ADOLF HITLER'İN
SAĞ KOLU, PROPAGANDA BAKANI, YAKIN DOSTU... EN ÖNEMLİSİ 1933’TE İKTİDARA
GELDİKLERİ GÜNDEN SONRA “HALKIN FÜHRER’İNİ" YARATAN ADAM... DÜNYA
TARİHİNDE KARA PROPAGANDAYI EN İYİ ŞEKİLDE KULLANIP KİTLELERİ BU KADAR UZUN
SÜRE VE SEBATLA PEŞİNDEN SÜRÜKLEYEN SAYILI İNSAN OLMUŞTUR. GÖREVE GELDİĞİ
İLK GÜNDEN BERİ HALKI İSTEDİĞİ HER ŞEYE İNANDIRABİLEN GOEBBELS'İN EN ÇARPICI
KONUŞMALARINDAN OLUŞAN BÜYÜK YALANLAR DA, PROPAGANDA DEDİĞİMİZ SİYASİ
EYLEMLE TEK BİR İNSANIN, KİTLELERE NELER YAPABİLECEĞİNİ VE YAPTIRABİLECEĞİNİ
GÖRECEKSİNİZ.
TÜRKÇESİ: DUYGU BOLUT
peplin
m
PAUL
JOSEPH GOEBBELS 29 Ekim 1897'de Mönchengladbadita, Katolik bir ailenin altı çocuğundan biri olarak dünyaya geldi.
Çocukluk çağı boyunca
akciğer
iltihabı dahil olmak üzere pek
çok hastalıkla
mücadele eden Goebbels'in bir de fiziksel
engeli vardı. Yumru ayak sendromu denen bir hastalıktan muzdaripti, sağ ayağı içe dönüktü ve sol ayağından daha
kısa ve daha şişmandı; bu
yüzden
yürürken topallıyordu. (Bir
rivayete göre Nazilere katıldıktan sonra bu kusurunu saklamak adına uzun
yürüyüşler
yapmaktan kaçınırdı.)
Hıristiyan lisesinde eğitimini tamamladıktan sonra, ailesi kendisinin Katolik rahibi olmasını istediyse
de, Goebbels Bonn, Würz- burg, Freiburg ve Münih üniversitelerinde edebiyat ve tarih eğitimi aldı. 1921 yılında kısmen otobiyografik ögeler içeren Michael adlı romanını kaleme aldı (eserin
yalnızca
birinci ve üçüncü bölümleri günümüze kadar ulaşmıştır). Aynı yıl, Heidelberg Üniversitesi'nde Alman filolojisi üzerine doktorasını tamamladı.
Evine
döndüğünde
önce özel dersler vermeye başladı ve
daha sonra yerel bir gazetede iş bularak
gazetecilik yaptı ancak bir yandan özel yazılarına da devam ediyordu. 1940 yılına kadar
on dört kadar roman ve hikaye yazmıştı. Eserlerinin
içeriği
incelendiğinde antisemitizm
eğiliminin
ve modem kültüre karşı duyduğu nefretin boyutlarının her geçen yıl nasıl arttığı gözlemlenebiliyordu.
Günlüklerine düştüğü notlara göre 1923
yılının
Aralık ayı ortalarında Nasyonal
Sosyalist hareketle tanıştı. İlk olarak Adolf Hitler'in Birahane
Darbesi girişimi
yüzünden vatana ihanet suçlamasıyla yargılandığı davası ilgisini çekti. Dava
basın
tarafından oldukça ilgi
görüyor ve aslında Hitler'in
görüşlerini
aktarması için de
kendisine bir fırsat sunuyordu. Hitler'in konuşmaları Goebbels'i giderek daha çok çekti ve
nihayetinde kendini Nasyonal Sosyalist grubun içinde bularak
partiye resmi olarak üye oldu.
Daha
1926 yılında
yazdığı Nazi-Sozi adını verdiği kitapçıkta, Hitler'in en büyük düşmanlarından biri olan Marksizm'i eleştirdi ve
Almanyayı kurtaracak olan görüşün Nasyonal
Sosyalizm olduğunu
dile
getirerek propagandalarına ilk elden başladı. Yine nasyonal sosyalist propagandalarına devam ettiği Angriff adında bir de dergi çıkarıyordu.
Aynı yıl Weimar'da düzenlenen büyük
kongrede konuşma yapmak üzere bizzat Hitler tarafından
Münih'e davet edildi ve ertesi yıl ilk kez parti kongresinin planlamasında bizzat görev aldı. Düzenlenecek mitingin filme alınmasını istedi ve Hitler'i adım adım bir kült lidere dönüştürme
süreci böylece başlamış oldu.
1932 yılında yapılan seçimlerde Goebbels olağanüstü bir uğraş sarf etti; Hitler'in mitinglerini ve konuşmalarını organize ediyordu. Seçim kampanyaları sırasında kendisi de dikkate değer konuşmalar yaptı ve bazı konuşmaları kitapçık olarak basılarak halka dağıtıldı.
Bütün bu çabaların sonucunda 30 Ocak ı933'te, seçimlerden galip çıkan Hitler şansölye oldu. 14 Mart ı933'te
ise Goebbels, Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı'na getirildi.
Yıllar boyunca Nasyonal Sosyalist Parti için mümkün olabilecek her türlü büyük yalanı söyleyen Goebbels ı945'te, Nazi Almanya'sının
yenildiği anlaşıldığında Führer'in intihar etmesinin ardından ne ailesinin ne de eşinin, düşmanın eline geçmemesi için altı çocuğunun zehirlenmesi talimatını
verdikten sonra eşiyle birlikte intihar etti.
DUYGU BOLUT 1988 İstanbul doğumludur. Marmara Üniversitesi Almanca Mütercim
Tercümanlık Bölümü mezunudur. Öğrencilik döneminin son yılından itibaren bir yayınevinde
stajyer editör olarak görev yapmaya başlamıştır.
İlk çevirisini, bitirme projesi konusu
olarak seçtiği Çocuk
Edebiyatı alanında yapmıştır. Meslek hayatının ilk yıllarında daha çok çocuk ve genç yetişkin
alanında çalışmalarını sürdürmüş ancak son yıllarda çalışmalarına ağırlıklı olarak dünya klasiklerinden eserlerle devam etmekte ve kariyerini bu alanda, İngilizce-Türkçe ve Almanca-Türkçe dil çiftlerinde
yaptığı çalışmalarla serbest çevirmen ve editör olarak sürdürmektedir.
JOSEPH GOEBBELS
.............
BUYUK YALANLAR
DERLEYEN VE ÇEViREN: DUYGU BOLUT
leplin
İÇİNDEKİLER
ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ ...................................... 7
1933
YILINDA NASYONAL SOSYALİST
PARTİ'NİN
İKTİDARA GELİŞİNDEN ÖNCE YAYIMLANAN
YAZILARI
NAZİ-SOZİ .......................................................... 14
BİLGİ VE
PROPAGANDA.................................. 46
YAHUDİLER ........ ·----------- ·------------------- 70
DÜŞMAN DÜNYA ........................................... 74
REICHSTAG'DA NE ARIYORUZn _________ 78
HİTLER KONUŞTUĞUNDAı ______________ 82
FÜHRERı ......................................................... 85
BANA OY VERECEK MİSİNİZ? ....................... 89
ALMANLAR, YALNIZCA YAHUDİLERDEN ALIŞVERİŞ YAPINı 93
BİR DİKTATÖRE YA DA DİKTATÖR OLMAK İSTEYEN BİRİNE
ALTIN ÖĞÜTLER---·--- 97
1933
ALMAN KADINI.............. ___________ . __...103
BİZİM HİTLER'İMİZ! ............... __................... 111
RADYO: DÜNYANIN SEKİZİNCİ SÜPER GÜCÜ 119
1939
AMERİKA GERÇEKTE NE İSTİYOR?--------- 131
ALMAN DEVRİMİ---------------------------------- ··· 139
KAPIDAKİ SAVAŞ ........................................... 150
KAHVECİ TEYZELER....................................... 161
HARİKA BİR DÖNEMDEYİZ! ......... __...........
168
ZENGİNLERİN AHLAKI________________ 176
POLİTİK NEZAKET
ÜZERİNE ___________ 182
ELLERİ KESİLEN ÇOCUKLAR ___________ 188
1940
EŞİ BENZERİ OLMAYAN BİR DÖNEM....
__... 197
KAÇIRILAN FIRSATLAR................................. 205
SAVAŞ VE
SANAT 212
AVRUPA GELİYORı _____________________ .._17
GENÇLER VE SAVAŞ _________________ 229
BAŞKA BİR DÜNYA......................................... 237
1940-1941 YENİ YIL ARİFESİ ALMAN
HALKINA SESLENİŞ 244
1941
CHURCHILL'İN YALAN FABRİKASI ............ 253
SÖZDE SOSYALİSTLER................................... 259
DAĞLARA BAHAR
GELDİĞİNDE------- ······265
HABER POLITİKASI ___............. -------- ·············... 272
PEÇE NiHAYET
KALKIYOR .......................... 278
TAKLİTÇİLİK ................................................... 284
YENİ BİR ÇAĞA GİRERKEN _____________ 290
NE ZAMAN VE NASIL? ................................... 296
SUÇLU, YAHUDİLERDİR! ............................. 303
KENDİNİ BEĞENMİŞ BİR DEV--------- ·--310
DEĞİŞEN DÜNYA HARİTASI ___ ,................ __......... 316
FEDAKARLIK NEDİRı........................................ 322
1942
YENİ BİR YIL..................................................... 331
BİR HALKA
ANCAK KENDİSİ YARDIM EDEBİLİR 337
CHURCHILL'IN OYUNU________________ 341
SADIK DOST .................................................... 347
HERKESE HİTABEN _______ , ____________ 354
AÇIK MÜZAKARE ·············----------------- 361
KAĞIT KALEMLE
SAVAŞMAK...................... 368
HAKİKİ KAHRAMANLAR
VE AKTÖRLER.. 375
HAVA MUHAREBESİ VE SİNİR MUHAREBESİ 382
SÖZDE RUS RUHUı ........................................ 389
TANRI'NIN ÜLKESİ .................... __..............
396
FAZLA ADİL OLMAYIN,
... , __ 403
1943
SAVAŞIN YÜZÜ ... ,--------- ············ ,---·······..413
AVRUPA'DA KRİZ .......................................... 421
ÖLÜMSÜZ ALMAN
KÜLTÜRÜ ...................... 429
SAVAŞA YÖN VEREN BİR ETMEN
OLARAK MORAL ___ 436
NEREDE DURUYORUZı ................................... 443
ALMAN ULUSUNA SAVAŞI HATIRLATACAK
OTUZ MADDE 452
NE PAHASINA OLURSA OLSUN DİRENECECİZı 463
KAYNAKÇA ..................................................... 471
"Bir yalanı ne kadar çok tekrar ederseniz,
insanlar ona o kadar çok inanırlar."
Hemen hemen herkesin
bir şekilde
kulağına çalınmış olan bu ifadenin sahibi Goebbels, bugün bir propaganda ustası olarak anılıyorsa, boş
yere değil. Davasına delicesine -gerçek anlamda delirmişçesinebağlı
olan ve bu uğurda milyonlarca insana işkence etmekten dahi çekinmeyen
bu adam, düşmanın eline geçmektense, eşi Magda Goebbels ve altı çocuğuyla birlikte yaşamına son vermekten dahi geri durmamış
olan, 3. Reich'ın son ve bir günlük şansölyesi... Her bir yazısı
ve konuşmasında düşmanı adeta şeytanın yeryüzündeki timsali olarak resmeden Goebbels, aslında buna kendisinin de inandığını gösterircesine,
çocuklarına dahi kıymaktan imtina etmeyecek kadar sert, acımasız ve -şeytani kararlar alabilen- kararlı bir siyasetçi.
Bu derleme için makale seçme ve makaleleri Türkçeye
kazandırma sürecinde iyi ya da kötü bir insan olmasına
bakmaksızın Goebbels'in
nasıl bir
hitabet ustası olduğunu konuşma metinleri
ile makalelerinin neredeyse tamamını bizzat
okuyarak tecrübe ettim
ve tarihe -iyi veya kötü ve
hatta canice yaklaşımlarıyla da
olsa- bir şekilde damgasını vurmuş önemli bir
şahsiyetin makalelerini
hem seçip derleme
hem de çevirme fırsatı yakaladığım için kendimi
gerçekten şanslı hissediyorum.
Her ne kadar cümleleri basit
olsa da, çok fazla
alt metin içerdiği için benim
için hem
zorlu hem de fazlasıyla bilgilendirici
bir süreç oldu.
Parça parça ilerleyen
makalelerin arasında
yer
yer kendim de kaybolduğum için hem
Goebbels'i okurlara bir nebze anlatmak hem de propagandanın
kökenine ufak
da olsa bir yolculuk yapmak için okurlara
bir önsöz ile
hitap etmek istedim.
Konuşmalarını, modern anlamda propagandanın babalarından biri olarak değerlendirilebilecek kadar ustalıkla ilmek
ilmek işliyor ve ele aldığı her
konuyu bir şekilde Nazilerin büyük davasına bağlamayı başarıyor. Goebbels'i ve Nazilerin kara propagandalarında kullandıkları delice yöntemleri bu kitabı okurken
daha berrak bir biçimde
algılayabilmek için aslında propagandanın da
köküne bir nebze olsa inmek gerektiğini düşünüyorum.
On
yıllar, hatta yüzyıllar boyunca yalnızca Latince propagare sözcüğünden türeyen ve bu sözcüğün anlamına uygun olarak "bir öğreti, düşünce veya inancı başkalarına tanıtmak, benimsetmek ve yaymak amacıyla söz, yazı vb. yollarla gerçekleştirilen çalışmaları" tanımlamak
için kullanılan propagandanın, aslında siyasi
denilebilecek anlamda ilk kez Papa XV.
Gregory'nin, başka dinlere mensup kimseleri Hıristiyanlığa çekmek amacıyla görevlendirdiği
misyonerlerin
faaliyetlerinin yürütülmesi amacıyla kurduğu Congregatio de Propaganda Fide (İnancı Yayma
Cemiyeti) adlı dernek benzeri yapıyla birlikte
kullanıldığını
söyleyebiliriz ancak
yine de Papa'nın
faaliyetlerinin, günümüzde propaganda
adı
altında yapılanlarla pek
de ilgisi yoktu. Propagandanın,
bugün hepimizin bildiği modern politik anlamını aslında Birinci Dünya Savaşı'nın hazırlık
aşamasında kazandığı söylenebilir. Modern anlamda propagandanın sınıflandırılmış üç türü vardır:
Kara propaganda, beyaz propaganda
ve gri propaganda.
Beyaz
propaganda, kaynağı belli olan ve gizliden gizliye değil aleni
bir biçimde
sürdürülen propagandadır. Verilen
bilgiyi çarpıtmaya, yalanlarla süslemeye ya
da ekleme ve çıkarma yapmaya gerek
duyulmadan yapılır.
Genellikle meşru bir
hakkın
savunulması söz konusu
olduğunda
açıkça verilen mücadelelerde bu propaganda türü tercih
edilir.
Gri
propaganda ise beyaz ve kara propagandanın ortasında bir türdür. Kaynağın tam olarak belirtilmediği bilgi ve haberler yayılırken genel olarak geniş kitlelerin
zihinlerine şüphe
düşürmek, en azından güvenilirliği sorgulatmak ve insanların akıllarını bulandırmak hedeflenir. Kitle ne kadar uzun süre bununla
oyalanırsa,
o kadar .başarı elde
edilir.
Kara
propagandaya gelince, akla gelebilecek her türlü hilenin,
çarpıtmanın,
yalanın ve hatta iftiranın dahi
kullanıldığı,
kaynağı asla belli olmayan ve kaynak göstermek gibi
bir amaç da gütmeyen, tek
amacı hedefine ulaşmak olan
propagandadır.
Kara propagandada yegane hedef, karşıt görüşü ya da inancı benimseyen
kimselerin zihinlerinde o görüşü ve
inancı
bütünüyle yerle bir ederek değersiz
hale getirmektir. Öyle ki hedefe ulaşmak için asla yaşanmamış olaylar, birinci elden tecrübe edilmişçesine anlatılır, kitlelerin zihinlerini kinle doldurmak ve düşmanlığı körüklemek için insan aklının üretebileceği her türlü senaryo
kurgulanır.
İşte, Birinci
Dünya
Savaşı'nın patlak vermesinden hemen önce özellikle İngiltere'nin Almanya aleyhine yürüttüğü kara
propaganda çalışmalarında
da bu tür yöntemler kullanılmış ve yürütülen propagandalar
savaşın kaderinde oldukça belirleyici
birer etmen olmuştu.
Alman halkını moral
bakımından
çökertmek adına her
türlü yalan habere başvurulmuş ve devlet yönetimi itibarsızlaştırılarak güçsüz kılınmıştı.
Aslında bir anlamda, bu
perspektiften bakınca Hitler ve Goebbels'in de bu kara propaganda yöntemlerini İngilizlerden
devşirdiği söylenebilir.
Dünya tarihinde propagandanın adının, bugün
bildiğimiz anlamıyla resmi bir kuruma
verilmesi ise Nasyonal Sosyalist Almanya döneminde gerçekleşti. Goebbels'in yolu, önce Hitler'le kesişti; sonrasında da etkili konuşma
yeteneği sayesinde propagandayla...
Goebbels kendini hitabet sanatında öylesine kanıtladı ki en nihayetinde Üçüncü Reich'ın
Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı görevine getirildi.
Şayet hayatının erken dönemine ve okul sonrası
başarısız kariyer denemelerine bakılacak olursa, Goebbels'in böyle bir konumda bulunabileceğini
pek fazla kimsenin tahmin edebileceğini zannetmiyorum. Yumru ayak sendromundan muzdarip olduğu için askerlik görevini yerine getirmeye uygun bulunmayınca, Birinci Dünya Savaşı'nda cephede savaşma şansı
yakalayamadı. Felsefe bölümünden mezun olmuştu ancak Alman diline olan tutkusu sebebiyle filoloji alanında doktora yaptı (Parti içerisinde Herr Doktor olarak anılırdı). Mezun olduktan sonra bir süre için önce edebiyat dünyasında kendine yer bulmaya çalıştı, ardında da muhabir olmayı denedi ama hiçbirinde
beklediği başarıyı yakalayamadı. Bu çabaları devam ederken 1924 yılının sonbaharında Nasyonal Sosyalist bir
arkadaş çevresi
edindiğinde adeta kendini bulmuştu aslında. Güçlü hitabet yeteneği sayesinde diğerlerinin
arasında sivrilmesi de çok uzun sürmedi. Partiye resmi olarak 1926 yılında kabul edilse de hayatının tamamen değişmesi, Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'nin iktidara
gelmesinden hemen sonra Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı olarak atanmasıyla oldu.
1934 yılında Hindenburg öldükten sonra 3. Reich'ın
şekillenmesinin ilk adımı olan anons, radyolarda bizzat Goebbels'in sesinden duyuldu: Cumhurbaşkanlığı ve Şansölyelik ofisleri birleştirilmişti
ve Hitler bundan sonra resmi olarak "Führer ve Reich Şansölyesi"
olarak
anılacaktı,
bu da elbette ki büyük oranda
Goebbels'in fikriydi.
O günden itibaren
Nazi propagandalarının
en büyük hedefi
Hitler'i parlatmaktı,
böylece halk onun yenilmez ve Tanrı tarafından gönderilmiş bir kurtarıcı olduğuna inanacak, söylediklerinden ve yaptıklarından asla şüphe etmeyecekti.
Hitabet
yeteneği,
çok da iyi bir konuşmacı olmayan
Hitler tarafından
çok erken fark edilmişti aslında. Kendisi pek etkili bir konuşmacı sayılmadığı için, Hitler'in pek çok konuşmasından evvel muhakkak Goebbels'e danıştığı söylenir. Hem Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'nin
propaganda bakanı hem de Berlin'in savunma komiseri
olan Goebbels, Hitler'i kolayca etkileyip fikrini değiştirebilmektedir. Aralarında yalnızca birer dava arkadaşı olmaktan
daha sıkı bir bağ vardır. Bu yüzden Goebbels
hemen hemen her yerde Hitler'in yanındadır. Öyle ki Hitler, intihar etmesinden
evvel bir sonraki şansölyenin
Goebbels olmasını vasiyet
etmiştir.
Her
ne kadar edebi dili yalın ve
yumuşak olsa da kitlelere hitap
ederken oldukça
ateşli, tetikleyici konuşmalar yapabilen Goebbels'in daha sonra
parti içinde ve Almanya genelinde aldığı pek
çok karar, amacına ulaşmak için asla sınır tanımadığının birer göstergesi. Göreve geldiği ilk günden itibaren
adım
adım ülkedeki bütün basın yayın organlarını ele geçirmişti. Savaş boyunca halkın yaşadığı her türlü sorunda
ortaya çıkıp toplumu teskin etmesini
biliyor ve bunu yaparken de olanlar hakkında kötü yorumda bulunan yahut hükümeti eleştirecek ufacık bir yorumda bulunan herkesi vatanını sevmemekle
suçlayabiliyordu.
Kendi yarattıkları İkinci Dünya Savaşı'nda aslında
mağdur olduklarına ve
bu savaşa zorla sürüklendiklerine inandırmıştı Alman halkını. Savaşın son günlerinde ise muhalifleri ya da onları açıktan desteklemeyenleri "vatan
haini" olarak hedef göstermeyi bir adım öteye taşımış ve Rus Ordusu Berlin'e giriş yaptığı sırada kızıl yahut beyaz bayrak sallayan her
kim olursa olsun idam cezasına çarptırılmalarını em-
retmişti. Muhalifler
söz konusu olduğunda, kendi yurttaşını dahi düşman olarak
görüyordu.
Bir anlamda aslında kendi
yalanlarına
o kadar inanmıştı ki
savaşın son döneminde dahi
Alman halkını,
yenildikleri bir savaş için çarpışarak kan dökmeye zorlamak
adına elinden gelen her şeyi yaparken
dahi Napoleon'dan örnekler
veriyor, ünlü yönetmenlere halkı kandırıp yine savaşmaya sevk
edecek filmler çekmelerini
emrediyordu.• Ne davasından ne de Führer'den son ana kadar vazgeçmişti.
Her
türlü
yayın organını kullanıp bir
kült lider olarak Hitler'i yaratan
ve kendi deyimiyle, "Daha 1933'te Berlin'i Führer için fetheden" büyük yalanların adamı Goebbels'i anlatmakla bitirmek
pek mümkün
olmayacaktır ama
naçizane,
okurlarımıza az
da olsa metin hakkında ön bilgi vermek adına birkaç satır karalamak istedim, faydalı olmasını dilerim. Son olarak, sürecin başından beri bana tam yetki verip sonuna
kadar güvenen Erkan Aslan'a ve yayın yönetmenim Gökhan Sarı'ya, makaleleri seçme aşamasında beni yönlendiren Doç. Dr. Murat Önsoy'a ve
elbette her daim destekleyen ailem ve eşim başta olmak üzere üzerimde emeği olan herkese çok teşekkür ediyorum. Böylesi zorlu
ve uzun bir sürecin
ardından ortaya çıkan metni
herkesin keyifte ve bilgilenerek okumasını umuyorum,
sürç-i lisan ettiysem yahut metin içerisinde hatalar kaldıysa, okurların affına sığınıyorum.
DUYGUBOLUT
Ankara,
2019
1
Das Buch Hitler.
2005. Bastei Lübbe Ag. (Hitler Kitabı, çev. Mustafa Tüzel. 2017.
Alfa Yay,nlan)
1933 YILINDA NASYONAL SOSYALİST PARTİ'NİN
İKTİDARA GELİŞİNDEN ÖNCE
YAYIMLANAN YAZILARI
NASYONAL SOSYALİSTLER İÇİN ON EMİR
Vatanınız, hepiniz için öz annenizin
hayatı kadar mühimdir -bunu
asla unutmayın!
ı. Vatanınız Almanya'dır, onu her şeyden daha
çok
sevmeli -kelimenin tam anlamıyla her
şeyin
ötesinde bir sevgiyle bağlanmahsınız!
2. . Almanya'nın düşmanı sizin de düşmanınızdır, düşmanlarınızdan tüm kalbinizle nefret edin!
3. Her bir yoldaşımız, en yoksul olanımız da
dahil olmak üzere Almanya toplumunun bir parçasıdır, her vatandaşınızı en az kendinizi sevdiğiniz kadar sevin!
ı Goebbels'in,
Nasyonal Sosyalist harekete aktif olarak kanlmak üzere Berlin'e
yerleşmesinden önce hazırladığı, ilk olarak Nasyonal Sosyalistlere
verdiği
öğütlerle başlayan
ve yine Goebbels'in kendi kendine sorduğu sorulara
bizzat verdiği
yanıtlarla ilerleyen kitapçık. ilk
kez 1926'da yayınlanmış
ve 1931'de partinin yayınevi Ehtr
Verlag bünyesinde
yeniden düzenlenerek tekrar basılmışnr. Bu çeviride ise
Eher Verlag tarafından
yapılan baskı kaynak
metin olarak alınmıştır.
4. Kendinizi
yalnızca görevlerinize adayın ve şunu
unutmayın; Almanya hakkı
olan ne ise, er ya da geç onu tekrar kazanacaktır!
5. Almanya'yla gurur duyun; milyonlarca insanın uğruna can verdiği bir vatanın parçası
olduğunuzu unutmayın!
6. Her kim Almanya'yı aşağılıyorsa, hem size hem de ölmüş atalarınıza dil uzatıyor demektir. O kişi her kim olursa olsun çekinmeden suratına bir yumruk indirin!
7. Sebepsiz yere kötülük etmeyin ancak şayet biri hakkınızı elinden almaya çalışıyorsa, Tanrı size o kimsenin yüzüne bir yumruk indirme hakkını vermiştir, bunu unutmayın!
8. Çılgın
antisemitistlerden olmayın ve Berliner Tageb/att'tan kati suretle uzak durun!
9. Yeni
Almanya'nın varlığından utanç duymak için hiçbir nedeniniz yok, bunu katiyen
aklınızdan çıkarmadan yaşamınızı sürdürün!
ıo. Geleceğe inanın, zira hakkımız olan geleceği kazanmanın tek
yolu budur!
POLİTİKAYA HAYIR!
"Hayır, hayır, politikadan uzak duracağım! Zira günümüz
politik yaşamında mütemadiyen vatana ihanet etmekten ve sahtekar yapmaktan
başka bir şey yapıldığını görmüyorum. Devrimden sonra halkımızı bir takım
mantıksız söylemlerle kandırmayı başarabildikleri bir dönem olmuştu ancak artık
o zamanlar geçti. Bugün, Alman ulusu eskisinden çok daha akıllı. Ben de
söylenen onca saçma şeye artık hiç inanmıyorum. İşimi yapıyorum ve politikayı
asla düşünmüyorum. Konu kapandı! Nokta. Kafi!"
•Affedersiniz ama eğer buna inanıyor ve gerçekten böyle
düşünüyorsanız, o halde ulusumuzun ortak düşmanı - ona ister Kapitalizm, ister
Yahudilik, parlamento, demok-
rasi ya da isterseniz
Marksizim deyin- emeline ulaşmış demektir!•
"Neden böyle dediğinizi anlayamadım
doğrusu?"
·Basit, düşmanlarımızın amacı da tam olarak Alman halkını politikadan uzak tutmaktı zaten! Alman halkı üretmeli, çalışmalı ve başkalarına kahya misali hizmet etmeli ve politikayla yalnızca Alman topraklarında
yaşayan Yahudiler yönetmeli diye düşünüyorlar!•
"Çok acımasızsınız. Bu noktada size sadece
şunu sormak istiyorum:
Peki halk olarak şu şartlar altında kime güveneceğiz? Farz edin ki bizi sloganlarla
kendine çekip vaatlere boğmamış sağcı ya da solcu bir partiyi destekliyorum ya
da en ufak bir vaadini dahi hayata geçirmekten asla geri durmamış bir partinin
ateşli bir savunucusuyum!"
•Haklısınız. Bütün partiler bir noktada destekçilerine yalan
söylüyor ve dolayısıyla da onlara ihanet ediyorlar. Hiçbir partinin tam
anlamıyla dürüst olduğunu söylemek mümkün değil, söylemlerinde verdikleri
vaatleri hayata geçirmeye yanaşmıyorlar bir türlü. Halkı yalnızca seçim
zamanlarında dinliyor ve ne istediklerini dikkate alıyorlar aslında. Peki ama
bütün bu partiler tam olarak Almanya'nın karakterini mi yansıyor? Bize ihanet
ettiklerinde yaşadığımız hayal kırıklıkları ülke olarak geleceğimizden şüphe
duymamıza neden olmalı mı? Eğer halihazırda var olan partiler kötü ise bir
şekilde onları başımızdan def edip halkı uğruna çatışıp didinen yeni partileri
desteklemek de pekala mümkün!•
"Hayır, bunun için artık çok geç. Kimsede günümüz Almanya'sını
yepyeni bir Almanya'ya dönüştürecek cesaret de kararlılık da yok artık!"
·sence bu noktada 'biz' demek yerine, kendi görüşünüzü belirterek
'ben' deseniz daha uygun olacaktır zira BiZİM cesaretimiz de, inancımız da,
kararlılığımız da sapasağ-
lam. Peki ya siz? Siz geleceğe dair neler düşünüyor, gelecekten neler bekliyorsunuz?
EKONOMİ VE POLİTİKA
"Dürüst olmak gerekirse benim çok az umudum var. Ekonomi örneğini ele alalım. Alman halkını o yüce ve engin yaratıcılığının
bizi kurtarabileceğine elbette ki inanıyorum ve bu noktada tek umudumuz ancak iş gücü ve ekonomi olabilir.
Daha çok çalışmalı, daha az konuşmalıyız!"
•Güzel kükredin, aslan! Ama bunlar
beylik laflar! Sana, üç milyon işsiz insanın arasına karışıp da vahşi doğanın
bağrından kopup gelmişsin gibi konuşarak onlara da, 'Daha çok çalışmalı, daha az konuşmalıyız!' demeni öneririm. Ancak bunu yaparsan söylediğin şeyin saçmalığını, benim açıklayacağımdan daha iyi bir biçimde
anlayabilirsin.^
"Umudumuz
ekonomidir! Büyük Amerikan ekonomisi, uluslararası sendika düşüncesiyle Almanya'nın üretim gücüne
başvurarak büyük bir adım attığında Walther Rathenau da böyle söylemişti. İnsanlarımız için ekonomi, tıpkı politika gibi hayati önem arz etmekte. Tarihte;
hedef odaklı,
sağlıklı bir politika gütmeden sağlam bir ekonomi güce
kavuşabilmiş tek bir insan gösterin bana! Yahut da içgüdüye
dayalı ancak oldukça net bir politika yürüttüğü halde sağlıklı bir ekonomik sistem oluşturmayı başaramamış bir örnek gösterin!"
·Bakış açınız, ancak Yahudiler tarafından
parayla satın alınmış birinin yahut da
tamamen burjuvazinin ahmak bir üyesinin benimseyebileceği kadar basit ve saçma. insanların kaderini ekonomi değil politika belirler. Sağlıklı bir politik ortam oluşturmak, ihtiyacınız olan ekonomik prosedürleri de sağlıklı bir biçimde izlemenizi sağlar.
Sağlam bir politik zemine oturtulmamış bir ekonominin sağlam
olmasını beklemek ise ahmaklıktır.
•Tabii günümüz devlet adamlarının
sağlıklı politika yapabildiğini söylemek de pek mümkün değil.•
POLİTİKANIN DOĞASI
Politika, halka hizmet
eden sorumluluk yüklü
bir eylemler bütünüdür. Amacı ise, söz konusu halkın bu amansız ve sert topraklar üzerinde bir yaşam kurarak onu koruyup kollamalarına, sayıca çoğalmalarına ve atalarından miras kalanları ve özgürlüklerini
korumalarına uygun ortamı sağlamaktır.
GENÇLİK VE
POLİTİKA
"Siz de
hareketinize böyle bir politikayı dahil etmek istiyorsunuz, öyle mi? Hem de neredeyse hiç hayat tecrübesi olmayan gençlerle birlikte, doğru mu? Radikallik ve çokça gürültü patırtıyla birlikte? Sizinle aynı görüşte olmayanlarla sokaklarda kavga edip korku salarak mı yapacaksınız bunu? Devlete ve devletin köklü kurumlarına bu şekilde, temelden karşı çıkarak
mır
•Evet, yapmak istediğimiz tam olarak bu! Böyle
bir politika izlemek istiyoruz çünkü kimse bunu yapmıyor. Halka bir dönem liderlik etmiş eski ve deneyimli kimseler bizden bu kadar şikayet edememişken deneyimli gençlerin de etmeye hakkı yoktur. Ne eğitimli burjuva sınıf ne entelektüel camia ne ılımlı politika düşkünü evcimenler ne de ana kuzuları! Ne bu devlet ne de
onun adına politika yapanlar!
"Ancak bir iki düzeltme yapmama izin verin. Eğer politikamızı 'deneyimsiz gençlerle' -biz onlara gençlik
diyoruz, Alman gençliği- geliştirirsek; bunu, Alman gençliğinin
günümüzün zehirli ortamından kaçarak Yeni Almanya'yı
kurmak için bir yol bulmak
umuduyla bize geldiği bilinciyle, gurur duyarak yaparız. Eminim ki siz de hayat konusunda çok tecrübelisinizdir ancak politikadan hiç anlamadığınız belli. Fırtına Birliğimizde', tanıdığım
öyle on sekizlik çocuklar var ki her cümleleriyle sizi yerin dibine
sokabilirler. Gelgelelim radikal bir politika gütmek niyetinde değiliz tam olarak. Yine de şayet şartlar radikal olmayı gerektirirse de bunu görmezden gelip geri duracak kadar korkak da değiliz. Burjuva sınıfının radikallikten şikayet ediyor olmasının
nedeni muhtemelen çevresinde hiç radikal bir gelişme yaşanmıyor oluşudur. Ne o eski veteran kuruluşlar gibi bağıra çağıra polisi arıyor
ne de çitlerin arkasına saklanarak
kaderlerinin gelip onları bulmasını bekleyen burjuvalar
misali korkakça bir köşeye siniyoruz. Caddelere çıkıyor ve terörün suratına suratına indiriyoruz yumruklarımızı. Güç teorimizi pratiğe döküyor ve burjuva sınıfının egemen devletine
sonradan yapılacak
herhangi bir saldırıya karşı hazırlıklı olmak adına
önlemler alıyoruz.^
SINIF MÜCADELESİ
"Yani bir anlamda
sınıf
mücadelesine sıcak bakan bir partisiniz! Kendinizi işçi sınıfının partisi olarak nitelendirmiştiniz daha önce.
İlk aşamada durum buydu. İkincil olarak sosyalist oldunuz ve şimdi de burjuva sınıfı adına konuşmayı tercih ediyorsunuz. Bu da üçüncü ve son aşama. Bu noktada Marksistlerden ne farkınız kalıyor ki?"
1 Sturmabteilung. Kısaca S.A. Nazi yönetiminin "Kahverengi Gömlekliler" olarak da bilinen taarruz bölüğü.
"Besili, şişmanca bir vatandaşın,
sınıf mücadelesini düşünerek proletaryadan şikayet etmesi kadar riyakar bir eylem daha yoktur.
"Kışı oldukça rahat geçirdiniz. Bizzat varlığınız
bile sınıf mücadelesi için kışkırtıcı bir unsur niteliği taşımakta. Size o nasyonalist ciğerlerinizi doldurup da proletaryanın sınıf mücadelesinden şikayet etme hakkını
veren kimdir ya da nedir? Burjuvazi neredeyse altmış yıllık bir geçmişi olan organize bir sınıf değil midir? Proletaryanın sınıf mücadelesi fikrinin gerekliliğinin
ortaya çıkışında tarihi bir rol oynamamış mıdır? 9 Kasım 191B'de sınıf
devletinizin başarılarının karşılığında
istediğiniz ödülü almadınız mı? Marksist deliliğin karşısında tepki göstermesini
bilen eski burjuvazinizin nasıl hatalı davrandığını görmeyi hala mı
başaramadınız?
"Besili Orta
Avrupa insanının,
açlıktan kıvranan, besinsiz kalmış, gözündeki ışık sönmeye yüz
tutmuş onca işsiz proletarya neferiyle savaşmasını izlerken hiç utanmadınız mı?
"Evet, partimizi işçi partisi olarak tanımlıyoruz! Bu, ilk adım ve daha ilk adımımızı atmamızla aslında burjuva sınıfından
uzaklaşmış oluyoruz. Kendimizi işçi partisi olarak tanımlıyoruz çünkü
özgür bir işçi sınıfının hayalini kuruyoruz, çünkü iş gücü bizim için
tarihi değiştirecek kadar güçlü bir unsur ve son olarak vatandaşımızın bilek gücü, bizim için
mal varlığından, eğitimden, sınıflardan ve köklü ailelerin geçmişinden çok daha önemli.
"İşte bu yüzden partimizi, işçi partisi olarak tanımlıyoruz!
SOSYAL VE SOSYALİST
■| vet, aynı zamanda partimizin
sosyalist olduğunu da nkliyoruz bu tanıma. Bu da ikinci adım. ikinci adımda da
burjuvazinin tam karşısında yer almış oluyoruz. Partimizi ıosyalist bir parti
olarak nitelendirmemizin bir nedeni de sosyal burjuvazinin aciz olduğu yalanını
protesto etmek ,ıslında. Bu noktada sosyal mevzuattan bahsetmeniz de saçma zira
bu, hakkında konuşularak yaşanamayacak kadar küçük ve uğruna ölünmeyecek kadar da
geniş bir konu.
"Doğanın ve yasaların bize tanıdığı hakları istiyoruz bizler
yalnızca.
"Cennetin bize verdiklerinin tamamını ve kendi zihinlerimizle,
kendi ellerimizle yarattıklarımızı geri istiyoruz.
·sosyalizm bu mudurr
SINIF EGEMEN DEVLET
"Şimdi burjuva sınıfın sözünün geçtiği yönetimden bahsedebiliriz.
Neden peki? Çünkü içinde bulunduğumuz burjuva devlet bir tür sınıf devletine
dönüşmüş durumda artık. Çünkü bu devlet ne başarıyı ne de tutkuyu destekliyor;
yalnızca eğitime, geleneğe ve varlıklı olmaya kıymet veriyor. Burjuva sınıf
devletinden söz ediyoruz zira halihazırda egemen olan burjuva devlet,
insanların yaşamına dair en kutsal detayları görmezden geliyor; insanların
etnik kökenine olan sevgisini alıp bir şekilde açgözlülüğün takip ettiği bir
servet tutkusuna dönüştürüyor. Elbette on yedi milyon Alman, yani proletarya
bu türden bir yönetimin dışında. Burjuva sınıfının istedikleri kabul edilemez.
Başardığı şeyler ise ortada. Güçlü bir Almanya istediğini belirten devletin
elinde ne kaldı? 9 Kasım 1918'de
isyancıların ufacık bir darbesiyle sarsılan ve uluslararası arenada adeta köleleştirilmiş bir koloni farksız.
•işte gerçek bu! Bizler ise sınıf çatışmasına savaş açmış
durumdayız. Sosyalist hareketimiz,
temelde, Alman halkını tarih sahnesinden
silmeyi hedefleyen sınıf çatışmasının tam karşısında duran bir anlayışa sahip. Ancak elbette bazı şeyleri yine onların
adıyla anmak durumunda kalıyoruz. On yedi milyon insan, tek umutlarının böylesi bir sınıf devleti olduğunu
düşünüyor zira altmış yıl boyunca bu öğretildi onlara. Peki, ilk iş olarak burjuvanın
egemenliğindeki devleti tamamen yıkıp da Alman halkını
bir bütün olarak ele alıp hepsine eşit
davranan yepyeni bir sosyalist düzen kurmayı denemeye kalkmadığımız
müddetçe ahlaki olarak proletaryanın sınıf mücadelesinden
şikayet etmeye hakkımız var mı?"
BİLEK VE
ZİHİN
GÜCÜ
"Peki, eski
devleti yıkarak yenisini kurmanızda
size kimin yardımı dokunacak tam
olarak?"
"Yaratıcı Alman halkının sağlıklı içgüdülerine
güveniyoruz biz. Ülkedeki son vatandaşın da bunu göreceği
günler elbet gelecektir. Bir gün olanları protesto etmek için hepimizin yumrukları havaya kalkacak ve bununla birlikte zihinlerimiz de uyanacak, işte o zaman sorumluları
suçlayacak ve adil bir biçimde yargılayacağız.
•Görevimiz ise o günlerin bir an önce
gelmesi için azami çaba sarf etmek.
•işte o zaman mavi yakalı işçilerle beyaz yakalı
işçiler olarak hepimiz birlik olacağız ve bu sayede kim vatanını, partisinden ya da
mensup olduğu sınıftan
daha çok seviyormuş, bir bir ortaya çıkacak! İşte o gün geleceğin genç işçileri üçüncü
Reich'ı yeni baştan inşa edecekler!
"Tam da bu
noktada az evvel bahsettiğiniz deneyimsiz gençler söz sahibi olacak. Köhne bilgelikler ve eski deneyimler rüzgarda savrulan saman çöpleri misali uçup giderek bir bir tarihe karışacak.
"Almanya'nın kaderini ele alacak ve
sosyal statüyü, sınıfları,
gelenekleri, eğitimi ve serveti umursamaksızın sosyalizm meselesini
radikal bir biçimde,
kökünden çözeceğiz. Tek odağımız, yaratıcı Alman halkının
geleceği olacak!"
NASYONALİST VE SOSYALİST
"Sonrasında ise Nasyonal
Sosyalizmin, burjuvazinin varlık ve kapitalist çıkar odaklı ahlak anlayışından
çok daha fazlası olduğunu kanıtlamaya geliyor sıra.
Etnik savunmanın en radikal formunu teşkil eden yıkıntıların
arasından yepyeni bir
nasyonalizm anlayışı
doğacak ve bu yepyeni anlayış
ihtiyacımız olan temelleri oluşturacak."
MARKSİST UMUTSUZLUK
"Sosyalizmden
bahsediyorsunuz! Peki, geçtiğimiz altmış yıl boyunca sosyalizmin
bir politika ideali olarak başarısızlığı kanıtlanmışken Alman işçiler,
sosyalizmden ve sınıflarının geleceğinden endişe etmekte haksız
sayılmazlar, sizce de öyle değil mi?"
"Asla.
Nedenlerini açıklayayım;
1. Alman işçi sınıfı altmış yıl boyunca sosyalizm için değil, Marksizm için
mücadele etti aslında. Teorileri hem halklar hem de ırklar için ölümcül nitelikte olan
Marksizm özünde,
gerçek sosyalizmin tam karşıtı bir harekettir.
2. Marksizm, Alman işçi sınıfının politik görüşünü
yansıtmayı hiçbir zaman başaramadı. İşçilere yalnızca Yahu-
dilerin fikirlerini
dikte etmeye çalıştı zira yönetici grubun hayatta kalması
için Marksizmin başka seçeneği yoktu.
3. Marksizm yalnızca milliyetçi insanlar için değil, var oluş mücadelesi
veren bütün toplumsal sınıfların içerisinde yalnızca bir tek sınıf için mutlak ölüm anlamına
geliyor: İşçi sınıfı!
•işçinin sosyalizmden şüphe etmeye hakkı yoktur ancak Marksizme şüpheyle yaklaşmaya mecburdur. Bunu ne kadarçabukidrakederse, kendisi için o kadar iyi olacaktır
zira saat, gece yarısını vurmak üzere
artık!"
ANTİSEMİTİZM
"Yahudi karşıtlığınızı her ortamda oldukça
yüksek sesle dile getirmekten geri durmuyorsunuz. Yirminci
yüzyılda Yahudi karşıtlığı yirminci yüzyıl için biraz modası geçmiş bir ideoloji değil
mi sizce de? Yahudiler de bizler gibi insanlar
nihayetinde, doğru mu? Örneğin çok samimi Yahudiler de yok mu etrafımızda? Altmış milyonluk bir ülkenin iki milyon Yahudiden korkması tuhaf gelmiyor mu size?"
"Burada asıl önemli detayı gözden
kaçırıyorsunuz. Mantıklı düşünmeye çalışın:
1. Eğer yalnızca antisemitist olsaydık, yirminci yüzyılda var olmayı başaramazdık.
Parti olarak biz aynı zamanda sosyalistiz. Bizim için bu iki olgu eşdeğerdir.
Sosyalizm, Alman proletaryanın ve aynı zamanda Alman ulusunun özgürlüğü anlamına
geliyor
ve bizler bu özgürlüğü garanti altına
almak
için Yahudilerin karşısında
dimdik
durmak durumundayız. Antisemitist olmamızın
esas
nedeni Alman ulusunu özgür kılmak ve ülkemize gerçek
sosyalizmi getirmek istememizdir yalnızca.
2. Hakkınız var, evet, Yahudiler de insan ve hiçbirimizin bundan şüphesi yok, gelgelelim sinek de bir hayvan ama
ortamdaki varlığı kimseyi memnun etmiyor, öyle değil mi? Yani sinek, hoşumuza giden bir hayvan türü olmadığı için ne onu savunmayı ne de korumayı
insanlığın asli görevlerinden biri olarak görüyoruz
-aksine bizi ısırmaması ıçin yahut varlığından duyduğumuz rahatsızlık
yüzünden onunla mücadele ederiz. Yani aslında
o sineği etkisiz hale getirmeyi
esas görevimiz olarak görüyoruz.
İşte, bizim nazarımızda Yahudiler için de aynı şey
geçerli.
3. Elbette beyaz ırktan (yani iyi olan)
Yahudiler de yok değil.
Sayıları da her geçen gün artıyor ancak bu Yahudilerin lehine değil, bilakis aleyhine kullanılacak bir veri. 'Beyaz' Yahudilerin varlığı
aslında Yahudiliğin nasıl bir leke olduğunu açıkça gösteriyor, aksi olsaydı onları iyi Hıristiyanlar olarak anardık.
Beyaz Yahudi sayısının bu kadar hızlı artması bir yandan da şunu
kanıtlar nitelikte: Etrafında ne varsa yakıp yıkan Yahudi ruhu pek çok
insanımıza bulaşmış bile! Bizim görevimiz ise dünyanın her yerinde bu Yahudi hastalığıyla savaşmayı teşvik etmektir!
4. Altmış milyon insanın iki milyon Yahudiden korkuyor olması bizim için değil, sizin için kötüye
işarettir. Zira biz, o iki milyon Yahudiden
korkmak şöyle dursun, onlarla cesurca mücadele ediyoruz. Sizler ise bu savaşa katılamayacak kadar korkaksınız, sıcak ocağa
yaklaşamayan kedilere benziyorsunuz
hepiniz!
"Şayet bahsettiğiniz o altmış milyon kişi de bizim yaptığımız gibi Yahudilerle mücadele ediyor olsaydı, korkacak bir şey
kalmazdı ortada. Bilakis korkma sırası Yahudilere gelirdi nihayet!·
MONARŞİ Mİ, CUMHURİYET Mİ?
"O halde şimdi bize gerçek renginizi belli edin. Monarşi yanlısı mısınız yoksa cumhuriyetçi misiniz?"
•ikisi
de değiliz.
1.
Günümüzde devlet
rejimi tartışılması
gereken konu değil bizim
için.
Sırf Versay Anlaşması'nın şartlarına uyduğu için yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış bir toplumun, "monarşiyle mi yoksa cumhuriyet rejimiyle mi yönetilmesi gerektiği" sorusundan daha önemli meseleleri oluyor.
2.
Bu
soru, ancak halkımız
özgürlüğüne kavuştuğunda yine
halkımız
tarafından yanıtlanacaktır.
"Yine
de en azından
şunu söyleyebiliriz: Sağlam bir
cumhuriyet, en kötü
monarşiden daha iyidir; aynı zamanda sağlam bir
monarşi de kötü bir
cumhuriyetten yeğdir. Her iki rejimin de avantajları ve dezavantajları var, bu ikisi arasında sağlıklı bir seçim yapabilmek
için de insanlarımızın özgür olması gerekir ama yine de günümüzde, bizi yönetmekte olan hükümetten daha kötü bir
yönetim
biçimi tasavvur edemiyorum. Bu rejimin
cumhuriyet olmadığı
kesin. En çok çığırtkanlık yapan ve en yüksek teklifleri
veren Yahudilerin kendilerini devlet adamı yahut
komiser ilan ettikleri uluslararası bir ikinci el eşya pazarı olarak adlandırabiliriz belki mevcut düzeni!"
SİYAH-BEYAZ VE KIRMIZI MI YOKSA
SİYAH-KIRMIZI
VE SARI MI?
"Şimdi elinizi vicdanınıza koyarak yalnızca gerçeği söyleyin; siyah-beyaz ve kırmızı mısınız1 yoksa siyah, kırmızı ve
sarı mı?•
1
Kuzey Almanya Konfederasyonu'nun
resmi bayrağı.
Prusya önderliğinde kurulan ve Alrnanya'nın kuzey eyaletlerinin de dahil olduğu geniş, liberal bir konfederasyondur. Prusya kralının, topraklarını Almanya topraklarına dahil etme kararıyla birlikte
imparatorlukta da bu bayrak kullanılmaya başlandı. Birinci Dünya Savaşı'nda ikinci Reich'ın mağlup edilişine kadar bu bayrak kullanıldı.
2
Cumhuriyet renkleri olarak
bilinir. 1919'da Weimar Cumhuriyeti olarak varlığını sürdüren Almanya'nın bayrak rengiydi. 1933'te Nasyonal
Sosyalist Parti'nin başa geçmesiyle eski siyah-beyaz ve kırmızı renklere
geri dönüldü.
"Ne
ilki ne de ikincisi:
1. Sheidemann'ın[I]
kurduğu cumhuriyetin siyah-beyaz ve kırmızı yahut
da siyah-beyaz ve sarı bayrak altında yönetildiği sırada çökmüş olmasının bizim için bir
önemi yok. Biz siyah-sarıyı tercih edebiliriz, enazındaninsanların bu bayrak için ölmeyi yeğleyebileceğini biliyoruz.
2.
Ancak
Alman halkının
tek bir fikri ve tek bir arzusu olduğu vakit
ortak bayrak seçebilecek
duruma geleceğimize şüphe yok.
İnsanları
bu şekilde bir
araya getirebilecek bir hareket, tüm halka
kendi renklerini verme hakkına erişebilir. Bizler, bu hareketin bizim
hareketimiz olacağından
asla şüphe etmiyoruz.•
PROGRAMIMIZ
"Her
partinin kendine göre bir programı var.
Sizinki nedir? Alman işçilerin oylarını alarak seçimi kazanmayı hedeflediğinizi düşünecek olursak, partiniz onlara ne
vadediyor?"
"Pek
önemli
şahsiyetlerin yahut
da Yahudilerin maşası bir parti olsaydık eğer, bir dünya vaat
verip insanlarla türlü
türlü oyunlar oynayabilirdik. Bundan
daha kolayı yok. Zor olan ise gerçekleri açık yüreklilikle dile getirebilmektir. Gerçekleri dinleyip de onları hakkıyla anlamak ise çok daha
zor olandır ancak bizler, parti olarak, kurtuluşun tek yolunun bu olduğunu çok iyi
biliyoruz:
1.
Elbette
her partinin kendi göre bir programı var.
Ancak hiçbir parti o programı uygulamayı başaramıyor. Ne geçmişte uygulayabildiler
ne de gelecekte uygulayabileceklerini düşünmüyorum zira geçmişte yapılan programlar hiçbir
zaman uygulanabilir eylemler içermedi.
2.
Bizim programımız ise kısa ve öz: Yaratıcı Alman Halkının
özgürlüğünü hedefliyoruz! Bu özgürlüğe uzanan yol ise yalın ve açık: Alman işçi
sınıfını özgürleştirerek onu yeniden halkın bir parçası haline getirmek.
Bu hedefe ulaşmak için elimizden ne geliyorsa çekinmeden yapacağız. Ulusumuzun özgürlüğü için gerekiyorsa sosyal bir devrim gerçekleştirmekten dahi geri durmayız. Şayet Alman işçilerinin temel ihtiyaçlarını
karşılayacaklarından emin olmak adına yapmamız gerekirse, ulusumuzun etrafına sarılmış zincirleri kırmaktan da asla çekinmeyiz.
3.
Alman işçi sınıfına verebileceğimiz tek söz ancak şu olabilir: Hakkınız olanı almanız adına son nefesimize kadar savaşacağız, bedeli ya da sonuçları ne olursa olsun! Bir
halka ve baskı
altındaki bir sınıfa sunulabilecek en büyük şeyi vadediyoruz aslında;
"Özgürlük ve refah için savaşmayı!"
TALEBİMİZ
"Peki, size göre bu amaç uğruna Alman işçilerin
ne yapması gerekiyor?"
"Bu dünyada hiçbir şey emek vermeden kazanılmaz. Alman işçiler de şunları
anlamalı:
1. Eğer özgür olmak istiyorlarsa, fedakarlık yapmaları gerekir. Kimse onları durduk yere özgür kılmayacaktır. Bu hakkı bizzat kendileri kazanmak zorundalar. En büyük servet özgürlük
ise, insan bu servet uğruna her şeyini verebilmeli: Yaşamını bile!
2.
Hedef dediğimiz, her daim kaynaklarla doğrudan ilintilidir. Yalnızca yalancılar size üyelik
belgesi karşılığında cenneti vadedebilir.
"Bizler ise şunu söylüyoruz: Özgürlük, insanın her şeyidir. Bu yüzden elimizde ne varsa onu talep ediyoruz: Yoksulluk, endişe, zorluk, açlık ve tehlikelerle dolu uzun ve zor bir mücadeleyi devam ettirebilmek için sağlığınızla, zevklerinizle, mutluluğunuzla
ve refahınızla alakalı hemen her şeyden feragat etmeniz gerekebilir.
"İşte Alman işçilerin yapması gereken de budur.
"Her şey bitince en güzel ödül
onların olacaktır. Yaratıcı iş gücünün egemen olduğu özgür bir Almanya!"
BURJUVA SINIFI
"Peki ya Marksizm
yanlılarının, 'Nasyonal Sosyalist Demokrat Parti; içi geçmiş subaylar, öğrenciler ve doktorlardan oluşan zavallı bir burjuva hareketinden fazlası değildir,' şeklindeki iddiasında hiç gerçeklik payı yok mu? İşçiler sizin onları özgür
kılacağınıza neden inansın? İşçilerin ancak işçiler
tarafından özgür kılınabileceği iddiasıyla bu sınıfın inandığı şeyleri bir çırpıda
değiştiremezsiniz."
"Tek nefeste ne çok şey saçmaladınız. Şimdi berıi
dinleyin:
1. İlk olarak N.S.D.A.P asla zavallı bir burjuva hareketi olmadı, olamaz, bilakis sosyal demokrasi içerisinde sosyalizmin çürümüşlüğünü protesto eden bir oluşumuz biz. Liderlerimiz de
asla burjuva sınıfına mensup kimseler değiller
ancak Scheidemann, Leinert, Noske, Bauer gibileri tam olarak öyle
-hem de uzun zamandır en büyük burjuvalar onlar.
2.
N.S.D.A.P yönetiminde yer alan tek bir içi geçmiş subay ismi verin bana!
Sevgili arkadaşım, eğer
bir subay, öğrenci yahut da doktor
Marksist bir lider ise -ki size buna örnek teşkil edebilecek yüzlerce isim verebilirim- ona 'çalışkan lider' derler. Ama bir
N.S.D.A.P lideri ise, söz ko-
nusu kişiyi hiç şüphesiz 'içi geçmiş bir mahluk' olarak tanımlayacaklardır!
3.
Bana işçileri nasıl özgür kılacaklarını soruyorsunuz! Eğer sorunuz bir gerekçeye dayandırılırsa, işçilerin
öncelikle emekçi hareketinde var olan, işçi liderlerini yererek gerçekte yalnızca kendi hedeflerine hizmet etmesi için uydurulmuş tüm o kokuşmuş Yahudi zırvalarını
bir kenara atması gerekir. Etrafınıza bir bakın; kendi çabasıyla
işçileri özgür kılabilecek bir işçi
görebiliyor musunuz? Peki ya
Scheidemann, Wels, Noske, Bauer ve diğer tüm 'işçi' sıfatı taşıyanlara ne oldu? Hepsi burjuvazinin tıka basa semirmiş birer üyesine
dönüştü. Burjuvaziye açtıkları savaş aslında sadece kıskançlıktandı
ve kısa süre içinde burjuvaya katıldıklarında da savaşmayı
bıraktılar çünkü artık kıskanacakları bir şey kalmamıştı ortada.
"Alman işçi hareketini yalnızca Alman işçiler sürdürmüyor. Aynı zamanda kıskanmak
şöyle dursun, Almanya'yı uçurumun kenarına kadar getiren sınıfından nefret eden burjuvalar
da var aralarında. Proletaryaya burjuvanın selameti için katılmıyorlar, insan gücünün
nasıl olup da yaratıcı bir biçimde
geliştirilebileceğini görerek derin bir sorumluluk
bilinciyle bu harekete dahil oluyorlar.
"Alman işçi sınıfı elini güçlendiriyor.
Hem o ellerden hem de o zihinlerden mucizevi bir
gelecek doğacak: Üçüncü
Reich yükselecek!"
PROLETARYA VE İŞÇİ SINIFI
"Eğer sizi doğru anladıysam N.S.D.A.P.'nin burjuva sınıfı yönetimindeki bir proleter parti olduğunu söylüyorsunuz?"
"Görüyorum ki yalnızca geçmişin algısıyla değerlendirip öyle anlayabiliyorsunuz söylediklerimi. işte bizler, Almanya'nın tüm bu eski ve modası geçmiş konseptleri
aşmasını istiyoruz aslında. Ne burjuvayız ne de proleter. Burjuvazi dediğiniz şey çoktan öldü, proleterlik ise bir
daha asla hayata dönmeyecek.
Biz ne şu anda çökmekte olan burjuvaziyi ne de Yahudilerin ve Yahudiliğin uşağı olmuş Marksist proletaryayı istiyoruz.
"Bizler, emekle şekillenen bir Almanya inşa
etmeyi hedefliyoruz. Peki, bu ne demek? En
yüksek ahlaki ve politik değer olarak iş gücü ve başarının
görüldüğü bir Almanya kurmak istiyoruz
demek. Bugün bizler, kelimenin tam anlamıyla bir işçi partisiyiz aslında. Bir kez başa geçtiğimizde, Almanya bir iş
gücü devleti, bir işçi devleti olacak!^
"Bunlar güzel sözler elbette ancak arkalarında
tam olarak nasıl bir mesaj var? Acaba ötesini düşünmediğiniz şeyleri böyle
süslü cümlelerin ardına gizliyor olabilir
misiniz?"
"Asla, arkadaşım! Beni anlamaya çalışın.
Geleceğin Almanya'sı yepyeni temeller üzerinde yükselecek. Burjuva sınıfının,
günümüzde bizzat idare ettiği devletin sürekliliğini
sağlamaktan sorumluyken bu türden bir değişimi de yönetebileceğine
inanmak tam anlamıyla saçmalık olur. Elbette bu, şu an burjuva sınıfına mensup olanların yeni Almanya'nın
inşasında görev alamayacakları anlamına da gelmiyor. Ancak bir
sınıf olarak burjuvazi artık tarihteki misyonunu tamamlamış durumda ve yaratıcı ruha sahip, daha genç, daha sağlıklı bir sınıfın önünü
açmak zorunda artık.
"Bu genç sınıf artık hak ettiği yeri söke söke almaya geliyor. Ona proletarya demeyeceğiz
zira bu terim, Yahudi safsatalarından biriydi ve Alman işçi sınıfını aşağılamak istediklerinde bu tanımı kullanırlardı. Bizimki bir tür
işçi komünü; işçilerden oluşan bu komünde de Almanya'nın
geleceği için çalışan mavi ve beyaz yakalı işçiler var.
"Bilek, aklı yönlendirecek ve akıl da bileklerin ölümcül
gücüyle korunacak, böylece hep birlikte yeni Alman devletini şekillendirecekler. Bilek ve aklın bu ortaklığı; mavi
ve beyaz yakalıların da bir arada, huzurla çalışmasını sağlayacak. Şayet Alman işçiler, Yahudiler tarafından yönetilmeye devam ederse, enternasyonal düzeyde yapılan yanlış çağrıların etkisiyle kafası daima karışıp duracak.
•Atman aklı ve Alman bileği
özgürlüğe uzanan tek bir sloganı benimseyecekler bizimle birlikte:
•Atmanya'nın akıl ve bilek gücüyleçalışanişçileri,
birleşin!"
NASYONALVEENTERNASYONAL
"Yani başka bir deyişle, enternasyonal Marksist görüşün karşısına nasyonal Alman
sosyalizmini koymak istiyorsunuz?"
•Aynen öyle! Sonunda birbirimizi anlamaya başladığımız bir noktaya ulaştık."
"Yine de size bir
şey sormama izin verin. Şayet sizi doğru anladıysam, düşman -ona ister Yahudiler, ister kapitalizm ya da başka bir şey diyelim- size göre
hem düşünce hem de his olarak
enternasyonal ise bu durumda, yalnızca enternasyonal yöntemler kullanılarak mücadele edilmesi gerekmez mi onunla? Enternasyonal kapitalist düşünceyi bitirecek olan şey enternasyonal sosyalist görüş değil midir?"
•sevgili dostum, işte
şimdi bütün
söylediklerimin nafile olduğunu düşünmeye başladım. Herhalde asla aynı
noktada buluşamayacağız. Mantıklı düşünmeye çalış bir kere:
1. Elbette hepimiz, düşmanın Avrupa milletlerini arkasına alarak enternasyonal
bir destek oluşturduğunu
açıkça görebiliyoruz. Almanya'nın ise bugün kapitalizme dair elinde çok az şey kalmış durumda: Demiryolları,
madenler, fabrikalar, para rezervleri, altın, Reich Bankası... her şey hisse senetlerine dönüştürüldü ve onların da tamamı Londra ve New York'taki Yahudi bankerlerin elinde. Ancak bu hisselerin aslında bir kıymeti de yok. Ne demiryolları
üzerinde yolculuk
etmenizi sağlıyor,
ne maden çıkarıyor, ne ekmek ne hammadde üretiyor, ne
para basıyor ne de para kazandırıyorlar. Yalnızca birilerinin ilgi çekmelerine yardımları oluyor. Eğer gerçek bir Alman devleti kurarsak,
Yahudi bankaların
elindeki tüm Alman
hisse senetlerinin bir değeri kalmadığını, hepsinin yalnızca birer
kağıt
parçası olduğunu ilan
edebilir ve Almanya'da gerçek bir
ulusal iş gücüne dayalı devlet kurabiliriz; zira şu anda
böyle bir devlet yok ve enternasyonal
olarak, yalnızca
bir Dawes kolonisi[II]
olma şerefine
nail olduğumuz için halimizden hoşnut olmamız bekleniyor. Tek bir ulusal varlığımız kalmadı, ulusal bir sermayemiz yok ki
sermaye de mal varlığı da aslında o
topraklarda yaşayan halka, o ulusa aittir. Bunun
yerine her şeyimiz enternasyonal bankalar tarafından yönetiliyor artık. Ulusal sermaye ise enternasyonal davranamıyor, aksine enternasyonal ekonomi sırtlanları sermayeden besleniyor.
2.
Elbette
böylesi bir dünya gücüyle enternasyonal düzeyde
bir savaş
sürdürülmelidir ve
dünya
üzerinde bizim cephemize dahil olan
hareketleri desteklememek de bizim
dar görüşlülüğümüz
olacaktır ancak bizim savaşımızın amacı dünya sosyalizmini benimseyen bir
devlet kurmak değil
-böyle bir şey ne
şimdiye kadar var oldu, ne de bundan sonra
var olacak. Bu fikir sadece, işçilere
ihanet eden Yahudi zihinlerin ve yanlış yönlendirilmiş Alman işçilerin hayal
dünyalarının
bir ürünü. Bizim
hedefimiz yepyeni bir nasyonal sosyalist
devlet kurmak. Ayrıca
halkların ortak olarak uluslararası para piyasasına karşı başlatacakları mücadeleden, enternasyonal yöntemler kullandıkları müddetçe bir şey elde
edilmeyece-
ğinin de farkındayız. Halklar arasında
anlayışın önündeki engellerin ne olduğunu da net olarak görebiliyoruz. Kapitalizmin enternasyonal güçleri de zaten halkları aynı anda aynı
yöntemlerle köleleştirecek kadar aptal değil. Her biriyle teker teker ilgileniyorlar. Böylece kimse bir diğerini düşünecek durumda olmuyor. Her bir halk sadece kendini kurtarmayı düşünüyor, ta ki kapitalist Melek' gelip de onları yakıp yıkana, küle çevirene dek.
"Bunun yanında, sevgili dostum, bizim artık diğerlerini bekleyecek zamanımız yok. Çöküşün
kıyısında duruyoruz ve geçmişte bize asla yardım etmemiş, gelecekte de
muhtemelen bir yardımı dokunmayacak olan milletlerden
bir şekilde medet ummak aslında vatana ihanet etmekten
farksız olur.
"Bizim tek bir
prensibimiz var: Tanrı ancak kendi kendine faydası dokunabilen milletlerin yanındadır!"
3.
Eğer enternasyonal
sosyalistlerden söz ediyorsanız, devletlerin ve halkların en temel anlayışlarını
kavramaktan dahi aciz olduğunuzu kanıtlamış olursunuz. Dünyadaki tüm toplumların benimseyeceği kadar büyük
bir politika ideali -sosyalizm de
buna bir örnek
olarak gösterilebilir- asla hayata geçirilemedi. Tarihin en büyük prensibi birlikten
ziyade çeşitlilikten yana olmaktı.
Bu her zaman böyle oldu ve böyle
olmaya da devam edecek. Halkları ve devletleri yaratan şey savaşlardır; savaşmayanlarsa her şeylerini kaybetmeye mahkumdur.
"Bunun berbat bir
görüş olduğunu da söyleyebilirsiniz.
Öyledir de. Bunu kabul edip mücadeleye girişmek zorundayız. Tarih, kardeşlik
üzerine atılan Marksist nutuklarla değil, ebedi ve ezeli doğa yasalarına uygun olarak şekilleniyor.
“Doğa ise birlik
değil çeşitlilik talep ediyor. Tek tip bir insanlık değil, güçlünün her daim
zayıf olanı yöneteceği,
-^^B-B
1 lncilde bahsi geçen, Kenanlıların gaddar
tanrısı.
farklı ırklardan ve halklardan oluşan bir insanlık talep ediyor.
"Biz bunu anlıyor ve bu yönde
hareket etmek istiyoruz. Güçlü olanın zayıfa baskın çıkacağı
böylesi bir savaşın döndüğü dünyada, Alman ulusunun varoluş mücadelesini kazanmasına yardımcı olacak her türlü silahı kullanmak arzusundayız.
"İşte bizim nasyonal dediğimiz şey tam olarak bu!"
ÜRETİM VE
SOSYALLEŞME
"Tüm bu anlattıklarınız iyi, güzel
ama artık bize asıl renginizi belli etmeniz gerektiğini düşünüyorum. Şimdiye dek her şeyi
açıkça konuştuk. Kritik tek bir soru kaldı geriye: Sosyal sorunları nasıl çözmeyi düşünüyorsunuz?"
·o halde birlikte bu
sorunun derinine inelim: Sosyal sorunların temelinde tam olarak
ne var? Üretimin her aşamasını elinde bulunduran kapitalizmin insafına kalmış durumda olan yedi
milyon proleter söz konusu ve onlar da,
yegane varlıklarını, yani emeklerini en az ücret verene satmaya mecbur bırakılıyorlar. Bu yüzden de haklı olarak, bu durumu sessizce görmezden gelen devlet, halk ve
ulus tarafından
dışlandıkları hissine kapılıyorlar. Bu şartlar altında
bir halkın ulusal birliğinin bozulması çok doğal. Halk bu koşullarda
iki kısma bölünür; bu devleti korumaya çalışanlar ve bu devletin tam karşısında duranlar. Bu durumda da söz konusu halk, ezici bir güç olduğu halde tarih
sahnesinden çekilmek
zorunda kalır.
"Sosyal sorunların çözümü de işte bu yüzden toplumun baskılanmış kesimini tekrar topluma, ekonominin ve devletin hayati bir parçası olarak geri kazandırmaktan ne azı ne de fazlasıolacaktır.
Böylece o devlet yeniden
tarihin azgın sularında
mücadeleye dahil olma fırsatı bulur.
"Bu noktada
bizler şunları talep ediyoruz:
1. Doğanın halklara verdiği
her şeyi: Toprak, ırmaklar, dağlar, ormanlar, toprak altındaki ve üstündeki hazineler; prensipte bir toplumun tamamına ait olan her şeyi... Bir yoldaş,
hakkı olan bu varlıklara sahip olursa, halkının mal varlığının yönetiminden sorumlu olan devlete kendini bir şekilde borçlu hisseder. Eğer elindeki varlığı
kötü yönetirse ya da topluma zarar
verecek bir şey yaparsa, devletin onun mal varlığını elinden almaya ve onu
yeniden toplumun ortak malı
saymaya hakkı olacaktır.
2.
Üretilen ürün; insan gücüne, becerisine, yaratıcılığına, dehasına ve girişimciliğine muhtaç olduğu sürece
fertlerin hakkı olarak kalır. Devlet, üretim
sürecine katkıda bulunan herkesin
-ister fiziksel ister zihinsel olsun- o ürüne ve elde edilen kara ortak olacağını garanti eder.
3.
Üretimi tamamlanan ürün, daha fazla güç, beceri, deha ve girişimciliğe muhtaç değilse de (örneğin;
ulaşım sistemleri, tesisler, büyük işletmeler) yeniden sadece devletin malı sayılır.
"Bu yolla geniş bir üretim çemberi
oluşturulur ve bütün üretken işçiler de bu çembere
dahil olur.
"Bu isteğimizi uygulamak için de iş gücünü, bağlı olduğu kölelik zincirlerinden kurtarmak durumundayız. Bunu başarırsak, sonucunda elimize özgür bir halkın özgür ekonomisinin yeşerdiği özgür
bir ülke geçecektir. Halk birlik olacaktır!"
PARLAMENTO VE PARTİLER
MBunun için yeni bir partiye gerek var mı? Neden bu planlarınızı hali hazırda
parlamentoda yer alan bir partiye götürmediniz? Eminim onlar da bu fikirleri savunabilirdi."
"Hiç güleceğim yoktu! Haklı olabilirsiniz gerçi. Kendilerine bir milyon oy kazandıracağından emin olsalardı,
muhakkak hepsi bu fikirlerle çok yakından ilgilenirdi. Ancak bizim derdimiz ne parlamentoya girmek ne de halktan oy
toplamak. Planlarımızı
Reichstag'da sunmak değil, doğrudan uygulayabilmek istiyoruz yalnızca. Bizi diğer partilerden ayıran şey de tam olarak bu işte. Diğerleri sağda solda sunumlar yapıyor, konuşuyor, tartışıyor, oy veriyor ve paralarını alıyorlar. Biz ise eyleme geçiyoruz. Bir gün devletin bütün
imkanlarını ele geçirmemizi sağlayacak gücü bu şekilde inşa ediyoruz. Ancak o zaman hedeflerimize ulaşıp planlarımızı uygulamaya koymak için devletin tüm gücünü kullanarak kimseye merhamet etmeden, acımasızca eyleme geçeceğiz.
"Artık ne parlamentonun ne de
partilerin attıkları
palavralara inancımız kaldı. Mevcut yönetim
sistemi; Alman halkının gücünü ve el emeğini
hiç eden, büyükbaş ticaretinden bir farklı
olmayan bir sistemden fazlası değil.
"Bir parlamenter,
bu sistem içerisinde
Almanların nasyonal bedeninde yaşamını sürdüren bir asalak sadece. Parlamento ise kaynayan bir arı kovanı gibi; tek bir fark var ki onlar bal yapmak yerine sadece gübre ve bolca lahana üretiyorlar. Üstelik verdikleri mahsul çiftçinin mahsullerinden çok daha kötü
olduğu halde neredeyse çiftçiden bin kat daha fazla para kazanıyorlar.
"Halkın parası ve mal varlıkları çarçur ediliyor. Her şeyin arkasında ise Yahudiler var ancak kuklalarının onların yerine konuşmalarına, oy almalarına ve sonunda kendi paylarını toplamalarına izin veriyorlar -zira yönetim zaten onların tekelinde!
"Eğer bizden bir şey isteyecek olurlarsa, isteklerini seçtikleri temsilciler vasıtasıyla ileten varlıklı
ve özgür insanlar oluyor ancak biz
parlamentodan bir şey isteyecek
olursak, hepimizi kuru
kalabalık ilan ediyorlar. Demokrasiden anladıkları
işte tam olarak bu.•
"Peki,
öneriniz
nedir? Siz bunun yerine ne koymak
istiyorsunuz? Bir devletin olması şart! Eğer parlamentodan kurtulmak istiyorsanız, onun yerine geçecek iyi
bir alternatifiniz olmalı. Aklınızda bir şey var
mı?"
DİKTATÖRLÜK VE KOLEKTİF DEVLET
"Tarih bize, genç ve kararlı bir azınlığın;
çökmekte olan, kokuşmuş, çürük bir çoğunluğu alt ederek devletin yönetimi ile kaynaklarını ele alabileceğini ve o devletin güçlerini
kullanarak bir diktatörlük kurup yeni idealini,
kusursuz bir başarı elde edene kadar istediği gibi uygulayabileceği ortamı yaratana değin yönetimi elden bırakmamasının
mümkün olduğunu sayısız kez göstermiştir. Bizde de aynı şey olacak. Bir kez yönetimi
ele geçirdiğimizde, devlet biz olacağız, yönetimden yalnızca biz sorumlu olacağız. Biz bir partiyiz ve bu kokuşmuş sisteme karşı verdiğimiz mücadelemizde
halkımızla birlik olmak zorundayız. Ancak elbette parlamentoda koltuk sahibi bir parti değiliz şu anda, yine de bu sistemi alt ettiğimiz anda devlet biz olacağız. Gerekirse devleti kendi prensiplerimize göre şekillendirmek için diktatörce diye tanımlanabilecek uygulamalar getireceğiz.
Sorumlu bir azınlık olarak bizler, kendi
irademizi; Yahudilerin, arkalarına saklanarak şeytani planlarını uygulamak için
kullandıkları zayıf, kokuşmuş, yetersiz ve aptal çoğunluğa dikte etmekten kaçınmayacak
ve halkımızı kurtarmak adına ne yapmamız gerekiyorsa onu yapacağız.
"Bizler özgür bir Almanya istiyoruz, daha fazlasını değil. Eğer Alman halkı özgür olmaya istekli değilse,
bu da bizi bağlamaz.
"Alman halkının büyük çoğunluğu o kadar materyalist, o kadar korkak ki iradesinin dışında, güç uygulanmak suretiyle mutlu edilebilirler ancak."
"Evet, bu kısım mantıklı ancak elbette kimse kalıcı bir diktatöryaya sıcak bakmaz. Bahsi geçen
diktatörlüğün ardından daha farklı bir sistem gelmek zorunda."
"Elbette! Bunu da
düşündük ve yönetimi ele geçirme arzumuzun hatlarını daha da netleştirdik.
İnsanları yönetimden uzak tutmak
istemiyoruz. Bu gezegende var olmaya devam edeceğimizden emin olmak adına gerekli koşulları
sağlamak için savaşmak ve o şartları oluşturmak istiyoruz yalnızca. Bu şartlar uğruna bir kez savaşıp onları elde ettikten sonra görevimizi tamamlamış olacağız ve o zaman tamamen
Nasyonal Sosyalist Devlet yönetimine geçeceğiz.
"Demokrasinin
parlamenter sistemi yerine Nasyonal Sosyalist devletimizde bir ekonomik
parlamentomuz olacak. Parlamento çalışan
sınıfın tamamı tarafından seçilecek temsilcilerden oluşacak. Herkesin bir oy hakkı
olacak ancak seçime parlamenter partiler katılamayacak, bunun yerine toplumun büyük meslek grupları arasında gerçekleştirilecek
bütün seçimler. Almanlar mesleki
olarak en ince detayına kadar organize olacak ve böylece her bir emekçi, her isteğinin,
başarısının ve sorumluluğunun devlet tarafından dikkate alındığını
görerek hakkının korunduğundan da emin olacak. Bu
sayede ekonomik parlamento yalnızca ekonomik politikalarını
yönetecek, devleti değil.
"Yönetim kısmı senatonun görevi olacak. Diktatörümüz
tarafından tüm grup ve sınıflardan seçilecek iki yüz kişiden oluşacak olan bu senato devleti yönetecek. Bu iki yüz
kişi, tüm halkın en seçkin kesimini oluşturarak
devlete önerilerde bulunup destek sağlayacaklar. Yaşamın her alanında
görevalacaklar. Hatta ölüm konusunda dahi belli görevleri olacak.
"Şansölyeyi de bu senato seçecek ve şansölye,
Reich'ın hem iç hem de dış
politikasından sorumlu olan kişi olacak. Gerektiğinde
bu politikalar için ölmeyi dahi göze
alması beklenecek.
"Şansölye bakanlarını ve subaylarını bizzat tayin edecek. Seçtiği görevlilerin tüm sorumluluğu
da yine şansölyede olacak ve dilediğinde birilerini görevden alıp yerlerine başkalarını göreve atayabilecek.
"Böyle bir sistemin bir kral
yahut cumhurbaşkanı
tarafından gözetiliyor olmasının bir önemi yok zira karar merci bu noktada yalnızca şansölye aslında. Bu sebeple bizler de şansölyenin her daim işinin
başında olduğundan emin olmakla yükümlü olacağız.•
İKTİDAR İÇİN İHTİYACIMIZ OLAN İRADE
"Anlattığınız sistem kulağa oldukça basit ve net geliyor, hatta neredeyse hayata geçirilmesi kesin denebilecek kadar basit fakat diyelim
ki böyle bir sistem ancak devlet ele geçirildikten sonra hayata geçirilebilir? Bu noktada devlet yönetimini nasıl ele geçireceksiniz? Biliyorsunuz, hükümetimiz oldukça güçlü ve bir tür polis devleti olduğumuz
da söylenebilir. Tüm resmi kurumlarımız savaştan önce olduklarından
çok daha acımasızlar. Devlet bir şekilde stabil kalıp gücünü bir noktaya odaklayarak hayatta kalmayı başardı ve şimdi de her anlamda ve her alanda güç kullanabiliyor. Şimdi diyelim ki sizin azınlık grubunuz hayal ettiğiniz gibi gün geçtikçe daha da güçlendi. O gücün
büyümesinin de bir sonu olacaktır. Elbette ülkenin her yerinde sizi savunan
taraftarlarınız da olur ancak asla çoğunluğu yakalayamazsınız. Çoğunluk her daim size karşı olacaktır, tabii devlet de bütün güçleriyle çoğunluğun safında yer alacaktır. Sonra ne yapacaksınız peki?"
"Sevgili
dostum, işte
şimdi biraz biraz anlamaya başladınız beni. Mantıklı bir
sıralamayla
söyleyebildiğiniz ilk
şey oldu bu gerçekten. Sonra ne yapacağız peki?
Bu bahsettiğiniz
'sonra' ancak hem yüreği hem
de bileğiyle
savaşanlar tarafından anlaşılabilir, gerçek fatihler tarafından! Diğerlerinin buna verecek bir cevabı olmaz.
"Sonra
ne yapacağız?!
Sonra dişlerimizi kenetleyip her şeye hazır olacağız. Sonra devletin üzerine yürüyeceğiz. Sonra Almanya için o
en riskli son adımı
atacağız! Devrimi anlatmayı bırakacak ve gerçek anlamda
devrime soyunacağız!
"Bizler,
bir devrim yapacağız!
"Parlamentoyu
dağıtacak
ve yeni devleti Alman halkının zekasının ve bileğinin gücüyle inşa edeceğiz!
"Ama
şu anda eyleme geçebilmek için elinizde imkan yok." "Şu anda
eyleme geçmekten
bahsetmiyoruz, arkadaşım. 1918 yılının mantığıyla ve Kapp1 örneğini baz
alarak değerlendiriyorsunuz olayı. Putsch
destekçilerinin
hepsi birer darbeciydi ve bu yüzden asker
onları püskürttü,
hepsi bu.
"Biz
ise bir devrim yapmak istiyoruz. Eski dünyayı alaşağı edip yepyeni bir dünya kurmamızı sağlayacak bir devrim. Temelde tüm devrimler
yapıcı ve yaratıcı hareketlerdir. Hakiki devrim asla başarısız olmaz.
Tarihsel olarak çağ
kapatıp çağ açabilme yetisine
sahiptir hepsi.
"Evet,
şu anda hükümeti devirecek
imkanlara sahip değiliz,
bu doğru. Diğerleri ise hükümetlerini korumak için her
türlü
güce sahipler: Silah, basın, propaganda
gücü, parlamento, çoğunluğun desteği, para ve iktidar. Ancak
'
Kapp Ayaklanması:
1920'de Weimar Hüklim^ıi ni
devirip yönetime
kısa süre için el
koyan gazeteci Wolfgang Kapp liderliğinde ger^ekleştirilen başarısız darbe girişimi.
bir şeye asla sahip olamayacaklar ki bu çok önemli şey bizde fazlasıyla mevcut olduğundan zafer kazanmamızı neredeyse kesin kılıyor:
İktidar için ihtiyacımız olan irade!
•Her yerde ve her
zaman, bedeli ne olursa olsun kazanmanızı sağlayacak bir iradedir bu. Yoksulluğu ve açlığı,
endişeyi ve korkuyu, sırf o büyük ideale ulaşmak uğruna her şeyi kabullenmenizi sağlayan
acımasız bir iradedir. Azınlığın fedakarlık yapmasını
sağlar ve bu da besili, karnı tok, sırtı pek çoğunluğun zevklerine baskın gelecek bir haz verir insana.
•iktidarı gerçekten arzularsanız ona sahip olmak için
ne gerekiyorsa yaparsınız. Diğerlerinin silahı varsa, bizde de onlarda olmayan bir şey var: İktidarda olma iradesi! Bu da ihtiyacımız olduğunda o silahları bizzat yapabileceğimiz
anlamına geliyor.
"Bu iradeye sahip
olan ve ona insan, bu ideal uğruna ölmeye dahi hazırdır. Demokratlar artık
demokrasiye inanmıyorlar, bu yüzden demokrasilerini ücretli
askerlerin korumasına teslim etmiş durumdalar. Parlamento için yaşamak istiyorlar ancak onun için ölmeye hazır değil hiçbiri."
BARIŞSEVERLİK VE SAVAŞ
"Kısacası gücünüze sonuna kadar güveniyorsunuz. Adalete ve yasalara saygı duymuyor, kendi
iradenizin yasaları ve adaleti tesis edeceğini söylüyorsunuz. Bunun ardında da Alman halkının
bileğinin ezici gücü var, öyle mi?"
"Evet, gücümüze güveniyoruz. Ancakyasalara ve adalete saygı duymuyor oluşumuzun nedeni bu değil, günümüz
Almanya'sında adalet ve yasa kavramları çoktan ölmüş olduğu için bu kavramlara inanmıyoruz.
"Bugün Berlin'de tek bir yargıç yok. Adalet ve yasalar ayaklar altında ve hiç kimse, barbarca adaletsizlikler karşısında yasaların çatısı altına sığınmayı aklına dahi getirmiyor. Bilinçli olarak insanları baskı
altında bırakıyor ve despotlukediyorlar.
Hepsi de çoğunluğun
görüşünü temsil ettiklerini iddia ederek yapıyor tüm bunları. Çoğunluğun
desteklediği kimseler hakkını fazlasıyla alırken azınlıkların
hakkı mütemadiyen gasp ediliyor. Azınlıklar türlü alaylara maruz kalıyor,
dışlanıyor ve despotça bir muameleye boyun eğmek zorunda kalıyorlar.
"Bizler ise Alman
halkı için adalet istiyoruz. Baştakiler bu adaleti kendi
istekleriyle sağlamaya
gönülsüz olduklarından, biz de yumruklarımızın gücüne sarılıyoruz.
Halkın yaşam hakkı parlamentodaki çoğunluğun yaşamını sürdürmesinden
çok daha kıymetli. Arzumuz yalnızca hayatta kalma arzusu. Adalet de ölümün değil, her daim yaşamın yanında olduğuna göre, demokrasiden çok daha önemli bir hak bizimkisi; eğer baştakiler bu hakkı vermeyi reddediyorsa, o hakkı elde etmek için var gücümüzle savaşırız!"
"Ancak böyle davranarak yalnızca barış
ortamını bozuyorsunuz. Barış ve düzeni değil
yalnızca savaşı arzuluyorsunuz. Nihai hedefiniz yalnızca savaşmak!"
"Halinize bakın, neredeyse ağlayacaksınız!
Barıştan, ona iman ediyormuşsunuz gibi bahsediyorsunuz. Sizce bugün ortada bir barış var mı? İşsiz ve aşsız kalan milyonlarca sokaklara döküldüğünde huzurdan söz edebilir misiniz? Bu verimli Alman toprakları tam anlamlıyla çöle dönüştürüldüğü için
masum çocuklar açlıktan kırılırken ve insanlar yemek
dilenirken barıştan söz edilebilir mi? 1918 yılından beri mütemadiyen savaşıyoruz biz, her geçen gün de savaş giderek daha acımazsız
bir hal alıyor. Uluslararası piyasalardan gelen
haberleri okumanızı
öneririm. Verilen ekonomik savaşın birer cephesi gibi
her biri. Ölenler ise yalnızca Alman işçiler ve onların masum aileleri.
"İşte sizin barış dediğiniz şey tam olarak bu. Bu ülkede huzur dediğimiz şeye ancak mezara girerseniz erişebilirsiniz. Sizin düzen dediğiniz ölümün acı dolu düzeni yalnızca. Hayır,
arkadaşım, biz bunu istemiyoruz. Bizim savaş açtığımız şey tam da bu. Halkımıza, kendisine eziyet edenleri yere çalması ve Yahudilerin her birimize vurdukları prangaların zincirlerini kırması için çağrıda bulunuyoruz.
"İnsanları ölümden kurtarıp hakiki barışa
götürecek şey ancak ve ancak mücadele etmektir. Doğanın ebedi kanunu adalet değil, güçtür. Bu yüzden biz de insanlarımızı daha da güçlendirip bu dünya
üzerindeki her türlü mücadeleden sağ çıkmalarını
sağlamayı hedefliyoruz.
"Barışsever olmak barış getirmiyor. Tam aksine! Tarih; kendi yaşamlarını savunmaktan imtina
eden halkların, gerekirse güç uygulanarak nasıl
utanç verici şekillerde öldüklerini gösteriyor hepimize. Biz de insanlarımızı bundan korumak
istiyoruz. Hem irade hem de ruh olarak güçlü olmak zorundayız. Kimse ne bizi aşağılayabilir
ne de dışlayabilir.
"Bizler adalet
istiyoruz ve adaletin anlamı, özgürlük, refah ve yaşanabilir alanlara sahip olmaktır.
Eğer bu hakkımızı iyilikle vermezlerse,
biz de savaşarak
alırız!
"Bu bir özgürlük, refah ve yaşam alanı
savaşıdır ve en yüksek sınıftan en alt sınıfa kadar herkes bu mücadeleye
dahil olabilir. Mesele, bir ulus meselesidir.
"Seksen milyon Almanın, yaşama arzusuyla bir araya gelerek oluşturduğu
güç, barışı sağlama noktasında sözde insan haklarını korumak adına söylenen
bütün yalanlardan çok daha sağlam bir garantidir."
ALMANYA'NIN ÖZGÜRLÜĞÜ
"Peki
bütün bunlar nasıl sona
erecek?"
"Alman toprakları üzerinde Alman halkının özgür
kalmasıyla sona erecek elbette. Her bir üretken vatandaşımız, bu özgürlüğün kendisine sağlayacağı
yaşamın ve refahın tadını çıkaracak. Bu yeni yüzyılda inşa
edeceğimiz devlette ahlaki ve manevi bir güç hakim olacak.
"Özgürlük, yeni bir devlet
sisteminden çok daha fazlası demektir. Bizler yepyeni bir insan türü yaratma arzusundayız; bizi savaşmaya mecbur kılan şartlara bakarak çok daha iyi bir dünya
görüşü benimseyebilecek bir tür.
"Gelecek ya bizim
olacak ya da ortada hiçbir
gelecek olmayacak!
"Liberallik ölmeye yüz tuttu. Yaşasın sosyalizm!
"Nasyonalizmin yaşaması için Marksizmin ölmesi şart!
"İşte o zaman yeni Almanya'yı inşa edeceğiz; nasyonalist ve sosyalist üçüncü
Reich'ı!•
BİLGİ VE
PROPAGANDA
9 Ocak 1928
Devrim
zor kullanarak gerçekleştirilmez,
aksine halk tarafından başlatılır ve devrim yapan ulus, kitleler
halinde savaşır.
Devrimin yasaları basit
ve primitiftir, zenginlik ve eğitim gibi
fırsatlar
yaratmaz. Bu halk, devrimin anlamını gerçekten kavradığında, her bir vatandaşımız bu uğurda hiç düşünmeden kendini feda edebilecektir.
Nasyonal
sosyalist devrimin amacı,
iktidarın gücünü ele
geçirmektir;
genelde devrimsel fikirler güç ile
birleştirilmezse bomboş teoriler
olarak kalmaya mahkum olurlar. Ancak
devrimsel bir propaganda Nasyonal Sosyalizm fikrini, İncil'i kılavuzu olarak görerek yola
çıkıp devrim bayrağını gücün kapılarına kadar taşıyan Adolf
Hitler'in takipçilerinden oluşan kitlelere
ulaştırabilmiştir.
Sevgili
Yurttaşlarım,
Bu
akşamki konu başlığımız oldukça hararetli bir biçimde tartışılıyor. Ben de kendi bakış açımı şöyle bir değerlendirdiğimde oldukça sübjektif olduğunu fark ettim. Propaganda
hakkında tartışırken dikkat edilmesi gereken şöyle ufak
bir detay da vardır: Propaganda bir teori üretme meselesi
değildir,
bilakis konuşulanı pratiğe dökmekle alakalıdır. Kişi, bir propagandanın diğerinden daha başarılı olduğuna teorik olarak karar veremez zira
propaganda, ancak belirlenen hedefe ulaşabildiyse başarılı, ulaşamadıysa başarısız kabul edilir. Propaganda
materyalinin ne kadar akıllıca olduğunun bir önemi yoktur,
propagandanın
amacı, bünyesinde yalnızca akıllıca öğeler barındırması değil, aynı zamanda başarılı olmasıdır. Bu yüzden ben,
propaganda üzerine
yapılacak her türlü teorik
tartışmalardan
kaçınırım çünkü bu
tartışmalardan bir sonuç çıkmayacağını bilirim. Bir propagandanın iyi olup olmadığını, belirli bir süre içinde insanları ateşleyerek belli bir fikre yöneltmeyi başarmasından anlayabilirsiniz. Şayet propagandanız o süre içerisinde hedeflenen kitleyi
kazanabiliyorsa, kabul edilebilir ölçüde başarılıdır; kazanamıyorsa da
şüphesiz
başarısız olduğunu ortadadır. Kimse
size propagandanızın
kötü, basit ya da fazla sert olduğunu ve
hatta yeterince samimi olmadığını söyleyemez çünkü propagandanın
başarısında etkili
olan kriterler bunlar değildir; propagandanın amacı ne samimi, ne nazik, ne zayıf ne
de mütevazı
olmaktır, propaganda yalnızca başarılı olmayı hedefler. İşte bu
sebeple ben, bilinçli
olarak propagandayı ikinci bir konu başlığı ile
birlikte tartışmayı
tercih ediyorum:
Bilgi. Aksi takdirde bu akşamki tartışmalarımızın pek de bir kıymeti olmayacak.
Burada bir takım sevimli teoriler hakkında konuşmak için değil, aksine her gün karşılaştığımız zorluklarla hep birlikte başa çıkabilmek için ortak çalışabilmenin bir yolunu bulmak için toplandık.
Propaganda
nedir ve politik yaşamda ne gibi bir anlam ifade eder? Asıl ilgilenmemiz
gerekenler işte tam olarak bu sorular. Propaganda
nasıl olmalı
ve hareketimiz bünyesinde nasıl bir rol üstlenmeli? Tek başına bir
amaç mı yoksa amaca giden bir araç mı? İşte tartışılması gerekenler bunlar; bunu
da
ancak propagandanın
kökenini konuşarak başlarsak, yani
önce
propagandanın fikir
olarak niteliğinden
başlayıp hedefini
yani halkın
üzerindeki etkisini konuşarak devam
edersek başarabiliriz.
Fikirler
zamansızdır.
Kişilerden bağımsızdırlar ve
içine
doğdukları halkı da
çok az bağlarlar. Halkın arasında var oldukları ve
onların
tavırlarını etkiledikleri
bir gerçektir,
evet. Hatta fikirlerin her daim bulutların üzerinde gezindiği söylenir. Bir gün biri
çıkıp da herkesin yüreğinde bile
hissedebildiği
o fikirleri kelimelere dökmeyi başardığında herkes şöyle der:
"Evet! İşte ezelden beri umduğum ve
istediğim
şey buydu!" Hitler'in büyük söylevlerinden birini ilk kez dinleyen insanlar
da tam olarak bu hisse kapılıyordu. Hitler'in toplantılarına ilk kez katılan insanlarla
konuştuğumda
bana şöyle diyordu:
"Bu adam yıllardır
aradıklarımı bir
çırpıda kelimelere dökmeyi başardı. İlk kez biri, arzu ettiğim şeylere nesnel bir varlık kazandırdı." Diğerleri karmaşık
düşüncelerle oradan
oraya savrulurken biri bir anda ortaya çıkıp hepsinin
düşüncelerini
kelimelere dökmüştü. Goethe'nin
şu
sözleri yerini bulmuştu adeta:
"Sessiz bir sefaletin içinde kaybolmuştum ve sonunda Tanrı, acımı dışa vurabilecek birini yolladı bana."
Her
politik hareketin ilk zamanlarında bazı fikirler benimsenir. Bu fikirleri kalınca kitaplar
halinde ortaya dökmeye de onlara yüzlerce kalın paragrafla politik bir şekil vermeye
de gerek yoktur. Tarih, dünyanın en
büyük
politik hareketlerinin ancak o hareketin
lideri konumunda olan kişi, takipçilerini kısa ve net bir görüşte birleştirmeyi başardığında gelişme kaydedebildiklerini hepimize
defalarca göstermiştir.
Fransız Devrimi ya da Cromwell
Hareketi'nde1 veyahut Budizm, İslamiyet ya
da Hıristiyanlığın
ortaya çıkış .
^^^^^^^^^^^^^_—
'
1644 ila 1651 yıllarında
Cumhuriyetçiler ve
Kraliyet yanlıları
arasında üç aşamada gelişen iç savaşta önemli bir rolü olan
devlet adamı Oliver Cromwell, savaşın ikinci
aşamasında
idam edilen 1. Charles'ın ardından cumhuriyet vaadiyle yönetimi ele
geçirip
diktatörlüğünü ilan
etmiştir.
dönemlerinde de görülebilir bu. İsa'nın amacı net ve basitti örneğin: "Komşunu, kendini sevdiğin gibi
sev.w Takipçilerini
bu fikir etrafında topladı çünkü bu oldukça basit,
anlaşılır
ve net bir öğretiydi, geniş kitlelerin kolaylıkla arkasında durabileceği ve sonunda dünyayı fethetmelerini
sağlayabilecek
kadar açıktı.
Sonrasında bu kısa, net
bir biçimde
formüle edilmiş fikrin
üzerine bir başkası, koca
bir düşünce sistemi kurdu ve böylece
İsa'nın
düşüncesi, yalın bir
ifadeden ibaret kalmayıp
günlük yaşamın her
alanına uygulanarak her türlü insani
aktivite için -politika, kültür, ekonomi,
yani kısacası
insanın var olduğu her
alanda- bir yol göstericiye
dönüştü. Bir tür dünya görüşüne evrildi. İşte diğer bütün büyük devrimlerde de bu süreci gözlemliyoruz aslında; her biri net, açık, anlaşılır ve herkesi sarmalayan bir fikirle
başlıyor.
Ardından giderek daha geniş kitlelere
yayılıp
insanların tamamının tüm aktivitelerini
yansıtan
bir tür aynaya
dönüşüyorlar.
Bir
insanın,
sırf çok okuduğu ya
da çok şey
bildiği için sağlam bir
dünya
görüşüne sahip olduğunu söyleyebilirsiniz ancak böyle biri,
yaşamı
yalnızca tek bir noktadan gözlemleyebilir ve her şeyi belirli
standartları
gözetmek suretiyle değerlendirebilir. Yani bu bakış açısıyla ben, ancak hayatımın anlamının komşumu da en az kendim kadar sevmek gibi
ağır bir sorumluluk olduğuna inanırsam gerçek anlamda iyi bir Hıristiyan olabilirim. Kant şöyle demiştir: "Hayatınızın en önemli prensibi
aynı zamanda ulusunuzun en önemli prensibiymişçesine hareket edin." Yalnızca politikadan şunu veya
bunu beklediğimde
değil, günlük yaşamı her
yönüyle
değerlendirebildiğimde gerçek bir
Nasyonal Sosyalist olduğumdan
emin olabilirim. Toplumun faydasını kendi
faydamın
üstünde görerek ve
devletimin çıkarlarını
kendi çıkarlarımdan daha fazla önemseyerek hareket etmek zorundayım. Ancak o zaman böyle bir
devletin beni ve yaşama
hakkımı koruyabileceğinden emin
olabilirim. Politika,
kültür ve ekonomi açısından hemen her meseleyi bu bakış açısıyla değerlendirebildiğimde gerçek bir Nasyonal Sosyalist olduğumu iddia edebilirim. Bu yüzden tiyatroyu bile eğlenceli ya da kaliteli olmasıyla
değerlendirmem, daha ziyade şu soruyu sorarım:
Halkıma bir faydası var mı, onlara bir fayda sağlıyor mu ya da içinde yaşadığım toplumu güçlendirebilir mi? Eğer bu kriterlerden birini karşılıyorsa, toplum güçlenir ve bununla birlikte beni de güçlendirip destekleyebilir. Ekonomiyi yalnızca bana maddi kaynak sağlama aracı olarak görmekten ziyade halkımı maddi bakımdan güçlendirecek, onları daha varlıklı ve pek çok şeyi yapmaya muktedir kılacak bir araç olarak görmeyi tercih ederim. Ancak o zaman o halkın da beni desteklemesini
ve maddi olarak güçlendirmesini
bekleyebilirim. Eğer bakış açım bu olursa, ekonomiyi de Nasyonal Sosyalist perspektiften bakarak değerlendirebilirim.
Şayet bu yalın ve net fikri tüm insani istekler, eylemler ve motivasyonları içeren bir düşünce sistemine çevirebilirsem,
o zaman bir dünya görüşüm oluşmuş demektir.
Bir fikir, bir dünya görüşüne evrilirken hedefinde yalnızca devlet olmalıdır. Bilgi yalnızca belirli bir grubun mülkü olarak kalmamalı, bilakis güç için savaşmak
üzere kullanılmalıdır. Ancak o zaman halkın arasında var olan birkaç kişinin hayali olarak kalmaktan ziyade iktidar sahiplerinin, gücü elinde bulunduranların
fikrine dönüşür. Görüş ise yalnızca sözle var olmamalı, bir şekilde pratiğe
de dökülebilmelidir. İşte o zaman en başta oluşan fikir, bir devletin dünya görüşüne dönüşebilir. Güç elde edildiğinde de o dünya görüşü devlet aygıtını
oluşturur ve yalnızca teoride değil pratikte de halkın
günlük yaşamını etkileyebilecek bir
konuma ulaşır.
Şimdi bu fikirleri taşıyan, yayan ve koruyanların kimler olduğunu
düşünmemiz gerekiyor. Fikirler elbette her
daim bireylerin zihinlerinde oluşup şekillenir. Fikir, her daim
olağanüstü entelektüel gücünü aktarabileceği bir birey arar. Beynin içinde hayat
bulur ve olgunlaştığında
dudaklardan dökülebilmenin de yolunu arar. Bilginin yalnızca kendi
bünyelerinde
var olmasından tatmin olmayan bireyler tarafından fikir bir şekilde söze dökülür. Bunu deneyim örneğinden de bilirsiniz. Bir insan bir şey öğrenmişse, elde ettiği bilgiyi
gizli bir hazine misali kendi içinde saklamaya
çalışmaz,
bilakis yakınlarına da aktarmaya çalışır. O
bilgiye ihtiyacı
olabilecek insanlar bulmayı dener.
Herkesin o bilgiye erişmesi
gerektiğini hisseder
ve kimse onun bildiklerinden haberdar olmazsa yalnız olduğu hissine kapılır. Örneğin, bir sanat galerisinde güzel bir
resim gördüğümde
onu arkadaşlarıma da anlatma ihtiyacı duyarım. İyi bir arkadaşımla karşılaştığımda ona şöyle derim:
"Harikulade bir resim gördüm. Sana
da mutlaka göstermem
gerek!" Gerçek fikirlerde
de aynı
ihtiyaç söz konusu
olur. Eğer bir fikir bireyin içinde var
olmayı
başardıysa, kişi bu
fikri başkalarıyla
da paylaşmaya ihtiyaç duyar. İçimizde, bizi
o fikri başkalarına
aktarmaya sevk eden gizemli bir güç uyanır. Bir fikir ne kadar büyük ve
ne kadar yalın ise, günlük yaşama uyarlanabilmesi o kadar kolay ve kişinin onu
başkalarına
anlatma isteği o
kadar güçlü olur.
Şayet bir
ulusun, toplumun faydasının
bireyin faydasının üzerinde tutulması prensibiyle yönetilmesi gerektiğine inanıyorsam, bunu, fikri
uygulayabilecekkimselere aktarmam gerekir. Bu prensibin insanüstü bir
doğası
olmadığını, günlük yaşama da
kolaylıkla
uygulanabilecek bir olgu olduğunu fark
ettiğim anda ekonomi dünyasından bu fikirle ilgilenebilecek
kimselere de anlatmaya ihtiyaç duyarım. Şayet sonrasında kültürel
yaşama da bir şekilde uygulanabilir
olduğunu
fark edersem, kültürel aktivitelerde
bulunan insanlara da anlatma ihtiyacı hissederim.
Büyük kitleleri asla tek bir sözle kazanamazsınız, o sözün gölgesinin insani eylemlerin var olduğu her
ortama düşüyor
olması gerekir.
Şimdi, bir
fikrin nasıl
yayıldığını ve
nasıl olup da bir dünya görüşüne dönüştüğünü, taşıyıcının yani bireyin bir topluluk oluşturmayı nasıl başarabileceğini ve o bireydenbir organizasyon, ardından da
bir hareketin şekillenebildiğinı
gördünüz. Fikir, bu noktada tek bir bireyin
zihnine ve kalbine gömülü halde kalmadı; artık o fikri benimseyen bireylerden dört, beş, on, yirmi, otuz, elli, seksen, yüz tanesi
ve hatta çok daha fazlası var.
İşte fikirlerin gizemi tam da bu
noktada yatar; her biri kontrol edilemeyen birer yangın ya
da bir gaz bulutu misali her şeyin üzerini kaplayıveriyor. Fikir bir yere girmenin bir
yolunu bulduğunda
içeri sızıyor ve
o bireyin de diğerlerini
etkilemesine ortam hazırlıyor. Başkaları buna asla engel olamıyor, belki
güç kullanarak o yangını söndürebileceklerine inanıyorlar bir süre için, hatta belki iki veya on, yirmi ve
hatta elli seneliğine
bir şekilde bunu
başarıyorlar
da. Ancak dünya tarihinde
sonsuza kadar engellenebilen bir fikir yoktur. O fikrin şu anda,
yarın ve hatta yıllar sonra
hayata geçmesi bir şey değiştirmiyor.
Bir
fikri, belli bir süreliğine
güç kullanmak suretiyle elbette
ki yavaşlatmak
mümkün. Ancak gerçekte bu
eylem yalnızca
o fikrin gelişip daha
da güçlenmesine
katkı sağlar çünkü uygulanan
güç, en fazla fikrin zayıf kısımlarını baskılayabilir. Fikre tam anlamıyla uygun
olmayan kısımlar,
bu süreç içerisinde tam olarak fikirden ayrışarak ortadan
kaybolur. Böylece bir
anda birey topluluğa,
ardından bir harekete
ya da tercihe göre bir partiye dönüşür.
Her
hareket bir parti kurulmasıyla
başlar. Elbette bu, o hareketin mutlaka
parlamenter sisteme dahil olan partilerin yöntemlerini izlemek zorunda olduğu anlamına gelmez. Bizler, partiyi toplumun
bir parçası olarak görmekteyiz. Bir fikir, bir topluluğun dünya görüşünü oluşturmak üzere yayılırken,
topluluk da o fikre pratik bir
form kazandırmak
isteyecektir şüphesiz. Parti
ise bir şekilde organize olabilme gerekliliği hissedecektir. Derken birinin aklına aniden
bir
fikir gelecektir: "Siz de benim düşündüğüm gibi düşünüyorsunuz. Siz şurada ben
de burada çalışıyorum
ama birbirimizle ilgili hiçbir şey bilmiyoruz. Bu gerçekten çok saçma. Siz kendi üzerinize düşeni ve ben de kendi payıma düşeni yaptığım sürece birlikte çalışmamız çok daha yararlı olur.
Her ay bir araya gelip de bu işleri konuşarak kolayca halletsek sizce de iyi
olmaz mı?"
İşte bu, organizasyonun haşlangıç noktası olacaktır. Ardından kademe kademe daha güçlü bir
organizasyon ve idealleri için savaşmaya hazır bir parti oluşur. İdeallerinin lafta kalmasını değil, bilakis hayata geçmesini arzu
eden bir parti şekillenir.
Yakın zamandan
bir örnek verebiliriz buna. Nasyonal
sosyalist hareketimiz sıklıkla karakterini
kaybetmekle suçlanıyor.
Aşırı milliyetçiliğe meyleden
böylesi bir hareketin geniş ve
hareketli düşünce sistemini alıp zorbalığın yatağına sürüklemekle suçlanıyoruz. Sözde, hareketimizin uzayan uzuvlarını keserek milliyetçilik fikrinin en önemli kısımlarını eklemişiz. Bazıları da nasyonal sosyalizmin yalnızca bir
maske olduğunu
iddia ediyor. Davamızın temelinde
yatan esas görüş
aslında aşırı milliyetçilikmiş. Herkes
milliyetçilik görüşüne dayanarak
kendi fikrini dile getiriyor ve kendi görüşünü paylaşmayan herkesi davaya ihanet etmişçesine suçluyor. İşte savaş öncesinde hakim olan milliyetçilik düşüncesi tam da buydu. Şayet bir
kimse bu harikulade fikri tam olarak anlayabilmeyi başararak -ki
aşırı
milliyetçilik ideali
Marksizmden çok daha büyük bir
fikirdir- bu fikirden yola çıkarıp da
sıkı bir politik organizasyon kurmayı başarabilseydi, 9 Kasım'da kazanan
taraf Marksistler değil
milliyetçi cephe olurdu. Marksizm, politik koşulları çok daha iyi değerlendirebildiği için kazandı, zira sonradan ülkeyi
fethetmek için
kullanacağı kılıcı çoktan bilemişti. Aşırı milliyetçi görüş eğer büyük bir hareket başlatıp organize
olmayı
başarabilseydi -bu
halkımız
için bugün adeta bir ölüm kalım meselesidir- Marksizm değil, bilakis
milliyetçilik
kazanır ve
sağlam bir dünya görüşüne dönüşürdü. Ancak bu görüşü benimseyenler
ne bir parti kurmayı ne de ülkeyi fethetmek
için
kullanacakları kılıçlarını bilemeyi
başarabildiler.
Şimdi ulusumuzun
bir dünya
görüşüne ihtiyacı var.
Hıristiyanlık,
ülkemizi fethetmiş durumda
ve şimdilerde
politik eylemlere de bir şekilde yön vermeye başladı. Bu
yüzden
gönül rahatlığı ile
şu iddiada bulunabilirsiniz:
"Evet ama Hıristiyanlık
ülkeyi fethettiği andan
beri Hıristiyan
vatandaşlarımızın sayısı giderek
azalmaya başladı."
Bütün büyük fikirlerin
karşı
karşıya kaldığı bir
trajedidir bu. Bu günah dolu hayata, yani insanların dünyasına girdikleri anda gökleri terk
ettikleri için o romantik büyülerini kaybederler. Sıradan bir
fikre dönüştüklerindede
hangisinin yaşamı değiştirecek kadar güçlü olup
olmadığını
ayırt edemeyecek duruma geliriz çok geçmeden. Milyonlarca yıldır işler böyle gelişmiştir ve muhtemelen milyonlarca yıl daha
bu şekilde devam edecektir. Bunun nedenini
ise daha yüce bir makama sormanız gerekir.
Şimdilerde
bir fikir pratik bir form kazandığı anda
melek kanatlarını
ve romantik gizemini kaybediyor. Eğer geçmişte birileri aşırı milliyetçilik görüşünü romantik gizeminden sıyıracak kadar
cesaret gösterebilmiş
olsaydı ve acı gerçekleri olduğu gibi kabul edebilseydi, milli görüş şimdilerde bazı hayalperestlerin gözüne göründüğü kadar romantik bir fikir olmazdı. Bilakis,
milyonlarca Alman çocuğun
açlıktan kırılmasının önüne geçilirdi. Bana
göre bir ulusun hayatta kalması, bir
görüşün
birkaç hayalperestin zihninde, o ilk ve
saf haliyle kalmasından
çok daha önemli.
Şayet ülkenin tamamına hakim olmak istiyorsa, bir
hareketin -ki eğer pozitif ve tarihsel bir değişim yaratmak
için bunu istemek zorundadır- muhakkak bir organizasyona ihtiyacı olduğunu görüyorsunuz. Ortalıkta
dolanıp şunları söyleyen liderlerle
sık sık
karşılaşıyorum:
"Pekala,
yaptıklarınız
iyi, güzel ama
Alman dilindeki yabancı
sözcükler için de
muhakkak bir muhalif duruş takınmanız gerekir.n Sonra bir başkası gelip
şöyle diyor: "Pekala, söyledikleriniz iyi, hoş ama
programınızda
muhakkak allopatinin[III]
tehlikeli olduğunu
belirtip homeo- patiyi2
desteklediğiniz
bir nokta da olmalı.n Şayet bir hareket,
bu tip liderler tarafından
yönlendiriliyorsa, Yahudiler
tarafından
yönetilmekten kurtulması asla
mümkün
olmayacaktır. Zira
Yahudiler, geriye keşfedilecek
şey kalmayıncaya dek
her gün yeni yeni icatlar çıkarmaya kendilerini
adamış durumdalar. Allopati ve homeopati
yanlılarının
arasında bir anlaşma sağlamak, devrimsel bir mücadelenin görevi değildir; böyle bir
mücadelenin
sonunda güce ulaşmak hedeflenmelidir yalnızca. Böyle bir hareketin belirlediği program, her dürüst savaşçının arkasında durabileceği kadar sağlam olmalıdır. Günümüzde Almanya'nın modern ve kültürel yapılanmasının her türlü saçmalığa dayanak oluşturduğu da bir gerçek. Bu
saçmalıkların
bir şekilde Almanya'nın ulusal ruhunu zehirlediğinin de pekala farkındayım. Şöyle diyenler de var elbette: "Artık bir şeyler yapılmalı. Bir şeyler yapmak
zorundasınız.
Eğer film endüstrisiyle savaşacaksanız, en ilkel ekipmanla çalışmak zorunda
kalsanız
dahi kendi
sinema sektörünüzü
oluşturmaya mecbursunuz.
Şayet
çocukların okulda okudukları kitaplarla zehirlendiklerini düşünüyorsanız, öncelikle çocukların ruhlarını
kazanmalı ve onlara panzehir sağlamahsınız.n Bunlara verdiğim yanıt çok basit: "Kültürel yapının kötü yönetimi sonucunda ortaya çıkan zehre
karşı bir panzehir yaratabilmek için on
sene uğraşabilirsiniz
ancak Kültür Bakanlığı'nın vereceği tek bir karar, bütün yaptıklarınızı yerle bir edebilir. Ancak eğer o
on yılı hareketiniz için yeni
savaşçılar
kazanmakla geçirir-
seniz,
hareketiniz Kültür
Bakanlığı'nı ele
geçirip
istediğini yapabilir! Bunun dışında her
şey nafile çabalamaktan başka işe yaramayacaktır."
Eğer bir
hareket politika arenasında
belli bir güç kazanırsa, hedeflediği pozitif eylemleri de kolayca gerçekleştirebilir. Ancak o zaman başarılarının devamlılığını sağlayacak güce
erişir. Bir hareket veya parti, ülkesinin yönetimini devraldığı anda benimsediği dünya görüşü devletin de dünya görüşünü temsil
eder ve partisi, bir anda tüm ulusun
partisine dönüşür. Bizim
ulusumuz da topraklarımızda
yaşayan altmış milyon
insandan oluşmuyor.
Ulus dediğimiz şey aslında çok daha karmaşık bir
yapı. Biri evet dediğine bir
diğeri
hayır diyorsa burada bir sorun var
demektir. Bir ulusun karakterini, bilinci belirler. Tek başına içgüdü de bunun için yeterli
değildir.
Bu milletin bir ferdi olduğumun farkında olduğumda, yani gerçek bir
birey olduğumun
ayırdına vardığımda gerçek anlamda
Alman ulusunun bir parçası
olurum. Büyük seçmen kitlesine asla şunu söylememelisiniz: "Alman olduğunuzu sakın unutmayın!" Bunun yerine, "İyi düşünün, sizler Almansınız!" demelisiniz. Düşünmek bilinçli olmanın bir aşamasıdır. Bu yüzden böylesi bir bilinci toplumun tüm fertlerinin
benimsemesini sağlamalısınız.
Adolf Hitler de Münih'teki mahkemede kendisine sorulan şu soruya
aynı
şekilde karşılık verdi:
"Böyle
ufacık bir azınlıkla altmış milyon insan üzerinde bir
diktatörlük
kurabileceğinizi nasıl düşündünüz?" Hitler'in
yanıtı
şöyleydi: "Eğer koca
bir ulus delicesine korkuyorsa ve korkaklardan geriye, harika bir şeyler yapmak
ve devleti dönüştürecek
güce sahip olmak isteyen sadece bin kişi kaldıysa, ulus dediğiniz aslında o bin kişiden ibarettir."
Eğer
diğerleri o azınlığın devleti
ele geçirmesine
izin verirse, bizim bir diktatörlük kuracağımız gerçeğini de kabul etmek zorunda kalacaktır.
Bir
hareketin doğası konusunda da aynı şey geçerlidir. Şayet bir hareket, devletin idaresini
ele alacak kadar güçlüyse,
onu dönüştürecek güce de sahip demektir. Bugün, bizleri Marksistlerin yönetmesinden şikayet edecek son insan benim aslında. Onları alt edecek kadar güçlü olamadığımız sürece bizi yönetmeye hakları var zira. Hatta ben bu haklarını ne kadar kısıtlı alanda kullandıklarını
gördükçe gerçekten şaşırıyorum. Ben olsam çok daha farklı hareket ederdim. işte, bu da Marksistlerin dünya görüşünün trajik bir yönü. Yine Bertin Polis Departmanı'nda görev yapan memurların Ja bize karşı güç
kullanmalarından şikayet etmem, ancak
kendilerini demokrat olarak adlandırıp düşünce ve konuşma özgürlüğünün
korunmasını sağladıklarını iddia ettiklerinde onlara karşı çıkarım zira bu, gerçekten
mantıksız bir iddia olur. Yaptıkları tek şey halka yalan söylemek
çünkü. Hatta o memurların her birinin birer diktatör olduğu da iddia edilebilir.
Eğer bir politik hareket, üyelerini devletin önemli makamlarına
yerleştirebilecek kadar güçlenmiş ise, devlet organlarını şekillendirme hakkına da sahip demektir.
Buna karşı çıkan herkes, aptal birer teorisyenden başka bir şey olamaz zira politikada ahlaki prensipler değil güç konuşur. Şayet politik bir hareket, devleti ele geçirmeyi başardıysa, onu şekillendirme hakkını da elde etmiştir.
Bahsettiğimiz üç unsurun idealler ve
karakterle nasıl
örtüştüğünü isteyen herkes kolaylıkla görebilir aslında; fikir, bireye bir dünya görüşü kazandırır, o dünya görüşü bireye devleti kazanma fırsatı tanır ve nihayetinde birey
partiye, parti de koca bir ulusa evrilir.
Burada en önemli mesele, ufak tefek teorik konularda dahi benimle aynı :fikirde olacak insanlar bulmaktan öte, bir dünya görüşü kazanabilmek için
benimle birlikte mücadele etmeye istekli kimselere ulaşmak. Hak olarak gördüğüm bir aygıtı kullanarak insanları kazanmak... İşte,
bizim propaganda dediğimiz tam olarak bu. Başlangıçta
bilgi vardır; bilgi propagandayı, kendisini politikaya çevirecek olan in-
san
gücünü bulmak için kullanır. Propaganda; fikir ve dünya görüşü, dünya görüşü ve devlet, birey ve parti ile
parti ve ulus arasında
bir yerlerde durmaktadır. Şu anda önemli olduğunu fark ettiğim bir
şeyi ele alıp sokaklarda
dolanan bir parti arabasından
megafonla konuşarak o
konudan bahsetmeye başlarsam bu,
propaganda yaptığım
anlamına gelir. Aynı anda
başka
insanların da bana katılmalarını beklerim. Propaganda; birey ve
topluluk, fikir ile dünya görüşü arasında köprü kurar. Propaganda, organizasyonun
öncülü
niteliğindedir. Bu
aşamayı
gerçekleştirdiğinde bu
kez devlet yönetimini
ele almanın öncülüne dönüşür ve bu yüzden her
daim hedefe giden yolu teşkil eder.
Her
ne kadar ürettiğim
fikre sarsılmaz ve
değiştirilemez
biçimde sarılmam gerekiyor
olsa da propaganda, gerekiyorsa koşullara uyum
sağlamak
için bir takım değişimler geçirebilir. Propaganda her daim esnetilebilir
olmalıdır.
Bir yerde farklı, başka bir yerde çok daha
farklı
şeylerden söz edebilir.
Bir iş adamı
olarak farklı, seçim minibüsünde şoföre çok daha farklı konuşabilirim örneğin. Şayet bunu yapmazsam, birlikte iş yaptığım iş adamları benim deli olduğumu düşünebilir ve şoför de
söylediğim
onca şeyden tek
kelime anlamayabilir. Yani propaganda dediğimiz şeyin bir sınırı olamaz.
Ulaşmak
istediğim kişinin kim
olduğuna
göre şekil değiştirebilmelidir. İzninizle size,
1919 yılından
beri Berlin'de Nasyonal Sosyalist
görüşün
tanıtımını yapan bir üyemizin hikayesini
anlatayım.
İlk zamanlar bu üyemiz, karşıt görüşle alakalı ne görürse görsün kendisini paralayacak kadar öfkeleniyordu ki bu, bizim kaçındığımız bir tavırdı. Sonrasında en sert antisemitist görüşlere yer
verilen yayınları
sokaklarda görüp rahatsız olmamaya başladı. Bunları kötü yayınlar olduğunu elbette ki biliyordu ancak
onlardan daha iyi kaynaklar bulamadığı için metroda bu kitap ya da gazeteleri
okumaya başladı.
Herkes kendisinin zararsız biri
olduğunu
düşünüyordu. Okuduğu yayını metroda
bırakıp
gitmeye
kalktığında
ise mutlaka biri arkasından, "Beyefendi, okuduğunuz şeyi de yanınızda götürün," diyordu. Bunun üzerine kardeşimiz gazetesini alıp kondüktöre bırakıyor ve şöyle diyordu:
•Al bakalım,
Alman kardeşim."
Elbette
kondüktör
de onun akıl hastanesinden
kaçmış biri olduğunu düşünüyordu ancak arkadaşımız zamanla, bu yöntemin yabancılardan ziyade tanıdığı kimselerde
oldukça
işe yaradığını fark
etti.
Kısacası, propagandanın tek bir kuralı yoktur.
Birey ya propaganda yapmayı becerebiliyor
ya da beceremiyordur. Mantıklı her
insan belli bir seviyeye kadar keman çalmayı öğrenebilir ancak bir noktadan sonra hocası kendisine
şunu
söyleyecektir: "Gelebileceğiniz son
nokta budur. Burada sonrasını ancak
bir dahi halledebilir. Siz ise bir dahi değilsiniz, bu yüzden öğrendiklerinizle yetinmeyi öğrenmelisiniz." Ben de mantıklı herhangi
bir insana bir noktaya kadar propaganda yapmayı öğretebilirim ancak kısa süre içerisinde sınırlarını da fark etmem kaçınılmaz olacaktır. Bir insan ya bir propagandacıdır ya da değildir. Bir
propagandacıyı
küçümsemek hatalı bir
hareket olacaktır
ve hatta bazı kimseler
propagandacının
hariçten gazel okuduğunu söyleyecektir. Bu da aslında net
olarak bir kıskançlığın
ve beceriksizliğin işaretidir. Bu lafları edenler
genel olarak kitlelerin yok saydığı vasat
filozoflardır.
Şimdiye dek nasyonal sosyalist
hareketimize mensup bir sürü iyi
konuşmacının
olduğunu -kimse bunu inkar edemez- pek çok kez
gördünüz.
Ancak rakiplerimizin iyi konuşmacıları olmadığı için her yerde şöyle söylüyorlar: "Evet, hepsi sadece hariçten gazel okuyorlar." Hitler'i de beş yıldır, "Nasyonal Birliğin Gazelcisi"
olarak adlandırıyorlar.
