko­nusunda yeterince deneyim edindim ve bu noktada şunu söyleyebilirim ki bir halk, ancak entelektüel tabaka ona ne öğrettiyse onu düşünebilir, rehberleri onlara neyi gösterdiy- se muhakkak ona inanır. Peki, sizlerin rehberlik etme bece­rileri Çek halkına, artık bir karar vermek zorunda oldukla­rını açıkça gösterecek kadar gelişmiş değil mi? Çeklere iyi olan tarafı seçmeleri gerektiğini gösteremez misiniz? -Rot- terdam'ı gördünüz!' Artık devletin başında olması gereken kişiyi seçerken verilene benzer tarihi kararların nerelere varacağını tartabilecek durumdasınız.

Kimse, "Evet, bizler tüm bunlardan uzak durmalıyız!" di- yememeli. Eylemlerimiz asla geçici birer heves olarak görül­memeli. Her ne kadar tarihin bizlere uygun göreceği kaderin hizmetkarları olsak da, olduğumuzdan farklı davranmayız asla. Bizler yalnızca tarihin verdiği emirleri yerine getiren emir erleriyiz. Kimsenin aklından, "Nasyonal Sosyalistler olmasaydı, Avrupa'da barış hüküm sürerdi," diye bir düşün­ce geçmesin. Hayır, biz olmasaydık da bizim yaptıklarımızı yapacak kimseler çıkardı. Şartlar olgunlaştığında, görevler yerine getirilmelidir, tıpkı olgunlaşan elmanın muhakkak dalında düşeceği gibi! Bizler kadere karşı çıkamayız, ancak onun peşinden gidebiliriz.

'Goebbels, Rotterdam'ın 14 Mayıs 194o'ta bombalanmasına gönderme yapıyor. Karadan süren savaşta ateşkes görüşmeleri yapılırken Rotterdam şehri havadan bombalanmış ve Hollanda halkına, Nazi güçlerine teslim olmaları için gözdağı verilmiştir. Burada o dönem hatırlatılarak Çekler tehdit edilmektedir.

Diğer bir deyişle, ne durumda olduğunuzu halkınızın anla­masını sağlamak, onlara Avrupa'nın hali hazırda karşı karşıya olduğu tarihsel görev konusunda daha geniş bir perspektif sunmak sizin seçiminiz olacaktır. Savaşın son yılında yaşa­nan gelişmeleri hatırladığınızda şüphesiz şu sonuca varacak­sınız: "Belki de Çek halkı için en iyisini seçmeli ve eskiden olduğumuz yere dönmeliyiz, Almanya yerle bir edilmediği sürece bundan daha iyi bir seçenek olmayacak ki bu da çok uzak bir ihtimal."

Bugün, Büyük Alman Reich'ının size sunduğu imkanlar­dan faydalanma şansına sahipsiniz. Sizi koruyacağımıza dair garanti veriyoruz. Hiç kimse size saldırmayacak. Ay­rıca Reich'ın sınırları dahilinde kendi milliyetinizi koruma fırsatı da sunuyoruz sizlere. Reich'ta kendi müziğinizi icra edip kendi filmlerinizi çekebilir, edebiyatınızı canlı tutabi­lir, kendi basın organlarınıza ve kendi radyonuza sahip ola­bilirsiniz. Alman halkının kültürel anlamda ne kadar açık fikirli olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Bizler bu özelliği ne değiştirebilir ne de değiştirmek isteriz. Zira bizler diktatör değil, halkımızın arzularını yerine getiren emir erleriyiz.

Dediğim gibi, size bir işbirliği teklif ediyorum. Burada sizinle sağlıklı bir iletişim kurabileceğimiz bir platform su­nuyorum. Sizden asla halkınızın onurunu zedeleyecek bir şey yapmanızı yahut da sizleri yalaka, yaltakçı ya da sonra­dan görme veyahut adına her ne denirse o tip insanlar ola­rak sınıflandırılmanıza neden olacak şeyleri kabul etmenizi beklemiyoruz.

Uzun süredir kimse halklarımızın arasındaki ilişkiden keyif almıyor ancak ben, Avrupa'daki cepheleşmenin böyle dramatik bir biçimde yoğunlaştığı ve nihayetinde halkla­rın ya dost ya da düşman olarak iletişim kuracağı yepye­ni yönetim biçimlerinin ortaya çıkacağı bir zamanda çok fazla pazarlık edilecek ve değerlendirilecek şeyin olduğunu düşünmüyorum. İster dost ister düşman olarak görülelim,

bizler yalnızca halkların ortak aklına sesleniyoruz. Geçti­ğimiz yıllarda bizi düşman olarak görmenin nasıl sonuçları olabileceğini gözlemlediniz. Şayet bu iki soylu koloni ara­sında, Alman ve Çek halkı arasında sadakate dayalı, pozitif bir ilişki kurulabilirse, dost olarak da neler yapabileceğimizi göreceksiniz.

Bugün, durumu sizler için daha da netleştirme görevimi yerine getirdim; eminim ki bu anlayışla iletişim kurmayı başarabiliriz. Şundan hiç şüphem yok, şayet bugün bu sa­dakatin temelleri atılabilirse, bize büyük bir iyilik yapmış olacaksınız ancak diğer yandan Çek halkına da tarihi bir hizmette bulunmuş olacaksınız. İnsanlar başkalarını, yal­nızca ağızdan çıkan sözlerle yargılamamalı, ortalama kim­seler kendilerine söylenenin ötesini göremezler ancak bu daracık ufku genişleterek şu anda var olmasa da gelecekte kurulacak büyük imparatorluğu hayal edip daha büyük bir pencereden bakabilmek ancak ve ancak entelektüel kesimin görevidir. Entelektüel anlamda gelişmiş insanlar, bugünün zayıf devletinin kör hizmetkarları olmaktansa geleceğin bü­yük devletinin öncülerinden olmayı yeğler.

Bu yüzden sizlerden, Çek halkıyla bu minvalde ivedilikle konuşmanızı talep ediyorum. Eğer bunu biz yaparsak, Çek halkı bizleri tanımadığı için sözlerimize inanmayacaktır zira Nasyonal Sosyalistlerin kim olduğunu bilmiyor ve içi­mizde büyük bir milli ego olduğuna inanıyorlar ancak bi­zim tek amacımız bu iki halk arasındaki iletişimi sağlayarak hepimizin birbirini anlayabileceği bir ortam yaratmak. On­lar orada, bizler de burada sürdürüyoruz yaşamımız. Hal­kımızı yok olmamın eşiğine getiren o devasa felaket ancak tek yönlü bir çözüm sunabilir. Böyle bir felaketin olmaması için bir şekilde iletişim kurmak zorundayız. Bizi sevin ya da sevmeyin, mesele asla bu değil. Önemli olan Avrupa'da mil­yonlarca insana bir yaşam alanı ve ortak bir yaşam ideali su­nuyor olmamız. Şimdiye dek bu ideal yalnızca İngiltere ta-

rafından kısmen sekteye uğratıldı zira İngilizler Avrupa'nın karmakarışık kalmasını istiyorlar zira varlıklarını ancak bu şekilde sürdürebileceklerini biliyorlar. Ancak yarattıkları o kaos ortamı bizim silahlı kuvvetlerimizin büyük darbesiyle yerle bir olacak. Sonrasında Avrupa'ya barış getirme fırsatı­nı elde edeceğiz. İşte sizi buna ortak olmaya davet ediyoruz.


GENÇLER VE SAVAŞ

29 Eylül 1940

Berlin Gençlik Film Gösterimleri Açılış Konuşması

Bu Pazar günü öğleden sonra, NSDP Reich Propaganda Ba­kanlığı ve HJ.' ile BDM.2 Ortak çalışmasıyla organize edilen gençlik film gösterimlerinin 1940-41 kış dönemi resmi ola­rak başlıyor. Bu gösterim günleri, geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi, önümüzdeki aylarda bizler için çok daha önem kazana­cak olan gençlerin pratik eğitimlerinin mihenk taşlarından biri. Gençlere yönelik bu film gösterim günleri ilk olarak 1934-35 öğretim yılında başladı Ve ilk yılında toplam üç yüz yetmiş bir etkinlikte iki yüz on yedi bin üç yüz elli dört

' Hitler Jugend - Hitler Gençliği. Baldur von Schirach tarafından 1922 yılında kurulan ve genç Alman erkeklere Nasyonal Sosyalizmin ilkelerini öğretip onları bu görüşe uygun şekilde yetiştirme amacı güden örgüttü. HJ grubu, geleceğin Aryan ırkının ön­cüleri olma görevi üstleneceği için son baskıcı bir ortamda yetiştiriliyordu. En ünlü komutanlarından Axmann örgütün başına geçtiğinde savaşa destek kuvvet olabilecek şekilde eğitilmeye başlandılar. Nazi Almanyası alt edilene kadar da faaliyetlerine de­vam ettiler.

'Bund Deutscher Madel - Alman Kız Birliği. Hitler Gençliği grubuna bağlı olarak Tru­de Mohr başkanlığında kurulmuş, Alman g<'nç kızları Nazi görüşlerine uygun şekilde yetiştirme amacıyla faaliyet göstermişti.

ziyaretçiye ev sahipliği yaptı. Takip eden yıllarda gençlerin film gösterimlerine katılımı arttı ve 1939-40 dönemine yani savaşın patlak verdiği döneme kadar toplam sekiz bin iki yüz kırk dört etkinliğe tam üç milyon beş yüz otuz sekiz bin iki yüz yirmi dört ziyaretçi katıldı. 1034 yılında 194o'a kadar kış etkinliklerinin bir parçası olarak gerçekleştirilen gösterim günleri dokuz milyon dört yüz on bir bin üç yüz on sekiz ziyaretçinin katıldığı on dokuz bin altı yüz doksan dört etkinliğe ulaştı. Nasyonal Sosyalist Hareketin başlattığı ve organize ettiği her şeyde olduğu gibi etkinliklerin olduk­ça etkileyici sonuçları daha ilk yıldan görülmeye başlandı ve giderek daha da geniş kitlelere yayıldı.

İlk gençlik film gösterimleri 1934 yılının baharında, Köln'de düzenlendi. 1936-36 eğitim dönemindeki ikinci gösterimlerin başlamasıyla birlikte Almanya'nın batısında sinema alanında kazanılan deneyimleri Reich'ın dört bir ya­nına yayma fırsatı bulduk. Her geçen yıl etkinliğin kapsamı genişledi ve önemi arttı, şimdilerde filmin ne olduğunun bilinmediği en küçük köylere dahi ulaşabiliyoruz. Etkinlik­lerin başladığı tarihten günümüze kadar bu film gösterim­lerinin esas amacı Alman film endüstrisine katkı sağlamak ve gençlerin sinema konusunda bilgilenmelerine olanak ta­nımaktı.

Diğer yandan gençlerimizin ek bir oryantasyona ve bu alanda ayrı bir eğitime de ihtiyaçları olduğunu gözlemliyo­ruz. Bu yüzden de gençler için planlanan bu büyük etkinli­ğin gelecek sezonunda Alman film endüstrisinde var olan tüm dallarda dersler verilecek. Bunun için bütün sene bo­yunca çekilen yapımlardan oluşan bir seçki de sergilenecek. Devletin seçtiği yapımların yanında eğlence amacı güden ya da kültürel değeri olan filmler de gösterilecek.

Gençlere yönelik film gösterimi etkinlikleri Reich'ın Ba­sın ve Propaganda Ofisi'nin gençlik kolu tarafından yöne­tiliyor ve NSDAP'nin Propaganda Bakanlığı ve Film Yayını

Daire Başkanlığı tarafından da yakından takip ediliyor. Film gösterimi yapılan her bölgede bir HJ. üyesi, gençlere yönelik film eğitimi organizasyonunu yönetme görevini üstleniyor.

İşte bu sayede, özellikle de savaş zamanında gençlerin yaşadığı her türlü sorunun çözümü konusunda kayda değer katkılarda bulunuyoruz. Gençlerin sorunları, zor dönemlerde çok daha çekilmez bir hal alabiliyor. Savaş da, bütün ulusumuzun sırtına zorlu talepler yüklemiş durumda ve gençlerin de bu taleplerden kaçma şansı yok. Bu yüzden karşılaşılan sorunları yönetebilmek ya da yasa koruyuculara yardımcı olup daha da artan problemleri göğüslemek için özel bir muamele ve güçlü bir karakter gerekiyor. Babalar çoğunlukla cephede olduğundan ya da askeriyenin mühim işlerine koşulduklarından, çocuklarının eğitimiyle barış za­manı için arzu edilecek düzeye gelebilmelerini sağlayacak kadar çok ilgilenemiyor. Bu noktada tüm yük, ev işleri ve çocukların geleceklerinden kaygı duyma görevi annenin omuzlarına yükleniyor, bazen anne de cephede savaşanlara yardımcı olmak için çalışıp cephedeki askerimizin mühim­mat sıkıntısı çekmemesi adına silah fabrikalarında görev yapabiliyorlar. Kızıl Haç, annelere, Nasyonal Sosyalistler arasındaki yardıma muhtaçlar için ya da kış yardımı organi­zasyonlarında çalışıyorlar. Böyle zamanlarda gençlerin eği­timleri de normalde olduğu kadar güvenli ve kusursuz bir biçimde sürdürülemiyor. İşte bu noktada HJ. ve BDM. dev­reye girerek ebeveynin omuzlarında var olan, bu koşullarda taşıma çok zor ve hatta imkansız olan yükleri olabildiğince alıp onları mümkün olduğunca rahatlatmayı amaçlıyor. Her ne kadar HJ. ve BDM.'nin eğitim ve oryantasyon görevi sa­vaş zamanları için tasarlanmış olsa da, barış dönemlerinde de nadiren akla gelen binlerce güçlükle karşı karşıya kala­biliyor insanlar.

Gençlerin eğitimi için kullanılan salonlar artık depo ola­rak hizmet veriyor ya da askeri malzemelerle tıka basa dolu

oluyor örneğin. Yahut karartma zamanlarında akşamların tamamında herhangi bir aktivite yapmak mümkün olmuyor ve bu da aslında gençlerin eğitimi konusunda önemli bir yer teşkil ediyor. Hava saldırısı tehdidinin olduğu alanlarda da -ki bunların çoğunluğu gençlerin eğitimi için gerekli olan sistematik düzenlemelerin yapıldığı alanlar oluyor- herhan­gi bir etkinlik yapmak imkansızlaşıyor. İşte böyle durumlar­da, diğer görevlerine ek olarak HJ. ve BDM., hem liderlerine hem de halklarına karşı bunları telafi etmekten sorumlu kılınıyor. Savaş zamanlarında gençlerin eğitimi ancak on­larla kusursuz bir biçimde işbirliği yapılarak sürdürülebilir. Eğitimde gençler yalnızca obje değil, aynı zamanda subje- nin ta kendisini temsil ediyor. Barış zamanlarında organi­zasyonlar bünyesinde, ebeveyn ya da okul tarafından sür­dürülen etkinlikler, savaş zamanında büyük ölçüde göz ardı ediliyor. Bilhassa bu nedenden gençler, barış zamanında eğitimleri konusunda, bu iş için görevlendirilmiş kimseler tarafından halledilen işlerin sorumluluğunu, hem tavırları hem de yaşam tarzlarını düzenleyerek bizzat Üzerlerine al­mak durumundalar. Savaş yalnızca dengeleyici unsur değil, aynı zamanda olağanüstü bir öğretmendir. Her türlü sözü ya da sloganı geçersiz kılar. Savaşın yasaları karşısında uzun vadede ancak gerçeklik hayatta kalabilir. Savaş her türlü değeri düzelten yüce bir unsurdur aslında. Barış zamanın­da hayati sandığımız ve hatta asla vazgeçemeyeceğimizi düşündüğümüz şeylerden savaş zamanında feragat eder ve böylece toplumun faydası için mücadele etmeyi öğreniriz. Bugün olduğu gibi savaşa yalnızca nüfusun ufak bir bölü­mü dahil olsa bile, toplumun tamamının kahramanca işler yapması gerekir. Bugün düşmanımız çocukları bile hedef gösterebildiği için onların da kendi rollerini oynaması şart. Birinci Dünya Savaşı boyunca İngilizlerin ablukalarının bir kısmı Alman kadınlara ve çocuklara yönelikti ve İngilizler ile Fransızların tehditleri karşısında daha fazla dayanacak

gücümünüz kalmadığı o kritik saatlerde, bu ablukaların çok büyük etkileri olmuştu.

İşte şu anda içinde bulunduğumuz savaşta da düşmanımız aynı yöntemi uygulayıp benzer sonuçlar alabilmeyi umuyor. Ancak Almanya yönetimi bu kez İngiltere'nin ablukalarını başarısız kılmak adına gereken her türlü önlemi almış durumda. Hatta bu savaş aslında doğrudan Almanya'nın gelecek neslini hedef alıyor ve o nesil de, sembolik olarak savaşa katılmak yerine muharebe meydan­larında Alman bayrağını savunmaya hazır. Halk savaşta ya­ralanan ya da ölen gençlerin sayısını, özellikle de kaçının HJ.'nin liderlerinden olduğunu biliyor. Bunu burada tekrar­lamanın bir anlamı yok elbette; zaten her şey, gençlerin bu savaşı nasıl benimsediklerinin bir göstergesi.

Gelecek nesil, yalnızca cephede değil vatan toprağında da savaşmak zorunda kalacak. Bu yüzden taraf olmak zo­rundalar. Güçlü karakterleri ve dik duruşlarıyla düşmanın karşısına dikilmeliler. Eğer bütün bir ulus, kendi varlı­ğı ve çocuklarının geleceği için savaşıyorsa, genç nesil bu savaşı bütün gücüyle desteklemek zorundadır. İçinde bu­lunduğu döneme ve onlar için hayatlarını tehlikeye atan Alman halkına layık olduklarını disiplinleri, tavırları, tertip ve düzenleriyle göstermeliler. Çokbilmiş tipler ve boş konuşanlar ancak ve ancak ahmaklık ederler. Özellikle de milyonlarca askerin, ulusları için canları pahasına çarpıştıkları bir savaşın ortasındayken gençler, hayatını feda edenlere saygı duymayı öğrenmek durumundadır. Her biri, uluslarının geleceği için mücadele eden kadınları ve anneleri yüceltmeyi bilmelidir. Elbette bunu yaparken, "Şapkan elinde oldukça vatanı boydan boya dolanırsın!" ata­sözünü izlemeleri gerektiğini söylemiyorum. Bu çok eskide kalmış bir vecize. Nasıl ki iyi bakılmış, sağlıklı bir erkek, bir anda piç ilan edilemezse, mütevazı olmanız da her şeye boyun eğeceğiniz anlamına gelmez. İşte bu yüzden bugün

milyonlarca genç erkek, sadakat ve bağlılıkla halkı için canı pahasına çarpışıyor. Memnuniyetle ve gururla askeriyeye katılarak vatanlarına gönüllü olarak hizmet ediyorlar. Böyle bir savaş ortamında bir Alman gencinden ya da Alman bir genç kızdan daha ne kadar fazlası beklenebilir ki!? Nihayetinde onlar da büyüyüp yetişkin olduklarında gururlu ve büyük ulusumuzun bir parçası olacak ve her biri kendi hayatının idaresini eline alacak. İşte bu yüzden şim­di yönetime itaat etmeyi öğrenmek zorundalar. Özellikle de göreve bağlılığın ve sadakatin her şeyi belirleyebileceği böyle bir zamanda!

İşte HJ. ve BDM., aile ile okulun verdiği ve özellikle böyle bir dönemde kusursuz bir biçimde devam edilemeyen eğitimin eksiklerini kapatmak adına ek bir eğitim vermek üzere burada. Cephede savaşan her baba ile evde ya da bir işte çalışmaya devam eden her anne, çocuklarını kendi iyi­likleri için HJ. ya da BDM.'nin güvenli ellerine teslim et­melidir. Şundan emin olunmalıdır ki bu eğitimle çocukları güçlü birer birey olarak yetiştirilecektir.

Eşi benzeri olmayan bir dönemde yaşamaktayız her biri­miz. Bu dönem beraberinde gençler de dahil olmak üzere herkes için daha fazla sorumluluk getirip hepimizin omuz­larına eskisinden daha fazla görev yüklüyor. Belki birileri ara sıra bu kadarının fazla olduğunu düşünüyordur ancak sonrasında, savaş bitip de zafer tacını kuşandığımızda, bu devrin omzumuza yüklediği yükleri gurur ve keyifle ana­cağız. Bugün bize yük olan onca endişe yok olup gidecek; inançla ve cesaretle atlattığımız bu ayların ödülü büyük bir parıltıyla içimizi aydınlatacak. Nasyonal Sosyalist Hareke­tin ilk zamanlarındaki mücadeleden sonra da bunlar oldu. Mücadelemiz sona erip de Führer yönetimi ele aldığında, eski kurtlar güç için savaştığımız zamanları özler oldular. Mücadelemiz uğruna emeğimizi ve bazen de hayatımızı or­taya koyduğumuz zamanları hepimiz özlemle andık. 14, 15

ve 16 yaşlarındayken Nasyonal Sosyalist Harekete katılmak için bize gelen gençler de o zamanları mutlulukla anımsı- yordur. Bugün, o dönemde yaşamış erkek ve kızlar, geriye bakıp da o zamanları nasıl bilinçli bir biçimde ve kıymetini bilerek deneyimlediklerini hatırladıklarında kim bilir nasıl mutlu oluyordur! Bugün geçmişten gelen en güzel anılar onlar! İşte bu savaş da gelecekte bizim için öyle olacak. Sa­vaş sona erdiğinde zaferin tadını çıkaracak ve bu zamanları hem duygulanarak hem de gururlanarak anacağız zira zafer için tüm gücümüz ve karakterimizle savaşmış olacağız.

İşte bu yüzden Alman gençliğine bu zamanları duyuları tamamen açık bir biçimde deneyimlemelerini öğütlüyoruz. Neyi var neyi yoksa bu savaşa ve görevlerine adamalılar: güçlerini, cesaretlerini, idealist yanlarını ve inançlarını. Bu­gün başlayacak olan film gösterimi etkinliklerinin yanında bu amaca da hizmet etmeliler. Reich'ın dört bir yanında ge­len gençler bugün 1940-41 yılının en büyük film gösterimi için toplandılar. Etkinlikler düzenli aralıklarla devam ede­cek ve Alman sinemasının en iyi örnekleri olan yapımlar Alman gençliğini hem eğitecek hem de geliştirecek. Alman gençleri ve genç kızlarımız da heyecanla etkinlikleri takip edecekler.

Bizler gençlerimize, İngiliz plutokratlar gibi smokin giy­meyi ya da şapka takmayı öğretmiyoruz. Şayet yaşamınızın ileriki dönemlerinde bunlara ihtiyacınız olursa, zaten öğre­nirsiniz. Bizler gençlerimize, yaşamlarının sonraki dönem­lerinde öğrenmelerinin zor olduğu bir şeyi öğretmeyi va- dediyoruz: Karakterli olmayı ve soylu davranmayı. Bunun olabilmesi için erkenden tohum ekmek gerek. Führer'in bizlere öğrettiği gibi bizler de gençlerimize yeni idealimizi aşılıyoruz. Zira HJ. adını Hitler'den aldı. Bütün Reich'ta Füh- rer'in adını taşıyabilen tek topluluk onlar ve bu da her birine büyük bir sorumluluk yüklüyor: Adını taşıdıkları adam için yaşayıp onun için mücadele etme zorunluluğu!

Alman gençliğinin önündeki en parlak örnek bizzat Füh- rer'imizdir! O da savaşın en zor zamanlarında gençliğimiz­den irade, sağlam karakter, itaat ve disiplin beklemektedir. Alman gençliği bu ruhla ve Führer'in emirlerine uyarak ça­lışacak, üretecek ve yaşayacaktır!

Reich'ın dört bir yanındaki sinemalarda toplanan Alman gençliğine en sıcak ve içten selamlarımı göndererek 1940­41 dönemi Alman Gençlik Film Gösterimi günlerini başla­tıyorum!


BAŞKA BİR DÜNYA

22 Aralık 1940

Son zamanlarda İngiliz beyefendiler çok iyi durumda de­ğiller. Bu durum, neredeyse bulundukları her yerde böyle. Hedefleri aslında savaşa öncülük edip onu kazanmaktı. Rei- ch'ın sınırları dahilinde, 1918'de insanları iki gruba ayırarak yaptıklarına benzer bir devrim başlatmak istediler ancak geçmişte de söylediğimiz gibi bunu başaramadılar. Sonra 1917/18 modelindeki gibi sağlam bir ablukayla Almanya'nın askeri gücünü tüketip yiyecek ekonomisini çökertebilecek- lerini umdular ancak attığımız ölçülü adımlar sayesinde bu ablukayı tam tersine çevirmesini bildik; birkaç gün önce İn­giliz Gıda Bakanı, ülkelerindeki et ve tereyağı stoklarının, savaş zamanında Almanya'nın stokunun çok daha altında olduğunu açıkladı. Aç bırakanlar, aç kalanların yerine geç­meye başladı böylece.

Şayet İngiltere yüz yıllardır topraklarında tek bir düşman görmemişse, Alman ordusunun günden güne, her geçen geceyle birlikte ülkelerinin endüstri merkezleri, liman kentleri ve cephanelerine yıkımı ve ölümü getirmesini

deneyimlemeye hazırlanmalılar. Yapacağı her türlü ortak eylem planında Avrupa'nın kapıları yüzüne kapanacak ve şöyle bir karşılık bulacak: "Kabul edilmesi çok riskli olur!" Bütün dünya ya yardım çağrılarına sağır kalacak ya da en iyi ihtimalle kendilerine, hiçbir bağlayıcılığı olmayan basmaka­lıp sözlerle karşılık verecek.

Bütün bu gerçeklerin ışığında Büyük Britanya'nın böylesi umutsuz bir durumda bile verdiği tepkiler sahiden hayret verici. İngilizlerle bağlantımızı da tamamen kopardık zira Britanya'da artık, hüküm süren plütokrasinin bir parçası ola­rak hizmet ettiğini bildiğimiz sözde demokrasi çerçevesin­de öğrenmemiz gereken pek önemli şeyler yok. Şayet kendi fikirlerine sahip çıkarak normal şartlarda onları dile getire­bilselerdi, bugün bu beyefendi sınıfın acımasız sansürlerine maruz kalmazlardı ki aynı grup, büyük bir hiddetle savaş macerasına dalıverirken kendilerini rahatlatan ancak sonra­dan yanlışlığı anlaşılacak fikirlere kapıldılar.

Şimdilerde hem kendilerini, hem halklarını ve hepsinden öte tüm dünyayı kandırmaya çalışıyorlar. Hepsi, savaşın başlarında Lord Derby'nin[XXI] kendi topraklarına gelen Avust­ralyalı birlikleri şöyle selamlamasıyla başladı: "Çok hoş bir savaşa gireceksiniz!" Sonrasında, İngiliz ve Fransız birlikle­rinin Flanders Muharebelerinde• korkunç bir biçimde yenil­melerinin yerini olağanüstü Dunkirk3 geri çekilmesi zaferi aldı! İngiltere'nin ünlü İstihbarat Bakanı Duff Cooper ise, ilk Paris bombardımanı sırasında şans eseri Fransız başken­tinde bulunması vesilesiyle anında mikrofon başına geçme

cesareti göstermiş ve dikkatle kendisini dinleyen dünyaya, yalnızca kendisinin kahvaltı yaparken rahatsız etmekle kal­madığımızı ve başka yerleri de bombalamaya devam ettiği­mizi duyurmuştu. Peki ya bizim böyle bir bakanımız olsaydı ne yapardık?

Şimdi İngilizler fırsat bulduklarında Avrupa'ya gireceklerine dair birkaç saçma söz mırıldanarak Avrupa kamuoyunu etkileme çabası içindeler ancak elbette herkes, tek amaçlarının Dunkerque'te ordularının arkalarından bıraktıkları kalıntıları kurtarmak olduğunu biliyor. Peki, efsaneler anlatan bu İngilizlerin amacı ne? Bu tiplerin ey­lemlerinin, İngiliz plutokrat üst sınıfın halklarını ve dünya­yı kandırmak için yaptıklarıyla gösterdiği benzerlikleri ger­çekten etkileyici. Aynı zamanda, en az İngilizlerin kendini beğenmişlikleri kadar güçlü bir naiflikle kendi numaraları­na sırtını dönmekten ve hatta gazetelerde modern politik ve askeri sorularla kendi tuhaflığını tartışmaktan da asla geri durmaz. Mesela bir keresinde, aylarca İngiliz radyosunda ya­yın yapan Priestly adında ünlü bir radyocu, bir gün aniden İngiliz halkını şaşırtacak bir açıklamada bulundu: Dinleyi­cilerini sıktığına dair bir izlenime katıldığını ve bu yüzden sohbetlerini geleceğe saklama kararı aldığını söyledi. Büyük Britanya'nın bir hava mareşali vardır, adı Joubert, diğer bir deyişle, Royal Hava Kuvvetleri'ndeki Oldenburg-Januschau[XXII] idi! Geçtiğimiz haftalarda sık sık halka açıklamalarda bu­lunuyor. İlk olarak ahmakça, Britanya Hava Kuvvetleri'nin Alman sivil hedeflere saldırmasının zamanının geldiğini söyledi. Almanya'nın misilleme olarak yaptığı saldırılarla bu açıklamaya uygun bir karşılık verildiğinde, bir anda hava savaşlarından nefret ettiğini, bu saldırıların korku salmak amacıyla Almanlar tarafından uydurulduğunu söyledi ve

lıiık.ı\· ^ün sonra tekrar mikrofon başına geçtiğinde Lond- ra'ı.hıki yıkıcı, halkı umutsuzluğa sevk eden ortama karşılık teskin edici tavsiyelerde bulundu. Noel için alışverişe çık­tığından bahsetti mesela. Bu sözler, Fransız Devrimi patlak verdiğinde halk kraliyet sarayının önünde toplandığında, yanında bekleyen bir leydiye bu insanların ne istediğini so­rup da, "Ekmek istiyorlar!" yanıtını aldığında naifçe, "Ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler," diye karşılık veren Fransız prensesini hatırlatıyor insana.

İngiliz müsteşar Cranborne da bugünlerde hava savaş­larından bahsediyor. Bu açıklamalarını, amacına uygun şekilde, rahip kılığına girip bir kilisenin mihrabına çıka­rak yaptı. Bizler böyle bir şeyi hayal dahi etmeyiz. Hatta kıyaslama yapabileceğimiz bir şey de yok. Almanya'da Bay Cranbome gibi yalancı politikacılara ancak gülüp geçer bi­zim halkımız. Ancak görünüşe göre aynı şey İngiltere halkı için geçerli değil. Yalancılık, yönetici sınıfının iliklerine işlemiş adeta. Yüzyıllardır alışkın oldukları bir tür ulusal tutkuya dönüşmüş ancak bugün onları hayal kırıklığına uğ­ratıyor. Sizler, İngiliz soylu sınıfını tam olarak anlamak için bir çaba sarf etmeyin zira bunu asla başaramazsınız. Onlar bambaşka bir dünyada yaşıyorlar ve şimdiye dek suların asla durulmadığı adalarının güvenliği içerisinde Avrupa'yı yalnızca bir tür koloni bölgesi olarak görmeye devam edi­yorlar ve bire on bahse girerim ki şimdiye dek kıtamızda farklı dinlere inanan, söz gelimi Hindistan gibi yerleri, yal­nızca akıllıca yaklaşarak içten içe yönetebileceği sömürgeler olarak görmekten öteye gidemediler.

Ancak bu kez bizzat kaderin kendisi, Britanya adalarında­ki yaşamı karşı konulmaz şiddetiyle vurdu. İngiltere'yi içine çektiği savaş yalnızca bir sömürge değil, Britanya için adeta bir var olma mücadelesi ve zafere dair en ufak bir umutları yok. Bunun sonucu olarak da İngiliz halkının kafası son de­rece karışmış durumda. Ortalama bir zekaya sahip İngiliz,

eski dünyasının çöküşünü kendi gözleriyle izliyor. Plutok- ratlarsa bu konuda bir şeyler yapmaları gerektiğini düşü­nüyor. Ancak yeni ve özgün çözümler üretemeyecek kadar hayal gücünden yoksun oldukları için de eski Dünya Savaşı kartlarını ileri sürüp kokuşmuş sloganlarla ortaya çıkıyorlar. Örneğin, Fransa'nın savaş kampanyasını başlattığı dönemde test edilip onaylanmış Dünya Savaşı vahşet propagandasını yeniden öne sürmeye yeltendiler. Ancak güzel hedef aldık­ları birkaç atıştan sonra bu silahı da ellerinden almayı başar­dık. Derken İngiltere'nin endüstriyel ve askeri merkezlerini hedef alan taciz uçuşları başladığında da zararsız bir ülke rolüne bürünerek yıkıcı darbelerini geri çektiler, en azından darbeleri göze batmadan indirdiler ve hala hayatta oldukla­rını, her şeyin en kısa sürede yeniden hale yola koyulaca­ğını duyurdular dünyaya. Sonrasında Hamburg gazetelerini ele geçirerek kamuoyunun görüşlerini tuzla buz etti, resmi bildirilerle Berlin radyolarını birer birer yok etti ve sonra­sında unutulmuş eski hükümdarlarla ve armaları yalnızca Londra'daki otellerin süslemelerinde dekoratif amaçlı kul­lanılan o unutulmuş uygarlıklarla oyunlar oynadılar; Avru­pa onlar için kendilerine özel bir kum havuzu gibiydi, dört yıldan fazla bir süredir diktatörlükle yönetilen Yunanistan bir anda demokrasinin anavatanına dönüştü. Gezici kilise­ler, Yahudiler, entelektüeller ve dünyanın dört bir yanındaki kapitalistler; sırf İngiltere'nin umutsuz durumunu kamuo­yundan gizlemek için çalıştı durdular. Şimdi ise yepyeni bir amaç için çalışıyorlar. Bağıra çağıra ilan ettikleri savaştaki esas amaçlarına dünyanın gözü önünde ihanet ediyorlar. Churchill birkaç hafta önce İngiltere'nin hayatta kalma mücadelesi verdiğini söylemişti ancak bugün fikirlerini değiştirmiş gibiler. Gazetelerinde, açıkça ve kıskanılası de­recede ahmaklığa varan bir inatçılıkla Dünya Savaşı sırasın­da Wilson'ın yaptıklarına benzer şeyler yaparlarsa kazanma ihtimalleri olup olmayacağını, Alman halkını liderlerine

karşı doldurabilme ihtimalleri olup olmadığını, İngiltere'nin sözde savaşa girme amacını onlara anlatarak Reich'ı bölüp bölemeyeceklerini tartışıyorlar.

Gördüğünüz üzere, 1918'den beri dünyanın ve hepsinden öte Almanya'nın nasıl gelişmeler kaydettiğinden haberleri dahi yok. 1917 ve 1918'de olduğu gibi, 1940 yılında da yine savaşın sonunda yapacaklarına dair vaatlerde bulunuyorlar ama aslında Dünya Savaşı sona erdiğinde yapacaklarını söy­lediklerini tekrar ediyorlar zira görünüşe bakılırsa o dönem­de zafer telaşından hepsini unutmuşlardı. Bugün de, 1932'de yurt içinde, Nasyonal Sosyalizmi bitirmek ya da en azından bastırmak için -sanki başka hiçbir çareleri yokmuşçası­na- bizim sloganlarımızı çalan rakiplerimizin yaptıklarını yapıyorlar. Churchill ve çevresindekiler artık dünyada kre­dilerinin kalmadığını pekala bildikleri için, savaştan sonra Avrupa'da kuracakları sözde sosyal düzenden bahsedip İşçi Partisi'nin parayla besledikleri çığırtkanlarını kullanıyorlar. Bu arada ordunun giderleri için hazineden yüzde otuz ya da kırklardan başlayarak neredeyse yüzde yüz otuzlara varan oranda harcamalar yapıyorlar. Ancak bunlar da sonuçsuz ka­lacak. Her şey zaten olmasını istedikleri düzende, demokrasi de ardındaki plutokratlar da düzenin böyle devam etmesini istiyor. Ve halk, İngiltere'de asgari söz hakkına sahip olan fakir halk, sözde dünyanın en özgür ülkesinde, diğer ülke­lerin halklarından çok daha sefil durumdalar; her gün met­rolara binip işlerine gidiyor, on dört saat boyunca kan ter, sefalet ve salgın hastalıkların sınırında yaşıyor, Churchill'in kendilerine vadettiği mucizeyi bekliyor ya da başlarına ken­diliğinden bir dam yerleşecek, avuçlarına bir parça ekmek düşecekmiş gibi Bristol'de, Coventry'de, Birmingham ya da Sheffield'da dolanıp duruyorlar.

Daha önce de söylediğim gibi, her şeyi kendi standart­larımıza ya da alışkanlıklarımıza göre tartıp algılamayı bı­rakmamız gerekiyor. Gözlerinizin önüne serilen bu dünya


bambaşka, tuhaf ve şeytani bir alem. Aniden sarsılıp yerle bir olacağı günün ne zaman geleceğini bilmiyoruz ama ge­lecek, bundan eminiz. Çünkü bu alem çürümüş, o kadar çü­rümüş ki düşmeye mahkum. Şimdi, Avrupa'nın eski mutlu günlerine ve insanlarımızın da huzura kavuşacağı o an için savaşıp çalışmaya devam edelim. O gün geldiğinde, zafer bi­zim olacak.

24:J


1940-1941 YENİ YIL ARİFESİ
ALMAN HALKINA SESLENİŞ
31 Aralık 1940

Alman tarihinde yaşanılagelmiş en kritik yıllardan birinin sonuna geldik bugün. Bu süreçte yalnızca Reich'ın değil, tüm Avrupa'nın çehresi değişti. Devletler, ülkeler ve halklar dep­rem kadar şiddetli değişim süreçlerinden geçtiler ve bırakın geçtiğimiz seneyi, birkaç on yıl içinde dahi gerçekleşeceğini öngöremediğimiz politik çözülmeler yaşandı. Muhtemelen 1939 yılının Noel arifesinde, yine buradan Alman halkına seslendiğimde, 1940 yılının sonuna geldiğimizde Alman cephesinin Kirkenes'e• ve Biskay'a2 kadar genişleyeceğini, cephenin beş bin kilometreye kadar uzayacağını, Reich'ı korumak için Alman ordusunun daima nöbette olacağını, Norveç topraklarının Kutup Dairesi'nin başlangıcına kadar Alman himayesine gireceğini, Fransa'nın askeri olarak bü-

1      Norveç"te bir şehir.

' Biskay. lspanyaıla bir şehirdir. Şehre adını veren Biskay Körfezi. Fransa ile ispanya arasında kalan, Atlas Okyanusunun bir kolu olan oldukça büyük bir su kütlesidir. Kelt Denizi'nin de güneyinde kalır.

tünüyle çökertileceğini, İngiltere'nin Almanların karşı boy­kotu ve merkezlerine gece gündüz yapılan hava saldırılarıy­la giderek güçsüzleşerek sonucunda ordumuzun ağır dar­beleriyle sendelemeye başlayınca Londra'nın tüm dünyadan, sırf uluslarının yok olmaması için yardım dilemek zorunda kalacağını söyleseydim, beni ciddi bir politikacı olarak değil, daha ziyade bir ahmak olarak görürlerdi. Olasılıkla elinizi göğsünüze koyarak bana şöyle derdiniz: "Kirkenes'e kadar nasıl gidebiliriz ki? Nerede o gemiler, nerede ulaşım olanak­ları?!" Konu Fransa'ya gelince de şunu eklerdiniz: "Fransızlar sağlam ve cesur askerlerdir, orduları da oldukça eğitimli ve donanımlıdır; ülkenin zenginliğine gelince ellerinde bitmek bilmez kaynaklar olduğunu ve en son Maginot Şeridi'nde neler yaşandığını unutmamak gerekir!"

Yarım kilometrelik toprak için haftalarca savaştığımız ve Fransız topraklarını Alman kanıyla suladığımız Dünya Savaşı'nın o acı hatıraları hala aklımızda. Bu söylediklerime itiraz edenler de olabilir ancak bütün bu itirazlar artık geçmişin meselesidir sadece. Onları dikkate dahi almayız. Bunları söyleyenlerin nasıl yetiştirildiklerini düşünmek bile istemiyoruz. Zamanın hızla akıp gittiği bir çağdayız ve bu dönemde, tarih boyunca kazanılan zaferleri ve başarıları, tarihin o nefes kesen dinamiği içerisinde kayıtlar geçme­mişler gibi kabullenip kendi üzerimize almakta oldukça ce­sur ve cömert insanlarız.

Bu yüzden peygamber rolü oynamak bu noktada nankör­lük sayılır. Zaman, bizim hayal edebileceğimizin çok öte­sinde bir olgu. İçimde bulunduğumuz anda ilerliyor ancak o sert olduğu kadar düzene de yatkın eliyle bu tarihi anı yakalayarak geçmişin ölümcül karmaşaları, bozuklukları ve önyargılarıyla harmanlayabiliyor. Daha bugünü tam olarak algılayamayan hayal gücümüzle geleceğin ne getireceğini söylemek haddimize mi gerçekten?!

İşte bu; geçmişi anlayıp geleceği tasavvur edebilmek, bugüne takılıp kalarak günün ötesini cesaretle düşüne bilmek, tartmak ve harekete geçmek açık bir politik yargıya sahip olabilmenin en önemli koşuludur. Yalnızca geçmişe saygı duyanlar, geleceğin getireceklerini fark edecek ve onu yeniden şekillendirecek güce erişebilir. Yavru karaca, başar­dıkları ve zaferleri cesaretini baltaladığında genellikle eyle­me geçmekten korkar. Kazandığı mücadeleleri ve başarıları kolaylıkla unutur zira tüm bunlara aslında belli bir hazırlık aşamasından geçmeden dahil oluvermiştir sadece. Eyleme geçmeden önce, eyleme geçtikten sonra içine dolan korku­dan ve cesaretten eser olmaz asla.

Bizler de 1939 yılının Noel arifesinde şöyle bir gelece­ğe baktığımızda bu devasa savaşın ilk dört ayında Alman ordusunun gurur verici, büyük ve eşine ender rastlanan zaferlerini öngöremedik. Eski Polonya yerle bir oldu. Al­man ordusu günümüz büyük devletlerinin sınırlarına ka­dar dayandı. Doğuda Reich'ı tehdit eden unsurlar ortadan kalktı ve iki cepheli savaşların artık geçmişte kaldığını her­kes kabullendi. Ancak askeri çatışmaların ana sorunu hala çözülmedi. Halklar, bunaltıcı bir sessizlik içerisinde, uzak bir fırtına misali ağır ağır yaklaşmakta olan bazı hadisele­rin gerçekleşmesini beklemekteler. Reich'ı kendi kaderiyle savaşması için ileri taşıyan Batı, şimdilerde bize doğrul­tulmuş silahları, tehditkar söz ve hareketleriyle karşımızda duruyor. O zamanlar Fransa'yı yöneten devlet adamlarının sözlerine inananlar, Reich'ın birkaç hafta içerisinde parça­lanacağını düşündü. Paris gazeteleri, Fransa'nın kurduğu açık mutfakların önünde sıraya geçerek yemek alabilmek için yalvarmamızı salık veriyordu. Peki ya bugün Bay Churchill ve çevresindekilerin söyledikleri çok mu farklı? Dehşet verici umutsuzlukları ve çaresizlikleri içerisinde, yaşanacaklara dair korkularını maskelemek adına onlar da aynı akıldan yoksun jargonu kullanmaktan kaçınmıyor ve

bayatlayan ümitlerine kapılarak bir gün sonra yanıp kül ola­cak aynı rüyanın dalına tutunmuyorlar mı? Düşmanlarımız her zaman bizden daha fazla konuşmuştur. Her daim ger­çekleştirecekleri eylemlerden bahsederler ancak iş, onları hayata geçirmeye gelince suspus olurlar. Özellikle de pek bir şey elde edemedikleri zamanlarda alelacele halkın huzuru­na çıkar ve bizlere ağız dolusu tehditler savururlar. Führer'i ciddiye almayanlar -partimizin iktidara gelmek için müca­dele ettiği dönem de dahil olmak üzere- onun uyarılarını dikkate almayan ve geçici sessizliğinden, söyleyecek ya da yapacak bir şeyi olmadığı sonucuna varanlar hep aynı tra­jik kaderi paylaştılar. Reich'ta iktidara gelişimizden üç hafta önce, dönemin şansölyesi Hitler'in geçmişte yaşadığını söy­lemişti ve Schuschnigg, Viyana'daki Şansölyelik makamın­dan kovulmadan iki saat öncesine kadar hükümetiyle övü­nüyordu. O, halkın karşısında, ulusu o umutsuz durumdan kurtaracak bir planı olduğunu anlatırken Benesch çoktan valizlerini toparlamıştı. Polonyalı devlet adamları Berlin'in kapılarında zafer hayaliyle bekleşirken Almanlar, silahlarını Varşova'ya doğrultmuştu bile. Fransa'nın düşüşünden iki ay önce de Monsieur Reynaud, umursamaz tavrılar takınarak diplomatik çevrelerle yeni Avrupa haritası taslağını payla­şıyor ve Almanya'nın eyaletlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini gayet lakayt ve saçma sapan gerekçelerle açık­lıyordu. Peki ya bugün Bay Churchill farklı bir yöntem mi izliyor? Konuşmalarında ve gazetelere verdiği demeçlerde yalnızca, kendisi savaşı kazandıktan sonra Reich'a dayataca­ğı sözde barış koşullarından bahsediyor ancak gerçek dün­yada Britanya Adaları kan kaybediyor ve nefes alabilmek için savaş veriyor. Nasyonal Sosyalist Hareketin başladığı günden bu yana karşımızda duran herkes hırslarıyla şu de­yimi kanıtlar nitelikte hareket ediyor: "Tanrı cezalandırmak istediği kişiyi, körlükle imtihan eder."

Bugün, şayet Monsieur Reynaud, 1940 yılında Fransa'nın başına gelecekleri biliyor olsaydı, on iki ay önce ne yapardı ya da Bay Churchill, 1941 yılında İngiltere'nin kaderinin ne olacağını bilse bugün ne yapar diye sormak çok da abeste iş­tigal sayılmaz. Bizler, Nasyonal Sosyalistler olarak geleceği nadiren yanlış tahmin ederiz. Şayet Führer'i vaktinde din­leyip ona inansalardı, bugün dünya çok daha az acı çekerdi. Ancak yine de, bugünkü gibi büyük değişimlerin yaşanaca­ğı yeni düzen ancak ve ancak acıdan geçerek kurulabilir ve Batılı demokrasilerin tarihi günahları da tarihi kefaretlerini ödemek durumundadır. Bu yüzden istedikleri gibi olsun: Yeni Almanya bu tarihi kaderin uygulayıcısı olmaya hazır. Bir cephe ve bir ulus olarak, her türlü tehlike ya da tehdit karşısında dimdik durabilecek doksan milyonluk büyük ve güçlü bir toplumuz biz. En başından beri bizi en doğruya sevk eden bir yol göstericimiz olduğu için de son derece şanslıyız. Führer'imiz; askerlerine, işçilerine, çiftçilerine, si­vil hizmetkarlarına ve toplumun entelektüel sınıfına sonuna kadar güvenebilir. O bizi nasıl anlıyorsa, bizler de onu anlı­yoruz. Savaşın bu zor yıllarında toplumumuzun aklında tek bir şey var: Zafer! Son düşmanı da yeneceğimiz güne değin bu uğurda savaşmaya devam edeceğiz.

Yeni yıla girmemize az bir zamanın kaldığı bu hareketli saatlerde bir kez daha şunu hatırlatmak isteriz ki geçtiğimiz yıllarda kaderin bizlere bahşettiği olağanüstü başarıların fevkalade anılarının ışığında dünyaya şunu haykırmalıyız: Bizler asla yılmayacak, asla umutsuzluğa kapılmayacağız. Sa­vaş sırasındaki fedakarlıklarımızı, yüreğimizi vatanımızın yoluna sererek yaptık. Dünyada hiçbir güç bizi, görevimizi inkar etmeye de halkımızı özgürlüğüne kavuşturacak yüce ve tarihi amacımızı bir an olsun unutmaya da zorlayamaz. Alman halkını, böylesi büyük ve tarihi bir yılın sonanlarında bu düşüncelerle selamlıyorum. Savaşta ulusuna yardım etmek için çalışanları, güvertelerde ve silah fabrikalarında

görev yapanları selamlıyorum. Savaşın getirdiği tüm güçlükleri gönüllü olarak kabul eden, eşleri hangi cepheye gitse orada olan ve eşsiz bir kahramanlık örneği göstererek bu zor zamanlarında ulusumuza çocuklar doğuran eşleri selamlıyorum. Savaşın acımasız eline dokunan ve daha genç yaşta anne ve babalarından ayrılmak zorunda kalan sayısız Alman çocuğu selamlıyorum. İşçilerimizi, çiftçilerimizi, aydınlarımızı ve yaşadığımız dönemin kıymetini bilen herkesi selamlıyorum.

En özel selamlarımı da, Reich'ın sınırlarının ötesine Rei- ch'ı düşünüp onun için çalışarak gurbette, farklı kıtalarda ve hatta okyanus ötesinde acı çeken Alman dostlarıma gönde­riyorum.

En içten ve en samimi selamlarımızı da an itibariyle bi­zim için savaşan askerlerimize yolluyoruz. Bugün burada seslendiğim koca bir ulusun duaları sizlerle. Kalbimizin en derinliklerinden gelen iyi dileklerimizi cesur ordumu­za, hava kuvvetlerimize ve muzaffer Alman donanmasına yolluyoruz.

Yurtta ve cephede olan bütün vatandaşlarımız, hem en­dişeyle hem de onlarca zaferle dolup taşan eski yıla veda ettiğimiz şu anda kocaman bir aile olmuş durumda. Alman halkı olarak, bu yıl bizi açıkça kutsayan ve her türlü müca­delemizde bizi kollayıp ordumuzu zaferle taçlandıran Yüce Tanrının huzurunda en derin saygılarımızla eğiliyoruz. O, bu savaşları barış uğruna verdiğimizi, insanların -genelde hükümdarlar tarafından ellerinden alınan- mutluluğu için mücadele ettiğimizi biliyor.

Gerek cephede gerekse vatan toprağında olsun, bütün Al­man ulusu şu anda en derin şükranlarını Führer'e gönderi­yor. Doksan milyon kalp onu sevgiyle selamlıyor. Halkımız, o bizlere yol göstermek istediği sürece güzel günlerde de zor anlarda da her zaman Führer'imizin yanında. Alman halkı olarak yeni yılda kendisine şans ve bereket diliyor, güç, ha-

şan, sağlık ve çalışmalarında kudret diliyoruz. Çok yaşasın ve Reich'ın koruyucusu ve lideri olarak halkımızın başında olsun! Halkının gururu, onuru ve mutluluğu için savaşan ilk barış elçisi olarak çok yaşasın! Dünya ona imreniyor ancak onu sevme ayrıcalığına sahip olanlar bizleriz. Sıkıca el ele tutuşalım ve Führer'in etrafında etten duvar oluşturalım.

Eski yıl bitiyor ve yenisi başlıyor. Şans, bereket ve gurur veren zaferler bu yıl da bizimle olsun!


1941


CHURCHILL'İN YALAN FABRİKASI

12 Ocakı94ı

Bay Churchill'le, Alman hava saldırılarının İngiliz gemile­ri üzerinde yarattıkları hasarları ya da kayıpları tartışma­nın bir anlamı yok. Kendisi İngiltere'nin herkesçe bilinen, içinde bulunduğu koşullar altında yalnızca inkar edilemez olanı kabul edip geri kalanı kendine saklayarak düşmanı­nın zararını ikiye ya da üçe katlama politikasını uyguluyor. Bu da koşulları eşitleyebiliyor. Ancak asıl şaşırtıcı olan, Bay Churchill'in, John Bull'un' ete kemiğe bürünmüş ha­liymişçesine kendi yalanlarına tutunması ve onları, ken­disi de inanana kadar her yerde tekrar etmesi. Bu eski bir İngiliz numarasıdır ve İngiltere politikasında dünyanın en iyi bildiği taktiklerden biri olduğu için de Bay Churchill bu yöntemi kusursuzlaştırmaya gerek duymuyor. Dünya Sava- şı'nda tüm ulusların görüşlerini değiştirmek için bu taktik­

' Kaynaklarda 'tipik İngiliz' insanını ya da lngiltere halkının tamamını kapsayan bir ifa­de olarak kullanılır. İlk kez John Arbuthnot'ın Law is a Bottomless Pit adlı kitabında bir İngiliz karakter olarak geçmiş ve )ohn Tenniel tarafından karikatürize edilmiş ve orta yaşlı, şişman bir adam olarak görülen )ohn Hull, Birinci Dünya Savaşı'na katılmaları için halkı teşvik eden afişlerde kullanılmıştır.

ten çokça faydalandılar ancak durum bugün çok farklı. Zira Dünya Savaşı'nın sonunda İngiliz plutokrasisi Almanya'nın bir daha asla ayağa kalkamayacağına inanıyordu. Kısmen kendini beğenmişlikten, kısmen de kayıtsızlıktan Reich'ı devirme yöntemlerini tüm dünyayla paylaştılar. İngiliz devlet adamlarının kaleme aldığı anılarda, özellikle de Bay Chuchill'inkilerde herkes, İngiliz plutokrasisinin göğün yedi kat üstüne erişecek kadar çok yalan söyleyebildiğini gördü. Hatta Almanya'yı bu kadar kolayca ve akıllıca kandırabilmiş olmalarıyla dahi övündüler. Yöntemlerini herkese açıkça gösterdiler. Bu yüzden artık inandırıcılıklarını kaybetmiş durumdalar. Tek yapmamız gereken; geri dönüp Dünya Savaşı'nda yaşananlara şöyle bir göz atmak ve bugün İngi­liz politikalarını yöneten devlet adamlarının 1914 ila 1918 arasındaki yalanlara başvurduklarını gözlemlemek; gerisi zaten kendiliğinden çözülüyor. Elbette bu işe dahil olanlar için zor bir durum. Şayet insan, onlara tekrar nerede ve ne zaman ihtiyaç duyabileceğini bilmiyorsa, sırlarını asla açığa vurmamalıdır. İngiliz liderlerin sırlarının özel bir aklın ürünü olduğunu söylemek bu noktada zor. Daha ziyade hatırı sayılır derecede kalın kafalı tiplerin şekillendirdiği sırlar bunlar. İngilizler hala, yalan söyleyeceksen sonuna kadar git ve yalanını asla itiraf etme, prensibini izliyorlar. Yalanlarına da öyle sıkı sıkıya tutunuyorlar ki sık sık aptal duruma düşüyorlar.

Bu durumu şu sıralar hava ve deniz saldırılarında da göz­lemleyebiliriz. Kendisinin de çok iyi bildiği gerçeklere rağ­men Bay Churchill, İngiltere'nin durumunun iyi olduğunu söyleyip duruyor ve bunun tam aksini işaret eden gerçek­lerle asla ilgilenmiyor. Kraliyet Hava Kuvvetleri Hamburg'u bombalamış, Berlin'de her bir tren garını yerle bir etmiş ve Alman cephanelerini vurmuş ancak sözüm ona tek bir kliniğe, hastaneye, yetiştirme yurdu ya da huzur evine ya­hut herhangi bir sivil hedefe zarar vermemiş. Alman Hava

Kuvvetleri ise bunun tam aksine, ne üretim merkezlerini ne de askeri üsleri umursamaksızın belli bir hedef gözetmeden kiliseleri, okulları, evsiz çocuklar için açılan enstitüleri ve işçilerin evlerini vurmuş. Özellikle de elçiliklerle Amerikan şirketlerinin binalarını hedef almış. İngiliz şehirleri üzerine öylece uçuyor ve herhangi bir hedef belirleyip dalışa geçe­rek bombalarını bırakıyormuş. Tek istedikleri de Amerika'yı savaşa sokmakmış.

Şayet Alman Hava Kuvvetleri gidip Cardiff gibi endüst­ri merkezi bir şehrini vuracak olsa, Reuters yine şöyle bir haber geçerdi: "Bilinmeyen bir hava aracı bir yerde bir şey­leri vurdu. Hasarın ne olduğu henüz bilinmiyor ancak hiç­bir endüstriyel ya da askeri alan hasar görmedi." Bu yüzden tüm dünya gerçeği öğrenmek için savaşın bitmesini bekle­mek zorunda kalıyor. Yine de tarafsız medya, İngilizlerin sansürlerine ve baskılarına rağmen, verilen ciddi hasarı bir şekilde herkese duyurabilse de bu kez Kral sözde devletin çıkarlarını koruyarak bundan da nemalanmasını bilir ve dünyanın vicdanına oynamak üzere vurulan şehri ziyare­te gider. Elbette İngiliz işçiler onu alkışlamak üzere şehirde hazır bekletilir; hala dumanı tüten yıkıntılar arasına Union Jack’ı' dikmekten ya da kapkara kesilen duvarların arasında dans etmekten ve Kralı selamlamaktan daha önemli işleri yokmuş gibi... Sanıyorum bu durum, İngiltere'de taş taş üs­tünde kalmayıncaya ve pek şanlı İngiliz savunması şeytan Almanlara karşı ülkesini savunmaya karar verene kadar böyle devam edecek. Elbette olanlar Majestelerini o kadar üzecek ki hazinesinden iki yüz sterlini -ki bu rakam şu anda iki bin marka denk geliyor- alıp ordunun kasasına koyacak. Majestelerinin ziyareti, bir savaş gemisinin yüklenişini izle­diği rıhtımda sona erecek. Ardından Reuters keyifle yükle­nen geminin Amerika'ya donmuş et taşıyacağını bildirecek ki böylece Atlantik'te deniz trafiğinin normale döndüğünü

1 İngiltere'de İngiliz bayrağı bu isimle anılır.

ve aynı zamanda Majestelerinin de -durumun ciddiyetine rağmen- hem fiziksel hem de moral olarak gayet iyi durum­da olduğunu tüm dünyaya bildirmiş olacak.

Biz Almanlar söz konusu olduğunda durum ne kadar da farklı oluyor! Führer'imiz eğer demeç vermiyorsa bu -onlara göre- kendinden emin olmadığı ve bir çıkış yolu bulamadığı anlamına geliyor. Konuşuyorsa da kolayca şu sonuca varılıyor: Reich'ın durumu son derece kritik ve insanlar çaresizce ondan gelecek bir teminat bekliyor. Eğer hızlı bir zafer elde edileceğini söylemiyorsa bu, kazanacağına inanmadığı anlamına geliyor. Bunu söylerse de aslında dünyayı kandırmaya çalışıyor. Şayet komutanıyla görüşürse orduda bir sorun olduğu anlamına geliyor. Eğer görüşmezse de sorun, çözülemeyecek kadar derinde demek oluyor. Şayet birlikleri ziyarete giderse, vatan toprakların­daki durumdan kaçmaya çalışıyor ve eğer etmezse, hiç şüp­hesiz ki kendi askerinden korkuyor.

İngiltere'de yağ ve et sıkıntısı yaşanırsa, insanlar şerefe kadeh tokuştururken Almanya'da böyle bir şey hiç şüphe­siz bir isyana neden oluyor. İngiltere'de kar ve buzlanma sürücülerin daha rahat hızlanmasını sağlarken Almanya'da aynı koşullarda tam anlamıyla kaos yaşanıyor. Alman or­dusunun yöntemleri ahmakça ve saçma ancak onları uy­gulamaktan da çekinmiyorlar. Buna karşılık İngilizlerin yöntemleri örnek teşkil edecek cinsten, insancıl, liberal ve son derece gelişmiş ancak bir türlü işe yaramıyorlar, başa­rı getirmeyen yöntemler de usulca terk ediliyor. Birkaç yıl önce tereyağımız olmasından ziyade toplarımızın olmasını tercih edeceğimizi söylediğimizde bütün İngiltere bizi pro­testo etmişti. İşte şimdi İngiltere'nin tereyağı varken bizim toplarımız var. Şu anda ordularını toparlamak için, bizim kendi silahlı kuvvetlerimizi derleyip toplarken yaptıkları­mızı referans alıyorlar ama yine de yöntemlerimizin, sırf Nasyonal Sosyalist görüşe göre şekillendirildiklerı için saç-

ma, öngörüsüz, dar görüşlü ve sığ olduğunu iddia ediyorlar. Bu yüzden İngilizlerle konuşmanın anlamı yok. Dümenin başında Bay Churchill oldukça John Bull daima kazandığını zannedecek. Saldırıların hepsinde mağlup olması ne üzücü!

Alman Hava Kuvvetleri'nin yaptığı en güçlü hava saldırı­larından birinin ardından Bay Churchill, Londra'nın yıkın­tıları arasında dolaşmaya gitmiş. Elbette Reuters'ın haberine göre halk yine liderini neşeyle karşılayıp şöyle tezahüratta bulunmuş: "Bizim emektar Winston'ımız! Böyle devam et!" İçlerinden biri kendisine barış ne zaman diye sorduğunda da Bay Churchill, "Biz kazandığımızda," diye cevap vermiş. Şayet Churchill'i iyi tanımıyorsanız bunu etkileyici bulabi­lirsiniz. Ancak bizler onu çok iyi tanıyoruz. Hepsinin senar­yo olduğunu, aslında bir çıkar yol bulamadığını, savaş suç­larına içinden çıkamayacak kadar fazla gömüldüğünü, onun için geri dönüş olmadığını, çelik gibi bir ifadeyle oyununu oynamak zorunda olduğunu ve güçlü görünmeye çalışsa da aslında elinde, bir mucize olmasını ummaktan başka bir şey kalmadığını biliyoruz.

Ancak böyle bir mucize asla gerçekleşmeyecek. Şans her daim onu hak edenin tarafında olmuştur ve tarih, daima yüksek idealleri uğruna hiç pes etmeden savaşanların ya­nındadır. Bay Churchill idealist bir lider değil. O yalnızca içten içe çürümüş ve kokuşmuş bir dünyayı temsil ediyor. On dokuzuncu yüzyılın sembolleriyle kendini tanımlayarak yirminci yüzyılın savaşını kazanmaya çalışan bir on seki­zinci yüzyıl insanı o. Bu dünya, diğer halkların ve ulusların varlığına karşılık bireysel hırsı koşulsuzca destekleyen bir dünya; ancak Avrupa'da artık yepyeni bir devlet yapısı şe­killeniyor. İşte gelecek bu yapıya sahip olan halkların ola­cak. Fedakar ve sadık gençlik, ulusunun bayrağı etrafında toplanıyor. Bu gençlik, yalnızca son teknoloji ekipmanla do­nandığı, yeni teknoloji onun emrinde olduğu için değil; genç olduğu, devrimi ve hiçbir şeyin durdurmayı başaramayacağı

mobilize güçleri temsil ettiği için kazanacak. Tarihin çarkı asla tersine çevrilemez, bunu Bay Churchill bile başaramaz. Kendiyle baş başa kaldığında hiç şüphesiz kendisi de nafile yere savaştığını, kendi zamanının artık bittiğini, gelişmeye liderlik etmek yerine çoktan arkasından koşmaya başladığı­nı ve ona bir daha asla yetişemeyeceğini idrak ediyor. As­lında kendisi de her daim kötülük isteyen ama yine de iyi­lik yapan bir sistemin parçası. Bizimle ilgili yapabildiği tek şey; hareketimize itici güç olarak yardımcı olmak oldu. O olmasaydı belki de Nasyonal Sosyalizmin bu hale çok daha uzun bir zaman sonra gelecekti. Bu yüzden aslında kendi­sine minnettar olmalıyız. Onun varlığı ve yaptıkları saye­sinde yüce hedefimize ulaşmak için yıllarca, hatta belki on yıllarca çabalamamız gerekecekken, aylar içerisinde büyük gelişmeler kaydettik. Bunu ona anlatmaya çalışmak elbet­te anlamsız olacaktır, zira kendisi, yalnızca kendi gözleriyle gördüğü gerçeklere inanan inatçı insanlardan. O halde biz de ona bu gerçeği açıkça gösterelim!