Ancak hariçten gazel
okuyan bu adamın,
onların düşüncelerine uymayan
fikirleri olduğunu
anladıklarında Hitler'i
bu kez de uğraşılması
gereken 'çılgın bir
politikacı'
olarak adlandırmaya başladılar. Elbette böylesi bir
propagandacıyı
küçümsemek aptallıktır. Parti
içerisinde propaganda yapabilen kişilerin çok belirgin rolleri vardır. Henüz genç olan hareketimiz için böylesine toy ve büyük liderlerden
yoksun olmamızın
iyi bir tarafı var;
büyük liderler belirgin alanlarla sınırlı kalamazlar,
her şeyi
yönetmek zorundadırlar. Aynı anda
hem propagandacı,
hem organizatör, hem konuşmacı hem
de yazar olmaları
gerekir. İnsanlarla iyi anlaşmak, para
bulmak, makaleler yazmak ve daha birçok şeyi tek başına halletmek
zorunda kalırlar.
İşte bu yüzden Hitler'in
ancak hariçten
gazel okuyan bir adam olduğunu söylemek hatalıdır. Aslında bu, Hitler'i olağanüstü kılan ve onu diğerlerinden ayıran özelliğidir. Hitler, hem bir politikacı hem de propagandacıdır; diğer partilerin liderleri
ise ne politikadan ne de propagandadan anlarlar. Artık propagandanın dünya görüşüyle ve organizasyonla ne kadar
ilintili bir olgu olduğunu
anlamışsınızdır. Fikirlerimizi
ve dünya
görüşümüzü birey düzeyinden kitlelere taşımak için halletmemiz gereken zor işler tamamlandığında, propagandanın görevi de seviye atlayarak bilgiyi
kitlelere taşımak ve nihayetinde devleti ele geçirmek olacaktır.
Size
bir örnek vereyim.
Şayet bildiklerimiz,
birkaçımızın
kafasındakalsa ve
kimseye aktarılmasaydı,
kime faydası olurdu
bunca bilginin? Bir süre sonra
o birkaç
kişi de, başkalarının kendileriyle aynı görüşleri paylaşmadığını fark edince o fikirlerin doğruluğundan şüphe edecektir. Şayet insanları -gazetelerimizi dağıtan en
küçük S.A mensubundan en iyi konuşmacımıza yahut da partinin liderine kadar
herkesi- kazanamazsak yalnızca kendimize
sakladığımız
için onca yararlı bilgi
heba olup gidecektir. Diğerleri, yaptıkları saçmalıklara durmaksızın devam edecek ve Alman halkı en
sonunda yok olup gidecektir.
Her
ne kadar yalnızca
bir araç olsa
da propaganda, güce giden yolda kullanılması gereken olmazsa olmaz bir aygıttır. Propaganda
yapılmazsa
hareketin en başında benimsenen
fikir asla devleti ele geçirecek konuma
ulaşmayı
başara-
maz.
Önemli
olduğunu düşündüğüm her
detayı
mümkün olduğunca çok insana
ulaştırabilmem
gerekir. Yetenekli bir propagandacının görevi; çoğunluğun
düşünebileceği şeyleri algılamak ve
bunları,
eğitimli kesimden sıradan vatandaşa kadar herkese ulaşabilecek şekilde yeniden düzenlemektir. Buna bir örnek olarak
Hitler'in Jena'daki konuşması geliyor
aklıma. Dinleyicilerin yarısı Marksistler
yarısı da öğrenciler ve üniversitelerde ders veren profesörlerden oluşuyordu. Konuşmadan sonra her iki grupla da sohbet
etmek için yanıp
tutuşuyordum. Profesörlerin de
ortalama katılımcıların
da Hitler'in söylediklerini kelimesi kelimesine aynı şekilde anladıklarını görebiliyordum, işte
hareketimizin büyüklüğü burada
yatıyor;
kullandığımız dil
geniş kitlelere ulaşabiliyor!
Elbette
konuşma
tarzı da konuşmacının kim olduğuna göre değişiklik gösteren bir unsur. Bir fikri herkesin aynı şekilde değerlendirmesini beklemek büyük bir
hata olur zira fikir ne kadar büyükse, fikrin
ulaşmasını
istediğimiz bireyler
de o kadar farklılık
gösterecektir. Biri
bir konuşmacıdan
hoşlanırken bir
başkası bir diğer konuşmacıyı dinlemeyi tercih edecektir örneğin. Yumuşak konuşmalar yapan birini esip gürleyen bir
anlatıcıya
çevirmeye çalışmak ya
da esip gürleyen
bir konuşmacıya yumuşak konuşmalar yaptırmak da beyhude bir çaba olur.
İkisi de beklenen başarıya ulaşamayacaktır zira. Yumuşak konuşmalar yapan anlatıcı ne
kadar çabalarsa çabalasın dinleyicisinin kalbine ulaşamayacak, diğeri de asla sakin bir konuşma yapmayı başaramayacaktır. Bunun sonucunda herkes evine
hayal kırıklığı
içerisinde dönecektir. Hareketimiz
daha geniş kitlelere yayılmaya başladıkça aramızda bu tip farklı konuşmacılardan daha fazla olacak ve böylece her
biri kendi kitlesini direkt olarak etkileyebilecektir. Tanrı'nın dünyasında hiçbir şey birbirinin tıpatıp aynısı değil. Her şey birbirinden
farklı, arada ufacık
farklılıklar olsa dahi genel durum bu. Bu yüzden herkes
olayları
bir diğerinden farklı yansıtma becerisine sahip.
Propaganda
olarak adlandırdığımız
olgu, bir fikrin ardında gelişip büyüdükçe o fikir de genişler ve
daha esnek bir hal alır.
Artık yalnızca birkaç zihnin
içerisinde
kalmayı değil, daha
çok ruha ulaşmayı arzular.
Bu şekilde daha kapsamlı bir
programa dönüşür.
İşte şimdilerde biz
de, hareketimizin ana fikrini gözlemlerken böyle bir manzarayla karşı karşıya kalıyoruz. Artık tek bir kitap için ölmeye hazır milyonlarca insan bulmanız çok zor. Ancak ilkeleri uğruna ölebilecek milyonlarca insan
bulabilirsiniz, işte hareketimiz de zaman içerisinde giderek vazgeçilmez bir ilkeye dönüşüyor. Kişisel olarak özel yaşamlarımızda edindiğimiz her türlü bilgi,
kalplerimize sarsılmaz
bir biçimde yerleşen yüce bir inanca dönüşüyor. Her birimiz, gerekirse bu inanç uğruna her şeyini vermeye
hazır. Kimse sadece günde sekiz
saatini feda etmek istemiyor. İnsanlar, Almanya
Almanların
olsun diye ölmeye hazır. Adolf Hitler'in 1919'da bulunduğu kehanet her geçen gün daha
da netleşerek
gerçeğe dönüşüyor: "Özgürlük ve
Refah!" Hareketimiz, insani yanından giderek
daha fazla özgür
kalıyor ve tam anlamıyla güç kazanıyor. İnsanların artık günde
sekiz saat derken neyi kast ettiğimizi sormayacakları zamanlar da giderek yaklaşıyor. Artık Almanya umutsuz bir duruma düştüğünde insanlar sadece şunu soracaklar:
"Bize tekrar umut aşılayabilir misiniz?" Eğer bir
hareket, sahip olduğu fikri bir dünya görüşüne dönüştürerek nihayetinde insanların, uğrunda ölmeyi göze alacağı bir ilke yaratabiliyorsa, o
hareket zafere ulaşmaya
çok yaklaşmış demektir.
Bu zafer de bir şeyler
araştırarak değil savaşarak, her
gün
düşmanla girilen acı bir
mücadelenin sonucunda düşmanına, ulusunu nasıl yanlış bir yola soktuğunu göstererek yapılabilir. İtiraf etmeliyim ki Berliner Tageblatt'
okuyarak çok şey
öğrendim. Yahudilerin
çalışma
ı Berliner
Tageblatt, dönemin Nazi karşıtı gazetelerinden
biridir.
yöntemleri konusunda iyi bir örnek teşkil ediyor bu gazete.
Yahudilerin bulunduğu
noktadan bakınca tek
bir yanlış
yaptıklarını dahi
görmedim
ancak ulusal gazetelerimiz hata üzerine hata
yapıyorlar.
Artık sizlere
propagandanın
en önemli özelliklerinden bahsetmek istiyorum. Şu anda
propagandanın
bir sonuç değil, sonuca götüren bir
araç
olduğu konusunda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Propagandanın amacı;
Nasyonal Sosyalist hareketin bildiklerini
insanların
tamamına ya da bir kısmına yaymaktır. Eğer bunu başarıyorsa, güçlü bir propagandadır; başaramıyor ise değildir. Alman
milliyetçiler
9 kasım 1923'ten
önce Hitler'in propagandalarının fazla gürültülü, fazla şaşalı ve
fazla popüler
olduğunu iddia ediyorlardı. Hitler ise o zamanlar şöyle karşılık vermişti bu iddialara: "Münih, Nasyonal Sosyalist olmalıdır. Eğer bunu yapmayı başarırsam, propagandanı da başarılı olmuş demektir. Şayet tek
amacım sizi mutlu etmek olsaydı, bu
pek hoş bir durum olmazdı ancak
niyetim asla bu değil."
Propagandayı yolun
yarısında
değerlendiremezsiniz, onu
yaratanın
kişinin hedefine ulaşıp ulaşmayacağını görmek için sonuna kadar beklemeniz gerekir.
Devlet bir propagandayı
yasakladı diye onu kötü ilan
etmeniz de doğru bir tavır olmaz.
Polis teşkilatı
Yahudilerin elindeyken propagandamızın yasaklanmaması bizim açımızdan daha
kötü zira bu, propagandamızın zararsız olduğu anlamına gelirdi. Yasaklanıyor oluşu, karşıtlarımızın bizi tehlikeli olarak gördüklerine işarettir. Şayet yasağı kaldırırlarsa sakın bana gelip de Yahudilerin hatalarını anladıklarını söylemeyin. Zira bunu ancak amaçlarına ulaşmadıklarını gördüklerinde yaparlar. Siz istediğinizi söyleyebilirsiniz ama bana göre Yahudiler,
çekiçlerini
ancak onu kullanmamanın daha iyi bir propaganda yöntemi olduğunu ya da çekicin görevini artık tamamladığını düşünürlerse
bir köşeye bırakırlar.
Başarı elbette ki önemli bir detaydır.
Bu noktada propaganda ortalama
zekaya sahip insanların işi değildir, daha ziyade uygulayıcıların alanıdır.
Propagandanın teorik olarak hatasız ya da sevimli bir olgu olmasına gerek yoktur. Size
harikulade ya da estetik açıdan çok şık gelen konuşmalar yapmak ya da kadınları ağlatacak şekilde konuşmak zorunda değilim.
Politik konuşmalar yaparken, doğru olduğunu düşündüğümüz şeyi insanların da kabul etmesini sağlamayı hedefleriz. Başka şehirlerde, Berlin'de olduğumdan daha farklı konuşurum ya da Beyrut'ta konuştuğumda Pharus Hall'de1
söylediklerimden
daha farklı şeyler dile getiririm. Bu, teoriden ziyade pratikle gelişen bir beceri. Birkaç zihni etkileyen basit
bir hareket olmaktan ziyade geniş kitlelere ulaşabilen bir harekete dönüşmek istiyoruz. Propagandanın popüler olması gerekir, bu yüzden aslında entelektüel olarak sizi tatmin etmesi önemli değildir zira propagandanın hedefinde entelektüel meselelere değinmek gibi bir şey yoktur. Bu türden meseleleri, kendi kendime düşünerek ya da çalışma masamda vakit geçirerek de çözebilirim, toplantı salonlarında
konuşarak değil. O salonlarda ancak
dinleyenlere ürettiğim çözümleri iletirim; oralara bu
sorunlarla birlikte girmem, doğru olduğunu düşündüğüm şeyler konusunda diğerlerini de ikna etmek için girerim. Buralarda doğru olduğunu düşündüğüm şeylerle başka insanlara ulaşmamı sağlayacak yeni yöntemler öğrenirim. Konuşmacı ya da propagandacı,
ilk aşamada fikri derinlemesine algılamalıdır zira bunu propagandasını geliştirme sürecının tam ortasında
yapamaz. Durum değerlendirmesine ilk olarak bununla başlamalıdır. Kitlelerle aralarındaki günlük iletişiminde o fikirle nasıl bağlantıya geçeceğini öğrenir. Propagandanın görevi bilgiyi keşfetmek
değil, keşfedilen o bilgiyi aktarmak ve
onu, o bilgiye ulaşmak isteyenlere göre
Berlin'de Nazilerin sıklıkla toplantı yaptıkları salon.
uyarlar.
Propagandacının
söylevleri de kullandığı afişler de şayet çiftçilere yönelikse farklı, işçilere
yönelikse farklı olmalıdır; tıpkı doktorlara
ve hastalara yönelik
olanların da farklı şekillendirileceği gibi. Propagandacı, konuşmasında kime ulaşmayı hedefliyorsa,
konuşmasını
ona göre düzenlemelidir. Eğer dikkatle incelerseniz diğer bütün partilerin, propagandalarının düzenlerken uygulamakta oldukları tüm kritik standartlarda bu noktayı kaçırdıklarını ve çoğunluğunun, NSDAP'nin propagandalarının aslında hatalı oldukları için
sonuç verebildiğinden şikayet ettiğini fark
edersiniz. Şayet biri karşıma çıkıp da bana, "Propagandalarınız medeni standartlara uygun değil," derse, bu kişiyle konuşmanın hiçbir faydası olmayacağını bilirim.
Propagandanın standardının yüksek olması bir fark yaratmaz zira asıl mesele,
propagandanın
hedeflediği şeye ulaşıp ulaşmadığıdır. Berlin'e
geldiğimde
ilk hedefim,
bu şehrin bizi bir şekilde fark
etmesini sağlamaktı.
Bizi tanıdıkları sürece, bizden nefret etmelerinin ya da
bizi çok sevmelerinin bir önemi yoktu.
Artık bu hedefe ulaşmış durumdayız. Etrafımızda bizi seven insanlar da var,
bizden nefret edenler de. Kimse, Nasyonal Sosyalist kelimesini duyduğunda, "O da ne?" diye
sormuyor. İlk hedefimize ulaştıktan sonraki amacımız, sevgiyi
nefrete ve nefreti de sevgiye dönüştürmek; kimsenin bizimle ilgili çekimser bir
tavır
almasını istemiyoruz. Çekimserliğe karşı verilen savaş en
zor olanıdır
zira. Belki bu şehirde benden
nefret eden, bana eziyet çektirmek isteyen
ya da beni karalamaya çalışan iki
milyon insan vardır ama ben, onların bazılarını bir şekilde kazanabileceğimden eminim. Hunu deneyimlerimden
biliyorum. Zira geçmişte
bizimle ranla başla savaşıp bizi karalamaya çalışanlardan bazıları, bugün en ateşli savunucularımıza dönüşmüş durumda. Sizin de görebileceğiniz gibi propaganda konusunda en
önemli detay
hedeflediği
şeye, öyle veya böyle, ulaşmasıdır, mantıksız ve sözde kritik
standartlar uygulamak hatalı bir
strateji olacaktır.
Size
bir örnek daha vereyim. Şayet biri
bana bir başkası
için ne düşündüğümü sorduğunda ona şöyle karşılık vermem saçmalık olacaktır: "Kendisini severim ama ne yazık ki
piyano çalamıyor."
Böyle bir karşılığa şu şekilde cevap verilebilir: "Yani? Kendisi başarılı bir
avukat. Neden iyi olduğu
şeylere odaklanmayı tercih
etmiyorsun?" İşte bu, son derece mantıklı bir
yanıt.
Aynı şey propagandaya da uygulanabilir.
Bizim
propagandamızın
net bir çizgisi var.
Bir keresinde Adolf Hitler, mitinglerde önceden programlanmış konuşmalar yapmanın çok da gerekli olmadığını söylemişti. Bu tip toplantılarda yapılacak konuşmalar olabilecek en ilkel yaklaşımla ele alınmalı. Eğer saygıdeğer bir beyefendi karşınıza çıkıp size, "Siz sadece bir propagandacısınız," derse verebileceğiniz en iyi yanıt şu olacaktır: "Peki sizce İsa bundan farklı bir
şey mi yapıyordu? O da propaganda yapmadı mı? Kitap yazıp nutuklar
çekmedi mi? Ya Muhammed Peygamber? Öğrendiklerini kağıda dökmedi mi? İnsanlara gidip
onlardan ne istediğini
açıkça söylemedi mi?
Buda ve Zerdüşt de birer propagandacı değil miydi?" Evet, Fransız Devrimi'nin
öncü
filozofları kendi
entelektüel
dünyalarının temelini
attılar.
Ancak bir şeyleri harekete
geçirenler
kimdi? Robespierre, Danton ve diğerleri...
Peki, bu adamlar kitaplar yazıp halka
açık ortamlarda konuşmalar yaptı mı? Şimdi bir de etrafınıza bakın. Mussolini onlardan daha iyi bir
yazar ya da daha harika bir hatip mi? Lenin ne zaman Zürih'ten trenle
St. Petersburg'a gidip çalışmalarını tamamladı ve bir kitap yazdı ya
da binlerce kişinin
önünde bir konuşma yaptı? Faşist ve Bolşevik hareketler;
başarılı
konuşmacılar, kelimelere hükmeden ustalar
tarafından
başlatıldı! Politikacıyla konuşmacı arasında öyle belirgin bir fark yok. Tarih, başarılı politikacıların aynı zamanda çok başarılı birer hatip olduk-
tarını açıkça gösteriyor: Napoleon, Sezar, Büyük İskender, Mussolini, Lenin ve daha adını sayabileceğimiz pek çok kişi...
Hepsi hem çok
büyük birer yönetici hem
de başarılı
konuşmacılardı. Şayet bir
kimse bünyesinde
retorik yeteneği, organizasyon becerisi ve felsefe
yapabilme yetisini bir araya getirebilmişse; bilgiyi yayma becerisi varsa ve insanları kendi bayrağı altında toplayabiliyorsa, işte o
zaman gelecek vadeden bir devlet adamı olabilir.
Bugün biri
bana, "Siz, yalnızca
bir demagogsunuz!" derse ona
şöyle
karşılık veririm: "İyi yanından bakarsak, demagoji aslında kitlelerin
ben ne istersem onu düşünmelerini sağlama becerisidir." Elbette kitlelerin
hislerini de değiştirebiliriz ki bu da kötü tarafından bakıldığında yine demagojidir. Bu durumda söylediklerimin sadece şeklini değil, içeriğini de değiştirebilirim.
Bana
artık
işlerin değiştiğini de
söylemeniz
de çok mümkün değil. Eskiden konuşmacılar politik hareketleri şekillendirirdi, şimdi ise
basının
güçlü olduğu bir
devirde yaşıyoruz,
bu konuda etkili olan kişiler ise
artık yazarlar diyemezsiniz çünkü bunun
yanlış bir teori olduğu aşikar. Elbette basın çok önemli ancak eğer iyi
yazılmış
editöryal metinleri incelerseniz, aslında yalnızca konuşmaların yazıya dökülmüş hallerinden farksız olduklarını görürsünüz. Marksistler yazarları sayesinde
kazanmadılar,
o yazıların her
biri aslında birer propaganda metni olduğu için başardılar zira her biri toplumu kışkırtanlar tarafından yazılmıştı. Ofislerinde ya da sigara dumanıyla dolu
barlarda oturup şık ve entelektüel olmaktan uzak ortalama bir zekaya
sahip her insanın
anlayabileceği net
kelimelerle sert yazılar
yazıyorlardı. Kitlelerin
Kızıl medyadan etkilenmelerinin sebebi
buydu. İşte bu bizim de ders çıkarmamız gereken bir örnek. Marksizm,
emrinde büyük kahinler olduğu için kazandı - bilakis tek bir tane kahinleri
dahi yoktu; kazanmalarının
tek nedeni çığırtkanları tarafından yayılan saçmalıklar ve Lenin
ve August Bebel'in
becerileridir. Marksizmin kazanmasını onlar sağlamıştır. Şayet bizim milliyetçi
hareketimizin de emrinde böyle çığırtkanları olsaydı, güçlü
entelektüel temelleri sayesinde zafer kazanması zaten kaçınılmaz
olurdu. Bazı eleştirmenler şikayet
ediyormuş: "Tek yaptığınız başkalarını eleştirmek. Sadece bir şeylerden dert yanıyorsunuz ama kendiniz de daha iyisini beceremiyorsunuz!" Başkaları da şöyle diyormuş: "Der Angriff' tam anlamıyla
bir
olumsuzluk abidesi. Bir değişiklik yapın da arada bir iyi şeyler de yazın." Şahsen benim İsidor
Weiss2 hakkında söyleyecek olumlu bir sözüm yok, ancak kötü şeyler söyleyebilirim. Ayrıca
cumhuriyet konusunda da söyleyecek olumlu bir şey bulamıyorum zira yaptıklarında herhangi bir olumlu yan da göremiyorum. Ancak olumsuz yanlarını bir kenara bırakırsam olumlu tek bir şey söyleyebilirim belki: Başına
gelmiş geçmiş en iyi devlet adamını da getirseniz, o bile bu cumhuriyeti adam edemez. Marksizm neredeyse altmış yıldır hata üzerine
hata yapıyor. Bunun sonucu da 9 Kasım 1918'de devletin ele geçirilmesi oldu. Bir keresinde Hitler şöyle demişti: "Her zaman olumlu
şeyler yapmaya çalışan
çokbilmişleri benden uzak
tutun!" Ancak ve ancak olumsuzluğun kökünü kurutmayı başarırsak olumlu şeyler
yapma fırsatı elde edebiliriz. Lider dediğiniz insan, öyle
toplantı masalarında değil kalabalıkların arasında doğuyor; halkın içinden
yetişen güçlü bir lider o halkı kolayca kendi yoluna çekebilir. Gelgelelim kitle dediğimiz toplulukta da zayıf, korkak ve tembel insanlar
çoğunluktadır. Bir kişi,
asla o kitlenin tamamının sempatisini kazanmayı
başaramayacağından o kitlenin arasından en iyileri seçerek zafer
kazanabilecekleri konumlara getirmesi gerekir. Parlak zihinlerin görevi de budur. Böylesi bir zihni; memnuniyetle hizmet edeceğimiz, diğer tüm insanların üzerinde bir dehayı
bizlere bahşettiği için kadere şükredi-
' Goebbels'in hazırladığı, Berlin'de yayımlanan gazete.
' Berlin polis teşkilatının Yahudi komiseri.
yoruz.
Kazanacağımıza
dair de bir işarettir bu
aynı zamanda. Şayet diğerleri, bilgeliklerini çoğunluğun kabullendiği kurallarda bulurken bir siyasi
hareket tek bir insan tarafından yönetiliyorsa, bu siyasi hareketin en
nihayetinde zafere ulaşması
işten bile değildir. Ne
zaman kazanacağının
ya da kazandığının bir önemi yoktur,
bulunduğu
çevrede işler bu
şekilde
gittiği sürece er
ya da geç
kazanacaktır. İstediğiniz kadar
etrafınıza
bakının, her yerde hareketimizin entelektüel temellerini göreceksiniz.
Takipçilerin de diğer liderlerin
de görevi, bu bilgiyi, parçalanmış ulusumuzun her bir ferdinin yüreğinin en
derinlerine ulaşıncaya değin yaymaya devam etmektir. Eylemlerimizin her bir detayı mümkün olduğunca net olmalıdır. Asla pes etmeyeceğiz. Her şey net
olursa, liderimizin herkese üstün gelen
bir hatip olmasına
da gerek kalmaz. Söylediği net birkaç kelimeyle
zaten bir propagandacıya
dönüşür. Eğer en
alt kademedeki adamımızdan
Führer'in kendisine kadar koca bir propagandacı ordusu yaratmayı başarırsak ve her birimiz kristal kadar
berrak bilgimizi kitlelere yaymayı görev edinirsek, dünya görüşümüzün devleti bir şekilde ele
geçireceği
günler gelecek; organizasyonumuzun damarlarına güç sızdığında nihayet bir sömürge olmaktan
kurtulup kendi şekillendirdiğimiz
politik devletimizin vatandaşları olacağız.
İşte, bu
dünyadaki
misyonumuz tamamen budur: Vatandaşlarımızın huzurla yaşayabilecekleri bir devlet kurmak! Ancak bunu başardığımızda ulusumuz dünya tarihinin
sonuna dek yaşamayı
sürdürecek bir kültür yaratacaktır!
YAHUDİLER
21 Ocak 1929
Almanya'da
her konu açıkça
tartışılabilir ve
her Alman, her konuda görüşünü dile
getirme ve her konuda sorular sorabilme hakkına sahiptir.
Bir vatandaş
Katolik iken, diğeri Protestan
olabilir; biri işçidir,
diğeri işveren; biri
kapitalist, diğeri sosyalist;
biri demokrat, diğeri aristokrat... Birinin ya da diğerinin tarafında olmak o kişiyi onursuz
kılmaz.
Tartışmalar halka
açık ortamlarda da gerçekleşebilir ve meselelerin kafa karıştırıcı olduğu yahut net olmadığı noktalarda
içlerinden
biri savları ya
da karşıt
iddialarıyla bir
temel oluşturur.
Ancak tek bir sorun var ki asla
halka açık bir biçimde tartışılmaz, hatta hakkında bir
imada bile bulunulmaz: Yahudi sorunu. Halkımızın tabusudur bu mesele.
Yahudiler
her türlü tehlikeye karşı bağışıklık kazanmış durumdadır: Bir kimse, bir Yahudiye parazit,
hain, çıkarcı,
dolandırıcı diyebilir
ve Yahudi tüm bu lafları, yağmurluğunun üzerinden akan
damlalarmışçasına
umursamaz bir tavırla göğüsleyebilir. Ancak ona doğrudan doğruya 'Yahudi seni!' derseniz, nasıl yaralandığını ve size nasıl aniden
kar-
şıhk vermeye
başladığını
gördüğünüzde şaşırıp kalırsınız: "Kimliğim ortaya çıktı!"
Bir
kimse, bir Yahudi karşısında
kendini savunmayı asla
başaramaz.
Bulunduğu güvenli alandan
yıldırım
hızıyla çıkıp hücuma geçerek size
saldıracak
ve kendini savunmak için her
türlü becerisini kullanacaktır.
Bir
anda saldırganın
suçlamalarını doğruca kendisine
yöneltir ve saldırganını yalancı, terörist, fitneci ilan eder. Bu noktada insanın kendisini
savunması
boş bir çaba olacaktır. Zira Yahudilerin istediği de
tam olarak budur; düşmanına
karşılık vermek için her
gün yeni yalanlar uydurur ve sonucunda düşmanı kendini
savunmak için o kadar çok zaman
harcar ki Yahudinin asıl korktuğu şeyi yapmaya zamanı kalmaz:
Saldırmaya!
Suçlanan bir anda suçlayan olur;
sonra suçlayanı
doka çeker. İşte bu yüzden bir
liderin yahut bir hareketin Yahudilerle mücadele ettiği zamanlar çok geride
kaldı.
Şayet bu milletin gerçek doğasını görmezden gelirsek sonunda bizim de başımıza gelecek
olan bu. Bunun olmaması
için de şu radikal
sonuçlara
erişecek kadar cesur davranmak zorundayız:
ı. Yahudilerle
pozitif yöntemler
kullanarak mücadele edemezsiniz. Yahudi negatiftir ve bu
negatiflik Almanya'nın
sisteminden tamamen silinmelidir,
aksi takdirde Yahudi bu sistemi sonsuza dek çökertecektir.
2.
Yahudi
sorunu Yahudilerle tartışılmaz.
Yahudiye kendisinin zararsız kılınması gerektiğini kanıtlamak
mümkün değildir.
3.
Yahudi'ye
dürüst bir muhalife verdiğiniz hakları tanımamalısınız, zira Yahudi, dürüst bir
muhalif değildir.
Cömertliğinizi ve
soyluluğunuzu
sizi tuzağa düşürmek için kullanacaktır ancak.
4.
Yahudilerin
Almanya'nın
sorunları hakkında söyleyecek
bir lafı da olamaz. O bir yabancıdır ve bir misafirin sa-
hip
olabileceği,
her daim kötüye kullandığı hakların keyfini çıkarır ancak.
5.
Yahudilerin
sözde dini ahlakının bildiğimiz ahlakla hiçbir ilgisi
yoktur. Onlardaki daha ziyade ihanet etme cesaretidir. Bu yüzden asla
devletin kendilerini korumasını beklememeleri gerekir.
6.
Yahudilerin
bizden zeki oldukları
falan yok, sadece daha akılcı davranıp daha becerikli olabiliyorlar. Kurdukları düzeni ekonomik açıdan çökertmemiz pek mümkün görünmüyor zira Yahudiler bizden çok daha
farklı ahlaki kuralları benimsemiş durumdalar. Düzenleri ancak
politika aracılığıyla
temelinden sarsılabilir.
7.
Bir
Yahudi asla bir Almanı
aşağılayamaz. Bir
Yahudinin iftiraları,
bir Alman için ancak
Yahudilerin karşısında
durabilmesi karşılığında aldığı onur madalyaları olarak görülebilir.
8.
Giderek
daha fazla Alman vatandaşı
yahut da Alman kökenli hareket,
Yahudilerin karşısında
durursa, kazancımız o kadar artar. Şayet bir
kimse Yahudilerin saldırısına
uğruyorsa bu, o kişinin şüphesiz doğru yolda olduğuna işarettir. Ancak Yahudiler tarafından dışlanmayan yahut da onlar tarafından övülen kimse işe yaramaz
biridir ve hareketimiz için tehlike
arz etmektedir.
9.
Yahudiler,
Almanların
bütün sorunlarını kendi
konumlarına
göre değerlendirirler. İşte tam
da bu sebepten Almanlar olarak bizler, bir Yahudinin söylediklerinin tam tersini doğru kabul
etmeliyiz.
ıo. Bir
yurttaş ya Antisemitizmi kabul eder ya da
onun karşısında
durur. Yahudileri savunan her kim
olursa olsun, kendi halkına zarar
veriyor demektir. İnsan ya Yahudi uşağı olur
ya da Yahudi karşıtı.
Yahudi karşıtı olmak
tamamen bir ruhsal temizlik meselesidir.
İşte, ancak
tüm bu prensipler benimsenir ise
Yahudi karşıtı hareket başarılı olma
şansı elde etmeyi umabilir. Bu
prensipleri
benimseyerek uygulayan bir hareket muhakkak ki Yahudiler tarafından ciddiye alınacak ve
içlerine
korku salacaktır.
Yahudilerin
böyle bir hareket karşısında bağırıp çağırmaları da o hareketin şüphesiz doğru yolda olduğuna işaret edecektir. İşte bu
yüzden son zamanlarda Yahudi gazetelerin bize saldırıyor olmasından memnunuz. Terör lafları ederek sağda solda
bağırıp
çağırabilirler. Biz
ise onlara Mussolini'nin tanıdık sözleriyle karşılık veririz ancak: "Terör mü? Asla! Bu sadece sosyal temizlik. Doktorların bünyeden bakterilere yaptığına benzer
bir şekilde biz de bu insanları sirkülasyondan ayrıştırıyoruz. "
ı9Martı928
"Birbirini çok iyi tanıyan
üç yüz adam, ekonomik anlamda bütün bir kıtanın
kaderini belirliyor. Haleflerini
de yine kendi sınıflarından seçiyorlar.n
25 Aralık 1909'da Viyana'nın
yeni özgür gazetelerinden birinde o üç yüz adamdan birinin -ki kim olduğunu kesinlikle
biliyorsunuzdur- yazdıklarıydı bunlar. Kendisi,
cumhuriyet döneminde
bakanlık yapmış öncül bir kapitalist, Bolşevik dostu bir politikacı olan ve Yahudiliği uluslararası ortamlarda da bilinen Walther Rathenau•... Öldüğü gün yüz binlerce Marksist
proleter kapitalizm karşıtı gösterilen yapıp Rathenau ve sosyalizm
aleyhine sloganlar atmıştır.
Sonrasında uluslararası finans otoriteleri,
Alman halkının
kıymetli haklarının yönetimini ele almıştır, şimdi de daha önce
yalnızca bize ait olan güçlü alanlarımızda kendi evle-
1
Yahudiliğinden dolayı aşırı sağcı
grupların kin beslediği Weimar Cumhuriyeti'nin eski bakanlarından Rathenau, Sovyet Rusya
ile ticaret yapılmasını
engelleyen unsurları ortadan kaldıran
Rapallo Antlaşması'nı imzaladıktan kısa süre
sonra Berlin'de bir suikasta kurban gitmiştir
ve Naziler iktidara geldikten
sonra da kendisi için yapılan anma törenleri yasaklanmıştır.
rindeymişçesine at koşturuyorlar. Yahudi ırkının,
"Bütün halkları bir çırpıda yiyip bitirin," diye öğüt veren kadim yasasına sadık kalarak ulusumuzun direnmek yahut da devrim yapmak suretiyle onlara karşı koymalarını sağlayacak gücü de ellerinden almaya başladılar. Sonrasında da adım adım devletin en önemli organlarını ele geçirmeye koyuldular.
Günümüzde ise para piyasalarını kontrol etmekteler ve Alman üretiminde en büyük pay olan nakliye sistemimiz ile diplomatik ve askeri kapasiteleri sayesinde
de sınırlarımızı
özgürce kontrol edebiliyorlar.
Neredeyse bütün
basın yayın organları onların elinde; bu sayede de
kamuoyunun görüşlerini kontrol altında tutup hükümet ve parlamentoyu istedikleri gibi şekillendiriyorlar. Alman politikacıların
yardımıyla saraya gözlemcilerini -mesela gizli Kayzerimiz Parker Gilbert[IV]
gibi adamları- soktular. Parker, kolonilerden gelen paraların tamamını tekelinde bulunduruyor, harcamaları ve gelirleri kontrol
ediyor, bunu da gayet kolayca yapıyor çünkü parlamento ve hükümet de tamamen onların emrinde. 9 Kasım 1918'de Almanya'yı
mahkum ettikleri kölelikten beter şartlar, bu zavallı
hükümetin ayakta kalmasını sağlıyor.
Günümüzün Marksist partileri de
bu sömürgecilerin elinde oyuncak olmuş durumda. Onların yardımıyla dünya borsası, Alman halkının
tüm mal varlığını çalmayı başarabiliyor. Dünyayı yerinden oynatan askeri mücadeleler sırasında Almanya'nın en kıymetli iki milyon çocuğunu aldılar elinden; Wall Street'e
onların kanının
bulaştığı altın külçeler taşındı ve bizim en ufak bir pay almamıza dahi izin vermediler. Elimizdeki her şeyi almak için uydurdukları sözde enflasyon canavarının arkasına saklandılar ve mal varlıklarımızın
yerine yepyeni bir kur sistemi
getirdiler ki o da bize ait bir sistem değil, tepemize çökenlerin sistemi. Düşman
dünya, ulusumuzun en hayati organlarını avucunun içine almış durumda.
Modern büyükşehirlerin asfalt caddelerinde Yahudiler, altından emperyalist bir Kızıl[V]
diktatörlük inşa ediyorlar ve en büyük destekçileri de basın, işçi hareketleri, parlamento ve burjuva partilerin korkaklıkları. Geçen her bir sefil gün kızılların kanla kaplı altınlara yürüyüşlerinde
atılan bir adımı temsil ediyor aslında. Her şey öyle acımasızca ilerliyor ki insan; politika, ekonomi ve kültür alanındaki son Alman kalıntıları da ortadan kalkınca yolun sonuna geldiğimizi matematiksel bir
kesinlikle görebiliyor.
İşte içinde bulunduğumuz durum bu! Bizler kafa patlatıp hayalet kovalarken, para Alman iş gücüne son yıkıcı darbesini indirmek için hazırlanıyor ve bugün, Alman halkının
direnişe yönelik arzusunun uyanışı hızına bakılacak olursa, bu felaketin inanmak istediğimizden çok daha yakın bir gelecekte gerçekleşeceğine şüphe yok.
Büyük ulusal ve uluslararası partiler, utanç verici bir biçimde silah bırakmak
zorunda bırakıldıklarından beri düşman dünyanın
güçlerine, ister açıkça isterse de gizliden gizliye olsun, bir şekilde özlem duyuyorlar. Bu noktada hepsi ya çöküş için çalışacak ya da, ister bilinçli isterse de farkında olmadan olsun, bir şekilde karşı koymaya yönelik
isteksizlikleri ve korkaklıklarıyla çöküşe giden yolun kısalmasında rol oynayacaklar.
Parlamentoda laf kalabalığı yapılıp saçma tartışmalar edilirken, paranın güçleri kimsenin haberi olmadan Almanya'nın iş
gücünün üzerine çökme kampanyasını açıkça ve doğrudan
doğruya daha da ileriye taşıyacak. Bir gün yine 1914 ve 1918'de yüzleşmek zorunda kaldığımız gerçeklerin yaratacağı felaketlere hazırlıksız yakalanacağız. Ancak bu sefer durum, bu tarihi dünya savaşının başladı-
ğı ilk
dönemde
olduğundan çok daha
acımasız
ve çok daha
korkunç olacak.
Peki,
durum böyleyken
bizler, halkımızı direnişe çağırmakta haksız mıyız? Almanlar olarak altından ve
kardeşlerimizin terleri ile kanlarından örülmüş o kölelik zincirlerini
mi hak ediyoruz?
Paranın lortları, halkımıza son bir darbe indirmeye hazırlanıyor. Ulusumuzun inancının ve
tutkusunu elinden alarak bizi itibarsızlaştırıp aşağıladılar, şimdi de boğazımızı sıkarak sonumuzu getirmek niyetindeler. Hiçbir söylev, hiçbir yalvarış bunu engel olamaz - bizler ancak
buna karşı ancak direnebilir, savaşabilir ve düşmanlarımıza saldırarak karşılık verebiliriz! Bize artık Tanrı bile yardım edemez.
Kendi kendimizi kurtarmak zorundayız!
Her
birimizin hayatı
büyük bir tehlike altında. Alman
halkı
mütemadi bir acil durum içerisinde. Unutulmamalıdır ki düşmanı durdurmak
için de her yol mubahtır.
Elimizdeki
her şeyi kullanmaya hazırız. Şayet Almanya'yı hu altın çılgınlığından kurtarabilirsek bu, dünya tarihinde
en büyük
başarılardan biri
olacak. Altına
karşı kan! Paraya karşı iş gücü! Yasal paragraflara karşı yumruklar!
Ölüm laflarına
karşı yaşam hakkı!
İşte biz
bunun için yola koyulduk!
30 Nisan 1928
Biz,
Weimar Cumhuriyeti dediğiniz
şeyi ve onun cumhuriyetçi kurumlarını mantıklı nedenlerden dolayı reddeden,
parlamento karşıtı bir partiyiz. Akıllı olanla
aptalı,
üretken olanla tembeli aynı kefeye
koyan sahte bir demokrasinin ilelebet karşısında olacağımızı da herkes bilmeli. Şu anda
egemenliği
elinde bulunduran çoğunluk sistemini
ve organize bir biçimde
gerçekleştirilen sorumsuzlukları, şiddeti düzenli olarak
artan sefaletimizin asıl kaynağı olarak görüyoruz. Peki, o zaman Reichstag'dan ne
istiyor ve dahası, Reichstag'a girerek ne elde
etmeyi bekliyoruz?
Reichstag'a
girmek istememizin tek nedeni aslında gönül verdiğimiz siyasi hareketimizin,
demokrasinin yenilmez silahlarını kuşanmasını sağlamak. Şayet demokrasi hemen hemen hepimize ücretsiz seyahat
etme fırsatı sunacak ve çalıştırmaksızın maaş verecek kadar ahmaksa, bu durum
ancak ve ancak içinde
bulunduğumuz demokratik
düzenin sorunu olabilir. Bizleri devrime ulaştıracak her türlü yol,
nazarımızda
mubah ve güzeldir.
Şayet adaylarımızın ve organizasyon sorumlularımızın en azından altmış ya da yetmiş
tanesinin parlamentoya
girmelerini mümkün
kılmayı başarırsak, devlet de hareketimizin çalışmaları
için gereken maddi desteği karşılıyor olacaktır. Bu, denemeye değer eğlenceli ve keyif verici bir
ihtimal bize göre. Peki, parlamentoya
girersek amacımızdan
sapacak mıyız? Asla! Sizce bir kez o ışıl ışıl parlamenterlerin bulunduğu
toplantılardan birine katıldığımızda Philipp Scheidemann'a
bizimle kadeh tokuşturmasını teklif l'decek duruma mı geleceğiz? Gerçekten de bizlerin, o kalın, gösterişli kırmızı halılarla o geniş
koridorları görünce tarihi misyonumuzu
unutacak kadar zavallı devrimciler olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Parlamentoya giren tüm partiler içten içe çürüyor! Evet, hu bir gerçek ama parlamentoya parlamenter olmak için girenler açısından gerçek yalnızca! Şayet parlamentoya toplumsal yaşamımızda yaşanacak ve giderek daha da yakınlaşan büyük çöküşe karşı
amansızca savaşmak amacıyla girdiyseniz, bir
parlamenter olmazsınız,
oraya ne olarak girdiyseniz öyle
kalırsınız: Bir devrimci olarak!
Mussolini de
parlamentoya girdi. Ancak bundan kısa bir süre sonra Kara Gömlekliler' ordusuyla birlikte
Roma'ya yürüdü!
Bugün Reichstag'ın koltuklarında oturan komünistler de var ama kimse, onların ciddiyetle ve faydalı bir biçimde
^·alışma amacı güttüklerine inanacak kadar naif değil. Bir şey daha var ki o da, tehlikeli adamlarımızın yasal süreçlere bağışıklık
kazanmalarını sağlayamazsak, er ya da geç hepsinin kendilerini demir parmaklıklar ardında bulacakları gerçeği. Peki, bu adamlarımız parlamentoya
girerlerse bu hağışıklığı kazanacaklar mı? Kesinlikle!
' Mussolini'nin kurucusu olduğu, başlangıçta otuz beş kırk bin kadar gençlen oluşan yarı askeri faşist grup. Parlamentoya girdiğinden beri hükümeti ele geçirme
hedefi güden Mussolini, 15 Ekim 1922'de mevcut hükümetin istifasıyla birlikte gündeme gelen siyasi bunalımdan faydalanarak 28 Ekim günü Kara Gömlekliler ile birlikte merkezleri olan Napoli\len ayrılıp Roma'ya yürüyüşe
başladı.
Demokrasi
denen olgunun sonu yaklaştığında,
demokrasinin güçlerini gizlice
kullanacak olan kapitalist diktatörlüğün dehşetine başvuracaktır. Ancak bunun gerçekleşmesinden evvel biraz daha zamanımız var,
bu arada yoldaşlarımız,
parlamenter sistemin
nimetlerinden, cephemizi giderek genişletecek şekilde faydalanacaklar ve nihayetinde öyle büyüyeceğiz ki bizi yok etmek demokrasinin
arzu edeceği kadar kolay olmayacak.
Bir
şey
önemli detay daha var: Eylemcilerimiz, cumhuriyeti güçlendirmek için yapacakları seyahatlere ayda altı yüz ila
sekiz yüz mark harcayacaklar. Bu noktada
seyahat masraflarını
da devletin, en azından kendilerine
ücretsiz
demiryolu kullanım kartı sağlayarak karşılaması uygun olmaz mı sizce
de? Cumhuriyet rejimi bize yardım etmek
için
böylesine şiddetle özlem çekerken ufacık bütçemizi de Yahudilerin demiryollarına harcayacağımızı düşünen kimse yoktur herhalde, değil mi?
Bu,
bir tür
uzlaşmanın işareti mi?
Gerçekten
de yeni bir Almanya'ya olan inançlarını karşınıza geçip yüz hatta belki
bin kere haykıran,
öfkeli kalabalıkların karşısına geçerek
onlarca kez ölümü
gülümseyerek karşılayan, resmi
ya da gayri resmi fark etmeksizin, doğa için yapılan her türlü direnişte sizin yanınızda olan,
ne bir şiddetin
ne de emrin karşısında diz çökmüş insanlar
olarak bizlerin, sırf
ücretsiz demir yolu kullanım hakkı vereceksiniz diye silahlarımızı bir kenara bırakacağımıza gerçekten inandınız mı?
Sadece
halkın temsilcisi olmak isteseydik,
Nasyonal Sosyalist olmaz; muhtemelen ulusalcılara ya da sosyal demokratlara katılırdık. Mecliste koltukların çoğunluğuna sahip oldukları için kimse onların bu
öncü
gücüyle savaşmak uğruna yaşamını tehlikeye
atmazdı.
Ancak
bizler oy almak için halka yalvarmıyoruz. Bizler, sağlam bir
inanç, tutku ve adanmışlık talep ediyoruz! Oy dediğiniz sizin
için
olduğu kadar bizim için de
iktidarı
ele
geçirmek için bir araçtan ibaret.
Kaderin çağrısıyla
kaderi şekillendirmek üzere mermer koridorlarından geçerek gireceğimiz parlamentoya, içinde çıktığımız kalabalıkların devrimsel isteklerini de getireceğiz beraberimizde. Bizler o kokuşmuş yığına dahil olmayı asla
istemiyoruz. Bilakis, parlamentodaki pisliği söküp atmaya geliyoruz.
Hedefimiz
asla salt parlamentoda olmak değil. Kalabalık mitinglerimizde ve kahverengi
ordumuzun• o büyük
gösterilerinde düşmanımıza aslına ne olduğumuzu açıkça göstermiş olduk. Parlamentonun kurşun gibi
ağır atmosferinde de bunu göstermekten asla geri durmayacağız.
Ne
çekimser
kalmaya ne de ittifak kurmaya
geliyoruz! Bizler, parlamentonun düşmanıyız! Kuzuya saldıran kurtlar
misali geliyoruz! Artık
yalnızca müttefiklerinizin arasında olmayacaksınız! Biz de sizin aramızda olmanızdan memnun olmayacağız!
'Kahverengi gömlekliler.
19 Kasım 1928
Deha,
doğası
gereği, yeteneğin yalnızca fark
edebildiği
gerekli ve aynı zamanda
harikulade şeyleri hayal edebilme yetisine
sahiptir. Deha, genellikle temel bir yaratıcı düşünce ürettikten sonra onu pek çok farklı biçimde geliştirir. Yetenek, iyi fikirleri destekler ancak o
fikirler her daim başka yerlerde ve yeteneğin desteklemesinden
çok önce
şekillenir.
Yeni, yaratıcı,
başyapıt sayılacak, sonsuzluğa uzanan
ne varsa dehanın
ürünüdür. Yetenek ise hali hazırda var
olanla kendini tatmin edebilir. Dehanın aksine;
ender bulunan, zamansız,
etkileri sonsuz olan bir olgu değildir. Yeteneğin insana verebilecekleri; beceri,
sebat ve çalışkanlığın
sonucudur. Deha ise zarafetiyle başlı başına yaratıcılıktır.
Gerçek anlamda
büyük bir şahsiyetin en derin gücü, içgüdülerinde köklenir. Bazen neden bu kadar sahici olduğunu anlamak
zordur ancak bu noktada şunu söylemek muhakkak yeterli olacaktır: Tarihi etkileyecek şahsiyetler oldukları gibidir. Sıkı çalışarak, bilgi edinerek ve okulda verilen eğitimle anlaşılacak bir şey değildir; Tanrı dehayı kime bağış-
!adıysa onu topluluk içinde öne çıkarır. İnsan çabasının var olduğu
her türlü ortamda dehayı
çağırır insanlık. Böylece yaratıcı ruh; o dehayı, doğanın gücünü ortaya koymak adına ne olması ve ne yapması
gerekiyorsa onu yapmaya zorlar.
İşte; Hitler konuştuğunda, sözlerinin sihirli gücü
her türlü direnişi bir şekilde
kırıyor. İnsan onun ya dostu ya düşmanı olabiliyor; Hitler adeta sıcağı soğuktan ayırarak ılık bir ortam yaratıyor. Hatta kendisinin en azılı düşmanıyken onu ilk kez dinleyip de on dakika içinde Hitler'in en tutkulu
destekleyicilerine dönüşen insanlar dahi var. Her
şeyi olağanüstü
sadeleştirebilir, öyle ki birkaç kelimeyle Almanya'nın en ayrılıkçı sorunları dahi temelinden sarsar ve en temel, en yalın ve acımasız
kaygıları ortaya çıkarıverir. Ona karşı
asla boş laf edilemez. İşte Almanya'nın önde gelen yöneticilerinin
bu adamın konuşmasını istememesinin, yasaklar getirmesinin esas sebebi de budur! Onların bakış açısını açıklamak için
Robespierre'in1 bir
zamanlar Marat' için söylediklerini alıntılamak uygun olacaktır:
"Bu adam tehlikeli. Kendi yalanlarına kendisi de inanıyor!"
Halk, karşısındakinin dürüst olup olmadığını
sezmek konusunda sağlam bir içgüdüye
sahip. Uzun vadede bu ulusal içgüdü; bir lider yahut hareket, söylemleriyle ters düşecek kadar farklı
davranıyor ya da farklı düşünüyorsa, buna asla kanmıyor. Ancak bu konuda
Hitler'den şüphe
eden tek bir vatandaşımız yok! İnsanlar
onu ya tamamıyla yok sayıyor
ya
da onu üçüncü Reich'ın ayağa kalkması için son umutları olarak görüyorlar.
Onu dinleyen bir kimse, temsil ettiği dünya görüşünden farklı
düşündüğüne dair ufacık bir şüpheye dahi kapılmıyor.
' Fransız lhtilali'nin liderlerinden olan ve Jakoben kulübe mensup Fransız
hukukçu ve politikacıdır. Devrim sırasında
Kral XVI. Louis de dahil olmak üzere pek çok
insanın ölümünden sorumlu olduğu söylenir. Bunlardan biri de Jean Paul Marat'tır.
· )can Paul Marat. Fransız biliminsanı ve hekimdir ancak Fransız İhtilali'nden çok önce mesleğini bırakmış ve devrim sırasında oldukça radikal bir tavır takınmış Jakoben- lerdendir.
İşte gucunun kaynağı da tam olarak buradan geliyor: Nasyonal Sosyalist harekete ve dolayısıyla da Almanya'ya delicesine inanıyor olmasından! Bugün, zaten aşikar
olanı insanlara açıkça göstermekle suçlanıyor. Ne yazık ki günümüzde politik yaşamımızın
gerçeği onun temsil ettiklerinin
tamamına ters düşüyor.
Neden günümüzde, Almanya sınırları
içerisinde kimse aşikar olan gerekliliği
pratiğe dökme gereği duymuyor?
Bir devlet adamının üç özelliği bünyesinde kesin olarak barındırması gerekir: Bir şeyleri içgüdüsel olarak sezebilmek, gördüklerini
diğerlerine de gösterebilme yeteneğine ve bunları politik eylemlere yansıtabilme becerisine sahip olmak. Bir devlet adamı vizyon sahibi ve
hitabet gücü
yüksek olmalıdır, ayrıca insanları örgütleyebilmeyi de becerebilmelidir. İşte bu özelliklerin tamamını Hitler'de görebiliyoruz. Bugün Hitler'in propagandası, güzel konuşma
sanatının çok daha ötesine geçmiş durumda ve politikasının temelini de bu özelliği oluşturuyor. Hitler, bilgi ve politik gerçeklik arasında bir tür aracılık görevi yapıyor adeta. Pek çok politikacının bilgisi var, hatta bazıları örgütleme becerisi de sahipler ancak Almanya'da, sözcükleri gücünü geleceğin politik değerlerini
şekillendirmek için kullanabilme becerisine sahip olan tek lider ise, Hitler! Pek çok kişi seçimle başa gelir ancak seçilmiş kişi olmak bambaşka bir şeydir.
Bizim, Hitler'in bizim iyiliğimiz için konuştuğuna ve hepimize yol gösterdiğine olan inancımız tam!
İşte bu yüzden ona yürekten
inanıyoruz! Kaderin zarafetinin, Hitler'in o güçlü insan formunda hayat bulduğunu görebiliyor, umutlarımızı onun ideallerine bağlıyor ve hem onu hem de
bizleri ileriye gitmeye teşvik eden yaratıcı fikirlere olan bağlılığımızı
koruyoruz!
Haydi, hep birlikte, geleceğe yürüyelim!
22 Nisan 1929
Rir lidermuhakkakkibünyesinde
şuvasıflarıbulundurmalıdır: Karakter, hırs, beceri ve şans! Şayet bu dört özellik
geleceği parlak bir insanın bünyesinde bir araya gelirse, o adamın tarihe geçeceğine kesin gözüyle
bakılabilir!
Karakter, akla
gelebilecek en belirgin faktördür burada. Bilgi, eğitim, deneyim ve pratik; şayet kişinin güçlü bir karakteri yoksa ona herhangi bir fayda sağlamaktan ziyade kişiye büyük zarar verir. Sağlam
bir karakter ise bu özelliklerin en iyi hallerini ortaya çıkarır. Bunun için cesaret, dayanıklılık, enerji ve kararlılık gerekir. Cesaret, bir insana yalnızca doğru olanın ayırdına varma becerisi kazandırmakla
kalmaz, doğruyu dile getirmesine ve doğru olanı yapmasına da yardımcı olur. Dayanıklılık;
peşine düştüğü hedefi, yolda aşılmaz görünen engellerle karşılaşsa ve birileri onun, pek de popüler bir hedef olmadığını, bizzat kendisini de gözden düşüreceğini iddia etse de asla bırakmama iradesi kazandırır. Enerji, hedefe ulaşmak
uğruna her şeyi riske atma gücü verir ve sebatla hedefe tutunmasına yardımcı olur. Kararlı-
lık ise
bakışlarına
ve zihnine bilginin keskinliğini kazandırır; düşüncelerine ve hareketlerine, ancak gerçekten büyük insanların sahip olduğu, o
ezelden beri oraya buraya savrulan kalabalıklara erişebilme gücünü kazandıran
mantığı bahşeder. Bu
insani değerler
bir araya geldiğinde sözünü ettiğimiz lider karakter şekillenir. Kısacası o karakter, tavır ve
tutumların
akla gelebilecek en yüce formudur.
Bu
noktada amaç; o karakteri bireysellikten evrenselliğe yükseltecektir. Amaç, karakterli bir adamı politikacı yapan esas olgudur. Değerli bir
adamın istedikleri vardır ve
onlara ulaşmak için elindeki tüm imkanları kullanmaya hazırdır. Amaç, harekete geçen adamla
nadiren bir şeyler
düşünen adamı birbirinden
ayıran en önemli unsurdur
aslında.
Eyleme geçmek ile
yapılması
gereken bilmek arasındaki ince çizgiyi teşkil eder. İşte, bizim
için de doğru olan
şeyi isteyip yapmak, doğru olanın ne olduğunu bilmekten
çok daha önemli. Özellikle de politikada doğru olanı yapmayı kast ediyorum. Şayet onu
bulup yok etmek istemiyorsam, düşmanımın kim olduğunu bilmenin
bana ne gibi bir faydası
olabilir? Pek çok kişi Almanya'nın neden çöktüğünü biliyor
ancak çok az insan bu sefaleti sona
erdirmeyi hedefliyor. İşte O'nu
lider olmak isteyen diğer bütün insanlardan ayıran bu:
O yalnızca
amacı istemiyor, istemeyi de amaçlıyor!
Ancak
elbette politika söz konusu olduğunda bir
liderin istedikleri kadar başarabildikleri de büyük önem arz ediyor. Bu da bizi ideal bir
liderin sahip olması gereken üçüncü karakter
özelliğine
götürüyor: Beceri. Süreç başarı da gerektirir. Liderliğe giden
yol, hem bir şey
amaçlamaktan hem
de o amacı kitlelere gösterebilme becerisinden geçer. Tarih
ise herkesi gerçekleştirdiği
eylemlerle değerlendirir. Almanlar olarak bizlerin de bunu anlaması gerekiyor.
Politika toplumsal bir meseledir ve özel meselelerde
geçerli olan kuralları toplumsal
meselelere her zaman uyarlayamazsı-
nız. Biz
Almanlar, bir şeyi istemekle o şeyi eyleme
geçirip
başarıya ulaştırabilme yeteneğini birbirine
karıştırmaya
ve aslında iyiliğimizi istediğini söyleyen beceriksiz kimseleri affetmeye
meylediyoruz sık sık.
Kasım Marksistleri, "Biz
sosyalizmi getirmeyi başaramadık," diyor mesela. "Ama hiç değilse bunu başarmayı istedik."
Bu, oldukça
mantıksız bir savunma, bu durum bizi ancak
herhangi bir insanın keman çalmayı istemesi
kadar ilgilendirebilir. Eğer istiyorlarsa
bunu yapmalıydılar.
Şayet bir kimse bir halkı kurtarmak
istiyorsa bunu gerçekleştirebilmek
için ihtiyaç duyulan
beceriye de sahip olmak zorundadır.
Karakter,
amaç ve beceri, liderliğin bu üç vasfı, ancak
ve ancak lider ruhlu kimselerde kendini gösterir. Bu
vasıflar
o bünyede ya
vardır ya da yoktur. Dördüncü vasıf ise bu üçünü birbirine
bağlar:
Şans. Bir lider aynı zamanda
şanslı da olmalıdır. Kutsal bir ele sahip olması gerekir.
İnsanların,
o liderin yaptığı her
şeyin daha yüce bir
güç
tarafından korunduğunu görmeleri gerekir.
Bir lider şans
dışında pek çok şeyin sıkıntısını çekebilir ancak şans yeri
doldurulamaz bir özelliktir.
Kitleler
liderlere karşı
çıkmazlar. Ancak gerekli amaçlara
ve beceriye sahip olmadan güç talep
eden zorbalara içgüdüsel
olarak karşı çıkarlar. Liderlerin kitlelerin düşmanı olduğu neredeyse hiç görülmemiştir. Bir lider, kitleleri etkilemek için yapılan ve insanları ekmekle
değil lafla doyuran ucuz
dalkavukluklardan uzak durur.
Liderin
pek çok şeyi
yapabilmesi gerekir. Elbette bu,
her konuyu bütün
detaylarıyla bilmesi
gerektiği
anlamına gelmiyor
ancak temel konuları
bilmesi yeterli. Politikasının yürümesi için ona yardımcı olacak
başka kimseler de olmalıdır yanında.
Politik
liderlerin başarıları
söz konusu olduğunda organizasyon sanatı en
önemli etmenlerden biridir.
Organizasyon, görevleri
ve sorumlulukları doğru bir biçimde dağıtmak an-
lamına gelir.
Lider ise bu karmaşık
makinenin çalışmasını sağlayan mekanizmanın ustasıdır.
Bugün Adolf
Hitler'in kırkıncı
yaş gününü kutluyoruz. Kaderin onu, Alman halkına yol
vermesi için
seçtiğine yürekten inanıyoruz. Onu
saygı ve bağlılıkla selamlarken görevini tamamlayana
kadar Tanrı'nın
onu, olabilecek her şeyden korumasını diliyoruz.
BANA OY VERECEK MİSİNİZ?
7Mayıs 1928
Hakkında sekiz dava ve dört tutuklama kararı olan ikinci sınıf bir vatandaş,
öyle mi? Ne hayalperest
adam ama!
Bir makalemde, her
Nasyonal Sosyalistin, ister haklı ister haksız olsun, 'şayet
sapabileceği başka bir yol yoksa' mutlaka
devletin savcılarına
güvenmesi gerektiğini yazmıştım. Buna rağmen Elberfeld'de bir mahkeme beni, devletin savcısına direnmekten yüz mark tutarında bir para cezasına çarptırdı.
Scheidemann'ı1 öldürmeye teşebbüsten hapse atılan
Hans Hustert'in dişleri, berbat hapishane yemekleri yüzünden \·ürümüştü ve ben de
mahkumun dişlerini
yaptırabilmek için bir bağış kampanyası başlattım, bunun akabinde de Münih'te bir mahkeme beni bu
kez de yasadışı yardım
kampanyası düzenlemekten elli mark ödemeye mahkum etti. Yaralı subaylarımdan birinin, Yahudi Doktor
Lewi tarafından tedavi edileceğini
öğrendiğimde de bu zavallı ve yoksul
' Philipp Scheidemann.
Weimar Cumhuriyetinin ikinci şansölyesi. 9 Kasım 1918"de0
Alman Kasım Devrimi henüz
sona ermemişken ülkede cumhuriyeti ilan eden siyasetçidir.
adama bir Alman doktor
bulabilmek için
kampanya başlatmıştım, yine Münih'te
bir başka mahkeme, yine yasadışı yardım kampanyası düzenlemekten bu kez yüz elli mark para cezasına çarptırılmama hükmetti.
NSDAP'nin büyük mitinglerinden birinde, Der Tag dergisinin editörünün, Hitler'in mitingleri için sirk benzetmesinde bulunduğundan
dolayı yakın markaja alınmasını önerdim. Bir zamanlar Adolf Hitler'e korkunç iftiralar atan, kendisinin hayat kadınları
ve kadın satıcılarıyla bir bağlantısı
olduğu izlenimi yaratmaya çalışan aşağılık mahluk Carlotto Graetz'e, sırf bana dava açmasını sağlayabilmek için 'Yahudi domuz' dedim. Dava açmadı ancak 'hiçbir gerekçe olmaksızın karşı
tarafı kışkırtmaya yönelik şiddet eyleminde bulunmak' suçunda altı hafta hapis cezası aldım.
Komiser Dr. Weiss'a, asıl adı Bernhard olduğu halde 'İsidor' adıyla
hitap ettiğim için hakkımda açılmış ancak henüz
sonuçlanmamış bir davam var.
İkinci bir dava da, Der Angriffte yayınlanan
bir
makalemde, az evvel bahsettiğim Bernhard Weiss'ı Roma İmparatoru Nero olarak karikatürize ettiğim ve ondan bahsederken,
"Bernhard daima şükürsüzleri oynuyor." dediğim için açıldı ve yine dava süreci devam ediyor.
Sonra bir üçüncü davam daha var: Der Angriffte
Bernhard Weiss'ın
bir karikatürünü bastım, yüzü eşek
suratı şeklindeydi ancak o olduğu gayet anlaşılıyordu
ve karikatürün altında da, "Acil durumlarda her kıça uygun bir misyon yüklenir," yazıyordu.
Dördüncüsü ise beni, Orje'nin• kim
olduğunu
açıklamaya zorlamak için açıldı.
Beşinci dava, sözde arabamla zavallı bir işçinin bacağını ezip geçtiğim
için açıldı ve olayın üzerinden bir yıl
geçmişti. İşin komik tarafı ise şuydu
ki ben ne hayatımda araba kul-
1
Gaebbels'in yayın yönetmenliğini üstlendiği Der Angriff gazetesinde,
genellikle hiciv yazılarının yer aldığı köşenin yazarının mahlası.
landım ne
de o tarihlerde Berlin'de bulunuyordum. Gelgelelim devletin savcısı, işçiye çarpan aracın plakasının l A 2637 olduğuna ve
benim de böyle bir eylemde bulunabilecek bir
insan olduğuma
inanmış durumda. Kendilerine araba kullanmayı bilmediğimi ve hatta ehliyetim bile olmadığını söylediğimde mesele çok daha
ciddi bir boyuta ulaştı.
Saçma sapan
sorularla toplantıyı
sabote etmeye çalışan kızıl kodamanlardan birini, NSDAP toplantısında olduğunu unutmamasını ve eğer çenesini kapatmazsa S.A.'nın, yasaların izin verdiği biçimde kendisini dışarı atmak
zorunda kalabileceğini
söyledim ve bu da yine 'herhangi bir haklı gerekçe olmaksızın şiddet eyleminde bulunmak' suçundan hakkımda bir dava daha açılmasına neden oldu.
Sonra;
cumhuriyetin, politikacılar,
tüccarlar ve mezatçıtarın söylenip durduğu bir bitpazarından farksız olduğunu söylediğim
iddiasıyla yedinci bir dava açıldı, 'cumhuriyetin
varlığını
tehdit etmekten' hem de.
Sekizinci
dava ise artık devam etmiyor, sonuçlandı; bu davanın gerekçesi de 'amacının bilincinde
olan kararlı bir azınlığın, günü gelince bu devletin korkak çoğunluğunun üzerine yürüyeceğini ve güç kullanarak
tefecilik ile çıkarcılığın
sonunu getireceğini' söylememdi. Bu söylemimi de
'vatana ihanete teşebbüs'
olarak değerlendirip cezamı kestiler.
Güvenilir kaynaklardan
öğrendiğim
kadarıyla daha dört dava
üzerinde
de çalışmalar devam ediyormuş. Beni ne ile suçladıklarından henüz haberim yok ancak elbette bu pek
de önemli bir detay değil zira
devletin savcılarına
malzeme vermek için ağzımı açmam ya da yalnızca kalemimi
birkaç kez oynatma yeterli oluyor.
Ben,
ne Barmat'tan[VI] altın kürdan aldım ne de ondan gelen ipek bornozları kuşandım. Enflasyon patladığında bu adamlardan ne dolar aldım ne
de gulden2•
Ne
Alman halkını ne de halkımın onurunu
hiçe sayacak tek bir harekette
bulundum. Ancak vatanımı
başkalarına muhtaç eden
bu korkaklarla her daim mücadele ettim.
Bir
metro sistemi kurarak bir anda yüz yirmi
bin mark değerinde
lüks bir villa sahibi olmayacağım da açık ve
net ortada olsa gerek.
Ayrıca kimse
de imzalı
fotoğrafımı masasının başköşesine
filan koymuyor.
1918'den
bu yana içinde
bulunduğum şartlar altında pek
bir şeyler
başarma şansı da
edinemedim bu yüzden.
Peki
ya sizler, bu durumda gerçekten bana
oy verecek misiniz?
ALMANLAR, YALNIZCA YAHUDİLERDEN
ALIŞVERİŞ YAPIN!
ıo Aralık 1928
Neden?
Çünkü Almanlar adil ticaretle mallarını uygun
fiyatlara satarken Yahudiler kalitesiz
mallar alıp halka daha ucuza satıyorlar. Çünkü Almanlar sizinle dürüst ve
adil bir ticaret yaparken Yahudiler sizleri kandırıyorlar. Çünkü Almanlar yalnızca kaliteli
mallar satarken Yahudilerden her türlü çerçöpü fahiş fiyatlara satın alabiliyorsunuz.
Almanları halk
düşmanı,
Yahudileri kan kardeşleriniz olarak görmenizi sağlamaya çalışıyorlar. Almanlar tembellikle mahsul alırken Yahudiler
sözde
alın teriyle ürün topluyorlar sizin için. Yahudiler
dört yıl
boyunca cephede sizinle omuz
omuza savaşıp
Almanların şanı ve
büyüklüğü
uğruna canlarını tehlikeye
atarken, gerçek Alman ulusu bir köşeye çekilip yalnızca ahkam kesti çünkü. Almanya
yaşasın diye Yahudiler birer birer can
verdi. Devrim ve savaş
süresince her şeyini kaybetmemiş tek bir Yahudi ve bu sürede zenginliğine zenginlik katmayan tek bir Alman
var mı
etrafınızda,
bir bakın? Almanlar İsa'yı çarmıha gererken Yahudiler
onun sevgi öğretisini
hayata geçirmedi mi?
Bu yüzden yalnızca Yahudilerin mağazalarından alışveriş yapmalısınız. Zaten ufacık
bir Alman esnafını neden umursayasınız ki? Aslında o küçük Alman esnafların
Filistin'e geri dönüp mallarını orada satmaları
gerekiyor. Zira hiçbiri Almanya'da bizimle yaşamaya layık insanlar değiller! Küçük işletmelerin birer birer batmaya başladığına dair yaygara koparanlardan
artık bıkmış
durumdayız zira hepimiz o güzelim, konforlu Yahudi mağazalarından gayet memnunuz.
Sayelerinde her türlü ucuz paçavraya kolayca ulaşabiliyoruz.
Her sokağın başında bunlardan satan bir mağaza bulabiliyoruz; spot ışıkları gecenin karanlığında
parlıyor, vitrinlerine Noel ağaçlarının
aydınlatmaları yansıyor, Kitsch1 denizinin ortasında melek figürleri
sallanıyor, çocuklar gülüşüp el çırpıyor ve sevecen Yahudi esnaf ise tüm bunların ardında elleri mutlulukla ovuşturarak gelecek müşterilerini bekliyor. Böylesi bir enerjiye sahip
olan ve böylesine
cömert bir Alman esnafı nereden bulacaksınız?
Belki şimdi Almanların da hayatta kalmaya çalıştığını söyleyeceksiniz ancak ne fark eder? Almanlar kendilerini ne sanıyorlar hem? Onlar da bizim gibi kendilerini bırakmalı artık. Neden bizim hak ettiklerimizden daha fazlasına layık olduklarını
düşünüyorlar? Sonuçta o özel haklar yalnızca
Almanya'da yaşayan Yahudilere ait. Şayet Yahudilere bir fayda sağlamayacaksa neden bir devletimiz olsun ki?
Bu yıl Noel döneminde,
yalnızca Berlin'de altı yüz küçük işletme, Yahudi mağazaları
yüzünden iflas etti! Ortalıkta hala bu kadar Alman esnafın olması gerçekten inanılır gibi değil!
Ancak kimse endişe etmesin -gelecek sene sayıları daha da azalacak.
Almanya'da iflas etmesini beklediğimiz öyle çok işletme de kalmadı ki böyle de olmalı. Almanya bir
1 (Alm.) Halihazırda bilinen bir sanat eserinin bayağı bir kopyasını sınıflandırmak, niteliğini
ifade edebilmek için kullanılan bir terim.
gün bütünüyle Yahudilerin olacak! Amacımız da gayemiz de bu. Elimizde kalan son parayı bile sonuna kadar kullanacağız.
Noel ağaçlarınızı kurun. Siyon'un evlatları, mutlu olsun! İyi Almanlar, zor kazandıkları paralarla kendi zincirlerini sağlamlaştırmaya
devam etsin. Yahudi varsılerk onları sonsuz bir köleliğe mahkum edecek sonunda.
Böylesi harikulade işler yapan Yahudilerin el emekleriyle tüm dünyaya daha fazla yayılmasını kim istemez ki? Onların karşısında saygıyla eğmeyeceksek neden var olsun bu boyunlarımız? Almanya on yıldır satılık bir ülke.
Kim buna destek olmayı istemez? Bir Noel ağacının altındaki hediyenin Yahudi Tietz'ten mi yoksa Alman Müller'den mi geldiğini kim sorar ki? Sizlerin sağladığı maddi destekle Yahudi
esnaf giderek semirirken Almanlar açlıktan öleyazacak. Öyle olsun, ne fark eder? Bırakalım, ışık Yahudileri aydınlatırken, Almanlar karanlıkta kalsın. Yahudilerin Yüce Efendisi de, Ekonomi Bakanı Hilferding1
de bunu istiyor. Şayet bir mülk Yahudilere ait değilse, o mülk hırsızlıkla elde edilmiş
demektir. Soyluluğa ayrılacak tek bir kuruşumuz
dahi yok; her şey banklar, borsa ve Yahudi tüccarlar için var!
Noel, hepimiz için bir sevgi bayramı ise neden fakir Yahudileri
sevip onların da diğer
soydaşlarımız gibi zenginleşmesine destek olmayalım?
Düşmanlarınızı da sevin, sizden
nefret edenlere bile iyilik edin. Ne zamandan beri Yahudiler düşmanınız değil? Ne zamandan beri bizden nefret etmiyor, bize kumpaslar kurmuyor, bizi yok
etmeye çalışmıyorlar? Onlar bize nasıl davranıyorsa, bizim de onlara aynı şekilde davranmamızı isteyecek kadar insanlıktan çıkan var mıdır aramızda? Göze göz, dişe diş diyecek herhangi biri çıkar mı?
' Avusturya doğumlu Marksist ekonomist, Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin üyesi teorisyen ve Yahudi politikacı. Weimar Cumhuriyeti'nin
Ekonomi bakanlığını
yaptığı sırada markın değer kaybetmesini önlediyse de enflasyon patlamasının önüne geçemedi. Hitler iktidara geldiğinde bir sosyalist ve
Yahudi nlduğu için
ülkeden kaçmak zorunda kaldı ve 1941'de sürgünde yaşamını yitirdi.
Yakın zamanda
doğum
gününü kutlayacağımız çocuk, dünyaya sevgi
getirmek için
doğdu. Ancak insan olan İsa, bir
yerde her şeyin sevgiyle halledilemeyeceğini öğrenmişti. Tapınağında Yahudi sarrafları gördüğünde kamçısını eline alıp onları derhal dışarı atmıştı.
Almanlar,
yalnızca
Yahudilerden alışveriş yapın! Ancak kendi ırkınızdan olan vatandaşlarınızın açlıktan ölmesine izin verin, özellikle Noel'de
gidip Yahudi mağazalardan
alışveriş edin! Kendi halkınıza ne
kadar büyük bir haksızlık ederseniz, bir adamın çıkıp da kamçısını eline
alarak bu sarrafları
anavatanımızın tapınağından kovacağı günler o kadar çabuk gelecektir!
BİR
DİKTATÖRE YA
DA DİKTATÖR OLMAK
İSTEYEN BİRİNE ALTIN
ÖĞÜTLER
ı Eylül 1932
ı. Diktatörlük için üç şey gerekir: Bir adam, bir fikir ve o
adam ile o fikir için yaşayacak,
hatta gerekirse de uğrunda ölecek müritler. Şayet adamınız yok ise, umudunuz olmaz; fikriniz
yoksa da imkanınız... Ancak peşinizde kitleler
yok ise, diktatörlük
kötü bir şakadan ibaret
olacaktır.
2.
Bir
diktatör
gerektiğinde parlamentoyla
mücadele
eder ancak asla halkına karşı çıkmaz.
3.
Süngünün ucunda
olmak her daim rahatsız
edicidir.
4.
Bir
diktatörün
ilk görevi, istediği şeye halkın nazarında
popülerlik kazandırmak; halkın isteklerini
bir şekilde kendi istekleriyle uyumlu hale
getirmektir.
5.
Bir
diktatörün
en önemli görevi ise sosyal adaleti sağlamaktır. Şayet halk, diktatörün üst tabakadan, kendileriyle alakası olmayan
bir avuç
insanı temsil ettiğini sezerse,
onu korkunç bir düşman olarak
görecek ve mümkün olan
en kısa
sürede alaşağı edecektir.
6.
Diktatörler halklarını ancak, karşısında durdukları eski yönetim biçimlerinden daha iyi yöntemler biliyorsa
ve gücü,
halklarının içine, silaha
sarılmak
yerine yalnızca ona
güvenebilecekleri
kadar işlemişse kurtarmayı başarabilirler.
7.
Bir
diktatör,
çoğunluğun isteklerine göre hareket
etmeye ihtiyaç duymaz.
Ancak toplumun isteklerini kendi isteklerine göre kullanabilme
yeteneğine
sahiptir.
8.
Çoğunluk ve
öncü partiler, bir toplumu yönlendirme konusunda eşit güce sahiptir.
Bir partiyi mahveden kimse toplumu da uçurumun kenarına sürükler. Politika yapabilme becerisi, diğerlerinin çalışmalarıyla bir bakanlık koltuğuna yükselmek için korkunç
yöntemler kullanmakla ölçülmez.
9.
Diktatörlük kendi manevi değerleriyle ayakta kalmayı başarabilmelidir. Şayet ideallerinin iyi tarafları rakiplerinden kaynaklanıyor ancak kötü özellikleri rakiplerinden ileri gelmiyorsa,
bunu başaramaz.
10.
Konuşabilme yeteneği utanılacak bir şey değildir. Ancak eğer sözlerinizi, onları hayata geçirecek eylemler
takip etmiyor ise bu yeteneğinizden utanabilirsiniz.
11.
Diktatörlük düşüncesine, burjuvazi konseptinin tarafsızlık mantığından daha yabancı tek
bir şey daha yoktur zira diktatör, doğası gereği fazlasıyla sübjektiftir
ve yine doğası gereği taraf tutar. Ya bir tarafı ya
diğerini
destekler. Eğer ikincinin
tarafını
tutmuyorsa, halkının, desteklediği ilk tarafın dürüstlüğünden şüphe etmesi riskini de almış olur.
12.
Bir
diktatör
ne istediğini ve ne düşündüğünü açıkça söyler. Bir yüz peçesinin ardına saklanmayı asla düşünmez. Eyleme
geçme cesaretini de haklılığını kanıtlama cüretini de gösterir.
13.
Her
ne kadar eylemleri tam tersini gösteriyor olsa da yasalara uyuyormuş gibi
bir imaj çizmek
adına kanunların ardına saklanmaya
çalışan bir diktatör, makamında uzun süre kalmayı asla başaramaz. Kendi beceriksizliği yüzünden
kaybeder ve arkasında yalnızca kafası karışık insanlar ve bir kargaşa bırakır.
14.
Yalnızca bir partiye mensup
olmaya cesaret edemeyenler, bir partinin üzerinde olmayı gözlerinde
fazlasıyla büyütürler. Dünya yıkılıp da kurumlar temelinden
sarsıldığında,
devrim ateşi tüm halkları ve ulusları
sardığında kişi, muhakkak şu ya da bu partinin mensubu olmak durumunda kalacaktır. Arada kalan kişi şüphesiz karşıtlıklar arasında savrulup duracak ve kendi kararsızlığının kurbanı olacaktır.
15.
Belki şimdi söyleyeceklerim kulağınıza bir hayli grotesk gelecek ama gerçek bu: Bir diktatörün
adı dahi doğasını destekler nitelikte olmalıdır. Müller' ya da Meier• adını taşıyan bir kimse kitlelere hükmedemez.
16.
Gerçek bir diktatör yalnızca kendine güvenir.
Sahte mevkidaşları ise yalnızca
yasaların ardına saklanıp eylemlerini haklı göstermek için kanun bentlerine sığınırlar.
17.
Yüce olan her şey sade ve sade olan her şey yücedir. Yalnızca sığ insanlar
yetersizliklerini karmaşık yapıların ardına saklamayı severler.
18.
Ordunun var oluş nedeni, bir avuç kaymak tabaka
mensubunun istekleri uğruna halkı baskılamak değil; bilakis, yalnızca vatanı
dış tehditlere karşı korumaktır. Destekçilerinin
gücüyle kendini savunmayı bilemeyen diktatör, yok olmaya mahkumdur.
19.
Primo de Rivera[7]
iktidarı kaybetti, çünkü gücü yalnızca silahların hakimiyetine dayanıyordu ve bu yaparak yalnızca halkının nefretini ve öfkesini kazanabildi.
20.
Mussolini'nin yaptıkları ise tartışma
götürmez zira o, halkının gözünde bir idole dönüşmeyi başardı. İtalya'ya, bir devletin en sağlam ve sarsılmaz temelini oluşturan özelliğini geri verdi: Özgüven.
193
ALMAN KADINI
18 Mart 1933
Alman kadınları ve Alman erkekleri!
Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı görevını üstlendikten sonra yaptığım
ilk konuşmada Alman kadınlarına
hitap ediyor olmam gerçekten hoş bir tesadüf
oldu. Her ne kadar tarihi
erkeklerin yazdığı
konusunda Treitschke'yle[VIII]
hemfikir olsam da, o erkekleri kadınların yetiştirdiğini de asla unutmam. Bildiğiniz üzere Nasyonal Sosyalist hareket, kadınları günlük politikadan uzak tutmayı tercih eden tek örgüt ve bu yüzden pek çok
acımasız eleştiriye maruz kalıyoruz, insanlar bize düşmanlık besliyorlar ancak bunların hepsi haksız
aslında. Kadınları, Almanya içerisinde son on dört
yıldır parlamenter demokratik
sistemden uzak tutmamızın nedeni onlara saygı duymamamız değil, aksine bunu onlara çok saygı duyduğumuz için yapıyoruz. Onları bizler-
den
daha aşağıda
görmüyoruz, yalnızca başka bir
misyonları
olduğunu ve erkeklerden daha başka bir
değer
taşıdıklarını düşünüyoruz. Bu
yüzden de kelimenin tam anlamıyla dünyadaki diğer ulusların kadınlarından üstün olan Alman kadınının gücünü ve becerilerini, erkeklerinkinden
daha farklı alanlarda kullanması gerektiğine inanıyoruz.
Kadınlar, uzun
zamandır
erkeklerin yalnızca cinsel
partnerleri değiller, aynı zamanda kadın ve
erkek birlikte pek çok ortamda birlikte çalışıyorlar. Çok uzun zaman önce erkeklerin hüküm sürdüğü alanlara girerek ağır işler yapmaya, erkeklerle birlikte şehirlere taşınıp ofislere ve fabrikalara girerek
en uygun oldukları
alanlarda Üzerlerine düşen işleri halletmeye başladılar. Bunu da bütün yetenekleri,
sadakatleri, adanmışlıklarıyla, fedakarlığa her an hazır olarak
yaptılar.
Bugün de
kadının toplumsal yaşamımızdaki yeri eskisinden farklı değil. Modern yaşamı iyice
idrak etmiş olan hiç kimse,
kadınları
toplumsal yaşamdan, iş hayatından, mesleklerinden ve ekmek savaşından alıkoymak gibi delice bir fikre kapılmaz. Ancak
şunu da belirtmek gerekir ki erkeklere özel olan
alanlar muhakkak onlara özgü kalmalıdır ve politika ile askeriye bu alanların en
önemlilerindendir.
Kadınları bu alanlardan uzak tutuyor olmamız onları hor gördüğümüz anlamına gelmez, bilakis yeteneklerini ve becerilerini en iyi şekilde kullanmanın yolunu bildiğimiz anlamına gelir.
Almanya'nın gerileme döneminde şöyle birkaç yıl geriye gidip bakarsak, ürkütücü ve
hatta neredeyse dehşet verici bir manzarayla karşı karşıya kalırız ki o da, son zamanlarda giderek daha az Alman erkek
sosyal yaşamda erkeksi davranmayı tercih ederken giderek daha fazla
Alman kadının,
erkeklerin yerlerini tutkuyla
doldurabilme hevesinde oluşudur. Erkeklerin
efemine edilmesinin sonucu her daim kadının da
erkeksi bir hale gelmesi olacaktır şüphesiz. Kararlılığın, tutarlılığın,
erdemin ve sağlam duruşun unu-
tulmaya
yüz tuttuğu
böyle bir çağda erkeklerin;
yaşamdaki, politikadaki ve en nihayetinde
de devlet yönetiminde
bulundukları öncü konumlarını kadınlara kaptırması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Bunu
kadınlardan
oluşan bir kitlenin önünde dile
getirmek belki de pek mantıklı bir
hareket olmayacak ama yine de bunu yapmak zorundayım zira bunlar gerçekler ve
gerçekleri
dile getirmek, kadınlarımıza karşı tutumumuzun daha net anlaşılmasına da yardımcı olacaktır.
Politika,
devlet yönetimi,
ekonomi ve sosyal ilişkiler bakımından engin devrimsel değişimlerin yaşandığı bu modern çağda, kadınlar ve onların toplumsal
yaşamdaki
yerleri de elbette el değmemiş bir
alan olarak kalamazdı.
Birkaç yıl ya da birkaç on
yıl önce
imkansız olduğunu düşündüğümüz pek
çok şey
bugün günlük hayatımızın içine kadar
girdi ve normalleşti.
Bazı saygın ve
övgüye
değer gelişmeler de
oldu. Ancak kabul edilemez ve aşağılayıcı bir takım olaylar da söz konusu.
İşte bu devrimsel değişiklikler, kadınları kendilerine uygun görevlerden büyük ölçüde uzaklaştırdı ve kendilerine uygun olmayan
vazifelere de gözlerini
dikmeye başlamalarına neden oldu. Böylece halkın gözünde, esas ideallerimizle alakası kalmamış bozuk bir Alman kadını imajı oluştu.
Bu
konuda köklü bir değişiklik yapmak icap ediyor. Aşırı sağcı ve gerici bir ifadeler kullandığımın düşünülmesi riskini göze alarak
şunu
açıkça belirtmeliyim: Kadınların ait oldukları, kendileri için en
iyi ve en uygun yer ailelerin olduğu yerdir
ve en yüce
görevleri de ulusları ile
ülkelerine,
soyumuzun devamını sağlayarak ulusumuzun yok olmamasını garantileyecek çocuklar vermektir.
Kadın,
gençliğin öğreticisidir ve
bu yüzden
geleceğin temellerini atacak olan kişidir aynı zamanda. Eğer aile,
bir ulusun güç
kaynağı ise kadın da
o kaynağın
çekirdeğini, yani
tam merkezi noktasını
oluşturan parçadır. Bir
kadının ulusuna hizmet etmek
için yapabileceği en iyi şey ailesine,
evliliğine
ve anneliğine bağlı olmaktır. Kadının en yüce görevi budur. Elbette bu, çalışan ya
da çocuğu olmayan kadınların Alman halkına annelik
etmek konusunda bir faydası olmayacağı anlamına gelmez. Onlar da güçlerini, becerilerini farklı şekillerde kullanarak uluslarına olan sadakatlerini gösterebilirler. Ancak şu konuda
çok
kararlıyız ki sosyal anlamda radikal reformların uygulanacağı bir toplumda ilk iş kadının esas görevini yerine
getirmesi için
fırsat tanımaktır ki
bu görev de ailesini koruyup çocuklarına annelik etmekten başka bir
şey olamaz.
Ulusu
için devrimsel eylemlerde bulunmaya kararlı olan
bir hükümetin
pek çok niteliği olabilir ancak gericilik asla
bunlardan biri olamaz zira hızla gelişen bu çağda, halkımızın adımlarını yavaşlatmak niyetinde olan bir hükümet meşru kabul edilemez. Devrim yapmaya kararlı bir
hükümetin zamanın gerisinde
kalmaya da niyeti yoktur, bilakis geleceğe yön vermek adına bayrak
taşıyıcı
olma görevini üstlenmek ister. Bizler, modern çağın taleplerinin
fazlasıyla
farkındayız ancak
bu, her dönemde
anneliğin ne kadar büyük önemli bir vasıf olduğunu ve çocuklarına saygın bir gelecek bırakmak isteyen
bir ailede annenin her şeyden daha
önemli
olduğunu unutmamıza da
neden olamaz.
Geçen yıllar içerisinde Alman kadını da
türlü
değişimler geçirmiştir ancak
son zamanlarda, daha az görevleri ve
daha fazla hakları
olmasının bir sonucu olarak aslında eskisinden
çok daha mutlu olamadıklarını fark etmeye başladılar. Her gün annelik
yapmak, evlerine bakmak yerine ofislere tıkılıp kalma
hakkını tercih etmenin o kadar da akıllıca olmadığını anlıyorlar artık.
İçinde bulunduğumuz bu modern çağın karakter
özelliklerinden biri de büyük şehirlerimizde doğum oranlarını bir hayli düşmüş olması; 19oo'lü yıllarda Almanya'da neredeyse iki milyon çocuk doğmuştu ancak bu rakam, bugün bir
mil-
yona
kadar gerilemiş
durumda. Bu korkunç düşüş en çok ülkemizin başkentinde gözlemleniyor.
Geçtiğimiz on dört yılda Berlin, doğum oranı bakımından diğer Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında en son sırada yer
alıyor. Muhtemelen 1955 yılına geldiğimizde, göçmenleri saymazsak Berlin'de sadece üç milyon
insan yaşıyor olacak. Bizler doğum oranlarındaki bu gerileme sorununu çözerek kendi
kanımızdan
insanların çoğalması için bir
şeyler yapmaya kararlıyız. Bu noktada köklü bir
değişiklik
yapmak da gerekiyor elbette.
Almanya'da doğum
oranının hızla düşmesinden sorumlu
olan en büyük etken, aile ve çocuk konusunda
benimsenen liberal tavır.
Şimdiden yaşlanan toplumumuz
konusunda endişelenmeye
başladık bile. 19oo'lü yıllarda her bir yaşlı insan
başına yedi çocuk düşerken bugün bu rakam dörde
kadar indi ve eğer bu şekilde devam
ederse 1988 yılına
geldiğimizde oran
bire bir olacak. İstatistikler
bu durumu işaret ediyor
ki bu da, Almanya'nın
şu anda tuttuğu yoldan sapmayarak aynı tavırla devam etmesi durumunda son hızla uçuruma doğru koşacağının en büyük kanıtı. Şayet doğum oranlarının azalması konusunda bir şeyler yapmayı reddedecek olursak, nüfus azalması Alman ulusunun sonunu
getirecek.
Bu
noktada bir kenara çekilerek
ulus olarak varlığımızın sona erişine ve
miras aldığımız
kanın kuruyup yok olmasına göz yumacak değiliz. Nasyonal
bir devrim peşindeki
hükümet, halkını en
temel özellikleriyle
yeniden yaratmak zorundadır ki bunun yolu da kadınların iş ve aile yaşamını, ulusumuzun
faydası
için en iyi şekilde hizmet
etmelerini sağlayacak
biçimde bir dönüşüme uğratmaktan geçiyor. Bunun için sosyal
eşitsizlikleri
bertaraf etmemiz icap ediyor;
ancak bu şekilde
halkımızın yaşamını ve
geleceğini,
kanımızın ölümsüzlüğünü yeniden
garanti altına
almayı başarabiliriz.
Hem toplumun hem de
bireyin zarar görmesini engel olmak adına herkesi eğitme
amacı güden bu etkinliği takdir ediyorum zira ulusumuza ve toplumun aydınlatılmasına destek vererek daha çok yeni olan hükümetin en mutluluk verici görevlerinden birini de teşvik ediyor.
Belki "Kadın" adı verilen bu etkinlik, bir tür dönüm noktası olur ve eğer hedefi, çağdaş
bir toplumda kadının yerinin nasıl
olması gerektiğine dair bir kamuoyu
yaratmaksa, Alman ulusunun gelecek nesillerle birlikte geçirmesini umduğumuz derin değişime
katkıda bulunur. Bunun ne
kadar zor olacağının
elbette farkındayım. Bu türden etkinlikler için net bir tema
belirlemek ve onlara sağlam bir yapı kazandırmak adına aşmamız gereken çok engel olduğunu
da pekala biliyorum ancak kadının aile, halk ve bütün bir ulus için ne kadar önemli olduğunu herkese göstermek zorundayız. Yaptıklarımız,
günümüz günlük yaşamında kadının yerinin ne olduğunu tüm topluma gösterecek
ve tam anlamıyla çağdaş kadın hareketinin bir sonucu sayılmayacak fikir çatışmalarında bir orta yol bulmamıza yardımcı olacak bilgiyi sağlayacak herkese.
Ancak hepsi bununla
bitmiyor elbette. "Kadın" etkinliğinin esas amacı,
olması gerekeni göstermenin yanında, bu konuda gelişme kaydedilmesini sağlayacak önerilerde bulunmaktır. Yeni yollar ve yeni fırsatlar sunmayı hedeflerken verdiği net ve genellikle fazla cesur olan örnekler, binlerce Alman kadınını düşünmeye sevk ederek hayatlarında radikal kararlar almalarına vesile olacaktır. Yeni hükümetimizde
birden fazla çocuğu olan erkeklere özellikle özen gösterilmesi bizim için
tatmin edici, zira bizler, nüfus azalmasının bir şekilde
önüne geçmek istiyoruz. Ailenin önemi asla azımsanmamalıdır,
özellikle de babalarını yitirmiş, yalnızca annenin başında
olduğu ailelerin önemi... Bu tip ailelerde çocuklardan tek başına kadın sorumludur ve bu vesileyle
topluma
karşı da ne kadar büyük bir
sorumluluk üstlenmiş
olduğunun da farkına varmalıdır.
Bu
nüfus
azalmasının Alman
halkının
kaderi olduğuna asla
inanmıyoruz.
Almanya'nın bu
dünyada hala gerçekleştirmesi gereken önemli görevleri olduğuna inancımız tam. Kendi tarihimizin sonunun gelmeyeceğinden de eminiz ve tarihimizde önemli, gurur
verici ve yepyeni bir dönemin başladığını da biliyoruz. Bu inanç, bize
umutsuzluğa
düşmemek ve çalışmak için güç verip geçtiğimiz on dört yıl boyunca
çok
büyük fedakarlıklar yapabilmemizi
sağladı.
Milyonlarca kadına Almanya'dan
umutlarını
kesmemeleri için güç verdi
ve onların
oğulları da bir ulusun uyanışında önemli roller oynadı. Bu
inanç,
kocalarını ve evlerini geçindirenleri savaşta kaybeden, halkını kurtarmak
için
oğullarını feda eden cesur kadınlarla birlikte daha da büyüdü. Geçtiğimiz on dört yılda umutsuzluk ve yoksulluğa dayanmamızı sağladı ve bugün de,
Almanya'nın
yine gün ışığında ışıl ışıl parlayacağı günlerin geleceğine olan yepyeni bir umutla
dolduruyor içimizi.
Bir
insanı,
mücadele etmek kadar canlı ve
kararlı
kılan tek bir şey daha
yoktur. Ancak mücadele
etmek, direnmek için cesaret
aşılar insana. Alman halkının işte bu çöküşlerle geçirdiği yıllar boyunca modern toplumun kafası karışık öncüleri tarafından yeni bir kadınlık tanımı yaratıldı; kararlı, katı, cesur ve fedakarlığa hazır bir kadınlık...
Dört
yıllık büyük savaşta ve
arkasından
gelen on dört yıllık çöküş döneminde Alman kadınları ve
anneleri, erkeklerin en önemli destekçileri olduklarını kanıtladılar.
Bütün o acılara, engellere ve tehlikelere göğüs gerdiler;
ne talihsizlikler, ne endişe ne
de sorunlar onları
yıkabildi. Bir ulusun kadınları böyle onurlu ve soylu oldukça o
ulusun sırtı asla yere gelmez. İşte sözünü ettiğim bu onurlu kadınlar; bizim
ırkımızın,
kanımızın ve geleceğimizin koruyucularıdır.
Bugün yepyeni
bir Alman kadını
yaratılıyor. Şayet ulusumuz, anneliği gururla
ve özgürce
seçebilen o kadınlara
tekrar kavuşursa, asla yok olmaz. Şayet kadın sağlıklı olursa toplum da sağlığını korur. Kadınlarını
ve annelerini ihmal eden ulusların vay haline ki kendilerini böyle helak ediyorlar.
Bu Alman kadını konseptinin tüm dünyada yeniden gurur ve saygıyla
karşılanmasını umuyoruz zira ancak o zaman Alman kadını
kendi topraklarında ve halkının arasında gururla dolaşacak, hem düşüncede hem de hislerinde Alman olmanın tadını doyasıya çıkaracaktır. Bu durumda ulusunun onuru ve ırkının devamlığı o kadın için en önemli mesele olacaktır.
Bir ulus ancak onurunu unutmazsa ekmeğini kazanmayı garantileyebilir.
Alman kadını da bunu asla unutmamalıdır.
Etkinliği artık başlatmamın zamanı geldi. Umarım
hepimize, yaşadığımız günlerde yapılan
hataları gösterip geleceğe yön verecek önerilen sunar. Böylece
dünya bize tekrar saygı duyabildiğinde, Alman kadını
hakkında şu ünlü şiiri yazmış olan Walther von der Vogelwiede'nin[IX]
sözlerinin hakkını vermiş oluruz:
Her kim ki arıyorsa
Erdemli ve faziletli sevgiyi,
Gelsin topraklarımıza.
Zira huzur burada.
Dileğim; buralarda daha uzun yaşamaya!
20 Nisan 1933
Bugün bütün gazeteler Şansölye Adolf Hitler'i kutluyor! Elbette yazılanlar gazetenin tavrına, karakterine ve tarafına göre ufak farklılıklar gösterebiliyor ancak hepsi tek bir noktada hemfikir: Hitler,
daha şimdiden çok
önemli tarihi başarılar elde etmiş
ve büyük mücadeleler vermiş, vermeye de devam eden bir şahsiyettir. Kendisi Almanya sınırları içerisinde nadiren karşılaşılan türden bir devlet adamı ve Alman halkının ezici çoğunluğu tarafından sevilip takdir edilmenin yanında, onlar tarafından
çok iyi anlaşılan bir lider olma şansına da erişmiş bir kişiliktir.
Savaş sonrası dönemde durumumuzu layıkıyla algılamayı başararak
alınması gereken katı ve net tedbirleri açıkça ortaya koyabilen tek
Alman politikacıdır
aynı zamanda. Bütün gazeteler bu konuda hemfikir. Elbette artık Hitler'in Bismarck'ın1 bayrağını devralıp
ı Otto Eduard Leopold
von Bismarck. Demir Şansölye olarak anılan ve ı862 yılından 1890 yılına
kadar önce Prusya"nın, ardından da Almanya'nın
başbakanlığı görevini üstlenmiş olan devlet adamı. Yıllardır birbirinden bağımsız bir halde savrulan
Alman prensliklerini, göreve geldiği gün mecliste yapnğı konuşmada açıkladığı ve 'Kan ve Demir'
adını verdiği politikaya uygun olarak girdiği savaşlarla bir yere kadar birleş-
onun yarım kalan işini
tamamlama niyetinde olduğunu söylemeye de şüphesiz
ki gerek yoktur. Ona inanmayan ve
ondan hoşlanmayan
insanların bile görebileceği pek çok
kanıt var buna dair. Reich'ın hengamesinden uzak olduğum böylesi bir günün arifesinde, bu adamın tarih arenasında nasıl bir önem
arz ettiği ve tarihi nasıl etkileyeceğini tartışacak değilim zira Adolf Hitler artık 44 yaşını dolduruyor! Kişisel olarak ona duyduğum samimi sevgiyi dile getirmeyi gerekli görüyorum ve bunu yaparken aynı zamanda yüz binlerce Nasyonal Sosyalistin duygularına da tercüman olduğuma inanıyorum. Elbette ki onu saçma sözler ve acınası övgülerle kutlama kısmını, daha birkaç ay öncesine kadar bize düşman olan ve her yaptığımızı eleştirenlere bırakmak en iyisi olacaktır. Bizler, Adolf
Hitler'in böylesi
çabaları ne kadar az umursadığını da; doğasının
farkında olarak onun yanında kalıp sadakatle ve sonsuz destekle kendisine eşlik etmekte olan dostlarını ve dava arkadaşlarını ne kadar çok takdir ettiğini de çok iyi biliyoruz.
Kendisiyle iletişim kuran herkesi etkisi altına alan o gizemli havası yalnızca
tarihe damga vuracak karakteriyle
açıklanamaz zira milyonlarca insan kendisiyle bizzat tanışmadıkları halde ona sadakat ve büyük bir inançla tutunuyor. Hatta Hitler, Alman halkının geleceğe dair umutlarının kati bir sembolü haline gelmiş durumda. Aslında genelde uzaktan sevip hayran
olduğumuz bütün
büyük şahsiyetler, kendilerini daha iyi tanıdıkça üzerimizdeki büyülü etkilerini kaybederler ancak Hitler konusunda tam tersi geçerli oluyor; insan onu daha iyi tanıdıkça ona daha çok hayran oluyor ve kendisini onun davasına adamak konusunda çok daha yoğun
bir istek duyuyor.
tirmeyi başarmış ve Almanya'ya eski gücünü geri kazandırmıştır. Burada Göbbels
de Hitler'in. Almanya"nın kaybettiği tüm topraklan geri alma hedefine gönderme yapmaktadır.
Bizler,
bugün
sağda solda trompetler çalmayı diğerlerine bırakıp dava arkadaşları ve dostları olarak
onun etrafında
toplanarak elini sıkmayı ve
bize sağladığı
her şey için kendisine teşekkür etmeyi
tercih ediyoruz. Bir kez daha şunu söylemem izin verin: Bizler bu adamı seviyor
ve onun sevgimizi, güvenimizi kazanmak için neler
yaptığını
çok iyi biliyoruz. O asla, kötülüğünü isteyen diğer partilerin
nefret ve iftira söylemleriyle
suçladıkları adam
olmadı; bu partilerin Hitler için neler
neler söylediklerini
asla unutmayın! Her biri tutarsız ve
mesnetsiz iftiralardı.
Her bir günahını yüzüne vurup her türlü erdemini
yok saydılar
ancak her şeye rağmen Hitler, bu çakal sürüsünü ezip geçerek düşmanlarına karşı zafer
kazandığında
ve Almanya'nın göklerinde Nasyonal Sosyalizm bayrağını dalgalandırdığında kader, tüm dünyanın önünde Hitler'i ödüllendirdi. Onu kalabalıkların arasından alarak göklere yükseltti ve safi kusursuz insanlığı ile
harikulade yeteneği
sayesinde hak ettiği konuma
getirdi.
Hitler'in
partiyi yeniden toparlamaya başladığı -hapishaneden yeni çıktığıyılları hatırlıyorum da, kendisiyle Brehctesgaden kasabasının biraz üstünde kalan
ve pek sevdiği Obersalzburg'a birkaç günlük harikulade bir geziye çıkmışı ık. Bulunduğumuz yerin aşağısında yalnızca unutamadığı arkadaşı Dietrich Eckart'ın mezarının da bulunduğu sessiz
bir kabristan vardı.
Dağlarda gezinip gelecek için planlar
yaptık ve uzun zaman önce hayata
geçirebildiğimiz
teorilerimiz hakkında konuştuk. Ardından beni Berlin'e gönderdi ve
bir de zorlayıcı
bir görev verdi.
Bugün hala bu görev için kendisine fırsat buldukça teşekkür ediyorum.
Birkaç ay
önce Berlin'de küçük bir
otel odasında,
beraberce oturuyorduk. Partimizin
faaliyetleri yine Marksist-Yahudi polis teşkilatı tarafından mütemadiyen engellenmekteydi. Üzerimize var
güçleriyle
yükleniyorlardı. Partidekilerin
cesareti kırılmıştı,
herkes sızlanıyor ve birbirlerinden şika-
yet
edip duruyordu. Neredeyse bütün teşkilatımız pes etmiş gibiydi.
Ancak
Hitler asla cesaretini kaybetmedi, bilakis derhal harekete geçti ve
ihtiyacı
olan yere gelmek için elinden
geleni yaptı. Her
ne kadar kişisel ve politik zorluklarla karşılaşsa da hem sorunlarla yüzleşecek, hem de Reich'ın başkentinde arkadaşlarını destekleyecek zamanı da
gücü de buldu kendinde.
En
saygın ve sağlam özelliklerinden biri de kazanacağına inanan bir kimseden asla vazgeçmiyor olmasıdır. Politik arenadaki rakipleri o
insana ne kadar çok
saldırırsa, Hitler
de onu bir o kadar destekler. Güçlü muhalefetle
karşılaşmaktan korkan biri olmamıştır asla. Yakınlarındakiler de ne kadar sağlam ve
güçlü durursa, Hitler onları o
denli fazla sever ve her şey elinden
kayıp gitse de yeniden toparlamanın bir yolunu mutlaka bulur.
Herkesin liberal olduğu
böylesi bir toplum içerisinde her şeyi bünyesinde toplayabilmiş böyle geniş bir organizasyonun inşa edilebileceği kimin aklına gelirdi
ki? İşte Hitler bunu yapmayı başararak en büyük başarısına imza atmıştır. Her
ne kadar prensipleri konusunda çok katı ve
sarsılmaz
bir tavır takınıyor olsa da insanların zayıflıkları karşısında her zaman anlayışlı ve
cömert
olmuştur. Karşıtlarına nasıl acımasız davranıyorsa, yandaşlarına karşı bir o kadar iyilikle, dostlukla yaklaşır. İşte bizim Hitler'imiz, böyle biridir.
Kendisini,
partimizin Nuremberg'te yaptığı iki
büyük mitingde, onu Almanya'nın tek umudu olarak gören kalabalıkların arasında izledik. Akşamları onunla
otel odasında
oturup konuştuk. Üzerinde her zamanki, sıradan kahverengi
gömleği
vardı. Hiçbir şey olmamış gibi...
Yücelik sadedir ve sadelik yücedir, derler.
Eğer bu doğruysa, Hitler
kesinlikle bu kuralı uyguluyordu. Doğası ve
felsefesi, bütünüyle
savaş sonrası Alman
halkının
içine düştüğü ayrışma halinin
ve ihtiyaç
duyduğu ruhsal gereksinimleri büyük bir
sadelikle
karşılıyor aslında. En basit ortak paydayı buluveriyor.
İşte onun ideasının başarılı olma nedeni de tam olarak bu: İdeasını öyle bir şekillendirdi ki o ideanın derinliğini ve ışığını sokaktaki
en sade vatandaşın
dahi görebilmesini sağladı.
Hitler'in
nasıl bir adam olduğunu anlamak
için onu yalnızca kazandığında değil, kaybettiğinde de gözlemlemelisiniz. Asla yılmaz, ne
cesaretini ne de umudunu kaybetmez. Ona yeni bir umuda tutunmak için gelen
yüzlerce
insan arasında gücü yenilenmeden geri dönen tek
bir kişi
olmamıştır.
13
Ağustos 1932'den bir gün önce Potsdam'ın biraz dışında küçük bir
çiftlik evinde buluştuk. Gece
yarısı
yaptığımız bir yürüyüş sırasında, bir sonraki gün yapacaklarımızı değil müzikten, felsefeden ve dünya görüşlerimizden bahsettik. Sonrasında insanın ancak onunla deneyimleyebileceği bazı tecrübeler yaşadım. Viyana ve Münih'te geçen gençliğinde geçirdiği zor yıllardan, savaş deneyimlerinden ve partinin ilk yıllarından bahsetti. Çok az
insan onun ne kadar zor ve acı savaşlar verdiğini bilir. Bugün etrafındaki insanlar ona övgüler yağdırıp teşekkürlerini sunuyor ancak on beş yıl önce milyonlarca insanın içinde yapayalnızdı. Onu, o milyonlardan ayıran tek
detay; içinde yanan inanç ateşi ve bu inancı eyleme
dönüştürmesine
yardımcı olan azmiydi.
1932
Kasım'ında
partisi seçimi kaybedince
Hitler'in sonunun geldiğine inananlar,
yalnızca
onu anlayamayan insanlardı. Ancak onu zerre kadar tanımayan biri
böyle bir hataya düşebilirdi zira Hitler, yenilgilerle daha da
hırslanan
insanlardandır. Friedrich
Nietzsche'nin şu sözü ona tam uyuyor: "Beni öldürmeyen şey, güçlendirir."
Yıllarca ekonomik
zorluklar ve parti içi sorunlarla boğuşan, düşmanlarının derya deniz yalanlarla saldırdığı, dost sandıklarının ihanetleri yüzünden kalbi
derinden yaralanmış
bu adam, içinde hala
partisini umutsuzluktan kurtararak yeni zaferlere taşıyabilecek kadar engin umutlar taşıyabiliyor.
Seçim kampanyaları sırasında araçlarda ya da uçaklarda onun
arkasında
oturup kaç bin
kilometre kat ettiğimi
Tanrı bilir. Kim bilir kaç kez
sokakta ona, yüzünde minnettar bir ifadeyle bakan bir
adam ya da çocuğunu
ona göstermek için havaya kaldıran bir
anne gördüm ve kim bilir kaç kez
insanların
onu gördüklerinde nasıl mutlu olup sevinçle dolup
taştıklarına
şahit oldum.
Her
bir cebini sigara paketleri ve bir ya da iki marklık bozukluklarla doldurur, gördüğü her
işçiye mutlaka iki seçenekten birini ikram ederdi. Her anneyle
mutlaka dostça iki çift laf
eder ve her bir çocuğun elini sevgiyle sıkardı.
Alman
gençliği
bu adamı boş yere
sevmiyor; onun ruhunun ne kadar genç olduğunu ve geleceklerinin emin ellere
emanet olduğunu
çok iyi biliyorlar çünkü. Geçtiğimiz Paskalya Bayramı'nda yine Obersalzberg'te küçük bir
evde birlikteydik. Doğduğu Braunau kasabasından bir grup yürüyüşçü kendisini ziyarete gelmişti. On
beşi birden içeri davet
edilip de böyle
sıcak bir karşılamayla ağırlandıklarında ne kadar şaşırdıklarını anlatamam. Hızlıca kendilerine
pratik bir öğle
yemeği ikram edildi ve Hitler'e, doğduğu kasabadan
haberler verdiler.
Halkın yüce olanı algılama konusunda sağlam içgüdüleri vardır. Bir insanın kendilerine,
yani halka mal olmuş
olduğunu anladıklarında öyle derinden
etkilenirler ki... Bizim için de
Hitler'den daha yüce bir halk adamı olamaz:
Berchtesgaden'dan Münih'e
dönerken geçtiğimiz her
köyde
insanlar ona el sallıyordu. Çocuklar arabasına çiçekler atarken, 'Çok yaşa! Çok yaşa!' diye tezahürat yapıyordu. Traunstein'da yol, S.A. askerleri
tarafından
kapatılmıştı. Ne
ileri ne de geri gitmek mümkündü. S.A.'nın başındaki sorumlu asker, kendinden emin adımlarla arabaya
yaklaştı
ve şöyle dedi:
"Führer'im,
eski bir parti üyesi hastanede
ölüm
döşeğinde ve son isteği de
Führer'i,
yani sizi görmek."
Münih'te yapmamız gereken bir yığın iş varken
Hitler, şoförüne
derhal geri dönmesini söyledi ve hastanede ölmekte
olan yoldaşının
yatağının başında yarım saat
kadar zaman geçirdi.
Marksist
basın Hitler'in, çevresindeki tüm yöneticilerini baskılayan bir tiran olduğunu iddia
edip durdu ama gerçekten öyle mi?
Bilakis, Hitler, yöneticilerinin
her daim en iyi arkadaşı olmuştur. İnsani yanıyla herkesin acılarını ve
ihtiyaçlarını
anlayışla karşılayan kocaman
bir yüreği
vardır. Yanında olan
herkesi çok iyi tanır ve
bu kişilerin
ne özel hayatlarında ne de sosyal yaşamlarında, Hitler'in bilgisi dışında
tek bir hadise dahi yaşanmaz. Şayet talihsiz durumlarla karşılaşırlarsa da Hitler, bu talihsizlikleri göğüslemeleri için onlara yardımcı olur,
başarılı
olduklarında da
onlar adına herkesten çok daha
fazla sevinir.
Ben
hayatımda
onun kadar çok yönlü bir
insan daha tanımadım.
Reichstag yangını gecesinde
birlikte oturup yemek yediğim, müzik dinleyip sohbet ettiğim, halktan
biri olan o adam, yirmi dakika sonra meclis binasının dumana
boğulmuş
enkazı üzerinde insanlara
komünizmin
sonunu getirecek emirler yağdırıyordu. Sonrasında da ofisine geçip bir
makale yazdı.
Hitler'i
tanımayanlar
için, milyonlarca insanın onu
sevip destekliyor olması bir mucize gibi görünebilir ancak onu tanı yanlar
elbette bu durumu son derece doğal karşılıyorlar. Haşarısının sırrı, Hitler'in karakterinin tanımlanamayacak kadar gizemli büyüsünde yatıyor. Onu en iyi tanıyanlar aynı zamanda en çok seven
ve takdir edenlerdir; ona bağlılık yemini
edenler hem bedenleri hem de ruhlarıyla kendilerini ona adamışlardır.
Böyle bir
akşamda,
güvenli alanımızı terk
ederek Hitler'in insani yanını anlatma
cesareti gösterebilecek
ve onu çok iyi
tanıyan biri olarak bunları söylemem gerektiğini düşündüm.
Hitler
bugün
başkentin kargaşasından uzaklaştı, alkış ve
tezahürat
yağmurunu Berlin'de bırakarak kendi
köşesine
çekildi. Çok sevdiği Bavyera'da bir yerlerde şimdi, sokakların gürültüsünden uzakta, sakinliği ve
huzuru arıyor. Ama olur da belki yakınlarında birileri radyoyu açar ve
bizi duyma fırsatı olursa diye ona ve tüm Almanya'ya
şunu
söylemek istiyorum:
Führer'im! Milyonlarca Alman, size en iyi
dileklerini ve kalpten gelen sevgilerini sunuyor. Bizler ise, sizin en yakınlarınız ve dostlarınız olarak gururla ve sevgiyle bir
araya geldik. Övülmekten
hoşlanmadığınızı biliyoruz
ancak yine de şunu
söyleme ihtiyacı duyuyoruz
içimizde;
Almanya'yı içine düştüğü sefalet
çukurundan
alıp böylesine saygın ve
gurur verici bir noktaya taşıyan sizsiniz.
Şunu bilmenizi isteriz
ki her zaman arkanızdayız
ve gerekirse önünüzde size
siper oluruz. Kararlı bir grup savaşçı olarak
her şeyimizi
sizin ve ideanız için vermeye hazır halde
bekliyoruz. Sizin ve halkımızın selameti için Tanrı'ya sizi onlarca yıl daha
korumasını,
her daim bizim Führer'imiz ve en yakın dostumuz olarak kalmanıza izin
vermesini diliyoruz. Doğum gününüzde dostlarınız ve askerleriniz olarak dileğimiz budur.
Ellerimizi sizin için havaya kaldırıyor ve bizim için bugün ne iseniz her zaman öyle kalmanızı temenni ediyoruz:
Bizim
Hitler'imiz olarak!
RADYO: DÜNYANIN
SEKİZİNCİ
SÜPER GÜCÜ
18 Ağustos ı933
Yoldaşlarım!
Napoleon
basından
'dünyanın yedinci süper gücü' diye hahseder. Fransız Devrimi'nin
başlangıcından
itibaren basının etkisi
politikada da hissedilir olmuş ve
on dokuzuncu yüzyıl boyunca da basın yayın organları güçlerini korumuştur.
Dönemin politikaları büyük ölçüde basın tarafından şekillendirilmiştir. 1800 ila 1900 yıllarındaki en büyük tarihsel
gelişmeleri
gazeteciliğin güçlü etkisi
göz
önüne almaksızın değerlendirmek ya
da kafamızda
canlandırmak neredeyse
imkansızdır.
Radyo
ise yirminci yüzyılda,
basın bir önceki asırda ne ifade ediyorsa o anlamı karşılayacak bir yayın organı olaraktır. Yerinde
bir uyarlama yapılarak
Napoleon'un sözü bizim çağımıza da
uygulanabilir: Radyo, dünyanın sekizinci
süper
gücüdür!
Çağdaş toplumsal
hayat için radyonun keşfi ve
kullanılmaya
başlanması gerçek anlamda
devrim niteliğinde
bir önem arz eder. Gün gelecek, sonraki nesiller radyonun, yazılı basının Fransız Devrimi'nden önce kitleler üzerinde yarattığı entelektüel ve ruhsal etki kadar büyük bir etkisi olduğunu anlayacaktır.
Kasım Hükümeti1 radyonun ne kadar önemli olduğunu zamanında kavramayı başaramadı. Hatta kitleleri uyandırarak politikaya aktif bir biçimde katılmaya sevk ettiklerini söyleyenler bile kitleleri
etkilemenin modern yöntemi olan radyonun sunabileceği fırsatların ayırdına
varamadılar.
En fazla oyunlar ve eğlenceli aktivitelerle kitleleri, içte ve dışta yaşanan sorunlara odaklanmaktan daha kolay alıkoyacak bir araç
olarak gördüler radyoyu. Onu politik amaçlar için kullanmaya her zaman gönülsüz yaklaştılar. Diğer her şeyi
olduğu gibi radyoyu da sözde objektif tavırlarının küflü penceresi ardından bakarak değerlendirdiler.
Radyoyu da geliştirilmesini de, teknikerlerine ve yöneticilerine bırakıp özellikle iç politikadaki krizlerde partizan amaçlarla kullanabilme ihtimallerini de böylece sınırladılar.
Eylem odaklı modern bir yapı olarak Nasyonal
Sosyalist devrimin de, getirdiğimiz yeniliklerin yanında radyo konusunda bakış açısını
değiştirmesi ve vadesi dolmayacak
metotlar geliştirmesi
gerekir. Eski rejim yalnızca boş ofisleri doldurarak ve bazı yüzleri değiştirerek kendini tatmin etti
ancak sosyal yaşamın ne ruhu ne de içeriği konusunda herhangi bir değişim yaratabildi. Diğer yandan bizler, toplumumuzun tamamının dünyaya görüşünü kökten değiştirmeye, hiçbir detayı
dışarıda bırakmayacak kadar kapsamlı bir devrim yapmaya ve ulusumuzun yaşamını her anlamda değiştirmeye niyetliyiz.
Son altı aydır avam tabakasının
da farkına vardığı bu süreç öyle alelade gelişmemiş,
bilakis sistematik olarak hazırlanıp özenle organize edilmiştir. Son altı aydır neredeyse tüm gücümüzü bu dönüşümü mümkün kılmaya adamış du-
1
Naziler, tasvip etmedikleri Weimar Cumhuriyeti'nin genellikle bu şekilde anmaktaydı.
rumdayız. 30
Ocak'tan önceki
dönem boyunca iktidara gelmek için çalıştık ve o zamandan beri de, yani
neredeyse altı
aydır bu süreç için çalışıyoruz.
Radyolar
ve uçaklar
olmasaydı eğer, ne
iktidara gelebilir ne de elde ettiğimiz gücü bu şekilde kullanabilirdik,
hatta Alman Devrimi'nin, en azından şu an aldığı şekliyle devrim dediğimiz hareketin
uçaklar ve radyo olmadan gerçekleştirilmesinin mümkün olamayacağını söylesem dahi abartmış olmam.
Bu
gerçekten
modern bir devrimdir ve bu yüzden gücü ele geçirip onu
kullanmak için en modern yöntemlerle en modern araçların kullanılması gerekir. Elbette bu yüzden devrim sonrası kurulan
hükümetin
radyoyu ve onun sunduğu olanakları görmezden gelmesinin mümkün olmadığını söylemeye de gerek yoktur diye düşünüyorum. Tam tersi, bizi bekleyen nasyonal
yapılanma
görevinde ve organizasyonumuzun, tarihin kendisini çekeceği sınavları atlatabileceğine emin olmak için bu
olanakları
kullanmaya hazır olmaları gerekir.
Bu
da hem organizasyonumuz bünyesinde hem de radyo kullanımı konusunda
bazı
önemli reformların yapılması gerektiği anlamına geliyor. Bu reformlar, bir yandan
radyonun kullanımının sürekliği ile gelişimini doğal bir biçimde temin
ederken bir yandan da tüm gelişmeleri yakından takip etmemizi sağlayacak. Tüm bu değişiklikler ve gelişmeler halkımızın dönüşeceği yepyeni ve modern toplumun doğasına da
uygun olacaktır
elbette.
Diğer pek
çok alanda olduğu gibi
siyasette de değişimlerin
öncelikle ruhsal olması gerekir.
Teknik anlamda basit olan radyoyu çağımızın spritüal gelişmeleriyle bir araya getirerek
daha canlı bir hal almasını sağlayabiliriz. Radyonun da çağı görmezden gelmesi olanaksız zira.
Toplumsal görüşü etkileyebilecek diğer pek
çok
aracın yanında günlük talepleri
ve ihtiyaçları
karşılama görevi en
çok radyoya düşüyor.
Çağımızın sorunlarını asla işlemeyen bir
radyo istasyonu elbette ki geniş kitleleri
etkileyebileceği
bir konuma ulaşmayı başaramaz. Nihayetinde yalnızca teknikerlerin
ve teknolojik denemeler yapan uzmanların oyun alanından başka bir şey kalmayacaktır ondan geri. Bizler kitlelerin bütün bir
ulusu yönlendirdiği
bir çağda yaşamaktayız: O kitleler de günümüzün en
önemli hadiselerinin bir parçası olmayı talep ediyor. Radyo istasyonları, manevi hareketler, toplum ve
idealler ile insanlar arasında bağlantı kurabilen en önemli ve
en etkili araçlardan
biri olma özelliği taşıyor.
Ulusunun
birlik olmasını
ve bu sayede yeniden dünyadaki yaşanan en önemli hadiselerde
gücün merkezi konumunda bulunmasını hedefleyen bir hükümetin, ulusunu her anlamda
hedeflerine yönlendirmesi
ya da en azından bu
konuda destekleyici olması hem
en doğal
hakkı hem de başlıca görevlerinden biridir. İşte radyolar
için de aynı şey geçerlidir. Bir buluş kitlelerin
iradesini etkilemekte ne kadar başarılıysa, ulusun geleceği konusunda
da aynı
ölçüde sorumluluk sahibidir.
Elbette
bu, radyoları
kendi partizan hedeflerimizi gerçekleştirmek uğruna omurgasız birer köleye dönüştürmek istediğimiz anlamına gelmiyor. Almanya'nın yeni politik yaşamı her
türlü partizan sınırlandırmaları reddediyor. Halkı ve
ulusun birliğini
arıyor ve planladığı ya da çoktan başladığı yeniden yapılanma sürecine de iyi niyetli herkesi dahil ediyor. Bu
büyük
görevler çerçevesinde radyo,
şayet
süreklilik arz etmek istiyorsa kendi
sanatsal ve ruhani yasalarını
yaratıp onlara tutunmak durumundadır. Kullandığı teknik yapı nasıl modern ve farklıysa sanatsal
kapasitesi de aynı
ölçüde çağı yakalamak
zorundadır
zira radyonun, tiyatro sahnesi ve
sinemayla pek yakın bir ilişkisi bulunmuyor.
Herhangi bir güçlü oyunu
ya da herhangi bir filmden bir sahneyi büyük değişimler geçirmesine neden olmaksızın radyoya taşımak neredeyse
imkansızdır.
Radyoda konuşmanın,
bir
drama oyunu ya da opera yayınlamanın veyahut da bir dinleti sunmanın kendine
has tarzları
olur. Radyo hiçbir anlamda
sahneyle ya da sinemayla bağlantılı değildir, bütünüyle bağımsız bir karakteri ve kendine has kuralları vardır.
Radyodan
özellikle
çağdaş olması beklenmelidir
zira bugünün
görevleri ve ihtiyaçlarıyla ilgilenmektedir radyo. Görevi, önemli hadiseleri kitlelere sıcağı sıcağına iletmektir ve bu güncellik kendisine
hem büyük bir güç kazandırır hem de onun için büyük bir tehlike arz eder. Çok önemli ve tarihi hadiselerde insanlara anında ulaşabilme becerisi 1 Mayıs ve
21 Mart tarihlerinde büyük ölçüde kanıtlanmıştır. 21 Mart'taki hadise, bütün ulusu
ilgilendiren önemli bir politik olaydı ve
diğeri de sosyo-politik anlamda büyük ehemmiyet
arz eden bir hadiseydi. Her ikisi de, hangi sınıfa mensup olduğu, hangi dine inandığı ya da politik olarak nerede durduğu fark etmeksizin herkese ulaştı. İşte bu,
Alman radyosunun çağı yakalayan doğası, güçlü haber ağı ve
sağlam merkezi sistemi sayesinde gerçekleşti.
Her
daim güncel kalabilmek sizi insanlara daha da
yakınlaştırır.
Devrimsel hareketimizin gözde olduğunu söylerken bizim de haklı nedenlerimiz
var: Bu hareket halkın
içinden yükseldi, insanlar
tarafından
yüceltildi ve onlar için şekillendirildi aslında. Katıksız bireyselliği tahtından indirerek halkı bir
kez daha her şeyin merkezine koyduk. Entelektüel liderliğimizin bıktıran şüpheciliği
karşısında liberalizmin direnci kırıldı ve
onun da aslında kitleleri kendi umutsuz
sefaletleriyle baş başa
bırakan büyük şehrin sözde entelektüel yapısının bir yansımasından ibaret olduğu ortaya
çıktı.
Bugün hükümetimizin karşı karşıya kaldığı sorunlar aslında sokaktaki
vatandaşımızın
sorunlarıyla aynı. Oyunlarda, konuşmalarda ve dramalarda işlenen sorunlar
aslında
halkı ilgilendiren sorunlar yalnızca. Radyoda
bu sorunlar ne kadar iyi algılanır ve
ne kadar yeni, radikal ve farklı yollarla
çözülmeye
çalışılırsa, görevini o
kadar eksiksiz bir biçimde
yerine
getirecek ve insanlar da bu sorunlarla baş etmenin
yolunu muhakkak ki bulacaktır.
Ancak
radyo politikalarımızda
bu ideal senaryolara ulaşmadan önce, ilgilenmemiz
gereken bazı sorunlar ve yapılması gereken bir dizi hazırlık söz konusu. İlk olarak
bunlar organizasyonel meseleler. Muhtemelen hem ruhsal hem de politik sorumlulukların yerine getirilmediği bizden önceki dönemin bir sonucu olarak organizasyon
yetisi konusundaki eksiklikler tolore edilemeyecek düzeye ulaşmış durumda. Çağımızın bu
hastalığı,
radyo istasyonlarına da bulaşmış durumda.
Bu istasyonlarda çalışanlar
da aslında organize
edilmesi gereken şeylere
değil, organize edilmesi kolay olan şeylere odaklanmış durumdalar. Yüz tane
aşçı bir çorbayı nasıl sabote ederse, yüz bürokrat da başarıyla sonuçlanabilecek her türlü organizasyonu
baltalıyor.
Alman radyo sisteminde ne kadar çok komite,
gözlemci,
bürokrat ve üst düzey yönetici varsa, politik anlamda o kadar az
başarı elde ediliyor. Radyolarda
sorumluluk almayı seven tek bir görevli
bulmak mümkün olmuyor. Farklı zamanlarda
insanlara ulaşabilmek
için gereken ruhsal enerji ve esnekliğe sahip
olmak muhtemelen komisyonların ya da komitelerin veyahut kurulların sorumluluğu olmamalı zira yolu tıkamak dışında pek bir şey yapabildikleri
yok. Bu noktada da bizler yine net ve açık bir
yol sunuyoruz.
Karmaşık organizasyonların yapabildikleri tek şey; üreticiliğin önünde engel teşkil etmektir;
bir ortamda ne kadar çok bürokrat var ise, iç yapıda o
kadar çok
karışıklık yaşanır. Bir
komitenin içerisinde
tek bir kişinin beceriksizliğini ya da yetersizliğini saklamak her zaman daha kolay olmuştur. Ancak
karmaşık
organizasyonlar bununla da kalmaz,
beraberinde çöküşü de getirir mutlaka. Sorumluluk
konusunda kaos yaşanır ve bu yüzden bu
kaos ortamında,
yetkin olmaktan çok uzak,
zayıf karakterli kimseler halkın vergileriyle
ceplerini doldurma fırsatı bulurlar.
İşte bugün, Alman radyosunun bünyesinde yaşananlar tam olarak budur. Başarıyla hiçbir bağlantısı olmayanlara adaletsizce verilen
dolgun maaşlar,
gösterilen abartılı gider
pusulaları,
genelde başarıları teşvik etmek için yapılması gereken cömert sigortalar...
Hatta günümüzde
kendini 'radyonun babalarından biri' olarak adlandıran bazı tipler de var, onlara ancak şunu hiç çekinmeden söyleyebiliriz kendilerine: Sizler radyoyu icat etmediniz,
bilakis, en zor zamanlarda onu faydalı bir
biçimde
kullanmamıza engel
olmaktan başka bir iş yapmadınız. Radyoyu sadece kendi çıkarları için kullanmayı becerebildiler. Alman radyosunu
kuranlar daha en başında,
bu cüzdanı kalın ancak bilinci bomboş servet
avcılarıyla
bir arada olmasalardı Alman radyosunun durumu bugün çok daha
iyi olabilirdi. Şu deyimi kullanmak yerinde olacaktır bu
insanlar için: "Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!"
Elbette
Nasyonal Sosyalist devrimle başa gelen
hükümetimizin bu alana da çekidüzen vermekten
geri durmayacağını
söylememe gerek yoktur. Kaosa dönen radyo
yönetimini
bir an önce lağvedecek ve yerine daha yalın ve
ekonomik bir sistem kuracağız. Bunun dışında bütün alanlarda üretimi de
sistematik olarak artıracağız.
Mikrofonlardan ulusumuzun manevi yaşamına uygun
yayınlar
yapılacak ve el birliğiyle radyomuzu; çağımızın duygularını, ihtiyaçlarını, özlemlerini ve umutlarını ortaya koyan çok kimlikli,
esnek bir yapıya
kavuşturacağız.
Alman
radyosunu asla yalnızca
kendi partizan amaçlarımız için kullanmak niyetinde olmadığımızı da belirtmek isterim. Eğlence, popüler sanatlar, oyunlar, şakalar ve
müzik
için de yer olacak. Ancak günümüzde her
şeyin birbiriyle tutarlı ve
bağlantılı
olması gerekiyor. Her şey, yeniden
yapılanma konusunda yaptığımız büyük planın ideasına uygun olmalı ya
da en azından onun karşısında bulunmamalı. Her şeyden önce tüm radyo faaliyetlerinin açıkça tek
bir mer-
kezden yönetilmesi gerekiyor ki manevi hedefi.er, teknik olanların önüne geçebilsin ve belli bir prensip oturtarak açık bir dünya görüşü yaratıp onu daha serbest yollardan herkese yayabilelim.
Radyomuzun insanlara ulaşabilen, onlar için
çalışan, devlet ile halk arasında aracılık edebilen ve dünyaya karakterimiz, yaşam tarzımız ve çalışmalarımız
hakkında fi.kir verebilmek adına
sınırlarımızı da aşan bir yapı
olmasını istiyoruz. Radyodan alınan ücretler halka geri dönmeli1• Şayet gelir fazla olursa o
da halkımızın
kültürel ve manevi ihtiyaçları için kullanılmalıdır. Radyonun gelişimiyle tiyatro ya da basında sıkıntı yaratacak durumlar ortaya çıkacak olursa da, radyonun ihtiyacı olandan fazla bulduğumuz gelirleri kültür sanat yaşamımızın
daha da güçlenmesi için kullanacağız. Radyonun amacı, toplumun kültür ve sanat yaşamına kademe kademe zarar
vermek değil;
insanları eğlendirmek, bilgilendirmek ve aynı zamanda desteklemek olacaktır. Ana hedefi.erimden
biri de, yakın
ya da uzak gelecekte bu noktada kusursuz bir denge tutturmak. Radyonun da halkımız için tiyatro, basılı kaynaklar ve filmler
kadar faydalı olacağına
eminim.
Bu etkinliğin açılışıyla birlikte yeni radyo dinleyicileri kazanmak için reklam kampanyası
da sistematik olarak başlamış oluyor. Geçtiğimiz
yıllarda edindiğimiz propaganda bilgisini artık daha etkin bir biçimde kullanabileceğiz. İlk hedefimiz, Alman radyosunun dinleyici sayısını iki katına
çıkarmak. Bunun sonucunda
finansal bir kaynak oluşacak ve bu kaynakla yalnızca radyomuzun misyonunu gerçekleştirmesini sağlamakla kalmayıp ulusumuzun bütün kültürel ve entelektüel yaşamını da destekleyeceğiz.
Tiyatroyu da, sinemayı da, müzik
endüstrisini ve yayın dünyasını da sağlam finansal desteklerle daha güçlü kılacağız.
1 O dönemde Almanlar radyo dinleyebilmek için belli bir lisans ücreti ödemek durumundaydı.
Bu
yılki radyo fuarını işte bu ruhla açıyoruz. Ana
ürünümüz
ise People's receiver'. Uygun fiyatlı olması sebebiyle çok daha
fazla insanın radyo dinleyicisi olmasını sağlayacak. Bilim ve endüstri elinden
geleni yaparak hem tüm ulusun hem de devletin takdirini kazandı. Şimdi de radyomuz üzerine düşeni yapmalı. Sonrasında hep birlikte hedeflerimize emin adımlar yürüyeceğiz. Şayet bilimin, endüstrinin ve politikanın öncüleri el ele verip çalışırlarsa ve onların ortak
çabaları
da politik çevrelerde sorumluluk bilinciyle
desteklenirse, yapılan pek çok hatayı geçmişin tozlu sayfalarında bırakabilir ve Alman radyosu için yepyeni
bir dönemin
başlamasını sağlayabiliriz. Bu
başarı,
yalnızca Almanya'nın politik
yaşamı
için yeni ufuklar açmakla kalmayacak, dünya genelinde
radyonun gelişimine
de katkıda bulunacaktır.
İşte bu
fuar böylesi
büyük bir görevin gölgesi altında başlıyor. Almanların cesaretini ve özgüvenini yansıtan yepyeni bir başlangıç niteliğinde...
En
büyük temennimiz bugünden sonra
bilimin, endüstrinin ve entelektüel yaşamın öncülerinin, sonunda hepimizin ortak hedefine
uzanan o yepyeni yolu seçmeleri:
Tek
millet, tek devlet, tek amaç: Almanya'nın parlak geleceği!
Bu
dileklerle onuncu Alman Radyo Fuarı'nı açıyorum.
' Dönemin en ekonomik radyo alıcılarından biri.
1939
AMERİKA
GERÇEKTE NE
İSTİYOR?
21
Ocak
1939
Amerikan
Basını, asli bir hak olarak Avrupa'dan yakınabiliyor. Özellikle de
ucu Almanya'ya dokunuyorsa, bu hakkı daha
bir coşkuyla
kullanmaktalar. Her şeyden evvel
Nasyonal Sosyalist Almanya onların gözünde resmen lanetli bir ülke.
30
Ocak 1933'ten beri Üçüncü Reich, Amerikan basınının, iizellikle de Yahudi çalışanların ağırlıkta olduğu ajanslarının nefreti, yalan haberleri ve
tacizlerinin hedefinde. Amerikan hasını, Almanya'yı özellikle insancıllık, medeniyet, insan haklarının uygulanması ve kültür konusunda
eleştirmekten
adeta keyif alıyor. Elbette
bunu yapmaya hakları var. Zira bir iilkede; insancıllık, ancak linç kültüründe kendi şiddet dolu
ifadesini buluyorsa, medeniyetinin göbeğinde ise
kokusu göklere
yükselen politik ve ekonomik skandallar varsa,
insan haklarının uygulanmasının iç yüzünde aslında
sayısı on bir - on iki milyonlara ulaşan işsiz insanları varlığının kabul edilmesi yatıyorsa ve
son olarak ulus kültürü de yalnızca
eski Avrupa kültürünün
temellerinden devşirilen eğreti
bir
popüler
kültürden ibaretse, elbette ki böyle bir
millet; kültürleri
ve milliyetleri yüzlerce, binlerce
yıl
öncesine, Amerika'nın keşfinden dahi
eski zamanlara dayanan kadim Avrupa devletlerini küçümsemeyi hakkını bulacaktır kendinde. İşte bizim
bu türden
itirazlarımıza Amerikan
basını, durumun Almanya'yla değil nasyonal
sosyalizmle alakalı
olduğu yönünde yanıtlar veriyor
her daim. Son derece ucuz bir bahane bu elbette. Nasyonal sosyalizm dediğimiz görüş, bugün Almanya'nın politikasını
ve dünya görüşünü şekillendiriyor. Alman ulusunun tamamı da
bunu kabul ediyor. Bu sebeple günümüzde nasyonal
sosyalizmi eleştirmek
aslında tüm Alman
halkını
eleştirmek anlamına geliyor.
Tabii
bu, Nasyonal Sosyalizmin bir tür diktatörlük rejimi olduğu anlamına gelmez, Almanya'da içten içe, dile getirmeseler de Nasyonal Sosyalizme karşı olan
bir kesim de yaşamını
sürdürüyor. Ancak
konu bu değil.
Bütün bunlar demokrat politikacılar ve basın mensuplarının zihinlerinde var olan fantezilerinden ibaret,
hiçbirinin
gerçeklikle bir
ilgisi yok. Şüphesiz,
1933'ten beri Amerika'nın, Almanya'ya ve Alman halkına karşı kasti olarak yürüttüğü uluslararası provokasyon kampanyasının bir ürünü her
biri.
Gelgelelim
bizim için tüm
bu yapılanların çok da bir sakıncası yok. Biz Almanlar olarak ne diğer milletlerin
sempatisine ne de sevgisine muhtacız; halk
olarak yalnızca
gücümüze güveniyoruz. Almanya'nın kurtuluş için uluslararası yardımlardan medet umduğu zamanlar
çok gerilerde kaldı. O yardımlar ki
savaş
sonrası dönemde, en
çok
ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda
asla bize ulaşmadı
zira. O uluslararası destek, uluslararası piyasalar ve sermaye, Almanya'ya
destek olmanın,
her şeyin ötesinde kendilerine en yüksek faydayı sağlayacağına inandıklarında ortaya çıkabildi ancak.
Artık durduğumuz yeri dile getirebilecek noktadayız: Amerika bizden uzakta, aramızda koca
bir okyanus bulunmakta. Neden orada hakkımızda ne düşündüklerini,
ne yazıp çizdiklerini yahut bizim için neler söylediklerini umursayalım ki? Amerika'da yürütülen fazlasıyla gelişmiş bu nefret politikası, kendi sınırlarını aşmadığı sürece bizi hiç ilgilendirmiyor. Ancak eğer radyolar ve
gazetelerin ötesine geçip de daha politik çevreleri zehirlemeye başlarlarsa, iş daha ciddi bir hal alabilir.
Özellikle ıo Kasım 1938'den sonra bu
kampanyalar inanılmaz
bir boyuta ulaştı. Büyük ölçüde Yahudi etkisinde kalan Amerikan toplumu,
genel görüş itibariyle Almanya'nın iç politikalarına da tolore edilemeyecek ölçüde karışma çabasına girdi ve bizden çok uzaktaki kıtalarından, medeni toplumlar arasındaki ilişkilerde asla imkan ve ihtimal dahilinde olamayacak metotlarını Almanya'ya karşı kullanabileceklerini sandılar. Ancak bizler, bu nefreti yaratanların kimler olduğunu da, bu politikalardan kimlerin en üst düzeyde yararlanacağını da çok iyi biliyoruz: Büyük ölçüde Yahudiler ya da onlara
tamamen bağımlı
olan veyahut onlara hizmet eden kimseler.
Mesela New York haber ajanslarının Almanya'ya bu kadar hararetle saldırması şaşırtıcı değil zira New York'ta iki milyon Yahudinin yaşadığı ve ekonomik yaşamın bütünüyle, gerçek anlamda onların elinde olduğu
herkesçe bilinen bir gerçek.
Şimdiye dek Alman basını bu acımasız ve kabul edilemez nefret kampanyasına karşılık vermeye çalıştı ancak çok
düzensiz olarak ve çekingen bir tavır
içerisinde yaptı bunu. Ancak nihayetinde
Amerika'da resmi görevlerde bulunan kimseler de
kampanyaya destek verince, haliyle bizler de hu konuda bir şey söyleme zorunluluğu duyduk. Örnek
vermek gerekirse;
Amerikan İçişleri Bakanı kkes,' 19 Aralık
' Harold LeClair lckes: Başkan Roosevelt'in döneminde Yeni Düzen programının uygulanmasında önemli görevler üstlenen
Amerikalı siyasetçi. 1932 yılında Demokrat Parti adayı Roosevelt"i
destekleyerek bir anlamda seçilmesini sağlayan liberal eğilimli Cumhuriyet yanlılannın
seçimlerinde etkin oynadığı ve yaşamı boyunca her alanda desteklediği Roosevelt'in de
kendisini bu yüzden içişleri .rkreterliğinc atadığı bilinmektedir.
1938 tarihinde açıkça, hiçbir Amerikalının; binlerce insanın ölümünden sorumlu olan ve yeni
bir insanlık suçu
işlemediği her günü kayıp gün sayan bir diktatörün elinden madalya almayı kabul etmeyeceğini
söyledi ve dürüst olmak gerekirse bu, normalde aralarında bir takım ilişkiler olan milletlerin arasında pek de sıkça karşılaşmadığımız bir üslup. Daha sonrasında
Amerikan Dışişleri Bakanı Welles[X]
de Almanya'nın
itirazlarına, Ickes'ın açıklamasının Amerikan halkının büyük çoğunluğunun fikrini yansıttığını
belirterek karşılık verdi. Buna karşılık ne denir bilinmez. Ne
anlama geliyor tüm bunlar?! Bizzat
Amerikan Başkanı
da mı Alman basınına
saldırıyor yoksa Amerika'nın önde gelen siyasetçilerine söyleyecek bir çift
lafı yok mu? Her ne kadar Amerika'nın kuzey kesimindeki eyaletlerde uygulanan iç politikalar hakkında görüş bildirmek için her türlü mazeretimiz olsa da biz, bu konuda çekimser kalmaya devam ettik. Zira hiçbiri bizi ilgilendiren
meseleler değil
aslında. Amerika'nın iç politikalarını Amerikalı devlet adamları
belirler. Bizler yalnızca Amerika'nın Almanya'yla olan ilişkisiyle ilgileniyoruz. Ayrıca
Almanya'nın politik görüşlerini ne Amerika'ya empoze etmek için bir nedenimiz ne de
bunu yapmak gibi bir niyetimiz var. Tam tersine, bizim kullandığımız yöntemlerin tamamı Almanlara özgü, saf ulusal yöntemlerdir. Sadece Almanya'da uygulanabilecek türdedir hepsi. Ancak bizler, nasıl ki diğer ülkelerin
iç işlerine saygı duyuyor ve bu
konularda polemiğe
girmekten mutlak suretle kaçınıyorsak, aynı şeyi
komşularımızdan da beklemekteyiz
elbette.
Ancak şu anda, Amerika'nın
kuzeyinde aynı şeyin söz konusu olmadığı ortada. Basın
yayın organlarının neredeyse tamamı ve hatta film endüstrisi de dahil olmak üzere hemen her alanda Almanya aleyhine yapılan bu karalama kampan-
yası destekleniyor. 22 Aralık 1938 Senatör
Pittman1 da bunu açık açık şöyle ifade etti: "Amerikan halkı, Almanya hükümetinden asla haz etmiyor.”
Bizler ise meselenin Amerikan halkıyla ilgisi olmadığını düşünmeyi
tercih ediyoruz. Şayet o halk bizi sevmiyorsa, bu, yalnızca yürütülen nefret
propagandasının sonucu olabilir. Vicdan ve merhametten tamamen yoksun
uluslararası alçaklar tarafından yürütülen bir propaganda bu. Hepsini de hem
görünmez içsel hem de dışarıyı ilgilendiren nedenlerden yapıyorlar.
Bu, Alman
karşıtı kampanyanın arkasında aslında 'Lima Konferansı'2 var. Kuzey
Amerika, Güney Amerika'yı Alman düşmanlığı konusunda yanına çekebilmeyi ve
hatta tüm Avrupa'ya düşman etmeyi umuyor. Güney Amerika pazarında Almanlarla
rekabet etmekten hoşlanmıyorlar zira.
Ancak bizim, Yahudi-Amerikan basınının körüklediği Almanya aleyhine
bu eleştirilere, Amerika'nın iç işlerine karışıp yaşadığı sorunları kullanarak
karşılık vermek gibi bir niyetimiz yok. Her ne kadar Almanya, şu anda döviz
rezervleri ve hammadde bakımından Avrupa'nın en fakir ülkesi olsa da işsizliği
ortadan kaldırmıştır, hatta ülke genelinde işçi bulma konusunda sıkıntı
yaşanmaya bile başlanmıştır. Bunun yanında Kuzey Amerika, hammadde ve döviz rezervleri
bakımından bu kadar zengin olduğu halde işsizlik rakamları on bir - on iki
milyon arasında seyrediyor. Ancak Amerikan basınının büyük bir kısmı bu durumu
görmezden geliyor olsa da inkar etmeyi de göze alamazlar. Alman-
1 Key Denson
Pitmann: Nevada eyaletinin demokrat senatörü idi.
Roosevelt döneminde llluslararası ilişkiler Komitesi'nin başkanı olarak görev
yaptı. Aynı yıllarda Amerika !lirleşik Devletleri senatosunun geçici başkalık
görevini de başarıyla yürüttü. Roosevelt döneminin önde
gelen devlet adamlarından biriydi.
l'an-Amerikan Konferanslar olarak da
alınan ve farklı yıllarda düzenlenen Amerika !lirleşik Devletleri
Konferansları'ının 9-27 Aralık 1938'de Peru'nun Lima şehrinde yapılan oturumu.
Amerika, 2. Dünya Savaşı sırasında yaşananları değerlendirmek ve Latin
Amerika'nın desteğini ve savunma yardımlarını alarak güvenliğini garanti alıma
^lmak amacıyla bu toplantıları düzenlemiştir.
ların rakip
tanımamasının
tek nedenini de nefret ve aşağılamadan ibaret yöntemleri olduğunu iddia ediyorlar. Nasyonal
Sosyalist Parti Almanya'da iktidara geldiğinde iş bulan yedi milyon Alman, onları işlerine kavuşturan yöntemlerin ne olduğuyla ilgilenmiyorlar.
Bu olanlar insana tanıdık bir fıkrayı anımsatıyor: İki işçi, gönülsüzce bir kaldırım taşını yerinden sökmeye çalışıyormuş. Yanlarından geçen biri bir süre onları izlemiş, sonra yerden bir kazma alıp taşı yerinden söküp atmış. İşçilerden biri de diğerine şöyle demiş: "Eh, yani, o kadar güç kullanırsa..."
İşte Amerikan
basını da aynı argümanı kullanıyor. Nasyonal Sosyalizmin başarısını inkar edemedikleri için ancak
şunları
söylemeyi beceriyorlar: "Eh, yani, o
kadar güç
kullanırlarsa..."
Ayrıca Alman halkının bu
başarı için
çok büyük fedakarlıklar yapmak
zorunda kaldığını
da düşünüyorlar. Gelgelelim Alman halkının gözünde durum çok farklı. Alman halkı, bir
ulusun yeniden ayağa
kalkması için bazı alanlarda
kısıtlamalara
gidilmesi gerektiğini biliyor. Amerikan halkı pratikte
varlık, bolluk içinde; külçe külçe altınları, döviz rezervleri ve hammaddeleri var.
Ancak akıllı,
çalışkan ve cesur bir insanın bu
avantajlar olmaksızın
nasıl ayakta kalabileceğini hayal dahi edemiyorlar. Durum her
ne olursa olsun bizler, gelecekte yaşanacak gelişmeleri endişeyle takip diyoruz. Alman halkı dışında kimsenin, Almanya'nın iç işleriyle alakalı meselelerde
herhangi bir yargıda bulunmaya hakkı yoktur.
Kimse, sonunda uluslararası
bir krize yol açabilecek umursamazlığı ve anlayışsızlığı kendi çıkarı için körüklemek adına bir halkın yaşam şeklini ve düzenini başka bir halkın düzeniyle karşılaştırarak insanları birbirine düşüremez. Bay Eden birkaç hafta
önce,
uluslararası demokrasi
temsilcisi olarak New York'ta yaptığı bir
konuşmada
Nasyonal Sosyalizme yine aynı noktadan
saldırdı.
Salonda Amerika'nın uluslararası arenada tanınan ekonomi,
endüstri
ve finans devlerini bir araya toplamıştı. Gerçi bu ortamda Bay
Eden,
on bir - on iki milyon işsize nereden
iş
bulabileceklerini açıklasa daha
iyi ederdi. Muhtemelen öyle bir
izleyici karşısında
bu nefret tiradı pek
de ilgi görmezdi.
Elbette ki Yahudiler, konu
Almanlar olduğu
için konuşmanın içeriğiyle çok da
ilgilenmeksizin Bay Eden'e alkış tuttular.
Şu anda vurgulanması gereksiz olan bir takım nedenlerden
dolayı Yahudiler, Nasyonal Sosyalizmden ölesiye nefret
ediyorlar. Onlar bizim düşmanlarımız, öyle de olmalılar, öyle olmak zorundalar. Asıl soru
ise şu: Amerikan halkı Yahudilerin
yanında olup da Almanya ve Alman halkına karşı böylesine faydasız bir düşmanlığa çanak tutacak mı ve
tutmalı
mıdır? İşte bizim
karşı
çıktığımız nokta tam olarak bu. Takındıkları tavır ne birinin çıkarına hizmet
eden ne de birine yardımı dokunacak türden. Bizim
Amerikan halkıyla
bir derdimiz yok. Her ne kadar yöntemlerimiz farklı olsa da Amerikan halkının iç işlerinden de politik görüşlerinden haberdarız ve hepsine saygı da
duyuyoruz elbette. Gelgelelim Amerikan halkının nezdinde
Almanya'nın
da aynı saygı ve dikkat çerçevesinde değerlendirmesini beklemek en doğal hakkımız diye düşünüyorum. Ayrıca bu karşıtlığın kime nasıl bir
fayda sağlayacağını
anlamakta da zorlanıyoruz. Bunun Amerika'ya ne gibi bir faydası dokunabilir?
Acaba büyük
Dünya Savaşı sırasında kullanılan yöntemlerin bugünkü Almanya'yı yıkabileceğini
mi düşünüyorlar?
Her
ekonomik hamle çift
yönlüdür. Sadece hedef aldığı noktayı değil, hamleyi yapan tarafı da
etkiler. Satılmayan
pamukların üzerinde oturmuş bekleyen
Amerikalı
pamuk işçileri bunu
çok iyi bilirler örneğin.
Artık zaman,
sakin kalıp
mantıklı davranabilmenin zamanıdır. Amerikalıların gayet açık olan
görüşleri
yanlış yönde ilerleme
kaydediyor. Bu noktada eski ve defalarca denenmiş olan
uluslararası
usullere ve adaba geri dönmek ve
Almanya'ya da diğer ülkelere olduğu gibi muamele etmek herkesin yararına olacaktır.
Bu
çağrıyı yaparken Amerikalıların tavırları üzerinde büyük bir etki yaratmayı umduğumuz yok tabii. Yine de meseleyi böyle açıkça dile getirmek de biz devlet adamlarının görevidir. Amerikan halkının bir
kısmıyla
birlikte Yahudilerin görüşlerini dikkate alınca, böylesi vizyonsuz, amaçsız ve
faydasız
yöntemlere başvurmanın gereksizliğini bir
kez daha vurguluyor ve tüm dünyaya samimiyetle şunu soruyoruz: "Amerika gerçekte ne
istiyor?"
ALMAN DEVRİMİ
29 Ocakı939
Mayıs 1932'de Brüning'in kurduğu kabinenin asla savunulacak bir tarafı yoktu. Reichstag'da muhalefet partileri iktidarın politikalarını olabilecek en sert şekilde eleştirdiler. 12 Mayıs'ta General Groener, bir kez daha Reich'ın genelkurmay başkanlığına getirildi. Brüning, 29 Mayıs'ta basına bir açıklama
yaparak yurtdışında kendisinin yakın zamanda istifa edeceğine dair söylentiler
dolaştığını ama kendisinin böyle bir niyeti olmadığını açıkladı. Bilakis, görevinin başında kalmaya kararlıydı.
O Pazar gününün öğle saatlerinde Brüning Reichstag'a gelerek Cumhurbaşkanı von Hindenburg'a1 acilen birkaç evrak imzalatmak istedi ancak başka
' Paul von Hindenburg:
Birinci Dünya
Savaşı sırasında Doğu Prusya'da Rusların ilerlemesini durdurması için
8. Ordunun başına getirildikten sonra orduda giderek yükselerek 1916'da başkomutanlık mertebesine kadar erişti. Savaş Almanya'nın aleyhine dönmeye başladığında en azından imparatorluğun kurtarılması
için hali hazırdaki imparatora tahttan çekilmesini önermiştir. Reich yıkıldıktan sonra da Almanya'nın ikinci cumhurbaşkanı olma vasfına
erişmiştir ancak gücünü korumaya başaramadığı için son yıllarında Adolf Hitler'in yetkilerini giderek artırmasının önüne geçememiş ve ölümünden sonra da Hitler cumhurbaşkanının da yetkilerini ele geçirerek tek adam olma yolunda önemli bir adım atmıştır.
nın huzuruna kabul
edilmedi. Ertesi gün, yani 30 Mayıs'ta da istifa etti.
Von Hindenburg ı Haziran günü
Franz von Papen'i' şansölyeliğe atadı ve kabineyi kurma yetkisi verdi. Bu yeni kabinenin özel bir görevi
de olacaktı; Başkan von Hindenburg'la bağlantıda kalarak Almanya'nın iç politikalarındaki sorunları teker teker çözmeleri gerekiyordu. Franz von
Papen ise Führer'den,
kabinesine en azından kısa bir süre
vermesini istedi ancak Führer bu talebi reddederek derhal Reichstag'ın dağıtılmasını ve Almanya'nın iç
politikaları konusundaki kararı doğrudan halka bırakılmasını
istedi. Uzun süren tartışmaların ardından bu talep yerine getirildi ve Reich'ın dört bir yanında sancılı ve oldukça
çekişmeli bir seçim kampanyası böylece başlamış oldu.
31 Temmuz'da yapılan seçimde Nasyonal Sosyalist Hareket açık ara en güçlü
parti olarak seçildi ve 608 kişilik
parlamentoda 230 koltuk kazanarak
meclisin %37.B'ini oluşturmayı başardı. Bu noktada iç politikaların yeniden düzenlenmesinde net bir gelişme kaydedilmiş gibiydi. Artık güç ve sorumluluk konusunda Adolf Hitler'e güvenmek dışında bir alternatif kalmamıştı ortada. İşte karşı darbenin etkisinin başladığı yer de tam burasıydı. Führer, 13 Ağustos'ta Berlin'e geldiğinde durumun düşündüğünden çok daha farklı
olduğu gördü. Yetkililer kendisinden
Almanya yönetimine
geçmesini beklemiyordu, sadece yardımcı şansölye olmasını istiyorlardı.
Hitler bu teklifi yalnızca prestij kaybetmemek ve politik ahlakı izin vermediğinden dolayı reddedecekti ama
1 Franz Joseph Hennann Michael Maria von Papen: Adolf Hitler'in 1933 yılında iktidarı ele geçirmesinde
üyük katkıları olan devlet adamı. Parlamentoda destekçisi bulunmayan bit hükümet kurduğu için mecliste ikinci parti konumda olan Nazilerin desteğini almak adına
milis güçleri S.A. kuvvetlerinin yeniden faaliyete geçmesine izin verdi ancak 1932 yılında yapılan Kasım seçimlerinde güven oyu alamayınca
istifa etti ancak yerine gelen
Schleicher de hükümet kurmayı başaramayınca yeniden yüzünü
Nazilere çevirdi. Hitler'i başbal:anlık mevkiine getirmesi için cumhurbaşkanı von Hindenburg'u ikna eden kişi de bizzat von Papen
idi. Ayrıca 1939-1944 yılları arasında Almanya'nın Türkiye büyükelçisi olarak görev
yapıı.
bu
yolla kendisine verilen başarı şansını korumak da istiyordu. Bu sebeple, ne olursa olsun cumhurbaşkanıyla hiçbir suretle konuşmamaya karar verdi. Ancak yaptığı bir
telefon konuşmasından
sonra Wilhelm Caddesi'nde attığı birkaç turun ardından duruma
bakış
açısı tamamen değişmiş olacak
ki bu teklifi kabul etmesi gerektiğine karar verdi ve cumhurbaşkanının huzuruna çıktı.
Bu
görüşmede
kendisine resmi olarak yardımcı şansölyelik teklifi sunuldu ve Führer bu
teklifi derhal kabul etti.
Dolu
dolu geçen o günün akşamında hükümet resmi bir bildiri yayımladı ve
Adolf Hitler'in tam yetki talep ettiğini, başkanın da bu isteği reddettiğini açıkladı. Ancak elbette hunların hiçbiri doğru değildi. Yine de politika arenasında yaşanan gelişmeler sıra dışı ölçüde tehlikeli bir krizin fitilini ateşledi. Führer'in Berlin'den ayrıldığı akşam insanlar arkasından, "Dimdik dur!" diye tezahürat yapıyordu. Führer de bunu yapmaya kararlıydı.
Böylece Wilhelm
Caddesi'nin resmi sakinleriyle' Nasyonal
Sosyalist Hareket arasında
uzun bir süre devam
edecek çekişme de böylece başlamış oldu.
Meclis
30 Ağustos'ta
toplandığında karman
çorman
olmuş iç politikanın eksiksiz
bir portresi çıkmıştı
ortaya. Meclis bir mesaj veriyor
gibiydi: İki yüz otuz koltuğunu Nasyonal
sosyalistlerin işgal
ettiği meclisin açılış konuşmasını yaşlı bir komünist kadın yapıyordu. 12 Eylül'de mevcut
hükümet ve nasyonal sosyalistler arasında soğuk bir savaş yaşandı. Hükümet meclis oylaması yaptırmak istemiyordu zira en fazla birkaç kişinin kendilerini destekleyeceğinin farkındaydılar. Ancak nasyonal sosyalist meclis başkanı Hermann
Göring'in2 inanılmaz ölçüde akıllıca taktiğiyle meclis oyla
' 1945'e kadar önce Prusya Krallığı'nın
ardından Birleşik Alman Reich'ının Reich Şan-
<olyelik Binası ve Dışişleri Bakanlığı ofislerinin bulunduğu, Berlin'in merkez caddesi.
Wilhelmstrasse dendiğinde genel olarak Almanya'nın önde gelen yönetimleri
kast ediliyordu.
llermann Wilhelm Göring. Nasyonal Sosyalist
Parti'nin en güçlü isimlerinden biri olan
Alman politikacı ve emekli asker. Hitler'in 1923'te giriştiği Birahane Darbesi sıramasının önü açıldı ve hükümet, beş yüz on iki oya kırk iki oyla kaybetti, böylece yeniden genel seçime gitme kararı alındı. İşte bu gelişmeyle birlikte Almanya'da daha evvel eşi benzeri görülmemiş bir seçim
dönemi başladı.
Nasyonal Sosyalist
Hareket yöntem
bakımından son derece uygunsuz koşullarda kampanya yürütüyordu. 31 Temmuz'da yapılan seçimlerde hareketimiz, partinin mümkün olan en kısa
sürede iktidara gelerek başarının meyvelerini hızla toplayacağına inanan hatırı sayılır bir seçmen
kitlesine ulaşmıştı. Ancak bu kez durum çok farklıydı. Hatta öncekinin tam tersine, iktidardan çok çok uzaktı parti. Destekçileri dağılıp
gitmişti. Böylesi umutsuz saldırılar altındayken Nasyonal Sosyalist Hareket, gerici baskılara direndi. Acı bir seçim kampanyasının ardından 6 Kasım 1932'de halihazırda
var olan iki yüz otuz sandalyesinin en azından yüz doksan altısını korumayı başarmış olsa da her şeyden öte, yaklaşık iki milyon oy kaybetmişti.
Ancak Führer; partisinin sorumlulukları hakkında devletin kendisiyle daha fazla tartışmayı reddetti. Sonunda Papen'in
kabinesi 17 Kasım
1932'de dağıldı. Wilhelmstrasse ve Nasyonal Sosyalist Hareket arasındaki sonraki tartışmalar
daha ziyade yazılı olarak devam etti, zira hiçbir tartışma tatmin edici bir sonuca ulaşmayı vadetmiyordu.
Derken Alman politik çevrelerinde bir anda General von Schleicher'in[11]
gölgesi beliriverdi. Daha öncesinde kendisi,
sında yanında olan en eski yoldaşlarından biriydi. Hitler şansölyelik makamına getirildikten sonra Göring,
yeni hükümetin ilk 'Makamsız
Bakan'ı ( lng. Minister
Without Portfolio) oldu ve Naziler güçlendikçe Göring de Nazi Almanyası'nın en güçlü ikinci politikacısı
konumuna kadar yükseldi. 22 Nisan 1945'te Hiıler'in intihar edebileceği bilgisini aldığında ona bir telgraf çekerek Reich yönetimini
ele almak için Hitler'den izin istedi ancak Hitler bu teklifi ihanet olarak gördü, Göring'i partiden ihraç edip bütün görevlerinden azlederek hakkında tutuklama emri verdi. Yakalandıktan hemen sonra idama mahkum edilen Göring, cezasının infazından bir gece önce intihar ederek yaşamına son verdi.
yalnızca satranç tahtasındaki taşları yöneten adamdı. Şimdiyse kendini oyun alanına sürüyordu. Aynı anda Berlin'in zayıf ve korkak sosyal parazitleriyse çoktan Hitler'in modası geçmiş bir lider olduğunu konuşmaya başlamıştı bile. Artık
her şey Nazilerin mücadelesine karşıydı. 24 Kasım'da Reich şansölyesi
ve Kaiserhof' arasında yapılan görüşmeden de bir sonuç
çıkmayınca Führer derhal Berlin'i terk
etti.
3 Aralık günü de General von Schleicher; şansölye, genelkurmay başkanı ve Prusya komutanı olarak göreve atandı ki bu tamamıyla
yeni bir gelişmeydi. Ancak bu karşı atağın, Nasyonal Sosyalist
Hareketi her türlü eylemden mahrum
edebilmek için
son bir araca ihtiyacı vardı. 6 Kasım günü
gerçekleştirilen seçimler ise hiçbir şeyin kemikleşen seçmenleri korkutmaya yetmeyeceğini herkese göstermiş oldu. Bu yüzden Nasyonal Sosyalist
Hareketi içeriden
çökertmeye çalışmak dışında bir seçenek kalmamıştı onlar için.
Sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek bir avuç
parti mensubu, Schleicher hükümetine bu rezil çabalarında yardım etmeye heves etti.
Grubun elebaşı da 8 Aralık
günü büyük yaygaralar kopararak parti binasındaki ofisini boşalttı
ve görünen o ki, o aşamadan
sonra General von Schleicher'in
uzun vadeli 'üçüncü cephe' planının
önü de böylece açılmış oldu. Bu cephede plan, Nasyonal Sosyalist Hareket destekçilerinin sayısını büyük
ölçüde azaltmak için parti ve sendikalar arasında çapraz bağ kurmaktı ki bu aslında
her anlamda partiye ihanet
ettikleri anlamına
geliyordu. Eğer bu girişim başa-
rıh olursa,
Nasyonal Sosyalist Hareketin en başından beri
kurduğu
yapı çökebilir ve
böylece bu tepki hareketi Alman Devrimi karşısında zafer kazanarak bir anlamda Uluslararası Bolşevizm'in maşasına dönüşürdü. Ancak Nasyonal Sosyalist
Hareket bu şeytani
girişim karşısından son
raddede hatırı
sayılır çabalar gösterdi. Partinin
geri kalan kısmı bu girişimden asla etkilenmemişti. Parti içinde tek
yapılması
gereken Führer'in kurtarıcı sözlerini hatırlamak oldu, parti yeniden ayağa kalkarak
hızla
toparlandı. İnsanlar tekrar
bu yöne meylettiklerinde Nasyonal
Sosyalist Hareketin 6 Kasım'da kaybettiği binlerce oyu tekrar kazanması kolay
olacaktı.
Yine de Führer, bunun
için biraz daha zamana ihtiyaç olduğunu düşünüyordu zira her zaman oyunun arka planında kalmayı tercih eden General von
Schleicher, son zamanlarda programını geliştirmişti ve üst üste başarılara imza atıyordu. Ancak
15 Kasım'da
radyoda yaptığı bir
konuşmada
bütün halkın karşısında maskesi
düştü. Bir anda herkes, her zaman geri
planda kalıp
büyük bir sessizlik içinde bekleyen
Generalin, bu tavrının
arkasında bir şeyler saklıyor oluşunun olmadığı anladı, General söyleyecek hiçbir şeyi olmadığı için halkın karşısına
çıkamıyordu, hepsi
buydu. Konuşması
basmakalıp sözler potporisi
ve herhangi bir şey vadetmeyen halk deyişlerinden oluşan bir karmaşadan ibaretti. Bu konuşmanın ardından, zaten iç politikanın durumu sebebiyle umutsuzluk içinde olan
insanlar kendilerini adeta felç edecek
kadar yoran bir karamsarlığın
pençesine düştü. 31
Aralık 1032'de resmi istatistikler
Almanya'da işsiz insan sayısının beş milyon yetmiş yedi
bini bulduğuna
işaret ediyordu. İşte, o
kritik yarış tam da bu noktada başladı. Kısa süre içinde halk arasında, 4
Ocak 1933'te Führer'in
eski şansölye Franz
von Papen ile Kohl'de gizli bir toplantı yapacağı söylentisi yayılmaya başladı.
Berlin'de Yahudi Basınını büyük bir korku sardı zira
Nasyonal Sosyalist Hare-
ketin sahalara döndüğü anladılar. Her biri güçlerini yeniden test etmeye
niyetli görünüyordu.
15 Ocak'ta gerçekleşecek eyalet seçimlerinin
ilkinin Lippe Prensliği'nde yapılma ihtimali söz konusuydu. Bu seçimde Nasyonal Sosyalist Hareketin yükselişi başlayacak mı yoksa kazandığı ivmeyi bir kez daha kayıp mı edecekti; her şey burada belli olacaktı.
Parti tüm gücüyle, propagandaları ve her türlü
aracıyla Lippe Prensliği'ne odaklanmış durumdaydı. Harekete gönül vermiş en ünlü konuşmacıları en küçük kasabalardan en merkezi yerlere kadar köşe bucak geziyor ve Lippe sakinlerinin kararlarını etkilemeye çalışıyordu. Marksist gazetelerse hemen alay etmeye başladılar. "Hitler köye iniyor!" diye naralar atıyorlardı. Ancak bu kritik günlerde neyin ne olduğu konusunda büyük bir yanılgıya
düşmüşlerdi. Zira eğer parti, Alman halkına, Nasyonal Sosyalist
Hareketin 1932 Kasım'ındaki zayıflığının üstesinden geldiğini göstermek konusunda başarılı olur da yeniden yükselişe geçerse, gücün ve liderin kudretinin sonunda bir sorumluluk üstleneceği anın da geleceğine
şüphe yoktu. 15 Ocak akşamı ülke genelinde Alman yayın organları, Nasyonal Sosyalist
Hareket'in Lippe Prensliği'nde oyların % 39,1'ini aldığını ve böylece 6 Kasım 1932 seçimlerine
göre oylarını %5 oranında artırmış
olduğunu duyurdular. Böylelikle iç politikanın durumu, en azından insanların ilgilendiği kadarıyla, nispeten netlik kazanmış
oldu. Artık, ülke genelinde gizliden gizliye gelişmekte olan devrimin açıkça ilan edilmesi için günler ya da en fazla
haftalar kalmıştı.
Ocak ayının 22'sinde, Berlin'in Bülow Meydanı'nda Nasyonal Sosyalist mücadele birliklerine seferberlik çağrısı yapıldı. Sloganları ise şuydu:
"Kari Liebknecht'in' evinin önünde toplanın!" Bu, açıkça
Ko-
' Almanya Sosyal Demokrat Partisi kurucularından Wilhelm Liebknecht'in oğlu olan siyasetçi,
babasından daha radikal bir tavra
sahipli. 1919'da Almanya'da, önde gelen Marksistlerle
birlikte savaş
karşıtı bir hareket olan Spartaküs hareketini başlattı. Hedefleri sosyal bir devrim yapmaktı ancak başarılı
olamadılar, Almanya'da Kasım Dev-
münist Parti'ye
yönelik bir hareketti ve öyle de
algılandı.
Derhal 'kızıl bayrak'
alarmı verildi ve yürüyüşün güç kullanılarak engelleneceği
açıklandı. Devlet, Nasyonal Sosyalist SA[12]
ve SS[13]
birlikleri ile proleterlerin yumruğunu sağlam bir biçimde hissedecekti.
Hükümet, Nasyonal
Sosyalistlerin örgütlenmesini yasaklama planını gerçekleştirmeye koyularak bu açmazdan kendini kurtarma çabasındaydı. Diğer yandan Nasyonal Sosyalist Hareketin destekçisi gazeteler olanları güçlü bir biçimde protesto ediyordu. Artık Nasyonal Sosyalist Hareket ile Bolşevizm'in
güçlerini test etmekten öte bir seçenek
kalmamıştı.
1933 Ocak ayının iliklere işleyen serin havasının hakim olduğu
o Pazar gününde Bedin, iç
savaş dönemindeki haline benziyordu. Sözü geçen yürüyüş, programlandığı gibi gerçekleşecekti.
Führer; Bülow Meydanı'nda ve Horst Wessels'in anıt mezarında arz-ı endam edecekti. Bu yürüyüş, öyle tek atımlık bir kurşun
da değildi. Nasyonal Sosyalist Hareket hak ettiği başarıyı muhakkak kazanacaktı. Artık şartlar olgunlaşmıştı.
22 ila 29 Ocak tarihlerinde
Nasyonal Sosyalist Hareket, Wilhelmstrasse ve
kapitalist partiler ile organizasyonlar arasında belirleyici kararlar alınacaktı. Şayet birleşmelerin Führer'in
liderliğinde gerçekleşmesi mümkün olmazsa,
rimi başladıktan sonra dağılsalar
da yoldaşlanndan Rosa Luxemburg, Die Rote Fahne, yani "Kızıl
Bayrak" isimli bir gazete yayımlamaya başladı. Luxemburg gazetedeki bir makalesinde halkı liberal gazeteleri talan enneye çağırdığında devrimci askerlerle işçiler isyana kalkıştı
ancak isyan kısa sürede bastınlarak başta Luxemburg ve Liebknecht olmak ü2ere pek çok Spartaküs üyesi katledildi. Burada da halkı isyana teşvik etme amacıyla
atılan slogana gönderme yapılıyor.
görüşmelerin yöneticiliğini Berlin'deki temsilcisi Hermann Göring üstlenecekti. 29 Ocak günü, öğleden sonra Führer, o
zamanlar politik karargahı
olarak kabul edilen Kaiserhofun
lobisinde otururken, akşamüstü beş sularında, temsilcisi Hermann Göring çıka geldi ve içeri girerek
Führer'in
oturduğu masaya yaklaşarak sarsılmaz bir metanetle, "Sayın Führer, istediğimizi aldık!" dedi. Bundan sonraki birkaç saat
hararetli çalışmalarla
geçti ve o yoğun günün akşamında da yeni bir sorun ortaya çıktı: Bir
gün önce
kabinesiyle birlikte istifasını veren ancak resmi olarak hala
ofisinde bulunan General von Schleicher, bir aracı göndererek Führer'e, makamından öyle kolayca ayrılmayacağını ve gerekirse güç kullanacağını bildirdi. Artık her
şey
bıçak sırtındaydı.
30
Ocak 1933 gününün
şafağında cumhurbaşkanı yeni
başbakanı
göreve atadı ve
böylelikle
yetkiler bütünüyle yeni
hükümetin
eline geçti. Öğleden sonra ise Cumhurbaşkanı von Hindenburg ile Führer arasında önemli bir toplantı ^erçekleşti. Tüm ülke nefesini tutmuş, toplantıdan çıkacak sonucu bekliyordu. Aslında herkes
toplantıda
ne konuşulacağını biliyordu. Führer tekrar
Kaiserhofa döndüğünde,
yüzündeki ifadeden kararın verilmiş olduğunu anlamak l'lbette ki mümkündü. Yirmi
dakika sonra Ulusal Radyo'dan şu anons
geçildi:
"Adolf Hitler şansölye olarak
atandı!"
Başlangıçta kimse bu habere inanmak istemedi.
İnsanlar
o kadar sık kandırılıyordu ki bu yüzden artık her şeye şüpheyle yaklaşır olmuşlardı. Ancak sonra bu haberin gerçek olduğu net olarak anlaşıldı. Artık Reich'ın başkentinden tutun da
Almanya'nın
en ufak köylerine kadar
her yerde tüm
vatandaşlar kutlamalar
yapmaya başlamıştı.
Binlerce insan ^okaklara dökülmüştü. Kısa süre sonra Reich'ın başbakanlık lıinasıyla Kaiserhof arasındaki geniş meydan hınca hınç dolu. Öğleden sonra ilk kabine toplantısı yapılıyordu. Ancak .ıkşam saatlerinde
halk sözü
aldı ve cadde boyunca upuzun ^uyruklar
oluşturdular;
Charlottenburger'dan Brandenburg
Kapısı'na uzanan insan seli
Wilhelmstrasse'ye kadar erişiyordu. Führer onuruna yapılan bu görkemli
yürüyüşler Berlin'de akşam saat 7'den gecenin 1.3o'una kadar devam etti. Führer ise yukarıdaki
penceresinden, etrafı sadık yoldaşlarıyla
çevrilmiş halde onları izliyordu. Birkaç yüz metre ötelerindeyse yaşlı cumhurbaşkanı ve Feldmareşal' von Hindenburg, kendi penceresinden bakıyordu. İnsanlar tezahürat
yapıyor ve Führer, elinde bastonla önünden geçen binlerce insanın adımları eşliğinde ritim tutuyordu. Birkaç cesur adam,
Masurenallee Caddesi'ndeki, yetkilileri çoktan uykuya dalmış
olan radyo binasından gerekli ekipmanı
gizlice alarak gece yarısı Alman radyosundan ilk kez gerçek bir halk yayını gerçekleştirdiler. O gece koca Almanya'da uyuyabilen sadece birkaç kişi olmuştu. Avrupa'da neredeyse halkın tamamı radyolarının başındaydı. Ulusumuz büyük bir coşku içindeydi. Herkes çok
önemli bir tarihi gelişmenin yaşandığının farkındaydı.
Saat gecenin birini biraz geçince başbakanlık binasından bir anons geçildi ve Führer'in biraz daha çalışması
gerektiği bilgisi verilerek
halktan meydanı
boşaltması istendi. Reich şansölyesi birkaç adamının eşliğinde
Wilhelm Meydanı'nından geçerek Kaiserhofa doğru ilerlerken meydan çoktan boşalmıştı. Her ne kadar başbakanlık binası ile Kaiserhof arasındaki mesafe kısaymış
gibi görünse de Führer, o yolu aşmak
için yıllarca süren bir savaş vermek ve türlü mücadelelere girmek zorunda kalmıştı aslında. Kaiserhofta da Führer'i bekleyen bir haber vardı: Nasyonal Sosyalist SA Komutanı Miakowski ve polis
memuru Zauritz, Berlin, Charlottenburg'ta komünistler tarafından vurulmuştu. Bu büyük dava, daha en başında iki Almanın canlarını feda edişiyle
mühürlenmişti. Devrim işte böyle başladı.
30 Ocak 1939 ise
ulusumuzun yükselişinin
altıncı yıl dönümü. Bazen aradan sanki bir
yüz yıl
geçmişçesine hisset-
1 Alman askeri hiyerarşisinde en yüksek askeri rütbedir.
tirse
de... Almanya'nın
çehresi bu altı yılda bütünüyle değişti. Artık eski
Almanya'yı
hatırlamak çok güç. Bir
zamanlar zulüm
görüp ezilen bu yurt, dünya liderlerinden
biri olmak için
ayağa kalktı. Ulusumuzun
en yüce
çağının yaratılma sürecine tanıklık edip
katkıda
bulunduğumuz bu
tarihi 30 Ocak günü
için kadere şükretmek için her türlü nedenimiz
olduğunu
kim inkar edebilir ki?
25 Şubat 1939
Şu günler yahut haftalarda, yabancı basının nefret dolu ifadeler ve türlü yalanlarla bezeli gazetelerinin sayfaları arasında dolananlar şunu düşünmesi işten bile değil:
Avrupa yeni bir savaşın eşiğinde!
Führer'in Reichstag'ta' 30 Ocak günü yaptığı konuşmadan beri aslında
uluslararası arenada öyle çok büyük bir değişiklik olmamıştı ancak zaman, genel bir gerginlik havası yaratmayı başaracakları bir zaman değil. Almanya'nın kolonilerini kurtarma çabası içinde olduğu ve bu çabaya girmenin, Alman halkı ve tüm dünyanın karşısında akla gelebilecek en otoriter mevkiinin fikri olduğu iyi bilinmektedir ve aynı amaç Reich'ın onlardan vazgeçmeye niyeti olmadığı
gerçeğini de kanıtlar niteliktedir. Gelgelelim bu çaba, her mantıklı ancak ucuz düşünürden de beklenmemelidir. Örneğin; şu sıralarda İspanya'daki
tartışmalarda esaslı bir değişiklik yok, gelgelelim bu durum, böylesi işlerin uzmanı olanları
1
Adolf Hitler devletin başına geçene kadar aktif olarak görevde olan Alman Parlamentosu"nun toplandığı meclis.
pek şaşırtmamakta. Yine de er ya da geç şaşırtacaktır ve demokratik ülkeler, son yıllarda
dünya çapında yaşanan tüm büyük politik süreçlerde olduğu gibi gelişmelerin
gerisinde kalmanın o kokuşmuş zevkine kendilerini kaptırmamalıdır.
Peki, o halde bu tantananın nedeni nedir? Bahsettiğimiz demokratik ülkeler gerçekte ne istiyorlar? Bir noktada insan, kendi aşağılık komplekslerini bastırmak adına böyle çığlık çığlığa bağırdıklarını düşünüyor. Ki bu anlaşılır
bir durum zira son yıllarda, kendilerinin de dile getirdiği üzere sandalyelerinde oturup beklemekten başka bir şey yapamadılar. 30 Ocak 1933'te Führer başa geçtiğinde Almanya'yı hiç ciddiye almadılar.
Ne Führer'in barış çağrılarına kulak astılar
ne de Almanya'nın basit ve gayet adil taleplerini aralarında müzakere etme zahmetine
girdiler. Ama sonrasında Almanya'nın savunma özgürlüğünü ilan etmesini, Renanya ordusunun yeniden toplanmasını, Avusturya'nın yeniden Reich'a katılmasını ve Güney Almanya sorunun çözülmesine şahit oldular. Bu eylemlerin her biri gerçekleşmeden önce ortalığı bağıra çağıra ayağa kaldırdılar ancak her biri gerçekleştikten sonra da koşullara hemen uyum sağladılar. İtalya'ya gelince; Etiyopya
meselesinde bir sonuca ulaşılmasına engel olmak adına Milletler Topluluğu'nun tamamını seferber etti. Ancak bununla birlikte sadece kendilerini küçük düşürdüler. İspanya
davasındaysa açıkça sözde 'milliyetçi serserileri'
destekleyip onların
tarafını tuttular ama sonrasında bunun acısını
çektiler zira Franco'nun[14]
rakiplerini peş
peşe alt edişini izlemek zorunda kaldılar. Şu sıralar da bir ulus olarak İspanya'nın tanınması noktasında
aşağılayıcı ve saçma bir yarışın
içine girmiş durumdalar.
Gördüğünüz üzere, Batı Avrupa
demokrasilerinde yönetimler, uluslararası koşulları doğru yorumlama konusunda gerekli olan öngörülerden fazlasıyla yoksun görünüyorlar.
Çünkü çözülmesi gereken meseleler, onların elinde
kördüğüm
olurken kendileri dahil olmadığında kısmen çözülüyor ve bazen de onların aleyhlerine
gelişiyor.
Ancak bahsettiğimiz demokratik ülkelere göre esas mesele sorunların çözülmüş olması çünkü her biri, Avrupa'nın durumunu etkileyen iç dinamiklerin
dengesi hususunda büyük
önem arz ediyorlar. Bu demokratik yönetimler aslında tüm bu meseleleri ucuz atlatabilirdi,
tabii her biri, sorunun ne olduğunu anlayıp otorite sayılan ülkelerin güçlü pozisyonlarını doğru bir biçimde analiz
edebilseydi bu mümkün olurdu. Ancak o zamanlarda da
mesele bu değildi,
şimdi de değil. Şimdilerde sözü geçen bu ülkeler bir
anda savaş
naraları atmaya koyulmuş durumdalar.
Bu yüzden
vatandaşlarına, otoriter
rejimlerin tacizlerinden kurtulmak adına zırhlarını kuşanarak büyük milli fedakarlıklarda bulunmaları gerektiğine dair çağrılarda bulunmaya başladılar.
İşte bu,
bizim anlama veremediğimiz
bir mantık. Ne
anlama geliyor tüm bunlar? Bize göre, şayet herhangi bir anlamları varsa
o da ancak şu olabilir: Fırsatını buldukları anda otoriter rejimleri yerle bir
etmeye çalışacaklar.
Zira herkesin bildiği üzere bizim demokratik rejimlerle bir alıp veremediğimiz yok. Hiçbiriyle bir sorunumuz bulunmuyor.
Otoriter rejimlerin demokratik rejimlerle ideolojik savaş halinde
oldukları
düşüncesi ancak çocuklara anlatılan masallarda yeri olabilecek bir fikir. Zaten
Almanya ve İtalya'nın
politik ve entelektüel gücünü böylesine artıran Nasyonal Sosyalizmi yahut faşizmi nasıl olup da bahsi geçen bu
demokratik ülkelere dikte
edebiliriz ki? Tanrı bizi, Nasyonal Sosyalizmi,
Almanya'dan Fransa, İngiltere yahut
Amerika'ya ihraç etmek durumunda kalmaktan
korusun!
Peki,
bu otoriter rejimler, demokrasi nezdinde nasıl bir
'sözde' tehdit oluşturuyor? Bizler demokratik rejimlere saldırmak niyetinde değiliz zira.
Onları Nasyonal Sosyalizme çekmek niyetinde
de değiliz.
Fakat buna rağmen onlar
için
bir
tehdit oluşturduğumuzu
düşünüyorlar. Bizden,
uluslararası
işbirliği konusunda dostane yahut buna hazır olduğumuza dair bir işaret bekliyorlar.
İşte bu da işleri ters
yüz ediyor. Bu bahsi geçen demokratik
ülkeler,
1918 yılından 1933'e
kadar Almanya'yı
tarihte ender rastlanacak bir biçimde aşağıladı, ezdi ve bütün vatandaşlarına zulmetti. Almanya o
umutsuz durumdan kurtulduysa, bunu sadece; kendi gücüne, cesur
ve öngörülü
liderleri ile halkının birliğine ve öz disiplinine
borçludur.
Gelgelelim sözünü ettiğimiz bu demokratik ülkeler, bizi
o umutsuz durumdan kurtarmak adına kıllarını dahi kıpırdatmamıştır. Peki, bu durumda, uluslararası işbirliği konusunda dostane yahut buna hazır olduğunu gösterecek bir hamlede bulunması gereken
kim -Almanya mı yoksa demokratik ülkeler mi?
Bir
gün Alman halkıyla Almanya
yönetimi
arasında bir çatışma yaratabilme
umuduna tutunarak yalnızca
kendilerini kandırıyorlar. Almanya'yı bir kez daha devirerek aşağılamanın tek yolunun bu olduğunu düşünüyorlar çünkü. Birkaç gün önce
büyük bir İngiliz gazetesinde
Almanya hakkında
yazılan bir haber radyoda verildiğinde ağızlarındaki baklayı da
çıkarmış
oldular. 20
Şubat'ta
'News Chronicle'da, eğer bu
yöntem devam ettirilirse Alman halkı ile
halkın
doğru haber almasına engel
olmaya çalışan liderleri arasında bir
anlaşmazlık
yaratılmasının mümkün olduğuna dair
bir yazı
yayımlandı.
İşte mesele
tam da bu! Bu büyük umutla birleşen Alman
düşmanı kimseler, yurtdışında entelektüellerden ve ülkemizdeki muhaliflerden oluşan küçük bir grup oluşturuyor ve Uluslararası Reich Düşmanlığını böyle şekillendiriyorlar. Bilinçli
yahut bilinçsizce birbirlerine karşı oynuyor
ve Alman halkının
karşısında durma işini üstleniyorlar hep birlikte. Bu sebeple de, örneğin Paris,
Londra ve New York'taki Alman düşmanı gazeteler
Neimöller'i
ve sözde itirafçıları methediyorlar; politik şakalar yapıp da özgür dü-
şünce hakkını savunan, ancak iş Almanya'yı ve zulüm gören entelektüelleri aşağılamaya gelince her türlü desteği veren şaklabanları koruyorlar. Gerçi sizler
zaten mesele Alman halkının
ilgi alanları, öz savunması ve özgürlüğüne karşı olmaya geldiğinde ibrenin kimi gösterdiğini gayet iyi biliyorsunuz.
Ancak
artık bu işi geçmişte yaptıkları gibi kolayca halledemezler zira geçmişten ders
alan hükümetimiz
her an tetikte ve Alman halkının onuru
ile özgürlüğüne
kast edebilecek her türlü eyleme
radikal bir biçimde son vermeye kararlı. Bu
uluslararası
ajitasyonun nerelere varabileceği ve ne tür sonuçlar doğurabileceğini de birkaç örnekle anlatmak isterim:
13
Şubat'ta,
New York Genç Komünistler Derneği'nin yıllık olağan
toplantısında Papa'nın ölümü vesilesiyle
sempatik bir açıklama
yapıldı: "Bu önemli zamanlarda,
yani ortak düşmanımız
faşizm, barışı böylesine tehdit
ederken Katolik gençliğin, inanç ve yaşama özgürlüğü ile yardımseverlik adına ortak barış hedefimize
ulaşmak
için dost elini uzatması gerekir."
İşte,
yaşanan bu! Dine ve kiliseye karşı olan
ateist Bolşevikler,
sırf otoriter rejimleri düşman olarak
gördükleri
için Katolik Kilisesiyle dost olma
derdinde.
14
Şubat'ta
ise London Times gazetesinin
Washington temsilcisi, Alman kuvvetlerinin 6 Mart'a
kadar tam anlamıyla
büyük bir seferberlik ilan edeceklerini
bildirdi. Her ne kadar bunun tek kelimesi dahi doğru olmasa
da haber, uluslararası
bir ajitasyon kampanyası başlatıp herkesi alarma geçirmeye hizmet
ediyordu. Bunun hemen ardından da
Amerikan basınının
hemen her organında Fransa,
Mısır ve Suriye sınırında askeri birliklerin konuşlandığı haberi geçildi.
15
Şubat
günü, Amerikan Ordusu'nun başındaki isim,
Mayıs
ayının yani Amerika'nın işgal edileceği zamanın çok da uzak olmadığına dair bir şeyler söyledi. Şayet Avrupa'nın geri kalan son iki demokratik ülkesi, Fransa
ve İngiltere'de
de hükümet devrilmiş olsaydı, hiç şüphesiz iki ülkede de
diktatörlük ilan edilir ve bu durumda da Batı yarımküre için askeri bir tehdide dönüşürlerdi direkt olarak. Bu, gerçekten orijinal
bir hikaye. Umarım
Mayıs geldiğinde sadece
ağaçlar
değil, beyinler de çiçek açmaya başlar. Bu adamın yalnızca beyaz tavşanı kovaladığı çok aşikar zira kendisi, 31 Ocak günü, Almanya'nın, Rio Grande do Sul eyaletinin
Amerika Birleşik
Devletleri'nden ayrılışıyla yakından ilgilendiğini söyleyen Charles Thomson'la bir araya
geldi. Gerçi bu çok da
kötü
sayılmaz. Amerika Temsilciler Meclisi'nin
Bahriye Komitesi'nde cumhuriyetçilerin çoğunluğu kendilerine, Almanya'nın Japonya'nın mandası olan Karolinen Adaları'nda bir hava üssü kurduğuna dair bilgi geldiğini açıkladılar ve bunun üzerinde 5 Şubat'ta New
York'taki bir kısa dalga radyo
istasyonu işi bir adım daha
ileri götürerek
Almanya'nın Meksika'da
Alman ve Japon denizaltıların
kullanımına tahsis
edilecek gizli bir hava ve denizaltı üssü inşa etmekte olduğuna dair
ellerinde belgeler olduğunu
iddia etti.
İşte bu
mantıksız
yöntem böylece yaygınlaşmaya başladı. Amerikan
gazetelerinde Başkan Roosevelt'in, 31 Ocak 1939'da
Senato'nun karşısında,
savaş çıkması halinde
Amerika Birleşik Devletleri'nin
sınırlarının
Fransa'yla bir olduğunu açıkladığını bildirdiklerinde bu yöntem, genel
resme de uyum sağlamış
oldu. Gerçi bu
yeni bir haber de sayılmaz
zira zaten İngiltere'nin sınırlarının Ren Nehri'ne ve Fransa'nın sınırlarının da bizim bildiğimiz adıyla Vistül Nehri'ne kadar uzandığı bilinen
bir gerçek.
Silahlı kuvvetlerimiz
ve savunmamızın
gücü ile iyiliği, bu
çocukça ve aptalca yapılmış kıt tanımlarla yan yana düşünülemez dahi. Amerika Başkanı Roosevelt,
şayet bu otoriter rejimler Avrupa'nın demokratik ülkelerini ezmeyi başarırsa, bir sonraki hedeflerinin hiç şüphesiz Güney ve Kuzey Amerika olacağını söylüyor. Gerçi 3 Şubat günü, tüm bu gizli açıklamaları halkın önünde inkar edip senatörleri ve Amerikan gazetelerinin yayıncılarını sözlerini çarpıtmakla
suçladı. Bu
noktada da Fransız gazeteleri bu fırsatı değerlendirerek demokratik ülkeler arasındaki dayanışmanın devam ettiğini ya da 'Petit Journal' adlı yayının da vurguladığı üzere Amerika'nın görüşlerinin Fransa ve İngiltere tarafından desteklendiğin ve Roosevelt'in yalnızca, halkın görüşlerinin henüz Amerika'nın
Avrupa'ya verdiği bağlayıcı sözlerle bağdaşmadığını
kastettiğini belirttiler.
Ancak
bizler nerede durduğumuz
gayet biliyoruz. Şu durumda Londra'nın Daily Express'i, dünyada sınır kovalayan kimselere hiddetle çıkışıyor ve
şunu vurguluyor: " İngiltere'nin sınırları nerede
başlayıp
biter? Krallıkta! İşte bu konuda
dikkatimizi çeken hayli ilginç nokta
mevcut!"
Elbette
buna kayıtsız
şartsız katılabiliriz; bu
yüzden bahsi geçen demokratik
ülkeler,
Alman topraklarında kendi kendilerine sınır belirleyip
barış
içinde yaşamak isteyen
ancak yaşam
haklarına yapılacak hiçbir saldırıyı da
kabul etmeyecek olan bir ulusu ve insanlarını provoke etmek yerine, yalnızca kendi
işlerine
bakmalıdır.
Elbette
burada söz konusu olan hak, Alman
kolonilerinin yaşam
hakkı. Şubat ayının başında Avam
Kamarası'nın
şu Koloniler Ligi denen topluluğu kurması bizi hiç ilgilendirmemişti ancak
ne zaman ki Reuters'ın
haberinde bu Koloniler
Ligi, en özel
görevlerinin "İngiltere sınırları içerisinde yaşayan halkın, İngilizlerin
sömürgesi yahut mandası olan
bölgelerde
Alman kolonilerinin insani,
ahlaki ve politik herhangi bir imtiyaz talebinin reddedileceğinden emin olmalarını sağlamak" olduğunu açıkladı,
işte sorun da burada başladı. Politik
anlamda itirazlara bir diyeceğimiz yok elbette,
ancak Alman kolonilerine karşı insanı ve ahlaki bakımdan karşıt olmak en basit deyimle ciddi bir yüzsüzlük olacaktır. Özellikle de İngiltere gibi
koloniler tarihiyle insani ve ahlaki yöntemlerini açıkça ortaya koyan bir halk söz konusu
olunca...
13
Şubat'ta,
İngiltere Çalışma Bakanı Brown,
şayet
İngiltere kendi yoluna sadık kalırsa, bu yeni diktatör rejimler
toza toprağa
bulanıp çöktüğünde, ülkenin parlamentosunun
da insanlarının
da özgür olmaya
devam edeceğine
dair bir demeç verdi.
Toz güzel bir niteleme ancak sanırım Çalışma Bakanı önce İngilizlerin çocukça öngörülerinin
üzerindeki kalın toz
tabakasını
şöyle bir silse daha faydalı bir
iş
yapmış olur. Zira zannediyorum,
Avrupa'da daha hassas konulara değinme konusunda
çok daha fazla fırsat bulunduğu aşikar. Almanca yayın yapan
İngiliz
kuruluşlar hangileriydi?
News Chronicle, Alman hükümetiyle Alman halkı arasında ikilik çıkarmayı kendilerine
görev bildiklerini söylerken ciddi
miydi? Eğer
öyleyse, buna hemen karşılık verelim.
Bizim de aklımızda
bazı ihtimaller yok değil. Bu
noktada 'Daily Mail'le hemfikir olmak işten bile
değil zira 15 Şubat tarihli
baskısında
İngiltere'de benimsenen
popüler radyo yayını yöntemlerine tamamen aykırı bir
yol izledi. Ülkesini
kötü duruma düşüren İngiliz radyolarındaki obur meslektaşlarına öfkeliydi. Bunlar, ülkelerini, sonunun felaket olacağını bildikleri
bir müttefikle
aynı yatağa sürükleyen habercilerdi.
Bu obur insanlar Almanya'nın
geçmişinden de
vardı,
onları çok iyi tanıyoruz. İşler ciddileştiğinde bu adamlar asla tehlike alanına girmezler;
onlar sıcacık
çorbayı servis eder ve diğer insanlara
o çorbayı
kaşıklamak kalır.
Bu
tipler için her yol mubahtır. Kamuoyunun
fikrini değiştirmek ve zihinleri gerginliklerle
doldurmak için en aptalca ve en saçma mesajları servis ederler. Örneğin, İsviçre'yle bağlantı kurulması
bakımından önem arz
eden Tirol ve Vorarlberg'teki ayrışmayı körüklediler. Sözde Führer, modern koloni savaşlarında aracılık etmeleri için Etiyopya'ya
onlarca yetkili göndermişti.
Yeni Gine'deki Alman hava üslerinden Avustralya şehirlerinin doğu kıyılarına birkaç saat içinde ulaşmak mümkündü ve hepsi de saldırıya açık durumdaydı. Böylece Almanya, Güney Afrikalı siyahiler arasında bir
propaganda başlattı; sadece Johannerburg'daki altın madenlerinde dört yüz Alman işçi
yerleştirmişti ve siyahi madenciler İngiliz
sömürüsüne karşı kışkırtılmıştı.
Elbette,
hukuk alanında
fazlasıyla popüler olan
Parisli Madam Tabouis'nin[15]
'L'oeuvre'u[16]
da Dünyayı Paniğe Boğma Kulübü'nün çalışmalarında geri planda kalacak değildi. Madam,
çimlerin
giderek uzadığının farkındaydı. Yalnızca otoriter rejimlerin yöneticilerinin birbirleriyle iletişim kurduğundan haberdar olmakla kalmıyor, özel yapım bir X-ray cihazı varmışçasına beyinlerinin içini görüyor ve hatta ne düşündüklerini dahi biliyordu.
Böylece Alman hava
kuvvetlerinin seferberlik ilanına yüzde doksan beş oranında hazır olduğunu rapor etti. ıo Şubat'ta Reich, askerlerini
orduya çağıracak ve ayın on sekizi itibariyle de yirmi beş - otuz yaş arasındaki erler toplanacaktı.
Elbette bu saçmalıkların tek kelimesi dahi doğru değildi. Tabii böylesi ahlak yoksunu kadın yazarların, kendi devletleri tarafından kınanmaktan ziyade emsal teşkil edecek cezalara çarptırılmaları en uygunu olacaktır.
Madam Tabouis'nın bir İngiliz
gazetesine verdiği demeçte, İtalya'nın giderek Alman egemenliği altına sürüklendiğini iddia etmesi hem çok basit hem de aptalca
bir söylemden ibaretti. Almanya'nın İtalya'ya karşı harekete geçeceğini söylediğindeyse ona verilecek tek bir karşılık olabilir: "Hemşire, cidden saçmalıyorsun!"
Bütün bu örnekler çiçek falından farksız
aslında. İstenildiği kadar ileri götürülebilir hepsi. Halklar çoğunlukla kendilerini olabilecek
en berbat
kaoslara
ve gerilimlere kaptırmaya
meyillidir, bu yüzden sorumsuz
gazeteciler bir şeyler yazar ve yine sorumsuz devlet adamları halkların gözlerini iç politikayla alakalı endişelere kör ederek herkesin ilgisini bir şekilde yabancı ülkelerin uyguladıkları politikalara çekerler. Bu
pislik de tek bir kaynaktan doğar aslında. Bu türden nefret
söylemlerinin
ardında kimlerin olduğunu hepimiz
çok iyi biliyoruz: Uluslararası Yahudiler, özgür masonlar
ve Marksistlerden oluşan
çemberin içinden akıyor bunca
pislik. Ancak her zaman olduğu gibi,
daha akıllıca
yalanlar üretmelerine yardımcı olacak hayal gücünden de
yoksunlar. Niyetlerini anlayıp öfkelenmemizi bekliyorlar. Bizi germek
istiyorlar ancak kendi çığlıklarıyla sadece kendilerini geriyorlar.
Diğer yandan,
Alman halkının
tek bir sloganı var:
Führer'e
bakmak ve düşmanlarımızın yalanlarını, onları hor görerek cezalandırmak. Uluslararası komplolarla kamuoyunu zehirleyerek Almanya'ya zarar vermeye çalışan düşmanlarla ilk kez karşı karşıya kalmıyoruz. Fakat bizler artık bambaşka bir gündeyiz. Ülkemiz liderine güvenle bakıyor. Almanların yaşam hakkını ne pahasına olursa
olsun cesurca ve canla başla savunacağına kesin olarak inanıyor. Bu
yaşam
hakkına halkımız da
en az diğer halklar kadar layık. Halkların yöneticilerinden yahut iktidar sahiplerinden ayrı yaşadıkları zamanlar artık bitti.
Mülkiyette
sonsuzluğa inanmak gibi bir motivasyonumuz
yok. Bizim asıl
istediğimiz şey barışın ta
kendisi.
Kısa zaman
önce
önde gelen Fransız yöneticilerinden biri bize, Avrupa'yı kurtarmak
için geç
kalıp kalmadıklarını sorduğunda, verdiğimiz tek yanıt şu oldu:
Barış
için asla geç değildir. Ancak kalıcı barış, söylentilerle değil, ancak gerçeklerle inşa edilmelidir.
Bu
gerçeklerin
ortaya koyulması için de asla geç değildir. Yine de esas mesele zamanlamadır. Bu yüzden demokratik
ülkelerin
de kendi kendilerine daha iyi
analizler yaparak
Avrupa'nın büyüyen politik sorunlarını daha hassas yollarla çözmenin bir
yolunu düşünmeleri
gerekir.
Bu
sayede sadece Almanya'ya değil, kendi
insanlarına
da faydalı olurlar.
Zira halklar barış istiyor. Almanya halkı da
öyle. Ancak Almanların, diğer halklardan farklı olarak
bir talepleri daha var: Kendi ulusal yaşamlarının güvenliğinden ve adaletinden emin olmak
istiyorlar.
KAHVECİ TEYZELER
ıı Mart 1939
Bugünlerde önemli bir meseleyi gündeme getirme
ihtiyacı duymaktayız. Reich'ın bazı bölgelerinde son zamanlarda ortaya çıkan
bir kahve stoku sorunuyla karşı karşıyayız ve tam olarak bu sorunun üstesinden
gelebilmiş de değiliz.
Aslında bu meselenin halk arasında konuşuluyor
olması bile gerçekten rahatsız edici. Gelgelelim halkımızın yokluğunu çektiği
her şeyden keyif alan ve böyle küçük meseleleri dahi Nasyonal Sosyalist
rejimin suçu olarak göstermekten hoşlanan düşmanlarımız da var aramızda.
Elbette kahvenin, yaşamsal önem arz eden bir
ihtiyaç yahut vazgeçilmez bir haz olmadığı da su götürmez bir gerçek. Kahve,
yalnızca keyif alınan hoş bir tüketim maddesi. Bir fincan kahve herkese keyif
verip insanı neşelendiriyor, değil mi? Ancak kahve tüketimini azaltmanın ve
hatta bir süreliğine kahveyi hiç tüketmemenin kimsenin sağlığına bir zararı
dokunmayacağını da biliyoruz. Hatta tam tersi, Mussolini'nin Berlin'in Mayıs
Meydanı'ndaki konuşmasında da
belirttiği gibi, Nasyonal Sosyalizm ve Faşizmin hoşlanmadığı ortak bir mesele var: Fazla rahat
ve bu vesileyle de fazla keyif alınan bir
hayat sürmek.
Bir
süre kahve sıkıntısı çekilmesi, aile fertlerinin sağlıklarını etkileyecek bir mesele değil. Ancak
tedarik edemediğimiz
şey, patates yahut ekmek olsaydı örneğin, iş değişirdi zira bunlar günlük yaşamda ihtiyaç duyulan yaşamsal ürünler. Kahveye gelince; esasen kahve,
herkesin sahip olmaktan hoşlandığı safkan bir lüks tüketim ürünüdür ancak eğer ulusun
ekonomik şartları
gerektiriyorsa, herkes tek kelime
etmeden ondan kolayca vazgeçebilmelidir.
Şayet bugünlerde kahve az bulunuyorsa, Almanya'da yaşayan herkes
şunu bilmelidir ki bunun nedeni hükümetin halkının bir fincan kahvenin keyfini çıkarmasını istememesi gibi hastalıklı bir arzusunun olmasından ileri gelmiyor; bilakis, Almanya'nın içinde bulunduğu koşullar düşünüldüğünde
bu, ulusal bir ihtiyaçtan doğan ekonomik bir gerekliliktir ve herkesin bu eksikliği kabul
edip uyum sağlaması
gerekir. Ulusunu düşünen her
vatandaşın
görevi, söz konusu lüks ürünün tüketimini azaltmak yahut ondan tamamen vazgeçmek ve
sorun atlatılıp
da ürün tekrar
yeterli ölçüde tedarik edilebildiğinde, kahve tüketmeye devam
etmek olacaktır.
Bu
kısa
süreli ve herkesçe bilindiği gibi, nedeni tam olarak aşılamayan kahve krizinin sorumlusu aslında biz
değiliz. Mesele, yabancı para
rezervleri ve ithalatla alakalı.
Ocak
ayının
başlarında olaylar yavaş yavaş netleşmeye başlamıştı. Öncelikle
şunu belirtmek gerekir ki 1933 yılında Almanya
genelinde kahve tüketimi
yarı yarıya arttı. Aynı yıl Almanya,
iki milyon yüz
altmış bir çuval kahve
ithal etti ve bu rakam, 1938'de üç milyon
iki yüz doksan bine ulaştı. Bu
açıdan
bakıldığında aslında Almanya'da
kahve tüketimi
kısıtlanmadı, aksine
Führer iktidara geldiğinden beri ülkeye giren
kahve oranı giderek arttı ancak
arada şöyle bir fark
var;
artık toplumun daha geniş kesimleri
kahve içebilecek
refah seviyesine ulaştı.
Bu
sosyalist bir ilerlemedir zira 1932 yılında yalnızca varlıklı kimseler kahve içebilirken işsiz kesimin kahve alacak parası yoktu
ve bu yüzden de kahve tüketimi konusunda hiçbir sorun
yaşanmıyordu.
Gelgelelim bu durum 1938 yılında pozitif
yönde
değişti. 1932 yılında işsiz olan yedi milyon insan, artık çalışıyor. Bu sayede onlar da hayatın zevklerinin
tadına varabilecek refah seviyesine ulaşmış du-
rumdalar artık. Bu da yiyecek ve lüks tüketim malları konusunda belli bölgelerde geçici tedarik sorunları yaşamamıza neden oluyor kaçınılmaz olarak. Aslında yaşanan bu tedarik sorunları Almanya'daki
her bir ferdi mutlu etmeli zira her ne kadar bunların sonucunda
zaman zaman kıtlıklar
yaşansa da, bu, halkımızın hayatın zevklerinin tadına varan
kesiminin giderek daha da genişlediği anlamına da geliyor aynı zamanda.
Şayet kahve
tüketimine
sınır koymamızın ve
daha fazla kahve ithal edemememizin nedenlerine şöyle bir
göz atacak olursak, herkesin bildiği üzere karşımıza çok daha hayati ihtiyaçlarımız için de muhtaç olduğumuz döviz rezervinin azalması meselesi
çıkacaktır.
Sorun şüphesiz "önce silah, sonra kahve" şeklinde bir
anlayış
benimsemiş olmamız değil, ancak
dünyanın
halihazırdaki durumuna
bakacak olursak bizler, askeri güçlerimizi daha donanımlı kılmaya, kahveci teyzelerimize istedikleri kadar
kahve tedarik etmekten daha çok önem veriyoruz.
Elbette, yurtdışından
temin etti- gimiz kahveyi de
nakit olarak ödemek gibi bir lüksümüzün ve tabii arzumuzun da olmadığını söylemeye gerek yoktur. İthal ettiğimiz ürünlerin ödemelerini Alman üretimi mallarla değiş tokuş yaparak karşılamak istiyoruz ki böyle yapmaya
da mecburuz aslında.
Kahve,
Almanya için keyif veren bir tüketim maddesi
ancak gelir düzeylerine
kıyasla çok pahalı olduğu için işçi
kesimi
açısından
öyle her gün tüketilecek bir içecek de
değil. Yine de ekonomik barometreler, savaş öncesi döneme göre kahve tüketiminin dramatik bir yükseliş gösterdiğini gözler önüne seriyor. 1913'te kişi başı 2
kilogram olan tüketim oranı, 1932'de
ı.6 kilogram ve 1938'de de 2.3
kilogram civarında.
Yani her şey aslında kusursuz.
Gelgelelim
son birkaç
haftadır büyük şehirlerdeki kahvecilerin önünde kahve
sevdalıları
uzun kuyruklar oluşturuyorlar. Bunları bir
kısmı daha önce hiç kahve
içmezken,
bir anda kahvesiz yapamayan kimselere
dönüşmüş
durumda. Bu sadece yakışıksız bir hareket değil, rezil
de bir durum.
Birkaç hafta
önce Nasyonal Sosyalizme sempatiyle
bakan bir yabancı,
bugün Bedin sokaklarındaki dükkanların önlerinde kuyruklar görüyor. Kuyrukların, patates yahut ekmek için olduğunu düşünüyor ancak sonrasında tüm bu kalabalığın kahve almak uğruna o
kadar beklediğini
öğrenince yalnızca başını iki
yana sallamakla yetiniyor. Elbette kilolarca kahve istiflemekten keyif alan
insanlar da var aramızda.
Bunu, bir yandan kendi stoklarının yeterli olacağından -kahve hayatın devamı için çok gerekli bir gıdaymışçasına- emin olmak diğer yandan
da Nasyonal Sosyalist devletimizi zor duruma düşürmek için yapıyorlar. Örneğin; Berlin'in varlıklı semtlerinden olan Wilmersdorf civarından bir kadın, farklı kahvecilerden aldığı dört kilo kahveyle yakalandı. Sorgusu sırasında da
durumu, elinde yeterince kahve olduğundan emin olmak istediğini söyleyerek açıkladı. Bu da bir bakış açısı elbette!
Şüphesiz böyle insanlar saçma bir
azınlıktan
ibaret ancak halkımızın ününe leke sürebilecek konumdalar aynı zamanda. Üstelik bunu
yapanlar hep ayrıı
kişiler. Kış yardımlarına
isteksizce katılan,
Nasyonal Sosyalist devletimizi
taciz eden ve yaptığımız
onca şeye rağmen yaşanan her krizde Nasyonal Sosyalist
Hareket'e sırtını
dönmeye meyilli insanlar
bunlar. Hepsi, yaşadıkları
yerde partiden bekçilerin olmasını sinir bozucu buluyor, günah çıkarma hareketleri-
ne
sempatiyle bakıyor,
politik espriler yapan tipleri
seviyor ve yabancı
basın ile muhalif radyolarda verilen
haberleri dinliyorlar. Doğal olarak
da nasyonal sosyalist bir devletin sağladığı avantajların tadını çıkarmayı beceremiyorlar. Minnetlerini, Avusturya'nın Reich'a katılması için yapılan referandumda hayır oyu
kullanarak sunuyorlar çünkü hiç birinin
ulusal disiplinin ne olduğu hakkında en ufak bir fikirleri
dahi yok. Politik davranışlarıysa
son derece yakışıksız zira yurt dışından gelen
her şeyi son derece harika ama ülkemizde yetiştirdiğimiz ya da ürettiğimiz her şey rahatsız edici buluyorlar.
Elbette
ki tüm bunlar, parti üyelerimiz için, Almanya sınırları içerisinde az bulunan yiyecek ve lüks tüketim mallarının kullanımının
kısıtlanması dışında aynı zamanda
elimine edilmeleri noktasında
örnek teşkil ediyor.
Yaşlı
üyelerimiz, insanların sağlığına dikkat
çekmek
için yıllar boyunca
verdikleri mücadeleler sırasında çok şey öğrendiler ancak bu noktada, onların yaptığı onca fedakarlıktan faydalanan kimselerin, Nasyonal Sosyalizm Hareket'in yükselişinde hiçbir katkısı olmayıp sadece kendi keyfine bakan böylesi düşüncesiz ve duyarsız insanlar
olması
yaşlı üyelerimizi bir
hayli öfkelendiriyor.
Bu insanlar, Almanya'nın bugün içinde bulunduğu ekonomik varoluş savaşının ülkenin geleceğini belirleyeceğini
görmelerini sağlayacak kadar
bir zeka kırıntısından
dahi yoksunlar. Şayet bu
savaşta
rahatsız edici birkaç gelişme daha olursa, bu tipler Nasyonal
Sosyalist Hareket'in önceki başarılarını unutup bir fincan kahve için yaygara
koparacak ve kendilerinde, devleti hiç çekinmeden eleştirme hakkı bulacaklardır.
Düşman basın da
elbette bu tiryakilerin kahve için değil, ekmek ya da patates için kuyruklarda
beklediğini
duyuracak ve Almanya'da kıtlığın başladığını iddia ettikleri saçma hikayelerini
tüm
dünyaya yayacaktır.
Dürüst olmak
gerekirse, eylemleri Almanya'nın uluslararası saygınlığına zarar vermediği müddetçe, bu aptal ve
düşüncesiz insanları ciddiye alma eğiliminde değiliz asla. Ancak şu anda içinde bulunduğumuz koşullarda
yaptıklarıyla bize zarar veriyorlar.
Bu arada bahsettiğim
bu tiplerin, Almanya'nın yüz
yüze kaldığı ekonomik güçlüklerden şikayet etmeye asla hakları yoktur zira kendileri,
1919'da tüm
dünya, Versay Diktası'yla bizi sömürgelerimizden
feragat etmeye zorladığı zaman en ufak bir ses çıkarmaya cesaret edemeyenlerden
başkası değil. O anlaşmaya karşı
çıkanlar sadece bizlerdik.
Elimizdeki son ekonomik rezervleri de söke söke alan Dawes Planı' yahut Young Planı'na•
da hiçbir şekilde itiraz etmediler. Hatta bizler, bu planların karşısına dikilerek heyetlere itiraz ettiğimizde hepimizi vatan haini ilan etmekten geri durmadılar.
Şu anda Almanya'nın tek bir kolonisinin dahi kalmamış olması ve bu sebeple de kendi
ihtiyaçlarını kendi kaynaklarıyla
karşılamakta zorlanması aslında doğrudan bu insanların,
düşmanlarımıza korkakça boyun eğmelerinin bir sonucudur. Almanya'nın
sömürgelerini geri alma meselesinin
bir anda halledilmesi elzem bir konuya dönüşmesi durumunda bu insanların bağırıp çağıracağı, itiraz edeceği,
bizi eleştireceği ve yeni bir dünya savaşının kapıda olduğu kehanetlerinde bulunacaklarına
şüphe yok. Bu sözde entelektüel ruhlu
1 ı. Dünya Savaşı sonrasında
Almanya'nın verdiği sözde hasarları telafi etmek için ödemesi gereken tazminatları düzenleyen, Charles G. Dawes başkanlığında kurulmuş Dawes Komitesi'nin hazırladığı plandır. Savaşın ve Versay Anlaşması'nın ardından Avrupa'da patlak veren
diplomatik krize de bir son vermiştir. Bu sebeple Dawes, dünya barışına katkılarından dolayı Nobel Barış
Ödülü'ne layık görülmüştür. Dawes Planı'nda Almanya'nın borcunu mark olarak ödemesine karar verilmişti zira o tarihte ödenecek
paranın döviz transferinin kolayca yapılacağı tahmin ediliyordu. Ayrıca Almanya'ya kredi
verilmesinin de yolu açılmıştı. Heyeti planına yapılan bazı itirazlarda ise bu yüklü
transfer işlemlerinin yapılamayacağını ve Almanya'nın da dışarıdan
aldığı kredilerle ilk birkaç taksiti ödedikten
sonra sıfırı tüketeceği konusunda uyarılarda bulunanlar olmuştu. Nitekim 1929 yılında plan yürürlükten kaldırıldı ve yerine Young Planı hazırlandı.
' Dawes Planı'nın ardından bu kez Owan D. Young tarafından 1930\la hazırlanan ve Almanya'nın borcunu, yılda 391 milyon dolar olmak
üzere yirmi iki taksitte ödemesini ön gören Young Planı
hazırlandı ancak yine aynı yıl patlak veren Büyük Buhran sebebiyle Almanya'nın borcunu ödeyemeyeceği
anlaşılınca plan rafa kaldırıldı.
insanlara
şunu
söyleme ihtiyacı duyuyorum:
Tüm Alman halkının, özellikle de işçi sınıfının ihtiyaç ve ilgilerine hizmet eden ekonomi
politikamızı,
sırf bu keyfine düşkün tiplerin
hassasiyetlerini gözetmek
uğruna değiştirmeye niyetimiz
yok. Bu yüzden,
söz konusu nazik insanlar, şartlara uyum
sağlamayı
ve sabretmeyi bir şekilde öğrenmek zorunda kalacaklar. Onlar için en
kötüsü de, partimizi ve devletimizi eleştirdikleri kahve seanslarını o kadar sık gerçekleştiremeyecek ve bir fincan kahve eşliğinde şu türden sohbetler edemeyecek olmaları: "Bayan
Meyer, apartman görevlisi
yeni bekçimiz olacakmış, bunu biliyor muydunuz? Ne diyebiliriz ki? Kocam bu türden bir
yönetimin
Bolşevizm'den bir
farkı
olmadığını söylüyor. Ancak
yine de bundan şikayet etmiyoruz. Huzursuzluk çıksın istemeyiz!"
Eski
Nasyonal Sosyalistler olarak bizler asla böyle konuşup zırvalayan kimselere prim vermeyiz. Ancak
yine de, bu kahveci teyzelerin, duyarlı halkımızın hiçbir zaman sorun etmediği bu
saçma kahve kıtlığını kullanarak
dükkanların
kapı önlerinde, Almanya'da
kıtlık
varmış gibi bir imaj yaratacak
kuyruklar oluşturmalarını
da görmezden gelmemiz mümkün değil. Bu kuyruklar hem gerginlik
yaratan bir manzara yaratıyor hem
de ülkemizin
imajını zedeliyor. Bizim, gelecekte bu türden manzaralar
oluşmasına
izin vermek
gibi bir niyetimiz yok.
Son
zamanlarda Alman şehirlerinde
kahve kuyrukları giderek azalıyor zira
duyarlı
insanlarımız -bugün olduğu gibi-
bir kahve krizi olduğunda,
bu içeceği tüketmeyi ya azaltmayı ya
da tamamen kesmeyi tercih edebiliyorlar. Malum kahveci teyzeler de elimizde
yeteri kadar kahve olacağı
günleri bekleyebilir ve stokları yenilendiğinde kahve partilerine dönerek, "Evet,
Bayan Meyer, ne düşünüyorsunuz?
Ah, kötü zamanlardayız, kötü zamanlarda!" şeklindeki parolalarını tekrar edebilirler.
18 Mart 1939
Tarihi
bir haftanın
ruhunu deneyimledik yine: Geçtiğimiz cumartesi günü burada,
yaşadığımız
bu harika dönemin ayırdına varamayan ve başımıza gelen
her kötülükte
kontrolünü kaybedip
hem iç
dünyalarında hem
de etraflarına
karşı soğukkanlılığını koruyamayan
dar görüşlü ve sağduyudan yoksun insanların yarattığı o bilindik klişelere şahitlik ettik. Şu anda
söz konusu olan meselede de manzara
pek de farklı
olmadı. Esas sorun ise, bahsi geçen insanların, çağımızın gerektirdiği açık fikirlilikten yoksun olmaları ve
bu gerçeklik
içerisinde yaşadıkları için durumumuzu
çok daha zinde hislerle takip
edenlerin yoksul ve zavallı insanlar
olduklarını
düşünmeleri...
Geçtiğimiz Pazar günü, bu
insanlara kahve tedarik sorunu hakkındaki düşüncelerimizi ve memnuniyetsizliklerimizi açıklama fırsatı bulduk. İnsan gerçekten böyle varlıkların bizim zamanımızda yaşıyor olmasından elem duyuyor zira böylesi harika
bir çağda
bulunmayı asla hak etmiyorlar aslında.
Çekoslovakya'dan ülkemiz aleyhine yükselen sesler
gittikçe
artarken ve tüm bunlar
Avrupa'yı
da gerginlik ve belirsizliğe sürüklerken, yaptığımız milli disiplin çağrılarına uyulması da giderek daha çok önem kazanıyor.
Geçtiğimiz pazar ve pazartesi günlerinde farklı politik anlaşmazlıklar bu düzlemde yoğunlaşmaya başladı. Alman halkı da
bu meseleye dikkat kesilmiş
durumda. Biz Almanlar, geçtiğimiz altı senede yabancı ülkelerde yaşananlara karşı özel bir hassasiyet göstermeye başladık. Uluslararası arenada ortaya çıkan en
ufak bir tepkide dahi halkımız, yabancı ülkelerle aramızdaki ilişkilere özel bir ilgi göstermeye başlıyor. Burada yaşanan da
aynı şey
aslında. Pazartesi günü insanlar,
Wilhelmplatz'da ve Reich Şansölyelik Binası önünde toplandı ve gecenin karanlığına kadar gelişmeleri öğrenmek için beklediler. Fırtına uyarısı yapılmış da bu yüzden sokaklara
dökülmüşler
gibi bir halleri vardı ve
bu izlenim bir açıdan da doğruydu aslında. Her zaman olduğu gibi
ulusumuz, Führer'inin
kararını ve bundan çıkacak sonucu
disiplinli bir biçimde sessizlik içerisinde bekledi.
Salı günü, Reich'ın başkentindeki bütün resmi ofislerde sinirleri harap
eden bir gün
yaşandı. Saatler birbirini kovalarken Çekoslovakya, kendi içerisinde giderek birbirinden farklı gruplara
ayrılmaya
başladı. Almanya karşısında askeri bir karşı güç yaratmak
dışında herhangi bir politik hedefi
olmayan Versay Anlaşması'nın
hatalı yapısı artık çöküyordu. 1938
yılının
sonbaharında Batılı demokratik
devletler tarafından
kendisine atfedilen görevleri yerine
getirebilecek durumda değildi kurulan
yapı.
Örneğin; Bohemya'da
niyetleri "Alman bloğunun karşısında duracak gelişmiş bir
dışlanmış
insanlar topluluğu" yaratmaktı. Hatta 27 Eylül 1938'de
Paris merkezli 'Epoque' gazetesinde şu satırlar vardı: "Fransa'nın oyun haritasında, özellikle hava kuvvetleri bakımından hatırı sayılır bir değeri olan
Çekoslovakya kesinlikle çok önemli bir stratejik konumda.
Bohemya'nın geniş arazileri hava
kuvvetleri için
kusursuz üsler sunmaya son derece elverişli. Şayet Bohemya, hareket
merkezi olarak Fransa'nın egemenliği altında kalmaz da Rusya tarafından işgal edilirse, müttefik hava kuvvetleri Almanya'nın kalbine saldırmaya hazır durumda olacaktır."
Bu askeri görev aslında son zamanlarda geri planda kalmaya başlayan Prag şovenizmini
hedef alıyor. Ancak Çekoslovakya'nın
da vakti gelmiş durumda. Avrupa'da yeni güçler doğuyor ve onlar da konulan
yeni yasalara göre bahsi geçen alandaki yaşamı domine edip düzenleme hazırlığındalar. Yani bu durumun iç mantığı sonucunda, Versay'la eğreti bir biçimde şekillendirilerek
ortaya konan o kokuşmuş yapı çökecektir. Yine de yıkıntıların arasından çoktan yeni yaşam
formları yükselmeye başladı bile. Eski çağ yerini çok daha genç
ve dinamik olana bırakıyor.
Salı günü, gece yarısını geçeli çok kısa bir süre
olmuşken Çekoslovakya cumhurbaşkanı Hacha', tarihi bir konuşma için Führer'in yanına gelmiş
ve bu konuşmanın sonunda kadim zamanlardan beri Alman toprağı olan Bohemya ve Moravya'nın geleceği tayin edilmiş; bunda da, her daim net ve asla yanılma payı olmayan sözler eden tarih belirleyici olmuştu. Böylece gece boyu süren gerginlik de sona ermişti artık. Führer, sabaha karşı beşte Alman halkına
sonucu deklare ettiğinde tarihi bir karar alınmıştı.
Bu deklarasyondan kısa süre sonra radyo istasyonlarından tüm dünyaya, tarihi Bohemya ve Moravya topraklarının yeniden Büyük Alman Reich'ına
katıldığını duyurdu. Başkan Hacha Führer'den,
ülkelerinin güvenliğini ele almasını bizzat istemiş
ve "Çek ulusunun kaderini güvenle Alman Reich'ının Führer'inin ellerine bıraktığını" belirtmişti. Böylelikle sözde
'Çekoslovakya' devletinin varlığı son bulmuş
oldu.
' Emil Hacha: Çekoslovakya'nın son cumhurbaşkanıyken topraklarının 16 Mart 1939cla tamamen işgal edilişinin ardından Bohemya ve Moravya Protektorası'nın seçilmiş başkanı olarak yemin etmek durumunda kaldı.
Sadece bir gecede, aslında hiç var olmayan bir ulus yok olup gitmişti işte. Bu aynı zamanda, Londra ve Paris hükümetlerinin, 1938 yılının sonbaharında, Avrupa'yı ciddi bir uluslararası krize ve hatta askeri
bir çıkmaza sürüklemeyi dahi göze
alarak yaratmayı kafalarına koyup üzerine
ortaklık kurdukları bir sözde ulustu. 4 Eylül 1938'de, Londra gazetesi Observer'da şu
haber
geçildi: Britanya halkı
"gerekirse etten duvar örerek" bu yeniden düzenlemenin karşısında dimdik duracak ve "yapılan son savaşta
olduğu gibi dünya halklarının ezici çoğunluğu
da onların yanında olacaktı". Paris'ten de benzer sesler yükseliyordu, bu yüzden İngiltere ve Fransa'nın zerre öngörüde
bulunamayan, mantıktan ve akılcılıktan uzak sözde
demokrat politikacıları ile devlet adamları, şimdi kartlardan inşa edilmiş bir iskambil evi misali yıkılan bu sözde ulus üzerinden
uyduruk felaket senaryoları üreterek hedeflerine ulaştılar. Ancak planları artık tuzla buz oldu. Salı gününü Çarşamba'ya bağlayan gece, Chamberlain' ve Daladier'in2 Çek meselesi konusunda izledikleri politikanın ne kadar doğru olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Bu yüzden Batılı devletlerin şu sıralar resmi Çekoslovakya'nın
yaşadığı çözülme karşısında hiçbir tepki vermemeleri oldukça anlaşılır bir durum. Doğal olarak Alman düşmanı uluslararası basında yer alan profesyonel savaş yanlılarında bazıları ufak tefek acınası yazılar yazıp Almanya'yı aşağılamaya çalıştılar ancak hiçbirinin
politik
1
Neville Chamberlain: 1937-1940 yılları arasında Britanya başbakanlığı görevini üstlenmiştir.
Nazi Almanyası'nın Çekoslovakya'yı
işgaline göz yumarak Hitler ile Münih Anlaşması'nı (Çekoslovakya'nın
Südet bölgesinin Almanya'ya verilmesini
görüşmek üzere Hitler, Mussolini, Chamberlain ve Daladier'nin Münih'te toplanarak yapnklan konferansın sonunda Çekoslovakya'nın Naziler tarafından
bütünüyle ele geçirilmesinin önünü açan 29 Eylül 1938 tarihli anlaşmadır) imzaladığı için eleştirilmiştir ancak destekçileri,
bu hamlesi sayesinden
lngiltere'nin 2. Dünya Savaşı'na hazırlanmak için zaman kazandığını
öne sürmektedir. Yine de Hitler'e karşı mücadeleci değil barışçıl bir siyaset izlediği için eleştirilerin hedefi olmuştur.
' F.douard Daladier: 1933 yılında Fransanın başbakanı olarak görev
yapmaya başladı ve Çekoslovakya'nın
çöküşünü ilan eden Münilı Koıı(^ransı'na katılarak
dönemin diktatörleriyle birlikte Münih Anlaşması'nı im1.aladı.
arenada
herhangi bir önemi bulunmuyor. Gerçekleri hiçbir şey değiştiremez ve değiştirmeyecek de. Bu olay bir yandan
da Batılı demokrasilerin, kimsenin yaşananlara sesini çıkarmadığını ve hatta bu sessizliğin bir şekilde aslında onlara muhalif insanların da var olduğunu anlamalarını sağlayacak bir işaret niteliğindeydi. Almanya'nın yasal olarak bulunduğu konum
tartışmaya
mahal vermeyecek kadar net.
Çarşamba günü Führer, Bohemya ve Moravya'ya girmekte
olan askeri birliklerine katılmak üzere derhal harekete geçerek o
hareketli günün
akşamında Prag'a ulaştı ve
Hradcany'deki kalenin üzerinde zafer
uçuşunu
gerçekleştirdi. Alman
halkının
her bir ferdi heyecanla nefesini tutmuştu. Ulusumuz,
son ferdine kadar, tarih yazılan bir
ana; sonu savaşa yahut barışa varacak
bir gelişmenin
tarihi bir eylem sonucunda
nihayete erdirildiğine
ve Führer'in kararlılığı, cesareti ve azminin savaşa değil barışa giden yolu açtığına şahitlik ettiğinin farkındaydı. Böylece Bohemya ve Moravya eyaletlerinin Reich'ın hakimiyeti
altına
girdiği resmi olarak tüm dünyaya ilan edildi. Bu sayede daha ıooo'li yıllarda, Bohemya'nın en eski tarihçilerinden Slav Cosmas'ın Bohemya'yı Almanya'nın bir parçası olarak
kabul ettiği
zamanlarda başlayan tarihsel
süreç
tamamlanmış ve
Bohemya ile Moravya'nın rnoo'li yıllardan bu
yana Eski Alman Reich'ının
önemli üyeleri ve
feodal devletlerinden biri oldukları kanıtlanmış oldu. Hatta en eski Alman üniversitesi de Prag'da bulunuyor, ülkenin en
güzel
yapılarının tamamı esasen
Alman eserleri: St. Vitus Katedrali, Charles Köprüsü, Teyn
ve Niklas Kiliseleri... Bu halklar ve eyaletler, Reich'ın koruması altında oldukları dönemde,
varlık ve ekonomi bakımından en dikkat çekici ve
en güçlü
zamanlarını yaşadı.
İşte, kalkınma şimdi yeniden başlıyor. Bölgenin yan yana yaşayan iki
sakininden daha güçlü
olanı, yarattığı yeni
düzende yalnızca barışı amaçladığı ve zayıf olan
güçlüden
koruma talep ettiği için, Orta Avrupa yeniden huzura kavuş-
muş oldu.
Bu iki halk arasındaki
ilişkilerde her
daim mantıklı
ve akılcı bir
düzende
seyretmiştir. Şayet zayıf olanın eline
güç vermeye kalkarsanız, güçlü olanı baskılamaya ve ulus mantığını yok
etmeye çalışacaktır
zira varlığını sürdürmesinin tek yolu budur. Ancak güçlü olan
ulusun böyle
şeylere ihtiyacı yoktur.
Zira güçlü devletler, cömert olmanın da her iki ulusa birden adalet sağlayacak bir sistemi kurmanın da
yükünü
taşıyabilecek kudrete
sahiptir. Bugün
şahit olduklarımız da
bunun sonucudur aslında.
Verilecek karar tarihi bir karardır ve
Alman halkı da bunu böyle kabul
edecektir.
Bu
noktada bizlere, hali hazırda herhangi
bir yorum yapmamak gibi akılcı bir
tavır
takınan o sözde her
şeyi bilen kimselere bir çift laf
etme fırsatı
doğuyor. Bu her şeyi bilen
kimseler, ulusumuz, ne zaman bir güçlükle karşılaşsa yahut sınırlarımız dahilinde bir ürünün tedarik
edilmesinde bir aksaklık
yaşansa vakit kaybetmeden sokaklara dökülmekteler
ama böylesi tarihi başarılar elde
ettiğimizde
derhal inlerine çekiliyorlar zira başarı; Nasyonal
Sosyalist devletimize yahut da Nasyonal Sosyalist dünya görüşüne köstek olma fırsatı tanımıyor kendilerine. Bu yüzden de
biz Nasyonal Sosyalistlerin ve bizimle
birlikte tüm Alman halkının, içinde bulunduğumuz bu harika zamanları neden
sevdiğini
asla anlayamıyorlar. Bu tarihi hadise bizlere, bu şahıslara şu yanıtı verme şansı sunmuş durumda:
İçinde bulunduğumuz dönemi seviyoruz çünkü bu
dönemde tarih yazıyoruz. Bu dönem kalbimizin
daha hızlı
atmasını sağlıyor zira
maskülen
bir karakteri var ve bu maskülen karakter
bizler için,
zamanımızın getirdiği ve
her olağanüstü
dönemde var olabilen geçici zorluklardan
çok daha önemli. İşte bu yüzden, kahvenin
az bulunması,
eleştiri özgürlüğünün sınırlanması ya da dogmatik yahut din kaynaklı kılı kırk yarma alışkanlıkları sebebiyle yaşananlara öfkelenen insanları anlamıyoruz. Bize bir takım görevler ve
inanabileceğimiz davalar sunduğu için içinde yaşadığımız bu dönemi seviyoruz.
Alman ulusunun tarihinde, onlarca yıl sonra
insanlarımızı
ayağa kaldırıp işe koyulmalarını sağlayan
bir adamın
doğmasına vesile olduğu için bu dönemi seviyoruz.
Bu
dönemi seviyoruz zira o harika ve kutsanmış anlarında yüzlerce yıldır çözümsüz kalan sorunları ortadan
kaldırıyor
ki bu sorunlar aslında bir
zamanlar sahte refah ortamları yaratılarak çözülmüş gibi gösterilse de en amatör gözlemcinin bile aslında hala
ortada olduklarını
anlayabileceği meselelerdi.
İçinde yaşadığımız bu dönem, bizlerin
zamanı! Bu zamana bütün gücümüzü ve yüreğimizi sunuyoruz zira dönemimiz, anlaşmazlıkları ortadan kaldırıp katışıksız bir barış ortamı sağlıyor bizlere; erkeksi güç ve
hakiki becerilerin gerçek anlamda kendini gösterebilmesi adına bir alan yaratıyor ve
Almanya'ya, Führer'in
sadık hizmetkarları olarak
ona yardım etmek adına büyük bir fırsat sunuyor!
Bu dönemi seviyoruz çünkü başarı ve zaferleriyle bizleri,
ulusumuzun muzaffer olma ihtimali konusunda tedirgin ve huzursuz olmaktan kurtardı ve
hepimize güvenli,
sakin ve rahat bir hayat yaşamayı öğretti. Bu dönemin yüceliği bizlere büyük ve
çözülmeyecek
gibi görünen sorunları bile düşünebilme cesareti verdi. Bizler, Nasyonal
Sosyalistler olarak içinde bulunduğumuz bu tarihi dönemin önemini anlayamayan cahil insanlara ancak
acıyarak
bakabiliriz. Bu insanların yürekleri de zihinleri de kim bilir nasıl bir
boşluğun
ve cehaletin pençesinde ki dönemimizin önemini kavrayamıyor ve rahatlarını bozan her türlü saçma meselede kazandığımız benzersiz tarihi zaferleri bir
anda unutarak en basit örnekle kahvenin
son zamanlarda az bulunmasının
bile derdine düşüyorlar. Bizler onların döneminde yaşamıyoruz. Bu kimseler
ne kendi zamanlarını
bu çağa taşıyabilecek ne de bizim zamanımızda herhangi bir hususta erk sahibi olacaklardır.
Bizler,
yaşadığımız
bu harika günlere sadece
yasalarımızla
bağlıyız ve Führer yüzünü nereye dönerse, eksiksiz
bir sadakatle onun yanında durarak
kadere, bizi böyle bir döneme layık gördüğü için minnet duyacağız. Hepimiz çağımızı tüm varlığımızla deneyimliyoruz. Bu dönemin çocukları olarak harikulade hazların yaşandığı her anın tadını sonuna kadar çıkaracağımıza şüphe yok.
ZENGİNLERİN AHLAKI
25
Mart 1939
Ahlaklı olmak,
zenginler için fakirlere nazaran çok daha
kolaydır,
bu tecrübeyle sabit bir durum. Zenginliğin etrafında bir koruma kalkanı varken
fakirlik içten
içe çürümeye, yıkılmaya meyillidir.
Örneğin;
zengin bir adamın aklından asla ekmek çalmak geçmez. Sadece parası olmayan
ama karnı
aç olan insan ekmek çalarlar. Zengin
adamın
kamı acıkırsa
zaten karnını doyuracak ekmeğe ve
hatta daha fazlasına
sahiptir.
Aynı şekilde arabası olan zengin bir adam asla metroya
biletsiz binmeye de çalışmayacaktır. Kolayca bilet alabileceği gerçeği bir yana, harikulade evinin önünde yine
harikulade bir arabası
vardır zaten.
Toplumsal
yönetmelikler
söz konusu yoksul insanlar olunca çok daha
sert yaptırımlar
uygular. Fakirler daracık apartman
dairelerine tıkılmışken
zenginler, her bir aile ferdine gerektiğinde fazladan alan sağlayacak kadar geniş evlerinde yaşarlar. Diğer yandan apartman dairelerindekiler
ise
neredeyse
üst üste
yaşamaktadır ve
belli bir saatten sonra, komşuları, ertesi gün erken
kalkıp
işlerine gidebilmek için ihtiyaçları olan uykuyu alabilmeleri adına uyumak
istediklerinden dolayı radyolarını erkenden kapatmak zorunda kalırlar. Öte yandan o kocaman evlerde, evlerin
aralarındaki
mesafe en az otuz, kırk ya
da belki yüz metre olduğu için radyolar gece boyu açık kalabilmektedir.
Yoksul
insanlar, bir arada rahat yaşayabilmek adına çok daha disiplinli bir hayat sürmek zorundalar.
Bu yüzden
aslında zengin kesimin, fakirler için uygulanan
belli kuralların
kendileri için geçerli olmasından şikayet etmesi gerçekten çok saçma. Zira mesele ahlak ise, en ahlaklı insanlar
bu heyecanlı
hayatı sürenlerdir. Eski
bir deyim vardır,
bilirsiniz:
Dua ederken en çok
bağıranlar, gedikli
günahkarlardır.
Bu noktada doğa, ahlak
dediğimiz
kavramı sadeleştirir, vahşi doğada yaşlı olan
hayvanların
neden kefaret ödediklerini anlamak zor değildir. Zira
bolca beslenme fırsatı
buldukları gençlik dönemlerini unutmak
isterler ve bu yüzden de daha yaşamının yarısına dahi gelmemiş olan
yahut henüz
yaşamaya bile başlamamış olanlara ahlaklı olmayı salık verirler. Her şey bir
anda tersine döner.
Yaşlılar, özellikle kendi
gençlik
dönemlerini tamamladıktan sonra
gençlerden
ahlaklı olmalarını beklerler.
Bu yalnızca
bireyler için değil, toplumlar için de
geçerlidir.
İşte, demokratik ülkelerin, özellikle de İngiltere'nin taleplerine uymamamızın esas nedeni burada yatıyor.
İngilizler bu sıralar politikada
ahlaklı olmaktan söz l'diyorlar.
Kendileri ihtiyaçları
olan her şeye sahip.
Ahlaklı
davranmanın politik
arenada pek de önemsenmediği
dönemlerde kendi imparatorluklarını kurabildiler zira. Şimdi de
o büyük
imparatorluklarını ahlak
kisvesinin ardına
saklayarak korumaya çalışıyorlar.
Karınları tok
olduğu
için yemek çalmayı akıllarından bile ^eçirmiyorlar. İstedikleri kadar yiyecek var ellerinde. İm-
paratorluklarının büyük serveti hizmetlerinde olduğu için bizim dört
yıllık planlarımızla dalga geçebiliyorlar. Onların ulusal yaşamının
sınırları demokratik olmaktan öte, fazla gevşek
kalabilir zira ulus olarak
geleceklerini tehdit eden herhangi bir şeyle karşılaşmadılar. Ancak biz Almanlar için durum farklı. Bizler, birliğini
ancak altı sene evvel kazanabilmiş bir ulusuz. Hala çok genciz ve eski anlaşmazlıklarımızın yaralarını taşıyoruz hala. Bu yüzden o eski yaraların yeniden açılmaması
için dikkatli ve hatta
bazen sert olmak zorundayız. İngilizler sözde fikir özgürlüğü
lüksünü tolore edebiliyor
olabilirler. Bunun onlar için bir bedeli olmuyor
zira imparatorluklarını
tehdit eden herhangi bir şey yok. İngiliz
halkı tek bir millet olarak kenetlenmiş durumda. İhtiyaçları olan ve hatta
dileyebilecekleri her türlü şeye sahip olduklarından, şaşırtıcı eylemlere ya da bir şeyleri oldubittiye getirmeye
gerek duymuyorlar. İngiliz halkı yüzyıllardır tek bir millet olarak var oldu ve bu yüzden dünya üzerinde hiçbir ülke
İngilizlerin arasından yeni uluslar çıkarma çabası içerisine girmiyor. Ancak bizler hala böyle şeylere zorlanıyoruz. Başka seçeneğimiz yok. Bizler eylemlerimizi, kendimizi daha üstün gördüğümüzden yapmıyoruz, hayatta kalmak için buna mecbur olduğumuzdan yapıyoruz. Olanların ne İngilizler ne de Almanlar açısından ahlakla ilgilisi var.
Bu sebeple artık
herkes, politikada, özel hayatta olduğundan
daha başka anlamlara gelebilecek böylesi terimleri her
alanda kullanmaktan vazgeçmeli. İngiltere'nin önde gelen politikacıları
son zamanlarda İngiltere'nin koruma altında
bulunduğunu ve bunun tek
nedeninin, ülkedeki vatandaşların
kültürlerini ve özgürlüklerini gözetmek olduğunu
söyleyip duruyorlar. Avrupa ise
bu sözde bilgece iddiaları
gülerek karşılıyor. İngilizler hakikaten de gerçeği ahlaki deyimlerle örtbas etmeyi iyi biliyorlar,
hatta bazen bu yolla, başka yerlerde ciddi
tepkilerle karşılanabilecek
tartışmalı konuları bile hasıraltı etmeyi başarıyorlar.
Artık kendi
koyunları
ahırlarında güvende olduğu için, ahlaklı olmayı beceriyor ve geçmişlerini asla hatırlamak istemiyorlar. Avrupa'da ülkelerin yoksul
ve varlıklı
olarak ikiye ayrılmış olmasını bir sorun olarak görmüyorlar. Yoksul ülkelerin içinde bulundukları durumdan memnun olmayabileceklerini düşünmüyorlar. Hatta şartları değiştirmeyi akıllarından bile geçirmiyorlar zira onlara göre dünya, Tanrı nasıl istiyorsa o durumda. Tanrı İngilizlere her şeyi bahşetmiş ve dünyadaki diğer tüm halkları da, İngilizlere bağlı olmaları için fakir bırakmıştır.
Londra'da
ilk İngiliz gazetelerinden biri basılıyor: Times. Fazlasıyla rafine ve ciddi bir gazetedir, içeriğinde nadiren başka ırkların aşağılandığını görebilirsiniz. Son derece ahlaklı haberler
yapar ve dünyanın
tamamını azarlamayı Tanrı'nın kendisine
verdiği asli bir görev olarak
görür.
Dünyada olup biten her şeye yorum
yapma hakkına sahip olduğunu kanısındadır ve işlerin nasıl yürümesi gerektiğini dikte eden İngiliz mantığının cisimleşmiş halidir. En dikkate değer özelliği ise İngilizlerin, bu gazete yazanlara gerçekten inanıyor oluşudur. Öylesine küstah ve aldatıcı olabiliyorlar
ki insan onlara ne diyeceğini
dahi bilemiyor. Yalanları ortaya
çıkarıldığında
bile o riyalara öylesine tutunuyorlar
ki mantıklarını
asla anlayamıyor ve bunların kendi
yalanlarına
da inandıklarını düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Gelgelelim asıl mesele
bu değil; mesele, İngiliz basınının aslında İngiltere'nin, tüm o fikir özgürlüğü safsatalarına rağmen, gerçek ulusal disiplinini bir yansımasını teşkil ediyor oluşu. Ancak
şu
sıralar İngiliz basını gerçekten çok ileri
gitmiş durumda. Avrupa'nın her yerinde, bir İngiliz, zorlu
politik meseleler hakkında
konuşmaya kalktığında insanlar
birbirlerine bakıp
göz kırpıyorlar. İnsanları, sırf bazı politik
meselelerden ve büyükbaş
ticaretinden konuşmak için sabah ve akşam dualarına çağırır bunlar. Şayet bizim
gibi, ulusal varlıklarını
korumak için çabalıyor olsalardı her
yolu
mubah sayacaklarından
da adımız kadar
eminiz. Ancak kendileri son Fransızlar, Ruslar ya da Amerikalılarla savaşmanın daha iyi olduğunu düşünüyorlar her zamanki gibi.
Londra'nın yalanlarının boyutunu aslında uydurdukları son hikayeden anlayabiliriz: Almanların Romanya'ya verdiği sözde ültimatom. Dünya halklarını yine Reich'ın karşısına dikmek için Londra'nın uydurduğu bir yalandan ibaret bu da. Berlin
ve Bükreş
hükümetleri bu
haberi derhal yalanlasa da İngilizler bana mısın demedi.
Tam tersine, güçlü bir biçimde inkar
edilen bu hikaye hakkında,
sanki doğru olup
olmadığından
hala emin değillermişçesine konuşmaya devam ettiler. Bu İngilizlerin her zamanki tavrı; geçmişte böyleydiler, şu anda
da aynı durumdalar ve gelecekte de farklı olmayacaklar.
Ancak asla bize ne yapmamızı
söylemeye hakları yok.
Acaba ne zaman onların ahlak derslerini dinleyecek konuma geldi bizim ülkemiz? Eğer mesele politikada ahlaklı olmaksa,
İngiliz
basınının yapacağı en
mantıklı
iş bu konudan uzak durmak olacaktır.
Geçtiğimiz birkaç haftadan beri İngilizler Almanya sınırları dahilinde
de yayın
yapıyorlar. Üstelik bunu
çok
akıllıca hallediyorlar zira insanlara,
haberlerini neredeyse bilimsel denebilecek bir objektiflikle ve gerçeği duyurma
arzusuyla yaptıkları
izlenimi veriyorlar. Burada amaçları, Almanya
sınırları
içerisinde yeni dinleyici kazanarak, işler daha
da sertleştiğinde
o insanları kullanabilmek.
İşte o zaman şu anki
sözde objektifliklerini korumayacaklar,
Dünya
Savaşı sırasında diğer ülkelerin halklarını Almanya'ya karşı kışkırtmak için kullandıkları o eski otokrasi hikayelerini
servis edecekler.
Şimdilerdeyse Alman radyosunun İngilizce yayın yapmaya başlamasının şaşkınlığı içerisindeler ancak çok geçmeden şikayet etmeye de başlayacaklardır zira Avrupa'da başka bir
ulusun, onlarla aynı haklara sahip olmasını hayal
dahi edemezler. Geçtiğimiz
haftalarda Alman orduları
Bohemya
ve Moravya'ya girerken attıkları ahlak
naraları
işte bu İngiliz mantığının klasik bir örneği. Gelgelelim
artık durum farklı: Bu
ahlak naraları
şimdilerde işe yaramıyor.
Avrupalı devletler
artık
İngiltere'nin kendi
imparatorluğu
içerisinde, kanepesine
kurulup ahlak dersleri veren bir teyze
gibi vaazlar vermesinden, kendi zenginliği içerisinde diğer halklardan şikayet etmesinden
bıkmış durumda çünkü Avrupa,
son savaşın
ardından çok değişti. Fakir
uluslar aynı zamanda en genç olanlar.
Yaşamak istiyorlar ve yaşayacaklar da. Canterbury Başpiskoposu onları asla durduramaz zira bu halklar
zenginlerin esas yüzünü
görmeye başladı. İngiltere bundan
böyle ahlaka dair sözlerle yoksul
halkların
taleplerini görmezden gelemeyecek
zira ikiyüzlülüğün
işe yaradığı zamanlar
artık geride kaldı.