SÖZDE SOSYALİSTLER

26 Ocak 1941

Şunu bütün kalbimizle kabul etmemiz gerekiyor: Normalde yalnızca malları mülkleriyle ilgilenen ve sözde peri masallarından fırlayıp gelen zengin kadınlarla evlenen İngiliz lordların her biri şimdilerde birer toplumsal ahlak uzmanına dönüşmüş durumda. The Times'a verdikleri demeçlerde kapi­talistlerin damarlarındaki kanları çekiyorlar neredeyse. Sava­şın sonunda İngiltere'de ve engin koloni bölgelerinde yükse­lecek olan sosyalizmin altın çağını öve öve bitiremiyorlar. Di­ğer yandan, bu akımın öncüleri olarak bizler, gelecekte dün­yanın görecekleri karşısında giderek daha fazla şaşıracağına eminiz. Örneğin tüm mal varlıklarını fakirlere dağıtabilirler!

Eski bir deyimde de olduğu gibi, gömleğin yattığın yere paçandan daha yakın durur ve savaş zamanında bir tas sıcak yemek ile başını sokabileceğin bir çatın olmasının verdiği rahatlık, barış zamanında yediğin istiridye ve havyardan çok daha değerlidir. Biri çıkıp da dünyayı silip süpürecek sosyal devrimler yapmak için sabırsızlıkla savaşın sona ermesini bekleyen bu plutokrat beyefendilere neden şimdiden bir

şeyler yapmaya başlamadıklarını, örneğin insanca amaç­larının nesnesi olarak gördükleri fakirlerin yararına, savaş vergilerinden aldıkları yüzde yüz yirmilik payı en azından yüzde seksenlere düşürmediklerini sorabilir haklı olarak. Belki büyük bir adım olmayacaktır bu ancak yine de bir şey­dir nihayetinde. En azından iyi niyetlerinin bir göstergesi olur ve bu da azımsanacak bir konu değil. Ancak bu beye­fendiler, ikamet ettikleri zengin palmiye ağacının kendi bin­dikleri dalını kesiyormuş gibi bir hava yaratma derdindeler. Yaşadıkları korku ve panik yüzünden Karı Marx'çılık oyna­maya çalışıyor, radikal sosyalist söylemlerde birbirleriyle yarışıyor ve yalnızca kendilerini düşünüyorlar aslında. Dün­yaları sendeliyor. Yeni bir çağ açılırken kendilerinin hüküm sürdüğü dönem giderek çökmeye başlıyor, işte bu yüzden -yaptıkları yalnızca birkaç güzel söz söyleyip nazik jest­lerde bulunmaktan ibaret dahi olsa- bir şeyleri feda etmek zorunda kalıyorlar. Önde gelen İngiliz Bakanlar Londra'nın lüks restoranlarında oturup midelerini akla gelebilecek en leziz yemeklerle doldururken İngiliz gazetelerin halka, et azlığını patates ve havuç tüketerek kotarmalarını önermelerine halk, ancak gülerek karşılık veriyor. Zira işler İngiltere için iyi gitmiyor aslında. Bu yüzden Bay Churchill geçtiğimiz günlerde Savoy'un restoranına giderek üç şiline soslu bir tavuk budu ve üç parça fasulye sipariş etti. Elbette böylesi tarihi bir olayı tüm dünyaya ve gelecek nesillere aktarabilmek için kayda alan film yapımcıları ve gazeteciler de orada hazır beklemekteydi. Reuters bu sahneyi allayıp pullayarak farklı kıtalardaki ülkelere ivediklikle ulaştırdı ve beş kıtanın pek yüce plutokratları da böylesi bir kadim yü­celiğin karşısında yerlere kadar eğildiler.

Elbette bu noktada Londra radyosu da lümpenlikte geri kalmadı. Bu tumturaklı sahneyi, hava saldırısı uyarısı ve­ren sirenlerin susmasını çatı aralarında ya da yeraltı tünel­lerinde bekleyen şaşkın dinleyicilerine anlatırken İngil-

tere'de yaşam standartlarının geçen yüzyıla göre ne kadar geliştiğinden bahsetti. Ailelerin ortalama kazançları dikkate değer ölçüde artmıştı. Dünya Savaşı'ndan sonra da yaptık­ları gibi bu savaşın ardından da sosyal yaşama düzen ge­tirilecek ve Çalışma Bakanı Greenwood'un da dediği gibi bütün toplumsal hastalıklar birer birer tedavi edilecekti. İngiltere'nin, diye açıklıyordu Bay Woodworth, yeniden yapılanma için beş yıllık bir plan hazırladığından çok kişi haberdar. Profesör Harold Daskin ise, İngiltere'nin bir gün mutlaka sosyalist olması gerektiğine dair ortaya atılan belli belirsiz kehanetlerden yakınıyordu. Zira bu kadarı yeterli olmazdı: Yalnızca İngiltere anakarası değil, bütün sömür­geleri de İngiliz plütokrasisinin sosyal desteğinden fayda- lanabilen yurtlara dönüşmeliydi. Britanya Sömürge Bakanı ve krallığın bilinen en zengin adamlarından biri olan Lord Lloyd ise, İngiliz sömürgelerinin yönetimi konusunda yeri­ne getirilmesi gereken esas görevin fakir halkın yaşamdan keyif almasını sağlamak olduğunu düşünüyordu. Britanya artık ülkenin göbeğinde yaşanan sefaleti tolore edebilecek durumda değildi. Kralın kendisi de, İngiltere'nin bundan sonra kendinden ziyade komşularını düşünmeye devam edeceğini belirtirken yaptığı sert tespitleriyle bu demeçleri pekiştirdi. İşte tüm bunlar İngiliz plutokrasisinin yatağında biten rengarenk sosyal çiçeklerden küçük bir seçkiyi oluş­turuyor. Ancak yine de gerçeği gizleyemiyorlar zira aslında yalnızca keçiyi bir anda bahçıvana çevirmeye çalışıyorlar. Bay Churchill'in üç şiline kahvaltı yapıyor olması, esasında Coventry'de, Bristol'de ve Birmingham'da yaşayan işsiz pro­letere, aç kalmanın aslında o kadar da katlanılamaz bir şey olmadığını gösterme çabasından başka bir şey değil. Ayrı­ca İngiltere'de yaşam standardının geçtiğimiz yüzyıla göre hatırı sayılır derecede yükselmiş olmasını, İngiliz soylu sı­nıfının toplum bilinci kazanmış olduğunun bir kanıtı ola­rak görmek de mümkün değildir. Yine de eğer bu savaştan

sonra uygulamayı planladıkları sosyal düzen dedikleri şey, Dünya Savaşı'ndan sonra kurmaya çalıştıkları uluslararası düzene benziyorsa, Tanrı hepimizi korusun! Bay Greenwo- od'un bu noktada sosyal hastalıklar diye adlandırdıkları şeyleri nasıl ortadan kaldıracağını, İngiltere'nin yeniden ya­pılanma konusunda yaptığı ve bir çekmeceye kilitlediği beş yıllık planının ne olduğunu hayal dahi edemeyiz.

Fransızların bir deyimi vardır: Başpiskoposu yanınıza çekmeden devrim yapamazsınız, derler. Bu noktada İngi- lizlerin bu kurala uymaya çalıştıkları aşikar. Lordlar yeni çağa herhangi bir katkıda bulunamamakla kalmıyor, bir katkıda bulunmayı zerre kadar istemiyorlar zaten. Şu anda yalnızca korkuyorlar; Almanlardan, kendi halklarından ve hatta kendilerinden bile korkuyorlar. İngiltere'nin başı­na, boyutu hakkında en ufak bir fikirlerinin olmadığı bir bela sardılar. Başta bu savaşın rahat bir sürek avı olacağı yanılgısına kapılmışlardı. Krallığı, halklarını ve önde gelen politikacılarını tanımak konusunda her zaman çok tembelce ve aptalca davrandılar. Bir kez daha uğruna anıtlar dikmek zorunda kalacakları Yahudi göçmenlerin kulaklarına fısıl­dadıklarına inandılar yalnızca. Hepsi rahatlatıcı ve güzel sözler söylüyordu: Almanya beyni olmayan bir savaş robotu gibi bir şey olmalıydı onlara göre. İnsanlar, Nasyonal Sos­yalizm tiranlığının ağırlığı altında güçlükle nefes alacak ve İngiliz lordların gelip kendilerini kurtarmalarından başka bir şey dilemeyeceklerdi. Zaten askerlerimizin üniformala­rı kağıttan ve tanklarımız da kartondandı. Uçaklarımız olsa da onları kullanmamıza olanak sağlayacak kadar yakıtımız yoktu. Ne zaman bir süre düşünmek için durup dinlensek, hemen kafamızın allak bullak olduğuna dair söylentiler çıkarıp çığırtkanlık yaptılar ve sonrasında onları vurduğu­muzda bunu, içinden nasıl çıkamayacağımızı bilmediğimiz hastalıklı umutsuzluğumuzdan dolayı yaptığımızı dört bir yana haykırdılar. Önce bize savaş açıp sonra kendilerine

saldırdığımız için yine bizi suçladılar. Sömürgelerinde ya­şayan ve aslında ülkelerini bir arada tutan yerlileri hırpala­dıkları halde bizleri, sözde insanlıktan zerrece nasibimizi almadığımız için sömürgeden, koloni mantığından uzak ol­makla suçladılar. Führer kendilerine cömert bir barış tekli­finde bulunduğunda, aslında onları kandırmaya çalıştığından yakındılar. Onları defalarca yendiğimiz halde her seferinde yenilgilerini dünyaya, aslında zafer kazanmışlar gibi lanse ederek bizim savaşı kaybetmekte olduğumuzu iddia ettiler.

Ancak artık başları iyiden iyiye derde girmiş durumda. Adalarının etrafını saran o boğucu çember giderek daralı­yor. Bizi nefessiz bırakmak adına yaptıkları her şey kendi boğazlarına dolandı. Gece saldırılarıyla kendi başlattıkla­rı hava muharebesinin ardından bugün İngiliz anakarası bombalarımızın darbeleriyle her geçen gün daha da şid­detle sarsılıyor. Bu noktada, kandırılan ve ihanete uğrayan halkın, yöneticilerini zorlayacak sorular sormak suretiyle bu savaşın asıl nedenini ve her şeyden önce İngiltere'nin başına gelen bu felaketten sorumlu olan plütokrasinin ya­şamıyla savaş mağdurlarının durumu kıyaslamaya başla­masında bir anormallik var mı? Ancak bu durum, elbette savaşın günahını boynunda taşıyanları rahatsız ediyor. Bu konuda bir şeyler yapmaları gerektiğini düşünüyorlar an­cak içinde bulundukları durumda da karamsarlıktan öte bir şey olmadığından, geleceğe dair ateşli fanteziler anlatarak halkı kandırıyorlar: İngiltere artık tam göbeğinde yaşanan trajik sefaleti tolore edebilecek durumda değil! Kulağa na­sıl geliyor? Başlatılan propagandanın lirik melodisini duyan masum halk da İngiltere'nin göbeğinde yaşanan bu trajik sefaletten kimin sorumluğu olduğunu ve Brasig Amca'nın[XXIII]

keşfettiği üzere bu sefaletin kaynağının sefahat düşkünlüğü olup olmadığını sormayı akıl edemediler. Ancak böyle tip­lerin İngiliz halkını aptal yerine koymaya çalışması bizi ne şaşırtıyor ne de öyle çok ilgilendiriyor.

Ancak birinin bu konuyla bize gelmesigerçekten oldukça bü­yük bir olay. Birkaç gün önce bir İngiliz gazetesi, Almanya'nın militer bir devlet olduğunu ancak feodal bir devlet olma yolun­da ilerlediğini; bunun yanında feodal bir devlet olan İngilte­re'nin de giderek militer bir devlete dönüştüğünü yazdı. Sonra­sında bize karşı kullanılan bu ciddi argüman şöyle geliştirildi: Siz, arkanızda bir erdemle ilerliyorsunuz -biz de sizin daha öncesin­de yararlandığınız avantajı kullanıyoruz. Bu, yaptıklarının kefa­retini ödemek zorunda kalmamak adına son anda kiliseye koş­turan kuzenlerin mantığından farklı değil. Kendileri her daim cesur olmayı değil, sinsiliği tercih etti; tabii bunu yapmak için nedenleri de vardı. Ancak sözde dindarlıkları, yalanlarının ar­kasında kalarak kokuştu. Sürekli dini kelamlar ediyorlar çünkü bunlarla eğleniyorlar ancak gizliden gizliye, sonrasında bunun bedelini ödemek zorunda kalmaktan da korkuyorlar. Kolay iş değil. Lordlar geleceği bırakıp bugünü konuşmaya başlamalı. Gelecekte neler yapacaklarını bize anlatmalarına gerek yok, bizler şimdiye kadar neler yaptıklarını merak ediyoruz. O günler geçti! Tembelce bahanelere yer yok artık. Halk; netlik istiyor, açıklık bekliyor. Koca bir kıta depremlerle sarsılıyor. İngiltere plutokrasisi tarafından kandırılan milyonlarca insan, yaşamlarının ve mutluluklarının ellerinden alındığını görüyor artık. Londra'dan tek kelime dahi duymak da keçiden devşir­me bahçıvanı topraklarına sokmak da istemiyorlar. Bu yüzden bizler, Londra'nın, kendilerini sözde hümanist olarak gösteren sahte sosyalistlerinin maskelerini düşürmekten bıkmıyor ve kokuşmuşluklarını tüm dünyanın gözlerinin önüne sermekten geri durmuyoruz: Bakın, işte İngiltere'yi sefalete sürükleyenler bunlar ve şimdi de tavşan misali ormana kaçıp olan bitenden haberleri yokmuşçasına rol yapıyorlar!

DAĞLARA BAHAR GELDİĞİNDE!

9Mart 1941

Führer'imiz ve başkomutanımız, yaptıkları son konuşmada baharın gelişinden dem vurarak sert kışın kısa süre sonra biteceğini ve savaşta da giderek daha güzel ve verimli bir havanın hakim olmaya başlayacağını belirttiler. İşte o anda İngiltere'nin canavarı ininden çıktı. İlk şok anında, zararsız insanlarmışçasına rol yaptıkları yerlerde düşmanın sözcü­sünün yaptığı bu konuşmanın kendilerini bağlamadığını göstermek istercesine, sanki bu tip haberleri verecek olan kanalları onlar yönetmiyormuş ve istemedikleri en ufak bir yayın yapılması durumunda herkesi nasıl cezalandıracak­ları bilinmiyormuş gibi üç maymunu oynadılar. Ancak bu durum yalnızca birkaç saat sürdü zira sonrasında riyakar gözeneklerinden akan soğuk terleri herkes kendi gözleriyle gördü. Aldatıcı özgüvenlerinden eser kalmamıştı. İngiltere yönetiminin hoparlöründen tek ses duyulmadı ve ardından bir şok dalgası eşliğinde acı verici çığlıklar yükselmeye baş­ladı. Sisler dağılmış ve İngiltere, bir an için de olsa acı ve hata affetmeyen gerçekleri tüm çıplaklığıyla görmüştü. Bu

kez Üzerlerine bir perde çekme gereği de duymadılar. Gemi­lerindeki alanlar askeri mühimmat ve yaşamsal gıdaların ta­şınması için yeterli değildi. Denizaltılar ve hava araçları yük kapasitesini çoktan aşmıştı. İşte yenilmez İngiltere artık bu durumdaydı. Denizcilik Bakanlığı yaklaşan ve muhtemelen faciaya neden olacak gelişmeler konusunda hiçbir önlem almamıştı. Şimdiye kadar çoktan bir yöneticinin gelip de alanın tamamen kapanmasına neden olan kaosu çözmesi ve kendi kendine yetebilmenin asaleti hakkında vaazlar veri­yor olması gerekirdi. Ancak -daha önce savaşın çıkmasının nedeni olarak işaret ettikleri Afrika'da elde edilen büyük ba­şarılardan söz eden olmadı örneğin. Bu kez açıkça, Britan­ya adalarında zafer kazanılması gerektiğini ve eğer adalar kaybedilirse, imparatorluğun yıkılacağını dürüstçe deklare ettiler.

Gelgelelim, söz konusu İngilizler ve Büyük Britanya'nın başındaki Churchill adlı adam ise, Londra'da böyle aklıse­lim çıkışların uzun soluklu olmasını bekleyemezsiniz. Bir ya da iki gün sonra elbette hepsi geçti. Tepeden gelen emirle hemen düğmeye basıldı ve kamuoyu görüşü bir kez daha yoğun yayınlarla değiştirilip aynı illüzyonla gölgelendi. Ge­riye yalnızca iç görünün incecik perdesi kaldı. O zamandan beri İngilizlerin bütün demeçlerinin üzerini incecik bir me­lankoli ve umutsuzluk örtüsü örtmüş gibi. Eskiden olduğu üzere o heybetli atlarının sırtında bakmıyorlar dünyaya. Kolayca galeyana geliyorlar. Almanya'nın yıkılacağından da dem vurmuyorlar artık. Daha ziyade nefes almaya ve tüm güçleriyle var olmaya çalışıyorlar. İşte bizler de bu manza­ranın tadını çıkarıyoruz!

Elbette Londra'nın acı gerçekleri kabullenip ona göre davranacağı yüce zamanlar da gelecek. Uzun kış artık sona eriyor. Yalanların, ormanda biten yabanmersini misali orta­lığa ucuzca saçıldığı ve Kış, Sis ve Devrim adlı generallerin İngiltere'nin gelecekteki zaferinin şahitleri ve ortakçıları sa-

yıldığı aylar geride kalıyor. Bu bizim için çok iyi bir haber­ken İngiltere'nin illüzyon üreticileri için felaket çanlarının çaldığı anlamına geliyor. Bugün ortaya saçtıkları şımarıkça ve abartılı iddiaların yarın koca birer yalan dönüşme riskine giriyorlar. Yarın Alman donanması Atlantik Okyanusu'nda sıralanıp kurbanlarını korunaksız sözde gıda konvoylarında aradığında kim yaklaşan zaferin lafını etme cesareti gös­terecek? Elbette yine içlerinden birileri burnunun dikine giderek Almanların gözüne güvenilmeyeceğini -yalan söy­lediğimizi ve endişeleri giderek büyüyen İngiltere halkı ve özellikle de asla yatışmayan uzman çevrelerin artık bunlara kulak asmadığını- iddia edebilirler ancak Poseidon, işte tam da bu yüzden açgözlülerin ağızlarında un ufak olan kurban­larını asla geri vermez, böylece her geçen gün azalan yiye­cek ve hammadde stoğu da yok olup gider. Kışın da buna benzer bir şey kullanıldı: Herkes en azından haftada bir kere nispeten küçük denebilecek yük gemilerinin battığı ya da kazara depolarda çürüdüğü haberinin geldiğini fark etmiş­tir. Ancak artık hepsi bitti ve Schmalhans mutfak şefi olarak geri döndü'.

Geriye bir tek Amerika kaldı. Lord Halifax[XXIV], öncüllerinin izinden sadakatle ilerliyor, kendisini başlarında şapkaları ve ağızlarında sigaralarıyla karşılayan bakanlarla nazikçe el sıkışıyor ve Anglo-Sakson kuzenini telaşlandırmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Ancak salt iyi muamele ve sahte dayanışma hissiyle amacına ulaşması mümkün değil. Bu alanda uzman olan Führer bile Münih'teki son konuşmasın­da Londra'nın, son zamanlarda alelacele harlanarak Ame-

rika'nın materyalist yardımlarıyla yükselen umutlarını bir kez daha yerle bir etti. Amerika'dan gelecek on uçaktansa İngiltere'nin tek bir uçağa sahip olmasının ve onun da yer­li üretim olmasının çok daha iyi olacağını söyledi. Yalnızca böyle bir alışverişi düşünmek bile ulus olarak prestijinizi ve uluslararası etkinliğinizi kaybetmenize neden olur ancak gözlerini bu kafası karışık ülkeye diken Amerikalı reklam­cılar, bunun utanç verici bir eylem olacağını bildikleri halde susuyorlar. Dürüstçe söyledikleri şey ise şu; İngiltere sa­vaştan sessiz sedasız çekilmeli ve Amerika onun yerine ge­çerek imparatorluğu sömürmeli. Hiç abartısız olarak şunu söyleyebiliriz ki İngiltere'nin kazanma olasılığı çok düşük. Üstelik yaşananlar daha başlangıç. Henüz başlamadık bile hatta. Bahar yolda, ancak henüz gelmedi. Halkımız baharı öncelikle biraz keyif biraz da karmaşık duygular hissederek duyumsayacaklar ruhlarında. Ancak her durumda İngilte­re'nin bütün umutlarını bağladığı kış artık bitti. Kendisine hizmet eden doğanın generalleri Açlık, Sis, Soğuk ve Dev­rim de teslim olmak için bekliyor. Geriye sadece beklemek ve saklanmak kaldı. Radyo yayınlarında ve gazetelerde var­sayımsal polemiklerin azaldığını ve gerçeklerin daha net anlatıldığını göreceğimiz günler de uzak değil. Bu konuda herhangi bir endişemiz yok. Bizler de aylardır bekliyoruz ve İngiliz propagandacıların ekmeğin üzerindeki tereyağı­nı sıyırmasına asla izin vermeyeceğiz. Yeterince yaklaştı­ğımızda kara propagandacılarımızı salıvereceğiz. Balçıkta dolanmaktan bizler de sıkıldık. Darbe almadıkça, kısa süre içerisinde kendinizi aşmayı hedeflediğinizi söylemenizde bir sakınca yoktur. Ancak bir kez daha silahlar konuşmaya başlarsa, tüm konuşmacılar susar ve yalnızca silahlar, karşı­lıklı olarak konuşurlar.

İngilizler, Alman Denizaltı ve Hava Kuvvetleri'nin indir­dikleri ve Büyük Britanya'nın tamamının da gelecekte tada­cağı darbeleri az da olsa deneyimlemek durumunda kaldılar.

Bu da anakarayı çoktan harekete geçirdi bile. Gazetelerde bir tür öfke ve panik dalgası yayılmaya başladı ve en çok korkan lordlar, halkı sakinleştirmek için mikrofonların ba­şına geçmek zorunda kaldı. Eğer şimdiden bunları yapma gereği duyuyorsanız, gerçekten saldırıya geçtiğimizde ne yapacaksınız? Belki de Londra'dakiler, kış aylarında saldırı­ların azalmış olmasını alaya almanın ve asıl büyük espriyi sona, Alman hücum botlarının kumandanları ve müretteba­tı İngiliz gemilerini denizin derinliklerine yolladığı zamana saklamanın ucuz zevkini tatmak istiyorlardır. Ama elbette İngilizlerle böyle şeyleri konuşmanın bir anlamı yok. Zira doğaçlama yaşamak onların kişisel zevki ve dünya üzerin­de onların kaderlerini belirleyecek bir takım planlar yapan insanlar olduğunu hayal ederek olabileceklere hazırlanıp en azından o an geldiğinde darbenin yıkıcılığını azaltabilecek önlemler almayı düşünmekten acizler. Kendileri, yaptığı­mız uyarıları yalnızca Alman ukalalığı olarak görmeyi ter­cih ediyorlar. Eh, bu durumda önümüzdeki baharda ve yaz mevsiminde 'ukalalık' dedikleri şeyin başarısına saygıyla ve şaşkınlıkla şahit olma fırsatı bulacaklar. Belki kış bitmeden evvel daha az gevezelik edip daha çok çalışmanın, kendi­lerince bir takım espriler üretmek yerine uçak üretmenin daha iyi olacağının farkına varırlar.

Esprilerden bahsetmişken! İngilizlerin günlük radyo ya­yınlarını dinleyip dalga geçmenin keyfine de varıyoruz. Ya­yınlarda toy Eton[XXV] öğrencileri kendi aralarında Almanya'dan göçen Yahudiler hakkında şakalar yapıyorlar. Her seferinde yanlış yerlerinde güldüğünüz ezik bir komedi filmi izleme­ye benziyor onları takip etmek. O kadar kötüler ki kendile­rini dinlemenin size en ufak bir faydası olmuyor. Şöyle şey­ler söylüyorlar: Almanya'dan sıkılan biri İngiltere'ye üçüncü

sınıf bir bilet alıp buraya gelebiliyor ancak Almanya'ya dö­nüş biletini asla alamıyor. Herkes bunda gülünecek bir şey olmadığını takdir edecektir elbette. Böyle bir şaka yapan kişiye ancak omzuna dostane bir biçimde vurarak Berlin'e özgü bir deyimle, "Fena değil! Seni ahmak!" denebilir. Bir yıl kadar önce Paris radyosunda bir başka soytarı da bizi ah­mak şakalarına malzeme ederek aklınca azarlamış, kendine fazlasıyla güven duyduğu için bize saldırarak yeteneksizli­ğinin zirvesine çıkıp bizi eleştirmeye ve hatta nutuk çekme­ye kalkmış; sonra da kendisiyle faydalı bir tartışma içerisine gireceğimizi sanmıştı ancak bizler kendisini sessizliğimizle cezalandırdığımız halde zerre zeka kırıntısı göstermeyen bu ahmak, sessizliğimizi, ona verecek bir cevabımızın olmadı­ğı şeklinde değerlendirmişti. Şimdilerde aynı ahmak, pan­tolonunu indirip ayakkabılarını bir köşeye fırlatmış, öylece yayılıyor ve yaptıkları karşılığında kazandığı üç kuruşun keyfini çıkarmaya çalışıyor. Belki birkaç Londralı Grock' çıkıp da kendisine işlerin nasıl bu kadar hızlı ilerlediğini ve yaptığı politik şakaların nihayetinde eline ne geçtiğini soruyor olabilirler. Politikanın içine bulunduğumuz onlarca yıl boyunca bunun gibi çok sayıda soytarıyla ve şovmenle karşılaştık ancak neredeyse hiçbiri bizim canımızı sıkma­yı başaramadı. Elimizin tersiyle ittik hepsini, yine de ba­zılarının, böyle soytarılarla kısa süre için de olsa nasıl baş edeceklerini bilmemesi üzücü.

Bu kadarı yeterli! Yakın zamanda İngiltere'nin çok başka endişeleri olacak. Yaşanacak hadiselerin gölgesi Üzerlerine düşmeye başladı bile. Radyolarımız, net mesajlarımızı her­kese yaymaya başladı. Hem anavatan hem de cephelerde hepimiz harekete geçmeye hazırız. Herkes Führer'in tek bir komutunu bekliyor.

1    İsviçreli ünlü palyaço Charles Adrien Wettach'ın kısa adı. Palyaçoların kralı ya da Av- rupa"nın en büyük palyaçosu olarak da anılır. Kendi döneminde eğlence dünyasının en çok para kazanan ismi olmuştur.

Çok kısa bir süre sonra çocuklar, vadinin derinliklerinde açan çiçeklerin şarkılarını söyleyecek ve bütün acıları unutacaklar.

Şairin de dediği gibi, o zaman her şeyin ama her şeyin kökü kazınacak!


HABER POLİTİKASI

6 Temmuz 1941

Savaşta askeri güç, diğer her türlü vicdani meselenin önün­dedir. Askerler, yaptıkları merhametsiz saldırılarla en hızlı ve en güvenli zaferi getirirler size. Bu yüzden en belirleyi­ci anlarda her şeyin onlara göre ayarlanması şarttır, haber politikaları dahil! Uzun vadede savaş propagandalarının yalnızca gerçeğe hizmet ediyor olması en iyisi olacaktır an­cak yine de düşmanın kafasını karıştırarak anlık bir başarı kazanmak uğruna akıllıca yalanlar söylemenin ve aldatı­cı manevralar yapmanın da işe yaradığı doğrudur. Yine de uzun vadede bir propaganda ancak gerçeğin silahını kulla­nırsa başarıya erişebilir. Alman haber politikaları da savaş süresince bu prensibe göre şekillendirildi. Her şeyden önce OKW'nin[XXVI] kendi raporlarında ve diğer resmi iletişim kanal­larının belgelerinde bilgiler sakince ve net bir dille aktarılır, rahatsız edici ve kafa karıştırıcı her türlü ifadeden kaçınıla­rak büyük başarıların yolu açılır. Kelimenin tam anlamıyla

iyi propaganda budur ve hakiki bilginin kusursuzluğuyla en derin ve en güçlü etkiyi yaratır. Geri çekilmeleri ya da kayıpları hasıraltı etmeyi ya da zaferleri ezikçe bir tavırla büyütüp onlarla böbürlenmeyi reddeder. Yalnızca olanları, bir askerin net diliyle açıklar; ne bir şey ekler ne de bilgiyi süsler, hatta çoğu zaman olaylar hakkında açıklamada dahi bulunmaz. Gerçekleri bu şekilde aktarmak -ki bu Alman silahlı kuvvetlerinin haberleşme biçimidir- Alman OKW raporlarının -dosta ya da düşman- dünyanın her yerinde en güvenilir kaynaklardan biri olarak görülmesinin esas ne­denidir. Raporlarda asla şüpheye yer yoktur. Başarı amacı güdülmez. Şayet OKW rapor ediyorsa mesele netlemiştir, sonrasında herkes neler olduğunu öğrenir, bunun aksi dü­şünülemez.

OKW, savaş boyunca gerçeği yansıtmayan hiçbir bilgi­yi paylaşmamış ve orduyu tehdit edebilecek hiçbir şeyi de açıkça dile getirmemiştir. Bazen gerçek bilgileri de sırf emin olmak için geç açıkladığı olmuştur ancak bunu da yalnızca bizim iyiliğimiz için yapar ve bilgiyi de en fazla birkaç gün gizli tutar. Aksi takdirde Alman ordusuna verilecek erken bir bilgi bize zarar verebilir ya da düşmanın ordusuna fayda sağlayabilir. Şayet batıya ilerleyişimiz sırasında ordumuzun Kanal kıyısında kaydettiği büyük ilerleme, olması gereken­den birkaç gün sonra haber yapıldıysa, bunun nedeni düş­manın bu olağanüstü bilgiden etkilenme ve sonraki operas­yonların riske girmesi ihtimalinin doğmuş olmasıydı, bu noktada OKW'nin görevi düşman ordusuna, karşı operas­yon planları kurabilmeleri için doküman sağlamak olamaz­dı. Zira birkaç gün sonra Fransız generalin eşyaları arasında bulunan dosya ve dokümanlar bu tahminlerin doğruluğunu kanıtlayarak Franko - İngiliz ordularının Flander kıyıları­nın ötesinde birbirleriyle bağlantılarını neredeyse bütünüy­le kaybettiklerini ve lidersiz kalarak kendi başlarına operas­yonlar yürütmeye başladıklarını gösterdi. Alman halkının

bu operasyondan birkaç gün sonra haberdar olması, askerle­rimizin canlarını kurtardı ve bize bir zafer daha kazandırdı.

Girit Adası'na yapılan çıkarma da aynı şekilde halka du­yurulduğunda, çıkarma başlayalı beş gün olmuştu, elbette bunun geç haber yapılmasının nedeni Alman ordusunun, bu özel askeri harekatın başarılı olacağından şüphe duyması değildi. Bu harekat için de aynı özenle hazırlanıldı ve bu sebeple başarılı olmasına daha en başından kesin gözüyle bakılıyordu. Ancak bu noktada da yine düşmanın bizi takip ediyor olma ihtimali dikkate alınarak harekatın kapsamı, genişliği ve amacına dair detaylı bir OKW raporuyla bizzat bizden bilgi almaması için çıkarmanın halka açıklanması ertelendi. Zira verilen raporlar aynı zamanda salt askeri mühimmatlar da dahil olmak üzere harekatta kullanılacak malzemelerin bilgisi ve değerlendirmelerini de kapsıyor. Bu noktada hepsi olmasa da bazı başarılarımızda haber po­litikalarımızın beceriyle yönetilmesinin de katkısı olduğu inkar edilemez. Haber politikamız, söz gelimi İngiltere'nin militer amaçlardan uzak olan, yalnızca rapor etmekten iba­ret haber politikasından fayda bakımından çok farklı. Savaş boyunca çıkarlarımızı, eylemlerin selameti için bir kenara bırakıp da en sonunda, başlangıçta söylediklerimizin tam tersini kabul etmek gibi utanç verici bir durumdan kendi­mizi kurtarmış olduk. Geçtiğimiz yılın Mayıs ayında, Batı kendini savunmaya başladığında, her ne kadar gelişme kay­dediyor olsak da OKW raporları ilk birkaç gün için, operas­yonların durumunun netleşmesi bakımından kısıtlandı ama bu arada İngiliz basını, gelecek operasyonların olağanüstü derecede şişirilmiş varyasyonlarını açıklayıp durduktan sonra en nihayetinde göz alıcı Dunkerque Tahliyesi başa­rısıyla gerçekten komik duruma düştü. Bizler ise savaşın başından beri mütevazılığımızı koruduk ve en nihayetinde zafere ulaştık. İngilizler savaşın başında çok yoğun raporla­malar yaparken en sonunda tüm dünyanın alaycı kahkaha-

lan karşısında kendi köşelerine çekilmek zorunda kaldılar. İşte, Girit Çıkarması'nda da aynı şey oldu. Bizler kelimenin tam anlamıyla her şeye kulak tıkarken Bay Churchill halkın karşısına çıkıp Girit'in İngilizler için bir prestij meselesine dönüştüğünü ve adanın savunmasının, bir tür 'hayat memat meselesi' olduğunu söyledi ama nihayetinde adayı biz aldık ve Bay Churchill, kendini yine dezavantajlı bir konuma dü­şürmüş oldu. Savaştaki haber politikamızın en doğru yön­tem olduğunu kimse inkar etmeyecektir. Genelde çok ufak sözler verdik, hiçbir harekatta abartıya kaçmadık. Şimdiye dek hiç, aşağılayıcı bir geri çekilme, tahminlerimizin ger­çeklerle ters düşmesi ya da halkımızı ve dünyayı yanlış yön­lendirdiğimizin ortaya çıkması gibi durumlar yaşamadık. Bildiğimiz tek şey şu; açıkça şunu teyit edebiliriz ki OKW raporlarının tarihleri, içerikleri ve verdiği bilgiler, Reich'ın diğer medya araçlarında olduğu gibi Alman haber politi­kasının gerçeğe olan sevdasıyla pekiştirilen üst düzey bir bilinçle harmanlanmıştır ve Tanrı'ya şükür ki haber içerik­lerinde en ufak bir değişiklik yapma ya da bir şeyler ekleme gereği duyulmamıştır. Herkes, ister açıkça ister gizlice ope­rasyonlar kapsamında uyguladığımız haber politikasının ciddiyetini test etmekte özgürdür. Politikamızı İngilizlerin haber politikasıyla da karşılaştırdığınızda bugün bile verdi­ği bilgilerin doğruluğunun tarafsız kimselerce kanıtlanama- dığını, kimin doğruyu seçip kimin yalan söylediğini kolayca anlayabilirsiniz.

Batı harekatlarının başladığı dönemde Alman savaş ha­berleri politikası konusunda bir okul örneği yaşandı. Bir hafta boyunca OKW, her geçen gün halkın tansiyonu yük­seldiği ve ara sıra Moskova ve Londra'dan neredeyse acıma­sızca denecek kadar yanlış bilgiler verildiği halde, yalnızca operasyonların genel durumu hakkında bilgilerin yer aldığı tek bir rapor yayınlandı. Alman halkı, operasyonların sela­meti açısından sabırlı olmalıydı; yanlış yönlendirilen ulus-

lararası kamuoyu ise, yalnızca haber politikamızın kredibi- litesini artırmaya hizmet edecek şekilde gerçekte yaşanan­lardan bihaber kalıyordu. Böyle durumlarda halkın, lakayt, düşmanca ve yalan yanlış kampanyalara sabırla direnerek, düşmanın işine yararken kendi ordusuna zarar verecek olan erken paylaşılan operasyon planlarına dair abartılı ve yalan haberler karşısında metanetini korumalıdır. Batı ha­rekatlarının ilk haftasında her şey bizim lehimizeydi. Daha harekatların ilk gününde elimize, halkla paylaşılması duru­munda hepsini çok mutlu edecek ve dünya kamuoyunun dikkatini fazlasıyla çekecek raporlar verildi. Hepsinin açık­lanmasına izin verdik çünkü bunu tolore edebilirdik. Savaş süresince o kadar harikulade askeri başarılar elde ettik ki her seferinde, aldığımız her güzel haberde İngilizler gibi mikrofon başına geçme gereği duymadık. Durup bekledik. Bizler gibi halkımız da yeni operasyonların daha en başında İngilizler gibi korkulara kapılmadılar. Bu yüzden uydurma zafer konuşmalarıyla halkı avutup sonrasında utanç verici bir geri çekilmeyi bir kahramanlık hikayesine dönüştürmek zorunda kalmadık. Alman halkı, ordusuna ve liderine öyle sarsılmaz bir güven duyuyor ki bir hafta boyunca durumla alakalı tek bir haber dahi verilmese bile kimsenin cesareti kırılmaz. Hiçbir tehlike halkın ideallerinden daha güçlü ola­maz. Her koşulda Alman yönetimi; Alman haber politikası­nı iyi uygulayabilmek ilk ve öncelikli olarak orduya hizmet etmesini sağlamak ve gerektiğinde tarihi zaferlerin kayıtla­rını tutarak herkesin bir şekilde muharebelerin hakiki yı­kıcılığına aşina kılmak için halkıyla tam bir koordinasyon içinde çalışması gerektiğine inanıyor.

Bugün bir İngiliz bunu asla anlayamaz. Zira onlarda sava­şın sevk ve idaresi, kol gücüyle değil çene gücüyle yapılıyor. Bay Churchill, yenilgilerinin çorak topraklarında ufacık bir başarı filizlendiğinde, derhal onu koparıp açlıktan ölmeye yüz tutmuş canavarlarının önüne atmak zorunda kalıyor.

İngiltere'den ve kendisinden bunları bekleyenler olmasay­dı da Churchill'in başarıların nihayete ermesini bekleyecek zamanı olmayabilirdi. Zira kapının önünde pusuya yatmış bekleyenler aslında ona sadık olanlar değil, kendi çıkarını gözetenler ve zorunluluklarının yükünden kurtulmak iste­yenlerdir. Ne eline bir şey geçer ne de kendisine destekçi bulabilir. Eline bir ganimet geçtiğinde, sahte olsa dahi onu derhal İngilizlerin kara delik misali her şeyi yutan kredile­rine aktarmak zorunda kalıyor.

Diğer yandan bizler, dedikleri gibi sükunetimizi koruyo­ruz. Almanya'nın savaş sevk ve idare politikası gibi haber politikası da iki kez düşünmeyi ve genel plana uygun şekil­de hareket etmeyi tolore edebilecek bir sistem. Arkasında, her türlü sessizlikten anında şüphelenen kötücül insanlar yok. Alman ulusu bu savaşla birlikte büyüdü ve olgunlaş­tı. Artık öyle yapay cesaretlendirmelere ihtiyacı yok zira başarının doğrudan kendi gücünden geldiğine yürekten inanıyor. Adalet anlayışı ve günlük görevleri konusundaki farkındalığı ulusumuza, savaş karşısındaki tutum ve yarat­tığı ihtiyaçlar konusunda çok değerli bir tutum olan şevk­le çalışma becerisi kazandırıyor. Hepimiz biliyoruz ki ulus olarak bu savaşı kazanmak zorundayız. Görevlerimizi yeri­ne getireceğiz ve her bir görev, kazanma arzusunu yaratan bütün parametrelerin ortak çalışmasına katkıda bulunacak. Hizmetlerimiz ve yerine getirdiğimiz günlük görevler, çalış­ma şevkimizin göstergesi. Halkımızın tamamı, özellikle de kritik ve gergin zamanlarda sakinliğini koruyarak yüzünü yalnızca Führer'e dönüyor. Şayet Führer sessiz kalırsa, bu­nun için haklı nedenleri olduğunu biliyor ve aynı zamanda tekrar konuştuğunda, dudaklarından muzaffer cümleler dö­küleceğine inanıyorlar.

PEÇE NİHAYET KALKIYOR

6 Haziran 1941

Yüz binlerce genç Alman askeri, doğu sınırımızdan geçip 'işçi ve çiftçi cenneti' olarak ünlenen yere giriş yapıyor. Şayet Nasyonal Sosyalist Hareket başarılı olmamış olsaydı, şimdi hepsi Kızıl Savaşçılara katılır, Kızıl Bayrağı taşır ve 'işçilerin anavatanı' için hayranlık uyandıran ilahiler söylerlerdi. Bir araya geldikleri her toplantının sonunda 'bilge Stalin'i, 'dün­ya devriminin lideri' ve 'dünyaya barış getiren adam' olarak anıp överlerdi. Birkaç gün önce bir Londra gazetesinde batı cephesinin açılmasının Almanya için tehlikeli olabileceğini zira genç askerlerimizin, Bolşevizmle doğrudan tanıştıkla­rında ondan etkilenebileceklerine dair bir şeyler yazmış­tı. Bahsettiğimiz gazetenin hayal kırıklığına uğrayacağını şimdiden söyleyelim. Zira askerlerimiz, insanların Bolşe- vizm dediği şeyi daha cepheye gitmeden öğreniyorlar. İlk olarak Nasyonal Sosyalistler, Moskova'dan yayılacak her türlü entelektüel ya da ruhsal 'hastalığa' karşı bağışıklık kazanmış durumdadır. İkincisi ise askerlerimiz Bolşevizmi yalnızca teorik olarak görmekle kalmaz, uygulamasını da

deneyimlerler. Bu yüzden dayanıklılıkları hem Londra'yı hem de Moskova'yı rahatsız edecektir.

Sovyetler Birliği, daha ilk günden kendini dünyanın geri kalanından ayırırken ne yaptığını çok iyi biliyordu. Her ne kadar programlarında ve açıklamalarında kendilerini sosya­list olarak adlandırsalar da ne Nasyonal Sosyalist Alman­ya'nın yaptıklarını yapmaya cesaretleri var ki buna binlerce kez yaptığımız bir uygulamayı örnek verebiliriz: Kendi çift­çilerini ve işçilerini kendi gemileriyle uzak ülkelere gönde­rip hem oraların güzelliklerinin tadını çıkarmalarını hem de kendi ülkelerindeki şartlarla oranın şartlarını kıyaslama­larını sağlamıştır hükümetimiz. Çiftçi ve işçilerimiz böy- lece halklarını ve ülkelerini, düzenlerini, hükümetlerinin açıklığını ve adaletini sevmeyi öğreniyorlar. Bolşevizmin yarattığı sosyal illüzyonu koruyabilmesinin tek nedeni; al­datılmış halkın içinde bulunduğu şartları kıyaslayabileceği herhangi bir düzen tanımamasıdır. Kişi yirmi beş sene bo­yunca karanlık bir hücrede kalınca ufacık bir gaz lambası­nı bile güneş zannedebilir ve yirmi beş yıl boyunca sözde Sovyetler Birliği denen ülkenin vatandaşı olan bir kişi ise korkunç bir kulübeyi bir saray, bir parça ekmeği tanrıların yemeği olarak görebilir zira yıllar boyu, Bolşevik olmayan ülkelerdeki insanların hiçbir yiyecek bulamadığına dair ma­sallar dinlemiştir. Moskova'nın kendine has bir dünyası var. Dogmatik parti doktrini, kurnaz Yahudiler ve aç gözlü ka­pitalistlerden oluşan bir güruh, Sovyetler Birliği'ni oluştu­ran mazlum halkı kullanmaya devam ediyor. Bolşevizmden önceki zamanları hatırlayanlar, hatta yalnızca birilerinden o dönemleri dinleyenler bile tek tek katledildi. Halk, baş­ka ülkeleri göremediği, oraları ziyaret dahi edemediği için, uyuşturulmuş insanları, gerçekte cehennemden farksız olan Sovyetler Birliği'nin bir cennet olduğuna inandırmak çok da zor olmasa gerek. Sovyetler Birliği'nde yapılan, koca insan-

lık tarihindeki en büyük ve en kurnaz toplumsal aldatmaca­nın ta kendisidir.

Nasyonal Sosyalist Devrimi gerçekleştirmemizden kısa süre sonra politik suçlar işledikleri için Almanya'dan kaçan bir grup komünist, Almanya'da hapishanede olmanın sözde Sovyetler Birliği'nin özgür bir vatandaşı olmaktan çok daha iyi olacağını söyleyerek ülkelerine geri döndüler. İşte bugün, Doğu sınırına yürüyen askerlerimiz Bolşevik aldatmacanın kurbanlarının neler yaşadığını kendi gözleriyle görecekler. Maskeler düşüyor. Bolşevizmin başarıyla -ve haklı olarak- kendi etrafına sardığı sır perdesi aralanıyor. Moskova'nın gerçek yüzü ortaya çıkıyor.

Tüm bunları, bir günlüğüne cepheden Berlin'e gelen su­baylarımızın hikayelerinden dinliyor, anavatana ulaşan asker mektuplarından okuyoruz. Çok az ordu, düşman topraklarına böyle büyük bir merakla girip beklediği en kötü şeyden bile daha kötüsüne şahit olmuştur. Yaşananları anlatmak için kelimeler yetersiz kalır. Sayemizde Bolşevizmin aslında yoksulluk, inatçı bir doktrin olduğu ve yapıcı düşünceden yoksun olmak şöyle dursun bütünüy­le, göz alıcı sosyalist söylemlerin aksine akla gelebilecek en baskıcı sosyal çürümenin beşiği bir rejim olduğu anlaşıldı. O topraklarda, kelimenin tam anlamıyla devasa bir ihanet söz konusu.

Bazılarının, askerlerimizi etkileyeceğini düşündüğü şey tam tersi etki yarattı. Belki daha önce askerlerimizden bazı­ları Nasyonal Sosyalistlerin kendilerine Bolşevizm hakkın­da anlattıklarının biraz abartılı olduğunu düşünüyordu an­cak kendi gözleriyle gördüklerinde durumun çok daha kötü olduğunu anladılar. Polonya'nın Litzmannstadt, Krakow ve Varşova gibi gettolarına giren komutanlarımız için de aynı şey söz konusu olmuştu; onlar da antisemitist görüşleri­mizi insanımıza böyle baskıyla dayatıyor olmakta ne kadar haklı olduğumuz gördüler. Vatana geri döndüklerinde hep

anlattığımız tehlikenin gerçekten ne kadar ciddi olduğunu anlamışlardı. Bugün doğuya ilerleyen askerlerimiz de Bol- şevizm konusunda aynı şeyleri yaşayarak geri dönecekler kendi topraklarına.

Böylesi bir hastalıklı görüşün tüm Avrupa'ya ve hatta tüm dünyaya yayılmak istemesi ne kadar saçma; kolera hastası birinin, kendisi dışında herkesin hasta olduğunu ve sağlıklı insanları, sözde kendisi kadar 'sağlıklı' kılmak için onlara hastalık bulaştırmanın kendi görevi ve hakkı olduğunu düşünmesinden farksız.

Aslında ne olduğu ortaya çıktıktan sonra Bolşevizmin özünün sorgulanmaya başlaması tesadüf değil. Tüm Avru­pa'da bu konuda bir uyanış yaşanıyor. Sağlıklı bir merkezi olan toplumlar farklılıklarını bir kenara koyarak bir araya gelip Doğu Cephesi'ne doğru yola çıkıyor. Bu arada Bay Churchill ise demokrasi ve plutokrasi arasındaki uluslarara­sı iş birliğini pekiştirmek için koşturuyor; geçtiğimiz yirmi beş yıl boyunca aynı yerleri sözde işçi cenneti olarak parla­tan kendileri değilmiş gibi...

Bir arada olmak için yaratılanlar bir arada olmak zorunda­dır. Bay Churchill'in kendini sarıp sarmaladığı Yahudi bağ­ları sayesinde Kremlin'e erişmesinin çok kolay olacağından şüphemiz yok. Bilge Stalin gururlanabilir: Sovyetler Birli- ği'nin halkları, kurduğu rejimin korkunçluğunun ayırdına vardıkça Fleet Street'de1 dağıtılan plutokrat gazeteler ken­disine giderek daha fazla hayranlık duyacak. Hepsi, Stalin'i Bay Churchill'le kıyaslayarak onun cesaretine ve metane­tine imrenip kendisine övgüler yağdırıyor. Bizimse söyle­yecek bir şeyimiz yok. Tek umudumuz, Bolşevizme ufacık da olsa bir şüpheyle yaklaşan son insana da ulaşarak ona gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatana kadar var gücümüzle çabalamak.

1 Londra'nın merkezi caddelerinden biri.

OKW'nin son raporunda, Minsk bölgesinde yirmi bin ka­dar Bolşevik askerin, komutanlarını öldürdükten sonra ala­nı Alman askerlerine bıraktığı bildirildi. Bugün ise elli iki bin askerin daha çekildiği duyuruldu. Bu, bir işaretten daha fazlası. Bolşevizmin Yahudi terörünü destekleyen yöneti­ci sınıfının sonunun yaklaştığının işareti. Hepsi çaresizce akıntının tersine dönmesini bekliyor. Alman radyosundan yapılan Rusça yayınları dinleyenler ve hatta ellerine ufacık bir Alman broşürü geçenler bile katlediliyor. Kremlın'deki bir grup korkak yalancı da sonlarının geldiğini hissediyor. Moskova gazeteleri, panik ve dedikodu yayanlara, kendile­rine karşı çıkanlara ve muhalif gazetecilere kana susamışça- sına saldırıyor. Yaptıkları bize, Reich'ın yönetimini devral­madan önceki durumu, sınıf bilinci olan proleterlerin bizim toplantılarımıza katıldıkları için uyarı aldıkları zamanları hatırlatıyor. O zaman da gerçeklerden, şimdiki kadar çok korkuyorlardı. Yalanlardan ördükleri ağın çözülmesini ve üzerinde durdukları zeminin sarsılmasını korku içerisinde izliyorlar. Her birini bizim yerimize tarih yargılayacak!

Lemberg'e doktorlar, hukukçular, gazeteciler ve radyo programcılarından oluşan bir heyet yolladık ve döndükle­rinde hepsinin yüzleri asıktı, şahit olduklarını tasvir dahi edemiyorlardı. Gazetelerimiz, Bolşeviklerin yönetimi altın­da yaşananların yalnızca ufak bir kısmını yazdılar. Öldürü­len Ukraynalıların fotoğraflarını halkla paylaşmak isteme­dik zira görenlerin insanlığa olan inançlarını kaybedecek­lerinden korktuk. Şeytandan farksız bir askerin, Ukraynalı bir kadının karnını yarıp dışarı çıkardığı embriyoyu duvara çivilediği görüntülerle kıyaslanınca bilinen infaz yöntemleri gerçekten zarif birer eylem gibi kalıyor. İnsan gözü, böyle görüntülerden onlarcasına bakacak kadar güçlü değil. Orası dünyanın cehennemi. Böyle şeylere vesile olan bir görüşün, bizlerin yaratmak istediği dünyada yeri yok. Böylesi bir görüşün kökü derhal kurutulmalı.

Bay Churchill'in ve parayla tuttuğu korkak gazetecileri­nin, gösterdiğimiz onlarca kanıtı görmezden geleceğini ya da çarpıtacağını pekala biliyoruz. Onlar neyi görmek isti­yorlarsa onu görüyor; kendilerini tatmin etmeyecek şeyle­ri ise görmezden geliyorlar. Ancak tüm bunlar, bizim tüm dünyanın gözü önünde yapılması gerekeni yapmamıza en­gel olamayacak. Bolşevizme karşı verdiğimiz savaş, ahlaklı insanlığın ruhani çürümüşlüğe, toplumsal erdemlerin çökü­şüne, ruhsal ve fiziksel teröre ve bir sonraki kurbanını seç­mek için cesetlerden oluşan bir dağın tepesinde oturanların kötü politikalarına karşı verdiği bir mücadeledir.

Zira kendileri, Avrupa'nın tam kalbine bir hançer sapla­maya hazırlanıyorlar. Şayet o hayvani orduları Almanya'nın ve batının sınırlarından geçmeyi başarırsa neler olabilece­ğini kimse hayal dahi edemez. 22 Haziran1 gecesi Führer'in orduya verdiği emir, tarihi bir güç eylemiydi. Muhtemelen savaşın kaderini değiştirecek kritik bir karar olduğu da çok sonraları ortaya çıkacak. Führer'in emrine uyan askerlerimi­zin her biri, Avrupa kültürü ve medeniyetini, politik bir ba­taklığa dönüşme tehlikesinden koruyan kurtarıcılardır. Al­manya'nın çocukları yalnızca kendi topraklarını korumaklar kalmıyor, tüm medeniyetleri kurtarıyorlar. Nasyonal Sosya­list öğretilerle eğitilen çocuklarımız hızla doğuya ilerlerken tarihin en büyük aldatmacasının maskesini düşürüyor ve kendi halkları ile tüm dünyaya aslında ne olduğunu ve baş­larına neler gelebileceğini açıkça gösteriyorlar!

Tüm insanlığa çıkış yolunu gösterecek olan feneri ellerin­de tutuyorlar!

1    Nazi Almanya'sının, savaş ilanı olmaksızın Sııvy..ıler Birliği ne saldırdığı gün.

TAKLİTÇİLİK

20 Temmuz 1941

Yahudiler, kendi doğalarında herhangi bir değişiklik yap­maksızın etraflarına uyum sağlamak konusunda uzmandır. Tehlikeyi algılamalarını sağlayan doğal içgüdülere sahipler ve kendilerini korumaya yönelik eğilimleri genelde, tehli­keden kendi yaşamlarını riske atmadan ve herhangi bir ge­reksiz cesaret örneği göstermeden kaçmalarını sağlayacak yollar bulmalarına vesile oluyor. İşte bu kaypak ve sinsi yöntemleri fark etmek gerçekten zordur. Neler olduğunu an­lamak için kişinin Yahudiler konusunda deneyim kazanmış olması gerekir. Fark edildiklerinde size verdikleri karşılıklar çok basit ve primitif oluyor örneğin. Başkaları, bir insanın o denli utanmaz olabilmesine ihtimal veremediği için eşi gö- rültnemiş bir utanmazlık sergileyerek paçayı kurtarıyorlar. Bir zamanlar Schopenauer'ın dediği gibi, Yahudiler yalanın ustalarıdır. Gerçeği çarpıtma konusunda o kadar uzman­dırlar ki karşısındaki masum insana, hakikatin tam tersini inanılmaz basit yöntemlerle anlatır ve bunu da olağanüs­tü bir inandırıcılıkla yaptıkları için masum dinleyicilerinin

kafaları karışır ki bu, tam da Yahudilerin kazandığı andır genelde.

Yahudi dilinde buna chutzpah denir. Chutzpah, yalnızca Yahudilikte böyle şeyler olduğu için başka milletler bu keli­menin karşıladığı şeyi anlayamadığından başka herhangi bir dile çevrilemeyen tipik bir Yahudi deyimidir. Başka dilleri konuşan insanlar, bu kelimenin karşıladığı eylemi belirte­cek bir ifade bulmaya gerek görmemişlerdir zira bu deyimle anlatılan şeye çok yakın olan eylemler dahi kabul edilemez. Temel olarak anlamı; sınır tanımaz, akıl almaz ve küstah bir arsızlık ve utanmazlıktır.

Yahudilerle polemiğe girmenin çarpık zevkini tattığımız sürece, Yahudilerin karakterlerinin tipik yanlarını oluştu­ran chutzpah dedikleri eylemlerin pek çok örneğiyle karşı­laşma şansı buluruz. Korkaklar cesur; samimi olanlar yapay ve cesur insanlar da iflah olmaz ahmaklara dönüşür. Şişko ve terli stokçular kendilerini dünyayı kurtaran komünist­lermiş gibi gösterirken iyi yürekli askerleri canavarmış gibi tasvir ederler. Normal aileler aşağılanırken çok eşlilik, in­sanlığın gelişim idealiymişçesine yüceltilir.

Mide bulandıran, insan zihninin ürettiği tüm pisliğin kaynağı olan baştan savma yapma özelliği, kusursuz bir sanatmış gibi tanımlanırken gerçek zanaatlar aşağılanıp yok sayılır. Katil değil, maktulde suç bulunur. Koca bir toplum üzerinde yeterince uzun süre uygulandığında hem mental hem de duygusal anlamda paralize olmanıza neden olacak bir toplumsal aldatma sistemidir bu, o uzun sürenin sonun­da her türlü doğal savunmayı baskılar. NASYONAL SOSYA­LİZM gelmeden evvel Almanya da buna benzer bir sistemin kurbanı olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Şayet onları alt etmemiş olsaydık, halkımız son anda sağduyuyla hareket etmeseydi, Yahudiliğin bir toplumun başına sarabileceği en şeytani hastalık olan Bolşevizm ülkemizi ele geçirecekti.

Bolşevizm aynı zamanda Yahudilerin chutzpah dedikleri şeyin bir ifadesidir. Vahşi Yahudi parti liderleri ve kurnaz Yahudi kapitalistler, hayal edilebilecek en utanmaz eylemi gerçekleştirmeyi başardılar. Sözde proleterleri, gerçek ya da uydurma sorunları daha da büyüterek sınıf çatışmalarının içine çektiler. Tek amaçları, Yahudilerin baskın çıkmasını sağlamaktı. Plutokratlar, sosyalizmi büyük bir finansal dik­tatörlük kurmak için kullandılar. Bir tür evrensel devrim yaparak bu deneyi Sovyetler Birliği'nden dünyanın geri ka­lanına yaymak istiyorlardı. En nihayetinde de dünya, Yahu- diler tarafından yönetilecek duruma gelecekti.

Ancak Nasyonal Sosyalist devrim bu girişime ölüm­cül bir darbe indirdi. Dünya çapında tüm Yahudiler, artık yaptıkları ajitasyonların Avrupalı toplumları alaşağı etmek için yeterli olmayacağını anlayınca da savaşın çıkmasını beklemeye karar verdiler. Savaşın mümkün olduğunca uzun sürmesini istiyorlardı zira bu sayede Bolşevizm terörünü giderek körükleyecek ve zayıf düşen, yorulan, ye­tersiz kalan Avrupa'nın üzerine salacaklardı. Moskova'daki Bolşeviklerin amacı, savaşın başından beri buydu. Zafer ka­zanmalarının kolay ve kaçınılmaz olacağı bir anda savaşa gi­recekler ve o arada da Almanları, batı cephesinde kritik bir başarı kazanmalarına engel olmak adına mümkün olduğun­ca oyalayacaklardı. Bir Pazar Sabahı Führer'in kılıcı, yalan ve entrikalarla ördükleri ağı ikiye böldüğünde Kremlin'de ne şiddetli öfke çığlıklarının yankılanmış olabileceğini ha­yal edebilirsiniz.

O zamana kadar Yahudi Bolşevik liderler akıllı davrana­rak geri planda kalmayı başarmıştı, bu yüzden muhtemelen bizi kandırmış olabileceklerine dair bir yanılgıya düştüler. Litwinow ve Kaganowitsch nadiren ortalıkta görünüyordu. Ancak sahne arkasında sinsi eylemlerine devam etmektey­diler. Bizleri, Moskova'daki Bolşevikler ile Londra ve Was- hington'daki Yahudi plutokratların düşman olduklarına

inandırmaya çalıştırlar ancak gizliden gizliye bizi köşeye sıkıştırmayı planlıyorlardı hep birlikte. Şeytani oyunları ortaya çıktığı anda birbirlerine arka çıkmaları da bunu ka­nıtlamış oldu. Her iki tarafta da var olan her şeyden haber­siz kimseler, gördükleri manzaraya inanamayarak gözlerini ovuştururken taktiksel hamlelerle bir kez daha ikna edil­diler.

Örneğin; Moskova'da Yahudiler ATEİZM DERNEĞİ kur­dular ve onursal üyelerinden biri de Sovyetlerin önde ge­len isimlerinden biri oldu. Böylece Sovyetler Birliği'nin tamamında inanç özgürlüğü garanti altına alınmış oldu. Yalan haber yayma organları derhal dünya basınına artık kiliselerde ibadet etmenin serbest olduğu haberini yaydılar. Her gece radyoda Enternasyonal Marşı çalarak yayın yapan Bay Eden, ilginç bir tespitte bulunarak Bolşeviklerin aslın­da düşman değil, tam tersine müttefikleri olduğunu söyle­dikten sonra da İngilizleri sakinleştirmek mümkün olmadı. O sırada anlatılan her şey o günlerde İngilizlere biraz ağır gelmişti ancak ünlü radyocu iddiasını sebatla sürdürerek Stalin'in büyük bir devlet adamı ve ancak Churchill'le kı­yaslanabilecek kadar büyük bir reformist olduğunu belirtti. Sonrasında Moskova ve Londra'da hüküm süren olağanüstü demokratik rejimler arasında benzerlikler bulmak için elle­rinden gelen her şeyi yaptılar.

Dikkat çekicidir ki bu noktada aslında gerçeklikten çok da uzaklaşmış sayılmazlardı. Kendilerini tanımayan insanlar, onların gerçekten birbirinden çok farklı olduğunu söyleye­bilirdi ancak uzmanlar, bir elmanın iki yarısı gibi oldukları­nı hemen anlıyordu. İster iş üstünde ister sahnede isterlerse de sahne arkasında olsunlar, Yahudilerden bir farkları yok­tu. Moskova'da dua ederken de Enternasyonal'i söylerken de Yahudilerin her zaman yaptığı şeyi yapıyorlardı. Bir şeyleri taklit ediyorlardı yalnızca. Genelde yavaşça, adım adım, di­ğerlerini uyandırmadan ya da rahatsız etmeden etraflarına

uyum sağlıyorlardı. Ancak şimdilerde bizler onları deşifre ettiğimiz için bize çok öfkeliler. Ne olduklarını bildiğimizin farkındalar. Yahudiler ancak gizlenebildiklerinde kendile­rini güvende hissederler. Birinin kendilerini fark ettiğini sezdiklerinde ise kontrollerini kaybederler. Deneyimli Ya­hudi uzmanları, onların savurdukları hakaretler ve ettikleri şikayetlerde anında Eski Ahit'ten nefret söylemlerini he­men seçebilirler. Bize o kadar çok saldırdılar ki artık ori­jinalliklerini de yitirmiş durumdalar gözümüzde. Yalnızca psikolojik bir ilgiyle yaklaşıyoruz hepsine. Yahudinin öfkesi en uç noktasına ulaşana değin bekliyoruz, sonrasında parça­lanma başlıyor. Mantıksız laflar ederek bir anda kendilerine de ihanet ediyorlar.