Birileri
John Bull'a' maskesini çıkarma zamanının geldiğini söylemeli. Çünkü
artık o sözde deyimlerin
ardına
saklanıp dünya halklarının görüşlerini bulanıklaştıran İngiltere'nin gerçek yüzü ortaya çıkıyor. İngiltere de imparatorluğunu savaşların, baskıların, toplama kamplarının, açlığın ve kanın üzerine kurdu.
Biz
Almanlar olarak ahlak tavsiyelerini dinlemeye de hazırız, elbette
bu tavsiyeler, onları vermeye hakkı olan
uluslardan gelecekse! İngiltere'nin buna hakkı yok.
İnsanlar
ahlaktan bahsederken İngiltere'nin yapabileceği en iyi şey çenesini kapalı tutmak. Elbette Londra'dan bazı arkadaşça öneriler aldığımız da oluyor ancak yine de
tavsiyelerini böyle
bağıra çağıra sunmamaları gerekiyor.
Yalnız
değilsiniz. Dünyanın geri
kalanı da, toprakları kanla sulanmışken ahlaktan bahsetmeye cüret edenlere
katıla
katıla gülüyor.
1 Uluslararası arenada genel olarak
Britanya Krallıgı
ııın ve ozellikle de lngiltere'nin kişileştirilmiş halini temsil eden
karakter. Genelde orta yaşlı, silindir şapkalı şişmanca bir adam olarak resmedilir.
POLİTİK NEZAKET
ÜZERİNE
27 Nisan 1939
İngilizlerin kendilerine özgü bir
politik nezaket anlayışı
var. Görünüşte öyle gönlü bol ve naifler ki insan, başka milletlere
karşı ne kadar savunmacı bir
tavır
takındıklarını fark
edemiyor bir yerden sonra. Elbette yüzlerce yıllık İmparatorluk anlayışları
içerisinde yerküreyi uluslarına ait
bir mülk olarak görmeye alışmış durumdalar. Bu ulusal mülkün kendilerine
miras kaldığına,
Tanrı'nın evrenin tamamını kendilerine
bahşettiğine
inandıkları için de
dünyadaki barışı, düzeni ve bütünlüğü sağlamaktan sorumlu olduklarını zannediyorlar.
İngilizlerin görüşüne göre dünyada onların temin edeceği barışı ve düzeni kabul
etmeyenler şüphesiz
çok tehlikeli provokatörler ve bir an önce etkisiz
hale getirilmeleri gerekiyor. Zira böyle insanlar
Londra yönetiminin
görüşüne göre sadece
İngiltere'nin
mutluluğu ve refahından ibaret olan 'dünyanın düzenini' tehdit etmekteler.
Bu
tavır da aslında İngiltere'nin dış politikalarının en temel
prensibini ortaya koyuyor ki o da yalnızca Avrupa'da
dengeli
bir ortam sağlamak.
Bu amacın dahi
temelinde aslında
bir bencillik yatıyor zira
İngiltere,
ancak Avrupa'da bir güç dengesi
kurulursa kendisini kurtarabileceğini ya da en azından Avrupa'daki
anlaşmazlıklardan
nemalanabileceğini düşünüyor. Bizim
bildiğimiz
kadarıyla İngiltere şu anda,
Avrupa'daki kendi ilgi alanına girmeyen
herhangi bir ciddi anlaşmazlığı
ne umursuyor ne de bu anlaşmazlıklar sebebiyle herhangi bir endişe duyuyor.
Londra'nın
yönetmesi gereken bir imparatorluk var ve İngiltere'nin bu imparatorluğun sağladığı serveti rahatça sindirebilmesini
mümkün
kılmanın da İngiliz dış işleri politikasının açık bir görevi olduğu herkesçe bilinen bir gerçek. Ayrıca herkesçe bilinen bir başka gerçek de zengin insanların nezakete ihtiyaç duymadıkları. Özellikle de fakir ve ihtiyaç sahibi
insanlara karşı... öyle ki
keyifleri yerinde olduğunda
gittikçe daha çok savunmacı bir tavır takınıyorlar. İnsanların omuzlarına
hafifçe vurarak yapmamaları gereken şeyleri dikte
ediyor ve sonra da her şeyin yolunda
olduğunu
söylüyorlar.
Zengin
insanlar çoğunlukla
fazla ahlakçı olurlar.
Ya da en azından
öyleymiş gibi yaparlar. Elbette kaderleri,
ahlak düşkünü
olmalarını da nispeten kolaylaştırır zira onların için her şey yoksul
insanların
hayatında olduğundan çok daha
kolaydır.
Barış ve düzen için çabalarlar çünkü ancak böylesi
ortamlarda kazanmaya devam edebilirler. İşte bu
yüzden var olan ilişkilere zarar verecek her bir hareketi 'ahlaksız' sıfatıyla yaftalayıp genel Bolşevizm konseptine
dahil ediverirler. İnsanlar
arasında yaygın olan
bu durum halklar için de geçerlidir. Hepimiz biliyoruz ki ellerinde,
onlarla ne yapacaklarını
bilmeyecekleri kadar çok altın ve
değerli maden rezervleri bulunan ülkeler de
var; hayati ihtiyaçlarını
dahi güçlükle karşılayan ancak akıl, sağduyu ve organizasyon yetenekleri
sayesinde varlıklarını
sürdürebilen ülkeler de.
Aslında yokluk içindeki ulusların şu anki durumdan memnun olmamaları gayet anlaşılır bir
şey.
İşte bu uluslar; fa-
kir milletler pastadan
payını alamazken zenginlerin kendi varlıklarını huzurla koruyabildikleri
o kutsal ve uhrevi düzenin nazarında sorun yaratan parazitlerden başka bir şey değildir. Hatta şu
dönemde zengin ulusların, fakir insanları
dünya barışını tehdit etmekle suçlaması dahi sürpriz
olmaz kimse için. Elbette bu türden itirazlar ederken
zengin uluslar yalnızca ekonomik ve politik kaygılarını dile getirmekle kalmıyor, bir de ahlak kavramını son derece provokatif
bir biçimde
kullanıyorlar.
Bu noktada İngilizler herkesin lideri konumunda zira kendileri ahlaksız insanları ahlaklı göstermek
konusunda adeta ustalaşmış durumdalar. Üstelik tüm dünya ulusları arasında en zengin millet olduklarından, aynı zamanda en ahlaklı olanlar da elbette ki kendileri. Üstelik tarihi şüpheli hadiselerle dolu bir imparatorlukları olsa da bu tarihi anımsamak konusunda hiç de istekli değiller zira rahatlarının
bozulmasını asla istemiyorlar. Altınlarını korumak için,
"Öylece uzanıp varlığımı koruyacağım, bırakın uyuyayım!" diyen Fafnir'e' benziyorlar bu halleriyle. Üstelik şimdilerde bir de artık
öyle rahatça uyuyamadıklarını iddia ediyor ve bunun
sorumlusu olarak da Almanları görüyorlar. İşte bu, düpedüz
küstahlık!
Aslında sırf bu sebeplerden, İngilizlerin Almanya'nın
yükselişinden rahatsızlık duyması çok anlaşılır bir durum. O kirli vicdanlarını rahatsız ediyoruz. Almanya güçsüzken Londra için
pek de bir anlamı yoktu varlığının.
Öte yandan bugün baktığımızda Almanya büyük
bir güç ve İngiltere'nin elinde Almanya'nın
gelişimine ket vuracak tek bir
ciddi koz olmadığı
için kontrolsüzce saldırılara başladılar.
'13. yüzyıldan
Völsunga Destanı"nda geçen cüce kral Hreidmar"ın üç oğlundan biri olan Fafnir. açgözlülüğü yüzünden Andvari'nin yüzüğü ve hazinesinin lanetini üzerine çeker ve bir ejderhaya dönüşür. En sonunda. Alman mitolojisinde de efsanevi bir kahraman olarak bilinen
Sigurd ya da yüksek Almanca haliyle
Siegfried tarafından
katledilir.
İngiliz gazeteleri
bir anda alışılmışın
çok ötesinde kabalıklar etmeye
başladı,
başka zaman olsa politik meselelerde
son derece adil davranmayı
seçenler gitti ve yerlerine, bütün nezaket
kurallarını
unutup pazarın ortasında kavgaya tutuşmuş kadınlara dönmüş gazeteciler geldi. Almanya'nın içinde bulunduğu fakirlikten kurtulmasını hazmedemediler. Bize hala, o yargısız infazlar
yaptıkları
dönemdeki gibi muamele etmeye çalışıyorlar. Her ne kadar Londra'nın yönetsel çevreleri bu meselelerle bir ilgileri olmadığı izlenimi
yaratmaya çalışıyor
olsalar da bütün gazetelerin
onların emrinde olduğunu elbette
ki bilmeyen yoktur.
İngilizlerin basın özgürlüğü konusunda kendilerine has fikirleri
de var. Bunlar da elbette ki tam İngilizlere göre ve aptalca denilecek kadar naif
fikirler. Argümanları
ise şöyle:
"Almanya'da basına herhangi bir aşağılama içeren haber yapmayı yasaklayan
yasalar var." Yani Almanya devletinin basını etkileme
ihtimali olduğunu
ima ediyorlar ve buna dayanarak
Alman basınının
her şeyden önce Londra'ya sadık kalarak
haber yapması
gerektiğini söylüyorlar. Özellikle de
İngiltere'nin
iç meselelerine karışmamalarını salık vermekten de geri durmuyorlar. Diğer yandan
kendileri de yine o kokuşmuş demokrasi
duvağını
takınıyorlar derhal.
Demokrasinin en temel ilkelerinden biri de basın özgürlüğüdür. İngiliz basını da özgür olduğu için İngiltere yönetimi sözde
basını etkilemiyor. Bu yüzden kendileri,
işlerine
gelen her konuda seslerini çıkarma özgürlüğüne de sahipler; dahası, Almanların her türlü iç meselesine
karışmak,
en yüksek mertebelerdeki
yöneticileri
dahi nezaketten yoksun ve
teklifsiz kimseler olarak lanse etmek ve hem Alman yönetimi
hem de Alman halkının
ahlak bekçisiymiş gibi bir havaya girerek onlara mütemadiyen tavsiyelerde bulunmak en önemli ayrıcalıklarıdır. Özellikle İngiltere
Büyükelçisi Henderson
Berlin'e geri döndüğünden
beri bu meseleler çok daha
sık dile getirilmeye başlandı. Elbette
bunun nede-
nini anlamak da zor değil. Hatta İngiltere
Başbakanı Chamberlain de, Avam Kamarası'nda kendisine yöneltilen bir soruyu şu şekilde yanıtladı: "Bay Nevile Henderson'ın geri dönüşünün öyle abartılacak kadar büyük
bir anlamı yok. Görevi
icabı geri döndü."
Peki, bu noktada İngiliz basını ne yapıyor? Şimdi bu durumun tam tersini düşünelim ve şayet aynı şey Almanya için
söz konusu olsaydı ve Alman gazeteleri İngiltere'yi diline dolayarak açıkça İngiliz basınını küstahça
aşağılasaydı, İngiltere'nin önde gelen gazetelerinde nasıl başlıklar atacaklarına dair
tahminlerde bulunmaya çalışalım. Örneğin; ‘Völkische
Beobachter' Almanya Büyükelçisi'nin Londra'ya özel bir görev için yollandığını ve
Londra'nın söz konusu teklifi kabul etmekten başka çaresi olmadığını, ancak bu
şekilde barışçıl niyetini belli edebileceğini yazsaydı? Ya da Almanya
Büyükelçisi İngiltere Kralı'nı tehdit etseydi? Yahut da Almanya Büyükelçisi
İngiliz Dışişleri Bakanı'na, İngiltere tarafından, herhangi bir teminat
sağlayan ve ciddi bir adım atılmadığı sürece Almanya'nın daha radikal yollara
gideceğini söyleseydi? Almanya'nın İngiltere'nin politikalarından geri
döneceğine dair yeterli kanıtlar görmek istediğini dile getirseydi? Bu
kanıtların da İngiltere'nin, söz gelimi Filistin'den çekilmesiyle, İngiliz basınının
Almanya aleyhine asla haber yapmamasıyla ve İngiltere'nin azami ölçüde silahsızlanmasıyla
elde edilebileceğini söyleseydi mesela? Veya Almanya Büyükelçisi,
Chamberlain'in yakın zamanda Avam Kamarası'nda yapacağı deklarasyonu hat
safhada etkilemek için bir takım açıklamalarda bulunsaydı? Herkes kabul
edecektir ki şayet Alman basını Londra'yı bunlarla vurmaya kalksaydı, İngiliz
halkı kaynar kazana dönerdi muhtemelen. Haklı da olurlardı üstelik, çünkü söz
konusu büyük güçler ise böyle durumlar pek alışılageldik hadiseler değildir.
Nezaketten yoksun, aptalca ve aşağılayıcıdırlar. Gelgelelim bunu yapan Londra
olunca, İngiltere ve Almanya
arasında öyle bir güç dengesi
bulunmadığı
için herhangi bir sorun olmaması bekleniyor.
Yani en azından
İngiliz basınının yazdıklarından anlaşılan bu. Biz de bu yüzden onlara
parmak sallamak durumunda kalıyoruz. Artık İngilizler de, kendilerine hak gördüklerini bizim de artık ucuz
bulduğumuz gerçeğini kabullenmeye
başladılar.
Almanya'nın, Londra'nın kendisine
bu şekilde muamele etmesini kabul etmeye
niyeti yok zira Almanya, Londra'ya aynı şekilde karşılık verseydi, haklı olarak
Londra da bu muameleyi kabul etmezdi.
Bu yüzden
İngiliz basınının bu
küstahça
ve nezaketten yoksun suçlamalarını dikkate almaya dahi gerek duymuyoruz. Bu tip şeyleri dile
getirebilecek kadar ahmak ve akıldan yoksun
oldukları
zaten ortada. Kendileriyle uğraşmaya hiç niyetimiz yok, zira uzun zaman önce bundan
vazgeçtiğimiz
de bilinen bir gerçek.
ELLERİ KESİLEN ÇOCUKLAR
24 Hazıran 1939
İngilizler dünyanın her yerinde politika ahlakından yoksun olmalarıyla tanınıyorlar. Hepsi de kendi günahlarını yanıltıcı bir gerçeklik kisvesi
ardına saklamada adeta usta birer sanatçı, birer
uzman sayılırlar
zira bunu yüzyıllardır yapıyorlar ve bu beceri, artık doğalarının öyle ayrılmaz bir parçası haline
gelmiş ki bunu yaptıklarının ayırdına dahi varamıyorlar. Yüzlerine öylesine sahte bir ifade ve ölümcül bir ciddiyet takınıyorlar ki kendileri bile gerçekten politikanın erdeminin savunucuları olduklarına inanıyorlar neredeyse. Yapmacıklıklarını asla kabul etmiyorlar, bir İngiliz'in bir başkasına gülümseyerek yahut göz kırparak, "Pekala, bizler birbirimizi
asla kandırmak
istemeyiz," diye bir şey söylediğine asla şahit olmazsınız. Dünyadaki erdem ve saygınlığın en yüce timsalleri
gibi davranırlar
-üstelik gerçekten öyle olduklarına da inandırırlar kendilerini. Bu durum insanı eğlendiriyor ancak bir yandan da dünya için büyük tehlike arz ediyor aslında.
Herkesin
bu insanlara karşı tetikte olması icap
ediyor çünkü karşılarında
gerçekten hatırı sayılır bir
düşman
çıkmazsa, bütün dünyayı ele geçirebilecek durumdalar.
Biz
Almanlar olarak son üç asırdır Avrupa'da hatırı sayılır bir güce sahibiz
ancak iş, ulusal ve uluslararası fırsatları değerlendirmeye gelince genel olarak fazla pasif kalıyoruz. İngilizler ise, Büyük Britanya'nın dünya üzerindeki en dominant ülke olmasının Tanrı'nın arzusu olduklarına inandıklarından her şeyi sarsılmaz bir özgüvenle yapıyorlar. Her daim soyluluklarından ve rekabet konusunda ne kadar adaletli olduklarından bahsediyorlar ama her şeyi ancak
şartlar kendi arzularına uygun olduğunda yapıyorlar. 1919 ila 1933'te yaşadığımız savaş boyunca bu görüşümüzü kanıtlayacak çok sayıda olaya şahitlik ettik.
Diğer yandan
biz Almanlar, politik davranmayı sadece birkaç yıldır nispeten becerebiliyoruz ama İngiltere bu
küçük
değişimi Avrupa için büyük bir tehdit olarak görmeye başladı bile. Çünkü savaştan evvel durum çok farklıydı, İngiltere ne isterse Almanya sorgusuz
sualsiz onu yapıyordu. Diğer halkların bizi yerle bir etmek için fırsat kolladığını hiç fark etmeksizin, ürettiklerimizin yanında bir de şairlerimizi, müzisyenlerimizi, filozoflarımızı
dünyanın dört bir
yanına
gönderen zararsız insanlardık. Bütün bunların merkezinde de yine İngiltere vardı. Olayları, yöntemleri
şekillendirerek sonuca
ulaştırabilen
yalnızca oydu ve savaş, bizim
için beklenmedik bir sondu, bunu asla öngörememiştik. İngiltere bir
anda harekete geçti ve yaptıkları onca propagandayla bütün dünyayı bize düşman etti.
Ancak kimse aslında bunu başarabileceklerini düşünmemişti. Uzmanlar ise, sadece birkaç güçlü slogandan oluşan bu
propaganda programının
son derece planlı bir
biçimde
işlendiğini ve
kusursuzca uygulandığını
düşünüyordu. Şeytani bir
çabayla propaganda, sistematik olarak bütün dünyaya yayıldı ve
milyonlarca insanın beyni bu şekilde yıkandı. Nihayetinde hepsi,
kitlesel bir hipnozun zavallı kurbanlarına dönüştüler.
İngilizlerin dünyanın her yerine yaydıkları çok az sloganları
vardı. Çocukların ellerinin kesildiğini, gözlerinin
çıkarıldığını, kadınlara tecavüz edildiğini ve yaşlılara
işkence edildiğini söylediler. İşte uzun yıllar sürdürülen bu propaganda, dünyanın her yanında insanları Almanların vahşi, medeniyetten ve insanlıktan uzak bir ulus olduğuna inandırdı. En nihayetinde de Almanya'yı yok etmek yahut gücünü elinden almak tüm uluslar için ahlaki ve kültürel bir görev olarak lanse edildi zira ancak o zaman dünyada barış ve dostluk hüküm sürebilirdi. İşte bu propaganda, dünyanın geri kalanının,
Almanyaile savaşında İngiltere'nin safına
geçmesini sağladı. Biz Almanlar ise buna nasıl karşılık vereceğimizi dahi bilmiyorduk. İngiltere'nin tüm yaptıklarını aptallık denebilecek kadar büyük bir saflıkla izledik uzun süre,
hatta bazı iyi huylu Alman vatandaşlar yalnızca başlarını iki yana sallayıp İngilizlerin böyle yalanlar söylediklerine inanamadıklarını dile getirdiler sadece. İşte savaşın sonunda tüm bunların acısını hepimiz çektik.
Savaşın son aylarındaysa, savaştıkları şeyin
aslında Alman ulusu değil, yalnızca Alman hükümet
olduğu fikrini yayarak vatandaşlarımızın zihinlerine de girmeye çalıştılar. Sözümona Alman halkına asla zarar vermek istemiyorlardı, savaş propagandaları buydu. Tek istedikleri kralın yönetimi terk etmesi ve bu
sayede Avrupa halklarının savaşının sona ermesiydi.
Amerikan başkanı Wilson'ın o çok bilindik on dört ilkesi de aynı dönemde ortaya atıldı.'
İlkeler kısaca şunu öne
1
Wilson İlkeleri:
Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru kazanan ve mağlup olan ülkeler netleşmeye başladığında Amerika Birleşik
Devletleri Başkanı Woodrow Wilson tarafından 8 Ocak 1918 günü ilan edilen ve savaşın taraflarının uzlaşmaları için gerekli koşulları
sınırlayan ilkelerdir. On dört ilkeden oluşan
açıklamada halkların barış içerisinde yaşayabilecekleri koşulların nasıl
oluşturulabileceğine ve başka bir dünya
savaşının daha yaşanmaması için ne tip önlemler
alınabileceğine dair bilgiler verilmiştir. Ancak savaş
sonrasında yapılan ganimet ve toprak paylaşımına Amerika Birleşik
Devletleri de dahil edilince
ilkeler uygulanmadan rafa kaldırılmıştır.
sürüyordu; İttifak devletleri ne Almanlara zoraki
bir barış uygulamak ne de muhalif ülkelerden herhangi birini tazminat ödemeye mahkum
etmek istiyorlardı,
ne onlara zarar verecek ne de onurlarını ya da topraklarını kaybetmelerine neden olacaklardı. Tek istedikleri krallıkla yönetilen ülkelere demokrasiyi getirmekti, sonrasında zaten herkes için onurlu
bir barış
ortamı sağlanacaktı.
Bu
aptalca yalanlar İngiltere
tarafından da bir güzel körüklendi. Wilson resmen İngiltere'nin yabancı basın elçiliğini
yapmıştı ama zavallı Almanlar
o dönemde
İngiltere'nin Amerika'ya
söylettiği
yalanlara safça inandılar. Tuzağa düştük ve İngiltere'nin istediği her şeyi yaptığımız için sonunda ağır bir
bedel ödemek zorunda kaldık.
1918
yılının
kasım ayında Alman
devriminin gerçekleşeceği
haberi Londra'ya ulaşınca yetkililer
buna pek ihtimal vermemişti.
Hatta en üst düzey kişiler dahi bundan şüphe ettiler.
Zamanında
İngiltere'nin önde gelen
yöneticilerinden
biri, gizlice, Almanların bu kumpasa düşeceklerine ihtimal dahi vermediğini söylemişti.
Elbette
bunun sonuçları
da felaket oldu. Almanya hem
onurunu hem de topraklarını
kaybetti. Ordularımız ve deniz
kuvvetlerimiz lağvedildi,
sömürgelerimiz elimizden
alındı.
Korkunç bir tazminat yükü omuzlarımıza yüklendi, tüm bunların amacı Alman ekonomisini çökertmekti.
Yine
de tüm
bunların iyi bir sonucu da oldu; yaşananlar Alman halkına önemli bir ders verdi. Almanya bir
yandan fakirleşirken
öte yandan Nasyonal Sosyalist
Devrim'in de temeli atılıyordu. Almanya, öncelikle Versay
Anlaşması'na
ve bu anlaşmadan çıkarı olan içte ve
dıştaki
düşmanlarına karşı büyük bir
savaş
başlattı. Versay Anlaşması'nın imzalayanları da; bu utanç verici
anlaşmayı
imzalamakla bir kez daha güçlü olabilecek
Almanya adına fayda sağlayacak gerçeklerle yüzleşmek arasında seçim yapabilecek insanları destekleyenleri de gözden çıkardı. Ardından da Nasyonal Sosyalizm-
le birlikte hem değişmeye hem de gelişmeye
başladı. 1914'de ve daha önemlisi 1918'de olduğundan
çok daha başka bir ulusa dönüşerek adını güçlü ülkeler arasına yazdırdı. Alman halkı
da artık daha politik insanlara dönüştü. Bugün olsaydı bu halk, savaş zamanı olduğu gibi asla İngiltere'nin yemini yutma tehlikesi
altında
olmazdı. Gerçi İngiltere bugün de aynı yöntemi uygulayarak savaş zamanında elde ettiği başarıya erişebilmeyi umuyor. Üstelik
günümüzdeki yemleri çok daha bayağı,
kirli ve yüzsüzce, çünkü bizlerin eskisi kadar aptal olduğunu düşünüyorlar. Londra'dakiler Almanların hala 1914 ve 1918'de kandırdıkları ahmak insanlar olduklarını sanıyorlar. İşte en büyük
yanılgıları da tam olarak bu.
Bugün İngiliz gazeteleri açıkça, ülkelerinin propagandasının
halk ile hükümet arasında anlaşmazlık yaratma amacı
güttüğünü yazıyor ancak tüm bunları biz de öğreniyoruz
böylece, Alman halkı bu açıklamalardan
özel bir anlam çıkarıyor. İngiliz propagandalarının
da amacı bu zaten! Hitler ve halkını birbirinden ayırmak! Kayzer zamanında
olduğu gibi yine riyakar ve insanların kulağına hoş gelen süslü
cümlelerin ardına saklıyorlar gerçek amaçlarını. Almanya'nın medeni devletler arasındaki yerine geri dönmesi gerektiğini söylüyorlar mesela! Demek öyle? Son yirmi beş yıldır çok yakından tanıma şansı
edindiğimiz şu sözde medeni devlerin arasına mı dönmeliyiz? Savaş sona erdiğinde
milyonlarca anneyi ve evladını açlıktan ölmeye terk eden, siyahi halkları Ren Nehri'nde boğan, Schlageter'i1 katleden, sömürgelerimizi elimizden alıp Almanya'nın kendisini bir sömürgeye dönüştürmeye çalışan ve halkımızı
kandırmak uğruna verdikleri her türlü sözü küstahça, soğukkanlılıkla
yok sayan o pek medeni
devletlerin arasına
mı? Geçmişte Alman halkını kandırmak kolay oldu, evet, ancak bugün, Almanlar olarak
bizler, bu girişimlere
daha farklı karşılıklar
1 Albert Leo Schlageter: Birinci Dünya Savaşı sonrasında Fransız işgali altındaki bir demiryolu hattına saldın düzenlediği gerekçesiyle Fransızlar tarafından
tutuklandı ve idam adildi. Bunun ardından Almanlar tarafından kahraman ilan edildi.
veriyoruz.
Artık,
İngiltere'nin propaganda
makinesi fazla yüksekten
uçtuğunda Londra'nın yalanlarına karşı kendimizi koruyacak güce sahibiz.
Yüzsüzce
halkın arasına karışıp yalan
üstüne yalan söyleyerek korku yayıyorlar. Alman askerleri arasında isyan
çıktığını,
işçi sınıfında grevler
ilan edildiğini,
sınıflar arasında çatışmalar çıktığının ve
hükümet içerisinde anarşinin hüküm sürdüğünü iddia ediyorlar. Ruhban sınıfından ufacık bir çevreye yakınlık gösterip bu kimseleri de durmadan şikayet eden
birkaç entelle özdeşleştirerek İngiltere ile birlikte sözde dünyanın geri kalanına dahil
ediyorlar.
Ancak
bu yöntemler
artık çalışmıyor. İnsanlarımız, Nasyonal
Sosyalizm okulunda harikulade bir eğitim aldı ve İngiltere'nin utanmazlıklarını naifçe sineye çektiğimiz günler geride kaldı. Kendimizi
savunuyor ve hatta Nasyonal Sosyalizme ters düşmeyecek şekilde karşı atağımızı da yapıyoruz. Peki nasıl? Güçlü bir biçimde ve
hedefi tam on ikiden vurarak! Artık üzerimize çamur atıldığında otuz metre geri kaçarak minik
kılıçlarımızı
sallamakla yetinmiyoruz. Derimizi
kalınlaştırıyoruz.
Artık o politik tartışmaların ortasında kalınca rahatsız olan naif insanlar değiliz. Bu
da düşmanımızı
rahatsız ediyor. Deneyimli İngiliz propaganda
uzmanları
ilk kez, daha önce endişelenmek durumunda kalmadıkları bir rakiple karşı karşıya kalmış durumdalar. Daha önce tartışmasız yönettikleri alanda artık bastırılıyorlar. Nasyonal Sosyalist Hareket, Alman
halkına
yalnızca propagandalara karşı sağlam durmayı değil, onları tersine çevirerek kullanmayı da öğretti. Biz
Almanlar da artık
propagandanın ne
olduğunu
biliyoruz. Güç için savaştığımız zamanlarda düşmanımız bütün gücü tekelinde barındırıyordu ancak artık onu
yere serdik. Önceden
olduğu gibi savunmasız bir ulus değiliz, aksine
bugün
dünyanın en güçlü ordusuna
sahibiz. İçimizi kutsal bir inançla dolduran
bir fikri savunuyor ve hedefi on ikiden vuran, savaşla deneyim
kazanıp daha da
sertleşen bir
propagandayı
kuşanıyoruz. İşte bu
ruhani silahı
büyük bir zevk ve memnuniyetle kullanıyoruz.
Elleri
kesilen çocuklar
yalanının yeni hali, ne artık Alman halkı üzerinde işe yarıyor ne de dünyanın geri
kalanı bu yalana inanıyor. İnsanlar artık John Bull'un ardındakini görebiliyor. Dünya halkları neler döndüğünü anlayabiliyor.
İşte bu yüzden, İngiltere istediği yerde yandaş arayabilir
ama Almanya'da umduğunu
bulamayacağı kesin.
Yeri göğü inleten kahkahalar dışında herhangi
bir tepki alamayacaklar ulusumuzdan. Bu sebeple yabancı basındaki propaganda uzmanlarına tavsiyemiz, eski yalanları bir
kenara bırakarak
zaman harcamamıza değecek yeni yalanlar bulmaları olacaktır!
Eğer İngiltere Almanya'yla kapışmak istiyorsa,
karşısında
yalnızca Führer'i yahut
küçük bir grup insan değil; seksen
milyonluk büyük Alman ulusunu bulacağını asla unutmamalı. Muhtemelen bu durumda da askeri yöntemlerden daha farklı bir
yol izlemeyi tercih edebilirler. Ancak bunun da faydası olmaz,
aksine İngiltere
kendi imparatorluğunu kaybetme riskine girmiş olur.
Önerim,
etrafındakilerin Londra hükümetini gerçekçi olmaya ve Almanya'yı gerçekten anlayıp Alman halkına boş tehditler savurmaktan vazgeçmeye teşvik etmesidir. Aksi takdirde acı ve
asla değişmeyecek
gerçeklerle sert
bir biçimde
yüzleşmek zorunda kalacaklar!
1940
EŞİ BENZERİ OLMAYAN BİR DÖNEM
25 Mayıs 1940
Tarih
kendini tekrar etmez; yaratıcı olan
her şeyde
olduğu ^ibi tarihin de hayal gücü ve
barındırdığı
ihtimaller sınırsızdır. Ancak aynı zamanda
sonsuza dek geçerli olacak bazı kanunları vardır ve insanlar bu kuralları görmezden geldi^i ya da çarpıttığı için hep aynı olaylar
yaşanır durur. Bu sl•beple de içinde bulunduğumuz savaşı, Dünya Savaşı'yla
kıyaslamak yahut aralarında paralellikler bulmaya çalışmak ı.ımamen yanlıştır. İçinde
bulunduğumuz dönem ve
verdiğimiz bu savaşın,
doğası ve ilerleyişi bakımından tarihte ı•şi benzeri yok. Bunları geçmişle kıyaslamaya kalkan kişi ıle muhakkak
ki akla gelebilecek en kötü askeri
ve politik hamleyi yapma riskirıi göze almış demektir.
Şu anda
içinde
bulunduğumuz durum,
hem ulusal hem ıle
uluslararası arenada,
1914 yılında
olduğundan çok daha
l.ırklı,
zira o dönemki steril
dış
politikamız yüzünden tolore
l'dilemeyecek askeri yükler altındayken iki cephede savaş Vl'rmeye
zorlanmıştık.
Dahası, insanlarımız savaşa psikoloJik
olarak da hazır
değildi. Kimse neden yahut ne için sa-
vaştığını dahi
bilmiyor, dönemin
hükümeti de ne insanlara durumun ne olduğunu açıklama, ne de geleceğin ne
getireceğini
söyleme zahmetine giriyordu. Alman hükümeti, Londra'nın abluka planlarını alt üst etmek
için eline geçen her
türlü politik fırsatı kaçırıyor ve hatta resmen düşmanının eline, ihtiyacı olan
kozları bizzat veriyordu. Savaşın başlarında yalnızca tolore edebilecekleri şeyler için hazırladılar kendilerini ve tolore
edilemeyecek gelişmeler
olunca da ne yapacaklarını şaşırdılar. Son raddede kaçınılmaz olan savaşı en
başında durdurmak için de
ellerine çok
sağlam ve iyi fırsatlar geçmişti aslında ama daha sonra olabilecek en kötü zamanda
bizzat kendileri savaş
ilanını vermek zorunda kaldılar. Bu
da aslında psikolojik anlamda son derece önemli
bir detaydı.
Bugün ise
durum tam tersi. Führer'in
harikulade yönetim ilkeleri
sayesinde bahsi geçen abluka denemeleri bitmek bilmez çabalarla, hem siyasi hem askeri alanda başarısız kılındı. Tarafsızlık iddiası ise tam bir safsataydı ve elbette düşmanın Almanya'ya
yürüme
planlarına hizmet edecekti ancak tüm planlar
suya düştü, yine bir iki cephede savaşma tehlikesi
daha bu şekilde
atlatılmış oldu Bu sayede Almanya,
kaderinde var olan bir savaştan daha
azat edildi. Ayrıca hem yurt içinde hem
de yurt dışında
sürdürdüğümüz psikolojik savaştan da
büyük bir başarı kazanarak
alnımızın
akıyla çıkmasını bildik.
Artık ulusumuz meselenin ne olduğunu, kendisini neye adadığını, savaşı kaybederse başına ne
geleceğini
ve kazanırsa nasıl bir şans yakalayacağını biliyor.
Bu
büyük
mücadele içerisinde elde
var olan her türlü imkan kullanılıyor. Düşman art arda kaybediyor elindeki kozları ve
üstelik daha savaş başlamadı bile! Führer bu
tarihi mücadeleye
büyük bir dikkat ve ön görüyle hazırlanırken en kötü senaryoyu
planlıyor
ancak bir yandan da en iyi senaryonun gerçekleşmesini bekliyor. İşte bu
kritik zamanda
savaş ilan
eden Batılı
varsılerkler kendilerini
gerçekten
zor duruma sokuyor aslında.
Dünya Savaşı sırasında ulusumuz ölümcül bir
ablukayla karşı
karşıya kaldı ve
Almanya buna yalnızca
askeri anlamda hazırlıklıydı -üstelik bu hazırlıkların da pek yeterli olduğu söylenemezdi. Bu abluka karşısında ülkemiz savunmasız kalmıştı zira ne bu konuda bir deneyimi ne
de hazırlığı
vardı, bu sebeple evdeki hesap ya çarşıya uymadı ya da hesaplar o kadar geç yapıldı ki ulusumuza fayda sağlamaktan ziyade daha çok zarar
verdi. İnsanlar
için zaten büyük bir
psikolojik yük olan ve aynı zamanda
gerekli ekonomik önlemlerin
alınmasına da bir faydası olmayan
karne sistemi bir anda çöktü. İşte bütün bunlar birleşince de 1918 yılının Kasım ayında Reich'ın düşmanlarına karşı
koyamayarak yenilmesi kimse için sürpriz olmadı.
Bugün durumumuzun,
geçtiğimiz
savaş dönemiyle uzaktan yakından ilgisi
yok. Evet, İngiliz ve Fransız plütokrasi- lerinin, Reich'ımızı ekonomik ablukaya almak için eski
yöntemleri deneyeceği aşikar ancak ne bu yöntemler eskisi
kadar etkili ne de biz böyle ablukalara
hazırlıksız
yakalanacak durumdayız artık. Dünya Savaşı'nda bunun nasıl ölümcül sonuçlar doğurduğunu bizzat deneyimledik ve artık başımıza gelebilecek her türlü şeye hazırlıklıyız, buna savaşı finanse etmek de dahil. Dünya Savaşı'nda edindiğimiz deneyimlerin çok yardımı dokundu. Her ne kadar düşmanlarımız şu anda Dört Yıllık Plan'ımızla dalga geçiyor olsa
da çalışmalarımız
en sıkı ablukadan
dahi sağ
çıkmamızı sağlayacak kadar detaylı. Reich,
tam zamanında
hem ekonomik hem de tarımsal kaynaklarını güvence altına aldı,
böylece her türlü kötü sürprize hazırlıklı olacağız. En acımasız cezalar
karşısında
bile çöküş, artık ihtimal dahilinde bile değil. Reich
topraklarında
artık, ne kadar gerekiyorsa o kadar uzun
süre yetecek kadar hammadde rezervi
mevcut durumda.
Dünya Savaşı başladığında yoğun nüfusumuzu askeri anlamda bir avantaj olarak
kullanmayı
da başaramamıştık. O zamanlar dünyadaki en
güçlü askeri kaynağa sahip
olduğumuz
halde tüm dünyanın üzerimize çullanmasına karşı
koymayı beceremedik. O devasa savaşın tarihi
önem arz eden ilk haftalarında yaşanan trajedi; asıl tehdit
altında olan cephelerde asker eksiğimizin olmasıydı, üstelik asker olarak görev yapabilecek
çokça gencimiz varken... Yani sonradan yapılan hesapların bir faydası olmadı.
Bugün Alman
askeri kuvvetleri hayal edilebilecek en modern teçhizata sahip
ve nüfusumuzu
daha etkili kullanmayı da artık öğrenmiş durumdayız. Alman ordusu her türlü savunmaya
hazır, zaten her şey planladığımız gibi, sıkı bir
sisteme göre ilerliyor. Ordumuzun başarısı hayal
edilenin de ötesine
geçmiş durumda. Tüm dünya silahlı kuvvetlerimizin ilerlemesini hayranlıkla izliyor.
1914'te
psikolojik anlamda tamamen savunmasız durumdaydık ve Reich, her türlü hileye
ve kışkırtmaya
başvurmayı göze alan
bir dünya
düşmanla karşı karşıya olduğundan habersiz,
savaşı orta sınıf insanların bakış açısıyla uzaktan izlemekteydi. Alman
liderlerinin halk için
savaşın ne anlama geldiği hakkında en ufak fikirleri yoktu. Savaş aslında insanların dinamizmiyle alakalı değildi. Aksine, halkı tek
başına zafere götürebilecek hakiki özgüven ve
etkili fikirlerden ziyade, bağıra çağıra ortaya konan sözde vatanseverlikti.
Nasyonal sosyalistler olarak, Reich yönetimini her anlamda kötü görünmesini sağlamayı çok iyi bilen, nefret dolu, art
niyetli ve iftiracı
uluslararası düşmanlarla karşı karşıyaydık.
Şimdiki durumumuz
bundan ne kadar da farklı! Elbette şu anda
da Almanya'ya saldıran
düşmanlarımız mevcut.
Ancak artık
gerçeklik silahını sağlam bir
güvence olarak kullanmayı biliyoruz. Almanya'nın haber ağı artık hızlı, deneyimli, net ve güçlü! Hem
yurt içi hem de yurt dışında
genel kanıyla
alakalı her bir detayla ilgilenebilecek
kadar
hazırlıklıyız. Alman ulusu bu savaşa, şenlik ateşinin etrafında
toplanmışçasına anlık bir
hevesle girmedi, bilakis kararlılık ve azimle mücadelesini sürdürmeye devam ediyor. Hu yüzden artık, Dünya Savaşı sırasında Reich'a büyük zarar
veren o zalimce kurgulanmış,
son derece tehlikeli uluslararası senaryoların uygulanması da mümkün değil. Ayrıca Alman Silahlı Kuvvetleri
de yenilmezliğin
ve her şeyden önemli gördüğümüz yüce devrimin büyülü aurasına sahip artık. Evet,
dünya belki hala, bu 'sözde' Alman
mucizesinin gelişimi
karşısında sonsuz bir hayranlık duymak
ile ondan ölümüne nefret etmek arasında gidip
gelmekte. Ancak olanlar bizim için mucize
filan değil. Tarihi bir dehanın elleriyle
yönlendirilen
Nasyonal Sosyalist sistemin
zaferidir bu yalnızca.
Führer'imizin halka
ilham veren etkisi, eski Alman değerlerinden yepyeni bir ideal yaratılmasını sağladı. Düşünce ve iş gücünün keskinliği, sistematik hazırlıklara olan düşkünlük, fedakarlık etmeye her daim hazır olmak,
yaratıcılık
ve hayal gücüyle harmanlanmış olağanüstü bir zeka, kıymetli ve
zengin bir bilgi hazinesi, bitmek bilmez bir haz ve genç ruhun
saldırı azmi -yani kısacası, düşmanlarımız tarafından üzerimize zorla geçirilen o 'zavallı Alman
ulusu' giysisini bu değerlerle birlikte erdemli, kusursuz bir gömleğe çevirdik. Peki, Alman ordusunun bu savaşta katılacağı her muharebeden zaferle çıkmasını garanti
eden şey neydi? Tarihte ilk kez, yaratıcı Alman
dehası
bütün o bürokratik ve yönetimsel yüklerden azat edilerek tam anlamıyla özgür kılındı. Almanya geçmişte de
şimdiki kadar güçlüydü ancak
bunun bilincinde değildik.
Almanya, tarihinde hiçbir dönemde kendini disipline ederek gücünü son
damlasına
kadar kullanmaya ve hem politik
hem de askeri her türlü
fırsatı değerlendirmesine olanak
sağlayacak
bir devlet düzeni kurmaya
muktedir olamadı.
İşte bu da, içinde bulunduğumuz dönemin 1914 ile karşılaştırılamayacak olmasının bir başka nedenidir.
Alman halkı o dört yıl bo-
yunca, içlerindeki güç sayesinde her türlü zorluğa göğüs germeyi başardı ve devletlerinin hataları ile gösterdiği zayıflıkların bedelini ödese de hayatta kaldı. Artık ulusumuz, milli gücünün tamamını kullanmayı biliyor. Bugünün kazananı, işte tam da bu yüzden, on dört yıllık bir mücadele ile yedi yıllık uygulamanın bir sonu olan
sistemimizdir. Sistemimiz varlığını, yaratıcı ruhunu kusursuz bir politik
ve askeri dehadan alarak kendi gücüyle sürdürmeye devam ediyor.
Yabancılar için elbette bu politik ve
askeri başarılarımızı
yalnızca şansa bağlamak kolay. Bu, bir
zamanlar Moltke'nin' de dediği gibi, ancak uzun
vadede azimli olabilenlerin elde edeceği türden bir talihtir. Bu savaşta çok ciddi askeri ya da politik gelişmelere imza atabilmiş olmamızın nedeni de bu- dur. Bu noktada aslında düşmanlarımız, o çok nefret ettikleri yöntemlerimizi uygulamak durumunda kalabilirler. Örneğin; kendi kamplarında sıklıkla, Nasyonal Sosyalizmin, ancak yine kendi nasyonal sosyalist yöntemleriyle yahut çok benzerleriyle vurulursa yenilebileceğini söylediklerini biliyoruz. Ancak, elde edilebilecek ilk başarı için bile bu yolda ne kadar ter dökülmesi, ne kadar çaba sarf edilmesi, ne kadar deneyim kazanılması ve hepsinden öte ne kadar zaman harcanması gerektiğini en iyi bilenler de
yine bizle- riz. Bugün düşmanlarımız askeri kamplarda çığlık çığlığa, "Daha fazla silah! Daha fazla uçak! Daha fazla tank!" diye bağırıyorlar. İşte, buna kör cahillik denir! Öte yandan biz- ler,
hedeflerimize ulaşmak adına onlardan çok daha yüce
bir ulusal uyumla enerjimizi yükseltmiş durumdayız, halkımız da rahatlığı ve ihtiyaçlarından
fedakarlık ederek bizlere destek oluyor. Geçtiğimiz yedi yılda ordumuzu geliştirmek için
1 Helmuıh Kari Bernhard von Malike: Birinci Dünya Savaşı'nda Alman ordusunun
Genelkurmay Başkanı olarak görev
yapan Moltke, konfederasyonun dağınık askeri güçlerinin
bir ordu haline getirilmesinde önemli rol oynayan bir isimdir. Alman lm- paraıorluğu'nun kuruluşundan önce 1866 ve 1870 yıllarında Avusturya ve Fransa'ya
karşı yönettiği
harekatlar sayesinde büyük saygınlık kazanan bir askeri dehadır.
çokça fedakarlıkta bulunduk; şimdilerde ise düşmanımız
bizim mottomuzu kullanıyor: "Önce silah, sonra yemeklik yağ!" Bugün herkes, yağın havan toplarını
yenemeyeceğinin ancak havan topunun yağı bir güzel
ezebileceğinin farkında. Şimdiki durumumuza bakılınca aslında, 1918'de eski silahlarımızı ellerimizden zorla çekip alanlar hepimize iyilik etmiş oldular. Bu sayede ordumuzu en temelinden yeniden kurmak zorunda kaldık ve yalnızca dünyanın en büyük değil,
aynı zamanda en modern
ordusunu yoktan var ettik. Bu yolda, şayet savaş çıkarsa, mutlaka ama mutlaka,
ne pahasına olursa olsun kazanmak zorunda olduğumuzu, aksi takdirde ulus
olarak tarih sahnesinden bütünüyle silineceğimizi bilerek hiçbir fedakarlıktan, hiçbir tasarruftan, hiçbir çabadan kaçmadık.
Bay Churchill ve Bay
Reynaud, Fransa ve İngiltere'nin, karşılaştıkları ilk saldırıları
kolayca savuşturacaklarına dünyayı ikna etmeyi başaramayacaklar bu kez. Gazetelerde çarşaf çarşaf yayınladıkları sözde 1914'le bu savaş arasındaki paralellikleri açıkladıkları yazıların -ki hepsi ne kadar endişeli ve kötü durumda olduklarını
gösteren işaretler taşıyor- tamamı hatalı. 1914'te, düşmanımızın kolayca tuzla buz edebileceği,
son derece zayıf bir ulusal savunmamız vardı ancak bugün, böyle bir durum söz konusu dahi değil. Hatta düşmanlarımız,
ikinci bir Marne Mucizesi[XVII]
yaratma-
lan
umuduyla yetmişlerinin
ortalarında olan
ya da çoktan seksenli yaşlarına gelmiş eski emekli generalleri göreve çağıracak kadar düştüler. Onlara
şunu
söyleyebiliriz: Tarih
tekerrür
etmez. Yıllarca tüm dünyayı tehditler savurarak te- rörize ettikten
sonra bundan medet ummak gerçekten çok acınası. Evet, bu noktada düşmanlarını hak etmedikleri bir mucizeyle
yenmeyi umuyorlar.
Gelgelelim
mucizeleri de hak etmek gerekir, bahsi geçen varsılerkin artık kaçacak yeri kalmadı, tuzağa düşmüş durumda hepsi. Aslında bu
savaşa, ekonomik ambargolar uygulayarak
ve asla kan dökmeden
bir zafer kazanabileceklerine inanarak girdiler. Şimdiyse savaşmak zorunda oldukları gerçeğiyle yüzleşiyorlar. Tanrı'ya
şükür ki sayelerinde eğer kaybedersek
başımıza
neler geleceğini artık çok iyi biliyoruz: Reich'ımız ve ulusumuz parçalarına ayrılacak, her şeyden yoksun
kalacak ve sonunda Alman ulusu son ferdine kadar yok olacak. Her Alman bunu
biliyor artık ve her birimiz o uzun ve zorlu kış aylarında bunun yarattığı sonuçları bizzat deneyimledik -Alman askerleri,
çiftçileri
ve işçileri olarak
hepimiz neler çektiğimizi
çok iyi biliyoruz.
Batılı varsılerkin efendileri şimdilerde işte bu bahsettiğimiz güçlü askerlerle
savaşıyorlar.
Çiftçilerimiz ise
her gün bu askerlere ekmek verebilmek için ekip
biçiyor;
işçilerimiz onlar
kullansın
diye silah üretiyorlar. Hepsi şunu biliyor
ki bu günler, haftalar ve aylar içerisinde Alman ulusunun belki bin yıllık kaderi
belirlenecek. Bütün bu insanlar, eşi benzeri
olmayan bir dönemde
yaşadıklarının farkında ve
hepsi, bunun değerini
bilerek kendilerinin de aynı şekilde eşi benzeri olmayan insanlar olduğunu tüm dünyaya göstermek istiyorlar!
KAÇIRILAN FIRSATLAR
2
Haziran 1940
Almanya
da karşılaştığınız
herkes, 'Führer daima
haklıdır,'
derken yurtdışında onun yalnızca şanslı olduğunu söylerler. Gerçi bu
da kısmen
doğru sayılır zira
Führer kendi şansını kendisi
yaratan bir adamdır.
Kendi fırsatını kendisi
yaratmayı
beceremeyen bir devlet adamı acınası durumdadır. Führer'in düşmanları
da işte bu
şekilde avcunun içine düşüyorlar ve bu da kaderin onların yok
olmasını
istediğinin bir
kanıtı
aslında. Yorgun düşmüş bir
toplum, yalnızca
zayıflığı yüzünden çöküşü deneyimlemez;
hataları,
yanılsamaları, gerçeği görmekteki başarısızlığı ve kaçırdığı fırsatlar yüzünden bu kadere mahkum olur. Bizim durumumuz
da şu deyimi kanıtlar nitelikte:
"Tanrı,
cezalandırmak
istediklerini gerçeğe
kör kılar." Nasyonal
Sosyalizmin bütün tarihi boyunca ona düşman olan
herkes, bu deyimin doğruluğunu
kanıtlıyor.
Örneğin; 14
Eylül 193o'da, Führer ilk
büyük seçim
zaferini kazandı ve
Nasyonal Sosyalist Parti Reichstag'ta yüz yedi
koltuk kazandı.
Demokratik cumhuriyetin bu nokta-
da
iki seçeneği
vardı: Ya Führer'in varlığını kabul edecek ya da onu ortadan kaldıracaktı. İlk seçenek elbette ki makul ve mantıklı olandı, ikincisi ise zordu ancak imkansız değildi. Gelgelelim cumhuriyet yönetimi ikisini
de yapmadı ve yalnızca yılanın ilerleyişini izleyen bir tavşan misali
pusuda bekleyip olanları takip
ederek kendilerini kadere teslim ettiler. Her şey için çok geç olana kadar hiçbir hamlede
bulunmadılar,
harekete geçmeye karar
verdiklerinde de Nas- yanal Sosyalist Parti, cumhuriyetin kullandığı yöntemlerle yıkılamayacak kadar güç kazanmıştı. Hitler günün adamı olduğunda da kibirli bir tavır takınıp onu ciddiye almaktan kaçındılar. 13 Ağustos 1932'de
ellerine bir şans daha geçti ancak
o fırsatı da değerlendiremeyip Führer'e, parlamentonun direnişine karşı Nasyonal Sosyalist Partinin nihai
zaferini kazanması için ihtiyacı olan zamanı tanımış oldular. İşte kaçırılan bu son fırsat, demokratik
cumhuriyetin hayatına
mal oldu.
Partimiz
hükümetin
başına geçtiğinde aynı süreç uluslararası arenada da tekrarlandı. Fransa ve Almanya hükümetlerinin Nasyonal Sosyalist Hareketi ve
onun ardından
gelen Nasyonal Sosyalist Devleti durdurmak
için harekete geçebilecekleri tarih 30 Ocak ya da en geç 31
Ocak 1933'tü.
Batı Avrupa'daki plutokratların iki seçeneği vardı: Kurulan yeni Almanya'yı ya hemen yok edeceklerdi ya da
onunla barış
sağlamanın bir yolunu bulacaklardı. O günlerde ilk
seçeneği
gerçekleştirmek hala
mümkündü
ama ikinci seçenek için bazı fedakarlıklarda bulunmaları gerekiyordu. Gelgelelim elbette hiçbiri bedel
ödemeyi
göze alamadı. İkinci seçenek aslında daha
makul ve mantıklı
olandı ancak Batı da
iki seçeneğin
sunduğu fırsatları da
değerlendirmeyi
başaramadı. Düşmanlarımız bir
kez daha, yaşanacakların
Almanya'ya hiçbir şekilde zarar vermeyeceği yanılgısına kapılıp sessiz kalmayı tercih
ettiler.
Uluslar Ligi'ne çıktığımızda artık yurt dışındaki
düşmanlarımız için çok daha zorlu bir seçenek kalmıştı geriye: Ya bize savaş ilan edeceklerdi ya da
bizimle barışmanın
yolunu bulacaklardı. Yine iki seçeneği de değerlendiremediler. Yılan görmüş tavşan gibi kalakaldılar
bir kez daha. Almanya'da bir devrim olmasını umuyorlardı ancak Avrupa'daki
dengeleri tamamen değiştirmek istediğimizi bildikleri halde
Nasyonal Sosyalist Hareketin neler planladığını derinlemesine araştırmayı bir türlü
beceremediler.
Uluslararası askerlik hizmeti fikri
konusunda şikayet
edip durdular ancak yine kıllarını dahi kıpırdatmadılar.
Rhineland'ın işgaline boş tehditlerle karşılık verdiler fakat tek bir hamlede bulunma zahmetine girmediler. Düşmanın orta vadeli olarak bulduğu tek bir çözüm vardı: İngiltere'yle savaş gemisi anlaşması
yapmak. Bu bile, bizzat Londra'nın kendisinin yaptığı gelen iğrenç savaş kışkırtmalarının gölgesinde kaldı ve anlaşmanın
yaratabileceği her türlü pozitif etkiyi daha en başından yok etti.
Mesela Schuschnigg,ı Avusturya'nın kurtarıcısı ve Ansch-
luss'un[XVIII] babası olabilmek için bir fırsat
yakalamıştı -Führer bizzat onun yol göstericisi olmuştu ancak o da bu fırsatı
kaçırdı ve İngiltere'nin kendisini koruyacağını sandı. Kritik bir döneme
girildiğinde ise tek başına kaldı. Führer'in düşmanlarının her daim böyle
yanlış seçimler yapması gerçekten trajikomik. Örneğin; Bene^3 de,
Reich'ın işgal etme ihtimali olan her yeri kapsayacak şekilde güneyli Almanla-
ra kısmi özerklik tanıyarak yaşanan krizi çok uzun zaman önce çözebilecek bir
pozisyondaydı. Fakat çok uzun süre
bekledi, bazı sözleri çok geç verdi ve kendinden öncekiler gibi o da en sonunda
bu hatanın bedelini ödedi. Beck[XIX]
ve Rydz-Smigly[XX]
de Almanya ile anlaşabilirdi; tek yapmaları gereken Danzig'i Almanya'ya geri vermek ve arada ufak bir koridor bırakmaktı. Şimdilerde böyle bir adımın
Polonya'yı işgalden kurtarabileceğini hayal etmek zor
gelebilir ancak Varşova'da sözü geçen kimseler durumu önemsemeyip yine İngiltere'ye
güvendiler ve en nihayetinde geçici Polonya hükümeti
on sekiz gün içinde düşmekten kurtulamadı.
İnsanlar tarihten bazı dersler çıkardığımızı
söyleyebilir, gelgelelim bu üç yılda yaşananlardan sonra bundan şüphe etmek de mümkün zira Nasyonal Sosyalist Hareketin ya da Nasyonal Sosyalist Devletin karşısında duran herkes aynı şeyleri tekrar tekrar deneme hırsına kapıldı ve her biri bunun sonucunda büyük bedeller ödedi. Bizler ise düşmanın utanç verici propagandalarını
dile getirme gereği bile duymadık
çünkü her biri o kadar aptalcaydı ki onlara herhangi bir paye vermenin yalnızca bizim itibarımıza
zarar vereceğini düşündük. Tabii düşmanımız
olan ülkelerin devlet adamları, asıl
görevleri bir şeyleri daha etraflıca
düşünüp durumu gerçekçi bir biçimde
değerlendirmek ve bilgilerini yalnızca güvenilir gazetelerle paylaşmak iken bunu yapmayı bir türlü
beceremediler. Hatta geçtiğimiz yılın Ekim ayında,
Polonya kampanyasının askeri başarısının
ardından Führer, Reichstag'taki o ünlü konuşmasında Londra ve Paris hükümetlerine makul ve kendilerine
pek de pahalıya
patlamayacak bir barış teklifinde bulunmuştu ama yine, Batı Avrupalı plutokratları artık ne tür bir şeytan
yönlendiriyorsa, hevesle bu teklifi
kabul edeceklerine aptallık ederek teklifi düşünmeden Führer'e
sırtlarını döndüler. Birkaç gün sonrasında
da yabancı bir gazetede, teklifin orijinal formuyla tekrar iletilmesi durumunda
Londra'daki para avcılarının bunu büyük bir hevesle kabul edecekleri yazıldı. Peki, bu liderler, savaş çıkarmak için böyle var güçleriyle
çalışırken, savaşa da bir o kadar güçlü bir biçimde
hazırlanmamışlar mıydı acaba?
İnsanlar sıklıkla şunu soruyorlar: Churchill,
Chamberlain ve Reynaud gerçekten ne düşünmüştü? Benim cevabım
şu: Hiçbir şey! Kendi zamanlarında Schneidemann, Braun ve Briming ne kadar az şey düşündüyse, onlar da o kadar az düşündüler. Öylesine bir gurura ve üstünlük kompleksinden kaynaklanan bir kibre kapılmışlardı ki bu teklifi düşünmelerine gerek dahi olmadığına karar verdiler. Şayet ben bir İngiliz ya da Fransız
olsaydım, zorlu geçen kış mevsiminin o beş ayı boyunca hükümet yetkililerinin ne yaptığını sorgulardım. Onların varacağı sonuç da şu olacaktır yine: Gazetelere sahte zafer demeçleri vermek, yalanlar
uydurup iftiralar atmak ve öfkeli Almanları devrim başlatmaları için kışkırtmak dışında
hiçbir şey! Başarısızlıkla sonuçlanıp Reich'ın dağılmasına neden olacağını
sandıkları bir devrim yaşanacak ve sonucunda da Otto Hapsburg gibi bir politik kukla Avusturya'nın Kralı olacak, Rhine ve Ruhr Fransa'ya kalacak ve Pomeranya, Silez- ya ve
Branderburg'u da Polonya'ya verilecekti. Almanlar ise süngülerin ucunda, Fransız
tarlalarında mütevazi yemeklerini yemeye razı olmak zorunda kalacaklardı.
Ne hayal ama! Artık batıdaki bu plutokratlardan kurtuluyoruz. Askerlerine Maginot Hattı'nda' beklemeleri gerektiğini ve sonrasında Siefried Hattı·nı• geçeceklerini söylüyor
' Birinci Dünya Savaşı'ndaki işgalinden sonra tekrar benzer bir sorun yaşanmaması adına Fransa'nın kuzey ve doğu sınırına inşa edilen ve geçilmesinin imkansız olduğu iddia edilse de Naziler tarafından etkisizliği kanıtlanan savunma hattı.
Andre Maginot tarafından inşa edilmiştir.
' Almanya'nın, Fransa"nın kuzeyinde inşa eııigi Hindenburg Ham nın bir bölümüydü
ancak İkinci Dünya Savaşı'nda daha doğuya
uzatılarak Fransa'nın Maginot Hattı'nın hemen karşısında
kadar getirilen savunma haıtı<lır. W,•stwall yani Batı Duvarı olarak da adlandırılır.
lardı ancak
şimdi
bütün birliklerini çok daha
zor ve kanlı bir mücadeleye sürüklemek zorundalar.
Geçmişte bu
devlet adamlarının
söylemlerinden bir
tanesine dahi inanan varsa, şu anda
yaşananlar
kendilerini mutlu etmiş olmalı zira istedikleri savaşı söke söke aldılar. Ancak yine de bir anda, asıl bizim
onlara saldırdığımızı
söyleyerek sızlanmaya başlayan da yine kendileri oldu. Elbette
istedikleri tam olarak bu değildi; Alman
askerlerinin hiç
savaşmadan kadınlarının ve
çocuklarının
açlıktan ölmesine izin
verecekleri kansız bir savaş olmasını umuyorlardı bu mücadelenin ancak planları suya
düştü.
Şimdilerde ise kiliselere gidip gece gündüz dua
ediyorlar.
Riyakarlık ederek Tanrı onların müttefikiymişçesine rol yapıyor ve
dünyanın
geri kalanının da
yangına
körükle gitmek
yerine bizzat başlattıkları
ateşi söndürmelerini bekliyorlar.
Kendi kendilerine şekillendirdikleri
bu kaderden riyakarca şikayet etmekle
kalmıyor,
başkalarını da
bu kadere ortak olmaya çağırıyorlar.
Peki,
bu sözde
entelektüel tiplere
ve tam anlamıyla
çıl- dırmışçasına haykırdıkları zırvalıklara ne gibi bir karşılık verilebilir?
Göğü imdat çağrılarıyla doldurmaktan bir türlü bıkmıyorlar. Şu halde bile, öncesinde karşısına böyle yetersiz rakipler çıkardığı için kaderi asla affetmeyeceğini söyleyen tarihe geçecek bir
dehaya savaş
açacak kadar aptalca eylemlerde bulunan bir avuç ahmak,
korkak ve tutarsız
tüccar politikacı olarak
kalmakta diretiyorlar.
Hala
etrafta Londra'nın
korumasına bel bağlamayı isteyen
kaldı mı
acaba? Pusulalarını nereye çevirseler kapılar yüzlerine çarpılarak kapanıyor. Peki, bu durumda bizler Londra
ve Paris'teki, daha önce ülke içindeki muhalifler gibi her fırsatı kaçıran ve bir anda daha kısık sesle
konuşmaya
başlayan pek geveze yaşlı beyefendilerle
ilgili ne yapmalıyız?
Yapılacak en iyi şey, kendilerini
adil bir biçimde
ödüllendirmeleri için onları halkalarının eline teslim etmek olacak-
tır. Onlar da yaklaşan
fırtınanın farkına vardıklarında buna sebep olan devlet adamlarına ne yapacakları konusunda en doğru kararı vereceklerdir elbette.
Tarih bu insanların
kokuşmuş eski
dünyanın
mezarcıları olarak
anacaktır.
Devrilmeleri
için
de
hafifçe
itilmeleri
yeterli olacaktır.
SAVAŞ VE
SANAT
27
Temmuz 1940
Münih'te Düzenlenen Büyük Alman Sanat Fuarı
Açılış Konuşması
Fransa'ya
karşı
yürüttüğümüz kampanya,
tarihimizdeki en büyük zaferle sonuçlandı. Askeri kuvvetlerimizin büyük bölümü vatanlarına geri döndü. Hitler
ise Reichstag'ın
önünde, hem halkımıza hem
de tüm
dünyaya bu savaşın etkileri,
nedenleri ve kazanılan zafer
konusunda bilgi verdi. Geriye sadece
tek bir düşmanımız
kaldı. Alman halkı, ulusal
varlığını
ve vatanını elindeki
tüm
imkanları kullanarak sonuna dek savunacaktır. Hiç kimse nihai zaferin bizim olacağından şüphe etmiyor.
Dünyanın şu anda içinde bulunduğu tarihsel süreçte, Münih'te Almanya'nın en büyük sanat
sergisini açıyoruz.
Peki, savaş ile
sanatın ilgisi nedir? Aslında her
şey
kelimenin en geniş anlamıyla ulusumuzun kaderiyle alakalı. Öte yandan, geri kalan her şey önemsiz ve anlamsız aslında. Askerlerimiz, ulusumuzun nadiren deneyimlediği başarılı
bir
sürecin sonunda Reich'ımızın düşmanlarını bozguna uğrattı. Şimdi ise bütün ulusumuz,
zafer acıkmış
gözlerini Almanya'nın varlığını sürdürmesini sağlayacak ve Avrupa'nın geleceğini tayin edecek mücadeleye çevirmiş durumda. Savaş artık tek gerçeğimiz. Askerinden köylüsüne, işçisine kadar herkes Reich'ı korumaya,
ona ekmek vermeye ve gerekirse ülkemizin koruması için silahlı kuvvetlerimizin ihtiyaç duyacağı silahları dahi dövmeye hazır. Alman ulusunun yaşamı şu sıralar her alanda savaş ideasına adanmış durumda. Her bir vatandaşımız kendi kişisel ilgilerini
ve isteklerini toplumun bekasının gerisinde
tutuyor. Önemli olan tek şey halkımızın yaşam mücadelesi; -işte tam da bu yüzden!- savaşı kazanacak ve geleceğimizi garanti altına alacağız.
Şimdi bana,
tüm
bunların bir sanat fuarının açılışıyla ne ilgisi olduğunu soracaksınız muhtemelen. Genelde sanatın yaşamı güzelleştirmek için var olduğu ancak
yaşamsal
bir gereklilik olmadığını söylerler. Bu yüzden sanat,
barış zamanında
faydalı ve kabul edilebilir olsa da savaş zamanında var olmaya hakkının dahi
olmadığı
söylenebilir. Bu
sebeple de bahsettiğim
deyim, silahların sesi notalarınkini bastırır, şeklinde devam ediyor.
Ancak
bizler, Nasyonal Sosyalistler olarak bu meseleye çok daha
farklı
bakıyoruz. Bir dünya görüşü ve bir ideal olarak
Nasyonal Sosyalizm, toplumsal yaşamımızı bir bütün olarak
ele alır; bu bütüncül hayat
ve dünya
görüşü içerisinde de
kendisine hayatın her alanında başarılı olma şansı veren bir sistem oluşturmuş durumda. İşte günümüzde, yurt dışında da
Alman mucizesi diye adlandırdıkları sistem bu bakış açısıyla şekillendi. İşin sırrı; Alman ulusunun, bütün güçlerini, kendi ulusal yaşamının her
alanını korumak ve geliştirmek için yorulmak bilmeden çalışmasında.
İşte bu
yüzden
sanatı da insanlarımızın hizmetine sunuyoruz zira sanat
bizim için ne geçmişte ne
de içinde
bulunduğumuz savaş döneminde bir zaman kaybı olmamış, bilakis yaşamsal bir
gereklilik arz etmiştir.
Savaştan savaşa koşan Alman
askerimiz; yalnızca
şehirlerimizi, fabrikalarımızı, topraklarımızı ve insanlarımızı değil, aynı zamanda Avrupa'nın en kültürlü devletini,
Beethoven ve Wagner'in, Goethe ve Schiller'in, Dürer ve
Grünewald'in
vatanını da koruyor. Sanat asla zamanın şartlarına göre düzenlenen ya da kullanılan bir araç olmamıştır. Her zaman vardır ve
ulusumuzun varlığının da bir göstergesidir daima. Politika ve ekonomi gibi sanatımız da
toplumsal yaşamımızın
bir parçasıdır.
İşte bugün de bu sebeple buradayız. Savaşın başından beri, rahatsız edici
hamleler ve kusursuz saldırılar en çok Almanya'nın kültürel yaşamını hedef almakta. Düşman plütokrasilerin aksine Almanya'da savaş boyunca
tiyatrolarımız,
sinemalarımız, okullarımız, üniversitelerimiz ve pek çok müzemiz açık kaldı. Amaçları ise bu zor günlerde insanımıza destek olmak ve güç katmaktı. Halkımızın moralinin yüksek olmasını ve ulus bilincinin daha da güçlenmesini sağladılar.
Evet,
cephede askerlerimizin yanına da
gittiler; savundukları
ve zafere ulaşıp da
barış
ortamı sağlanınca geri
dönecekleri
yaşamın anılarını Batı Duvarı'nın sığınaklarına taşıdılar. Biz, Almanlar olarak hiçbir zaman
bunu bir zayıflık
olarak görmedik, bilakis
duyulmamış
bir güç ve
değerli bir güven duygusunun
işaretidir.
Ölümsüz Prusya ruhu da ulusal olarak en
stresli ve en muhtaç
oldukları dönemde
yepyeni üniversiteler
kurmuştur. Bizler de bugün, Alman
kültürünün
değerlerini koruyarak
askerlerimizin kahramanlıklarını
görmezden geldiğimizi asla
düşünmüyoruz. Şayet Almanya'nın sanatsal etkinlikleri bugün, Nasyonal Sosyalizmin bayrağı altında, sözde varlıklı ve eğitimli kesimin
tekelinde olsaydı,
böyle bir umursamazlıktan söz edilebilirdi ancak artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Bugün,
Nasyonal
Sosyalist devlet bünyesinde
sanat tüm halk
için var olmaya devam ediyor. Bu yüzden, eğer Münih'te, Alman Sanat Evi'nde "1940 - Büyük Alman
Sanat Fuarı"
kapılarını coşkuyla açabiliyorsa, bu
salonlar askerlerimizin çocukları, kardeşleri, anneleri ve eşleriyle dolup
taşmalı;
evet, bizzat onlar, silahlı kuvvetlerimizin
yaralı ve göçebe mensupları olarak bu sanat fuarında asılı duran resimlerin ve heykellerin önünde durup
zamanın
nasıl değiştiğini görmelidir.
Bu
eserlerde öyle estetik oyunlar yerine, sanatın içerisinde insanlarımızın yaşam şekillerinin ifadesini görürler. Özellikle içinde bulunduğumuz böylesi
çetin bir savaş zamanında bu, çok önemli bir meseledir. Führer'in üç yıl kadar önce Alman
sanatının
sürekliliği konusunda
giriştiği
çabaların ne kadar faydalı ve
gerekli olduğunu
bizler daha şimdi şimdi anlamaya başladık. Eğer Hitler geçmişte bunu
yapmasaydı,
bugün Almanya'da sanat,
cephelerimizdeki kahramanlıkların
tam tersini yansıtan, askerlerimizle
gurur duymak şöyle dursun onları yeren
ve vatan için dahi olsa hayatlarını böylesi bir amaç için ortaya
koymalarının
ne kadar acınası olduğunu belirten dejenere bir alandan
ibaret olurdu. Ancak bugün durum
çok
farklı. Münih'te açılışını yaptığımız '1940
Büyük Alman Sanat Fuarı'nda Almanlar
olarak yaşantımızın
değişmez ve sonsuz ifadesi güzel sanatlarda hayat buluyor.
Bu
şenlikli
şehirde üç büyük sergide
halka sunulan resim ve heykelleri gördük. Bugün de dördüncü sergimizi
açıyoruz. Sergiye katılan sanatçılar bu yıl yedi
yüz elli bir; evet, belki bu sayı 1939'da
yedi yüz
altmış yedi idi ancak sergilenen eser sayısı 1939'da
bin üç yüz yirmi üç iken
bugün bin üç yüz doksan
yediye çıkmış durumda. Sergide bir salon
resimlere, bir salon heykellere ve üç salon
da savaşla
bağlantılı eserlere
ayrılmış
durumda, ayrıca bir
oda da Polonya kampanyası
için kullanılıyor ve
bir duvarında
Alman Hava Kuvvetleri'nin konuşlandığı bölgelerden ve Norveç'ten
manzaralar
sunuluyor. 1937'den itibaren sergilenecek eserler
konusunda daha sıkı elemeler yapılmaya başlandı. Bu yıl da
başvuran
tüm katılımcılar bizimle
olamadı zira pek çoğu silahlı kuvvetlerde askerlik görevlerini icra ediyorlar, ellerinde
silahlarla liderlerini ve vatandaşlarını savunurken sanata hizmet
ettikleri gibi bu kez de liderlerine ve halklarına hizmet ediyorlar.
Aslında bugün fuarı bizzat açacak olan
Führer de aramızda olamadı ve açılış konuşmasını yapma onurunu bana bağışladı. Normalde Münih'teki bu fuarla birlikte başlayan diğer sanat festivalleri bu yıl yapılamıyor. Zira bu dönemde yalnızca, savaş döneminde de sonrasında da sonsuza dek varlığını sürdürmeye hakkı olan Alman sanatının ve
Alman yaşamını
yansıtan eserlerin sergilenmesi gerekiyor.
Sanat da insanları
bilgilendirme ve onlara destek
olma amacı
gütmeli. Endişelerin yükseldiği ve güçlüklerin giderek arttığı bu
dönemde sanat insanlara güç vermeli
ve en çok da onları gururlandırmalı.
Buna
olan güvenimiz
ve bitmek bilmez inancımızla Füh- rer'imizi selamlayarak ona ve halkımıza, hepimizin uğruna çalışıp yaşadığı nihai zafer için en
içten
dualarımızı gönderiyoruz.
Bu
dileklerle Münih Alman Sanat Evi'nde, '1940 Büyük Alman
Sanat Fuarı'nı
açıyorum.
AVRUPA GELİYOR!
ıı Eylül 1940
Çek Kültür Elçileri ve Gazetecilere Yaptığı Konuşma
Sizin karşınızda, Reich ve himayesindeki devletler arasındaki ilişkiye netlik kazandırmak adına yanıtlamam gereken bazı soruları kendi açımdan
tartışma fırsatını bulduğum için çok memnunum. Her ne kadar
şu anda içinde
bulunduğumuz savaş döneminde bu soruları yanıtlamanın elzem olduğunu
düşünmüyor olsam da gelecek için de önem arz eden meseleler bunlar zira savaş sona erdikten sonra bu
sorular artık büyük meseleler olarak görülmeyeceğinden objektif olarak yanıtlanmayacaklarından endişe ediyor herkes. Maneviyata değer veren insanlar olarak
eminim ki şunu fark edeceksinizdir; şu sıralar Avrupa'nın insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir tarihi drama sahneleniyor. Gerçi bu dramanın bizim lehimize bir neticeyle son bulacağından eminim -aksi mümkün değil zira!
İngiltere'nin gücü yerle bir olduğu anda bizler, Avrupa'yı
yirminci yüzyılın sosyal, ekonomik ve
teknik potansiyeli
bakımından yeniden düzenleyebilme fırsatını yakalamış olacağız.
Reich'ımız da yaklaşık yüz yıl önce benzer bir süreçten geçti. O zamanlar büyüklü küçüklü pek çok parçaya ayrılmış durumdaydık; bugün ise Avrupa aynı durumda.
Bu ufak burjuvazi; teknik araçlar, özellikle de taşıtlar gelişip de bir küçük devletten
diğerine
gitmek daha da kolaylaşıncaya kadar tahammül edilebilir
durumdaydı.
Ancak buharlı trenlerin
icat edilmesinin ardından
eski devlet yönetimleri çağı yakalamayı başaramadı ve yetersiz kalmaya başladı. Zira
eskiden bir ülkeden
diğerine giderken yirmi dört saat
yol çekilmek
zorunda kalan insanlar artık trenlerle
bu yolun aslında iki üç saatlik
bir mesafe olduğunu
açıkça görüyorlar. En
nihayetinde buharlı trenlerin icadından önce eğer bir devletten diğerine gitmek
için yirmi dört saate
ihtiyacınız
olduysa ve sonrasında da bu zaman önce beş, sonra
üç ve sonunda da neredeyse yarım saate
inebilecekse, federal devleti
en çok destekleyen fanatikler bile bu
durumun ne kadar saçma
olduğunu anlayacaktır.
Bir
dönem
Reich'ı birtakım müzakerelerle alt
etmeye çalışan
bazı güçler olmuştu. Her
biri tarihsel değeri olan gelişmeler yaşanınca tarih sahnesinden silinip gitti. Sonuçta tarihin,
pazarlık
masalarındaki kurallardan
çok daha katı yasaları vardır. O yıllarda Bismarck'ın söylediklerini hatırlarsınız,
Alman birliğinin alınan kararlar ve öyle boş konuşmalarla değil, kanla
ve demirle kazanılacağını
söylemiştir. Bu
sözler o dönem çokça infial yaratmıştır ancak daha sonra tarih, Bismarck'ın ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.
Aslında Reich'ın birliği, savaşılarak
kazanılmış bir birlik. Bu yüzden de
bazı
ülkelerin benimsediği bireysellikten,
sığlıktan,
kilise odaklı politik
fikirler gibi özelliklerden
büyük ölçüde sıyrılmış durumda.
Bunu yapması da gerekiyordu, aksi takdirde Reich'ımız, Avrupa'nın diğer güçleri ile yarışacak olan birliğini korumayı başaramazdı. Devlet olarak bütünüyle tek
bir politik fikir benimseyebiliyor oluşumuz,
o
zamanlar bu kısıtlayıcı
bariyerleri yıkmış olmamızdan kaynaklanıyor. Elbette o dönemde Bavyeralılar, Sachseliler, Wüttembergliler, Badenliler ya da
Schaumburg-Lippeliler bir şekilde aldatıldıklarını düşünmüş olabilirler ancak her şey nihayete
erince, bu yeni devlet düzeninin dinamikleri
giderek daha sağlam bir biçimde yerli
yerine oturunca insanlar önyargılarından giderek daha çok sıyrıldı ve Reich'ın büyük hedeflerine odaklanmaya başladılar.
Bu
noktada Bavyeralı
vatandaşın da, Saksonyalının da, Prusyalının da; bizden önce her
ne ise o olmaya devam edeceğini söylememize gerek kalmadı. Ancak
bu koloni kısıtlamalarının
çok ötesinde bir
ortak noktada buluşarak
on yıllar sonra,
yalnızca
birlik olursak bütün o
ekonomik ve fi- nansal sorunlar ile dış politika
ve orduyla alakalı meseleleri çözebileceğimizi idrak ettiler.
Reich'ın kudretini
koruması
tamamen bu sürece bağlıydı -bugün neredeyse bir örnek teşkil eden ancak karşıtlarımızın asla anlamak istemediği bir süreçti bu.
Kendi dönemlerine ve önyargılarına öyle takılıp kalmışlar ki zamanın ötesini görecek ve
yaratabileceğimiz
devleti tasavvur edecek güçleri yok.
Yalnızca
hazırlıklı oldukları ve
öngörülebilen
şeylere odaklanabiliyorlar.
Örneğin bugün demiryolu, çağımızın modern
taşıtlarından
sayılmıyor zira artık trenlerin
yerini uçaklar
almış durumda. Trenle eskiden on iki
saatte aldığımız
yolu, bugün modern
bir uçağa binerek bir buçuk saatte
aşabiliyoruz.
Teknoloji yalnızca kolonileri
birbirine bağlamakla
kalmadı, insanları da
eskiden hayal edebileceğimizden
çok daha fazla yaklaştırdı. Geçmişte Bertin ve Prag arasındaki konuşmalar basın yoluyla ancak yirmi dört saatte
gerçekleştirilirken
bugün bunu yapmak için bir
saniye bile beklememize gerek kalmıyor. Şu mikrofona konuştuğumda, sözlerimi aynı anda Prag'dan, Slovakya'dan, Varşova'dan, Brüksel'den ve Lahey'den bile duyabilirsiniz.
Geçmişte
Prag'a trenle gitmek için yolda
on
iki
saat geçirmek
zorunda kalırken, bugün uçakla bir saat içinde orada
olabiliyorum. Bunun anlamı da
şu: Teknoloji, ulusları da
birbirine bir yüzyıl
öncesine göre çok daha
fazla yakınlaştırdı.
Bu: teknik ekipmanın tam
da bizim dönemimizde böylesine hızlı gelişmesi kesinlikle tesadüf değil. Bu teknik gelişmeler sayesinde Avrupa'nın daha çok içine girdik
ve insanların
yoğunluğu da Avrupa halklarını için yeni sorunlar
yaratmaya başladı -beslenmede, ekonomik anlamda,
finans alanında
ve doğal olarak
orduda. Bu teknolojik gelişmelerin yardımıyla elbette bir kıtadan diğerine ulaşmak da kolaylaştı. Ancak Avrupa halkları arasında da giderek yayılan,
birbirimizi tanımlarken
aslında, bugün kıtaların birbirinden ayrılmasına neden olacak büyük sorunlardan
ziyade yalnızca
ailevi meseleler sayılabilecek kadar basit sorunları temel
aldığımızın
ayırdına vardıkları algı gün geçtikçe daha
fazla insanı etkiliyor.
Şimdilerde, geçmişin o kilise kurallarına baktığımızda yalnızca gülümseyebildiğimizden
eminim -bizlerin bugün, geçtiğimiz yüzyılın kırklı ve ellili yıllarında Alman kolonilerinin çatışmalarına baktığımızda olduğu gibi, bizden elli yıl sonra
gelecek nesiller de bugün Avrupa'da
yaşanan politik çatışmaları aynı şekilde eğlenerek değerlendirecekler.
Bazı ufak tefek Avrupa devletlerinin
'dramatik ulus çatışmaları'
olarak gördükleri şeyin aslında yalnızca birer aile kavgası olduğunu düşünecekler. Şuna eminim ki elli yıl içinde ülke kavramı da tamamen değişecek -günümüzde sorun olarak gördüğümüz her şey silinip
gidecek ve insanlar sınır olarak
yalnızca
kıtaları baz alacaklar. Avrupalıların kafalarını da böylece daha
farklı, belki biraz daha büyük sorunlar
meşgul edecek.
Avrupa'daki
düzenin
bilinensürecini takip
ederek belli top- lumların
yok olmasını sağlayacağımızı düşünmemelisiniz. Bana göre bir
halkın
özgürlüğü fikri, günümüz koşullarına ve pratik birkaç basit
sorunun yanıtına
göre yeniden değer-
lendirilmeli.
Nasıl ki bir aile içerisinde, ailenin tek bir ferdinin
kendi korkularıyla
bir diğerinin iç huzurunu kaçırmaya hakkı olmazsa, Avrupa'da yaşayan tek
bir ulusun da genel düzene uzun
vadede karşı
çıkmasına izin verilmemelidir.
Bizler,
Avrupa'nın
yeniden düzenlenmesini ya da bahsettiğimiz düzeni sağlamak için güç kullanmak niyetinde değiliz. Büyük Alman ulusunu düşünen insanlar
olarak bizler, ne Bavyera ne Saksonya kolonilerinin ekonomik, kültürel ya
da sosyal karakterini bozmak istiyoruz; örneğin, Çek halkının ekonomik, sosyal ya da kültürel çeşitliliğine zarar vermek de ilgi alanımıza girmiyor.
Ancak yine de her iki halk için de
net bir fikir edinmek zorundayız. Onlarla isterlerse düşman, isterlerse
de dostları
olarak bir araya gelebiliriz. Şayet geçmişimizi yeterince derinden incelerseniz,
Alman ulusunun hem azılı bir düşman hem
de çok iyi dost olabildiğini göreceksiniz. Bir dostla samimi bir biçimde el
sıkışıp ona yürekten sadık olabilir ancak aynı zamanda
bir düşmanla
da ölümüne savaşabiliriz.
Hali
hazırda bu sürece dahil
olmuş olan ya da hala uyum sağlamaya çalışan uluslar şimdi, Reich'a
katılmayı
gönüllü olarak mı yoksa
zorla mı, sadakatle mi yoksa direnerek mi
kabul edecekleri sorusuyla karşı karşıyalar. Olacakları değiştirme
şansları yok. Artık İngiltere'nin nakavt olduğunu ve
Avrupa'nın
ekonomi, politika ve sosyal bazda
yeniden düzenleneceği
gerçeği karşısında silahların hiçbir fayda
sağlamayacağını
herkes artık kabul
etmek zorundadır.
Şayet bu konuda İngiltere bir
şey
yapamadıysa, Çekler de
bir şey
yapamayacaklarını kabullenmeli.
Şayet
yakın geçmişten bir
ders çıkarmayı
başarırlarsa, güç politikalarının günümüzdeki durumunu hiçbir şeyin değiştiremeyeceğini, hiçbir şeyin
değişmeyeceğini anlayacaklardır.
İşte bu
yüzden, baylar -şu anda
hiçbir duygusal etkiye kapılmadan tamamen politik kimliğimle konuşuyorum- bu durumu ister kabul edin ister
etmeyin, fark etmez; durumu
ister
yürekten
kabullenin ya da kabullenmeyin, hiçbir önemi yok zira değiştirebileceğiniz bir şey de
yok. Benim görüşüme
göre; eğer bir durumu değiştiremiyorsanız, bu durumun gayet aşikar olan
dezavantajlarını
ciddiye almamanız ahmaklık olur zira bu, o durumun size sağlayacağı avantajları da bir kenara atmanıza neden
olacaktır.
Her halükarda Reich'a katılacakları böylesine açıkken, Çek halkının neden Reich'ın karşısında durmayı seçip onun kendilerine sağlayacağı avantajları bir kenara atmayı göze aldıklarını anlamıyorum. Bunun için bir
takım politik bedeller ödemeniz gerektiğini biliyorsunuz. Sizin için pek
hoş olmayacağını
biliyorum ve kimse sizi bu konuda
benden daha iyi anlayamaz. Geçmişte sevdiğiniz ve tadının çıkardığınız bazı şeylerden feragat etmeniz gerektiğinin ve yeni duruma söz gelimi
bir gecede alışamayacağınızın
da farkındayım. Siz- lere, Reich'ın perspektifinden
gördüğümüz
hallerinden çok daha
sert ya da keskin gelebilecek belli anlaşmazlıklar olacak. Ancak tekrar ediyorum: Eğer ortada
bazı dezavantajlar varsa, ben onları avantaja
çevirmeyi
tercih ederim. Bunu bir örnekle açıklayayım size: 1933'te Yahudi sorununu çözmemize yardımcı olacak
bir soru çıktı
karşımıza. Yahudi karşıtı olduğumuz daha 1933'te tüm dünya tarafından biliniyordu. Dünya propagandasında antisemitizmin dezavantajları vardı, ancak biz bundan avantaj sağlamayı bildik
ve Yahudileri bir şekilde saf dışı bıraktık. Tüm dünyanın karşısında onlarla mücadele edip
de adımıza bir şekilde kara
çalınacaksa
-bu durumda neden Yahudi karşıtı olmanın yalnızca dezavantajlarını kabul ederek Yahudileri
tiyatrodan, sinemadan, toplumsal yaşamdan ve
her türlü
yönetim kademesinden uzak tutmak gibi avantajları bir kenara itecektik ki? Her ne
kadar o dönemde
çok üzerimize gelinmiş olsa
da en azından
şunu söyleyebiliyoruz bugün: Buna
değdi, bir şekilde yaptıklarımızdan çıkar sağladık.
Sizler,
baylar, Reich'a vizyon katmış insanlarsınız ve ben de bu yolculuğa çıkmadan evvel size gelerek hepinize büyük bir
önem
atfettiğimi göstermiş olduğumu düşünüyorum. Sizler Reich'ı savaşırken gördünüz, bu yüzden barışın bizim için ne
anlama geldiğini
az çok kestirebilirsiniz.
Geniş bir alana yayılan Reich'ımız, İtalya ile birlikte tüm Avrupa'nın yönetimini ele alacaktır. Artık yapılacak ya da söylenecek başka bir şey kalmadı. İşte bu da sizin için şu anlama
geliyor: Her biriniz, Avrupa'ya yeni bir düzen getirecek
olan büyük bir imparatorluğun üyelerisiniz artık. Reich olarak, Avrupalı insanları birbirinden ayırıp onları birbirinden uzaklaştıran bariyerleri yıkmak niyetindeyiz.
İnsanlığı
uzun süredir asla
tatmin etmeyen devlet düzenine bir
son vermek istiyoruz. Bu noktada Avrupa tarihine büyük puntolarla
yazılacağından
emin olduğum bazı reformlar yapmamız gerekiyor.
Reich'ın
savaş sonrasında nasıl bir
misyon yükleneceğini
hayal edebiliyor musunuz?
Reich'ın yükselişi sırasında kültür alanında
olduğu kadar ekonomi konusunda da bir takım gelişmeler kaydetmek arzusundayız. Herkes, bizzat halkın da
bu sürece dahil olmasını ve
kaydedilecek gelişmelerden
faydalanmasını istediğimizi biliyor
ve bize bu anlamda sonsuz güven duyuyor.
İzninizle
bir örnek vermek
isterim: Bugün kendi seksen altı milyonluk
Alman popülasyonumuzun
tamamına Alman filmleri izletemezken
gelecekte, devasa bir pazarımız olacak. Bunun bir parçası olup
olmamak elbette size kalmış, isterseniz
geniş Reich topraklarında kendinizi pasif bir role de
adayabilirsiniz. Ancak bu noktada, yani ikinci seçeneği tercih
ederseniz yeterli kaynak ve imkan yaratma konusunda bizim
her şeyi
-örneğin Çek sinemasını baskılamak gibi
şeyler-
yapabileceğimizi düşüneceksinizdir. Ancak
biz bunu yapmak istemiyoruz. Tam tersine, şayet bizim
yarattığımız
geniş pazarın bir
parçası olmak isterlerse Çekleri de
memnuniyetle aramıza kabul ederiz. Asla başkalarının kül-
türel yaşamını baskılamak gibi bir derdimiz olmadı. Bilakis
zengin bir alışverişin
gerçekleştiği türden bir
pazar hayal ediyoruz. Elbette bu da ancak sadakatin hakim olduğu bir
zeminde gerçekleşebilir.
Şu anda içinde bulunduğunuz ortamı bizim kuracağımız ortama uydurmalı ve
asla gizliden gizliye şunu düşünmemelisiniz; "Ters giden bir şey olursa,
hemen tabanları
yağlarını." Bu
konuda Nasyonal Sosyalist Hareketin geçmişine bakarak
dersler çıkarabilirsiniz:
Partimizin bazı üyelerinin kollarında, üzerinde altın rengi çe- lenkler
vardır ve şu anlama
gelirler: 'Ben, daha ortada hiçbir şeyi yokken Nasyonal Sosyalist
Harekete katıldım
ve partimiz
daha iktidarın
zerresine sahip değilken bile
onun için
savaştım.' Onlar, hareketimizin zafer kazanacağı ihtimal dahilinde
bile değilken
bizlere sadakatle bağlandılar. Zira bir eylemin nereye varacağı az
çok ortaya çıktıktan sonra
ona katılmak
marifet değildir. Yani,
baylar, eğer zafer ufukta göründükten sonra bize sadakatinizi sunmaya
niyetlenirseniz, o sadakat zerrece umurumuzda olmaz.
İşte sizin
ilgilenmeniz gereken sorunun da tam olarak bu olduğu kanaatindeyim.
Ben de aynısını
yapacağım. Mesela son zamanlarda bol
miktarda Çekçe eser okudum, Çek yapımı filmler izledim ve Çekçe kültürel eserlere dair yazılmış raporları inceledim ancak onları bu
kültürel
etkinliklerinin sonuçlarını Alman halkının çoğunluğuna gösterememiş olmaktan pişmanlık duyuyorum.
Zira öncesinde
bir temizlik yapmak gerekiyor. Örneğin, o
filmlerin bir kısmını kendi halkıma izletmek
isterdim ancak Çekler, filmlerinin yalnızca Çek halkı tarafından izlenmesini mi isterler, yoksa Reich'ın dört bir yanına yayılmasından mutlu olurlar mı? Peki
ya Hamburg'a gelip de, "Burası bizim liman şehrimiz!" diyebilmek onları gururlandırır mı? Yahut da bir Alman filosu gördüğünüzde, "Bu filo bizim hayatlarımızı kurtardı," demek isterler mi? Ya da Alman Silahlı Kuvvetlerinin
kahramanlıklarını
anarak, "Bizim halkımızı koruyup
etrafı-
mızda demirden bir koruma kalkanı ören silahlı kuvvetler onlar!" derler mi? Bence bu sözler, "Eh, çaresiz alışacağız!" demekten çok daha tatmin edici ve faydalı olurdu. Ancak en azından kalplerinin derinliklerinde bize ayrılmış ufak bir yer var.
Bu yüzden sizler ve aynı zamanda Çek halkı bu konuda bir karar vermeli. Sakın bana Çek halkının şunu veya bunu beklediğini söylemeyin. Zannediyorum popüler liderlik konusunda yeterince deneyim
edindim ve bu noktada şunu söyleyebilirim ki bir halk, ancak entelektüel tabaka ona ne öğrettiyse onu düşünebilir, rehberleri onlara neyi gösterdiy- se muhakkak ona inanır. Peki, sizlerin rehberlik etme becerileri Çek halkına, artık bir karar vermek zorunda olduklarını açıkça gösterecek kadar gelişmiş
değil mi? Çeklere iyi olan tarafı seçmeleri gerektiğini gösteremez misiniz? -Rot- terdam'ı gördünüz!' Artık devletin başında olması gereken kişiyi
seçerken verilene benzer tarihi
kararların nerelere varacağını tartabilecek durumdasınız.
Kimse, "Evet,
bizler tüm bunlardan uzak durmalıyız!" di- yememeli.
Eylemlerimiz asla geçici birer heves olarak görülmemeli. Her ne kadar tarihin bizlere uygun göreceği kaderin hizmetkarları
olsak da, olduğumuzdan farklı davranmayız asla. Bizler yalnızca tarihin verdiği emirleri yerine getiren emir erleriyiz. Kimsenin aklından, "Nasyonal Sosyalistler olmasaydı, Avrupa'da barış hüküm sürerdi," diye bir düşünce geçmesin. Hayır, biz olmasaydık
da bizim yaptıklarımızı yapacak kimseler çıkardı. Şartlar olgunlaştığında, görevler yerine getirilmelidir, tıpkı olgunlaşan elmanın muhakkak dalında düşeceği gibi! Bizler kadere karşı çıkamayız, ancak onun peşinden gidebiliriz.
'Goebbels, Rotterdam'ın 14 Mayıs 194o'ta bombalanmasına
gönderme yapıyor. Karadan süren savaşta ateşkes görüşmeleri
yapılırken Rotterdam şehri havadan bombalanmış
ve Hollanda halkına, Nazi güçlerine
teslim olmaları için gözdağı verilmiştir. Burada o dönem hatırlatılarak Çekler tehdit edilmektedir.
Diğer bir
deyişle,
ne durumda olduğunuzu halkınızın anlamasını sağlamak, onlara Avrupa'nın hali hazırda karşı karşıya olduğu tarihsel görev konusunda
daha geniş bir perspektif sunmak sizin seçiminiz olacaktır. Savaşın son yılında yaşanan gelişmeleri hatırladığınızda şüphesiz şu sonuca varacaksınız: "Belki de Çek halkı için en iyisini seçmeli ve
eskiden olduğumuz
yere dönmeliyiz, Almanya yerle bir edilmediği sürece bundan daha iyi bir seçenek olmayacak
ki bu da çok uzak bir ihtimal."
Bugün, Büyük Alman Reich'ının size sunduğu imkanlardan faydalanma şansına sahipsiniz.
Sizi koruyacağımıza
dair garanti veriyoruz. Hiç kimse
size saldırmayacak.
Ayrıca Reich'ın sınırları dahilinde
kendi milliyetinizi koruma fırsatı da
sunuyoruz sizlere. Reich'ta kendi müziğinizi icra edip kendi filmlerinizi çekebilir, edebiyatınızı canlı tutabilir, kendi basın organlarınıza ve kendi radyonuza sahip olabilirsiniz. Alman halkının kültürel anlamda ne kadar açık fikirli
olduğunu
hepiniz biliyorsunuz. Bizler bu özelliği ne
değiştirebilir
ne de değiştirmek isteriz. Zira bizler diktatör değil, halkımızın arzularını yerine getiren emir erleriyiz.
Dediğim gibi,
size bir işbirliği
teklif ediyorum. Burada sizinle sağlıklı bir
iletişim
kurabileceğimiz bir
platform sunuyorum. Sizden asla halkınızın onurunu zedeleyecek bir şey yapmanızı yahut da sizleri yalaka, yaltakçı ya
da sonradan görme veyahut
adına her ne denirse o tip insanlar olarak sınıflandırılmanıza neden olacak şeyleri kabul
etmenizi beklemiyoruz.
Uzun
süredir kimse halklarımızın arasındaki ilişkiden keyif almıyor ancak
ben, Avrupa'daki cepheleşmenin
böyle dramatik bir biçimde yoğunlaştığı ve nihayetinde halkların ya dost ya da düşman olarak
iletişim
kuracağı yepyeni yönetim biçimlerinin ortaya çıkacağı bir
zamanda çok fazla pazarlık edilecek
ve değerlendirilecek
şeyin olduğunu düşünmüyorum. İster dost
ister düşman olarak görülelim,
bizler
yalnızca
halkların ortak aklına sesleniyoruz.
Geçtiğimiz
yıllarda bizi düşman olarak
görmenin
nasıl sonuçları olabileceğini gözlemlediniz. Şayet bu iki soylu koloni arasında, Alman ve Çek halkı arasında sadakate dayalı, pozitif
bir ilişki kurulabilirse, dost olarak da
neler yapabileceğimizi
göreceksiniz.
Bugün, durumu
sizler için daha da netleştirme görevimi yerine getirdim; eminim ki bu anlayışla iletişim kurmayı başarabiliriz.
Şundan hiç şüphem yok,
şayet
bugün bu sadakatin
temelleri atılabilirse,
bize büyük bir
iyilik yapmış
olacaksınız ancak
diğer yandan Çek halkına da tarihi bir hizmette bulunmuş olacaksınız. İnsanlar başkalarını, yalnızca
ağızdan çıkan sözlerle yargılamamalı, ortalama
kimseler kendilerine söylenenin ötesini göremezler ancak bu daracık ufku
genişleterek
şu anda var olmasa da gelecekte
kurulacak büyük
imparatorluğu hayal
edip daha büyük bir pencereden bakabilmek ancak
ve ancak entelektüel
kesimin görevidir. Entelektüel anlamda gelişmiş insanlar,
bugünün
zayıf devletinin kör hizmetkarları olmaktansa geleceğin büyük devletinin öncülerinden olmayı yeğler.
Bu
yüzden sizlerden, Çek halkıyla bu minvalde ivedilikle konuşmanızı talep ediyorum. Eğer bunu
biz yaparsak, Çek
halkı bizleri tanımadığı için sözlerimize inanmayacaktır zira Nasyonal Sosyalistlerin kim olduğunu bilmiyor
ve içimizde büyük bir
milli ego olduğuna
inanıyorlar ancak
bizim tek amacımız bu
iki halk arasındaki
iletişimi sağlayarak hepimizin
birbirini anlayabileceği
bir ortam yaratmak. Onlar
orada, bizler de burada sürdürüyoruz yaşamımız. Halkımızı yok olmamın eşiğine getiren o devasa felaket ancak
tek yönlü bir çözüm sunabilir.
Böyle bir felaketin olmaması için bir şekilde iletişim kurmak zorundayız. Bizi sevin ya da sevmeyin, mesele
asla bu değil.
Önemli olan Avrupa'da milyonlarca insana bir yaşam alanı ve ortak bir yaşam ideali
sunuyor olmamız. Şimdiye dek bu ideal yalnızca İngiltere ta-
rafından kısmen sekteye uğratıldı zira
İngilizler
Avrupa'nın karmakarışık kalmasını istiyorlar
zira varlıklarını
ancak bu şekilde sürdürebileceklerini biliyorlar. Ancak yarattıkları o kaos ortamı bizim
silahlı kuvvetlerimizin büyük darbesiyle
yerle bir olacak. Sonrasında
Avrupa'ya barış getirme
fırsatını
elde edeceğiz. İşte sizi buna ortak olmaya davet
ediyoruz.
GENÇLER VE
SAVAŞ
29 Eylül 1940
Berlin Gençlik Film Gösterimleri
Açılış Konuşması
Bu Pazar günü öğleden sonra, NSDP Reich Propaganda Bakanlığı ve HJ.' ile BDM.2
Ortak çalışmasıyla organize edilen gençlik film gösterimlerinin 1940-41 kış
dönemi resmi olarak başlıyor. Bu gösterim
günleri, geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi, önümüzdeki aylarda bizler için çok daha önem kazanacak olan gençlerin
pratik eğitimlerinin mihenk taşlarından
biri. Gençlere yönelik bu film gösterim
günleri ilk olarak 1934-35 öğretim yılında başladı Ve ilk yılında
toplam üç yüz yetmiş bir etkinlikte iki yüz on yedi bin üç yüz elli dört
' Hitler Jugend -
Hitler Gençliği. Baldur von Schirach tarafından 1922 yılında kurulan ve genç Alman erkeklere
Nasyonal Sosyalizmin ilkelerini öğretip onları bu görüşe uygun şekilde
yetiştirme amacı güden örgüttü. HJ grubu, geleceğin Aryan ırkının
öncüleri olma görevi üstleneceği için son baskıcı
bir ortamda yetiştiriliyordu. En ünlü
komutanlarından Axmann örgütün başına geçtiğinde savaşa destek kuvvet olabilecek şekilde eğitilmeye başlandılar. Nazi Almanyası
alt edilene kadar da
faaliyetlerine devam ettiler.
'Bund Deutscher Madel
- Alman Kız
Birliği. Hitler Gençliği grubuna bağlı
olarak Trude Mohr başkanlığında kurulmuş, Alman g<'nç
kızları Nazi görüşlerine uygun şekilde
yetiştirme amacıyla faaliyet göstermişti.
ziyaretçiye ev sahipliği yaptı. Takip eden yıllarda gençlerin film gösterimlerine katılımı arttı ve 1939-40 dönemine yani
savaşın patlak verdiği döneme kadar toplam sekiz bin iki yüz kırk dört etkinliğe tam üç milyon
beş yüz otuz sekiz bin iki yüz yirmi
dört ziyaretçi
katıldı. 1034 yılında 194o'a
kadar kış etkinliklerinin bir parçası olarak
gerçekleştirilen
gösterim günleri dokuz
milyon dört yüz
on bir bin üç yüz on
sekiz ziyaretçinin
katıldığı on dokuz bin altı yüz doksan
dört
etkinliğe ulaştı. Nasyonal
Sosyalist Hareketin başlattığı ve organize ettiği her
şeyde
olduğu gibi etkinliklerin oldukça etkileyici
sonuçları
daha ilk yıldan görülmeye başlandı ve giderek daha da geniş kitlelere
yayıldı.
İlk gençlik film gösterimleri 1934 yılının baharında, Köln'de düzenlendi. 1936-36 eğitim dönemindeki ikinci gösterimlerin başlamasıyla birlikte Almanya'nın batısında sinema alanında kazanılan deneyimleri Reich'ın dört bir yanına yayma
fırsatı bulduk. Her geçen yıl etkinliğin kapsamı genişledi ve önemi arttı, şimdilerde filmin ne olduğunun bilinmediği en küçük köylere dahi ulaşabiliyoruz. Etkinliklerin başladığı tarihten
günümüze
kadar bu film gösterimlerinin esas amacı Alman
film endüstrisine
katkı sağlamak ve
gençlerin
sinema konusunda bilgilenmelerine
olanak tanımaktı.
Diğer yandan
gençlerimizin
ek bir oryantasyona ve bu alanda ayrı bir
eğitime de ihtiyaçları olduğunu gözlemliyoruz. Bu yüzden de
gençler
için planlanan bu büyük etkinliğin gelecek sezonunda Alman film endüstrisinde var olan tüm dallarda
dersler verilecek. Bunun için bütün sene boyunca çekilen yapımlardan oluşan bir seçki de
sergilenecek. Devletin seçtiği yapımların yanında eğlence amacı güden ya da kültürel değeri olan filmler de gösterilecek.
Gençlere yönelik film gösterimi etkinlikleri
Reich'ın
Basın ve Propaganda Ofisi'nin gençlik kolu
tarafından
yönetiliyor
ve NSDAP'nin Propaganda Bakanlığı ve
Film Yayını
Daire
Başkanlığı
tarafından da yakından takip
ediliyor. Film gösterimi
yapılan her bölgede bir
HJ. üyesi,
gençlere yönelik film
eğitimi organizasyonunu yönetme görevini üstleniyor.
İşte bu
sayede, özellikle
de savaş zamanında gençlerin yaşadığı her türlü sorunun
çözümü konusunda kayda değer katkılarda bulunuyoruz. Gençlerin sorunları, zor dönemlerde çok daha çekilmez bir
hal alabiliyor. Savaş da, bütün ulusumuzun
sırtına zorlu talepler yüklemiş durumda
ve gençlerin
de bu taleplerden kaçma şansı yok. Bu yüzden karşılaşılan sorunları yönetebilmek ya da yasa koruyuculara yardımcı olup
daha da artan problemleri göğüslemek için özel bir muamele ve güçlü bir
karakter gerekiyor. Babalar çoğunlukla cephede olduğundan ya da askeriyenin mühim işlerine koşulduklarından, çocuklarının
eğitimiyle barış zamanı için arzu
edilecek düzeye gelebilmelerini sağlayacak kadar çok ilgilenemiyor.
Bu noktada tüm yük,
ev işleri ve
çocukların
geleceklerinden kaygı duyma
görevi annenin omuzlarına yükleniyor, bazen anne de cephede savaşanlara yardımcı olmak için çalışıp cephedeki askerimizin mühimmat sıkıntısı çekmemesi adına silah fabrikalarında görev yapabiliyorlar. Kızıl Haç, annelere, Nasyonal Sosyalistler arasındaki yardıma muhtaçlar için ya da kış yardımı organizasyonlarında çalışıyorlar.
Böyle zamanlarda gençlerin eğitimleri de normalde olduğu kadar
güvenli ve kusursuz bir biçimde sürdürülemiyor. İşte bu noktada HJ. ve BDM. devreye
girerek ebeveynin omuzlarında
var olan, bu koşullarda taşıma çok zor ve hatta imkansız olan
yükleri
olabildiğince alıp onları mümkün olduğunca rahatlatmayı amaçlıyor. Her ne kadar HJ. ve BDM.'nin eğitim ve
oryantasyon görevi
savaş zamanları için tasarlanmış olsa
da, barış
dönemlerinde de
nadiren akla gelen binlerce güçlükle karşı karşıya kalabiliyor insanlar.
Gençlerin eğitimi için kullanılan salonlar artık depo
olarak hizmet veriyor ya da askeri
malzemelerle tıka basa dolu
oluyor
örneğin.
Yahut karartma zamanlarında akşamların tamamında herhangi bir aktivite yapmak mümkün olmuyor
ve bu da aslında
gençlerin eğitimi konusunda
önemli bir yer teşkil ediyor.
Hava saldırısı
tehdidinin olduğu alanlarda
da -ki bunların
çoğunluğu gençlerin eğitimi için gerekli
olan sistematik düzenlemelerin
yapıldığı alanlar oluyor- herhangi
bir etkinlik yapmak imkansızlaşıyor. İşte böyle durumlarda, diğer görevlerine ek olarak HJ. ve BDM., hem
liderlerine hem de halklarına
karşı bunları telafi
etmekten sorumlu kılınıyor.
Savaş zamanlarında gençlerin eğitimi ancak
onlarla kusursuz bir biçimde işbirliği yapılarak sürdürülebilir.
Eğitimde gençler yalnızca obje
değil,
aynı zamanda subje- nin ta kendisini
temsil ediyor. Barış
zamanlarında organizasyonlar bünyesinde, ebeveyn ya da okul tarafından sürdürülen etkinlikler, savaş zamanında büyük ölçüde göz ardı ediliyor. Bilhassa bu nedenden gençler, barış zamanında eğitimleri konusunda, bu iş için görevlendirilmiş kimseler tarafından halledilen işlerin sorumluluğunu, hem tavırları hem
de yaşam
tarzlarını düzenleyerek bizzat
Üzerlerine
almak durumundalar. Savaş yalnızca dengeleyici unsur değil, aynı zamanda olağanüstü bir öğretmendir. Her türlü sözü ya da sloganı geçersiz kılar. Savaşın yasaları
karşısında uzun vadede ancak gerçeklik hayatta
kalabilir. Savaş her türlü değeri düzelten yüce bir unsurdur aslında. Barış zamanında hayati sandığımız ve hatta asla vazgeçemeyeceğimizi düşündüğümüz şeylerden
savaş zamanında feragat
eder ve böylece toplumun faydası için mücadele etmeyi öğreniriz. Bugün olduğu gibi savaşa yalnızca nüfusun ufak bir bölümü dahil
olsa bile, toplumun tamamının kahramanca
işler
yapması gerekir. Bugün düşmanımız çocukları bile hedef gösterebildiği için onların da kendi rollerini oynaması şart. Birinci Dünya Savaşı boyunca İngilizlerin ablukalarının bir kısmı Alman
kadınlara
ve çocuklara yönelikti ve İngilizler ile Fransızların tehditleri karşısında daha fazla dayanacak
gücümünüz kalmadığı o kritik saatlerde, bu ablukaların çok büyük etkileri olmuştu.
İşte şu anda
içinde
bulunduğumuz savaşta da
düşmanımız
aynı yöntemi uygulayıp benzer
sonuçlar
alabilmeyi umuyor. Ancak Almanya yönetimi bu
kez İngiltere'nin
ablukalarını başarısız kılmak adına gereken
her türlü
önlemi almış durumda.
Hatta bu savaş
aslında doğrudan Almanya'nın gelecek
neslini hedef alıyor ve o nesil de, sembolik olarak savaşa katılmak yerine muharebe meydanlarında Alman bayrağını savunmaya
hazır. Halk savaşta yaralanan ya da ölen gençlerin sayısını, özellikle de kaçının HJ.'nin
liderlerinden olduğunu
biliyor. Bunu burada tekrarlamanın bir anlamı yok
elbette; zaten her şey,
gençlerin bu savaşı nasıl benimsediklerinin bir göstergesi.
Gelecek
nesil, yalnızca
cephede değil vatan
toprağında
da savaşmak zorunda
kalacak. Bu yüzden taraf olmak zorundalar. Güçlü karakterleri
ve dik duruşlarıyla
düşmanın karşısına dikilmeliler.
Eğer
bütün bir ulus, kendi varlığı ve
çocuklarının
geleceği için savaşıyorsa, genç nesil
bu savaşı
bütün gücüyle desteklemek
zorundadır.
İçinde bulunduğu döneme ve
onlar için hayatlarını
tehlikeye atan Alman halkına layık olduklarını disiplinleri, tavırları, tertip ve düzenleriyle göstermeliler. Çokbilmiş tipler ve boş konuşanlar ancak ve ancak ahmaklık ederler.
Özellikle
de milyonlarca askerin, ulusları için canları pahasına çarpıştıkları bir savaşın ortasındayken gençler, hayatını feda edenlere saygı duymayı öğrenmek durumundadır. Her biri, uluslarının geleceği için mücadele eden kadınları ve
anneleri yüceltmeyi
bilmelidir. Elbette bunu
yaparken, "Şapkan
elinde oldukça vatanı boydan boya dolanırsın!" atasözünü izlemeleri gerektiğini söylemiyorum. Bu çok eskide
kalmış bir vecize. Nasıl ki
iyi bakılmış,
sağlıklı bir erkek, bir anda piç ilan
edilemezse, mütevazı
olmanız da her şeye boyun
eğeceğiniz
anlamına gelmez. İşte bu
yüzden bugün
milyonlarca
genç erkek, sadakat ve bağlılıkla halkı için canı pahasına çarpışıyor.
Memnuniyetle ve gururla
askeriyeye katılarak
vatanlarına gönüllü olarak
hizmet ediyorlar. Böyle bir savaş ortamında bir Alman gencinden ya da Alman
bir genç
kızdan daha ne kadar fazlası beklenebilir
ki!? Nihayetinde onlar da büyüyüp yetişkin olduklarında gururlu ve büyük ulusumuzun
bir parçası olacak ve her biri kendi hayatının idaresini
eline alacak. İşte bu yüzden şimdi yönetime itaat
etmeyi öğrenmek
zorundalar. Özellikle de
göreve
bağlılığın ve sadakatin her şeyi belirleyebileceği böyle bir zamanda!
İşte HJ.
ve BDM., aile ile okulun verdiği ve
özellikle
böyle bir dönemde kusursuz
bir biçimde devam edilemeyen eğitimin eksiklerini
kapatmak adına ek bir eğitim vermek
üzere burada. Cephede savaşan her
baba ile evde ya da bir işte çalışmaya devam eden her anne, çocuklarını kendi iyilikleri için HJ.
ya da BDM.'nin güvenli ellerine teslim etmelidir. Şundan emin
olunmalıdır
ki bu eğitimle çocukları güçlü birer birey olarak yetiştirilecektir.
Eşi benzeri
olmayan bir dönemde
yaşamaktayız her
birimiz. Bu dönem beraberinde
gençler de dahil olmak üzere herkes
için daha fazla sorumluluk getirip
hepimizin omuzlarına
eskisinden daha fazla görev yüklüyor. Belki birileri ara sıra bu
kadarının
fazla olduğunu düşünüyordur ancak sonrasında, savaş bitip de zafer tacını kuşandığımızda, bu devrin omzumuza yüklediği yükleri gurur ve keyifle anacağız. Bugün bize yük olan
onca endişe yok olup gidecek; inançla ve
cesaretle atlattığımız
bu ayların ödülü büyük bir parıltıyla içimizi aydınlatacak. Nasyonal Sosyalist Hareketin
ilk zamanlarındaki
mücadeleden sonra
da bunlar oldu. Mücadelemiz
sona erip de Führer yönetimi ele aldığında, eski kurtlar güç için savaştığımız zamanları özler oldular. Mücadelemiz uğruna emeğimizi ve bazen de hayatımızı ortaya koyduğumuz zamanları hepimiz özlemle andık. 14, 15
ve
16 yaşlarındayken
Nasyonal Sosyalist Harekete katılmak için bize gelen gençler de
o zamanları
mutlulukla anımsı- yordur.
Bugün, o dönemde yaşamış erkek ve kızlar, geriye
bakıp da o zamanları nasıl bilinçli bir biçimde ve
kıymetini
bilerek deneyimlediklerini hatırladıklarında kim bilir nasıl mutlu
oluyordur! Bugün
geçmişten gelen en güzel anılar onlar! İşte bu
savaş da gelecekte bizim için öyle olacak.
Savaş sona erdiğinde zaferin
tadını
çıkaracak ve bu zamanları hem
duygulanarak hem de gururlanarak anacağız zira
zafer için tüm
gücümüz ve karakterimizle savaşmış olacağız.
İşte bu
yüzden Alman gençliğine bu zamanları duyuları tamamen açık bir
biçimde deneyimlemelerini öğütlüyoruz. Neyi var neyi yoksa bu savaşa ve
görevlerine
adamalılar: güçlerini, cesaretlerini,
idealist yanlarını
ve inançlarını. Bugün başlayacak olan film gösterimi etkinliklerinin
yanında bu amaca da hizmet etmeliler. Reich'ın dört bir yanında gelen gençler bugün 1940-41 yılının en
büyük film gösterimi için toplandılar. Etkinlikler düzenli aralıklarla devam edecek
ve Alman sinemasının
en iyi örnekleri olan
yapımlar
Alman gençliğini hem eğitecek hem
de geliştirecek.
Alman gençleri ve
genç
kızlarımız da heyecanla etkinlikleri takip
edecekler.
Bizler
gençlerimize,
İngiliz plutokratlar gibi smokin giymeyi
ya da şapka
takmayı öğretmiyoruz. Şayet yaşamınızın ileriki
dönemlerinde
bunlara ihtiyacınız olursa, zaten öğrenirsiniz. Bizler gençlerimize, yaşamlarının sonraki dönemlerinde öğrenmelerinin zor olduğu bir
şeyi
öğretmeyi va- dediyoruz: Karakterli olmayı ve
soylu davranmayı.
Bunun olabilmesi için erkenden
tohum ekmek gerek. Führer'in
bizlere öğrettiği gibi
bizler de gençlerimize
yeni idealimizi aşılıyoruz. Zira HJ. adını Hitler'den
aldı.
Bütün Reich'ta Füh- rer'in
adını
taşıyabilen tek
topluluk onlar ve bu da her birine büyük bir
sorumluluk yüklüyor:
Adını taşıdıkları adam
için
yaşayıp onun için mücadele etme zorunluluğu!
Alman
gençliğinin
önündeki en parlak örnek bizzat
Füh- rer'imizdir! O da savaşın en
zor zamanlarında
gençliğimizden
irade, sağlam karakter, itaat ve disiplin
beklemektedir. Alman gençliği bu
ruhla ve Führer'in
emirlerine uyarak çalışacak, üretecek ve yaşayacaktır!
Reich'ın dört bir yanındaki sinemalarda
toplanan Alman gençliğine
en sıcak ve
içten
selamlarımı göndererek 194041
dönemi Alman Gençlik Film
Gösterimi
günlerini başlatıyorum!
22 Aralık 1940
Son
zamanlarda İngiliz beyefendiler çok iyi
durumda değiller.
Bu durum, neredeyse bulundukları her yerde böyle. Hedefleri
aslında
savaşa öncülük edip
onu kazanmaktı.
Rei- ch'ın sınırları dahilinde, 1918'de insanları iki
gruba ayırarak
yaptıklarına benzer
bir devrim başlatmak
istediler ancak geçmişte de
söylediğimiz
gibi bunu başaramadılar. Sonra 1917/18 modelindeki gibi sağlam bir
ablukayla Almanya'nın
askeri gücünü tüketip yiyecek ekonomisini çökertebilecek- lerini umdular ancak attığımız ölçülü adımlar sayesinde bu ablukayı tam
tersine çevirmesini
bildik; birkaç gün önce İngiliz Gıda Bakanı, ülkelerindeki et ve tereyağı stoklarının, savaş zamanında
Almanya'nın stokunun
çok daha altında olduğunu açıkladı. Aç bırakanlar, aç
kalanların yerine geçmeye başladı böylece.
Şayet İngiltere yüz yıllardır topraklarında tek bir düşman görmemişse, Alman ordusunun günden güne, her geçen geceyle
birlikte ülkelerinin
endüstri merkezleri, liman kentleri ve
cephanelerine yıkımı ve ölümü getirmesini
deneyimlemeye hazırlanmalılar. Yapacağı her türlü
ortak eylem planında Avrupa'nın kapıları yüzüne kapanacak ve şöyle bir karşılık bulacak: "Kabul edilmesi çok riskli olur!" Bütün dünya ya yardım
çağrılarına sağır kalacak ya da en iyi
ihtimalle kendilerine, hiçbir bağlayıcılığı olmayan basmakalıp sözlerle karşılık verecek.
Bütün bu gerçeklerin ışığında Büyük
Britanya'nın böylesi umutsuz bir durumda
bile verdiği tepkiler sahiden hayret verici. İngilizlerle bağlantımızı da tamamen kopardık zira Britanya'da artık, hüküm süren plütokrasinin bir parçası
olarak hizmet ettiğini bildiğimiz sözde demokrasi çerçevesinde öğrenmemiz gereken pek önemli şeyler yok. Şayet kendi fikirlerine sahip çıkarak normal şartlarda onları dile getirebilselerdi, bugün bu beyefendi sınıfın acımasız sansürlerine maruz kalmazlardı
ki aynı grup, büyük
bir hiddetle savaş macerasına dalıverirken kendilerini rahatlatan ancak sonradan yanlışlığı anlaşılacak fikirlere kapıldılar.
Şimdilerde hem kendilerini, hem halklarını ve hepsinden öte tüm dünyayı kandırmaya çalışıyorlar. Hepsi, savaşın
başlarında Lord Derby'nin[XXI]
kendi topraklarına gelen Avustralyalı
birlikleri şöyle selamlamasıyla başladı:
"Çok hoş bir savaşa gireceksiniz!" Sonrasında, İngiliz ve Fransız birliklerinin Flanders Muharebelerinde• korkunç bir biçimde yenilmelerinin yerini olağanüstü
Dunkirk3 geri çekilmesi zaferi aldı!
İngiltere'nin ünlü İstihbarat Bakanı Duff Cooper ise, ilk
Paris bombardımanı
sırasında şans eseri Fransız başkentinde bulunması vesilesiyle anında mikrofon başına geçme
cesareti göstermiş ve dikkatle kendisini dinleyen dünyaya, yalnızca kendisinin kahvaltı yaparken rahatsız etmekle kalmadığımızı ve başka yerleri de bombalamaya devam ettiğimizi duyurmuştu. Peki ya bizim böyle bir bakanımız olsaydı ne yapardık?
Şimdi İngilizler fırsat bulduklarında Avrupa'ya gireceklerine dair birkaç saçma söz mırıldanarak Avrupa kamuoyunu etkileme çabası içindeler ancak elbette herkes,
tek amaçlarının Dunkerque'te ordularının arkalarından bıraktıkları kalıntıları kurtarmak olduğunu biliyor. Peki,
efsaneler anlatan bu İngilizlerin amacı ne? Bu tiplerin eylemlerinin, İngiliz plutokrat üst sınıfın halklarını ve dünyayı kandırmak için
yaptıklarıyla gösterdiği benzerlikleri gerçekten etkileyici. Aynı zamanda, en az İngilizlerin kendini beğenmişlikleri
kadar güçlü bir naiflikle kendi numaralarına sırtını dönmekten ve hatta gazetelerde modern politik ve askeri sorularla kendi tuhaflığını tartışmaktan da asla geri durmaz. Mesela bir keresinde, aylarca İngiliz radyosunda yayın yapan Priestly adında ünlü bir radyocu, bir gün aniden İngiliz halkını şaşırtacak bir açıklamada
bulundu: Dinleyicilerini sıktığına dair bir izlenime katıldığını ve bu yüzden sohbetlerini geleceğe saklama kararı aldığını söyledi. Büyük
Britanya'nın bir hava mareşali vardır, adı Joubert, diğer bir deyişle, Royal Hava Kuvvetleri'ndeki Oldenburg-Januschau[XXII]
idi! Geçtiğimiz
haftalarda sık sık halka açıklamalarda
bulunuyor. İlk olarak ahmakça,
Britanya Hava Kuvvetleri'nin
Alman sivil hedeflere saldırmasının zamanının geldiğini söyledi. Almanya'nın misilleme olarak yaptığı saldırılarla bu açıklamaya uygun bir karşılık verildiğinde, bir anda hava savaşlarından nefret ettiğini,
bu saldırıların korku salmak amacıyla Almanlar tarafından uydurulduğunu söyledi ve
lıiık.ı\·
^ün sonra tekrar mikrofon başına geçtiğinde Lond- ra'ı.hıki yıkıcı, halkı umutsuzluğa sevk eden ortama karşılık teskin
edici tavsiyelerde bulundu. Noel için alışverişe çıktığından bahsetti mesela. Bu sözler, Fransız Devrimi patlak verdiğinde halk kraliyet sarayının önünde toplandığında, yanında bekleyen bir leydiye bu insanların ne istediğini sorup da, "Ekmek
istiyorlar!" yanıtını
aldığında naifçe, "Ekmek
bulamıyorlarsa,
pasta yesinler," diye karşılık veren
Fransız prensesini hatırlatıyor insana.
İngiliz müsteşar Cranborne da bugünlerde hava savaşlarından bahsediyor. Bu açıklamalarını, amacına uygun şekilde, rahip
kılığına
girip bir kilisenin mihrabına çıkarak yaptı. Bizler
böyle bir şeyi hayal
dahi etmeyiz. Hatta kıyaslama yapabileceğimiz bir şey de
yok. Almanya'da Bay Cranbome gibi yalancı politikacılara ancak gülüp geçer bizim halkımız. Ancak
görünüşe
göre aynı şey İngiltere halkı için geçerli değil. Yalancılık, yönetici
sınıfının iliklerine işlemiş adeta.