Moskova ve Londra radyolarında söylenenler ve Bolşevik ya da plutokrat basın yayın organlarında çıkan makaleler gerçekten anlatılabilecek gibi değil. Londra, iyi halini koru­yup çevresine uyumlu görünmesi için Moskova'ya öncelik tanıyor. Bu sırada Moskova'daki Yahudiler de bol bol yalan üretiyor ve nihayetinde Londralı Yahudiler bu yalanları alıp masum burjuvazinin inanacağı hikayelere dönüştürüyorlar. Bunu da son derece profesyonelce yapıyorlar. Lembert'te iş­lenen ve geçmişte tüm dünyayı dehşete düşüren korkunç suçlar elbette ki Bolşevikler tarafından işlenmemişti, bunlar ancak Propaganda Bakanlığı'nın uydurduğu saçmalıklardı. Alman habercilerin sözde kanıtlarını tüm dünyayla paylaşmaları da hiç uygun değildi. Bizler, sanatı ve bilimi baskılarken Bolşevizmin hüküm sürdüğü yerler kültürün, medeniyetin ve insanlığın hakiki merkezine dö­nüşmüştü. Hepimiz aslında Moskova Radyosundan yapılan yayınları keyifle dinliyorduk. Anlatılanlar o kadar saçma ve mantıksızdı ki neredeyse koltuklarımızı kabarttı zira Yahu­di konuşmacıların Berlin'deki eski güzel günlerini anımsa­dıklarını tahmin ettik. Şayet çok kısa süreli bir hafızaları yoksa yaptıkları bütün aşağılamaların ne kadar berbat ol-

duğunu hatırlayacaklardır mutlaka. Her gece, suratlarımıza birer yumruk indireceklerini, hem bizleri hem de diğer kü­çük Nazi 'domuzları' döveceklerini söylüyorlardı. Elbette bunu yapmak isteyebilirsiniz ancak istediğiniz şeyi eyleme dökmek çok başka bir şeydir, Baylar! Olanların trajikomik bir yanı da var. Yahudiler gerçekten çok güçlüymüş gibi ko­nuşuyor ancak ilerleyen Alman askerilerini görünce tavşan misali kaçarak çadırlarına saklanıyorlar. Qui mange du juif, en meurt![XXVII]

Bu noktada, Yahudilerin tarafında olanların kaybetmeye mahkum olduklarını söylemek yanlış olmaz. Bekleyebile­cekleri tek şey, hızla yaklaşan yenilgileri olacaktır. Ellerinde yıkımın tohumlarını taşıyorlar. Bu savaşın, Nasyonal Sos­yalist Almanya'ya ve uyanmakta olan Avrupa'ya son darbeyi indireceğini düşünmüşlerdi ancak yıkılan bu kez kendileri olacak. Şimdiden dünyanın dört bir yanında aldatılan umut­suz insanların çığlıklarını duymaya başladık bile:

"Bu Yahudilerin suçu! Onların suçu!"

Adaleti sağlayacak olan mahkemenin kararı korkunç ola­cak. Bizim bir şey yapmamıza gerek bile kalmayacak. Her şey zaten olacağına varacak.

Uyanan Almanya'nın yumruğu bu ırkçı pisliği dağıtırken, uyanan Avrupa'nın yumruğu da elbet arkasından gelecek. İşte o zaman taklitçilikle bulundukları ortama uyum sağ­lamak Yahudileri kurtarmayacak. Kendilerini suçlayanlarla bu kez doğrudan yüzleşmek zorunda kalacaklar ve ulusların mahkemesi utanmazlıklarını acımasızca yargılayacak.

Sonra da zerre acımadan, asla merhamet etmeden son darbeyi indirecek. Dünyanın düşmanı düşecek ve Avrupa'ya barış gelecek!

YENİ BİR ÇAĞA GİRERKEN

28 Eylül 1941

"Geçmişte kafam karışıktı ve yüceliği olan hiçbir şeye inan­mayı başaramıyordum. Ancak artık her şeyi gördüm ve eğer yaşarsam beni yüce Alman İşçi Partisi'nin bir üyesi olarak kabul etmenizi istiyorum. Ölürsem de, Almanya uğruna seve seve ölürüm, bu uğurda her şeye varım."

Bu sözler, Donawitz'te görev yapan Joseph Zezetka adın­daki bir askerin, kasabasındaki grup liderine yolladığı mek­tuptan alıntılandı. Son üç ayda Doğu Cephesi'nden buna benzer milyonlarca mektup aldık. Her biri, Alman halkına Doğu Cephesi'nde yaşanan zorluklar, tehlikeler, fiziksel ve ruhsal güçlükler hakkında bir fikir veriyor ancak aynı za­manda askerlerimizin zafer kazanacağına dair sarsılmaz bir güven de aşılıyor yüreklerine. Hiçbir propaganda, hiçbir haber raporu ya da hiçbir fotoğraf bundan daha iyisini ba­şaramazdı. Düşmanın, Alman halkına savaş hakkında yan­lış ya da eksik bilgi verdiğimize dair bitmek bilmez yalan propagandalarına en güzel cevabı askerlerimizin mektupları veriyor. Doğrudan deneyimledikleri şeyleri en yakınlarına,

yani gerçeği gizlemek zorunda kalmadıkları insanlara yazı­yorlar. Yıkıcı gerçekleri ne bir eksik ne de bir fazla anlatı­yorlar. Doğuda, Avrupa ve onun en tehlikeli ve en şeytani düşmanı arasında verilen bu devasa savaşta iddialarımızın doğruluğuna şahit olan en güvenilir insanlar onlar.

Elbette bu askeri operasyonların boyutunu anlayamayan insanlar da var. Olaylara alışık oldukları pencereden bakıp aşina oldukları standartları baz alıyorlar yalnızca. Böyle in­sanlar halihazırda eşi benzeri görülmemiş bir dünya savaşı verildiğini algılayamıyorlar. Bolşevizm kendini yok olmak­tan kurtarmak için ulaşabildiği her türlü olanağı kullanıyor. Bu, bir hayat memat meselesi. İçimizden yalnızca biri hayat­ta kalacak. Herkesin, şayet Führer Sovyet tehlikesine karşı harekete geçmeseydi neler olabileceğini bir düşünmesi ge­rekir. Ancak o zaman kapıda bekleyen felaketin boyutlarını sağlıklı bir biçimde idrak edebilirler. Askerlerimiz Mosko­va'nın planlarına bizzat şahit oldu ve önce Almanya'nın son­ra da Avrupa'nın yıkımı için yapılan hazırlıkları kendi göz­leriyle gördüler. Sovyetlerin sistemini ilk elden deneyimle- yip sözde işçi ve köylü cenneti olan ülkenin gerçek şartlarını arada hiçbir perde olmaksızın, tüm açıklığıyla gözlemledi­ler. Bunun geleceğe etkisi gerçekten büyük olacak. Nasıl ki Polonya harekatından sonra Almanya'da Yahudi sorunuyla ilgili herhangi bir tartışma kalmadıysa, Doğu harekatı ta­mamlandığında Bolşevizm hakkında da kimse herhangi bir itirazda bulunmayacak. Bu bir harekattan, hatta bir savaştan çok daha fazlası. Bu, kelimenin en geniş anlamıyla kıtaların kaderini belirleyecek tarihi bir mücadele.

Mücadelenin boyutları konusunda da aynı şeyler geçerli; yaptıklarımızın, herhangi bir kıyaslamada bulunulamaya- cak kadar geniş ve güçlü olduğunu anlıyoruz ancak yabancı, hatta tamamen tarafsız gözlemcilerin mücadelemizi kendi dar pencerelerinden değerlendirmeye çalışmaları tam anla­mıyla saçmalık. Örneğin; Zürih ya da Bern'deki ancak bir

ilkokul üçüncü sınıf öğrencisinin bilgeliğine sahip olan sözde militer yazarlar, doğudaki operasyonların boyutu­nun, fethedilmesi beklenen alanla kıyaslanamayacağını ve yok etme mücadelesinin verildiği alanın İsviçre'den daha geniş bir alanı kapsadığını yazdı. Rakamlar ya da bölgeler konusundaki değerlendirmelerimizi tartışmanın kime ne faydası olacak peki? Dünya Savaşı sırasında yüz bin kişi­yi tutsak ettiğimizde, okullar kapatılmış, fabrikalarda bay­raklar yarıya indirilmiş ve sekiz gün boyunca kilise çanları çalınmıştı. Bugün bunlar bize çok sıradan görünüyor. Zira geçmişte olduğu gibi bugün de önemli olan zafer kazan­mak. Bugün de askeri başarılar askerlerin ruhsal ve beden­sel çabalarıyla kazanılıyor ve askerlik nedir bilmeyenlerin bunu anlaması kolay değil. Önemli zafer ancak ve ancak kan akıtıp ter dökülerek kazanılır, biz anavatan toprağında gün be gün, her saat kendi işlerimizle uğraşırken cephede keli­melerle anlatılamayacak bir kahramanlık destanı yazılıyor. Haber gösterimlerinde Alman askerlerinin çamur ve balçık içindeki arazilerden geçtiklerini izliyoruz. Pilotların pike yapıp düşmanın üzerine dalışa geçişini ve kara birlikleri­ni desteklediğini görüyoruz. Tüfekli birlikler yol kenarında, tek bir fısıltıyla verilecek olan yirmi metreye kadar seri ateş açma emrini bekliyorlar. Mühendislerimiz, düşmanın top ateşinin tam ortasında, üzerine köprü kuracakları nehrin kı­yısında duruyorlar. Topçu birlikleri göğüslerini siper etmiş, düşmanın üzerine ölüm ve yıkım yağdırıyorlar. Bir siperin ortasına neredeyse ölü gibi uzanmış ya da on beş dakikalık rüyasız bir uyku uyumak için bir duvara dayanmış topçu­ların, tüfekli askerlerin, mühendislerin ve pilotların fotoğ­rafları geçiyor elimize. On beş dakikalık dinlenmeden sonra tekrar görev başına geçiyor, uçuyor, uygun adım ilerliyor, köprü inşasına devam ediyor, silahlarını ateşliyorlar, hem de onca yorgunluğa rağmen düşmanın kendini toparlama­sına izin vermeden saldırıyorlar.

OKW raporlarında ise yalnızca operasyonların planlara uygun şekilde ilerlediği belirtiliyor. Ara sıra yine radyolar­dan zafer duyuruları yapılıyor ancak biz yalnızca nefesle­rimizi tutup bekliyoruz. Geçmişte de benzer zaferler kaza­nıldı.

Tarafsız eleştirmenlerimiz istediklerini söyleyebilirler. Tüm edebi ve sosyal becerilerini kullansalar dahi tek bir Sovyet köyünü bile kuşatamayacakları aşikar. Kahraman Al­man ordusu hem Avrupa'yı hem de onları savunurken otur­dukları tehlikeden uzak köşelerden çok bilmişlik taslayarak yazdıkları makalelerin pek de bir önemi yok. Alman ordusu bir köşeye çekilip de Bolşeviklerin ilerlemesine izin versey­di böyle militer eleştiriler yazma fırsatları da olmayacaktı. Bu insanlar çok fazla şey biliyor olabilirler ya da söyleyecek çok akıllıca şeyleri olabilir ancak Sovyetler geldiği takdirde onları sesini bir çırpıda keserdi. Doğudaki entelektüeller ya da onlardan geriye ne kadarı kaldıysa bir noktaya kadar ko­nuşabiliyor. Kendi deneyimlerinden biliyorlar Bolşevizmin ne olduğunu. Ancak Bern, Zürih ve Stockholm'deki sözde entelektüellerin pek de bir şey öğrendiği yok. Objektiflikten çok uzaklar ve kibarca ifade etmek gerekirse düpedüz peşin hüküm veriyorlar. Alman askerleri doğuda Avrupa kültürü ve medeniyeti için mücadele ederken onlar, bu konuda mü­temadiyen atıp tutuyorlar ancak bunu yapabilmelerinin tek nedeni aynı Alman askerlerinin onları koruyan kılıçlarını düşmanın üzerinden çekmemesi. İşte durum bundan ibaret.

Bunları söylemek arı kovanına çomak sokmaya benziyor olsa da bunu yapmak gerekiyor. Bu sözde tarafsız entelek­tüelleri iyi biliriz biz. Asla taşıdıkları sıfatı hak etmeyen tiplerdir hepsi. Neler olduğunu anlamaktan dahi acizler. İleriye bakmak yerine geçmişe takılıp kalırlar. Ne neler ol­duğundan ne de neler olacağından haberleri var. Bir şeyleri, savaşın en başında bıraktıkları yerden alıp onların üzerine konuşmayı seviyorlar yalnızca. Ancak o steril hayalleri gele-

ceği inşa etmek için yeterli değil. Neyin imkansız olduğun­dan bahsetmeksizin mümkün olan imkansızmışçasına lanse etmeyi seviyorlar. Dokuz sene önce partimizin politikada başarılı olmasını imkansız görüyorlardı. Bunu bile becere­meyenler dış politikada gelecek başarılarımızı ya da askeri ilişkilerimizin yönünü nasıl öngörebilirler! Böyle insanlar ancak gerçekler yüzlerine çarpıldığında neler olduğunu anlıyor. İki hafta boyunca herhangi bir gerçeği kanlı canlı karşılarında görmezlerse, yeni çağı gözden çıkarmaya bile hazır bulunuyorlar. Geçmişi, bir bilim adamı hassasiyetiyle irdelerken içinde bulundukları döneme yedi mühürlü kitap muamelesi yapıyorlar.

Almanya'da iki haftalık bir patates stoku sıkıntısı yaşanır­sa örneğin, Alman halkının isyana hazırlanması gerektiğini salık veriyorlar. Kahve, sigara ya da biranın temininde kısa süreli aksaklıklar yaşandığında Alman halkının çoğunluğu bunu protesto etmezse hemen psikolojileri bozuluyor. Bay Churchill ahmakça, saçma ve son derece abartılı demeçler verirken Almanya'nın buna nasıl bir karşılık vereceğini he­vesle bekliyorlar ancak bizler ona yanıt dahi vermiyoruz. Zira Bay Churchill'in ve plutokrat çevresinin bizim yok ol­mamızı istediği pekala biliyoruz. Söyleyecekleri hiçbir şeyi umursamıyor, yalnızca Führer'e mücadelesinde başarılı ol­ması için yardımcı olmak amacıyla çalışmaya devam ediyo­ruz.

Çağın büyüklüğünü görmemizi sağlayan pencereyi kimsenin çamura bulamasına izin vermeyeceğiz. Nefret ve hasetle kıvranan düşmanımızın sinsi tehditlerini bertaraf et­mek için fedakarlık yapıp önlem alarak yorulmak bilmeden çaba sarf etmemiz gerektiğini çok iyi biliyoruz. Her şeye ha- zırlıklıyız. Elbette günlük yaşamda da ilgilenilmesi gereken şeyler ve taşınması gereken yükler var. Bunu kim inkar ede­bilir ki? Hepimizin savaş yerine barışı tercih edeceği ve sa­kin zamanlarda hepimizin daha mutlu bir gelecek için plan-

lar yaptığı da bir gerçek. Tehlikelerin tam ortasındayken hayatı sevmeyi öğrendik ve ara sıra hayal ettiklerimiz bizi mutlu eden barış, güvende olma, kutlama ve mutlu yaşama düşünceleriyle hedefimizden uzaklaştırabiliyor.

Ancak bunlar, Bay Churchill'in; kurnaz tahriklerine ka­pılmamıza ve giderek zayıf düşüp korkuya kapılmamıza dair umutlarını gerçeğe dönüştürür mü? Asla. Churchill her daim ulusumuzun yıkımını ve felaketini istiyor. Şayet eline düşersek bize, ailelerimize ve çocuklarımıza neler ya­pabileceğini çok iyi biliyoruz. Himayesindeki Yahudiler, bize öfkelendikleri her an, gelecekte neler olabileceğine dair işaretler veriyorlar bize. Bizi kandıramazlar. Dar görüşlü İsviçreli politikacılar ise bizlere, Reichstag'daki Ekonomik Parti ya da Hıristiyan Yardımlaşma Vakfı'ndaki temsilcileri anımsatıyor. Reich'ın geleceği için Marksizmle savaştığımız dönemde bizimle alay ediyorlardı. Ancak Kızıl Cephe çök­tüğünde her biri unutulup gitti.

Bizler benzersiz ve kudretli bir çağda olduğumuzun bi­lincindeyiz. Zaman durmaksızın akıyor. Geleceğe devasa adımlarla ilerliyoruz ve zamanın izinden gidenler ne şanslı ki yepyeni bir çağın kapılarının açılışına şahitlik ediyorlar.


NE ZAMAN VE NASIL?
9
Kasım 1941

Dünya Savaşı sonrası Avrupa'nın ne kadar hastalıklı bir yapıya büründüğünü ve yeniden sağlığına kavuşması için de ne tür kapsamlı değişikliklere ihtiyacı olduğu bu savaş sürecinde iyice netlik kazanmış durumda. Bazen zararsız bir soğuk hava dalgası bir dizi hastalığın ortaya çıkmasına zemin hazırlarken, belirgin bir önem arz etmeyen ufacık bir eylem ise dünyanın bir bölümünü kafa karışıklığına sevk edebiliyor. Tarihin bir parçasını oluşturan politikayı anla­mayanlar, bahsi geçen olayın başlangıcının insanlığa büyük felaketler getirdiğine ve ulusların değişimine neden oldu­ğuna inanabiliyorlar. Örneğin; Saraybosna'da atılan kurşun, Dünya Savaşı'nı başlattı ancak savaşın esas nedeni o kurşun değildi. Avrupa zaten yıllardır böyle bir savaşa hazırlanıyor­du. Alman hükümeti yaklaşan tehlikeyi görmek istemedi ve bu yüzden de kendini, daha önceden hazırlık yapmış olsay­dı daha etkili bir biçimde mücadele edebileceği ancak bunu yapamadığı için olabilecek en kötü zamanda yakalandığı bir savaşın içinde buldu. Kişi, acımasız bir düşmanın ilk kur-

şunu sıkmak için mümkün olan en iyi pozisyonu bulmayı bekleyeceğini bilmeli ve gerekirse ilk kurşunu kendisi sık- malıdır. Dönemin sorumluluktan kaçan hükümeti, tehlikeyi görmezden gelerek işlerin daha da büyümesine neden oldu ve ancak iş işten geçtiği zaman ordularını harekete geçme emri verebildi.

Bütün bir ulusun hayat memat mücadelesi içerisinde, bu mücadeleyi başlatan esas olayın insanların hafızalarından silinmesi doğal. Bugün verdiğimiz savaşın devasa boyutları göz önüne alınınca savaşı başlatan olayın 1939 yılının Ağus­tos ayında gerçekleştiğinin düşünülmesi ise tam bir saçma­lık. Danzig şehrinin yeniden Reich'a katılması ve bu vesi­leyle bir koridor oluşturulması gerekiyordu. Almanya'nın bu mütevazı talebi dahi düşman tarafından reddedildi ve savaş bahanesi olarak kullanılarak bu kötücül mücadelenin başlamasıyla kıtamızın tamamında deprem üstüne deprem yaşandı. Ardından da Avrupa'nın bütün o eski, asla çözül­memiş ya da kısmen halledilmiş sorunlarının her biri tek­rar su yüzüne çıkarıldı. Versay Anlaşması'yla, yaşamımızı sürdürdüğümüz bölgedeki herkes bir nevi zincire vurularak sosyalist Almanya'yı büyüyen popülasyonuyla, ölmeye yüz tutmuş plutokrasiler tarafından boğulduğu, genç Mihver Devletler'in1 dünyanın hiçbir kaynağına ya da zenginliğine erişiminin olmadığı, sadık dalkavukları yardımıyla İngil­tere'nin her istediğinde onu rahatsız edebileceği; doğuda Sovyetler Birliği'nin yüz yetmiş milyon insanı, ancak bar­bar insanların besleyebilecekleri kadar vahşi niyetlerle bü­yük bir kriz yaratacak şekilde bütün kıtaya saldırmak üzere Bolşevik ordusu oluşturmak için sefalete mahkum ettiği ve ekonomik ve sosyal yaşamın son temellerinin de bu şekil-

1    İkinci Dünya Savaşı. ulusların bir araya gl"lerl'k oluşturduğu iki büyük grup arasında gerçekleşmişti; Mihver Devletler aralarında anlaşan Almanya, lıalya ve Japonya tara­fından kurulan ve Müttefik Devletler bluguna karşı savaşan gruptu.

de yıkılacağı ufacık bir alana sıkıştırdı; bahsettiğimiz bunca mesele de tartışmaya açık halde, öylece kaldı.

İşte bu savaşla birlikte, hoşumuza gitse de gitmese de, tüm bu sorunlar tek tek çözülmek zorunda. En başından itibaren de yasalara uygun davranmalıyız. Artık hiçbirimizin kaçışı yok. Hiçbir şeyi erteleyemeyiz. Savaşa katılacak her bire­ye ihtiyaç var. Bugün düşmanla mücadele edemezsek yarın, muhtemelen çok daha zor şartlar altında savaşmak zorunda kalacağız. Kimse artık, Polonya Danzig'i verip istediğimiz koridoru açmamıza izin verirse ya da Polonya operasyon­larının sonunda Fransa ve İngiltere Führer'in barış teklifini kabul ederse Avrupa'nın bütün sorunlarının çözüleceğini düşünmemeliler. İngiltere'nin uslu duracağına ya da Sov- yetler Birliği'nin kurduğu devrim ordusunun aslında işe ya­ramaz bir oyuncak olduğunun ortaya çıkacağına kim inanır? Hayır, şu anda durursak, savaş birkaç yıl sonra geri döner ve şu anki halinden tek bir farkı olur; düşmanımız Polonya operasyonlarımızdan sonra savaş konusunda dersini almış ve bizim kapasitemizi aşacak silahlar geliştirmiş olurlar.

Kader bize acımasız ve amansız davrandıysa da iyiliğimizi istedi. Bizi, şayet düşmanımız -şüphesiz sonradan çok daha büyük bir tehdit yaratmak koşuluyla- bizimle anlaşabilir­miş gibi rol yapsaydı asla alamayacağımız kararlar almaya zorladı. Bulunduğumuz bölgenin sorunları giderek daha fazla netleşirken, çözümlerin ertelenmesi artık mümkün değil. Mesele artık bölgesel sorunlara bir çözüm bulmaktan daha fazlası; mesele artık herkesin meselesi. İşte içinde bu­lunduğumuz savaşın boyutlarını ancak böyle tanımlayabi­liriz: Herkesin meselesi. Bu savaş sürecinde yaşanan -er ya da geç, muhakkak bir savaşa yol açacak olan- farklı olayların arasında, şartların ne olduğu önemli olmaksızın bir bağlantı var. Her şeyden önce, diğer tüm savaşlardaki gibi bu savaşın da hem ruhsal hem de fiziksel yükleri olacağını asla inkar edemeyiz. Bu noktada asıl önemli soru, savaşın ne zaman

biteceği değil, nasıl biteceğidir. Eğer biz kazanırsak, akılla­ra gelen her türlü sorun çözülecek: Hammaddeler, yiyecek stokları, yaşam alanları, devletimizin sosyal dönüşümünün temellerinin atılması ve Mihver Devletler'e dahil her mille­tin ulusal bağımsızlığı. Eğer kaybedersek, çok daha fazlası elimizden kayıp gidecek: Ulusumuzun tam anlamıyla yok olacak.

İşte düşmanlarımızın asıl meselesi de bu: Ulusal varlığımız. Reich'ın ve onun müttefiki olan ulusları, nasıl en etkili ve kalı­cı biçimde yok edecekleri konusunda fikir ayrılığına düşüyor olabilirler; biri askeri ve ekonomik birliğimizin çözülmesi gerektiğini söylerken bir diğeri ulusumuzu ufak eyaletlere bölmeyi; üçüncü bir kimse, doğum kontrolü ve kürtajla nü­fusumuzu on milyona kadar düşürmeyi ve dördüncüsü de altmış yaşın altındaki bütün Almanların kısırlaştırılmasını teklif ediyor. Ancak hepsi tek bir payda buluşuyor: Alman­ya'yı bir kez daha yendiklerinde bu kez bizi tamamen yok etmek, tarihten silmek, ortadan tamamen kaldırmak isti­yorlar. Bu kez, bize ufacık da olsa bir var olma umudu ve­recek bir Versay Anlaşması da beklememiz mümkün değil. Düşmanlarımız, askeri operasyonlar konusunda ne kadar çok umutsuzluğa düşerse kana susamışlık kokan Eski Ahit hayallerine o kadar büyük bir kinle tutunuyorlar. Attıkla­rı sloganlar cahillere çekici geliyor olsa da sözde hümanist sözlerinin ardındaki yakıp yıkma arzusunu bütün çıplaklı­ğıyla görebiliyoruz bizler. Mihver Devletler şu anda kendi varoluşları için savaş veriyorlar ve eğer kaybedersek kendi­mizi içinde bulacağımız cehennemin yanında savaşın getir­diği sorunlar ve güçlükler sönük kalıyor.

Gerçeği saklamaya çalışmanın bu noktada hiçbir anlamı yok. Açık olmak hiçbir zaman bir zayıflık göstergesi olarak değerlendirilmemeli, bilakis sahip olduğunuz gücün hakiki bir kanıtı olmalıdır. Şayet 1917'de ulusumuza yüce bir elçi gönderilerek halka 1918 Kasım ayında verilen kapitülasyon-

lardan sonra olacaklar açıkça anlatılmış olsaydı, son anda soluğumuzun kesilmesine asla izin vermez ve ne yapıp edip o savaşı kazanırdık. Yirmi yıllık bir mücadelenin ardından 1918 yılının Kasım ayında ulusumuza verilen zararın telafi edilmesi için Adolf Hitler gibi bir politik dehanın gücüne ihtiyacımız vardı. Ancak daha en başından onun çabala­rını bile sekteye uğratmaya çalışanlar oldu. Ancak artık ikinci bir şansımız yok. Bugün elimize geçen bu fırsat hem en büyük hem de son şansımız. Her gün bu gerçeği bütün çıplaklığıyla hatırlamak zorundayız. Askerlerimiz cephede mücadele ederken, işçilerimiz iş yerlerine giderken, çiftçi­lerimiz ulusumuzun ekmeği olacağı buğdayı hasat ederken; mühendislerimizi, bilim adamlarımız, sivil çalışanlarımız, doktorlarımız ve sanatçılarımız, ulusa her nerede hizmet veriyor olursa olsunlar bu gerçeği akıllarından çıkarmama­lı. Her sabah uyanınca, her gece uyumadan önce bu uğurda dua etmeli herkes. Yaptığımız her şeyde bu motivasyonla çalışmalıyız.

Kazanabiliriz ve kazanacağız! Ancak bu zafer için halkı­mızın tamamının var gücüyle çabalamasına ihtiyacımız var. Tek bir ferdin dahi kenara çekilmemesi, bu mücadeleye bir şekilde katılması gerekiyor. Nasıl ki savaşı kazanmak hepi­mizin faydasına olacaksa, kaybetmek de aynı anda hepimizi yok edecek. Tarihimizdeki her belirleyici anda olduğu üze­re halkımızın kaderi bugün de yine kendi ellerinde. Bizler geleceğimizin nalbantlarıyız, bugün ise üzerimize her za­mankinden daha çok görev düşüyor. Diğer uluslara liderlik ederek onlara Avrupa'nın genelinin mustarip olduğu kafa karışıklığından nasıl kurtulacaklarını göstermek zorun­dayız. Kaderi, son zaferimizi kazanmamıza izin vermeden önce bizi böylesine zorlu bir mücadeleye soktuğu için suç­layabilir miyiz? Kıtayı yeniden şekillendirmek gibi böylesi tarihi bir görevin, hiçbir çaba sarf etmeden öylece kucağı­mıza düşeceğine inanan var mıdır aramızda? Tarih kimseye

hediyeler sunmaz, fırsat verir ve o fırsatı nasıl elde edeceği­ni bilmeyen en sonunda her şeyini kaybeder.

İçinde bulunduğumuz durum bundan ibaret, hepimiz de bu durumu olduğu gibi kabul etmek zorundayız. Savaşların hemen herkesten çok büyük fedakarlıklar istediğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Peki, her ne kadar artık savaşa katılama­yacak durumda olsalar da yenilgiye uğrayan ulusların feda ettikleri bizim feda ettiklerimize kıyasla çok daha büyük değil midir? Her ne kadar şu anda savaşın en ağır yüklerini ulus olarak sırtımızda taşıyor olsak da, hala Avrupa kıtasın­daki diğer tüm uluslardan daha yüksek standartlara sahibiz. Bu sebeple yaşamın hangi alanında olursa olsun karşımıza çıkan kısıtlamaları kabul etmeliyiz zira hiçbiri katlanamaya­cağımız şeyler değil. Daha önce hiç olmadığı kadar çok ça­lışmalıyız. Ulusumuzun kaderi için verdiğimiz bu savaş biz- lerden; bütün enerjimizi, sadakatimizi ve adanmışlığımızı talep ediyor. Ne kadar zor durumda olsak da etrafımıza bakıp bizden çok daha zor durumda olan uluslar görme ihtimalimiz var. Bu savaş yalnızca askerlerin meselesi değil; bütün ulusumuzun kanları ve terleriyle katılması ge­reken zor ve acı bir mücadele. Geçmişte düştüğümüz umut­suz duruma rağmen ulus olarak bu savaşı bizler istemedik; bu savaş bizlere zorla dayatıldı. Ancak artık buradayız ve en kötü kısmını da geride bıraktık bile. Şimdi topraklarımızda yaşayan en son erkeğe, en son kadına kadar her birimizin görevi, büyük bir kararlılıkla bu savaşı, bir daha tekrarlan­mayacak şekilde nihayete erdirmek için çalışmaktır. Bunu hem kendimize hem de gelecek nesle borçluyuz!

Şimdi gelin, zafer bizim olana dek çalışalım ve mücadele edelim! Zafere giden yolda gereken her şeyi yapalım ve bu uğurda önümüze çıkacak her türlü engeliaşalım. Zaferin ne zaman geleceğinden ziyade eninde sonunda bizim olmasını sağlamak için elimizden ne geliyorsa yapalım. Kaderin ulu­sumuza ve onun uğrunda çalışan herkese zafer meyvesini

tattıracağı günler gelecektir. İşte o zaman insanımızın yü­zündeki her bir çizgi, içinde bulunduğumuz bu yüzyılın gücüyle parlayacaktır!


SUÇLU, YAHUDİLERDİR!

16 Kasım 1941

Dünyadaki bütün Yahudilerin, bu savaşın patlak vermesi ve büyümesindeki tarihsel sorumlulukları öyle aleni bir biçim­de kanıtlandı ki artık bunun tekrar tekrar konuşulmasına gerek dahi yok.

Savaşı Yahudiler istedi, şimdi istedikleri savaşta mücade­le ediyorlar. Führer'in 30 Ocak ı939'da Reichstag'ta yaptı­ğı konuşmada söyledikleri de bir bir gerçekleşti: Eğer Ya- hudilerin idare ettiği uluslararası ekonomik güçler dünyayı bir kez daha savaşmaya sevk etmeyi başarırsa bu savaş, dünyanın Bolşevizmi kabul etmesi ve Yahudilerin zafer kazanmasına değil, Avrupa'da Yahudi ırkının tükenmesine vesile olacaktır.

İşte şimdilerde bu kehanetin gerçekleşmesine şahit oluyoruz. Yahudiler, her ne kadar sert olsa da sonuna kadar hak ettikleri karşılığı buldular. Evrensel Yahudilik ulaşa­bildiği bütün güçleri bu savaşa dahil etti ancak şimdilerde bizim için planladığı ve şayet eline fırsat geçseydi bir an bile düşünmeden hayata geçireceği her şeyin çöküşünü de-

neyimliyor. Kendi benimsedikleri yasaya uygun şekilde yok oluyorlar: "Göze göz, dişe diş!"

Bu tarihi mücadelede; ister Polonya'nın bir gettosunda yaşıyor olsun, ister parazit olarak varlığını Hamburg ya da Berlin'de sürdürüyor olsun, isterse de Washington ya da New York'ta savaş tamtamları çalıyor olsun, bu dünya üze­rinde yaşayan her Yahudi bizim düşmanımızdır. Doğduğu andan itibaren o ırka mensup olan bütün Yahudiler, Nas­yonal Sosyalist Almanya'ya karşı yürütülen uluslararası bir komplonun parçasıdır. Her biri bizi yenmeyi ve ırkımızın yok olmasını, böylece tüm gücü tekellerine almayı hedefli­yorlar yalnızca. Artık Reich sınırları dahilinde bizlere olan bağlılıklarını kanıtlayabilecekleri hiçbir şey kalmadı; onlara karşı, gereken bütün önlemleri almaya devam edeceğiz.

Bu önlemlerden biri de her Yahudi'nin üzerinde bulun­durması gereken sarı yıldızlar. Özellikle Alman halkına za­rar verecek en ufak bir harekette bulunmaları durumunda Yahudi olduklarının derhal anlaşılabilmesini istiyoruz. Bu, bizim açımızdan oldukça insani ve Yahudilerin aramıza ka­rışarak ihtilaf yaratmayacağından emin olmak için alabile­ceğimiz en hijyenik ve koruyucu önlem.

Birkaç hafta önce Berlin'de Yahudiler ilk kez bu Yahudi yıldızlarıyla sokaklara çıktığında Reich'ın başkentinin sa­kinlerinin ilk tepkileri oldukça şaşırtıcı oldu zira hiçbiri Berlin'de hala bu kadar çok Yahudi olduğundan bile haber­sizdi. Herkes yakınlarında, önceleri zararsız bir vatandaş gibi görünen, belki hükümeti normalde olması gerekenden sadece biraz daha fazla eleştiren ve asla Yahudi olduğunu aklına getirmeyeceği birinin yıldız takmış olduğunu gördü bir anda. Zira bu Yahudiler kendilerini kusursuzca gizleyip etraflarına uyum sağlayıp arka planda ne renk varsa onu ku­şanarak bulundukları ortamla bütünleşip uygun zamanı bek­liyorlar sabırla. İçimizde kim, düşmanın hemen yanımızda olduğundan, sokakta, metroda ya da sigara kuyruğunda

beklerken yapılan konuşmalara sessiz ya da akıllı bir izleyici olarakkatıldığındanhaberdar olabilirdi başka türlü? Yüzeysel işaretlerle ne olduğu anlaşılmayan çokça Yahudi var ve en tehlikeli olanlar da onlar. Gelenekselleştiği üzere bizler ne zaman Yahudiler konusunda bir önlem alsak, İngiliz ya da Amerikan gazeteleri ertesi gün çığırtkanlığa başlıyorlar. Bugün bile yurt dışındaki düşmanlarımızla doğrudan gizli bağlantıları olan Yahudiler var ve bu bağlantıları yalnızca kendi çıkarları için değil, Reich'ın bütün askeri operasyon­larını baltalamak için de kullanıyorlar. Düşman içimizde. Peki, bu noktada bizim bu potansiyel düşmanları halkımıza görünür kılmamızdan daha mantıklı ne olabilir?

Yahudi yıldızı önlemimizi duyurduğumuz ilk günlerde Berlin'de gazete satışları tavan yaptı. Caddelerde dolaşırken yıldızlarını saklamak isteyen Yahudiler gazeteleri kapış ka­pış satın aldı. Bu eylem de yasaklandığında bu kez Yahudi- leri Berlin'in batı yakasında ikamet eden ve Yahudi olmayan yabancılarla dolaşmaya başladıklarını gördük. Bu tipler Ya­hudiliğe hizmet etmekten başka bir şey yapmıyor ancak bu provokatif eylemleri konusunda ise hemen aynı argümanı ileri sürüyorlar: Yahudiler de insan! -sanki bizler aksini id­dia ediyormuşuz gibi! Katiller, çocuk tecavüzcüleri, hırsız­lar ve kadın pazarlayan adamların da insan olduklarını ka­bul ediyor ancak onlarla Kurfüstendamm'da gururla yürüme gereği duymuyoruz! Her Yahudi, kendisinin iyi olduğunu düşünen insanlara aptal ya da sağduyudan yoksun bir Goy[XXVIII] muamelesi yapıyor ve her ne kadar yıllardır bir arada olsalar da o kimseye rehberlik etmesi gerektiğine inanıyor. İşte bu saçmalık!

Sırf bunun için bile bu savaşı kazanmak zorundayız. Zira kaybedersek, şu bahsettiğimiz zararsız görünen Yahudile- rin hepsi bir anda kurt kesilecek, intikam almak için kadın-

larımıza ve çocuklarımıza saldıracaklar! Tarihte buna dair pek çok örnek gördük! Bolşevizm'i getirdikleri, ne halk ne de yönetimler kendilerine en ufak bir kötülük yapmadığı halde Baltık ülkelerinde de Besarabya'da da yaptıklarına şa­hit olduk. Yahudilere karşı verdiğimiz bu savaştan artık geri dönüş yok -istesek de, istemesek de devam edeceğiz ki bunu yapmayı zaten istiyoruz! Ulusal birliğimizi tehdit eden Ya- hudiler, Alman halkının arasından bir bir temizlenecek!

Ulusal, sosyal ve ırksal temizliğin en temel prensiplerin­den biri budur. Yahudiler aramızda kalırlarsa bizlere asla huzur vermeyecekler. Ellerinde olsa dünya üzerinde var olan bütün ulusları birer birer bize karşı savaşa sokarlar. Tüm dünyayı kendi kanlı finansal üstünlüklerini kabul et­meye zorlamak dışında bir şey istemeyen bir ulusun çekti­ği zorlukları neden umursayalım? Yahudiler, sağlıklı ancak cahil olan halkların kültüründen ahmak bir mantar misali beslenen parazit bir ırktır. Onlara karşı alınacak tek bir ön­lem var: O mantarı yerinden söküp atmak.

Bu yüzyılda insan ırkını meşgul eden böylesi bir sorun karşısında Yahudilerin safını tutan halkların argümanla­rının ne kadar aptalca ve düşüncesizce olduğu ortada! Pek sevgili Yahudileri istediklerini elde etse, olacaklar karşısın­da hayretler içinde kalırlar ancak o zaman da iş işten geçmiş olur. İşte bu yüzden, böyle bir şeyi gerçekleşmesine engel olmak için gereken her türlü önlemi almak bir ulusa liderlik eden grubun başlıca görevlerindendir. İnsanlar arasında da hayvanlar alemindeki gibi farklar vardır. Bazı insanlar iyi huylu, bazıları kötü huyludur. Hayvanlar için de aynı şey geçerlidir. Nasıl ki bir sinek, girdiği evin ev sahibi değil yal­nızca geçici bir misafir oluyorsa, Yahudilerin hala aramızda yaşıyor olmaları, bizim toplumumuza ait oldukları anlamına gelmiyor. Bay Bramsig ya da Bayan Knöterich, Yahudi yıldı­zı takan bir yaşlı kadına acıdıklarında şunu da akıllarından çıkarmamalı: O kadının uzak bir kuzeni olan Nathan Kauf-

mann New York'ta ofisinde oturmuş, altmış yaş altı bütün Almanların kısırlaştırılması üzerine planlar yapıyor! Aynı kadının, uzak bir akrabasının Baruch ya da Morgenthau yahut da Untermayer adındaki evladı Bay Roosevelt'in ar­kasına sığınarak savaş çığırtkanlığı yapıyor ve onu da sava­şa sokmaya çabalıyor; şayet bunu başarırsa, iyi ancak cahil bir Amerikan askeri bir gün gelip Bay Bramsig ya da Bayan Knöterich'in tek oğlunu vurarak öldürebilir belki de. Böy- lece tüm bunlar, her ne kadar kırılgan ve acınası görünse de bahsi geçen yaşlı kadının da dahil olduğu Yahudiliğin çıkarları uğruna yaşanacak.

Şayet Almanlar olarak ulusal karakterimizde tek bir ku­sur varsa, o da unutkanhğımızdır. Bu kusurumuz insani hassasiyetimizin ve cömertliğimizin bir kanıtıdır ancak po­litik bilgeliğimiz ve zekamızı da gölgelemez. Yine de herkesi bizler kadar iyi olduğunu düşünürüz. Fransızlar 1939/1940 yıllarının kış döneminde Reich'ı parçalamakla tehdit etmiş ve insanlarımızın aileleriyle birlikte kurulan yardım çadırla­rından bir yudum sıcak yemek alabilmek için kuyrukta bek­lemek zorunda kalacağını haykırmışlardı. Ancak ordumuz Fransa'yı altı hafta içinde yenilgiye uğrattı ve bu bozgundan sonra askerlerimizin aç Fransız kadınlarına ve çocuklarına ekmek ve sosis verdiklerini, Paris'teki mültecilerin mümkün olduğunca çabuk ülkelerine geri dönebilmeleri için petrol yardımı yaptıklarına şahit olduk.

İşte, biz Almanlar böyleyiz. Erdemli oluşumuz ulus olarak en zayıf noktamız ancak yine de bunu değiştirmek istemi­yoruz, dünyaca bilinen iyi huylu doğamız bize büyük bir zarar vermedikçe neden bunu yapmak isteyelim ki? Ancak yine de Klopstock[XXIX] bize güzel bir nasihat veriyor: Fazla iyi huylu olmayın zira düşmanlarımız kusurlarımızı görmez­den gelecek kadar soylu değiller.

Şayet bu nasihati hayatın her noktasına uygularsak, Yahu­dilerle aramızdaki ilişkileri de bu bakış açısıyla şekillendi- rebiliriz; dikkatsizlik bu noktada yalnızca bir zayıflık değil, aynı zamanda görevlerin kötüye kullanıldığını gösterecek ve devlet güvenliğini tehlikeye atacak bir suç olarak değer­lendirilecektir. Yahudiler bu günlerde tek bir şeyin özlemi­ni çekiyorlar: Saflığımızı kan ve korkuyla ödüllendirmek! Ancak bizler buna asla izin vermemeliyiz. Bu noktada en etkili savunma yöntemlerinden biri affetmemek, halkımızı yok etmeye ant içmiş insanlara, savaş çığırtkanlığı yapanla­ra, kaybetmemiz durumunda bizden faydalanacak olanlara ve kazanmamız durumunda da mağdur olacak olanlara asla acımamaktır.

Bu yüzden şunları bir kez daha tekrar etmekte fayda gö­rüyorum:

ı. Yahudiler ulusumuzun yıkımıdır. Bu savaşı onlar baş­lattı ve onlar yönlendiriyor. Tek istedikleri Reich'ı ve halkı­mızı yok etmek. Bu yüzden onların planlarına engel olma­lıyız.

2.    Yahudiler arasında hiçbir ayrım gözetmemeliyiz. Her Yahudi, Alman halkının ezeli düşmanıdır. Şayet açıkça düş­manlık göstermiyorsa bunun nedeni bizleri sevmesi değil, korkaklığı ve sinsiliğidir.

3.   Yahudiler bu savaş süresince ölen bütün Alman asker­lerini suçlu gösteriyor zira onların anlayışına göre Yahudi- lere karşı gelen herkes bunun bedelini ödemek zorunda.

4.    Şayet biri Yahudi yıldızı taşıyorsa bu, Alman halkının düşmanı olduğu anlamına gelir. Onunla iletişim kuran herkesi Yahudi kabul edip aynı şekilde muamele etmek gerekir.

5.   Yahudiler düşmanlarımızı korumaktan hoşlanırlar ve bu da insanlarımıza, her birinin ne kadar zararlı olduğunu ispatlamamız için göstermemiz gereken en büyük kanıttır.

6.   Yahudiler aramızda düşmanlarımızın casusluğunu yapmakta. Onların yanında olan herkes düşmanlarımıza yardım etmektedir.

7.   Yahudilerin bizimle eşit olduklarını iddia etmeye hak­ları yoktur. Sokaklarda, dükkanların önlerindeki kuyruklar­da ya da toplu taşıtım araçlarında sizlerle konuşmak ister­lerse, yalnızca yalan söyleyecekleri için değil aynı zamanda toplum içinde konuşmaya hakları olmadığı için onları duy­mazdan gelmelisiniz.

8.    Eğer Yahudiler duygularınıza oynarlarsa, aslında yal­nızca sizin unutkanlığınızdan faydalanmak istediklerini ak­lınızdan çıkarmayın ve onlara, akıllarına ne olduğunu bildi­ğinizi ve onlara asla fırsat vermeyeceğinizi gösterin.

9.   Samimi bir düşman, zaferden sonra göstereceğimiz cö­mertliği hak eder ancak Yahudiler, her ne kadar öyle görün­meye çalışsalar da asla mert birer düşman olamazlar.

ıo. Savaşın sorumlusu onlar. Bu yüzden bizden görecekle­ri her türlü muameleyi hak ediyorlar.

Devletin görevi işte bu insanları hizaya getirmek. Kimse­nin başına buyruk hareket etmeye hakkı yoktur. Devletin Yahudilere karşı aldığı önlemleri desteklemek, diğerlerine karşı bu önlemleri savunmak ve Yahudilerin oyunlarına kanmadan hepsini uygulamak bütün vatandaşların asli gö­revidir.

Devletin güvenliği için hepimizin yapması gerekenlerdir bunlar.

KENDİNİ BEĞENMİŞ BİR DEV
23
Kasım 1941

İngiltere Başbakanı Winston Churchill'in en yakın dostlarından birinin alkol olduğu herkesin malumu. Gerçekle arasındaki ilişki de pek öyle saf ve temiz sayılmaz. Politikaya atıldığı günden bu yana savaş yanlısı tavrını orta­ya koyuyor. Ayrıca kendisi dünyaca ünlü bir yalancı, bildiği­niz gibi. Ağzından çıkan her bir lafla yalnızca düşman ya da tarafsız ülkelerdeki politikacıları güldürmekle kalmıyor, İn­giltere'nin hatırı sayılır çevrelerinde de çoğu insan gülüm­semeden edemiyor. Hiçbir şey yapamasa bile gerçeklere ya bir şeyler eklediği ya da bir şeyleri eksik anlattığını herkes biliyor. Şimdilerde İngiltere için faydası olmayan şeylerde vergi oranları üçle çarpılırken, İngiltere'nin ihtiyaç duyduğu şeylerde üçte birine düşürülüyor. Bu noktada çarpma bölme işlemleri de savaşın gidişatına göre değişiyor. Son zamanlar­da Bay Churchill, Avam Kamarası'nı Atlantik'teki muharebe için bütçe ayırmaya zorlamak için son dört ayda yalnızca yaklaşık bir milyon İngiliz sterlini değerinde malzemenin battığını söylediğinde gerçek rakam aslında iki milyondu.

Gerçi kendisinin Stalin'den daha kötü bir yalancı olduğunu iddia edebilir zira o da son zamanlarda üç yüz yetmiş sekiz bin Sovyet askerinin kayıp olduğunu iddia etti ancak bizim elimizde üç milyon altı yüz bin kadar Bolşevik tutsak var. Yani kendisi rakamların ancak onda birini açıklayabiliyor halkına.

Özetle, düşmanlarımızın, elimizde inkar edilemez ka­nıtlar varken bile rakamlar konusunda çok büyük yalanlar söylemekten çekinmedikleri aşikar. Artık bizleri rakamlarla etkilemeye çalışmak gibi bir dertleri de yok. Tek amaçları, ister kısa ister uzun vadede olsun dünya kamuoyunun gö­rüşünü etkileyebilmek. Zira artık kendileri de kendi halk­larının gözünde yaşananların bir şok etkisi yaratacağının farkında oldukları için gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlat­maya cesaret edemiyorlar. Bizim bildiklerimizi zerre kadar umursamadan gerçeği örtbas ediyorlar sadece. İşte şimdi­lerde Moskova-Londra ve Washington koalisyonunun yapa­bildikleri bundan ibaret.

Londra'da ise, şu şartlar altında İngiltere'nin nasıl olup da gerçekleri hala saklamaya çalıştığını soran kişilerin sesi giderek yükseliyor. Bu noktada Bay Churchill verdiği son demeçlerden birinde hastalıklı bir imaj çizerek, eğer Japon­ya Amerika'yla anlaşmazlığa düşerse İngiltere'nin saatler içinde savaş ilan etmesinin kaçınılmaz olduğunu belirtti. Herkes bunun blöf olduğunun farkında elbette. Peki İngil­tere, Atlantik'teki mücadelesinde her gün yardım çığlıkları atarken Amerika'yı desteklemek için ne yapabilir ki? Büyük Britanya şu anda öyle umutsuz bir durumda ki onu ancak bir mucize kurtarabilir. Bay Churchill'in öngörülerinden hiçbiri gerçekleşmedi. Sovyetler Birliği sözlerini tutamadı. Atlantik'teki mücadele giderek büyüyor ve uzun vadede İn­giltere'nin kayıplarının sayısı da artıyor. Mihver Devletler'e yönelik ambargo tehditleri de artık bir işe yaramıyor. Şayet

Bay Roosevelt, yedi fersah botlarıyla[XXX] savaşa girse dahi ayak uydurabilmesi mümkün müdür ya da mümkün olsa dahi bu gerçekten İngiltere'nin durumundan bir iyileşmeye neden olur mu?

İngiltere hükümetinin her şeye rağmen, bu umutsuz durumda bile yüz ifadesini korumak için elinden gelen her şeyi yapmak zorunda olduğu ortada. İngiltere'nin durumu­nu, bırakın geçtiğimiz Haziran ayının son günleriyle kıyas­lamayı, dünle bugünü kıyaslasanız dahi Londra'nın şansının yükseldiğini kanıtlayacak ufacık bir şey dahi bulamazsınız. İngiltere'nin öngörüleri dibi gördü. Sırf Sovyetleri rahat­latmak için planlanan ve dört ay öncesine kadar Londra'da dünyanın en normal planı olarak lanse edilen Avrupa kıta­sının sözde işgaline değinmek bile istemiyoruz. Kısa süre öncesine kadar kiralık gazetecilerini bu planı desteklemeleri için yüreklendiren İngiliz Başbakanı, Kanal'ın diğer tarafın­da planı strateji masasından kaldırdı bile.

Führer, Münih'teki son konuşmasında bu boş tehditleri alaya alırken İngilizler bu utanç verici olayı hasıraltı ederek Führer'in konuşmasında yeni herhangi bir şey olmadığını ve bu yüzden de gazetelerde detaylı olarak yer almayı hak etmediğini söylediler. Tam da o günün akşamında İngiliz Hava Kuvvetleri, Reich'ın topraklarında ya da işgal ettiğimiz bölgelerin üzerinde uçan altmış uçağını ve mürettebatıyla birlikte iki yüz elli pilotunu kaybetti. Sonraki yirmi dört saat içinde ise bizim yalnızca yedi sivil kaybımız oldu, hiç­bir teçhizatımız da herhangi bir zarar görmedi. Kaybedilen insan sayısı ancak ı'e 36 olurken teknik ekipman kaybını kıyaslamaya bile gerek kalmadı. Bay Churchill ise Kraliyet Hava Kuvvetleri'nin bu kadar kayıp vermesinden hava şart­larını sorumlu tuttu ki satılık haber ajansları da hemen son

doksan sekiz yılın en kötü hava koşullarında savaşıldığını haber yaptı ki bu da sanının İngiltere'nin son doksan se­kiz yıldır Almanya'nın hava şartlarının kaydını tuttuğunu anlamına geliyor -hem de düzenli olarak. Sonrasında yet­miş iki saatlik bir süre zarfında savaşa katılan hava araç­larının sayısını, kayıp oranını azaltmak için yüz elliden iki bine kadar çıkardı ancak ne yazık ki Amerikan basını ertesi gün Kraliyet Hava Kuvvetleri'nin, göreve katılan hava araç­larından neredeyse yarısını kaybettiğini duyurdu. Kim ne yaparsa yapsın, artık İngiltere'nin ağzındaki acı tatla bek­lemekten başka çaresi yok. Her konuda yanlış hesap yaptı­lar. Ne Almanya'da halk isyana kalkıştı ne de herhangi bir bölgemizi işgal edebildiler. Almanya'nın karşı ambargo ko­nusunda yaptıkları ise sözde ambargoda işe yaramadı. İn­giltere için kıtanın işgali gibi bir durum söz konusu dahi değil artık. Sözde 'durmaksızın savunma' istenen etkiyi ya­ratmadı. Amerikan yardımları bizim açımızdan bütün teh­likesini kaybetti. Canterbury'deki Başpiskoposun dualarına rağmen Bolşevik birlikler savunma güçlerini kaybettiler. Londra tarafından Mihver Devletler'in savaştığı bütün cep­helerde uygulanan psikolojik çökertme manevraları etkisiz kaldı. İngilizlerin Almanya'yı demoralize etme teşebbüsleri de başarısız oldu. Peki, bu noktada İngiltere nasıl muvaffak olacak ya da daha ziyade yenilmekten nasıl kurtulabilecek?

Bizler, Britanya İmparatorluğu'nun bir iki gün içinde çök­mesini hayal edenlerden değiliz. Bütün iyi gelişmeler zaman alır ve inşa etmesi yüzyıllar alan bir yapı öyle birkaç ay için­de çökertilemez. Biz olaylara daha gerçekçi yaklaşıyor ve bu kendini beğenmiş devin yıkılması için çok daha fazla darbe alması gerektiğini çok iyi biliyoruz. Ancak esas önemli olan nokta bu değil. Önemli olan, İngiltere'nin artık kazanmak gibi bir şansının olması ve hatta yenilmek üzere oluşu.

Bunun tam olarak ne zaman gerçekleşeceğini kimse bi­lemiyor elbette. Bizler de savaşı elimizde bir kronomet-

reyle yönetmiyoruz. Bay Churchill ise propaganda servisi aracılığıyla her gün çocukça iddialarda bulunuyor ve yakın zamanda bu savaşı kazanmayı başaramazsak nihayetinde kaybedeceğimizi söylüyor. Evet, İngiliz ve Amerikan savaş endüstrisi tam kapasite çalışıyor ancak Bay Churchill aca­ba bizim ve müttefiklerimizin fabrikalarının öyle boş boş beklediğini mi zannediyor? Bizler zamanın İngiltere'nin le­hine işlediğini pek zannetmiyoruz ve İngilizlerin ne yapıp ne yapamayacağını da gayet iyi biliyoruz. Keza kendimizi de tanıyor ve ne yapıp ne yapamayacağımızın da pekala farkın­dayız. Kendi ülkemizin teçhizatının ve de düşmanınkinin kapasitesi konusunda elimizde güvenilir veriler de var. Bay Churchill etrafındaki paralı kuklalarını kendi verdiği ra­kamlarla kandırabilir ancak bizler, onun verdiği rakamların hangilerini çarpıp hangilerini böleceğimizi iyi biliyoruz.

Şanslıyız ki hem yakın hem de uzak geçmişte, İngiltere'nin iddialarıyla gerçeği birbirinden ayırmak gerektiğine dair çok sağlam örnekler bulabiliyoruz. Genellikle açıkladıkları ya da bizi tehdit ettikleri her şey boş çıktı. Bu yüzden esip gürlemeleri bizi asla etkilemiyor ve Bay Churchill'in beklediği gibi bizi korkutmuyor. Yalnızca boş tehditlerine gülüp geçiyoruz. Londra artık hiçbirimizi aptal yerine ko­yamaz zira Britanya Krallığı'nın da Bay Churchill'in de ne kadar umutsuz bir durumda olduğunu çok iyi -belki de Churchill'in kendisinden bile daha iyi- biliyoruz.

Geriye ise yalnızca şu soru kalıyor: Bay Churchill neden İngiltere'ye bu kadar zarar veren bir pozisyonda kalmayı inatla ve ısrarla sürdürüyor? Geçtiğimiz haftalarda birkaç kez Almanya'nın barış talebinde bulunduğuna dair dedi­kodular üretti örneğin. Görünüşe göre bu arzunun kaynağı yine kendisi. Zira halkına, vatandaşların iç huzurlarını ko­ruyabilmeleri için bir şeyler verebilmek zorunda. Her ne ka­dar her yerde bağıra çağıra asla Almanya ile barış masasına oturmayacağını deklare etse -ki elbette Almanya'nın da za-

ten böyle bir talebi yok- ve bu talep aslında tamamen kendi uydurması olsa da içinde bulunduğu koşulların bu şekilde halkına daha iyi görünmesini sağlamaya ihtiyaç duyuyor. Kendisini, kişisel ya da politik sağduyusu olan bir insan olarak değerlendirmiyoruz asla. Bilakis Bay Churchill son derece ahlaksız ve derisi de neredeyse bir hipopotamınki kadar kalın. Kandırarak sefalete sürüklediği ulusları zerre­ce umursamıyor. Verdiği bütün demeçlerin düzenli olarak kanıtladığı üzere tarihsel düşünce yetisinden de tamamen yoksun. Avrupa'yı yok etmek için Bolşeviklerle güçlerini birleştiren bir adam ancak Avrupa'nın düşmanı olan karak­tersiz biri olabilir.

Ancak hiçbiri Bay Churchill'in umurunda değil. Her şeyi yalnızca kendisine sağlayacağı çıkar noktasında değerlen­diriyor. Bu savaşa bizzat zemin hazırladı ve savaşı da yine bizzat kendisi başlattı. Kelimenin tam anlamıyla aslında bu savaş onun eseri. Şayet İngiltere savaşı kaybederse, o da kol­tuğundan olacak ve belki de bugün bunu her zamankinden daha net olarak idrak ediyor. Bu yüzden de her konuşma­sında savaşın sorumluluğunu yükleyecek birilerini ya da bir şeyleri arayıp duruyor kendince. Muhtemelen daha mantıklı olabildiği anlarda yaklaşan kaderini açıkça görebiliyor an­cak bunu asla kabul etmeyerek çaresizce bir mucize olsun diye mücadele ediyor.

Acınası bir halde beklese de tarihin kendine has yasaları vardır. Ara sıra yavaşlatılabiliyor olsa da asla durdurulamaz. Kader kendi yolunda ilerlemeye devam ediyor, İngiltere'nin kapısında da beklemeyeceği kesin. Doğru zamanın geleceği günü bilmiyoruz ve bu yüzden 'ne zaman' diye sormak ye­rine kaderimizin bizi hazırlıklı bir ulus olarak bulabilmesi için mücadele etmeli ve çok çalışmalıyız!

DEĞİŞEN DÜNYA HARİTASI
2ı Aralık ı94ı

Dünyanın durumunun kısa süre içinde tamamıyla değişe­bilmesi çok şaşırtıcı ve inanılması oldukça güç... Modern sa­vaş kendi dilini konuşuyor ve yirmi yıl öncesinin standart militer teorileri ve pratiklerini oluşturan prensipler ve fikir­ler artık tamamen çağdışı kalmış durumda. Her kim ki dün­yanın durumunu 7 Aralık Pazar günüyle, yani Japonya'nın Başka Roosevelt'e, hadsiz provokasyonları ve utanmaz id­dialarına uygun bir dille yanıt verdiği günle bugünü kıyas­larsa Mihver Devletlerin durumunun, daha birkaç gün önce uzman asker ve politikacıların neredeyse imkansız gördüğü bir pozisyona gelerek gelişme kaydettiğini göreceğine şüp­he yok. Amerika ve İngiltere'nin özgüven timsali öngörüleri tamamen çökmüş durumda. Görünüşe göre Washington'da bekleşenler Japon arabulucuların sabrını ve sarsılmaz karar­lılıklarını bir tür zayıflık göstergesi olarak değerlendirdiler, işte bu yüzden Japon ordusunun ani saldırısı karşısında şaş­kınlığa uğradılar ve olanlara mantıklı bir açıklama getirmeyi de başaramadılar haliyle. Ulusal şevk, vatanseverlik tutkusu

ve ordunun sadakati bir kez daha büyük bir zafer kazanır­ken, liberal demokrat soytarılar kendilerini çarpık hayalleri ve umutlarının enkazı ortasında dikilirken buldu. Ancak bu gelişmeler bizi hiç şaşırtmadı. Bizler Japonya'yı, ordusunu, halkını ve liderlerini asla hafife almadık. Japonya da Alman­ya ve İtalya gibi çözülemeyen bazı sorunlardan mustarip aslında; artan nüfusunu nasıl kontrol edeceğini bilmediği için doğası, coğrafik konumu ve içinde bulunduğu bölge­nin durumu Japonya'yı Uzak Doğu'da yeni bir düzen kurma planları yapmaya zorluyor. Şayet büyük bir güç olmak adına bütün iddialarını bir kenara bırakmayacaksa, kaderin yasa­larını izlemek zorunda.

Bay Roosevelt ve plutokrat çevresinin bunu anlamadı­ğı açık, muhtemelen hiçbir zaman da anlamayacaklar zira kendileri Japonya'nın ulusal isteklerini, temel ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri -ki istekleri aslında hayatta kalmalarını sağlayacak şeylerdir- için çalışanlarına ihtiyaçları olan şey­leri vermektense fabrikasını yakmayı tercih edecek açgözlü bir kapitalist mantığıyla değerlendirebiliyorlar ancak. İşçi­lere ihtiyaçları olanı vermek aslında fabrika sahibi için me­sele değildir ama prensiplerine bağlı kalarak en doğrusunu yaptığına inanır açgözlü kapitalist. Büyük güçler arasında­ki ilişkilerde de müzakerelerin bir sonuç vermediği ve bir tarafın en sonunda yumruğunu kaldırmak zorunda kaldığı zamanlar olur. Kibirleri tüm dünyaca bilinen Anglosakson savaş çığırtkanlarının ve arsız çevrelerinin karakteristiksel özelliği olduğu üzere Japonya'nın askeri kapasitesini ve ya­pabileceklerini yine hafife aldılar ve bu kez hatırı sayılır ölçüde ağır bir bedel ödediler. Şimdilerde Londra'da ve Was- hington'da olasılıkla, iki hafta öncesine kadar bel bağlanan Amerika'nın savaşa girme ihtimali yeniden değerlendirili- yordur. Her durumda insanlar, Bay Roosevelt'in ve Chur- chill'in halka verdikleri demeçlerin altında nasıl bir umut­suzluğun yattığını sezinleyehiliyorlar ve diktatörlüklerinin

hassas sansürlerine rağmen bir şekilde ortaya çıkan, son de­rece aptalca davranışlarına yönelik eleştiriler de gösteriyor ki bu hayal kırıklığını kamuoyu da paylaşıyor.

Amerika ve İngiltere'nin arta kalan güçlerini de asla hafife almıyoruz. Sıklıkla dile getirdiğimiz gibi bu iki süper gücün devasa cüsseleri öyle günler, haftalar ve hatta aylar içerisin­de alt edilecek cinsten değil asla. Önümüzde iniş ve çıkış­larla dolu, hatta belki ara sıra başarısız muharebelerden dahi kaçınamayacağımız acımasız ve zor bir mücadele olduğunu kabul etmek zorundayız. Ancak kaderi belirleyecek olan şey bu değil. Esas belirleyici olan, Mihver Devletler'in şansının çok daha yüksek olduğu gerçeği ve ülke liderlerinin bu ger­çekten faydalanma fırsatını değerlendirmekte asla tereddüt etmeyeceğidir. Müttefiklerimizin askeri potansiyelini elbet­te kimse hafife almayacaktır. Ancak bu noktada yaşananla­rı, Dünya Savaşı'nın üçüncü yılıyla kıyaslamak büyük hata olur zira o dört yıl boyunca halkımız sonuna kadar direndi ve ülkemizin yenilgisinin tek nedeni de liderlerinin zayıf olmasıydı. Ancak Almanya 1939'da girdiği savaşa 1914 yı- lındakinden çok çok daha iyi hazırlanmıştı. O zamanlar Britanya'nın ebedi müttefiki Fransa' yenmek büyük bir olaydı ancak bizler bunu çoktan başardık. Balkanlarda da artık hatırı sayılır bir tehdit kalmadı ortada. Sovyetler Bir­liği direnme gücünü kaybetti ve artık savaşta belirleyici bir unsur olarak yer almıyor. Dünya Savaşı'nda bize karşı savaşan iki büyük güç olan İtalya ve Japonya bu kez bizim yanımızda savaşıyor. Bu da gücümüzü ikiye katlıyor ki bize destek olan sayısız psikolojik ve ahlaki etkeni saymıyorum bile. İşte bütün bunlar, hali hazırdaki güç dengesini Dünya Savaşı'ndakinin tam tersine çeviriyor.

Bugün, ulus olarak kırılganlıktan uzak oluşumuza olan inancımıza güvenerek zaferin kesin ve kaçınılmaz olduğuna dair öngörüde bulunmayı gereksiz buluyoruz ama gerçekler de bizi o nihai sonuca götürüyor. Bizim adımıza konuşu-

yorlar. Rakamlarımız net, şayet karşı tarafın elindeki veriler farklıysa, bu onların yanlış hesap tutmasından kaynaklanı­yor olabilir ancak.