Yüzyıllardır
alışkın oldukları bir
tür ulusal tutkuya dönüşmüş ancak
bugün
onları hayal kırıklığına uğratıyor. Sizler, İngiliz soylu
sınıfını
tam olarak anlamak için bir
çaba sarf etmeyin zira bunu asla başaramazsınız. Onlar bambaşka bir
dünyada
yaşıyorlar ve şimdiye dek
suların asla durulmadığı adalarının güvenliği içerisinde
Avrupa'yı yalnızca bir
tür koloni bölgesi olarak
görmeye devam ediyorlar
ve bire on bahse girerim ki şimdiye dek
kıtamızda
farklı dinlere inanan, söz gelimi
Hindistan gibi yerleri, yalnızca akıllıca yaklaşarak içten içe
yönetebileceği sömürgeler olarak
görmekten
öteye gidemediler.
Ancak
bu kez bizzat kaderin kendisi, Britanya adalarındaki yaşamı karşı konulmaz şiddetiyle vurdu. İngiltere'yi içine çektiği savaş yalnızca bir sömürge değil, Britanya için adeta
bir var olma mücadelesi
ve zafere dair en ufak bir umutları yok.
Bunun sonucu olarak da İngiliz halkının kafası son derece karışmış durumda.
Ortalama bir zekaya sahip İngiliz,
eski
dünyasının
çöküşünü kendi gözleriyle izliyor. Plutok- ratlarsa bu
konuda bir şeyler
yapmaları gerektiğini düşünüyor. Ancak
yeni ve özgün
çözümler üretemeyecek kadar
hayal gücünden
yoksun oldukları için de eski Dünya Savaşı kartlarını ileri sürüp kokuşmuş sloganlarla ortaya çıkıyorlar. Örneğin, Fransa'nın savaş
kampanyasını başlattığı dönemde test
edilip onaylanmış
Dünya Savaşı vahşet propagandasını yeniden
öne sürmeye
yeltendiler. Ancak güzel hedef
aldıkları
birkaç atıştan sonra
bu silahı da ellerinden almayı başardık. Derken İngiltere'nin endüstriyel ve askeri merkezlerini hedef alan
taciz uçuşları
başladığında da
zararsız
bir ülke rolüne bürünerek yıkıcı darbelerini geri çektiler, en
azından darbeleri göze batmadan
indirdiler ve hala hayatta olduklarını, her şeyin en
kısa
sürede yeniden hale yola koyulacağını duyurdular dünyaya. Sonrasında Hamburg gazetelerini ele geçirerek kamuoyunun
görüşlerini
tuzla buz etti, resmi
bildirilerle Berlin radyolarını birer birer yok etti ve sonrasında unutulmuş eski hükümdarlarla ve armaları yalnızca Londra'daki otellerin süslemelerinde dekoratif amaçlı kullanılan o unutulmuş uygarlıklarla oyunlar oynadılar; Avrupa onlar için kendilerine
özel bir kum havuzu gibiydi, dört yıldan fazla bir süredir diktatörlükle yönetilen Yunanistan bir anda demokrasinin anavatanına dönüştü. Gezici kiliseler, Yahudiler, entelektüeller ve dünyanın dört bir yanındaki kapitalistler;
sırf
İngiltere'nin umutsuz
durumunu kamuoyundan gizlemek için çalıştı durdular. Şimdi ise
yepyeni bir amaç
için çalışıyorlar. Bağıra çağıra ilan
ettikleri savaştaki
esas amaçlarına dünyanın gözü önünde ihanet ediyorlar. Churchill birkaç hafta
önce
İngiltere'nin hayatta
kalma mücadelesi
verdiğini söylemişti ancak
bugün fikirlerini değiştirmiş gibiler. Gazetelerinde, açıkça ve
kıskanılası
derecede ahmaklığa varan
bir inatçılıkla
Dünya Savaşı sırasında Wilson'ın yaptıklarına benzer şeyler yaparlarsa
kazanma ihtimalleri olup olmayacağını, Alman halkını liderlerine
karşı doldurabilme
ihtimalleri olup olmadığını,
İngiltere'nin sözde savaşa girme
amacını onlara anlatarak Reich'ı bölüp bölemeyeceklerini tartışıyorlar.
Gördüğünüz üzere, 1918'den beri dünyanın ve
hepsinden öte Almanya'nın
nasıl gelişmeler kaydettiğinden haberleri
dahi yok. 1917 ve 1918'de olduğu gibi,
1940 yılında da yine savaşın sonunda
yapacaklarına
dair vaatlerde bulunuyorlar ama aslında Dünya Savaşı sona erdiğinde yapacaklarını söylediklerini tekrar ediyorlar zira görünüşe bakılırsa o dönemde
zafer telaşından
hepsini unutmuşlardı. Bugün de, 1932'de yurt içinde, Nasyonal
Sosyalizmi bitirmek ya da en azından bastırmak için -sanki başka hiçbir çareleri yokmuşçasına- bizim sloganlarımızı çalan rakiplerimizin yaptıklarını yapıyorlar. Churchill ve çevresindekiler artık dünyada kredilerinin kalmadığını pekala bildikleri için, savaştan sonra Avrupa'da kuracakları sözde sosyal düzenden bahsedip
İşçi Partisi'nin parayla besledikleri çığırtkanlarını kullanıyorlar. Bu arada ordunun giderleri için hazineden
yüzde otuz ya da kırklardan başlayarak neredeyse yüzde yüz otuzlara
varan oranda harcamalar yapıyorlar. Ancak bunlar da sonuçsuz kalacak. Her şey zaten
olmasını
istedikleri düzende, demokrasi
de ardındaki
plutokratlar da düzenin böyle devam etmesini istiyor. Ve halk, İngiltere'de asgari söz hakkına sahip olan fakir halk, sözde dünyanın en özgür ülkesinde, diğer ülkelerin halklarından çok daha sefil durumdalar; her gün metrolara binip işlerine gidiyor,
on dört saat boyunca kan ter, sefalet ve salgın hastalıkların sınırında yaşıyor, Churchill'in kendilerine vadettiği mucizeyi
bekliyor ya da başlarına
kendiliğinden bir
dam yerleşecek,
avuçlarına bir parça ekmek
düşecekmiş
gibi Bristol'de, Coventry'de,
Birmingham ya da Sheffield'da dolanıp duruyorlar.
Daha
önce de söylediğim gibi, her şeyi kendi
standartlarımıza
ya da alışkanlıklarımıza göre tartıp algılamayı bırakmamız
gerekiyor. Gözlerinizin önüne serilen bu dünya
bambaşka, tuhaf
ve şeytani bir alem. Aniden sarsılıp yerle
bir olacağı
günün ne zaman geleceğini bilmiyoruz ama gelecek,
bundan eminiz. Çünkü bu alem çürümüş, o
kadar çürümüş
ki düşmeye mahkum.
Şimdi,
Avrupa'nın eski mutlu günlerine ve
insanlarımızın
da huzura kavuşacağı o an için savaşıp çalışmaya devam edelim. O gün geldiğinde, zafer bizim
olacak.
24:J
1940-1941 YENİ YIL ARİFESİ
ALMAN
HALKINA SESLENİŞ
31
Aralık 1940
Alman
tarihinde yaşanılagelmiş
en kritik yıllardan birinin
sonuna geldik bugün. Bu süreçte yalnızca Reich'ın değil, tüm Avrupa'nın
çehresi değişti. Devletler,
ülkeler ve halklar deprem
kadar şiddetli
değişim süreçlerinden geçtiler ve
bırakın
geçtiğimiz seneyi, birkaç on
yıl
içinde dahi gerçekleşeceğini öngöremediğimiz politik çözülmeler yaşandı. Muhtemelen 1939 yılının Noel
arifesinde, yine buradan Alman halkına seslendiğimde, 1940 yılının sonuna
geldiğimizde
Alman cephesinin Kirkenes'e• ve
Biskay'a2 kadar genişleyeceğini, cephenin beş bin
kilometreye kadar uzayacağını,
Reich'ı korumak için Alman
ordusunun daima nöbette
olacağını, Norveç topraklarının Kutup
Dairesi'nin başlangıcına
kadar Alman himayesine gireceğini, Fransa'nın askeri olarak bü-
1 Norveç"te
bir şehir.
'
Biskay. lspanyaıla
bir şehirdir. Şehre adını veren Biskay Körfezi. Fransa
ile ispanya arasında
kalan, Atlas Okyanusunun bir kolu
olan oldukça
büyük bir su kütlesidir. Kelt Denizi'nin de güneyinde kalır.
tünüyle çökertileceğini, İngiltere'nin
Almanların karşı boykotu
ve merkezlerine gece gündüz yapılan hava saldırılarıyla giderek güçsüzleşerek sonucunda ordumuzun ağır darbeleriyle sendelemeye başlayınca Londra'nın tüm dünyadan, sırf
uluslarının yok
olmaması
için yardım dilemek
zorunda kalacağını
söyleseydim, beni
ciddi bir politikacı
olarak değil, daha
ziyade bir ahmak olarak görürlerdi. Olasılıkla elinizi göğsünüze koyarak
bana şöyle derdiniz: "Kirkenes'e kadar nasıl gidebiliriz
ki? Nerede o gemiler, nerede ulaşım olanakları?!" Konu Fransa'ya gelince de şunu eklerdiniz:
"Fransızlar
sağlam ve cesur askerlerdir, orduları da
oldukça
eğitimli ve donanımlıdır; ülkenin zenginliğine gelince ellerinde bitmek bilmez
kaynaklar olduğunu
ve en son Maginot Şeridi'nde neler yaşandığını unutmamak gerekir!"
Yarım kilometrelik
toprak için haftalarca savaştığımız ve Fransız topraklarını Alman kanıyla suladığımız Dünya Savaşı'nın o acı hatıraları hala aklımızda. Bu söylediklerime itiraz edenler de olabilir ancak bütün bu
itirazlar artık
geçmişin meselesidir sadece. Onları dikkate
dahi almayız.
Bunları söyleyenlerin nasıl yetiştirildiklerini düşünmek bile istemiyoruz. Zamanın hızla akıp gittiği bir çağdayız ve
bu dönemde,
tarih boyunca kazanılan zaferleri
ve başarıları,
tarihin o nefes kesen dinamiği içerisinde kayıtlar geçmemişler gibi kabullenip kendi üzerimize almakta
oldukça
cesur ve cömert insanlarız.
Bu
yüzden peygamber rolü oynamak
bu noktada nankörlük
sayılır. Zaman, bizim hayal edebileceğimizin çok ötesinde bir olgu. İçimde bulunduğumuz anda ilerliyor ancak o sert olduğu kadar
düzene de yatkın eliyle
bu tarihi anı yakalayarak geçmişin ölümcül karmaşaları, bozuklukları ve önyargılarıyla harmanlayabiliyor. Daha bugünü tam
olarak algılayamayan
hayal gücümüzle geleceğin ne getireceğini söylemek haddimize mi gerçekten?!
İşte bu;
geçmişi
anlayıp geleceği tasavvur
edebilmek, bugüne
takılıp kalarak günün ötesini cesaretle düşüne bilmek,
tartmak ve harekete geçmek açık bir politik yargıya sahip
olabilmenin en önemli
koşuludur. Yalnızca geçmişe saygı duyanlar,
geleceğin
getireceklerini fark edecek ve
onu yeniden şekillendirecek
güce erişebilir. Yavru
karaca, başardıkları
ve zaferleri cesaretini baltaladığında genellikle eyleme geçmekten korkar.
Kazandığı
mücadeleleri ve
başarıları
kolaylıkla unutur zira tüm bunlara
aslında belli bir hazırlık aşamasından geçmeden dahil oluvermiştir sadece. Eyleme geçmeden önce, eyleme geçtikten sonra
içine dolan korkudan
ve cesaretten eser olmaz asla.
Bizler
de 1939 yılının Noel arifesinde şöyle bir
geleceğe
baktığımızda bu
devasa savaşın ilk dört ayında Alman ordusunun gurur verici, büyük ve
eşine ender rastlanan zaferlerini öngöremedik. Eski Polonya yerle bir oldu. Alman
ordusu günümüz
büyük devletlerinin sınırlarına kadar dayandı. Doğuda Reich'ı tehdit eden unsurlar ortadan kalktı ve
iki cepheli savaşların
artık geçmişte kaldığını herkes
kabullendi. Ancak askeri çatışmaların ana sorunu hala çözülmedi. Halklar, bunaltıcı bir
sessizlik içerisinde,
uzak bir fırtına misali
ağır
ağır yaklaşmakta olan
bazı
hadiselerin gerçekleşmesini beklemekteler. Reich'ı kendi
kaderiyle savaşması
için ileri taşıyan Batı, şimdilerde bize doğrultulmuş silahları, tehditkar söz ve
hareketleriyle karşımızda
duruyor. O zamanlar Fransa'yı yöneten devlet adamlarının sözlerine inananlar, Reich'ın birkaç hafta içerisinde parçalanacağını düşündü. Paris gazeteleri, Fransa'nın kurduğu açık mutfakların önünde
sıraya geçerek yemek
alabilmek için yalvarmamızı
salık veriyordu. Peki ya bugün Bay
Churchill ve çevresindekilerin
söyledikleri çok mu
farklı?
Dehşet verici umutsuzlukları ve çaresizlikleri içerisinde, yaşanacaklara dair korkularını maskelemek adına onlar
da aynı
akıldan yoksun jargonu kullanmaktan kaçınmıyor ve
bayatlayan
ümitlerine
kapılarak bir gün sonra
yanıp
kül olacak aynı rüyanın dalına tutunmuyorlar mı? Düşmanlarımız her zaman bizden daha fazla konuşmuştur. Her daim gerçekleştirecekleri eylemlerden bahsederler ancak iş, onları hayata geçirmeye gelince
suspus olurlar. Özellikle
de pek bir şey elde
edemedikleri zamanlarda alelacele halkın huzuruna çıkar ve
bizlere ağız dolusu tehditler savururlar. Führer'i ciddiye
almayanlar -partimizin iktidara gelmek için mücadele ettiği dönem de dahil olmak üzere- onun
uyarılarını
dikkate almayan ve geçici sessizliğinden, söyleyecek ya da yapacak bir şeyi olmadığı sonucuna varanlar hep aynı trajik kaderi paylaştılar. Reich'ta iktidara gelişimizden üç hafta önce, dönemin şansölyesi Hitler'in geçmişte yaşadığını söylemişti ve Schuschnigg, Viyana'daki Şansölyelik makamından kovulmadan iki saat öncesine kadar
hükümetiyle
övünüyordu. O,
halkın
karşısında, ulusu
o umutsuz durumdan kurtaracak bir planı olduğunu anlatırken Benesch çoktan valizlerini
toparlamıştı.
Polonyalı devlet adamları Berlin'in
kapılarında
zafer hayaliyle bekleşirken Almanlar, silahlarını Varşova'ya doğrultmuştu bile. Fransa'nın düşüşünden iki ay önce de
Monsieur Reynaud, umursamaz tavrılar takınarak diplomatik çevrelerle yeni Avrupa haritası taslağını paylaşıyor ve Almanya'nın eyaletlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini gayet lakayt ve saçma sapan
gerekçelerle
açıklıyordu. Peki
ya bugün Bay Churchill farklı bir
yöntem mi izliyor? Konuşmalarında ve gazetelere verdiği demeçlerde yalnızca, kendisi savaşı kazandıktan sonra Reich'a dayatacağı sözde barış koşullarından bahsediyor ancak gerçek dünyada Britanya Adaları kan
kaybediyor ve nefes alabilmek için savaş veriyor. Nasyonal Sosyalist
Hareketin başladığı
günden bu yana karşımızda duran herkes hırslarıyla şu deyimi kanıtlar nitelikte
hareket ediyor: "Tanrı
cezalandırmak istediği kişiyi, körlükle imtihan
eder."
Bugün, şayet Monsieur Reynaud, 1940 yılında Fransa'nın başına gelecekleri biliyor olsaydı, on
iki ay önce ne yapardı ya
da Bay Churchill, 1941 yılında İngiltere'nin kaderinin ne olacağını bilse
bugün ne yapar diye sormak çok da
abeste iştigal sayılmaz. Bizler,
Nasyonal Sosyalistler olarak geleceği nadiren
yanlış tahmin ederiz. Şayet Führer'i vaktinde dinleyip
ona inansalardı,
bugün dünya çok daha
az acı
çekerdi. Ancak yine de, bugünkü gibi
büyük
değişimlerin yaşanacağı yeni
düzen ancak ve ancak acıdan geçerek kurulabilir ve Batılı demokrasilerin
tarihi günahları
da tarihi kefaretlerini ödemek durumundadır. Bu yüzden istedikleri
gibi olsun: Yeni Almanya bu tarihi kaderin uygulayıcısı olmaya hazır. Bir
cephe ve bir ulus olarak, her türlü tehlike
ya da tehdit karşısında
dimdik durabilecek doksan
milyonluk büyük ve güçlü bir
toplumuz biz. En başından
beri bizi en doğruya sevk
eden bir yol göstericimiz
olduğu için de
son derece şanslıyız.
Führer'imiz; askerlerine,
işçilerine,
çiftçilerine, sivil hizmetkarlarına ve toplumun entelektüel sınıfına sonuna kadar güvenebilir. O bizi nasıl anlıyorsa, bizler de onu anlıyoruz. Savaşın bu
zor yıllarında
toplumumuzun aklında tek
bir şey var: Zafer! Son düşmanı da
yeneceğimiz
güne değin bu uğurda savaşmaya devam edeceğiz.
Yeni
yıla girmemize az bir zamanın kaldığı bu hareketli saatlerde bir kez
daha şunu
hatırlatmak isteriz
ki geçtiğimiz
yıllarda kaderin bizlere bahşettiği olağanüstü başarıların fevkalade anılarının ışığında dünyaya şunu haykırmalıyız:
Bizler asla yılmayacak, asla umutsuzluğa kapılmayacağız. Savaş sırasındaki
fedakarlıklarımızı, yüreğimizi vatanımızın yoluna sererek yaptık. Dünyada hiçbir güç bizi, görevimizi inkar etmeye de halkımızı özgürlüğüne kavuşturacak yüce ve tarihi amacımızı bir
an olsun unutmaya da zorlayamaz. Alman halkını, böylesi büyük ve tarihi bir yılın sonanlarında bu düşüncelerle selamlıyorum. Savaşta ulusuna yardım etmek
için
çalışanları, güvertelerde ve
silah fabrikalarında
görev yapanları selamlıyorum. Savaşın getirdiği
tüm güçlükleri gönüllü olarak
kabul eden, eşleri hangi cepheye gitse orada olan ve
eşsiz bir kahramanlık örneği göstererek bu zor zamanlarında ulusumuza çocuklar doğuran eşleri selamlıyorum. Savaşın
acımasız eline dokunan ve daha genç yaşta anne ve babalarından ayrılmak zorunda kalan sayısız Alman
çocuğu
selamlıyorum. İşçilerimizi, çiftçilerimizi, aydınlarımızı ve yaşadığımız dönemin kıymetini bilen herkesi selamlıyorum.
En
özel
selamlarımı da,
Reich'ın
sınırlarının ötesine Rei-
ch'ı
düşünüp onun için çalışarak gurbette, farklı kıtalarda ve hatta okyanus ötesinde acı çeken Alman dostlarıma gönderiyorum.
En
içten ve en samimi selamlarımızı da an itibariyle bizim için savaşan askerlerimize yolluyoruz. Bugün burada
seslendiğim
koca bir ulusun duaları sizlerle.
Kalbimizin en derinliklerinden gelen iyi dileklerimizi cesur ordumuza,
hava kuvvetlerimize ve muzaffer Alman donanmasına yolluyoruz.
Yurtta
ve cephede olan bütün
vatandaşlarımız, hem
endişeyle
hem de onlarca zaferle dolup taşan eski
yıla veda ettiğimiz şu anda kocaman bir aile olmuş durumda.
Alman halkı olarak, bu yıl bizi
açıkça kutsayan ve her türlü mücadelemizde bizi kollayıp ordumuzu
zaferle taçlandıran
Yüce Tanrının huzurunda
en derin saygılarımızla
eğiliyoruz. O,
bu savaşları
barış uğruna verdiğimizi, insanların -genelde
hükümdarlar
tarafından ellerinden alınan- mutluluğu için mücadele ettiğimizi biliyor.
Gerek
cephede gerekse vatan toprağında olsun, bütün Alman ulusu şu anda
en derin şükranlarını
Führer'e gönderiyor.
Doksan milyon kalp onu sevgiyle selamlıyor. Halkımız, o bizlere yol göstermek istediği sürece güzel günlerde de zor anlarda da her zaman Führer'imizin yanında. Alman halkı olarak
yeni yılda kendisine şans ve
bereket diliyor, güç, ha-
şan, sağlık ve çalışmalarında kudret diliyoruz. Çok yaşasın ve Reich'ın koruyucusu
ve lideri olarak halkımızın
başında olsun! Halkının gururu,
onuru ve mutluluğu
için savaşan ilk
barış
elçisi olarak çok yaşasın! Dünya ona imreniyor ancak onu sevme ayrıcalığına sahip olanlar bizleriz. Sıkıca el
ele tutuşalım
ve Führer'in etrafında etten duvar oluşturalım.
Eski
yıl bitiyor ve yenisi başlıyor. Şans, bereket ve gurur veren zaferler
bu yıl da bizimle olsun!
1941
CHURCHILL'İN
YALAN
FABRİKASI
12 Ocakı94ı
Bay Churchill'le,
Alman hava saldırılarının
İngiliz gemileri üzerinde yarattıkları hasarları ya da kayıpları
tartışmanın bir anlamı yok. Kendisi İngiltere'nin herkesçe bilinen, içinde bulunduğu koşullar altında
yalnızca inkar edilemez olanı kabul edip geri kalanı kendine saklayarak düşmanının zararını ikiye ya da üçe katlama politikasını uyguluyor. Bu da koşulları eşitleyebiliyor. Ancak asıl
şaşırtıcı olan, Bay
Churchill'in, John Bull'un' ete kemiğe bürünmüş haliymişçesine kendi yalanlarına
tutunması ve onları, kendisi de inanana kadar her yerde tekrar etmesi. Bu eski bir İngiliz numarasıdır ve İngiltere
politikasında dünyanın en iyi bildiği taktiklerden biri olduğu için de Bay Churchill bu yöntemi kusursuzlaştırmaya gerek duymuyor. Dünya Sava- şı'nda tüm ulusların görüşlerini
değiştirmek için bu taktik
' Kaynaklarda 'tipik İngiliz' insanını ya da lngiltere halkının tamamını kapsayan bir ifade olarak kullanılır.
İlk kez John Arbuthnot'ın Law is a Bottomless Pit adlı kitabında bir İngiliz
karakter olarak geçmiş ve )ohn Tenniel tarafından karikatürize edilmiş ve orta yaşlı,
şişman bir adam olarak görülen )ohn Hull, Birinci Dünya Savaşı'na katılmaları için halkı teşvik eden afişlerde
kullanılmıştır.
ten
çokça
faydalandılar ancak
durum bugün
çok farklı. Zira
Dünya
Savaşı'nın sonunda İngiliz plutokrasisi
Almanya'nın
bir daha asla ayağa kalkamayacağına inanıyordu. Kısmen kendini beğenmişlikten, kısmen de kayıtsızlıktan Reich'ı devirme yöntemlerini tüm dünyayla paylaştılar. İngiliz devlet adamlarının kaleme aldığı anılarda, özellikle de Bay Chuchill'inkilerde herkes,
İngiliz plutokrasisinin göğün yedi
kat üstüne
erişecek kadar çok yalan
söyleyebildiğini
gördü. Hatta Almanya'yı bu kadar kolayca ve akıllıca kandırabilmiş olmalarıyla dahi övündüler. Yöntemlerini herkese açıkça gösterdiler. Bu yüzden artık inandırıcılıklarını kaybetmiş durumdalar. Tek yapmamız gereken;
geri dönüp
Dünya Savaşı'nda yaşananlara şöyle bir
göz atmak ve bugün İngiliz politikalarını yöneten devlet adamlarının 1914 ila 1918 arasındaki yalanlara başvurduklarını gözlemlemek; gerisi zaten kendiliğinden çözülüyor. Elbette bu işe dahil
olanlar için zor bir durum. Şayet insan,
onlara tekrar nerede ve ne zaman ihtiyaç duyabileceğini bilmiyorsa, sırlarını asla
açığa
vurmamalıdır. İngiliz liderlerin
sırlarının
özel bir aklın ürünü olduğunu söylemek bu noktada zor. Daha ziyade hatırı sayılır derecede kalın kafalı tiplerin şekillendirdiği sırlar bunlar. İngilizler hala, yalan söyleyeceksen sonuna kadar git ve yalanını asla
itiraf etme, prensibini izliyorlar. Yalanlarına da öyle sıkı sıkıya tutunuyorlar ki sık sık aptal
duruma düşüyorlar.
Bu
durumu şu
sıralar hava ve deniz saldırılarında da gözlemleyebiliriz. Kendisinin de çok iyi
bildiği
gerçeklere rağmen
Bay Churchill, İngiltere'nin
durumunun iyi olduğunu söyleyip duruyor ve bunun tam aksini işaret eden
gerçeklerle asla ilgilenmiyor. Kraliyet Hava
Kuvvetleri Hamburg'u bombalamış, Berlin'de her bir tren garını yerle
bir etmiş ve Alman cephanelerini vurmuş ancak
sözüm ona tek bir kliniğe, hastaneye,
yetiştirme
yurdu ya da huzur evine yahut
herhangi bir sivil hedefe zarar vermemiş. Alman
Hava
Kuvvetleri ise bunun
tam aksine, ne üretim merkezlerini ne de
askeri üsleri
umursamaksızın belli bir hedef gözetmeden kiliseleri, okulları, evsiz çocuklar için açılan enstitüleri ve işçilerin evlerini vurmuş. Özellikle de elçiliklerle Amerikan şirketlerinin binalarını hedef almış. İngiliz şehirleri üzerine
öylece uçuyor ve herhangi bir hedef
belirleyip dalışa
geçerek bombalarını bırakıyormuş. Tek istedikleri de Amerika'yı savaşa sokmakmış.
Şayet Alman Hava Kuvvetleri
gidip Cardiff gibi endüstri merkezi bir şehrini vuracak olsa, Reuters yine şöyle bir haber geçerdi: "Bilinmeyen bir hava aracı bir yerde bir şeyleri vurdu. Hasarın
ne olduğu henüz bilinmiyor ancak hiçbir endüstriyel ya da askeri alan hasar görmedi." Bu yüzden tüm dünya gerçeği öğrenmek
için savaşın bitmesini beklemek zorunda kalıyor. Yine de tarafsız medya, İngilizlerin
sansürlerine ve baskılarına rağmen, verilen ciddi hasarı bir şekilde herkese duyurabilse de bu kez Kral sözde devletin çıkarlarını koruyarak bundan da nemalanmasını bilir ve dünyanın vicdanına oynamak üzere vurulan şehri
ziyarete gider. Elbette İngiliz işçiler onu alkışlamak
üzere şehirde hazır bekletilir; hala dumanı
tüten yıkıntılar arasına Union Jack’ı' dikmekten ya da kapkara kesilen
duvarların arasında dans etmekten ve Kralı selamlamaktan daha önemli işleri
yokmuş gibi... Sanıyorum bu durum, İngiltere'de taş taş üstünde kalmayıncaya
ve pek şanlı İngiliz savunması şeytan Almanlara karşı ülkesini savunmaya karar
verene kadar böyle devam edecek. Elbette olanlar Majestelerini o kadar üzecek
ki hazinesinden iki yüz sterlini -ki bu rakam şu anda iki bin marka denk
geliyor- alıp ordunun kasasına koyacak. Majestelerinin ziyareti, bir savaş
gemisinin yüklenişini izlediği rıhtımda sona erecek. Ardından Reuters keyifle
yüklenen geminin Amerika'ya donmuş et taşıyacağını bildirecek ki böylece
Atlantik'te deniz trafiğinin normale döndüğünü
1 İngiltere'de İngiliz bayrağı bu isimle anılır.
ve
aynı zamanda Majestelerinin de
-durumun ciddiyetine rağmen- hem
fiziksel hem de moral olarak gayet iyi durumda olduğunu tüm dünyaya bildirmiş olacak.
Biz
Almanlar söz konusu olduğunda durum
ne kadar da farklı oluyor! Führer'imiz eğer demeç vermiyorsa bu -onlara göre- kendinden
emin olmadığı
ve bir çıkış yolu
bulamadığı
anlamına geliyor. Konuşuyorsa da kolayca şu sonuca
varılıyor:
Reich'ın durumu son derece kritik ve
insanlar çaresizce
ondan gelecek bir teminat
bekliyor. Eğer
hızlı bir zafer elde edileceğini söylemiyorsa bu, kazanacağına inanmadığı anlamına geliyor. Bunu söylerse de
aslında
dünyayı kandırmaya çalışıyor. Şayet komutanıyla görüşürse orduda bir sorun olduğu anlamına geliyor. Eğer görüşmezse de sorun, çözülemeyecek kadar derinde demek oluyor. Şayet birlikleri
ziyarete giderse, vatan topraklarındaki durumdan kaçmaya çalışıyor ve eğer etmezse,
hiç şüphesiz ki kendi askerinden korkuyor.
İngiltere'de yağ ve et sıkıntısı yaşanırsa, insanlar şerefe kadeh
tokuştururken
Almanya'da böyle bir
şey hiç
şüphesiz bir isyana neden oluyor. İngiltere'de kar ve buzlanma sürücülerin daha rahat hızlanmasını sağlarken Almanya'da aynı koşullarda tam anlamıyla kaos
yaşanıyor.
Alman ordusunun yöntemleri ahmakça ve saçma ancak
onları
uygulamaktan
da çekinmiyorlar.
Buna karşılık İngilizlerin yöntemleri örnek teşkil edecek cinsten, insancıl, liberal
ve son derece gelişmiş
ancak bir türlü işe yaramıyorlar, başarı getirmeyen yöntemler de
usulca terk ediliyor. Birkaç yıl önce tereyağımız olmasından ziyade toplarımızın olmasını tercih edeceğimizi söylediğimizde bütün İngiltere bizi protesto etmişti. İşte şimdi İngiltere'nin tereyağı varken bizim toplarımız var. Şu anda
ordularını
toparlamak için, bizim
kendi silahlı kuvvetlerimizi derleyip toplarken
yaptıklarımızı
referans alıyorlar ama
yine de yöntemlerimizin,
sırf Nasyonal Sosyalist görüşe göre şekillendirildiklerı için saç-
ma,
öngörüsüz,
dar görüşlü ve
sığ
olduğunu iddia ediyorlar. Bu yüzden İngilizlerle konuşmanın anlamı yok. Dümenin başında Bay Churchill oldukça John
Bull daima kazandığını
zannedecek. Saldırıların hepsinde mağlup olması ne üzücü!
Alman
Hava Kuvvetleri'nin yaptığı en
güçlü hava saldırılarından birinin ardından Bay
Churchill, Londra'nın
yıkıntıları arasında dolaşmaya gitmiş. Elbette
Reuters'ın
haberine göre halk
yine liderini neşeyle
karşılayıp şöyle tezahüratta bulunmuş: "Bizim
emektar Winston'ımız!
Böyle devam et!" İçlerinden biri kendisine barış ne
zaman diye sorduğunda
da Bay Churchill, "Biz kazandığımızda," diye cevap vermiş. Şayet Churchill'i iyi tanımıyorsanız bunu etkileyici bulabilirsiniz. Ancak bizler onu çok iyi
tanıyoruz.
Hepsinin senaryo olduğunu, aslında bir çıkar yol
bulamadığını,
savaş suçlarına içinden çıkamayacak kadar
fazla gömüldüğünü,
onun için geri
dönüş
olmadığını, çelik gibi
bir ifadeyle oyununu oynamak zorunda olduğunu ve
güçlü
görünmeye çalışsa da
aslında elinde, bir mucize olmasını ummaktan
başka bir şey kalmadığını biliyoruz.
Ancak
böyle bir mucize asla gerçekleşmeyecek. Şans her daim onu hak edenin tarafında olmuştur ve tarih, daima yüksek idealleri
uğruna
hiç pes etmeden savaşanların yanındadır. Bay Churchill idealist bir lider değil. O yalnızca içten içe çürümüş ve kokuşmuş bir
dünyayı temsil ediyor. On dokuzuncu yüzyılın sembolleriyle
kendini tanımlayarak
yirminci yüzyılın savaşını kazanmaya çalışan bir
on sekizinci yüzyıl insanı o. Bu dünya, diğer halkların ve ulusların varlığına karşılık bireysel hırsı koşulsuzca destekleyen bir dünya; ancak
Avrupa'da artık yepyeni bir devlet yapısı şekilleniyor. İşte gelecek
bu yapıya sahip olan halkların olacak. Fedakar ve sadık gençlik, ulusunun bayrağı etrafında toplanıyor. Bu gençlik, yalnızca son teknoloji ekipmanla donandığı, yeni teknoloji onun emrinde olduğu için değil; genç olduğu, devrimi ve hiçbir şeyin durdurmayı başaramayacağı
mobilize
güçleri temsil ettiği için kazanacak. Tarihin çarkı asla
tersine çevrilemez,
bunu Bay Churchill bile başaramaz. Kendiyle baş başa kaldığında hiç şüphesiz kendisi de nafile yere savaştığını, kendi zamanının artık bittiğini, gelişmeye liderlik etmek yerine çoktan arkasından koşmaya başladığını ve ona bir daha asla yetişemeyeceğini idrak ediyor. Aslında kendisi
de her daim kötülük isteyen ama yine de iyilik
yapan bir sistemin parçası.
Bizimle ilgili yapabildiği tek şey; hareketimize
itici güç olarak yardımcı olmak
oldu. O olmasaydı
belki de Nasyonal Sosyalizmin bu
hale çok daha uzun bir zaman sonra
gelecekti. Bu yüzden
aslında kendisine
minnettar olmalıyız.
Onun varlığı ve
yaptıkları
sayesinde yüce hedefimize
ulaşmak
için yıllarca, hatta
belki on yıllarca
çabalamamız gerekecekken,
aylar içerisinde
büyük gelişmeler kaydettik.
Bunu ona anlatmaya çalışmak
elbette anlamsız olacaktır, zira kendisi, yalnızca kendi
gözleriyle
gördüğü gerçeklere inanan
inatçı insanlardan. O halde biz de ona
bu gerçeği
açıkça gösterelim!
26
Ocak 1941
Şunu bütün kalbimizle kabul etmemiz
gerekiyor: Normalde yalnızca malları mülkleriyle ilgilenen ve sözde peri
masallarından
fırlayıp gelen zengin kadınlarla evlenen İngiliz lordların her biri şimdilerde birer toplumsal ahlak uzmanına dönüşmüş durumda. The Times'a verdikleri demeçlerde kapitalistlerin damarlarındaki kanları çekiyorlar neredeyse. Savaşın sonunda
İngiltere'de
ve engin koloni bölgelerinde yükselecek olan sosyalizmin altın çağını öve öve bitiremiyorlar. Diğer yandan,
bu akımın
öncüleri olarak bizler, gelecekte dünyanın görecekleri karşısında giderek daha fazla şaşıracağına eminiz. Örneğin tüm mal varlıklarını fakirlere dağıtabilirler!
Eski
bir deyimde de olduğu gibi, gömleğin yattığın yere paçandan daha
yakın durur ve savaş zamanında bir tas sıcak yemek
ile başını
sokabileceğin bir
çatın
olmasının verdiği rahatlık, barış zamanında yediğin istiridye ve havyardan çok daha
değerlidir.
Biri çıkıp da
dünyayı silip süpürecek sosyal
devrimler yapmak için
sabırsızlıkla savaşın sona
ermesini bekleyen bu plutokrat beyefendilere neden şimdiden bir
şeyler yapmaya başlamadıklarını, örneğin insanca amaçlarının
nesnesi olarak gördükleri fakirlerin yararına, savaş vergilerinden aldıkları yüzde yüz yirmilik payı en azından yüzde seksenlere düşürmediklerini sorabilir haklı olarak. Belki büyük bir adım olmayacaktır bu ancak yine de bir şeydir nihayetinde. En azından iyi niyetlerinin bir göstergesi olur ve bu da azımsanacak bir konu değil. Ancak bu beyefendiler, ikamet ettikleri zengin palmiye ağacının kendi bindikleri dalını
kesiyormuş gibi bir hava yaratma
derdindeler. Yaşadıkları korku ve panik yüzünden Karı Marx'çılık oynamaya çalışıyor, radikal sosyalist söylemlerde birbirleriyle yarışıyor ve yalnızca kendilerini düşünüyorlar aslında. Dünyaları sendeliyor. Yeni bir çağ açılırken kendilerinin hüküm sürdüğü dönem giderek çökmeye
başlıyor, işte bu yüzden -yaptıkları yalnızca birkaç
güzel söz söyleyip nazik jestlerde bulunmaktan ibaret dahi olsa- bir şeyleri feda etmek zorunda kalıyorlar. Önde gelen İngiliz Bakanlar Londra'nın lüks restoranlarında oturup midelerini akla gelebilecek en leziz yemeklerle doldururken İngiliz gazetelerin halka, et azlığını patates ve havuç tüketerek kotarmalarını
önermelerine halk, ancak gülerek karşılık veriyor. Zira işler İngiltere için iyi gitmiyor aslında. Bu yüzden Bay Churchill geçtiğimiz günlerde Savoy'un restoranına giderek üç
şiline soslu bir tavuk budu
ve üç parça fasulye sipariş
etti. Elbette böylesi tarihi bir olayı tüm dünyaya ve gelecek nesillere
aktarabilmek için kayda alan film yapımcıları ve gazeteciler de orada hazır beklemekteydi. Reuters bu sahneyi
allayıp pullayarak farklı kıtalardaki ülkelere ivediklikle ulaştırdı ve beş kıtanın pek yüce
plutokratları da böylesi bir kadim yüceliğin karşısında yerlere kadar eğildiler.
Elbette bu noktada
Londra radyosu da lümpenlikte geri kalmadı. Bu tumturaklı sahneyi, hava saldırısı uyarısı veren sirenlerin susmasını çatı aralarında ya da yeraltı
tünellerinde bekleyen şaşkın dinleyicilerine anlatırken İngil-
tere'de
yaşam
standartlarının geçen yüzyıla göre ne
kadar geliştiğinden
bahsetti. Ailelerin ortalama kazançları dikkate değer ölçüde artmıştı. Dünya Savaşı'ndan sonra da yaptıkları gibi bu savaşın ardından da sosyal yaşama düzen getirilecek ve Çalışma Bakanı Greenwood'un da dediği gibi
bütün toplumsal hastalıklar birer birer tedavi edilecekti. İngiltere'nin, diye açıklıyordu Bay Woodworth, yeniden yapılanma için beş yıllık bir plan hazırladığından çok kişi haberdar. Profesör Harold
Daskin ise, İngiltere'nin
bir gün mutlaka
sosyalist olması
gerektiğine dair
ortaya atılan belli belirsiz kehanetlerden yakınıyordu. Zira bu kadarı yeterli
olmazdı:
Yalnızca İngiltere anakarası değil, bütün sömürgeleri de İngiliz plütokrasisinin sosyal desteğinden fayda- lanabilen yurtlara dönüşmeliydi. Britanya Sömürge Bakanı ve krallığın bilinen
en zengin adamlarından
biri olan Lord Lloyd ise, İngiliz sömürgelerinin yönetimi konusunda yerine
getirilmesi gereken esas görevin fakir
halkın
yaşamdan keyif almasını sağlamak olduğunu düşünüyordu. Britanya artık ülkenin göbeğinde yaşanan sefaleti tolore edebilecek
durumda değildi.
Kralın kendisi de, İngiltere'nin bundan sonra kendinden ziyade komşularını düşünmeye devam edeceğini belirtirken
yaptığı sert tespitleriyle bu demeçleri pekiştirdi. İşte tüm bunlar İngiliz plutokrasisinin
yatağında
biten rengarenk sosyal çiçeklerden küçük bir seçkiyi oluşturuyor. Ancak yine de gerçeği gizleyemiyorlar
zira aslında
yalnızca keçiyi bir
anda bahçıvana
çevirmeye çalışıyorlar. Bay
Churchill'in üç
şiline kahvaltı yapıyor olması, esasında Coventry'de,
Bristol'de ve Birmingham'da yaşayan işsiz proletere, aç kalmanın aslında o kadar da katlanılamaz bir şey olmadığını gösterme çabasından başka bir şey değil. Ayrıca İngiltere'de yaşam standardının geçtiğimiz
yüzyıla göre hatırı sayılır derecede
yükselmiş
olmasını, İngiliz soylu
sınıfının
toplum bilinci kazanmış olduğunun bir kanıtı olarak görmek de
mümkün
değildir. Yine de eğer bu
savaştan
sonra
uygulamayı
planladıkları sosyal
düzen dedikleri şey, Dünya Savaşı'ndan sonra kurmaya çalıştıkları uluslararası düzene benziyorsa, Tanrı hepimizi
korusun! Bay Greenwo- od'un bu noktada sosyal hastalıklar diye adlandırdıkları şeyleri nasıl ortadan kaldıracağını, İngiltere'nin yeniden yapılanma konusunda yaptığı ve
bir çekmeceye
kilitlediği beş yıllık planının ne
olduğunu
hayal dahi edemeyiz.
Fransızların bir deyimi vardır: Başpiskoposu yanınıza çekmeden devrim yapamazsınız, derler. Bu noktada İngi- lizlerin
bu kurala uymaya çalıştıkları
aşikar. Lordlar yeni çağa herhangi
bir katkıda bulunamamakla kalmıyor, bir
katkıda
bulunmayı zerre kadar istemiyorlar zaten. Şu anda
yalnızca
korkuyorlar; Almanlardan, kendi halklarından ve hatta kendilerinden bile
korkuyorlar. İngiltere'nin
başına, boyutu hakkında en
ufak bir fikirlerinin olmadığı bir
bela sardılar.
Başta bu savaşın rahat
bir sürek
avı olacağı yanılgısına kapılmışlardı. Krallığı, halklarını ve önde gelen
politikacılarını
tanımak konusunda her zaman çok tembelce
ve aptalca davrandılar.
Bir kez daha uğruna anıtlar dikmek zorunda kalacakları Yahudi göçmenlerin kulaklarına fısıldadıklarına
inandılar yalnızca. Hepsi
rahatlatıcı
ve güzel sözler söylüyordu: Almanya beyni olmayan bir savaş robotu
gibi bir şey
olmalıydı onlara göre. İnsanlar, Nasyonal Sosyalizm tiranlığının ağırlığı altında güçlükle nefes alacak ve İngiliz lordların gelip kendilerini kurtarmalarından başka bir şey dilemeyeceklerdi.
Zaten askerlerimizin üniformaları kağıttan ve tanklarımız da kartondandı. Uçaklarımız olsa da onları kullanmamıza olanak sağlayacak kadar yakıtımız yoktu.
Ne zaman bir süre
düşünmek için durup
dinlensek, hemen kafamızın
allak bullak olduğuna dair
söylentiler
çıkarıp çığırtkanlık yaptılar ve
sonrasında
onları vurduğumuzda
bunu, içinden
nasıl çıkamayacağımızı bilmediğimiz hastalıklı umutsuzluğumuzdan dolayı
yaptığımızı dört bir
yana haykırdılar.
Önce bize savaş açıp sonra kendilerine
saldırdığımız için yine bizi suçladılar. Sömürgelerinde yaşayan ve aslında ülkelerini bir arada tutan yerlileri hırpaladıkları halde bizleri, sözde insanlıktan zerrece nasibimizi almadığımız için sömürgeden, koloni mantığından uzak olmakla suçladılar. Führer kendilerine cömert bir
barış
teklifinde bulunduğunda, aslında onları kandırmaya
çalıştığından yakındılar. Onları defalarca
yendiğimiz
halde her seferinde yenilgilerini
dünyaya,
aslında zafer kazanmışlar gibi lanse ederek bizim savaşı kaybetmekte
olduğumuzu
iddia ettiler.
Ancak
artık
başları iyiden iyiye derde girmiş durumda.
Adalarının
etrafını saran o boğucu çember giderek daralıyor. Bizi nefessiz bırakmak adına yaptıkları her şey kendi
boğazlarına
dolandı. Gece saldırılarıyla kendi başlattıkları hava muharebesinin ardından bugün İngiliz anakarası bombalarımızın
darbeleriyle her geçen gün daha
da şiddetle sarsılıyor. Bu noktada, kandırılan ve ihanete uğrayan halkın, yöneticilerini zorlayacak sorular sormak
suretiyle bu savaşın
asıl nedenini ve her şeyden önce İngiltere'nin başına gelen bu felaketten sorumlu olan plütokrasinin yaşamıyla savaş mağdurlarının durumu kıyaslamaya başlamasında bir anormallik var mı? Ancak
bu durum, elbette savaşın
günahını boynunda taşıyanları rahatsız ediyor. Bu konuda bir şeyler yapmaları gerektiğini düşünüyorlar ancak içinde bulundukları durumda da karamsarlıktan öte bir şey olmadığından, geleceğe dair ateşli fanteziler
anlatarak halkı
kandırıyorlar: İngiltere artık tam
göbeğinde
yaşanan trajik sefaleti tolore edebilecek
durumda değil!
Kulağa nasıl geliyor?
Başlatılan
propagandanın lirik
melodisini duyan masum halk da İngiltere'nin göbeğinde yaşanan bu trajik sefaletten kimin sorumluğu olduğunu ve Brasig Amca'nın[XXIII]
keşfettiği üzere bu sefaletin kaynağının sefahat düşkünlüğü
olup olmadığını sormayı akıl edemediler. Ancak böyle tiplerin İngiliz halkını aptal yerine koymaya çalışması bizi ne şaşırtıyor ne de öyle
çok ilgilendiriyor.
Ancak birinin bu
konuyla bize gelmesigerçekten oldukça büyük bir olay. Birkaç gün önce bir İngiliz gazetesi, Almanya'nın militer bir devlet olduğunu ancak feodal bir devlet olma yolunda ilerlediğini; bunun yanında
feodal bir devlet olan İngiltere'nin de giderek militer bir devlete dönüştüğünü yazdı. Sonrasında bize karşı
kullanılan bu ciddi argüman şöyle geliştirildi: Siz, arkanızda
bir
erdemle ilerliyorsunuz -biz de sizin daha öncesinde yararlandığınız
avantajı kullanıyoruz. Bu, yaptıklarının
kefaretini ödemek zorunda kalmamak adına son anda kiliseye koşturan kuzenlerin mantığından farklı değil. Kendileri her daim
cesur olmayı değil,
sinsiliği tercih etti; tabii
bunu yapmak için
nedenleri de vardı. Ancak sözde
dindarlıkları, yalanlarının arkasında kalarak kokuştu.
Sürekli dini kelamlar
ediyorlar çünkü
bunlarla eğleniyorlar ancak gizliden gizliye, sonrasında bunun bedelini ödemek zorunda kalmaktan da korkuyorlar. Kolay iş değil. Lordlar geleceği
bırakıp bugünü konuşmaya başlamalı. Gelecekte neler yapacaklarını bize anlatmalarına
gerek yok, bizler şimdiye kadar neler yaptıklarını merak ediyoruz. O günler geçti! Tembelce bahanelere yer yok artık. Halk; netlik istiyor, açıklık bekliyor. Koca bir kıta depremlerle sarsılıyor. İngiltere plutokrasisi tarafından kandırılan milyonlarca insan, yaşamlarının ve mutluluklarının
ellerinden alındığını görüyor artık. Londra'dan tek kelime dahi duymak da keçiden devşirme bahçıvanı
topraklarına sokmak da
istemiyorlar. Bu yüzden bizler, Londra'nın, kendilerini sözde hümanist olarak gösteren sahte sosyalistlerinin maskelerini düşürmekten bıkmıyor ve kokuşmuşluklarını
tüm dünyanın gözlerinin önüne sermekten geri durmuyoruz:
Bakın, işte
İngiltere'yi sefalete sürükleyenler bunlar ve şimdi de tavşan misali ormana kaçıp olan bitenden
haberleri yokmuşçasına
rol yapıyorlar!
DAĞLARA BAHAR
GELDİĞİNDE!
9Mart 1941
Führer'imiz ve başkomutanımız, yaptıkları son konuşmada baharın gelişinden dem vurarak sert kışın kısa süre sonra biteceğini ve savaşta da
giderek daha güzel ve verimli bir havanın hakim
olmaya başlayacağını
belirttiler. İşte o
anda İngiltere'nin
canavarı ininden çıktı. İlk şok anında, zararsız
insanlarmışçasına rol
yaptıkları
yerlerde düşmanın sözcüsünün yaptığı bu konuşmanın kendilerini bağlamadığını göstermek istercesine, sanki bu tip
haberleri verecek olan kanalları onlar
yönetmiyormuş
ve istemedikleri en ufak bir yayın yapılması durumunda herkesi nasıl cezalandıracakları bilinmiyormuş gibi üç maymunu
oynadılar.
Ancak bu durum yalnızca birkaç saat sürdü zira
sonrasında
riyakar gözeneklerinden akan soğuk terleri
herkes kendi gözleriyle
gördü. Aldatıcı özgüvenlerinden eser
kalmamıştı.
İngiltere yönetiminin hoparlöründen tek
ses duyulmadı
ve ardından bir
şok
dalgası eşliğinde acı verici
çığlıklar
yükselmeye başladı. Sisler
dağılmış
ve İngiltere, bir an için de
olsa acı ve hata affetmeyen gerçekleri tüm çıplaklığıyla görmüştü. Bu
kez
Üzerlerine
bir perde çekme gereği de duymadılar. Gemilerindeki alanlar askeri mühimmat ve
yaşamsal
gıdaların taşınması için yeterli
değildi.
Denizaltılar ve
hava araçları
yük kapasitesini çoktan aşmıştı. İşte yenilmez İngiltere artık bu durumdaydı. Denizcilik Bakanlığı yaklaşan ve muhtemelen faciaya neden
olacak gelişmeler
konusunda hiçbir önlem almamıştı. Şimdiye kadar çoktan bir
yöneticinin
gelip de alanın tamamen
kapanmasına
neden olan kaosu çözmesi ve
kendi kendine yetebilmenin asaleti hakkında vaazlar
veriyor olması gerekirdi.
Ancak -daha önce
savaşın çıkmasının nedeni
olarak işaret ettikleri Afrika'da elde edilen büyük başarılardan söz eden olmadı örneğin. Bu kez açıkça, Britanya adalarında zafer kazanılması gerektiğini ve eğer adalar
kaybedilirse, imparatorluğun
yıkılacağını dürüstçe deklare
ettiler.
Gelgelelim,
söz konusu İngilizler ve Büyük Britanya'nın başındaki Churchill adlı adam
ise, Londra'da böyle
aklıselim çıkışların uzun soluklu olmasını bekleyemezsiniz.
Bir ya da iki gün sonra elbette hepsi geçti. Tepeden
gelen emirle hemen düğmeye
basıldı ve kamuoyu görüşü bir
kez daha yoğun
yayınlarla değiştirilip aynı illüzyonla gölgelendi. Geriye yalnızca iç görünün incecik perdesi kaldı. O
zamandan beri İngilizlerin
bütün demeçlerinin üzerini incecik
bir melankoli ve umutsuzluk örtüsü örtmüş gibi. Eskiden olduğu üzere o heybetli atlarının sırtında bakmıyorlar dünyaya. Kolayca galeyana geliyorlar. Almanya'nın yıkılacağından da dem vurmuyorlar artık. Daha
ziyade nefes almaya ve tüm güçleriyle var olmaya çalışıyorlar. İşte bizler de bu manzaranın tadını çıkarıyoruz!
Elbette
Londra'nın
acı gerçekleri kabullenip
ona göre
davranacağı yüce zamanlar
da gelecek. Uzun kış
artık sona eriyor. Yalanların, ormanda biten yabanmersini misali
ortalığa
ucuzca saçıldığı ve
Kış, Sis ve Devrim adlı generallerin
İngiltere'nin
gelecekteki zaferinin şahitleri ve
ortakçıları
sa-
yıldığı aylar geride kalıyor. Bu bizim için çok iyi bir haberken İngiltere'nin
illüzyon üreticileri için felaket çanlarının çaldığı anlamına geliyor. Bugün ortaya saçtıkları şımarıkça ve abartılı
iddiaların yarın koca birer yalan dönüşme riskine giriyorlar. Yarın Alman donanması Atlantik Okyanusu'nda sıralanıp kurbanlarını korunaksız sözde gıda konvoylarında
aradığında kim yaklaşan zaferin lafını
etme cesareti gösterecek? Elbette yine içlerinden birileri burnunun
dikine giderek Almanların gözüne güvenilmeyeceğini -yalan söylediğimizi
ve endişeleri giderek büyüyen
İngiltere halkı ve özellikle de asla yatışmayan
uzman çevrelerin artık bunlara kulak asmadığını- iddia edebilirler ancak
Poseidon, işte
tam da bu yüzden açgözlülerin ağızlarında un ufak olan kurbanlarını asla geri vermez, böylece her geçen
gün azalan yiyecek ve hammadde stoğu da yok olup gider. Kışın da buna benzer bir şey kullanıldı: Herkes en azından haftada bir kere nispeten küçük denebilecek yük gemilerinin battığı ya da kazara depolarda
çürüdüğü haberinin geldiğini fark etmiştir. Ancak artık
hepsi bitti ve Schmalhans mutfak şefi olarak geri döndü'.
Geriye bir tek Amerika
kaldı. Lord Halifax[XXIV],
öncüllerinin izinden sadakatle ilerliyor, kendisini başlarında şapkaları ve ağızlarında
sigaralarıyla karşılayan bakanlarla nazikçe el sıkışıyor ve Anglo-Sakson kuzenini telaşlandırmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Ancak salt iyi muamele ve sahte dayanışma hissiyle amacına ulaşması mümkün değil. Bu alanda uzman olan Führer bile Münih'teki son konuşmasında Londra'nın, son zamanlarda alelacele harlanarak Ame-
rika'nın materyalist
yardımlarıyla
yükselen umutlarını bir
kez daha yerle bir etti. Amerika'dan gelecek on uçaktansa İngiltere'nin tek bir uçağa sahip
olmasının
ve onun da yerli üretim olmasının çok daha iyi olacağını söyledi. Yalnızca böyle bir alışverişi düşünmek bile ulus olarak prestijinizi ve uluslararası etkinliğinizi kaybetmenize neden olur ancak gözlerini bu
kafası
karışık ülkeye diken
Amerikalı
reklamcılar, bunun
utanç verici bir eylem olacağını bildikleri
halde susuyorlar. Dürüstçe
söyledikleri şey ise
şu;
İngiltere savaştan sessiz
sedasız
çekilmeli ve Amerika onun yerine geçerek imparatorluğu sömürmeli. Hiç abartısız
olarak şunu söyleyebiliriz ki İngiltere'nin kazanma olasılığı çok düşük. Üstelik yaşananlar daha başlangıç. Henüz başlamadık bile hatta. Bahar yolda, ancak henüz gelmedi.
Halkımız
baharı öncelikle biraz
keyif biraz da karmaşık
duygular hissederek
duyumsayacaklar ruhlarında.
Ancak her durumda İngiltere'nin bütün umutlarını bağladığı kış artık bitti. Kendisine hizmet eden doğanın generalleri
Açlık, Sis, Soğuk ve
Devrim de teslim olmak için bekliyor.
Geriye sadece beklemek ve saklanmak kaldı. Radyo
yayınlarında
ve gazetelerde varsayımsal polemiklerin azaldığını ve gerçeklerin daha net anlatıldığını göreceğimiz günler de uzak değil. Bu
konuda herhangi bir endişemiz yok.
Bizler de aylardır
bekliyoruz ve İngiliz propagandacıların ekmeğin üzerindeki tereyağını
sıyırmasına asla
izin vermeyeceğiz.
Yeterince yaklaştığımızda kara propagandacılarımızı salıvereceğiz. Balçıkta dolanmaktan bizler de sıkıldık. Darbe
almadıkça,
kısa süre içerisinde kendinizi
aşmayı
hedeflediğinizi söylemenizde bir
sakınca yoktur. Ancak bir kez daha
silahlar konuşmaya
başlarsa, tüm konuşmacılar susar
ve yalnızca
silahlar, karşılıklı olarak konuşurlar.
İngilizler, Alman Denizaltı ve
Hava Kuvvetleri'nin indirdikleri ve Büyük Britanya'nın tamamının da gelecekte tadacağı darbeleri
az da olsa deneyimlemek durumunda kaldılar.
Bu da anakarayı çoktan harekete geçirdi bile. Gazetelerde bir tür öfke ve panik dalgası yayılmaya başladı ve en çok korkan lordlar, halkı sakinleştirmek için mikrofonların başına geçmek zorunda kaldı.
Eğer şimdiden bunları yapma gereği duyuyorsanız, gerçekten
saldırıya geçtiğimizde ne yapacaksınız? Belki de Londra'dakiler, kış aylarında saldırıların azalmış olmasını alaya almanın
ve asıl büyük espriyi sona, Alman hücum botlarının kumandanları ve mürettebatı İngiliz
gemilerini denizin derinliklerine
yolladığı zamana saklamanın
ucuz zevkini tatmak istiyorlardır. Ama elbette İngilizlerle böyle şeyleri konuşmanın bir anlamı
yok. Zira doğaçlama yaşamak onların kişisel zevki ve dünya üzerinde onların kaderlerini belirleyecek bir takım planlar yapan insanlar
olduğunu hayal ederek olabileceklere hazırlanıp en azından o an geldiğinde
darbenin yıkıcılığını azaltabilecek önlemler almayı düşünmekten acizler. Kendileri, yaptığımız uyarıları yalnızca Alman ukalalığı
olarak görmeyi tercih ediyorlar. Eh, bu durumda önümüzdeki baharda ve yaz
mevsiminde 'ukalalık'
dedikleri şeyin başarısına saygıyla ve şaşkınlıkla
şahit olma fırsatı bulacaklar. Belki kış bitmeden evvel daha az
gevezelik edip daha çok çalışmanın, kendilerince bir takım
espriler üretmek yerine uçak
üretmenin daha iyi olacağının farkına varırlar.
Esprilerden bahsetmişken! İngilizlerin günlük radyo yayınlarını
dinleyip dalga geçmenin keyfine de varıyoruz. Yayınlarda toy Eton[XXV]
öğrencileri kendi aralarında
Almanya'dan göçen Yahudiler hakkında şakalar yapıyorlar. Her seferinde yanlış yerlerinde güldüğünüz ezik bir komedi filmi izlemeye benziyor onları takip etmek. O kadar kötüler ki kendilerini dinlemenin size en ufak bir faydası olmuyor. Şöyle şeyler söylüyorlar: Almanya'dan sıkılan biri İngiltere'ye üçüncü
sınıf bir bilet alıp buraya gelebiliyor ancak Almanya'ya dönüş biletini asla alamıyor. Herkes bunda gülünecek bir şey
olmadığını takdir edecektir
elbette. Böyle
bir şaka yapan kişiye
ancak omzuna dostane bir biçimde vurarak Berlin'e özgü bir deyimle,
"Fena değil!
Seni ahmak!" denebilir. Bir yıl kadar önce
Paris radyosunda bir başka soytarı da bizi ahmak şakalarına malzeme ederek aklınca azarlamış, kendine fazlasıyla güven duyduğu için bize saldırarak
yeteneksizliğinin zirvesine çıkıp bizi eleştirmeye
ve hatta nutuk çekmeye kalkmış; sonra da kendisiyle faydalı bir tartışma içerisine gireceğimizi
sanmıştı ancak bizler kendisini
sessizliğimizle
cezalandırdığımız halde zerre zeka kırıntısı göstermeyen bu ahmak, sessizliğimizi, ona verecek bir cevabımızın olmadığı şeklinde
değerlendirmişti. Şimdilerde aynı ahmak, pantolonunu indirip ayakkabılarını bir köşeye fırlatmış, öylece yayılıyor ve yaptıkları
karşılığında kazandığı üç kuruşun keyfini çıkarmaya çalışıyor. Belki birkaç
Londralı Grock' çıkıp da kendisine işlerin nasıl bu kadar hızlı ilerlediğini ve yaptığı politik şakaların
nihayetinde eline ne geçtiğini soruyor olabilirler. Politikanın içine bulunduğumuz onlarca yıl boyunca bunun gibi çok sayıda soytarıyla ve şovmenle karşılaştık ancak neredeyse hiçbiri bizim canımızı sıkmayı başaramadı. Elimizin tersiyle ittik hepsini, yine de bazılarının, böyle soytarılarla
kısa süre için de olsa nasıl baş edeceklerini bilmemesi üzücü.
Bu kadarı yeterli! Yakın zamanda İngiltere'nin çok başka endişeleri olacak. Yaşanacak
hadiselerin gölgesi Üzerlerine düşmeye başladı bile. Radyolarımız,
net mesajlarımızı herkese yaymaya başladı. Hem anavatan hem de
cephelerde hepimiz harekete geçmeye hazırız. Herkes Führer'in tek bir komutunu bekliyor.
1 İsviçreli ünlü
palyaço Charles Adrien Wettach'ın kısa adı. Palyaçoların
kralı ya da Av- rupa"nın en büyük palyaçosu
olarak da anılır. Kendi döneminde
eğlence dünyasının en çok para kazanan ismi olmuştur.
Çok kısa bir
süre sonra çocuklar, vadinin
derinliklerinde açan
çiçeklerin şarkılarını söyleyecek ve
bütün
acıları unutacaklar.
Şairin de
dediği gibi, o zaman her şeyin ama
her şeyin
kökü kazınacak!
HABER POLİTİKASI
6 Temmuz 1941
Savaşta askeri güç, diğer her türlü
vicdani meselenin önündedir. Askerler, yaptıkları merhametsiz saldırılarla en hızlı ve en güvenli
zaferi getirirler size. Bu yüzden en belirleyici anlarda her şeyin onlara göre ayarlanması şarttır, haber politikaları
dahil! Uzun vadede savaş propagandalarının yalnızca
gerçeğe hizmet ediyor olması en iyisi olacaktır ancak yine de düşmanın kafasını karıştırarak anlık
bir başarı kazanmak uğruna akıllıca yalanlar söylemenin ve aldatıcı manevralar yapmanın da işe yaradığı doğrudur. Yine de uzun vadede bir propaganda ancak gerçeğin silahını kullanırsa
başarıya erişebilir. Alman haber politikaları da savaş süresince
bu prensibe göre şekillendirildi. Her şeyden
önce OKW'nin[XXVI]
kendi raporlarında ve diğer resmi iletişim
kanallarının belgelerinde bilgiler
sakince ve net bir dille aktarılır, rahatsız edici ve kafa karıştırıcı her türlü
ifadeden kaçınılarak büyük
başarıların yolu açılır. Kelimenin tam anlamıyla
iyi
propaganda budur ve hakiki bilginin kusursuzluğuyla en derin ve en güçlü etkiyi
yaratır.
Geri çekilmeleri ya da kayıpları hasıraltı etmeyi ya da zaferleri ezikçe bir
tavırla
büyütüp onlarla böbürlenmeyi reddeder. Yalnızca olanları, bir askerin net diliyle açıklar; ne
bir şey ekler ne de bilgiyi süsler, hatta
çoğu zaman olaylar hakkında açıklamada dahi bulunmaz. Gerçekleri bu şekilde aktarmak
-ki bu Alman silahlı kuvvetlerinin haberleşme biçimidir- Alman OKW raporlarının -dosta ya da düşman- dünyanın her yerinde en güvenilir kaynaklardan
biri olarak görülmesinin
esas nedenidir. Raporlarda asla şüpheye yer
yoktur. Başarı
amacı güdülmez. Şayet OKW
rapor ediyorsa mesele netlemiştir, sonrasında herkes neler olduğunu öğrenir, bunun aksi düşünülemez.
OKW,
savaş boyunca gerçeği yansıtmayan hiçbir bilgiyi paylaşmamış ve orduyu tehdit edebilecek hiçbir şeyi de açıkça dile
getirmemiştir.
Bazen gerçek bilgileri
de sırf emin olmak için geç açıkladığı olmuştur ancak bunu da yalnızca bizim
iyiliğimiz
için yapar ve bilgiyi de en fazla birkaç gün gizli tutar. Aksi takdirde Alman
ordusuna verilecek erken bir bilgi bize zarar verebilir ya da düşmanın ordusuna
fayda sağlayabilir.
Şayet batıya ilerleyişimiz sırasında ordumuzun
Kanal kıyısında
kaydettiği büyük ilerleme,
olması
gerekenden birkaç gün sonra haber yapıldıysa, bunun nedeni düşmanın bu
olağanüstü
bilgiden etkilenme ve sonraki operasyonların riske girmesi ihtimalinin doğmuş olmasıydı, bu noktada OKW'nin görevi düşman ordusuna, karşı operasyon planları kurabilmeleri
için
doküman sağlamak olamazdı. Zira
birkaç
gün sonra Fransız generalin
eşyaları
arasında bulunan dosya ve dokümanlar bu tahminlerin doğruluğunu kanıtlayarak Franko - İngiliz ordularının Flander kıyılarının ötesinde birbirleriyle bağlantılarını neredeyse bütünüyle
kaybettiklerini ve lidersiz kalarak kendi başlarına operasyonlar yürütmeye başladıklarını gösterdi. Alman halkının
bu
operasyondan birkaç
gün sonra haberdar olması, askerlerimizin canlarını kurtardı ve bize bir zafer daha kazandırdı.
Girit
Adası'na
yapılan çıkarma da
aynı
şekilde halka duyurulduğunda, çıkarma başlayalı beş gün
olmuştu, elbette bunun geç haber
yapılmasının
nedeni Alman ordusunun, bu özel askeri
harekatın
başarılı olacağından şüphe duyması değildi. Bu harekat için de
aynı
özenle hazırlanıldı ve
bu sebeple başarılı
olmasına daha en başından kesin
gözüyle
bakılıyordu. Ancak
bu noktada da yine düşmanın
bizi takip ediyor olma ihtimali
dikkate alınarak
harekatın kapsamı, genişliği ve
amacına dair detaylı bir
OKW raporuyla bizzat bizden bilgi almaması için çıkarmanın halka açıklanması ertelendi. Zira verilen raporlar aynı zamanda
salt askeri mühimmatlar
da dahil olmak üzere harekatta
kullanılacak
malzemelerin bilgisi ve değerlendirmelerini de kapsıyor. Bu
noktada hepsi olmasa da bazı başarılarımızda haber politikalarımızın beceriyle yönetilmesinin de katkısı olduğu inkar edilemez. Haber politikamız, söz gelimi İngiltere'nin militer amaçlardan uzak olan, yalnızca rapor
etmekten ibaret haber politikasından fayda bakımından çok farklı. Savaş boyunca çıkarlarımızı, eylemlerin selameti için bir
kenara bırakıp da en sonunda, başlangıçta söylediklerimizin tam tersini kabul etmek gibi utanç verici
bir durumdan kendimizi kurtarmış olduk.
Geçtiğimiz
yılın Mayıs ayında, Batı kendini
savunmaya başladığında,
her ne kadar gelişme kaydediyor olsak da OKW raporları ilk
birkaç
gün için, operasyonların durumunun
netleşmesi
bakımından kısıtlandı ama
bu arada İngiliz
basını, gelecek operasyonların olağanüstü derecede şişirilmiş varyasyonlarını açıklayıp durduktan sonra en nihayetinde göz alıcı Dunkerque
Tahliyesi başarısıyla
gerçekten komik duruma düştü. Bizler
ise savaşın
başından beri mütevazılığımızı koruduk ve en nihayetinde zafere ulaştık. İngilizler savaşın başında çok yoğun
raporlamalar
yaparken en sonunda tüm dünyanın alaycı kahkaha-
lan
karşısında
kendi köşelerine çekilmek zorunda kaldılar. İşte, Girit Çıkarması'nda da aynı şey oldu.
Bizler kelimenin tam anlamıyla her
şeye kulak tıkarken Bay
Churchill halkın
karşısına çıkıp Girit'in
İngilizler
için bir prestij meselesine dönüştüğünü ve adanın savunmasının, bir tür 'hayat
memat meselesi' olduğunu
söyledi ama nihayetinde adayı biz
aldık ve Bay Churchill, kendini yine dezavantajlı bir konuma düşürmüş oldu.
Savaştaki
haber politikamızın en doğru yöntem olduğunu kimse
inkar etmeyecektir. Genelde çok ufak
sözler verdik, hiçbir harekatta
abartıya
kaçmadık. Şimdiye dek
hiç,
aşağılayıcı bir
geri çekilme,
tahminlerimizin gerçeklerle ters düşmesi ya
da halkımızı
ve dünyayı yanlış yönlendirdiğimizin ortaya çıkması gibi
durumlar yaşamadık.
Bildiğimiz tek şey şu; açıkça şunu teyit edebiliriz ki OKW raporlarının tarihleri, içerikleri ve verdiği bilgiler,
Reich'ın
diğer medya araçlarında olduğu gibi Alman haber politikasının gerçeğe olan sevdasıyla pekiştirilen üst düzey bir bilinçle harmanlanmıştır ve Tanrı'ya şükür ki haber içeriklerinde en ufak bir değişiklik yapma ya da bir şeyler ekleme
gereği
duyulmamıştır. Herkes,
ister açıkça ister gizlice operasyonlar kapsamında uyguladığımız haber politikasının ciddiyetini test etmekte özgürdür. Politikamızı İngilizlerin haber politikasıyla da karşılaştırdığınızda bugün bile verdiği bilgilerin
doğruluğunun
tarafsız kimselerce kanıtlanama- dığını, kimin doğruyu seçip kimin yalan söylediğini kolayca anlayabilirsiniz.
Batı harekatlarının başladığı dönemde Alman savaş haberleri politikası konusunda bir okul örneği yaşandı. Bir hafta boyunca OKW, her geçen gün halkın tansiyonu yükseldiği ve ara sıra Moskova
ve Londra'dan neredeyse acımasızca denecek kadar yanlış bilgiler
verildiği
halde, yalnızca operasyonların genel durumu hakkında bilgilerin
yer aldığı tek bir rapor yayınlandı. Alman halkı, operasyonların selameti açısından sabırlı olmalıydı; yanlış
yönlendirilen ulus-
lararası kamuoyu
ise, yalnızca
haber politikamızın kredibi- litesini artırmaya hizmet
edecek şekilde
gerçekte yaşananlardan
bihaber kalıyordu.
Böyle durumlarda halkın, lakayt,
düşmanca
ve yalan yanlış kampanyalara
sabırla direnerek, düşmanın işine yararken kendi ordusuna zarar
verecek olan erken paylaşılan
operasyon planlarına dair abartılı ve
yalan haberler karşısında
metanetini korumalıdır. Batı harekatlarının ilk haftasında her şey bizim
lehimizeydi. Daha harekatların
ilk gününde elimize,
halkla paylaşılması
durumunda hepsini çok mutlu
edecek ve dünya kamuoyunun dikkatini fazlasıyla çekecek raporlar verildi. Hepsinin açıklanmasına izin verdik çünkü bunu
tolore edebilirdik. Savaş süresince o kadar harikulade askeri başarılar elde
ettik ki her seferinde, aldığımız her
güzel haberde İngilizler gibi mikrofon başına geçme gereği duymadık. Durup bekledik. Bizler gibi halkımız da
yeni operasyonların
daha en başında İngilizler gibi korkulara kapılmadılar. Bu yüzden uydurma
zafer konuşmalarıyla
halkı avutup sonrasında utanç verici bir geri çekilmeyi bir
kahramanlık
hikayesine dönüştürmek zorunda kalmadık. Alman
halkı, ordusuna ve liderine öyle sarsılmaz bir güven duyuyor
ki bir hafta boyunca durumla alakalı tek
bir haber dahi verilmese bile kimsenin cesareti kırılmaz. Hiçbir tehlike halkın ideallerinden
daha güçlü
olamaz. Her koşulda Alman
yönetimi;
Alman haber politikasını iyi uygulayabilmek ilk ve öncelikli olarak
orduya hizmet etmesini sağlamak ve
gerektiğinde
tarihi zaferlerin kayıtlarını tutarak herkesin bir şekilde muharebelerin
hakiki yıkıcılığına
aşina kılmak için halkıyla tam
bir koordinasyon içinde
çalışması gerektiğine inanıyor.
Bugün bir
İngiliz bunu asla anlayamaz. Zira onlarda
savaşın
sevk ve idaresi, kol gücüyle değil çene gücüyle yapılıyor. Bay Churchill, yenilgilerinin çorak topraklarında ufacık bir başarı filizlendiğinde, derhal onu koparıp açlıktan ölmeye yüz tutmuş
canavarlarının önüne atmak
zorunda kalıyor.
İngiltere'den ve kendisinden bunları bekleyenler
olmasaydı
da Churchill'in başarıların nihayete ermesini bekleyecek zamanı olmayabilirdi.
Zira kapının
önünde pusuya yatmış bekleyenler
aslında ona sadık olanlar
değil, kendi çıkarını gözetenler ve zorunluluklarının yükünden kurtulmak isteyenlerdir. Ne eline bir şey geçer ne
de kendisine destekçi
bulabilir. Eline bir ganimet geçtiğinde, sahte olsa dahi onu derhal İngilizlerin kara delik misali her şeyi yutan
kredilerine aktarmak zorunda kalıyor.
Diğer yandan
bizler, dedikleri gibi sükunetimizi koruyoruz. Almanya'nın savaş sevk ve idare politikası gibi haber politikası da iki kez düşünmeyi ve
genel plana uygun şekilde hareket etmeyi tolore edebilecek
bir sistem. Arkasında,
her türlü sessizlikten
anında
şüphelenen kötücül insanlar
yok. Alman ulusu bu savaşla birlikte
büyüdü ve olgunlaştı. Artık öyle yapay cesaretlendirmelere ihtiyacı yok
zira başarının
doğrudan kendi gücünden geldiğine yürekten inanıyor. Adalet anlayışı ve
günlük
görevleri konusundaki farkındalığı ulusumuza, savaş karşısındaki tutum ve yarattığı ihtiyaçlar konusunda çok değerli bir tutum olan şevkle çalışma becerisi
kazandırıyor.
Hepimiz biliyoruz ki ulus olarak
bu savaşı kazanmak zorundayız. Görevlerimizi yerine getireceğiz ve her bir görev, kazanma
arzusunu yaratan bütün parametrelerin ortak çalışmasına katkıda bulunacak. Hizmetlerimiz ve
yerine getirdiğimiz
günlük görevler, çalışma şevkimizin göstergesi. Halkımızın tamamı,
özellikle de kritik ve gergin zamanlarda sakinliğini koruyarak yüzünü yalnızca Führer'e dönüyor. Şayet Führer sessiz kalırsa, bunun için haklı nedenleri olduğunu biliyor
ve aynı zamanda tekrar konuştuğunda, dudaklarından muzaffer cümleler döküleceğine inanıyorlar.
PEÇE
NİHAYET KALKIYOR
6 Haziran 1941
Yüz binlerce
genç Alman askeri, doğu sınırımızdan geçip 'işçi ve çiftçi cenneti'
olarak ünlenen yere giriş yapıyor. Şayet Nasyonal Sosyalist Hareket başarılı olmamış olsaydı, şimdi hepsi Kızıl Savaşçılara katılır, Kızıl Bayrağı taşır ve 'işçilerin anavatanı' için hayranlık uyandıran ilahiler söylerlerdi. Bir araya geldikleri her toplantının sonunda 'bilge Stalin'i, 'dünya
devriminin lideri' ve 'dünyaya barış getiren adam' olarak anıp överlerdi. Birkaç gün önce bir Londra gazetesinde batı cephesinin
açılmasının
Almanya için tehlikeli
olabileceğini
zira genç askerlerimizin,
Bolşevizmle
doğrudan tanıştıklarında ondan
etkilenebileceklerine dair bir şeyler yazmıştı. Bahsettiğimiz gazetenin hayal kırıklığına uğrayacağını şimdiden söyleyelim. Zira askerlerimiz, insanların Bolşe- vizm dediği şeyi daha cepheye gitmeden öğreniyorlar. İlk olarak Nasyonal Sosyalistler,
Moskova'dan yayılacak
her türlü entelektüel ya da ruhsal 'hastalığa' karşı bağışıklık kazanmış
durumdadır. İkincisi ise
askerlerimiz Bolşevizmi
yalnızca teorik olarak görmekle kalmaz,
uygulamasını
da
deneyimlerler.
Bu yüzden
dayanıklılıkları hem
Londra'yı
hem de Moskova'yı rahatsız edecektir.
Sovyetler
Birliği,
daha ilk günden kendini
dünyanın
geri kalanından ayırırken ne yaptığını çok iyi biliyordu. Her ne kadar programlarında ve açıklamalarında kendilerini sosyalist
olarak adlandırsalar
da ne Nasyonal Sosyalist Almanya'nın yaptıklarını yapmaya cesaretleri var ki buna
binlerce kez yaptığımız
bir uygulamayı örnek verebiliriz: Kendi çiftçilerini ve işçilerini kendi gemileriyle uzak ülkelere gönderip hem oraların güzelliklerinin tadını çıkarmalarını hem de kendi ülkelerindeki şartlarla oranın şartlarını
kıyaslamalarını sağlamıştır hükümetimiz. Çiftçi ve işçilerimiz böy- lece halklarını ve ülkelerini, düzenlerini, hükümetlerinin
açıklığını ve adaletini sevmeyi öğreniyorlar. Bolşevizmin yarattığı sosyal illüzyonu koruyabilmesinin
tek nedeni; aldatılmış
halkın içinde bulunduğu şartları kıyaslayabileceği herhangi bir düzen tanımamasıdır. Kişi yirmi beş sene
boyunca karanlık bir
hücrede
kalınca ufacık bir
gaz lambasını
bile güneş zannedebilir
ve yirmi beş yıl boyunca sözde Sovyetler
Birliği denen ülkenin vatandaşı olan bir kişi ise
korkunç bir kulübeyi bir
saray, bir parça
ekmeği tanrıların yemeği olarak
görebilir
zira yıllar boyu,
Bolşevik
olmayan ülkelerdeki insanların hiçbir yiyecek bulamadığına dair masallar dinlemiştir. Moskova'nın kendine has bir dünyası var.
Dogmatik parti doktrini, kurnaz Yahudiler ve aç gözlü kapitalistlerden oluşan bir
güruh, Sovyetler Birliği'ni oluşturan mazlum halkı kullanmaya
devam ediyor. Bolşevizmden
önceki zamanları hatırlayanlar, hatta
yalnızca
birilerinden o dönemleri dinleyenler
bile tek tek katledildi. Halk, başka ülkeleri göremediği, oraları ziyaret dahi edemediği için, uyuşturulmuş insanları,
gerçekte cehennemden farksız olan
Sovyetler Birliği'nin
bir cennet olduğuna inandırmak çok da zor olmasa gerek. Sovyetler Birliği'nde yapılan, koca insan-
lık tarihindeki
en büyük ve en kurnaz toplumsal aldatmacanın ta kendisidir.
Nasyonal
Sosyalist Devrimi gerçekleştirmemizden
kısa süre sonra politik suçlar işledikleri için Almanya'dan kaçan bir
grup komünist,
Almanya'da hapishanede olmanın sözde Sovyetler Birliği'nin özgür bir vatandaşı olmaktan
çok daha iyi olacağını söyleyerek ülkelerine geri döndüler. İşte bugün, Doğu sınırına yürüyen askerlerimiz Bolşevik aldatmacanın kurbanlarının neler yaşadığını kendi gözleriyle görecekler. Maskeler düşüyor. Bolşevizmin başarıyla -ve haklı olarak-
kendi etrafına
sardığı sır perdesi
aralanıyor.
Moskova'nın gerçek yüzü ortaya
çıkıyor.
Tüm bunları, bir günlüğüne cepheden
Berlin'e gelen subaylarımızın
hikayelerinden dinliyor,
anavatana ulaşan asker mektuplarından okuyoruz. Çok az
ordu, düşman
topraklarına böyle büyük bir
merakla girip beklediği
en kötü şeyden bile daha kötüsüne şahit olmuştur. Yaşananları anlatmak için kelimeler
yetersiz kalır. Sayemizde Bolşevizmin aslında yoksulluk, inatçı bir
doktrin olduğu ve yapıcı düşünceden yoksun olmak şöyle dursun
bütünüyle, göz alıcı sosyalist
söylemlerin
aksine akla gelebilecek en baskıcı sosyal
çürümenin
beşiği bir rejim olduğu anlaşıldı. O topraklarda, kelimenin tam anlamıyla devasa
bir ihanet söz konusu.
Bazılarının, askerlerimizi etkileyeceğini düşündüğü şey tam tersi etki yarattı. Belki
daha önce askerlerimizden bazıları Nasyonal
Sosyalistlerin kendilerine Bolşevizm hakkında anlattıklarının biraz abartılı olduğunu düşünüyordu ancak kendi gözleriyle gördüklerinde durumun çok daha
kötü
olduğunu anladılar. Polonya'nın Litzmannstadt,
Krakow ve Varşova gibi gettolarına giren komutanlarımız için de aynı şey söz konusu olmuştu; onlar
da antisemitist görüşlerimizi insanımıza böyle baskıyla dayatıyor olmakta ne kadar haklı olduğumuz gördüler. Vatana geri döndüklerinde hep
anlattığımız tehlikenin gerçekten ne
kadar ciddi olduğunu
anlamışlardı. Bugün doğuya ilerleyen
askerlerimiz de Bol- şevizm konusunda
aynı
şeyleri yaşayarak geri
dönecekler
kendi topraklarına.
Böylesi bir
hastalıklı
görüşün tüm Avrupa'ya
ve hatta tüm
dünyaya yayılmak istemesi
ne kadar saçma; kolera hastası birinin,
kendisi dışında herkesin hasta olduğunu ve
sağlıklı
insanları, sözde kendisi
kadar 'sağlıklı'
kılmak için onlara
hastalık
bulaştırmanın kendi
görevi ve hakkı olduğunu düşünmesinden farksız.
Aslında ne
olduğu ortaya çıktıktan sonra
Bolşevizmin
özünün sorgulanmaya başlaması tesadüf değil. Tüm Avrupa'da bu konuda bir uyanış yaşanıyor. Sağlıklı bir merkezi olan toplumlar farklılıklarını bir kenara koyarak bir araya
gelip Doğu Cephesi'ne doğru yola
çıkıyor.
Bu arada Bay Churchill ise
demokrasi ve plutokrasi arasındaki uluslararası iş birliğini
pekiştirmek için koşturuyor; geçtiğimiz yirmi
beş yıl boyunca aynı yerleri
sözde
işçi cenneti olarak parlatan
kendileri değilmiş
gibi...
Bir
arada olmak için
yaratılanlar bir
arada olmak zorundadır.
Bay Churchill'in kendini sarıp sarmaladığı Yahudi bağları sayesinde
Kremlin'e erişmesinin
çok kolay olacağından şüphemiz yok. Bilge Stalin gururlanabilir:
Sovyetler Birli- ği'nin
halkları, kurduğu rejimin
korkunçluğunun
ayırdına vardıkça Fleet
Street'de1 dağıtılan plutokrat
gazeteler kendisine giderek daha fazla hayranlık duyacak.
Hepsi, Stalin'i Bay Churchill'le kıyaslayarak onun cesaretine ve metanetine imrenip kendisine övgüler yağdırıyor. Bizimse söyleyecek bir şeyimiz yok.
Tek umudumuz, Bolşevizme
ufacık da olsa bir şüpheyle yaklaşan son insana da ulaşarak ona
gerçekleri
tüm çıplaklığıyla anlatana
kadar var gücümüzle
çabalamak.
1 Londra'nın merkezi caddelerinden biri.
OKW'nin
son raporunda, Minsk bölgesinde yirmi bin kadar Bolşevik askerin,
komutanlarını
öldürdükten sonra
alanı Alman askerlerine bıraktığı bildirildi.
Bugün ise elli iki bin askerin daha çekildiği duyuruldu.
Bu, bir işaretten
daha fazlası. Bolşevizmin Yahudi terörünü destekleyen
yönetici sınıfının sonunun
yaklaştığının
işareti. Hepsi çaresizce akıntının tersine dönmesini bekliyor.
Alman radyosundan yapılan
Rusça yayınları dinleyenler
ve hatta ellerine ufacık bir Alman broşürü geçenler bile katlediliyor. Kremlın'deki bir grup korkak yalancı da
sonlarının
geldiğini hissediyor. Moskova gazeteleri,
panik ve dedikodu yayanlara, kendilerine karşı çıkanlara ve muhalif gazetecilere kana susamışça- sına saldırıyor. Yaptıkları bize, Reich'ın yönetimini devralmadan önceki durumu,
sınıf bilinci olan proleterlerin bizim toplantılarımıza katıldıkları için uyarı
aldıkları zamanları hatırlatıyor. O
zaman da gerçeklerden,
şimdiki kadar çok korkuyorlardı. Yalanlardan ördükleri ağın çözülmesini ve üzerinde durdukları zeminin sarsılmasını korku içerisinde izliyorlar. Her birini bizim
yerimize tarih yargılayacak!
Lemberg'e
doktorlar, hukukçular,
gazeteciler ve radyo programcılarından oluşan bir heyet yolladık ve
döndüklerinde hepsinin yüzleri asıktı, şahit olduklarını tasvir dahi edemiyorlardı. Gazetelerimiz, Bolşeviklerin yönetimi altında yaşananların yalnızca ufak bir kısmını yazdılar. Öldürülen Ukraynalıların fotoğraflarını halkla paylaşmak istemedik zira görenlerin insanlığa olan inançlarını kaybedeceklerinden korktuk. Şeytandan farksız bir askerin, Ukraynalı bir
kadının
karnını yarıp dışarı çıkardığı embriyoyu
duvara çivilediği
görüntülerle kıyaslanınca bilinen
infaz yöntemleri
gerçekten zarif birer eylem gibi kalıyor. İnsan gözü, böyle görüntülerden
onlarcasına bakacak
kadar güçlü
değil. Orası dünyanın cehennemi.
Böyle
şeylere vesile olan bir görüşün, bizlerin
yaratmak istediği
dünyada yeri yok. Böylesi bir
görüşün
kökü derhal kurutulmalı.
Bay Churchill'in ve
parayla tuttuğu
korkak gazetecilerinin, gösterdiğimiz onlarca kanıtı
görmezden geleceğini ya da çarpıtacağını pekala biliyoruz. Onlar neyi görmek istiyorlarsa onu görüyor; kendilerini tatmin etmeyecek şeyleri ise görmezden geliyorlar. Ancak tüm bunlar, bizim tüm dünyanın gözü önünde yapılması gerekeni yapmamıza engel olamayacak. Bolşevizme karşı verdiğimiz savaş,
ahlaklı insanlığın ruhani çürümüşlüğe, toplumsal erdemlerin çöküşüne, ruhsal ve fiziksel teröre ve bir sonraki kurbanını seçmek için cesetlerden oluşan bir dağın tepesinde oturanların kötü politikalarına karşı verdiği bir mücadeledir.
Zira kendileri, Avrupa'nın tam kalbine bir hançer saplamaya hazırlanıyorlar. Şayet o hayvani orduları Almanya'nın ve batının sınırlarından geçmeyi
başarırsa neler olabileceğini kimse hayal dahi edemez. 22 Haziran1 gecesi Führer'in orduya verdiği
emir, tarihi bir güç eylemiydi. Muhtemelen savaşın kaderini değiştirecek kritik bir karar olduğu da çok sonraları ortaya çıkacak.
Führer'in emrine uyan askerlerimizin her biri, Avrupa kültürü ve medeniyetini,
politik bir bataklığa
dönüşme tehlikesinden koruyan kurtarıcılardır. Almanya'nın
çocukları yalnızca kendi topraklarını korumaklar kalmıyor, tüm medeniyetleri kurtarıyorlar. Nasyonal Sosyalist öğretilerle eğitilen çocuklarımız
hızla doğuya ilerlerken tarihin en büyük aldatmacasının maskesini düşürüyor ve kendi halkları ile tüm
dünyaya aslında ne olduğunu ve başlarına neler gelebileceğini
açıkça gösteriyorlar!
Tüm insanlığa çıkış yolunu gösterecek olan feneri ellerinde tutuyorlar!
1
Nazi Almanya'sının,
savaş ilanı olmaksızın Sııvy..ıler Birliği ne saldırdığı gün.
20 Temmuz 1941
Yahudiler,
kendi doğalarında
herhangi bir değişiklik yapmaksızın etraflarına uyum sağlamak konusunda
uzmandır.
Tehlikeyi algılamalarını sağlayan doğal içgüdülere sahipler ve kendilerini korumaya yönelik eğilimleri genelde, tehlikeden kendi yaşamlarını riske atmadan ve herhangi bir gereksiz
cesaret örneği
göstermeden kaçmalarını sağlayacak yollar
bulmalarına
vesile oluyor. İşte bu
kaypak ve sinsi yöntemleri
fark etmek gerçekten zordur.
Neler olduğunu
anlamak için kişinin Yahudiler konusunda deneyim kazanmış olması gerekir. Fark edildiklerinde size
verdikleri karşılıklar
çok basit ve primitif oluyor örneğin. Başkaları, bir insanın o
denli utanmaz olabilmesine ihtimal veremediği için eşi gö- rültnemiş bir utanmazlık sergileyerek paçayı kurtarıyorlar. Bir zamanlar Schopenauer'ın dediği gibi, Yahudiler yalanın ustalarıdır. Gerçeği çarpıtma konusunda o kadar uzmandırlar ki karşısındaki masum insana, hakikatin tam
tersini inanılmaz
basit yöntemlerle anlatır ve bunu da olağanüstü bir inandırıcılıkla yaptıkları için masum dinleyicilerinin
kafaları karışır ki bu, tam da Yahudilerin kazandığı andır genelde.
Yahudi
dilinde buna chutzpah denir. Chutzpah, yalnızca Yahudilikte böyle şeyler olduğu için başka milletler bu kelimenin karşıladığı şeyi anlayamadığından başka herhangi bir dile çevrilemeyen tipik bir Yahudi deyimidir. Başka dilleri
konuşan insanlar, bu kelimenin karşıladığı eylemi belirtecek bir ifade bulmaya gerek görmemişlerdir zira bu deyimle anlatılan şeye çok yakın olan eylemler dahi kabul
edilemez. Temel olarak anlamı; sınır tanımaz, akıl almaz ve küstah bir
arsızlık
ve utanmazlıktır.
Yahudilerle
polemiğe
girmenin çarpık zevkini
tattığımız
sürece, Yahudilerin karakterlerinin tipik
yanlarını
oluşturan
chutzpah dedikleri eylemlerin pek çok örneğiyle karşılaşma şansı buluruz. Korkaklar cesur; samimi
olanlar yapay ve cesur insanlar da iflah olmaz ahmaklara dönüşür. Şişko ve terli stokçular kendilerini
dünyayı kurtaran komünistlermiş gibi gösterirken iyi yürekli askerleri
canavarmış
gibi tasvir ederler. Normal
aileler aşağılanırken
çok eşlilik, insanlığın gelişim idealiymişçesine yüceltilir.
Mide
bulandıran,
insan zihninin ürettiği tüm pisliğin kaynağı olan baştan savma
iş yapma özelliği, kusursuz
bir sanatmış
gibi tanımlanırken gerçek zanaatlar aşağılanıp yok sayılır. Katil
değil, maktulde suç bulunur.
Koca bir toplum üzerinde
yeterince uzun süre uygulandığında hem mental hem de duygusal
anlamda paralize olmanıza
neden olacak bir toplumsal
aldatma sistemidir bu, o uzun sürenin sonunda her türlü doğal savunmayı baskılar. NASYONAL SOSYALİZM gelmeden evvel Almanya da buna
benzer bir sistemin kurbanı olma
tehlikesiyle karşı
karşıyaydı. Şayet onları alt
etmemiş
olsaydık, halkımız son
anda sağduyuyla
hareket etmeseydi, Yahudiliğin bir toplumun başına sarabileceği en şeytani hastalık olan Bolşevizm ülkemizi ele geçirecekti.
Bolşevizm aynı zamanda Yahudilerin chutzpah
dedikleri şeyin bir ifadesidir. Vahşi Yahudi
parti liderleri ve kurnaz Yahudi kapitalistler, hayal edilebilecek en utanmaz
eylemi gerçekleştirmeyi
başardılar. Sözde proleterleri,
gerçek ya da uydurma sorunları daha
da büyüterek
sınıf çatışmalarının içine çektiler. Tek
amaçları,
Yahudilerin baskın çıkmasını sağlamaktı. Plutokratlar, sosyalizmi büyük bir
finansal diktatörlük
kurmak için kullandılar. Bir tür evrensel
devrim yaparak bu deneyi Sovyetler Birliği'nden dünyanın geri kalanına yaymak
istiyorlardı.
En nihayetinde de dünya, Yahu-
diler tarafından
yönetilecek duruma
gelecekti.
Ancak
Nasyonal Sosyalist devrim bu girişime ölümcül bir darbe indirdi. Dünya çapında tüm Yahudiler, artık yaptıkları ajitasyonların Avrupalı
toplumları alaşağı etmek
için yeterli olmayacağını anlayınca da savaşın çıkmasını beklemeye karar verdiler. Savaşın mümkün olduğunca uzun sürmesini istiyorlardı zira bu sayede Bolşevizm terörünü giderek körükleyecek ve zayıf düşen, yorulan, yetersiz
kalan Avrupa'nın
üzerine salacaklardı. Moskova'daki
Bolşeviklerin
amacı, savaşın başından beri
buydu. Zafer kazanmalarının
kolay ve kaçınılmaz olacağı bir anda savaşa girecekler ve o arada da Almanları, batı cephesinde kritik bir başarı kazanmalarına engel olmak adına mümkün olduğunca oyalayacaklardı. Bir Pazar Sabahı Führer'in kılıcı, yalan ve entrikalarla ördükleri ağı ikiye böldüğünde Kremlin'de ne şiddetli öfke çığlıklarının yankılanmış
olabileceğini hayal
edebilirsiniz.
O
zamana kadar Yahudi Bolşevik liderler
akıllı
davranarak geri planda kalmayı başarmıştı, bu yüzden muhtemelen
bizi kandırmış
olabileceklerine dair bir yanılgıya düştüler. Litwinow ve Kaganowitsch nadiren ortalıkta görünüyordu. Ancak sahne arkasında sinsi
eylemlerine devam etmekteydiler. Bizleri, Moskova'daki Bolşevikler ile Londra ve Was- hington'daki
Yahudi plutokratların
düşman olduklarına
inandırmaya çalıştırlar ancak gizliden gizliye bizi köşeye sıkıştırmayı planlıyorlardı hep birlikte. Şeytani oyunları ortaya çıktığı anda
birbirlerine arka çıkmaları
da bunu kanıtlamış oldu. Her iki tarafta da var olan
her şeyden
habersiz kimseler, gördükleri manzaraya inanamayarak gözlerini ovuştururken taktiksel hamlelerle bir kez daha
ikna edildiler.
Örneğin;
Moskova'da Yahudiler ATEİZM
DERNEĞİ kurdular ve onursal üyelerinden
biri de Sovyetlerin önde gelen isimlerinden biri oldu. Böylece Sovyetler
Birliği'nin
tamamında inanç özgürlüğü garanti
altına
alınmış oldu. Yalan haber yayma organları derhal
dünya
basınına artık kiliselerde
ibadet etmenin serbest olduğu haberini
yaydılar.
Her gece radyoda Enternasyonal Marşı çalarak yayın yapan Bay Eden, ilginç bir
tespitte bulunarak Bolşeviklerin
aslında düşman değil, tam tersine müttefikleri olduğunu söyledikten sonra da İngilizleri sakinleştirmek mümkün olmadı. O sırada anlatılan her şey o günlerde İngilizlere biraz ağır gelmişti ancak ünlü radyocu
iddiasını
sebatla sürdürerek Stalin'in büyük bir
devlet adamı ve ancak Churchill'le kıyaslanabilecek kadar büyük bir
reformist olduğunu
belirtti. Sonrasında Moskova ve Londra'da hüküm süren olağanüstü demokratik rejimler arasında benzerlikler
bulmak için
ellerinden gelen her şeyi yaptılar.
Dikkat
çekicidir
ki bu noktada aslında gerçeklikten çok da uzaklaşmış sayılmazlardı. Kendilerini tanımayan insanlar,
onların
gerçekten birbirinden çok farklı olduğunu söyleyebilirdi ancak uzmanlar, bir elmanın iki
yarısı gibi olduklarını hemen anlıyordu. İster iş üstünde ister sahnede isterlerse de sahne
arkasında
olsunlar, Yahudilerden bir farkları yoktu. Moskova'da dua ederken de
Enternasyonal'i söylerken
de Yahudilerin her zaman yaptığı şeyi yapıyorlardı. Bir şeyleri taklit
ediyorlardı
yalnızca. Genelde yavaşça, adım adım, diğerlerini uyandırmadan ya da rahatsız etmeden
etraflarına
uyum
sağlıyorlardı.
Ancak şimdilerde bizler onları deşifre ettiğimiz için bize çok öfkeliler. Ne olduklarını bildiğimizin farkındalar. Yahudiler ancak
gizlenebildiklerinde kendilerini güvende hissederler.
Birinin kendilerini fark ettiğini sezdiklerinde
ise kontrollerini kaybederler. Deneyimli Yahudi uzmanları, onların savurdukları hakaretler ve ettikleri şikayetlerde anında Eski Ahit'ten nefret söylemlerini hemen seçebilirler. Bize o kadar çok saldırdılar ki artık orijinalliklerini de yitirmiş durumdalar
gözümüzde.
Yalnızca psikolojik bir ilgiyle yaklaşıyoruz hepsine. Yahudinin öfkesi en
uç
noktasına ulaşana değin bekliyoruz,
sonrasında
parçalanma başlıyor. Mantıksız laflar ederek bir anda
kendilerine de ihanet ediyorlar.
Moskova
ve Londra radyolarında
söylenenler ve
Bolşevik
ya da plutokrat basın yayın organlarında çıkan makaleler gerçekten anlatılabilecek gibi değil. Londra,
iyi halini koruyup çevresine uyumlu
görünmesi
için Moskova'ya öncelik tanıyor. Bu sırada Moskova'daki
Yahudiler de bol bol yalan üretiyor ve
nihayetinde Londralı
Yahudiler bu yalanları alıp masum burjuvazinin inanacağı hikayelere
dönüştürüyorlar.
Bunu da son derece profesyonelce yapıyorlar. Lembert'te işlenen
ve geçmişte
tüm dünyayı dehşete düşüren korkunç suçlar elbette ki Bolşevikler tarafından işlenmemişti, bunlar ancak Propaganda Bakanlığı'nın uydurduğu saçmalıklardı. Alman habercilerin sözde kanıtlarını tüm dünyayla paylaşmaları da hiç uygun
değildi.
Bizler, sanatı ve
bilimi baskılarken
Bolşevizmin hüküm sürdüğü yerler
kültürün,
medeniyetin ve insanlığın hakiki merkezine dönüşmüştü. Hepimiz aslında Moskova
Radyosundan yapılan
yayınları keyifle dinliyorduk. Anlatılanlar o kadar saçma ve
mantıksızdı
ki neredeyse koltuklarımızı kabarttı zira Yahudi konuşmacıların Berlin'deki eski güzel günlerini anımsadıklarını tahmin ettik. Şayet çok kısa süreli bir hafızaları yoksa yaptıkları bütün aşağılamaların ne kadar berbat ol-
duğunu hatırlayacaklardır mutlaka. Her gece, suratlarımıza birer yumruk indireceklerini, hem
bizleri hem de diğer küçük
Nazi 'domuzları' döveceklerini söylüyorlardı. Elbette bunu yapmak
isteyebilirsiniz ancak istediğiniz şeyi eyleme dökmek çok başka bir şeydir, Baylar!
Olanların
trajikomik bir yanı da
var. Yahudiler gerçekten
çok güçlüymüş gibi
konuşuyor
ancak ilerleyen Alman
askerilerini görünce
tavşan misali kaçarak çadırlarına saklanıyorlar. Qui mange du juif, en meurt![XXVII]
Bu
noktada, Yahudilerin tarafında olanların kaybetmeye mahkum olduklarını söylemek yanlış olmaz. Bekleyebilecekleri tek şey, hızla yaklaşan yenilgileri olacaktır. Ellerinde yıkımın tohumlarını taşıyorlar. Bu savaşın, Nasyonal
Sosyalist Almanya'ya ve uyanmakta olan
Avrupa'ya son darbeyi indireceğini düşünmüşlerdi ancak yıkılan bu
kez kendileri olacak. Şimdiden dünyanın dört bir yanında aldatılan umutsuz insanların çığlıklarını duymaya başladık bile:
"Bu
Yahudilerin suçu!
Onların suçu!"
Adaleti
sağlayacak
olan mahkemenin kararı korkunç olacak. Bizim bir şey yapmamıza gerek bile kalmayacak. Her şey zaten
olacağına
varacak.
Uyanan
Almanya'nın
yumruğu bu ırkçı pisliği dağıtırken, uyanan Avrupa'nın yumruğu da elbet arkasından gelecek. İşte o
zaman taklitçilikle
bulundukları ortama
uyum sağlamak Yahudileri kurtarmayacak.
Kendilerini suçlayanlarla
bu kez doğrudan yüzleşmek zorunda kalacaklar ve ulusların mahkemesi
utanmazlıklarını
acımasızca yargılayacak.
Sonra
da zerre acımadan,
asla merhamet etmeden son darbeyi
indirecek. Dünyanın
düşmanı düşecek ve
Avrupa'ya barış gelecek!
28 Eylül 1941
"Geçmişte kafam karışıktı ve
yüceliği
olan hiçbir şeye inanmayı başaramıyordum. Ancak artık her
şeyi
gördüm ve eğer yaşarsam beni yüce Alman
İşçi Partisi'nin bir üyesi olarak
kabul etmenizi istiyorum. Ölürsem de,
Almanya uğruna seve seve ölürüm, bu
uğurda her şeye varım."
Bu
sözler, Donawitz'te görev yapan
Joseph Zezetka adındaki bir askerin, kasabasındaki grup liderine yolladığı mektuptan alıntılandı. Son üç ayda
Doğu Cephesi'nden buna benzer
milyonlarca mektup aldık. Her biri, Alman halkına Doğu Cephesi'nde yaşanan zorluklar,
tehlikeler, fiziksel ve ruhsal güçlükler hakkında bir fikir veriyor ancak aynı zamanda askerlerimizin zafer kazanacağına dair sarsılmaz bir
güven de aşılıyor yüreklerine. Hiçbir propaganda, hiçbir haber
raporu ya da hiçbir
fotoğraf bundan daha iyisini başaramazdı. Düşmanın, Alman halkına savaş hakkında yanlış ya da eksik bilgi verdiğimize dair bitmek bilmez yalan propagandalarına en güzel cevabı askerlerimizin mektupları veriyor. Doğrudan deneyimledikleri
şeyleri en yakınlarına,
yani
gerçeği gizlemek zorunda kalmadıkları insanlara yazıyorlar. Yıkıcı gerçekleri ne bir eksik ne de bir fazla anlatıyorlar. Doğuda, Avrupa
ve onun en tehlikeli ve en şeytani düşmanı arasında verilen bu devasa savaşta iddialarımızın doğruluğuna şahit olan en güvenilir insanlar
onlar.
Elbette
bu askeri operasyonların
boyutunu anlayamayan insanlar da
var. Olaylara alışık
oldukları pencereden bakıp aşina oldukları standartları baz alıyorlar yalnızca. Böyle insanlar halihazırda eşi benzeri görülmemiş bir dünya savaşı verildiğini algılayamıyorlar.
Bolşevizm kendini yok olmaktan
kurtarmak için
ulaşabildiği her
türlü
olanağı kullanıyor. Bu,
bir hayat memat meselesi. İçimizden yalnızca biri hayatta
kalacak. Herkesin, şayet
Führer Sovyet tehlikesine karşı harekete
geçmeseydi
neler olabileceğini bir düşünmesi gerekir. Ancak o zaman kapıda bekleyen
felaketin boyutlarını
sağlıklı bir biçimde idrak
edebilirler. Askerlerimiz Moskova'nın planlarına bizzat şahit oldu
ve önce
Almanya'nın sonra
da Avrupa'nın
yıkımı için yapılan hazırlıkları kendi
gözleriyle gördüler. Sovyetlerin
sistemini ilk elden deneyimle- yip sözde işçi ve köylü cenneti
olan ülkenin
gerçek şartlarını arada
hiçbir perde olmaksızın, tüm açıklığıyla gözlemlediler. Bunun geleceğe etkisi
gerçekten
büyük olacak. Nasıl ki
Polonya harekatından
sonra Almanya'da Yahudi sorunuyla
ilgili herhangi bir tartışma kalmadıysa, Doğu harekatı tamamlandığında
Bolşevizm hakkında da
kimse herhangi bir itirazda bulunmayacak. Bu bir harekattan, hatta bir savaştan çok daha fazlası. Bu,
kelimenin en geniş
anlamıyla kıtaların kaderini
belirleyecek tarihi bir mücadele.
Mücadelenin boyutları konusunda da aynı şeyler geçerli; yaptıklarımızın, herhangi bir kıyaslamada bulunulamaya- cak kadar geniş ve
güçlü
olduğunu anlıyoruz ancak
yabancı,
hatta tamamen tarafsız gözlemcilerin mücadelemizi kendi dar pencerelerinden değerlendirmeye çalışmaları tam anlamıyla saçmalık. Örneğin; Zürih ya da Bern'deki ancak bir
ilkokul
üçüncü
sınıf öğrencisinin bilgeliğine sahip
olan sözde militer yazarlar, doğudaki operasyonların boyutunun, fethedilmesi beklenen alanla kıyaslanamayacağını ve yok etme mücadelesinin verildiği alanın İsviçre'den daha geniş bir
alanı
kapsadığını yazdı. Rakamlar
ya da bölgeler
konusundaki değerlendirmelerimizi tartışmanın kime ne faydası olacak
peki? Dünya
Savaşı sırasında yüz bin
kişiyi tutsak ettiğimizde, okullar kapatılmış, fabrikalarda bayraklar yarıya indirilmiş ve sekiz gün boyunca
kilise çanları
çalınmıştı. Bugün bunlar
bize çok
sıradan görünüyor. Zira
geçmişte
olduğu gibi bugün de
önemli olan zafer kazanmak. Bugün de
askeri başarılar
askerlerin ruhsal ve bedensel çabalarıyla kazanılıyor ve askerlik nedir bilmeyenlerin
bunu anlaması
kolay değil. Önemli zafer ancak ve ancak kan akıtıp ter
dökülerek
kazanılır, biz anavatan toprağında gün be gün, her
saat kendi işlerimizle
uğraşırken cephede kelimelerle anlatılamayacak bir kahramanlık destanı yazılıyor. Haber gösterimlerinde Alman askerlerinin çamur ve
balçık
içindeki arazilerden geçtiklerini izliyoruz. Pilotların pike yapıp düşmanın üzerine dalışa geçişini ve kara birliklerini desteklediğini görüyoruz. Tüfekli birlikler yol kenarında, tek bir fısıltıyla verilecek olan yirmi metreye
kadar seri ateş
açma emrini bekliyorlar. Mühendislerimiz, düşmanın top ateşinin tam
ortasında,
üzerine köprü kuracakları nehrin
kıyısında
duruyorlar. Topçu birlikleri
göğüslerini
siper etmiş, düşmanın üzerine ölüm ve yıkım yağdırıyorlar. Bir siperin ortasına neredeyse
ölü gibi uzanmış ya
da on beş
dakikalık rüyasız bir
uyku uyumak için bir duvara dayanmış topçuların, tüfekli askerlerin, mühendislerin ve pilotların fotoğrafları geçiyor elimize. On beş dakikalık dinlenmeden sonra tekrar görev başına geçiyor, uçuyor, uygun adım ilerliyor,
köprü
inşasına devam ediyor, silahlarını ateşliyorlar, hem de onca yorgunluğa rağmen düşmanın kendini toparlamasına izin vermeden saldırıyorlar.
OKW
raporlarında
ise yalnızca operasyonların planlara uygun şekilde ilerlediği belirtiliyor. Ara sıra yine
radyolardan zafer duyuruları yapılıyor ancak biz yalnızca nefeslerimizi tutup bekliyoruz. Geçmişte de
benzer zaferler kazanıldı.
Tarafsız eleştirmenlerimiz istediklerini söyleyebilirler. Tüm edebi ve sosyal becerilerini
kullansalar dahi tek bir Sovyet köyünü bile
kuşatamayacakları
aşikar. Kahraman Alman
ordusu hem Avrupa'yı
hem de onları savunurken
oturdukları
tehlikeden uzak köşelerden çok bilmişlik taslayarak yazdıkları makalelerin pek de bir önemi yok.
Alman ordusu bir köşeye
çekilip de Bolşeviklerin ilerlemesine izin verseydi böyle militer
eleştiriler
yazma fırsatları da olmayacaktı. Bu insanlar çok fazla
şey biliyor olabilirler ya da söyleyecek çok akıllıca şeyleri olabilir ancak Sovyetler geldiği takdirde
onları sesini bir çırpıda keserdi.
Doğudaki
entelektüeller ya
da onlardan geriye ne kadarı kaldıysa bir noktaya kadar konuşabiliyor. Kendi deneyimlerinden biliyorlar Bolşevizmin ne olduğunu. Ancak
Bern, Zürih ve Stockholm'deki sözde entelektüellerin pek de bir şey öğrendiği yok. Objektiflikten çok uzaklar
ve kibarca ifade etmek gerekirse düpedüz peşin hüküm veriyorlar. Alman askerleri doğuda Avrupa
kültürü ve medeniyeti için mücadele ederken onlar, bu konuda mütemadiyen atıp tutuyorlar
ancak bunu yapabilmelerinin tek nedeni aynı Alman
askerlerinin onları koruyan kılıçlarını düşmanın üzerinden çekmemesi. İşte durum bundan ibaret.
Bunları söylemek arı kovanına çomak sokmaya benziyor olsa da bunu
yapmak gerekiyor. Bu sözde tarafsız entelektüelleri iyi biliriz biz. Asla taşıdıkları sıfatı hak etmeyen tiplerdir hepsi.
Neler olduğunu
anlamaktan dahi acizler. İleriye bakmak
yerine geçmişe
takılıp kalırlar. Ne
neler olduğundan
ne de neler olacağından haberleri var. Bir şeyleri, savaşın en başında bıraktıkları yerden alıp onların üzerine konuşmayı seviyorlar yalnızca. Ancak
o steril hayalleri gele-
ceği inşa etmek
için yeterli değil. Neyin
imkansız
olduğundan bahsetmeksizin mümkün olan
imkansızmışçasına
lanse etmeyi seviyorlar. Dokuz
sene önce partimizin politikada başarılı olmasını imkansız görüyorlardı. Bunu bile beceremeyenler dış politikada
gelecek başarılarımızı
ya da askeri ilişkilerimizin yönünü nasıl öngörebilirler!
Böyle insanlar ancak gerçekler yüzlerine çarpıldığında neler olduğunu anlıyor. İki hafta boyunca herhangi bir gerçeği kanlı canlı karşılarında görmezlerse, yeni çağı gözden çıkarmaya bile hazır bulunuyorlar.
Geçmişi,
bir bilim adamı hassasiyetiyle
irdelerken içinde
bulundukları döneme yedi
mühürlü kitap muamelesi yapıyorlar.
Almanya'da
iki haftalık
bir patates stoku sıkıntısı yaşanırsa örneğin, Alman
halkının
isyana hazırlanması gerektiğini salık veriyorlar. Kahve, sigara ya da biranın temininde
kısa
süreli aksaklıklar yaşandığında Alman
halkının
çoğunluğu bunu protesto etmezse hemen
psikolojileri bozuluyor. Bay Churchill ahmakça, saçma ve son derece abartılı demeçler verirken Almanya'nın buna nasıl bir
karşılık
vereceğini hevesle
bekliyorlar ancak bizler ona yanıt dahi
vermiyoruz. Zira Bay Churchill'in ve plutokrat çevresinin bizim yok olmamızı istediği pekala biliyoruz. Söyleyecekleri hiçbir şeyi umursamıyor,
yalnızca Führer'e mücadelesinde başarılı olması için yardımcı olmak amacıyla çalışmaya devam ediyoruz.
Çağın büyüklüğünü görmemizi sağlayan pencereyi kimsenin çamura bulamasına izin vermeyeceğiz. Nefret ve hasetle kıvranan düşmanımızın sinsi tehditlerini bertaraf etmek için fedakarlık yapıp önlem alarak yorulmak bilmeden çaba sarf
etmemiz gerektiğini
çok iyi biliyoruz. Her şeye ha-
zırlıklıyız.
Elbette günlük yaşamda da ilgilenilmesi gereken şeyler ve
taşınması
gereken yükler var.
Bunu kim inkar edebilir ki? Hepimizin savaş yerine
barışı tercih edeceği ve
sakin zamanlarda hepimizin daha mutlu
bir gelecek için plan-
lar
yaptığı da bir gerçek. Tehlikelerin
tam ortasındayken
hayatı sevmeyi öğrendik ve
ara sıra hayal ettiklerimiz bizi mutlu
eden barış,
güvende olma, kutlama ve mutlu yaşama düşünceleriyle hedefimizden uzaklaştırabiliyor.
Ancak
bunlar, Bay Churchill'in; kurnaz tahriklerine kapılmamıza ve giderek zayıf düşüp korkuya kapılmamıza dair umutlarını gerçeğe dönüştürür mü? Asla. Churchill her daim
ulusumuzun yıkımını
ve felaketini istiyor. Şayet eline
düşersek
bize, ailelerimize ve çocuklarımıza neler yapabileceğini çok iyi biliyoruz. Himayesindeki
Yahudiler, bize öfkelendikleri
her an, gelecekte neler olabileceğine dair işaretler veriyorlar
bize. Bizi kandıramazlar.
Dar görüşlü İsviçreli politikacılar ise bizlere, Reichstag'daki
Ekonomik Parti ya da Hıristiyan Yardımlaşma Vakfı'ndaki temsilcileri anımsatıyor. Reich'ın geleceği için Marksizmle savaştığımız dönemde bizimle alay ediyorlardı. Ancak Kızıl Cephe
çöktüğünde
her biri unutulup gitti.
Bizler
benzersiz ve kudretli bir çağda olduğumuzun bilincindeyiz. Zaman durmaksızın akıyor. Geleceğe devasa adımlarla ilerliyoruz
ve zamanın izinden gidenler ne şanslı ki
yepyeni bir çağın
kapılarının açılışına şahitlik ediyorlar.
NE ZAMAN VE NASIL?
9 Kasım 1941
Dünya Savaşı sonrası Avrupa'nın ne kadar hastalıklı bir yapıya büründüğünü ve yeniden sağlığına kavuşması için de ne tür kapsamlı değişikliklere ihtiyacı olduğu bu savaş sürecinde iyice netlik kazanmış durumda.
Bazen zararsız
bir soğuk hava
dalgası bir dizi hastalığın ortaya çıkmasına zemin
hazırlarken,
belirgin bir önem arz
etmeyen ufacık bir eylem ise dünyanın bir
bölümünü
kafa karışıklığına sevk edebiliyor. Tarihin bir parçasını oluşturan politikayı anlamayanlar, bahsi geçen olayın başlangıcının insanlığa büyük felaketler getirdiğine ve ulusların değişimine neden olduğuna inanabiliyorlar.
Örneğin;
Saraybosna'da atılan kurşun, Dünya Savaşı'nı başlattı ancak savaşın esas
nedeni o kurşun
değildi. Avrupa zaten yıllardır böyle bir savaşa hazırlanıyordu. Alman hükümeti yaklaşan tehlikeyi görmek istemedi
ve bu yüzden de kendini, daha önceden hazırlık yapmış olsaydı daha etkili bir biçimde mücadele edebileceği ancak bunu yapamadığı için olabilecek en kötü zamanda
yakalandığı
bir savaşın içinde buldu. Kişi, acımasız bir düşmanın ilk
kur-
şunu sıkmak için mümkün olan en iyi pozisyonu bulmayı bekleyeceğini bilmeli ve gerekirse ilk kurşunu kendisi sık- malıdır. Dönemin sorumluluktan kaçan hükümeti, tehlikeyi görmezden gelerek işlerin
daha da büyümesine neden oldu ve ancak iş işten geçtiği zaman ordularını harekete geçme emri verebildi.
Bütün bir ulusun hayat memat
mücadelesi
içerisinde, bu mücadeleyi başlatan esas olayın
insanların hafızalarından silinmesi doğal. Bugün verdiğimiz savaşın devasa boyutları
göz önüne alınınca savaşı başlatan olayın 1939 yılının
Ağustos ayında gerçekleştiğinin düşünülmesi ise tam bir saçmalık. Danzig şehrinin yeniden Reich'a katılması ve bu vesileyle bir koridor oluşturulması gerekiyordu. Almanya'nın bu mütevazı talebi dahi düşman tarafından reddedildi ve savaş bahanesi olarak kullanılarak bu kötücül mücadelenin başlamasıyla
kıtamızın tamamında deprem üstüne deprem yaşandı.
Ardından da Avrupa'nın bütün o eski, asla çözülmemiş ya da kısmen halledilmiş sorunlarının her biri tekrar su yüzüne çıkarıldı. Versay Anlaşması'yla,
yaşamımızı sürdürdüğümüz bölgedeki herkes bir nevi
zincire vurularak sosyalist Almanya'yı büyüyen popülasyonuyla, ölmeye yüz tutmuş plutokrasiler tarafından boğulduğu, genç Mihver Devletler'in1 dünyanın hiçbir kaynağına ya da zenginliğine erişiminin olmadığı,
sadık dalkavukları yardımıyla İngiltere'nin her istediğinde
onu rahatsız edebileceği; doğuda Sovyetler Birliği'nin yüz yetmiş milyon insanı, ancak barbar insanların besleyebilecekleri kadar vahşi niyetlerle büyük bir kriz yaratacak şekilde bütün kıtaya saldırmak üzere Bolşevik ordusu oluşturmak
için sefalete mahkum ettiği ve ekonomik ve sosyal yaşamın son temellerinin de bu
şekil-
1
İkinci Dünya Savaşı. ulusların bir araya gl"lerl'k oluşturduğu iki büyük grup arasında
gerçekleşmişti; Mihver Devletler aralarında anlaşan Almanya, lıalya ve Japonya tarafından kurulan ve Müttefik Devletler bluguna karşı savaşan gruptu.
de
yıkılacağı
ufacık bir alana sıkıştırdı; bahsettiğimiz bunca mesele de tartışmaya açık halde, öylece kaldı.
İşte bu
savaşla birlikte, hoşumuza gitse
de gitmese de, tüm bu sorunlar tek tek çözülmek zorunda.
En başından
itibaren de yasalara uygun davranmalıyız. Artık hiçbirimizin kaçışı yok. Hiçbir şeyi erteleyemeyiz. Savaşa katılacak her bireye ihtiyaç var.
Bugün
düşmanla mücadele edemezsek
yarın, muhtemelen çok daha
zor şartlar
altında savaşmak zorunda
kalacağız.
Kimse artık, Polonya
Danzig'i verip istediğimiz
koridoru açmamıza izin
verirse ya da Polonya operasyonlarının sonunda Fransa ve İngiltere Führer'in barış teklifini kabul ederse Avrupa'nın bütün sorunlarının çözüleceğini
düşünmemeliler. İngiltere'nin uslu
duracağına
ya da Sov- yetler Birliği'nin kurduğu devrim ordusunun aslında işe yaramaz bir oyuncak olduğunun ortaya
çıkacağına
kim inanır? Hayır, şu anda durursak, savaş birkaç yıl sonra geri döner ve
şu anki halinden tek bir farkı olur;
düşmanımız
Polonya operasyonlarımızdan sonra savaş konusunda
dersini almış ve bizim kapasitemizi aşacak silahlar
geliştirmiş
olurlar.
Kader
bize acımasız
ve amansız davrandıysa da iyiliğimizi istedi. Bizi, şayet düşmanımız -şüphesiz sonradan çok daha
büyük bir tehdit yaratmak koşuluyla- bizimle anlaşabilirmiş gibi rol yapsaydı asla
alamayacağımız
kararlar almaya zorladı. Bulunduğumuz bölgenin sorunları giderek daha fazla netleşirken, çözümlerin ertelenmesi artık mümkün değil. Mesele artık bölgesel sorunlara bir çözüm bulmaktan
daha fazlası;
mesele artık herkesin
meselesi. İşte
içinde bulunduğumuz savaşın boyutlarını ancak
böyle
tanımlayabiliriz:
Herkesin meselesi. Bu savaş sürecinde yaşanan -er ya da geç, muhakkak
bir savaşa yol açacak olan-
farklı
olayların arasında, şartların ne
olduğu
önemli olmaksızın bir
bağlantı
var. Her şeyden önce, diğer tüm savaşlardaki gibi bu savaşın da
hem ruhsal hem de fiziksel yükleri olacağını asla inkar edemeyiz. Bu noktada asıl önemli soru, savaşın ne
zaman
biteceği değil, nasıl biteceğidir. Eğer biz kazanırsak, akıllara gelen her türlü sorun
çözülecek:
Hammaddeler, yiyecek stokları, yaşam alanları, devletimizin sosyal dönüşümünün temellerinin atılması ve
Mihver Devletler'e dahil her milletin
ulusal bağımsızlığı.
Eğer kaybedersek, çok daha
fazlası elimizden kayıp gidecek:
Ulusumuzun tam anlamıyla
yok olacak.
İşte düşmanlarımızın asıl meselesi de bu: Ulusal varlığımız. Reich'ın ve onun müttefiki olan
ulusları,
nasıl en etkili ve kalıcı biçimde yok edecekleri konusunda fikir ayrılığına düşüyor olabilirler; biri askeri ve
ekonomik birliğimizin
çözülmesi gerektiğini söylerken bir
diğeri ulusumuzu ufak eyaletlere bölmeyi; üçüncü bir kimse, doğum kontrolü ve kürtajla nüfusumuzu on milyona kadar düşürmeyi ve
dördüncüsü
de altmış yaşın altındaki bütün Almanların
kısırlaştırılmasını teklif
ediyor. Ancak hepsi tek bir payda buluşuyor: Almanya'yı bir kez daha yendiklerinde bu kez
bizi tamamen yok etmek, tarihten silmek, ortadan tamamen kaldırmak istiyorlar. Bu kez, bize ufacık da
olsa bir var olma umudu verecek
bir Versay Anlaşması
da beklememiz mümkün değil. Düşmanlarımız, askeri operasyonlar konusunda ne
kadar çok
umutsuzluğa düşerse kana
susamışlık
kokan Eski Ahit hayallerine o
kadar büyük bir kinle tutunuyorlar. Attıkları sloganlar cahillere çekici geliyor
olsa da sözde
hümanist sözlerinin ardındaki yakıp yıkma arzusunu
bütün
çıplaklığıyla görebiliyoruz bizler.