Tarafsız olan uluslar da giderek daha fazla hemfikir oluyor bizimle. Sivil yaşamda, savaşın süresi sebebiyle kaçınılmaz olarak giderek artan güçlüklerin, savaşın sonucu üzerinde pek bir etkisi olmayacak. Her iki taraf için de aynı şey geçer­li. Kışın uzun sürmesi nedeniyle bizde patatesin marketle­re geç geliyor ancak İngiltere de, sırf Nasyonal Sosyalistler tarafından değil de plutokratlar tarafından yönetiliyor diye bizden farklı durumda değil zira orada da patates bizden daha hızlı yetişmiyor en nihayetinde. Kış ve sonbahar mev­simlerinde, büyük şehirleri ve endüstri bölgelerini etkileyen ulaşım sorunları yaşanıyorsa, düşman için de aynı şey ge­çerli. İngiltere'de de insanlar, bizde olduğu gibi tütün almak için dükkanların önünde kuyruklar oluşturuyor. Belli ürün­lerin ve lüks tüketim mallarının ancak belirli mağazalarda bulunuyor olma nedenleri fahiş fiyatlara satılıyor olmaları, bu yüzden onları yalnızca gelir seviyesi yüksek kimseler sa­tın alabiliyor ancak bu durum, her ne kadar fakirlikten kay­naklanıyor gibi görünse de, aslında gerçek bu değil.

Aklımızda tutmamız gereken tek şey, İngiltere bütün umutlarını bunların üzerine kurmuşken bizim bu faktörleri zafer kazanma şansımızı etkileyecek şeyler olarak görmüyor olduğumuz gerçeği. Bazen, sivil yaşamda karşılaştığımız zorlukların yalnızca bizim ülkemizde yaşandığını sanmak gibi bir yanılgıya düşüyor ve düşmanımızın yaşamının barış zamanındaki gibi güllük gülistanlık devam ettiği sanrısına kapılıyoruz. Ancak durum bu değil. Savaşın şu anki doğası­na bakılınca; İngiltere'nin bir ada oluşu ona bir avantaj de­ğil, bilakis dezavantaj sağlıyor. Askeri açıdan bakınca Büyük Britanya'yı işgal etmemiz zor görünüyor olabilir ancak bu, en fazla İngiltere'nin Avrupa'yı işgal etmesi kadar zordur. Başka bir açıdan bakarsak biz, güvenli bir demiryolu hattına sahip

olmanın avantajını elimizde bulunduruyoruz. Buna karşılık İngiltere, kendi üretemediği bütün ürünleri deniz yoluyla ülkesine getirmek zorunda. Filoları bugün, Pasifik'teki ye­nilgisinin de kanıtladığı üzere hiç olmadığı kadar tehlikeli bir güzergahta ilerlemek zorunda kalıyor. İngiltere için bize doğrudan saldırmak neredeyse imkansız. Yakınlarımıza saldırması mümkün olsa bile genel durumu etkileyecek bir müdahalede bulunabilmesi mümkün değil. Britanya Adaları kendi izole yaşamlarına mahkum edilmiş durumda. Londra bunu anlayabildiğinde, zaten savaş da bitmiş olacak. İşte bu olana kadar da Büyük Britanya, son darbeyi alana değin tek­rar eden onlarca saldırının acısını çekmeye devam edecek.

Japonya örneği bizlere bir kez daha gösterdi ki halkın ulu­sal dinamiklerinde devasa bir güç yatıyor. Raporlar, Japon­ya'nın ölüm uçuşu yapan kamikaze pilotlarının nasıl katışık­sız bir ulus bilinciyle hareket ettiğini gösteriyor. Almanya ve İtalya gibi Japonya da geleceği için savaştığının, hatta bir var olma savaşı içerisinde olduğunun farkında. Her ne kadar tarihleri birkaç yüzyıl öncesine kadar uzansa da genç ruhla­rını korumasını bilen bu üç büyük gücün işbirliği içerisinde olması, tarihsel mantığın karşı konulmaz baskısı altınday­ken çok doğal bir süreç içerisinde kendiliğinden gelişen bir durum. Bu savaşta bu üç büyük güç de ulusal varlıklarını sürdürebilmek adına büyük bir fırsat yakaladı. Liderleri de halkları da meselenin ne olduğunu biliyor. Her ne kadar üçü de bu savaşa zorla katılmış olsa da pratikte sadece kendile­rini savunmak yerine doğrudan saldırıya geçmek zorunda kaldılar. Cephedeki genç askerleri, silahlarıyla uluslarının yaşamsal sorunlarını çözme hırsıyla yanıp tutuşuyor. Daha önce hiç cesaretlerini ve adanmışlıklarını kanıtlamak için böyle bir fırsat geçmemişti ellerine. Düşman liderler tara­fından, her türlü teslim olma olasılığını ortadan kaldıracak şekilde aşağılandıklarını ve hor görüldüklerini düşünüyor­lar. Bay Churchill ve Bay Roosevelt hala kendilerini neyin

içine çektiklerinden habersiz. Kafalarında, liderleri tarafın­dan sözde kandırılmış ulusların desteğiyle kolayca Berlin'e, Roma'ya ve Tokyo'ya ellerini kollarını sallayarak girebilecek­leri güzel bir savaş canlandırmış olabilirler. Ancak şu gerçe­ği göz ardı ettiler; o ulusların liderleri, halklarının istediği, talep ettiği ve hatta ısrarla emrettiği her ne varsa onu söy­leyip yapıyorlar yalnızca. O halklar ile yönetimleri arasında büyük bir boşluk olduğunu düşünerek olabilecek en büyük hatayı yaptılar. Dünya Savaşı, baskılanmış uluslararasında yapıldı ve onlar da neye saldıracaklarını bilmeden her cep­hede mücadele ettiler. Ancak bu savaş, insanların taleplerini iyi analiz eden liderlerce bilinçli olarak veriliyor. Bu savaş yalnızca ulusal onur ve milli prestij için verilen devasa bir mücadele değil, aynı zamanda en yaşamsal ihtiyaçlar için, topraklarımız için, ekmek için, var oluşumuz için, bitmek bilmeyen sorunların çözümü ve ülkelerin büyüyen prob­lemlerini radikal bir biçimde ortadan kaldırarak sınırları içerisinde bir daha ortaya çıkmamalarını sağlamak için veri­len haklı bir kavga. Mihver Devletler olarak bizler, bu savaş­ta kendi varlığımız için mücadele etmek zorunda bırakıldık ve bunu herhangi bir duygusal yaklaşımda bulunmaksızın yapmaya kararlıyız. Karşımıza her kim çıkarsa çıksın mü­cadele edeceğiz. Bu savaşı sözde hümanist söylemlerle idare edemeyeceksiniz. Demokratik oyunbazların hileleri etkisini tamamen kaybetti, artık cepheye gelip savaşmak zorundalar. Bahsettiğimiz etmenlerle şekillenen bir dünya görüşü kalı­cıdır ve geçtiğimiz iki haftada yaşananların da kanıtladığı üzere radikal değişikliklerden etkilenir yalnızca. Mücadele­ye dahil olan herkesin bütünüyle hazır ve dikkatli olması gerekiyor. Liderler ve bütün halk, şansları varken harekete geçebilmek için her an hazırlıklı olmak zorundadır. Bir gün vakti geldiğinde, düşman sendelemeye başlayacak. O an gel­diğinde belki kimse fark etmeyecek ancak biz beklediğimiz günün geldiğini bileceğiz.

FEDAKARLIK NEDİR?

28 Aralık 1941

Yüce hisler ve hassasiyetlerin söz konusu olduğu dönem­lerde -savaş da bunlardan biridir- bazen kelimeler bütün anlamlarını yitirir ve dil dediğimiz şey hem gücünü hem de etkinliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Böyle hisler ve hassasiyetler, varlıklarını ne kadar uzun süre sürdürürse, insanlar da giderek bu hisler eşliğinde günlük yaşamlarına odaklanmaya meyleder ve bir zamanlar tüm dünyayı harekete geçiren sözler bir anda günlük konuşma dilinin parçası olup sıradanlaşır. Her ne kadar günlük yaşamımızı, anlamını kaybetmemeleri için ulusumuzun kaderi olan sorunlardan ayrı tutmak için çabalasak da, bir şekilde insanlar onlarla fazla sık karşılaştığı için bazı terim­ler ya da kavramlar anlamlarını kaybedebiliyor. Bu noktada o şeyi gerçekten anlam ifade edecek şekilde vurgulamamız gerektiğinde, ona uygun bir tabir bulma şansımız kalmıyor.

Askerlerin dili genel olarak sivillerinkinden farklıdır. Tek­nik askeri kelimeler ve deyimler kullanmalarının yanında insanlar cephede daha farklı konuşmaya alışır. Bunun ne-

deni de cephede işlerin sosyal yaşamdan çok daha farklı yürümesi ve askerlerin anavatanda yaşadıkları şartlardan çok daha farklı koşullarda bulunmasıdır. Yani cepheden biri anavatandan biriyle konuşurken ya da tam tersi söz konusu olduğunda, alıştıkları dilden daha farklı konuşmaları gere­kir. Özellikle cephede olanların kullanması gereken ya da en azından ancak cephede ya da savaş hizmetinde bulunan­ların yapabileceği eylemleri karşılayan kelimeler olmalıdır örneğin. Fedakarlık gibi...

1939 yılından bu yana cephede olan bir asker, belki yüzlerce fedakarlık yapmıştır. Polonya'nın topraklarına ayak basmış, Fransa'nın güneşini tatmış, güney doğunun toprak yolların­dan geçmiş ve doğuda, sırf halkının geleceği için altı aylık barbarca bir muharebede hayatını riske atmıştır. Bugün ise Beyazdeniz'den Karadeniz'e kadar uzanan iki bin kilomet­relik cephede, karın ve buzun ortasında, dondurucu soğuğu hissederek, bazen erzaksız bazen de mühimmatsız kalarak, neredeyse yarım yıl boyunca her türlü iletişim aracından, radyodan, gazeteden, filmlerden ve tiyatrodan uzak kaldığı halde dimdik ayakta durup tüm bu koşullara dayanabiliyor. Belki haftalarca tek bir posta gelmesini bekliyor, başının üs­tünde bir çatı olmadan yaşıyor, bir yatağı olmaksızın uyu­yor ve etrafını saran ıssızlıkta düşmanla burun buruna ge­lerek kendi arzularını ve ihtiyaçlarını bütünüyle bir kenara bırakıp savaşıyor. İşte bu asker, fedakarlık yapmaktadır.

Ancak aynı şey, savaş yüzünden ulaşım araçlarının düzeni sekteye uğradı diye sokakta yarım saat taksi beklemek zo­runda kaldığından dolayı evine akşam yedide değil de yedi buçukta varıp eşi ve çocuklarıyla mütevazı bir akşam yeme­ği yiyecek olan insanlar için söylenemez. Zira bu insanlar gazetelerini okuyup radyoyu açarak bir düzine olmasa bile birkaç frekans ya da en azından çeken bir yayın bulmak için radyonun tuşunu çevirmekten başka bir şey yapmak zorun­da kalmıyorlar. Yorulduklarında sıcak yataklarına gidebili-

yor, zor bir iş yapıyor olsalar bile en azından Pazar günleri dinlenip istedikleri kadar uyuyabiliyorlar. Eğer bir aktivi- teye ayıracak yarım ya da bir saatleri varsa, sinema ya da tiyatro bileti satın alarak Cumartesi ya da Pazar günleri bir film ya da bir opera izleyebiliyorlar.

Bu noktada ya sivillerin yaptıklarını fedakarlık olarak ad- landırmamalı ya da askerlerin yaptıklarını tanımlamak için yeni bir kelime bulmalıyız. Zira bizler bu kelimeyi her ikisi için de kullanmayı kabul edemeyiz. Hava saldırısı altında olan alanlardaki tehlikeler şöyle dursun anavatan toprağın­da yaşamaya devam eden vatandaşlarımız yalnızca bazı kı­sıtlamalardan ve az yahut çok can sıkıcı mal tedariki sorun­larından mustaripler. Ancak cephede büyük fedakarlıklar yapılıyor.

Yine de hiçbir birey, savaş zamanı sarf edeceği eforun ne kadar önemli olduğunu azımsama hatasına da düşmemeli. Ayrıca savaşın getirdiği zorlukları da devlete ya da hüküme­te veyahut da tek bir partiye yüklemek de haksızlık olur. İçi­mizde, sırf vergilerini verdikleri için hiçbir şey yapmadan istedikleri her şeyi talep etme hakkına sahip olduklarını düşünenler var. Şu günlerde içinde bulunduğumuz savaş yalnızca devletin, silahlı kuvvetlerin ya da tek bir partinin savaşı değil, bütün bir ulusun var oluş mücadelesidir. Hiçbir istisna olmaksızın ulusun tamamı da bu savaşın meyvelerinden faydalanacağından dolayı yine hiçbir istisna olmaksızın ulusumuzun tamamı savaşın getirdiği yükleri hep birlikte göğüslemek zorundadır. Kimse, askerler savaşı hayatlarını vatan için tehlikeye atarken sivil vatandaşların barış zamanındaymışız gibi keyif sürmeye hakkı olduğunu sanmasın.

Kimsenin omuzlarına keyfi olarak taşıyabileceğinden daha fazla bir yük bırakılmıyor ancak en azından askerle­rimizin sigara içebilmesi için anavatan topraklarında siga­ra satışına bir sınır getirildi diye birkaç sigara almak için

bir saat kuyrukta beklediği için kimsenin şikayet etmeye de hakkı yok zira bir annenin oğlunu cepheye gönderirken sırtlandığı yük, kuyrukta bekleyenlerinkinden çok daha ağır. Siz böyle şikayet ederseniz Dünya Savaşı'nda kocası­nı ve dört oğlunu kaybettikten sonra bir de doğudaki savaş yüzünden son evladını da feda eden anne ne söylesin? Ge­cenin bir yarısı hava saldırıları altında üç saat bekledikten sonra iki saatlik uykunun ardından yorgun argın tekrar gö­rev başına geçmekten kimse zevk almaz. Bir bombalı saldı­rıda iki çocuğunu birden kaybettikten birkaç gün sonra ko­casının da doğuda can verdiğini öğrenen anneler var... İşte bu kadınlar, kimsenin ne dayanabileceği ne de dayanmak zorunda olduğu ağır ve berbat bir fedakarlıkta bulunmak zorunda kalıyorlar. Elbette savaşın pek dokunmadığı kimseler günlük hayattaki alelade ve basit sorunlarını fazlaca büyütmeyi alışkanlık haline getirmişler. Aramızda berberi askere alındığından dolayı yeni bir berber bulmak zorunda kalacağı için karalara bürünebilecek insanlar da var, Noel zamanı toplu taşıtım araçlarıyla anavatana patates, sebze ve kömür; cepheye de mühimmat, pamuklu kıyafetler ve yiyecek taşındığı için Oberhofa ya da Garmisch'e keyif gezisi yapamayacağı için saatlerce sızlanan yurttaşlar da... Sanki bu savaşın onlarla hiçbir ilgisi yokmuş, savaştan ka­çınmak en doğal haklarıymış ve askerlerimiz cephede, ken­dilerinin de kolayca faydalanacakları bir zafer kazanmak için savaşmak zorundaymış gibi davranıyorlar. Berlin'de bir hastanede sabah yediden akşam sekize kadar zor şartlarda çalışan ve sonrasında da gecenin birine kadar ev işleri ve çocuklarıyla uğraşmak zorunda olan bir hemşire ile bütün gün evinde boş boş oturan bir genç kızı kıyaslayamayız dahi. Zira o hemşirenin şikayet etmek ya da mutsuz olmak için pek çok sebebi olsa da o bunu seçmek yerine mütemadi bir nezaket, dostça bir tavır ve yardımseverlikle işine sa­rılıyor. Bir yıllık zorlu çalışmasının sonunda Noel için bir

film bileti kazandığında çok mutlu oluyor ve sinemaya git­me üzere giyinip kuşandıktan sonra büyük bir ameliyat için hazır olması istediğinde dahi durumdan şikayet etmiyor. Başka bir kadın İspanya'da pilot olarak görev yapan kocasını kaybettikten sonra kaybının acısını atlatıp başka bir pilot­la evleniyor ve kısa bir süre sonra bu savaşta bu kez ikinci kocasını da kaybediyor. Sonrasında gururla, duygu dolu bir mektup kaleme alarak herkesin yüreğini saygı ve hayranlık­la doldururken Alman kadınının metanetini ve kahraman ruhunu herkese gösterdi.

1939'da birliklerimiz Polonya'ya girdiğinde altmış bin Alman kökenli insanı vahşice katledilmiş halde buldular. Binlerce kişi ebeveynini ve bütün kardeşlerini kaybetmiş; ebeveynler çocuklarının katledişini ya da işkenceden geçi­rilişini kendi gözleriyle izlemek zorunda kalmıştı. Yaşlı bir anneye, çocuğunun gözlerinin oyuluşunu canlı canlı izletti­ler. Aynı kadının eşi kaçırıldı ve bir daha asla geri dönmedi. Bu katliamlardan sağ kurtulanlar bugün hala aramızdalar. Acılarını kendilerine saklıyor ve kendilerini hayatın akışına bırakıyorlar. Bazen, binlerce özür eşliğinden bizden Füh- rer'in bir fotoğrafını ya da ufacık bir radyo isteyen -hatta şayet askerlerimizin ihtiyacı varsa bunu hiç yazmamış ol­duğunu farz etmemizi ileten insanların yazdığı mektuplar alıyoruz. Cevap vermemize gerek olmadığını ancak vakti­miz olursa kendisine geri dönüş yapmamızı, Führer'in iyi ve sağlıklı olduğunu umduğunu ve zafer kazanacağımıza inandığını zira bu güven üzerine koca dağlar inşa ettiğimizi ekliyorlar. Peki bu noktada, Deutschlandsender'in bombardı­man altındayken yayını kesmek zorunda kalması yüzünden bütün gece başka bir frekans bulmaya çalıştığından şikayet edenlere ne demeli? Ya da yeterince parası olmadığı için kitapçıdan istediği kitapları alamadığından yakınanlara ya da kağıt sıkıntısı yaşandığı için dört sayfaya düşürülen bir gazeteyi okurken surat asanlara veyahut dolmuşlar ya da

metrolar tıklım tıklım olduğu için söylenenlere, artık Noel ağaçlarına mum koyamadıkları için Noel'in bir eğlencesi kalmadığından dert yananlara veya kırmızı burunlu karton şapkalı kutlamalar yapılmadığı için yeni yıldan keyif almadığını söyleyenlere ne demeli?

Berlin'de bir hastanede savaşta görme yetilerini kaybeden, çoğunluğunu on sekiz yirmi dört arası genç erkeklerin oluş­turduğu yüzden fazla yaralı yatıyor ve her birinin odasına bir radyo koyduğumuzda çocuklar gibi seviniyorlar. Yalnız­ca ayaklarının üzerinde durmaya başladıklarında bile hayata döndüklerini hissediyorlar. Yeni bir göreve gidebilmek için hazır bekliyorlar o durumda bile. Hatta aralarında daktiloyla yazı yazmayı öğrenen bile var. Başlangıçta öğrenmelerinin imkansız olduğunu söyleyenlere inat, bitmek bilmez bir enerjiyle çabalıyorlar. Şayet bu hastanede acının ve kede­rin hüküm sürdüğünü sandıysanız, yanıldınız. Almanya'nın başka hiçbir yerinde zafere ve Führer'e bu kadar büyük bir şevkle inanan, OKW raporlarını hevesle bekleyen ve nere­deyse hiçbir şeyden şikayet etmeyip tevazu ile yaşayan in­sanlar bulamazsınız.

Bütün bunlar düşünülünce fedakarlık kelimesini daha özenli ve dikkatli kullanmamız gerektiğinde ısrarcı olmakta haksız mıyım? Kim ne diyebilir buna? Kış Yardımları'nda birkaç kuruş bağışlayan kişinin yaptığı fedakarlıkla ana­vatan için gözlerini feda eden bir askerin fedakarlığını bir tutamazsınız. Üzerimizdeki yükleri dramatize etmek için herhangi bir nedenimiz yok ancak onlara tevazu ve gururla katlanmak, ulusumuz için gerçek anlamda fedakarlıklarda bulunanlara saygı duymak için yüzlerce nedenimiz var. Savaş, hem cephede olanlar hem de anavatanda yaşamını sürdürenler için ortak bir sorumluluk ancak askerlerle siviller asla bir değil. Bu yüzden anavatandaki siviller olarak bizler görev bilincimizi en yüksek seviyede tutarak cepheye destek olmak zorundayız. Bu uğurda maruz

kaldığımız kısıtlamaların hepsi zaruridir, bu yüzden hepsine dayanmamız gerekir. Şayet diğerlerinden daha fazla şikayet etmeye hakkı olan biri varsa o da en büyük fedakarlıklarda bulunan askerlerimizdir ancak onlarda bunu yapmazlar zira asker olmak bunu gerektirir!


1942


YENİ BİR YIL
4 Ocak 1942

Düşman kamplarında bulunan sayısız insan büyük bir ger­ginlikle kendilerine, yeni yılın yani 1942'nin onlara ve halk­larına neler getireceğini sorup duruyorlar. Hareketsizlik mi, geri çekilme mi yoksa yenilgi mi? 1941 yılı, birkaç deneme turu yaptıktan sonra düşmanlarımızın umduğundan çok daha farklı bir yol izledi. Belki içlerinden biri ya da birkaçı, yıl dönümlerinin her daim en güzel fırsatları beraberinde getireceğine inanmaksızın rahatsız edici bir endişeyle yeni yılda rüzgarın onlardan tarafa eseceğinden, bir felaket ol­masa da asla toparlanmalarının mümkün olmayacağı birkaç şiddetli esintiyle sarsılacaklarından korkuyor. Tabii bizler, geri dönüp baktığımızda düşmanlarımıza nazaran daha umutluyuz. Zira hep birlikte gayet adil ve net bir dava uğru­na mücadele ediyoruz. Zafere giden bütün yollar bize açık. Destekçimiz olan halkımız genç ve sağlıklı; liderimiz ne pahasına olursa olsun ulusunu bu var oluş mücadelesinde başarıya ulaştırmaya sonuna kadar kararlı.

Yeni yılda bizi nelerin beklediğini ve neler yapmamız gerektiğini çok iyi biliyoruz; açıklık zafere giden yolda atı­lacak ilk adımdır. Bizler ulusumuz için, çoğunlukla da var oluşumuz için savaştığımızı farkındayız. Bu yolda ne kendi­mizi kandırıyoruz ne de umutlarımızı yanlış hayallere bağ­lıyoruz. Zaferin ne tür fedakarlıklar gerektirdiğinin farkın­dayız ve bunları kabul etmeye de hazırız. Alman halkı, sava­şın içinde bulunduğumuz üçüncü yılında politik olarak çok zor bir mevsimden geçiyor. Ancak bunun kötü bir yanı yok zira hiçbirimiz illüzyonlarla kendimizi kandırmıyoruz za­ten. Mevsim sertleştikçe, bizim zorlukların üstesinde gelme kararlılığımız da o kadar güçleniyor. Deneyimlerimiz şunu gösterdi ki büyük mücadeleler vermek zorunda kalan insan­lar, yorulmak şöyle dursun, giderek daha da güçleniyorlar. Almanlar olarak bizler de, şayet şartlar çok kolay olsaydı bugün bulunduğumuz yere gelemezdik. Bulunduğumuz konumu ve kazandıklarımızı yalnızca kendi çabalarımıza borçluyuz. Tarih boyunca nadiren çaba göstermeden bir şeyler kazanabildik ya da nadiren istemediğimiz nimetler kucağımıza kendiliğinden düşüverdi. Peki, görünürde biz­den daha şanslı olan insanlardan daha az değerli ya da daha zayıf bir ulus muyuz? Hayır, içinde bulunduğumuz büyük mücadelede kendi hayatlarımız için savaş veriyoruz. Yaşa­nanlar karşısında şaşkınlığa düşenler bir tek, savaşı bir tür eğlence zannedenler oldu. Sağlam yüreği ve olgun bir zihni olanlar, başımıza gelenlerden çok daha farklı şeyler hayal etmemişti zaten.

Savaşın üçüncü yılında, normal zamanlarda aklımıza dahi gelmeyecek sorunlarla karşı karşıya kaldığımız ortada. Sa­vaş bu günlerde hepimizi, sivil hayatta ihtiyaç duyulanları giderek daha çok geri plana atmayı gerektirecek ekonomik bir transformasyona zorluyor. Doğal olarak bu ihtiyaç da bu kış mevsiminde, savaşın ilk kışında olduğundan daha fazla hissediliyor. Anavatanda yaşayan halkımız da, 1939'dan beri

savaşın en sert yüzünü deneyimleyen askerlerimizle aynı kaderi paylaşmaya başlıyor. Savaş ne kadar uzun sürerse, sivil halk da cephedeki şartları daha net deneyimleyecek ve askerlerimizle aynı hisleri paylaşacaklar. Bu noktada şikayet etmek yerine cephede olanlarla empati kurmak gerekiyor.

İnsanlarımızın bizleri de ilgilendiren sorunları özgürce ve rahatça tartışabilmelerine olanak sağlayacak en uygun ortamı sunmaya çalıştık daima ancak bu, demokrasilerde en çok sistemin kendisine zarar verecek eyleme fırsat vere­rek politik ve askeri sırların halka açık ortamlarda konuşul­masına izin vereceğimiz anlamına gelmiyor. Evet, hala kim­senin inkar edemeyeceği sorunlarla boğuşuyoruz ve her biri bir şekilde bütün vatandaşlarımızı etkiliyor. Çoğunlukla savaşın bir sonucu olarak ortaya çıkan bu sorunlar günlük hayatın her alanında karşımıza çıkıyor ancak bizi etkiledi­ği kadar düşmanlarımıza da zarar veriyor. Savaş sürecinde çözülebilmelerinin tek yolu ise ortaklaşa çaba sarf etmek­ten ve yardımseverlikten geçiyor. Bunları insanların gözleri önüne sererek tartışmalarına olanak sağlamak bir zayıflık göstergesi değil, bilakis özgüvene ve güce işaret eder. Örne­ğin; hiç kimse, taşınması gereken patates, kömür, sebze, mü­himmat ve silahlar varken trenlerin yolcu taşımacılığı için de kullanılmasını beklemez. Çok az insan Noel'de kullanılan mumların sınırlı sayıda satışa sunulmasından rahatsız olur zira onlara da doğu cephesinde ihtiyaç duyulduğunu bilir­ler. Böyle şeyleri anlamak ve açıklamak bir inisiyatif mese­lesi değil, zarurettir. Şüphesiz halkımız, çoğunun babaları ve evlatları cephede olduğundan ve tüm bu önlemlerin, on­ların yararına alındığını çok iyi anlıyor.

Nihayetinde tüm bu sorunları çözülebilir kılan yine halkı­mızın anlayışıdır ve onlar da neler olduğunu ve neden oldu­ğunu bildikleri için her şeye hazırlıklı olarak mücadelemize destek vermekteler.

İngiltere'deki beyefendiler, savaşın zorluklarının açık­ça tartışılmasına izin verdiğimiz için bizlerin zayıf olduğu sonucuna varmakta artık profesyonelleştiler. Ancak bizler onların yaşadığı zorlukları ortaya dökmekten imtina edi­yoruz zira bu sayede bu güçlükler yüzlerine çok daha sert bir biçimde vurulacak! Gerçi kendileri sözde özgür demok­ratik rejimlerinde her şeyin tartışıldığını iddia ederek pek gururlanıyorlar ancak bizler de İngiliz gazetelerinde tartı­şılan günlük meselelerden İngiltere'nin durumu konusunda bir çıkarım yapacak olsaydık, imparatorluğun çökmek üzere olduğunu düşünmemiz gerekirdi.

Biz, savaşın acı gerçeklerinin mücadelenin kaderini belir­leyeceğine inandığımız için böyle meseleleri dert etmeyiz ki zaten Mister Smith de, beş tane sigara alabilmek için bir saat boyunca, üstelik de yağmur altında beklemek zorunda kalsa dahi böyle gerçekler hakkında Daily Telegraph'a dert yanmaz. Biz de yalnızca, Berlin'de olduğu gibi Londra'da da sigaranın az bulunduğu sonucuna varırız ki bu da bizi bir anlamda rahatlatan bir nokta olur. Peki ama İngilizlerin, sırf Noel için ihtiyaç duyulan malzemelerin tedarikinde sorun yaşıyoruz diye halkımızın isyan edeceğine inanmaları, bi­zim bahsettiğimiz detayı göz önüne alarak Britanya İmpa- ratorluğu'nun çöküşünün yakın olduğu sonucuna varmamız kadar aptalca değil mi?

Bu arada İngilizlerin bundan çıkarı nedir? Yaşadığımız sorunlara burunlarını sokmaktaki amaçlarının bize yardım etmek olmadığı kesin, yalnızca kendi propagandalarına da­yanak arıyorlar. Şayet kendileri tedarik sorunu yaşarken vatandaşlarımız sigaraya gayet rahat ulaşabiliyor olsaydı, bunu asla dile getirmezlerdi. Birbirimizle mütemadiyen mücadele ediyoruz. Herkesçe bilindiği üzere, düşmanının canını yaktığı sürece İngilizler için savaşta her yol mubah­tır. Peki, o halde bizler neden bu insanların söylediklerini umursayalım? İngilizlerden ancak bir zarar ya da kötülük

gelmesini bekleriz. İşler bizim açımızdan ister iyi ister kötü gitsin, kendileri yine bizim sorunlarımızı hedef almayı ter­cih edeceklerdir zira yaşadığımız sorunları bağıra çağıra dile getirerek bizleri hedefimizden şaşırtmayı umuyorlar.

Bizi bu kadar az tanıyorlar işte! Partimizin ve Nasyonal Sosyalist Hareket'in geçmişini iyi araştıran biri, bizim nadi­ren korkuya kapıldığımızı ve sözde dünya kamuoyu görüşü dedikleri şeyi ise asla umursamadığımızı kolayca görebi­lir. Bizler o dünya kamuoyu görüşü dedikleri şeyin saygın görünmek adına ne tür soysuzluklara ya da kirli amaçlara hizmet ettiğini defalarca gördük. Londralı gazetecilerin ve radyocuların, yayınlanan her makalemizi canlı olarak okurken en basit ve net cümlenin bile altında bir şeyler arayarak kendi zayıf umutlarını besleyebilecekleri ufacık bir detay bulma umuduyla hareket etmelerini takip etmek bizler için psikolojik açıdan oldukça ilgi çekici bir eylem oluyor. Daha kaç eli kalem tutan adamı harcayacaksınız? Neredeyse bir seneden fazladır aynı şeyi yapıyorsunuz ama durumu değiştiren herhangi bir şey oldu mu şimdiye kadar? Elbette hayır! Hepsi beyhude çabalar. İngiltere'nin kurduğu hayallerin biri bile gerçek olmadı. Ancak yine de vazgeçmeyecekler muhtemelen. Biz de yaşadığımız sorun­ları mümkün olduğunca açık yüreklilikle tartışacak, İngi- lizlerin yaltakçılarına prim vermeyeceğiz. Biz kazanacağız, İngilizler ise bizi izlemekle yetinecek. Genel anlamda bir halk, özellikle de Alman ulusu normalde göründüğünden çok da serttir. Ne pohpohlanmak ne de kösteklenmek ister. Tek yapılması gereken onlara ne yapacaklarını söylemektir, sonrasında canla başla çalışacaktır her biri. Herhangi biri çıkıp da bizim, halkımıza önemli bir meseleyi götürüp de başarıyla çözüme ulaştırmadığımız tek bir örnek verebilir mi? Alman halkı, devletlerinden gelecek en zor ve rahatsız edici talebi dahi, gerekliliği ikna edici bir biçimde açıklandı­ğı sürece gönüllü olarak göğüslemeye hazırdır. Halkımızın

adanmışlığı, başkalarının bekleyebileceğinden çok daha bü­yüktür. Örneğin; içimizde kimse, neden bu aralar Alman­ya'da yün ve kürklü kabanların az bulunduğunu ya da savaş süresince neden yenisini alamadıklarını sorgulamaz. İki hafta önce kışlık kıyafet stoklarının cepheye gönderileceği­ni duyurduk. Daha duyuru yapılalı birkaç dakika olmuştu ki telefonlarımız çalmaya başladı, öyle ki bakanlığın telefon­ları kilitlendi. Sonraki günlerde onlarca mektup ve telgraf aldık; kimse bu duyurudan şikayet etmiyor, bilakis iyi ve faydalı tekliflerde bulunarak nereye ya da ne zaman bağışta bulunabileceklerini soruyorlardı. Sonraki günlerde İngiliz gazetelerine göz gezdirip radyo yayınlarına şöyle bir kulak kabarttığımızda ise Londra'nın bu talebimizin sonucunda da bir isyan çıkmasını beklediğini ve kış için kıyafet bağışı kampanyasını da bu isyanın ilk işareti olarak gördüğünü il­giyle fark ettik. Bu yüzden artık İngilizleri kendi hallerine bırakıyoruz. Zira Almanları, ancak bir ineğin nükleer fizik anlayabileceği kadar analiz edebiliyorlar. Yine de kendile­rini kaptırdıkları illüzyonların bedelini çok ağır ödeyecek­ler. Bizler ise serinkanlı olup sağlam duracak, gerçekçi dü­şünecek, kontrolümüzü asla kaybetmeyerek savaşla alakalı sorunları daha ortaya çıktıkları anda çözüme ulaştırarak bu yeni yılı da, eskisini nasıl ustalıkla yönettiysek aynı kararlı­lıkla kontrol edeceğiz.

Bizi bekleyen her şeyi göğüslemeye hazırız!

BİR HALKA ANCAK KENDİSİ
YARDIM EDEBİLİR

14 Ocak 1942

Cephe için Kışlık Kıyafet Toplama (Kış Yardımları)
Kampanyasının
Sonunda Radyoda Verdiği Demeç

Cephe için toplanan kış yardımları hakkında henüz bilgi aldım ve 16 Aralık'ta Führer'in bana verdiği görevi başarıy­la tamamladığımızı bildirebilirim. Führer'in çağrısıyla tüm bölgelerin Gauleiterleri' önderliğinde tüm Alman halkının ve neredeyse iki milyondan fazla yardımseverin desteği ile cepheye gönderilmek üzere toplanan pamuklu giysi, kürk ve kışlık kıyafet yardımlarının sayısı altmış iki milyon iki yüz otuz iki bin altı yüz seksen altı parçayı buldu. Geçtiğimiz Pazar günü rakamlar elli altı milyon üç yüz yirmi beş bin dokuz yüz otuz iken bir haftada on milyon dokuz yüz altı bin yedi yüz elli altı parça daha toplanmış.

Gerçek anlamda gurur verici, hayranlık uyandıran ve bü­tün Alman halkının aynı bağlılık ve cömertlikle dahil ol-

1    Nazi Almanya'sında belli bölgelerden sorumlu olan kişilere verilen unvan. Nazi valisi.

duğu bu toplumsal çaba karşısında tüm yardımseverlere ve bağışçılara yürekten teşekkürlerimi sunuyor ve hepsini en kalbi duygularımla tebrik ediyorum. İlk ve öncelikli olarak Führer'in çağrısına kulak vererek doğu cephesinde savaşan birliklerimizle kendi kışlık kıyafetlerini paylaşanlara teşek­kür etmek istiyorum. Onlar için bunun ne kadar zor oldu­ğunun farkındayım ve yardımseverliklerini özellikle takdir ettiğimi bilmelerini istiyorum. Bu çalışmaya destek olan ve haftalarca her boş zamanlarında eşya toplanmasına yardım­cı olan iki milyondan fazla gönüllümüze de teşekkürlerimi sunuyorum. Hepsinden öte milyonlarca Alman kadınına, savaş zamanı korudukları sadakatlerinin ve görev bilinçle­rinin yanında toplama yapan gruplara yardım ettikleri ve kurduğumuz yirmi dört binden fazla dikiş odasında yorul­mak nedir bilmeden askerlerimizin yıpranan üniformaları­nı onarmak ya da yeniden dikmek için çalıştıklarından do­layı şükranlarımı iletmek istiyorum.

Aynı şekilde, büyük taşımacılık hareketini neredeyse biz­den bağımsız olarak gerçekleştirerek kampanyanın başa­rıyla tamamlanmasını sağlayan Alman gençliğine de bu işe şevkle kendilerini adadıkları için minnettarım.

Partimizin, Gauleiter liderlerin yönetimi altında şevkle ve özveriyle çalışarak kampanyanın hızla ilerlemesine yardım­cı olan bütün ekiplerine de teşekkür ediyorum.

Aynı şekilde bu kampanyanın başarısına eşsiz propagan­dalarıyla hatırı sayılır katkılarda bulunan radyolara, basına ve film endüstrisine de teşekkürlerimi sunuyorum. En sıcak teşekkürlerimden birini de Alman kayakçılara gönderiyo­rum. Çok sevdikleri snowboardlarından ayrılarak askerle­rimize yardım için kullanılmalarına izin vermenin ne kadar zor olduğunun farkındayım. Ancak bunu hiç tereddüt et­meden, bu kampanyanın selameti için yaptılar zira böylesi kritik bir dönemde askerlerimizin ihtiyaçlarının her şeyden daha önemli olduğunun bilincindeler.

Bu toplama kampanyasının sonuçları gösterdi ki, diğer bütün kampanyalarımızın ötesinde bağış yapanların hepsi kampanyaya tüm kalpleriyle katıldılar. Anavatanda yaşama­ya devam eden halkımızın askerlerimize, onlara ne kadar minnettar olduğumuzu ve onlarla aramızdaki bağın ne ka­dar kuvvetli olduğunu gösterme fırsatını büyük bir minnet­le kabul ettikleri çıkarımını yaparak kendimi kandırdığımı zannetmiyorum. Toplanan bağışların tamamı Alman halkı­nın yüreğinin bir yansıması ve bu yüzden bu kampanyayı başlatmak bizler için de bir propaganda eyleminden ziyade ulusumuzu bütünleştiren bir eylem oldu.

Düşmanlarımıza da bu vesileyle politikalarını değiştirme­leri için bir mesaj vermiş olduk. Birkaç gün önce İngiliz ga­zeteleri, Alman halkının kendilerini inatla görmezden gel­diğini ve ancak sonra Üzerlerindeki montlar ve kürkler polis zoruyla Üzerlerinden alındığında neler olduğunu anladık­larını ya da Londra radyosunda Berlinli kadınların, orduya gönderilecek kışlık kıyafetlerin yola çıkmasını önlemek için raylara yattıkları iddiası dile getirildiğinde bu yalanlara ufak da olsa bir yanıt vermem gerektiğini düşünmedim bile. Böy­le yalanlara ancak onları uyduranlar kadar ahmak olanlar inanabilir. Bu noktada aslında sessizlik verilecek en güzel yanıt. Bu sabah da Moskova radyosundan bir haber geçildi ve kampanya boyunca sadece yirmi iki mont toplanabildiği duyuruldu. Elimde elbette bunu çürütecek, neredeyse dört milyon kürkün toplandığını kanıtlayacak rakamlar mevcut ancak bu noktada düşmanlarımıza bir şey kanıtlamaya ça­lışmak Alman halkını aşağılamaktan başka bir işe yaramaz. Doğu yakası için yaptığımız kışlık kıyafet toplama kam­panyası bütün bu düşmanca yalanlar yüzünden mecburen bir politik meseleye dönüştü; ancak düşmanımız bir kez bu mücadeleyi başlattığına göre Alman halkı en kısa sürede onlara unutamayacakları bir karşılık verecektir zaten. Yal­nızca bir yardım kampanyasını politik bir eyleme dönüş-

türerek politika malzemesi yaptılar. Bu yüzden bu mesele bugün, yalnızca toplumun yardımlarıyla gerçekleştirilen bir kampanya olmaktan çıkarak düşmana, Alman ulusunun bu savaşı zaferle taçlandırmaya ne kadar kararlı olduğunu gös­terecek bir kanıta dönüştü. Hiçbirimiz halkımızın azmin­den şüphe etmiyoruz.

Bugün doğu cephesinde askerlerimizin yaptığı gibi kah­ramanlık destanı yazan, anavatanındaki sivil vatandaşları cepheyi savunmaya hazır ve istekli olan bir ulus her daim var olmalıdır ve var olacaktır da! Führer adına minnettarlı­ğımızı ve takdirlerimizi siz Alman yöneticilere, yurttaşlara, gönüllülerimize ve bağışçılarımıza iletmeyi borç bilirim. Şayet hediyelerimiz yeni yıl bitmeden cepheye ulaşırsa, halkımız Führer'in selamını da askerlerimize iletmiş ola­caktır. Ve şayet bu komün olarak hareket edebilme beceri­sini savaştan sonra geleceğe de taşıyabilirsek, savaşta ya da sonrasında yaşanacak her türlü güçlüğü aşarak zafere emin adımlarla yürüyeceğimizden şüphemiz yok. Artık cephe için kış yardımlarının toplanma süreci tamamlandı. Böyle harika bir sonuç aldığımız için halkımla gurur duyuyor ve bizi destekleyen bütün yardımseverlere ve bağışçılarımıza, en içten teşekkürlerimi ve takdirlerimi sunuyorum bir kez daha.


CHURCHILL'İN OYUNU
ı Mart 1942

Tarafsız basın yayın organları son zamanlarda Bay Churc- hill'in İngiliz halkı ve kamuoyu üzerinde nasıl bu kadar et­kili olabildiğini sorguluyor. Her türlü berbat geri çekilmeyi ve en moral bozucu yenilgileri yaşadıkları halde, kendisin­den şüphe etmeleri gerekirken nihayetinde bu zeki laf cam­bazının tüm sözlerine kanıyor ve askeri liderliği ile aptal politikalarını bir şekilde kabulleniyorlar. Bu soruyu yanıtla­mak hem kolay hem de zor aslında. Bu bilmeceye verilecek yanıt muhtemelen şu olacaktır; her ne kadar Bay Churchill hem politik hem de askeri liderlik konusunda stratejik man­tık yürütme becerisinden yoksun olsa da, aslında oldukça yetenekli, sıra dışı bir taktik ustasıdır. Demokrat partinin ve lider basının virtüözü olmakla birlikte İngiltere'nin şu anda var olan ve pek de zeki olmadıkları bilinen politika­cıları arasında en iyisidir. Yöntemleri hayal edilebilecek en primitif yöntemler olmakla birlikte fikirleri de pek orijinal sayılmaz ve genel olarak herkes ne yapacağını ya da ne di-

yeceğini daha en başından tahmin edebilir. Zira her zaman aynı yolları izler.

İngiltere Başbakanı olarak göreve başladığında, politik ve askeri hadiselerden bağımsız olarak geri çekilmeler ve yenil­gilere odaklanacağını açıkça belirten bir slogan tutturdu. Bu slogan onu her türlü eleştiriden koruyan bir kalkan olmuştu: "Kan, ter ve gözyaşı!" Herkes yanlışlığı asla kanıtlanamaya- cak böyle bir sloganla savaşın sonuna kadar mücadele ede­bilir. Nitekim insanlar da bu sloganı zafer kazandıklarında hatırlamadığı için tüm yenilgilerde Bay Churchill'e bir ka­hinmişçesine rol yapma olanağı sunuyordu. Bay Churchill, amansız bir hastalığa yakalanmış birinin yatağının başında durup, "Ölecek," diyen bir doktora benzetilebilir bu konuda. Şayet hasta iyileşme kaydeder ve sağlığına kavuşursa, has­tanın yakınları tekrar doktorun yanına gidip neden o kötü durumdan kurtulabildiğini sorar mı?

Böyle bir tutumu akıllıca ya da özgün olarak nitelendirmek mümkün değil ancak bir şekilde kendi kamuoyunu oluştur­duğu da ortada. Bay Churchill bu sloganla bugünlere kadar geldi. Bir kimsenin kahin olmasına lüzum yok, yalnızca Bri­tanya İmparatorluğu'nun son dört haftadır yaşadığı yenilgi­lere bakarak bunları zaten beklediğini ve hiçbir şeyi kehanet olarak dile getirmediğini söyleyen Churchill'in oyununun ar­dında yatanı görmeleri yeterli olacaktır. İşte Churchill'in ileri görüşlülüğüne bu yüzden hayranlık duyulmaktadır.

İki ay içinde Bay Churchill'in neler söyleyeceğini tahmin edebileceğimiz gibi bugün ne gibi şeyler söylemek zorunda kalacağını da öngörebiliriz. Yöntemlerinden biri de geçmişi akla gelebilecek en olası karanlık senaryolarla kararttıktan sonra şimdiki zamanda ufacık bir umut ışığı keşfetmiş gibi yapmaktır. Kimse, örneğin geçen Ağustos ayında, durumun aslında ne siyah ne de beyaz olduğu dönem hakkında verdi­ği herhangi bir demece rastlayamaz. O zamanlar durumu ne kadar umutsuz gördüğünü ancak bugün yaptığı konuşma-

lara bakarak anlayabilirsiniz. Şimdiki zamanı, olduğundan iyi göstermek için geçmişi çok daha kötü anmak en çok kul­landığı yöntemlerden biridir. İşlerin çok da iyi gitmediğini itiraf eder ama geçmişte çok daha kötü olduğunu söyleyerek durumu toparlamaya çalışır! Gerçek bu olmasa da Bay Churc- hill, yalnızca halkın unutkanlığına sırtını yaslamış durumda. Hiçbiri zahmet edip de geçen Ağustos ayında söylediklerini hatırlayıp bugün söyledikleriyle kıyaslamaz zira.

Zamanın, kendisinin her daim en sadık müttefiki oldu­ğunu iddia ediyor. Ancak başka kimse son iki buçuk yıl­dır zaman dediğimiz mefhumun asla İngilizlerin müttefiki olduğunu öne süremez zira İngiltere'nin bugünkü durumu 1939 ya da 194o'ta olduğundan çok daha vahim. Hatta kimse gelecekte aynı zamanın İngiltere'nin lehine işleyeceğini de hayal dahi edemiyor. İngiltere, her geçen ay, hatta neredeyse her geçen hafta çok önemli varlıklarını kaybederken insa­nın İngiltere'nin savaş sırasında ya da sonrasında kaybettiği mülklerini geri alacak kadar güçleneceğini düşünmesi için hatırı sayılır derecede aklını yitirmiş olması gerekir.

1939'da Bay Churchill bir an önce 1940 yılının gelmesi­ni bekliyordu. 194o'ta da 1942'nin yolunu gözler oldu. 1942 geldiğinde ise 1945 yılının İngiltere'nin sonunda şaha kalka­cağı yol olmasını bekliyordu. Eğer dikkat ederseniz, tarihler değişse de İngiltere Başbakanı'nın aslında ülkesinin elinin kolunun bağlı olduğunun pekala farkında olduğunu kolayca anlayabilirsiniz. Ülkenin artık kalan gücüyle değil, ancak bir mucizenin yardımıyla kurtarılabileceğini biliyor.

Radyoya verdiği son demeçte de karakteristik bir özelliğe dönüştüğü üzere Britanya İmparatorluğu'nun lehine göstere­bileceği tek bir kanıt dahi sunamadı kimseye. Amerika'dan, Sovyetler Birliği'nden ve Chiang Kai-shek'ten' bahsetti ancak ----------------------------------------------------  ' Çan Kay Şek: Çin doğumlu Tayvanlı asker ve siyasetçidir. Milliyetçi Çin Hükümeti başkanlığı yaptığı sırada bir dönem iş birligi içinde olduğu komünistlerin başlattıkları Güz İsyanını kanlı bir biçimde bastırdı ancak iç savaş sona ermedi. 2. Dünya Savaşı sırasında Japonya'nın saldırılarına rağmen i\·erid••ki komünistlerle de mücadeleye de-

Büyük Britanya'yı neredeyse ağzına dahi almadı. Görünüşe göre artık imparatorluk, her ne kadar bu savaşı kendi varlığı uğruna ve başbakanının içi boş kışkırtmalarıyla, üstelik de hiçbir hazırlık yapmadan başlattığı halde artık kendini koruyamayacak duruma düştü. Hem kan hem de mücadele bakımından Londra'nın savaşa kattıklarına bakılacak olursa durum gayet açık. Yetersiz desteğinden dolayı İngiltere'nin müttefikleri de genel bir tatminsizlik yaşıyorlar. Bu noktada Bay Churchill'in, örneğin Avustralya tarafından yapılan eleştirilere bazı istatistikler göstererek bir yanıt vermek durumunda. Zira kimse ona inanmıyor ve herkes savaşı baş­latıp bu şekilde devam etmesine vesile olan düşüncesizliğe -riyakarlıklardan bahsetmeye bile gerek yok- şaşkınlıkla şa­hitlik ediyor.

Ancak bizim açımızdan mesele yok. Girdiğimiz pole­miklerin amacı herhangi bir gelişme kaydetmekten ziyade Churchill'in bulmaca olarak gördükleri oyunlarının aslında bulmaca olmadığını, daha ziyade primitif oyunlardan ibaret olduğunu dünya kamuoyuna açıkça gösterebilmek. Bu talih­siz adamın, böyle bir dönemde İngiltere'nin son umudu ol­duğunun farkındayız. Lordlar Kamarası'nın açık ya da gizli her türlü itirazına rağmen Churchill koltuğunu kaybetmi­yor zira hali hazırda onun yerine geçebilecek kimse yok. Şeytanlığını yapmaya mahkum edilmiş bir şeytan tohumu­nun lanetiyle beden bulmuş hali gibi o. Eğer o düşerse, İn­giltere'nin mücadele etmek isteyen bir kesimi de düşecektir şüphesiz. İngiltere sokaklarındaki herkes muhtemelen iç­ten içe bunun aslında Churchill'in savaşı olduğunun; sava­şı onun başlattığının ve imparatorluğu acı sona yine onun götüreceğinin farkında. İşte ulus olarak ona destek olma­larının nedeni tam olarak bu aslında. Parlamentodan aldığı

vam etti. Çin'in işgal edilişiyle birlikte iki grup anlaşarak birlikte direniş karan aldıysa da Japonların çekilmesinin ardından iç savaş yeniden patlak verdi ve Çan Kay Şek ile taraftarları Tayvan'a kaçmak zorunda kaldı. Öncesinde sığınmacı olan Şek, burada da savaş başlatıp yönetimi ele geçirdi.

güvenoyunu da kendini korumak için kullandığı bir silaha dönüştürmüş durumda, ne zaman yaşamı tehdit altında olsa aynı silahı kullanıyor. Halkın kendisine, politikalarına ve savaştaki liderliğine karşı memnuniyetsizliğiyle oldukça akıllıca bir yöntemle baş ediyor ve sözde eleştirilerin yayıl­masına izin veriyor. İmparatorluk birkaç darbe alıp da sen­delerse, bir süre geri planda kalıp insanların şikayet etmele­rine izin veriyor. Deyim yerindeyse, güvenlik valilerini açıp halkın geriliminin boşalmasını sağlıyor. Elbette bazıları Churchill'in aslında bunu istemediğini düşünebilir ancak o, oyununu nasıl oynayacağını çok iyi biliyor. En güçlü ses­lerin avazı çıktığı kadar bağıracağını tahmin ediyor. Bu söz­de Churchill krizi en üst seviyesine ulaştığında da deux ex machina' imdadına yetişiyor. Dalgaları yatıştırıp şaraba su karıştırıyor, çatışmalar azalıyor ve Churchill yine bunların hepsini aslında tahmin ettiğini söyleyip ekliyor: Aslında çok daha kötülerini tahmin ediyordu ancak şükürler olsun Tanrı o kadarına izin vermedi! Bu yüzden halk, yalnızca yağmurla kurtulduğu, kasırgaya yakalanmadığı için şük- retmeli. Örneğin, Singapur da düşebilirdi ancak o yalnızca Hindistan'ı kaybedeceklerini tahmin etmişti. Bunu da Al­man gemileri İngiliz Kanalı'nı kullanmak zorunda kalacağı için bir avantaj olarak gördüğünü belirtti. Churchill öyle iyi yalan söylüyor ki Londra, altı yüz Kraliyet uçağının gemi­lerimizi Alman limanlarına kadar kovaladığını ve bu sırada sadece kırk dokuz kayıp verildiğini iddia etse dahi onlara

1 (Lat.) Kötü bir durumda meselenin bir anda çözülmesine vesile olan b^ka bir hadise. nesne ya da kişi. 'Hızır yetişti" şeklinde de Türkçeleştirilebilecek bir deyim.

inanacak ahmaklar var. Churchill'in de tahmin ettiği gibi 1942 gerçekten de zor bir yıl olacak -gerçi aslında tam tersi­ni tahmin ettiğini biliyoruz!- ve ı943'te ya da en geç ı945'te güzel günler gelecek şüphesiz! Ulusal birlik korunmalıdır ve elbette ki bunun garantisi de bizzat Churchill'in hayatta kal­masıdır. Ona saldıran her kim olursa olsun safkan bir İngiliz olmadığını ortaya koymuş demektir!

Buna benzer bir şey dünyanın başka hiçbir ülkesinde görülmüyor. Bu kadar hata yapan, bu kadar yanlış tahmin­lerde bulunup boş vaatler veren bir başbakan, nerede olsa koltuğundan edilirdi ancak İngiliz halkı bu adamı seviyor. Bu adam İngiltere'nin laneti, şeytani ruhu ve Büyük Britan­ya'nın mezarını kazacak her türlü beceriye sahip tek adam.

Bizler ise ondan daha iyisini hayal dahi edemezdik. Şa­yet müttefiklerimizle bu savaşı kazanmamızın tek yolu Bü­yük Britanya'nın yıkılması olacaksa, Bay Churchill çok işi­mize yarayacak demektir. Savaşın ilk bölümü öyle ani bir öldürücü darbe ile sonlanmadı; gelecek rauntlar var daha. Düşmanımız yorulana kadar yavaş ama emin adımlarla iler­leyeceğiz. O, çalacak zilin kendisini kurtaracağını sanacak ancak sonra bir raunt daha gelecek. Nihayetinde son darbeyi yiyip yıkılacağı an da gelecek. Bunun ne zaman olacağını bilmiyoruz ancak olacak, işte bundan eminiz. Kendi impara­torluğunu böylesi ucuz tehlikelere atan bir başbakan ancak düşmanın yarar sağlar.

Bay Churchill burada olduğu için mutluyuz ve asla ondan kurtulmak istemeyiz. Mutlak ve radikal bir zafer kazanma­mız için bize yol gösterdiği müddetçe etrafımızda olmasın­dan keyif duyarız ancak!

SADIK DOST
ı Mart 1942

Bugün de hem cephede hem de vatan toprağındaki sayısız dinleyiciye ya da daha doğrusu bütün Alman halkına, Al­man radyosu üzerinden sesleniyoruz zira bu savaşın tüm tarafları muhtemelen radyo olmadan hiçbir şey başaramaz­dı. Şu anda bunu yapmak için öyle önemli bir nedenimiz yok ancak bizler, ara sıra radyo politikamızın genel hatlarını ve kurallarını halkımızla açık bir biçimde konuşmamızın gerekli olduğuna inanıyoruz. İktidara gelmeden önce ve özellikle geldikten sonra radyo yayınlarını yaygın olarak kullanışımız, radyo programları yapmanın teoriden öte bir tür pratik meselesi olduğunu ve hiçbir programın herkesi memnun etmeyi başaramayacağını öğrenmemizi sağladı. Yıllardır halkın farklı kesimlerinden aldığımız geri dönüş­ler, genel olarak hepsi programların farklı bir yönünü de­ğerlendirdiği ve çoğunlukla da biri diğerine zıt düştüğü için pek fayda sağlamıyor. Biri programların fazla ciddi olduğu­nu, bir diğeri ise fazla neşeli olduğunu belirtip rahatlatıcı

müzikler kullanılmasını gereksiz bulurken bir üçüncüsü o müziklerden daha fazlasını istiyor. Diğer yandan bir üçün- cüsü programların gece ıo'da bitmesini, bir diğeri gecenin asıl ıo'dan sonra başladığını söylüyor. Bu noktada size de yapacak bir şey kalmıyor. Şayet barış zamanında olduğu gibi şimdi de elimizin altında on iki ya da on dört verici olsaydı, bu karmaşık sorunun çözülmesi çok daha kolay olurdu ve farklı zevkler için farklı radyolarda başka başka programlar yapılabilirdi ancak bugün tek bir vericinin bile düzgün çalışmasını sağlamak çok zor. Dinleyicilerimizin pek çoğunun, eğlenceli bir yayının ortasında bile bir anda İngilizce yayınladığımız haberler yayını yarıda kestiğinde gerilerek iç geçirdiklerini çok iyi biliyoruz ancak bu konuda ne yazık ki yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Savaş zamanın­da politik meseleler günlük yaşamın ilgi alanlarından çok daha öncelikli bir hal alıyor. Meraklılardan gelen içli mek­tuplar ve dilekçeler bize, dedikleri gibi hafif ve daha eğlen­celi şarkılar çalmanın artık herkese fazla geldiğini öğretti. Bazıları bunu, halkın var gücüyle kaçınması gereken bir tür kültürel yozlaşmanın işareti olarak gördü. Diğer yandan cephedeki askerler bize şöyle bir geri bildirimde bulundu; her zaman yaptıkları gibi çok zorlu işleri halledip akşam saatlerinde soğuk ve pek de misafirperver sayılmayacak ka­rargahlarına döndüklerinde en azından Alman radyosunda, kendi deyimleriyle hafif ve keyif veren müzikler dinleyerek rahatlıyorlar.

Bu noktada sizce kim haklı ya da kim haksız? Herkesin kendine göre bir nedeni olduğuna şüphe yok! Ancak hal­kımızın ezici bir çoğunluğunun cephedekiler gibi düşün­düğünü biliyoruz. Bugün, savaş şartları sebebiyle herkese hitap edecek farklı programlar için ikişer saat harcamak gibi bir lüksümüz yok. Evet, savaşın kasvetli havasından uzaklaşmaya çalışıyoruz bir noktada. Radyoda yayınlanan bir programda illa savaşın kasvetli havasının yansıtılmasına

gerek olduğunu düşünmüyoruz zira o hava bizi zaten istesek de istemesek de buluyor. Bir çalışan olarak on iki ya da on dört saat, hatta belki daha fazla didindikten sonra günün sonunda birkaç sayfa kitap ya da bildiri okuyacak ha­liniz kalsa bile müzik dinlemek istemiyorsunuz ya da hadi istediğiniz diyelim, onda da sizi keyiflendirecek bir şeyler olmasını bekliyorsunuz. Bu, kendilerini dinlerken esnese- niz daha fazla üzülecek olan Beethoven'a ya da Bruckner'a zararı dokunacak bir istek değil. Aynı şey işçiler ve askerle­rimiz için de geçerli. Bu noktada kültürel yozlaşmadan söz etmek mantıksız zira bugün, savaşı kazanarak bizler zaten Alman ve Batı kültürüne yapabileceğimiz en büyük hizmeti vermiş olacağız. Bu yüzden savaş sebebiyle her gün omuz­larımıza yüklenen yükler sanki hafifmiş gibi hareket edip hoş teşviklerle bizi her gün alt eden savaşın açtığı yaralara biraz olsun merhem sürmenin zararı olmaz. Bu noktada dü­rüstçe bizlere sorulan şu soruyu yanıtlamak isteriz: Alman radyosu sözde caz müzikler çalmak zorunda mı? Şayet caz müzikten anlamamız gereken; tek bir ritimle başlayıp farklı enstrümanların kulakları tırmalayan bir takım sesler çıka­rarak bu ritmi sürdürmesiyle oluşan son derece saçma ve hatta rezalet bir melodi ise, bu soruya yanıt verme gereği dahi duymayız zira böyle bir müzik türünü kimse sevmez zira gerçekte aslında bu müzik bile değil; yetenekli ancak hayal gücünden yoksun birilerinin melodilerle oyun oy­namasından başka bir şey sayılmaz. Ancak öte yandan bu noktada talepler de şuna dönüşmemeli: Müzikal gelişimin son noktası büyükanne ve büyükbabalarımızın vals şarkı­larıydı ve onun sonrasında yapılan tüm işler rezalet! Hayır, ritim elbette müziğin en temel elementidir ve şu anda da Biedermeier Dönemi'nde[XXXI] değil, makinelerin gümbürtüleri­nin melodileri belirlediği bir yüzyılda yaşıyoruz hepimiz.

Hatta bugünkü savaş şarkılarımız dahi Dünya Savaşı'nda- kilerden çok daha farklı bir ritme sahip. Şayet radyolar da bütün dinleyicilerini kaybetmek istemiyorlarsa, bu gerçeği dikkate almak durumundalar. Öte yandan bu tip ifadelerle kimseyi gücendirmek niyetinde de değiliz ancak yine de bu noktada çalışan ve didinen kesimin taleplerinin daha fazla dikkate almaya mecbur hissediyoruz kendimizi.

Elbette arada sırada raydan çıkılan zamanlar da oluyor. Alman radyosu sabahın ilk ışıklarından gecenin geç saat­lerine kadar insanımızla konuşmak durumunda. Ortalama bir insan gün boyu aralıksız olarak en fazla iki ya da üç saat konuşabiliyor ve söylediklerinde de pek öyle bilgece konu­lara değinmiyor. Kendisini yalnızca birkaç kişinin, eşinin ya da birkaç iş arkadaşının dinlemesini genelde bir avan­taj olarak kullanabiliyor ancak radyoda çalışanlar her daim geniş bir kitleye hitap etmek durumunda kalıyor. Şayet bir spiker ya da sunucu talihsiz bir deyim kullanırsa, bir anda radyoya şikayet telefonları ve mektuplar yağıyor. Sırası gel­mişken belirteyim, Alman radyosu olarak merkezimiz Wil- helmplatz'da, vatandaşlarımız diledikleri zaman bizi teftişe gelebilirler. Zira kimseden kaçtığımız yok, bilakis işimizi halkımızın gözü önünde yapmaktan mutluluk duyarız. An­cak halkımız da şunu bilmelidir ki diğer kurumlardan farklı olarak Alman radyosu geniş bir kitleye, durmak bilmeden hitap ettiği için ara sıra hata yapmak sunucularımızın en doğal hakkıdır.

Pek çok hazırlık çalışmasının ardından nihayet yayın sa­atleri içerisinde iki farklı program yayınlayabilme olanağı bulduk. Bu işin ne kadar çok efor gerektirdiğinden bahset­mek istemiyoruz zira her şeye rağmen hiç değilse bir kesi­me hitap edecek bir iş başarabildiğimiz için kendimizi şans­lı hissediyoruz. Gelecekte, Reich yönetimindeki diğer yayın organları özellikle akşam saatlerinde eğlence programlarına ağırlık verirken Alman radyosu kendini ciddi, kaliteli klasik

müzik eserleri çalmaya adayacak. Bu görevi tamamlamaları için şimdiden önde gelen birkaç müzisyenle çalışmaya baş­ladık. Kendilerini radyo programına bütünüyle adayabilmek adına hepsi önceki yaratıcı çalışmalarını bir kenara bıraktı­lar. Bu noktada bize ihtiyacımız olan hatları çiziyor ve gelen her türlü isteği de mümkün olduğunca dikkate alıyorlar. Al­man radyosu dinleyicileri şunu bilmelidir ki bu kez ne iste­diklerini gerçekten iyi biliyoruz. Bizlere açıkça, Tanrı sizleri korusun diyorlar ve bizler de onları görmezden gelmiyor, aksine sevgiyle kucaklıyoruz.