Mihver Devletler şu anda kendi varoluşları için savaş veriyorlar ve eğer kaybedersek
kendimizi içinde bulacağımız cehennemin yanında savaşın getirdiği sorunlar ve güçlükler sönük kalıyor.
Gerçeği saklamaya
çalışmanın
bu noktada hiçbir anlamı yok. Açık olmak
hiçbir zaman bir zayıflık göstergesi olarak değerlendirilmemeli, bilakis sahip olduğunuz gücün hakiki bir kanıtı olmalıdır. Şayet 1917'de ulusumuza yüce bir
elçi
gönderilerek halka
1918 Kasım
ayında verilen kapitülasyon-
lardan
sonra olacaklar açıkça
anlatılmış olsaydı, son
anda soluğumuzun
kesilmesine asla izin vermez ve
ne yapıp edip o savaşı kazanırdık. Yirmi yıllık bir
mücadelenin
ardından 1918 yılının Kasım ayında ulusumuza verilen zararın telafi
edilmesi için Adolf Hitler gibi bir politik dehanın gücüne ihtiyacımız vardı. Ancak daha en başından onun
çabalarını
bile sekteye uğratmaya çalışanlar oldu. Ancak artık ikinci
bir şansımız
yok. Bugün elimize
geçen bu fırsat hem
en büyük hem de son şansımız. Her
gün bu gerçeği bütün çıplaklığıyla hatırlamak
zorundayız. Askerlerimiz
cephede mücadele
ederken, işçilerimiz iş yerlerine giderken, çiftçilerimiz ulusumuzun ekmeği olacağı buğdayı hasat ederken; mühendislerimizi, bilim adamlarımız, sivil çalışanlarımız, doktorlarımız ve sanatçılarımız, ulusa her nerede hizmet veriyor olursa
olsunlar bu gerçeği
akıllarından çıkarmamalı. Her
sabah uyanınca,
her gece uyumadan önce bu
uğurda dua etmeli herkes. Yaptığımız her şeyde bu
motivasyonla çalışmalıyız.
Kazanabiliriz
ve kazanacağız!
Ancak bu zafer için halkımızın tamamının var gücüyle çabalamasına ihtiyacımız var. Tek bir ferdin dahi kenara çekilmemesi, bu mücadeleye bir şekilde katılması gerekiyor. Nasıl ki
savaşı kazanmak hepimizin faydasına olacaksa,
kaybetmek de aynı anda hepimizi yok edecek.
Tarihimizdeki her belirleyici anda olduğu üzere halkımızın kaderi bugün de
yine kendi ellerinde. Bizler geleceğimizin nalbantlarıyız, bugün ise üzerimize her
zamankinden daha çok görev düşüyor. Diğer uluslara liderlik ederek onlara Avrupa'nın genelinin mustarip olduğu kafa
karışıklığından
nasıl kurtulacaklarını göstermek zorundayız. Kaderi, son zaferimizi kazanmamıza izin vermeden önce bizi
böylesine
zorlu bir mücadeleye soktuğu için suçlayabilir miyiz? Kıtayı yeniden
şekillendirmek
gibi böylesi tarihi
bir görevin,
hiçbir çaba sarf
etmeden öylece
kucağımıza düşeceğine inanan
var mıdır
aramızda? Tarih kimseye
hediyeler
sunmaz, fırsat verir ve o fırsatı nasıl elde edeceğini
bilmeyen en sonunda her şeyini kaybeder.
İçinde bulunduğumuz durum bundan ibaret, hepimiz de
bu durumu olduğu gibi kabul etmek zorundayız. Savaşların hemen herkesten çok büyük fedakarlıklar istediğini hepimiz çok iyi
biliyoruz. Peki, her ne kadar artık savaşa katılamayacak durumda olsalar da yenilgiye uğrayan ulusların feda ettikleri bizim feda
ettiklerimize kıyasla
çok daha büyük değil midir? Her ne kadar şu anda
savaşın en ağır yüklerini ulus olarak sırtımızda taşıyor olsak da, hala Avrupa kıtasındaki diğer tüm uluslardan
daha yüksek standartlara sahibiz. Bu sebeple yaşamın hangi
alanında
olursa olsun karşımıza çıkan kısıtlamaları kabul etmeliyiz zira hiçbiri katlanamayacağımız şeyler değil. Daha önce hiç olmadığı kadar çok çalışmalıyız. Ulusumuzun kaderi için verdiğimiz bu savaş biz-
lerden; bütün enerjimizi, sadakatimizi ve adanmışlığımızı talep ediyor. Ne kadar zor
durumda olsak da etrafımıza
bakıp bizden çok daha
zor durumda olan uluslar görme ihtimalimiz
var. Bu savaş
yalnızca askerlerin meselesi değil; bütün ulusumuzun kanları ve
terleriyle katılması
gereken zor ve acı bir
mücadele.
Geçmişte düştüğümüz umutsuz
duruma rağmen ulus olarak bu savaşı bizler
istemedik; bu savaş bizlere zorla dayatıldı. Ancak artık buradayız ve en kötü kısmını da geride bıraktık bile.
Şimdi
topraklarımızda yaşayan en
son erkeğe, en son kadına kadar
her birimizin görevi,
büyük bir kararlılıkla bu savaşı, bir
daha tekrarlanmayacak şekilde nihayete
erdirmek için
çalışmaktır. Bunu
hem kendimize hem de gelecek nesle borçluyuz!
Şimdi gelin,
zafer bizim olana dek çalışalım ve
mücadele
edelim! Zafere giden yolda
gereken her şeyi
yapalım ve bu uğurda önümüze çıkacak her türlü engeliaşalım. Zaferin ne zaman geleceğinden ziyade eninde sonunda bizim olmasını sağlamak için elimizden ne geliyorsa yapalım. Kaderin
ulusumuza ve onun uğrunda çalışan herkese zafer meyvesini
tattıracağı günler gelecektir. İşte o
zaman insanımızın
yüzündeki her bir çizgi, içinde bulunduğumuz bu yüzyılın gücüyle parlayacaktır!
16 Kasım 1941
Dünyadaki bütün
Yahudilerin,
bu savaşın patlak vermesi ve büyümesindeki tarihsel sorumlulukları
öyle aleni
bir biçimde kanıtlandı ki artık bunun tekrar tekrar konuşulmasına gerek dahi yok.
Savaşı Yahudiler
istedi, şimdi istedikleri savaşta
mücadele
ediyorlar. Führer'in 30 Ocak ı939'da Reichstag'ta
yaptığı konuşmada söyledikleri de bir bir gerçekleşti: Eğer Ya- hudilerin idare ettiği uluslararası ekonomik güçler dünyayı bir kez daha savaşmaya sevk etmeyi başarırsa bu savaş, dünyanın Bolşevizmi
kabul
etmesi ve Yahudilerin zafer kazanmasına
değil, Avrupa'da Yahudi ırkının tükenmesine vesile olacaktır.
İşte şimdilerde bu kehanetin gerçekleşmesine
şahit oluyoruz.
Yahudiler, her ne kadar sert olsa da sonuna kadar hak ettikleri karşılığı buldular. Evrensel Yahudilik ulaşabildiği
bütün güçleri bu
savaşa
dahil
etti ancak şimdilerde bizim için planladığı
ve
şayet
eline
fırsat
geçseydi bir
an bile düşünmeden hayata geçireceği her şeyin çöküşünü de-
neyimliyor.
Kendi benimsedikleri yasaya uygun şekilde yok
oluyorlar: "Göze
göz, dişe diş!"
Bu
tarihi mücadelede;
ister Polonya'nın bir gettosunda yaşıyor olsun,
ister parazit olarak varlığını Hamburg
ya da Berlin'de sürdürüyor
olsun, isterse de Washington ya
da New York'ta savaş
tamtamları çalıyor olsun,
bu dünya
üzerinde yaşayan her
Yahudi bizim düşmanımızdır.
Doğduğu andan itibaren o ırka mensup
olan bütün Yahudiler, Nasyonal Sosyalist Almanya'ya karşı yürütülen uluslararası bir komplonun parçasıdır. Her biri bizi yenmeyi ve ırkımızın yok
olmasını,
böylece tüm gücü tekellerine
almayı
hedefliyorlar yalnızca. Artık Reich sınırları dahilinde
bizlere olan bağlılıklarını
kanıtlayabilecekleri hiçbir şey kalmadı; onlara
karşı, gereken bütün önlemleri almaya devam edeceğiz.
Bu
önlemlerden
biri de her Yahudi'nin üzerinde bulundurması gereken sarı yıldızlar. Özellikle Alman halkına zarar verecek en ufak bir harekette bulunmaları durumunda Yahudi olduklarının derhal anlaşılabilmesini istiyoruz. Bu, bizim açımızdan oldukça insani ve Yahudilerin aramıza karışarak ihtilaf yaratmayacağından emin olmak için alabileceğimiz en hijyenik ve koruyucu önlem.
Birkaç hafta
önce Berlin'de Yahudiler ilk kez bu
Yahudi yıldızlarıyla
sokaklara çıktığında Reich'ın başkentinin sakinlerinin ilk tepkileri oldukça şaşırtıcı oldu zira hiçbiri Berlin'de
hala bu kadar çok Yahudi olduğundan bile habersizdi. Herkes yakınlarında, önceleri zararsız bir vatandaş gibi
görünen,
belki hükümeti normalde
olması gerekenden sadece biraz daha
fazla eleştiren
ve asla Yahudi olduğunu aklına getirmeyeceği birinin yıldız takmış olduğunu gördü bir anda. Zira bu Yahudiler
kendilerini kusursuzca gizleyip etraflarına uyum sağlayıp arka
planda ne renk varsa onu kuşanarak bulundukları ortamla bütünleşip uygun zamanı bekliyorlar sabırla. İçimizde kim, düşmanın hemen
yanımızda
olduğundan, sokakta,
metroda ya da sigara kuyruğunda
beklerken yapılan konuşmalara sessiz ya da akıllı bir izleyici olarakkatıldığındanhaberdar olabilirdi başka türlü? Yüzeysel işaretlerle ne olduğu
anlaşılmayan çokça Yahudi var ve en
tehlikeli olanlar da onlar. Gelenekselleştiği üzere bizler ne zaman
Yahudiler konusunda bir önlem alsak, İngiliz ya da Amerikan gazeteleri ertesi gün çığırtkanlığa başlıyorlar. Bugün bile yurt dışındaki düşmanlarımızla doğrudan gizli bağlantıları
olan Yahudiler var ve bu bağlantıları yalnızca kendi çıkarları
için değil, Reich'ın bütün askeri operasyonlarını baltalamak için de kullanıyorlar. Düşman içimizde. Peki, bu noktada bizim bu potansiyel düşmanları halkımıza görünür
kılmamızdan daha mantıklı ne olabilir?
Yahudi yıldızı önlemimizi duyurduğumuz ilk günlerde
Berlin'de gazete satışları tavan yaptı.
Caddelerde dolaşırken yıldızlarını saklamak isteyen Yahudiler gazeteleri kapış kapış satın aldı. Bu eylem de yasaklandığında bu kez Yahudi- leri
Berlin'in batı
yakasında ikamet eden ve Yahudi
olmayan yabancılarla
dolaşmaya başladıklarını gördük. Bu tipler Yahudiliğe hizmet etmekten başka bir şey yapmıyor ancak bu provokatif eylemleri konusunda ise hemen aynı argümanı ileri sürüyorlar:
Yahudiler de insan! -sanki bizler
aksini iddia ediyormuşuz gibi! Katiller, çocuk tecavüzcüleri, hırsızlar ve kadın
pazarlayan adamların da insan olduklarını kabul ediyor ancak onlarla Kurfüstendamm'da gururla yürüme
gereği duymuyoruz! Her
Yahudi, kendisinin iyi olduğunu düşünen insanlara aptal ya da sağduyudan
yoksun
bir Goy[XXVIII]
muamelesi yapıyor ve her ne kadar yıllardır bir arada olsalar da o
kimseye rehberlik etmesi gerektiğine inanıyor. İşte bu saçmalık!
Sırf bunun için bile bu savaşı
kazanmak zorundayız. Zira kaybedersek, şu bahsettiğimiz zararsız görünen Yahudile- rin hepsi bir anda kurt kesilecek, intikam almak için kadın-
larımıza ve
çocuklarımıza
saldıracaklar! Tarihte
buna dair pek çok
örnek gördük! Bolşevizm'i getirdikleri,
ne halk ne de yönetimler
kendilerine en ufak bir kötülük yapmadığı halde Baltık ülkelerinde de Besarabya'da da yaptıklarına şahit olduk. Yahudilere karşı verdiğimiz bu savaştan artık geri dönüş yok
-istesek de, istemesek de devam edeceğiz ki
bunu yapmayı zaten istiyoruz! Ulusal birliğimizi tehdit eden Ya- hudiler, Alman halkının arasından bir bir temizlenecek!
Ulusal,
sosyal ve ırksal
temizliğin en temel prensiplerinden biri budur. Yahudiler aramızda kalırlarsa bizlere asla huzur vermeyecekler.
Ellerinde olsa dünya
üzerinde var olan bütün ulusları birer birer bize karşı savaşa sokarlar. Tüm dünyayı kendi kanlı finansal
üstünlüklerini
kabul etmeye
zorlamak dışında bir şey istemeyen
bir ulusun çektiği
zorlukları neden umursayalım? Yahudiler, sağlıklı ancak
cahil olan halkların
kültüründen ahmak
bir mantar misali beslenen parazit bir ırktır. Onlara
karşı
alınacak tek bir önlem
var: O mantarı yerinden söküp atmak.
Bu
yüzyılda
insan ırkını meşgul eden böylesi bir
sorun karşısında
Yahudilerin safını tutan
halkların
argümanlarının ne
kadar aptalca ve düşüncesizce
olduğu ortada! Pek sevgili Yahudileri
istediklerini elde etse, olacaklar karşısında hayretler içinde kalırlar ancak o zaman da iş işten geçmiş olur. İşte bu
yüzden,
böyle bir şeyi gerçekleşmesine engel olmak için gereken
her türlü
önlemi almak bir ulusa liderlik eden
grubun başlıca
görevlerindendir. İnsanlar arasında da
hayvanlar alemindeki gibi farklar vardır. Bazı insanlar iyi huylu, bazıları kötü huyludur. Hayvanlar için de
aynı şey
geçerlidir. Nasıl ki
bir sinek, girdiği evin ev sahibi değil yalnızca geçici bir misafir oluyorsa, Yahudilerin
hala aramızda
yaşıyor olmaları, bizim
toplumumuza ait oldukları
anlamına gelmiyor. Bay Bramsig ya da Bayan
Knöterich,
Yahudi yıldızı takan
bir yaşlı
kadına acıdıklarında şunu da
akıllarından
çıkarmamalı: O kadının uzak
bir kuzeni olan Nathan Kauf-
mann New York'ta
ofisinde oturmuş,
altmış yaş altı bütün Almanların kısırlaştırılması üzerine planlar yapıyor!
Aynı kadının, uzak bir akrabasının Baruch ya da Morgenthau yahut da Untermayer adındaki evladı Bay Roosevelt'in arkasına sığınarak savaş çığırtkanlığı yapıyor ve onu da savaşa sokmaya çabalıyor; şayet bunu başarırsa,
iyi ancak cahil bir Amerikan
askeri bir gün gelip Bay Bramsig ya da Bayan Knöterich'in tek oğlunu vurarak öldürebilir
belki de. Böy- lece tüm bunlar, her ne kadar kırılgan ve acınası görünse de bahsi geçen yaşlı kadının da dahil olduğu Yahudiliğin çıkarları uğruna
yaşanacak.
Şayet Almanlar olarak ulusal
karakterimizde tek bir kusur varsa, o da unutkanhğımızdır. Bu kusurumuz insani hassasiyetimizin ve cömertliğimizin bir kanıtıdır
ancak politik bilgeliğimiz ve zekamızı da gölgelemez. Yine de herkesi bizler kadar iyi olduğunu düşünürüz. Fransızlar 1939/1940 yıllarının kış döneminde Reich'ı parçalamakla tehdit etmiş
ve insanlarımızın aileleriyle birlikte kurulan yardım çadırlarından bir yudum sıcak yemek alabilmek için kuyrukta beklemek zorunda kalacağını haykırmışlardı. Ancak ordumuz Fransa'yı altı hafta içinde yenilgiye uğrattı ve bu bozgundan sonra
askerlerimizin aç Fransız kadınlarına ve çocuklarına ekmek ve sosis verdiklerini, Paris'teki mültecilerin mümkün olduğunca çabuk
ülkelerine geri dönebilmeleri için petrol yardımı
yaptıklarına şahit olduk.
İşte, biz Almanlar böyleyiz. Erdemli oluşumuz
ulus olarak en zayıf noktamız ancak yine de bunu değiştirmek istemiyoruz, dünyaca bilinen iyi huylu doğamız bize büyük bir zarar vermedikçe neden bunu yapmak
isteyelim ki? Ancak yine de Klopstock[XXIX]
bize güzel bir nasihat veriyor: Fazla iyi huylu olmayın zira düşmanlarımız
kusurlarımızı görmezden gelecek kadar soylu değiller.
Şayet bu
nasihati hayatın her noktasına uygularsak,
Yahudilerle aramızdaki ilişkileri de bu bakış açısıyla şekillendi- rebiliriz; dikkatsizlik bu
noktada yalnızca
bir zayıflık değil, aynı zamanda görevlerin kötüye kullanıldığını gösterecek ve devlet güvenliğini tehlikeye atacak bir suç olarak
değerlendirilecektir. Yahudiler bu günlerde tek
bir şeyin
özlemini çekiyorlar: Saflığımızı kan ve korkuyla ödüllendirmek! Ancak bizler buna asla izin
vermemeliyiz. Bu noktada en etkili savunma yöntemlerinden biri affetmemek, halkımızı yok
etmeye ant içmiş insanlara, savaş çığırtkanlığı yapanlara, kaybetmemiz durumunda bizden
faydalanacak olanlara ve kazanmamız durumunda da mağdur olacak
olanlara asla acımamaktır.
Bu
yüzden
şunları bir kez daha tekrar etmekte fayda
görüyorum:
ı. Yahudiler
ulusumuzun yıkımıdır.
Bu savaşı onlar
başlattı
ve onlar yönlendiriyor. Tek istedikleri Reich'ı ve
halkımızı
yok etmek. Bu yüzden onların planlarına engel olmalıyız.
2.
Yahudiler
arasında
hiçbir ayrım gözetmemeliyiz. Her
Yahudi, Alman halkının
ezeli düşmanıdır. Şayet açıkça düşmanlık
göstermiyorsa bunun
nedeni bizleri sevmesi değil, korkaklığı ve sinsiliğidir.
3.
Yahudiler
bu savaş
süresince ölen bütün Alman
askerlerini suçlu gösteriyor zira onların anlayışına göre Yahudi- lere karşı gelen
herkes bunun bedelini ödemek zorunda.
4.
Şayet biri
Yahudi yıldızı taşıyorsa bu,
Alman halkının düşmanı olduğu anlamına gelir. Onunla iletişim kuran
herkesi Yahudi kabul edip aynı şekilde muamele etmek gerekir.
5.
Yahudiler
düşmanlarımızı
korumaktan hoşlanırlar ve bu da insanlarımıza, her birinin ne kadar zararlı olduğunu ispatlamamız için göstermemiz gereken en büyük kanıttır.
6.
Yahudiler
aramızda
düşmanlarımızın casusluğunu yapmakta.
Onların
yanında olan herkes düşmanlarımıza yardım etmektedir.
7.
Yahudilerin
bizimle eşit
olduklarını iddia
etmeye hakları
yoktur. Sokaklarda, dükkanların önlerindeki kuyruklarda ya da toplu taşıtım araçlarında sizlerle konuşmak isterlerse, yalnızca yalan
söyleyecekleri
için değil aynı zamanda
toplum içinde
konuşmaya hakları olmadığı için onları duymazdan gelmelisiniz.
8.
Eğer Yahudiler
duygularınıza
oynarlarsa, aslında yalnızca sizin unutkanlığınızdan faydalanmak istediklerini aklınızdan çıkarmayın ve onlara, akıllarına ne olduğunu bildiğinizi ve onlara asla fırsat vermeyeceğinizi gösterin.
9.
Samimi
bir düşman, zaferden sonra göstereceğimiz cömertliği hak eder ancak Yahudiler, her ne kadar
öyle
görünmeye çalışsalar da asla mert birer düşman olamazlar.
ıo. Savaşın sorumlusu onlar. Bu yüzden bizden
görecekleri her türlü muameleyi
hak ediyorlar.
Devletin
görevi
işte bu insanları hizaya
getirmek. Kimsenin başına buyruk
hareket etmeye hakkı yoktur. Devletin Yahudilere karşı aldığı önlemleri desteklemek, diğerlerine karşı bu önlemleri savunmak
ve Yahudilerin oyunlarına
kanmadan hepsini uygulamak bütün vatandaşların asli görevidir.
Devletin
güvenliği
için hepimizin yapması gerekenlerdir
bunlar.
KENDİNİ
BEĞENMİŞ BİR DEV
23 Kasım 1941
İngiltere Başbakanı Winston Churchill'in en yakın dostlarından birinin alkol olduğu herkesin
malumu. Gerçekle
arasındaki ilişki de
pek öyle saf ve temiz sayılmaz. Politikaya
atıldığı
günden bu yana savaş yanlısı tavrını ortaya koyuyor. Ayrıca kendisi
dünyaca
ünlü bir yalancı, bildiğiniz gibi. Ağzından çıkan her bir lafla yalnızca düşman ya da tarafsız ülkelerdeki politikacıları güldürmekle
kalmıyor, İngiltere'nin hatırı sayılır çevrelerinde de çoğu insan
gülümsemeden edemiyor. Hiçbir şey yapamasa bile gerçeklere ya bir şeyler eklediği ya da bir şeyleri eksik
anlattığını
herkes biliyor. Şimdilerde İngiltere için faydası olmayan şeylerde vergi
oranları
üçle çarpılırken, İngiltere'nin ihtiyaç duyduğu şeylerde üçte birine düşürülüyor. Bu noktada çarpma bölme işlemleri de savaşın gidişatına göre değişiyor. Son zamanlarda Bay Churchill, Avam Kamarası'nı Atlantik'teki muharebe için bütçe ayırmaya zorlamak için son
dört ayda yalnızca yaklaşık bir milyon İngiliz sterlini
değerinde
malzemenin battığını söylediğinde gerçek rakam aslında iki
milyondu.
Gerçi kendisinin
Stalin'den daha kötü bir yalancı olduğunu iddia edebilir zira o da son
zamanlarda üç yüz
yetmiş sekiz bin Sovyet askerinin kayıp olduğunu iddia etti ancak bizim elimizde üç milyon
altı yüz
bin kadar Bolşevik tutsak
var. Yani kendisi rakamların
ancak onda birini açıklayabiliyor halkına.
Özetle, düşmanlarımızın, elimizde inkar edilemez kanıtlar varken
bile rakamlar konusunda çok büyük yalanlar
söylemekten
çekinmedikleri aşikar. Artık bizleri
rakamlarla etkilemeye çalışmak gibi
bir dertleri de yok. Tek amaçları, ister
kısa ister uzun vadede olsun dünya kamuoyunun
görüşünü
etkileyebilmek. Zira artık kendileri
de kendi halklarının
gözünde yaşananların bir
şok etkisi yaratacağının farkında oldukları için
gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatmaya
cesaret edemiyorlar. Bizim bildiklerimizi zerre kadar umursamadan gerçeği örtbas ediyorlar sadece. İşte şimdilerde Moskova-Londra ve Washington
koalisyonunun yapabildikleri bundan ibaret.
Londra'da
ise, şu
şartlar altında İngiltere'nin nasıl olup
da gerçekleri
hala saklamaya çalıştığını soran kişilerin sesi
giderek yükseliyor.
Bu noktada Bay Churchill verdiği son
demeçlerden
birinde hastalıklı bir imaj çizerek, eğer Japonya Amerika'yla anlaşmazlığa düşerse İngiltere'nin saatler içinde savaş ilan etmesinin kaçınılmaz olduğunu belirtti. Herkes bunun blöf olduğunun farkında elbette. Peki İngiltere, Atlantik'teki mücadelesinde her gün yardım çığlıkları atarken Amerika'yı desteklemek için ne
yapabilir ki? Büyük Britanya şu anda
öyle umutsuz bir durumda ki onu ancak
bir mucize kurtarabilir. Bay Churchill'in öngörülerinden hiçbiri gerçekleşmedi. Sovyetler Birliği sözlerini tutamadı. Atlantik'teki mücadele giderek
büyüyor ve uzun vadede İngiltere'nin kayıplarının sayısı da artıyor. Mihver
Devletler'e yönelik ambargo tehditleri de artık bir
işe
yaramıyor. Şayet
Bay Roosevelt, yedi
fersah botlarıyla[XXX]
savaşa girse dahi ayak
uydurabilmesi mümkün müdür ya da mümkün olsa dahi bu gerçekten İngiltere'nin durumundan bir iyileşmeye neden olur mu?
İngiltere hükümetinin her şeye rağmen, bu umutsuz durumda bile yüz ifadesini korumak için elinden gelen her şeyi yapmak zorunda olduğu ortada. İngiltere'nin
durumunu, bırakın geçtiğimiz Haziran ayının
son günleriyle kıyaslamayı, dünle
bugünü kıyaslasanız dahi Londra'nın şansının yükseldiğini
kanıtlayacak ufacık bir şey dahi bulamazsınız.
İngiltere'nin öngörüleri dibi gördü. Sırf Sovyetleri rahatlatmak için planlanan ve dört ay öncesine kadar Londra'da dünyanın en normal planı olarak lanse edilen Avrupa kıtasının sözde işgaline değinmek bile istemiyoruz. Kısa süre öncesine kadar kiralık gazetecilerini bu planı desteklemeleri için yüreklendiren İngiliz
Başbakanı, Kanal'ın diğer tarafında planı strateji masasından kaldırdı bile.
Führer, Münih'teki son konuşmasında bu boş tehditleri alaya alırken İngilizler bu utanç verici olayı
hasıraltı ederek Führer'in konuşmasında yeni herhangi bir şey olmadığını ve bu yüzden de gazetelerde detaylı olarak yer almayı hak etmediğini
söylediler. Tam da o günün akşamında İngiliz Hava Kuvvetleri, Reich'ın topraklarında ya da işgal ettiğimiz bölgelerin üzerinde
uçan altmış uçağını ve mürettebatıyla birlikte iki yüz elli pilotunu
kaybetti. Sonraki yirmi dört saat içinde ise bizim yalnızca yedi sivil kaybımız oldu, hiçbir teçhizatımız da herhangi bir zarar görmedi. Kaybedilen insan sayısı ancak ı'e 36 olurken teknik ekipman kaybını kıyaslamaya bile gerek kalmadı. Bay Churchill ise Kraliyet Hava Kuvvetleri'nin bu kadar kayıp vermesinden hava şartlarını sorumlu tuttu ki satılık haber ajansları
da hemen son
doksan
sekiz yılın en kötü hava
koşullarında
savaşıldığını haber
yaptı ki bu da sanının İngiltere'nin son doksan sekiz yıldır Almanya'nın hava şartlarının kaydını tuttuğunu anlamına geliyor -hem de düzenli olarak.
Sonrasında
yetmiş iki saatlik bir süre zarfında savaşa katılan hava araçlarının sayısını, kayıp oranını azaltmak için yüz elliden
iki bine kadar çıkardı ancak ne yazık ki
Amerikan basını ertesi gün Kraliyet
Hava Kuvvetleri'nin, göreve katılan hava araçlarından neredeyse yarısını kaybettiğini duyurdu. Kim ne yaparsa yapsın, artık İngiltere'nin ağzındaki acı tatla beklemekten başka çaresi yok. Her konuda yanlış hesap
yaptılar. Ne Almanya'da halk isyana kalkıştı ne
de herhangi bir bölgemizi
işgal edebildiler. Almanya'nın karşı ambargo konusunda yaptıkları ise sözde ambargoda
işe
yaramadı. İngiltere için kıtanın işgali gibi bir durum söz konusu
dahi değil
artık. Sözde 'durmaksızın savunma'
istenen etkiyi yaratmadı.
Amerikan yardımları bizim açımızdan bütün tehlikesini kaybetti. Canterbury'deki Başpiskoposun dualarına rağmen Bolşevik birlikler savunma güçlerini kaybettiler.
Londra tarafından
Mihver Devletler'in savaştığı bütün cephelerde uygulanan psikolojik çökertme manevraları etkisiz kaldı. İngilizlerin Almanya'yı demoralize etme teşebbüsleri de başarısız oldu.
Peki, bu noktada İngiltere
nasıl muvaffak olacak ya da daha ziyade
yenilmekten nasıl kurtulabilecek?
Bizler,
Britanya İmparatorluğu'nun
bir iki gün içinde çökmesini hayal edenlerden değiliz. Bütün iyi gelişmeler zaman alır ve
inşa etmesi yüzyıllar alan
bir yapı
öyle birkaç ay
içinde çökertilemez. Biz olaylara daha gerçekçi yaklaşıyor ve bu kendini beğenmiş devin
yıkılması
için çok daha fazla darbe alması gerektiğini çok iyi biliyoruz. Ancak esas önemli olan
nokta bu değil.
Önemli olan, İngiltere'nin artık kazanmak gibi bir şansının olması ve hatta yenilmek üzere oluşu.
Bunun
tam olarak ne zaman gerçekleşeceğini kimse bilemiyor
elbette. Bizler de savaşı elimizde bir kronomet-
reyle
yönetmiyoruz.
Bay Churchill ise propaganda
servisi aracılığıyla
her gün çocukça iddialarda bulunuyor ve yakın zamanda
bu savaşı
kazanmayı başaramazsak nihayetinde
kaybedeceğimizi
söylüyor. Evet, İngiliz ve
Amerikan savaş
endüstrisi tam kapasite çalışıyor ancak
Bay Churchill acaba bizim ve müttefiklerimizin fabrikalarının öyle boş boş
beklediğini mi
zannediyor? Bizler zamanın
İngiltere'nin lehine işlediğini pek zannetmiyoruz ve İngilizlerin ne yapıp ne
yapamayacağını
da gayet iyi biliyoruz. Keza
kendimizi de tanıyor ve ne yapıp ne
yapamayacağımızın
da pekala farkındayız. Kendi ülkemizin teçhizatının ve de düşmanınkinin kapasitesi konusunda elimizde güvenilir veriler
de var. Bay Churchill etrafındaki paralı kuklalarını kendi verdiği rakamlarla kandırabilir ancak bizler, onun verdiği rakamların hangilerini çarpıp hangilerini
böleceğimizi
iyi biliyoruz.
Şanslıyız ki
hem yakın hem de uzak geçmişte, İngiltere'nin iddialarıyla gerçeği birbirinden ayırmak gerektiğine dair çok sağlam örnekler bulabiliyoruz. Genellikle açıkladıkları ya da bizi tehdit ettikleri her şey boş çıktı. Bu yüzden esip
gürlemeleri
bizi asla etkilemiyor ve Bay
Churchill'in beklediği
gibi bizi korkutmuyor. Yalnızca boş tehditlerine gülüp geçiyoruz. Londra artık hiçbirimizi aptal yerine koyamaz
zira Britanya Krallığı'nın
da Bay Churchill'in de ne kadar
umutsuz bir durumda olduğunu çok iyi -belki de Churchill'in
kendisinden bile daha iyi- biliyoruz.
Geriye
ise yalnızca
şu soru kalıyor: Bay
Churchill neden İngiltere'ye
bu kadar zarar veren bir
pozisyonda kalmayı inatla ve ısrarla sürdürüyor? Geçtiğimiz haftalarda birkaç kez
Almanya'nın
barış talebinde bulunduğuna dair dedikodular üretti örneğin. Görünüşe göre bu arzunun kaynağı yine
kendisi. Zira halkına,
vatandaşların iç huzurlarını koruyabilmeleri için bir
şeyler verebilmek zorunda. Her ne kadar
her yerde bağıra
çağıra asla Almanya ile barış masasına oturmayacağını deklare etse -ki elbette Almanya'nın da za-
ten
böyle bir talebi yok- ve bu talep aslında tamamen
kendi uydurması
olsa da içinde bulunduğu koşulların bu şekilde halkına daha iyi görünmesini sağlamaya ihtiyaç duyuyor. Kendisini, kişisel ya
da politik sağduyusu
olan bir insan olarak değerlendirmiyoruz asla. Bilakis Bay Churchill son
derece ahlaksız
ve derisi de neredeyse bir hipopotamınki kadar kalın. Kandırarak sefalete sürüklediği ulusları zerrece umursamıyor. Verdiği bütün demeçlerin düzenli olarak kanıtladığı üzere tarihsel düşünce yetisinden
de tamamen yoksun. Avrupa'yı
yok etmek için Bolşeviklerle güçlerini birleştiren bir adam ancak Avrupa'nın düşmanı olan karaktersiz biri olabilir.
Ancak
hiçbiri Bay Churchill'in umurunda değil. Her
şeyi
yalnızca kendisine sağlayacağı çıkar noktasında değerlendiriyor. Bu savaşa bizzat
zemin hazırladı
ve savaşı da
yine bizzat kendisi başlattı. Kelimenin
tam anlamıyla
aslında bu savaş onun
eseri. Şayet
İngiltere savaşı kaybederse,
o da koltuğundan
olacak ve belki de bugün bunu
her zamankinden daha net olarak idrak ediyor. Bu yüzden de
her konuşmasında
savaşın sorumluluğunu yükleyecek birilerini
ya da bir şeyleri
arayıp duruyor kendince. Muhtemelen daha
mantıklı
olabildiği anlarda yaklaşan kaderini
açıkça
görebiliyor ancak
bunu asla kabul etmeyerek çaresizce bir
mucize olsun diye mücadele
ediyor.
Acınası bir
halde beklese de tarihin kendine has yasaları vardır. Ara sıra yavaşlatılabiliyor olsa da asla durdurulamaz. Kader
kendi yolunda ilerlemeye devam ediyor, İngiltere'nin kapısında da beklemeyeceği kesin. Doğru zamanın geleceği günü bilmiyoruz ve bu yüzden 'ne
zaman' diye sormak yerine kaderimizin bizi hazırlıklı bir ulus olarak bulabilmesi için mücadele etmeli ve çok çalışmalıyız!
DEĞİŞEN DÜNYA HARİTASI
2ı Aralık ı94ı
Dünyanın durumunun
kısa
süre içinde tamamıyla değişebilmesi çok şaşırtıcı ve inanılması oldukça güç... Modern savaş kendi
dilini konuşuyor
ve yirmi yıl öncesinin standart militer teorileri ve
pratiklerini oluşturan
prensipler ve fikirler artık tamamen
çağdışı
kalmış durumda. Her kim ki dünyanın durumunu
7 Aralık Pazar günüyle, yani
Japonya'nın
Başka Roosevelt'e, hadsiz provokasyonları ve utanmaz iddialarına uygun bir dille yanıt verdiği günle bugünü kıyaslarsa Mihver Devletlerin durumunun,
daha birkaç
gün önce uzman asker ve politikacıların neredeyse imkansız gördüğü bir pozisyona gelerek gelişme kaydettiğini göreceğine şüphe yok. Amerika ve İngiltere'nin özgüven timsali öngörüleri tamamen çökmüş durumda.
Görünüşe
göre Washington'da bekleşenler Japon arabulucuların sabrını ve sarsılmaz kararlılıklarını bir tür zayıflık göstergesi olarak değerlendirdiler, işte bu yüzden Japon
ordusunun ani saldırısı
karşısında şaşkınlığa uğradılar ve
olanlara mantıklı
bir açıklama getirmeyi
de başaramadılar
haliyle. Ulusal şevk, vatanseverlik
tutkusu
ve
ordunun sadakati bir kez daha büyük bir
zafer kazanırken, liberal demokrat soytarılar kendilerini çarpık hayalleri
ve umutlarının
enkazı ortasında dikilirken
buldu. Ancak bu gelişmeler
bizi hiç şaşırtmadı. Bizler Japonya'yı, ordusunu, halkını ve
liderlerini asla hafife almadık. Japonya
da Almanya ve İtalya gibi
çözülemeyen
bazı sorunlardan mustarip aslında; artan
nüfusunu
nasıl kontrol edeceğini bilmediği için doğası, coğrafik konumu ve içinde bulunduğu bölgenin durumu Japonya'yı Uzak Doğu'da yeni
bir düzen kurma planları yapmaya
zorluyor. Şayet
büyük bir güç olmak
adına
bütün iddialarını bir
kenara bırakmayacaksa,
kaderin yasalarını izlemek zorunda.
Bay
Roosevelt ve plutokrat çevresinin bunu anlamadığı açık, muhtemelen hiçbir zaman
da anlamayacaklar zira kendileri Japonya'nın ulusal isteklerini, temel ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri -ki istekleri aslında hayatta
kalmalarını
sağlayacak şeylerdir- için çalışanlarına ihtiyaçları olan şeyleri
vermektense fabrikasını
yakmayı tercih edecek açgözlü bir
kapitalist mantığıyla
değerlendirebiliyorlar ancak.
İşçilere ihtiyaçları olanı vermek aslında fabrika
sahibi için mesele değildir ama
prensiplerine bağlı kalarak en doğrusunu yaptığına inanır açgözlü kapitalist. Büyük güçler arasındaki ilişkilerde de müzakerelerin bir sonuç vermediği ve bir tarafın en
sonunda yumruğunu
kaldırmak zorunda kaldığı zamanlar
olur. Kibirleri tüm
dünyaca bilinen Anglosakson savaş çığırtkanlarının ve arsız çevrelerinin karakteristiksel özelliği olduğu üzere Japonya'nın askeri kapasitesini ve yapabileceklerini yine hafife aldılar ve
bu kez hatırı
sayılır ölçüde ağır bir
bedel ödediler.
Şimdilerde Londra'da ve Was- hington'da olasılıkla, iki hafta öncesine kadar
bel bağlanan
Amerika'nın savaşa girme
ihtimali yeniden değerlendirili-
yordur. Her durumda insanlar, Bay
Roosevelt'in ve Chur- chill'in halka verdikleri demeçlerin altında nasıl bir umutsuzluğun yattığını sezinleyehiliyorlar ve diktatörlüklerinin
hassas
sansürlerine
rağmen bir şekilde ortaya
çıkan, son derece
aptalca davranışlarına
yönelik eleştiriler de
gösteriyor
ki bu hayal kırıklığını kamuoyu da paylaşıyor.
Amerika
ve İngiltere'nin
arta kalan güçlerini de
asla hafife almıyoruz.
Sıklıkla dile getirdiğimiz gibi bu iki süper gücün devasa cüsseleri öyle günler, haftalar ve hatta aylar içerisinde alt edilecek cinsten değil asla.
Önümüzde
iniş ve çıkışlarla dolu, hatta belki ara sıra başarısız muharebelerden dahi kaçınamayacağımız acımasız ve zor bir mücadele olduğunu kabul etmek zorundayız. Ancak kaderi belirleyecek olan şey bu
değil. Esas belirleyici olan, Mihver
Devletler'in şansının
çok daha yüksek olduğu gerçeği ve ülke liderlerinin
bu gerçekten
faydalanma fırsatını değerlendirmekte asla tereddüt etmeyeceğidir. Müttefiklerimizin askeri potansiyelini elbette
kimse hafife almayacaktır.
Ancak bu noktada yaşananları, Dünya Savaşı'nın üçüncü yılıyla
kıyaslamak büyük hata
olur zira o dört yıl
boyunca halkımız sonuna
kadar direndi ve ülkemizin
yenilgisinin tek nedeni de
liderlerinin zayıf
olmasıydı. Ancak Almanya 1939'da girdiği savaşa 1914 yı- lındakinden çok çok daha iyi hazırlanmıştı. O zamanlar Britanya'nın ebedi müttefiki Fransa'yı yenmek büyük bir
olaydı ancak bizler bunu çoktan başardık. Balkanlarda da artık hatırı sayılır bir tehdit kalmadı ortada.
Sovyetler Birliği
direnme gücünü kaybetti
ve artık
savaşta belirleyici bir unsur olarak yer almıyor. Dünya Savaşı'nda bize karşı savaşan iki büyük güç olan
İtalya ve Japonya bu kez bizim yanımızda savaşıyor. Bu da gücümüzü ikiye
katlıyor
ki bize destek olan sayısız psikolojik
ve ahlaki etkeni saymıyorum
bile. İşte bütün bunlar, hali hazırdaki güç dengesini Dünya Savaşı'ndakinin tam tersine çeviriyor.
Bugün, ulus
olarak kırılganlıktan
uzak oluşumuza olan
inancımıza
güvenerek zaferin kesin ve kaçınılmaz olduğuna dair öngörüde bulunmayı gereksiz buluyoruz ama gerçekler de
bizi o nihai sonuca götürüyor. Bizim adımıza konuşu-
yorlar.
Rakamlarımız
net, şayet karşı tarafın elindeki veriler farklıysa, bu onların yanlış hesap tutmasından kaynaklanıyor olabilir ancak.
Tarafsız olan
uluslar da giderek daha fazla hemfikir oluyor bizimle. Sivil yaşamda, savaşın süresi sebebiyle kaçınılmaz olarak giderek artan güçlüklerin, savaşın sonucu üzerinde pek
bir etkisi olmayacak. Her iki taraf için de
aynı şey
geçerli. Kışın uzun
sürmesi nedeniyle bizde patatesin marketlere geç geliyor
ancak İngiltere
de, sırf Nasyonal
Sosyalistler tarafından
değil de plutokratlar tarafından yönetiliyor diye bizden farklı durumda
değil zira orada da patates bizden daha
hızlı
yetişmiyor en nihayetinde. Kış ve
sonbahar mevsimlerinde, büyük şehirleri ve endüstri bölgelerini etkileyen ulaşım sorunları yaşanıyorsa, düşman için de aynı şey geçerli. İngiltere'de de insanlar, bizde olduğu gibi
tütün almak için dükkanların önünde kuyruklar oluşturuyor. Belli ürünlerin
ve lüks
tüketim mallarının ancak
belirli mağazalarda
bulunuyor olma nedenleri fahiş fiyatlara
satılıyor
olmaları, bu yüzden onları yalnızca gelir seviyesi yüksek kimseler
satın alabiliyor ancak bu durum, her ne
kadar fakirlikten kaynaklanıyor
gibi görünse de,
aslında
gerçek bu değil.
Aklımızda tutmamız gereken tek şey, İngiltere bütün umutlarını bunların
üzerine kurmuşken bizim
bu faktörleri
zafer kazanma şansımızı etkileyecek
şeyler olarak görmüyor olduğumuz gerçeği. Bazen, sivil yaşamda karşılaştığımız zorlukların yalnızca bizim ülkemizde yaşandığını sanmak gibi bir yanılgıya düşüyor ve düşmanımızın yaşamının barış zamanındaki gibi güllük gülistanlık devam ettiği sanrısına kapılıyoruz. Ancak durum bu değil. Savaşın şu anki doğasına bakılınca; İngiltere'nin bir ada oluşu ona
bir avantaj değil, bilakis dezavantaj sağlıyor. Askeri
açıdan
bakınca Büyük Britanya'yı işgal etmemiz
zor görünüyor
olabilir ancak bu, en fazla İngiltere'nin Avrupa'yı işgal etmesi kadar zordur. Başka bir
açıdan bakarsak biz, güvenli bir
demiryolu hattına sahip
olmanın avantajını elimizde bulunduruyoruz. Buna karşılık İngiltere, kendi üretemediği bütün ürünleri deniz yoluyla ülkesine getirmek
zorunda. Filoları
bugün, Pasifik'teki yenilgisinin de kanıtladığı üzere hiç olmadığı kadar tehlikeli bir güzergahta ilerlemek zorunda kalıyor. İngiltere için bize doğrudan saldırmak neredeyse imkansız. Yakınlarımıza saldırması mümkün olsa bile genel durumu
etkileyecek bir müdahalede
bulunabilmesi mümkün değil. Britanya Adaları kendi
izole yaşamlarına
mahkum edilmiş durumda.
Londra bunu anlayabildiğinde,
zaten savaş da
bitmiş olacak. İşte bu
olana kadar da Büyük Britanya, son darbeyi alana değin tekrar eden onlarca saldırının acısını çekmeye devam edecek.
Japonya
örneği bizlere bir kez daha gösterdi ki
halkın
ulusal dinamiklerinde devasa bir güç yatıyor. Raporlar, Japonya'nın ölüm uçuşu yapan kamikaze pilotlarının nasıl katışıksız bir ulus bilinciyle hareket ettiğini gösteriyor. Almanya ve İtalya gibi
Japonya da geleceği
için savaştığının, hatta
bir var olma savaşı
içerisinde olduğunun farkında. Her
ne kadar tarihleri birkaç
yüzyıl öncesine kadar
uzansa da genç
ruhlarını korumasını bilen
bu üç büyük
gücün işbirliği içerisinde olması, tarihsel
mantığın
karşı konulmaz baskısı altındayken çok doğal bir
süreç
içerisinde kendiliğinden gelişen bir
durum. Bu savaşta bu üç büyük güç de ulusal varlıklarını sürdürebilmek adına büyük bir fırsat yakaladı. Liderleri de halkları da
meselenin ne olduğunu
biliyor. Her ne kadar üçü de
bu savaşa zorla katılmış olsa
da pratikte sadece kendilerini savunmak yerine doğrudan saldırıya geçmek zorunda kaldılar. Cephedeki
genç askerleri, silahlarıyla uluslarının yaşamsal sorunlarını
çözme hırsıyla yanıp tutuşuyor. Daha
önce hiç
cesaretlerini ve adanmışlıklarını kanıtlamak için böyle bir fırsat geçmemişti ellerine. Düşman liderler
tarafından,
her türlü teslim
olma olasılığını
ortadan kaldıracak şekilde aşağılandıklarını ve hor görüldüklerini düşünüyorlar. Bay Churchill ve Bay Roosevelt
hala kendilerini neyin
içine çektiklerinden habersiz. Kafalarında, liderleri tarafından sözde kandırılmış ulusların desteğiyle kolayca Berlin'e, Roma'ya ve
Tokyo'ya ellerini kollarını
sallayarak girebilecekleri güzel bir
savaş
canlandırmış olabilirler.
Ancak şu gerçeği
göz ardı ettiler; o ulusların liderleri,
halklarının
istediği, talep ettiği ve
hatta ısrarla
emrettiği her ne varsa onu söyleyip yapıyorlar yalnızca. O halklar ile yönetimleri arasında büyük bir boşluk olduğunu düşünerek olabilecek en büyük hatayı yaptılar. Dünya Savaşı,
baskılanmış uluslararasında yapıldı ve
onlar da neye saldıracaklarını
bilmeden her cephede mücadele ettiler.
Ancak bu savaş,
insanların taleplerini iyi analiz eden
liderlerce bilinçli
olarak veriliyor. Bu savaş yalnızca ulusal onur ve milli prestij için verilen
devasa bir mücadele
değil, aynı zamanda
en yaşamsal
ihtiyaçlar için, topraklarımız için, ekmek
için, var oluşumuz için, bitmek bilmeyen sorunların çözümü ve ülkelerin büyüyen problemlerini radikal bir biçimde ortadan
kaldırarak
sınırları içerisinde bir
daha ortaya çıkmamalarını
sağlamak için verilen haklı bir
kavga. Mihver Devletler olarak bizler, bu savaşta
kendi varlığımız
için mücadele etmek
zorunda bırakıldık
ve bunu herhangi bir duygusal yaklaşımda bulunmaksızın yapmaya kararlıyız. Karşımıza her kim çıkarsa çıksın mücadele edeceğiz. Bu
savaşı
sözde hümanist söylemlerle idare
edemeyeceksiniz. Demokratik oyunbazların hileleri etkisini tamamen
kaybetti, artık cepheye gelip savaşmak zorundalar.
Bahsettiğimiz
etmenlerle şekillenen bir dünya görüşü kalıcıdır ve geçtiğimiz iki haftada yaşananların da kanıtladığı üzere radikal değişikliklerden etkilenir yalnızca. Mücadeleye dahil olan herkesin bütünüyle hazır ve dikkatli olması gerekiyor.
Liderler ve bütün halk, şansları varken
harekete geçebilmek
için her an hazırlıklı olmak zorundadır. Bir gün vakti
geldiğinde,
düşman sendelemeye başlayacak. O an geldiğinde belki kimse fark etmeyecek ancak
biz beklediğimiz
günün geldiğini bileceğiz.
FEDAKARLIK NEDİR?
28 Aralık 1941
Yüce hisler
ve hassasiyetlerin söz konusu olduğu dönemlerde -savaş da
bunlardan biridir- bazen kelimeler bütün anlamlarını yitirir ve dil dediğimiz şey hem gücünü hem
de etkinliğini
kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Böyle hisler ve hassasiyetler, varlıklarını ne kadar uzun süre sürdürürse, insanlar da giderek bu hisler eşliğinde günlük yaşamlarına odaklanmaya meyleder ve bir
zamanlar tüm
dünyayı harekete geçiren sözler bir anda günlük konuşma dilinin parçası olup
sıradanlaşır.
Her ne kadar günlük yaşamımızı, anlamını kaybetmemeleri için ulusumuzun
kaderi olan sorunlardan ayrı tutmak
için
çabalasak da, bir şekilde insanlar
onlarla fazla sık
karşılaştığı için bazı terimler
ya da kavramlar anlamlarını
kaybedebiliyor. Bu noktada o şeyi gerçekten anlam ifade edecek şekilde vurgulamamız gerektiğinde, ona uygun bir tabir bulma şansımız kalmıyor.
Askerlerin
dili genel olarak sivillerinkinden farklıdır. Teknik askeri kelimeler ve deyimler kullanmalarının yanında insanlar cephede daha farklı konuşmaya alışır. Bunun ne-
deni
de cephede işlerin sosyal yaşamdan çok daha farklı yürümesi ve askerlerin anavatanda yaşadıkları şartlardan çok daha farklı koşullarda bulunmasıdır. Yani cepheden biri anavatandan
biriyle konuşurken
ya da tam tersi söz konusu
olduğunda,
alıştıkları dilden
daha farklı
konuşmaları gerekir. Özellikle cephede
olanların
kullanması gereken ya da en azından ancak
cephede ya da savaş hizmetinde bulunanların yapabileceği eylemleri karşılayan kelimeler olmalıdır örneğin. Fedakarlık gibi...
1939
yılından
bu yana cephede olan bir asker,
belki yüzlerce
fedakarlık yapmıştır. Polonya'nın topraklarına ayak basmış, Fransa'nın güneşini tatmış, güney
doğunun toprak yollarından geçmiş ve
doğuda,
sırf halkının geleceği için altı aylık barbarca
bir muharebede hayatını
riske atmıştır. Bugün ise Beyazdeniz'den Karadeniz'e
kadar uzanan iki bin kilometrelik cephede, karın ve
buzun ortasında,
dondurucu soğuğu hissederek,
bazen erzaksız
bazen de mühimmatsız kalarak, neredeyse yarım yıl boyunca
her türlü
iletişim aracından, radyodan,
gazeteden, filmlerden ve tiyatrodan uzak kaldığı halde
dimdik ayakta durup tüm bu
koşullara
dayanabiliyor. Belki haftalarca
tek bir posta gelmesini bekliyor, başının üstünde bir çatı olmadan
yaşıyor,
bir yatağı olmaksızın uyuyor ve etrafını saran
ıssızlıkta
düşmanla burun buruna gelerek
kendi arzularını
ve ihtiyaçlarını bütünüyle bir kenara bırakıp savaşıyor. İşte bu asker, fedakarlık yapmaktadır.
Ancak
aynı
şey, savaş yüzünden ulaşım araçlarının düzeni sekteye uğradı diye
sokakta yarım saat taksi beklemek zorunda kaldığından dolayı evine akşam yedide
değil de yedi buçukta varıp eşi ve çocuklarıyla mütevazı bir akşam yemeği yiyecek olan insanlar için söylenemez. Zira bu insanlar gazetelerini
okuyup radyoyu açarak bir düzine olmasa
bile birkaç frekans ya da en azından çeken bir yayın bulmak
için radyonun tuşunu çevirmekten başka bir şey yapmak
zorunda kalmıyorlar. Yorulduklarında sıcak yataklarına gidebili-
yor,
zor bir iş
yapıyor olsalar bile en azından Pazar
günleri dinlenip istedikleri kadar
uyuyabiliyorlar. Eğer bir aktivi- teye ayıracak yarım ya da bir saatleri varsa, sinema
ya da tiyatro bileti satın alarak
Cumartesi ya da Pazar günleri bir
film ya da bir opera izleyebiliyorlar.
Bu
noktada ya sivillerin yaptıklarını fedakarlık olarak ad- landırmamalı ya da askerlerin yaptıklarını tanımlamak için yeni bir kelime bulmalıyız. Zira bizler bu kelimeyi her ikisi
için de kullanmayı kabul edemeyiz. Hava saldırısı altında olan alanlardaki tehlikeler şöyle dursun
anavatan toprağında yaşamaya devam
eden vatandaşlarımız
yalnızca bazı kısıtlamalardan ve
az yahut çok can sıkıcı mal
tedariki sorunlarından
mustaripler. Ancak cephede büyük fedakarlıklar yapılıyor.
Yine
de hiçbir birey, savaş zamanı sarf edeceği eforun
ne kadar önemli
olduğunu azımsama hatasına da
düşmemeli.
Ayrıca savaşın getirdiği zorlukları da
devlete ya da hükümete veyahut da tek bir partiye yüklemek de
haksızlık
olur. İçimizde, sırf vergilerini
verdikleri için
hiçbir şey yapmadan istedikleri her şeyi talep
etme hakkına sahip olduklarını düşünenler var. Şu günlerde içinde bulunduğumuz savaş yalnızca devletin, silahlı kuvvetlerin
ya da tek bir partinin savaşı değil, bütün bir ulusun var oluş mücadelesidir. Hiçbir istisna olmaksızın ulusun tamamı da
bu savaşın meyvelerinden faydalanacağından dolayı yine hiçbir istisna
olmaksızın
ulusumuzun tamamı savaşın getirdiği yükleri hep birlikte göğüslemek zorundadır. Kimse, askerler savaşı hayatlarını vatan için tehlikeye
atarken sivil vatandaşların
barış zamanındaymışız gibi
keyif sürmeye
hakkı olduğunu sanmasın.
Kimsenin
omuzlarına
keyfi olarak taşıyabileceğinden daha fazla bir yük bırakılmıyor ancak en azından askerlerimizin sigara içebilmesi için anavatan topraklarında sigara satışına bir
sınır getirildi diye birkaç sigara
almak için
bir
saat kuyrukta beklediği
için kimsenin şikayet etmeye
de hakkı yok zira bir annenin oğlunu cepheye
gönderirken
sırtlandığı yük, kuyrukta
bekleyenlerinkinden çok daha
ağır. Siz böyle şikayet ederseniz Dünya Savaşı'nda kocasını ve dört oğlunu kaybettikten sonra bir de doğudaki savaş yüzünden son evladını da
feda eden anne ne söylesin?
Gecenin bir yarısı hava
saldırıları
altında üç saat bekledikten sonra iki
saatlik uykunun ardından
yorgun argın tekrar
görev başına geçmekten kimse zevk almaz. Bir bombalı saldırıda iki çocuğunu birden
kaybettikten birkaç
gün sonra kocasının da doğuda can
verdiğini
öğrenen anneler var... İşte bu
kadınlar,
kimsenin ne dayanabileceği ne de dayanmak zorunda olduğu ağır ve berbat bir fedakarlıkta bulunmak zorunda kalıyorlar. Elbette savaşın pek
dokunmadığı
kimseler günlük hayattaki
alelade ve basit sorunlarını
fazlaca büyütmeyi alışkanlık haline getirmişler. Aramızda berberi askere alındığından dolayı yeni bir berber bulmak zorunda kalacağı için karalara bürünebilecek insanlar da var, Noel zamanı toplu
taşıtım
araçlarıyla anavatana
patates, sebze ve kömür; cepheye de mühimmat, pamuklu
kıyafetler
ve yiyecek taşındığı için Oberhofa ya da Garmisch'e keyif
gezisi yapamayacağı
için saatlerce sızlanan yurttaşlar da... Sanki bu savaşın onlarla
hiçbir ilgisi yokmuş, savaştan kaçınmak en doğal haklarıymış ve askerlerimiz cephede, kendilerinin de kolayca faydalanacakları bir zafer kazanmak için savaşmak zorundaymış gibi davranıyorlar. Berlin'de bir hastanede sabah
yediden akşam sekize kadar zor şartlarda çalışan ve sonrasında da gecenin birine kadar ev işleri ve
çocuklarıyla
uğraşmak zorunda olan bir hemşire ile
bütün
gün evinde boş boş oturan
bir genç
kızı kıyaslayamayız dahi.
Zira o hemşirenin
şikayet etmek ya da mutsuz olmak için pek
çok sebebi olsa da o bunu seçmek yerine
mütemadi
bir nezaket, dostça bir
tavır ve yardımseverlikle işine sarılıyor. Bir yıllık zorlu
çalışmasının
sonunda Noel için bir
film
bileti kazandığında
çok mutlu oluyor ve sinemaya gitme üzere giyinip
kuşandıktan
sonra büyük bir
ameliyat için
hazır olması istediğinde dahi
durumdan şikayet etmiyor. Başka bir
kadın İspanya'da
pilot olarak görev yapan
kocasını
kaybettikten sonra kaybının acısını atlatıp başka bir pilotla
evleniyor ve kısa bir süre sonra
bu savaşta bu kez ikinci kocasını da
kaybediyor. Sonrasında
gururla, duygu dolu bir mektup
kaleme alarak herkesin yüreğini saygı ve hayranlıkla doldururken Alman kadınının metanetini
ve kahraman ruhunu herkese gösterdi.
1939'da
birliklerimiz Polonya'ya girdiğinde altmış bin Alman kökenli insanı vahşice katledilmiş halde buldular. Binlerce kişi ebeveynini
ve bütün
kardeşlerini kaybetmiş; ebeveynler
çocuklarının
katledişini ya
da işkenceden
geçirilişini kendi
gözleriyle
izlemek zorunda kalmıştı. Yaşlı bir anneye, çocuğunun gözlerinin oyuluşunu canlı canlı
izlettiler. Aynı kadının eşi kaçırıldı ve bir daha asla geri dönmedi. Bu
katliamlardan sağ kurtulanlar bugün hala
aramızdalar.
Acılarını kendilerine saklıyor ve
kendilerini hayatın
akışına bırakıyorlar. Bazen,
binlerce özür
eşliğinden bizden Füh- rer'in
bir fotoğrafını
ya da ufacık bir
radyo isteyen -hatta şayet askerlerimizin
ihtiyacı
varsa bunu hiç yazmamış olduğunu farz etmemizi ileten insanların yazdığı mektuplar alıyoruz. Cevap
vermemize gerek olmadığını
ancak vaktimiz
olursa kendisine geri dönüş yapmamızı, Führer'in iyi ve sağlıklı olduğunu umduğunu ve zafer kazanacağımıza inandığını zira bu güven üzerine koca dağlar inşa ettiğimizi ekliyorlar. Peki bu noktada,
Deutschlandsender'in bombardıman altındayken yayını kesmek zorunda kalması yüzünden bütün gece başka bir
frekans bulmaya çalıştığından
şikayet edenlere ne demeli? Ya da
yeterince parası
olmadığı için kitapçıdan istediği kitapları alamadığından yakınanlara ya da kağıt sıkıntısı yaşandığı için dört sayfaya düşürülen bir
gazeteyi okurken surat asanlara veyahut dolmuşlar ya
da
metrolar
tıklım
tıklım olduğu için söylenenlere, artık Noel
ağaçlarına
mum koyamadıkları için Noel'in bir eğlencesi kalmadığından dert yananlara veya kırmızı burunlu
karton şapkalı kutlamalar yapılmadığı için yeni yıldan keyif
almadığını
söyleyenlere ne
demeli?
Berlin'de
bir hastanede savaşta
görme yetilerini kaybeden, çoğunluğunu on sekiz yirmi dört arası genç erkeklerin oluşturduğu yüzden fazla yaralı yatıyor ve her birinin odasına bir
radyo koyduğumuzda
çocuklar gibi seviniyorlar. Yalnızca ayaklarının üzerinde durmaya başladıklarında bile hayata döndüklerini hissediyorlar. Yeni bir göreve gidebilmek
için
hazır bekliyorlar o durumda bile. Hatta
aralarında
daktiloyla yazı yazmayı öğrenen bile var. Başlangıçta öğrenmelerinin imkansız olduğunu
söyleyenlere inat,
bitmek bilmez bir enerjiyle çabalıyorlar. Şayet bu hastanede acının ve
kederin hüküm sürdüğünü sandıysanız, yanıldınız.
Almanya'nın başka hiçbir yerinde
zafere ve Führer'e
bu kadar büyük bir
şevkle inanan, OKW raporlarını hevesle bekleyen ve neredeyse hiçbir şeyden şikayet etmeyip tevazu ile yaşayan insanlar bulamazsınız.
Bütün bunlar
düşünülünce
fedakarlık kelimesini daha özenli ve
dikkatli kullanmamız
gerektiğinde ısrarcı olmakta
haksız
mıyım? Kim ne diyebilir buna? Kış Yardımları'nda birkaç kuruş bağışlayan
kişinin yaptığı fedakarlıkla anavatan için gözlerini feda eden bir askerin fedakarlığını bir tutamazsınız. Üzerimizdeki yükleri dramatize etmek için herhangi
bir nedenimiz yok ancak onlara tevazu ve gururla katlanmak, ulusumuz için gerçek anlamda fedakarlıklarda bulunanlara saygı duymak
için
yüzlerce nedenimiz var. Savaş, hem
cephede olanlar hem de anavatanda yaşamını sürdürenler için ortak bir sorumluluk ancak
askerlerle siviller asla bir değil. Bu
yüzden anavatandaki siviller olarak
bizler görev bilincimizi en yüksek seviyede
tutarak cepheye destek olmak zorundayız. Bu uğurda maruz
kaldığımız kısıtlamaların hepsi zaruridir, bu yüzden hepsine
dayanmamız
gerekir. Şayet diğerlerinden daha fazla şikayet etmeye
hakkı olan biri varsa o da en büyük fedakarlıklarda bulunan askerlerimizdir ancak
onlarda bunu yapmazlar zira asker olmak bunu gerektirir!
1942
YENİ BİR YIL
4 Ocak 1942
Düşman kamplarında bulunan sayısız insan
büyük bir gerginlikle kendilerine, yeni yılın yani
1942'nin onlara ve halklarına
neler getireceğini sorup duruyorlar. Hareketsizlik
mi, geri çekilme mi yoksa yenilgi mi? 1941 yılı, birkaç deneme turu yaptıktan sonra
düşmanlarımızın
umduğundan çok daha
farklı bir yol izledi. Belki içlerinden biri ya da birkaçı, yıl dönümlerinin her daim en güzel fırsatları beraberinde getireceğine inanmaksızın rahatsız edici bir endişeyle yeni
yılda
rüzgarın onlardan tarafa eseceğinden, bir felaket olmasa
da asla toparlanmalarının
mümkün olmayacağı birkaç şiddetli esintiyle
sarsılacaklarından
korkuyor. Tabii bizler, geri dönüp baktığımızda düşmanlarımıza nazaran daha umutluyuz. Zira hep
birlikte gayet adil ve net bir dava uğruna mücadele ediyoruz.
Zafere giden bütün yollar bize açık. Destekçimiz olan halkımız genç ve sağlıklı; liderimiz
ne pahasına
olursa olsun ulusunu bu var oluş mücadelesinde başarıya ulaştırmaya sonuna kadar kararlı.
Yeni
yılda bizi nelerin beklediğini ve neler yapmamız gerektiğini çok iyi biliyoruz; açıklık zafere
giden yolda atılacak ilk adımdır. Bizler
ulusumuz için,
çoğunlukla da var oluşumuz için savaştığımızı farkındayız. Bu yolda ne kendimizi kandırıyoruz ne de umutlarımızı yanlış hayallere bağlıyoruz. Zaferin ne tür fedakarlıklar gerektirdiğinin farkındayız ve bunları kabul
etmeye de hazırız.
Alman halkı, savaşın içinde bulunduğumuz üçüncü
yılında politik olarak çok zor
bir mevsimden geçiyor.
Ancak bunun kötü bir
yanı yok zira hiçbirimiz illüzyonlarla kendimizi kandırmıyoruz zaten. Mevsim sertleştikçe, bizim zorlukların üstesinde gelme kararlılığımız da o kadar güçleniyor. Deneyimlerimiz şunu gösterdi ki büyük mücadeleler vermek zorunda kalan insanlar,
yorulmak şöyle dursun, giderek daha da güçleniyorlar. Almanlar olarak bizler de, şayet şartlar çok kolay olsaydı bugün bulunduğumuz yere gelemezdik. Bulunduğumuz konumu ve kazandıklarımızı yalnızca kendi çabalarımıza borçluyuz. Tarih boyunca nadiren çaba göstermeden bir şeyler kazanabildik
ya da nadiren istemediğimiz
nimetler kucağımıza kendiliğinden düşüverdi. Peki, görünürde bizden daha şanslı olan
insanlardan daha az değerli ya
da daha zayıf bir ulus muyuz? Hayır, içinde bulunduğumuz büyük mücadelede kendi hayatlarımız için savaş veriyoruz. Yaşananlar karşısında şaşkınlığa düşenler bir tek, savaşı bir
tür
eğlence zannedenler oldu. Sağlam yüreği ve olgun bir zihni olanlar, başımıza gelenlerden
çok daha farklı şeyler hayal etmemişti zaten.
Savaşın üçüncü yılında, normal zamanlarda aklımıza dahi
gelmeyecek sorunlarla karşı karşıya kaldığımız ortada. Savaş bu
günlerde
hepimizi, sivil hayatta ihtiyaç duyulanları giderek daha çok geri
plana atmayı gerektirecek ekonomik bir
transformasyona zorluyor. Doğal olarak
bu ihtiyaç da bu kış mevsiminde,
savaşın ilk kışında olduğundan daha fazla hissediliyor.
Anavatanda yaşayan
halkımız da, 1939'dan beri
savaşın en
sert yüzünü deneyimleyen askerlerimizle aynı kaderi
paylaşmaya
başlıyor. Savaş ne
kadar uzun sürerse,
sivil halk da cephedeki şartları daha
net deneyimleyecek ve askerlerimizle aynı hisleri
paylaşacaklar.
Bu noktada şikayet etmek
yerine cephede olanlarla empati kurmak gerekiyor.
İnsanlarımızın bizleri de ilgilendiren sorunları özgürce ve rahatça tartışabilmelerine olanak sağlayacak en uygun ortamı sunmaya
çalıştık
daima ancak bu, demokrasilerde en
çok sistemin kendisine zarar verecek
eyleme fırsat
vererek politik ve askeri sırların halka
açık ortamlarda konuşulmasına izin vereceğimiz anlamına gelmiyor. Evet, hala kimsenin
inkar edemeyeceği
sorunlarla boğuşuyoruz ve her biri bir şekilde bütün vatandaşlarımızı etkiliyor. Çoğunlukla savaşın bir sonucu olarak ortaya çıkan bu
sorunlar günlük
hayatın her alanında karşımıza çıkıyor ancak bizi etkilediği kadar düşmanlarımıza da zarar veriyor. Savaş sürecinde çözülebilmelerinin tek yolu ise ortaklaşa çaba sarf etmekten
ve yardımseverlikten
geçiyor. Bunları insanların gözleri önüne sererek
tartışmalarına
olanak sağlamak bir
zayıflık
göstergesi değil, bilakis
özgüvene
ve güce işaret eder. Örneğin; hiç kimse, taşınması gereken
patates, kömür, sebze, mühimmat
ve silahlar varken trenlerin yolcu taşımacılığı için de kullanılmasını beklemez. Çok az
insan Noel'de kullanılan
mumların sınırlı sayıda satışa sunulmasından rahatsız olur zira onlara da doğu cephesinde
ihtiyaç
duyulduğunu bilirler. Böyle şeyleri anlamak ve açıklamak bir
inisiyatif meselesi değil, zarurettir.
Şüphesiz
halkımız, çoğunun babaları ve
evlatları
cephede olduğundan ve tüm bu
önlemlerin,
onların yararına alındığını çok iyi
anlıyor.
Nihayetinde
tüm bu sorunları çözülebilir kılan yine halkımızın anlayışıdır ve onlar da neler olduğunu ve
neden olduğunu
bildikleri için her
şeye
hazırlıklı olarak mücadelemize destek vermekteler.
İngiltere'deki beyefendiler, savaşın zorluklarının açıkça tartışılmasına izin verdiğimiz için bizlerin zayıf olduğu sonucuna varmakta artık profesyonelleştiler. Ancak bizler onların yaşadığı zorlukları ortaya dökmekten imtina
ediyoruz zira bu sayede bu güçlükler yüzlerine çok daha sert bir biçimde vurulacak!
Gerçi kendileri sözde özgür demokratik rejimlerinde her şeyin tartışıldığını iddia ederek pek gururlanıyorlar ancak bizler de İngiliz gazetelerinde
tartışılan
günlük meselelerden İngiltere'nin durumu konusunda bir çıkarım yapacak
olsaydık,
imparatorluğun çökmek üzere olduğunu düşünmemiz gerekirdi.
Biz,
savaşın
acı gerçeklerinin mücadelenin kaderini
belirleyeceğine
inandığımız için böyle meseleleri
dert etmeyiz ki zaten Mister Smith de, beş tane
sigara alabilmek için bir saat boyunca, üstelik de
yağmur
altında beklemek zorunda kalsa dahi böyle gerçekler hakkında Daily Telegraph'a dert yanmaz. Biz de yalnızca, Berlin'de
olduğu gibi Londra'da da sigaranın az
bulunduğu
sonucuna varırız ki
bu da bizi bir anlamda rahatlatan bir nokta olur. Peki ama İngilizlerin, sırf Noel için ihtiyaç duyulan malzemelerin tedarikinde
sorun yaşıyoruz
diye halkımızın isyan edeceğine inanmaları, bizim bahsettiğimiz detayı göz önüne alarak Britanya İmpa- ratorluğu'nun çöküşünün yakın olduğu sonucuna varmamız kadar
aptalca değil mi?
Bu
arada İngilizlerin
bundan çıkarı nedir?
Yaşadığımız
sorunlara burunlarını sokmaktaki amaçlarının bize yardım etmek
olmadığı
kesin, yalnızca kendi
propagandalarına
dayanak arıyorlar. Şayet kendileri tedarik sorunu yaşarken vatandaşlarımız sigaraya gayet rahat ulaşabiliyor olsaydı, bunu asla dile getirmezlerdi.
Birbirimizle mütemadiyen
mücadele ediyoruz. Herkesçe bilindiği üzere, düşmanının canını
yaktığı sürece İngilizler için savaşta her
yol mubahtır.
Peki, o halde bizler neden bu insanların söylediklerini umursayalım?
İngilizlerden ancak
bir zarar ya da kötülük
gelmesini
bekleriz. İşler bizim açımızdan ister
iyi ister kötü gitsin, kendileri yine bizim sorunlarımızı hedef almayı tercih edeceklerdir zira yaşadığımız sorunları bağıra çağıra dile getirerek bizleri
hedefimizden şaşırtmayı
umuyorlar.
Bizi
bu kadar az tanıyorlar
işte! Partimizin ve Nasyonal Sosyalist
Hareket'in geçmişini
iyi araştıran biri,
bizim nadiren korkuya kapıldığımızı ve sözde dünya kamuoyu görüşü dedikleri
şeyi ise asla umursamadığımızı kolayca görebilir. Bizler o dünya kamuoyu
görüşü dedikleri şeyin saygın görünmek adına ne tür soysuzluklara
ya da kirli amaçlara
hizmet ettiğini defalarca
gördük.
Londralı gazetecilerin ve radyocuların, yayınlanan her makalemizi canlı olarak
okurken en basit ve net cümlenin bile
altında bir şeyler arayarak
kendi zayıf
umutlarını besleyebilecekleri ufacık bir
detay bulma umuduyla hareket etmelerini takip etmek bizler için psikolojik
açıdan
oldukça ilgi çekici bir
eylem oluyor. Daha kaç eli kalem tutan adamı harcayacaksınız? Neredeyse bir seneden fazladır aynı şeyi yapıyorsunuz ama durumu değiştiren herhangi bir şey oldu
mu şimdiye kadar? Elbette hayır! Hepsi
beyhude çabalar.
İngiltere'nin kurduğu hayallerin
biri bile gerçek
olmadı. Ancak yine de vazgeçmeyecekler muhtemelen. Biz de yaşadığımız sorunları mümkün olduğunca açık
yüreklilikle tartışacak, İngi- lizlerin
yaltakçılarına
prim vermeyeceğiz. Biz kazanacağız, İngilizler ise bizi izlemekle yetinecek.
Genel anlamda bir halk, özellikle de
Alman ulusu normalde göründüğünden çok da serttir. Ne pohpohlanmak ne de
kösteklenmek
ister. Tek yapılması gereken
onlara ne yapacaklarını
söylemektir, sonrasında canla
başla
çalışacaktır her
biri. Herhangi biri çıkıp da
bizim, halkımıza
önemli bir meseleyi götürüp de
başarıyla
çözüme ulaştırmadığımız tek
bir örnek verebilir mi? Alman halkı, devletlerinden
gelecek en zor ve rahatsız
edici talebi dahi, gerekliliği ikna edici bir biçimde açıklandığı sürece gönüllü olarak göğüslemeye hazırdır. Halkımızın
adanmışlığı, başkalarının bekleyebileceğinden
çok daha büyüktür. Örneğin; içimizde kimse, neden bu aralar Almanya'da yün ve
kürklü
kabanların az bulunduğunu ya da savaş süresince neden yenisini alamadıklarını sorgulamaz. İki hafta
önce
kışlık kıyafet stoklarının cepheye
gönderileceğini duyurduk. Daha duyuru yapılalı birkaç dakika olmuştu ki
telefonlarımız
çalmaya başladı, öyle ki
bakanlığın
telefonları kilitlendi.
Sonraki günlerde
onlarca mektup ve telgraf aldık; kimse
bu duyurudan şikayet etmiyor, bilakis iyi ve faydalı tekliflerde
bulunarak nereye ya da ne zaman bağışta bulunabileceklerini
soruyorlardı.
Sonraki günlerde İngiliz gazetelerine göz gezdirip
radyo yayınlarına
şöyle bir kulak kabarttığımızda ise Londra'nın bu talebimizin sonucunda da bir
isyan çıkmasını
beklediğini ve
kış için
kıyafet bağışı kampanyasını da
bu isyanın ilk işareti olarak
gördüğünü
ilgiyle fark ettik. Bu yüzden artık İngilizleri kendi hallerine bırakıyoruz. Zira Almanları, ancak bir ineğin nükleer fizik anlayabileceği kadar analiz edebiliyorlar. Yine
de kendilerini kaptırdıkları illüzyonların bedelini çok ağır ödeyecekler. Bizler ise serinkanlı olup sağlam duracak,
gerçekçi
düşünecek, kontrolümüzü asla
kaybetmeyerek savaşla
alakalı sorunları daha
ortaya çıktıkları
anda çözüme ulaştırarak bu yeni yılı da,
eskisini nasıl
ustalıkla yönettiysek aynı kararlılıkla kontrol
edeceğiz.
Bizi
bekleyen her şeyi
göğüslemeye hazırız!
BİR HALKA ANCAK KENDİSİ
YARDIM EDEBİLİR
14 Ocak 1942
Cephe için Kışlık Kıyafet Toplama (Kış
Yardımları)
Kampanyasının Sonunda Radyoda Verdiği Demeç
Cephe için toplanan kış
yardımları hakkında henüz bilgi aldım ve 16 Aralık'ta
Führer'in bana verdiği görevi başarıyla tamamladığımızı
bildirebilirim. Führer'in çağrısıyla tüm bölgelerin Gauleiterleri' önderliğinde tüm Alman halkının ve neredeyse iki milyondan fazla yardımseverin desteği ile cepheye gönderilmek üzere toplanan pamuklu giysi, kürk ve kışlık kıyafet yardımlarının sayısı
altmış iki milyon iki yüz otuz iki bin altı yüz seksen altı parçayı buldu. Geçtiğimiz
Pazar günü rakamlar elli altı milyon üç
yüz yirmi beş bin dokuz yüz otuz iken bir haftada
on milyon dokuz yüz altı bin yedi yüz elli altı
parça daha toplanmış.
Gerçek anlamda gurur verici, hayranlık uyandıran ve bütün Alman halkının
aynı bağlılık ve cömertlikle dahil ol-
1
Nazi Almanya'sında
belli bölgelerden sorumlu olan kişilere verilen unvan. Nazi valisi.
duğu bu
toplumsal çaba
karşısında tüm yardımseverlere ve
bağışçılara
yürekten teşekkürlerimi sunuyor
ve hepsini en kalbi duygularımla tebrik ediyorum. İlk ve
öncelikli
olarak Führer'in çağrısına kulak vererek doğu cephesinde
savaşan birliklerimizle kendi kışlık kıyafetlerini paylaşanlara teşekkür etmek istiyorum. Onlar için bunun
ne kadar zor olduğunun
farkındayım ve
yardımseverliklerini
özellikle takdir ettiğimi bilmelerini
istiyorum. Bu çalışmaya
destek olan ve haftalarca her boş zamanlarında eşya toplanmasına yardımcı olan iki milyondan fazla gönüllümüze de teşekkürlerimi sunuyorum. Hepsinden öte milyonlarca
Alman kadınına,
savaş zamanı korudukları sadakatlerinin
ve görev
bilinçlerinin yanında toplama
yapan gruplara yardım ettikleri ve kurduğumuz yirmi dört binden
fazla dikiş
odasında yorulmak
nedir bilmeden askerlerimizin yıpranan üniformalarını onarmak ya da yeniden dikmek için çalıştıklarından dolayı şükranlarımı iletmek istiyorum.
Aynı şekilde, büyük taşımacılık hareketini neredeyse bizden bağımsız olarak
gerçekleştirerek
kampanyanın başarıyla tamamlanmasını sağlayan Alman gençliğine de bu işe şevkle kendilerini adadıkları için minnettarım.
Partimizin,
Gauleiter liderlerin yönetimi altında şevkle ve özveriyle çalışarak kampanyanın hızla ilerlemesine yardımcı olan
bütün ekiplerine de teşekkür ediyorum.
Aynı şekilde bu kampanyanın başarısına eşsiz propagandalarıyla
hatırı sayılır katkılarda bulunan
radyolara, basına ve film endüstrisine de teşekkürlerimi sunuyorum. En sıcak teşekkürlerimden birini de Alman kayakçılara gönderiyorum. Çok sevdikleri
snowboardlarından
ayrılarak askerlerimize yardım için kullanılmalarına izin vermenin ne kadar zor olduğunun farkındayım. Ancak bunu hiç tereddüt etmeden, bu kampanyanın selameti için yaptılar zira böylesi kritik
bir dönemde askerlerimizin ihtiyaçlarının her şeyden daha
önemli
olduğunun bilincindeler.
Bu
toplama kampanyasının
sonuçları gösterdi ki,
diğer
bütün kampanyalarımızın ötesinde bağış yapanların hepsi kampanyaya tüm kalpleriyle
katıldılar.
Anavatanda yaşamaya
devam eden halkımızın
askerlerimize, onlara ne kadar
minnettar olduğumuzu
ve onlarla aramızdaki bağın ne kadar
kuvvetli olduğunu
gösterme fırsatını büyük bir
minnetle kabul ettikleri çıkarımını yaparak kendimi kandırdığımı zannetmiyorum. Toplanan bağışların tamamı Alman halkının yüreğinin bir yansıması ve
bu yüzden bu kampanyayı başlatmak bizler için de
bir propaganda eyleminden ziyade ulusumuzu bütünleştiren bir eylem oldu.
Düşmanlarımıza da bu vesileyle politikalarını değiştirmeleri için bir
mesaj vermiş olduk. Birkaç gün önce İngiliz gazeteleri, Alman halkının kendilerini
inatla görmezden
geldiğini ve ancak sonra Üzerlerindeki montlar ve kürkler polis
zoruyla Üzerlerinden
alındığında neler
olduğunu
anladıklarını ya
da Londra radyosunda Berlinli kadınların, orduya gönderilecek kışlık kıyafetlerin yola çıkmasını önlemek için raylara yattıkları iddiası dile getirildiğinde bu yalanlara ufak da olsa bir yanıt vermem
gerektiğini
düşünmedim bile. Böyle
yalanlara ancak onları uyduranlar kadar ahmak olanlar
inanabilir. Bu noktada aslında sessizlik
verilecek en güzel
yanıt. Bu sabah da Moskova radyosundan
bir haber geçildi ve kampanya boyunca sadece yirmi
iki mont toplanabildiği
duyuruldu. Elimde elbette bunu çürütecek, neredeyse dört milyon
kürkün
toplandığını kanıtlayacak rakamlar
mevcut ancak bu noktada düşmanlarımıza bir şey kanıtlamaya çalışmak Alman halkını aşağılamaktan başka bir işe yaramaz.
Doğu
yakası için yaptığımız kışlık kıyafet toplama
kampanyası
bütün bu düşmanca yalanlar
yüzünden
mecburen bir politik meseleye dönüştü; ancak
düşmanımız
bir kez bu mücadeleyi başlattığına göre Alman halkı en
kısa
sürede onlara unutamayacakları bir karşılık verecektir
zaten. Yalnızca
bir yardım kampanyasını politik bir eyleme dönüş-
türerek politika malzemesi yaptılar. Bu yüzden bu mesele bugün, yalnızca
toplumun
yardımlarıyla
gerçekleştirilen bir
kampanya olmaktan çıkarak düşmana, Alman ulusunun bu savaşı zaferle taçlandırmaya ne kadar kararlı
olduğunu gösterecek bir kanıta dönüştü.
Hiçbirimiz halkımızın azminden şüphe etmiyoruz.
Bugün doğu cephesinde askerlerimizin yaptığı gibi kahramanlık
destanı yazan,
anavatanındaki
sivil
vatandaşları
cepheyi
savunmaya hazır ve istekli olan bir ulus her daim var olmalıdır ve var olacaktır da! Führer adına
minnettarlığımızı ve takdirlerimizi siz Alman yöneticilere,
yurttaşlara, gönüllülerimize ve bağışçılarımıza
iletmeyi
borç
bilirim.
Şayet
hediyelerimiz
yeni yıl bitmeden cepheye ulaşırsa,
halkımız Führer'in selamını da askerlerimize iletmiş olacaktır.
Ve
şayet
bu
komün
olarak
hareket edebilme becerisini savaştan sonra geleceğe de taşıyabilirsek,
savaşta ya
da sonrasında yaşanacak her türlü güçlüğü
aşarak zafere
emin adımlarla yürüyeceğimizden şüphemiz yok. Artık cephe için kış
yardımlarının toplanma
süreci
tamamlandı. Böyle harika bir sonuç aldığımız
için halkımla gurur
duyuyor ve bizi destekleyen bütün
yardımseverlere ve
bağışçılarımıza,
en
içten
teşekkürlerimi ve
takdirlerimi sunuyorum bir kez daha.
CHURCHILL'İN OYUNU
ı Mart 1942
Tarafsız basın yayın organları son zamanlarda Bay Churc- hill'in
İngiliz
halkı ve kamuoyu üzerinde nasıl bu kadar etkili olabildiğini sorguluyor. Her türlü berbat
geri çekilmeyi
ve en moral bozucu yenilgileri yaşadıkları halde, kendisinden şüphe etmeleri
gerekirken nihayetinde bu zeki laf cambazının tüm sözlerine kanıyor ve askeri liderliği ile
aptal politikalarını
bir şekilde kabulleniyorlar.
Bu soruyu yanıtlamak hem kolay hem de zor aslında. Bu
bilmeceye verilecek yanıt muhtemelen
şu
olacaktır; her ne kadar Bay Churchill hem
politik hem de askeri liderlik konusunda stratejik mantık yürütme becerisinden yoksun olsa da, aslında oldukça yetenekli, sıra dışı bir
taktik ustasıdır.
Demokrat partinin ve lider basının virtüözü olmakla birlikte İngiltere'nin şu anda var olan ve pek de zeki olmadıkları bilinen politikacıları arasında en iyisidir. Yöntemleri hayal edilebilecek en primitif yöntemler olmakla
birlikte fikirleri de pek orijinal sayılmaz ve
genel olarak herkes ne yapacağını ya da ne di-
yeceğini daha
en başından
tahmin edebilir. Zira her zaman aynı yolları izler.
İngiltere Başbakanı olarak göreve başladığında, politik ve askeri hadiselerden bağımsız olarak
geri çekilmeler
ve yenilgilere odaklanacağını açıkça belirten bir slogan tutturdu. Bu
slogan onu her türlü
eleştiriden koruyan
bir kalkan olmuştu:
"Kan, ter ve gözyaşı!" Herkes yanlışlığı asla kanıtlanamaya- cak böyle bir
sloganla savaşın sonuna kadar mücadele edebilir. Nitekim insanlar da bu sloganı zafer
kazandıklarında
hatırlamadığı için tüm yenilgilerde
Bay Churchill'e bir kahinmişçesine rol yapma olanağı sunuyordu.
Bay Churchill, amansız bir hastalığa yakalanmış birinin yatağının başında durup, "Ölecek," diyen bir doktora benzetilebilir
bu konuda. Şayet hasta iyileşme kaydeder
ve sağlığına
kavuşursa, hastanın yakınları tekrar
doktorun yanına gidip neden o kötü durumdan
kurtulabildiğini
sorar mı?
Böyle bir
tutumu akıllıca
ya da özgün olarak
nitelendirmek mümkün
değil ancak bir şekilde kendi
kamuoyunu oluşturduğu
da ortada. Bay Churchill bu
sloganla bugünlere
kadar geldi. Bir kimsenin kahin olmasına lüzum yok, yalnızca Britanya İmparatorluğu'nun son dört haftadır yaşadığı yenilgilere bakarak bunları zaten
beklediğini
ve hiçbir şeyi kehanet olarak dile getirmediğini söyleyen Churchill'in oyununun ardında yatanı görmeleri yeterli olacaktır. İşte Churchill'in ileri görüşlülüğüne bu yüzden hayranlık duyulmaktadır.
İki ay
içinde Bay Churchill'in neler söyleyeceğini tahmin edebileceğimiz gibi bugün ne
gibi şeyler
söylemek zorunda kalacağını da öngörebiliriz. Yöntemlerinden biri de geçmişi akla
gelebilecek en olası
karanlık senaryolarla kararttıktan sonra şimdiki zamanda
ufacık bir umut ışığı keşfetmiş gibi yapmaktır. Kimse, örneğin geçen Ağustos ayında, durumun aslında ne
siyah ne de beyaz olduğu
dönem hakkında verdiği herhangi
bir demece rastlayamaz. O zamanlar durumu ne kadar umutsuz gördüğünü ancak
bugün
yaptığı konuşma-
lara bakarak
anlayabilirsiniz. Şimdiki zamanı, olduğundan iyi göstermek
için geçmişi çok daha kötü anmak en çok kullandığı yöntemlerden biridir. İşlerin çok da iyi gitmediğini itiraf eder ama geçmişte çok daha kötü olduğunu söyleyerek durumu toparlamaya çalışır! Gerçek bu olmasa da Bay
Churc- hill, yalnızca halkın unutkanlığına sırtını yaslamış durumda. Hiçbiri zahmet edip de geçen Ağustos ayında söylediklerini
hatırlayıp bugün söyledikleriyle kıyaslamaz zira.
Zamanın, kendisinin her daim en
sadık müttefiki
olduğunu iddia ediyor. Ancak başka kimse son iki buçuk yıldır zaman dediğimiz mefhumun asla İngilizlerin müttefiki olduğunu öne süremez zira İngiltere'nin
bugünkü durumu 1939 ya da
194o'ta olduğundan
çok daha vahim. Hatta kimse gelecekte
aynı zamanın
İngiltere'nin lehine işleyeceğini de hayal dahi edemiyor. İngiltere, her geçen ay, hatta neredeyse her geçen hafta çok önemli varlıklarını kaybederken insanın İngiltere'nin savaş sırasında ya da sonrasında
kaybettiği mülklerini geri alacak kadar güçleneceğini düşünmesi için hatırı
sayılır derecede aklını yitirmiş olması gerekir.
1939'da Bay Churchill
bir an önce 1940 yılının
gelmesini bekliyordu. 194o'ta
da 1942'nin yolunu gözler oldu. 1942 geldiğinde ise 1945 yılının İngiltere'nin sonunda şaha kalkacağı yol olmasını
bekliyordu. Eğer dikkat ederseniz, tarihler değişse de İngiltere Başbakanı'nın aslında
ülkesinin elinin kolunun bağlı olduğunun pekala farkında
olduğunu kolayca
anlayabilirsiniz. Ülkenin artık kalan gücüyle değil, ancak bir mucizenin yardımıyla kurtarılabileceğini biliyor.
Radyoya verdiği
son demeçte de karakteristik bir özelliğe dönüştüğü üzere Britanya İmparatorluğu'nun lehine gösterebileceği
tek bir kanıt dahi sunamadı
kimseye. Amerika'dan, Sovyetler Birliği'nden ve Chiang Kai-shek'ten' bahsetti ancak ---------------------------------------------------- ' Çan Kay Şek: Çin doğumlu Tayvanlı asker ve siyasetçidir. Milliyetçi Çin Hükümeti başkanlığı yaptığı sırada bir dönem
iş birligi içinde olduğu komünistlerin
başlattıkları Güz İsyanını kanlı bir biçimde bastırdı ancak iç
savaş sona ermedi. 2. Dünya Savaşı sırasında Japonya'nın
saldırılarına rağmen i\·erid••ki komünistlerle de mücadeleye de-
Büyük Britanya'yı neredeyse ağzına dahi almadı.
Görünüşe göre artık imparatorluk, her ne
kadar bu savaşı
kendi varlığı uğruna ve başbakanının
içi boş kışkırtmalarıyla, üstelik de hiçbir hazırlık yapmadan başlattığı halde artık kendini koruyamayacak duruma düştü. Hem kan hem de mücadele bakımından Londra'nın
savaşa kattıklarına bakılacak olursa durum gayet açık. Yetersiz desteğinden dolayı İngiltere'nin müttefikleri de genel bir tatminsizlik yaşıyorlar. Bu noktada Bay
Churchill'in, örneğin Avustralya tarafından yapılan eleştirilere bazı
istatistikler göstererek bir yanıt
vermek durumunda. Zira kimse ona inanmıyor ve herkes savaşı başlatıp bu şekilde devam etmesine vesile olan düşüncesizliğe -riyakarlıklardan bahsetmeye bile gerek yok- şaşkınlıkla şahitlik ediyor.
Ancak bizim açımızdan mesele yok. Girdiğimiz polemiklerin amacı herhangi bir gelişme kaydetmekten ziyade
Churchill'in bulmaca olarak gördükleri oyunlarının aslında bulmaca olmadığını,
daha ziyade primitif oyunlardan
ibaret olduğunu dünya kamuoyuna açıkça gösterebilmek. Bu talihsiz adamın, böyle bir dönemde
İngiltere'nin son umudu olduğunun farkındayız. Lordlar Kamarası'nın
açık ya da gizli her türlü itirazına rağmen Churchill koltuğunu kaybetmiyor zira hali hazırda onun yerine geçebilecek kimse yok. Şeytanlığını yapmaya mahkum edilmiş bir şeytan tohumunun lanetiyle beden bulmuş hali gibi o. Eğer o düşerse, İngiltere'nin mücadele etmek isteyen bir kesimi de düşecektir şüphesiz. İngiltere sokaklarındaki herkes muhtemelen içten içe bunun aslında
Churchill'in savaşı olduğunun; savaşı onun başlattığının
ve imparatorluğu acı sona yine onun götüreceğinin farkında. İşte ulus olarak ona destek olmalarının nedeni tam olarak bu aslında. Parlamentodan aldığı
vam etti. Çin'in işgal edilişiyle birlikte iki grup anlaşarak birlikte direniş karan aldıysa
da Japonların çekilmesinin ardından iç
savaş yeniden patlak verdi
ve Çan Kay Şek ile taraftarları
Tayvan'a kaçmak zorunda kaldı.
Öncesinde sığınmacı olan Şek, burada da savaş başlatıp yönetimi ele geçirdi.
güvenoyunu da kendini korumak için kullandığı bir silaha dönüştürmüş durumda, ne zaman yaşamı tehdit altında
olsa aynı silahı kullanıyor. Halkın kendisine, politikalarına ve savaştaki liderliğine karşı
memnuniyetsizliğiyle oldukça akıllıca bir yöntemle baş ediyor ve sözde eleştirilerin yayılmasına izin veriyor. İmparatorluk birkaç darbe alıp da sendelerse, bir süre
geri planda kalıp insanların şikayet etmelerine izin veriyor. Deyim yerindeyse, güvenlik valilerini açıp halkın geriliminin boşalmasını sağlıyor. Elbette bazıları Churchill'in aslında bunu istemediğini düşünebilir ancak o, oyununu nasıl oynayacağını çok iyi biliyor. En güçlü seslerin avazı çıktığı kadar bağıracağını
tahmin ediyor. Bu sözde Churchill krizi en üst
seviyesine
ulaştığında da deux ex machina' imdadına
yetişiyor. Dalgaları yatıştırıp şaraba su karıştırıyor, çatışmalar azalıyor ve Churchill yine bunların hepsini aslında tahmin ettiğini
söyleyip ekliyor: Aslında çok daha kötülerini
tahmin ediyordu ancak şükürler olsun Tanrı
o kadarına izin vermedi! Bu yüzden halk, yalnızca yağmurla kurtulduğu,
kasırgaya yakalanmadığı için şük- retmeli. Örneğin, Singapur da düşebilirdi ancak o yalnızca Hindistan'ı kaybedeceklerini tahmin etmişti. Bunu da Alman gemileri İngiliz Kanalı'nı kullanmak zorunda kalacağı için bir avantaj olarak gördüğünü belirtti. Churchill öyle iyi yalan söylüyor ki Londra, altı yüz Kraliyet uçağının gemilerimizi Alman limanlarına kadar kovaladığını
ve bu sırada sadece kırk
dokuz kayıp verildiğini iddia etse dahi onlara
1 (Lat.) Kötü
bir durumda meselenin bir anda çözülmesine vesile olan b^ka bir hadise. nesne ya da kişi. 'Hızır yetişti" şeklinde de Türkçeleştirilebilecek
bir deyim.
inanacak
ahmaklar var. Churchill'in de tahmin ettiği gibi
1942 gerçekten
de zor bir yıl olacak
-gerçi
aslında tam tersini
tahmin ettiğini
biliyoruz!- ve ı943'te ya
da en geç
ı945'te güzel günler gelecek
şüphesiz!
Ulusal birlik korunmalıdır ve elbette ki bunun garantisi de
bizzat Churchill'in hayatta kalmasıdır. Ona saldıran her
kim olursa olsun safkan bir İngiliz olmadığını ortaya koymuş demektir!
Buna
benzer bir şey
dünyanın başka hiçbir ülkesinde görülmüyor. Bu kadar hata yapan, bu kadar yanlış tahminlerde bulunup boş vaatler
veren bir başbakan,
nerede olsa koltuğundan edilirdi ancak İngiliz halkı bu adamı seviyor.
Bu adam İngiltere'nin
laneti, şeytani ruhu
ve Büyük
Britanya'nın mezarını kazacak
her türlü beceriye sahip tek adam.
Bizler
ise ondan daha iyisini hayal dahi edemezdik. Şayet müttefiklerimizle bu savaşı kazanmamızın tek yolu Büyük Britanya'nın yıkılması olacaksa, Bay Churchill çok işimize yarayacak demektir. Savaşın ilk
bölümü
öyle ani bir öldürücü darbe
ile sonlanmadı;
gelecek rauntlar var daha. Düşmanımız yorulana kadar yavaş ama
emin adımlarla
ilerleyeceğiz. O,
çalacak zilin kendisini kurtaracağını sanacak ancak sonra bir raunt
daha gelecek. Nihayetinde son darbeyi yiyip yıkılacağı an da gelecek. Bunun ne zaman olacağını bilmiyoruz
ancak olacak, işte bundan eminiz. Kendi imparatorluğunu böylesi ucuz tehlikelere atan bir başbakan ancak
düşmanın
yarar sağlar.
Bay
Churchill burada olduğu
için mutluyuz ve asla ondan kurtulmak
istemeyiz. Mutlak ve radikal bir zafer kazanmamız için bize yol gösterdiği müddetçe etrafımızda olmasından keyif duyarız ancak!
SADIK DOST
ı Mart 1942
Bugün de
hem cephede hem de vatan toprağındaki sayısız dinleyiciye ya da daha doğrusu bütün Alman halkına, Alman radyosu üzerinden sesleniyoruz
zira bu savaşın
tüm tarafları muhtemelen
radyo olmadan hiçbir
şey başaramazdı. Şu anda
bunu yapmak için
öyle önemli bir
nedenimiz yok ancak bizler, ara sıra radyo
politikamızın
genel hatlarını ve
kurallarını
halkımızla açık bir
biçimde
konuşmamızın gerekli
olduğuna
inanıyoruz. İktidara gelmeden
önce ve özellikle geldikten
sonra radyo yayınlarını
yaygın olarak kullanışımız, radyo programları yapmanın teoriden öte bir
tür pratik meselesi olduğunu ve
hiçbir
programın herkesi memnun etmeyi başaramayacağını öğrenmemizi sağladı. Yıllardır
halkın farklı kesimlerinden
aldığımız
geri dönüşler,
genel olarak hepsi programların
farklı bir yönünü değerlendirdiği ve çoğunlukla da biri diğerine zıt düştüğü için pek fayda sağlamıyor. Biri programların fazla ciddi olduğunu,
bir diğeri ise fazla neşeli olduğunu belirtip rahatlatıcı
müzikler kullanılmasını gereksiz bulurken bir üçüncüsü o müziklerden daha fazlasını istiyor.
Diğer yandan bir üçün- cüsü programların gece ıo'da bitmesini,
bir diğeri gecenin asıl ıo'dan sonra başladığını söylüyor. Bu noktada size de yapacak bir şey kalmıyor. Şayet barış zamanında olduğu gibi şimdi de
elimizin altında on iki ya da on dört verici
olsaydı,
bu karmaşık sorunun
çözülmesi
çok daha kolay olurdu ve farklı zevkler
için
farklı radyolarda başka başka programlar yapılabilirdi ancak bugün tek
bir vericinin bile düzgün
çalışmasını sağlamak çok zor.
Dinleyicilerimizin pek çoğunun, eğlenceli bir yayının ortasında bile bir anda İngilizce yayınladığımız haberler yayını yarıda kestiğinde gerilerek iç geçirdiklerini çok iyi biliyoruz ancak bu konuda ne yazık ki
yapabileceğimiz
hiçbir şey yok. Savaş zamanında politik meseleler günlük yaşamın ilgi alanlarından çok daha öncelikli bir
hal alıyor.
Meraklılardan gelen
içli mektuplar ve dilekçeler bize, dedikleri gibi hafif ve
daha eğlenceli şarkılar çalmanın artık herkese fazla geldiğini öğretti. Bazıları bunu, halkın var
gücüyle
kaçınması gereken bir tür kültürel yozlaşmanın işareti olarak gördü. Diğer yandan cephedeki askerler bize şöyle bir
geri bildirimde bulundu; her zaman yaptıkları gibi çok zorlu
işleri halledip akşam saatlerinde
soğuk ve pek de misafirperver sayılmayacak karargahlarına döndüklerinde en azından Alman
radyosunda, kendi deyimleriyle hafif ve keyif veren müzikler dinleyerek
rahatlıyorlar.
Bu
noktada sizce kim haklı ya da kim haksız? Herkesin
kendine göre bir nedeni olduğuna şüphe yok! Ancak halkımızın ezici bir çoğunluğunun cephedekiler gibi düşündüğünü biliyoruz. Bugün, savaş şartları sebebiyle herkese hitap edecek farklı programlar
için ikişer
saat harcamak gibi bir lüksümüz yok.
Evet, savaşın kasvetli havasından uzaklaşmaya çalışıyoruz bir noktada. Radyoda yayınlanan bir programda illa savaşın kasvetli
havasının
yansıtılmasına
gerek olduğunu düşünmüyoruz zira o hava bizi zaten istesek de istemesek de buluyor. Bir çalışan olarak on iki ya da on dört saat, hatta belki daha
fazla didindikten sonra günün sonunda birkaç sayfa kitap ya da bildiri okuyacak haliniz kalsa bile müzik dinlemek
istemiyorsunuz ya da hadi istediğiniz diyelim, onda da sizi
keyiflendirecek bir şeyler olmasını bekliyorsunuz. Bu,
kendilerini dinlerken esnese- niz daha fazla üzülecek olan Beethoven'a ya da Bruckner'a zararı dokunacak bir istek değil. Aynı şey işçiler ve askerlerimiz için de geçerli. Bu noktada kültürel yozlaşmadan söz etmek mantıksız zira bugün,
savaşı kazanarak bizler zaten
Alman ve Batı
kültürüne yapabileceğimiz en büyük hizmeti vermiş
olacağız. Bu yüzden savaş sebebiyle her gün omuzlarımıza yüklenen yükler sanki hafifmiş
gibi hareket edip hoş teşviklerle bizi her gün alt eden savaşın açtığı yaralara biraz olsun merhem sürmenin zararı olmaz. Bu noktada dürüstçe bizlere sorulan şu soruyu yanıtlamak isteriz: Alman radyosu sözde caz müzikler çalmak zorunda mı?
Şayet caz müzikten anlamamız gereken; tek bir ritimle başlayıp farklı enstrümanların kulakları tırmalayan bir takım
sesler çıkararak bu ritmi sürdürmesiyle oluşan son derece saçma ve hatta rezalet bir melodi ise, bu soruya yanıt verme gereği
dahi duymayız zira böyle
bir müzik türünü kimse sevmez zira gerçekte aslında bu müzik bile değil;
yetenekli ancak hayal gücünden yoksun birilerinin melodilerle oyun oynamasından başka bir şey
sayılmaz. Ancak öte yandan bu noktada talepler de şuna dönüşmemeli: Müzikal gelişimin son noktası
büyükanne ve büyükbabalarımızın vals şarkılarıydı
ve onun sonrasında yapılan tüm işler rezalet! Hayır, ritim elbette müziğin en temel elementidir ve şu anda da Biedermeier Dönemi'nde[XXXI]
değil, makinelerin gümbürtülerinin melodileri belirlediği bir yüzyılda yaşıyoruz hepimiz.
Hatta
bugünkü
savaş şarkılarımız dahi
Dünya
Savaşı'nda- kilerden
çok daha farklı bir
ritme sahip. Şayet radyolar da bütün dinleyicilerini
kaybetmek istemiyorlarsa, bu gerçeği dikkate
almak durumundalar. Öte yandan
bu tip ifadelerle kimseyi gücendirmek niyetinde de değiliz ancak
yine de bu noktada çalışan ve didinen kesimin taleplerinin
daha fazla dikkate almaya mecbur hissediyoruz kendimizi.
Elbette
arada sırada raydan çıkılan zamanlar
da oluyor. Alman radyosu sabahın ilk
ışıklarından
gecenin geç saatlerine kadar insanımızla konuşmak durumunda. Ortalama bir insan gün boyu
aralıksız
olarak en fazla iki ya da üç saat
konuşabiliyor
ve söylediklerinde de pek öyle bilgece
konulara değinmiyor. Kendisini yalnızca birkaç kişinin, eşinin ya da birkaç iş arkadaşının dinlemesini genelde bir avantaj
olarak kullanabiliyor ancak radyoda çalışanlar her daim geniş bir
kitleye hitap etmek durumunda kalıyor. Şayet bir spiker ya da sunucu talihsiz
bir deyim kullanırsa,
bir anda radyoya şikayet telefonları ve mektuplar yağıyor. Sırası gelmişken belirteyim, Alman radyosu olarak
merkezimiz Wil- helmplatz'da, vatandaşlarımız diledikleri zaman bizi teftişe gelebilirler.
Zira kimseden kaçtığımız
yok, bilakis işimizi halkımızın gözü önünde yapmaktan mutluluk duyarız. Ancak halkımız da
şunu bilmelidir ki diğer kurumlardan
farklı olarak Alman radyosu geniş bir
kitleye, durmak bilmeden hitap ettiği için ara sıra hata
yapmak sunucularımızın
en doğal hakkıdır.
Pek
çok
hazırlık çalışmasının ardından nihayet
yayın saatleri içerisinde iki farklı program
yayınlayabilme
olanağı bulduk. Bu işin ne
kadar çok efor gerektirdiğinden bahsetmek istemiyoruz zira her şeye rağmen hiç değilse bir kesime
hitap edecek bir iş
başarabildiğimiz için kendimizi
şanslı hissediyoruz. Gelecekte, Reich yönetimindeki diğer yayın organları özellikle
akşam saatlerinde eğlence programlarına ağırlık verirken Alman radyosu kendini
ciddi, kaliteli klasik
müzik eserleri çalmaya adayacak. Bu görevi tamamlamaları için şimdiden önde gelen birkaç
müzisyenle çalışmaya başladık. Kendilerini radyo programına bütünüyle adayabilmek adına hepsi önceki yaratıcı çalışmalarını bir kenara bıraktılar. Bu noktada bize ihtiyacımız olan hatları
çiziyor ve gelen her türlü isteği de mümkün
olduğunca dikkate alıyorlar. Alman radyosu dinleyicileri şunu bilmelidir ki bu kez
ne istediklerini gerçekten iyi biliyoruz. Bizlere açıkça, Tanrı sizleri korusun
diyorlar ve bizler de onları görmezden gelmiyor, aksine
sevgiyle kucaklıyoruz.
Ayak bastığımız yerlerde yaşayan vatandaşlarımızın endişelerine asla yabancı
değiliz. Askerlerimiz bile bize
yazarak yahut ziyaretimize gelerek ne isteyip ne istemediklerini açıkça dile getiriyorlar. Bizler de elimizden geleni yapıyoruz. Hiçbir koşulda,
hiçbir şekilde çalışmaktan kaçmıyoruz. Savaş zamanında insanların moralinin yüksek olması çok önemlidir. Özellikle manevi yük bu kadar ağır olduğunda moralinizi yüksek tutmak hem vatan toprağında hem de cephede savaşın başarıyla sonuçlandırılması
için son derece önemli bir etken.
Bu noktada çok ileri gidenler de var. Örneğin son zamanlarda yayınlardan memnun olmayan bir dinleyicimiz, bir radyo yayınında bir askerin sırasında Goethe'nin 'Götz von Berlichingen'• adlı eserinden detaylı olarak söz
ettiğinden ve kendisinin bu yayını karısının yanında dinlemekten rahatsız olduğundan şikayet etmiş. "Goethe denen adamın," diye devam etmiş konuşmasına, "pek çok açıdan şüphe uyandıran, önyargılı bir karakter yaratmış olması onu benim gözümde kusursuz kılmıyor ancak OKW'nin ve
Propaganda Bakanlığı'nın,
devlet destekli bir kurumda halk karşıtlığını
1 Johann Wolfgang von
Goethe'nin 1n3'te kaleme aldığı eser, maceracı şair Gottfried ya da esere ismini veren Götz von Berlichingen'in yaşadıklarını konu alır. Goethe'nin yarattığı karakter özgür ruhlu, maceracı,
kı.>ndini toplumun normlarına göre şekillendirmeyen bir şairdir.
Ötüken Yayınları tarafından basılan Türkçe versiyonun adı Demir Elli Şövalye'dir.
teşvik eden
bir karakteri masum dinleyicilerine acımasızca açıklayan birini yayına çıkarmaktan nasıl bir zevk aldığını bilmek
istiyorum."
Bizler
sıkça
böyle mektuplar alıyoruz. Ancak
korkarım
bu tip insanları mutlu
edebilmemizin bir yolu yok. Bu noktada ne yapmamız gerekiyor,
General Dietl'a uslu olmaları için askerlerini okula göndermesini mi önerelim? Askerlerimizin üslubu kuzey
cephesindeki koşullar
yüzünden sertleşmiş olabilir.
Bu tartışmayı
duysa belki bize güler de.
Hakkıdır.
Bu şaşkın askeri
bir saat boyunca dinledikten sonra askerlerimizin kuzeyde görevlerini cesurca yaptıklarını ve kar yağışı ile
zifiri karanlığa
rağmen mücadele ettiklerini
öğrendiğimiz
için gurur duyuyoruz. Zira bu asker
bizlere, aylardır
kendi gözleriyle göremediği ve binlerce kilometre uzağında olduğu anavatanıyla arasındaki tek bağı Alman
radyosuyla kurabildiğini
belirttiğinde, içinde bulundukları koşullarda onları neşelendirip morallerini yükseltmek için yayın yapma konusundaki arzumuz daha da
pekişiyor.
Savaşmak zor
bir iştir ve askerlerimiz geçtiğimiz kış o topraklarda mücadele etmemiş olsaydı, bu şikayeti eden
vatandaşımız
ve eşi muhtemelen
yalnızca
hazırlıksız yakalanan
dinleyiciler olmakla kalmaz, rahatsız olduğu bu basit konudan çok daha
başka meselelere canlı canlı şahit olurdu.
Pratiklik
denen şey
gerçekten önemlidir ve
Alman radyosu her bir vatandaşı tatmin
etmeyi başaramaz.
Elinden geleni yapıp kendisine
en çok
ihtiyacı olanlara azami özen göstererek çalışmaya devam edecektir. Bize en çok askerlerimizin ihtiyacı var
zira anavatanlarından
uzakta çok zorlu
bir görev icra ediyorlar. Hoş ve
eğlenceli
saatler geçirmelerine yardımcı olan
yayınları
minnetle takip ediyorlar. Radyo onları rahatlatıyor, keyiflerini yerine getiriyor, onları yüreklendiriyor, savaş sırasında
yaşadıkları her
şeyde onlara arkadaşlık ediyor. Bu yüzden gerektiğinde Alman radyosu anavatanın çıkarlarını savunmak zorunda. Ama yine de her
daim
pozitif davranamadığımız
da oluyor. Her şeye rağmen ihtiyacımız olan vatan sevgisi, görev bilinci
ve şevkle
çalışma azmi... Önemli hadiseler
yaşansa da kafamızı mütemadiyen bunlara yormamıza gerek
yok. Genelde gri bir havada geçen ve
pek de sevimli olmayan günlük yaşam gaileleriyle de uğraşmak zorunda
kalıyoruz
zaten.
Bu
noktada Alman radyosu herkes için en
sadık dostu olmak
durumunda.
HERKESE HİTABEN
8
Mart ı942
Alman
halkı şu
sıralar tam anlamıyla savaşın göbeğinde yaşıyor. Bu, hem ulusal hem de bireysel
olarak var oluş mücadelesi bizler için. Artık kimse, zaferin hepimizin umutlarını ve dileklerini gerçekleştireceğinden de mağlubiyetin Reich'ımızın tamamen yok oluşuna vesile
olacağından
da şüphesi yok;
olası bir mağlubiyetin politik, askeri, sosyal ve kültürel sonuçları hepimizi etkileyecek. Hepimizin bunun farkında olması önemli zira bu bilinç, gücümüze güç katacak, ulusal özgüvenimizi artıracak ve kararlılığımızı körükleyecektir. Bu savaşı biz
istemedik. Savaşmaya
zorlandık. Artık savaşın ortasındayız ve
her bir Alman erkeği ile her bir Alman kadını, bu
mücadeleyi
ulusal tarihimizin en büyük fırsatına dönüştürme arzusunu yüreğinde hissetmelidir.
Bu
halkın
savaşı, yani düşmanımız Alman halkına karşı savaşıyor, bu yüzden halkımızın tamamı da onlara karşı savaşmak zorunda. Nasıl ki
günü gelince zaferin tadını hep
birlikte
çıkaracaksak,
bugün de savaş yasaları altında bir arada durmalı ve
en samimi, en kişisel
meselemizmişçesine yanımızdaki yurttaşımızın arkasını kollamalıyız. Bundan daha büyük bir
fark yaratacak tek bir şey dahi
düşünemiyorum. Bu sebeple savaşın yükünü yalnızca cephedeki askerlerimizin çekmesi gerektiğini ve anavatandaki Almanların ise öylece köşelerinde oturup olanları izlemeye
haklarının
olduğunu söylemek çok büyük bir
hata olacaktır.
Anavatan toprağında yaşayan herkes mücadeleye katılmalı, tabii cep- hedekinden daha farklı bir
biçimde.
Bu noktada cephedeki savaşı mütemadiyen hatırlamanıza gerek yoktur zira herkes zaten savaşın en
sert yaptırımlarıyla
her gün, her
saat karşılaşıyor.
İşte bu noktada anavatanı her
koşulda korumak ve gözetmek durumundayız. Yalnızca hatları
belirlenmiş görevlerimizi
yerine getirmek yetmez, daha fazlasını yapmalıyız. Kanunlar ve düzenlemelere bakarak bununla tam olarak
neyin kast edildiğini
anlamak kolay değil. Bu;
kişinin,
taleplerini kendi vicdanına göre belirleyeceği bir tür hatları belirlenmemiş zorunluluk aslında. Kısacası zafer yolunda herhangi bir sorumluluğu olmayan tek bir Alman vatandaşı dahi
olamaz.
Savaş ne
kadar uzun sürerse,
insan gücünün rasyonel
ve amaca uygun olarak kullanılması da o kadar kritik bir meseleye dönüşüyor. Düşmanımız, sayısal üstünlüğünün
avantajını kullanmakta
ancak nitelik ve nicelik arasındaki fark bu noktada gerçekten belirleyici
bir faktör ve aynı zamanda
asıl mesele, ulaşabildiğiniz insan kaynağım rasyonal
ve verimli bir biçimde kullanabilmek.
Şayet daha düzenli bir
sistem kurup gücümüzü
asla boşa harcamayarak
her bir elin amacına
uygun hareket edip mümkün olabilecek
en harikulade sonuçları
elde etmesini sağlarsak şüphesiz ki düşmanımızı alt edebiliriz. Yalnızca sayısal üstünlük sağlamanın önemli
olduğunu düşünmek gerçekten aptalca
olur. Ulus olarak sahip olduğumuz insan
gücünün o kadar farklı kısımları ve
özel açıları var ki ancak bütün halkımızın benimseyeceği genel bir işgücü disipliniyle
arzuladığımız
sonuçları elde edebiliriz. Mühimmatlarımızı mümkün olan en yüksek seviyeye getirmemiz için ihtiyacımız olan her türlü hammaddeye sahibiz. İhtiyacımız olan, başka her
yerde olduğu gibi üretim sürecinde ihtiyaç duyulan en değerli hammadde:
İnsan
gücü. Kimse bu hammaddeyi kötü kullandığımızı ya da boşa harcadığımızı iddia edemez. Ancak şunu da
inkar edemeyiz; halk olarak barış zamanındaki koşullara o kadar alışkınız ki
şu anki durumumuza tam olarak uyum sağlamayı başarabilmiş değiliz.
Savaştayız ve savaş, iş gücü konusunda hemen hemen her mecrada
değişiklik
yapılmasını gerekli
kılıyor.
Şayet içimizden
biri ciddi olarak ve mütemadiyen iş gücünün asla gelişme kaydedemeyeceği şekilde kullanılıp
kullanılmadığını sorgularsa,
şüphesiz
ki başka pek
çok insan, biraz daha çaba gösterirlerse yüzde üç, beş ya da on ve hatta belki çok azı da
yüzde
yüz daha fazla üretim yapabilecekleri
sonucuna varacaktır.
Bunun savaş ekonomisi
için ne anlama geleceğini tahmin etmek dahi imkansız.
Bizleri
yanlış
anlamayın. İnsan gücünü son
zerresine kadar sömürecek ruhsuz
bir çalışma sisteminden bahsedebilecek son insanlarız bizler. Ayrıca bazı demir işçiliği ve
madencilik gibi işlerde hali
hazırda,
asla artırılamayacak kadar çok üretim yapıldığını da biliyoruz. Ancak bugün hala
yetersiz çalışma
lüksüne sahip olduğu yanılgısına düşen insanlar var aramızda ki
savaşın talep ettikleri düşünüldüğünde artık bu düşüncesizliği görmezden gelmek mümkün olmuyor.
Kimse, barışın hakim olduğu güvenli bir ortamda daha yüksek tabakaya
mensup olup daha iyi şartlarda yaşayan insanlara kin gütmüyor ancak
savaşta
direniş için gereken
fiziksel ve ruhsal kuvvet olarak görev almak
için her daim hazır olmak
zorundalar. Çok bilinmese de bizler, Almanlar
olarak, savaşın
üçüncü yılında dahi
Avrupa'da-
ki
pek çok
ülkenin barış ortamında sahip
olduğundan
çok daha yüksek standartlara
sahibiz. Savaş sebebiyle yaşanan kısıtlamalara rağmen ülkemizde örneğin 1941 yılındaki tütün ve tereyağı tüketimi 1932 yılında olduğundan çok daha yüksek. 1932
yılının sonunda yedi milyon işsizimiz vardı. Aile fertlerini de hesaba
katarsak bu sayı yirmi milyona yaklaşıyordu. Halkımızın üçte biri o zamanlar kira ödemek ya
da başka
lüksler şöyle dursun,
bugün herkesin karne ile alabildiği şeyleri alabilecek durumda değildi. Bunlar
kimsenin inkar edemeyeceği hakikatler şüphesiz. Ancak
bizler bunları da çok kolayca
ve fazla hızlı bir biçimde unuttuk.
1938 yılında 1932'den daha iyi şartlarda yaşamış olduğumuz gerçeği aslında Nasyonal Sosyalist Devrim'in bir
sonucuydu ve bu savaşta da çok daha
başka
kazanımlar için var
gücümüzle
savunmada olmalıyız. Bugün hükümetimiz içinde
bulunduğumuz büyük savaşı, anavatandaki
yurttaşlar
için mümkün olduğunca katlanılabilir kılmaya çalışıyor olsa da, savaşın talepleriyle
kesişmeleri
durumunda sizlerin talepleri
konusunda bir takım
doğal kısıtlamalar da
olacaktır
elbette. Mücadelenin tarafı olan diğer halklar,
örneğin
Fransızlar ya da Sovyetler Birliği halkları savaş uğruna bizlerden çok da
ağır
fedakarlıklarda bulunmak
zorunda kalıyorlar,
üstelik de çoğu da
mücadeleyi
ya kaybetti ya da kaybetmeye
mahkum. Örneğin;
bugün aramızdan kimsenin,
kazandığı
parayla hammadde alarak yatırım yapmaya
hakkı da talebi de olmadığı gerçeği tartışmaya kapalı bir mesele. Zira ortada
bir şey yok. Hammadde olmamasının nedeni de tüm paranın silah ve mühimmat üretimi için harcanmış olması. Hepsini askerlerimiz o silahları kullanarak
savaşı
kazansınlar
diye yapıldı;
bu savaşı kazanmak
istememizin nedeni yalnızca
yaşam standartlarımızı tekrar
1938 ya da 1939'daki seviyeye çekmek değil, tüm halkımızın hatırı sayılır
ölçüde daha yüksek standartlara
sahip olmasıdır.
Führer'in 30
Ocak'ta Bedin Spor Salonu'nda yaptığı seslenişte halkımıza silah ve mühimmat üretimi için çalışmaları konusunda çağrıda bulunmasının çok daha derin bir anlamı vardı. Hepimiz sarf ettiğimiz eforu
daha da artırmaya
çalışmak durumundayız, hepsi bu da değil, hem
eylemlerimizi hem de yaşantımızı mümkün olduğunca sadeleştirmek zorundayız.
Bu özellikle çok daha iyi durumda olan çevreler için geçerli. Yine cepheden bir örnek vermek
istemem ancak askerlerimiz orada, olabilecek
en primitif yaşam
şartlarında nefes
almaya zorlanıp
rütbelerine ve
konumlarına
bakılmaksızın her
an ölümle burun buruna, hayatta kalmaya çalışıyorlar. Anavatanda yaşayan halkımıza savaş konusundaki görevlerini hatırlatmak için mutlaka cepheden örnekler vermemiz
gerektiğini
düşünmüyoruz zira.
Herkes gereksinimleri kendi görmeli ve
görevlerini
isteyerek yerine getirmelidir. Bu
herkesin boynunun borcudur.
Hükümetimizin ve tüm bürokratik organlarının savaşın taleplerine uyum sağlayabilmek adına yaptığı ve yapmaya da devam edeceği kayda
değer
sadeleştirme operasyonları herkese
örnek
olmalı. Barış zamanında da
işe yarar ve faydalı şeyler yapmış olabiliriz ancak bunlar
kesinlikle savaş
için elzem değil. Savaş, insan gücü talep
ediyor ve biz hemen her yerde bu konuda sıkıntı çekiyoruz. İçinde bulunduğumuz ortamda da barışa elveda
demek gerekiyor, bunu yalnızca yönetimin de halkın da
yapması gerek. Gazetelerde verilen mücadele, toplar
ve tanklar halkın
canına kast ederken anlamını yitirmiş durumda artık. Artık herkesin kendi kendine
yetebilmesi gerekiyor. Herkes kendi ayakları üzerinde durmalı ve
hava şartları
bile dahil olmak üzere yaşanan her sorunun devletin sorumluluğunda olduğunu düşünme gafletinden bir an önce kurtulmalıdır. Kendimizi her şeyin yasalarla
ya da bir takım
düzenlemelerle çözülebileceği ve
çözülmesi
gerektiği yanılsamasından kurtarmak
ve ulusal disiplinin doğal yasalarına uygun olarak eskisinden
daha
sağlam bir toplum ve sosyal yaşam kurmak
zorundayız.