Ayak bastığımız yerlerde yaşayan vatandaşlarımızın en­dişelerine asla yabancı değiliz. Askerlerimiz bile bize yaza­rak yahut ziyaretimize gelerek ne isteyip ne istemediklerini açıkça dile getiriyorlar. Bizler de elimizden geleni yapıyo­ruz. Hiçbir koşulda, hiçbir şekilde çalışmaktan kaçmıyoruz. Savaş zamanında insanların moralinin yüksek olması çok önemlidir. Özellikle manevi yük bu kadar ağır olduğunda moralinizi yüksek tutmak hem vatan toprağında hem de cephede savaşın başarıyla sonuçlandırılması için son derece önemli bir etken.

Bu noktada çok ileri gidenler de var. Örneğin son zaman­larda yayınlardan memnun olmayan bir dinleyicimiz, bir radyo yayınında bir askerin sırasında Goethe'nin 'Götz von Berlichingen'• adlı eserinden detaylı olarak söz ettiğinden ve kendisinin bu yayını karısının yanında dinlemekten rahat­sız olduğundan şikayet etmiş. "Goethe denen adamın," diye devam etmiş konuşmasına, "pek çok açıdan şüphe uyandı­ran, önyargılı bir karakter yaratmış olması onu benim gö­zümde kusursuz kılmıyor ancak OKW'nin ve Propaganda Bakanlığı'nın, devlet destekli bir kurumda halk karşıtlığını

1 Johann Wolfgang von Goethe'nin 1n3'te kaleme aldığı eser, maceracı şair Gottfried ya da esere ismini veren Götz von Berlichingen'in yaşadıklarını konu alır. Goethe'nin yarattığı karakter özgür ruhlu, maceracı, kı.>ndini toplumun normlarına göre şekil­lendirmeyen bir şairdir. Ötüken Yayınları tarafından basılan Türkçe versiyonun adı Demir Elli Şövalye'dir.

teşvik eden bir karakteri masum dinleyicilerine acımasızca açıklayan birini yayına çıkarmaktan nasıl bir zevk aldığını bilmek istiyorum."

Bizler sıkça böyle mektuplar alıyoruz. Ancak korkarım bu tip insanları mutlu edebilmemizin bir yolu yok. Bu noktada ne yapmamız gerekiyor, General Dietl'a uslu olmaları için askerlerini okula göndermesini mi önerelim? Askerlerimi­zin üslubu kuzey cephesindeki koşullar yüzünden sertleş­miş olabilir. Bu tartışmayı duysa belki bize güler de. Hak­kıdır. Bu şaşkın askeri bir saat boyunca dinledikten sonra askerlerimizin kuzeyde görevlerini cesurca yaptıklarını ve kar yağışı ile zifiri karanlığa rağmen mücadele ettiklerini öğrendiğimiz için gurur duyuyoruz. Zira bu asker bizlere, aylardır kendi gözleriyle göremediği ve binlerce kilometre uzağında olduğu anavatanıyla arasındaki tek bağı Alman radyosuyla kurabildiğini belirttiğinde, içinde bulundukları koşullarda onları neşelendirip morallerini yükseltmek için yayın yapma konusundaki arzumuz daha da pekişiyor.

Savaşmak zor bir iştir ve askerlerimiz geçtiğimiz kış o topraklarda mücadele etmemiş olsaydı, bu şikayeti eden va­tandaşımız ve eşi muhtemelen yalnızca hazırlıksız yakala­nan dinleyiciler olmakla kalmaz, rahatsız olduğu bu basit konudan çok daha başka meselelere canlı canlı şahit olurdu.

Pratiklik denen şey gerçekten önemlidir ve Alman rad­yosu her bir vatandaşı tatmin etmeyi başaramaz. Elinden geleni yapıp kendisine en çok ihtiyacı olanlara azami özen göstererek çalışmaya devam edecektir. Bize en çok askerle­rimizin ihtiyacı var zira anavatanlarından uzakta çok zor­lu bir görev icra ediyorlar. Hoş ve eğlenceli saatler geçir­melerine yardımcı olan yayınları minnetle takip ediyorlar. Radyo onları rahatlatıyor, keyiflerini yerine getiriyor, onları yüreklendiriyor, savaş sırasında yaşadıkları her şeyde onlara arkadaşlık ediyor. Bu yüzden gerektiğinde Alman radyosu anavatanın çıkarlarını savunmak zorunda. Ama yine de her

daim pozitif davranamadığımız da oluyor. Her şeye rağmen ihtiyacımız olan vatan sevgisi, görev bilinci ve şevkle çalış­ma azmi... Önemli hadiseler yaşansa da kafamızı mütema­diyen bunlara yormamıza gerek yok. Genelde gri bir havada geçen ve pek de sevimli olmayan günlük yaşam gaileleriyle de uğraşmak zorunda kalıyoruz zaten.

Bu noktada Alman radyosu herkes için en sadık dostu ol­mak durumunda.


HERKESE HİTABEN
8 Mart ı942

Alman halkı şu sıralar tam anlamıyla savaşın göbeğinde ya­şıyor. Bu, hem ulusal hem de bireysel olarak var oluş mü­cadelesi bizler için. Artık kimse, zaferin hepimizin umut­larını ve dileklerini gerçekleştireceğinden de mağlubiyetin Reich'ımızın tamamen yok oluşuna vesile olacağından da şüphesi yok; olası bir mağlubiyetin politik, askeri, sosyal ve kültürel sonuçları hepimizi etkileyecek. Hepimizin bu­nun farkında olması önemli zira bu bilinç, gücümüze güç katacak, ulusal özgüvenimizi artıracak ve kararlılığımızı körükleyecektir. Bu savaşı biz istemedik. Savaşmaya zorlandık. Artık savaşın ortasındayız ve her bir Alman er­keği ile her bir Alman kadını, bu mücadeleyi ulusal tarihi­mizin en büyük fırsatına dönüştürme arzusunu yüreğinde hissetmelidir.

Bu halkın savaşı, yani düşmanımız Alman halkına kar­şı savaşıyor, bu yüzden halkımızın tamamı da onlara karşı savaşmak zorunda. Nasıl ki günü gelince zaferin tadını hep

birlikte çıkaracaksak, bugün de savaş yasaları altında bir arada durmalı ve en samimi, en kişisel meselemizmişçesine yanımızdaki yurttaşımızın arkasını kollamalıyız. Bundan daha büyük bir fark yaratacak tek bir şey dahi düşünemiyo­rum. Bu sebeple savaşın yükünü yalnızca cephedeki asker­lerimizin çekmesi gerektiğini ve anavatandaki Almanların ise öylece köşelerinde oturup olanları izlemeye haklarının olduğunu söylemek çok büyük bir hata olacaktır. Anavatan toprağında yaşayan herkes mücadeleye katılmalı, tabii cep- hedekinden daha farklı bir biçimde. Bu noktada cephedeki savaşı mütemadiyen hatırlamanıza gerek yoktur zira herkes zaten savaşın en sert yaptırımlarıyla her gün, her saat kar­şılaşıyor. İşte bu noktada anavatanı her koşulda korumak ve gözetmek durumundayız. Yalnızca hatları belirlenmiş gö­revlerimizi yerine getirmek yetmez, daha fazlasını yapma­lıyız. Kanunlar ve düzenlemelere bakarak bununla tam ola­rak neyin kast edildiğini anlamak kolay değil. Bu; kişinin, taleplerini kendi vicdanına göre belirleyeceği bir tür hatları belirlenmemiş zorunluluk aslında. Kısacası zafer yolunda herhangi bir sorumluluğu olmayan tek bir Alman vatandaşı dahi olamaz.

Savaş ne kadar uzun sürerse, insan gücünün rasyonel ve amaca uygun olarak kullanılması da o kadar kritik bir mese­leye dönüşüyor. Düşmanımız, sayısal üstünlüğünün avanta­jını kullanmakta ancak nitelik ve nicelik arasındaki fark bu noktada gerçekten belirleyici bir faktör ve aynı zamanda asıl mesele, ulaşabildiğiniz insan kaynağım rasyonal ve verim­li bir biçimde kullanabilmek. Şayet daha düzenli bir sistem kurup gücümüzü asla boşa harcamayarak her bir elin ama­cına uygun hareket edip mümkün olabilecek en harikulade sonuçları elde etmesini sağlarsak şüphesiz ki düşmanımızı alt edebiliriz. Yalnızca sayısal üstünlük sağlamanın önemli olduğunu düşünmek gerçekten aptalca olur. Ulus olarak sa­hip olduğumuz insan gücünün o kadar farklı kısımları ve

özel açıları var ki ancak bütün halkımızın benimseyeceği genel bir işgücü disipliniyle arzuladığımız sonuçları elde edebiliriz. Mühimmatlarımızı mümkün olan en yüksek se­viyeye getirmemiz için ihtiyacımız olan her türlü hammad­deye sahibiz. İhtiyacımız olan, başka her yerde olduğu gibi üretim sürecinde ihtiyaç duyulan en değerli hammadde: İnsan gücü. Kimse bu hammaddeyi kötü kullandığımızı ya da boşa harcadığımızı iddia edemez. Ancak şunu da inkar edemeyiz; halk olarak barış zamanındaki koşullara o kadar alışkınız ki şu anki durumumuza tam olarak uyum sağlama­yı başarabilmiş değiliz.

Savaştayız ve savaş, iş gücü konusunda hemen hemen her mecrada değişiklik yapılmasını gerekli kılıyor. Şayet içimiz­den biri ciddi olarak ve mütemadiyen iş gücünün asla ge­lişme kaydedemeyeceği şekilde kullanılıp kullanılmadığını sorgularsa, şüphesiz ki başka pek çok insan, biraz daha çaba gösterirlerse yüzde üç, beş ya da on ve hatta belki çok azı da yüzde yüz daha fazla üretim yapabilecekleri sonucuna va­racaktır. Bunun savaş ekonomisi için ne anlama geleceğini tahmin etmek dahi imkansız.

Bizleri yanlış anlamayın. İnsan gücünü son zerresine ka­dar sömürecek ruhsuz bir çalışma sisteminden bahsedebi­lecek son insanlarız bizler. Ayrıca bazı demir işçiliği ve ma­dencilik gibi işlerde hali hazırda, asla artırılamayacak kadar çok üretim yapıldığını da biliyoruz. Ancak bugün hala yetersiz çalışma lüksüne sahip olduğu yanılgısına düşen insanlar var aramızda ki savaşın talep ettikleri düşünüldü­ğünde artık bu düşüncesizliği görmezden gelmek mümkün olmuyor. Kimse, barışın hakim olduğu güvenli bir ortamda daha yüksek tabakaya mensup olup daha iyi şartlarda ya­şayan insanlara kin gütmüyor ancak savaşta direniş için gereken fiziksel ve ruhsal kuvvet olarak görev almak için her daim hazır olmak zorundalar. Çok bilinmese de bizler, Almanlar olarak, savaşın üçüncü yılında dahi Avrupa'da-

ki pek çok ülkenin barış ortamında sahip olduğundan çok daha yüksek standartlara sahibiz. Savaş sebebiyle yaşanan kısıtlamalara rağmen ülkemizde örneğin 1941 yılındaki tü­tün ve tereyağı tüketimi 1932 yılında olduğundan çok daha yüksek. 1932 yılının sonunda yedi milyon işsizimiz vardı. Aile fertlerini de hesaba katarsak bu sayı yirmi milyona yaklaşıyordu. Halkımızın üçte biri o zamanlar kira ödemek ya da başka lüksler şöyle dursun, bugün herkesin karne ile alabildiği şeyleri alabilecek durumda değildi. Bunlar kim­senin inkar edemeyeceği hakikatler şüphesiz. Ancak bizler bunları da çok kolayca ve fazla hızlı bir biçimde unuttuk. 1938 yılında 1932'den daha iyi şartlarda yaşamış olduğumuz gerçeği aslında Nasyonal Sosyalist Devrim'in bir sonucuydu ve bu savaşta da çok daha başka kazanımlar için var gücü­müzle savunmada olmalıyız. Bugün hükümetimiz içinde bulunduğumuz büyük savaşı, anavatandaki yurttaşlar için mümkün olduğunca katlanılabilir kılmaya çalışıyor olsa da, savaşın talepleriyle kesişmeleri durumunda sizlerin taleple­ri konusunda bir takım doğal kısıtlamalar da olacaktır elbet­te. Mücadelenin tarafı olan diğer halklar, örneğin Fransızlar ya da Sovyetler Birliği halkları savaş uğruna bizlerden çok da ağır fedakarlıklarda bulunmak zorunda kalıyorlar, üs­telik de çoğu da mücadeleyi ya kaybetti ya da kaybetmeye mahkum. Örneğin; bugün aramızdan kimsenin, kazandığı parayla hammadde alarak yatırım yapmaya hakkı da talebi de olmadığı gerçeği tartışmaya kapalı bir mesele. Zira or­tada bir şey yok. Hammadde olmamasının nedeni de tüm paranın silah ve mühimmat üretimi için harcanmış olması. Hepsini askerlerimiz o silahları kullanarak savaşı kazansın­lar diye yapıldı; bu savaşı kazanmak istememizin nedeni yalnızca yaşam standartlarımızı tekrar 1938 ya da 1939'daki seviyeye çekmek değil, tüm halkımızın hatırı sayılır ölçüde daha yüksek standartlara sahip olmasıdır.

Führer'in 30 Ocak'ta Bedin Spor Salonu'nda yaptığı sesle­nişte halkımıza silah ve mühimmat üretimi için çalışmaları konusunda çağrıda bulunmasının çok daha derin bir anlamı vardı. Hepimiz sarf ettiğimiz eforu daha da artırmaya çalış­mak durumundayız, hepsi bu da değil, hem eylemlerimizi hem de yaşantımızı mümkün olduğunca sadeleştirmek zo­rundayız. Bu özellikle çok daha iyi durumda olan çevreler için geçerli. Yine cepheden bir örnek vermek istemem an­cak askerlerimiz orada, olabilecek en primitif yaşam şart­larında nefes almaya zorlanıp rütbelerine ve konumlarına bakılmaksızın her an ölümle burun buruna, hayatta kal­maya çalışıyorlar. Anavatanda yaşayan halkımıza savaş ko­nusundaki görevlerini hatırlatmak için mutlaka cepheden örnekler vermemiz gerektiğini düşünmüyoruz zira. Herkes gereksinimleri kendi görmeli ve görevlerini isteyerek yerine getirmelidir. Bu herkesin boynunun borcudur.

Hükümetimizin ve tüm bürokratik organlarının savaşın taleplerine uyum sağlayabilmek adına yaptığı ve yapmaya da devam edeceği kayda değer sadeleştirme operasyonları herkese örnek olmalı. Barış zamanında da işe yarar ve fay­dalı şeyler yapmış olabiliriz ancak bunlar kesinlikle savaş için elzem değil. Savaş, insan gücü talep ediyor ve biz he­men her yerde bu konuda sıkıntı çekiyoruz. İçinde bulun­duğumuz ortamda da barışa elveda demek gerekiyor, bunu yalnızca yönetimin de halkın da yapması gerek. Gazetelerde verilen mücadele, toplar ve tanklar halkın canına kast eder­ken anlamını yitirmiş durumda artık. Artık herkesin kendi kendine yetebilmesi gerekiyor. Herkes kendi ayakları üze­rinde durmalı ve hava şartları bile dahil olmak üzere ya­şanan her sorunun devletin sorumluluğunda olduğunu dü­şünme gafletinden bir an önce kurtulmalıdır. Kendimizi her şeyin yasalarla ya da bir takım düzenlemelerle çözülebile­ceği ve çözülmesi gerektiği yanılsamasından kurtarmak ve ulusal disiplinin doğal yasalarına uygun olarak eskisinden

daha sağlam bir toplum ve sosyal yaşam kurmak zorunda­yız. Savaş cephede tüm çıplaklığıyla yaşanıyor ve artık daha fazla tartışmaya gerek yok.

Bütün bunlar, savaşa karşı tutumumuzda da bir takım de­ğişiklikler yapmamızı zorunlu kılıyor. Durum giderek sert­leşiyor ancak bir yandan da netlik kazanıyor. Şayet birbiri­mize daha fazla ilgi gösterirsek, savaş karşısında asla yıkıl­mayacağımız bir duruş da kazanmış oluruz. Pek çoğumuzun ne kadar çok çalıştığının ve bu yüzden her zamankinden çok daha gergin olduğunun fazlasıyla farkındayız. Ancak bu asla, kötü ruh halimizi sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar etrafımızdaki herkese yansıtmamız için bir neden olamaz. Doğru zamanda söylenen ufacık bir hoş, dostane ve teşvik edici sözcük, gittiği her yerde gerginlik yaratarak homurdanan bir yaratıkta olduğu kadar sinirli in­sanlar üzerinde de harikalar yaratabilir. Bir şirketteki tek bir şakacı çalışanın kıymetine paha biçilemez. Yokularına diş gösteren ve otoritesini diktatörcülük oynayarak kullanan bir otobüs şoförü, yanlış bir işte çalışıyor demektir. Diğer yandan savaşın yarattığı sorunlara rağmen işini incelikle ve hatta nükteyle, insanlarla şakalaşarak yapan bir insan bir nevi Tanrı'nın bizlere armağanı, toplumun arasında dolaşan bir değerli taş ve kışın gri gökyüzünde beliren bir ışık huz­mesi gibidir.

Düşünceli ve anlayışlı olmak, yaşama karşı bilgece bir tu­tum sergilemek, arkadaş canlısı, yardımsever ve şakacı olup herkese moral vermek, maddi hiçbir karşılığı olmayan ancak savaş ortamında son derece kıymetli olan özelliklerdir. Bir ayakkabıcıda çalışan tezgahtar, çaresizlik içinde bir mağaza­dan diğerine son derece mütevazı bir talebin karşılanması için gezinip duran müşterisiyle konuşurken o, "Kızım için bir çift ayakkabı istiyorum," dediğinde, o anda stokta olma­dığını ve muhtemelen bir iki hafta içinde ancak geleceğini söylemek yerine, "Ben de isterdim," diye karşılık veriyorsa,

bu kişi kime nasıl bir zarar verdiğini anlayamayacak kadar ahmak demektir ve derhal müdürüne şikayet edilmelidir zira hiç kimsenin halkın ihtiyaçlarıyla alay etmeye hakkı yoktur.

Herkesin kendisine çeki düzen vermesi, çalışmalarımızı olabildiğince rasyonel olarak düzenlememiz, savaş konu­sunda önümüzde duran her türlü gereksiz ve saçma şeyi ortadan kaldırmamız, savaş hakkında konuşmak yerine sa­vaşla mücadele etmemiz, başkalarına nazik davranmamız, nazik ve anlayışlı olmak, her durumda iyi huylu davranan askerlerimizi örnek almamız, günün getirdiği zorlukları sakinlik ve tevazu ile kabullenmemiz ve hiçbir şeyin bizi demoralize etmemesi adına eskisinden daha fazla ne yapa­bileceğini düşünmemiz gerekiyor.

Kısacası, anavatan toprağında yaşayanlar da artık savaşın getirdikleriyle savaşmalıdır!


AÇIK MÜZAKERE
29 Mart 1942

Yiyecek dağıtımında yapılan yeni kısıtlamalar 6 Nisan'dan itibaren her bir vatandaşımızın ev ekonomisini etkileyecek. Bunu görmezden gelmek ya da olduğundan daha yumuşak göstermeye çalışmak aptalca ve hatalı bir hareket olur. İlgili kurumlarda kesintinin boyutları ve gerekliliği konusunda uzun ve sert tartışmalar yaşandı ancak nihayetinde kesin­tilerin son derece elzem olduğuna ve planlanan miktarlarda uygulanması gerektiğine karar verildi. Şayet bu yapılmasay- dı, altı ya da en fazla sekiz ay içerisinde yiyecek stokumuz konusunda çok daha büyük sıkıntılar yaşayacak ve şu anda yapılanlardan çok daha geniş kapsamlı kesintilere gidile­cekti.

Verilen son savaştaki durumun aksine, Alman gıda poli­tikaları sayesinde ulaşılabilir gıda ürünleri herkese adil bir biçimde dağıtılıyor ancak savaş şartlarında stokumuz her­kesin isteklerini karşılayabilecek kadar çok değil ne yazık

ki. Elbette kimse, yarın varlığımızı sürdürebilmek için mu­hakkak ihtiyaç duyacağımız yiyecek stokunu bugünden tü­ketmemize izin vermediği için hükümeti suçlamayacaktır. Bizler yalnızca uzun vadeli planlar yaparak -ki bu savaşta zafere erişebilmemizi sağlayacak yöntemdir aynı zamanda- yiyecek tüketimini kontrol etmek zorundayız. Hükümet hangi gıda maddelerinde kısıtlamaya gitmenin bütün top­lumu doğrudan etkileyeceğini herkesten daha iyi bilir an­cak bunun gerekli olduğuna karar veriyorsa herkes şundan emin olmalıdır ki başka olasılık kalmamıştır.

Bu kararı almamıza neden olan koşulların herkes farkın­da. Hem radyolarda hem de yazılı basında detaylı olarak tar­tışıldıkları için şu anda burada tekrar etmemize gerek yok. Ordumuzun genişliği, ağır sanayide çalışanlar ile gece gün­düz mesai yapanların sayısının artması, silah endüstrisinde istihdam edilmek üzere ülkemize gelen iki buçuk milyon işçi, bizim için çalışan ve aynı zamanda beslememiz gere­ken mahkumlar ile işgal ettiğimiz bölgelerde konuşlanan birliklerimizi ekonomik olarak desteklemek, müttefikimiz Finlandiya'nın kahramanca mücadelesinde ona yardımcı olmak, son iki yılda planlarımızı bozarak anormal seyre­den ve hasatımızı da etkileyen hava şartları ve tarımsal iş gücü noktasında yaşanan kronik sıkıntılar birleşince eski gıda maddesi dağıtım oranlarını korumamız giderek daha da zorlaştı.

Elbette bunun böyle bir kesinti için çok da uygun bir zaman olmadığının da farkındayız zira patates sıkıntısı da çekiyoruz. Uzun süren don, patateslerin tarlalardan market­lere getirilmesini imkansız kıldı. Bahar gelince yine bolluk yaşayacağız ancak uzun kış mevsimi yüzünden kağıt üze­rinde kusursuz görünen planlarımız sekteye uğradı. Özel­likle büyük şehirlerde sebze sıkıntısı yaşanıyor. Özetle bize kalsa bu sert önemleri birkaç ay daha ötelemeye çalışırdık ancak artık bu seçenek pek mümkün görünmüyordu. Savaş

döneminde gıda politikalarımızı popüleritelerine göre değil, bu şartlar altında, her ne kadar kimseyi memnun etmeye­cek kararlar almak zorunda kalsak da hangi politikanın daha mantıklı olduğuna bakarak ne yapacağımızı belirliyoruz. Bu tür önlemler can yakıyor olabilir ancak savaştan zafer­le çıkacağımız güne kadar bunları yapmak zorundayız. En önemlisi de bir sonraki hasadın nasıl olacağını öngöreme- diğimiz için yeterli stokumuzun kaldığından emin olmaya mecburuz. Sonraki hasadın durumuna göre belki gıda yar­dımlarını artırma yoluna gitmemiz de mümkün olabilir.

Artık her bir Alman vatandaşı emin olsun ki bizler bu savaşı kazanmak zorundayız. Kaybedersek başımıza gele­ceklerle kıyaslanırsa bugün gönüllü olarak kabullendiğimiz bunca şey birer çocuk oyun gibi kalır. Bizler böyle bir ih­timali asla düşünmek istemiyoruz zira devletimiz yalnızca muzaffer olmayı istemekle kalmıyor, zafer için var gücüyle çalışıp mücadele ediyor ve her türlü sorumluluğu seve seve kabul ediyor. İçinde bulunduğumuz durumun gerektirdiği şartları yerine getirmek yine devletimizin görevi ancak sa­vaşın getirdiği yüklerin herkese eşit olarak dağıtılması ko­nusunda ısrarcı olmak da halkımızın hakkıdır. Ulus olarak hep birlikte bu savaşı kazanmamızı sağlamak adına yapma­mız gereken fedakarlıklardan kimsenin kaçınmaya hakkı yoktur. Kaçmaya çalışan ya da savaşta gösterdiğimiz çaba­ların sonuçları için tehdit oluşturan herkes en ağır şekilde cezalandırılmayı hatta idam edilmeyi dahi hak ediyor. Pek çok askerimiz ve komutanımız vatan için canlarını ortaya koyarken vatan toprağında yaşayanların zafer kazanma şan­sımızı bilerek veya bilmeyerek riske atmasına asla izin ve­remeyiz. Cephede yapılan fedakarlıklar giderek zorlaşırken sivil yaşamda da taşınan yükün ağırlaşması, düzenin ve adil koşulların sağlanması için alınan önlemlerin sıkılaşması olağandır. Yasalara karşı gelen kim olursa olsun hesabını en ağır şekilde verecektir. Askerlerimiz de bizden bunu istiyor,

hatta halkımızın tamamı buna tam anlamıyla destek veriyor. Düşmanlarımızın bu konuda ne düşündüğüyle ise zerrece ilgilenmiyor ve onlara kendi işleriyle ilgilenmelerini öne­riyoruz. İngiltere'deki beyefendiler, savaşın üçüncü yılında toplumsal yaşamda düzeni koruyarak halkımızın sorunla­rından kimsenin bir fayda sağlamasına fırsat vermeyi red­dediyor oluşumuzu bir zayıflık işareti olarak görmekte öz­gürdür. Ancak kendileri de bizim gibi kesintiye gitmek du­rumunda kalıyor ancak bizler İngiltere'nin gıda bakanı gibi halkımıza etin onlar için zararlı olduğunu ve ot kullanarak lezzetli ve güzel salatalar yapabileceklerini anlatmıyoruz. İngilizler despot olduğumuzu iddia ediyor ancak bizler ne zaman kritik bir karar verecek olsak kendimize güvenerek halkımıza gidiyor, durumu hiçbir şeyi gizlemeksizin onlara anlatıyoruz zira biliyoruz ki halkımız bizi anlar. Ayrıca halkımızı bu şekilde fırsatçılardan da koruyoruz. İngiltere'nin aksine -Londra gazeteleri hemen her gün bundan şikayet etse de- bizler böyle insanları asmaktan dahi asla çekinmiyoruz ve bu noktada vicdanlarımız da zerrece rahatsız olmuyor. Yani Ulusal Savunma Konseyi'nin yakın zamanda çıkardığı yeni genelgede herhangi bir hata bulunmuyor; genelgenin ilk paragrafında da belirtildiği gibi halkın geneli için önem arz eden hammaddeleri ya da gıda maddelerini ortadan kaldıran, saklayan ya da yağmalayan kişiler derhal hapis cezasına ve hatta daha ciddi suçlar söz konusuysa ölüm cezasına çarptırılırken işleri gereği ya da ticaret yaparken başkalarına bu konuda ayrıcalık tanıyan ya da özel teklifler sunanlar da aynı şekilde hapis cezası alacak­tır. Her şey gayet açık. Devletin avukatlarına, böyle dava­ların ivedilikle çözülmesi talimatı verildi zira geçmişte ya­şanan bu tip olaylarda suçlulara yumuşak yüz gösterilmesi bu suçların önlenmesine herhangi bir katkı sağlamadı. Kara borsa ticaretin savaştan kar sağlamaya çalışan sorumsuz ve ahlaksız üyelerinin artık sonu geldi. Bizler bütün halkımız

adına konuşuyoruz, hem cephedeki askerlerimiz hem de va­tan toprağında mütemadiyen çalışan vatandaşlarımız adına. Zira en temel gereksinimlerinin savaşın zorlu şartlarında devlet tarafından korunup garanti altına alınması hepsinin hakkıdır.

Aramızda hala lüks tüketim malları ve daha fazla gıda için fahiş bedeller ödemeye hazır olanlar varsa eğer bunun son uyarı olduğunu unutmasınlar. Artık o pek sevgili karınla­rına iyi bakmak için aldıkları risk bu kadar hafif olmaya­cak. Kimsenin savaşı sevdiği yok. Bu yüzden birkaç ucu­benin savaşın tadını çıkarıp ondan kar sağlamasına da asla izin vermeyeceğiz. Bu tarihi mücadelede tertemiz, lekesiz bir biçimde savaşmaya devam etmek istiyoruz. Zafer bizi bulduğunda hem Alman kadınları hem de Alman erkek­leri üzerlerine düşeni layıkıyla yaptıklarını söyleyebilmeli. Bunu anlamayan vicdan yoksunu kimseler, savaşta ne yapıp ne yapmayacağını bilmeyenler, durumu ya lafla ya da daha zorlu yollardan anlamaya mecbur kalacaklar. Savaş süresin­ce bütün hammaddeler ve gıdalar toplumun tamamına aittir ve bu yüzden adil bir biçimde dağıtılması zaruridir. Buna karşı gelenler ancak topluma zarar verir. Çiftçinin hasadı bütün halkımızın malıdır. Bu yüzden çiftçimiz fırsatçıları kapısından içeri sokmamalıdır.

Alman toprağından ve çiftçinin el emeğinden çıkan hasat doğruca tüccarın eline geçer. Tüccar bir aracıdır ve ürünü adil bir biçimde dağıtmakla görevlidir. Her türlü takas en ağır şekilde cezalandırılacaktır. Zanaatkarların ürünleri de adil fiyatlara satılmalıdır. Bu noktada özel teklifler yapılma­sını istemek ya da özel teklifleri kabul etmek onursuzluk­tur ve suç kabul edilecektir. Ortalama bir vatandaşın adalet duygusu bu adil dağıtım yasasının en sağlam garantisidir aslında. Alman ev kadınları satıcılardan hakları ne ise onu talep eder, kara borsa ürünlere fahiş fiyatlar vermeyi asla kabul etmez zira bunun suç olduğunu bilir Alman kadını.

Takas, kara borsa, rüşvet ve her türlü fahiş fiyatlandırma muhakkak cezalandırılacak ve özellikle daha ciddi mese­lelerde kişinin mülkü haczedilecek ya da kendisi doğruca idam cezası alacak.

İster üretici, ister tüccar isterse de tüketici olsun, toplumumuzda herkes örnek davranışlar sergilemek zorunda. Herkes kendisine verilen adil payla yetinmeye mecburdur zira bu önlemler de mücadeleye bir katkı sağlı­yor ve zaferi bize bir adım daha yaklaştırıyor. Zafer toplum olarak hepimize bağlı.

Aramızda adaletimizden ve içtenliğimizden şüphe eden tek bir vatandaşımızın dahi olduğunu hayal edemiyoruz zira bunu yapan kişi büyük risk alıyor demektir. Aramız­da savaşı yeterince ciddiye almayan tek tük kimseler de olabilir. Böylesine dar görüşlü olabilenler yalnızca tüm ulusumuza ait olan gıda maddelerinin tedarikini tehlikeye atmakla kalmıyor, aynı zamanda ahlaklı vatandaşlarımıza kötü örnek olarak uzun vadede herkesin adalet duygusunu ve toplumsal yaşamın adil ve eşit oluşuna duydukları inancı zedeliyorlar. Bu da olabilecek en kötü şey.

Böylesine zor zamanlarda tek ihtiyacımız olan iyi düşün­mek ve derin inancımızı korumak olacaktır. Bu değerleri suiistimal eden, halkımızın sabrını ve içtenliğini test eden her kim olursa olsun, dersini alana kadar darp edilmeyi hak ediyor demektir. Hükümet olarak halkımızla aramız­daki bağı bu zorlu savaş döneminde her zamankinden çok daha derinden hissediyoruz. Zafer uğruna yapılan büyük fedakarlıkları, bu uğurda herkesin nasıl cesaretle ve sabırla mücadele ettiğini görüyoruz. Oğlunu kaybeden her bir ana­nın, eşini kaybeden her kadının ve babasını kaybeden her evladın acısını içimizde hissediyoruz. Çiftçi kadınlarımızın ahırlarda ve tarlalarda ne kadar çok çalıştığını biliyor ve yorgunluktan bitap düşen işçilerimizin otobüslerde ve met­rolarda nasıl yığılıp kaldığını görüyoruz. Berlin'den ayrılır-

ken askerlerimizin anavatan için yaptıkları büyük fedakar­lık hakkında söylediklerini yürekten dinliyoruz. Keşke her gün cesur ve mütevazı halkımızı, asla böbürlenmeye gerek görmeden zafer için çalışıp mücadele eden insanımızı öven şarkılar söyleyebilseydik.

İşte bizler bu insanlara borçluyuz, onlara yürekten bağlıyız. Onlar da hükümetlerinden, daha fazla fedakarlığa ihtiyaç duyulduğunda savaşın yükünün tüm omuzlara eşit ve adil bir biçimde dağıtılmasını talep ediyorlar. Bunu yapmayı başaramayan bir hükümet, halkın hükümeti olarak adlandırılmayı hak etmiyor demektir. Bizler işlerin nasıl yürümesi gerektiğini biliyoruz ve bu yüzden savaşın gerektirdiklerini görmezden gelenler büyük bedeller ödeyecekler. Alman halkı uzun süredir bir bütün olarak örnek teşkil eden bir tutum sergiliyor ve saygıyı hak ediyor. İşte bu yüzden suçluların acımasızca muamele görmelerinin halk tarafından memnuniyetle karşılanacağından şüphemiz yok.


KAĞIT KALEMLE SAVAŞMAK
12 Nisan 1942

Böylesi kapsamlı bir savaşta pek çok dalı olan devasa, çok yönlü bir organizasyona ihtiyaç olduğu aşikar. Organizas­yonun dallarının toplumsal yaşamın her alanına ulaşması ve hatta özel hayata da dahil olabilmesi gerekiyor. İkincisi, şayet gerekli şartlar oluşturulabilirse oldukça faydalı olabilir. Artık orduların, ellerini kollarını sallayarak sağa sola dadanıp ihtiyaçları olan şeyleri topladıkları feodal yö­netimlerin devrinde yaşamıyoruz. Günümüzde askeri yöne­timler her şeyi planlamalı ve muhakkak her şeye hazırlıklı olmalıdır. Tüm olasılıkların dahil edildiği önlemler almalı ve gergin gergin beklemektense uzun vadeli planlar yapıp her şeye hazırlıklı olmalıdır. Bu da hem hükümette hem de alt yönetimlerde karmaşık ancak kıymetli mekanizmalar kurulmasını elzem kılıyor. Gün gelip de bütün mekanizma­nın çökmesi tehlikesinden kaçınmak adına her bir çark bir diğeriyle uyumlu hareket etmek zorunda.

Her yerde olduğu gibi bizde de sadelik her zaman en iyi seçenek. Bir cihaz ne kadar yalın ve net ise, o kadar kusur-

suz işler. Biz Almanlar tüm dünyaya örgütlenme ustaları olarak nam salmış durumdayız. Çünkü bu işi gerçekten iyi biliyor ve bazen olması gerekenden bile daha iyi işler çı­karıyoruz. Organizasyon olmadan düzenli bir hayat düşü­nemiyoruz. Bu yüzden başarılı olacağımızdan emin olmak adına yalnızca organize edilmesi gereken şeyleri değil or­ganize edilebilir olan her şeyi mütemadiyen düzenlemeye çalışıyoruz. Bu da bir hata aslında zira o kadar sistematik çalışıyoruz ki bazen ara sıra akıllıca doğaçlamanın gücünü kullanmaktan aciz kalabiliyoruz. Savaşın doğasının 1942'de 1939'dan çok daha farklı olduğunu herkes kabul edecektir. Yapılması gereken işler çok büyüdü. Ancak bu işleri hallet­mesi gereken nüfusun yoğunluğu ise aynı oranda artmadı. Çalışma şevkleri artıyor olsa da fiziksel ve ruhsal kudretle­ri, savaşın ilk yılına nazaran üçüncü yılında kendilerinden beklenenleri yerine getirmekte haliyle yetersiz kaldı. Bu noktada cihazlar daha da önem kazanmış olsa da her şey giderek sadeleşmek yerine daha karmaşık bir hal aldı ne yazık ki. Bizlerin bu konuda bir şeyler yapması gerekiyor. Savaşla bağlantılı pek çok insan barış zamanından kalma pek çok ağırlığı da beraberlerinde sürüklemekteler. Hafif bir yükle ilerlemek ve böylece ivme kazanmak yerine endişe­ler, karşıtlıklar ve engellerle doldurdukları koca bir çantayı taşıyorlar sırtlarında. Girişimde bulunmak yerine kağıda sarılıyorlar. Kritik bir meseleyi başka birine kısacık bir not yazıp gönderdikten sonra herhangi bir terslik olması duru­munda mazeretiniz olsun diye bir kopyasını da kendinize saklamakla çözemezsiniz. Telefonu elinize alıp nihayetinde gayet iyi niyetli ve düzgün bir insan olan o kişiyi aramak çok daha iyi olacaktır. Birkaç arkadaşça söz ettikten sonra sorunlar muhakkak çözülecektir. Bu size hem zaman ka­zandıracak, gerilmenizi ve sorun yaşamanızı önleyecek hem de gelecekteki tarihçilere hoşlarına gidecek siyah beyaz bir evrak kazandırmayacak olsa da işleri hızlandıracaktır. Ba-

şarının yarısı genellikle cesurca inisiyatif almak ve hızlıca eyleme geçmektir aslında. Hedefine ilk ulaşan kişi şüphesiz ilk harekete geçen olacaktır.

Savaş için harcanan çabalar yalnızca bir avuç evraktan ibaret olursa sizce elimize ne geçer?! Reich öncüleri o kadar çok işle uğraşıyor ki masalarına yığılan notları ve onlarca evrakı okumaya harcayacak bir dakikaları dahi yok. Tabii ayrıca daha düşük rütbelilerin yapması gereken işleri hal­letmek de onların görevi değil. Kendileri kapsamlı yönerge­ler hazırlayarak işe yarayıp yaramadıklarını takip etmekten sorumlu. İşte öncü derken tam olarak bundan bahsediyoruz, yaptıkları yöneticilikten çok daha farklı. Ayrıca ufak tefek meseleleri, devletin daha küçük organları merkez ofisin yapacağından çok daha kolayca ve çabuk çözebilirler. Zira böyle basit meselelere çok aşinadır hepsi. Kafası az çalışan insanlar nadiren parlak fikirler üreten kimseler olarak ta­nımlanabilir.

Bizi yanlış anlamanızı da istemem. Şayet devlet ve yö­netimin işlemesi gerekiyorsa her zaman belli seviyede bir organizasyon da olmalıdır. Ancak bu noktada da güvenilir­liğin bir limiti vardır ve o limit mekanizmanın sağlıklı iş­leyen kısımlarına zarar vermeden genişletilemez. Şayet bu işi fazla ciddiye alırsanız sonunda süpervizörlerinizi nok­talama işaretlerini kontrol etmekle görevlendirmeye başlar ve ardından ölümcül noktaya kadar gidersiniz. Bu da yal­nızca fikirlerinizi sekteye uğratmakla kalmaz, gerçekleri de yerin altına gömmenize neden olur. Büyük vazifeleri yerine getirebilmek için ihtiyaç duyduğunuz insanların her birini cömertçe teşvik ederek hırsını ve çalışma arzusunu körük­lerseniz, sıradan yollardan kazanılamayacak başarılara eri­şirsiniz. Resmi görevlilerin beyaz atlarıyla önünde şaşkın­lıkla kalakaldıkları hendeklerden ve engellerden kararlı bir sıçrayışla atlar ve geniş, açık arazilere koşarsınız.

İşte bizler de bu yüzden savaş süresince parti içindeki çalışmalarımızdan geri kalmadık. Organizasyonlar ya da örgütler belli amaçlarla kurulur ve eğer kendilerine verilen görevleri başarıyla tamamladıktan sonra değerli ve paha bi­çilmez sanat eserleriymişçesine sürüklenmez, bilakis tahtla­rından derhal indirilirler. İşte bizler bu bakış açısıyla o şaşalı seçim zaferlerini kazandık. Her daim düşmanın ensesindey- dik, bize zafer kazandıran prensiplerimiz konusunda katı ve sert olsak da sahada esnek ve uyumlu davrandık ancak aynı zamanda hedefimize ulaşmak için bitmek bilmez değişimler geçirerek farklı yöntemler uygulamasını da bildik. Belli bir kalıbın içinde sıkışıp kalsaydık asla zafere ulaşamazdık; biz- ler kağıdı genellikle gazeteler, el ilanları ve posterler basmak için kullandık. İktidara gelmemiz için gerçek anlamda ihti­yaç duymadığımız her şeyi ya geride bıraktık ya da daha iyi günlerde kullanmak üzere erteledik. Pazarlar ve tatil günleri bizim için tamamen yabancı konseptler. Şayet yeterince pa­ramız olsaydı, hızlı trenlere binip seyahat eder ve bu da ye­terli gelmezse gecelerimizi üçüncü ya da dördüncü sınıf sert ahşaptan bankların üzerinde geçirirdik. Hiçbirimizin de in­cileri dökülmezdi bu yüzden. Hepimiz kazanmak zorunda olduğumuz biliyorduk ancak bunu kafaya da takmıyorduk. Teorisyenlerin söyleyecek çok şeyi yoktu, uygulayıcılar ise ne yapılacağına karar vermek durumundaydı. Yapamadığı­mız her ne varsa iktidara geldiğimizde telafi edebileceğimiz düşüncesinden güç alarak ilerledik ve öyle de oldu.

Bugün savaşta da benzer bir bakış açısıyla ilerliyoruz. Savaşa bir katkısı olmayan her ne varsa hepsini önemsiz görüyor ve bir kenara bırakıyoruz. Beceriksizlik her alan­da başarının baş düşmanıdır. İhtiyaç duyulan tüm eylemler mümkün olduğunca çabuk gerçekleştirilmelidir zira aksi takdirde çok geç olabilir. Şayet çalışmanıza engel oluyorsa eskiyen köklerinizden kurtulmayı da bilmelisiniz. Barış za­manında pek çok şeyi mazur görebiliyorduk zira hem zama-

nımız hem de maddi gücümüz vardı. Ancak savaşta durum çok farklı. Hepimiz savaşın katı yasalarının ağırlığı altında eziliyoruz ve eğer bize sunduğu fırsatları yakalamayı başa­ramazsak, aynı yasalar başarımızın önüne set çekmeyi de bilir.

Kaniş satın almak isteyen biri, bir köpek gazetesinin rek­lam sayfasına yazı yazıyor. Kendisine bir teklif geliyor ancak öncesinde tescilli bir kurum olan Reich Köpek Derneği'nin başvurması ve bir form doldurması gerekiyor. Bu sırada pek çok -ve elbette çoğu alakasız olan- soruyu yanıtlamak durumunda kalıyor. Savaş sırasında söz konusu kaniş, ister Protestan isterse Katolik olsun inançlı bir Almanın yanında muhakkak rahat bir yaşam sürecektir ancak söz konusu der­neğin barış döneminde devlete olan katkıları her ne olursa olsun, savaş zamanında sekreteryasını savaş endüstrisinin hizmetine sunup gazetesini doğu cephesindeki haberleşme ağına teslim ederek cephedeki askerler için mütevazı gaze­teler çıkarmalarına yardımcı olmalıdır.

İçinde bulunduğumuz dönemde doldurulacak formlar da yapılacak anketler de mümkün olduğunca en aza indirgenmeli zira insanların, hayatları için önem arz eden şeyleri elde edebilmek için aptal formlara yaşam hikayelerini yazacak kadar çok zamanı yok. Bu yüzden kurumlar mantıklı davranmalı ve vatandaşlardan yalnızca çok gerekli bilgileri talep etmeli. Herkes et, yağ, yemek, ekmek ve diğer gıda maddeleri için düzenlemeler yapılması gerektiğinin farkında ve bu düzenlemeler için de kartların, kuponların ve kimlik kartlarının dahil olduğu bir organi­zasyon kurulmalı. Şayet tütün dükkanlarının önünde puro ya da sigara almak isteyenler kuyruklar oluşturuyorsa, buna bir sınırlama getirilmeli. Bu, bütün toplumun yararına bir uygulama. Ancak her kim yaşamını idame ettirmesi için ihtiyaç duyduğu malzemelerden daha fazlasını almak isti­yorsa, yaşamsal önemi olmayanlardan feragat etmesini de

bilmeli. İşte toplumsal mantık ve disiplin burada devreye giriyor. Şayet biri payına düşenden daha fazlasını almaya çalışırsa, bir başkası ona dostça uyarıda bulunuyor ve bu da işe yaramazsa dostça bir tekmeyle o kişiyi bir köşeye itiyor.

Aramızda, parlak botlarına bir damla çamurlu su sıçrasa baygınlık geçirecek duruma gelen insanlar var. Savaş zama­nında dahi devletin, onların pek kıymetli varlıkları konu­sunda endişelenmekten başka işi olmazmış gibi davranmak­tan geri durmuyorlar. Hepsi kendi kendine yetmekten aciz. Kar yağdığında caddelerin görevlilerce temizlenmesini bek­liyorlar, buzlar eridiğinde de kasten su birikintilerine basıp botları kirlendi diye hükümeti suçlamaya girişiyorlar. Nasıl bir dönemden geçtiğimiz hakkında en ufak bir fikirleri yok. Durumumuzu mantıktan anlayıştan yoksun bir kurbağa perspektifiyle yargılayabiliyorlar yalnızca. Ancak şanslıyız ki bu kimseler toplumumuzun yalnızca ufak bir kesimini oluşturuyor ve bu yüzden varlıklarıyla size zarar vermedik­leri sürece onları dikkate almanıza gerek yok. Toplu taşıtım araçlarında yanınıza oturup şunlardan söz edebiliyorlar: "Savaşta olduğumuzun farkındayım ama arabamı kırmızı­ya boyatamıyorum, gazeteler sadece dört sayfa, otobüste kadınlara ve gazilere yer vermek zorundayız, ayrıca otobüs fren yapınca çok ses çıkıyor, şu kız da az önce yanlışlıkla ayağıma bastı..." Bu ufak meseleler onlar için çok önemli çünkü İngiliz propagandalarında duydukları yalancı endişe­lerden ve kendilerine gösterilen özel ilgiden hoşlanıyorlar. Onlar da, her ne kadar durumu yanlış değerlendirdiklerini belirttiysek ve hepsi defalarca bu hatalarının bedelini öde­mek zorunda kaldıysa da hala bu memnuniyetsiz tiplerin Alman halkını yansıttığına inanacak kadar naifler.

Bizim halkımızın hamuru başka. Hepsi akıllı, politik açıdan uyanık, serinkanlı düşünebilen realist insanlar. İki ayakları da yere sapasağlam basıyor. Bir şey hoşlarına git­mediğinde ya da onları rahatsız ettiğinde homurdanmıyor,

en fazla biraz şikayet ediyorlar. Bu da havayı biraz olsun rahatlattığı için çok da mesele olmuyor. Şikayet, ruhu arın­dıran bir eylemdir bazen. Buna alınmamız gerekmiyor. Biz insanımızla gayet iyi anlaşıyoruz. Onlar da tıpkı bizim gibi. Biz de işler iyi gitmediğinde ya da bir hata yaptığımızda şikayet ediyoruz bazen. Ama durumu abartmadan tekrar işe koyuluyoruz.

Bu noktada bir tavsiye vermek istiyorum: Hızlı, dikkat­li, özenli çalışın ve fazla ayak diremeyin. İster büyük ister küçük olsun, dertlerinizi çok önemsemeyin. Kimse size üzülmüyor çünkü hepimiz aynı gemideyiz. Kağıt kalemle savaşmaya kalkmayın. Savaşı kazanmamızda bize bir fay­dası dokunmayacak her şeyi bir kenara bırakın. Özetle, barış zamanında nasıl barışçıl davranıyorsanız, savaş zamanında da birer savaşçı olun!


HAKİKİ KAHRAMANLAR VE AKTÖRLER

7 Haziran 1942

Yahudi plutokratların dünyaya, hayata ve tarihe bakışları­nın en karakteristik özelliği, her bir değeri adım adım ancak kaçınılmaz olarak negatif yönde değiştirmeleridir. Alman­ya'daki cumhuriyetçi sistem döneminden pek çok örnek var hafızalarımızda. Bu örneklere yenilerini eklemeye de hiç gerek yok. O zamanlar kahraman ahmak, korkak ise onurlu bir adam olarak görülürdü. Biri özgür kalmaktansa tutsak bir adam olarak üç yaşam boyu hayatta kalmayı tercih edi­yordu. Çok çocuklu bir baba alay konusu olurken eşcinsel bir çocuk Kuzey Avrupalı erkeklerin rol modeline dönüş­müştü. Tarihimizdeki en muhteşem adamlar ya bu vicdan­sız kan emicilerin kurbanı olmuş ya da sistemin içinde yok olup gitmişti. Suçlanan katil değil maktuldü. En azılı suç­lular psikanalitik çalışmalar için harika süjeler olarak görü­lüyordu. Kısacası, en popüler Yahudi gazetecilerden birinin Berlinli bir Yahudi gazetesinde yazdığı gibi, kahramanca idealler hali hazırda var olan tüm idealler arasında en ah-

makça olanıydı ve Dünya Savaşı'nda can verenlerin tamamı onurdan yoksun bir mecrada ölüp gitmişti.

Geriye dönüp bakınca bütün bunlar bir şizofrenin geçirdiği şiddetli bir krize benziyor. Ancak bundan çok daha fazlası aslında. Böyle fikirleri halkın zihnine sokmak için cazibelerini sonuna kadar kullanan insanlar gerçekte bu yalanlara zerrece inanmıyorlar. Bilakis, bunları yalnızca in­sanları yumuşatarak Bolşevizm olarak da bildiğimiz büyük kitlesel değişimlere hazırlamak için yapıyorlar. Bolşevizmin atası olan demokrasi de bütün değerlerimizi, nihayetinde kaosa varacak bir değişim sürecine soktu.

Bugün aynı şeyin düşmanımızın başına da geldiğini gö­rüyoruz. Savaşın manevi açıdan, semitik kimliğinin anla­şılması için Londra radyosunu dinlemenize bile gerek kal­mayacak kadar aşikar bir biçimde Yahudiler tarafından yü­rütüldüğünün klasik bir göstergesi bu aslında. Bir şekilde, aksi takdirde pek çok açıdan bütünüyle anlaşılmaz olacak olan ve uzun zaman önce tarihsel yok olma mücadelele­rinde düşmanın tüm geri çekilmelerinde, yenilgilerinde ve kaçışlarında zafer görmeye alıştıkları düşünce ve hislerin düşmanca dünyasının farklı bir versiyonunu oluşturuyor. Sonrasında elbette ki savaşı; hazırlıksız yakalanıp defalarca geri çekilmek zorunda kalsalar da yaşamlarını tehdit edecek ekonomik ve stratejik hatalarında bir tür cesaret görmeyi başararak ve dahi plutokrasinin aç gözlülüğünü yeni bir sosyal düzen olarak kabul edip kiliseleri yakarak rahipleri öldürdükten sonra Tanrı'nın kendilerine soylu bir hüküm­dar göndereceğini söylemekten utanmadan yüz seksen mil­yon insanı fiziksel ya da mental olarak hapsedip akla gelebi­lecek en düşük standartlarda yaşamaya mahkum edip bir de onları dünyadaki cenneti yaşadıklarına inandırarak kolayca kazanabiliyorlar.

İnsanların kendilerine verdikleri değer de hemen hemen aynı süreçlerden geçiyor. İngiliz ya da Amerikalı askerler

gittikleri her yerde, her ne kadar düşmanlarının iki katı olsalar ve moral bakımından da ellerindeki silahlar açısın­dan da üstün durumda olsalar da halde yenilgiye uğruyor­lar. Becerebildikleri tek şey ister birlikleriyle ister tek başına ya da aileleriyle birlikte düşmandan tam zamanında kaçmak olan generallerin adı Büyük İskender, Sezar, Napolyon ve Büyük Friedrich'le birlikte anılırken en zorlu zamanlarda bile birliklerine güvenen, bir an olsun teslim olmayı düşün­meyen, ölüm kalım meselelerinde bile kararlılığını koruyan ve makus kaderine direnen gerçek militer liderlerin adını telaffuz etmeye bile gerek görülmüyor. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nde sözde General MacArthur[32] gerçek bir halk kahramanıymışçasına muamele görürken Almanya'da General Scherer'in[33] yaptıkları OKW raporlarında sadece birkaç cümleyle anlatılıyor. Peki, aralarındaki fark nedir? İçlerinden hangisi kahraman, hangisi korkak?

Geçtiğimiz kış yapılan taarruzda, doğuda bulunan bir Al­man birliğiyle bağlantı kesildi ve yüz yedi gün boyunca bir başlarına kaldılar. Bu süre boyunca birlik, tam yüz yirmi sekiz şiddetli ve ağır düşman saldırısına uğradı ve bunlara on karşı saldırı ve kırk üç hücum saldırısıyla karşılık verdi. Birliğin yetkili subayları, generallerinin onları yalnız bırak­madığını ve her askerin yardımına koştuğunu sevgi ve hay­ranlık dolu ifadelerle dile getirdiler. Her bir askerin derdini dinlemek için her an hazır bulunuyordu. Birliğin etrafı ku-

şatılmışken hem yetkili subaylar hem de erlerine güç veri­yordu. Birlik tam üç gün boyunca erzaksız ve mühimmatsız kaldılar ancak sonrasında generalin kahramanlığı ve özveri­si sayesinde oldukça zor ve tehlikeli şartlar altında kendile­rine hava yardımı yapıldı. Bütün bu süre boyunca budanmış meyve ağaçları ve dallar, dört bir yandan saldıran düşmana karşı ellerindeki tek takviye destek olarak kaldı. Sovyetler mütemadiyen yeni tank birlikleri ileri sürerken askerimizin elinde tek bir tank yoktu. Bu barbarca soğuğun ortasında sığınabilecekleri tek bir sıcak yer yoktu. Düşman silahları nihayetinde sığındıkları binadan geri kalan yıkıntıları da yerle bir etti. Ne donmuş toprağı kazıp siper oluşturabildiler ne de ellerinde dikenli teller vardı.

"Düşmanlarımızın yaralılarımızı tuttuğumuz evlere sal­dırmalarına engel olamadık. Onları yerleştirebileceğimiz yeni yerler bulmak zorundaydık ancak çarpışma alanında yatan onlarca yaralı daha vardı." General Sherer'in duygula­rını belli etmeden, son derece sade bir ifadeyle açıkladıkları bundan ibaretti.

6 Mayıs'ta yayınlanan bir OKW raporunda şöyle belirtili­yordu: "Doğu cephesinin kuzey kanadında Alman birlikleri, daha öncesinde düşman tarafından kuşatılmış olan önemli bir alanla bağlantımızın tekrar kurulmasını sağlayan planlı ve kusursuz bir taarruz gerçekleştirdi. Düşman kuvvetlerin onlarca saldırısına rağmen General Scherer komutasında­ki birlik, 21.1.1942 tarihinden beri bulundukları konumu cesurca koruyorlardı. Harekete geçtiklerinde de askerlerin yarısı yaralı yarısı ise sağlıklıydı."

Yahudi demokrat basın ise bu durumu pek umursamadı. Şimdi bir de duruma diğer taraftan bakalım:

Japonların Corregidor'a saldırısı ıo Nisan'da Bata- an'ın1 boşaltılmasıyla başladı ve yirmi altı gün sonra Bir­leşik Devletler'in askeri güçlerine 6 Mayıs günü verilen

1     Filipinlerdeki Luzon Adası'nın uzantısı olan yarımadanın tamamını kapsayan il.

kapitülasyonların ardından son bulduğunda altmış bin kişi teslim olurken üç bin beş yüz kişi de Corregidor'a kaçtı. Komutanları General MacArthur ise 10 Mart gibi erken bir tarihte Bataan'dan ailesiyle birlikte ayrılmıştı ve gitmeden önce de ordularını cesaretli ve dayanıklı olmaları için teşvik etti. Karısı ise subaylara erleriyle birlikte kalmaları konu­sunda güzel tavsiyeler verirken kocası giderken onun peşin­den gitti. Avustralya'nın güvenli topraklarındayken Tokyo'ya zaferle gireceğini iddia eden MacArthur'un on iki bin dört yüz doksan beş askeri Corregidor'da Japonlar tarafından esir alındı. Ölülerin sayısı ise altı yüz kırk kadardı. Alınan raporlara göre ellerinde savaşa daha altı ay devam edebile­cek kadar erzak da bulunuyordu ve ne mühimmatlarında ne de silahlarında bir yetersizlik söz konusuydu.

Corregidor, dünya üzerindeki en güçlü doğal hisarlardan biridir. Savaş sırasında adanın tamamında savunma üsleri, askeri mühimmat depoları, postaneler vesaire kurulmuştu. Savunma hatlarını birbirine bağlayan yer altı tünelleri çift yönlü otobanlar kadar genişti ve barış döneminde adanın bu şekilde düzenlenmesi için neredeyse beş yüz milyon do­lar harcanmıştı ve bu yüzden Amerika halkı adadan bahse­derken Amerika'nın Cebelitarık'ı tabirini kullanıyordu zira Amerikalı uzmanlar bu adanın fethedilemez olduğunu dü­şünüyordu. Ada herhangi bir tanklı saldırının yapılabileceği konumda değildi, yalnızca hava saldırıları ve yaylım ateşi­ne maruz kalma ihtimali vardı ancak elbette yaralanacaklar için bombalamadan etkilenmeyecek sığınaklar, klinikler ve ameliyathaneler gibi pek çok alan da düşünülmüştü. Yine de görünen o ki Amerikan askerleri her halükarda Japon esare­ti altında yaşamayı tercih etmişti. Zaten neden Avustralya'ya kaçıp güvenli topraklarda keyif çatan ve anavatanlarında da Amerika'nın yaşayan en büyük kahramanıymışçasına te­zahüratlarla karşılanan generallerinden daha cesur olmayı isteyeceklerdi ki? İşte size, bizim anlayışımızla asla uyuş-

mayan çarpıtılmış bir gerçeklik ve toplumsal bir kampan­yayla meşrulaştırılıp yüceltilen korkakça bir kaçışın hika­yesi. Deyim yerindeyse General MacArthur, Hollywood'u arkasında bırakmayı unutan bir adamdan başka bir şey de­ğil. Ancak Amerikan basını, Bataan'daki gibi Corregidor'da yapılan sözde savunmanın Amerikan tarihinin en cesurca hamlelerinden biri olduğunu iddia ediyor. Hatta bu savaş süresince akıllıca yapılan stratejik geri çekilmeleri övmek konusunda fazlasıyla deneyim kazanmış olan 1he London Times bile Corregidor'un ancak Thermopylae Muharebesi' ile karşılaştırılabilecek bir zafer olduğundan bahsederken Boston radyoları da adada yapılan savunmanın ender görü­len bir mucize olduğundan söz ediyor. Yetmezmiş gibi bir de Amerikan Yahudi basını korkak General MacArthur'un, geleceğin Amerikan Başkanı olarak son derece uygun bir aday olduğunu dile getirmekten geri durmuyor. Hatta pek çok Amerikan eyaletinde MacArthur'un heykelleri dikilme­ye başlandı. İnsanlar yakalarında onun rozetlerini taşıyor ve hatta İngiltere'de kendisine sahip olabileceği en büyük onur bahşediliyor: Ünlü Madame Tussaud Balmumu Heykel Müzesi'nde kendisine özel bir köşe oluşturuluyor! Ayrıca Amerikan Basını heykelin üniformalı olacağını da duyurdu.

Bu da bizi aynı şizofreniye sürüklüyor. Tek gözü kör bir adamın kral olduğu bir ülke ve kültürel bir tarihi olmayan

1 Akhamenid imparatorluğunun yani diğer bir deyişle Perslerin Yunanistanı ikinci kez istila edişinde yapılan üç günlük muharebedir. Sparta Kralı I. Leonidas'ın komutasın­daki ordular ve 1. Serhas komutasındaki Pers güçleri arasında gerçekleşen çarpışmada Pers ve Grek güçleri Ege Denizi sahili yakınlarındaki Termopylae Geçidi'nde karşı karşıya gelmiştir. Dört gün boyunca bekledikten sonra saldıran Pers kuwetlerine başarıyla direnen Grek kuwetler, civarda yaşayan yurttaşlarından birinin ihaneti­ne uğramıştır. Bu kişi Pers Komutana Grek kuvvetlerin arkalarından saldırmalarına yardımcı olacak ufak bir geçidin yerini göstermiştir. Ancak Kral Leonidas farklı bir plan yapıldığını fark edince 300 Spartalı, 400 Tebaili ve 700 kadar Therpianlı aske­rini tutarak kalanları geri göndermiş ve bizzat geçitteki yerini korumuş ancak saldırı sonucunda hepsi yaşamlarını yitirmiştir. Tarihe bu muharebe vatanlarını sawnan inançlı askerlerin neleri feda edebileceğini gösteren büyük bir örnek ve bir kahra­manlık destanı olarak geçmiştir.

bir vatan ile iki bin yıllık şanlı bir tarihi olan bir ulusun kahramanlık konusunda farklı görüşlere sahip olması çok doğal olduğundan bütün bu grotesk saçmalıkların gayet an­laşılır kabul edilebileceği söylenebilir ancak meselenin cid­di bir yanı da var. Bu noktada Yahudilerin bir ulusu nasıl aptallaştırdığı ve algısını bozduğu da sorulması gereken bir sorudur. İşte bu soruya verilecek olan şayet bu çürümeye yüz tutmuş entelektüel ve ruhsal sürece karşı koymazsa ne gibi bir tehlikeyle karşı karşıya kalacağı konusunda kusur­suz bir örnek sergilemekte. Burada tek bir örnek üzerinden açıkladım ancak çağımızda verdiğimiz bu ruhsal savaşta her gün buna benzer onlarca örnekle karşılaşabiliyoruz.

Hakiki kahraman yoksa bir aktör mü? İşte mesele bu. Tarih bilinci olan kimse, bu büyük mücadelenin sonunda Tanrı tarafından kimin şanlı bir zaferle kutsanacağından şüphesi olmayacaktır. Düşmanımızın yarattığı yapan ka­rakterlerin aksine bizim gurur duyacağımız onlarca isim var yanımızda. Kendileri tarihimizin en zeki askeri liderine hizmet ediyor ve arkalarından hem savaşta hem de zafer za­manlarında, hem zor günlerde hem de sefahat döneminde defalarca sınanmış milyonlarca Alman askeri uygun adım ilerliyor.

Her biri ulusumuzun tarihini şekillendirecek ve adları nesilden nesile aktarılacak. Amerika'nın sözde kahraman aktörlerinin geçici ünleri de Madame Tussaud Balmumu Heykel Müzesi'ndeki balmumları misali eriyip gidecek.

HAVA MUHAREBESİ VE
SİNİR MUHAREBESİ

14 Haziran 1942

Savaşta, düşman açısından, dile getirmeye gerek bile olma­yan düşük ihtimallere rağmen kendinde, yaşanan her geliş­meden katlanılabilir bir sonuç çıkarma hakkını gördüğü bir safhaya gelindi. Tarih sahnesinde, toplumların varlığının de­vamı ya da yok oluşunun söz konusu olduğu askeri bir mü­cadele verilirken güçlerin bu kadar dengesiz dağıldığı çok az savaş görülmüştür. Mihver Devletler geri dönüp baktığında uzun, neredeyse sonsuza uzanan bir gurur verici zafer zin­ciri görebilecekken düşman açısından her bir adım hatalı olmuş ve birlikleri mütemadiyen yenilgiye uğramıştır. Ge­leceğin tarihçileri bu döneme dönüp bakınca, sonucun iyi olacağına ve zafer kazanacaklarına inanan halklarının nasıl olup da böyle sonsuz yenilgiler yaşadıklarına hayret ede­cekler. Bunun sonucunda da bulacakları tek açıklama şu olacak: Savaşı ve ülkeyi yönetenlerin muhakeme becerileri, sahte ve riyakar propagandalarla köreltilmiştir!