Savaş cephede tüm çıplaklığıyla yaşanıyor ve artık daha
fazla tartışmaya
gerek yok.
Bütün bunlar,
savaşa
karşı tutumumuzda da bir takım değişiklikler yapmamızı zorunlu kılıyor. Durum
giderek sertleşiyor
ancak bir yandan da netlik kazanıyor. Şayet birbirimize daha fazla ilgi gösterirsek, savaş karşısında asla yıkılmayacağımız bir duruş da
kazanmış
oluruz. Pek çoğumuzun ne
kadar çok
çalıştığının ve
bu yüzden her zamankinden çok daha
gergin olduğunun
fazlasıyla farkındayız. Ancak
bu asla, kötü ruh halimizi sabahın erken
saatlerinden gece yarılarına
kadar etrafımızdaki herkese yansıtmamız için bir neden olamaz. Doğru zamanda
söylenen
ufacık bir hoş, dostane
ve teşvik edici sözcük, gittiği her yerde gerginlik yaratarak
homurdanan bir yaratıkta
olduğu kadar sinirli insanlar üzerinde de
harikalar yaratabilir. Bir şirketteki tek bir şakacı çalışanın kıymetine paha biçilemez. Yokularına diş gösteren ve otoritesini diktatörcülük oynayarak kullanan bir otobüs şoförü, yanlış bir işte çalışıyor demektir. Diğer yandan
savaşın
yarattığı sorunlara rağmen işini incelikle ve hatta nükteyle, insanlarla
şakalaşarak
yapan bir insan bir nevi Tanrı'nın bizlere
armağanı,
toplumun arasında dolaşan bir değerli taş ve kışın gri
gökyüzünde
beliren bir ışık huzmesi gibidir.
Düşünceli ve
anlayışlı
olmak, yaşama karşı bilgece bir tutum sergilemek, arkadaş canlısı, yardımsever ve şakacı olup
herkese moral vermek, maddi hiçbir karşılığı olmayan ancak savaş ortamında son derece kıymetli olan
özelliklerdir.
Bir ayakkabıcıda çalışan tezgahtar, çaresizlik içinde bir mağazadan diğerine son
derece mütevazı
bir talebin karşılanması için gezinip duran müşterisiyle konuşurken o, "Kızım için bir çift ayakkabı istiyorum," dediğinde, o anda stokta olmadığını ve muhtemelen bir iki hafta içinde ancak
geleceğini
söylemek yerine, "Ben de
isterdim," diye karşılık veriyorsa,
bu
kişi kime nasıl bir
zarar verdiğini
anlayamayacak kadar ahmak
demektir ve derhal müdürüne
şikayet edilmelidir zira hiç kimsenin
halkın
ihtiyaçlarıyla alay
etmeye hakkı yoktur.
Herkesin
kendisine çeki
düzen vermesi, çalışmalarımızı olabildiğince rasyonel olarak düzenlememiz, savaş konusunda önümüzde duran
her türlü gereksiz ve saçma şeyi ortadan kaldırmamız, savaş hakkında konuşmak yerine savaşla mücadele etmemiz, başkalarına nazik davranmamız, nazik ve anlayışlı olmak,
her durumda iyi huylu davranan askerlerimizi örnek almamız, günün getirdiği zorlukları sakinlik ve tevazu ile
kabullenmemiz ve hiçbir
şeyin bizi demoralize etmemesi adına eskisinden
daha fazla ne yapabileceğini
düşünmemiz gerekiyor.
Kısacası, anavatan
toprağında
yaşayanlar da artık savaşın getirdikleriyle savaşmalıdır!
AÇIK MÜZAKERE
29 Mart 1942
Yiyecek
dağıtımında
yapılan yeni kısıtlamalar 6 Nisan'dan itibaren her bir vatandaşımızın ev ekonomisini etkileyecek. Bunu görmezden gelmek
ya da olduğundan
daha yumuşak göstermeye çalışmak aptalca ve hatalı bir
hareket olur. İlgili kurumlarda kesintinin boyutları ve
gerekliliği
konusunda uzun ve sert tartışmalar yaşandı ancak nihayetinde kesintilerin son derece elzem olduğuna ve
planlanan miktarlarda uygulanması gerektiğine karar verildi. Şayet bu
yapılmasay-
dı, altı ya da en fazla sekiz ay içerisinde yiyecek stokumuz konusunda çok daha
büyük
sıkıntılar yaşayacak ve
şu anda yapılanlardan çok daha geniş kapsamlı kesintilere gidilecekti.
Verilen
son savaştaki
durumun aksine, Alman gıda politikaları sayesinde ulaşılabilir gıda ürünleri herkese adil bir biçimde dağıtılıyor ancak savaş şartlarında stokumuz herkesin
isteklerini karşılayabilecek
kadar çok değil ne
yazık
ki.
Elbette kimse, yarın
varlığımızı sürdürebilmek için muhakkak ihtiyaç duyacağımız yiyecek stokunu bugünden tüketmemize izin vermediği için hükümeti suçlamayacaktır. Bizler yalnızca uzun
vadeli planlar yaparak -ki bu savaşta zafere
erişebilmemizi
sağlayacak yöntemdir aynı zamanda-
yiyecek tüketimini
kontrol etmek zorundayız. Hükümet hangi gıda maddelerinde
kısıtlamaya
gitmenin bütün toplumu doğrudan etkileyeceğini herkesten daha iyi bilir ancak
bunun gerekli olduğuna
karar veriyorsa herkes şundan emin
olmalıdır
ki başka olasılık kalmamıştır.
Bu
kararı
almamıza neden olan koşulların herkes farkında.
Hem radyolarda hem de yazılı basında detaylı olarak tartışıldıkları için şu anda burada tekrar etmemize gerek
yok. Ordumuzun genişliği,
ağır sanayide çalışanlar ile gece gündüz mesai
yapanların
sayısının artması, silah
endüstrisinde
istihdam edilmek üzere ülkemize gelen iki buçuk milyon
işçi, bizim için çalışan ve aynı zamanda
beslememiz gereken mahkumlar ile işgal ettiğimiz bölgelerde konuşlanan birliklerimizi ekonomik olarak
desteklemek, müttefikimiz
Finlandiya'nın kahramanca
mücadelesinde
ona yardımcı olmak,
son iki yılda
planlarımızı bozarak
anormal seyreden ve hasatımızı da etkileyen hava şartları ve
tarımsal
iş gücü noktasında yaşanan kronik
sıkıntılar
birleşince eski gıda maddesi
dağıtım
oranlarını korumamız giderek
daha da zorlaştı.
Elbette
bunun böyle bir kesinti için çok da
uygun bir zaman olmadığının
da farkındayız zira patates sıkıntısı da
çekiyoruz.
Uzun süren don,
patateslerin tarlalardan marketlere getirilmesini imkansız kıldı. Bahar gelince yine bolluk yaşayacağız ancak uzun kış mevsimi
yüzünden
kağıt üzerinde
kusursuz görünen
planlarımız sekteye
uğradı.
Özellikle büyük şehirlerde sebze sıkıntısı yaşanıyor. Özetle bize kalsa bu sert önemleri birkaç ay daha ötelemeye çalışırdık ancak artık bu
seçenek pek mümkün görünmüyordu. Savaş
döneminde gıda politikalarımızı
popüleritelerine göre değil, bu
şartlar
altında, her ne kadar kimseyi memnun etmeyecek
kararlar almak zorunda kalsak da hangi politikanın daha mantıklı olduğuna bakarak ne yapacağımızı belirliyoruz. Bu tür önlemler can yakıyor olabilir
ancak savaştan
zaferle çıkacağımız güne kadar bunları yapmak
zorundayız.
En önemlisi de
bir sonraki hasadın
nasıl olacağını öngöreme- diğimiz için yeterli
stokumuzun kaldığından
emin olmaya mecburuz. Sonraki hasadın durumuna
göre belki gıda yardımlarını artırma yoluna gitmemiz de mümkün olabilir.
Artık her
bir Alman vatandaşı
emin olsun ki bizler bu savaşı kazanmak
zorundayız.
Kaybedersek başımıza geleceklerle kıyaslanırsa bugün gönüllü olarak kabullendiğimiz bunca şey birer
çocuk oyun gibi kalır. Bizler
böyle bir ihtimali
asla düşünmek
istemiyoruz zira devletimiz yalnızca muzaffer
olmayı istemekle kalmıyor, zafer
için var gücüyle çalışıp mücadele ediyor ve her türlü sorumluluğu seve seve kabul ediyor. İçinde bulunduğumuz durumun gerektirdiği şartları yerine getirmek yine devletimizin
görevi ancak savaşın getirdiği yüklerin herkese eşit olarak
dağıtılması
konusunda ısrarcı olmak
da halkımızın
hakkıdır. Ulus olarak hep birlikte bu savaşı kazanmamızı sağlamak adına yapmamız gereken fedakarlıklardan kimsenin kaçınmaya hakkı yoktur. Kaçmaya çalışan ya da savaşta gösterdiğimiz çabaların sonuçları için
tehdit oluşturan herkes
en ağır
şekilde cezalandırılmayı hatta
idam edilmeyi dahi hak ediyor. Pek çok askerimiz
ve komutanımız
vatan için canlarını ortaya koyarken vatan toprağında yaşayanların zafer kazanma şansımızı bilerek veya bilmeyerek riske atmasına asla
izin veremeyiz. Cephede yapılan fedakarlıklar giderek zorlaşırken sivil yaşamda da
taşınan
yükün ağırlaşması, düzenin ve
adil koşulların
sağlanması için alınan önlemlerin sıkılaşması olağandır. Yasalara karşı gelen
kim olursa olsun hesabını
en ağır şekilde verecektir. Askerlerimiz de
bizden bunu istiyor,
hatta
halkımızın
tamamı buna tam anlamıyla destek
veriyor. Düşmanlarımızın
bu konuda ne düşündüğüyle ise zerrece ilgilenmiyor ve
onlara kendi işleriyle
ilgilenmelerini öneriyoruz. İngiltere'deki beyefendiler, savaşın üçüncü yılında toplumsal yaşamda düzeni koruyarak halkımızın sorunlarından kimsenin bir fayda sağlamasına fırsat vermeyi reddediyor oluşumuzu bir
zayıflık
işareti olarak görmekte özgürdür. Ancak kendileri de bizim gibi
kesintiye gitmek durumunda kalıyor ancak
bizler İngiltere'nin
gıda bakanı gibi
halkımıza
etin onlar için zararlı olduğunu ve ot kullanarak lezzetli ve güzel salatalar
yapabileceklerini anlatmıyoruz.
İngilizler despot olduğumuzu iddia ediyor ancak bizler ne
zaman kritik bir karar verecek olsak kendimize güvenerek halkımıza gidiyor, durumu hiçbir şeyi gizlemeksizin onlara anlatıyoruz zira biliyoruz ki halkımız bizi
anlar. Ayrıca
halkımızı bu şekilde fırsatçılardan da koruyoruz. İngiltere'nin aksine -Londra gazeteleri hemen
her gün bundan şikayet etse
de- bizler böyle
insanları asmaktan dahi asla çekinmiyoruz ve bu noktada vicdanlarımız da zerrece rahatsız olmuyor.
Yani Ulusal Savunma Konseyi'nin yakın zamanda
çıkardığı
yeni genelgede herhangi bir hata
bulunmuyor; genelgenin ilk paragrafında da belirtildiği gibi halkın geneli
için
önem arz eden hammaddeleri ya da gıda maddelerini
ortadan kaldıran,
saklayan ya da yağmalayan kişiler derhal hapis cezasına ve
hatta daha ciddi suçlar
söz konusuysa ölüm cezasına çarptırılırken işleri gereği ya da ticaret yaparken başkalarına bu konuda ayrıcalık tanıyan ya da özel teklifler
sunanlar da aynı
şekilde hapis cezası alacaktır. Her şey gayet
açık. Devletin avukatlarına, böyle davaların ivedilikle çözülmesi talimatı verildi zira geçmişte yaşanan bu tip olaylarda suçlulara yumuşak yüz gösterilmesi bu suçların önlenmesine herhangi bir katkı sağlamadı. Kara borsa ticaretin savaştan kar
sağlamaya
çalışan sorumsuz ve ahlaksız üyelerinin artık sonu geldi. Bizler bütün halkımız
adına konuşuyoruz, hem cephedeki askerlerimiz hem de
vatan toprağında mütemadiyen çalışan vatandaşlarımız
adına. Zira en temel gereksinimlerinin savaşın zorlu
şartlarında
devlet tarafından korunup garanti altına alınması hepsinin hakkıdır.
Aramızda hala
lüks
tüketim malları ve
daha fazla gıda
için fahiş bedeller ödemeye hazır olanlar varsa eğer bunun
son uyarı
olduğunu unutmasınlar. Artık o
pek sevgili karınlarına
iyi bakmak için aldıkları risk bu kadar hafif olmayacak. Kimsenin savaşı sevdiği yok. Bu yüzden birkaç ucubenin savaşın tadını çıkarıp ondan kar sağlamasına da asla izin vermeyeceğiz. Bu tarihi mücadelede tertemiz, lekesiz bir biçimde savaşmaya devam etmek istiyoruz. Zafer bizi
bulduğunda
hem Alman kadınları hem
de Alman erkekleri üzerlerine düşeni layıkıyla yaptıklarını
söyleyebilmeli. Bunu
anlamayan vicdan yoksunu kimseler, savaşta ne
yapıp ne yapmayacağını bilmeyenler, durumu ya lafla ya
da daha zorlu yollardan anlamaya mecbur kalacaklar. Savaş süresince bütün hammaddeler
ve gıdalar toplumun tamamına aittir
ve bu yüzden adil bir biçimde dağıtılması zaruridir. Buna karşı gelenler
ancak topluma zarar verir. Çiftçinin hasadı bütün halkımızın malıdır. Bu yüzden çiftçimiz fırsatçıları kapısından içeri
sokmamalıdır.
Alman
toprağından
ve çiftçinin el
emeğinden
çıkan hasat doğruca tüccarın eline geçer. Tüccar bir aracıdır ve
ürünü adil bir biçimde dağıtmakla görevlidir. Her türlü takas
en ağır
şekilde cezalandırılacaktır. Zanaatkarların ürünleri de adil fiyatlara satılmalıdır. Bu noktada özel teklifler
yapılmasını
istemek ya da özel teklifleri
kabul etmek onursuzluktur ve suç kabul
edilecektir. Ortalama bir vatandaşın adalet duygusu bu adil dağıtım yasasının en sağlam garantisidir
aslında.
Alman ev kadınları satıcılardan hakları ne ise onu talep eder, kara borsa
ürünlere
fahiş fiyatlar vermeyi asla kabul etmez
zira bunun suç
olduğunu bilir Alman kadını.
Takas,
kara borsa, rüşvet ve her türlü fahiş fiyatlandırma muhakkak cezalandırılacak ve özellikle daha
ciddi meselelerde kişinin mülkü haczedilecek ya da kendisi doğruca idam
cezası alacak.
İster üretici, ister tüccar isterse
de tüketici
olsun, toplumumuzda herkes örnek davranışlar sergilemek zorunda. Herkes
kendisine verilen adil payla yetinmeye mecburdur zira bu önlemler de
mücadeleye
bir katkı sağlıyor ve zaferi bize bir adım daha
yaklaştırıyor.
Zafer toplum olarak hepimize bağlı.
Aramızda adaletimizden
ve içtenliğimizden
şüphe eden tek bir vatandaşımızın dahi olduğunu hayal
edemiyoruz zira bunu yapan kişi büyük risk alıyor demektir.
Aramızda savaşı yeterince
ciddiye almayan tek tük kimseler
de olabilir. Böylesine
dar görüşlü olabilenler
yalnızca
tüm ulusumuza ait olan gıda maddelerinin
tedarikini tehlikeye atmakla kalmıyor, aynı zamanda ahlaklı vatandaşlarımıza kötü örnek olarak uzun vadede herkesin
adalet duygusunu ve toplumsal yaşamın adil
ve eşit
oluşuna duydukları inancı zedeliyorlar.
Bu da olabilecek en kötü şey.
Böylesine zor
zamanlarda tek ihtiyacımız
olan iyi düşünmek
ve derin inancımızı
korumak olacaktır. Bu değerleri suiistimal
eden, halkımızın
sabrını ve içtenliğini test eden her kim olursa olsun,
dersini alana kadar darp edilmeyi hak ediyor demektir. Hükümet olarak
halkımızla
aramızdaki bağı bu
zorlu savaş
döneminde her zamankinden çok daha
derinden hissediyoruz. Zafer uğruna yapılan büyük fedakarlıkları, bu uğurda herkesin
nasıl cesaretle ve sabırla mücadele ettiğini görüyoruz. Oğlunu kaybeden her bir ananın, eşini kaybeden her kadının ve
babasını
kaybeden her evladın acısını içimizde hissediyoruz. Çiftçi kadınlarımızın ahırlarda ve tarlalarda ne kadar çok çalıştığını biliyor ve yorgunluktan bitap düşen işçilerimizin otobüslerde ve metrolarda nasıl yığılıp kaldığını görüyoruz. Berlin'den ayrılır-
ken
askerlerimizin anavatan için yaptıkları büyük fedakarlık hakkında söylediklerini
yürekten dinliyoruz. Keşke her
gün cesur ve mütevazı halkımızı, asla böbürlenmeye gerek görmeden zafer
için
çalışıp mücadele eden
insanımızı
öven şarkılar söyleyebilseydik.
İşte bizler
bu insanlara borçluyuz,
onlara yürekten bağlıyız. Onlar da hükümetlerinden, daha fazla fedakarlığa ihtiyaç duyulduğunda savaşın
yükünün tüm omuzlara
eşit ve adil bir biçimde dağıtılmasını talep ediyorlar. Bunu yapmayı başaramayan bir hükümet, halkın hükümeti olarak adlandırılmayı hak etmiyor demektir. Bizler işlerin nasıl yürümesi gerektiğini biliyoruz ve bu yüzden savaşın gerektirdiklerini görmezden gelenler
büyük bedeller ödeyecekler. Alman halkı uzun
süredir bir bütün olarak
örnek
teşkil eden bir tutum sergiliyor ve saygıyı hak
ediyor. İşte bu yüzden suçluların acımasızca muamele görmelerinin halk tarafından memnuniyetle karşılanacağından şüphemiz yok.
KAĞIT KALEMLE SAVAŞMAK
12 Nisan 1942
Böylesi kapsamlı bir savaşta pek
çok dalı
olan devasa, çok yönlü bir
organizasyona ihtiyaç
olduğu aşikar. Organizasyonun dallarının toplumsal yaşamın her
alanına
ulaşması ve hatta özel hayata
da dahil olabilmesi gerekiyor. İkincisi, şayet gerekli şartlar oluşturulabilirse oldukça faydalı olabilir. Artık orduların, ellerini kollarını sallayarak
sağa sola dadanıp ihtiyaçları olan şeyleri topladıkları feodal yönetimlerin devrinde yaşamıyoruz. Günümüzde askeri yönetimler her şeyi planlamalı ve muhakkak her şeye hazırlıklı olmalıdır. Tüm olasılıkların dahil edildiği önlemler almalı ve gergin gergin beklemektense
uzun vadeli planlar yapıp her
şeye
hazırlıklı olmalıdır. Bu
da hem hükümette
hem de alt yönetimlerde karmaşık ancak kıymetli mekanizmalar
kurulmasını
elzem kılıyor. Gün gelip de bütün mekanizmanın çökmesi tehlikesinden kaçınmak adına her bir çark bir
diğeriyle
uyumlu hareket etmek zorunda.
Her
yerde olduğu gibi bizde de sadelik her zaman
en iyi seçenek.
Bir cihaz ne kadar yalın ve
net ise, o kadar kusur-
suz
işler. Biz Almanlar tüm dünyaya örgütlenme ustaları olarak nam salmış durumdayız. Çünkü bu işi gerçekten iyi biliyor ve bazen olması gerekenden
bile daha iyi işler çıkarıyoruz.
Organizasyon olmadan düzenli bir
hayat düşünemiyoruz. Bu yüzden başarılı olacağımızdan emin olmak adına yalnızca organize edilmesi gereken şeyleri değil organize edilebilir olan her şeyi mütemadiyen düzenlemeye çalışıyoruz. Bu da bir hata aslında zira
o kadar sistematik çalışıyoruz
ki bazen ara sıra akıllıca doğaçlamanın gücünü kullanmaktan aciz kalabiliyoruz. Savaşın doğasının 1942'de 1939'dan çok daha
farklı
olduğunu herkes kabul edecektir. Yapılması gereken
işler
çok büyüdü. Ancak
bu işleri
halletmesi gereken nüfusun yoğunluğu ise aynı oranda
artmadı.
Çalışma şevkleri artıyor olsa
da fiziksel ve ruhsal kudretleri, savaşın ilk
yılına nazaran üçüncü yılında kendilerinden beklenenleri yerine
getirmekte haliyle yetersiz kaldı. Bu
noktada cihazlar daha da önem kazanmış olsa da her şey giderek
sadeleşmek
yerine daha karmaşık bir
hal aldı ne yazık ki.
Bizlerin bu konuda bir şeyler yapması gerekiyor. Savaşla bağlantılı pek çok insan
barış
zamanından kalma pek çok ağırlığı da beraberlerinde sürüklemekteler. Hafif bir yükle ilerlemek
ve böylece ivme kazanmak yerine endişeler, karşıtlıklar ve engellerle doldurdukları koca bir çantayı taşıyorlar sırtlarında. Girişimde bulunmak yerine kağıda sarılıyorlar. Kritik bir meseleyi başka birine
kısacık bir not yazıp gönderdikten sonra herhangi bir terslik olması durumunda mazeretiniz olsun diye bir kopyasını da
kendinize saklamakla çözemezsiniz. Telefonu elinize alıp nihayetinde
gayet iyi niyetli ve düzgün bir
insan olan o kişiyi aramak çok daha
iyi olacaktır.
Birkaç arkadaşça söz ettikten
sonra sorunlar muhakkak çözülecektir. Bu size hem zaman kazandıracak, gerilmenizi ve sorun yaşamanızı önleyecek hem de gelecekteki tarihçilere hoşlarına gidecek siyah beyaz bir evrak kazandırmayacak olsa da işleri hızlandıracaktır. Ba-
şarının yarısı genellikle cesurca inisiyatif
almak ve hızlıca eyleme geçmektir aslında. Hedefine ilk ulaşan kişi şüphesiz ilk harekete geçen olacaktır.
Savaş için harcanan çabalar yalnızca bir avuç evraktan
ibaret olursa sizce elimize ne geçer?! Reich
öncüleri
o kadar çok işle uğraşıyor ki masalarına yığılan notları ve onlarca evrakı okumaya
harcayacak bir dakikaları
dahi yok. Tabii ayrıca daha
düşük
rütbelilerin yapması gereken
işleri
halletmek de onların görevi değil. Kendileri kapsamlı yönergeler hazırlayarak işe yarayıp yaramadıklarını takip etmekten sorumlu. İşte öncü derken
tam olarak bundan bahsediyoruz, yaptıkları yöneticilikten çok daha farklı. Ayrıca ufak tefek meseleleri, devletin
daha küçük
organları merkez ofisin yapacağından çok daha kolayca ve çabuk çözebilirler. Zira böyle basit
meselelere çok
aşinadır hepsi. Kafası az
çalışan insanlar nadiren parlak fikirler üreten kimseler
olarak tanımlanabilir.
Bizi
yanlış
anlamanızı da istemem. Şayet devlet
ve yönetimin işlemesi gerekiyorsa
her zaman belli seviyede bir organizasyon da olmalıdır. Ancak bu noktada da güvenilirliğin bir limiti vardır ve
o limit mekanizmanın
sağlıklı işleyen kısımlarına zarar vermeden genişletilemez. Şayet bu işi fazla
ciddiye alırsanız
sonunda süpervizörlerinizi noktalama işaretlerini kontrol etmekle görevlendirmeye başlar ve ardından ölümcül noktaya kadar gidersiniz. Bu da yalnızca fikirlerinizi
sekteye uğratmakla
kalmaz, gerçekleri de yerin altına gömmenize neden olur. Büyük vazifeleri
yerine getirebilmek için ihtiyaç duyduğunuz insanların her birini cömertçe teşvik ederek hırsını ve
çalışma arzusunu körüklerseniz, sıradan yollardan
kazanılamayacak
başarılara erişirsiniz. Resmi
görevlilerin
beyaz atlarıyla önünde şaşkınlıkla kalakaldıkları hendeklerden ve engellerden kararlı bir
sıçrayışla
atlar ve geniş, açık arazilere koşarsınız.
İşte bizler
de bu yüzden
savaş süresince parti
içindeki
çalışmalarımızdan geri
kalmadık.
Organizasyonlar ya da örgütler belli
amaçlarla
kurulur ve eğer kendilerine
verilen görevleri
başarıyla tamamladıktan sonra
değerli ve paha biçilmez sanat
eserleriymişçesine
sürüklenmez, bilakis
tahtlarından
derhal indirilirler. İşte bizler
bu bakış
açısıyla o şaşalı seçim zaferlerini kazandık. Her
daim düşmanın
ensesindey- dik, bize zafer kazandıran prensiplerimiz konusunda katı ve
sert olsak da sahada esnek ve uyumlu davrandık ancak
aynı zamanda hedefimize ulaşmak için bitmek bilmez değişimler geçirerek farklı yöntemler
uygulamasını da
bildik. Belli bir kalıbın
içinde sıkışıp kalsaydık asla
zafere ulaşamazdık;
biz- ler kağıdı genellikle
gazeteler, el ilanları
ve posterler basmak için kullandık. İktidara gelmemiz için gerçek anlamda ihtiyaç duymadığımız her şeyi ya
geride bıraktık
ya da daha iyi günlerde kullanmak
üzere erteledik. Pazarlar ve tatil günleri bizim
için tamamen yabancı konseptler.
Şayet yeterince paramız olsaydı, hızlı trenlere binip seyahat eder ve bu
da yeterli gelmezse gecelerimizi üçüncü ya
da dördüncü
sınıf sert ahşaptan bankların üzerinde geçirirdik.
Hiçbirimizin de
incileri dökülmezdi bu yüzden. Hepimiz
kazanmak zorunda olduğumuz
biliyorduk ancak bunu kafaya da takmıyorduk. Teorisyenlerin söyleyecek çok şeyi yoktu, uygulayıcılar ise ne yapılacağına karar vermek durumundaydı. Yapamadığımız her ne varsa iktidara geldiğimizde telafi edebileceğimiz düşüncesinden güç alarak ilerledik ve öyle de
oldu.
Bugün savaşta da benzer bir bakış açısıyla ilerliyoruz. Savaşa bir
katkısı olmayan her ne varsa hepsini önemsiz görüyor ve bir kenara bırakıyoruz. Beceriksizlik her alanda başarının baş düşmanıdır. İhtiyaç duyulan tüm eylemler
mümkün
olduğunca çabuk gerçekleştirilmelidir zira
aksi takdirde çok geç olabilir. Şayet çalışmanıza engel oluyorsa eskiyen köklerinizden kurtulmayı da bilmelisiniz. Barış zamanında pek çok şeyi mazur
görebiliyorduk
zira hem zama-
nımız hem
de maddi gücümüz
vardı. Ancak savaşta durum
çok
farklı. Hepimiz savaşın katı yasalarının ağırlığı altında eziliyoruz ve eğer bize
sunduğu
fırsatları yakalamayı başaramazsak, aynı yasalar
başarımızın
önüne set çekmeyi de
bilir.
Kaniş satın almak isteyen biri, bir köpek gazetesinin
reklam sayfasına yazı yazıyor. Kendisine bir teklif geliyor
ancak öncesinde
tescilli bir kurum olan Reich Köpek Derneği'nin başvurması ve bir form doldurması gerekiyor. Bu sırada pek
çok -ve elbette çoğu alakasız olan- soruyu yanıtlamak durumunda kalıyor. Savaş sırasında söz konusu kaniş, ister
Protestan isterse Katolik olsun inançlı bir
Almanın
yanında muhakkak rahat bir yaşam sürecektir ancak söz konusu
derneğin
barış döneminde devlete
olan katkıları
her ne olursa olsun, savaş zamanında sekreteryasını savaş
endüstrisinin hizmetine
sunup gazetesini doğu cephesindeki haberleşme ağına teslim ederek cephedeki askerler için mütevazı gazeteler çıkarmalarına yardımcı olmalıdır.
İçinde bulunduğumuz dönemde doldurulacak formlar da yapılacak anketler
de mümkün
olduğunca en aza indirgenmeli zira insanların, hayatları için önem arz eden şeyleri elde
edebilmek için aptal formlara yaşam hikayelerini
yazacak kadar çok
zamanı yok. Bu yüzden kurumlar
mantıklı
davranmalı ve vatandaşlardan yalnızca çok gerekli bilgileri talep etmeli.
Herkes et, yağ, yemek, ekmek ve diğer gıda maddeleri için düzenlemeler yapılması gerektiğinin
farkında ve bu düzenlemeler için de kartların, kuponların ve kimlik kartlarının dahil olduğu bir
organizasyon kurulmalı. Şayet tütün dükkanlarının önünde puro ya da sigara almak
isteyenler kuyruklar oluşturuyorsa, buna bir sınırlama getirilmeli.
Bu, bütün toplumun yararına bir
uygulama. Ancak her kim yaşamını idame
ettirmesi için
ihtiyaç duyduğu malzemelerden
daha fazlasını
almak istiyorsa, yaşamsal önemi olmayanlardan feragat etmesini de
bilmeli.
İşte toplumsal mantık ve
disiplin burada devreye giriyor. Şayet biri
payına
düşenden daha fazlasını almaya
çalışırsa,
bir başkası ona
dostça
uyarıda bulunuyor ve bu da işe yaramazsa
dostça bir tekmeyle o kişiyi bir
köşeye itiyor.
Aramızda, parlak
botlarına
bir damla çamurlu su
sıçrasa
baygınlık geçirecek duruma
gelen insanlar var. Savaş zamanında dahi devletin, onların pek
kıymetli
varlıkları konusunda endişelenmekten başka işi olmazmış gibi davranmaktan geri durmuyorlar. Hepsi kendi
kendine yetmekten aciz. Kar yağdığında caddelerin görevlilerce temizlenmesini bekliyorlar, buzlar eridiğinde de kasten su birikintilerine basıp botları kirlendi diye hükümeti suçlamaya girişiyorlar. Nasıl bir dönemden geçtiğimiz hakkında en ufak bir fikirleri yok.
Durumumuzu mantıktan
anlayıştan yoksun bir kurbağa perspektifiyle
yargılayabiliyorlar
yalnızca. Ancak şanslıyız ki
bu kimseler toplumumuzun yalnızca ufak
bir kesimini oluşturuyor
ve bu yüzden varlıklarıyla size zarar vermedikleri sürece onları dikkate almanıza gerek
yok. Toplu taşıtım
araçlarında yanınıza oturup
şunlardan
söz edebiliyorlar: "Savaşta olduğumuzun farkındayım ama arabamı kırmızıya boyatamıyorum, gazeteler sadece dört sayfa,
otobüste
kadınlara ve gazilere yer vermek zorundayız, ayrıca otobüs fren yapınca çok ses çıkıyor, şu kız da az önce yanlışlıkla ayağıma bastı..." Bu ufak meseleler onlar
için çok
önemli çünkü İngiliz propagandalarında duydukları yalancı endişelerden ve kendilerine gösterilen özel ilgiden hoşlanıyorlar. Onlar da, her ne kadar durumu yanlış değerlendirdiklerini belirttiysek ve hepsi defalarca
bu hatalarının
bedelini ödemek
zorunda kaldıysa
da hala bu memnuniyetsiz tiplerin
Alman halkını
yansıttığına inanacak
kadar naifler.
Bizim
halkımızın
hamuru başka. Hepsi
akıllı, politik açıdan uyanık, serinkanlı düşünebilen realist insanlar. İki ayakları da yere sapasağlam basıyor. Bir şey hoşlarına gitmediğinde ya da onları rahatsız ettiğinde homurdanmıyor,
en
fazla biraz şikayet ediyorlar. Bu da havayı biraz
olsun rahatlattığı
için çok da mesele olmuyor. Şikayet, ruhu
arındıran
bir eylemdir bazen. Buna alınmamız gerekmiyor.
Biz insanımızla
gayet iyi anlaşıyoruz. Onlar da tıpkı bizim
gibi. Biz de işler iyi gitmediğinde ya da bir hata yaptığımızda şikayet ediyoruz bazen. Ama durumu
abartmadan tekrar işe koyuluyoruz.
Bu
noktada bir tavsiye vermek istiyorum: Hızlı, dikkatli, özenli çalışın ve fazla ayak diremeyin. İster büyük ister küçük olsun,
dertlerinizi çok
önemsemeyin. Kimse
size üzülmüyor
çünkü hepimiz aynı gemideyiz.
Kağıt kalemle savaşmaya kalkmayın. Savaşı kazanmamızda bize bir faydası dokunmayacak
her şeyi bir kenara bırakın. Özetle, barış zamanında nasıl barışçıl
davranıyorsanız, savaş zamanında da
birer savaşçı olun!
HAKİKİ KAHRAMANLAR VE AKTÖRLER
7 Haziran 1942
Yahudi
plutokratların
dünyaya, hayata ve tarihe bakışlarının en karakteristik özelliği, her
bir değeri
adım adım ancak kaçınılmaz olarak negatif yönde değiştirmeleridir. Almanya'daki cumhuriyetçi sistem döneminden pek çok örnek var
hafızalarımızda.
Bu örneklere yenilerini
eklemeye de hiç gerek yok. O zamanlar kahraman
ahmak, korkak ise onurlu bir adam olarak görülürdü. Biri özgür kalmaktansa
tutsak bir adam olarak üç yaşam boyu
hayatta kalmayı tercih ediyordu. Çok çocuklu bir baba alay konusu olurken eşcinsel bir
çocuk Kuzey Avrupalı erkeklerin
rol modeline dönüşmüştü.
Tarihimizdeki en muhteşem adamlar
ya bu vicdansız
kan emicilerin kurbanı olmuş ya da sistemin içinde yok
olup gitmişti.
Suçlanan katil değil maktuldü. En azılı suçlular psikanalitik çalışmalar için harika süjeler olarak
görülüyordu.
Kısacası, en popüler Yahudi
gazetecilerden birinin Berlinli bir Yahudi gazetesinde yazdığı gibi,
kahramanca idealler hali hazırda var
olan tüm idealler arasında en
ah-
makça olanıydı ve Dünya Savaşı'nda can verenlerin tamamı onurdan
yoksun bir mecrada ölüp
gitmişti.
Geriye
dönüp
bakınca bütün bunlar
bir şizofrenin
geçirdiği şiddetli bir
krize benziyor. Ancak bundan çok daha
fazlası
aslında. Böyle fikirleri
halkın zihnine sokmak için cazibelerini
sonuna kadar kullanan insanlar gerçekte bu
yalanlara zerrece inanmıyorlar.
Bilakis, bunları yalnızca insanları yumuşatarak
Bolşevizm olarak da bildiğimiz büyük kitlesel değişimlere hazırlamak için yapıyorlar.
Bolşevizmin atası olan
demokrasi de bütün
değerlerimizi, nihayetinde
kaosa varacak bir değişim
sürecine soktu.
Bugün aynı şeyin düşmanımızın başına da geldiğini görüyoruz. Savaşın manevi açıdan, semitik
kimliğinin
anlaşılması için Londra
radyosunu dinlemenize bile gerek kalmayacak kadar aşikar bir
biçimde Yahudiler tarafından yürütüldüğünün klasik bir göstergesi bu aslında. Bir
şekilde,
aksi takdirde pek çok açıdan bütünüyle anlaşılmaz olacak olan ve uzun zaman önce tarihsel
yok olma mücadelelerinde düşmanın tüm geri çekilmelerinde, yenilgilerinde ve kaçışlarında zafer görmeye alıştıkları düşünce ve hislerin düşmanca dünyasının farklı bir versiyonunu oluşturuyor. Sonrasında elbette ki savaşı; hazırlıksız yakalanıp defalarca geri çekilmek zorunda
kalsalar da yaşamlarını
tehdit edecek ekonomik ve
stratejik hatalarında
bir tür cesaret
görmeyi
başararak ve dahi plutokrasinin aç gözlülüğünü yeni bir sosyal düzen olarak
kabul edip kiliseleri yakarak rahipleri öldürdükten sonra Tanrı'nın kendilerine
soylu bir hükümdar göndereceğini söylemekten utanmadan yüz seksen
milyon insanı fiziksel
ya da mental olarak hapsedip akla gelebilecek en düşük standartlarda
yaşamaya
mahkum edip bir de onları dünyadaki cenneti yaşadıklarına inandırarak kolayca kazanabiliyorlar.
İnsanların kendilerine verdikleri değer de
hemen hemen aynı
süreçlerden geçiyor. İngiliz ya
da Amerikalı
askerler
gittikleri her yerde,
her ne kadar düşmanlarının iki katı olsalar ve moral bakımından da ellerindeki
silahlar açısından da üstün
durumda olsalar da halde
yenilgiye uğruyorlar. Becerebildikleri tek şey ister birlikleriyle
ister tek başına
ya da aileleriyle birlikte düşmandan tam zamanında
kaçmak olan generallerin adı Büyük İskender, Sezar, Napolyon ve Büyük Friedrich'le birlikte anılırken en zorlu zamanlarda bile birliklerine güvenen, bir an olsun teslim olmayı düşünmeyen, ölüm kalım meselelerinde bile kararlılığını koruyan ve makus
kaderine direnen gerçek militer liderlerin adını telaffuz etmeye bile gerek görülmüyor. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nde sözde General MacArthur[32]
gerçek bir halk kahramanıymışçasına muamele görürken Almanya'da General Scherer'in[33]
yaptıkları OKW raporlarında
sadece birkaç cümleyle anlatılıyor. Peki, aralarındaki
fark nedir? İçlerinden hangisi kahraman, hangisi korkak?
Geçtiğimiz kış yapılan taarruzda, doğuda bulunan bir Alman birliğiyle bağlantı kesildi ve yüz yedi gün boyunca bir başlarına kaldılar. Bu süre boyunca birlik, tam yüz yirmi sekiz şiddetli ve ağır düşman
saldırısına uğradı ve bunlara on karşı saldırı ve kırk üç hücum
saldırısıyla karşılık verdi. Birliğin yetkili subayları,
generallerinin onları yalnız bırakmadığını ve her askerin yardımına koştuğunu sevgi ve hayranlık dolu ifadelerle dile getirdiler. Her bir askerin derdini dinlemek için her an hazır
bulunuyordu. Birliğin etrafı ku-
şatılmışken hem yetkili subaylar
hem de erlerine güç veriyordu. Birlik tam üç gün boyunca erzaksız
ve mühimmatsız kaldılar ancak sonrasında
generalin kahramanlığı ve özverisi sayesinde oldukça zor ve tehlikeli şartlar altında kendilerine hava yardımı
yapıldı. Bütün bu süre boyunca budanmış
meyve ağaçları ve dallar, dört bir yandan saldıran düşmana karşı ellerindeki tek takviye destek olarak kaldı. Sovyetler mütemadiyen yeni tank birlikleri
ileri sürerken askerimizin elinde tek bir tank yoktu. Bu barbarca soğuğun ortasında sığınabilecekleri tek bir sıcak
yer yoktu. Düşman silahları nihayetinde sığındıkları binadan geri kalan yıkıntıları da yerle bir etti. Ne donmuş toprağı kazıp siper oluşturabildiler ne de ellerinde dikenli teller vardı.
"Düşmanlarımızın yaralılarımızı tuttuğumuz evlere saldırmalarına
engel olamadık. Onları
yerleştirebileceğimiz yeni yerler bulmak zorundaydık ancak çarpışma
alanında yatan onlarca yaralı daha vardı."
General Sherer'in duygularını belli etmeden, son derece sade bir ifadeyle açıkladıkları bundan ibaretti.
6 Mayıs'ta yayınlanan bir OKW raporunda şöyle belirtiliyordu: "Doğu cephesinin kuzey kanadında Alman birlikleri, daha
öncesinde
düşman tarafından kuşatılmış olan önemli bir alanla bağlantımızın tekrar kurulmasını sağlayan planlı ve kusursuz bir taarruz gerçekleştirdi. Düşman kuvvetlerin onlarca saldırısına rağmen General Scherer komutasındaki birlik, 21.1.1942 tarihinden
beri bulundukları konumu cesurca koruyorlardı. Harekete geçtiklerinde de askerlerin yarısı yaralı yarısı ise sağlıklıydı."
Yahudi demokrat basın ise bu durumu pek umursamadı. Şimdi bir de duruma diğer taraftan bakalım:
Japonların Corregidor'a saldırısı ıo Nisan'da Bata- an'ın1 boşaltılmasıyla başladı ve yirmi altı gün sonra Birleşik Devletler'in askeri güçlerine 6 Mayıs günü verilen
1
Filipinlerdeki Luzon Adası'nın uzantısı olan yarımadanın tamamını kapsayan il.
kapitülasyonların ardından son bulduğunda
altmış bin kişi teslim olurken üç bin beş yüz kişi de Corregidor'a kaçtı. Komutanları General MacArthur ise
10 Mart gibi erken bir tarihte Bataan'dan ailesiyle birlikte ayrılmıştı ve gitmeden önce de ordularını cesaretli ve dayanıklı olmaları için teşvik etti. Karısı
ise subaylara erleriyle birlikte kalmaları konusunda güzel tavsiyeler verirken kocası giderken onun peşinden gitti. Avustralya'nın
güvenli topraklarındayken Tokyo'ya zaferle gireceğini iddia eden MacArthur'un on iki bin dört yüz doksan beş askeri Corregidor'da Japonlar tarafından esir alındı. Ölülerin sayısı ise altı
yüz kırk kadardı. Alınan raporlara göre ellerinde savaşa daha altı ay devam edebilecek kadar erzak da
bulunuyordu ve ne mühimmatlarında ne de silahlarında bir yetersizlik söz konusuydu.
Corregidor, dünya üzerindeki en güçlü doğal hisarlardan biridir. Savaş sırasında adanın tamamında savunma üsleri,
askeri mühimmat depoları, postaneler vesaire kurulmuştu. Savunma hatlarını birbirine bağlayan yer altı tünelleri çift yönlü otobanlar kadar genişti ve barış döneminde adanın bu şekilde
düzenlenmesi için neredeyse beş yüz milyon dolar harcanmıştı ve bu yüzden
Amerika halkı adadan bahsederken Amerika'nın
Cebelitarık'ı tabirini kullanıyordu zira Amerikalı
uzmanlar bu adanın fethedilemez olduğunu düşünüyordu. Ada herhangi bir tanklı saldırının yapılabileceği konumda değildi,
yalnızca hava saldırıları ve yaylım ateşine maruz kalma ihtimali vardı ancak elbette
yaralanacaklar için bombalamadan
etkilenmeyecek sığınaklar, klinikler ve ameliyathaneler
gibi pek çok alan da düşünülmüştü.
Yine de görünen o ki Amerikan askerleri her halükarda Japon esareti altında
yaşamayı tercih etmişti. Zaten neden Avustralya'ya kaçıp güvenli topraklarda keyif çatan ve anavatanlarında
da Amerika'nın yaşayan en büyük
kahramanıymışçasına tezahüratlarla karşılanan generallerinden daha cesur olmayı isteyeceklerdi ki? İşte size, bizim anlayışımızla asla uyuş-
mayan çarpıtılmış bir gerçeklik
ve toplumsal bir kampanyayla meşrulaştırılıp
yüceltilen korkakça bir kaçışın hikayesi. Deyim yerindeyse General MacArthur, Hollywood'u arkasında bırakmayı unutan bir adamdan başka bir şey değil. Ancak Amerikan basını, Bataan'daki gibi
Corregidor'da yapılan sözde savunmanın Amerikan tarihinin en
cesurca hamlelerinden biri olduğunu iddia ediyor. Hatta bu
savaş süresince
akıllıca yapılan stratejik geri çekilmeleri övmek konusunda fazlasıyla deneyim kazanmış olan 1he London Times bile
Corregidor'un ancak Thermopylae Muharebesi' ile karşılaştırılabilecek bir zafer olduğundan bahsederken Boston radyoları da adada yapılan savunmanın ender görülen bir mucize olduğundan söz ediyor. Yetmezmiş gibi bir de Amerikan Yahudi basını korkak General
MacArthur'un, geleceğin Amerikan Başkanı olarak son derece uygun bir aday olduğunu dile getirmekten geri
durmuyor. Hatta pek çok Amerikan eyaletinde
MacArthur'un heykelleri dikilmeye başlandı. İnsanlar yakalarında onun rozetlerini taşıyor ve hatta İngiltere'de kendisine sahip olabileceği en büyük onur bahşediliyor:
Ünlü Madame Tussaud Balmumu
Heykel Müzesi'nde kendisine özel bir köşe oluşturuluyor! Ayrıca Amerikan Basını heykelin üniformalı olacağını da duyurdu.
Bu da bizi aynı şizofreniye sürüklüyor. Tek gözü
kör bir adamın kral olduğu
bir ülke ve kültürel bir tarihi olmayan
1 Akhamenid imparatorluğunun yani diğer bir deyişle
Perslerin Yunanistanı ikinci kez istila edişinde yapılan üç günlük muharebedir. Sparta Kralı I. Leonidas'ın komutasındaki ordular ve 1. Serhas komutasındaki Pers güçleri arasında gerçekleşen
çarpışmada Pers ve Grek güçleri Ege Denizi sahili yakınlarındaki Termopylae Geçidi'nde karşı karşıya gelmiştir.
Dört gün boyunca bekledikten
sonra saldıran Pers kuwetlerine başarıyla direnen Grek kuwetler,
civarda yaşayan
yurttaşlarından birinin ihanetine uğramıştır. Bu kişi Pers Komutana Grek kuvvetlerin arkalarından saldırmalarına yardımcı olacak ufak bir geçidin yerini göstermiştir. Ancak Kral Leonidas farklı bir plan yapıldığını fark edince 300 Spartalı, 400 Tebaili ve 700
kadar Therpianlı askerini tutarak kalanları geri göndermiş ve bizzat geçitteki yerini korumuş ancak saldırı
sonucunda hepsi yaşamlarını yitirmiştir. Tarihe bu muharebe vatanlarını sawnan inançlı askerlerin neleri feda edebileceğini gösteren büyük bir örnek
ve bir kahramanlık destanı olarak geçmiştir.
bir vatan ile iki bin yıllık şanlı bir tarihi olan bir ulusun kahramanlık konusunda farklı
görüşlere sahip
olması
çok doğal olduğundan bütün bu grotesk saçmalıkların gayet anlaşılır kabul edilebileceği
söylenebilir ancak
meselenin ciddi bir yanı da var. Bu noktada Yahudilerin
bir ulusu nasıl aptallaştırdığı ve algısını
bozduğu da
sorulması
gereken
bir sorudur. İşte bu soruya verilecek olan şayet bu çürümeye yüz
tutmuş entelektüel ve ruhsal sürece karşı koymazsa ne gibi bir tehlikeyle karşı karşıya
kalacağı konusunda
kusursuz bir örnek sergilemekte. Burada tek bir örnek üzerinden
açıkladım ancak
çağımızda
verdiğimiz bu
ruhsal savaşta her gün buna benzer onlarca örnekle
karşılaşabiliyoruz.
Hakiki kahraman mı yoksa bir aktör mü? İşte mesele bu. Tarih bilinci olan
kimse, bu büyük mücadelenin sonunda Tanrı
tarafından kimin
şanlı
bir
zaferle kutsanacağından şüphesi olmayacaktır.
Düşmanımızın yarattığı yapan karakterlerin aksine bizim gurur duyacağımız onlarca isim var yanımızda. Kendileri tarihimizin en zeki
askeri liderine hizmet ediyor ve arkalarından hem savaşta hem de zafer zamanlarında, hem zor günlerde hem de sefahat döneminde defalarca sınanmış milyonlarca Alman askeri uygun adım ilerliyor.
Her biri ulusumuzun tarihini şekillendirecek
ve
adları
nesilden
nesile aktarılacak. Amerika'nın sözde kahraman aktörlerinin
geçici ünleri de
Madame Tussaud Balmumu Heykel Müzesi'ndeki
balmumları misali
eriyip gidecek.
HAVA MUHAREBESİ VE
SİNİR
MUHAREBESİ
14 Haziran 1942
Savaşta, düşman açısından, dile getirmeye gerek bile olmayan düşük ihtimallere
rağmen kendinde, yaşanan her
gelişmeden katlanılabilir bir sonuç çıkarma hakkını gördüğü bir safhaya gelindi. Tarih
sahnesinde, toplumların
varlığının devamı ya
da yok oluşunun
söz konusu olduğu askeri
bir mücadele verilirken güçlerin bu
kadar dengesiz dağıldığı
çok az savaş görülmüştür. Mihver Devletler geri dönüp baktığında uzun, neredeyse sonsuza uzanan
bir gurur verici zafer zinciri görebilecekken düşman açısından her bir adım hatalı olmuş ve birlikleri mütemadiyen yenilgiye uğramıştır. Geleceğin tarihçileri bu döneme dönüp bakınca, sonucun iyi olacağına ve
zafer kazanacaklarına
inanan halklarının nasıl olup da böyle sonsuz
yenilgiler yaşadıklarına
hayret edecekler. Bunun sonucunda da bulacakları tek açıklama şu olacak: Savaşı ve
ülkeyi
yönetenlerin muhakeme
becerileri, sahte ve riyakar propagandalarla köreltilmiştir!
Plutokrat
Bolşevik
Koalisyonun askeri açıdan elinde
kalan ihtimaller şu an için hiç alışkın olmadıkları kadar sınırlı görünüyor. Londra, Washington ve Moskova'da bekleşen beyefendiler varlıklarını saracak bir gizem bulutu ve
kendilerine mütemadiyen
sorular soran toplumun geniş kesimine
verecek karanlık ve
biraz da tehditkar tınılar
içeren bir yanıt arayışı içindeler ancak bilinçli olarak
gözlem yapabilen her insan bu beyefendilerin
sözlerinin
ardının bomboş olduğunu
kolayca anlayabilir. Kendi kurdukları tuzağa düşmüş du- rumdalar zira. Dikkatle hazırladıkları savaşın ibresi kendilerine dönmeye başladı. Hala, nefret ettikleri düşmanlarına zarar verme, mallarına ve
çalışan kesimin yaşadığı şehirleri ile köylerine saldırmaya muktedirler ancak bütün bunlar
artık
savaştaki durumu değiştirmeye yetmiyor. İşler artık istedikleri gibi gitmiyor.
Şayet Londra,
düşman cephesinde adil ve düzgün bir
mücadeleyle
asla yaratamayacağı yıkıcı ve şiddetli terörü gerçekten yaratmak istemiyor olsaydı, İngiltere'nin başına asla Bay Churchill geçemezdi. İngiliz gazeteleri son zamanlarda hava muharebelerinden
bahsederken kuşkucu
ifadeler kullanıyorlar. Bu tartışmalar bize, şayet plutokrat
İngiliz
hükümetinin eline
düşersek
başımıza neler gelebileceğini gösteren olağanüstü eğitimli kesim hakkında olduğu kadar İngiliz halkı konusunda da iyi bir izlenim
edinme fırsatı
veriyor. Tanrı'ya şükür son derece acımasız bir
netlikle gördüğümüz
şey bir güç işareti değil, kontrolsüz bir öfke ve
zayıflık
belirtisi. Rakibini küçümseyen ve aşağılayan kişi, daima yanlış yoldadır. İngiltere için karanlık ve cehennemvari bir son
beklememizin gerekli olabileceğini hiç düşünmemiştik ancak artık yaptığı tarihi hataların yine
tarihi felaketlere sebep olabileceğini görebiliyoruz. Ayrıca öç almak için ya
da karanlık
bir nefrete kapılarak hava
saldırılarını
sivil nüfusun yaşadığı yerlere yapacağımıza dair herhangi bir tehditte de
asla bulunmadık.
Kendimizi yalnızca düşmanın
bizi
zorladığı
noktalarda elimizden geldiğince savunmaya çalışıyoruz.
Ancak
mesele Bay Churchill olunca durum farklı. Kendisinin geçmiş askeri
yenilgilerine kinlendiği
ortada ve çığlık çığlığa ortalığı inletse de Sovyetlerdeki baskıyı azaltmak
için Avrupa'da ikinci bir cephe açma isteğine kimse sıcak bakmıyor. Şayet bu konuda ufacık bir
ihtimal olsaydı,
inatçı doğasıyla bunu
sonuna kadar zorlardı.
Hepsi bir yana artık sevkiyat
konusunda da sıkıntılar
yaşıyor. Churchill şunu en
az bizim kadar iyi biliyor ki Avrupa'da herhangi bir yerde konuşlanmaya kalkarsa karşılığını ikinci bir Dunkerque vakasıyla ve
hatta belki daha kötüsüyle
alacaktır. Bu noktada krallıkta büyük bir kriz yaratmadığı müddetçe böyle bir yenilgi alma riskine de
giremiyor. Bolşeviklerin
giderek artan talepleri de göz önüne alınırsa Bay Churchill'in tehditler
savurup Sovyetleri tatmin etmek için daha
az tehlike arz eden yollar bulmaktan başka çaresi kalmadı. Buna bulduğu tek
çözüm de Alman sivil halkın yaşadığı bölgelere gece saldırısı düzenlemek üzere Kraliyet Hava Kuvvetleri'ni görevlendirmek oldu.
Böyle bir
saldırının
bize ne kadar ciddi bir zarar vereceğinden şüphemiz yok elbette ancak asıl soru,
bu saldırının
askeri durumda hatırı sayılır bir değişikliğe neden olup olmayacağı ve Bay Churchill'in vadettiği sonuçlara ulaşıp ulaşmayacağı. Sivil halkımızın İngiliz terörü yüzünden ne kadar acı çektiğini söylemeye gerek duymuyorum. Hepsi, bu cesur
mücadelelerinin
nasıl hayranlıkla izlendiğini ve
bütün Alman ulusunun onların yanında olduğunu biliyorlar. Ancak şayet Londra
bu tür
saldırıların Alman
ulusunu de- moralize edeceğini sanıyorsa yanılıyor. Daha önce yüzlerce kez dile getirdiğimiz ve gerekirse yüzlerce kez
daha dile getirebileceğimiz
gibi, günümüz Alman
ulusunun 1918'deki Alman ulusuyla hiçbir ortak
noktası
kalmadı. O zamanlar
yaşadığımız moral bozuklukları bir kerelikti, ulusumuzun
karakterinin parçası
değildi.
İngilizlerin, bu dehşet verici
hava saldırılarıyla
erzakımıza ve cephaneliklerimize ciddi biçimde zarar
verebilecekleri düşüncesi
son derece mantıksız. Verilen hasar, savaştaki çabamızı azaltmaya yetecek güçte olamaz
asla. Şayet
İngilizler gece saldırılarıyla yok ettiklerini sandıkları şeye değil de gerçekte yok
edebildiklerine odaklansaydı,
hava saldırılarına bu kadar önem vermezlerdi
zira gece görevlerinde kendileri daha çok kayıp veriyorlar.
Her ne kadar Bay Churchill kaybedilen uçakların oranını az göstermek için operasyonlara katılan uçak sayısını abartarak rakamlarla oynasa da uğradıkları zarar telafi edemeyecekleri kadar
çok
aslında. Bay Churchill bu hamlesiyle kendi
ülkesinde
belki artı puan
kazanabilir ancak bizi asla kandıramaz. Mesele rakamlar olduğunda düşman pek de müşkülpesentlik yapmıyor. 30 - 31 Mayıs'ta Köln'e yapılan büyük hava saldırısında toplam üç yüz beş kişi öldü. Bu da şüphesiz yüksek bir rakam. Britanya'nın rasgele yaptığı bombalamalardan
etkilenen aileler de büyük acı içinde. Amerikan gazeteleri ve sonrasında da İngiliz basını yirmi bin kayıptan bahsederken
aslında
umdukları rakamı dile
getiriyor ve gerçeklerden
ne kadar uzak olduklarını da ortaya koyuyorlar.
Savaşın ilk
gününden
ı Haziran 1942'ye kadar geçen sürede düşmanın bombalı saldırılarından toplam yedi bin dört yüz otuz
kişi
hayatını kaybetti. Elbette bu ölümlerin yarattığı acıyı küçümsemek gibi bir niyetimiz yok zira her
bir vatandaşımız
Reich'ın özgürlüğü için can
verdi. Korkunç bir acımasızlıkla hareket eden ve kesinlikle ününü korumak
için
yaşanan İngiliz yönetiminin karşısında sapasağlam durdular. Ancak bu rakam, barış döneminin son iki buçuk yılında yaşanan trafik kazalarında on beş bin
otuz dokuz Almanın
öldüğü göz önüne alındığında çok da
büyütülecek
bir oran değil. Elbette
burada niyetimiz asla ölümlerin öne-
mini
kıyaslamak
olmaz, yalnızca İngilizlerin saldırılarını ne kadar abarttıklarını gösterebilmek adına bunları
paylaşıyoruz.
İngilizler tarafından bombalanan şehirlerden gelen bilgiler
bize sivil halkımızın
moralinin asla bozulmadığını gösteriyor. Bu tür terörist saldırıların yarattığı acıyı tahmin etmek mümkün değil -zaten nasıl olabilir
ki- ancak sivillerimizin mücadelesinin arz ettiği önemi algılamak mümkün. Bay Churchill'in bu saldırılarla aslında neyi amaçladığını ve kendisine beklediği gibi
bir fayda sağlamadığını
görmek zor değil. İngilizlerin bu manevraları başarılı olamayacak kadar şeffaf, dahası bunları yaparken niyetlerini açıkça belli
ediyorlar. Şayet istenen ve denenen şeyler alaya
alınarak
göğüsleniyorsa ve
bir anlık
zayıflığın dahi ne tür ciddi
sonuçlar
doğuracağı biliniyorsa, o toplumun moralini terörist saldırılarla çökertmeyi bekleyemezsiniz. Bunun ötesinde İngilizlerin saldırılarına ivedilikle ve net bir biçimde karşılık vereceğiz. Bunu yapmaktan elem duyuyor olsak
da Bay Churchill' bize başka bir
seçenek
bırakmadı. Führer, Reichstag'ta
yaptığı son konuşmasında kendisini nazik bir dille uyardı ancak
Bay Churchill kafasına
göre hareket etmeyi
tercih ettiği
için karşılığını aynı silahla
alacak. Bu her iki taraf için de
mücadele
etmenin ağır ve
bedeli oldukça
yüksek bir yolu. Yine de bu yolu seçen kişi sonuçlarına da katlanmak zorunda.
Teröre terörle karşılık vererek bir şey elde
edilmez ancak buna zayıflık
göstermek de terörü yüreklendirip daha da güçlendirmekten başka bir işe de
yaramaz. Teröre
terörle karşılık vermek
muhakkak birilerinin hayatına mal
olacaktır
elbette, lakin eğer ona
boyun eğmeniz durumunda kaybedeceklerinizin yanında bunun
hafif bir bedel olacağını
söylemek abartılı olmaz.
Şiddet
şiddeti doğurur. Bu,
yaşamın
en temel kurallarından biridir. Bu yüzden, eğer İngiliz- lerin şiddet içeren yöntemlerine aynı şekilde
karşılık verir-
sek,
doğanın bu yasasına uymuş oluruz. Kültür konusunda
hassas olan insanlar için -ki
bizler kendimizi de giderek azalan bu türe dahil
ediyoruz- Lübecj, Rostock ve Köln'de zamana
meydan okuyan tarihi ve sanatsal anıtların kaybı ne kadar acı ise,
Bath, York ve Canterbury'dekilerin yok oluşu da
o kadar acı verici ancak bu noktada suçlu bizler
değiliz,
Britanya İmparatorluğu'nun başındaki gaddar kişidir asıl suçlu olan. Şunu çok iyi
biliyoruz ki bu kişi,
böyle yıkıcı kararlar
alırken o tarihsel anıtların birini
dahi düşünmüyor
zira kendisi, tek derdi para,
zengin bir yaşam
sürmek ve en kaliteli alkolleri tüketmek olan
plütokrasinin
acımasız ve sert doğasına sahip.
Böyle bir liderin insafına kalmış olmak da İngiltere'nin talihsizliği ancak bu durumun bedelini yalnızca Britanya
İmparatorluğu
değil, bütün insanlık ödemek zorunda
kalıyor.
Aslında bizler olmasaydık, dünyanın kültürel mirasının belki de tamamı yok
olup gidecekti.
İşte bu
yüzden onun yöntemlerine karşı kendimizi savunmak zorundayız ve ancak halkımızı terörize etmeye çalışırken kullandığı aynı acımasız güçle saldırmayı
kararlılıkla sürdürürsek kendisini
alt edebiliriz. Zira Bay Churchill'in hava muharebesi aynı zamanda
bir sinir muharebesine dönüşmüş durumda.
Bu hava saldırılarını
yalnızca Alman halkının moralini
bozmak için
yapıyor ve kaybettikleri bize
kaybettirdiklerinden daha fazla olsa da umursamıyor. Defalarca aynı şeyleri deniyor ve her seferinde de
kendisi zararlı
çıkıyor. Bizim ise yaptığımız bunca fedakarlık bir gün gelecek, karşılığını bulacak. Bu yüzden bunları kabullenmek ve global savaş anlayışımızın el verdiği ölçüde hepsini göğüslemek durumundayız. İngiltere'de bu saldırılardan mustarip olanlar ise esas sorumluya dert
yanmakta özgürler:
Bay Churchill'e!
Eminim
hava muharebesi ve sinir muharebesi konusundaki kana susamış yorumları bir nebze de olsa dikkate alınırsa New
York ve Londra'daki Yahudi basın kendisiyle
gurur
duyacaktır.
Ancak onlar da gün gelecek
bunun bedelini Avrupa'da ırklarının yok olmasıyla ve
hatta belki daha fazlasıyla
ödemek zorunda kalacaklar. Ancak yine de
onları fazla ciddiye almaya lüzum da
yok zira ne İngiltere'nin
ne de Amerika'nın düşüncelerini yansıtıyorlar,
yalnızca kendi fikirlerini dile
getiriyorlar. Bizim tek derdimiz var oluşumuzu
tehdit eden düşmanlarımızla.
Sevdiğimiz her şey için savaş veriyoruz. Savaşın kurbanları da gün gelecek,
kazandığımız
zaferle onurlandırılacaklar. Artık bu sonucu hiçbir şey değiştiremez. Düşmanlarımız ancak zaferimizi bir parça olsun
geciktirebilecek güce sahipler, hepsi bu. Ancak nihayetinde kaçınılmaz olan muhakkak gerçekleşecek.
Bu
noktada yine şu deyim hakkıyla yerini
buluyor: Bizi öldürmeyen
şey, güçlendiriyor!
SÖZDE RUS RUHU!
19 Temmuz 1942
Alman
ordusunun son dönemdeki
geniş çaplı savunma
operasyonlarının
yanında bir de Sivastopol için verilen
acımasız
ve zorlu savaş her
şeyden
önce tarafsız basında eski
bir meselenin yeniden açılmasına neden oldu. Geçen kış olduğu gibi mesele yine sözden Rus
ruhu ile ilgili. Asya ve Avrupa arasındaki zihinsel ve dahi fiziksel sınırlar her
daim Batı
Avrupalıların ilgisini
çekti. 1917'den önce Rusya
ve sonrasında
da Sovyetler Birliği olarak
adlandırdığımız
etnik olarak karışık bölgenin bizim açımızdan hala
bir muamma olduğunu
inkar etmek anlamsız olacaktır. Elbette muamma olmasının nedeni
o zamanların
Çarcılığı ya da bugünün Bolşevizmi değil. Neden, devlet dedikleri o
canavarca yapının
içine sıkıştırılmış farklı halkların varlığı ki bu da Rusları, bizim
anladığımız
türden bir 'ulus' sınıfına sokmuyor.
Bizimle
çoğunlukla
ters düşen ve
bazen yanardöner
görünen sözde Rus
halkının
ruhu dedikleri şey pek
çok
açıdan
aslında gizli
bir buluşma yerinde bir araya gelen, birbirinden tamamen farklı ulusların yansımasından ibaret. Onları, Batı Avrupalı halkları tanımlarken
kullandığımız kalıba sokarak
sınıflandırmaya
çalışmak büyük bir
hata olacaktır.
Rusya dediğimiz ülke her daim karışık bir
çoğunluk
olarak var olmuştur. Genel
anlamda tarihlerini de hep küçük bir
grup şekillendiriyor;
bir dönem çarlık destekçisi kaymak tabakanın yaptıklarını bugün Bolşevik Yahudi yönetimler gerçekleştiriyor. Köylüler ve işçilerden oluşan geniş kitleler ise, tarihsel olaylarla hiç alakası olmayan piyonlardan ibaret.
Sovyetler
Birliği
halkları, ilkelliğini asla
hayal edemeyeceğimiz
şartlarda yaşamlarını sürdürüyorlar. Kısa süre önce başta Berlin olmak üzere pek
çok
büyük şehri gezen
'The Soviet Paradise' adlı bir
sergi, orijinal belgelerle Sovyetler Birliği'ndeki doğal yaşamı insanlara göstermeye çalıştı ve sıradan, naif
vatandaşımız
gördüklerine inanmakta
zorlandı.
Ara sıra sergi
hakkında
ateşli bir tartışmaya tutuşmuş siviller görüyordunuz, yanlarına gelen doğu cephesinde
savaşmış
gazilerden birkaçı, sözde işçi ve köylü cenneti
olarak anılan Sovyetler Birliği'nin aslında o sergi gösterildiğinden bile kötü olduğunu söylüyordu. Sovyetler Birliği'ne karşı başlatılan kampanyanın,
komünizme dair hoş anılar canlandırmadığı ortada. Askerlerimizin hiçbiri Bolşevizmin teori ve pratiğinin örtüştüğünü gösteren en ufak bir manzarayla karşılaşmamıştı. Doğu cephesinden kimse komünist olarak
dönmedi,
aksine yüz peçesi kalktı. Bolşevizm artık bizim için hiçbir tehlike arz etmiyor.
Sovyet
ordusunun, daha önce
hiçbir kampanyada karşılaşmadığımız bir direnişle birliklerimizin
karşısında
durması bizi hala çok şaşırtıyor. Neredeyse barbarlığa varan bir kayıtsızlıkla savaşıyor, daha da dikkat çekici olanı; kendilerini sanki öldürtmeye çalışıyorlar bazen. Sivastopol Sava- şı'na katılanlar Sovyet askerlerinin direnişine dair anlattık-
lan
öyle kötü
ki daha geniş izleyici
kitlelerini şaşırtmamak
adına daha fazla açıklama yapılmasını gerekli kılıyorlar.
Tarihleri
boyunca Ruslar, saldırı konusunda özellikle yetenekli
olmadıklarından
bilhassa savunma konusunda inatçı ve
sert bir tutum sergilemişlerdir.
Ulus olarak karakterleri gereği savunmacı bir doğaya sahipler.
Barbar denilebilecek kadar ilkeller. Katı ve
yoksul bir varoluşa
alıştırıldıkları için yaşama öyle sıkı sıkıya tutunma gereği duymuyorlar.
Ortalama bir insanın bir bisikletten bile daha az değeri var
onların
gözünde. Yüksek doğum oranları sayesinde
kaybedilen her bireyin yeri kolayca doluyor. Her biri, cesaret olarak adlandıramayacağımız primitif ve çok farklı bir sertliğe sahip.
Cesaret dediğimiz
insanın ruhundan gelen cüretkar bir
histir. Bolşeviklerin
Sivastopol'da siperlerini savunurken takındıkları türden bir sertlik çok daha
barbarca bir dürtü ve bunun kaynağının Bolşevik görüş ya da Bolşevizm eğitiminin bir sonucu olduğu tartışma götürmeyecek bir gerçek. Ancak
Ruslar ezelden beri böyle olmuş, ebediyete kadar da böyle gidecektir.
Şayet vadedecek bir şeyi kalmadıysa bir insan hayatını, son
bir tehlike anında cennete el sallamak misali bir
kenara atmak çok daha kolaydır. Silah
kuşanmış
milyonlarca ahmaktan oluşan bir
kitlenin ayaklanmasının
Almanya ve diğer bütün Avrupa ülkeleri için nasıl bir tehlike arz ettiğini konuşmaya dahi gerek yok. Taarruza geçmiş askerlere
karşı savunma yaparken nasıl bir
motivasyonla hareket ettiklerini anlamak mümkün değil. Bolşeviklerin komutanlarının birliklerini, direnişin son
demlerinde savunmaya geçirmek getirmek
için
kullandıkları yöntemler elbette
ki savaş
sürecinde pek de önem arz
etmiyor ancak yine de umursamazlığın hatalı izlenimler edinmeye neden olmaması adına neyi nasıl yaptıklarını bilmek de mühim. Slav
ulusunun ruhunu yerle bir etmede Bolşevizm kadar
usta bir görüş daha var olmadı. Bu
konuda böylesi
korkunç bir deneme de ancak Rusya'da ya-
pılabilirdi ki bunun için, Sovyetler
Birliği'nin
şekillendiren primitif
ve geri kafalı halklar ile kısıtlı sosyal
ve ekonomik beklentilerinin bir araya gelmesi gerekiyordu. Sonrasında, kendilerini takip edenleri şaşırtan bir
sebatla ilerlemeleri yeterli oldu.
Bolşevizme dair kafamızda şekillenen ilk izlenimler abartılı değildi, bilakis onu hafife almıştık belki
de. Gerçekler
gölgelerin ardına saklanmıştı. Bizimkiyle
kıyaslandığınca
insanı ancak şoke edecek
ya da kahkahalara boğacak Sovyet sisteminin sözde sosyal
başarılarına
değinmeye dahi gerek duymuyoruz. Ancak Bolşevik propagandanın Rus köylüler ve
işçilerden
oluşan geniş kitleleri
dünya sahnesinden çekip
her birini, dünyada cenneti yaşadıklarına dair aptalca bir iddia ile tekrar
tekrar kandırabilmesi
gerçeği karşısında şaşkınlığa uğramak elde değil. Bağımsız bir muhakeme yeteneği kazanabilmek
için
insanların kıyaslama fırsatının da
olması gerekir ancak bu kitlelerin öyle bir
şansı
olmadı. Sovyetler Birliği'nde yaşayan işçiler ve köylüler, yirmi
beş yıl boyunca zifiri karanlık bir
zindana hapsedildiği
için bir gaz lambası gösterip bunun güneş olduğuna kolayca inandırabileceğiniz bir insan misali...
Böylesi bir
sistem içerisinde
yetkili komiserler bizim anlayışımıza bütünüyle ters bir rol oynamaktalar. Hem halkının hem
de ordunun içerisinde
kusursuz bir kırbaç ustası olarak yer alıyorlar. Yaşam ve ölüm konusunda
otorite olarak görülüyor ve
görevini
başarıyla yerine getirmek için var
gücüyle
çalışıyor. Emrinde, kendisine körü körüne inanan; her şeyin kendi
inisiyatifi dışında
gerçekleşmesine izin
vermek ya da daha ciddi meselelerde acımasız işkencelerle ölüm ve hafif bir ceza olarak hapse atılmak arasında tercih yapabilmek üzere eğitilmiş kalabalık bir grup var. Bununla savaşabilecek ulusal bilinç de
artık ortadan kalmış durumda.
İlk zamanlarından
beri sistem, bu bilinci ortadan kaldırmak için her türlü kaynağı elde etti. Bütün ülke, ebeveynlerini gözet-
lemek
için
çocukların dahi kullanıldığı bir casusluk sisteminin insafına kalmış durumda. Böylesi umutsuz,
amaçsız bir topluluk ırk olarak
ruhlarında
yatan kaderciliğe boyun eğerek kendilerini
yazgılarına
teslim etmekten başka ne
yapabilir? Üstü hemen
yanında
silahıyla beklerken ve Yahudi propagandaları onu teslim olmanın yalnızca ölümü değil, aynı zamanda berbat işkenceleri beraberinde getireceğine ikna etmeye devam ederken
siperdeki bir askerin nasıl bir
seçeneği
olabilir?
Bunun,
bizim anladığımız
şekliyle cesaret denen olguyla hiç ilgisi
yok. Son kez sınandığında
bu sistem bile mertçe savaşan üstün güçlere karşı boyun eğmek zorunda
kalacaktır.
Evet, savunma pozisyonundayken Bolşevikler son derece avantajlı durumdaydı ancak yine de yirmi beş gün sonra
teslim oldular. Nihayetinde bu sistem, savaşçı insanların ruhundan fışkıran ve
vahşetle
ya da korkuyla değil, bireyin
cesaretiyle bütün güçlükleri ve tehlikeleri aşmasını sağlayan özgür iradeyi bütünüyle yok
sayıyor.
Uluslararası Yahudilik
tehlikeli bir kampanya yürütüp doğunun insan kaynağını kullanarak
bize karşı koyuyor ancak bir kez o kaynak tükendiğinde, artık bizim için bir
tehdit olmaktan çıkacak hepsi. Irkımızın kalitesinden
de, askerlerimizin becerilerinden de, dünya görüşümüz ve prensiplerimizin mücadeleci gücünden de asla şüphe etmiyoruz.
En
kritik zamanlarda doğudan gelen tehditlere karşı kendini savunmak 'Zorunda kalmak da
Alman ırkının
kaderinin bir parçası. Bugün bu tehdit özellikle çok önemli zira şeytani emellerini
yerine getirmek isteyen Yahudi zihniyeti tarafından amansızca kullanılıyorlar. Bu durum yalnızca Reich'ımızın için değil, bütün batılı
kültürler için ölümcül bir
tehdit oluşturmakta
zira Yahudilik, Sovyet sistemin ordularının Almanya'yı ve sonra da bütün Avrupa'yı istila edebilmesi için gereken
silah lan sağlamak
adına doğudaki kitleleri
destekliyor. Bu, bir tür ölüm kalım meselesi. Kızıl
komiserler,
kendi dünyalarını
bizimkine saldırarak korumaya çalışıyorlar ve bu yüzden bizler
de gelecekte tehdit altında yaşamak istemiyorsak, bu sistemin kökünü kurutmak
zorundayız.
Bu
sorunlar, sözde Rus ruhunun yarattığı eğitimsizliğin teşkil ettiği
yaklaşımın çok daha
ötesine
uzanıyor. Eski standartlar artık böylesi devasa entelektüel ve ideolojik boyutta görüşleri tahayyül etmekte yetersiz kalıyor. Doğudaki cephelerde verilen büyük savaş, her birimiz için ulusal
bir gelecek olmazsa yerle bir olabilecek dünyamızı derinden
sarsıyor.
Düşmanın savaş sırasında takındığı vahşi acımasızlık, yüz yüze kalabileceğimiz
tehlikenin boyutlarını gözler önüne seriyor.
Her şey tehdit altında. Sistemin
burada uygulanması
durumunda neler yaşanabileceğini hayal dahi edemeyiz. Uluslararası Yahudilik Avrupa'nın tamamına hakim olma derdinde. Halklarımız, primitif bir ırkın katışıksız vahşiliğinin insafına kalabilir ve bu noktada bütün değerlerini kaybedebilir. Belki Londra böyle bir
şeyi kabul etmeyi düşünüyordur. Savaşta yaşanan gelişmelerin
işaret ettiği üzere Londra'nın düşmanını kendi
gücünü kullanarak yenemeyeceği aşikar. Bu yüzden de
biz Almanların
en gizli yanlarını dahi
ortaya çıkarmak
için detaylı olarak
araştırmamız
gereken sözde Rus
ulusal ruhu denen şey
üzerine entelektüel tartışmalar sürdürmek konusunda pek sabrımızın olmaması da anlaşılır olmalı. Bu noktada artık gizemler
yok, yalnızca
gerçekler var. Ulusal varlığımızı tehdit eden bir dünya gücüyle savaşmaktayız. Savaş bizim için bir
felsefe meselesi değil,
acı bir gerçek. En
acımasız
haliyle karşımızda dikiliyor ve bizler, en kutsal varlıklarımız uğruna savaş veriyoruz. Düşmanımızı asla hafife almıyoruz. Yine de, hak ettiği kaderden
kaçmak
için ne tür şeytani yöntemlere başvurursa vursun aşağı olan
ırkın
üstün ırka yenik düşeceğine inancımız tam.
Şayet Mihver
Devletler bütünüyle
kıtamızı savunmuyor olsaydı Avrupa'nın çoktan yok olmuş olacağını çok iyi biliyoruz. Bizim sayemizde
Avrupa yepyeni bir gençlik
kazandı. Doğunun, kültürüne ve
varlığına
yaptığı her türlü saldırı başarısız olacak zira gücünü entelektüel liderlik ile Avrupa'nın genç ırklarının yaşam enerjisinden alan savunmamız ve direnişimizle düşmanın karşısına dikilmiş olacağız.
Tarihimiz
boyunca sık sık
yaşadığımız üzere doğudan üzerimize hücum eden
göçebeler
kendi steplerine geri püskürtülecekler. Sovyetler Birliği'ne karşı verdiğimiz savaşın ana amacı tam
olarak bu işte.
TANRI'NIN ÜLKESİ
9 Ağustos 1942
Amerika'nın ulusal karakterinin iki önemli özelliğinden hangisinin daha kalıcı olduğundan ve dolayısıyla da hangisinin daha büyük bir
önem arz ettiğinden asla emin olmazsınız: Na- iflik ve üstünlük kompleksi.
Örneğin
bölgemiz hakkında bir
takım
açıklamalarda bulunduklarında, vurdumduymazlıkları karşısında düştüğümüz
şaşkınlığıküstahlıklarıyla bastırmayı başarıyorlar. Mesele hakkında ne
kadar az bilgileri varsa, o kadar büyük bir
özgüvenle
açıklama yapıyorlar. Gerçekten de
Avrupalıların,
verecekleri tavsiyeleri hevesle
beklediklerine inanıyorlar.
Taktiksel olarak çekimser kalışımız, savaştan evvel sahip oldukları sığ kültürü tartışmalarına değil, onu övmelerine vesile oldu. Teknik gelişmeler konusundaki en büyük başarıları soğutma sistemleri ile radyo oldu. Yüzyıllar süren tarihsel gelişmelerin sonucunda elde edilebilecek kültürel değerlerin satın alınmayacağını dahi düşünemiyorlar. Şaka değil, savaştan sonra ciddi ciddi Alman
kalelerinin taşlarını
teker teker söküp Amerika'ya
taşıdılar.
Taşlara kazınan bir
kültürü bu şekilde kazanabileceklerini
düşünüyorlar
ve
Avrupalıların kendilerini alaya
alarak attığı
kahkahaların, sahip olmadıkları kültürü ve geleneği satın
almalarını sağlayan zenginliğe duydukları saygıdan
kaynaklandığını sanacak kadar naifler aynı zamanda.
İskoç yazar Eric Linklater, kısa süre önce Almancaya çevrilen Juan in America adlı
eserinde,
ölümcül ironiler içerek birkaç kelimeyle Yankilerin yaşamına kusursuz bir ayna tutuyor.
Amerikalıları daha iyi anlamak isteyen herkes, savaş sonrası dönemde geçen bu romanı mutlaka okumalı.
Son zamanlarda Amerikan basını, Amerikan halkının, General Rommel'in[XXXIV]
askeri yöntemlerinin
herkesçe öğrenilmeye çalışıldığı ve dünyanın kendisine hayran olduğu görüşünde birleştiğini iddia ediyor. General Lee, atlı birliklerini, General Rommel'in tanklarını kullandığı şekilde idare ediyormuş.
Bu naif ve saçma düşünce karşısında insan şaşırsın
mı yoksa gülsün mü, bilemiyor açıkçası. Her durumda bu düşünceler tam anlamıyla
Amerikan ve bahislerde, Amerikalıların buna kesinlikle inandığı konusunda bire on
verebilecek kadar güçlü bir iddia. Yalnızca Amerika gibi bir ülkede başkanın karısı, düzenlediği yardım gecesinde bin dolar bağış topladıktan sonra parayı, yararına topladığı savaş gazilerinin herhangi bir eksiğinin tamamlanıp tamamlanamayacağına bakmaksızın cebe indirebilir. Kısa süre önce New York gazetelerinde
geçen bir haber bu. Hatta bahsi geçen gecede sağlam bir modellik ücreti karşılığında Bayan Roosevelt de
podyuma çıkarak
kendisini hayranlıkla izleyen halka son moda kürkleri tanıttı. Amerika'nın pek çok gazetesinde 'Benim Günüm' başlıklı köşesinde, önceki gün neler yaptığını,
ne giydiğini, hangi partilere katıldığını, kimlerle tanıştığını ve sonraki gün ne planı olduğunu anlattığı makaleleri yayınlanıyor.
Bizler
gerçekten
Amerika'ya yanlış bir
açıdan
bakıyoruz. Bunda da, pek çok Amerikalının filmlerden tecrübe ettiği üst tabakadan bin kadar insanın yaşam tarzını halka yansıtan Hollywood'un
payı
büyük. Amerikan izleyicileri bu noktada sınırsız bir
hayranlık
ile nefret arasında gidip
geliyorlar. Sığ kimseler
bu filmleri hayranlıkla
izlerken gerçek gözlemciler onları her daim küçümseyerek takip ediyorlar. İlk bakışta elbette, dünyanın henüz gelişme çağında olan bu yeni alanı herkese
etkileyici görünüyor
ancak gelgelelim kültür seviyesi
gökdelenlerin
yüksekliğiyle de
ölçülmüyor.
Avrupa ve Asya'nın kadim
kültürlerinin
entelektüel özgürlüğünü korumak
isteyen bu ülkenin kendi bünyesinde ne kalıcı bir
tiyatrosu ne de operası bulunuyor. New York Metropolitan Operası gibi
yerler yalnızca
barış zamanında Alman
ve İtalyan
operalarıyla ayakta
kalabildiği
için savaş başladığı anda
kapılarını
kapatmak zorunda kaldı.
Amerika'nın, dünya çapında tanınan ne bir şairi, ne
bir ressamı,
ne bir mimarı ne
de bir bestecisi var. Elinde kültür namına var olan ne varsa Avrupa'dan devşirildi. Kendi diline, kültürüne ve
medeniyetine sahip olmayan bir ülke yalnızca. Her şeyi bir
yerlerden çalarak,
üzerine hiçbir şey koymaksızın basitçe Amerikanlaştırmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Amerikanlaştırmaktan kastım ise şu: her
bir kültürel
değere Amerikan damgası vurarak
olgun bir ifadeyi bir tür slogana
dönüştürmekten
ibaret, valsı caza,
bir edebiyat eserini suç romanına çevirmek gibi...
Şayet Amerikalıların parası olmasaydı, muhtemelen dünyanın en
bayağı
halkına dönüşürlerdi. Üstünlük taslama
hali dünyanın
hiçbir yerinde onlarda olduğu kadar
sinir bozucu gelmiyor. Evet, dünyanın en
iyi uçakları
ve tanklarından yüzlerce, binlerce üretiyorlar; bünyelerinde en iyi generaller ve subaylar var
ancak yenilgileri, düşmanlarının
cesaretini kırmaktaki becerilerini kanıtlar nitelikte.
Ülkesini
savaşmaktan başka bir
çıkar yolunu
bulamadığı ekonomik felakete sürükleyen başkanları kusursuz bir demagog gerçekten. 1917'de Avrupa'ya bir kurtarıcı vadetmişlerdi, 1919'da ise başlarına Wilson'ı sardılar. Şayet onlara
engel olmazsak bu büyük ihaneti bugün de
tekrarlayacaklar. Kısacası,
Amerikalılar, hala
bir ulus olmaktan çok uzak
bir topluluk yalnızca.
Bir halk olabilmenin en önemli unsurundan
da yoksunlar: Sınırları
belli bir yaşam tarzı.
Resmi
Amerikan istatistiklerine göre New
York'ta yüz doksan Protestan ve dört yüz otuz
Katolik kilisesi mevcut ancak bunun yanında tamı tamına bin tane sinagog var. Gerçi, yakın zamanda yabancı basına Avrupalıların sorunlarını ganster jargonuyla açıklamaya kalkan bir Yahudi başkanın yönettiği şehirden başka ne beklenebilirdi ki! Yahudiler yalnızca bu
şehre
damgalarını vurmakla
kalmadı,
toplumsal yaşamı bütünüyle etkileri altına aldılar. Devlet başkanının etrafı Yahudi danışmalarla çevrilmiş durumda; eşi ise
savaş ve yönetim ofislerine
giden yolları Yahudi arkadaşları için bir bir temizliyor. Bu öyle ki,
insan Amerikan gazetelerini okuduktan sonra ellerini yıkama ihtiyacı duyuyor. Duyuru niteliğinde haberler yayınlayarak örneğin hapishanelerdeki suçluların 'Canavarlar A.Ş.' adında bir grup kurarak kendilerini başkana hizmet
etmeye adadıklarına
ve düşmana karşı var güçleriyle savaşabileceklerine dair yazdıkları hikayelerden oluşan entelektüel pisliklerle dolu hepsi. Üstelik Bay
Roosevelt böylesi berbat teklifleri kabul de
ediyor.
Avrupa'da,
halkın
böyle bir şeyi kabul
edebileceği
tek bir ülke gösterebilir misiniz? Ancak Amerika'da bu
durumu protesto eden tek bir kişi çıkmadı. Bay Başkan ise
yakın zamanda yaptığı bir
basın
açıklamasında şaşırtıcı derecede çok sayıda gencin orduda ve deniz
kuvvetlerinde görev
alamayacaklarını çünkü hiçbirinin okuma
yazma bilmediğini
belirtti. Eğitim seviyesi
bu kadar düşük bir toplumda, böylesi kurnaz
ve demagog bir başkanın
istediği her şeyi
yapabilmesi kimseyi şaşırtmayacaktır, değil mi? Amerikan kuvvetleri yenilgi üstüne yenilgi tadarken ve
gemileri okyanuslarda ölüme doğru
süzülürken de Amerikan yönetimi, Almanyayı işgal ettiklerinde kahraman askerlerine takmak üzere bir milyon zafer madalyasının üretimine başladıklarına dair naif bir duyuru yapmışlardı. Amerikan yetkilileri şu sıralarda Southern University'de sivil yönetimler, savaş yasaları ve buna benzer alanlarda eğitim alıyorlar. Görevleri ise, hali hazırda Mihver Devletler tarafından işgal edilmiş bölgelere geri dönüp
oralara bir çekidüzen vermek. Şimdiye
dek tek bir Amerikan askeri dahi yabancı bir ülkenin
toprağına ayak dahi basmazken
pek çoğu utanç
içinde Amerikan topraklarına kadar püskürtüldü.
İki ya da üç haftalık kuşatmanın ardından daha altı
aylık mühimmatı ve erzakı olan altmış
bin kişilik ordu geri çekildi ve arkasında altı yüz ölü
bıraktı. Gerçi yüce liderlerini
ilgilendiren bir durum değildi bu. Elbette kendini bu
tür saçma
uydurmalara karşı koruma becerisine sahip vatandaşları yok, her şey kokuşmuş, her şey sahte. Her şey sansasyonel.
Kamuoyunun fikrini hamur yoğururcasına şekillendirebiliyorlar. Amerika, demokrasi bayrağı
sallayıp Roosevelt'in Four Freedoms[XXXV]
ifadesini destekler görünse de halkı terörize eden kurnaz Yahudiler ve iş adamları için bir cennet. Suçluların dünyaca ünlü gangsterler olup komiserler ya da belediye başkanla- rı tarafından misafir edilme fırsatı buldukları; milyonlarca kişiye ulaşan gazetelerin muhabirleriyle röportaj yaparak günlük meseleler hakkındaki fi.kirlerini beyan
edebildikleri tek ülke Amerika Birleşik Devletleri'dir.
Şayet Amerika entelektüel ve ahlaki olarak nasıl defoları olduğunun farkında olup da gelişmek
için çaba sarf edebilseydi bu
konularda konuşmak
zorunda kalmazdık
ancak
Dünya'nın,
arkasında birkaç bin
yıllık tarih barındıran bölgelerine karşı böylesi ukala bir tavır takınıp ister naif- likten isterse de kültür ve
eğitim konusunda tam anlamıyla yetersiz
olmalarından
kaynaklanıyor olsun,
böylesi
köklü kültürlere ahlaki
ve entelektüel
anlamda ders vermeye çalıştıklarında biraz fazla oluyorlar. Gençlikten kaynaklanan hataları affedebiliriz
ancak böylesi bir vurdumduymazlık herkesin sinirlerine dokunuyor.
Bu
yüzden de, yakın çevremizde karşılaştığımız hiçbir
Amerikanlaşma eğilimini hoş karşılamıyoruz. Dünyanın önde gelen müzikal ülkelerinden biri olarak Amerika'dan tek bir
nota dahi olsa herhangi bir şey öğrenmemiz gerektiğini anlamayı
başaramıyoruz. Amerikalıların çoğunun aklının dahi alamayacağı bir kültür ve
medeniyetin var olduğu
topraklarda yaşıyoruz. Bunu anlayabilen kişi, Amerikalıların kültür ve medeniyetten anladıkları şeylere karşı asla sempati
duyamaz. Her ne kadar çağımızda yaşanan teknik gelişmeleri takdir ediyor olsak da, bu gelişmelerin ardında yatan gücün, bizzat
bizim halkımızın
köklerinden geldiğinin de
farkındayız.
Modern anlamda medeniyetin başardıklarını takdir ediyor ve onları yaşamımızı kolaylaştırmak için kullanıyor
olsak da bunların yaşamın anlamı olmadığının da farkındayız. Yüzlerce yıllık tarih ve geleneğin şekillendirdiği ulusal değerlerimiz var bizim. Bunlar asla satın alınamaz, ancak nesiller boyu verilen
emekle ortaya koyulabilirler.
Her
durumda bizler, Amerikanlaşmayı
reddediyoruz. Günümüzde dünyaya hakim olan bu kafa karışıklığının tam ortasında, yanlışı doğrudan, altını bakırdan
ayırabilme becerisine
sahibiz hala. Amerikalıların
büyük konuşmalarından da
abartılı
rakamlarından da
pek etkilenmiyoruz. Atlantik'in diğer ucunda
da ağaçların
göklere ulaşacak kadar
büyüyeme-
yeceğini biliyoruz. Tanrı'nın ülkesi ne kadar ileri giderse gitsin,
onu keşfedenler
de bugün yaşamasına izin verenler de Avrupalılardır. Kendi kaynaklarıyla başıboş kalırsa da kısa
süre içerisinde daha ıssız, daha
çorak ancak uçsuz bucaksız bir ülke olacak,
içi de insanlarının ruhları kadar boş kalacaktır.
FAZLA ADİL OLMAYIN!
6Eylül 1942-
Almanlar
olarakbizler, hala genç bir ulusuz, bu yüzden gençliğin erdemini ve zayıflıklarını olduğu kadar dezavantajlarını ve avantajlarını da deneyimliyoruz. Ulus mantığımız gelişmeye devam ettiğinden mütemadiyen saldırı altında kalıyor.
Milliyet duygumuza dair bir öz kanıt oluşturmak adına koloni kökenlerimizi tanımlamaya çok zaman ayırdık. İngiltere'de hakim olan "Doğru ya da yanlış -burası benim ülkem!" mantığı toplumsal yaşamın belki
inkar edilemez prensibi ancak biz Almanlar için buna
uymak hala çok zor. Bireysel adalet duygumuz o
kadar gelişmiş
ki kendi çıkarlarımıza zarar verip en büyük düşmanımıza fayda sağlayan aşırı objektiflikten mustarip olmamıza neden
oluyor. Samimiyetimize oynanan oyunlar her zaman işe yarıyor ve yapılanların gerçekten iyi niyetli olup olmadığına, yalnızca bizi kullanmayı amaçlayıp amaçlamadıklarına dikkat dahi etmiyoruz. Alman halkı birkaç yıl boyunca başında açık ve şeffaf bir
lider olmaksızın
bırakıldığında birbirinden
bağımsız
bireylerden
oluşan bir
topluluğa
dönüşecektir yeniden.
Ulusumuzun en belirgin karakter özelliklerinden biri de budur; milyonlarca Alman-Amerikalı vatandaş sosyal ilişkilerini bowling oynayarak, toplanıp şarkılar söyleyerek ve toplu etkinliklere katılarak koruyacak
ancak en sonunda milli duygularını kaybedecektir.
Nasyonal
Sosyalizm biz Almanlara ilk kez ulus bilinci kazandırdı. Günümüz neslinin hiç değilse bir kısmı artık ulus olmanın ne
anlama geldiğini
Nasyonal Sosyalizm sayesinde öğrenmiş durumda
ancak bu his hala çok yeni ve çok kırılgan olduğu için ulus duygumuzu korumak adına elimizden
geleni yapmamız
gerekiyor. Düşmanlarımız bunu bizden çok daha
iyi bildiği
için ulus bilincimizi propaganda
malzemesi yapmaya çalışıyorlar.
1918'de ulus olarak düştüğümüz grotesk tuzağa başka bir ulusun düşmesi hayal
dahi edilemez ancak bizler, düşmanımızın bizimle aynı anlayışa ve aynı görüşlere sahip olamayacağını idrak edemedik. Tüm dünyanın kardeş olması gerektiğine dair attıkları nutuklara inandık ve
bunun bir palavra olduğunu
anlamamız yıllar sürdü. Almanlar
olarak öyle uzun süreli bir
hafızamız
da yok üstelik. Hatta
sempatimizi asla istemeyen uluslara dahi sempati duymayı seven
bir ulusuz bizler. Versay gibi bir anlaşma bile
bizlerin, Fransızların
birkaç yıl öncesine kadar
dostumuz olduğunu
düşünmemize engel
olmadı. Hatta içinde bulunduğumuz savaşta bile, yalnızca Londra
değil, Paris de ulus olarak varlığımızı tehdit ederken hala Fransızlara karşı dostane bir tavır takınma eğilimi gösterebiliyoruz.
Şayet devletimiz,
Bay Churchill'in İngiltere'de
yaptığı kadar çok yalan
söylüyor
olsaydı halkımızın ne
yapacağını
hayal dahi edemiyorum. Gerçi aramızda Bay Churchill'in yaptıklarını politikanın bir parçası olarak
görebilen
kimseler de var, yani bu
politikalar doğrudan
bizi hedef alıyor
ve savaşın esas nedenini teşkil ediyor
olsa da durum onları
çok da endişelendirmiyor. Bizler, başkalarına haksız-
lık etmekten
o kadar çok korkuyoruz ki olacaklardan emin değilsek kendimize
haksızlık
etmeyi tercih ediyoruz. Kimse
Alman yönetiminin
bu savaşta öyle hatırı sayılır hatalar yaptığını iddia
edemez zira biz, koşulları
analiz etmeyi iyi bilen bir yönetimiz. Yine de aramızda, gelip
geçici
olduğunu öngördüğümüz şeyleri unutmak için çalışan ancak yine de aynı enerjiyle
hepsini hatırlayıp
sözde hata yaptığımız meseleleri mütemadiyen tekrar eden kimseler de yok değil.
Elbette
kimse bunun adil olduğunu
iddia etmeyecektir. Ancak bu insanların, düşmanlarımıza durduk yere abartılı bir
dürüstlükle
yaklaşmaları daha
da acı verici oluyor. Bizim tarafımızda ortaya çıkan her
türlü
özel muameleyi tartışmalı görürken düşman tarafında yapılan en primitif demagojileri dahi özgün savlar
kabul ediyorlar. Bay Churcill'in nasıl bir
oyun oynadığını
görebilmek için öyle fazla
zeki olmaya gerek yok. Kendisi demagoji konusunda resmen ustalaşmış durumda ancak elindeki tek şey de
bu. İşte bu sebeple onu Führer'le karşılaştırmayı dahi hakaret sayarız. Her
ne kadar Führer
bugün olduğu insanı ve
kazandığı
bütün başarıları yalnızca kendi
çabalarına
borçlu olsa ve neredeyse efsanevi
denecek kadar sade bir yaşam sürüp düşünceleriyle dünyayı sarsıyor olsa da İngilizlerin onu hakkını vererek
değerlendirebileceklerini hiç sanmıyoruz zira kendileri hassasiyetlerini, herhangi bir bedeli olmayacağından emin olacakları zamana, savaştan sonraki
döneme
saklıyorlar. Ancak
bizler farklıyız.
Gazetelerimizden biri, düşmanın safında dahi olsa bir devlet adamına iftira
atarsa -ki bu tür ifadeler İngiliz gazetelerinde
hemen hemen her gün
geçiyor- ırkımıza özgü adalet
duygumuz bir anda uyanır ve o devlet adamını korumak, zayıf yönlerini savunup iyi yanlarını ortaya
çıkarmak
için canla başla çalışırız.
Ancak
Almanlar olarak artık nefret etmeyi öğrenmek zorundayız. Bizler şövanist insanlar
değiliz,
bu yüzden ulus
ruhumuzu körüklemek
isteyen kişi dikkatli
hareket etmeli-
dir.
Söylentilere
göre, doğunun vahşi kırlarının ıssızlığında korku içinde bin
kilometre ilerledikten sonra bir köy okuluna denk gelmiş, burada
bir atlas bulmuş ve bir süre düşündükten sonra da şüphe içerisinde şu soruyu sormuşlar kendilerine; acaba meselenin Bolşevizmle ilgisi olmayabilir mi?
İngilizler Hindistan'da koca bir kadim kültürü yok
ettiler ve ülkenin ne
tarihini ne de kültürünü
değerlendirmeyi düşünmediler bile.
Sonuç olarak kendileri İngiliz, dünyanın kendileri için yaratıldığını düşünüyorlar ancak biz Almanlar, dünyaya hizmet
etmek için
yaratıldığımızı sanıyoruz. İşte ırk olarak
aramızdaki
fark bu ancak şurası da
bir gerçek ki İngilizlerin bulunduğu nokta, politik yaşam pratiğine çok daha uygun, bu yüzden biz
her zaman dezavantajlı
konumda bulunuyoruz. Pek çoğumuz İngilizlerin bu karakter özelliğine sahip olmayı istemiyor
ancak bu İngilizlere
hayranlık duymamıza da
engel olmuyor. Bir İngiliz
karşısında kim olursa olsun kendisiyle İngilizce konuşmasını beklerken bizler, bir yabancının bizimle Almanca iletişim kurmasını beklemiyoruz örneğin. Hatta
Fransızca
ya da İngilizce öğrenmek için kafa
patlatıyor,
onları sıkıntıya sokmamak
adına
düzgün İngilizce konuşmak için Amerikalılar bize günlük kullanım tüyoları versinler diye can atıyoruz. Peki
tüm bu yaptıklarımız takdir ediliyor mu? Asla! Almanların bu iyi muameleleri takdir edilmek
şöyle dursun, herkesçe küçümsenip alaya alınıyor. Savaştan önce İngiltere'de altı üstü
altı ay geçirmiş insanlar
bile geri dönüklerinde
konuşmalarına biraz
İngiliz
aksanı eklemenin vatandaşlık görevleri olduğu zannediyorlar resmen. İngiliz malı kıyafetler giymek, İngiliz
yemekleri yemek, kahve yerine beş çayı içmek istiyor; yağmur yağdığında, yurttaşları kendilerine gülecek olsa
bile şemsiye
kullanmıyor ve
sırf
farklı bir dünyayla karşılaştılar diye geldikleri yeri unutmaya çalışıp onu
kötülüyorlar.
Şayet ahlak
ve sosyallik bakımından
ilerlemek istiyorsak, Almanlar
olarak daha öğrenmemiz
gereken çok şey var.
Ba-
zılarımız, özellikle iyi eğitim almış ve görgülü bir
insan olmakla övünenler yurtdışındaki karmaşık yaşamın
kötülüğü yüzünden acı çekiyorlar. İlk kez
resmi bir yemeğe
katılan ve balık için hangi çatalı kullanacağını bilmediğinden mütemadiyen
özür dileme gereği duyan
birer taşralıymış
gibi davranıyor hepsi. Bizler böyle karmaşıklıklardan tamamen uzağız ve
bu yüzden meseleyle ilgili açıkça konuşabiliyoruz. Şayet savaştan önce
Amerikalı ya da İngiliz gazeteciler
gelip de bize ısrarla
İngilizce konuşmayı bilip
bilmediğimizi
sorsalardı bundan ne rahatsız olur
ne de gocunurduk ve gururla Alman topraklarında İngilizce bilsek bile kendileriyle İngilizce konuşmayacağımızı söyleyerek onları
kapı dışarı ederdik.
Bununla ne yapmaya çalıştığımızı
hemen anlarlardı. Yanlış anlaşılmak istemeyiz, niyetimiz asla düşmanı hafife
almak değil. Bundan kaçınmanın en iyi yolu da onu tanımak ve
detaylı olarak incelemekten geçiyor. İngilizlerin şeytanlardan oluşan bir ulus olmadığının da pekala farkındayız, hatta özenilesi karakter
özellikleri
de var ancak kendileri bizim içimizdeki iyiyi görmediği sürece onları muhatap almak istemiyoruz. Savaş hala
devam ediyor. Ulus olarak varlığımızı tehdit ettikleri için onlardan
bütün ruhumuzla nefret ediyoruz zira
ulusal varlığımıza
düşman olmaları, yalnızca kıskançlık, haset ve hastalıklı bir milliyetçi gururdan ileri geliyor.
Peki
biz neden onlara, onların bize davrandığından daha adil davranmaya çalışıyoruz? Bütünüyle pragmatist prensiplere dayanarak bir savaş veriyoruz
ve 1918'de karşı
karşıya kaldığımız felakete benzer bir felaket daha yaşamayı asla
istemiyoruz. Artık
düşmanımızın insafına değil, askeri
gücümüze
güveniyoruz. Bunun
da objektiflikle ilgisi yok. Bize reva görülen değişiklikleri kolayca reddediyor ve mesele varlığımız, yaşamımız olduğunda her türlü objektif
kararı bir kenara atıyoruz. Bu
noktada bencil davranıp
inat edecek ve yalnızca kendimizi
destekleyeceğiz.
Sakın bunun Alman-
lara
yaraşır bir davranıp olmadığını söylemeye kalkmayın. Evet, belki bu doğru; eğer öyleyse ulusal karakterimizin bu kötü ve
tehlikeli yanıyla
mücadele etmemiz gerekir. Yoksa
nihayetinde kendimize haksızlık edecek
olsak da objektif ve adil olmaya mı çalışmalıyız? Her ne kadar Klopstock, haddinden
fazla adil olmamamız
gerektiğini söylediğinde ulusumuzun zayıf yanını ortaya koymuş olsa
da düşmanlarımız
bunun ne kadar naif bir hata olduğunu görebilecek kadar asil değil. Gerçi naif olsa da olmasa da bu, büyük bir
hataydı
ve tarihimiz boyunca bizlere, katlanabileceğimizden daha çok zarar
verdi. Hatta şu anda içinde bulunduğumuz durum da aslında bu
hatanın bir sonucu. Tarihimizin en hayati anlarında, kendi ulusumuzun faydasına çalışabilmemiz için objektifliğin ve adalet duygusunun üzerine çıkmamızı sağlayacak ulusal egoizmden yoksun kalıyoruz. Şayet Alman halkı bugün bir anda lidersiz kalırsa, geçmişte sıkça yaptığı gibi dünyanın dört bir yanına dağılarak gittiği her yere ahlak, kültür, medeniyet
ve eğitim
dağıtırken kendi ihtiyaçlarını karşılamayı, evine ekmek getirmeyi tamamen
unutacak. Alman halkı
insanlığın kalbidir ve bugün bizlerin
görevi de ulusun varlığının temellerini korumaktır. Bu, akla gelebilecek en büyük fedakarlıklara dahi değecek hakiki
bir idealdir.
Şayet bu
savaşın sonunda da elimizde bir hiçle kalakalırsak, oğullarını kaybeden annelerin, babalarını toprağa veren çocukların ve eşlerini kaybeden
kadınların
karşısında utançtan kıvranmak zorunda
kalacağız.
Bu yüzden tehlike
olarak gördüğümüz
her şeye, özellikle de ulus olarak varlığımızı tehdit eden şeylere karşı insanlarımızı uyarmak zorundayız. Sahte ve çarpık bir
insanlık
idealinin hakim olduğu burjuvazi
çağının
artık sonu gerdi. Zorlu bir yüzyılın tam
ortasındayız
ve savaşı, iyi
huylu olarak değil belki ancak güç kullanarak
kazanabiliriz. Dünya hali hazırda sevgi
ve nefret olarak ikiye ayrılmış durumda.
Ayaklarımızı
yere sağlam
basabilmek
için kimi sevmemiz ve kimden nefret
etmemiz gerektiğini
öğrenmek zorundayız.
Bizim
için
tartışmasız tek
bir zorunluluk söz konusu: Kazanmak!
Eylemlerimize yön vermesi gereken tek şey bu!
1943
SAVAŞIN YÜZÜ
24 Ocakı943
Savaşın da
kendine has bir yüzü
vardır. Kişi bu
yüzü
anavatan topraklarının pek çok yerinde;
cephenin ise her bir noktasında görebilir. Gözden kaçırılmayacak kadar net detaylar her daim savaşı işaret eder. Ancak yurtdışından gelen ziyaretçiler, burada bulundukları kısacık süre içerisinde Reich'ın
savaşta olduğuna işaret edecek
hiçbir
şeyle karşılaşmadıklarını söyleyebilirler. Bir bakıma haklılar aslında. Bugün bü- yükşehirlerimizden
birinin ve hatta orta büyüklüktekilerin yahut da küçük kentlerimizin
caddelerinde yürüyen biri, Almanlar olarak üç buçuk yıldır varoluşumuz için büyük bir savaş verdiğini düşünmesine neden olacak çok az
manzarayla karşılaşıyor. İnsanlarımız iyi beslenmiş ve
sağlıklı
görünüyor. İlk bakışta kıyafetlerinin ve
ayakkabılarının
da gayet temiz olduğu fark
ediliyor. Sokaklarımızın
temiz ve düzenli; bombalanan
şehirlerimiz
hariç her yerde sinemalarımız, tiyatrolarımız ve konser salonlarımız dolup taştığı görülüyor. Her ne kadar lüks tüketim ürünleri satan mağa-
zalarda
artık temel tekstil ürünleri dışında satılacak pek bir şey olmasa
da mağaza yetkilileri vitrinlerinin barış zamanındaki gibi normal görünmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Kısacası savaşın anavatanımızda görülen yüzü,
nelerin tehdit altında olduğunu anında görmenizi sağlayacak kadar sert değil.
Bu
izlenimi korumamızın
nedeni, kısmen yaratmak
istediğimiz
izlenimi garantilemek, kısmen de
insanların
hoşuna gitmesini saplamak ancak bunu pek
de övgüye
değer bulmayanlar da haklılar. Bir
anlamda anavatanda gerçekten
de savaşla alakası olmayan yaşamlar sürüyoruz ancak dış görünüşümüzde ya da yaşam tarzımızda sırf savaşın izlerini taşısın diye
sözde
değişiklikler yapmak
istemiyoruz. Herhangi bir fark yaratmayacak, bilakis bütün yaşam tarzımızı, düşüncelerimizi ve hislerimizi derinden sarsacak kısıtlamalara gitmekte ısrar etmiyoruz
zira örneğin,
sinema ve konser salonlarını, tiyatroları sırf savaşta
olduğumuzu kanıtlamak adına kapatsak
ve hayatın her alanında ciddi
bir tavır takınsak
çok büyük bir hata yapmış oluruz.
Savaşın ne kadar ciddi olduğunu kanıtlamamıza gerek yok. Zaten ciddiyetini
kendisi hissettiriyor ancak biz bunu öyle göze sokmaya
ihtiyaç
duymuyoruz. Anavatanda ve kısmen de
cephede tüm
vatandaşlarımızın kültürel yaşamını savaşı görmezden gelemeyecek şekilde uygun
bir biçimde korumakla zor zamanlarımızda, böylece savaş için sarf ettiğimiz onca
efor üzerinde
hatırı sayılır etkiler
yaratacak yöntemler
kullanarak insanların biraz rahatlamasını ve gevşemesini sağlamak yerine saçma bir
dogma yüzünden
ya da sırf kötü durumdaymışız gibi görünmek için insanlarımızın huzurunu kaçıracak kısıtlamalar getirmek affedilmeyecek, aptalca
bir hata olur. İnsanlarımızın
huzurlu olması, bu
aktiviteleri yasaklayarak kazanacaklarımızdan çok daha değerli.
Savaş boyunca
bir takım prensiplerin geçerli olduğu bir yaşam tarzı için mücadele ettiğimiz
düşünülmemeli bu
nok-
tada.
İnsanlarımızın
düşüncelerini de
hislerini de o kadar iyi algılıyoruz ki savaş zamanında neyin uygun bulup neyi bulmayacaklarını ve ne istediklerini de çok iyi
analiz edebiliyoruz. Birkaç fazladan
personel ve biraz bütçe gerektiren ve bunun karşılığında milyonlarca insanın stres
atmasına
yardımcı olan şeylerin korunması iyi olur demiyorum, bunların hepsi
korunmak zorunda, diyorum. Örneğin radyo,
tiyatro ve sinema bütün Alman halkına psikolojik
destek sağlayıp
onları rahatlatıyor ancak
askerlikten bunun için
yalnızca birkaç bin
kişiyi muaf tutmak yeterli oluyor -ki bu
kişileri
performansları ve
eğitimlerine
göre seçecek olursak
cephede olabileceklerinden daha fazla fayda sağlayacakları da kesin. Bütün ulusun
yararını
gözetmek isteyen kimse bu kurumlara dokunmamalıdır zira varlıkları savaşın gidişatı için de önem taşıyor. Bu noktada kimse bizim ikon düşmanı olduğumuzu düşünmesin. Almanya'nın
kültürel alanları; görsel sanatlar,
tiyatro oyunları,
konserler, filmler, radyo yayınları ve edebiyatta hiç olmadığı kadar çok meyve
veriyor. Bu bir yandan sergilemiş olduğumuz yaklaşımın doğruluğunu,
diğer yandan sivil yaşamda ne
tür
sıkıntılar yaşandığını ortaya
koyuyor.
Ancak
bu noktada karşımıza
çözülmesi çok daha
zor bir sorun çıkıyor.
Topraklarımızda hala
çok az kişiye hizmet
eden yahut da kimseye hizmet etmeyen ancak buna rağmen ülkemize hiçbir katkısı olmasa da personel ve materyal talep
eden kırımlar
mevcut. Örneğin hepimiz,
mallarının
neredeyse tamamının satın alınmayacak ürünlerden oluşan
mağazalar olduğunu biliyoruz.
Müşteriler
bu mağazalardan birine girdiklerinde fırtınalı bir
denizin ortasında
ıssız bir adaya düşmüş gibi
hissediyor kendini. Uzun araştırmalarının sonunda bir tezgahtarın hemen arkasındaki bir yerlerde yerel bir mal bulup
da satılık olup olmadığını sorduğunda kendisine, yalnızca Savahili
dilinin konuşulduğu
yabancı bir kabiledenmişçesine boş boş bakan bir çalışanla karşı
karşıya kalıyor. Yapay bir bakış açısıyla yaklaşacak olursak böyle mağazaları açık tutmaya devam etmek faydalı görünebilir ancak savaşın yarattığı hayati gereklilikler göz önüne alındığında bu tip yerlerin hiçbir amaca
hizmet etmediği
anlaşılıyor. Bu
yüzden bu tip yerleri kapatıp çalışanları daha faydalı yerlerde
görevlendirmek
çok daha mantıklı geliyor.
Yalnızca düzenli müşterilerin bir şeyler yiyip
içmek
için gittiği lokaller
ve barlar vardır, bilirsiniz. Sayıları bir
elin parmaklarını
geçmez ama neredeyse on müşteriye bir
çalışan
düşer. Üstüne üslük herkes
buna sinirlenir, yer bulamadıkları için dışarıda beklemek zorunda kalır ve
daha da öfkelenirler.
Savaşın yüzü artık böyle şeylere bir
son verilmesini elzem kılıyor. Saf
bir yaşam
tarzına karşı değiliz ancak
her şeyin bir zamanı var.
Bugün,
savaşın ortasındayken böyle bir
yaşam
tarzını tolore edemeyiz. Ancak savaş sona
erdiğinde
memnuniyetle bunu kabul
edebiliriz ancak bugün
yapmamız mümkün değil. Bu
yüzden
vazgeçmeliyiz!
Bunun
birkaç bin kadar insanın sinirini
bozacağının
farkındayız ancak
bunun yalnızca
gerçekleri yansıtmakla kalmayıp aynı zamanda
savaşın psikolojik yüzünü de
gözler
önüne seriyor. Belli bir mücadelenin içinde olan toplumla- rın belli
kurallara uyması gerekir, aksi takdirde toplumun tamamı acı çekmek zorunda kalacaktır. Nasıl ki cephedeki bir subayın emrindeki
erlere hem cesaret hem de samimiyet bakımından örnek olması gerekiyorsa, sivil hayatta da sosyal statüsü yüksek insanlar da kendilerinden daha az
şanslı olanlara sebatla çalışma ve
dayanışma
konusunda örnek olmalıdır. Herkesin aynı olması gerektiğini söylemiyorum ancak savaş kanunları gereği şayet toplum, ulusal birliğin sağlam olmaması durumunda ciddi bir biçimde zarar
görme riskini almak istemiyorsa, her
bir birey belli bir yaşam biçimine uymak zorundadır.
Birkaç büyük şehrimizde hala bir iki bar olduğunu duyuyoruz ama bunun çok da
önemi yok zira müşterilerine
servis
edecek içecek temin edemiyorlar. Yaşlı bir
piyanist yorgun bir piyanonun tuşlarına basarken
müşteriler
ise barış zamanındaymışçasına sessizce oturuyorlar. Peki,
bizler böyle bir saçmalığa neden
müsamaha
gösterelim? Piyanisti
orduya alıp
diğer elemanları da
pekala savaş
için önem teşkil
eden bir kuruma, bir kafeteryaya ya da bir fabrikanın yemekhanesine yerleştirmemiz mümkün olabilir. Eve dönmek üzere yola çıkan birlikler,
bir tren istasyonunun konfordan uzak ortamında beklemektense,
bir sonraki duraklarına
geçene kadar bu barlar gibi boş mekanlarda
uyuma fırsatı
bulabilirlerse şüphesiz çok mutlu olacaklardır.
İnsanlar neden
hükümetin
bu konuda bir yasa çıkarmadığını sorup duruyorlar ancak devlet, savaş sürecini etkileyecek her rahatsızlık ya da sorun için bir
yasa çıkarmakla
uğraşamaz. Savaş ortamına uygun
bir yaşam
tarzı benimseyerek buna uymak insanların kendi vatandaşlık görevi olmalıdır. Bu yasalardan ziyade eğitimin bir
gereğidir.
Nereden başlayacağınızı ya da yaptıklarınızın nerede son bulması gerektiğini bilemeyebilirsiniz. Bireysel olarak bunlar ufak
meseleler gibi görünse
de hepsi bir araya gelince savaşın çehresi dediğimiz şeyi
değiştirebiliyor. Bir
kimse, bu tip işletmeleri
koruyarak yabancı ülkeleri etkilemenin mümkün olduğunu düşünebilir ancak hem cephede hem de vatan toprağında, hem dostlarımızın hem de düşmanlarımızın nazarında savaşı hakkıyla
yöneten bir liderden daha etkili bir şey daha
yoktur. Şayet savaşı kazanırsak, herkes dostumuz olacak ancak
kaybedersek dostlarımız
bir elin parmaklarını geçmeyecek.
Savaş süresince halkımızdan, yaşama zaman zaman ciddi, zaman zaman
rahat bir tavırla
yaklaşıp ara sıra keyif
alabildikleri anlar da deneyimlemelerini talep
ediyoruz. Ciddi meseleleri ciddiye alıp önemsiz meseleleri görmezden gelebilmelerini bekliyoruz. Ne savaş mağdurlarını görmezden gelmeli ne de onları görünce umutsuzluğa düşmeli. Büyük ve soylu bir amaç uğruna savaş verdiğimizi asla aklından
çıkarmamalı. Bu amaca hizmet eden her şeyi önemli ve yararlı görmeli. Savaşın sırtımıza yüklediği
yükler ne kadar ağırlaşırsa, onları birlik ruhunu koruyarak o kadar içtenlikle kabul etmeliyiz. Nasyonal
Sosyalist öğretileri
ve Nasyonal Sosyalizmi hem kendi içimizde hem
de çevremizde
daha etkili bir biçimde yaşamanın zamanı geldi. Dünya Savaşı'n- da takındığımızdan daha farklı bir
tavra bürünme
zamanı şimdi. O
uzun savaş
süresince insanlarımız birbirlerinden
giderek uzaklaşıp
her gün daha
da yabancılaştılar
uluslarına.
Ancak bugün birbirimize giderek daha çok yaklaşmalı, kenetlenmeliyiz. Büyüyen güçlüklerle başa çıkabilmemizin tek yolu bu. Ya o güçlüklerle başa çıkarız ya da amacımıza asla
ulaşamayız.
Şayet kendimizi,
bu mücadelenin
içinde olan diğer uluslarla
kıyaslayacak
olursak, Alman ulusundan çok fazla
şey
beklemediğimizi anlayacaksınız. Günümüzde savaşta bir taraf olmayan uluslar bile bizden
çok daha zor şartlar altında yaşamlarını sürdürüyorlar.
Görgü şahitlerinin verdikleri
bilgilere göre Sovyetler Birliği'nin iç kesimlerinde yaşam şartları o kadar kötü ki
onlara kıyasla bizler cennete yaşıyor gibiyiz.
Bu yüzden
şikayet etme lüksümüz yok.
Çok daha kötüsüyle karşı karşıya kalabilirdik, bu yüzden tek
seçeneğimiz
savaşmak, aksi takdirde hem hayatlarımızı hem özgürlüğümüzü kaybedeceğiz. Savaşın sırtımıza
yüklediği yükleri birbirimiz
için hafifletebilmemiz için bizlere
bu kadar çok şans
verdiği için kadere
teşekkür
etmeliyiz. Ancak belli bir
grubun, barış
zamanında yaşadıkları hayattan
pek de farklı olmayan bir yaşam tarzını sürdürmelerine izin vermek için hiçbir neden yok. Ne yazık ki
bazılarımız,
sınırlarımızı doğrudan tehdit
eden tehlikeleri bertaraf etmiş olmamızın esas büyük tehdidi
ortadan kaldırmadığını
ve hala yapmamız gereken
çok fazla şey olduğunu çabucak unutabiliyor. Bu yüzden de
elimize geçen her fırsatı değerlendirmeli ve çok çalışmalıyız. Savaşta benimsediğimiz en
temel
prensipler hala geçerliliğini
koruyor, her hafta yeni bir şey söyleme ihtiyacı duyduğumuz için bu prensipleri değiştirecek değiliz. Aksine görevlerimizi, toplumun tamamı için manevi bir değere dönüşene kadar sebatla tekrar tekrar
yerine getirmemiz gerekiyor.
Savaşın getirdiği günlük telaşlar bizi esas meseleden kolayca uzaklaştırabilir; güncel meseleler üzerine girilen
kafa karıştırıcı
polemikler, benimsememiz gereken
esas prensipleri geri plana atarak dünyayla girdiğimiz bu mücadelenin manevi tarafını unutmamıza neden olabilir. İşte tam
da bu yüzden
odağımızı günlük, yorucu
telaşlardan
uzaklaştırmalı ve
kendimizi savaş
politikamızın temelini
oluşturan
prensiplere
vermeliyiz. Bugünden
başlayarak savaşı, gelecekteki
tarihçilerin
gözlerinden görmeye çalışmamız gerekiyor
ki ancak o zaman anlık hadiseleri hak ettikleri sakinlik
ve güvenle karşılayabiliriz. Savaş karşısında duruşumuz
hiç şüphesiz değişmez ve
sarsılmaz
olmalı. Bugün benimsediğimiz savaş politikasını ve savaş yönetimini, bir şekilde doğrudan ya da dolaylı olarak
katkıda
bulunacağımız geleceği düşünmek
suretiyle tarihin bir parçası olarak
görmeliyiz
ki tarih sahnesinde aktif ve
etkili bir rol oynayabilelim.
Bunun
için de savaşa hem
kişisel hem de toplumsal olarak
eylemlerimizden şüphe
duymaksızın, kararlılıkla yaklaşmamız gerekiyor.
Bu yaklaşımı
geliştirmek de
yalnızca
anlık olaylara değil, hoşumuza gitse de gitmese de mütemadiyen kendi yolunda ilerleyen, çağımızın büyük gelişmelerine bağlı. İnsan
yaşamının her alanında olduğu gibi burada da, ölçülmesi mümkün olmayanlarla birlikte fark
edilebilir gerçeklerin
doğru değerlendirilebilmesi için, olaylar
arasındaki
bağlantıların ayırdına varabilmek
en önemli
önkoşuldur. Bazen
olayların
gerçekte ne olduğu kadar
halkın
onları nasıl gördüğünü bilmek
de büyük
önem arz eder zira savaş psikolojisi günümüz halkının içinde bulunduğu savaş
ortamında yönetim konusunda
kritik bir rol oynamaktadır.
Hatta psi-
kolojik
faktörler
geçmişte olduğundan çok daha
önemli
bugün. Bu yüzden toplumumuzun
sivil hayatının
gözle görülebilen
hali savaş
ortamından uzak olmamalı, bilakis
savaşla bir uyum içinde ilerlemeli
zira ancak o zaman kendimizi modern savaşçılar olarak görebiliriz. Düşmanlarımız pek çok açıdan savaşın sadece görünen yüzüne odaklanıp gerçekleri göz ardı ediyorlar ancak diğer yandan
biz, gerçekleri
ön plana koyarak bazen bütünüyle yüzeysel olan şeyleri göz ardı ediyoruz. Aslında bu
da düzeltilebilecek,
düzeltilmesi gereken
bir hata. Belki birkaç bin vatandaşımız biz bunu yapmaya çalışırken şikayet edecek ancak nihayetinde bütün halkımız bize minnettar olacak zira
bizlerin yalnızca
savaş konuşmadığını, aksine
cephede bizzat savaştığını
görecekler.
Tarafsız uluslar
ile düşmanımız
olan halklar da böylece, bedeli
ne olursa olsun bu savaşı kazanmaya kararlı olduğumuzu görecekler. Savaş, barış sağlamak için
yapılmaz, barışı kazanmak
için
yapılır. Bunun da eksiksiz bir barış olması gerekir. Bugün, barış zamanında sahip olup da vazgeçtiğimiz her şey, mücadelemize hizmet ediyor. En iyi savaş en
kısa
süren savaştır elbette
zira biz onun çehresini
şekillendirirken
bir yandan o da bizi şekillendiriyor. Bu noktada görünenle gerçeğin de birbiriyle örtüşmesi gerekiyor.
Bu
yüzden
savaşta var gücümüzle mücadele etmekten başka bir
arzumuz yok. Bu noktada herkes ne kadar çaba harcadığımıza, günlük işlerde ne kadar çok çalıştığımıza ve geceleri nasıl hayaller
kurduğumuza
odaklanmalı. Savaş bize
zorlu görevler
veriyor olabilir ancak bizlere
vadedilen güzel
barış mevsimi hatırına bunlara
katlanmak zorundayız.
AVRUPA'DA KRİZ
28 Şubat 1943
Savaşın şu anki durumunu anlamak için Yahudi sorununu da derinlemesine algılayabiliyor olmak gerekir. Başka türlü şu gerçekleri açıklama
fırsatı bulamazsınız: Dünya çapında verdikleri mücadelede Mihver Devletler, doğuda Bolşeviz- me yani uluslararası sosyalizmin en radikal ve acımasız haline karşı; batıda ise kapitalizmin en radikal ve acımasız hali olan plütokrasiye karşı canları için
savaşıyorlar. Bolşe- vikler, bir batılı medeniyet maskesi takarak hareket ederken plutokratlar da Jakoben şapkaları giyip Bolşevizmle
arasındaki mesafeyi ört bas etmek adına devrim safsatalarıyla saçmalayıp duruyorlar. Kremlin, Downing Caddesi' ve Beyaz Saray'da hüküm süren plutokratların çok da fena gitmediğini
söylerken Londra ve Washingtonda
da frakları ile boy gösteren
beyefendilerle cüppelerini kuşanmış kardinaller hevesle Bolşevikleri ve Stalin'i, masum
birer melek gibi gös-
1
Londra'da. İngiltere Başbakanı'nınki de dahil olmak üzere resmi konutların
ve ofislerin bulunduğu cadde, Parlamento Binası'na da birkaç
dakikalık yürüme mesafesindedir.
termek adına beyazlara sarıp sarmalama derdindeler.
Dünya üzerinde Sovyet iktidar sahipleri kadar dindar; Roosevelt, Churchill ve Eden'in
temsil ettiğinden daha harikulade bir sosyalizm düşünülemez onlara göre! Doğanın bu muammasını
açıklayın bana, Kont Örindur!1
Eğer Yahudi sorununu görmezden gelirseniz boş yere bu muammayı çözmek için çabalar durursunuz. Ancak ırkçılık sonunun dünya tarihindeki yerini gösteren işareti bir kez yakalarsanız yanıt basittir. İki düşman kampı arasında yalnızca yapay bir fark var -ön planda olanlar sadece
ajitas- yon seven insanlar. Ancak eğer elinize bir fener alıp arkada kalanlara ışık tutarsanız bütün o manevi ve entelektüel karışıklıklara neyin neden olduğunu, halkların ve devletlerin ayrışmalarına neyin vesile olduğunu kolayca anlarsınız: Uluslararası Yahudilik!
Plütokrasi de Bolşevizm de, liberal demokratik düşüncenin düşüşe geçtiği bir dönemde
aynı kökten filizlenmiştir. Ufak tefek detaylarda farklılık gösterseler de temelde ikisi de aynı. İstedikleri birbirinden farklı olsa da istemedikleri şey aynı. Toplumların belli bir düzeni olmasını istemiyorlar. Her iki ideoloji de kaosa, anarşiye ve düzensizliğe bel bağlıyor.
Bunları istiyorlar çünkü kötülük ve yıkıma neden olmak için kullandıkları şeytani güçleri ancak bu kaynaklardan ediniyorlar.
Yahudilik, karma toplumlar üzerinde hükümranlığını kurmak ve korumak için iki ideolojiyi kullanıyor: Uluslararası kapitalizmi ve uluslararası Bolşevizmi. Biri diğerinin radikal kardeşi
olmaktan öteye gitmiyor ve her ikisinin de güce olan tutkularının bir sınırı
yok. Eğer normal yollardan amaçlarına ulaşamazlarsa, tohumlarını ekmek
ı Ara sıra çelişkili gerçekleri
netleştirmek için kullanılan, pek bir anlam taşımayan ifade.
Günümüzde kullanılmamakla birlikte ilk kez
tiyatro yazarı
Amandus Gottfried Adolf Müllner'in 1813 tarihli Die Schuld (Suç) adlı eserinde kullanılmıştır. Cümle, beşinci perdenin ikinci sahnesinde geçer, Don Valeros sözde oğlu olan adamın
katilini aramakta ve suçlu
Kont Örindur'un aslında öz oğlu
olduğunubilmez ancak yine de içinde bazı tuhaf hisler vardır: "Peki -o halde açıkla bana, Örindur,
bu muammayı! / Kan gölüne
dönen yaşamı, bir anda huzur
bulacak!"
istedikleri
yeri kıvama getirmek adına derhal
umutsuzluk ve çaresizlik
yaymaya başlıyorlar. Bu süreçte de
halkların
ve hükümetlerinin doğan savunma mekanizmaları ile bir ulusun
etnik kökenlerinden
gelen gücünü bastırmak ve hatta yok etmek için ne
gerekiyorsa bile isteye, büyük bir
hevesle yapıyorlar.
Daha en başından bu
güçleri
aşağılayarak zayıflatıyor ve
artık
çok geç olana kadar insanları tehlikenin
aslında
çok küçük ve zararsız olduğuna inandırarak güçlerin bir şekilde ortaya
çıkmasına
engel oluyorlar.
İşte bizim
de kendimizi içinde
bulduğumuz süreç bundan
farklı
değil. Geçtiğimiz Kasım ayında Alman
ordusunun, yaz mevsiminden başlayıp sonbaharın ilk günlerine kadar
süren operasyonlar boyunca ilerlediği mevzii koruyacak durumda olmadığı izlenimi
yaratılmaya
çalışırken başladı şeytani oyunları. Moskova
ile Londra ve Washington arasında bir
oyun oynandı ve mütemadiyen topu birbirlerine atıp durdular.
Bolşevikler,
Batı Avrupa için giyinip
kuşandı ve plutokratlar, onları şaşkınlıkla izleyen dünyaya bu
kafa karıştırıcı
kostümle tanıttı. Kremlindeki
iktidar sahipleri giydikleri soylu kıyafetleri çıkarıp yerine bir zamanlar taşıdıkları hırsız kostümlerini geçirdiler
Üzerlerine. Bugünse bu
taklitçiliği,
Yahudilerin, varlıklarını gizlemek adına sıkça kullandıkları için sıra dışı bir biçimde başarılı oldukları iyi kılık değiştirme ve gizlenme sanatını deneyimliyorlar.
Sov- yetlerin, tarafsız
İngiliz ve Amerikan gazetelerinde yer
alan, Bolşevizm'i
yalnızca masum bir burjuva ideoloji olarak
tanıttıkları
yazıları okurken ne kadar mutlu olduklarını hayal etmek zor değil. İnsan bu makaleleri aptallıktan mı yoksa art niyetten mi yazdıklarını anlayamıyor ancak hepimiz için ulusal
ve hatta kıtasal bir tehlike arz ettiklerinden
kimsenin şüphesi yoktur.
Garp
tarihinde en kritik dönemlerden birini yaşıyoruz. Kıtamızın, doğulu Bolşeviklere karşı
verdiği mücadelede manevi
ve askeri savunma gücünde
yaşanabilecek en
ufak
bir zayıflık, direnme arzunu da hızla kaybetme tehlikesini
beraberinde getirecektir şüphesiz. Kaçınılmaz son ise yalnızca doğru anın gelmesine gebe olacaktır. İşler artık o kadar ileri gitti ki Kremlin, neredeyse tüm Avrupa ülkelerinin
kendisine yönelttiği ağır suçlamalar
karşısında kendini halkın önünde açıkça savunmaya dahi gerek görmüyor. Maşalarının onlar adına savunma yapabileceğini
düşünüyorlar. İngilizler ve Amerikalılarla yapılan
müzakerelerden çok da farklı olmadığı anlaşılan Casablanca toplantısında dahi durum değişmedi. Londra ve Washington'ın her bir hamlesi de sözde Atlantik Bildirisi'nin[XXXVI]
de başarısız
olduğunu tesciller nitelikte. Kısa süre önce Amerikalı bir gazetecinin de yazdığı üzere Stalin, doğuya özgü bir sessizliğe
bürünmüş durumda ancak mekanikleştirdiği birlikleri yeterince açık konuşuyor. Saldırgan mızraklarının başları yalnızca Reich'a değil,
bütün Garp'ı hedef alıyor. Bu gerçek bütün
çıplaklığıyla ortada.
Bu arada Batılı plutokrat Yahudiler ise hevesle işe koyulmuş durumda, varlığımızı tehdit eden tehlikeyi minimize edip Avrupa ulusları tarafından kabul edilebilir bir seviyeye getirmek için uğraşıyorlar. Son iki yıldır,
Anglosakson güçlerle yaptıkları iş
birliği sayesinde Bolşevizm'i daha ılımlı
kılıp burjuvaziye yakışır bir çehre
kazandırmak için çalışıyorlar ancak tam tersi gerçekleşiyor. Bolşevizm
plütokrasiye yaklaşmıyor aksine, plütokrasi Bolşevizm'e dönüşmeye başlıyor.
İnsani tüm deneyimler gösteriyor ki birbirinden farklı iki yapı bir araya geldiğinde -ki şu anda bulunduğumuz
ortamda gerçekleşen şey bu- içlerinde
en radikal olan üstün gelir. Bahsettiğimiz
politik ortaklıkta da aynı şey
geçerli.
Kremlin'in
Tanrı
inancına karşı sözde saygılı tutumu
sadece göstermelik ancak Anglikan Kilise'nin Bolşevizme karşı duyduğu sempati hakiki. Sovyet yönetiminin kurnaz açıklamalarının ardında Bolşevik ateizmin grotesk yüzünün olduğunu net olarak görebiliyoruz. Bolşevik hareket içindeki ateistleri
tasfiye etmedi, aksine Bolşevik hareketin
iliklerindeki ateizm, diğer inançları tasfiye edebilmek ve Sovyetler Birliği'nde binlerce rahiple başlayan dindarları imha etme görevini Avrupa
ülkelerinde
tamamlayabilmek için sabırla sırasını bekliyor. Ancak bu işlem başladığından Hıristiyan kiliseleri, dinler arası düşmanlığın ne olduğunu anlayabilecektir belki.
Gelgelelim
İngilizlerin
ve Amerikalıların, orduları Avrupa'yı fethettikten sonra kıtamızı Bolşevizmden koruyacaklarına dair attıkları nutuklara
inanmak da saflık olacaktır.
Şayet Alman ordusu bunu yapamayacaksa, dünyada başka hiçbir askeri güç, istese
de bu görevi yerine getiremez. Günümüzün önde gelen Amerikan ve İngiliz gazeteleri
Avrupa'nın
Sovyetler Birliği'ne destek olması gerektiğini, belki de kıtamızın Kremlin'in
yönetimi
altına girmesinin çok daha
iyi olacağını
yazıyor. Bu ifadeler başlangıçta kulağa zararsız gelebilir ancak bu sözcükler aynı zamanda bütün medeni
toplumların
çöküşünü de beraberinde getirecek bir
eylemi ifade ediyor. Bunun gerçekleşmesi ihtimal vermeyenler öyle omuz
silkip geçebilirler.
Gelgelelim konsept olarak bu düşünce, bütün batılı medeniyetlerin kendini korumak için harekete
geçebilecekleri
bir ortam vadetmiyor, aksine batılı medeniyetleri,
yılan gelip de kendisini mideye
indirene kadar tehlikeyi fark etmeyen bir tavşan gibi
resmediyor. Şayet
böyle bir şey gerçekleşirse Avrupa'nın iradesi bütünüyle felç olabilir.
Bu
arada Moskova da, Avrupa eyaletlerindeki işçilere zaten her durumda çalışmak zorunda
olduklarını
ancak Sovyet sisteminde çalışmanın ötesinden herhangi bir sorumluluk-
lan
olmayacağını
bildiriyordu. Bu iddiayı ciddiye
almak için
insanın gerçekten ilahi
bir saflığa
erişmiş olması gerekiyor.
Sovyetler Birliği'nde
hali hazırda devam
eden Yahudi terörü
yalnızca entelektüel camiayı hedef
almıyor,
aynı zamanda çifti ve
işçi
sınıfından, tahmin
edilenden çok daha fazla sayıda insanı markaja almış durumda.
Kendi topraklarında
milyonlarca işçiyi, kurdukları işçi kamplarında yok ettiler. Şayet bir
ülke kendi insanlarına böyle bir kaderi layık görüyorsa, yabancılara neler yapar, siz düşünün! Sibirya'ya
gönderilmek üzere onlarca
köle
birliği hazırlayacaklar ve
Baltık devletlerinden kısa süre için de olsa Sovyet düzenini denemiş olanların yaşadıkları berbat olaylara bakılacak olursa
bu birliklerin deneyimleyecekleri tek şey endişe ve merhamet olacak. Zira o Baltık ülkelerinde de yalnızca askeriye,
politika ve ekonomi alanındaki liderleri yerlerinden etmekle kalmadılar, bütün entelektüel camiayı yok ettiler. İşte Yahudi
Bolşevizminin
tek hedefi bu: Yerini sağlama almadığı müddetçe, ulusal liderlik bünyesinde yeni bir lider yetiştirmenin imkanı olmadığından emin olmak için her
şeyi yapar. Hali hazırda Avrupa
devletlerine ve halklarına
karşı yapılan en
şeytani
saldırı planıyla karşı karşıyız ve
buna verilebilecek tek bir yanıt var:
Dünyanın
düşmanı bu şeytani güç yenilgiye uğratılana kadar silahlı direnişi sürdürmek! Önemli olan tek şey bu.
Böylesi bir tehlike ancak halkın ulusal
gücüyle kontrol altına alınabilir.
Uluslararası arenalarda da karşı karşıya olduğumuz tehlike konusunda daha fazla bilincin
uyanmaya başladığını
görmekten memnunuz. Avrupa genelinde
sesler giderek yükselmekte. Bir keresinde Clauswitz'in de dediği gibi
manevi hareketler, insanların
bekledikleri gibi çiçekli yollardan
geçilerek
olgunlaşmaz. Elbette
bazen kafamız tamamen karışabilir ve yanlış bir
yola sapabiliriz ancak bir noktada yine anayola bağlanır ve
hedefin tam karşımızda,
bütün ihtişamıyla bizi
beklediğini
görürüz. Kitleleri etkileyen şeytani
planlar,
olanlardan zarar görenler
tehlikenin gerçek boyutunu idrak etmekten aciz kaldığı müddetçe işlemeye devam eder. Eğer tehdidin
boyutunu idrak ettiyseniz, savaşın yarısını atlattınız demektir. Kişi dış etmenlerden
etkilenerek bocalamamalı
ve bu sebeple yolundan şaşmamalı, yalnızca kendi içgüdülerini takip etmelidir.
Nasyonal
Sosyalistler olarak içgüdülerimiz bizlere doğru yolda
olduğumuzu
söylüyor. Durum öyle göründüğü kadar karmaşık da
değil.
Yalnızca kaostan beslenenler durumu karmaşık olarak
nitelendiriyorlar ki kendimizi savunma arzumuzu
kaybedelim, zayıf
düşerek kendimizden şüphe duymamızı istiyorlar. Bugün Avrupa'nın en iyi yerlerinde bile halklar
bir tür trans halinde ancak eğer zehri
kanlarından
temizleme cesaretini gösterip de
düşmanın
istediği gibi düşünmeyi ve hissetmeyi bir kenara bırakarak bunun
yerine kendi öz savunma güdüsüne güvenmeyi seçerse her şey değişecektir. Dünyada işgal ettiğimiz
bölgede sandığımızdan daha
fazla güce sahibiz ve tek yapmamız gereken
bu gücün
çok ufak bir kısmını kullanmak.
Tehlike dediğiniz
şey insanın duyularını keskinleştirir. Bizler
de kıtamızda
var olan belli çevrelerin yavaş ancak ani ve sağlam bir
uyanış
sürecine girdiklerini hissediyor ve varlığımızı sürdürdüğümüz bu topraklarda hiçbir ulusun
vazgeçmeye
hazır olduğuna asla
inanmıyoruz
zira hiç birimiz
toplumsal varoluşumuzun
sonuna ulaşmadık, bilakis daha yolun başındayız.
Doğuda görev yapan askerlerimiz Üzerlerine düşeni yerine getirecekler. Steplerden esen fırtınayla yerlerinde saymak
yerine onu yarıp
geçecekler. Akla
hayale gelmeyecek şartlar
altında dahi mücadelelerini sürdürecekler ancak mücadelelerine leke sürülmeyecek zira her biri, yalnızca ulusumuzun değil, bütün Avrupa'nın güvenliği için
savaşmaya devam edecekler. Bugün onlara
hala inanmayanlar, yarın diz çöküp hepsine
teşekkür
edecekler zira bütün parlaklığıyla ortada duran tek bir gerçek var:
Cafcaflı
tarihleri boyunca
Yahudiler
pek çok kez zaferin sınırlarında dolandı ancak son anda şeytani var
oluşlarının
karanlığına gömülmekten kurtulamadılar.
Bizler
yalnızca,
yine aynı kaderi
tecrübe etmelerini sağlamak adına hazırlıklı olmalıyız. Yaşadığı maddi ve manevi krizler içerisinde Avrupa, dramatik bir dönemece girmek
üzere, bu koşullara en
hazırlıklı
olan zaferin sahibi olacak. Şu deyim
daha önce hiçbir
koşula bu kadar çok uymamıştı: Her şeyden önce hazırlıklı olmak gerek!
ÖLÜMSÜZ ALMAN KÜLTÜRÜ
26 Haziran 1943
Şayet Batı kültürünü Almanya ve İtalya'nın katkılarını görmezden gelerek değerlendirmeye kalkarsak çok şey kaybederiz.
Bu herkes için çok
açık bir gerçektir ancak
yine de düşmanın
cahilce konuşmalarına karşılık verirken kısa ancak
ikna edici yanıtlarla
bu gerçeği ara
sıra tüm
dünyaya hatırlatmamız gerekiyor.
Düşman, bizzat yarancısı olmadıkları ve en fazla, kültürel yapıya çok fazla zarar vermeksizin ortadan kaldırılabilecek mütevazı katkılarda bulundukları
sanat ve kültür olgusunun
koruyucusu ve savunucusu rolü oynamayı pek seviyor. Ellerinde bulundurdukları pek çok sanat
eseri aslında Avrupa'dan ve dünyanın geri
kalan yerlerinden ordularını
kullanarak çaldıkları parçalar. Kendi başlarına elde
ettikleri tek bir sanatsal başarı yok;
bugün yok etmeye çalıştıkları devletlerin manevi bilincine borçlu oldukları eserlerle caka satıyorlar yalnızca. Nuremberg, Münih,
Floransa ve Venedik gibi şehirlerin sahip olduğu, Ban
kültürünün
temelini oluşturan eserler
Kuzey Amerika'nın
tamamında bulunanlardan çok daha fazla. Ne İngiliz müzisyenlerin yaptıkları çalışmalar Beethoven ya da Richar<l Wagner'la ne de Amerikalı sanatçıların sundukları eserler Michelangelo ya da Leonardo Da Vinci'nin kült eserleriyle karşılaştırılabilir! Bir de kalkmış kültürden bahsediyorlar! Kültür bizimdir ve bu yüzden kültürün devamını sağlayacak nesiller olarak hepsinin koruyucusu ve savunucusu olmaya devam edeceğiz.
Mihver Devletler
olarak sürdürdüğümüz devasa mücadeleyi anlamak ve takdir edebilmek için bunu asla unutmamamız gerekir. Avrupa'nın binlerce yıllık tarihi boyunca yarattığı temel değerler için mücadele ediyoruz, dahası bu değerlerin hem geçmişinin
hem de geleceğinin kaynağını teşkil eden topraklar uğruna savaşıyoruz. Avrupa'nın kökleri tehdit altında,
Batı'nın bugün geldiği yere en çok katısı olan uluslar hem maddi hem de manevi varlıkları için sa- vaşmaktalar.
İki milenyum boyunca sayısız meyve vermiş
Avrupa ağacını besleyen kökleri kesmek istiyorlar.
Düşmanlarımızın, savaştıklarının yalnızca Mihver Dev- letler'in liderleri olduğuna ve halklarımızla bir dertleri olmadığına dair söylevlerine inanmak ahmaklık
olur. Zira her seferinde aynı lafları etseler de 1918 ve 1919 yıllarında bu sözlerin nasıl eyleme döküldüğüne
bizzat şahit olduk. Bu tip rejimler kendi halklarının politik görüşlerinin birer yansıması
aslında, başka bir kabul edilebilir
devlet yönetimi bilmiyorlar. Otokratik yapılarının sanatla can bulduğu ve hatta ilerlemelerinin kaynağı olduğu iddiaları hem teoride hem de
pratikte kolayca çürütülebilir zira bahsettiğimiz rejimlerin hiç biri iddia edildiği kadar otokratik değiller aslında. Hatta bilindik demokrasilerden çok daha demokratik uygulamaları mevcut ve ayrıca kültür tarihine bakacak olursak sanatın, içine
doğduğu ülkenin hangi politik sistemle
yönetildiğiyle
ilgilenmediğini açıkça görebiliriz. Kiliseler ve seküler yapılar asırlardır yalnızca
tiranlığını kurmak iste-
yen
krallar ve papalar tarafından
inşa edilmiştir. Avrupa'nın en
değerli resimleri ise her ortamda savaşın hakim
olduğu
çağlarda ortaya çıkmıştır. Soylu ancak kötücül aileler,
halkın korku içinde yaşamasına neden olsalar da görsel sanatları her daim desteklemiştir.
Geçmişi görmezden gelsek bile şimdiki zamanda
da, düşmanımızın,
kültürü yok eden yahut ona ters düşen eylemlerini gizleyebilmek için ortaya
attığı bu aptal ve sığ iddiaları çürütmek mümkün. İngiliz ve Amerikan uçaklarının, Alman ya da İtalyan şehirlerindeki kültürel alanları yok eden saldırılarını aklamak için başlattıkları bir kaka- foniden ibaret bütün açıklamaları. Şekillenmesi yüzyıllar sürmüş olan
Alman ve İtalyan
kültür merkezleri kısacık bir
zaman diliminde yakılıp
küle çevriliyor. İşte bu
yüzden,
yapılanlar aslında cephede
mücadele
etmekten ziyade halkımızı korkutmaktan
ibaret; hepsi, bizzat sahip olmadığı ve
geçmişte
yaratamadığı kültürü yok
etmek isteyen düşmanımızın
tarih boyunca kurtulamadığı kompleksin kanıtı. Amerika,
Kanada ya da Avustralya'nın
yirmi yıllık hava
araçlarının
Albrecht Dürer ya
da Titian'ın
tek bir tablosunu dahi yok edişini, ne
kendisinin ne de halkının
haberdar olduğu büyük sanatçıların eserlerini sonsuza dek ortadan kaldırmasını izlemek Avrupa'nın utanç içinde kıvranmasına yol açmalı aslında. Böylesi bir eylemin ne özrü ne
telafisi olabilir. Bunların
tamamı Avrupa'nın kötü çocuğunun soğukkanlı, hesaplı ve haince yaptığı saldırılardır zira. Yeni Dünya, Eski
Dünya'yı
düşman belledi çünkü hem
ruhsal hem de manevi açıdan kendisinden
çok daha zengin olduğunun; Eski Dünya'nın sahip
olduğu
sayısız sanatsal değerin gökdelenlerden, arabalardan ve buzdolaplarından daha kıymetli olduğunun farkında.
İngiltere bünyesinde tek bir ciddi tiyatro barındırmazken İngiliz kuvvetlerinin onlarca Alman
tiyatrosunu yerle bir etmiş olması size de ilginç gelmiyor
mu? Bu noktada Ame-
rikalılardan bahsetmeye bile gerek görmüyorum. Chicago ya da San Francisco'da
bizimkilerle karşılaştırılabilecek
tek bir değeri olmadığı için Avrupa'nın şehirlerine ve kültür merkezlerine
saldırıyor,
terörist hava saldırılarıyla Avrupa sanatının ve
kültürünün
satın alamayacakları her
bir zerresini yok etmeye çalışıyorlar.
Ancak
bizler, düşmanın
neyin peşinde olduğunu çok iyi biliyoruz. Bu savaş yalnızca ekmeğimiz, evimiz ve huzurumuz uğruna verilmiyor;
sahip olduğumuz
en değerli varlıklarımız, yaşamımızı kutlu kılan ve
yok edilmeleri durumunda yaşamımızın, doğunun steplerinde yaşayan düşmanlarımızın hayatları kadar anlamsızlaşacağı değerlerimiz için savaşıyoruz.
Savaş en
büyük yok etme unsurudur ancak yok etme
eyleminin ortasında bir
anda beliren yapılandırma
teşvikleri de barındırır içerisinde. Bizden bazı duyularımızı alırken yenilerini kazandırabilir. Kıtamızda yaşayan halklar daha önce hiç Avrupa'nın nerede durduğunu ve
onun için neler yapmamız gerektiğini bu kadar açık ve
net bir biçimde
algılaya- mamıştı. Huzurla
geçip giden barış dönemi, maddenin sağladığı rahatlığın büyüsüne kapılmayı
kolaylaştırırken savaş bütün bunları elimizden
alarak hepimizi körlükten,
umursamazlıktan kurtarır, köklerimize ve
gücümüzün
kaynağına yönlendirerek insanın yalnızca ekmekle
yaşama
tutunmadığını gösterir. Alman
halkı daha önce hiç entelektüel ve manevi değerlerine bugünkü kadar önem vermedi.
Savaşın pek de keyif vermeyen işaretlerinden bahsetmiyorum ancak hepimiz tiyatrolarımıza, konser salonlarımıza, müzelerimize ve sanat sergilerimize şöyle bir
bakarsak; gece gündüz, yaz kış demeden
on hatta yüz binlerce Alman vatandaşının gördükleri güzellikler karşısında
nasıl kendinden geçtiğine şahit olabiliriz. Bu savaş sayesinde
zenginleştik,
tamamlandık ve
hatta daha da iyileştik.
Bu
gelişmeleri
yalnızca maddi temellere dayandırarak açıklamak hata olur, yani başkalarının dediği gibi Alman halkı, parasını harcayacak başka bir
yeri olmadığı
için sanata yönelmiyor, sanata uzanan yol onların kalplerine
de dokunuyor. Onca acının ve sefaletin hüküm sürdüğü böyle bir zamanda halkımızın teskin edici sarahatine sığınmayı tercih
ediyoruz, bunu da en açık olarak
görsel sanatlarda bulabilmemiz normal, değil mi?
Sanatın
içinde düşmanımızın yıkıcı öfkesinin yanıtını buluyor; onların anlayamadıklarını ve bu yüzden tehdit
altında olan değerlerimizi takdir etmeyi öğreniyoruz. Bu değerlerin bazen primitif ya da bazı çokbilmişlerin deyimiyle Kitschlerle ortaya
koyuluyor olmasının
bir önemi yok.
Zaman içerisinde
her şey rayına oturuyor. Biz de bir zamanlar çömezdik, çocukken bize keyif veren şeyler yetişkin olunca ilgimizi çekmemeye başladı. Halkımızın büyük bir kısmı hala
çocukluk
döneminde yaşıyor ve
bu yüzen de sistematik bir eğitim ile
gelişime
açık durumdalar. Zengin ve göz kamaştıran tarihimize rağmen bizler
daha yolun başında olan bir ulusuz. Önümüzde daha
uzun bir yol var ve ilerlemek için tek
yapmamız
gereken ilk adımı atmak.
Şayet çağdaş sanatçılarımız bu durumu kavrayamıyor olsaydı durumumuz umutsuz olabilir. Daha önce halkımız sanata hiç bu
kadar aç
olmamıştı. Bunun ne anlama geldiğini kavrayabilmek
için
geçmişe şöyle bir
bakmanız
yeterli olacaktır. Yeni resimler, heykeller,
oyunlar, romanlar, senfoniler ve operalar artık yalnızca gazete eleştirmenlerinin ilgisini çekmiyor, artık halkımızın gözüne ve kulağına da
hitap etmek zorundalar. Dahası, günümüzün popüler bilinciyle daha fazla ilgi gören eski
şaheserlerle
kıyaslanmaya da
göğüs germek zorundalar zira yeni nesil
sanatseverlerin standartlarını
o eserler belirliyor. Goethe'nin
seneler evvel ettiği
söz bugün karşılığını buluyor:
Sanatçılar
konuşmak yerine bir şeyler yaratmalı! Çağımız sanatçıya kendini denemesi için her
türlü
fırsatı sunuyor. Geçmişin aksine
bu-
gün her
sanatçı
eşit derecede kendini gösterme şansı elde ediyor. Gerçekten söyleyecek bir şeyi olduğu takdirde kimse, halkın kendisini
dinlemediğinden
şikayet etme hakkına sahip
değil. Yeter ki kalemine, fırçasın, ıskarpelasına ya da pusulasına uzanıp sanatını icra ettiği enstrümanı aracılığıyla konuşsun ve
aydınlanmaya
aç olan bu çağa verecek
bir şeyleri olsun.
Böylesi devasa
bir savaşın
ortasında sanatın var
olmaya devam etmesi ve halkımızın kader mücadelesinde kapıldığı bütün o büyük fırtınalardan sıyrılabilmesi mucizevi bir gelişme. Nasyonal
Sosyalizmin sanatı
desteklediği konusunda
bundan daha büyük bir kanıt olabilir
mi? Elbette bu, sanatçılarımızın
etraflarında olup
bitenle ilgilenmeme- ye hakları olduğu anlamına gelmiyor. Elbette şurada ya
da burada sanatının
savaşla ilgisi olmadığını, savaşın en temel kanunlarının kendisini bağlamadığını düşünen sanatçılar da olabilir. İşte böyle kimselere derhal görevi hatırlatılmalıdır, gerekirse zor yoldan anlatılmalıdır. Her ne kadar savaşla ilgisi
olmasa da bir sanat eseri tamamlandığında sonra ermiş olmuyor.
En derin acılara
göğüs gerip en ağır yükleri taşıyan halkı için var oluşunu sürdürüyor. Bir sanatçının, özellikle de savaşın ortasında, sıradan barış zamanlarında
olduğundan çok da
yaratıcı
bir özgürlüğün tadını çıkarırken bu görevinin bilincinde
olmasını
beklemeye hepimizin hakkı var.
Savaşın dördüncü yılında, Münih'te, Haus Der Kunst'ta Führer adına Yedinci Büyük Alman
Sanat Sergisi'nin açılışını
yapıyor olmaktan onur duyuyorum.
Bu
güzel ve etkileyici sergi, zamandan bağımsız, yapısal olarak yalnızca kendisinden
ilham alıyor ve cephede verilen savaşa da
katkıda bulunuyor. Sergiye katılan sanatçılarımız enerjilerinin ve yaratıcılıklarının en canlı kanıtlarını sunuyorlar bizlere.
Geçtiğimiz yollarda olduğu gibi
bu yıl da Führer bizimle
olamadı ancak ruhu her daim bizimle
birlikte. Bu kültürel
yapı, bu bina ve bu sergi bizzat onun
eseri. Barış
döneminde inşa edilen
yapı,
savaş döneminde itinayla
korundu ve şimdi bizlere kutlu, mesut bir barış vadediyor.
Bugün sahip olduğu görkemle, zafer kazandığımızda bizlere neler yapabileceğimize dair ipuçları veriyor
ki bizler o zafere daha önce hiç olmadığı kadar çok inanıyoruz artık.
Bu
harikulade çağın
yaratıcısı Führer'i saygıyla selamlıyorum. Yapılanlar ortada ancak bu çağın yaratıcısının aklında neler olduğunu ancak
onun dengi olan biri anlayabilir. Biz- ler ise ona inanmaya devam edebiliriz.
Bütün gücümüzle, tüm kalbimizle Führer'e inanıyoruz!
SAVAŞA YÖN VEREN
BİR ETMEN OLARAK MORAL
7 Ağustos 1943
Savaşın kaderinin
belirleneceği
günlerdeyiz. Düşman, daha
önce eşi
benzeri görülmemiş silahlar ve psikolojik savaş yöntemleri kullanarak, bu büyük dünya mücadelesinin ilk yarısında elde
ettiğimiz
ve kazanacağımız zaferin teminatı olan
pozisyonu bizden alabilmek için uğraşıyor. Doğudaki savaşın
şiddetlenmesinin, Amerikan
ve İngiliz
kuvvetlerinin
Sicilya'ya yaptıkları
acımasız saldırılar ve
Almanya topraklarına
yapılan amansız hava
harekatlarının
nedeni tam olarak bu. Karşı taraf,
cephede savaşın kaderini belirleyecek zaferler kazanmayı ve
aynı zamanda bu türden yenilgilere katlanamayacağını sandığı Alman halkının moralini
bu yolla çökertmeyi
umuyor. Yapılan bu
türden yorumlar artık birer
teori olmanın
ötesine geçmiş durumda
zira düşman bunu yaptığını açıkça, zerre utanç duymadan
kabul ediyor. Dört bir
yandan devam eden ağır
saldırılarla bizi
diz çökmeye
zorlamayı ve daha zor, daha kanlı askeri
harekat-
lar yapmak zorunda
kalmadan savaşı
kazanmayı umuyorlar. Sinirlerimize karşı başlattıkları bu savaş da elbette ki büyük savaşın gidişatında kritik bir rol
oynuyor. Düşman,
yaptıkları ajitasyonların bu konuda bir yarar sağlamadığını anlamış olacak ki eyleme geçmeye karar vermiş durumda.
Bu türden eylemler Anglo-Amerikan plutokratların kanında var. Birinci Dünya Savaşı boyunca, savunmasız kadın ve çocuklar üzerinden yaptıkları
acımasız açlık kampanyasıyla Alman halkını demoralize etmeye çalıştılar ve bugün de aynı şeyi hava terörüyle
yapmayı deniyorlar. Düşmanın hava saldırılarının
mal ve can kaybına yol açıp
her anlamda bize bazı zorluklar çıkardığını inkar edecek değilim. Bunu düşman
da en az bizim kadar iyi biliyor
zaten zira 1940 yılının yaz ve sonbahar
mevsimlerinde, Alman Hava Kuvvetleri onların yalnızca askeri üsleriyle
endüstri merkezlerini vurduğunda onlar da aynı şeyleri deneyimlediler ancak düşman bugün, özellikle ve ne yazık
ki bilinçli olarak sivil halkı, dolayısıyla da ulusumuzun moralini
hedef alıyor. Hatta İngilizler
artık bunu yaptıklarını inkar etme gereği dahi duymuyorlar.
Aksine, bu şekilde
savaşın süresini kısalttıklarını ve bu sayede daha
fazla İngiliz kanı
akmamasını sağlayacaklarını iddia ediyorlar. İngiliz zihniyetinin bu basit ve son derece tipik hali, Kanal'ın diğer ucunda yaşayan
insanların ne kadar acımasız bir hainlik içerisinde olduklarını da gözler önüne seriyor aslında.
Onlara aynı şekilde karşılık vermek ise bizim elimizde. Zira bu saldırılara daha şiddetli
karşı saldırılarla -ki onları bertaraf etmek için en etkili yol bu olacaktır- yanıt veremediğimiz için
bunun yerine savunma önlemlerimizi en üst düzeye
çıkarmak zorundayız. Bunun da iki aşaması var: Biri sivil diğeri askeri. Askeri açıdan yapılabilecek her şey itina ile yapıldı ancak bütün önlemlerin yoğunluğu bir şekilde
artmlacaktır. Askeri savunma
sistemimiz hatırı
sayılır ölçüde gelişti ve gün be gün daha da iyiye gidiyor. Düşman,
Reich'a
yaptığı her saldırıda büyük kayıplar veriyor ki bu kayıpları belki
maddi açıdan
karşılayabilir ancak
asker sayısı
açısından telafi edebileceği kayıplar verdiği söylenemez. Bu kayıpların, azalmak şöyle dursun
savunma sistemimizi geliştirdiğimiz müddetçe giderek artacağını öngörüyoruz ki bu da öyle uzun
bir zaman almayacak.
Hava
muharebesi bizim açımızdan
bir sinir muharebesine dönüşmüş durumda.
İngilizler,
1940 yılındaki saldırılar sırasında çok daha zor politik ve askeri şartlar altında bu sinir muharebesine dayandılar ve şimdi biz
de aynısını
yapmak durumundayız. O dönemde nasıl ki İngiliz hükümeti hava muharebesini, yeni silahlar
kullanarak radikal karşılıklar
vermek süratiyle kazanmaya
karar verdiyse, bizim de benzer bir karar vermemiz gerekiyor. Elbette bizler onların dilinden
konuşamayız
ya da ne zaman harekete geçeceğimizi söyleyemeyiz ancak bu, yavaş olsa
da gayet sağlam
adımlarla ilerlediğimiz gerçeğini değiştirmiyor.
Düşmanın hava
terörü karşısında
alınacak sivil önlemlere
gelince, ya korumaya ya da onarmaya yönelik eylemlerde
bulunmamız
gerekiyor. Korumaya yönelik eyleme
örnek verecek olursak; çocukları, yaşlıları ve çalışamayan kadınları Berlin'den tahliye etmemiz
gerekiyor zira düşmanın
hava terörünün bir
sonraki hedefinin burası
olacağını düşünüyoruz.
Elbette bu Berlin'e kesin olarak bir saldırı düzenleneceği anlamına gelmiyor ancak önlem almak
bu noktada en akıllıca
hareket olacaktır. Tahliye işlemi belirli
bölgelerde
planlı olarak yapılacak ve
belli bir düzene
göre hareket edileceği için panik yapmaya hiç gerek
yok.
Yurtlarından tahliye edilen vatandaşlarımızı kabul edip onlarla ilgilenen bölgelerdeki yurttaşlarımıza çok önemli ve zor bir görev düşüyor. Bizler diğer zorlu
görevlerle
ilgilenmeye
devam ediyoruz. Göç eden halk, yerel halka; yerel
halk da göç eden vatandaşlarımıza gereken en üst düzey anlayışı göstermeli. İngiliz basını
alınan bu tür önemlerin Alman-
ya'da
panik yarattığını
iddia ediyor ancak bu terörden asıl zarar görecek olanlar
kendi halkları!
Biz de 1940 yılında İngiliz hükümeti çocukları taşralara gönderdiğinde aynı
hataya düşmüştük. Ancak umutlarımızın boşa çıktığını gördük ve bu yüzden bu
konuda fikrimizi açıkça dile getirmekte bir sakınca görmüyoruz; eğer bu önlemleri almazsak
çok daha kötü şeyler yaşanabilir. Savaş dediğiniz öyle dilekler dileyip hayallere kapılmakla değil, acı gerçeklere göğüs germeyi başararak kazanılır.
Sivil
savunma adına
aldığımı önlemler aslında düşmanın hava
saldırılarında
kullandığı yöntemlerin bir
yansımasından ibaret. Önlemleri düzenli olarak kamuoyuyla paylaşıyoruz ve bunları dikkate
almak herkesin önceliği
olmalı. Sakin kalarak, cesur davranarak
ve açık fikirli olarak çok daha
fazla şey yapılabilir ve bu süreçte, yaşadığımız bu güçlüklerin geçici olduğunu ve düşmanın bu
saldırılarının
da Doğu ve
Güney cephelerinde olduğu gibi
muhakkak bir son bulacağını
aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor.
Herkes olması gereken yerde kalmalı ve
üzerine
düşeni yapmalı. Vatandaşlarımızdan biri
aktif savunmada yer alırken bir
diğeri hava terörüne maruz
kalanlara yardım etmek zorunda. Anavatan toprağında bulunan vatandaşlarımız ne kadar özverili çalışırlarsa, zafer de bize bir o kadar yaklaşacak. Savaşın esas yükü bazen
bizim bazen de cephedekilerin omuzlarına yükleniyor ancak sıra kime
gelirse gelsin hepimiz bu uğurda kendimizi
kanıtlamak
zorundayız.
Askerlerimiz
için de aynı şey geçerli; cephede nispeten sakin geçen günlerin yerini neredeyse insanüstü denebilecek gayretler gerektiren tehlikeli
zamanlar almış durumda. Böyle dönemlerde bütün birliklerin sinirlerine hakim olması, cesurca
savaşması
ve soylu üstlerinin kendilerine uygun gördüğü konumlarını sebatla koruması gerekir.
Düşman
planlarını yaparken bizim rahatımızı gözetmiyor, bilakis bizi yormak için elinden
geleni ardına koymuyor. Saldırmak
için akla
gelebilecek her yolu deniyor, topraklarımıza zorla girmeyi bile göze alıyor. İşte, her şeyden önce engel olmamız gereken
yegane saldırı
aslında bu.
Düşman her
daim pusuda. Sovyetler, cephede birliklerimize bir yığın asker
ve mühimmatla
saldırırken aslında Ukrayna
topraklarına
girebilmeyi hedefliyor zira buna ihtiyaçları var, aksi takdirde yiyecek ihtiyaçlarını karşılamaları mümkün değil.
İngilizler ve Amerikalılar ise Sicilya'da açtığımız cepheye
var güçleriyle
saldırıyorlar ve
ulusumuzun moralini bozmak uğruna hava
saldırılarında
verdikleri ağır kayıpları dahi umursamıyorlar. Londra'da görev yapan
Amerikalı
bir muhabir geçtiğimiz günlerde Britanya halkının artık savaşmaktan yorgun düştüğünü ve
savaşın ne olursa olsun zaferle sonuçlanmasını istediklerini bildirdi. İşte bizler,
İngilizlerin
o istedikleri zafere ulaşmalarına engel olmalıyız. Yurtta ve dünyada, savaştığımız her cephede
her bir vatandaşımızın
asli görevidir bu.
İngiltere
daha önce hiçbir savaşı öyle askeri dehası sayesinde
kazanmadı;
ya başka ulusları kendileri için savaşmaya zorladı ya da ortada kazanma ihtimalleri
dahi yokken düşman bildikleri ulusun moralini
bozarak kaybetmelerini sağladı. İşte bizim üzerimizde de aynı yöntemi denemeye çalışıyorlar. Bu çabaları boşa çıkarmak ise biz Alman ulusuna düşüyor.
Savaşın bu
evresinde ulusumuzun moralini yüksek tutması, mücadelenin gidişatını belirleyecek bir faktör. Yedi
Yıl
Savaşları boyunca Prusya'nın, yalnızca kralın gücü sayesinde içinde bulunduğu durumdan kurtulmayı başardığı zamanlar oldu. Ancak bizim şu anda
içinde
bulunduğumuz kritik
durum, Prusya'nınkiyle
kıyaslanamayacak kadar
basit aslında.
Şayet karşılaştığımız güçlüklerle başa çıkabileceğimize inancımız yoksa,
içinde
bulunduğumuz çağın ne
kadar önemli
olduğunu iddia etmeye de hakkımız yok
demektir. Gelecek nesiller, özellikle böyle zor zamanlarda üzerine düşeni yapamayanları asla affetmeyecektir. Zaman geçtik-
çe bugün dört bir yanımızı saran
bu güçlükleri
unutacağız ancak onları hangi
yollarla yendiğimiz
asla aklımızdan çıkmayacak.
Cephedeki
askerimizin, en kritik durumlarda metanetini koruduğunu ve ancak düşmana saldırma emri geldiğinde konumundan ayrıldığını hepimiz biliyoruz. Eğer bunu
yapmazsa, yani düşmana
saldırmazsa onu
korkak diye etiketliyoruz. Ancak her bir saldırı aslında cesur, gözüpek ve
serinkanlı
olmayı, çelik gibi
bir kalbe sahip olmayı
gerektiriyor. İşte anavatan
toprağında
da bizler, moralimizi yüksek tutabilmek
ve zamanı
geldiğinde fiziksel olarak da güçlü olabilmek
için
aynı değerlere sahip
olmak zorundayız.
Düşmanlarımız da
insan. Her ne kadar zor görünse de
onlar da yenilebilirler. Son dönemde Londra
basınında
Sicilya'daki birliklerimizin
kendilerine Şeytanla
savaşırcasına saldırdığını ve
hücuma
geçen her askerin, attığı her
adımın bedelini kanıyla ödemek zorunda kaldığını bildiriyor.
Almanya'nın
evlatları siperlerinden çok uzakta,
hem cesaretlerini hem de sarsılmaz kahraman
ruhlarının
gücünü kanıtlarken morallerini
asla bozmuyor. Şayet
bütün ulusumuz bu ruha erişmeyi başarırsa, hiçbir düşman duramaz karşımızda!
Hiçbirimiz Alman topraklarına yapılan hava saldırılarının şiddetini hafife alamayız. Bu
gerçekten
ölümcül bir sınav. Ancak
bu sınavı ne yapıp edip
geçmek
zorundayız. Düşmanın moralimizi
bozmak için
giriştiği eylemler, sağlam duruşumuz karşısında çözülüp gidecektir, tıpkı onlarca
silahla yaptıkları
saldırıların askerlerimizin
cesareti karşısında
etkisiz kaldıkları gibi... Her birimiz dünya vatandaşıyız ve buna uygun şekilde davranmak
zorundayız.
Dost ya da düşman, herkes
her gün bizden tarafa bakarak şu soruyu
soruyor: Acaba bu sınavı atlatabilecekler mi?
Buna
yanıt verirken asla kendimizden şüphe etmemeliyiz.
İngilizler
artık halklarının, ulusumuzdan
çok daha dayanıklı olduğunu iddia edemiyorlar. Zira karşılarında, ne pahası-
na
olursa olsun özgürlüğünü
ve yaşama hakkını savunmaya kararlı olan
ve savaşmaktan
ancak ve ancak zafer kazandığında vazgeçmeye ant içmiş bir
ulus var. Kararlılık,
uzun vadede her daim zaferle ödüllendirilen bir erdemdir. Zor zamanlar da olacaktır elbette,
ancak bir ulus, ne kadar yiğit olduğunu tam da bu zamanlarda dosta düşmana kanıtlayabilir. Şimdi herkes
bunu kanıtlamak
için çalışmalı. Savaşın kaderini
belirleyecek olan moral faktörü, ulusun
bütününe
olduğu kadar bireylere de bağlı. Düşman ulus olarak hepimizin
ruhsal durumunu çökertmeye
çalışırken hep birlikte savunmaya geçmeliyiz.
Ulusumuz
geçmişten
çok şey öğrendi. Her
şeyden
öte artık hain hısımlarımıza asla güvenmememiz gerektiğini biliyoruz. Bu ders adeta kemiklerimize
kadar işlemiş durumda. Cesur erkekler, fedakar kadınlar ve
kurallara uyan, kendini ülkesine adamış bir gençlikten oluşan bir ulusun, özgürlüğü için her şeyini ortaya
koyacağını
ve nihayetinde o özgürlüğü söke söke alacağını adımız gibi biliyoruz.
NEREDE DURUYORUZ?
2Mayısı943
Hatırı sayılır büyüklükte politik ya da askeri gelişmeler söz konusu olduğunda genel
bir bakış
açısı yaratmak imkansız olmasa
da çoğunlukla
çok zor oluyor zira içinde bulunulan
durum genelde sabit olmaktan ziyade mütemadiyen değişiyor. Durumu etkileyen faktörler ise,
ne sıradan insanlar ne de iyi eğitimli uzmanlar
tarafından
net olarak belirlenemiyor. Askeri
lider genelde ne istediğini
ve istediği şeyle ne yapabileceğini çok iyi bilir ancak bu noktada onun kontrolünde olmayan pek çok dış etken
de mevcut olabilir ve bu yüzden düşmanın ne istediği ve
nelere muktedir olduğu konusunda yalnızca tahmin
yürütmeyi
başarabilir. Halihazırda bilinen
bir askeri durumu etkileyen somut faktörler konusunda
değerlendirmelerde
bulunmaya çalışan uzman
çevreler
de çoğunlukla yalnızca farazi tahminlerde bulunabiliyor.
Kesin olan tek şey iradenin gücü ve
bu iradeyi kullanma arzusudur; belirli bir süre içinde savaştaki durumu tam
olarak değerlendire bilmek isteyen insanın ihtiyacı olan en önemli şeyler de bunlardır
aslında.
Bize gelince,
liderimiz en büyük askeri başarılarını savaşın ilk çeyreğinde
kazandı ve bu başarılar savaşın başında gölgeler
ardına saklanan fikirlerimizi
ve umutlarımızı bir anda gün ışığına kavuşturdu. Rhine ve Saarbrücken' konusunda büyük
endişelerimiz vardı. Maginot Hattı'yla aynı dönemde
karşılaşmıştık ve Kuzey ve Güneydoğu yönlerinde ilerlemekte olan birliklerimiz tamamen ifşa olmuş durumdaydı. Kurduğumuz en çılgınca hayallerde dahi, bugün sahip olduğumuz o nehirleri, bölgeleri ve şehirleri birer birer fethedeceğimiz
aklımıza bile gelmezdi. O
zamanki durumumuzu bugünle
kıyaslayacak olursak, hiç kimse, askeri anlamda liderimizin hayal edilebilecek her türlü başarıyı birer birer yakaladığını inkar etmeye cüret etmeyecektir şüphesiz. Düşmanımız için ise bunun tam tersi
bir durum söz konusu. Örneğin
İngiltere, dünyanın dört bir yanına yayılan İmparatorluğunun
sağladığı güvenli bir konumda girdi bu savaşa ancak o konumu korumayı başaramadı. Büyük Britanya savaş süresince dikkate değer yahut ufak tefek askeri başarılar elde ettiyse de bunlar
sınırlı önem arz eden başarılar oldu. Aslında kelimenin tam anlamıyla İngiltere kayıp vermekten başka bir şey
yapamadı. İmparatorluğunun topraklarına, devasa kayıplarının
yalnızca bir bölümünü geri kazandırmak
için dahi çok büyük çabalar sarf etmek zorunda artık. Diğer yandan bizim kazandığımız başarılar savaşın seyrini etkileyecek kadar büyük önem arz ederken geri çekilmek durumunda kaldığımız muharebeler ne savaşın seyrini değiştirecek
kadar hayatiydi ne de öyle çok büyük önem arz eden kayıplara sahne oldu.
1 Resmi olarak 1920 yılında kurulan Saarland
Eyaleti'nin (o dönemki adıyla Saar Bölgesi) başkentidir. Saarland'da bulunan kömür madenleri, 1919'da
imzalanan Versay Anlaşması kapsamında, Birinci Dünya Savaşı'nda zarar gören
madenleri karşılığında on beş yıllığına
Fransızlara tahsis edilmesi ön görülmüştür. Bölge ancak 1935 yılında yeniden Almanya topraklarına katılmış ve adı Saarland olarak belirlenmiştir.
Savaşın genel durumunu değerlendirmek isteyen kişi
bunları asla göz ardı edemez. Şayet
savaş tam bugün aniden bitmek zorunda kalsa, savaşın en başında bulunduğumuz en optimist tahminlerden bile daha sağlam kartlar kalır
elimizde. Öte yandan İngiltere,
savaşın başında bulunacağı en ama en pesimist
tahminlerden bile daha fazla kayı verip çok daha fazla yenilgiyle yüzleşmek durumunda kaldı. Bu kadar mütevazı ve ufak tefek zaferler kazandıktan sonra bile İngilizlerin savaşı kazanacaklarını umut edecek cesaretleri olabiliyorsa eğer, bizim zafer kazanacağımıza inanmak için çok daha fazla nedenimiz var! Avrupa'nın büyük bir bölümü artık bizim elimizde. Her anlamda avantajlı konumdayız. Tehdit altında olan sınırların
tamamına konuşlanan büyük destek birlikleri
bize, her türlü
savunma olasılığını sağlayabilecek durumda olan doğu cephesinde hatırı sayılır bir hareket özgürlüğü sağlıyor. Savaş sürecinde U-boat' birliklerimiz tarafından iki ya da üç kez vurulan İngiliz Hava Kuvvetleri, maddi açıdan
büyük hasar almış durumda. Bugün kendilerine, yaptıklarına uygun düşen
yanıtı kısmen verebildik ve vereceğimiz son karşılığı
görecekleri günler de giderek yaklaşıyor. Elbette ordumuz, yarım kürenin muhtelif yerlerinde bazı zorluklarla da karşı karşıya kalıyor ancak bunların da esas nedeni, askeri merkezden çok uzakta olmalarından kaynaklanıyor. Yani ordumuzun ana karargahı hiçbir şekilde tehdit altında
değil. Peki bu durumda, İngilizlere Mihver Kuvvetleri yenilgiye uğratabileceklerini umut etme cesaretini
veren şey nedir? Hiçbir
neden olmaksızın savaşmaktan vazgeçmediğimiz
sürece yenilmez durumdayız. Her ne kadar bunu dile getirmiyor olsalar da düşman da bunun pekala farkında.
Ancak ortada
psikolojik bir dezavantaj da yok değil: Bizi geçmişimizden özgür kılan askeri başarılarımız
aslında düşmanın geçmişte kazandığı başarıların çok çok ötesinde olsa
' Alman denizaltıları.
da halkımız o başarıları çok
çabuk unutabiliyor. Geçmişte içinde bulunduğumuz durumu daha objektif
bir biçimde değerlendirmek
adına savaşın en başına dönmek ve resmi bütünüyle
değerlendirmek gerek. Yurttaşlarımız, 1942 yılının
sonbaharında içinde bulunduğumuz en iyi hali, 1943 yılının kış mevsimindeki en kötü halimizle kıyaslamamalı. Bunun yerine şu anda içinde
bulunduğumuz durumu, savaşın en başındaki halimizle kıyaslamaları daha doğru olacaktır
zira kişi, ancak o zaman son üç buçuk yılda kazanılan başarıların,
Mihver Devletlerin, 1939 yılının Eylül ayında hayal etmeye cesaret edebileceklerinden çok daha büyük olduğunun ayırdına varabilir.
Evet, Harkov[XXXVII]
geçtiğimiz kış boyunca iki kez el değiştir ancak savaşın daha en başında kim, Harkov'u fethedebile- ceğimizi düşünebilirdi ki? Anavatan toprağımızın bütünlüğü ve muhtemelen savaşın
ana sahnesini oluşturabileceğini düşündüğümüz batı eyaletleri için
endişelenmiyor muyduk yalnızca? İnsanımız, peş peşe
kazanılan zaferlere o kadar alışmış durumdaki savaş süresince
gerçekleşen birkaç geri çekilmeye psikolojik olarak çok daha duyarlı yaklaşıyor. Ancak eğer, savaş
süresince bizim kaybettiklerimizle İngiltere, Amerika ve Sovyetler Birliği'nin kaybettikleriyle kıyaslama cesareti gösterilecek olursa, giderek artan zaferlerimizin yanında kayıplarımızın birkaç kabul edilebilir geri çekilmeden ibaretken düşmanlarımızın en stratejik noktalardan vurulup çokça hammadde kaybettiği sonucuna vararak şaşkınlığa uğramak işten bile değil.
Düşmanımızın bu durumu kendi lehine
çevirmeye çalışması,
acınası ölçüde dar görüşlü olduklarını kanıtlıyor
aslında. Gerçi toplumlarının önde gelenleri uydurdukları safsatalara inanmıyor
doğal olarak. Savaşın genel resmini çizerken takındıkları abartılı
tavırlar ve vardıkları tumturaklı sonuçlar, bizim için
kurguladıkları blöflerin ve şaşırt-
macaların akıllıca bir kombinasyonundan ibaret. Geri
planda kalan birkaç apolitik
toplumu etkilemeyi başarabilseler
bile, mütemadiyen sözde emin oldukları başarılarından bahsediyor olmaları bir
şey
değiştirmeyecek, bizim
zafere olan inancımız
aksini kanıtlayacak zira. Halkımızın politika konusunda son derece sağlıklı tahminlerde
bulunmasını
sağlayan içgüdüleri böyle ucuz
numaralarda kandırılabi-
lecek kadar zayıf değil. Almanlar olarak bizler, savaşın şu anki durumunda her şeyin ulus
olarak korumamız
gereken iç huzurumuza
ve belirlediğimiz
hedeften asla şaşmamamıza bağlı olduğunun farkındayız.
Son
zamanlarda düşman
tarafından ortaya atılan, çekimser kalan ulusları kendi
safımıza
çekebilmek için sağa sola
barış
elçileri yolladığımız ve
elçilerin
herkesçe ivedilikle geri çevrildiğine yönelik dedikodular da bu numaralardan
biri. Ne derler bilirsiniz; arzu, düşüncenin babasıdır. Tam bir zafer kazanmak için elimize
geçebilecek
en iyi fırsata
sahipken, bu fırsatı
kullanmamamız durumunda
birkaç
yıl içinde bir yenisine zorlanacağımızdan emin olduğumuz ve
hali hazırda
büyük bir tarihi önem arz
eden böylesi bir savaşı erkenden
bitirmeye bizi neyin ikna edebileceğini gerçekten hayal dahi edemiyoruz şu anda.
Zamanın
düşmanın lehine işlediğine dair anlatılan peri
masallarına
artık düşman kamplarındaki askerler
dahi inanmıyorlar.
Böylesi uzun vadeli bir savaş veren
toplumun psikolojik ve ruhsal olarak yıpranması, dostunu da düşmanını da
aynı derecede etkiliyor ve hatta bizim
durumumuzda düşmanı
çok daha fazla etkiliyor zira savaşın en
önemli askeri kaynaklar bizim elimizde
bulunuyor. Hatta düşmanın
safında yer alan önemli
askeri gözlemciler
bile Avrupa kıtasının işgal edilmesinin imkansız olduğunu belirtiyorlar. Bizler elde edebileceğimiz her türlü kozu
ele geçirdik;
artık yalnızca sabır silahını kuşanarak bu
kozları
kullanabileceğimiz en
uygun anın gelmesini beklememiz gerekiyor. İktidara gelmeden
önce
elimizde, savaşı nihayete erdirecek zaferi kazanmamızı sağlayacak bu kadar çok koz olmamıştı hiç.
Geçmişte, hareketimizin liderliğini üstlenenlerin ve parti üyelerimizin hayati önem arz eden kudretleri sayesinde başarılı olduk, şimdi bu kudret ulusumuzun her bir ferdine ulaşmış durumda.
İşte asıl mesele de bu. Zayıf ruhlar, daha iyi bir gün bekledikleri sırada belirleyici ve kritik bir anın yaklaştığını fark ederlerse tez canlılık ederek aniden çatışma
yaratmaya meyillidirler. Öncesinde sundukları gerekçeler
mantıklı gelebilir ancak bunlar,
Clausewitz'in1 deyimiyle yanılsamadan ibaret bir bilgeliğin izlerini taşır ki tek amaçları da aslında tehlikeden kaçmaktır.
Burada da aynı şey geçerli. Tehlikeden kaçmak gibi bir alternatifimiz yok bizim. Zafere giden yolun yarısına kadar gelmiş
durumdayız zira. Karşılaşacağımız tehlikelerle ne kadar cesurca yüzleşebilirsek, onların üstesinden gelmemiz de bir o kadar kesinleşecektir. Yüreklerimizde korku beslemek için hiçbir geçerli nedenimiz yok. Geçtiğimiz kış mevsiminde bizi vuran dalgaya yenilmedik, bilakis silkindik ve kendimize
geldik. Peki korkacak başka neyimiz kaldı? Bugün hem cephede hem de vatan toprağında savaşa bütünüyle bir hazır bir ulus olarak var oluşumuzu sürdürüyoruz. Düşman kafalarımızı karıştırmak ve savaşın
gidişatını kendi görmek istediği şekilde aktararak moralimizi bozmak için elinden gelen her şeyi yapabilir ancak bütün çabaları, halkımızın sağlıklı politik görüşlerinin
sağlamlığı karşısında boşa çıkacaktır. Bizler nerede durduğumuzu da nereye varmayı
hedeflediğimizi de çok iyi biliyoruz. Yapılan
hiçbir numara düşman fayda sağlamayacak.
Bu dört yıllık savaş süresince neredeyse her gün yeni darboğazlarla
karşı karşıya kaldık. Şairin de dediği gibi, bir ' Cari Philipp Gottleib von Clausewitz: Prusyalı aristokrat bir general olan Clausewitz, entelektüel yanıyla da tanınan önemli bir askerdir. Ekim Devrimi sırasında Lenin'in de pek çok kez danıştığı
bilinen Savaş Üzerine adlı eseri Hitler'i de çok etkilemiştir. Hatta Hitler'in
generalleriyle yaptığı
hararetli bir tartışma sırasında, "Clausewitz'i okumuş biri olarak sizin tavsiyelerinize ihtiyacım yok," dediği rivayet edilir.
gün şarap eksik
kaldı, ertesi gün de
şişe... Her geçen hafta
beraberinde, üzerimize
çullanıp bizi ezecekmiş gibi
bir izlenim yaratan yepyeni yükler ve
endişelenecek
yeni meseleler getirdi. Zaten savaştan başka ne beklenebilirdi ki? Savaş dediğiniz, toplumun hem gücünü hem
de doğal
kaynaklarının tamamını sömürür. Bu
durum savaşın her iki tarafı için de geçerlidir. Burada esas mesele, gerekli ile
gereksizi; savaşın nihayete ermesi için neyin
belirleyici olup neyin olmadığını ayırt edebilmektir. Elbette, savaşın omuzlarımıza yüklediği yüklerin yer yer hafifleyeceğine kimse inanmayacaktır zira o yüklerin ağırlığı durmak bilmeden artar. Gelgelelim
yüklerle eş zamanlı olarak yaşanan gelişmelerin hızı da artmaya devam eder. Birinci Dünya Savaşı'nın aksine, halihazırda verdiğimiz savaşta bugüne dek kaydettiğimiz askeri başarıların bizi, detaylı bir
durum değerlendirmesi
yapıldığı takdirde, düşmanımızın asla elimizden alamayacağı bir konuma taşıdığı ortada.
Düşman da bunu çok iyi
biliyor. Şayet bunun aksini iddia ediyorlarsa,
tek amaçlarının
kışkırtma olduğunu unutmayın; bu
sayede hem çekimser
toplumları yanıltıp kendilerince
cesaretleniyorlar hem de, askeri olarak üstük gelemedikleri
askeri irademizi kırarak bizleri umutsuzluğa sevk etmeyi umuyorlar.
İşte bu
yüzden
süreç içerisinde yaşanabilecek herşeye karşı hazırlıklı olmak zorundayız. Düşman cephesindeki askeri liderlerin
ileri sürdüğü
hiçbir argüman; ister
insanlığımız,
ister mantığımız isterse de korkularımızı hedef alıyor olsun,
kalplerimizde asla yer edinemeyecek. Düşmanımızın, moral olarak bizi nasıl ya
da ne zaman çökertebileceğini
böyle ulu orta konuşması bile
fazlasıyla
şüpheli bir manzara yaratıyor. İngiliz-Amerikan hava saldırıları da tam olarak bu amaca hizmet
ediyor. Avrupa genelinde koruduğumuz ve ordumuza, doğuda da
operasyonel özgürlük
şansı veren güçlü savunmamızı kolay kolay kıramayacaklarını biliyorlar. Savunmamızı ancak içeriden zayıflatabileceklerinin far-
kındalar; elbette
bunun asla gerçekleşemeyeceğini,
gerçekleşmeyeceğini söylememize de
gerek yoktur.
Bunun en sarsılmaz kanıtı ise savaş meydanında deneyim kazanmış, akla
gelebilecek her türlü
sınavla sınanmış ve
yaşanan
gelişmelere bakılacak olursa
her bir sınavdan
da kararlılıkla, daha da güçlenerek çıkmış cesur bir halkın fedakarlıklarında gizli. Alman halkı ve
müttefikleri,
1943 yılının bahar
mevsiminin ortasında;
kafasının karışmasına
asla izin vermeksizin, doğası gereği sahip olduğu ulusal
güçten asla şüphe etmeyerek
ve her ne olursa olsun bütün badireleri
muzafferce atlatmak için elindeki
her türlü maddi ve manevi gücü kullanarak
direnmeye hazır ve kararlıdır! Düşman yaptığı hiçbir şey bunu değiştiremez zira bizim nazarımızda, zırvalıklarını bastıkları kağıtlar
kadar dahi değerli değiller!
Cepheden gelen mektupların bizlere, askerlerimizin de aynı düşünceyi tutkuyla benimsedikleri ve
bizimle aynı şekilde hareket ettiklerini öğrenmek hepimize
derin bir haz veriyor. Elbette askerlerimiz, ordumuzun elde ettiği askeri fırsatları, bizlerin vatan toprağında yapabildiğinden çok daha net görebiliyorlar. Kendi deneyimleri ve elde
ettikleri bilgiler ışığında,
eğer sağlam durursak
neler kazanacağımızı
ve gücümüze güvenmeyi başaramazsak neler kaybedeceğimizi hepimizden daha iyi biliyorlar. Şayet cephedeki
asker, sivil halk olarak bizlere ne için savaştığımız, hangi yöntemleri kullanmamız gerektiğini ve savaşın doğasını anlatmak durumunda kalsaydı bu,
ulusumuz için derin bir utanç kaynağı olurdu. Ancak alınanlar olarak
bizler, savaş
süresince sağlamlık, sebat,
fedakarlık
ve sarsılmaz inancın timsalleri olacağız.
Şayet biri,
bugün gelip bize 'Şu anda
nerede duruyorsunuz?' diye sorarsa, ona verebileceğimiz tek yanıt şu olacaktır: Üç yıl önce hayal daha edemeyeceğimiz bir yerdeyiz! Sınırlarımız, bizim korumamıza muhtaç olan koca bir kıta-
yı kuşattı. Tarihi misyonumuz ise bu kıtaya yeni
bir düzen getirmek. Bunu yapabilmek için gereken
kudrete sahibiz. Sıçrama
tahtasında olabilecek en iyi pozisyona ulaştık ve
şimdi,
bütün engelleri birer birer aşmak için sıçrayacağımız o günü bekliyoruz.
Kararsızlık
engelini ne kadar büyük bir
cesaretle aşarsak,
büyük zafere ulaşmamız o
kadar kaçınılmaz olacak!
ALMAN ULUSUNA SAVAŞI HATIRLATACAK
OTUZ MADDE
26 Eylül 1943
Tarihinin en büyük ve
en önemli
savaşını veren Alman halkının savaşın ne olduğunu unutmaması için bu maddeleri hazırladım. Almanya'nın sayısız önemli değeri hem cephede hem de vatan toprağında, ulusumuzun özgürlüğü ve
geleceği
için hayatlarını feda
etti. Bugün cephede milyonlarca cesur
Alman askeri ulusumuz için savaşıyor; vatan toprağındaki fabrikalarda, atölyelerde, ofislerde, laboratuvarlarda ve
tarlalarda çalışan milyonlarca kadın ve
erkek işçi yorulmak nedir bilmeden savaşın kazanılmasına katkıda bulunuyor.
Bu maddeler, ulus olarak
hepimize, bizler için
canlarını feda edenleri anımsatacaktır. Her bir madde, fedakarlık ederek savaşıp çalışanların tutkularını gururla anacak ve tembellik
ederek çekimser
kalanları sertçe eleştirecektir.
Madde ı
Düşmanın gücü karşısında diz çökmeniz ve onlara tek bir imtiyaz tanımamız dışında savaşta her yol mubahtır. Bu iki ihtimali müzakere
eden ve hatta aklından geçirenler dahi vatanlarına ihanet etmektedir ve bu yüzden onursuzlukları ve utançlarıyla birlikte savaşmaktan,
çalışmaktan yılmayan Alman toplumundan dışlanmaları gerekmektedir.
Madde2
Hepimiz hayatımız pahasına savaşıyoruz.
Şayet zafere ulaşırsak, bu savaşın neden olduğu her türlü hasarı ve acıyı bütün
gücümüzü toplayarak en kısa sürede onarıp telafi edeceğiz. Eğer kaybedersek, ulusumuzun da tarihimizin de sonu gelmiş olacak.
Madde3
Bu, bir savunma savaşıdır. Bizi, ulusumuzun varoluşunu ve geleceğini yok etmek isteyen düşmanlarımız bu savaşa mecbur etti. Eğer
onlar kazanırsa, geçmişimizi şekillendiren sayısız neslin milyonlarca yıllık çalışma ve fedakarlıkla elde ettikleri her şeyi kaybedeceğiz. Ulusumuzun tarihi utanç içerisinde son bulacak.
Madde4
Bu savaş da, tarih boyunca verilen diğer tüm savaşlar gibi, sayısız tehlikeyi ve riski de beraberinde getiriyor. Almanya gibi kararlı ve hünerli bir lideri olup bütün
imkanlarını ve gücünün her bir zerresini o tehlikeler ve risklerle mücadele etmeye adamış yüce bir toplumun her türlü musibetin üstesinden gelebileceği asla unutulmamalıdır.
Madde5
Almanlar olarak her
birimiz yalnızca ulusumuzun selametini düşünür ve ulusumuzun en hayırlı evlatlarıymışçasına
hareket edersek, bu savaşı hiç şüphesiz ki kazanırız. Ancak eğer her birimiz ulusu görmezden gelir, tembellik
ederek korkakça
davranır ve yapabileceklerimizden şüphe edersek, elimizde koca bir hiç kalır. Bu savaş ya toplumumuzun gücüyle
kazanılacak ya da güçsüzlüğüyle kaybedilecek!
Madde6
Alman ulusunun her bir ferdi, toplumumuza karşı yükümlülüklerini yerine getirerek ulus bilicine sahip olduğunu kanıtlamak durumunda zira barış zamanlarında bile toplumun desteğine
ve yardımına ihtiyaç duyabileceğimiz zamanlar olur. Bu yüzden her birimiz savaşın getirdiği sorumlulukları ve ağır yükleri
paylaşmak konusunda istekli olmak durumundayız. Savaş boyunca yapmamız gereken en önemli şey bu!
Madde7
Düşmandan gelen her bir tavsiye, esasında savaş modu- muzu düşürmeye yönelik bir saldırıdır.
Düşman da en az bizim kadar çok istiyor bu savaşı
kazanmayı. Söylediği ve yaptığı her şeyin amacı bizi şüpheye düşürüp
aldatmaktan fazlası değil. Düşmanı dinleyen kişi, ne kadar mantıklı gerekçeler
sunarsa sunsun, insanımızı ölümcül bir tehlikeye atıyor
demektir. Görmezden gelmek ise onu, hak ettiği cezayı almaktan korumaya yetmeyecektir.
Madde8
Savaşı yönetenlerden gelen sessiz kalma emri, önemli bir emirdir zira savaş sırlarını devlet içerisinde çok az kişi bilir. Bu sırlar, ulusumuzun hayatta kalma mücadelesinde kullanabileceği silahlarıdır. Savaş sürecinde önem arz eden ve hatta kritik denebilecek meseleler hakkında hükümeti konuşmaya zorlayacak söylentilerin
yayılmasına ön ayak olmak, hem adaletsiz olacak hem de toplumun genel refahının
yerle
bir olmasına
sebebiyet verecektir. Bu türden eylemler
ulusumuza ancak zarar verir, düşmanımızın ise işine yarar.
Madde9
Savaş yönetiminde elden gelenin en iyisi yapılıyor. Alınan aksiyonların nedenleri genelde açıklanamıyor zira bu açıklamalar düşmana değerli bilgiler vermeksizin yapılamıyor ve bazen iyi niyetli eylemlerin
dahi nedeni bu yüzden
anlaşılamıyor. İşte bu
noktada savaşı
yönetenler; cesaretlerini,
önsezilerinin
gücünü ve sağduyularını kanıtlayan sayısız örnek ve dahi başarıları sayesinde kazandıkları halkın güvenine sığınıyorlar. Çokbilmişler elbette bu sessizliğinden dolayı yönetimi eleştiriyorlar zira devlet konuşsaydı, hemen onun söylediklerini yalanlayacak bir şeyler uydurmak
için
fırsatları olurdu.
Madde
10
Bu
savaşta kaybetmeyi asla göze alamayacağımız tek bir şey var:
Var oluşumuzun
ve geleceğimizin temelini oluşturan
ulusal özgürlüğümüz!
Her ne kadar bazen çok ağır şartlar altında ve
yıllarca
süren çabalar sonucunda
olsa da diğer her şey yeniden
yerine konulabilir ancak eğer özgürlüğümüzü bir kez kaybedersek, hem bireysel
hem de toplumsal olarak bütün ulusal
mal varlıklarımız
ve kültürel değerlerimiz elimizden kayıp gider.
Bu yüzden
savaş sürecinde gerektiğinde sahip
olduğumuz
her gücü kullanmalı ve hem bireysel hem de toplumsal yaşamımızın olmazsa olmazı olan
yegane değerimizi
koruyup kollamalıyız. İşte o yegane değer de
hiç
şüphesiz özgürlüğümüzdür!
Madde11
Savaş politikasında, hükümeti hem suçlu göstermek hem de bu sayede savunmasız kılmak için halkıyla arasına nifak sokmak eski bir numaradır. Söz konusu bizim vatanımız
olduğunda bu
numaranın
tek amacı, düşmanlarımızın bizi alt etmesi olacaktır. Bu düşmanca tuzağa düşen kişi ya bir haindir ya da bir aptal.
Askerlerimizin uğruna
hayatlarını ortaya
koydukları
ve kahramanca can verdikleri
zafer ihtimalini tehlikeye atmaktan başka bir
işe
yaramayacaktır bu
ahmaklıkları.
Sadakatsizliği yüzünden cephede
geriye düşecek
ve böylesi bir
insana verilecek hiçbir ceza yeterince sert olmayacaktır.
Madde12
Cafcaflı sözler ederek güveninizi kazanmaya çalışan ve
sonrasında
dedikodular ve söylentilerden oluşan bir bariyerle
metanetinizi yıkmayı hedefleyen vaizlere karşı dikkatli olun. Size söylediklerini iyice analiz ederseniz eğer çok geçmeden bu kişileri yönlendiren şeyin sağduyu değil,
korkaklık olduğunu fark
edeceksiniz. Hepsi çokbilmiş
ancak kimseye bir faydaları yok.
Şayet
olsaydı, her şeyi eleştirmek yerine ya cephede ya da vatan toprağında önemli bir görev üstlenir ve yaptıklarıyla zafer kazanmamıza bir şekilde yardımcı olurlardı.
Madde13
Verdiğimiz savaş ve onun kapsamı hakkında konuşan herkes, kelimelerini sanki düşman her
birini dinliyormuş-
çasına özenle seçmek zorundadır. Zira
pek çok yerde gerçekten
de düşman hepimizi dinliyor, ağzımızdan düşüncesizce çıkıveren her bir ifadeyle yeniden cesaret kazanıyor ve
savaşa daha bir hevesle iştirak ediyor.
Savaşın
getirdiği şu ya
da bu musibet karşısında
öfkeyle ya da dikkatsizce söylenen sözler bazı durumlarda haklı gerekçeler içerebilir ancak pek çoğu aslında, günümüzde halkımızın kaderini tayin edecek bu
olaylarla kıyaslandığında
öyle çok büyük önem arz
etmiyorlar.
Madde 14
İhtiyaç sahibi vatandaşlarımıza elimizden geldiğince yardım etmeye çalışmaktayız. Şayet savaş koşulları sebebiyle herkese gerektiği ölçüde
yardım sağlamak mümkün olmazsa, ihtiyaç sahipleri de şunu bilmelidir ki zafer kazanıldığında hepsi telafi edilecektir. Zafer, savaşın neden olduğu bütün zararları telafi edip tüm yaraları kapatmamızı sağlayacak olan toplumun yeniden inşa edilme sürecinin ilk şartını teşkil ediyor. Vatandaşımız savaş sürecinde ne kadar çok fedakarlık yaparsa, zaferin nihayetinde bizim olacağına o kadar çok inanacaktır. Bu sebeple çok çalışmalı ve var gücümüzle mücadele etmeliyiz. Bu sayede yapılan her fedakarlık, en zor olanları dahi karşılığını bulacaktır.
Madde15
Bu sebeplerden dolayı her birimiz, savaşla alakalı tüm kanun ve düzenlemelere harfiyen uymak zorundayız. Sırf unuttu ya da çok önemsemedi diye bu kanun ve düzenlemeleri ihlal edenler toplumumuza en az, bunları bile isteye yapanlar kadar çok zarar verecektir. Her birimiz verdiğimiz bu savaşa, hak ettiği ciddiyetle yaklaşmak zorundayız.
Maddeı6
Zaman geçtikçe her şey etkisini
kaybeder, savaşın şiddeti bile. Bu sebeple savaşın omuzlarımıza yüklediği görevleri yerine getirme konusunda rehavete kapılmamak adına kendimizi her daim kontrol etmeli ve tetikte olmalıyız. Bugün sergileyeceğimiz metanetli tavır, on yıllar sonra çocuklarımız ve torunlarımız tarafından gelecek nesillere hayranlıkla anlatılacak. Bu uzun savaşın bize çektirdiği manevi acıyı onlar da deneyimlemek zorunda
kalmayacaklar, yalnızca bu savaşın, ulusumuzun tarihine nasıl büyük ve kahramanca bir mücadele olarak geçtiğini bilecekler. Bu sebeple savaşın
getirdiği günlük sorunlara boğulup da
bu gerçeği
unutmamalıyız.
Madde17
Her şey önünde sonunda bir nihayete erer, bu savaş da bir gün sona erecek. Ancak bizler, bunun mutlu bir son olmasını temin etmek zorundayız.
Bunu sağlamanın en iyi yolu da sakin kalıp metanetimizi korumaktan geçiyor. Bu erdemleri hakkıyla yaşatan ulus hiç şüphesiz
savaşı kazanacaktır.
Madde18
Yönetimin, yönettiği halktan daha fazla sorumluluk
üstlendiğine inanmak kadar aptalca bir şey yoktur. Zira yeri geldiğinde tek bir vatandaş, maddi olarak çok
ağır yüklerin altına girmek zorunda kalır. Gelgelelim en ağır
yük de aslında sorumluluktur zira
beraberinde taşıdığı
endişelerin ardı arkası kesilmez. Bu sebeple
kimse kimseye adaletsiz davranmamalı ve anlamadığı meselelerde de mantıksız
akıl yürütmelerle bir takım yargılara varmamalıdır.
Madde19
Ulusun bir kısmı cephede savaşırken
diğer bir kısmının yalnızca olanları izlemekle yetineceğini düşünmek kadar saçma bir düşünce daha olamaz. İçinde
bulunduğumuz savaş ne hükümetlerin ne de yalnızca ordunun savaşıdır, aksine burada savaş verenler uluslardır. Bir kenarda durup izleyenler ancak durumun vehametini kavrayamayanlar olabilir. Bu kimse de hiç
şüphesiz diğerlerinin çektiği acıdan ve yaptığı fedakarlıklardan nemalanan bir parazitten fazlası değildir. Muhtemelen de savaşı kaybedeceğimizi düşünüyordur. Vatanına
gönülden bağlı vatandaşlarımızın bu tembel kimselere savaş
görevlerini hatırlatması gerekmektedir. Hem
ulus olarak moralimizin yüksek olması hem de savaşın
seyri açısından her bir vatandaşın
mücadeleye katkıda bulunması elzemdir.
Madde20
Nasıl ki savaş sırasında görevlerini hakkıyla
yerine getirenlere madalyalar ve nişanlar veriliyorsa, görevlerini
ihmal edenlere de uyarılar ve gerektiğinde sert cezalar verilmesi gerekiyor. Savaş sırasında yerine getirilmeyen
bir görev, barış
döneminde ihmal edilen bir göreve nazaran ulusumuza çok daha fazla zarar
verir. Günümüzde her bir Alman vatandaşı,
savaş yasalarına uygun olarak yaşamını sürdürmek zorundadır.
Barış döneminde çok da ciddiye alınmayan davranışlar için dahi artık oldukça sert cezalar uygulanıyor.
Savaş sırasında işlenen her türlü utanç verici suç, zafer kazanma ihtimalimizi tehlikeye atıyor zira. Bu yüzden de en sert ve acımasız
cezaları sonuna kadar hak ediyorlar.
Madde21
Askerlerimiz, cephede görevlerini yerine getirirken can veriyorlar. Bu yüzden de anavatan toprağında savaş uğruna verilen mücadeleye
gölge düşürecek ya da mücadelemizi sabote edecek eylemlerde bulunanların ölüm cezasına çarptırılmalarını talep etmeye sonuna kadar hakları var. Anavatan toprağındaki eylemleri cephede verilen mücadeleye zarar veren her kim
olursa olsun en ağır
şekilde cezalandırılmayı hak ediyor ve
cephedeki askerlerimiz de tam olarak bunu talep ediyorlar.
Madde22
İster cephede ister
anavatanda olsun, sahip olmamız gereken en önemli erdem hiç şüphesiz ki disiplindir. Ancak demir gibi bir iradeye sahip olursak savaşın beraberinde getirdiği büyük sorunlarla başa çıkmayı
başarabiliriz. Disiplin konusunda yaşanacak en küçük bir zafiyet toplumsal
olarak moralimizi düşürür ve savaş yasalarının ihlal edilmesine neden olur. İnsanlarımızın savaş
sürecinde birlik
ve beraberliğinde yaşanacak en ufak bir gevşeme, topluma karşı işlenmiş bir suç sayılır. Ulusumuzun o şanlı zaferi elde edebilme ihtimali çelik gibi
bir irade ve sağlam bir kararlılığa sahip olmasına bağlı.
Madde 23
Savaş süresince kimsenin, sırf kişisel özgürlüklerine bazı sınırlamalar getirildi diye şikayet etmeye asla hakkı yok. Vatanımız için canını veren sayısız erkek, kadın ve
hatta çocuğun yanında o özgürlüklerin zerrece önemi kalmıyor!
Madde 24
Savaş, kendimizi bütünüyle ona ve omuzlarımıza yüklediği
görevlere adamamızı talep ediyor. Barıştan geri kalan ne varsa ancak ve ancak
bizlere elimizden alınan hakların bir anısı olarak
görülebilir. Er ya da geç tüm bunlardan feragat etmek zorunda kalacağımız zamanların
geleceğini unutmayalım. Bu savaş, bizler için barışı koruma mücadelesi değil, yeniden barış tahsis edebilmek için verdiğimiz bir kavga. Özellikle savaş
döneminde geçerli olan en önemli yasa, hedefinize ulaşmak adına savunmak istediğiniz şeyi dahi kullanmaktır.
Madde 25
Özgürlük uğruna feda edilemeyecek kadar değerli hiçbir şey yok. Bugün sahip olduğumuz ne varsa her birini özgür insanlar olmamız sayesinde elde ettik. Özgürlüğümüz olmazsa hiçbir şeyin anlamı, amacı yahut da bir değeri kalmaz. Bir ulusun, zenginleşmiş gibi göründüğü savaştan köle olarak çıkmasındansa fakir ancak özgür olması yeğdir.
Özgür bir
ulus, özgürlüğünü korumak için savaşırken
kaybettiği ne varsa hepsini yeniden inşa edebilir zira.
Ancak köleleşmiş bir toplum, savaştan sağ çıkmak
için feda ettiklerini de onları geri kazanma ihtimalini de ebediyen kaybetmiş demektir.
Madde 26
Savaş süresince her bir vatandaşın görevi, ulusun varlığını
sürdürebilmesi için kendi hayatından feragat edebilmektir. Böylesi büyük ve nihai fedakarlık söz konusuyken ulus, bireylerden, zafer ve ulusun güvenliği için gerekiyorsa bütün mal varlığından vazgeçmeye hazır olmasını talep edebilir! Ancak bu türden fedakarlıklar yapmaya gönüllü olmak, bir grup insanın, ulus bilinci yüksek bir toplum olmasını sağlayabilir.
Madde 27
Devletimizin ve ordumuzun yegane hedefi, önem arz eden her alanda özgürce yaşayabilen bir Alman ulusu yaratmak. Neslimiz
bu hedefi, savaşarak ve çok çalışarak temin etmeye mecburdur zira bu, öyle ertelenebilir bir hedef değil, ya muvaffak oluruz ya da yok olmaya
mahkum kalırız.
Madde 28
Neslimizin omuzlarında özel
yükler taşımakla kalmıyor, o özel yüklerin
getirdiği onura da erişiyor. Eğer kazanırsak ki bunu yapabiliriz ve yapmalıyız da, Alman tarihinde adından en çok söz edilen nesil olarak nam salacağız. Ancak kaybedersek, hatamızın bedelini korkunç bir biçimde ödemek zorunda kalacak olan nesiller yüzlerce yıl boyunca bizlere lanetler yağdıracaklar.
Madde 29
Bu tür meselelerle pek ilgilenmemeyi tercih
eden insanlarımız da var. Yalnızca kendi keyfini ve konforunu düşünen,
tarihsel sorumluluklardan zerre
anlamayan materyalistler bunlar. Bu noktada onları hakir görmemek elde olmuyor zira hepsi, bir anlık zevk için koskoca bir ulusun geleceğinden vazgeçmeye dahi hazırlar. Bu tiplere her nerede denk gelirseniz, konuşmaya başladıkları anda kendilerini sertçe uyarın. Zira kendileri mantıkla değil yalnızca kendi çıkarlarına uygun olarak hareket ederler ve tek
bir prensibe inanırlar: 'Bizden sonra tufan!' Bu ahmakça prensibe bizim verebileceğimiz tek bir yanıt olabilir: Amacımız uğruna yıllar
boyu
kurduğumuz hayallerden vazgeçmemiz gerekse bile, en azından çocuklarımızın
ve torunlarımızın çok daha güzel hayatları olacak!
Madde30
Gerçekleştirdiğiniz ya da gerçekleştirmediğiniz tüm eylemlerde, söylediğiniz ya da söylemediklerinizde, ne olursa olsun bir Alman olduğunuzu asla unutmayın. Führer'e ve zafere ulaşacağımıza
sarsılmaz bir güvenle ve sadakatle inanın. Dünya üzerinde var olmuş en cesur ve en çalışkan insanların çocuklarından olduğunuzu asla aklınızdan çıkarmayın. Hedefimize ulaşmak için ne kadar çile çekmek zorunda kalırsak kalalım,
şayet sahip olduğumuz tüm erdemlere tutunur ve gerekirse ulusumuzun özgürlüğünü ve geleceğini garanti altına almak için verdiğimiz bu savaşta her şeyi feda etmeye hazır olursak eğer en nihayetinde o hedefe muhakkak ulaşırız.
NE PAHASINA OLURSA OLSUN
DİRENECEĞİZ!
22 Nisan 1945
İçinde bulunduğumuz savaş artık öyle bir aşamaya geldi
ki ulus olarak bizi ancak her bir vatandaşımızın bireysel; top- lumumuzun ise bir bütün olarak
göstereceği
çabalar kurtarabilir. Artık özgürlüğümüzün savunma görevi yalnızca cephede mücadele eden
askeri kuvvetlerimize düşmüyor. Her
bir sivil, her kadın ve her erkek, kız ya
da erkek fark etmeksizin her bir gencimiz benzersiz bir şevkle mücadeleye katılmalı. Düşmanlarımız, tanklarıyla bir kez topraklarımıza girdiklerinde hiçbir direnişle karşılaşmayacaklarını umuyorlar. Maddesel üstünlüklerini karşısında, neler olacağını umursamayacak kadar bezgin bir
halde olacağımıza
inanıyorlar. İşte bu
yüzden
düşmanın umutlarını boşa çıkarmak zorundayız. Hiçbir köyümüz, hiçbir şehrimiz düşmana teslim olmamalı. Evet,
düşman
çok güçlü ancak bizim desteğimiz olmadan Reich topraklarının her bir noktasına hükmedebilecek kadar değil. Şayet bizden beklediği kapi-
tülasyonları alabilirse, istediği gibi
hareket edecektir. Zaten pek çok şehrimizi ve bölgemizi tarihte
görülmüş
en korkunç hava
saldırılarıyla
mahvettiler ancak bizler ne pahasına
olursa olsun direnmekte kararlı olursak
onlara asla yenilmeyiz ve bizim için yenilmemek,
zafer kazanmak demektir.
Bu
savaşa
katılan ulusların tamamı çok ağır fedakarlıklarda bulunmak zorunda kaldılar. Ancak
yine de bütün bu fedakarlıklar, kaybedersek başımıza gelecekler
kadar ağır
değil. Elbette ki düşman, Reich'a
karşı
verdiği mücadelenin olabildiğince kolay
ve güvenli bir biçimde sona
ermesini istiyor ve ağır ajitasyonlarla
ulus olarak moralimizi çökertebi- leceğini umuyor. Bu zehir ancak zayıf ruhları etkiler. Bu tuzağa düşen her kim olursa olsun, savaş süresince hiçbir şey öğrenememiş ve kolay yolu seçmenin de
aslında bir seçenek olduğunu düşünerek özgürlüğünden feragat etmiş demektir ki özgürlüğe giden
yol, yalnızca
zor olandır. Ulusal
onur nedir bilmeyen, Anglo-Amerikan bankacı Yahudiler
kulübünün
boyunduruğu altında, onlardan
gelecek yardımlarla
yaşamayı kabul edebilen aşağılık ruhlar
böylesi bir yolu seçebilir. Diğer bir deyişle bu
insanlar, ulusumuzun yüz karası olan artıklarıdır ve düşmanın ulusumuz
hakkında
yanlış fikirlere kapılmasının yegane dayanaklarıdır. Amerikan ve İngiliz gazetelerinde
bu tiplerle nasıl alay edildiğini, haklarında nasıl ileri geri konuşulduğunu ve her birinin, var olma mücadelesi veren cesur uluslarıyla nasıl karşılaştırıldıklarını
görebilirsiniz. Her
daim kahramanlığı
ve fedakarlığı savunan bir ulusun mensubu
olanlar bu türden
şeyleri okuduklarında tek
bir şey diliyorlar: Onları öldürmeyi! Bundan fazlasını hak
etmiyorlar zira. Öyle ki biri çıkıp da
bu kimselerin aslında art
niyetli olmadıklarını
ve ne yaptıklarını bilmediklerini dahi iddia edemez.
Ne yaptıklarının
pekala farkındalar zira defalarca eylemlerinin sonuçları konusunda
düşman
tarafından bile uyarıldılar ancak asla bize inanmayı tercih
etmediler.
Verilen
onca mücadelenin,
ödenen ağır bedellerin
ve katlanılan
yenilgilerin ardından halkımız dik duruşunu koruyamadı. Kalplerimiz ancak düşman, nasıl vahşice bir fanatizmle karşılaştığını ve babaların, annelerin ve hatta çocukların işgalcilerin karşısına dikilerek nasıl direndiğini, kadın erkek fark etmeksizin herkesin
evlerinin pencerelerinden, hiçbir tehdide
aldırış etmeksizin silahlarla, taşlar ve
sopalarla ve hatta el bombalarıyla nasıl saldırıya geçtiklerini bildirdiğinde gururla doluyor. Bu yaptıklarıyla düşmanın bize saygı duymasını sağlıyorlar. İşgal kuvvetlerinin eli kolu bağlanıyor; ulusal tutkuyla ışıl ışıl yanan
böylesi isyankar bir şehri ya
da kasabayı
ele geçirmek için gerçekte gereken gücü kullanmaya
mecbur kalıyor ve bu isyankar vatandaşlarımız sayesinde düşmanın ilerleme
hızı,
birkaç kilometre ötede yeni
bir savunma hattının
kurulabilmesi için gereken
süreyi
tanıyacak kadar kesiliyor ve bu noktada vatandaşlarımızın nafile yere mücadele ettiğini söylemek oldukça saçma bir iddia zira düşmanın saldırılarını hiç mücadele etmeden karşılamak, bizim direnmek için kullandığımız yöntemlerden çok daha
büyük riskler taşıyor. Bizim
yöntemlerimiz,
savaş süreci içerisinde sıkça karşılaşılan etkilerini er ya da geç gösterecek olan sağlam temellere
dayanıyor
zira tarih boyunca, elindeki tüm imkanlarla
özgürlüğünü
savunmaya çalışan bir
ulusun yenildiği
görülmemiştir. Bilakis,
yenilgiye uğrayanlar her daim, çaresizliğe boyun eğerek teslim
olanlar olmuştur.
Savaş süresince verdiğimiz mücadele devrim niteliğinde değişiklikler yapmamızı da elzem kılıyor. Eski
savaş kuralları
artık geçerliliğini yitirmiş durumda,
içinde
bulunduğumuz koşullarda hiçbirinin bize
bir faydası dokunmaz. Artık ülkelerin değil, milliyetlerin birbirleriyle savaştığı bir
çağdayız.
Bir milliyete mensup insanların tamamı tehdit altındaysa, o milletin her bir bireyi ulusunu
savunmak zorundadır.
Düşman bizden yalnızca tek
bir şehir
almayı ya
da
bizi ele geçirmeyi
arzu ettiği stratejik
sınırların
ardına püskürtmeyi istemiyor;
beslendiğimiz
her bir damarı kesip
fabrikalarımızı
ve madenlerimizi elimizden almayı, ulusal
olarak bütün sahip olduklarımızı yok etmek istiyor. Eğer başarılı olursa, Almanya'yı bir Alman mezarlığına çevirecekler. Halkımız açlıktan kırılacak, birer birer yok olacak; hayatta
kalan milyonlarca insanımız
da köle olarak
çalıştırılmak
üzere sınır dışı edilip
Sibirya'ya gönderilecek.
İşte bu şartlar altında her yol mubah; ulusal olarak olağanüstü koşullarca mücadele ediyoruz ve bu şartlar altında normalde ne yapmamız gerektiğini tartışmak son derece manasız! Size
düşman kendi eylemleri konusunda bu
kadar endişe duyuyor mudur? Doğuda on
binlerce Alman kadının
işkenceye maruz kalıp tecavüze uğramasını yahut da on binlerce Alman çocuğun korkakça ve korkunç yöntemlerle öldürülmesini veyahut yüzlerce insanımızın düşmanın barbarca hava saldırılarında katledilmesini haklı çıkaran uluslararası yasalar tam olarak nerede? Günümüzde yalnızca biz iyi huylu
Almanlar hala düşmanı
konuşarak ikna edebileceğimiz ve mantıklı davranmasını sağlayabileceğimize dair yanlış bir
düşünceye
inanmakta direniyoruz.
Ancak
gerçekler
bunun tam tersini kanıtlar nitelikte.
Öyle ki düşmanlarımız, elimizdeki imkanlar dahilinde bazı bölgelerde kendilerine direniyoruz diye bizi
barbar ve savaş
suçlusu olmakla bile itham edecek kadar
kendini kaybetmiş
durumda. Daha kısa süre önce Berlin'de, evleri barkları yıkıldıktan sonra mallarını ve
kaybettikleri anne babaları
ya da çocuklarının cesetlerini enkaz altından kurtarmaya çalışan halk,
yıkım
görevlerini tamamladıktan sonra
yere inip teslim olan İngilizlerin terörist pilotlarına saldırdı. Elbette verdikleri tepki doğaldı ancak
Alman korumalar, pilotları kendi
silahlarıyla
korudular. Peki, Alman bir pilot,
alevler içinde
kalmış olan Moskova'da yakalanmış olsaydı başına neler gelirdi? Sorunun yanıtı aslında içinde
saklı. Bu
savaşta,
yapılan şövalyeliklere pek
pirim verilmiyor. Bu yüzden hayalperest
Alman halkı,
eğer yaşamını ve
özgürlüğünü
bu yolda kaybetmek istemiyor ise
bir an önce
uyanıp kendine gelmek zorunda. Alman
ulusu ne zaman yapması gereken şeyi yapacak?
On dört ile elli yaş aralığındaki herkesin ihtiyaçları olan kıyafetler ve iki haftalık yiyecek stokuyla birlikte Sibirya'ya
gitmek üzere belli bir noktada toplanmasını emreden Bolşevik afişlerle burun buruna gelene kadar
bekleyecek mi?
Sizce
abartıyor
muyum? Kesinlikle hayır! Bütün bu anlattıklarım doğu ve batıda işgal altında bulunan bölgelerde acı birer gerçeğe dönüştü bile. Yalnızca birkaç romantik bu gerçekleri görmeyi beceremiyor; kurdukları hayal dünyasında yaşıyorlar ve acı gerçeklerle yüzleşerek gerekli sonuçları çıkarmayı asla istemiyorlar. Ancak bu düşünce biçimini derhal terk etmeleri gerekiyor.
Bir keresinde biri, kimlerin öldüresiye dövülmesi gerektiğini bilmediğini ancak Alman halkının silkinip
kendine gelene kadar dayak yemesi gerektiğinden emin olduğunu söylemişti. Bu insanları, kimse için olmasa
bile kendi iyilikleri için, o düştükleri hayal aleminden
kurtulup uyanmaya ve kurdukları düşler ile yaptıkları hatalardan dönmeye ikna
etmek için
nasıl bir darbe yememiz
gerekiyor? Bu yılgın ve mütemadiyen zorluk çıkaran hayalperestleri,
kendilerini savunmaya sevk edecek şey ne
olabilir?
Düşman hepimizi
avlamak için yola koyuldu. Londra gazeteleri, Anglo-Amerikan yetkililerin bulundukları bölgelerdeki her bir evi ve ev sahiplerini
dikkatle gözlediklerini
yazıyor. Birileriyle tartışmaları gerekirse diye ellerinin altında Almanca-İngilizce sözlük bulunduruyorlar. Bu şartlar altında ancak sadık uşaklar böyle onursuzca bir tavır takınabilir. Peki, bizler bu yaratıklara ne demeliyiz? Onları, silkelenip kendilerine gelene kadar dövmek belki
de en olası
çözüm. Ancak Tanrı·ya şükür, bu
tip insanlar giderek azalı-
yor.
Evi barkı
yıkıldığı ve nihayetinde Ortaçağda görülenlerden bile daha kötü işkencelere maruz kalacağı kendisine
defalarca anlatılmış
bir kişi, tüm bunlara
rağmen
işgalcilerle müzakere masasına oturmak istiyorsa, onurlu bir
Alman, bu insana ne diyebilir ki?
Peki,
ben neden bu örnekleri
anlatıyorum sizlere?
Aklıselim insanlarımızı bu hastalıklı durumdan korumak için elbette!
Her şey
bittiğinde kimsenin direnecek gücü olmayacak. Ne geleceğimiz ne de tutunacak bir dalımız kalacak.
Bize yardım edecek olan yine bizleriz! Düşmanın bize
yardım
edeceğini düşünmek saflığın da
ötesinde
bir düşünce olur.
Kendimizi savunmak için yeterince nedenimiz ve kaynağımız var; ancak onları kullanırsak savaşı zafer kazanarak nihayete
erdirebiliriz. Bütün çabalarımız
yalnızca bunun için!
Her
vatandaşımız
önce kendisinden başlamalı; kapıldığı rehavetten ve zayıflıklarından kurtulmalı! Dimdik durarak diğerlerine örnek olmalı, yenilginin fısıltısını dahi duysa derhal savunmaya geçebilmeli. Erkek gibi durmalı ve
ulus olarak savaşın
yarattığı bu krizi atlatacağımız güne kadar çalışıp didinmeli,
mücadele
etmeli! Bunu ne kadar süreceğini bilmiyoruz ancak yaşamak istiyorsak
bunları yapmak zorunda olduğumuzu iyi biliyoruz. Bu, ister cephede
ister vatan toprağında
olsun, her Alman için geçerli. Kimse üzerindeki yükü bir başkasına devredemez.
Hepimiz, fırtınayla
boğuşan bu gemide bir aradayız! Kimse,
mürettebat
ve diğer yolculardan
şikayet ederek öyle bir
köşede oturup bekleyemez. Aklıselim yolcular;
kendilerini kurtarmak için gösterdikleri her türlü çabanın başarısını riske atan profesyonel bir mızmızdan, hem fiziksel hem de ruhsal
anlamda bıktıkları
için, kendinden başkasını önemsemeyen ve sürekli şikayet eden o mızmızı denize
dökse,
onları kim suçlayabilir ki? Olması gereken
budur.
Artık hiçbir yılgınlığa, yorgunluğa ya da duyarlılığa kulak asacak durumda değiliz. Savaşın başından beri bizler ne istediğimizi ve düşman da
şeytani
planının ne olduğunu defalarca
dile getirdik. Bunları tekrar etmeye gerek yok zira
herkes ezbere biliyor. Yaşanan gelişmeler de bütün bunları çürütmedi, aksine her birini doğrular nitelikteydi.
Korkakların,
işlerin beklediğimiz kadar
kötü
gitmediği yönündeki ödlekçe bahanesine
prim vermemiz mümkün
değil. Şayet düşmanın yalanlarına kanıp da
teslim olmaya kalkarsak, işler
hayal edebileceğimizden
çok daha kötü olacak.
Durumumuzu, şikayet etmeksizin,
sakince, mantıklı
bir biçimde ve
aynı zamanda kararlılıkla değerlendirmeliyiz. Beyaz bayrak kaldırmak demek,
savaştan
vazgeçmek ve utanç verici
bir biçimde
yaşam hakkımızdan feragat
etmek demektir. Bunu yapmak için ortada
hiçbir neden yok. Aksine, bu yalnızca düşmanımızın ucuz bir zafer kazanmasına yardımcı olur ve hiç değilse kısa bir süre için, yaptıkları koalisyonda büyümekte
olan krizi hasıraltı
eder.
Yapılacakların sonucunu görmek çok da zor değil. Olanlar
yalnızca
bizi etkileyecek ve er ya da geç her
şey,
ulusumuzun tam anlamıyla yok
olması ile sonuçlanacak. Kimse bu kaderi kabullenmekte
istekli değildir
diye düşünüyorum. İşte bu yüzden, en
zorlu ve en dayanılmaz
koşullar altında dahi
ne pahasına
olursa olsun mücadele etmek
zorundayız.
Yıllardır neredeyse hiç risk
almaksızın
savaşıyoruz. Elbette
bu övgüye
değer bir durum sayılmaz. Bu
mücadele
sırasında riskin tamamını düşmanımız yüklendi ve tehlikeyi de atlattı. Bunu
bizim yapamayacağımızı
kim söyleyebilir peki? Böyle bir
ihtimali düşünebilen
kişi kendisi için bir
halat alıp ulusumuzun başına geleceğini sandığı şeyi kendi üzerinde uygulamalıdır bana göre.
Hala
nefes alıyor ve yaşıyoruz; içimizde sonsuz bir direnme gücü var,
tek yapmamız
gereken onu ortaya çıkarabilmek. Reich bununla kıyaslanamayacak ciddiyette krizler ya-
şadığında bile
Almanya'ya daha önce hiç
bu kadar tutkuyla inanmamıştık! Hasta bir insanın gösterebileceği iyileşmeyi havale geçirirken gördüğü hayallere bakarak değerlendiremezsiniz. Öncesinde ateşi düşürmek için bilinen tüm yöntemleri uygulayıp vücudun doğal savunmasını tetiklemeniz gerekir ki hasta, yaşama arzusunu
kaybetmesin ve direnme cesaretini göstersin. Kişi, zor zamanları atlatabilmek
için
önce kendi savunma sistemini güçlendirmeyi bilmelidir. Bunu görmezden gelerek
yapılacak
her şey aptalca
ve tehlikeli olacaktır. Ulusumuz için, alevler
içinde
kalmış bir sokağın ortasındaki yıkık dökük bir duvarın arkasına elinde bazukayla pusu kurmuş on
dört
yaşında bir genç, zafer
kazanma ihtimalimizin ne kadar düşük olduğunu kanıtlamaya uğraşan on entelektüelden daha faydalı olacaktır. Savaşan gençlerimiz
içgüdülerine güvenerek ivedilikle
harekete geçerken
entelektüeller, sırf işlerin pek
de yolunda gitmediği
izlenimine kapıldıkları için mücadeleden vazgeçtiklerinden
dolayı yanlış yolu
seçer ve hatalı davranırlar.
İşlerin yolunda
gidip gitmeyeceği
bize bağlı. Savaşın son raddesine geldiğimiz şu günlerde gidişatı belirleyecek olan, savaşan ulusların gösterdiği çaba olacaktır. Alman halkının eşi benzeri görülmemiş bir çaba göstermeleri ve bununla
birlikte zafere ulaşmamız
hala mümkün. Unutmayın ki 1918 yılında da
son anda vazgeçtik
biz. Ancak 1945'te bunu yapmayacağız! Hepimiz bunu anlamak zorundayız zira kazanacağımız mutlak zaferin temeli bu olacak!
Belki bugün
kulağa fazla imkansız geliyor
olabilir ancak hakikat bu: En nihai zafer eninde sonunda bizim olacak! Kan ve gözyaşıyla gelecek belki ama şimdiye dek
yaptığımız
bütün fedakarlıklara değecek!
KAYNAKÇA
·
Goebbels, Dr. Joseph - Der Nazi-Sozi - Zentralverlag der NSDAP -
Franz Eher Nachf. GmbH. , München - 1931
·
Goebbels, Dr. Joseph - Der Angriff - Zentralverlag der NSDAP -
Franz Eher Nachf. GmbH. , München - 1935
·
Goebbels, Dr. Joseph - Signale Der Neuen Zeit - Zentralverlag der
NSDAP - Franz Eher Nachf. GmbH., München - 1940
·
Goebbels, Dr. Joseph -Die Zeit Ohne Beispiel, Reden und Aufsat- ze
aus den Jahren 1939/40/41 - Zentralverlag der NSDAP - Franz Eher Nachf. GmbH. ,
München - 1941
·
Goebbels, Dr. Joseph - Dreissig Kriegsartikel für das
Deutsche Volk - Zentralverlag der NSDAP. , Franz Eher Nachf. GmbH. Mün- chen-Berlin
- 1943
1
(Alm.) Değirmenci.
'
(Alm.) Günlük işçi.
1
Almanca bir deyim. (bei hemandem ist Schmalhans Küchenmeister).
Fakirleri
yemek yemeye layık görmediği ya
da sırf cimri
olduğu için halka
yiyecek için yeterince
para vermeyen yöneticiler için kullanılır. Burada
kıtlığın artık türlü bahanelerle
gizlenemeyeceğini belirtmek
için kullanılmış.
[I] Philipp Scheidemann. Alman Sosyal Demokrat Partisi üyesi ve Kasım Devrimi sırasında ülkede cumhuriyeti ilan ederek monarşinin resmen sona
ermesini sağlayan devlet adamdır. 1919'da Weimar Cumhuriyeti'nin ikinci şansölyesi oldu. Naziler iktidara geldiklerinde
Danimarka'ya sürüldü ve surgündeyken
yaşamını yitirdi.
[II] Dawes Planı"na gönderme yapılıyor. Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'nda zarara uğrattığı
ülkelere ödeyeceği yüklü tazminatları belirleyen komitenin yaptığı
plandır ve adını, komite başkanı
General Charles G. Dawes'ten alır. Plan o dönemde
Almanya ve Fransa'nın yakınlaşmasına vesile olmuş
ve daha sonra yapılacak Locarno Anlaşma-
sı'nın da önünü açmıştır.
[III] Aynı türden varlıklar arasında yaşanan rekabetin diğer
türlerin gelişimini sekteye uğratması durumu.
' 'Benzer benzeri iyileştirir' ilkesine dayalı tedavi yöntemi. Rir hastalığın ancak o hastalığın
belirtilerini ortaya çıkaracak benzer maddı,lerlı,
tedavi edileceğini iddia eder.
[IV] Seymour Parker Gilbert (1892-1938). Young Planı çerçevesinde Almanya'nın 1. Dünya Savaşı sonrası toparlanma sürecinde genel
vekil olarak görev yapan(ı924-1930) Amerikalı hukukçu ve diplomat.
[V] Kızıl Yahudilere
gönderme
yapılıyor. Özellikle Almanya<la
bulunan ortaçağa
ait yerel
kaynaklarda geçen Kızıl Yahudiler,
Hıristiyanlığın
en büyük düşmanları olarak anlatılıyor.
[VI] Barmat Kardeşler. Göbbels'in gönderme yaptığı hadise ise Barmat Skandalı olarak
bilinir. 1924-1925 yıllarında Şansölye Gustav Bauer yönetimindeki Sosyal Demokrat Parti önderleri. Yahudi
kökenli
Barmat Kardeşlere, döviz spekülasyonlarının hat safhada olduğu dönemde kendilerine para kazandırmaları için bir milyar dolar rüşvet vermiş ve bu durum Barmat Kardeşler başarısız olup kendilerine verilen para hiç olduğunda ortaya çıktı. Bu
skandal hem cumhuriyet hem de Yahudi karşıtlığını körüklemek için Naziler tarafından propaganda
malzemesi olarak uzun süre kullanıldı.
' zooz'de Euro'ya geçişe kadar
kullanılan
Hollanda para birimi.
[7] lspanya'nın yeniden
yapılanma
döneminde başbakan olarak göreve başlayan ve
1930'da devrilen lspanyol diktatör.
[VIII]
Heinrich Gotthard von Treitschke: 19. yüzyılda yaşamış Alman tarihçi, politika yazarı ve Alman İmparatorluğu döneminde Reichstag'daki
Nasyonal Liberal grubun bir üyesi. Görüşünü açıkça belli eden bir ulusalcı olan Treitschke, Alman
koloni sistemini destekliyordu ve lngiltere karşıtıydı.
[IX] Ortaçağda yaşamış ünlü halk ozanı, şair ve
bestekar. Aşk şarkılannın yanında politik eserler de yazmış ve bestelemiştir.
Alman Halk Edebiyatının en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilir.
[X]
Benjamin Sumner Welles, Roosevelt döneminde 1937clen 1943 yılına kadar Dışişleri
Bakanlığı görevini yürütmüştür.
[11] Kurt von Schleicher: Franz von Papen'in istifasından sonra şansölyeliğe atanan Schle- icher görev süresi içerisinde Nazilerin yasaları çiğnemesine engel olmak için seçimi kazanan Hitler'e, ordunun denetimini yine kendisine
vermesi karşılığında
hükümet
kurmayı önerdiyse de
Hitler bu teklifi reddederek onu en büyük düşmanı olarak görmeye başladı ve
bu durum Schleicher'in Uzun Bıçaklar Gecesi'nde (Giderek bağımsızlık kazanan
ve Hitler'in kazandığı politik
gücü tehdit
etmeye başlayan S.A.'nın
önde gelen yöneticilerinin katledildikleri, 30 Haziran
gecesini 1 Temmuz'a bağlayan gecede gerçekleşen 'temizlik'
operasyonu. Adı
herkesçe bilinen en az seksen beş kişinin öldüğü ve ölü sayısının yüzü aştığı tahmin
edilmektedir. Binden fazla muhalif de ıutuklanmıştır. Cinayetlerin çoğunun S.S. subayları ve Nazilerin gizli servisi
Gehl!ime Staatspolizei yani Gestapo tarafından işlendiği bilinmektedir. ) Hitler'in
ilk kurbanlarından biri
olmasına vesile
oldu.
• O
dönemde Hitler'in
kalıcı olarak
ikamet ettiği oteldir.
[12] (Alm.) Sturmabteilung: Fırtına Birlikleri
ya da Kahverengi Gömlekliler adı verilen askeri
birlikler. Birlikler gönüllü askerlerden
oluşurlar
ancak orduya bağlı değildirler. Amaçları genel anlamda parti içindeki dayanışmayı desteklemek ve Nazi ideolojisini yaymaktır.
[13]
(Alm.) Schutzstaffel: Nasyonal Sosyalistlerin koruma timine verdikleri isim.
Na2i Dö- nemi'nin
başlangıcında polis
görevi
görürlerken sonraları Hitler'in özel korumalığını yapan
muhafızlardır.
[14]
Son faşist diktatör olarak
anılan lspanyol
lider General Franco. Hitler'le aynı dönemde ltalya ve Almanya'dan
destek alabileceği
düşünüldüğü için haşa getirilmiştir.
[15] Genevieve Tabouis: Fransız tarihçi ve gazeteci. Yazılarında Nazi rejimini ve Hitler'i eleştirmekteydi. Dünya çapında dikkat çeken yazılar kaleme alıyordu. Öyle ki ı Mayıs 1939
tarihinde yaptığı
bir konuşmada kendisine
atıfta
bulundu: "Gelmiş geçmiş en bilge kadın Madam
Tabouis'e gelince, kendisi benim ne yapacağımı benden
bile daha önce
biliyor. Gerçekten saçmalık!" Her ne kadar bu sözlerle yazan
tiye alıyor
gibi görünse de yazıları hakkında bir şeyler söyleme gereği duyacak kadar ciddiye aldığını göstermiş oluyordu.
[16] Madam Tabouis'nın köşe yazılarının basıldığı ve o dönemde dünyayı Naziler ve Hit- ler'in yükselişi konusunda
sık
sık uyardığı yazılar yazdığı Paris
gazetesi.
[XVII] Le Miracle de la Marne olarak bilinen Marne
Muharebesi, 6-ıo Eylül 1914
arasında verilen
bir savaştı. Batı cephesinde
müttefiklerle
savaşan Alman ordusu yenilgiye uğradı. Birinci Dünya Savaşı'nın ilk
ve en önemli muharebelerden
biridir. Alfred von Scheliffen'in Fransa ve Rusya'yı kuşatmak için geliştirdiği Schleiffen
kapsamında Al-
sace-Lorreine'e saldırı
düzenliyormuş gibi görünerek sonrasında Belçika üzerinden Paris'e
doğru ilerlemekte
olan Alman birinci ve ikinci orduları, Fransız birliklerini arkadan kuşatarak ezip geçmek üzere harekete
geçmiş ancak
yapılan taktiksel
bir hata sebebiyle birbirlerinden çok ayrılınca Batı yönünde kalan kolordu Marne Nehri kıyılarına kadar
ilerlemiştir ancak
doğuda kalan
birlikler İngiliz keşif birlikleri
aşarak diğer
bölükle bir araya gelmeyi başaramayınca iki
ordu kuzeye doğru geri
çekilir. Yapılan
bu taktik hata sonucunda planladıkları şaşırtmayı gerçekleştiremeyen Alman
orduları, Fransız
ve İngiliz birlikleriyl" siper savaşı yapmak durumunda kalır ve Marne Muharebesi Almanların yenilgisiyle sonuçlanır, Schleiffen
Planı da
daha ilk aşamasında
başarısız olarak rafa kalkar.
[XVIII] Kurt Schuschnigg: Dönemin Avusturya şansölyesi.
Hitler'in işgalden önceki taleplerini kabul ettiği halde birleşme konusunda en
son yapılan referandum talebine direnmiş ve nihayetinde Naziler Avusturya'yı
işgal etmiştir.
'Nazilerin Avusturya'yı işgali.
' Edvard Benes ya da Edward Benesch: Dönemin
Çekoslovakya Cumhurbaşkanı olan Çek politikacı Münih Anlaşması'yla birlikte
Nazilerin ülkesini işgalinden sonra ln- giltere'ye iltica etmiştir.
[XIX]
J6zef Beck: Polonyalı devlet
adamı. 193olarda
Polonya'nın
dışişleri bakanlığını yapmış ancak Polonya'nın işgali sırasında hükümetiyle birlikte
Romanya'ya kaçmıştır.
[XX] Edward Rydz-Smigly: Polonyalı mareşal ve başkomutan. Görevde bulunduğu dönemde Adolf Hitler'in Nazi Almanyası'nın artan baskılarına direnerek 'Polonya'nın en büyük askeri'
unvanı
alan devlet adamı.
[XXI] Esas adı. Edward
George Villiers Stanley. 1. Dünya Savaşı sırasında Britanya"nın Savaş
Bakanlığı görevini üstlenmişti.
' Kuzey Fransa ile Belçika arasında kalan Flanders bölgesinde Ypres
Savaşları
olarak da anılan beş muharebe
gerçekleşmiştir.
' Dunkerque Muharebesi: Fransa, Dunkerque'te.
Fransa Savaşı'nın
bir parçası olarak
müttefik
kuvvetler ile İngilizlerin Avrupa'dan tahliye edilmesi amacıyla yapılmış bir savunma muharebesidir. Sonucunda Dunkerque
tahliyesi gerçekleştirilmiş
ve geri çekilme bölgesi olarak belirlenen limandan binlerce müttefik kuvvetler
askeri Avrupa'dan kaçırılmış, ordunun pek çok mühimmatı geride. Almanlara bırakılmıştır.
[XXII] Elard von Oldenburg-Januschau, muhafazakar politikacı ve
Alman asilzadesi. Arkadaşı olan
Cumhurbaşkanı
Hindenburg'a şansölye olarak
Adolf Hitler'i ataması konusunda
tavsiye verdiği
bilinmektedir. Burada mareşalin ne
kadar nüfuzlu
bir kimse olduğunu anlatmak
için
bu benzetme kullanılmıştır.
[XXIII] Devrimci
Alman yazar Fritz Reuter'in yaratı ıgı devrimci
ve komik karakter Onkel Bra- sig'in yer aldığı Ut
Mine Sıromıid
adlı eserden uyarlanan, 1936
tarihli komedi filmi, aynı zamanda
Almanya'da dizi versiyonu da çekilmiştir. Oradan oraya gezmekte olan Briisig, ekonomik
sorunlarla bogulan kenar mahallelerdeki insanların yaşamlarını gözlemler ve yer yer toprak sahipleri il<' yoksul halk arasındaki oldukça tutucu bir sosyal dokusu olan ilişkiyi inceler
ve sorunların
olası çözümlerini düşünür.
[XXIV] 1. Halifax Lordu Edward Frederick Lindley Wood.
193o'lu yılların
önde gelen muhafazakar siyasetçilerinden biridir ve 1938'ılen 194o'a
kadar İngiltere
Dışişleri Bakanı olarak
görev
yaptığı sırada İkinci Dünya Savaşı öncesinde izlediği yatıştırma politikasıyla
tanınır.
[XXV] Eton College. 1441'de VI. Henry tarafından kurulan
ve diğer
devlet okullarına göre öğrencilerine büyük ayrıcalıklar
sunan okul. Mezunları arasında çok sayıda başbakan, aristokrat, prens ve biliminsanı vardır.
[XXVI]
Oberkommando der Wehrmacht. Alman silahlı kuvvetler komutanlığı. Türkiye'deki dengi
Genelkurmay Başkanlığı olan
kurum.
[XXVII]
(Fr.) Yahudiyi yiyen, ölür.
[XXVIII] İbranicede ulus· anlamına gelen kelime. Yahudi
olmayan halkları
tanımlamak için kullanılır.
[XXIX]
Friedrich Gottlieb Klopstock. Alman şair. Alman edebiyatına en önemli katkısı, edebiyatı Fransız kalıplarının
dışına çıkaracak çalışmalar yapmış olmasıdır.
[XXX] (İng.) Seven League Boots.
Avrupa'da halk efsanelerinde geçen botlardır. Giyen kişinin her bir adımının yedi fersah genişliğinde olacağına ve böylece bir yerden bir yere hızla gidebileceğine inanılıyor. Genellikle
de masallardaki kahramanlar önemli bir görevi yerine getirmeleri gerektiğinde bu büyülü botları giyerek
güç kazanırlar.
[XXXI]
1815-1848 yıllarında Almanya
ve Avusturya"da ortaya çıkan sanat akımı. Daha çok bur· juva kesime hitap etmiştir.
[32] Douglas MacArthur: il. Dünya Savaşı"nda Pasifik Cephesi'nin müttefik kuvvetler
komutanlığını
yapmış general. Filipinler
Japonlar tarafından
işgal edilirken adayı alelacele
terk etmiş
ve bu sırada, sonradan
oldukça
popüler olan ve pek çok kişinin alaya aldığı "1'11
be back1" cümlesini sarf
etmiştir.
Ancak savaş sonrasında Filipinler"de kahramanmışçasına karşılanmıştır. Göbbels'in
eleştiri noktası da
budur. MacArthur ayrıca Kore
Savaşı'nda
da bir süre komutanlık yapmıştır. Bu dönemde yaptıkları ve insafsızlığıyla Nazım Hikmet'in 'Makartır' adlı hüzünlü şiirine konu olmuştur.
[33] Theodor Scherer: Alman general ve tümen komutanı. Ekim 194ı'de 281.
Güvenlik
Tü- meni'nin komutanlığına atanmış ve Sovyetler Birliği'nin işgali sırasında askerleriyle birlikte Holm'da konuşlanmıştır. Ocak 1942cle ise, diğer tümenler ve polis birlikleriyle birlikte abluka altına alınmışlar ve 5 Mayıs 1942'ye
kadar yerlerinden ayrılamamışlardır. Holmcle yaptığı savunma
sebebiyle onur madalyası almıştır.
[XXXIV] Erwin Johannes Eugen Rommel. İkinci Dünya Savaşı sırasında Kuzey Afrika'da İngiliz birliklerine
karşı
kazandığı zaferler
sebebiyle 'Çöl
Tilkisi' lakabı kazanmış, yalnızca görev bilinciyle değil, düşmanlarına karşı takındığı mert tavırla da tanınan mareşal.
[XXXV] (İng.) Dört Özgürlük. Amerikan Başkanı Roosevelt
tarafından
6 Ocak 1941ile kamuoyuna açıklanan dört özgürlük hedefi: Konuşma özgürlüğü, inanç özgürlüğü, yoksulluktan kurtulma özgürlüğü, korkudan
kurtulma özgürlüğü.
[XXXVI] ikinci Dünya Savaşı sırasında mücadelenin sürdürülmesi ve zaferin garantilenmesi için alınacak önlemleri belirlemek amacıyla yapılan toplantıların ardından Birleşik
Devletler Başkanı Roosevelt
ve Britanya Başbakanı Churchill'in
yayınladıkları
ortak bildiri. Bildiride, iki
devletin de topraklarını genişletmek istemedikleri
ve bütün
ulusların topraklarında güvenle yaşamalarını garanti edecek bir barış sağlamak niyetinde olduklarını belirtmişlerdi.
[XXXVII] Ukrayna'nın en büyük ikinci
şehri
ve Harkiv Oblastı'nın yönetim merkezidir.