Plutokrat Bolşevik Koalisyonun askeri açıdan elinde kalan ihtimaller şu an için hiç alışkın olmadıkları kadar sınırlı gö­rünüyor. Londra, Washington ve Moskova'da bekleşen beye­fendiler varlıklarını saracak bir gizem bulutu ve kendilerine mütemadiyen sorular soran toplumun geniş kesimine ve­recek karanlık ve biraz da tehditkar tınılar içeren bir yanıt arayışı içindeler ancak bilinçli olarak gözlem yapabilen her insan bu beyefendilerin sözlerinin ardının bomboş olduğu­nu kolayca anlayabilir. Kendi kurdukları tuzağa düşmüş du- rumdalar zira. Dikkatle hazırladıkları savaşın ibresi kendi­lerine dönmeye başladı. Hala, nefret ettikleri düşmanlarına zarar verme, mallarına ve çalışan kesimin yaşadığı şehirleri ile köylerine saldırmaya muktedirler ancak bütün bunlar artık savaştaki durumu değiştirmeye yetmiyor. İşler artık istedikleri gibi gitmiyor.

Şayet Londra, düşman cephesinde adil ve düzgün bir mücadeleyle asla yaratamayacağı yıkıcı ve şiddetli terörü gerçekten yaratmak istemiyor olsaydı, İngiltere'nin başına asla Bay Churchill geçemezdi. İngiliz gazeteleri son zaman­larda hava muharebelerinden bahsederken kuşkucu ifade­ler kullanıyorlar. Bu tartışmalar bize, şayet plutokrat İngiliz hükümetinin eline düşersek başımıza neler gelebileceğini gösteren olağanüstü eğitimli kesim hakkında olduğu kadar İngiliz halkı konusunda da iyi bir izlenim edinme fırsatı ve­riyor. Tanrı'ya şükür son derece acımasız bir netlikle gördü­ğümüz şey bir güç işareti değil, kontrolsüz bir öfke ve zayıf­lık belirtisi. Rakibini küçümseyen ve aşağılayan kişi, daima yanlış yoldadır. İngiltere için karanlık ve cehennemvari bir son beklememizin gerekli olabileceğini hiç düşünmemiştik ancak artık yaptığı tarihi hataların yine tarihi felaketlere sebep olabileceğini görebiliyoruz. Ayrıca öç almak için ya da karanlık bir nefrete kapılarak hava saldırılarını sivil nüfusun yaşadığı yerlere yapacağımıza dair herhangi bir tehditte de asla bulunmadık. Kendimizi yalnızca düşmanın

bizi zorladığı noktalarda elimizden geldiğince savunmaya çalışıyoruz.

Ancak mesele Bay Churchill olunca durum farklı. Kendi­sinin geçmiş askeri yenilgilerine kinlendiği ortada ve çığlık çığlığa ortalığı inletse de Sovyetlerdeki baskıyı azaltmak için Avrupa'da ikinci bir cephe açma isteğine kimse sıcak bakmıyor. Şayet bu konuda ufacık bir ihtimal olsaydı, inatçı doğasıyla bunu sonuna kadar zorlardı. Hepsi bir yana artık sevkiyat konusunda da sıkıntılar yaşıyor. Churchill şunu en az bizim kadar iyi biliyor ki Avrupa'da herhangi bir yerde konuşlanmaya kalkarsa karşılığını ikinci bir Dunkerque vakasıyla ve hatta belki daha kötüsüyle alacaktır. Bu nok­tada krallıkta büyük bir kriz yaratmadığı müddetçe böyle bir yenilgi alma riskine de giremiyor. Bolşeviklerin giderek artan talepleri de göz önüne alınırsa Bay Churchill'in teh­ditler savurup Sovyetleri tatmin etmek için daha az tehlike arz eden yollar bulmaktan başka çaresi kalmadı. Buna bul­duğu tek çözüm de Alman sivil halkın yaşadığı bölgelere gece saldırısı düzenlemek üzere Kraliyet Hava Kuvvetleri'ni görevlendirmek oldu.

Böyle bir saldırının bize ne kadar ciddi bir zarar verece­ğinden şüphemiz yok elbette ancak asıl soru, bu saldırının askeri durumda hatırı sayılır bir değişikliğe neden olup olmayacağı ve Bay Churchill'in vadettiği sonuçlara ulaşıp ulaşmayacağı. Sivil halkımızın İngiliz terörü yüzünden ne kadar acı çektiğini söylemeye gerek duymuyorum. Hepsi, bu cesur mücadelelerinin nasıl hayranlıkla izlendiğini ve bü­tün Alman ulusunun onların yanında olduğunu biliyorlar. Ancak şayet Londra bu tür saldırıların Alman ulusunu de- moralize edeceğini sanıyorsa yanılıyor. Daha önce yüzler­ce kez dile getirdiğimiz ve gerekirse yüzlerce kez daha dile getirebileceğimiz gibi, günümüz Alman ulusunun 1918'deki Alman ulusuyla hiçbir ortak noktası kalmadı. O zamanlar

yaşadığımız moral bozuklukları bir kerelikti, ulusumuzun karakterinin parçası değildi.

İngilizlerin, bu dehşet verici hava saldırılarıyla erzakımıza ve cephaneliklerimize ciddi biçimde zarar verebilecekleri düşüncesi son derece mantıksız. Verilen hasar, savaştaki çabamızı azaltmaya yetecek güçte olamaz asla. Şayet İngilizler gece saldırılarıyla yok ettiklerini sandıkları şeye değil de gerçekte yok edebildiklerine odaklansaydı, hava saldırılarına bu kadar önem vermezlerdi zira gece görev­lerinde kendileri daha çok kayıp veriyorlar. Her ne kadar Bay Churchill kaybedilen uçakların oranını az göstermek için operasyonlara katılan uçak sayısını abartarak rakamlar­la oynasa da uğradıkları zarar telafi edemeyecekleri kadar çok aslında. Bay Churchill bu hamlesiyle kendi ülkesinde belki artı puan kazanabilir ancak bizi asla kandıramaz. Me­sele rakamlar olduğunda düşman pek de müşkülpesentlik yapmıyor. 30 - 31 Mayıs'ta Köln'e yapılan büyük hava saldı­rısında toplam üç yüz beş kişi öldü. Bu da şüphesiz yüksek bir rakam. Britanya'nın rasgele yaptığı bombalamalardan et­kilenen aileler de büyük acı içinde. Amerikan gazeteleri ve sonrasında da İngiliz basını yirmi bin kayıptan bahsederken aslında umdukları rakamı dile getiriyor ve gerçeklerden ne kadar uzak olduklarını da ortaya koyuyorlar.

Savaşın ilk gününden ı Haziran 1942'ye kadar geçen sü­rede düşmanın bombalı saldırılarından toplam yedi bin dört yüz otuz kişi hayatını kaybetti. Elbette bu ölümlerin yarattığı acıyı küçümsemek gibi bir niyetimiz yok zira her bir vatandaşımız Reich'ın özgürlüğü için can verdi. Korkunç bir acımasızlıkla hareket eden ve kesinlikle ününü korumak için yaşanan İngiliz yönetiminin karşısında sapasağlam durdular. Ancak bu rakam, barış döneminin son iki buçuk yılında yaşanan trafik kazalarında on beş bin otuz dokuz Almanın öldüğü göz önüne alındığında çok da büyütülecek bir oran değil. Elbette burada niyetimiz asla ölümlerin öne-

mini kıyaslamak olmaz, yalnızca İngilizlerin saldırılarını ne kadar abarttıklarını gösterebilmek adına bunları paylaşıyo­ruz.

İngilizler tarafından bombalanan şehirlerden gelen bil­giler bize sivil halkımızın moralinin asla bozulmadığını gösteriyor. Bu tür terörist saldırıların yarattığı acıyı tahmin etmek mümkün değil -zaten nasıl olabilir ki- ancak siville­rimizin mücadelesinin arz ettiği önemi algılamak mümkün. Bay Churchill'in bu saldırılarla aslında neyi amaçladığını ve kendisine beklediği gibi bir fayda sağlamadığını görmek zor değil. İngilizlerin bu manevraları başarılı olamayacak kadar şeffaf, dahası bunları yaparken niyetlerini açıkça bel­li ediyorlar. Şayet istenen ve denenen şeyler alaya alınarak göğüsleniyorsa ve bir anlık zayıflığın dahi ne tür ciddi so­nuçlar doğuracağı biliniyorsa, o toplumun moralini terörist saldırılarla çökertmeyi bekleyemezsiniz. Bunun ötesinde İngilizlerin saldırılarına ivedilikle ve net bir biçimde kar­şılık vereceğiz. Bunu yapmaktan elem duyuyor olsak da Bay Churchill' bize başka bir seçenek bırakmadı. Führer, Reichstag'ta yaptığı son konuşmasında kendisini nazik bir dille uyardı ancak Bay Churchill kafasına göre hareket et­meyi tercih ettiği için karşılığını aynı silahla alacak. Bu her iki taraf için de mücadele etmenin ağır ve bedeli oldukça yüksek bir yolu. Yine de bu yolu seçen kişi sonuçlarına da katlanmak zorunda.

Teröre terörle karşılık vererek bir şey elde edilmez ancak buna zayıflık göstermek de terörü yüreklendirip daha da güçlendirmekten başka bir işe de yaramaz. Teröre terörle karşılık vermek muhakkak birilerinin hayatına mal olacak­tır elbette, lakin eğer ona boyun eğmeniz durumunda kay­bedeceklerinizin yanında bunun hafif bir bedel olacağını söylemek abartılı olmaz. Şiddet şiddeti doğurur. Bu, yaşa­mın en temel kurallarından biridir. Bu yüzden, eğer İngiliz- lerin şiddet içeren yöntemlerine aynı şekilde karşılık verir-

sek, doğanın bu yasasına uymuş oluruz. Kültür konusunda hassas olan insanlar için -ki bizler kendimizi de giderek azalan bu türe dahil ediyoruz- Lübecj, Rostock ve Köln'de zamana meydan okuyan tarihi ve sanatsal anıtların kaybı ne kadar acı ise, Bath, York ve Canterbury'dekilerin yok oluşu da o kadar acı verici ancak bu noktada suçlu bizler değiliz, Britanya İmparatorluğu'nun başındaki gaddar kişidir asıl suçlu olan. Şunu çok iyi biliyoruz ki bu kişi, böyle yıkıcı kararlar alırken o tarihsel anıtların birini dahi düşünmüyor zira kendisi, tek derdi para, zengin bir yaşam sürmek ve en kaliteli alkolleri tüketmek olan plütokrasinin acımasız ve sert doğasına sahip. Böyle bir liderin insafına kalmış olmak da İngiltere'nin talihsizliği ancak bu durumun bedelini yal­nızca Britanya İmparatorluğu değil, bütün insanlık ödemek zorunda kalıyor. Aslında bizler olmasaydık, dünyanın kül­türel mirasının belki de tamamı yok olup gidecekti.

İşte bu yüzden onun yöntemlerine karşı kendimizi savun­mak zorundayız ve ancak halkımızı terörize etmeye çalışır­ken kullandığı aynı acımasız güçle saldırmayı kararlılıkla sürdürürsek kendisini alt edebiliriz. Zira Bay Churchill'in hava muharebesi aynı zamanda bir sinir muharebesine dönüşmüş durumda. Bu hava saldırılarını yalnızca Alman halkının moralini bozmak için yapıyor ve kaybettikleri bize kaybettirdiklerinden daha fazla olsa da umursamıyor. Defa­larca aynı şeyleri deniyor ve her seferinde de kendisi zararlı çıkıyor. Bizim ise yaptığımız bunca fedakarlık bir gün gele­cek, karşılığını bulacak. Bu yüzden bunları kabullenmek ve global savaş anlayışımızın el verdiği ölçüde hepsini göğüs­lemek durumundayız. İngiltere'de bu saldırılardan musta­rip olanlar ise esas sorumluya dert yanmakta özgürler: Bay Churchill'e!

Eminim hava muharebesi ve sinir muharebesi konu­sundaki kana susamış yorumları bir nebze de olsa dikkate alınırsa New York ve Londra'daki Yahudi basın kendisiyle

gurur duyacaktır. Ancak onlar da gün gelecek bunun bede­lini Avrupa'da ırklarının yok olmasıyla ve hatta belki daha fazlasıyla ödemek zorunda kalacaklar. Ancak yine de onları fazla ciddiye almaya lüzum da yok zira ne İngiltere'nin ne de Amerika'nın düşüncelerini yansıtıyorlar, yalnızca kendi fikirlerini dile getiriyorlar. Bizim tek derdimiz var oluşu­muzu tehdit eden düşmanlarımızla. Sevdiğimiz her şey için savaş veriyoruz. Savaşın kurbanları da gün gelecek, kazan­dığımız zaferle onurlandırılacaklar. Artık bu sonucu hiçbir şey değiştiremez. Düşmanlarımız ancak zaferimizi bir parça olsun geciktirebilecek güce sahipler, hepsi bu. Ancak niha­yetinde kaçınılmaz olan muhakkak gerçekleşecek.

Bu noktada yine şu deyim hakkıyla yerini buluyor: Bizi öldürmeyen şey, güçlendiriyor!


SÖZDE RUS RUHU!
19
Temmuz 1942

Alman ordusunun son dönemdeki geniş çaplı savunma operasyonlarının yanında bir de Sivastopol için verilen acı­masız ve zorlu savaş her şeyden önce tarafsız basında eski bir meselenin yeniden açılmasına neden oldu. Geçen kış ol­duğu gibi mesele yine sözden Rus ruhu ile ilgili. Asya ve Avrupa arasındaki zihinsel ve dahi fiziksel sınırlar her daim Batı Avrupalıların ilgisini çekti. 1917'den önce Rusya ve sonrasında da Sovyetler Birliği olarak adlandırdığımız etnik olarak karışık bölgenin bizim açımızdan hala bir muamma olduğunu inkar etmek anlamsız olacaktır. Elbette muamma olmasının nedeni o zamanların Çarcılığı ya da bugünün Bolşevizmi değil. Neden, devlet dedikleri o canavarca yapı­nın içine sıkıştırılmış farklı halkların varlığı ki bu da Rus­ları, bizim anladığımız türden bir 'ulus' sınıfına sokmuyor.

Bizimle çoğunlukla ters düşen ve bazen yanardöner görü­nen sözde Rus halkının ruhu dedikleri şey pek çok açıdan

aslında gizli bir buluşma yerinde bir araya gelen, birbirin­den tamamen farklı ulusların yansımasından ibaret. Onla­rı, Batı Avrupalı halkları tanımlarken kullandığımız kalıba sokarak sınıflandırmaya çalışmak büyük bir hata olacaktır. Rusya dediğimiz ülke her daim karışık bir çoğunluk olarak var olmuştur. Genel anlamda tarihlerini de hep küçük bir grup şekillendiriyor; bir dönem çarlık destekçisi kaymak tabakanın yaptıklarını bugün Bolşevik Yahudi yönetimler gerçekleştiriyor. Köylüler ve işçilerden oluşan geniş kitleler ise, tarihsel olaylarla hiç alakası olmayan piyonlardan ibaret.

Sovyetler Birliği halkları, ilkelliğini asla hayal edemeye­ceğimiz şartlarda yaşamlarını sürdürüyorlar. Kısa süre önce başta Berlin olmak üzere pek çok büyük şehri gezen 'The Soviet Paradise' adlı bir sergi, orijinal belgelerle Sovyetler Birliği'ndeki doğal yaşamı insanlara göstermeye çalıştı ve sıradan, naif vatandaşımız gördüklerine inanmakta zorlan­dı. Ara sıra sergi hakkında ateşli bir tartışmaya tutuşmuş siviller görüyordunuz, yanlarına gelen doğu cephesinde sa­vaşmış gazilerden birkaçı, sözde işçi ve köylü cenneti olarak anılan Sovyetler Birliği'nin aslında o sergi gösterildiğinden bile kötü olduğunu söylüyordu. Sovyetler Birliği'ne karşı başlatılan kampanyanın, komünizme dair hoş anılar canlan­dırmadığı ortada. Askerlerimizin hiçbiri Bolşevizmin teori ve pratiğinin örtüştüğünü gösteren en ufak bir manzarayla karşılaşmamıştı. Doğu cephesinden kimse komünist olarak dönmedi, aksine yüz peçesi kalktı. Bolşevizm artık bizim için hiçbir tehlike arz etmiyor.

Sovyet ordusunun, daha önce hiçbir kampanyada karşı­laşmadığımız bir direnişle birliklerimizin karşısında dur­ması bizi hala çok şaşırtıyor. Neredeyse barbarlığa varan bir kayıtsızlıkla savaşıyor, daha da dikkat çekici olanı; kendile­rini sanki öldürtmeye çalışıyorlar bazen. Sivastopol Sava- şı'na katılanlar Sovyet askerlerinin direnişine dair anlattık-

lan öyle kötü ki daha geniş izleyici kitlelerini şaşırtmamak adına daha fazla açıklama yapılmasını gerekli kılıyorlar.

Tarihleri boyunca Ruslar, saldırı konusunda özellikle yetenekli olmadıklarından bilhassa savunma konusunda inatçı ve sert bir tutum sergilemişlerdir. Ulus olarak ka­rakterleri gereği savunmacı bir doğaya sahipler. Barbar denilebilecek kadar ilkeller. Katı ve yoksul bir varoluşa alıştırıldıkları için yaşama öyle sıkı sıkıya tutunma gereği duymuyorlar. Ortalama bir insanın bir bisikletten bile daha az değeri var onların gözünde. Yüksek doğum oranları saye­sinde kaybedilen her bireyin yeri kolayca doluyor. Her biri, cesaret olarak adlandıramayacağımız primitif ve çok fark­lı bir sertliğe sahip. Cesaret dediğimiz insanın ruhundan gelen cüretkar bir histir. Bolşeviklerin Sivastopol'da siper­lerini savunurken takındıkları türden bir sertlik çok daha barbarca bir dürtü ve bunun kaynağının Bolşevik görüş ya da Bolşevizm eğitiminin bir sonucu olduğu tartışma götür­meyecek bir gerçek. Ancak Ruslar ezelden beri böyle olmuş, ebediyete kadar da böyle gidecektir. Şayet vadedecek bir şeyi kalmadıysa bir insan hayatını, son bir tehlike anında cennete el sallamak misali bir kenara atmak çok daha kolaydır. Silah kuşanmış milyonlarca ahmaktan oluşan bir kitlenin ayaklanmasının Almanya ve diğer bütün Avrupa ülkeleri için nasıl bir tehlike arz ettiğini konuşmaya dahi gerek yok. Taarruza geçmiş askerlere karşı savunma yaparken nasıl bir motivasyonla hareket ettiklerini anlamak mümkün değil. Bolşeviklerin komutanlarının birliklerini, direnişin son demlerinde savunmaya geçirmek getirmek için kullandıkları yöntemler elbette ki savaş sürecinde pek de önem arz etmiyor ancak yine de umursamazlığın hatalı izlenimler edinmeye neden olmaması adına neyi nasıl yap­tıklarını bilmek de mühim. Slav ulusunun ruhunu yerle bir etmede Bolşevizm kadar usta bir görüş daha var olmadı. Bu konuda böylesi korkunç bir deneme de ancak Rusya'da ya-

pılabilirdi ki bunun için, Sovyetler Birliği'nin şekillendiren primitif ve geri kafalı halklar ile kısıtlı sosyal ve ekonomik beklentilerinin bir araya gelmesi gerekiyordu. Sonrasında, kendilerini takip edenleri şaşırtan bir sebatla ilerlemeleri yeterli oldu.

Bolşevizme dair kafamızda şekillenen ilk izlenimler abar­tılı değildi, bilakis onu hafife almıştık belki de. Gerçekler gölgelerin ardına saklanmıştı. Bizimkiyle kıyaslandığınca insanı ancak şoke edecek ya da kahkahalara boğacak Sovyet sisteminin sözde sosyal başarılarına değinmeye dahi gerek duymuyoruz. Ancak Bolşevik propagandanın Rus köylüler ve işçilerden oluşan geniş kitleleri dünya sahnesinden çe­kip her birini, dünyada cenneti yaşadıklarına dair aptalca bir iddia ile tekrar tekrar kandırabilmesi gerçeği karşısın­da şaşkınlığa uğramak elde değil. Bağımsız bir muhakeme yeteneği kazanabilmek için insanların kıyaslama fırsatının da olması gerekir ancak bu kitlelerin öyle bir şansı olmadı. Sovyetler Birliği'nde yaşayan işçiler ve köylüler, yirmi beş yıl boyunca zifiri karanlık bir zindana hapsedildiği için bir gaz lambası gösterip bunun güneş olduğuna kolayca inandı­rabileceğiniz bir insan misali...

Böylesi bir sistem içerisinde yetkili komiserler bizim anla­yışımıza bütünüyle ters bir rol oynamaktalar. Hem halkının hem de ordunun içerisinde kusursuz bir kırbaç ustası olarak yer alıyorlar. Yaşam ve ölüm konusunda otorite olarak görü­lüyor ve görevini başarıyla yerine getirmek için var gücüyle çalışıyor. Emrinde, kendisine körü körüne inanan; her şeyin kendi inisiyatifi dışında gerçekleşmesine izin vermek ya da daha ciddi meselelerde acımasız işkencelerle ölüm ve hafif bir ceza olarak hapse atılmak arasında tercih yapabilmek üzere eğitilmiş kalabalık bir grup var. Bununla savaşabile­cek ulusal bilinç de artık ortadan kalmış durumda. İlk za­manlarından beri sistem, bu bilinci ortadan kaldırmak için her türlü kaynağı elde etti. Bütün ülke, ebeveynlerini gözet-

lemek için çocukların dahi kullanıldığı bir casusluk siste­minin insafına kalmış durumda. Böylesi umutsuz, amaçsız bir topluluk ırk olarak ruhlarında yatan kaderciliğe boyun eğerek kendilerini yazgılarına teslim etmekten başka ne ya­pabilir? Üstü hemen yanında silahıyla beklerken ve Yahudi propagandaları onu teslim olmanın yalnızca ölümü değil, aynı zamanda berbat işkenceleri beraberinde getireceğine ikna etmeye devam ederken siperdeki bir askerin nasıl bir seçeneği olabilir?

Bunun, bizim anladığımız şekliyle cesaret denen olguyla hiç ilgisi yok. Son kez sınandığında bu sistem bile mertçe savaşan üstün güçlere karşı boyun eğmek zorunda kalacak­tır. Evet, savunma pozisyonundayken Bolşevikler son dere­ce avantajlı durumdaydı ancak yine de yirmi beş gün sonra teslim oldular. Nihayetinde bu sistem, savaşçı insanların ru­hundan fışkıran ve vahşetle ya da korkuyla değil, bireyin ce­saretiyle bütün güçlükleri ve tehlikeleri aşmasını sağlayan özgür iradeyi bütünüyle yok sayıyor. Uluslararası Yahudilik tehlikeli bir kampanya yürütüp doğunun insan kaynağını kullanarak bize karşı koyuyor ancak bir kez o kaynak tüken­diğinde, artık bizim için bir tehdit olmaktan çıkacak hepsi. Irkımızın kalitesinden de, askerlerimizin becerilerinden de, dünya görüşümüz ve prensiplerimizin mücadeleci gücün­den de asla şüphe etmiyoruz.

En kritik zamanlarda doğudan gelen tehditlere karşı ken­dini savunmak 'Zorunda kalmak da Alman ırkının kaderi­nin bir parçası. Bugün bu tehdit özellikle çok önemli zira şeytani emellerini yerine getirmek isteyen Yahudi zihniyeti tarafından amansızca kullanılıyorlar. Bu durum yalnızca Reich'ımızın için değil, bütün batılı kültürler için ölümcül bir tehdit oluşturmakta zira Yahudilik, Sovyet sistemin ordularının Almanya'yı ve sonra da bütün Avrupa'yı istila edebilmesi için gereken silah lan sağlamak adına doğudaki kitleleri destekliyor. Bu, bir tür ölüm kalım meselesi. Kızıl

komiserler, kendi dünyalarını bizimkine saldırarak koruma­ya çalışıyorlar ve bu yüzden bizler de gelecekte tehdit al­tında yaşamak istemiyorsak, bu sistemin kökünü kurutmak zorundayız.

Bu sorunlar, sözde Rus ruhunun yarattığı eğitimsizliğin teşkil ettiği yaklaşımın çok daha ötesine uzanıyor. Eski standartlar artık böylesi devasa entelektüel ve ideolojik bo­yutta görüşleri tahayyül etmekte yetersiz kalıyor. Doğudaki cephelerde verilen büyük savaş, her birimiz için ulusal bir gelecek olmazsa yerle bir olabilecek dünyamızı derinden sarsıyor. Düşmanın savaş sırasında takındığı vahşi acıma­sızlık, yüz yüze kalabileceğimiz tehlikenin boyutlarını göz­ler önüne seriyor. Her şey tehdit altında. Sistemin burada uygulanması durumunda neler yaşanabileceğini hayal dahi edemeyiz. Uluslararası Yahudilik Avrupa'nın tamamına hakim olma derdinde. Halklarımız, primitif bir ırkın katı­şıksız vahşiliğinin insafına kalabilir ve bu noktada bütün değerlerini kaybedebilir. Belki Londra böyle bir şeyi kabul etmeyi düşünüyordur. Savaşta yaşanan gelişmelerin işaret ettiği üzere Londra'nın düşmanını kendi gücünü kullanarak yenemeyeceği aşikar. Bu yüzden de biz Almanların en gizli yanlarını dahi ortaya çıkarmak için detaylı olarak araştırma­mız gereken sözde Rus ulusal ruhu denen şey üzerine en­telektüel tartışmalar sürdürmek konusunda pek sabrımızın olmaması da anlaşılır olmalı. Bu noktada artık gizemler yok, yalnızca gerçekler var. Ulusal varlığımızı tehdit eden bir dünya gücüyle savaşmaktayız. Savaş bizim için bir felsefe meselesi değil, acı bir gerçek. En acımasız haliyle karşımız­da dikiliyor ve bizler, en kutsal varlıklarımız uğruna savaş veriyoruz. Düşmanımızı asla hafife almıyoruz. Yine de, hak ettiği kaderden kaçmak için ne tür şeytani yöntemlere baş­vurursa vursun aşağı olan ırkın üstün ırka yenik düşeceğine inancımız tam.

Şayet Mihver Devletler bütünüyle kıtamızı savunmuyor olsaydı Avrupa'nın çoktan yok olmuş olacağını çok iyi biliyoruz. Bizim sayemizde Avrupa yepyeni bir gençlik kazandı. Doğunun, kültürüne ve varlığına yaptığı her türlü saldırı başarısız olacak zira gücünü entelektüel liderlik ile Avrupa'nın genç ırklarının yaşam enerjisinden alan savun­mamız ve direnişimizle düşmanın karşısına dikilmiş olaca­ğız.

Tarihimiz boyunca sık sık yaşadığımız üzere doğudan üzerimize hücum eden göçebeler kendi steplerine geri püs­kürtülecekler. Sovyetler Birliği'ne karşı verdiğimiz savaşın ana amacı tam olarak bu işte.


TANRI'NIN ÜLKESİ
9 Ağustos 1942

Amerika'nın ulusal karakterinin iki önemli özelliğinden han­gisinin daha kalıcı olduğundan ve dolayısıyla da hangisinin daha büyük bir önem arz ettiğinden asla emin olmazsınız: Na- iflik ve üstünlük kompleksi. Örneğin bölgemiz hakkında bir takım açıklamalarda bulunduklarında, vurdumduymazlıkları karşısında düştüğümüz şaşkınlığıküstahlıklarıyla bastırmayı başarıyorlar. Mesele hakkında ne kadar az bilgileri varsa, o kadar büyük bir özgüvenle açıklama yapıyorlar. Gerçekten de Avrupalıların, verecekleri tavsiyeleri hevesle beklediklerine inanıyorlar. Taktiksel olarak çekimser kalışımız, savaştan ev­vel sahip oldukları sığ kültürü tartışmalarına değil, onu övme­lerine vesile oldu. Teknik gelişmeler konusundaki en büyük başarıları soğutma sistemleri ile radyo oldu. Yüzyıllar süren tarihsel gelişmelerin sonucunda elde edilebilecek kültürel değerlerin satın alınmayacağını dahi düşünemiyorlar. Şaka değil, savaştan sonra ciddi ciddi Alman kalelerinin taşlarını teker teker söküp Amerika'ya taşıdılar. Taşlara kazınan bir kültürü bu şekilde kazanabileceklerini düşünüyorlar ve

Avrupalıların kendilerini alaya alarak attığı kahkahaların, sahip olmadıkları kültürü ve geleneği satın almalarını sağ­layan zenginliğe duydukları saygıdan kaynaklandığını sana­cak kadar naifler aynı zamanda.

İskoç yazar Eric Linklater, kısa süre önce Almancaya çevrilen Juan in America adlı eserinde, ölümcül ironiler içerek birkaç kelimeyle Yankilerin yaşamına kusursuz bir ayna tutuyor. Amerikalıları daha iyi anlamak isteyen her­kes, savaş sonrası dönemde geçen bu romanı mutlaka oku­malı. Son zamanlarda Amerikan basını, Amerikan halkının, General Rommel'in[XXXIV] askeri yöntemlerinin herkesçe öğre­nilmeye çalışıldığı ve dünyanın kendisine hayran olduğu görüşünde birleştiğini iddia ediyor. General Lee, atlı bir­liklerini, General Rommel'in tanklarını kullandığı şekil­de idare ediyormuş. Bu naif ve saçma düşünce karşısında insan şaşırsın mı yoksa gülsün mü, bilemiyor açıkçası. Her durumda bu düşünceler tam anlamıyla Amerikan ve bahis­lerde, Amerikalıların buna kesinlikle inandığı konusunda bire on verebilecek kadar güçlü bir iddia. Yalnızca Amerika gibi bir ülkede başkanın karısı, düzenlediği yardım gecesin­de bin dolar bağış topladıktan sonra parayı, yararına top­ladığı savaş gazilerinin herhangi bir eksiğinin tamamlanıp tamamlanamayacağına bakmaksızın cebe indirebilir. Kısa süre önce New York gazetelerinde geçen bir haber bu. Hatta bahsi geçen gecede sağlam bir modellik ücreti karşılığında Bayan Roosevelt de podyuma çıkarak kendisini hayranlık­la izleyen halka son moda kürkleri tanıttı. Amerika'nın pek çok gazetesinde 'Benim Günüm' başlıklı köşesinde, önceki gün neler yaptığını, ne giydiğini, hangi partilere katıldığını, kimlerle tanıştığını ve sonraki gün ne planı olduğunu anlat­tığı makaleleri yayınlanıyor.

Bizler gerçekten Amerika'ya yanlış bir açıdan bakıyoruz. Bunda da, pek çok Amerikalının filmlerden tecrübe ettiği üst tabakadan bin kadar insanın yaşam tarzını halka yan­sıtan Hollywood'un payı büyük. Amerikan izleyicileri bu noktada sınırsız bir hayranlık ile nefret arasında gidip geli­yorlar. Sığ kimseler bu filmleri hayranlıkla izlerken gerçek gözlemciler onları her daim küçümseyerek takip ediyorlar. İlk bakışta elbette, dünyanın henüz gelişme çağında olan bu yeni alanı herkese etkileyici görünüyor ancak gelgelelim kültür seviyesi gökdelenlerin yüksekliğiyle de ölçülmüyor. Avrupa ve Asya'nın kadim kültürlerinin entelektüel öz­gürlüğünü korumak isteyen bu ülkenin kendi bünyesinde ne kalıcı bir tiyatrosu ne de operası bulunuyor. New York Metropolitan Operası gibi yerler yalnızca barış zamanında Alman ve İtalyan operalarıyla ayakta kalabildiği için savaş başladığı anda kapılarını kapatmak zorunda kaldı.

Amerika'nın, dünya çapında tanınan ne bir şairi, ne bir ressamı, ne bir mimarı ne de bir bestecisi var. Elinde kül­tür namına var olan ne varsa Avrupa'dan devşirildi. Kendi diline, kültürüne ve medeniyetine sahip olmayan bir ülke yalnızca. Her şeyi bir yerlerden çalarak, üzerine hiçbir şey koymaksızın basitçe Amerikanlaştırmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Amerikanlaştırmaktan kastım ise şu: her bir kültürel değere Amerikan damgası vurarak olgun bir ifadeyi bir tür slogana dönüştürmekten ibaret, valsı caza, bir edebi­yat eserini suç romanına çevirmek gibi...

Şayet Amerikalıların parası olmasaydı, muhtemelen dünyanın en bayağı halkına dönüşürlerdi. Üstünlük taslama hali dünyanın hiçbir yerinde onlarda olduğu kadar sinir bozucu gelmiyor. Evet, dünyanın en iyi uçakları ve tanklarından yüzlerce, binlerce üretiyorlar; bünyelerinde en iyi generaller ve subaylar var ancak yenilgileri, düşmanlarının cesaretini kırmaktaki becerilerini kanıtlar nitelikte. Ülkesini savaşmaktan başka bir çıkar yolunu

bulamadığı ekonomik felakete sürükleyen başkanları kusursuz bir demagog gerçekten. 1917'de Avrupa'ya bir kurtarıcı vadetmişlerdi, 1919'da ise başlarına Wilson'ı sardı­lar. Şayet onlara engel olmazsak bu büyük ihaneti bugün de tekrarlayacaklar. Kısacası, Amerikalılar, hala bir ulus olmak­tan çok uzak bir topluluk yalnızca. Bir halk olabilmenin en önemli unsurundan da yoksunlar: Sınırları belli bir yaşam tarzı.

Resmi Amerikan istatistiklerine göre New York'ta yüz doksan Protestan ve dört yüz otuz Katolik kilisesi mevcut ancak bunun yanında tamı tamına bin tane sinagog var. Gerçi, yakın zamanda yabancı basına Avrupalıların sorunla­rını ganster jargonuyla açıklamaya kalkan bir Yahudi başka­nın yönettiği şehirden başka ne beklenebilirdi ki! Yahudiler yalnızca bu şehre damgalarını vurmakla kalmadı, toplumsal yaşamı bütünüyle etkileri altına aldılar. Devlet başkanının etrafı Yahudi danışmalarla çevrilmiş durumda; eşi ise savaş ve yönetim ofislerine giden yolları Yahudi arkadaşları için bir bir temizliyor. Bu öyle ki, insan Amerikan gazetelerini okuduktan sonra ellerini yıkama ihtiyacı duyuyor. Duyuru niteliğinde haberler yayınlayarak örneğin hapishanelerdeki suçluların 'Canavarlar A.Ş.' adında bir grup kurarak kendi­lerini başkana hizmet etmeye adadıklarına ve düşmana kar­şı var güçleriyle savaşabileceklerine dair yazdıkları hikaye­lerden oluşan entelektüel pisliklerle dolu hepsi. Üstelik Bay Roosevelt böylesi berbat teklifleri kabul de ediyor.

Avrupa'da, halkın böyle bir şeyi kabul edebileceği tek bir ülke gösterebilir misiniz? Ancak Amerika'da bu durumu protesto eden tek bir kişi çıkmadı. Bay Başkan ise yakın zamanda yaptığı bir basın açıklamasında şaşırtıcı derece­de çok sayıda gencin orduda ve deniz kuvvetlerinde görev alamayacaklarını çünkü hiçbirinin okuma yazma bilmedi­ğini belirtti. Eğitim seviyesi bu kadar düşük bir toplumda, böylesi kurnaz ve demagog bir başkanın istediği her şeyi

yapabilmesi kimseyi şaşırtmayacaktır, değil mi? Amerikan kuvvetleri yenilgi üstüne yenilgi tadarken ve gemileri ok­yanuslarda ölüme doğru süzülürken de Amerikan yönetimi, Almanyayı işgal ettiklerinde kahraman askerlerine takmak üzere bir milyon zafer madalyasının üretimine başladık­larına dair naif bir duyuru yapmışlardı. Amerikan yetkili­leri şu sıralarda Southern University'de sivil yönetimler, savaş yasaları ve buna benzer alanlarda eğitim alıyorlar. Görevleri ise, hali hazırda Mihver Devletler tarafından işgal edilmiş bölgelere geri dönüp oralara bir çekidüzen vermek. Şimdiye dek tek bir Amerikan askeri dahi yabancı bir ülkenin toprağına ayak dahi basmazken pek çoğu utanç içinde Amerikan topraklarına kadar püskürtüldü. İki ya da üç haftalık kuşatmanın ardından daha altı aylık mühimmatı ve erzakı olan altmış bin kişilik ordu geri çekildi ve arkasın­da altı yüz ölü bıraktı. Gerçi yüce liderlerini ilgilendiren bir durum değildi bu. Elbette kendini bu tür saçma uydurma­lara karşı koruma becerisine sahip vatandaşları yok, her şey kokuşmuş, her şey sahte. Her şey sansasyonel. Kamuoyunun fikrini hamur yoğururcasına şekillendirebiliyorlar. Ameri­ka, demokrasi bayrağı sallayıp Roosevelt'in Four Freedoms[XXXV] ifadesini destekler görünse de halkı terörize eden kurnaz Yahudiler ve iş adamları için bir cennet. Suçluların dünyaca ünlü gangsterler olup komiserler ya da belediye başkanla- rı tarafından misafir edilme fırsatı buldukları; milyonlarca kişiye ulaşan gazetelerin muhabirleriyle röportaj yaparak günlük meseleler hakkındaki fi.kirlerini beyan edebildikleri tek ülke Amerika Birleşik Devletleri'dir.

Şayet Amerika entelektüel ve ahlaki olarak nasıl defoları olduğunun farkında olup da gelişmek için çaba sarf edebilseydi bu konularda konuşmak zorunda kalmazdık

ancak Dünya'nın, arkasında birkaç bin yıllık tarih barındıran bölgelerine karşı böylesi ukala bir tavır takınıp ister naif- likten isterse de kültür ve eğitim konusunda tam anlamıyla yetersiz olmalarından kaynaklanıyor olsun, böylesi köklü kültürlere ahlaki ve entelektüel anlamda ders vermeye ça­lıştıklarında biraz fazla oluyorlar. Gençlikten kaynaklanan hataları affedebiliriz ancak böylesi bir vurdumduymazlık herkesin sinirlerine dokunuyor.

Bu yüzden de, yakın çevremizde karşılaştığımız hiçbir Amerikanlaşma eğilimini hoş karşılamıyoruz. Dünyanın önde gelen müzikal ülkelerinden biri olarak Amerika'dan tek bir nota dahi olsa herhangi bir şey öğrenmemiz gerektiğini anlamayı başaramıyoruz. Amerikalıların çoğunun aklının dahi alamayacağı bir kültür ve medeniyetin var olduğu top­raklarda yaşıyoruz. Bunu anlayabilen kişi, Amerikalıların kültür ve medeniyetten anladıkları şeylere karşı asla sem­pati duyamaz. Her ne kadar çağımızda yaşanan teknik geliş­meleri takdir ediyor olsak da, bu gelişmelerin ardında yatan gücün, bizzat bizim halkımızın köklerinden geldiğinin de farkındayız. Modern anlamda medeniyetin başardıklarını takdir ediyor ve onları yaşamımızı kolaylaştırmak için kul­lanıyor olsak da bunların yaşamın anlamı olmadığının da farkındayız. Yüzlerce yıllık tarih ve geleneğin şekillendirdi­ği ulusal değerlerimiz var bizim. Bunlar asla satın alınamaz, ancak nesiller boyu verilen emekle ortaya koyulabilirler.

Her durumda bizler, Amerikanlaşmayı reddediyoruz. Gü­nümüzde dünyaya hakim olan bu kafa karışıklığının tam ortasında, yanlışı doğrudan, altını bakırdan ayırabilme bece­risine sahibiz hala. Amerikalıların büyük konuşmalarından da abartılı rakamlarından da pek etkilenmiyoruz. Atlantik'in diğer ucunda da ağaçların göklere ulaşacak kadar büyüyeme- yeceğini biliyoruz. Tanrı'nın ülkesi ne kadar ileri giderse git­sin, onu keşfedenler de bugün yaşamasına izin verenler de Avrupalılardır. Kendi kaynaklarıyla başıboş kalırsa da kısa

süre içerisinde daha ıssız, daha çorak ancak uçsuz bucaksız bir ülke olacak, içi de insanlarının ruhları kadar boş kala­caktır.


FAZLA ADİL OLMAYIN!

6Eylül 1942-

Almanlar olarakbizler, hala genç bir ulusuz, bu yüzden gençliğin erdemini ve zayıflıklarını olduğu kadar dezavantajlarını ve avantajlarını da deneyimliyoruz. Ulus mantığımız gelişmeye devam ettiğinden mütemadiyen saldırı altında kalıyor. Milliyet duygumuza dair bir öz kanıt oluşturmak adına koloni kökenlerimizi tanımlamaya çok zaman ayırdık. İngiltere'de hakim olan "Doğru ya da yanlış -burası benim ülkem!" mantığı toplumsal yaşamın belki inkar edilemez prensibi ancak biz Almanlar için buna uymak hala çok zor. Bireysel adalet duygumuz o kadar gelişmiş ki kendi çıkarlarımıza zarar verip en büyük düşmanımıza fayda sağlayan aşırı objektif­likten mustarip olmamıza neden oluyor. Samimiyetimize oynanan oyunlar her zaman işe yarıyor ve yapılanların ger­çekten iyi niyetli olup olmadığına, yalnızca bizi kullanmayı amaçlayıp amaçlamadıklarına dikkat dahi etmiyoruz. Al­man halkı birkaç yıl boyunca başında açık ve şeffaf bir lider olmaksızın bırakıldığında birbirinden bağımsız bireylerden

oluşan bir topluluğa dönüşecektir yeniden. Ulusumuzun en belirgin karakter özelliklerinden biri de budur; milyonlar­ca Alman-Amerikalı vatandaş sosyal ilişkilerini bowling oynayarak, toplanıp şarkılar söyleyerek ve toplu etkinlikle­re katılarak koruyacak ancak en sonunda milli duygularını kaybedecektir.

Nasyonal Sosyalizm biz Almanlara ilk kez ulus bilinci kazandırdı. Günümüz neslinin hiç değilse bir kısmı artık ulus olmanın ne anlama geldiğini Nasyonal Sosyalizm sa­yesinde öğrenmiş durumda ancak bu his hala çok yeni ve çok kırılgan olduğu için ulus duygumuzu korumak adına elimizden geleni yapmamız gerekiyor. Düşmanlarımız bunu bizden çok daha iyi bildiği için ulus bilincimizi propaganda malzemesi yapmaya çalışıyorlar. 1918'de ulus olarak düştü­ğümüz grotesk tuzağa başka bir ulusun düşmesi hayal dahi edilemez ancak bizler, düşmanımızın bizimle aynı anlayışa ve aynı görüşlere sahip olamayacağını idrak edemedik. Tüm dünyanın kardeş olması gerektiğine dair attıkları nutukla­ra inandık ve bunun bir palavra olduğunu anlamamız yıllar sürdü. Almanlar olarak öyle uzun süreli bir hafızamız da yok üstelik. Hatta sempatimizi asla istemeyen uluslara dahi sempati duymayı seven bir ulusuz bizler. Versay gibi bir an­laşma bile bizlerin, Fransızların birkaç yıl öncesine kadar dostumuz olduğunu düşünmemize engel olmadı. Hatta için­de bulunduğumuz savaşta bile, yalnızca Londra değil, Paris de ulus olarak varlığımızı tehdit ederken hala Fransızlara karşı dostane bir tavır takınma eğilimi gösterebiliyoruz.

Şayet devletimiz, Bay Churchill'in İngiltere'de yaptığı kadar çok yalan söylüyor olsaydı halkımızın ne yapacağını hayal dahi edemiyorum. Gerçi aramızda Bay Churchill'in yaptıklarını politikanın bir parçası olarak görebilen kimseler de var, yani bu politikalar doğrudan bizi hedef alı­yor ve savaşın esas nedenini teşkil ediyor olsa da durum onları çok da endişelendirmiyor. Bizler, başkalarına haksız-

lık etmekten o kadar çok korkuyoruz ki olacaklardan emin değilsek kendimize haksızlık etmeyi tercih ediyoruz. Kim­se Alman yönetiminin bu savaşta öyle hatırı sayılır hatalar yaptığını iddia edemez zira biz, koşulları analiz etmeyi iyi bilen bir yönetimiz. Yine de aramızda, gelip geçici olduğu­nu öngördüğümüz şeyleri unutmak için çalışan ancak yine de aynı enerjiyle hepsini hatırlayıp sözde hata yaptığımız meseleleri mütemadiyen tekrar eden kimseler de yok değil.

Elbette kimse bunun adil olduğunu iddia etmeyecektir. Ancak bu insanların, düşmanlarımıza durduk yere abartılı bir dürüstlükle yaklaşmaları daha da acı verici oluyor. Bizim tarafımızda ortaya çıkan her türlü özel muameleyi tartışmalı görürken düşman tarafında yapılan en primitif demagojile­ri dahi özgün savlar kabul ediyorlar. Bay Churcill'in nasıl bir oyun oynadığını görebilmek için öyle fazla zeki olmaya gerek yok. Kendisi demagoji konusunda resmen ustalaşmış durumda ancak elindeki tek şey de bu. İşte bu sebeple onu Führer'le karşılaştırmayı dahi hakaret sayarız. Her ne kadar Führer bugün olduğu insanı ve kazandığı bütün başarıları yalnızca kendi çabalarına borçlu olsa ve neredeyse efsanevi denecek kadar sade bir yaşam sürüp düşünceleriyle dünyayı sarsıyor olsa da İngilizlerin onu hakkını vererek değerlen­direbileceklerini hiç sanmıyoruz zira kendileri hassasiyet­lerini, herhangi bir bedeli olmayacağından emin olacakları zamana, savaştan sonraki döneme saklıyorlar. Ancak bizler farklıyız. Gazetelerimizden biri, düşmanın safında dahi olsa bir devlet adamına iftira atarsa -ki bu tür ifadeler İngiliz gazetelerinde hemen hemen her gün geçiyor- ırkımıza özgü adalet duygumuz bir anda uyanır ve o devlet adamını koru­mak, zayıf yönlerini savunup iyi yanlarını ortaya çıkarmak için canla başla çalışırız.

Ancak Almanlar olarak artık nefret etmeyi öğrenmek zo­rundayız. Bizler şövanist insanlar değiliz, bu yüzden ulus ruhumuzu körüklemek isteyen kişi dikkatli hareket etmeli-

dir. Söylentilere göre, doğunun vahşi kırlarının ıssızlığında korku içinde bin kilometre ilerledikten sonra bir köy okulu­na denk gelmiş, burada bir atlas bulmuş ve bir süre düşün­dükten sonra da şüphe içerisinde şu soruyu sormuşlar ken­dilerine; acaba meselenin Bolşevizmle ilgisi olmayabilir mi?

İngilizler Hindistan'da koca bir kadim kültürü yok etti­ler ve ülkenin ne tarihini ne de kültürünü değerlendirmeyi düşünmediler bile. Sonuç olarak kendileri İngiliz, dünyanın kendileri için yaratıldığını düşünüyorlar ancak biz Alman­lar, dünyaya hizmet etmek için yaratıldığımızı sanıyoruz. İşte ırk olarak aramızdaki fark bu ancak şurası da bir gerçek ki İngilizlerin bulunduğu nokta, politik yaşam pratiğine çok daha uygun, bu yüzden biz her zaman dezavantajlı konum­da bulunuyoruz. Pek çoğumuz İngilizlerin bu karakter özel­liğine sahip olmayı istemiyor ancak bu İngilizlere hayranlık duymamıza da engel olmuyor. Bir İngiliz karşısında kim olursa olsun kendisiyle İngilizce konuşmasını beklerken bizler, bir yabancının bizimle Almanca iletişim kurmasını beklemiyoruz örneğin. Hatta Fransızca ya da İngilizce öğ­renmek için kafa patlatıyor, onları sıkıntıya sokmamak adına düzgün İngilizce konuşmak için Amerikalılar bize günlük kullanım tüyoları versinler diye can atıyoruz. Peki tüm bu yaptıklarımız takdir ediliyor mu? Asla! Almanların bu iyi muameleleri takdir edilmek şöyle dursun, herkesçe küçüm­senip alaya alınıyor. Savaştan önce İngiltere'de altı üstü altı ay geçirmiş insanlar bile geri dönüklerinde konuşmalarına biraz İngiliz aksanı eklemenin vatandaşlık görevleri olduğu zannediyorlar resmen. İngiliz malı kıyafetler giymek, İngi­liz yemekleri yemek, kahve yerine beş çayı içmek istiyor; yağmur yağdığında, yurttaşları kendilerine gülecek olsa bile şemsiye kullanmıyor ve sırf farklı bir dünyayla karşılaştılar diye geldikleri yeri unutmaya çalışıp onu kötülüyorlar.

Şayet ahlak ve sosyallik bakımından ilerlemek istiyorsak, Almanlar olarak daha öğrenmemiz gereken çok şey var. Ba-

zılarımız, özellikle iyi eğitim almış ve görgülü bir insan ol­makla övünenler yurtdışındaki karmaşık yaşamın kötülüğü yüzünden acı çekiyorlar. İlk kez resmi bir yemeğe katılan ve balık için hangi çatalı kullanacağını bilmediğinden mütemadiyen özür dileme gereği duyan birer taşralıymış gibi davranıyor hepsi. Bizler böyle karmaşıklıklardan tamamen uzağız ve bu yüzden meseleyle ilgili açıkça konuşabiliyoruz. Şayet savaştan önce Amerikalı ya da İngiliz gazeteciler gelip de bize ısrarla İngilizce konuşmayı bilip bilmediğimizi sorsalardı bundan ne rahatsız olur ne de gocunurduk ve gururla Alman topraklarında İngilizce bilsek bile kendileriyle İngilizce konuşmayacağımızı söyleyerek onları kapı dışarı ederdik. Bununla ne yapmaya çalıştığımızı hemen anlarlardı. Yanlış anlaşılmak istemeyiz, niyetimiz asla düşmanı hafife almak değil. Bundan kaçınmanın en iyi yolu da onu tanımak ve detaylı olarak incelemekten geçiyor. İngilizlerin şeytanlardan oluşan bir ulus olmadığının da pekala farkındayız, hatta özenilesi karakter özellikleri de var ancak kendileri bizim içimizdeki iyiyi görmediği sürece onları muhatap almak istemiyoruz. Savaş hala devam ediyor. Ulus olarak varlığımızı tehdit et­tikleri için onlardan bütün ruhumuzla nefret ediyoruz zira ulusal varlığımıza düşman olmaları, yalnızca kıskançlık, ha­set ve hastalıklı bir milliyetçi gururdan ileri geliyor.

Peki biz neden onlara, onların bize davrandığından daha adil davranmaya çalışıyoruz? Bütünüyle pragmatist pren­siplere dayanarak bir savaş veriyoruz ve 1918'de karşı karşı­ya kaldığımız felakete benzer bir felaket daha yaşamayı asla istemiyoruz. Artık düşmanımızın insafına değil, askeri gü­cümüze güveniyoruz. Bunun da objektiflikle ilgisi yok. Bize reva görülen değişiklikleri kolayca reddediyor ve mesele varlığımız, yaşamımız olduğunda her türlü objektif kararı bir kenara atıyoruz. Bu noktada bencil davranıp inat edecek ve yalnızca kendimizi destekleyeceğiz. Sakın bunun Alman-

lara yaraşır bir davranıp olmadığını söylemeye kalkmayın. Evet, belki bu doğru; eğer öyleyse ulusal karakterimizin bu kötü ve tehlikeli yanıyla mücadele etmemiz gerekir. Yoksa nihayetinde kendimize haksızlık edecek olsak da objektif ve adil olmaya mı çalışmalıyız? Her ne kadar Klopstock, had­dinden fazla adil olmamamız gerektiğini söylediğinde ulu­sumuzun zayıf yanını ortaya koymuş olsa da düşmanlarımız bunun ne kadar naif bir hata olduğunu görebilecek kadar asil değil. Gerçi naif olsa da olmasa da bu, büyük bir ha­taydı ve tarihimiz boyunca bizlere, katlanabileceğimizden daha çok zarar verdi. Hatta şu anda içinde bulunduğumuz durum da aslında bu hatanın bir sonucu. Tarihimizin en ha­yati anlarında, kendi ulusumuzun faydasına çalışabilmemiz için objektifliğin ve adalet duygusunun üzerine çıkmamızı sağlayacak ulusal egoizmden yoksun kalıyoruz. Şayet Al­man halkı bugün bir anda lidersiz kalırsa, geçmişte sıkça yaptığı gibi dünyanın dört bir yanına dağılarak gittiği her yere ahlak, kültür, medeniyet ve eğitim dağıtırken kendi ihtiyaçlarını karşılamayı, evine ekmek getirmeyi tamamen unutacak. Alman halkı insanlığın kalbidir ve bugün bizlerin görevi de ulusun varlığının temellerini korumaktır. Bu, akla gelebilecek en büyük fedakarlıklara dahi değecek hakiki bir idealdir.

Şayet bu savaşın sonunda da elimizde bir hiçle kalakalırsak, oğullarını kaybeden annelerin, babalarını toprağa veren çocukların ve eşlerini kaybeden kadınların karşısında utançtan kıvranmak zorunda kalacağız. Bu yüzden tehlike olarak gördüğümüz her şeye, özellikle de ulus olarak varlı­ğımızı tehdit eden şeylere karşı insanlarımızı uyarmak zo­rundayız. Sahte ve çarpık bir insanlık idealinin hakim olduğu burjuvazi çağının artık sonu gerdi. Zorlu bir yüzyılın tam ortasındayız ve savaşı, iyi huylu olarak değil belki ancak güç kullanarak kazanabiliriz. Dünya hali hazırda sevgi ve nef­ret olarak ikiye ayrılmış durumda. Ayaklarımızı yere sağlam

basabilmek için kimi sevmemiz ve kimden nefret etmemiz gerektiğini öğrenmek zorundayız.

Bizim için tartışmasız tek bir zorunluluk söz konusu: Ka­zanmak! Eylemlerimize yön vermesi gereken tek şey bu!


1943


SAVAŞIN YÜZÜ

24 Ocakı943

Savaşın da kendine has bir yüzü vardır. Kişi bu yüzü anava­tan topraklarının pek çok yerinde; cephenin ise her bir nok­tasında görebilir. Gözden kaçırılmayacak kadar net detaylar her daim savaşı işaret eder. Ancak yurtdışından gelen ziya­retçiler, burada bulundukları kısacık süre içerisinde Reich'ın savaşta olduğuna işaret edecek hiçbir şeyle karşılaşmadıkla­rını söyleyebilirler. Bir bakıma haklılar aslında. Bugün bü- yükşehirlerimizden birinin ve hatta orta büyüklüktekilerin yahut da küçük kentlerimizin caddelerinde yürüyen biri, Almanlar olarak üç buçuk yıldır varoluşumuz için büyük bir savaş verdiğini düşünmesine neden olacak çok az man­zarayla karşılaşıyor. İnsanlarımız iyi beslenmiş ve sağlıklı görünüyor. İlk bakışta kıyafetlerinin ve ayakkabılarının da gayet temiz olduğu fark ediliyor. Sokaklarımızın temiz ve düzenli; bombalanan şehirlerimiz hariç her yerde sinema­larımız, tiyatrolarımız ve konser salonlarımız dolup taştığı görülüyor. Her ne kadar lüks tüketim ürünleri satan mağa-

zalarda artık temel tekstil ürünleri dışında satılacak pek bir şey olmasa da mağaza yetkilileri vitrinlerinin barış zama­nındaki gibi normal görünmesi için ellerinden geleni yapı­yorlar. Kısacası savaşın anavatanımızda görülen yüzü, ne­lerin tehdit altında olduğunu anında görmenizi sağlayacak kadar sert değil.

Bu izlenimi korumamızın nedeni, kısmen yaratmak is­tediğimiz izlenimi garantilemek, kısmen de insanların ho­şuna gitmesini saplamak ancak bunu pek de övgüye değer bulmayanlar da haklılar. Bir anlamda anavatanda gerçekten de savaşla alakası olmayan yaşamlar sürüyoruz ancak dış görünüşümüzde ya da yaşam tarzımızda sırf savaşın izlerini taşısın diye sözde değişiklikler yapmak istemiyoruz. Her­hangi bir fark yaratmayacak, bilakis bütün yaşam tarzımızı, düşüncelerimizi ve hislerimizi derinden sarsacak kısıtlama­lara gitmekte ısrar etmiyoruz zira örneğin, sinema ve konser salonlarını, tiyatroları sırf savaşta olduğumuzu kanıtlamak adına kapatsak ve hayatın her alanında ciddi bir tavır ta­kınsak çok büyük bir hata yapmış oluruz. Savaşın ne kadar ciddi olduğunu kanıtlamamıza gerek yok. Zaten ciddiyetini kendisi hissettiriyor ancak biz bunu öyle göze sokmaya ih­tiyaç duymuyoruz. Anavatanda ve kısmen de cephede tüm vatandaşlarımızın kültürel yaşamını savaşı görmezden gele­meyecek şekilde uygun bir biçimde korumakla zor zamanla­rımızda, böylece savaş için sarf ettiğimiz onca efor üzerinde hatırı sayılır etkiler yaratacak yöntemler kullanarak insan­ların biraz rahatlamasını ve gevşemesini sağlamak yerine saçma bir dogma yüzünden ya da sırf kötü durumdaymı­şız gibi görünmek için insanlarımızın huzurunu kaçıracak kısıtlamalar getirmek affedilmeyecek, aptalca bir hata olur. İnsanlarımızın huzurlu olması, bu aktiviteleri yasaklayarak kazanacaklarımızdan çok daha değerli.

Savaş boyunca bir takım prensiplerin geçerli olduğu bir yaşam tarzı için mücadele ettiğimiz düşünülmemeli bu nok-

tada. İnsanlarımızın düşüncelerini de hislerini de o kadar iyi algılıyoruz ki savaş zamanında neyin uygun bulup neyi bulmayacaklarını ve ne istediklerini de çok iyi analiz edebi­liyoruz. Birkaç fazladan personel ve biraz bütçe gerektiren ve bunun karşılığında milyonlarca insanın stres atmasına yardımcı olan şeylerin korunması iyi olur demiyorum, bun­ların hepsi korunmak zorunda, diyorum. Örneğin radyo, tiyatro ve sinema bütün Alman halkına psikolojik destek sağlayıp onları rahatlatıyor ancak askerlikten bunun için yalnızca birkaç bin kişiyi muaf tutmak yeterli oluyor -ki bu kişileri performansları ve eğitimlerine göre seçecek olursak cephede olabileceklerinden daha fazla fayda sağlayacakları da kesin. Bütün ulusun yararını gözetmek isteyen kimse bu kurumlara dokunmamalıdır zira varlıkları savaşın gidişatı için de önem taşıyor. Bu noktada kimse bizim ikon düşma­nı olduğumuzu düşünmesin. Almanya'nın kültürel alanları; görsel sanatlar, tiyatro oyunları, konserler, filmler, radyo ya­yınları ve edebiyatta hiç olmadığı kadar çok meyve veriyor. Bu bir yandan sergilemiş olduğumuz yaklaşımın doğrulu­ğunu, diğer yandan sivil yaşamda ne tür sıkıntılar yaşandı­ğını ortaya koyuyor.

Ancak bu noktada karşımıza çözülmesi çok daha zor bir sorun çıkıyor. Topraklarımızda hala çok az kişiye hizmet eden yahut da kimseye hizmet etmeyen ancak buna rağmen ülkemize hiçbir katkısı olmasa da personel ve materyal ta­lep eden kırımlar mevcut. Örneğin hepimiz, mallarının ne­redeyse tamamının satın alınmayacak ürünlerden oluşan mağazalar olduğunu biliyoruz. Müşteriler bu mağazalardan birine girdiklerinde fırtınalı bir denizin ortasında ıssız bir adaya düşmüş gibi hissediyor kendini. Uzun araştırmaları­nın sonunda bir tezgahtarın hemen arkasındaki bir yerlerde yerel bir mal bulup da satılık olup olmadığını sorduğunda kendisine, yalnızca Savahili dilinin konuşulduğu yabancı bir kabiledenmişçesine boş boş bakan bir çalışanla karşı

karşıya kalıyor. Yapay bir bakış açısıyla yaklaşacak olursak böyle mağazaları açık tutmaya devam etmek faydalı görüne­bilir ancak savaşın yarattığı hayati gereklilikler göz önüne alındığında bu tip yerlerin hiçbir amaca hizmet etmediği anlaşılıyor. Bu yüzden bu tip yerleri kapatıp çalışanları daha faydalı yerlerde görevlendirmek çok daha mantıklı geliyor.

Yalnızca düzenli müşterilerin bir şeyler yiyip içmek için gittiği lokaller ve barlar vardır, bilirsiniz. Sayıları bir elin parmaklarını geçmez ama neredeyse on müşteriye bir ça­lışan düşer. Üstüne üslük herkes buna sinirlenir, yer bula­madıkları için dışarıda beklemek zorunda kalır ve daha da öfkelenirler. Savaşın yüzü artık böyle şeylere bir son veril­mesini elzem kılıyor. Saf bir yaşam tarzına karşı değiliz an­cak her şeyin bir zamanı var. Bugün, savaşın ortasındayken böyle bir yaşam tarzını tolore edemeyiz. Ancak savaş sona erdiğinde memnuniyetle bunu kabul edebiliriz ancak bugün yapmamız mümkün değil. Bu yüzden vazgeçmeliyiz!

Bunun birkaç bin kadar insanın sinirini bozacağının far­kındayız ancak bunun yalnızca gerçekleri yansıtmakla kal­mayıp aynı zamanda savaşın psikolojik yüzünü de gözler önüne seriyor. Belli bir mücadelenin içinde olan toplumla- rın belli kurallara uyması gerekir, aksi takdirde toplumun tamamı acı çekmek zorunda kalacaktır. Nasıl ki cephedeki bir subayın emrindeki erlere hem cesaret hem de samimiyet bakımından örnek olması gerekiyorsa, sivil hayatta da sos­yal statüsü yüksek insanlar da kendilerinden daha az şans­lı olanlara sebatla çalışma ve dayanışma konusunda örnek olmalıdır. Herkesin aynı olması gerektiğini söylemiyorum ancak savaş kanunları gereği şayet toplum, ulusal birliğin sağlam olmaması durumunda ciddi bir biçimde zarar görme riskini almak istemiyorsa, her bir birey belli bir yaşam biçi­mine uymak zorundadır.

Birkaç büyük şehrimizde hala bir iki bar olduğunu du­yuyoruz ama bunun çok da önemi yok zira müşterilerine

servis edecek içecek temin edemiyorlar. Yaşlı bir piyanist yorgun bir piyanonun tuşlarına basarken müşteriler ise ba­rış zamanındaymışçasına sessizce oturuyorlar. Peki, bizler böyle bir saçmalığa neden müsamaha gösterelim? Piyanisti orduya alıp diğer elemanları da pekala savaş için önem teş­kil eden bir kuruma, bir kafeteryaya ya da bir fabrikanın ye­mekhanesine yerleştirmemiz mümkün olabilir. Eve dönmek üzere yola çıkan birlikler, bir tren istasyonunun konfordan uzak ortamında beklemektense, bir sonraki duraklarına ge­çene kadar bu barlar gibi boş mekanlarda uyuma fırsatı bu­labilirlerse şüphesiz çok mutlu olacaklardır.

İnsanlar neden hükümetin bu konuda bir yasa çıkarmadığını sorup duruyorlar ancak devlet, savaş sürecini etkileyecek her rahatsızlık ya da sorun için bir yasa çıkarmakla uğraşamaz. Savaş ortamına uygun bir yaşam tarzı benimseyerek buna uy­mak insanların kendi vatandaşlık görevi olmalıdır. Bu yasa­lardan ziyade eğitimin bir gereğidir. Nereden başlayacağınızı ya da yaptıklarınızın nerede son bulması gerektiğini bileme­yebilirsiniz. Bireysel olarak bunlar ufak meseleler gibi gö­rünse de hepsi bir araya gelince savaşın çehresi dediğimiz şeyi değiştirebiliyor. Bir kimse, bu tip işletmeleri koruya­rak yabancı ülkeleri etkilemenin mümkün olduğunu düşü­nebilir ancak hem cephede hem de vatan toprağında, hem dostlarımızın hem de düşmanlarımızın nazarında savaşı hakkıyla yöneten bir liderden daha etkili bir şey daha yok­tur. Şayet savaşı kazanırsak, herkes dostumuz olacak ancak kaybedersek dostlarımız bir elin parmaklarını geçmeyecek.

Savaş süresince halkımızdan, yaşama zaman zaman ciddi, zaman zaman rahat bir tavırla yaklaşıp ara sıra keyif ala­bildikleri anlar da deneyimlemelerini talep ediyoruz. Ciddi meseleleri ciddiye alıp önemsiz meseleleri görmezden ge­lebilmelerini bekliyoruz. Ne savaş mağdurlarını görmezden gelmeli ne de onları görünce umutsuzluğa düşmeli. Büyük ve soylu bir amaç uğruna savaş verdiğimizi asla aklından

çıkarmamalı. Bu amaca hizmet eden her şeyi önemli ve ya­rarlı görmeli. Savaşın sırtımıza yüklediği yükler ne kadar ağırlaşırsa, onları birlik ruhunu koruyarak o kadar içtenlikle kabul etmeliyiz. Nasyonal Sosyalist öğretileri ve Nasyonal Sosyalizmi hem kendi içimizde hem de çevremizde daha etkili bir biçimde yaşamanın zamanı geldi. Dünya Savaşı'n- da takındığımızdan daha farklı bir tavra bürünme zamanı şimdi. O uzun savaş süresince insanlarımız birbirlerinden giderek uzaklaşıp her gün daha da yabancılaştılar ulusları­na. Ancak bugün birbirimize giderek daha çok yaklaşmalı, kenetlenmeliyiz. Büyüyen güçlüklerle başa çıkabilmemizin tek yolu bu. Ya o güçlüklerle başa çıkarız ya da amacımıza asla ulaşamayız.

Şayet kendimizi, bu mücadelenin içinde olan diğer uluslarla kıyaslayacak olursak, Alman ulusundan çok fazla şey beklemediğimizi anlayacaksınız. Günümüzde savaşta bir taraf olmayan uluslar bile bizden çok daha zor şartlar altında yaşamlarını sürdürüyorlar. Görgü şahitlerinin ver­dikleri bilgilere göre Sovyetler Birliği'nin iç kesimlerinde yaşam şartları o kadar kötü ki onlara kıyasla bizler cenne­te yaşıyor gibiyiz. Bu yüzden şikayet etme lüksümüz yok. Çok daha kötüsüyle karşı karşıya kalabilirdik, bu yüzden tek seçeneğimiz savaşmak, aksi takdirde hem hayatlarımızı hem özgürlüğümüzü kaybedeceğiz. Savaşın sırtımıza yük­lediği yükleri birbirimiz için hafifletebilmemiz için bizlere bu kadar çok şans verdiği için kadere teşekkür etmeliyiz. Ancak belli bir grubun, barış zamanında yaşadıkları hayat­tan pek de farklı olmayan bir yaşam tarzını sürdürmelerine izin vermek için hiçbir neden yok. Ne yazık ki bazılarımız, sınırlarımızı doğrudan tehdit eden tehlikeleri bertaraf et­miş olmamızın esas büyük tehdidi ortadan kaldırmadığını ve hala yapmamız gereken çok fazla şey olduğunu çabucak unutabiliyor. Bu yüzden de elimize geçen her fırsatı değer­lendirmeli ve çok çalışmalıyız. Savaşta benimsediğimiz en

temel prensipler hala geçerliliğini koruyor, her hafta yeni bir şey söyleme ihtiyacı duyduğumuz için bu prensipleri de­ğiştirecek değiliz. Aksine görevlerimizi, toplumun tamamı için manevi bir değere dönüşene kadar sebatla tekrar tekrar yerine getirmemiz gerekiyor.

Savaşın getirdiği günlük telaşlar bizi esas meseleden ko­layca uzaklaştırabilir; güncel meseleler üzerine girilen kafa karıştırıcı polemikler, benimsememiz gereken esas prensip­leri geri plana atarak dünyayla girdiğimiz bu mücadelenin manevi tarafını unutmamıza neden olabilir. İşte tam da bu yüzden odağımızı günlük, yorucu telaşlardan uzaklaştırma­lı ve kendimizi savaş politikamızın temelini oluşturan pren­siplere vermeliyiz. Bugünden başlayarak savaşı, gelecekteki tarihçilerin gözlerinden görmeye çalışmamız gerekiyor ki ancak o zaman anlık hadiseleri hak ettikleri sakinlik ve gü­venle karşılayabiliriz. Savaş karşısında duruşumuz hiç şüp­hesiz değişmez ve sarsılmaz olmalı. Bugün benimsediğimiz savaş politikasını ve savaş yönetimini, bir şekilde doğrudan ya da dolaylı olarak katkıda bulunacağımız geleceği düşün­mek suretiyle tarihin bir parçası olarak görmeliyiz ki tarih sahnesinde aktif ve etkili bir rol oynayabilelim.

Bunun için de savaşa hem kişisel hem de toplumsal olarak eylemlerimizden şüphe duymaksızın, kararlılıkla yaklaşma­mız gerekiyor. Bu yaklaşımı geliştirmek de yalnızca anlık olaylara değil, hoşumuza gitse de gitmese de mütemadiyen kendi yolunda ilerleyen, çağımızın büyük gelişmelerine bağlı. İnsan yaşamının her alanında olduğu gibi burada da, ölçülmesi mümkün olmayanlarla birlikte fark edilebilir ger­çeklerin doğru değerlendirilebilmesi için, olaylar arasındaki bağlantıların ayırdına varabilmek en önemli önkoşuldur. Bazen olayların gerçekte ne olduğu kadar halkın onları nasıl gördüğünü bilmek de büyük önem arz eder zira savaş psiko­lojisi günümüz halkının içinde bulunduğu savaş ortamında yönetim konusunda kritik bir rol oynamaktadır. Hatta psi-

kolojik faktörler geçmişte olduğundan çok daha önemli bu­gün. Bu yüzden toplumumuzun sivil hayatının gözle görü­lebilen hali savaş ortamından uzak olmamalı, bilakis savaş­la bir uyum içinde ilerlemeli zira ancak o zaman kendimizi modern savaşçılar olarak görebiliriz. Düşmanlarımız pek çok açıdan savaşın sadece görünen yüzüne odaklanıp ger­çekleri göz ardı ediyorlar ancak diğer yandan biz, gerçekleri ön plana koyarak bazen bütünüyle yüzeysel olan şeyleri göz ardı ediyoruz. Aslında bu da düzeltilebilecek, düzeltilmesi gereken bir hata. Belki birkaç bin vatandaşımız biz bunu yapmaya çalışırken şikayet edecek ancak nihayetinde bütün halkımız bize minnettar olacak zira bizlerin yalnızca savaş konuşmadığını, aksine cephede bizzat savaştığını görecek­ler.

Tarafsız uluslar ile düşmanımız olan halklar da böylece, bedeli ne olursa olsun bu savaşı kazanmaya kararlı olduğu­muzu görecekler. Savaş, barış sağlamak için yapılmaz, barışı kazanmak için yapılır. Bunun da eksiksiz bir barış olması gerekir. Bugün, barış zamanında sahip olup da vazgeçtiği­miz her şey, mücadelemize hizmet ediyor. En iyi savaş en kısa süren savaştır elbette zira biz onun çehresini şekillen­dirirken bir yandan o da bizi şekillendiriyor. Bu noktada gö­rünenle gerçeğin de birbiriyle örtüşmesi gerekiyor.

Bu yüzden savaşta var gücümüzle mücadele etmekten başka bir arzumuz yok. Bu noktada herkes ne kadar çaba harcadığımıza, günlük işlerde ne kadar çok çalıştığımıza ve geceleri nasıl hayaller kurduğumuza odaklanmalı. Savaş bize zorlu görevler veriyor olabilir ancak bizlere vadedilen güzel barış mevsimi hatırına bunlara katlanmak zorundayız.

AVRUPA'DA KRİZ

28 Şubat 1943

Savaşın şu anki durumunu anlamak için Yahudi sorununu da derinlemesine algılayabiliyor olmak gerekir. Başka türlü şu gerçekleri açıklama fırsatı bulamazsınız: Dünya çapında verdikleri mücadelede Mihver Devletler, doğuda Bolşeviz- me yani uluslararası sosyalizmin en radikal ve acımasız haline karşı; batıda ise kapitalizmin en radikal ve acımasız hali olan plütokrasiye karşı canları için savaşıyorlar. Bolşe- vikler, bir batılı medeniyet maskesi takarak hareket ederken plutokratlar da Jakoben şapkaları giyip Bolşevizmle arasın­daki mesafeyi ört bas etmek adına devrim safsatalarıyla saç­malayıp duruyorlar. Kremlin, Downing Caddesi' ve Beyaz Saray'da hüküm süren plutokratların çok da fena gitmedi­ğini söylerken Londra ve Washingtonda da frakları ile boy gösteren beyefendilerle cüppelerini kuşanmış kardinaller hevesle Bolşevikleri ve Stalin'i, masum birer melek gibi gös-

1     Londra'da. İngiltere Başbakanı'nınki de dahil olmak üzere resmi konutların ve ofislerin bulunduğu cadde, Parlamento Binası'na da birkaç dakikalık yürüme mesafesindedir.

termek adına beyazlara sarıp sarmalama derdindeler. Dünya üzerinde Sovyet iktidar sahipleri kadar dindar; Roosevelt, Churchill ve Eden'in temsil ettiğinden daha harikulade bir sosyalizm düşünülemez onlara göre! Doğanın bu muammasını açıklayın bana, Kont Örindur!1

Eğer Yahudi sorununu görmezden gelirseniz boş yere bu muammayı çözmek için çabalar durursunuz. Ancak ırkçılık sonunun dünya tarihindeki yerini gösteren işareti bir kez yakalarsanız yanıt basittir. İki düşman kampı arasında yal­nızca yapay bir fark var -ön planda olanlar sadece ajitas- yon seven insanlar. Ancak eğer elinize bir fener alıp arkada kalanlara ışık tutarsanız bütün o manevi ve entelektüel ka­rışıklıklara neyin neden olduğunu, halkların ve devletlerin ayrışmalarına neyin vesile olduğunu kolayca anlarsınız: Uluslararası Yahudilik!

Plütokrasi de Bolşevizm de, liberal demokratik düşünce­nin düşüşe geçtiği bir dönemde aynı kökten filizlenmiştir. Ufak tefek detaylarda farklılık gösterseler de temelde ikisi de aynı. İstedikleri birbirinden farklı olsa da istemedikleri şey aynı. Toplumların belli bir düzeni olmasını istemiyor­lar. Her iki ideoloji de kaosa, anarşiye ve düzensizliğe bel bağlıyor. Bunları istiyorlar çünkü kötülük ve yıkıma neden olmak için kullandıkları şeytani güçleri ancak bu kaynak­lardan ediniyorlar. Yahudilik, karma toplumlar üzerinde hü­kümranlığını kurmak ve korumak için iki ideolojiyi kullanı­yor: Uluslararası kapitalizmi ve uluslararası Bolşevizmi. Biri diğerinin radikal kardeşi olmaktan öteye gitmiyor ve her ikisinin de güce olan tutkularının bir sınırı yok. Eğer nor­mal yollardan amaçlarına ulaşamazlarsa, tohumlarını ekmek

ı Ara sıra çelişkili gerçekleri netleştirmek için kullanılan, pek bir anlam taşımayan ifade.

Günümüzde kullanılmamakla birlikte ilk kez tiyatro yazarı Amandus Gottfried Adolf Müllner'in 1813 tarihli Die Schuld (Suç) adlı eserinde kullanılmıştır. Cümle, beşinci perdenin ikinci sahnesinde geçer, Don Valeros sözde oğlu olan adamın katilini ara­makta ve suçlu Kont Örindur'un aslında öz oğlu olduğunubilmez ancak yine de içinde bazı tuhaf hisler vardır: "Peki -o halde açıkla bana, Örindur, bu muammayı! / Kan gölüne dönen yaşamı, bir anda huzur bulacak!"

istedikleri yeri kıvama getirmek adına derhal umutsuzluk ve çaresizlik yaymaya başlıyorlar. Bu süreçte de halkların ve hükümetlerinin doğan savunma mekanizmaları ile bir ulu­sun etnik kökenlerinden gelen gücünü bastırmak ve hatta yok etmek için ne gerekiyorsa bile isteye, büyük bir hevesle yapıyorlar. Daha en başından bu güçleri aşağılayarak zayıf­latıyor ve artık çok geç olana kadar insanları tehlikenin as­lında çok küçük ve zararsız olduğuna inandırarak güçlerin bir şekilde ortaya çıkmasına engel oluyorlar.

İşte bizim de kendimizi içinde bulduğumuz süreç bundan farklı değil. Geçtiğimiz Kasım ayında Alman ordusunun, yaz mevsiminden başlayıp sonbaharın ilk günlerine kadar süren operasyonlar boyunca ilerlediği mevzii koruyacak durumda olmadığı izlenimi yaratılmaya çalışırken başladı şeytani oyunları. Moskova ile Londra ve Washington ara­sında bir oyun oynandı ve mütemadiyen topu birbirlerine atıp durdular. Bolşevikler, Batı Avrupa için giyinip kuşandı ve plutokratlar, onları şaşkınlıkla izleyen dünyaya bu kafa karıştırıcı kostümle tanıttı. Kremlindeki iktidar sahipleri giydikleri soylu kıyafetleri çıkarıp yerine bir zamanlar ta­şıdıkları hırsız kostümlerini geçirdiler Üzerlerine. Bugünse bu taklitçiliği, Yahudilerin, varlıklarını gizlemek adına sıkça kullandıkları için sıra dışı bir biçimde başarılı oldukları iyi kılık değiştirme ve gizlenme sanatını deneyimliyorlar. Sov- yetlerin, tarafsız İngiliz ve Amerikan gazetelerinde yer alan, Bolşevizm'i yalnızca masum bir burjuva ideoloji olarak ta­nıttıkları yazıları okurken ne kadar mutlu olduklarını hayal etmek zor değil. İnsan bu makaleleri aptallıktan mı yoksa art niyetten mi yazdıklarını anlayamıyor ancak hepimiz için ulusal ve hatta kıtasal bir tehlike arz ettiklerinden kimsenin şüphesi yoktur.

Garp tarihinde en kritik dönemlerden birini yaşıyoruz. Kıtamızın, doğulu Bolşeviklere karşı verdiği mücadelede manevi ve askeri savunma gücünde yaşanabilecek en ufak

bir zayıflık, direnme arzunu da hızla kaybetme tehlikesini beraberinde getirecektir şüphesiz. Kaçınılmaz son ise yal­nızca doğru anın gelmesine gebe olacaktır. İşler artık o ka­dar ileri gitti ki Kremlin, neredeyse tüm Avrupa ülkelerinin kendisine yönelttiği ağır suçlamalar karşısında kendini hal­kın önünde açıkça savunmaya dahi gerek görmüyor. Maşa­larının onlar adına savunma yapabileceğini düşünüyorlar. İngilizler ve Amerikalılarla yapılan müzakerelerden çok da farklı olmadığı anlaşılan Casablanca toplantısında dahi du­rum değişmedi. Londra ve Washington'ın her bir hamlesi de sözde Atlantik Bildirisi'nin[XXXVI] de başarısız olduğunu tes­ciller nitelikte. Kısa süre önce Amerikalı bir gazetecinin de yazdığı üzere Stalin, doğuya özgü bir sessizliğe bürünmüş durumda ancak mekanikleştirdiği birlikleri yeterince açık konuşuyor. Saldırgan mızraklarının başları yalnızca Reich'a değil, bütün Garp'ı hedef alıyor. Bu gerçek bütün çıplaklı­ğıyla ortada.

Bu arada Batılı plutokrat Yahudiler ise hevesle işe koyul­muş durumda, varlığımızı tehdit eden tehlikeyi minimize edip Avrupa ulusları tarafından kabul edilebilir bir seviyeye getirmek için uğraşıyorlar. Son iki yıldır, Anglosakson güç­lerle yaptıkları iş birliği sayesinde Bolşevizm'i daha ılımlı kılıp burjuvaziye yakışır bir çehre kazandırmak için çalışı­yorlar ancak tam tersi gerçekleşiyor. Bolşevizm plütokrasiye yaklaşmıyor aksine, plütokrasi Bolşevizm'e dönüşmeye baş­lıyor. İnsani tüm deneyimler gösteriyor ki birbirinden fark­lı iki yapı bir araya geldiğinde -ki şu anda bulunduğumuz ortamda gerçekleşen şey bu- içlerinde en radikal olan üstün gelir. Bahsettiğimiz politik ortaklıkta da aynı şey geçerli.

Kremlin'in Tanrı inancına karşı sözde saygılı tutumu sade­ce göstermelik ancak Anglikan Kilise'nin Bolşevizme karşı duyduğu sempati hakiki. Sovyet yönetiminin kurnaz açık­lamalarının ardında Bolşevik ateizmin grotesk yüzünün ol­duğunu net olarak görebiliyoruz. Bolşevik hareket içindeki ateistleri tasfiye etmedi, aksine Bolşevik hareketin iliklerin­deki ateizm, diğer inançları tasfiye edebilmek ve Sovyetler Birliği'nde binlerce rahiple başlayan dindarları imha etme görevini Avrupa ülkelerinde tamamlayabilmek için sabırla sırasını bekliyor. Ancak bu işlem başladığından Hıristiyan kiliseleri, dinler arası düşmanlığın ne olduğunu anlayabile­cektir belki.

Gelgelelim İngilizlerin ve Amerikalıların, orduları Avru­pa'yı fethettikten sonra kıtamızı Bolşevizmden koruyacak­larına dair attıkları nutuklara inanmak da saflık olacaktır. Şayet Alman ordusu bunu yapamayacaksa, dünyada başka hiçbir askeri güç, istese de bu görevi yerine getiremez. Gü­nümüzün önde gelen Amerikan ve İngiliz gazeteleri Avru­pa'nın Sovyetler Birliği'ne destek olması gerektiğini, belki de kıtamızın Kremlin'in yönetimi altına girmesinin çok daha iyi olacağını yazıyor. Bu ifadeler başlangıçta kulağa zararsız gelebilir ancak bu sözcükler aynı zamanda bütün medeni toplumların çöküşünü de beraberinde getirecek bir eylemi ifade ediyor. Bunun gerçekleşmesi ihtimal vermeyenler öyle omuz silkip geçebilirler. Gelgelelim konsept olarak bu dü­şünce, bütün batılı medeniyetlerin kendini korumak için harekete geçebilecekleri bir ortam vadetmiyor, aksine batılı medeniyetleri, yılan gelip de kendisini mideye indirene ka­dar tehlikeyi fark etmeyen bir tavşan gibi resmediyor. Şayet böyle bir şey gerçekleşirse Avrupa'nın iradesi bütünüyle felç olabilir.

Bu arada Moskova da, Avrupa eyaletlerindeki işçilere za­ten her durumda çalışmak zorunda olduklarını ancak Sovyet sisteminde çalışmanın ötesinden herhangi bir sorumluluk-

lan olmayacağını bildiriyordu. Bu iddiayı ciddiye almak için insanın gerçekten ilahi bir saflığa erişmiş olması gerekiyor. Sovyetler Birliği'nde hali hazırda devam eden Yahudi terö­rü yalnızca entelektüel camiayı hedef almıyor, aynı zaman­da çifti ve işçi sınıfından, tahmin edilenden çok daha fazla sayıda insanı markaja almış durumda. Kendi topraklarında milyonlarca işçiyi, kurdukları işçi kamplarında yok ettiler. Şayet bir ülke kendi insanlarına böyle bir kaderi layık görü­yorsa, yabancılara neler yapar, siz düşünün! Sibirya'ya gön­derilmek üzere onlarca köle birliği hazırlayacaklar ve Baltık devletlerinden kısa süre için de olsa Sovyet düzenini dene­miş olanların yaşadıkları berbat olaylara bakılacak olursa bu birliklerin deneyimleyecekleri tek şey endişe ve merhamet olacak. Zira o Baltık ülkelerinde de yalnızca askeriye, politi­ka ve ekonomi alanındaki liderleri yerlerinden etmekle kal­madılar, bütün entelektüel camiayı yok ettiler. İşte Yahudi Bolşevizminin tek hedefi bu: Yerini sağlama almadığı müd­detçe, ulusal liderlik bünyesinde yeni bir lider yetiştirmenin imkanı olmadığından emin olmak için her şeyi yapar. Hali hazırda Avrupa devletlerine ve halklarına karşı yapılan en şeytani saldırı planıyla karşı karşıyız ve buna verilebilecek tek bir yanıt var: Dünyanın düşmanı bu şeytani güç yenilgi­ye uğratılana kadar silahlı direnişi sürdürmek! Önemli olan tek şey bu. Böylesi bir tehlike ancak halkın ulusal gücüyle kontrol altına alınabilir.

Uluslararası arenalarda da karşı karşıya olduğumuz tehli­ke konusunda daha fazla bilincin uyanmaya başladığını gör­mekten memnunuz. Avrupa genelinde sesler giderek yük­selmekte. Bir keresinde Clauswitz'in de dediği gibi manevi hareketler, insanların bekledikleri gibi çiçekli yollardan ge­çilerek olgunlaşmaz. Elbette bazen kafamız tamamen karı­şabilir ve yanlış bir yola sapabiliriz ancak bir noktada yine anayola bağlanır ve hedefin tam karşımızda, bütün ihtişa­mıyla bizi beklediğini görürüz. Kitleleri etkileyen şeytani

planlar, olanlardan zarar görenler tehlikenin gerçek boyu­tunu idrak etmekten aciz kaldığı müddetçe işlemeye devam eder. Eğer tehdidin boyutunu idrak ettiyseniz, savaşın ya­rısını atlattınız demektir. Kişi dış etmenlerden etkilenerek bocalamamalı ve bu sebeple yolundan şaşmamalı, yalnızca kendi içgüdülerini takip etmelidir.

Nasyonal Sosyalistler olarak içgüdülerimiz bizlere doğru yolda olduğumuzu söylüyor. Durum öyle göründüğü kadar karmaşık da değil. Yalnızca kaostan beslenenler durumu karmaşık olarak nitelendiriyorlar ki kendimizi savunma ar­zumuzu kaybedelim, zayıf düşerek kendimizden şüphe duy­mamızı istiyorlar. Bugün Avrupa'nın en iyi yerlerinde bile halklar bir tür trans halinde ancak eğer zehri kanlarından temizleme cesaretini gösterip de düşmanın istediği gibi dü­şünmeyi ve hissetmeyi bir kenara bırakarak bunun yerine kendi öz savunma güdüsüne güvenmeyi seçerse her şey de­ğişecektir. Dünyada işgal ettiğimiz bölgede sandığımızdan daha fazla güce sahibiz ve tek yapmamız gereken bu gücün çok ufak bir kısmını kullanmak. Tehlike dediğiniz şey insa­nın duyularını keskinleştirir. Bizler de kıtamızda var olan belli çevrelerin yavaş ancak ani ve sağlam bir uyanış süreci­ne girdiklerini hissediyor ve varlığımızı sürdürdüğümüz bu topraklarda hiçbir ulusun vazgeçmeye hazır olduğuna asla inanmıyoruz zira hiç birimiz toplumsal varoluşumuzun so­nuna ulaşmadık, bilakis daha yolun başındayız.

Doğuda görev yapan askerlerimiz Üzerlerine düşeni ye­rine getirecekler. Steplerden esen fırtınayla yerlerinde say­mak yerine onu yarıp geçecekler. Akla hayale gelmeyecek şartlar altında dahi mücadelelerini sürdürecekler ancak mü­cadelelerine leke sürülmeyecek zira her biri, yalnızca ulu­sumuzun değil, bütün Avrupa'nın güvenliği için savaşmaya devam edecekler. Bugün onlara hala inanmayanlar, yarın diz çöküp hepsine teşekkür edecekler zira bütün parlaklığıyla ortada duran tek bir gerçek var: Cafcaflı tarihleri boyunca

Yahudiler pek çok kez zaferin sınırlarında dolandı ancak son anda şeytani var oluşlarının karanlığına gömülmekten kurtulamadılar.

Bizler yalnızca, yine aynı kaderi tecrübe etmelerini sağ­lamak adına hazırlıklı olmalıyız. Yaşadığı maddi ve manevi krizler içerisinde Avrupa, dramatik bir dönemece girmek üzere, bu koşullara en hazırlıklı olan zaferin sahibi olacak. Şu deyim daha önce hiçbir koşula bu kadar çok uymamıştı: Her şeyden önce hazırlıklı olmak gerek!


ÖLÜMSÜZ ALMAN KÜLTÜRÜ
26 Haziran 1943

Şayet Batı kültürünü Almanya ve İtalya'nın katkılarını görmezden gelerek değerlendirmeye kalkarsak çok şey kaybederiz. Bu herkes için çok açık bir gerçektir ancak yine de düşmanın cahilce konuşmalarına karşılık verirken kısa ancak ikna edici yanıtlarla bu gerçeği ara sıra tüm dünyaya hatırlatmamız gerekiyor. Düşman, bizzat yarancısı olma­dıkları ve en fazla, kültürel yapıya çok fazla zarar vermeksi­zin ortadan kaldırılabilecek mütevazı katkılarda bulunduk­ları sanat ve kültür olgusunun koruyucusu ve savunucusu rolü oynamayı pek seviyor. Ellerinde bulundurdukları pek çok sanat eseri aslında Avrupa'dan ve dünyanın geri kalan yerlerinden ordularını kullanarak çaldıkları parçalar. Ken­di başlarına elde ettikleri tek bir sanatsal başarı yok; bugün yok etmeye çalıştıkları devletlerin manevi bilincine borçlu oldukları eserlerle caka satıyorlar yalnızca. Nuremberg, Mü­nih, Floransa ve Venedik gibi şehirlerin sahip olduğu, Ban kültürünün temelini oluşturan eserler Kuzey Amerika'nın

tamamında bulunanlardan çok daha fazla. Ne İngiliz mü­zisyenlerin yaptıkları çalışmalar Beethoven ya da Richar<l Wagner'la ne de Amerikalı sanatçıların sundukları eserler Michelangelo ya da Leonardo Da Vinci'nin kült eserleriyle karşılaştırılabilir! Bir de kalkmış kültürden bahsediyorlar! Kültür bizimdir ve bu yüzden kültürün devamını sağlaya­cak nesiller olarak hepsinin koruyucusu ve savunucusu ol­maya devam edeceğiz.

Mihver Devletler olarak sürdürdüğümüz devasa mücade­leyi anlamak ve takdir edebilmek için bunu asla unutma­mamız gerekir. Avrupa'nın binlerce yıllık tarihi boyunca yarattığı temel değerler için mücadele ediyoruz, dahası bu değerlerin hem geçmişinin hem de geleceğinin kaynağını teşkil eden topraklar uğruna savaşıyoruz. Avrupa'nın kök­leri tehdit altında, Batı'nın bugün geldiği yere en çok katısı olan uluslar hem maddi hem de manevi varlıkları için sa- vaşmaktalar. İki milenyum boyunca sayısız meyve vermiş Avrupa ağacını besleyen kökleri kesmek istiyorlar.

Düşmanlarımızın, savaştıklarının yalnızca Mihver Dev- letler'in liderleri olduğuna ve halklarımızla bir dertleri ol­madığına dair söylevlerine inanmak ahmaklık olur. Zira her seferinde aynı lafları etseler de 1918 ve 1919 yıllarında bu sözlerin nasıl eyleme döküldüğüne bizzat şahit olduk. Bu tip rejimler kendi halklarının politik görüşlerinin birer yansıması aslında, başka bir kabul edilebilir devlet yönetimi bilmiyorlar. Otokratik yapılarının sanatla can bulduğu ve hatta ilerlemelerinin kaynağı olduğu iddiaları hem teoride hem de pratikte kolayca çürütülebilir zira bahsettiğimiz re­jimlerin hiç biri iddia edildiği kadar otokratik değiller as­lında. Hatta bilindik demokrasilerden çok daha demokratik uygulamaları mevcut ve ayrıca kültür tarihine bakacak olur­sak sanatın, içine doğduğu ülkenin hangi politik sistemle yönetildiğiyle ilgilenmediğini açıkça görebiliriz. Kiliseler ve seküler yapılar asırlardır yalnızca tiranlığını kurmak iste-

yen krallar ve papalar tarafından inşa edilmiştir. Avrupa'nın en değerli resimleri ise her ortamda savaşın hakim olduğu çağlarda ortaya çıkmıştır. Soylu ancak kötücül aileler, halkın korku içinde yaşamasına neden olsalar da görsel sanatları her daim desteklemiştir.

Geçmişi görmezden gelsek bile şimdiki zamanda da, düşmanımızın, kültürü yok eden yahut ona ters düşen ey­lemlerini gizleyebilmek için ortaya attığı bu aptal ve sığ iddiaları çürütmek mümkün. İngiliz ve Amerikan uçakla­rının, Alman ya da İtalyan şehirlerindeki kültürel alanları yok eden saldırılarını aklamak için başlattıkları bir kaka- foniden ibaret bütün açıklamaları. Şekillenmesi yüzyıl­lar sürmüş olan Alman ve İtalyan kültür merkezleri kı­sacık bir zaman diliminde yakılıp küle çevriliyor. İşte bu yüzden, yapılanlar aslında cephede mücadele etmekten ziyade halkımızı korkutmaktan ibaret; hepsi, bizzat sahip olmadığı ve geçmişte yaratamadığı kültürü yok etmek isteyen düşmanımızın tarih boyunca kurtulamadığı komp­leksin kanıtı. Amerika, Kanada ya da Avustralya'nın yirmi yıllık hava araçlarının Albrecht Dürer ya da Titian'ın tek bir tablosunu dahi yok edişini, ne kendisinin ne de halkının haberdar olduğu büyük sanatçıların eserlerini sonsuza dek ortadan kaldırmasını izlemek Avrupa'nın utanç içinde kıv­ranmasına yol açmalı aslında. Böylesi bir eylemin ne özrü ne telafisi olabilir. Bunların tamamı Avrupa'nın kötü çocu­ğunun soğukkanlı, hesaplı ve haince yaptığı saldırılardır zira. Yeni Dünya, Eski Dünya'yı düşman belledi çünkü hem ruhsal hem de manevi açıdan kendisinden çok daha zengin olduğunun; Eski Dünya'nın sahip olduğu sayısız sanatsal değerin gökdelenlerden, arabalardan ve buzdolaplarından daha kıymetli olduğunun farkında.

İngiltere bünyesinde tek bir ciddi tiyatro barındırmazken İngiliz kuvvetlerinin onlarca Alman tiyatrosunu yerle bir etmiş olması size de ilginç gelmiyor mu? Bu noktada Ame-

rikalılardan bahsetmeye bile gerek görmüyorum. Chicago ya da San Francisco'da bizimkilerle karşılaştırılabilecek tek bir değeri olmadığı için Avrupa'nın şehirlerine ve kültür merkezlerine saldırıyor, terörist hava saldırılarıyla Avrupa sanatının ve kültürünün satın alamayacakları her bir zerre­sini yok etmeye çalışıyorlar.

Ancak bizler, düşmanın neyin peşinde olduğunu çok iyi biliyoruz. Bu savaş yalnızca ekmeğimiz, evimiz ve huzuru­muz uğruna verilmiyor; sahip olduğumuz en değerli varlık­larımız, yaşamımızı kutlu kılan ve yok edilmeleri durumun­da yaşamımızın, doğunun steplerinde yaşayan düşmanla­rımızın hayatları kadar anlamsızlaşacağı değerlerimiz için savaşıyoruz.

Savaş en büyük yok etme unsurudur ancak yok etme eyle­minin ortasında bir anda beliren yapılandırma teşvikleri de barındırır içerisinde. Bizden bazı duyularımızı alırken yeni­lerini kazandırabilir. Kıtamızda yaşayan halklar daha önce hiç Avrupa'nın nerede durduğunu ve onun için neler yap­mamız gerektiğini bu kadar açık ve net bir biçimde algılaya- mamıştı. Huzurla geçip giden barış dönemi, maddenin sağ­ladığı rahatlığın büyüsüne kapılmayı kolaylaştırırken savaş bütün bunları elimizden alarak hepimizi körlükten, umur­samazlıktan kurtarır, köklerimize ve gücümüzün kaynağına yönlendirerek insanın yalnızca ekmekle yaşama tutunma­dığını gösterir. Alman halkı daha önce hiç entelektüel ve manevi değerlerine bugünkü kadar önem vermedi. Savaşın pek de keyif vermeyen işaretlerinden bahsetmiyorum ancak hepimiz tiyatrolarımıza, konser salonlarımıza, müzelerimi­ze ve sanat sergilerimize şöyle bir bakarsak; gece gündüz, yaz kış demeden on hatta yüz binlerce Alman vatandaşının gördükleri güzellikler karşısında nasıl kendinden geçtiğine şahit olabiliriz. Bu savaş sayesinde zenginleştik, tamamlan­dık ve hatta daha da iyileştik.

Bu gelişmeleri yalnızca maddi temellere dayandırarak açıklamak hata olur, yani başkalarının dediği gibi Alman halkı, parasını harcayacak başka bir yeri olmadığı için sa­nata yönelmiyor, sanata uzanan yol onların kalplerine de dokunuyor. Onca acının ve sefaletin hüküm sürdüğü böyle bir zamanda halkımızın teskin edici sarahatine sığınmayı tercih ediyoruz, bunu da en açık olarak görsel sanatlarda bu­labilmemiz normal, değil mi? Sanatın içinde düşmanımızın yıkıcı öfkesinin yanıtını buluyor; onların anlayamadıklarını ve bu yüzden tehdit altında olan değerlerimizi takdir etmeyi öğreniyoruz. Bu değerlerin bazen primitif ya da bazı çokbil­mişlerin deyimiyle Kitschlerle ortaya koyuluyor olmasının bir önemi yok. Zaman içerisinde her şey rayına oturuyor. Biz de bir zamanlar çömezdik, çocukken bize keyif veren şeyler yetişkin olunca ilgimizi çekmemeye başladı. Halkımı­zın büyük bir kısmı hala çocukluk döneminde yaşıyor ve bu yüzen de sistematik bir eğitim ile gelişime açık durumdalar. Zengin ve göz kamaştıran tarihimize rağmen bizler daha yolun başında olan bir ulusuz. Önümüzde daha uzun bir yol var ve ilerlemek için tek yapmamız gereken ilk adımı atmak.

Şayet çağdaş sanatçılarımız bu durumu kavrayamıyor olsaydı durumumuz umutsuz olabilir. Daha önce halkımız sanata hiç bu kadar aç olmamıştı. Bunun ne anlama geldiğini kavrayabilmek için geçmişe şöyle bir bakmanız yeterli olacaktır. Yeni resimler, heykeller, oyunlar, romanlar, senfoniler ve operalar artık yalnızca gazete eleştirmenleri­nin ilgisini çekmiyor, artık halkımızın gözüne ve kulağına da hitap etmek zorundalar. Dahası, günümüzün popüler bi­linciyle daha fazla ilgi gören eski şaheserlerle kıyaslanmaya da göğüs germek zorundalar zira yeni nesil sanatseverlerin standartlarını o eserler belirliyor. Goethe'nin seneler evvel ettiği söz bugün karşılığını buluyor: Sanatçılar konuşmak yerine bir şeyler yaratmalı! Çağımız sanatçıya kendini de­nemesi için her türlü fırsatı sunuyor. Geçmişin aksine bu-

gün her sanatçı eşit derecede kendini gösterme şansı elde ediyor. Gerçekten söyleyecek bir şeyi olduğu takdirde kim­se, halkın kendisini dinlemediğinden şikayet etme hakkına sahip değil. Yeter ki kalemine, fırçasın, ıskarpelasına ya da pusulasına uzanıp sanatını icra ettiği enstrümanı aracılığıy­la konuşsun ve aydınlanmaya aç olan bu çağa verecek bir şeyleri olsun.

Böylesi devasa bir savaşın ortasında sanatın var olmaya devam etmesi ve halkımızın kader mücadelesinde kapıl­dığı bütün o büyük fırtınalardan sıyrılabilmesi mucizevi bir gelişme. Nasyonal Sosyalizmin sanatı desteklediği ko­nusunda bundan daha büyük bir kanıt olabilir mi? Elbette bu, sanatçılarımızın etraflarında olup bitenle ilgilenmeme- ye hakları olduğu anlamına gelmiyor. Elbette şurada ya da burada sanatının savaşla ilgisi olmadığını, savaşın en temel kanunlarının kendisini bağlamadığını düşünen sanatçılar da olabilir. İşte böyle kimselere derhal görevi hatırlatılmalı­dır, gerekirse zor yoldan anlatılmalıdır. Her ne kadar savaşla ilgisi olmasa da bir sanat eseri tamamlandığında sonra er­miş olmuyor. En derin acılara göğüs gerip en ağır yükleri taşıyan halkı için var oluşunu sürdürüyor. Bir sanatçının, özellikle de savaşın ortasında, sıradan barış zamanlarında olduğundan çok da yaratıcı bir özgürlüğün tadını çıkarır­ken bu görevinin bilincinde olmasını beklemeye hepimizin hakkı var.

Savaşın dördüncü yılında, Münih'te, Haus Der Kunst'ta Führer adına Yedinci Büyük Alman Sanat Sergisi'nin açılı­şını yapıyor olmaktan onur duyuyorum.

Bu güzel ve etkileyici sergi, zamandan bağımsız, yapısal olarak yalnızca kendisinden ilham alıyor ve cephede verilen savaşa da katkıda bulunuyor. Sergiye katılan sanatçılarımız enerjilerinin ve yaratıcılıklarının en canlı kanıtlarını sunu­yorlar bizlere.

Geçtiğimiz yollarda olduğu gibi bu yıl da Führer bizimle olamadı ancak ruhu her daim bizimle birlikte. Bu kültürel yapı, bu bina ve bu sergi bizzat onun eseri. Barış döneminde inşa edilen yapı, savaş döneminde itinayla korundu ve şimdi bizlere kutlu, mesut bir barış vadediyor. Bugün sahip oldu­ğu görkemle, zafer kazandığımızda bizlere neler yapabilece­ğimize dair ipuçları veriyor ki bizler o zafere daha önce hiç olmadığı kadar çok inanıyoruz artık.

Bu harikulade çağın yaratıcısı Führer'i saygıyla selamlıyo­rum. Yapılanlar ortada ancak bu çağın yaratıcısının aklında neler olduğunu ancak onun dengi olan biri anlayabilir. Biz- ler ise ona inanmaya devam edebiliriz.

Bütün gücümüzle, tüm kalbimizle Führer'e inanıyoruz!


SAVAŞA YÖN VEREN
BİR ETMEN OLARAK MORAL

7 Ağustos 1943

Savaşın kaderinin belirleneceği günlerdeyiz. Düşman, daha önce eşi benzeri görülmemiş silahlar ve psikolojik savaş yöntemleri kullanarak, bu büyük dünya mücadelesinin ilk yarısında elde ettiğimiz ve kazanacağımız zaferin teminatı olan pozisyonu bizden alabilmek için uğraşıyor. Doğudaki savaşın şiddetlenmesinin, Amerikan ve İngiliz kuvvetleri­nin Sicilya'ya yaptıkları acımasız saldırılar ve Almanya top­raklarına yapılan amansız hava harekatlarının nedeni tam olarak bu. Karşı taraf, cephede savaşın kaderini belirleyecek zaferler kazanmayı ve aynı zamanda bu türden yenilgile­re katlanamayacağını sandığı Alman halkının moralini bu yolla çökertmeyi umuyor. Yapılan bu türden yorumlar artık birer teori olmanın ötesine geçmiş durumda zira düşman bunu yaptığını açıkça, zerre utanç duymadan kabul edi­yor. Dört bir yandan devam eden ağır saldırılarla bizi diz çökmeye zorlamayı ve daha zor, daha kanlı askeri harekat-

lar yapmak zorunda kalmadan savaşı kazanmayı umuyor­lar. Sinirlerimize karşı başlattıkları bu savaş da elbette ki büyük savaşın gidişatında kritik bir rol oynuyor. Düşman, yaptıkları ajitasyonların bu konuda bir yarar sağlamadığını anlamış olacak ki eyleme geçmeye karar vermiş durumda.

Bu türden eylemler Anglo-Amerikan plutokratların ka­nında var. Birinci Dünya Savaşı boyunca, savunmasız kadın ve çocuklar üzerinden yaptıkları acımasız açlık kampanya­sıyla Alman halkını demoralize etmeye çalıştılar ve bugün de aynı şeyi hava terörüyle yapmayı deniyorlar. Düşmanın hava saldırılarının mal ve can kaybına yol açıp her anlamda bize bazı zorluklar çıkardığını inkar edecek değilim. Bunu düşman da en az bizim kadar iyi biliyor zaten zira 1940 yılının yaz ve sonbahar mevsimlerinde, Alman Hava Kuv­vetleri onların yalnızca askeri üsleriyle endüstri merkezle­rini vurduğunda onlar da aynı şeyleri deneyimlediler ancak düşman bugün, özellikle ve ne yazık ki bilinçli olarak sivil halkı, dolayısıyla da ulusumuzun moralini hedef alıyor. Hat­ta İngilizler artık bunu yaptıklarını inkar etme gereği dahi duymuyorlar. Aksine, bu şekilde savaşın süresini kısalttık­larını ve bu sayede daha fazla İngiliz kanı akmamasını sağ­layacaklarını iddia ediyorlar. İngiliz zihniyetinin bu basit ve son derece tipik hali, Kanal'ın diğer ucunda yaşayan insan­ların ne kadar acımasız bir hainlik içerisinde olduklarını da gözler önüne seriyor aslında.

Onlara aynı şekilde karşılık vermek ise bizim elimizde. Zira bu saldırılara daha şiddetli karşı saldırılarla -ki onları bertaraf etmek için en etkili yol bu olacaktır- yanıt vereme­diğimiz için bunun yerine savunma önlemlerimizi en üst düzeye çıkarmak zorundayız. Bunun da iki aşaması var: Biri sivil diğeri askeri. Askeri açıdan yapılabilecek her şey itina ile yapıldı ancak bütün önlemlerin yoğunluğu bir şekilde artmlacaktır. Askeri savunma sistemimiz hatırı sayılır öl­çüde gelişti ve gün be gün daha da iyiye gidiyor. Düşman,

Reich'a yaptığı her saldırıda büyük kayıplar veriyor ki bu kayıpları belki maddi açıdan karşılayabilir ancak asker sayı­sı açısından telafi edebileceği kayıplar verdiği söylenemez. Bu kayıpların, azalmak şöyle dursun savunma sistemimizi geliştirdiğimiz müddetçe giderek artacağını öngörüyoruz ki bu da öyle uzun bir zaman almayacak.

Hava muharebesi bizim açımızdan bir sinir muharebesi­ne dönüşmüş durumda. İngilizler, 1940 yılındaki saldırılar sırasında çok daha zor politik ve askeri şartlar altında bu sinir muharebesine dayandılar ve şimdi biz de aynısını yapmak durumundayız. O dönemde nasıl ki İngiliz hükümeti hava muharebesini, yeni silahlar kullanarak radikal karşılıklar vermek süratiyle kazanmaya karar verdiyse, bizim de benzer bir karar vermemiz gerekiyor. Elbette bizler onların dilinden konuşamayız ya da ne zaman harekete geçeceğimizi söyleyemeyiz ancak bu, yavaş olsa da gayet sağlam adımlarla ilerlediğimiz gerçeğini değiştirmiyor.

Düşmanın hava terörü karşısında alınacak sivil önlemle­re gelince, ya korumaya ya da onarmaya yönelik eylemlerde bulunmamız gerekiyor. Korumaya yönelik eyleme örnek ve­recek olursak; çocukları, yaşlıları ve çalışamayan kadınları Berlin'den tahliye etmemiz gerekiyor zira düşmanın hava terörünün bir sonraki hedefinin burası olacağını düşünü­yoruz. Elbette bu Berlin'e kesin olarak bir saldırı düzenle­neceği anlamına gelmiyor ancak önlem almak bu noktada en akıllıca hareket olacaktır. Tahliye işlemi belirli bölgelerde planlı olarak yapılacak ve belli bir düzene göre hareket edi­leceği için panik yapmaya hiç gerek yok.

Yurtlarından tahliye edilen vatandaşlarımızı kabul edip onlarla ilgilenen bölgelerdeki yurttaşlarımıza çok önemli ve zor bir görev düşüyor. Bizler diğer zorlu görevlerle ilgilen­meye devam ediyoruz. Göç eden halk, yerel halka; yerel halk da göç eden vatandaşlarımıza gereken en üst düzey anlayışı göstermeli. İngiliz basını alınan bu tür önemlerin Alman-

ya'da panik yarattığını iddia ediyor ancak bu terörden asıl zarar görecek olanlar kendi halkları! Biz de 1940 yılında İn­giliz hükümeti çocukları taşralara gönderdiğinde aynı hata­ya düşmüştük. Ancak umutlarımızın boşa çıktığını gördük ve bu yüzden bu konuda fikrimizi açıkça dile getirmekte bir sakınca görmüyoruz; eğer bu önlemleri almazsak çok daha kötü şeyler yaşanabilir. Savaş dediğiniz öyle dilekler dileyip hayallere kapılmakla değil, acı gerçeklere göğüs germeyi ba­şararak kazanılır.

Sivil savunma adına aldığımı önlemler aslında düşmanın hava saldırılarında kullandığı yöntemlerin bir yansımasın­dan ibaret. Önlemleri düzenli olarak kamuoyuyla paylaşıyo­ruz ve bunları dikkate almak herkesin önceliği olmalı. Sakin kalarak, cesur davranarak ve açık fikirli olarak çok daha faz­la şey yapılabilir ve bu süreçte, yaşadığımız bu güçlüklerin geçici olduğunu ve düşmanın bu saldırılarının da Doğu ve Güney cephelerinde olduğu gibi muhakkak bir son bulaca­ğını aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Herkes olması gereken yerde kalmalı ve üzerine düşeni yapmalı. Vatandaş­larımızdan biri aktif savunmada yer alırken bir diğeri hava terörüne maruz kalanlara yardım etmek zorunda. Anavatan toprağında bulunan vatandaşlarımız ne kadar özverili çalı­şırlarsa, zafer de bize bir o kadar yaklaşacak. Savaşın esas yükü bazen bizim bazen de cephedekilerin omuzlarına yük­leniyor ancak sıra kime gelirse gelsin hepimiz bu uğurda kendimizi kanıtlamak zorundayız.

Askerlerimiz için de aynı şey geçerli; cephede nispeten sakin geçen günlerin yerini neredeyse insanüstü denebile­cek gayretler gerektiren tehlikeli zamanlar almış durumda. Böyle dönemlerde bütün birliklerin sinirlerine hakim olma­sı, cesurca savaşması ve soylu üstlerinin kendilerine uygun gördüğü konumlarını sebatla koruması gerekir. Düşman planlarını yaparken bizim rahatımızı gözetmiyor, bilakis bizi yormak için elinden geleni ardına koymuyor. Saldırmak

için akla gelebilecek her yolu deniyor, topraklarımıza zorla girmeyi bile göze alıyor. İşte, her şeyden önce engel olmamız gereken yegane saldırı aslında bu.

Düşman her daim pusuda. Sovyetler, cephede birlikle­rimize bir yığın asker ve mühimmatla saldırırken aslında Ukrayna topraklarına girebilmeyi hedefliyor zira buna ih­tiyaçları var, aksi takdirde yiyecek ihtiyaçlarını karşılama­ları mümkün değil. İngilizler ve Amerikalılar ise Sicilya'da açtığımız cepheye var güçleriyle saldırıyorlar ve ulusumu­zun moralini bozmak uğruna hava saldırılarında verdikleri ağır kayıpları dahi umursamıyorlar. Londra'da görev yapan Amerikalı bir muhabir geçtiğimiz günlerde Britanya hal­kının artık savaşmaktan yorgun düştüğünü ve savaşın ne olursa olsun zaferle sonuçlanmasını istediklerini bildirdi. İşte bizler, İngilizlerin o istedikleri zafere ulaşmalarına en­gel olmalıyız. Yurtta ve dünyada, savaştığımız her cephe­de her bir vatandaşımızın asli görevidir bu. İngiltere daha önce hiçbir savaşı öyle askeri dehası sayesinde kazanmadı; ya başka ulusları kendileri için savaşmaya zorladı ya da ortada kazanma ihtimalleri dahi yokken düşman bildikleri ulusun moralini bozarak kaybetmelerini sağladı. İşte bizim üzerimizde de aynı yöntemi denemeye çalışıyorlar. Bu çabaları boşa çıkarmak ise biz Alman ulusuna düşüyor.

Savaşın bu evresinde ulusumuzun moralini yüksek tut­ması, mücadelenin gidişatını belirleyecek bir faktör. Yedi Yıl Savaşları boyunca Prusya'nın, yalnızca kralın gücü sa­yesinde içinde bulunduğu durumdan kurtulmayı başardığı zamanlar oldu. Ancak bizim şu anda içinde bulunduğumuz kritik durum, Prusya'nınkiyle kıyaslanamayacak kadar basit aslında. Şayet karşılaştığımız güçlüklerle başa çıkabileceği­mize inancımız yoksa, içinde bulunduğumuz çağın ne kadar önemli olduğunu iddia etmeye de hakkımız yok demektir. Gelecek nesiller, özellikle böyle zor zamanlarda üzerine düşeni yapamayanları asla affetmeyecektir. Zaman geçtik-

çe bugün dört bir yanımızı saran bu güçlükleri unutacağız ancak onları hangi yollarla yendiğimiz asla aklımızdan çık­mayacak.

Cephedeki askerimizin, en kritik durumlarda metaneti­ni koruduğunu ve ancak düşmana saldırma emri geldiğin­de konumundan ayrıldığını hepimiz biliyoruz. Eğer bunu yapmazsa, yani düşmana saldırmazsa onu korkak diye eti­ketliyoruz. Ancak her bir saldırı aslında cesur, gözüpek ve serinkanlı olmayı, çelik gibi bir kalbe sahip olmayı gerekti­riyor. İşte anavatan toprağında da bizler, moralimizi yüksek tutabilmek ve zamanı geldiğinde fiziksel olarak da güçlü olabilmek için aynı değerlere sahip olmak zorundayız. Düş­manlarımız da insan. Her ne kadar zor görünse de onlar da yenilebilirler. Son dönemde Londra basınında Sicilya'daki birliklerimizin kendilerine Şeytanla savaşırcasına saldırdı­ğını ve hücuma geçen her askerin, attığı her adımın bedelini kanıyla ödemek zorunda kaldığını bildiriyor. Almanya'nın evlatları siperlerinden çok uzakta, hem cesaretlerini hem de sarsılmaz kahraman ruhlarının gücünü kanıtlarken moral­lerini asla bozmuyor. Şayet bütün ulusumuz bu ruha eriş­meyi başarırsa, hiçbir düşman duramaz karşımızda!

Hiçbirimiz Alman topraklarına yapılan hava saldırıla­rının şiddetini hafife alamayız. Bu gerçekten ölümcül bir sınav. Ancak bu sınavı ne yapıp edip geçmek zorundayız. Düşmanın moralimizi bozmak için giriştiği eylemler, sağ­lam duruşumuz karşısında çözülüp gidecektir, tıpkı onlarca silahla yaptıkları saldırıların askerlerimizin cesareti karşı­sında etkisiz kaldıkları gibi... Her birimiz dünya vatandaşı­yız ve buna uygun şekilde davranmak zorundayız. Dost ya da düşman, herkes her gün bizden tarafa bakarak şu soruyu soruyor: Acaba bu sınavı atlatabilecekler mi?

Buna yanıt verirken asla kendimizden şüphe etmemeliyiz. İngilizler artık halklarının, ulusumuzdan çok daha dayanık­lı olduğunu iddia edemiyorlar. Zira karşılarında, ne pahası-

na olursa olsun özgürlüğünü ve yaşama hakkını savunmaya kararlı olan ve savaşmaktan ancak ve ancak zafer kazandı­ğında vazgeçmeye ant içmiş bir ulus var. Kararlılık, uzun vadede her daim zaferle ödüllendirilen bir erdemdir. Zor zamanlar da olacaktır elbette, ancak bir ulus, ne kadar yiğit olduğunu tam da bu zamanlarda dosta düşmana kanıtlaya­bilir. Şimdi herkes bunu kanıtlamak için çalışmalı. Savaşın kaderini belirleyecek olan moral faktörü, ulusun bütününe olduğu kadar bireylere de bağlı. Düşman ulus olarak hepi­mizin ruhsal durumunu çökertmeye çalışırken hep birlikte savunmaya geçmeliyiz.

Ulusumuz geçmişten çok şey öğrendi. Her şeyden öte ar­tık hain hısımlarımıza asla güvenmememiz gerektiğini bili­yoruz. Bu ders adeta kemiklerimize kadar işlemiş durumda. Cesur erkekler, fedakar kadınlar ve kurallara uyan, kendini ülkesine adamış bir gençlikten oluşan bir ulusun, özgürlüğü için her şeyini ortaya koyacağını ve nihayetinde o özgürlü­ğü söke söke alacağını adımız gibi biliyoruz.


NEREDE DURUYORUZ?
2Mayısı943

Hatırı sayılır büyüklükte politik ya da askeri gelişmeler söz konusu olduğunda genel bir bakış açısı yaratmak imkansız olmasa da çoğunlukla çok zor oluyor zira içinde bulunulan durum genelde sabit olmaktan ziyade mütemadiyen değişi­yor. Durumu etkileyen faktörler ise, ne sıradan insanlar ne de iyi eğitimli uzmanlar tarafından net olarak belirlenemiyor. Askeri lider genelde ne istediğini ve istediği şeyle ne yapa­bileceğini çok iyi bilir ancak bu noktada onun kontrolünde olmayan pek çok dış etken de mevcut olabilir ve bu yüzden düşmanın ne istediği ve nelere muktedir olduğu konusunda yalnızca tahmin yürütmeyi başarabilir. Halihazırda bilinen bir askeri durumu etkileyen somut faktörler konusunda değerlendirmelerde bulunmaya çalışan uzman çevreler de çoğunlukla yalnızca farazi tahminlerde bulunabiliyor. Kesin olan tek şey iradenin gücü ve bu iradeyi kullanma arzusudur; belirli bir süre içinde savaştaki durumu tam

olarak değerlendire bilmek isteyen insanın ihtiyacı olan en önemli şeyler de bunlardır aslında.

Bize gelince, liderimiz en büyük askeri başarılarını sava­şın ilk çeyreğinde kazandı ve bu başarılar savaşın başında gölgeler ardına saklanan fikirlerimizi ve umutlarımızı bir anda gün ışığına kavuşturdu. Rhine ve Saarbrücken' ko­nusunda büyük endişelerimiz vardı. Maginot Hattı'yla aynı dönemde karşılaşmıştık ve Kuzey ve Güneydoğu yönlerin­de ilerlemekte olan birliklerimiz tamamen ifşa olmuş du­rumdaydı. Kurduğumuz en çılgınca hayallerde dahi, bugün sahip olduğumuz o nehirleri, bölgeleri ve şehirleri birer bi­rer fethedeceğimiz aklımıza bile gelmezdi. O zamanki du­rumumuzu bugünle kıyaslayacak olursak, hiç kimse, askeri anlamda liderimizin hayal edilebilecek her türlü başarıyı birer birer yakaladığını inkar etmeye cüret etmeyecektir şüphesiz. Düşmanımız için ise bunun tam tersi bir durum söz konusu. Örneğin İngiltere, dünyanın dört bir yanına yayılan İmparatorluğunun sağladığı güvenli bir konumda girdi bu savaşa ancak o konumu korumayı başaramadı. Bü­yük Britanya savaş süresince dikkate değer yahut ufak tefek askeri başarılar elde ettiyse de bunlar sınırlı önem arz eden başarılar oldu. Aslında kelimenin tam anlamıyla İngiltere kayıp vermekten başka bir şey yapamadı. İmparatorluğu­nun topraklarına, devasa kayıplarının yalnızca bir bölümü­nü geri kazandırmak için dahi çok büyük çabalar sarf etmek zorunda artık. Diğer yandan bizim kazandığımız başarılar savaşın seyrini etkileyecek kadar büyük önem arz ederken geri çekilmek durumunda kaldığımız muharebeler ne sava­şın seyrini değiştirecek kadar hayatiydi ne de öyle çok bü­yük önem arz eden kayıplara sahne oldu.

1 Resmi olarak 1920 yılında kurulan Saarland Eyaleti'nin (o dönemki adıyla Saar Bölgesi) başkentidir. Saarland'da bulunan kömür madenleri, 1919'da imzalanan Versay Anlaş­ması kapsamında, Birinci Dünya Savaşı'nda zarar gören madenleri karşılığında on beş yıllığına Fransızlara tahsis edilmesi ön görülmüştür. Bölge ancak 1935 yılında yeniden Almanya topraklarına katılmış ve adı Saarland olarak belirlenmiştir.

Savaşın genel durumunu değerlendirmek isteyen kişi bunları asla göz ardı edemez. Şayet savaş tam bugün aniden bitmek zorunda kalsa, savaşın en başında bulunduğumuz en optimist tahminlerden bile daha sağlam kartlar kalır eli­mizde. Öte yandan İngiltere, savaşın başında bulunacağı en ama en pesimist tahminlerden bile daha fazla kayı verip çok daha fazla yenilgiyle yüzleşmek durumunda kaldı. Bu ka­dar mütevazı ve ufak tefek zaferler kazandıktan sonra bile İngilizlerin savaşı kazanacaklarını umut edecek cesaretleri olabiliyorsa eğer, bizim zafer kazanacağımıza inanmak için çok daha fazla nedenimiz var! Avrupa'nın büyük bir bölümü artık bizim elimizde. Her anlamda avantajlı konumdayız. Tehdit altında olan sınırların tamamına konuşlanan büyük destek birlikleri bize, her türlü savunma olasılığını sağla­yabilecek durumda olan doğu cephesinde hatırı sayılır bir hareket özgürlüğü sağlıyor. Savaş sürecinde U-boat' birlikle­rimiz tarafından iki ya da üç kez vurulan İngiliz Hava Kuv­vetleri, maddi açıdan büyük hasar almış durumda. Bugün kendilerine, yaptıklarına uygun düşen yanıtı kısmen vere­bildik ve vereceğimiz son karşılığı görecekleri günler de gi­derek yaklaşıyor. Elbette ordumuz, yarım kürenin muhtelif yerlerinde bazı zorluklarla da karşı karşıya kalıyor ancak bunların da esas nedeni, askeri merkezden çok uzakta olma­larından kaynaklanıyor. Yani ordumuzun ana karargahı hiç­bir şekilde tehdit altında değil. Peki bu durumda, İngilizlere Mihver Kuvvetleri yenilgiye uğratabileceklerini umut etme cesaretini veren şey nedir? Hiçbir neden olmaksızın savaş­maktan vazgeçmediğimiz sürece yenilmez durumdayız. Her ne kadar bunu dile getirmiyor olsalar da düşman da bunun pekala farkında.

Ancak ortada psikolojik bir dezavantaj da yok değil: Bizi geçmişimizden özgür kılan askeri başarılarımız aslında düş­manın geçmişte kazandığı başarıların çok çok ötesinde olsa

' Alman denizaltıları.

da halkımız o başarıları çok çabuk unutabiliyor. Geçmişte içinde bulunduğumuz durumu daha objektif bir biçimde de­ğerlendirmek adına savaşın en başına dönmek ve resmi bü­tünüyle değerlendirmek gerek. Yurttaşlarımız, 1942 yılının sonbaharında içinde bulunduğumuz en iyi hali, 1943 yılının kış mevsimindeki en kötü halimizle kıyaslamamalı. Bunun yerine şu anda içinde bulunduğumuz durumu, savaşın en başındaki halimizle kıyaslamaları daha doğru olacaktır zira kişi, ancak o zaman son üç buçuk yılda kazanılan başarı­ların, Mihver Devletlerin, 1939 yılının Eylül ayında hayal etmeye cesaret edebileceklerinden çok daha büyük olduğu­nun ayırdına varabilir.

Evet, Harkov[XXXVII] geçtiğimiz kış boyunca iki kez el değiştir ancak savaşın daha en başında kim, Harkov'u fethedebile- ceğimizi düşünebilirdi ki? Anavatan toprağımızın bütünlü­ğü ve muhtemelen savaşın ana sahnesini oluşturabileceğini düşündüğümüz batı eyaletleri için endişelenmiyor muyduk yalnızca? İnsanımız, peş peşe kazanılan zaferlere o kadar alışmış durumdaki savaş süresince gerçekleşen birkaç geri çekilmeye psikolojik olarak çok daha duyarlı yaklaşıyor. An­cak eğer, savaş süresince bizim kaybettiklerimizle İngiltere, Amerika ve Sovyetler Birliği'nin kaybettikleriyle kıyaslama cesareti gösterilecek olursa, giderek artan zaferlerimizin ya­nında kayıplarımızın birkaç kabul edilebilir geri çekilmeden ibaretken düşmanlarımızın en stratejik noktalardan vuru­lup çokça hammadde kaybettiği sonucuna vararak şaşkınlı­ğa uğramak işten bile değil.

Düşmanımızın bu durumu kendi lehine çevirmeye ça­lışması, acınası ölçüde dar görüşlü olduklarını kanıtlıyor aslında. Gerçi toplumlarının önde gelenleri uydurdukları safsatalara inanmıyor doğal olarak. Savaşın genel resmini çizerken takındıkları abartılı tavırlar ve vardıkları tumtu­raklı sonuçlar, bizim için kurguladıkları blöflerin ve şaşırt-

macaların akıllıca bir kombinasyonundan ibaret. Geri plan­da kalan birkaç apolitik toplumu etkilemeyi başarabilseler bile, mütemadiyen sözde emin oldukları başarılarından bahsediyor olmaları bir şey değiştirmeyecek, bizim zafere olan inancımız aksini kanıtlayacak zira. Halkımızın politi­ka konusunda son derece sağlıklı tahminlerde bulunmasını sağlayan içgüdüleri böyle ucuz numaralarda kandırılabi- lecek kadar zayıf değil. Almanlar olarak bizler, savaşın şu anki durumunda her şeyin ulus olarak korumamız gereken huzurumuza ve belirlediğimiz hedeften asla şaşmamamı­za bağlı olduğunun farkındayız.

Son zamanlarda düşman tarafından ortaya atılan, çekim­ser kalan ulusları kendi safımıza çekebilmek için sağa sola barış elçileri yolladığımız ve elçilerin herkesçe ivedilikle geri çevrildiğine yönelik dedikodular da bu numaralardan biri. Ne derler bilirsiniz; arzu, düşüncenin babasıdır. Tam bir zafer kazanmak için elimize geçebilecek en iyi fırsa­ta sahipken, bu fırsatı kullanmamamız durumunda birkaç yıl içinde bir yenisine zorlanacağımızdan emin olduğumuz ve hali hazırda büyük bir tarihi önem arz eden böylesi bir savaşı erkenden bitirmeye bizi neyin ikna edebileceğini gerçekten hayal dahi edemiyoruz şu anda. Zamanın düş­manın lehine işlediğine dair anlatılan peri masallarına artık düşman kamplarındaki askerler dahi inanmıyorlar. Böylesi uzun vadeli bir savaş veren toplumun psikolojik ve ruhsal olarak yıpranması, dostunu da düşmanını da aynı derecede etkiliyor ve hatta bizim durumumuzda düşmanı çok daha fazla etkiliyor zira savaşın en önemli askeri kaynaklar bizim elimizde bulunuyor. Hatta düşmanın safında yer alan önem­li askeri gözlemciler bile Avrupa kıtasının işgal edilmesinin imkansız olduğunu belirtiyorlar. Bizler elde edebileceği­miz her türlü kozu ele geçirdik; artık yalnızca sabır silahı­nı kuşanarak bu kozları kullanabileceğimiz en uygun anın gelmesini beklememiz gerekiyor. İktidara gelmeden önce

elimizde, savaşı nihayete erdirecek zaferi kazanmamızı sağ­layacak bu kadar çok koz olmamıştı hiç. Geçmişte, hareketi­mizin liderliğini üstlenenlerin ve parti üyelerimizin hayati önem arz eden kudretleri sayesinde başarılı olduk, şimdi bu kudret ulusumuzun her bir ferdine ulaşmış durumda.

İşte asıl mesele de bu. Zayıf ruhlar, daha iyi bir gün bek­ledikleri sırada belirleyici ve kritik bir anın yaklaştığını fark ederlerse tez canlılık ederek aniden çatışma yaratmaya me­yillidirler. Öncesinde sundukları gerekçeler mantıklı gele­bilir ancak bunlar, Clausewitz'in1 deyimiyle yanılsamadan ibaret bir bilgeliğin izlerini taşır ki tek amaçları da aslında tehlikeden kaçmaktır. Burada da aynı şey geçerli. Tehlike­den kaçmak gibi bir alternatifimiz yok bizim. Zafere giden yolun yarısına kadar gelmiş durumdayız zira. Karşılaşaca­ğımız tehlikelerle ne kadar cesurca yüzleşebilirsek, onların üstesinden gelmemiz de bir o kadar kesinleşecektir. Yürek­lerimizde korku beslemek için hiçbir geçerli nedenimiz yok. Geçtiğimiz kış mevsiminde bizi vuran dalgaya yenilmedik, bilakis silkindik ve kendimize geldik. Peki korkacak başka neyimiz kaldı? Bugün hem cephede hem de vatan toprağın­da savaşa bütünüyle bir hazır bir ulus olarak var oluşumuzu sürdürüyoruz. Düşman kafalarımızı karıştırmak ve savaşın gidişatını kendi görmek istediği şekilde aktararak moralimi­zi bozmak için elinden gelen her şeyi yapabilir ancak bütün çabaları, halkımızın sağlıklı politik görüşlerinin sağlamlığı karşısında boşa çıkacaktır. Bizler nerede durduğumuzu da nereye varmayı hedeflediğimizi de çok iyi biliyoruz. Yapılan hiçbir numara düşman fayda sağlamayacak.

Bu dört yıllık savaş süresince neredeyse her gün yeni darboğazlarla karşı karşıya kaldık. Şairin de dediği gibi, bir ' Cari Philipp Gottleib von Clausewitz: Prusyalı aristokrat bir general olan Clausewitz, entelektüel yanıyla da tanınan önemli bir askerdir. Ekim Devrimi sırasında Lenin'in de pek çok kez danıştığı bilinen Savaş Üzerine adlı eseri Hitler'i de çok etkilemiştir. Hatta Hitler'in generalleriyle yaptığı hararetli bir tartışma sırasında, "Clausewitz'i okumuş biri olarak sizin tavsiyelerinize ihtiyacım yok," dediği rivayet edilir.

gün şarap eksik kaldı, ertesi gün de şişe... Her geçen hafta beraberinde, üzerimize çullanıp bizi ezecekmiş gibi bir izle­nim yaratan yepyeni yükler ve endişelenecek yeni meseleler getirdi. Zaten savaştan başka ne beklenebilirdi ki? Savaş de­diğiniz, toplumun hem gücünü hem de doğal kaynaklarının tamamını sömürür. Bu durum savaşın her iki tarafı için de geçerlidir. Burada esas mesele, gerekli ile gereksizi; savaşın nihayete ermesi için neyin belirleyici olup neyin olmadığını ayırt edebilmektir. Elbette, savaşın omuzlarımıza yüklediği yüklerin yer yer hafifleyeceğine kimse inanmayacaktır zira o yüklerin ağırlığı durmak bilmeden artar. Gelgelelim yük­lerle eş zamanlı olarak yaşanan gelişmelerin hızı da artmaya devam eder. Birinci Dünya Savaşı'nın aksine, halihazırda verdiğimiz savaşta bugüne dek kaydettiğimiz askeri ba­şarıların bizi, detaylı bir durum değerlendirmesi yapıldığı takdirde, düşmanımızın asla elimizden alamayacağı bir ko­numa taşıdığı ortada. Düşman da bunu çok iyi biliyor. Şayet bunun aksini iddia ediyorlarsa, tek amaçlarının kışkırtma olduğunu unutmayın; bu sayede hem çekimser toplumları yanıltıp kendilerince cesaretleniyorlar hem de, askeri olarak üstük gelemedikleri askeri irademizi kırarak bizleri umut­suzluğa sevk etmeyi umuyorlar.

İşte bu yüzden süreç içerisinde yaşanabilecek herşeye karşı hazırlıklı olmak zorundayız. Düşman cephesindeki askeri liderlerin ileri sürdüğü hiçbir argüman; ister insanlığımız, ister mantığımız isterse de korkularımızı hedef alıyor olsun, kalplerimizde asla yer edinemeyecek. Düşmanımızın, moral olarak bizi nasıl ya da ne zaman çökertebileceğini böyle ulu orta konuşması bile fazlasıyla şüpheli bir manzara yaratıyor. İngiliz-Amerikan hava saldırıları da tam olarak bu amaca hizmet ediyor. Avrupa genelinde koruduğumuz ve ordumuza, doğuda da operasyonel özgürlük şansı veren güçlü savunmamızı kolay kolay kıramayacaklarını biliyor­lar. Savunmamızı ancak içeriden zayıflatabileceklerinin far-

kındalar; elbette bunun asla gerçekleşemeyeceğini, gerçek­leşmeyeceğini söylememize de gerek yoktur.

Bunun en sarsılmaz kanıtı ise savaş meydanında dene­yim kazanmış, akla gelebilecek her türlü sınavla sınanmış ve yaşanan gelişmelere bakılacak olursa her bir sınavdan da kararlılıkla, daha da güçlenerek çıkmış cesur bir halkın fedakarlıklarında gizli. Alman halkı ve müttefikleri, 1943 yılının bahar mevsiminin ortasında; kafasının karışması­na asla izin vermeksizin, doğası gereği sahip olduğu ulusal güçten asla şüphe etmeyerek ve her ne olursa olsun bütün badireleri muzafferce atlatmak için elindeki her türlü maddi ve manevi gücü kullanarak direnmeye hazır ve kararlıdır! Düşman yaptığı hiçbir şey bunu değiştiremez zira bizim nazarımızda, zırvalıklarını bastıkları kağıtlar kadar dahi de­ğerli değiller!

Cepheden gelen mektupların bizlere, askerlerimizin de aynı düşünceyi tutkuyla benimsedikleri ve bizimle aynı şe­kilde hareket ettiklerini öğrenmek hepimize derin bir haz veriyor. Elbette askerlerimiz, ordumuzun elde ettiği aske­ri fırsatları, bizlerin vatan toprağında yapabildiğinden çok daha net görebiliyorlar. Kendi deneyimleri ve elde ettikleri bilgiler ışığında, eğer sağlam durursak neler kazanacağımızı ve gücümüze güvenmeyi başaramazsak neler kaybedeceği­mizi hepimizden daha iyi biliyorlar. Şayet cephedeki asker, sivil halk olarak bizlere ne için savaştığımız, hangi yöntem­leri kullanmamız gerektiğini ve savaşın doğasını anlatmak durumunda kalsaydı bu, ulusumuz için derin bir utanç kay­nağı olurdu. Ancak alınanlar olarak bizler, savaş süresince sağlamlık, sebat, fedakarlık ve sarsılmaz inancın timsalleri olacağız.

Şayet biri, bugün gelip bize 'Şu anda nerede duruyorsu­nuz?' diye sorarsa, ona verebileceğimiz tek yanıt şu olacak­tır: Üç yıl önce hayal daha edemeyeceğimiz bir yerdeyiz! Sınırlarımız, bizim korumamıza muhtaç olan koca bir kıta-

yı kuşattı. Tarihi misyonumuz ise bu kıtaya yeni bir düzen getirmek. Bunu yapabilmek için gereken kudrete sahibiz. Sıçrama tahtasında olabilecek en iyi pozisyona ulaştık ve şimdi, bütün engelleri birer birer aşmak için sıçrayacağımız o günü bekliyoruz. Kararsızlık engelini ne kadar büyük bir cesaretle aşarsak, büyük zafere ulaşmamız o kadar kaçınıl­maz olacak!


ALMAN ULUSUNA SAVAŞI HATIRLATACAK
OTUZ MADDE

26 Eylül 1943

Tarihinin en büyük ve en önemli savaşını veren Alman hal­kının savaşın ne olduğunu unutmaması için bu maddeleri hazırladım. Almanya'nın sayısız önemli değeri hem cephede hem de vatan toprağında, ulusumuzun özgürlüğü ve gelece­ği için hayatlarını feda etti. Bugün cephede milyonlarca ce­sur Alman askeri ulusumuz için savaşıyor; vatan toprağın­daki fabrikalarda, atölyelerde, ofislerde, laboratuvarlarda ve tarlalarda çalışan milyonlarca kadın ve erkek işçi yorulmak nedir bilmeden savaşın kazanılmasına katkıda bulunuyor.

Bu maddeler, ulus olarak hepimize, bizler için canlarını feda edenleri anımsatacaktır. Her bir madde, fedakarlık ede­rek savaşıp çalışanların tutkularını gururla anacak ve tem­bellik ederek çekimser kalanları sertçe eleştirecektir.

Madde ı

Düşmanın gücü karşısında diz çökmeniz ve onlara tek bir imtiyaz tanımamız dışında savaşta her yol mubahtır. Bu iki ihtimali müzakere eden ve hatta aklından geçirenler dahi vatanlarına ihanet etmektedir ve bu yüzden onursuzlukları ve utançlarıyla birlikte savaşmaktan, çalışmaktan yılmayan Alman toplumundan dışlanmaları gerekmektedir.

Madde2

Hepimiz hayatımız pahasına savaşıyoruz. Şayet zafere ulaşırsak, bu savaşın neden olduğu her türlü hasarı ve acı­yı bütün gücümüzü toplayarak en kısa sürede onarıp telafi edeceğiz. Eğer kaybedersek, ulusumuzun da tarihimizin de sonu gelmiş olacak.

Madde3

Bu, bir savunma savaşıdır. Bizi, ulusumuzun varoluşunu ve geleceğini yok etmek isteyen düşmanlarımız bu savaşa mecbur etti. Eğer onlar kazanırsa, geçmişimizi şekillendi­ren sayısız neslin milyonlarca yıllık çalışma ve fedakarlık­la elde ettikleri her şeyi kaybedeceğiz. Ulusumuzun tarihi utanç içerisinde son bulacak.

Madde4

Bu savaş da, tarih boyunca verilen diğer tüm savaşlar gibi, sayısız tehlikeyi ve riski de beraberinde getiriyor. Almanya gibi kararlı ve hünerli bir lideri olup bütün imkanlarını ve gücünün her bir zerresini o tehlikeler ve risklerle mücadele etmeye adamış yüce bir toplumun her türlü musibetin üste­sinden gelebileceği asla unutulmamalıdır.

Madde5

Almanlar olarak her birimiz yalnızca ulusumuzun selame­tini düşünür ve ulusumuzun en hayırlı evlatlarıymışçasına

hareket edersek, bu savaşı hiç şüphesiz ki kazanırız. Ancak eğer her birimiz ulusu görmezden gelir, tembellik ederek korkakça davranır ve yapabileceklerimizden şüphe edersek, elimizde koca bir hiç kalır. Bu savaş ya toplumumuzun gü­cüyle kazanılacak ya da güçsüzlüğüyle kaybedilecek!

Madde6

Alman ulusunun her bir ferdi, toplumumuza karşı yü­kümlülüklerini yerine getirerek ulus bilicine sahip oldu­ğunu kanıtlamak durumunda zira barış zamanlarında bile toplumun desteğine ve yardımına ihtiyaç duyabileceğimiz zamanlar olur. Bu yüzden her birimiz savaşın getirdiği so­rumlulukları ve ağır yükleri paylaşmak konusunda istekli olmak durumundayız. Savaş boyunca yapmamız gereken en önemli şey bu!

Madde7

Düşmandan gelen her bir tavsiye, esasında savaş modu- muzu düşürmeye yönelik bir saldırıdır. Düşman da en az bizim kadar çok istiyor bu savaşı kazanmayı. Söylediği ve yaptığı her şeyin amacı bizi şüpheye düşürüp aldatmaktan fazlası değil. Düşmanı dinleyen kişi, ne kadar mantıklı ge­rekçeler sunarsa sunsun, insanımızı ölümcül bir tehlikeye atıyor demektir. Görmezden gelmek ise onu, hak ettiği ceza­yı almaktan korumaya yetmeyecektir.

Madde8

Savaşı yönetenlerden gelen sessiz kalma emri, önemli bir emirdir zira savaş sırlarını devlet içerisinde çok az kişi bilir. Bu sırlar, ulusumuzun hayatta kalma mücadelesinde kullanabileceği silahlarıdır. Savaş sürecinde önem arz eden ve hatta kritik denebilecek meseleler hakkında hükümeti konuşmaya zorlayacak söylentilerin yayılmasına ön ayak ol­mak, hem adaletsiz olacak hem de toplumun genel refahının

yerle bir olmasına sebebiyet verecektir. Bu türden eylemler ulusumuza ancak zarar verir, düşmanımızın ise işine yarar.

Madde9

Savaş yönetiminde elden gelenin en iyisi yapılıyor. Alınan aksiyonların nedenleri genelde açıklanamıyor zira bu açık­lamalar düşmana değerli bilgiler vermeksizin yapılamıyor ve bazen iyi niyetli eylemlerin dahi nedeni bu yüzden an­laşılamıyor. İşte bu noktada savaşı yönetenler; cesaretlerini, önsezilerinin gücünü ve sağduyularını kanıtlayan sayısız örnek ve dahi başarıları sayesinde kazandıkları halkın gü­venine sığınıyorlar. Çokbilmişler elbette bu sessizliğinden dolayı yönetimi eleştiriyorlar zira devlet konuşsaydı, hemen onun söylediklerini yalanlayacak bir şeyler uydurmak için fırsatları olurdu.

Madde 10

Bu savaşta kaybetmeyi asla göze alamayacağımız tek bir şey var: Var oluşumuzun ve geleceğimizin temelini oluştu­ran ulusal özgürlüğümüz! Her ne kadar bazen çok ağır şart­lar altında ve yıllarca süren çabalar sonucunda olsa da diğer her şey yeniden yerine konulabilir ancak eğer özgürlüğü­müzü bir kez kaybedersek, hem bireysel hem de toplumsal olarak bütün ulusal mal varlıklarımız ve kültürel değer­lerimiz elimizden kayıp gider. Bu yüzden savaş sürecinde gerektiğinde sahip olduğumuz her gücü kullanmalı ve hem bireysel hem de toplumsal yaşamımızın olmazsa olmazı olan yegane değerimizi koruyup kollamalıyız. İşte o yegane değer de hiç şüphesiz özgürlüğümüzdür!

Madde11

Savaş politikasında, hükümeti hem suçlu göstermek hem de bu sayede savunmasız kılmak için halkıyla arasına nifak sokmak eski bir numaradır. Söz konusu bizim vatanımız

olduğunda bu numaranın tek amacı, düşmanlarımızın bizi alt etmesi olacaktır. Bu düşmanca tuzağa düşen kişi ya bir haindir ya da bir aptal. Askerlerimizin uğruna hayatlarını ortaya koydukları ve kahramanca can verdikleri zafer ihti­malini tehlikeye atmaktan başka bir işe yaramayacaktır bu ahmaklıkları. Sadakatsizliği yüzünden cephede geriye dü­şecek ve böylesi bir insana verilecek hiçbir ceza yeterince sert olmayacaktır.

Madde12

Cafcaflı sözler ederek güveninizi kazanmaya çalışan ve sonrasında dedikodular ve söylentilerden oluşan bir bari­yerle metanetinizi yıkmayı hedefleyen vaizlere karşı dik­katli olun. Size söylediklerini iyice analiz ederseniz eğer çok geçmeden bu kişileri yönlendiren şeyin sağduyu değil, korkaklık olduğunu fark edeceksiniz. Hepsi çokbilmiş ancak kimseye bir faydaları yok. Şayet olsaydı, her şeyi eleştirmek yerine ya cephede ya da vatan toprağında önemli bir görev üstlenir ve yaptıklarıyla zafer kazanmamıza bir şekilde yar­dımcı olurlardı.

Madde13

Verdiğimiz savaş ve onun kapsamı hakkında konuşan herkes, kelimelerini sanki düşman her birini dinliyormuş- çasına özenle seçmek zorundadır. Zira pek çok yerde gerçek­ten de düşman hepimizi dinliyor, ağzımızdan düşüncesizce çıkıveren her bir ifadeyle yeniden cesaret kazanıyor ve sa­vaşa daha bir hevesle iştirak ediyor. Savaşın getirdiği şu ya da bu musibet karşısında öfkeyle ya da dikkatsizce söylenen sözler bazı durumlarda haklı gerekçeler içerebilir ancak pek çoğu aslında, günümüzde halkımızın kaderini tayin edecek bu olaylarla kıyaslandığında öyle çok büyük önem arz et­miyorlar.

Madde 14

İhtiyaç sahibi vatandaşlarımıza elimizden geldiğince yar­dım etmeye çalışmaktayız. Şayet savaş koşulları sebebiyle herkese gerektiği ölçüde yardım sağlamak mümkün olmaz­sa, ihtiyaç sahipleri de şunu bilmelidir ki zafer kazanıldı­ğında hepsi telafi edilecektir. Zafer, savaşın neden olduğu bütün zararları telafi edip tüm yaraları kapatmamızı sağ­layacak olan toplumun yeniden inşa edilme sürecinin ilk şartını teşkil ediyor. Vatandaşımız savaş sürecinde ne kadar çok fedakarlık yaparsa, zaferin nihayetinde bizim olacağı­na o kadar çok inanacaktır. Bu sebeple çok çalışmalı ve var gücümüzle mücadele etmeliyiz. Bu sayede yapılan her feda­karlık, en zor olanları dahi karşılığını bulacaktır.

Madde15

Bu sebeplerden dolayı her birimiz, savaşla alakalı tüm kanun ve düzenlemelere harfiyen uymak zorundayız. Sırf unuttu ya da çok önemsemedi diye bu kanun ve düzenle­meleri ihlal edenler toplumumuza en az, bunları bile isteye yapanlar kadar çok zarar verecektir. Her birimiz verdiğimiz bu savaşa, hak ettiği ciddiyetle yaklaşmak zorundayız.

Maddeı6

Zaman geçtikçe her şey etkisini kaybeder, savaşın şiddeti bile. Bu sebeple savaşın omuzlarımıza yüklediği görevleri yerine getirme konusunda rehavete kapılmamak adına ken­dimizi her daim kontrol etmeli ve tetikte olmalıyız. Bugün sergileyeceğimiz metanetli tavır, on yıllar sonra çocukları­mız ve torunlarımız tarafından gelecek nesillere hayranlık­la anlatılacak. Bu uzun savaşın bize çektirdiği manevi acıyı onlar da deneyimlemek zorunda kalmayacaklar, yalnızca bu savaşın, ulusumuzun tarihine nasıl büyük ve kahramanca bir mücadele olarak geçtiğini bilecekler. Bu sebeple savaşın

getirdiği günlük sorunlara boğulup da bu gerçeği unutma­malıyız.

Madde17

Her şey önünde sonunda bir nihayete erer, bu savaş da bir gün sona erecek. Ancak bizler, bunun mutlu bir son olması­nı temin etmek zorundayız. Bunu sağlamanın en iyi yolu da sakin kalıp metanetimizi korumaktan geçiyor. Bu erdemleri hakkıyla yaşatan ulus hiç şüphesiz savaşı kazanacaktır.

Madde18

Yönetimin, yönettiği halktan daha fazla sorumluluk üst­lendiğine inanmak kadar aptalca bir şey yoktur. Zira yeri geldiğinde tek bir vatandaş, maddi olarak çok ağır yükle­rin altına girmek zorunda kalır. Gelgelelim en ağır yük de aslında sorumluluktur zira beraberinde taşıdığı endişelerin ardı arkası kesilmez. Bu sebeple kimse kimseye adaletsiz davranmamalı ve anlamadığı meselelerde de mantıksız akıl yürütmelerle bir takım yargılara varmamalıdır.

Madde19

Ulusun bir kısmı cephede savaşırken diğer bir kısmının yalnızca olanları izlemekle yetineceğini düşünmek kadar saçma bir düşünce daha olamaz. İçinde bulunduğumuz sa­vaş ne hükümetlerin ne de yalnızca ordunun savaşıdır, ak­sine burada savaş verenler uluslardır. Bir kenarda durup izleyenler ancak durumun vehametini kavrayamayanlar ola­bilir. Bu kimse de hiç şüphesiz diğerlerinin çektiği acıdan ve yaptığı fedakarlıklardan nemalanan bir parazitten fazlası değildir. Muhtemelen de savaşı kaybedeceğimizi düşünü­yordur. Vatanına gönülden bağlı vatandaşlarımızın bu tem­bel kimselere savaş görevlerini hatırlatması gerekmektedir. Hem ulus olarak moralimizin yüksek olması hem de savaşın

seyri açısından her bir vatandaşın mücadeleye katkıda bu­lunması elzemdir.

Madde20

Nasıl ki savaş sırasında görevlerini hakkıyla yerine geti­renlere madalyalar ve nişanlar veriliyorsa, görevlerini ihmal edenlere de uyarılar ve gerektiğinde sert cezalar verilmesi gerekiyor. Savaş sırasında yerine getirilmeyen bir görev, ba­rış döneminde ihmal edilen bir göreve nazaran ulusumuza çok daha fazla zarar verir. Günümüzde her bir Alman vatan­daşı, savaş yasalarına uygun olarak yaşamını sürdürmek zo­rundadır. Barış döneminde çok da ciddiye alınmayan davra­nışlar için dahi artık oldukça sert cezalar uygulanıyor. Savaş sırasında işlenen her türlü utanç verici suç, zafer kazanma ihtimalimizi tehlikeye atıyor zira. Bu yüzden de en sert ve acımasız cezaları sonuna kadar hak ediyorlar.

Madde21

Askerlerimiz, cephede görevlerini yerine getirirken can veriyorlar. Bu yüzden de anavatan toprağında savaş uğruna verilen mücadeleye gölge düşürecek ya da mücadelemizi sa­bote edecek eylemlerde bulunanların ölüm cezasına çarptı­rılmalarını talep etmeye sonuna kadar hakları var. Anavatan toprağındaki eylemleri cephede verilen mücadeleye zarar veren her kim olursa olsun en ağır şekilde cezalandırılmayı hak ediyor ve cephedeki askerlerimiz de tam olarak bunu talep ediyorlar.

Madde22

İster cephede ister anavatanda olsun, sahip olmamız gereken en önemli erdem hiç şüphesiz ki disiplindir. An­cak demir gibi bir iradeye sahip olursak savaşın beraberinde getirdiği büyük sorunlarla başa çıkmayı başarabiliriz. Di­siplin konusunda yaşanacak en küçük bir zafiyet toplumsal

olarak moralimizi düşürür ve savaş yasalarının ihlal edil­mesine neden olur. İnsanlarımızın savaş sürecinde birlik ve beraberliğinde yaşanacak en ufak bir gevşeme, topluma karşı işlenmiş bir suç sayılır. Ulusumuzun o şanlı zaferi elde edebilme ihtimali çelik gibi bir irade ve sağlam bir kararlılı­ğa sahip olmasına bağlı.

Madde 23

Savaş süresince kimsenin, sırf kişisel özgürlüklerine bazı sınırlamalar getirildi diye şikayet etmeye asla hakkı yok. Vatanımız için canını veren sayısız erkek, kadın ve hatta çocuğun yanında o özgürlüklerin zerrece önemi kalmıyor!

Madde 24

Savaş, kendimizi bütünüyle ona ve omuzlarımıza yükle­diği görevlere adamamızı talep ediyor. Barıştan geri kalan ne varsa ancak ve ancak bizlere elimizden alınan hakların bir anısı olarak görülebilir. Er ya da geç tüm bunlardan fe­ragat etmek zorunda kalacağımız zamanların geleceğini unutmayalım. Bu savaş, bizler için barışı koruma mücade­lesi değil, yeniden barış tahsis edebilmek için verdiğimiz bir kavga. Özellikle savaş döneminde geçerli olan en önemli yasa, hedefinize ulaşmak adına savunmak istediğiniz şeyi dahi kullanmaktır.

Madde 25

Özgürlük uğruna feda edilemeyecek kadar değerli hiçbir şey yok. Bugün sahip olduğumuz ne varsa her birini özgür insanlar olmamız sayesinde elde ettik. Özgürlüğümüz olmazsa hiçbir şeyin anlamı, amacı yahut da bir değeri kalmaz. Bir ulusun, zenginleşmiş gibi göründüğü savaştan köle olarak çıkmasındansa fakir ancak özgür olması yeğdir. Özgür bir ulus, özgürlüğünü korumak için savaşırken kaybettiği ne varsa hepsini yeniden inşa edebilir zira.

Ancak köleleşmiş bir toplum, savaştan sağ çıkmak için feda ettiklerini de onları geri kazanma ihtimalini de ebediyen kaybetmiş demektir.

Madde 26

Savaş süresince her bir vatandaşın görevi, ulusun varlığı­nı sürdürebilmesi için kendi hayatından feragat edebilmek­tir. Böylesi büyük ve nihai fedakarlık söz konusuyken ulus, bireylerden, zafer ve ulusun güvenliği için gerekiyorsa bütün mal varlığından vazgeçmeye hazır olmasını talep edebilir! Ancak bu türden fedakarlıklar yapmaya gönüllü olmak, bir grup insanın, ulus bilinci yüksek bir toplum ol­masını sağlayabilir.

Madde 27

Devletimizin ve ordumuzun yegane hedefi, önem arz eden her alanda özgürce yaşayabilen bir Alman ulusu yaratmak. Neslimiz bu hedefi, savaşarak ve çok çalışarak temin etmeye mecburdur zira bu, öyle ertelenebilir bir hedef değil, ya muvaffak oluruz ya da yok olmaya mahkum kalırız.

Madde 28

Neslimizin omuzlarında özel yükler taşımakla kalmıyor, o özel yüklerin getirdiği onura da erişiyor. Eğer kazanır­sak ki bunu yapabiliriz ve yapmalıyız da, Alman tarihinde adından en çok söz edilen nesil olarak nam salacağız. An­cak kaybedersek, hatamızın bedelini korkunç bir biçimde ödemek zorunda kalacak olan nesiller yüzlerce yıl boyunca bizlere lanetler yağdıracaklar.

Madde 29

Bu tür meselelerle pek ilgilenmemeyi tercih eden insanla­rımız da var. Yalnızca kendi keyfini ve konforunu düşünen,

tarihsel sorumluluklardan zerre anlamayan materyalistler bunlar. Bu noktada onları hakir görmemek elde olmuyor zira hepsi, bir anlık zevk için koskoca bir ulusun geleceğin­den vazgeçmeye dahi hazırlar. Bu tiplere her nerede denk gelirseniz, konuşmaya başladıkları anda kendilerini sertçe uyarın. Zira kendileri mantıkla değil yalnızca kendi çıkar­larına uygun olarak hareket ederler ve tek bir prensibe ina­nırlar: 'Bizden sonra tufan!' Bu ahmakça prensibe bizim ve­rebileceğimiz tek bir yanıt olabilir: Amacımız uğruna yıllar boyu kurduğumuz hayallerden vazgeçmemiz gerekse bile, en azından çocuklarımızın ve torunlarımızın çok daha gü­zel hayatları olacak!

Madde30

Gerçekleştirdiğiniz ya da gerçekleştirmediğiniz tüm ey­lemlerde, söylediğiniz ya da söylemediklerinizde, ne olur­sa olsun bir Alman olduğunuzu asla unutmayın. Führer'e ve zafere ulaşacağımıza sarsılmaz bir güvenle ve sadakatle inanın. Dünya üzerinde var olmuş en cesur ve en çalışkan insanların çocuklarından olduğunuzu asla aklınızdan çı­karmayın. Hedefimize ulaşmak için ne kadar çile çekmek zorunda kalırsak kalalım, şayet sahip olduğumuz tüm er­demlere tutunur ve gerekirse ulusumuzun özgürlüğünü ve geleceğini garanti altına almak için verdiğimiz bu savaşta her şeyi feda etmeye hazır olursak eğer en nihayetinde o hedefe muhakkak ulaşırız.

NE PAHASINA OLURSA OLSUN
DİRENECEĞİZ!

22 Nisan 1945

İçinde bulunduğumuz savaş artık öyle bir aşamaya geldi ki ulus olarak bizi ancak her bir vatandaşımızın bireysel; top- lumumuzun ise bir bütün olarak göstereceği çabalar kur­tarabilir. Artık özgürlüğümüzün savunma görevi yalnızca cephede mücadele eden askeri kuvvetlerimize düşmüyor. Her bir sivil, her kadın ve her erkek, kız ya da erkek fark etmeksizin her bir gencimiz benzersiz bir şevkle mücade­leye katılmalı. Düşmanlarımız, tanklarıyla bir kez toprakla­rımıza girdiklerinde hiçbir direnişle karşılaşmayacaklarını umuyorlar. Maddesel üstünlüklerini karşısında, neler ola­cağını umursamayacak kadar bezgin bir halde olacağımıza inanıyorlar. İşte bu yüzden düşmanın umutlarını boşa çı­karmak zorundayız. Hiçbir köyümüz, hiçbir şehrimiz düş­mana teslim olmamalı. Evet, düşman çok güçlü ancak bizim desteğimiz olmadan Reich topraklarının her bir noktasına hükmedebilecek kadar değil. Şayet bizden beklediği kapi-

tülasyonları alabilirse, istediği gibi hareket edecektir. Zaten pek çok şehrimizi ve bölgemizi tarihte görülmüş en kor­kunç hava saldırılarıyla mahvettiler ancak bizler ne pahası­na olursa olsun direnmekte kararlı olursak onlara asla yenil­meyiz ve bizim için yenilmemek, zafer kazanmak demektir.

Bu savaşa katılan ulusların tamamı çok ağır fedakarlık­larda bulunmak zorunda kaldılar. Ancak yine de bütün bu fedakarlıklar, kaybedersek başımıza gelecekler kadar ağır değil. Elbette ki düşman, Reich'a karşı verdiği mücadelenin olabildiğince kolay ve güvenli bir biçimde sona ermesini is­tiyor ve ağır ajitasyonlarla ulus olarak moralimizi çökertebi- leceğini umuyor. Bu zehir ancak zayıf ruhları etkiler. Bu tu­zağa düşen her kim olursa olsun, savaş süresince hiçbir şey öğrenememiş ve kolay yolu seçmenin de aslında bir seçenek olduğunu düşünerek özgürlüğünden feragat etmiş demek­tir ki özgürlüğe giden yol, yalnızca zor olandır. Ulusal onur nedir bilmeyen, Anglo-Amerikan bankacı Yahudiler kulü­bünün boyunduruğu altında, onlardan gelecek yardımlarla yaşamayı kabul edebilen aşağılık ruhlar böylesi bir yolu se­çebilir. Diğer bir deyişle bu insanlar, ulusumuzun yüz kara­sı olan artıklarıdır ve düşmanın ulusumuz hakkında yanlış fikirlere kapılmasının yegane dayanaklarıdır. Amerikan ve İngiliz gazetelerinde bu tiplerle nasıl alay edildiğini, hakla­rında nasıl ileri geri konuşulduğunu ve her birinin, var olma mücadelesi veren cesur uluslarıyla nasıl karşılaştırıldıkla­rını görebilirsiniz. Her daim kahramanlığı ve fedakarlığı savunan bir ulusun mensubu olanlar bu türden şeyleri oku­duklarında tek bir şey diliyorlar: Onları öldürmeyi! Bundan fazlasını hak etmiyorlar zira. Öyle ki biri çıkıp da bu kim­selerin aslında art niyetli olmadıklarını ve ne yaptıklarını bilmediklerini dahi iddia edemez. Ne yaptıklarının pekala farkındalar zira defalarca eylemlerinin sonuçları konusunda düşman tarafından bile uyarıldılar ancak asla bize inanmayı tercih etmediler.

Verilen onca mücadelenin, ödenen ağır bedellerin ve katlanılan yenilgilerin ardından halkımız dik duruşunu koruyamadı. Kalplerimiz ancak düşman, nasıl vahşice bir fanatizmle karşılaştığını ve babaların, annelerin ve hatta çocukların işgalcilerin karşısına dikilerek nasıl direndiğini, kadın erkek fark etmeksizin herkesin evlerinin pencerele­rinden, hiçbir tehdide aldırış etmeksizin silahlarla, taşlar ve sopalarla ve hatta el bombalarıyla nasıl saldırıya geçtikleri­ni bildirdiğinde gururla doluyor. Bu yaptıklarıyla düşmanın bize saygı duymasını sağlıyorlar. İşgal kuvvetlerinin eli kolu bağlanıyor; ulusal tutkuyla ışıl ışıl yanan böylesi isyankar bir şehri ya da kasabayı ele geçirmek için gerçekte gereken gücü kullanmaya mecbur kalıyor ve bu isyankar vatandaş­larımız sayesinde düşmanın ilerleme hızı, birkaç kilometre ötede yeni bir savunma hattının kurulabilmesi için gereken süreyi tanıyacak kadar kesiliyor ve bu noktada vatandaşları­mızın nafile yere mücadele ettiğini söylemek oldukça saçma bir iddia zira düşmanın saldırılarını hiç mücadele etmeden karşılamak, bizim direnmek için kullandığımız yöntemler­den çok daha büyük riskler taşıyor. Bizim yöntemlerimiz, savaş süreci içerisinde sıkça karşılaşılan etkilerini er ya da geç gösterecek olan sağlam temellere dayanıyor zira tarih boyunca, elindeki tüm imkanlarla özgürlüğünü savunmaya çalışan bir ulusun yenildiği görülmemiştir. Bilakis, yenil­giye uğrayanlar her daim, çaresizliğe boyun eğerek teslim olanlar olmuştur.

Savaş süresince verdiğimiz mücadele devrim niteliğinde değişiklikler yapmamızı da elzem kılıyor. Eski savaş ku­ralları artık geçerliliğini yitirmiş durumda, içinde bulun­duğumuz koşullarda hiçbirinin bize bir faydası dokunmaz. Artık ülkelerin değil, milliyetlerin birbirleriyle savaştığı bir çağdayız. Bir milliyete mensup insanların tamamı tehdit altındaysa, o milletin her bir bireyi ulusunu savunmak zo­rundadır. Düşman bizden yalnızca tek bir şehir almayı ya

da bizi ele geçirmeyi arzu ettiği stratejik sınırların ardına püskürtmeyi istemiyor; beslendiğimiz her bir damarı kesip fabrikalarımızı ve madenlerimizi elimizden almayı, ulusal olarak bütün sahip olduklarımızı yok etmek istiyor. Eğer başarılı olursa, Almanya'yı bir Alman mezarlığına çevire­cekler. Halkımız açlıktan kırılacak, birer birer yok olacak; hayatta kalan milyonlarca insanımız da köle olarak çalıştı­rılmak üzere sınır dışı edilip Sibirya'ya gönderilecek. İşte bu şartlar altında her yol mubah; ulusal olarak olağanüstü koşullarca mücadele ediyoruz ve bu şartlar altında normal­de ne yapmamız gerektiğini tartışmak son derece manasız! Size düşman kendi eylemleri konusunda bu kadar endişe duyuyor mudur? Doğuda on binlerce Alman kadının işken­ceye maruz kalıp tecavüze uğramasını yahut da on binlerce Alman çocuğun korkakça ve korkunç yöntemlerle öldürül­mesini veyahut yüzlerce insanımızın düşmanın barbarca hava saldırılarında katledilmesini haklı çıkaran uluslararası yasalar tam olarak nerede? Günümüzde yalnızca biz iyi huy­lu Almanlar hala düşmanı konuşarak ikna edebileceğimiz ve mantıklı davranmasını sağlayabileceğimize dair yanlış bir düşünceye inanmakta direniyoruz.

Ancak gerçekler bunun tam tersini kanıtlar nitelikte. Öyle ki düşmanlarımız, elimizdeki imkanlar dahilinde bazı bölgelerde kendilerine direniyoruz diye bizi barbar ve savaş suçlusu olmakla bile itham edecek kadar kendini kaybetmiş durumda. Daha kısa süre önce Berlin'de, evleri barkları yıkıldıktan sonra mallarını ve kaybettikleri anne babaları ya da çocuklarının cesetlerini enkaz altından kur­tarmaya çalışan halk, yıkım görevlerini tamamladıktan sonra yere inip teslim olan İngilizlerin terörist pilotlarına saldırdı. Elbette verdikleri tepki doğaldı ancak Alman ko­rumalar, pilotları kendi silahlarıyla korudular. Peki, Alman bir pilot, alevler içinde kalmış olan Moskova'da yakalanmış olsaydı başına neler gelirdi? Sorunun yanıtı aslında içinde

saklı. Bu savaşta, yapılan şövalyeliklere pek pirim verilmi­yor. Bu yüzden hayalperest Alman halkı, eğer yaşamını ve özgürlüğünü bu yolda kaybetmek istemiyor ise bir an önce uyanıp kendine gelmek zorunda. Alman ulusu ne zaman yapması gereken şeyi yapacak? On dört ile elli yaş aralığın­daki herkesin ihtiyaçları olan kıyafetler ve iki haftalık yiye­cek stokuyla birlikte Sibirya'ya gitmek üzere belli bir nokta­da toplanmasını emreden Bolşevik afişlerle burun buruna gelene kadar bekleyecek mi?

Sizce abartıyor muyum? Kesinlikle hayır! Bütün bu an­lattıklarım doğu ve batıda işgal altında bulunan bölgelerde acı birer gerçeğe dönüştü bile. Yalnızca birkaç romantik bu gerçekleri görmeyi beceremiyor; kurdukları hayal dünya­sında yaşıyorlar ve acı gerçeklerle yüzleşerek gerekli sonuç­ları çıkarmayı asla istemiyorlar. Ancak bu düşünce biçimini derhal terk etmeleri gerekiyor. Bir keresinde biri, kimlerin öldüresiye dövülmesi gerektiğini bilmediğini ancak Alman halkının silkinip kendine gelene kadar dayak yemesi gerek­tiğinden emin olduğunu söylemişti. Bu insanları, kimse için olmasa bile kendi iyilikleri için, o düştükleri hayal alemin­den kurtulup uyanmaya ve kurdukları düşler ile yaptıkları hatalardan dönmeye ikna etmek için nasıl bir darbe yeme­miz gerekiyor? Bu yılgın ve mütemadiyen zorluk çıkaran hayalperestleri, kendilerini savunmaya sevk edecek şey ne olabilir?

Düşman hepimizi avlamak için yola koyuldu. Londra ga­zeteleri, Anglo-Amerikan yetkililerin bulundukları bölge­lerdeki her bir evi ve ev sahiplerini dikkatle gözlediklerini yazıyor. Birileriyle tartışmaları gerekirse diye ellerinin al­tında Almanca-İngilizce sözlük bulunduruyorlar. Bu şartlar altında ancak sadık uşaklar böyle onursuzca bir tavır takı­nabilir. Peki, bizler bu yaratıklara ne demeliyiz? Onları, sil­kelenip kendilerine gelene kadar dövmek belki de en olası çözüm. Ancak Tanrı·ya şükür, bu tip insanlar giderek azalı-

yor. Evi barkı yıkıldığı ve nihayetinde Ortaçağda görülen­lerden bile daha kötü işkencelere maruz kalacağı kendisine defalarca anlatılmış bir kişi, tüm bunlara rağmen işgalciler­le müzakere masasına oturmak istiyorsa, onurlu bir Alman, bu insana ne diyebilir ki?

Peki, ben neden bu örnekleri anlatıyorum sizlere? Aklı­selim insanlarımızı bu hastalıklı durumdan korumak için elbette! Her şey bittiğinde kimsenin direnecek gücü olma­yacak. Ne geleceğimiz ne de tutunacak bir dalımız kalacak. Bize yardım edecek olan yine bizleriz! Düşmanın bize yar­dım edeceğini düşünmek saflığın da ötesinde bir düşünce olur. Kendimizi savunmak için yeterince nedenimiz ve kay­nağımız var; ancak onları kullanırsak savaşı zafer kazanarak nihayete erdirebiliriz. Bütün çabalarımız yalnızca bunun için!

Her vatandaşımız önce kendisinden başlamalı; kapıldı­ğı rehavetten ve zayıflıklarından kurtulmalı! Dimdik du­rarak diğerlerine örnek olmalı, yenilginin fısıltısını dahi duysa derhal savunmaya geçebilmeli. Erkek gibi durmalı ve ulus olarak savaşın yarattığı bu krizi atlatacağımız güne kadar çalışıp didinmeli, mücadele etmeli! Bunu ne kadar süreceğini bilmiyoruz ancak yaşamak istiyorsak bunları yapmak zorunda olduğumuzu iyi biliyoruz. Bu, ister cephede ister vatan toprağında olsun, her Alman için geçerli. Kimse üzerindeki yükü bir başkasına devredemez. Hepimiz, fırtınayla boğuşan bu gemide bir aradayız! Kimse, mürettebat ve diğer yolculardan şikayet ederek öyle bir köşede oturup bekleyemez. Aklıselim yolcular; kendileri­ni kurtarmak için gösterdikleri her türlü çabanın başarısını riske atan profesyonel bir mızmızdan, hem fiziksel hem de ruhsal anlamda bıktıkları için, kendinden başkasını önem­semeyen ve sürekli şikayet eden o mızmızı denize dökse, onları kim suçlayabilir ki? Olması gereken budur.

Artık hiçbir yılgınlığa, yorgunluğa ya da duyarlılığa ku­lak asacak durumda değiliz. Savaşın başından beri bizler ne istediğimizi ve düşman da şeytani planının ne olduğunu defalarca dile getirdik. Bunları tekrar etmeye gerek yok zira herkes ezbere biliyor. Yaşanan gelişmeler de bütün bunları çürütmedi, aksine her birini doğrular nitelikteydi. Korkak­ların, işlerin beklediğimiz kadar kötü gitmediği yönündeki ödlekçe bahanesine prim vermemiz mümkün değil. Şayet düşmanın yalanlarına kanıp da teslim olmaya kalkarsak, iş­ler hayal edebileceğimizden çok daha kötü olacak. Durumu­muzu, şikayet etmeksizin, sakince, mantıklı bir biçimde ve aynı zamanda kararlılıkla değerlendirmeliyiz. Beyaz bayrak kaldırmak demek, savaştan vazgeçmek ve utanç verici bir biçimde yaşam hakkımızdan feragat etmek demektir. Bunu yapmak için ortada hiçbir neden yok. Aksine, bu yalnızca düşmanımızın ucuz bir zafer kazanmasına yardımcı olur ve hiç değilse kısa bir süre için, yaptıkları koalisyonda büyü­mekte olan krizi hasıraltı eder.

Yapılacakların sonucunu görmek çok da zor değil. Olanlar yalnızca bizi etkileyecek ve er ya da geç her şey, ulusumu­zun tam anlamıyla yok olması ile sonuçlanacak. Kimse bu kaderi kabullenmekte istekli değildir diye düşünüyorum. İşte bu yüzden, en zorlu ve en dayanılmaz koşullar altında dahi ne pahasına olursa olsun mücadele etmek zorundayız. Yıllardır neredeyse hiç risk almaksızın savaşıyoruz. Elbette bu övgüye değer bir durum sayılmaz. Bu mücadele sırasında riskin tamamını düşmanımız yüklendi ve tehlikeyi de at­lattı. Bunu bizim yapamayacağımızı kim söyleyebilir peki? Böyle bir ihtimali düşünebilen kişi kendisi için bir halat alıp ulusumuzun başına geleceğini sandığı şeyi kendi üzerinde uygulamalıdır bana göre.

Hala nefes alıyor ve yaşıyoruz; içimizde sonsuz bir diren­me gücü var, tek yapmamız gereken onu ortaya çıkarabil­mek. Reich bununla kıyaslanamayacak ciddiyette krizler ya-

şadığında bile Almanya'ya daha önce hiç bu kadar tutkuyla inanmamıştık! Hasta bir insanın gösterebileceği iyileşmeyi havale geçirirken gördüğü hayallere bakarak değerlendire­mezsiniz. Öncesinde ateşi düşürmek için bilinen tüm yön­temleri uygulayıp vücudun doğal savunmasını tetiklemeniz gerekir ki hasta, yaşama arzusunu kaybetmesin ve direnme cesaretini göstersin. Kişi, zor zamanları atlatabilmek için önce kendi savunma sistemini güçlendirmeyi bilmelidir. Bunu görmezden gelerek yapılacak her şey aptalca ve teh­likeli olacaktır. Ulusumuz için, alevler içinde kalmış bir so­kağın ortasındaki yıkık dökük bir duvarın arkasına elinde bazukayla pusu kurmuş on dört yaşında bir genç, zafer ka­zanma ihtimalimizin ne kadar düşük olduğunu kanıtlamaya uğraşan on entelektüelden daha faydalı olacaktır. Savaşan gençlerimiz içgüdülerine güvenerek ivedilikle harekete ge­çerken entelektüeller, sırf işlerin pek de yolunda gitmediği izlenimine kapıldıkları için mücadeleden vazgeçtiklerinden dolayı yanlış yolu seçer ve hatalı davranırlar.

İşlerin yolunda gidip gitmeyeceği bize bağlı. Savaşın son raddesine geldiğimiz şu günlerde gidişatı belirleyecek olan, savaşan ulusların gösterdiği çaba olacaktır. Alman halkının eşi benzeri görülmemiş bir çaba göstermeleri ve bunun­la birlikte zafere ulaşmamız hala mümkün. Unutmayın ki 1918 yılında da son anda vazgeçtik biz. Ancak 1945'te bunu yapmayacağız! Hepimiz bunu anlamak zorundayız zira ka­zanacağımız mutlak zaferin temeli bu olacak! Belki bugün kulağa fazla imkansız geliyor olabilir ancak hakikat bu: En nihai zafer eninde sonunda bizim olacak! Kan ve gözyaşıyla gelecek belki ama şimdiye dek yaptığımız bütün fedakarlık­lara değecek!

KAYNAKÇA

·   Goebbels, Dr. Joseph - Der Nazi-Sozi - Zentralverlag der NSDAP - Franz Eher Nachf. GmbH. , München - 1931

·   Goebbels, Dr. Joseph - Der Angriff - Zentralverlag der NSDAP - Franz Eher Nachf. GmbH. , München - 1935

·    Goebbels, Dr. Joseph - Signale Der Neuen Zeit - Zentralverlag der NSDAP - Franz Eher Nachf. GmbH., München - 1940

·   Goebbels, Dr. Joseph -Die Zeit Ohne Beispiel, Reden und Aufsat- ze aus den Jahren 1939/40/41 - Zentralverlag der NSDAP - Franz Eher Nachf. GmbH. , München - 1941

·   Goebbels, Dr. Joseph - Dreissig Kriegsartikel für das Deutsche Volk - Zentralverlag der NSDAP. , Franz Eher Nachf. GmbH. Mün- chen-Berlin - 1943


1 (Alm.) Değirmenci.

' (Alm.) Günlük işçi.

1 Almanca bir deyim. (bei hemandem ist Schmalhans Küchenmeister). Fakirleri yemek yemeye layık görmediği ya da sırf cimri olduğu için halka yiyecek için yeterince para vermeyen yöneticiler için kullanılır. Burada kıtlığın artık türlü bahanelerle gizlene­meyeceğini belirtmek için kullanılmış.



[I] Philipp Scheidemann. Alman Sosyal Demokrat Partisi üyesi ve Kasım Devrimi sı­rasında ülkede cumhuriyeti ilan ederek monarşinin resmen sona ermesini sağlayan devlet adamdır. 1919'da Weimar Cumhuriyeti'nin ikinci şansölyesi oldu. Naziler ikti­dara geldiklerinde Danimarka'ya sürüldü ve surgündeyken yaşamını yitirdi.

[II] Dawes Planı"na gönderme yapılıyor. Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'nda zarara uğ­rattığı ülkelere ödeyeceği yüklü tazminatları belirleyen komitenin yaptığı plandır ve adını, komite başkanı General Charles G. Dawes'ten alır. Plan o dönemde Almanya ve Fransa'nın yakınlaşmasına vesile olmuş ve daha sonra yapılacak Locarno Anlaşma- sı'nın da önünü açmıştır.

[III] Aynı türden varlıklar arasında yaşanan rekabetin diğer türlerin gelişimini sekteye uğ­ratması durumu.

' 'Benzer benzeri iyileştirir' ilkesine dayalı tedavi yöntemi. Rir hastalığın ancak o has­talığın belirtilerini ortaya çıkaracak benzer maddı,lerlı, tedavi edileceğini iddia eder.

[IV] Seymour Parker Gilbert (1892-1938). Young Planı çerçevesinde Almanya'nın 1. Dünya Savaşı sonrası toparlanma sürecinde genel vekil olarak görev yapan(ı924-1930) Ame­rikalı hukukçu ve diplomat.

[V] Kızıl Yahudilere gönderme yapılıyor. Özellikle Almanya<la bulunan ortaçağa ait ye­rel kaynaklarda geçen Kızıl Yahudiler, Hıristiyanlığın en büyük düşmanları olarak anlatılıyor.

[VI] Barmat Kardeşler. Göbbels'in gönderme yaptığı hadise ise Barmat Skandalı olarak bili­nir. 1924-1925 yıllarında Şansölye Gustav Bauer yönetimindeki Sosyal Demokrat Par­ti önderleri. Yahudi kökenli Barmat Kardeşlere, döviz spekülasyonlarının hat safhada olduğu dönemde kendilerine para kazandırmaları için bir milyar dolar rüşvet vermiş ve bu durum Barmat Kardeşler başarısız olup kendilerine verilen para hiç olduğunda ortaya çıktı. Bu skandal hem cumhuriyet hem de Yahudi karşıtlığını körüklemek için Naziler tarafından propaganda malzemesi olarak uzun süre kullanıldı.

' zooz'de Euro'ya geçişe kadar kullanılan Hollanda para birimi.

[7] lspanya'nın yeniden yapılanma döneminde başbakan olarak göreve başlayan ve 1930'da devrilen lspanyol diktatör.

[VIII] Heinrich Gotthard von Treitschke: 19. yüzyılda yaşamış Alman tarihçi, politika yazarı ve Alman İmparatorluğu döneminde Reichstag'daki Nasyonal Liberal grubun bir üye­si. Görüşünü açıkça belli eden bir ulusalcı olan Treitschke, Alman koloni sistemini destekliyordu ve lngiltere karşıtıydı.

[IX] Ortaçağda yaşamış ünlü halk ozanı, şair ve bestekar. Aşk şarkılannın yanında politik eserler de yazmış ve bestelemiştir. Alman Halk Edebiyatının en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilir.

[X] Benjamin Sumner Welles, Roosevelt döneminde 1937clen 1943 yılına kadar Dışişleri

Bakanlığı görevini yürütmüştür.

[11] Kurt von Schleicher: Franz von Papen'in istifasından sonra şansölyeliğe atanan Schle- icher görev süresi içerisinde Nazilerin yasaları çiğnemesine engel olmak için seçimi kazanan Hitler'e, ordunun denetimini yine kendisine vermesi karşılığında hükümet

kurmayı önerdiyse de Hitler bu teklifi reddederek onu en büyük düşmanı olarak görmeye başladı ve bu durum Schleicher'in Uzun Bıçaklar Gecesi'nde (Giderek ba­ğımsızlık kazanan ve Hitler'in kazandığı politik gücü tehdit etmeye başlayan S.A.'nın önde gelen yöneticilerinin katledildikleri, 30 Haziran gecesini 1 Temmuz'a bağlayan gecede gerçekleşen 'temizlik' operasyonu. Adı herkesçe bilinen en az seksen beş kişi­nin öldüğü ve ölü sayısının yüzü aştığı tahmin edilmektedir. Binden fazla muhalif de ıutuklanmıştır. Cinayetlerin çoğunun S.S. subayları ve Nazilerin gizli servisi Gehl!ime Staatspolizei yani Gestapo tarafından işlendiği bilinmektedir. ) Hitler'in ilk kurbanla­rından biri olmasına vesile oldu.

• O dönemde Hitler'in kalıcı olarak ikamet ettiği oteldir.

[12] (Alm.) Sturmabteilung: Fırtına Birlikleri ya da Kahverengi Gömlekliler adı verilen as­keri birlikler. Birlikler gönüllü askerlerden oluşurlar ancak orduya bağlı değildirler. Amaçları genel anlamda parti içindeki dayanışmayı desteklemek ve Nazi ideolojisini yaymaktır.

[13] (Alm.) Schutzstaffel: Nasyonal Sosyalistlerin koruma timine verdikleri isim. Na2i Dö- nemi'nin başlangıcında polis görevi görürlerken sonraları Hitler'in özel korumalığını yapan muhafızlardır.

[14] Son faşist diktatör olarak anılan lspanyol lider General Franco. Hitler'le aynı dönemde ltalya ve Almanya'dan destek alabileceği düşünüldüğü için haşa getirilmiştir.

[15] Genevieve Tabouis: Fransız tarihçi ve gazeteci. Yazılarında Nazi rejimini ve Hitler'i eleştirmekteydi. Dünya çapında dikkat çeken yazılar kaleme alıyordu. Öyle ki ı Mayıs 1939 tarihinde yaptığı bir konuşmada kendisine atıfta bulundu: "Gelmiş geçmiş en bilge kadın Madam Tabouis'e gelince, kendisi benim ne yapacağımı benden bile daha önce biliyor. Gerçekten saçmalık!" Her ne kadar bu sözlerle yazan tiye alıyor gibi gö­rünse de yazıları hakkında bir şeyler söyleme gereği duyacak kadar ciddiye aldığını göstermiş oluyordu.

[16] Madam Tabouis'nın köşe yazılarının basıldığı ve o dönemde dünyayı Naziler ve Hit- ler'in yükselişi konusunda sık sık uyardığı yazılar yazdığı Paris gazetesi.

[XVII] Le Miracle de la Marne olarak bilinen Marne Muharebesi, 6-ıo Eylül 1914 arasında ve­rilen bir savaştı. Batı cephesinde müttefiklerle savaşan Alman ordusu yenilgiye uğ­radı. Birinci Dünya Savaşı'nın ilk ve en önemli muharebelerden biridir. Alfred von Scheliffen'in Fransa ve Rusya'yı kuşatmak için geliştirdiği Schleiffen kapsamında Al- sace-Lorreine'e saldırı düzenliyormuş gibi görünerek sonrasında Belçika üzerinden Paris'e doğru ilerlemekte olan Alman birinci ve ikinci orduları, Fransız birliklerini arkadan kuşatarak ezip geçmek üzere harekete geçmiş ancak yapılan taktiksel bir hata sebebiyle birbirlerinden çok ayrılınca Batı yönünde kalan kolordu Marne Nehri kı­yılarına kadar ilerlemiştir ancak doğuda kalan birlikler İngiliz keşif birlikleri aşarak diğer bölükle bir araya gelmeyi başaramayınca iki ordu kuzeye doğru geri çekilir. Ya­pılan bu taktik hata sonucunda planladıkları şaşırtmayı gerçekleştiremeyen Alman orduları, Fransız ve İngiliz birlikleriyl" siper savaşı yapmak durumunda kalır ve Marne Muharebesi Almanların yenilgisiyle sonuçlanır, Schleiffen Planı da daha ilk aşamasında başarısız olarak rafa kalkar.

[XVIII] Kurt Schuschnigg: Dönemin Avusturya şansölyesi. Hitler'in işgalden önceki taleplerini kabul ettiği halde birleşme konusunda en son yapılan referandum talebine direnmiş ve nihayetinde Naziler Avusturya' işgal etmiştir.

'Nazilerin Avusturya'yı işgali.

' Edvard Benes ya da Edward Benesch: Dönemin Çekoslovakya Cumhurbaşkanı olan Çek politikacı Münih Anlaşması'yla birlikte Nazilerin ülkesini işgalinden sonra ln- giltere'ye iltica etmiştir.

[XIX] J6zef Beck: Polonyalı devlet adamı. 193olarda Polonya'nın dışişleri bakanlığını yapmış ancak Polonya'nın işgali sırasında hükümetiyle birlikte Romanya'ya kaçmıştır.

[XX] Edward Rydz-Smigly: Polonyalı mareşal ve başkomutan. Görevde bulunduğu dönem­de Adolf Hitler'in Nazi Almanyası'nın artan baskılarına direnerek 'Polonya'nın en bü­yük askeri' unvanı alan devlet adamı.

[XXI] Esas adı. Edward George Villiers Stanley. 1. Dünya Savaşı sırasında Britanya"nın Savaş Bakanlığı görevini üstlenmişti.

' Kuzey Fransa ile Belçika arasında kalan Flanders bölgesinde Ypres Savaşları olarak da anılan beş muharebe gerçekleşmiştir.

' Dunkerque Muharebesi: Fransa, Dunkerque'te. Fransa Savaşı'nın bir parçası olarak müttefik kuvvetler ile İngilizlerin Avrupa'dan tahliye edilmesi amacıyla yapılmış bir savunma muharebesidir. Sonucunda Dunkerque tahliyesi gerçekleştirilmiş ve geri çekilme bölgesi olarak belirlenen limandan binlerce müttefik kuvvetler askeri Avru­pa'dan kaçırılmış, ordunun pek çok mühimmatı geride. Almanlara bırakılmıştır.

[XXII] Elard von Oldenburg-Januschau, muhafazakar politikacı ve Alman asilzadesi. Arka­daşı olan Cumhurbaşkanı Hindenburg'a şansölye olarak Adolf Hitler'i ataması konu­sunda tavsiye verdiği bilinmektedir. Burada mareşalin ne kadar nüfuzlu bir kimse olduğunu anlatmak için bu benzetme kullanılmıştır.

[XXIII] Devrimci Alman yazar Fritz Reuter'in yaratı ıgı devrimci ve komik karakter Onkel Bra- sig'in yer aldığı Ut Mine Sıromıid adlı eserden uyarlanan, 1936 tarihli komedi filmi, aynı zamanda Almanya'da dizi versiyonu da çekilmiştir. Oradan oraya gezmekte olan Briisig, ekonomik sorunlarla bogulan kenar mahallelerdeki insanların yaşamlarını gözlemler ve yer yer toprak sahipleri il<' yoksul halk arasındaki oldukça tutucu bir sosyal dokusu olan ilişkiyi inceler ve sorunların olası çözümlerini düşünür.

[XXIV] 1. Halifax Lordu Edward Frederick Lindley Wood. 193o'lu yılların önde gelen muha­fazakar siyasetçilerinden biridir ve 1938'ılen 194o'a kadar İngiltere Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı sırada İkinci Dünya Savaşı öncesinde izlediği yatıştırma politi­kasıyla tanınır.

[XXV] Eton College. 1441'de VI. Henry tarafından kurulan ve diğer devlet okullarına göre öğrencilerine büyük ayrıcalıklar sunan okul. Mezunları arasında çok sayıda başbakan, aristokrat, prens ve biliminsanı vardır.

[XXVI] Oberkommando der Wehrmacht. Alman silahlı kuvvetler komutanlığı. Türkiye'deki dengi Genelkurmay Başkanlığı olan kurum.

[XXVII] (Fr.) Yahudiyi yiyen, ölür.

[XXVIII] İbranicede ulus· anlamına gelen kelime. Yahudi olmayan halkları tanımlamak için kullanılır.

[XXIX] Friedrich Gottlieb Klopstock. Alman şair. Alman edebiyatına en önemli katkısı, edebi­yatı Fransız kalıplarının dışına çıkaracak çalışmalar yapmış olmasıdır.

[XXX] (İng.) Seven League Boots. Avrupa'da halk efsanelerinde geçen botlardır. Giyen kişinin her bir adımının yedi fersah genişliğinde olacağına ve böylece bir yerden bir yere hızla gidebileceğine inanılıyor. Genellikle de masallardaki kahramanlar önemli bir görevi yerine getirmeleri gerektiğinde bu büyülü botları giyerek güç kazanırlar.

[XXXI] 1815-1848 yıllarında Almanya ve Avusturya"da ortaya çıkan sanat akımı. Daha çok bur· juva kesime hitap etmiştir.

[32] Douglas MacArthur: il. Dünya Savaşı"nda Pasifik Cephesi'nin müttefik kuvvetler komutanlığını yapmış general. Filipinler Japonlar tarafından işgal edilirken adayı alelacele terk etmiş ve bu sırada, sonradan oldukça popüler olan ve pek çok kişinin alaya aldığı "1'11 be back1" cümlesini sarf etmiştir. Ancak savaş sonrasında Filipinler"de kahramanmışçasına karşılanmıştır. Göbbels'in eleştiri noktası da budur. MacArthur ayrıca Kore Savaşı'nda da bir süre komutanlık yapmıştır. Bu dönemde yaptıkları ve insafsızlığıyla Nazım Hikmet'in 'Makartır' adlı hüzünlü şiirine konu olmuştur.

[33] Theodor Scherer: Alman general ve tümen komutanı. Ekim 194ı'de 281. Güvenlik Tü- meni'nin komutanlığına atanmış ve Sovyetler Birliği'nin işgali sırasında askerleriyle birlikte Holm'da konuşlanmıştır. Ocak 1942cle ise, diğer tümenler ve polis birlikleriyle birlikte abluka altına alınmışlar ve 5 Mayıs 1942'ye kadar yerlerinden ayrılamamışlar­dır. Holmcle yaptığı savunma sebebiyle onur madalyası almıştır.

[XXXIV] Erwin Johannes Eugen Rommel. İkinci Dünya Savaşı sırasında Kuzey Afrika'da İngiliz birliklerine karşı kazandığı zaferler sebebiyle 'Çöl Tilkisi' lakabı kazanmış, yalnızca görev bilinciyle değil, düşmanlarına karşı takındığı mert tavırla da tanınan mareşal.

[XXXV] (İng.) Dört Özgürlük. Amerikan Başkanı Roosevelt tarafından 6 Ocak 1941ile kamuo­yuna açıklanan dört özgürlük hedefi: Konuşma özgürlüğü, inanç özgürlüğü, yoksul­luktan kurtulma özgürlüğü, korkudan kurtulma özgürlüğü.

[XXXVI] ikinci Dünya Savaşı sırasında mücadelenin sürdürülmesi ve zaferin garantilenmesi için alınacak önlemleri belirlemek amacıyla yapılan toplantıların ardından Birleşik Devletler Başkanı Roosevelt ve Britanya Başbakanı Churchill'in yayınladıkları ortak bildiri. Bildiride, iki devletin de topraklarını genişletmek istemedikleri ve bütün ulus­ların topraklarında güvenle yaşamalarını garanti edecek bir barış sağlamak niyetinde olduklarını belirtmişlerdi.

[XXXVII] Ukrayna'nın en büyük ikinci şehri ve Harkiv Oblastı'nın yönetim merkezidir.

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to